Ic40

Page 1

Miguel Sorans ile dünya durumu üzerine Devrimci Troçkist hareketin önemli sembol isimlerinden, UIT-CI (İşçilerin Uluslararası Birliği – Dördüncü Enternasyonal) ve Arjantin partisi Izquierda Socialista (Sosyalist Sol)’nın liderlerinden Miguel Sorans, İşçi Cephesi’nin davetlisi olarak İstanbul’daydı. 6 Mayıs tarihinde kendisiyle, gazetemizin bürosunda bir söyleşi gerçekleştirdik.

»8

1 Mayıs 2012 ve birleşik bir sınıf hattı Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 40 • Mayıs 2012 • Fiyatı: 2 TL

28 Şubat dindarlara karşı mı yapıldı?

»5

Hatay: Suriyeli muhalif aktivistler Saib ve İsa ile görüşme

» 15

Hükümetin saldırılarını yoğunlaştıracağı bir dönemde emek mücadelesinin yıl başı olan 1 Mayıs gününü geride bıraktık

»5

Ne pahasına? Demokrasi sorununu tutuklamalar ve kovuşturmalar yolu ile çözen AKP hükümeti, emekçinin sorununu da çözecekmiş inşallah… Peki, bu sefer ne pahasına?! krizden nasıl çıkılacağına, bu politik krize ne tip bir çözüm bulunacağına dair cevapları belirliyor. Ve yeni düzenin kurallarını ortaya koyuyor. Bu açıdan bugün tüm dünyada bir dengeler savaşı sürdürülüyor. Ekonomik ve politik her türlü cephanelikler hazır ediliyor… Kriz yok ama bedel çok!

Türkiye’de bu sürecin nasıl işlediğini hepimiz zaten fazlasıyla deneyimliyoruz. Türkiye’de kriz yok diyen AKP hükümeti, krize karşı, hem ekonomik hem sosyal yönden gerçekleşen gasplar sonucu işgücünün patronlara maliyetini dibe çekerek işe başladı zaten çoktan. Ve bunu esnekleşen ve kuralsızlaşan işgücü piyasası koşullarıyla Diğer yandan, Avrupa’daki süreci destekliyor. Bu açıdan, hükümetin kendinden menkul görmek hata “Güvenceli Esneklik” şiarından, olur. Yaşanan tüm gelişmeler ve güvencenin patronların; esnemedeğişimler bir bütün olarak bu

nin ise emekçilerin payına düştüğü sorununa; emek sorunundan, aşikar… kadın sorununa, eğitim sorununa, Bu açıdan AKP hükümetinin en sanat sorununa (evet, artık sanat büyük başarısının bir illüzyon yani da bir sorundur!) her konuda AKP siyasetinin hilelerle dolu olduğunu yanılsama yaratmadaki başarısı görüyoruz… olduğunu söylemek gerek. Bize uğramadığına, hatta çoktan bittiğine inandırdığı krize karşı tüm bedelleri emekçi kesimlere tek tek ödetiyor. Hileli siyaset Elbette yalnızca krize karşı bir illüzyon yaratmıyor AKP hükümeti; rejim sorunundan, Kürt

Bu nedenle bu ülkede sütün değil, aslında çocukların bozuk olduğuna inanabilirsiniz!

Bu nedenle bu ülkede, puşinin en büyük silah olduğunu düşünebilirsiniz! İktidarının araçlarını kullana-

»2

Homeless, Jason Franson

G

eçtiğimiz hafta Yunanistan ve Fransa’da gerçekleşen iki seçim de, büyük yıkıma sebep olan krizin etkisiyle yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği sonucunu artık fazlasıyla doğrulamış durumda. Krizi, bir doğal afet gibi sunan ve şimdi buna karşı önlem almak gerekiyor diyen hükümetler; “bu kriz sizin yüzünüzden yaşanıyor ve sonuçlarını biz ödemeyeceğiz” diyen kitleler tarafından uyguladıkları kemer sıkma politikaları yüzünden cezalandırılıyor. Elbette bu süreç aynı zamanda artan kutuplaşmayı da beraberinde getiriyor. Yine bu iki seçim, bize bu gerçeği işaret ediyor ve Avrupa’da yükselen sağ/ ırkçı/faşizan hatta faşist partilere karşı uyarıyor.


2

İLAN TAHTASI

Ne pahasına? Kapak sayfasından devam rak istediğini istediği gibi sunuyor AKP hükümeti. Böylece her şeyin içini boşaltıp, kendine göre yeniden doldurup, şifa diye içirmeye çalışıyor… 1 Mayıs kutlamaları bunun en çarpıcı örneklerinden biri oldu. 1 Mayıs’ı bir birlik, dayanışma ve mücadele günü olarak kutlamaya çalışanları yıllarca kovalayıp duran hükümet, bu sene resmi 1 Mayıs’ını Çalışma Bakanı ve ‘resmi’ sendikaları ile birlikte, Taksim meydanından yükselen sloganlara aldırmadan, Tandoğan’da kutladı. Ve Faruk Çelik tarafından ifade edildiği üzere hükümetin 1 Mayıs sloganı açıktı: “Siz isteyeceksiniz, biz vermeye çalışacağız; az vereceğiz, çok vereceğiz, bu işi çözeceğiz inşallah!” Yoksulluk sınırının altında yaşayan, ve hükümetin kaşıkla verdiğini kepçe ile aldığını iyi bilen işçi ve emekçiler için bu cümlenin meali elbette açık ama biz yine de soralım mı?.. Demokrasi sorununu tutuklamalar ve kovuşturmalar yolu ile çözen AKP hükümeti, emekçinin sorununu da çözecekmiş inşallah… Peki, bu sefer ne pahasına?! Sormamız ve sordurmamız gereken soru bugün budur... Bu bedeli ödeyecek miyiz?.. Unutmayalım, bir seçenek daha var: Avrupa’dan Ortadoğu’ya kadar dalga dalga yayılan bir seçenek daha var!..

İşçi Cephesi, 11 Mayıs

Ne savunuyoruz? Neyi hedefliyoruz? İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Türkiye’de devrimci bir işçi partisinin inşası için mücadele ediyoruz. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş veriyoruz. Sermayenin baskı ve şiddet rejimine karşı mücadele ediyoruz ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.

İslam tiyatrosu yakında başlıyor Ferhat Uludere, 7 Mayıs AKP iktidarının sessiz sedasız yapacağı tiyatro operasyonu yolunda gitmeyince ortaya bir başbakan komedisi çıktı. Oyuncuları önce zavallı ilan etti, sonra onlara “serseri” dedi, en son da “devletin parasıyla içki içiyorlar”a kadar geldi iş... Başbakanın ve maiyetindeki bakanların ortak bilinç altıydı bu... Sanatçıları böyle görüyorlardı onlar. Ayyaşlar, serseriler, fuhuş batağındaki zavallılardı sanatçılar başbakan için ve şimdi bu rezil herifler kalkıp ona karşı çıkıyorlar... Bu tiyatro operasyonu sadece bunu ortaya çıkardığı için bile önemli bir şeydi. En azından artık biliyoruz başbakanın sanatçı dediğinde ne anlatmak istediğini... Tiyatroya bir operasyon düzenleneceği de öyle birden ortaya çıkmış bir şey değildi. Geçen yıl başbakanın kızı tiyatroya gitmiş ve çıkışta oyuncuyu babasına şikayet etmişti. Oyunu beğenmediği için de değil kendini aşağılanmış hissettiği için yapmıştı bunu. O zaman Kültür ve Turizm Bakanı devlete bağlı tiyatroları özelleştireceklerini ağzından kaçırmıştı, araya da başka işler girince tiyatro kapatmak işi bu sezonun sonuna kaldı. Konuya tam girmeden önce tiyatro özelleşir mi ona bir bakalım...

laştırmaktı. Çünkü İskender Pala kızmıştı, çünkü Akit gazetesinin yazarları oyun izleyemiyordu, muhafazakar tiyatro severler sahtekardı ve beğendikleri oyunların haberini yapmıyor sadece tiyatroyu müstehcenlikle suçluyorlardı. Belediyenin parasını artık kendi sanatçılarına vermek istiyorlardı. Ama tiyatrocuların beklenmedik tepkisi her şeyi birbirine karıştırdı. Ve hemen arkasından “devlet tiyatro yapmaz, tiyatrolar özelleşsin” diye bir laf atıldı. Ama operasyon bir devlet kurumunda değil bir belediyeye bağlı bir kurumda gerçekleşti... Tiyatro yapmak istemeyen ve tiyatroyu oldukça masraflı gören bu belediyenin kendi adını taşıyan bir futbol takımı var. Herkes bilir ki futbol tiyatrodan daha pahalı bir şeydir ve herkes bilir İstanbul Büyükşehir Belediyespor’un temel geliri halkın vergileridir...

Operasyonun ardından başbakan “sanat sanat için midir toplum için midir?” tartışmasını Devlete ve belediyelere bağlı yeniden başlattı. Tanzimat’tan tiyatrolar nasıl özelleştirilecek? bu yana bu ülke bu “yumurta Başbakan ve Belediye Başkanı tavuk” paradoksunu tartışıp bir özelleştirdi diyelim, o tiyatroyu sonuç bulamazken Başbakan kim alacak? Kardan çok zarar getiren ve buna yazgılı bir kurum tiyatrolarını geri isteyen tiyatrobu mantık içinde özelleştirilemez cuları sanatı sanat için yapmakla suçladı. Bunun bir suç olduğunu ki ancak kapatılır. söyledi... Başbakana sormak istiAma zaten başta mesele özelyorum, sanatı sanat için yapmak leştirmek değildi, özelleştirme ne demek? Ya da sanat özellikle tiyatrocuların gecikmiş isyanınde tiyatro ne zaman toplumdan dan sonra ortaya atılan bir çözüm ayrıldı ki?.. Yahu seyirci olmadan oldu. Kim satmayı düşündüğü tiyatro da olmaz... Seyirci de bir kurumun tüzüğünü değiştir- toplum değil midir? mek istesin ki, ya da bunu neden Başbakan sanatın sanat için yapsın? Amaç özelleştirmek değil, amaç kesinlikle belediyenin tiyat- yapılmasına karşı olduğu kadar devletin tiyatrosu olmasına da rosunu muhafazakarlara teslim etmekti. Kendi oyunlarını oyna- karşıymış... Ona göre devlet sanat yapmazmış... Devletin sanatı mak ve her yerde sosyalizm ile olduğunu ve devlet eliyle yapılan bütünleştirilen tiyatroyu İslam-

sanatın da pek iyi olmadığını herkes biliyor. Mesela Cumhuriyet sonrası devlet eliyle yaratılan Milli edebiyatımız berbat kitaplarla dolu... Yanlış anlaşılmasın sorun bizde değil, bu iktidar ve sanatın sorunu... Gogol ile başlayan 19’uncu yüzyıl Rus edebiyatını Stalin’in sanat politikası bitirmişti. Sovyet Rusya devlet eliyle kaç tane yazar yetiştirebildi ki?.. Devletin sanatı olur ama örnekleri iyi olmuyor çünkü devlet sanatı kendi propaganda aracı olarak kullanmak istiyor. Tıpkı bundan sonra AKP iktidarının tiyatrolarda yapmak istediği gibi... Kendi varlığını daha da meşrulaştırmak ve tiyatro salonlarında kendine hizmet eden nesiller yetiştirmek istiyor... İstanbul Büyükşehir Tiyatroları nezdinde başlayan operasyon işte bunun bir parçasıydı. Muhafazakar gençleri tiyatrolarda yetiştirmek istiyorlar besbelli... Böylece yeni bir kadro kurulacak ve burada kendi tiyatrocularını yetiştirecekler. Bertolt Brecht’i bilen ama yeteri kadar anlamak istemeyen tiyatrocular yetişecek artık... Edebiyatta bunu başarıyla yaptılar. Tüm edebi kariyeri boyunca İslam’ı anlatan yazarlar dışında başka bir nesil yetiştirdiler. İslam’dan bahsetmeyen hatta muhafazakar olduğu bile anlaşılmayan yeni bir kuşak yarattılar... İmam Hatip Liselerinde yetişmiş, ardından Fettullah Gülen’in okullarında iyi eğitim almış bu gençler şimdi iktidara hizmet ediyor. Edebiyattan sonra şimdi kendi sosyalistlerini yetiştiriyorlar. Sosyalizme heves etmiş “anti-kapitalist” gençler böylelikle İslam’a kazandırılacak ve güncel politika üretmek yerine “aman kapitalizm çok kötü bir şey” masalını dinleyerek oyalanacaklar... Şehir Tiyatroları’na yapılan operasyonla birlikte yeni bir tiyatro kuşağı gelecek ve bunlar diğerleri gibi belediyeden aldıkları paralarla içki içmeyecekler... Yani kısacası yakında İstanbul Büyükşehir Belediye Tiyatroları’nın başındaki “İstanbul”, “İslam” olacak...


EMEK GÜNCESİ

3

Hey Tekstil işçilerine polisin müdahalesi ne anlama geliyor? Tekin Güven, 10 Mayıs 91 gündür, kıdem tazminatlarını ödettirmeyi tercih etmiştir. Bu ve 3 aylık maaşlarını alamadıklanoktada Li-Fung’u korumak, Türrı için direnişte olan Hey Tekstil kiye pazarında Li-Fung ile iş yapan işçileri, Hey Tekstil’in iflas gösyüzlerce firmayı, yani güvencesiz termesinden dolayı kendileriyle iş bir şekilde çalıştırılan emekçilerin yapan Li-Fung firmasından alaemeklerini sömüren patronları caklarının kendilerine ödenmesi korumak anlamına geliyor. için, mücadelelerini bu firmanın önüne taşımış Bu noktada Li-Fung’u durumdalar. Uluslararası piyasada tanınmış korumak, Türkiye paolan bu firma, işçilerin zarında Li-Fung ile iş isteklerini gelecekteki yapan yüzlerce firmayı, direnişleri de göz önüyani güvencesiz bir şene alarak kabul etmemenin yanında, firma kilde çalıştırılan emekönündeki direnen çilerin emeklerini sömüişçileri de dağıtmak ren patronları korumak için hükümetten ve anlamına geliyor kolluk kuvvetlerinden yardım isteyerek, birçok işçinin hastanelik olmasına sebep olacak polis müdaDünyadaki ekonomik kriz halesine neden olmuştur. derinleştikçe, bunun sonuçlarını İktidar iflasın hesabını bir şirkete kesmek yerine, şirketin prestijini ve çıkarlarını korumak için, barikatlar kurarak, direnen işçilere

Avrupa’da oldukça net görebiliyoruz. Yunanistan’da ve İtalya’da krizin derinleşmesiyle beraber, patronların rızasıyla atanmış “kur-

tarıcı” yani teknokrat hükümetler yer alırken, Avrupa genelinde krizden kurtuluş için daha çok kemer sıkma politikaları yaygınlaşmasıyla beraber, sağ partilerin yükselişini görüyoruz, bunların sonucunda direnişler arttıkça, hakkını arayan-

lara karşı müdahaleler de yaygınlaşmaya başlayacak. Dünya krizinin Türkiye’yi de etkileyeceği açık olan bu Avrupa perspektifinden bakacak olursak, iktidar işçi sınıfına karşı sürdür-

mekte olduğu saldırıları için artık fiziksel müdahaleden de çekinmeyeceğini açık ve net bir biçimde gösteriyor. Buna en canlı örnek olarak, tabiatı yok etme pahasına daha çok kar ve rant alanı sağlamak için yapılmakta olan HES inşaatlarına karşı verilen mücadeleleri bastırmak için her türlü aracı kullanmayı göze almaları kanıt olarak gösterilebilir. Hey Tekstil işçileri, yerelde sürdürmekte oldukları mücadelenin yanında, direnişlerini Hey Tekstil üzerinden ticaret yapan ulusal ve uluslararası her firmaya yaymaya çalışıyorlar. Diğer ülkedeki işçi sendikaları ve partileri üzerinden yürüttükleri bu uluslararası mücadele aslında bizlere, krizinin faturasının uluslararası birlik olarak nasıl krize sebep olanlara ödettirilebileceğinin yolunu gösteriyor.

“Çalışma barışı” öldürüyor! Herhangi bir makinenin değiştirilebilir bir parçası kadar değer gören ve bu yüzden ölen, kâr-zarar hesabında bir kalem olmaktan öteye geçirilmeyen işçilerin, insan onuruna yaraşır iş ve iş güvencesi için bir mücadele örgütlemeye girişmeleri bu ölümleri durdurabilir. Aksi durumda, Esenyurt’ta yanarak hayatını kaybeden 11 işçinin çalıştığı inşaata yeniden izin çıkması gibi durumlarla karşılaşmamız ve öldüğümüzle kalmamız kaçınılmaz gibi görünüyor Barış Sansar, 11 Mayıs Nisan ayında meydana gelen iş cinayetlerinde 87 işçi hayatını kaybederken 244 işçi de yaralandı. Ölümlerin 22’si inşaat, 14’ü maden, 12’si ise enerji sektöründe gerçekleşti. Gazetemiz basıma hazırlanırken gelen heberlere göre bu ay içerisinde, Maraş’ta bir inşaattan düşen 2 işçi yaşamını yitirdi. Osmaniye’de otogar inşaatının çökmesi sonucu göçük altında kalan 10 işçiden 8’i yaralı olarak kurtarıldı ve kalan 2 işçiyi arama çalışmaları sürüyor. Ayrıca Antalya’da bir asit kazanın patlaması sonucu 1 işçi ağır yaralandı. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün raporlarına göre tüm dünyada her 15 saniyede bir işçi çalışırken ölüyor. Bu rakam yıllık bazda yaklaşık iki milyon üç yüz bin işçinin

iş kazalarında hayatını kaybettiği anlamına geliyor.

ken diğer yandan Türkiye’de mücadelenin geldiği nokta tartışıldı. Davutpaşa, Ostim/İvedik, Zonİşçi canyetlerine dikkat çekmek için dünyanın birçok ülkesinde ka- guldak Maden, Tuzla Tersane ve bul edilen “28 Nisan Dünya İş Cinayetlerinde Ölen ve Yaralananları Anma Günü” dolayısıyla İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin (İSİGM) girişimiyle Petrol-İş genel merkezinde düzenlenen toplantıda bir yandan iş kazasında Tekstil İşçi Aileleri de dahil olmak hayatını kaybeden işçi ailelerinin üzere Türkiye’nin her yerinden örgütlenme deneyimleri aktarılırtoplantıya katılan aileler söz alarak

hukuksal mücadelelerinin geldiği noktayı aktardılar. Kan parası ödeyerek iş cinayetlerinin üzerini örtmeye çabalayan patronlara karşı hukuksal mücadele önemli olmakla birlikte, yetersiz. Herhangi bir makinenin değiştirilebilir bir parçası kadar değer gören ve bu yüzden ölen, kâr-zarar hesabında bir kalem olmaktan öteye geçirilmeyen işçilerin, insan onuruna yaraşır iş ve iş güvencesi için bir mücadele örgütlemeye girişmeleri bu ölümleri durdurabilir. Aksi durumda, Esenyurt’ta yanarak hayatını kaybeden 11 işçinin çalıştığı inşaata yeniden izin çıkması gibi durumlarla karşılaşmamız ve öldüğümüzle kalmamız kaçınılmaz gibi görünüyor.


4

POLİTİKA

28 Şubat dindarlara karşı mı yapıldı? ABD’nin Irak işgali Saddam ile ne kadar alakalı ise 28 Şubat’ın dinle, dindarlarla alakası işte o kadardır! Oktay Benol, 2 Mayıs Genelde İslam dini, özelde ise Sünni Müslümanlık, imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle yaratma anlamında daima Türkiye Cumhuriyeti’nin çimentosu olarak kullanılmıştır. Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde İslam dini, özellikle de Sünni Müslümanlık yok edilmek ya da zayıflatılmak istenen bir sosyo-kültürel unsur olmamıştır. Tam tersine din ve dindarlık kitleleri kontrol etmenin, siyasi-sosyal biat kültürünü gerçekleştirmenin güçlü bir aracı olarak görülmüş ve kullanılmıştır. Kemalist kurucu kadroların politik pratiği de bunu göstermektedir. Zihni akrabalık Nitekim CHP’li tek parti döneminde ezanın Türkçe okunmasıyla [dikkat yasaklanması değil!], 12 Eylül darbecilerinin Kuran-Hadis eksenli söylemleri [bu uygulama ve davranışlardan beklenti anlamında] ya da İmam Hatip Okulları’nın ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devlet nazarındaki varlığı özünde hep bu amaca hizmet etmiştir. Bu nedenle; ‘İnönü CHP’si İslam dinine karşı idi’; ‘28 Şubat İslam’a, Sünni Müslümanlara karşı yapıldı’; ‘Kemalistler dinsizdir’, ‘Erdoğan’ın AKP’si inanç özgürlüğünden yanadır’ uydurmaları komik bile değildir. Herhangi bir politikanın gerçekçi bir analizi ancak o politikanın uygulanma nedenleri ve o politikadan beklentilerle birlikte yapılabilir. Her sakallıya dede demenin sonu yoktur. Örneğin, CHP’li tek parti dönemlerinden başlayarak çok partili demokrasi dönemlerinde de devam eden Kürt yoktur anlayışıyla Başbakan Erdoğan’ın [nihayet Kürt artık vardır!] sabah-akşam Kürt siyasi hareketlerini dinsiz ve/veya dinsel açıdan sapkın olarak mimliyor oluşu bu zihniyet akrabalığının bir yansımasıdır..

zulüm diye haykıranlar [ki bunların hiçbiri özel olarak Sünni olmakla ilgili değildir] en hafif deyimle hayatlarında gerçek zulüm nedir görmediklerine emin olabilirler. Bu ülkede “Sünni Müslümanların” [Sünni oldukları için değil ama genel olarak dindar olmaktan ötürü] uğradıkları bu haksızlıklara [ki doğrudur, haksızlıktır] büyük harfle zulüm diyorsak Kürtlerin, Alevilerin, gayri müslimlerin, eşcinsellerin, komünistlerin, sosyalistlerin, devrimcilerin, işçi ve emekçilerin gördüklerine ne diyeceğiz? Şiir okuduğu için hapse Toplum ne zamandan beri dindarlar ve olmayanlar diye ikiye ayrılıyor? Ne zamandan beri toplumsal gerçeklik yani sınıf mücadelesi din-mezhep üzerinden açıklanıyor? Biz devrimci Marksistler biliriz ki dindarlar gerçekten zulme maruz kaldıklarında dahi dinmezhep, bu zulmün sadece bir bahanesidir! atılmayı bu ülkede bir insanın başına gelecek en büyük felaket sananlar şuna emin olabilirler, yaşadıkları olsa olsa ancak zulmün gölgesi olur. Ama sesleri öyle çok çıkıyor ki sanırsınız “Sünni Müslümanlar” bu ülkenin yaşadığı bütün acı ve felaketlerin paratoneridir! Onlara sorarsanız “dindar oldukları için” gördükleri haksızlığı, yaşadıkları zulmü bu ülkede hiçbir siyasi, sosyal, kültürel topluluk yaşamamıştır. Bu coğrafyada bunu söylerken insan olan utanır biraz.

Bu ülkede, mezhebi Sünni Müslüman olduğu için devletten sistematik baskı-zülum gördüğünü söylemek inandırıcı olamaz. Çünkü bu ülke bizatihi “Sünni Müslümanlık” üzerine inşa edilmiştir. Alevi köylerine bile cami yapılıp Sünni imam atanırken, Acılar yarıştırılmaz ama... dinine-mezhebine bakmaksızın herkese din-kültürü ahlak bilgisi altında Söyleyenin kendisinin bile inan“Sünni Müslümanlık” propaganda madığı bu tekerlemelerin bugün en edilirken, kaymakamından valisine, revaçta olanı ise Cumhuriyet tarihi emniyet müdüründen jandarmasına boyunca dindarların ama özellikdevlet Sünni iken bu zulmü kim, le “Sünni Müslümanların” zulüm gördüğü iddiasıdır. Özellikle 28 Şubat neden, nasıl yapacak? Dolayısıyla bugünlerde çok popüler olduğu üzere süreciyle birlikte başörtüsü nedeniyle okuma hakkının gasp edilmesini ya da zulmün en büyüğünü, en fenasını, en acımasızını, sistematik olarak “Sünni şu ya da bu işe girmekten men edilMüslümanlar” yaşadı-gördü iddiası mesini ya da çocuğunu Kuran kurancak AKP ve cemaatler eliyle inşa suna gönderememesini büyük harfle

edilmek istenen neoliberal yeni Türkiye rejiminin deforme tarih anlayışına dolgu malzemesi olur. Sormak gerekiyor; Cumhuriyet tarihi boyunca “Sünni Müslümanlar” örneğin Aleviler gibi nerede katliama uğradılar? Kürtler ya da Çingeneler gibi nerede lince maruz kaldılar? Başta Rumlar, Ermeniler olmak üzere gayri müslimler gibi nerede inançlarını gizli-kapaklı yaşamak zorunda kaldılar, sürgün edildiler ya da servetleri başka topluluklara sermaye oldu? Nerede sosyalistler, komünistler, devrimciler gibi siyasi baskı, işkence ve zulümle karşı karşıya kaldılar? 12 Eylül gibi 28 Şubat’ın da gerçek mağduru işçi sınıfıdır! Türkiye’deki bütün askeri darbelerin, açığı-kapalısı, postu-moderni dahil olmak üzere birinci ve öncelikli hedefi daima işçi sınıfı ve emek örgütleri olmuştur. Bu 12 Eylül’de de, 27 Mayıs’ta da böyleydi, 28 Şubat’ta da böyle olmuştur. Son 15 yıl içinde sosyal bir sınıf, siyasi bir olgu-özne olarak hiçbir kesim işçi sınıfı kadar ekonomik-siyasi açıdan mevzilerini yitirmemiş, haklarını kaybetmemiştir. Hiçbir kesimin örgütleri ve varlığı son 15-20 yıl içinde işçi sınıfı kadar saldırıya ve tehdide maruz kalmamıştır. 28 Şubat’ın gerçek mağduru “dindarlar” olmuştur gibi bir analizin, [bugünden geriye bakıldığında daha da net olduğu üzere] siyasi sonuçlar açısından elle tutulur bir yanı olmadığı gibi sosyal ve ekonomik açıdan böylesi bir analizin sınıfsal bir yanı olmadığı da açıktır. Öyle ya, toplum ne zamandan beri dindarlar ve olmayanlar diye ikiye ayrılıyor? Ne zamandan beri toplumsal gerçeklik yani sınıf mücadelesi din-mezhep üzerinden açıklanıyor? Biz devrimci Marksistler biliriz ki dindarlar gerçekten zulme maruz kaldıklarında dahi din-mezhep, bu zulmün sadece bir bahanesidir. Nitekim tarihte din-mezhep savaşı görünen olaylara yakından bakıldığında ekonomik-politik çıkarları-olguları görürüz. 28 Şubat’a yakından baktığımızda da gördüğümüz [bugün çok daha açık hale gelmiş, hatta belli sonuçlara ulaşmış olan] çok başlı rejime sahip olmak, bürokraside nüfuz edinmek, devlet gücünden pay almak, kısacası bir imtiyaz ve iltimas mücadelesi olacaktır.

ABD’nin Irak işgali Saddam ile ne kadar alakalı ise 28 Şubat’ın dinle, dindarlarla alakası işte o kadardır! 28 Şubat sanılanın ve iddia edilenin aksine Milli Görüş çizgisindeki siyasal İslami hareketi yok etmek bir yana askeri müdahaleyle ayrıştırarak iktidar olma şans ve kudretini neredeyse hediye etmiştir. Milli Görüş çizgisinin 90’lı yıllarda seçimlerle ulaşabileceği nihai sınıra dayandığı, müdahale olmasa en iyi ihtimalle yerinde sayacağı, muhtemelen küçülerek ayrışma sürecine gireceği bir anda 28 Şubat can simidi gibi imdada yetişmiştir. Doğal olarak kendilerine buralardan mağduriyet tarihi icat etmeye kalkan AKP ve benzeri siyasi anlayışlara bizim karnımız tok. Mesele sınıfsal, çözüm de... İnsanların kendi inançlarını özgürce yaşamalarından, ibadetlerini bir devlet ritüeli olarak değil gerçek bir inanç hürriyeti içinde gerçekleştirmelerinden yanayız. Hiç kimsenin ne başörtüsünden dolayı eğitim hakkının elinden alınmasına, ne de insanların inancı, kılık-kıyafeti nedeniyle işinden-gücünden olmasına razıyız... Kabul etmediğimiz ve asla rıza göstermeyeceğimiz şey açlığın, yoksulluğun, işsizliğin din adına kaçınılmaz bir kader gibi sunulmasıdır. Biliyoruz ki on yıllarca bu ülkenin insanlarını, işçi ve emekçilerini, ezilen sömürülen halklarını parçalara böldüler. Birini diğerine baskın hale getirerek; birini ehven diğerini şer sayarak hücrelerine kadar parçaladılar. Ve bu bölünmüşlük üzerine iktidarlarını kurup, saraylarını yükselttiler. Dün laiklik diyerek Türklük adına Kemalistler yaptı bunu; bugün Müslümanlık adına elhamdülillah diyerek AKP yapıyor! Rejim, üzerindeki üniformayı çıkarıp boynuna kravat taktığında 12 Eylül ve 28 Şubat ile hesaplaşıldığını sananlar rüya görmeye devam edebilir. Gerçi o rüya çoktan karabasana döndü! Biz diyoruz ki patronlar; müslüman, hıristiyan, dinsiz, laik, batılı, doğulu, ilerici, gerice diye ayrılmaz. Tüm patronların içinde her an hortlamaya hazır bir sömürgen faşist yaşar... Çünkü mesele sınıfsaldır... Bizleri birleştiren mezhebimiz, dinimiz, dilimiz, etnisitemiz, ülkemiz değil ait olduğumuz sınıftır... İşte bunu unutmamak gerekir...


POLİTİKA

5

1 Mayıs 2012 ve birleşik bir sınıf hattı Hükümetin saldırılarını yoğunlaştıracağı bir dönemde emek mücadelesinin yıl başı olan 1 Mayıs gününü geride bıraktık Sedat Durel, 10 Mayıs Hükümetin Kürt sorunda makas değiştirmesi, kıdem tazminatı hakkının her an alınabilir olması, özel istihdam bürolarının faaliyete girişi, bölgesel asgari ücretin kapıya dayanması, sendikalılığı tarihe gömecek TİİY... Bunlar yaşamakta olduğumuz yahut kısa vadede yüzleşeceğimiz hükümet saldırıları. Tüm bunlara Suriye ve Yunanistan’daki seferberlikleri ve de Avrupa’daki seçimlerin Türkiye ihracat ekonomisine olası olumsuz yansımalarını da ekleyecek olursak tarihsel bir 1 Mayıs anından geçtiğimizi söyleyebiliriz. Bu tarihsel anda işbirlikçi sendikalar hükümet lehine İstanbul’daki 1 Mayıs’ı bölmeye yeltenirken, Türkİş içerisindeki Sendikal Güç Birliği’nin de iradesiye İstanbul’da Türkiye’nin en mücadeleci sendikalarının bir arada yürüdüğü bir 1 Mayıs’ı yaşamış olduk. Öyle ki, İstanbul 1 Mayıs’ı katılım açısından geçtiğimiz yılların gerisine düşmeyerek yine yüz binlerin katılımı ile gerçekleşti. Mücadeleci sendikaların bir araya gelişinin olumlu dinamiğine rağmen 1 Mayıs’ın hemen

Önümüzde duran tek görev Türk-İş bürokrasisinin yeni bir sendikal aygıtça feth edilmesi değil, sınıfın mücadeleci kesimleri arasında hükümtin istihdam projesine, yani işsizliğe karşı bir birliktelik oluşturulmasıdır

“Bu olumlu tablo her şeye rağmen tabandan örülmüş değil, DİSK ve Sendial Güç Birliği aygıtlarının tavandan yaptığı bir sözleşme üzerine kurulmuş durumdadır.

[...] Sonuç olarak da Sendikal Güç Birliği’nin 1 Mayıs’a katılımı DİSK ile birlikte işsizlik, yoksulluk, hak gaspları, iş kazaları, yeni emek düşmanı yasalar ve demokratik sorunlar etrafında örülmüş bir anlaşma ve geleceğe yönelik bir eylem programı sunar pozisyonda değildir. Ancak biz çalışanlar için, [...] sendikalarımızın ve mücadelemizin kaderi, tepeden kurulmuş işbirliklerinin niyetine bırakılamaz. Bugün her şeye rağman Sendikal Güç Birliği tabanının 1 Mayıs’ta DİSK ile birlikte yürümek istemesi bu işbirliğinin tabandan bir kaynaşma ile devam etmesinin ilk adımı olabilir. DİSK ve Türk-İş’in mücadeleci tabanlarının kaynaşması gelecek adına bizlere bir kalkış noktası sunacaktır.

Türk-İş, Kamu-Sen, Birleşik Kamu-İş ve Memur-Sen’in 1 Mayıs’ı bölmeye yönelik attıkları bu adım mücadeleci sendikaların öncesinde “Hükümetin baskılabir ittifakına dönüşebilirse, yakrına rağmen birleşik ve kitlesel 1 Mayıs hazırlığı” başlıklı yazımızda laşan dönemde hükümetin artan aşağıdaki zorluklardan bahsetmiş- saldırıları ve de krizin yıkıcı etkilerine karşı ilk güçlü mevzimizi tik:

edinebiliriz.” İfade etmeye çalıştığımız gibi 1 Mayıs İstanbul’da kitleselliğini yitirmemiş olsa da, maalesef ki, sınıfın kalıcı birliği adına talep-

leri ve eylem programı belirli olan, birleşik bir 1 Mayıs’ı geride bıraktığımızı söylemek oldukça güç. İstanbul’da 1 Mayıs günü, her sendika kendi tabanı ile neredeyse kendinden menkul bir yürüyüş düzenlemeyi denedi. Bursa’da Bosch’un üretim merkezinde işbirlikçi sendikların yüzünü gösteren direnişin ardından işçilerin Birleşik Metal’e geçiş yapmaları güzel örneğinin ışığında mücadele halindeki sendikalar hükümetin işsizlik saçan istihdam yasasına karşı bir işbirliğine girişemediler. Dahası, İstanbul’daki kitlesel 1 Mayıs’a karşın Ankara’daki 1 Mayıs’ta hükümet temsilcileri konuşmacı olarak bulunmaktaydı ve böylesi bir durum kuşkusuz ki, işbirliğini gözler önüne sermekte ve sınıf örgütleri içerisinde sınıf düşmanlarının ne denli etkin olduklarını göstermekteydi. Ankara örneğine karşı İstanbul’da kitleselleşmek tek başına yatersizdir. Ankara’da hükümet ve sendikal bürokrasi birleşik bir kutlama yapabilmiştir. İstanbul’da ise,

misli misli kitlesel olan ama sınıf güçlerince birleşik gerçekleşmeyen bir 1 Mayıs ile karşı karşıya kaldık. Önümüzde duran tek görev Türk-İş bürokrasisinin yeni bir sendikal aygıtça feth edilmesi değil, sınıfın mücadeleci kesimleri arasında hükümtin istihdam projesine, yani işsizliğe karşı bir birliktelik oluşturulmasıdır. Hükümet, kendisi açısından bu birlikteliğin kurulmamış olduğunu görse dahi, alanlarda bir araya gelen ve birbirlerini alkışlayarak, 1 Mayıslar’ını kutlayan, tanışan ve mücadelelerini selamlayan işçilerinden büyük bir endişeye kapıldı. Öyle ki, basın hep bir ağızdan “en iyi 1 Mayıs” haberlerini yapmaya koştular. Hemen sonrasında da, 77 katliamının sol içi bir katliam olduğuna dair çirkin dedikodular yayarak bu iş birliğinin değil hayata geçmesi, akla gelmesini dahi engellemeye çabalıyorlar.

1 Mayıs İstanbul’da kitleselliğini yitirmemiş olsa da, maalesef ki, sınıfın kalıcı birliği adına talepleri ve eylem programı belirli olan, birleşik bir 1 Mayıs’ı geride bıraktığımızı söylemek oldukça güç Ancak İstanbul 1 Mayıs’ının, tüm hükümet komplolarına rağmen başarı ile gerçekleşmesi ve kitleselleşmesi ilk elden sınıfın hanesine olumlu olarak yazılmaktadır. Önümüzde duran görev de bu olumluluktan güç alarak, tüm sınıf güçlerini iş güvencesi doğrultusunda, işten çıkarmalara karşı birleştirmektir.


6

POLİTİKA

Kemal Boran, 5 Mayıs Dünyada olduğu gibi bu ülkede de bakan olmak sorumluluk gerektiren bir mevki olsa gerekir. Hele iç işleri bakanı olmak, herhalde bu sorumlular içinde en sorumlulardan biri olmayı gerektirir. Sorumluluktan kastımız; halkın arasına girmek, onların derdini ve sorunlarını dinlemek ve bu sorunlara çözüm bulmak...

Gaf Bakanlığı Ya da maden de göçük altında kalarak ölen işçiler için, “Güzel öldüler” der.

denilebilirse...

Bakan davulcu eşliğinde vatandaşı oynatıyor. Yani vekil asili soytarı Bakanın son icraatı ise yerine koyuyor. İnsanların acılarını Erzurum’da meydana gelen olay: Yine Bakana ait sözler; Van’da Erzurum’da gölette boğulan 5 Te- umursamayarak kendince eğleniyor depremzedeye, “Valla saray gibi daş işçisinin taziyesine giden Bakan ama suç onda değil. Suç bizlerde. Bizler asilliğimizi unutup bu kadar koskocaman çadırda yaşıyorsunuz, İdris Naim Şahin, kendisini karşıpaye verirsek, seçtiklerimiz karşıbizi davet etmiyorsunuz” diyerek lamaya gelenler arasında bulunan sında kendimizi ezik duruma düşüişi iyice bir vatanrürsek bizi daha çok oynatırlar. pişkinliğe daşın, “Sizi vurur. gördüğüme Böyle bir Bakan gerçekten şaka Lakin bu ülkede ne yazık ki işler çok sevindim gibi; ama acı bir şaka! Her konuşTabii böyle işlemiyor. Bir İç İşleri Bakanı Bakanın Sayın Baka- ması ayrı bir utanç vesilesi olan Bavar ki tam da numunelik! nım!” dekana; topluma karşı daha dikkatli doğru bir mesi üzerine olması, kendisinin vekil olduğuBazen coşar, şöyle der: “Birileri şey söylediği “İnanmam, nu, asile karşı daha saygılı olması saptırarak, kendine göre gerekçeler de oluyor. hadi bir takla gerektiğini unutmamasını hatırlatuydurarak teröre destek veriyor. Örneğin bir atta inanasak herhalde boşa nefes tüketmiş Neyiyle veriyor, belki resim yapasöyleşisinyım” deyive- oluruz. Görünen köy kılavuz ister rak tuvale yansıtıyor, şiir yazarak de, “Bakan rir... Gölette mi? Nihayetinde biz ne desek boş. şiirine yansıtıyor, günlük makale, olmadan boğulan 5 Onlar kendi bildiklerini yapacaklar fıkra yazarak oralarda bir şeyler önce ben de işçiye taziyeye giden Bakanın işi ama unutmasınlar her filmin bir yazıp çiziyor.” normal bir insandım” diyor. Anorşamataya vurmasına mı, vatandaşı sonu olduğu gibi bu trajikomik Mesela Bakan üç adet insan öldü mal olduğunu kendisi de biliyor! maskara yerine koyup oynatmak is- filmin sonu da gelecek elbet. Yaşader, sanki şeftaliden ya da portakalSayın Bakanın gafları saymakla temesi mi daha utanç verici. Artık yarak göreceğiz, haydi hayırlısı. dan bahseder gibi! bitecek gibi değil. Tabii bunlara gaf ona da siz karar verin!

2B yasası: Orman satma projesi Akarsuları, dereleri HES’lere; dağları da maden şirketlerine satan hükümet satılmamış ormanlara da el atarak meclisten 2B yasasını geçirdi! Özgür Çiftçi, 7 Mayıs 2B Nedir? Toplumda 2B olarak bilinen bu yasa “Orman Köylülerinin Kalkınmalarının Desteklenmesi ve Hazine Adına Orman Sınırları Dışına Çıkarılan Yerlerin Değerlendirilmesi ile Hazineye Ait Tarım Arazilerinin Satışı Hakkında Kanun” olarak ifade edilmektedir. Ancak bu kadar uzun ve göstermelik bir adı olan bu yasanın altında yatan gerçekler ise şunlardır: Türkiye genelinde ilk etapta 410 bin hektarlık orman alanı (KKTC’nin 1.5 katı,) satışa çıkarılacaktır. Türkiye’de az ya da çok, sınırları içinde 2B arazisi olmayan il sayısı sadece 10. Geriye kalan 71 ilde toplam 260 bin futbol sahası büyüklüğünde 2B arazisi ranta açılmış olacaktır. 70 yıldır tartışılan ve nasıl tespit edileceği de belli olmayan “orman vasfını kaybetmiş alanlara” iliş-

kin ormana geri dönüşümü artık mümkün bulunmayan ifadesinin doğa ve biyoçeşitlilik üzerinde geri dönülemez tahribatlara neden olacağı açık bir gerçeklilk olarak durmaktadır. Elde edilen gelir rant alanlarına aktarılacaktır. Satıştan elde edilen gelirlerin %90‘ı kentsel dönüşüme kaynak olarak aktarılmakta Orman Köylüleri ve ormanların ihyası için sadece %10‘luk kesimi Orman Genel Müdürlüğü kullanımına bırakılmaktadır. Talanın kapsam tarihi sınırsız bir şekilde genişletilmiştir. Düzenlemeyle, köy nüfusuna kayıtlı kullanıcı şartı kaldırılmış, “31.12.2011 tarihinden önce kullanıcı olmak kaydı” getirilerek orman köylülerinin değil, rant odaklı işgalcilerin yararlanması sağlanmıştır. Kanunda köylerin taşınması adı altında zorunlu göç için meşru

zemin oluşturulmaktadır. Düzenlemeyle, orman köylerinin yanısıra, “...baraj veya gölet rezervuar alanlarında kalan...” köylerin taşınması için de meşru zemin oluşturulmaktadır. Özellikle güvenlik barajları adı altında projelendirilen barajların koruma kuşaklarında kalan köylerde yaşayanlar etkile-

71 ilde toplam 260 bin futbol sahası büyüklüğünde 2B arazisi ranta açılmış olacaktır... necektir. Baraj gerekçesi ile kaç köyün yerinden taşınacağı, kaç kişinin yerinden sürüleceği belli değildir. Rant üstünden rant sağlanmasının yolu açılmıştır. İşgalcilerine rayiç bedelin %70‘ine, peşin ödeme halinde de %20 daha indirim

yapılarak satış gerçekleştirilirken, kamu hizmetine tahsisi gereken alanların kamulaştırılmasında rayiç bedelin %100‘ü ödenerek geri alınacaktır. Bu kanunla halk sağlığı da hiçe sayılmaktadır. İçme ve kullanma suyu barajları için 700 m‘lik sınır içinde tarım bile yapılmasını engelleyen “mutlak koruma bandı” bu kanun özelinde 300 m‘ye indirilerek “göl manzaralı villalara” tapu dağıtımı mümkün kılınmaktadır. 18 Nisan 2012 tarihinde geçen bu kanun ülkeyi talan, yağma, yandaşlarına peşkeş çekme politikalarının bir devamıdır. “Orman köylülerinin desteklenmesi” gerekçesiyle hazırlanan, ülkemizin doğal zenginliklerinin onarılamayacak biçimde zarar görmesine, talanına yol açacak bu kanun TBMM‘de geri çekilmelidir.


KADIN

7

Fethiye davası: Erkek adaleti ile tecavüzcülerin ittifakı! Tecavüz ve kadın cinayetleri gibi politik davalarda sanık vekili bir avukat olmak, yani tecavüzcüyü ya da katili savunmak kutsal bir hak değil; politik bir tercihtir... Dicle Nadin, 7 Mayıs Bir kadın, Fethiye’de sekiz kişinin tecavüzüne uğradı. Kadının, toplu tecavüzün yargılanabilmesi için yaptığı başvurular sonuçsuz kalınca, AİHM’e başvuruldu. İç hukuk yolları tıkandığından ötürü Adalet Bakanlığı’na başvuruldu ve olaydan dört yıl sonra ancak dava açılabildi. Tecavüzcüler arasında ilköğretim müfettişi, öğretmen, ressam, tesis sahibi ve bu kişinin yaşı on sekizden küçük iki oğlu bulunmasına rağmen, sadece yaşı on sekizden küçük olan iki sanık için dava açıldı. Diğer altı kişi tanık olarak dinlendi. Kadınların inatçı çabaları sonucunda, sonraki duruşmaya onlar da sanık olarak katıldılar. Cumhuriyet Savcısı ilk “şüpheliler; ressam, öğretmen ve eğitim müfettişidir, tecavüz etmeleri ihtimal dahilinde değildir” diyerek takipsizlik kararı vermişti. Ancak kadınların davayı ısrarla takip etmeleri ve müdahil olma talepleri sonucu davaya devam edildi. Bu esnada, Muğla Baro Başkanı Mustafa İlker Gürkan ve Baro’nun Genel Sekreteri Leyla Bişen ise tecavüz sanıklarının avukatı olarak davaya katıldı. Bu bir tecavüz davasında ilkti, çünkü Baro Başkanı “savunma hakkı kutsaldır” şiarıyla davaya müdahil olurken, aynı zamanda bir meslek örgütünü de temsil ediyordu.

Oysa, Muğla Barosu Aile İçi Şiddetin Önlenmesi Komisyonu’nun davaya müdahillik talebi, 11 kişilik Baro yönetiminin çoğunluk oylarıyla reddedildi. Komisyondaki kadın avukatlar, müdahil vekili sıfatıyla davada yer alabildi. Sanık avukatları savunmalarını, mağdurun sosyalist parti ve kadın örgütüne üye olduğu, anne babasının boşanmış olduğu gibi konuları gündeme getirerek, sanıklar yerine onu yargılamak üstüne kurdular. Yargılama süresince temel savunma argümanı ‘kadının iftira attığı’ yönünde olan Av. Gürkan, bu iftiranın nedenini kadının ‘deli’ ve parçalanmış aile çocuğu olduğunu yanıtlayarak açıkladı! Zaten tecavüz davalarında bilindik bir savunmadır; ya ‘iftira’, ya ‘komplo’ vardır. Ama asla tecavüz yoktur. Kadın ya hak etmiştir, ya da tahrik etmiştir… Tecavüzcülerin avukatı olan Gürkan’a, bir destek de Türkiye Barolar Birliği’nden (TBB) geldi. TBB, kadınların protestosuna atfen “saldırı ve suçlamaları” kınadığını, Muğla Barosu Başkanı Mustafa İlker Gürkan’ın “seçkin bir hukukçu, insan hakları savunucusu, demokrat, özgürlükçü, entelektüel ve sevecen” olduğunu açıkladı ve binlerce kadın üyesi olan bir örgüt olarak hiçbir üyesine

sormadan, Mustafa İlker Gürkan’ın yanında olduğunu deklare etti.

olmak, yani tecavüzcüyü ya da katili savunmak kutsal bir hak değil; politik bir tercihtir. Tıpkı Ogün Samast’ı, Erkek adaletin avukatlarından Kenan Evren’i savunan avukatların yargısına kadar oluşan bu güçlü tercihlerin de olduğu gibi… Dolayıittifak karşısında, kadının beyanının sıyla bu tip davalarda kadının beyanı esas alınmaması bir yana, var olan deliller bile dikkate alınmadı. Tecavüz esas alınarak sürecin işletilmesi gereksanıklarının hepsinin olay günü aynı mektedir. saatlerde orada olduklarının tespit Nitekim, tecavüz de erkek egemen edilmesi, Adli Tıp raporu ve birçok sistemden kaynaklanan bir insanlık, delile rağmen, dava, yedinci duruşbir erkeklik suçudur. Erkek egemen mada karara bağlandı. Altısı yetişkin, sistemin kadınları denetim altında ikisi suça sürüklenen çocuklardan tutarken gösterdiği en ağır şiddet bioluşan sanıkların hepsi “delil yetersiz- çimlerinden biridir ve yalnızca cinsel liğinden” beraat etti. bir şiddet türü olarak tanımlanamaz. Bir tür cezalandırma yöntemi olarak Davayı takip eden Tecavüze Karşı Kadın İnisiyatifi “Delillerin yanı sıra tecavüz; ister ev içinde, ister gözaltında, ister savaşta olsun; kadını varoesas olarak tecavüze maruz bırakılan luşsal bir yıkıma uğratarak tahakküm kadının beyanı varken, beraat kararıyla, bu ülkede devlet, bir adalet ku- etmeyi amaçlar, tüm unsurları ile erkek egemen sistemden beslenir. Fetrumu eliyle tecavüzün yasal olduğunu ilan etmiş oldu. Bu davanın süreci hiye davası işleyişi ve sonucu itibariyve beraatle sonuçlanmasının tecavüze le bunun en çarpıcı örneğidir. uğrayan kadınların ve çocukların mahkemeye gitmelerine karşı caydırıcı etkisi ortadadır. Tecavüzcüleri aklamanın sorumluluğunu taşıyan kurum ve kişiler aynı zamanda tecavüzü de teşvik etmekteler.” diyerek gerçek adalet arayışlarının süreceğini dile getirdiler.

Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, tecavüz ve kadın cinayetleri gibi politik davalarda sanık vekili bir avukat

Erkekler kendilerini, kadınların emekleri ve bedenleri üzerinde hak ve denetim sahibi gördüklerinden ötürü, şiddet göstermek de de bir beis görmemektedirler. Bu ayrıcalığı onlara veren ve tecavüzcüleri cezalandırmayan erkek devlet, yasalar, yargı, avukatlar, polis, Barolar ve Adli Tıp Kurumu erkek egemen sistemin kendisidir. Bu kurum ve kişiler tecavüze ortak olmuş, bu suçun failleridirler.

Nefret cinayetlerine sessiz kalma, suça ortak olma! Duygu Yorgancı, 11 Mayıs Türkiye’de 2011 yılında cinsel yönelimi ve cinsiyet kimliği nedeniyle öldürülen kişi sayısı 28’i bulmuştu. Bu sene ise bu sayı katlanarak artmışa benziyor: Şubat ayında İzmit’te transseksüel Melda Yüksel erkek kardeşi tarafından öldürüldü, hemen bunun ardından 30 Mart’ta İzmir Karabağlar’da yaşayan Tuğçe Şahin arabasında ölü olarak bulundu ve 5 Nisan sabahı 23 yaşındaki Nükhet Kızılkaya da evinde 40-50 kere bıçaklanmış ve makatında şişe kırılmış biçimde ölü bulundu. Cinsel tercihiniz ya da görünü-

şünüz öldürülmeniz için geçerli bir sebep olurken, katiller “tahrik indirimleri” alarak ceza indirimininden faydalanıyorlar. Uygulanan bu katliamlar karşısında devletin tutumu ise devletin cinsiyetini açıkça ortaya koyuyor. Mağdur, erkek adıyla anılarak cinsel kimliği reddediliyor, ve olay bir nefret cinayeti iken durum normalleştirilerek farklı bir boyuta taşınıyor. Transseksüel bireyler gündelik yaşamlarında her türlü alanda ötekileştirme politikalarına maruz kalıyorlar: ekonomik ayrımcılık nedeni ile

seks işçiliğine zorunlu kalıyor, erkek şiddeti görüyor ve toplumdan dışlanıyorlar. Bu ötekileştirme politikaları devlet eliyle de destekleniyor; “eşcinsellik hastalıktır” deniyor ya da yürürlüğe giren şiddet yasasında trans kadınlar bulundurulmuyor ve yasanın içeriğinden her türlü toplumsal cinsiyet içeren ibare kaldırılıyor. Biz bu cinayetlerin yalnızca “birkaç deli” tarafından yapılmadığını biliyoruz, bu cinayetler erkek egemen kapitalist sistemin tezahürüdür, sistemin kadınlar üzerindeki saldırısıdır. Dolayısıyla her trans cinayeti yahut kadın

cinayeti politiktir ve sistematiktir. Bu zihniyetin bedenler üzerindeki hegemonyasına ve ideolojik saldırılarına karşı trans bireylere istihdam hakkı, sağlıklı çalışma koşulları, sosyal güvence talep ediyoruz ve bu erkek egemen sisteme, tecavüzü, tacizi, cinayeti meşru kılan zihniyete inat susmuyoruz; çünkü susmak göz yummaktır ve hak ihlallerinin kabulüdür, olanlara göz yummak, suça ortak olmaktır. Nefret cinayetlerine iyi hal durumu ya da ceza indirimi değil, ağırlaştırıcı nefret cinayetleri yasası istiyoruz.


8

ARKA PLAN

Miguel Sorans ile dünya durumu üzerine Devrimci Troçkist hareketin önemli sembol isimlerinden, UIT-CI (İşçilerin Uluslararası Birliği – Dördüncü Enternasyonal) ve Arjantin partisi Izquierda Socialista (Sosyalist Sol)’nın liderlerinden Miguel Sorans, İşçi Cephesi’nin davetlisi olarak İstanbul’daydı. 6 Mayıs tarihinde kendisiyle, gazetemizin bürosunda bir söyleşi gerçekleştirdik. Aşağıda Miguel Sorans’ın konuşmasının bir kısmını bulacaksınız. Konuşmanın tamamına gazetemizin internet sitesinden ulaşabilirsiniz. İşçi Cephesi, 9 Mayıs Değerli Yoldaşlar, Bu buluşmanın bir tesadüf olmadığını düşünüyorum çünkü dünya çapında devrimci Troçkistlerin birleştirilmesi görevi temel bir ihtiyaç haline gelmiş durumda. Bugün bu ihtiyaç, dünya çapında sınıf mücadelesinin kazanmış olduğu karakterle, çok daha yakıcı bir nitelik barındırıyor. Dünya politik durumu, özellikle son dünya kriziyle birlikte, kapitalizmin tarihinin en muazzam krizinin sonucu olarak, çok daha patlamalı bir hale gelmiş durumda.

şeydi.

Arap devriminin zaferi, kapitalizmin krizinin bir yansıması olduğu gibi, emperyalizm için de bir zayıflık kaynağına dönüştü. Bu aynı zamanda, Avrupa’da patlak veren seferberlikleri de açıklayan bir süreç haline geldi. Dikkat edin, devrimler zafere ulaşmış ülkelerde de, henüz diktatörlükleri devirmeyi başaramamış olanlarda da devam ediyor. Ve bu devrimler bir süreklilik arz ediyor. Bu sürecin bir yansıması da, Avrupa’da (Portekiz, Yunanistan, İspanya, vs.) işçi sınıKapitalist-emperyalizmin bu krizi fının bir kez daha olanca gücüyle 2008 yılında başladı ve 4 yıldır de- sahneye çıkması oldu. Çin’de dikvam eden bu krize karşı, burjuvazi- tatörlüğe rağmen, 2 yıldır patlak nin saflarında herhangi bir çözüm önerisi gelişebilmiş değil. Geçenlerde Almanya’da kapitalizmin belli Dünya politik dubaşlı yöneticileri bir araya geldi ve toplantı sonucunda, kendi imkanrumu, özellikle son larıyla krizden bir çıkış yolu buladünya kriziyle birmadıklarını itiraf ettiler. Sorunun likte, kapitalizmin kaynağı bizzat kapitalizmin kendisi olduğundan, gerçek şu ki, krizden tarihinin en muazbir çıkış yolu bulabilmeleri kolay zam krizinin sonucu değil. Dolayısıyla, burjuvazinin olarak, çok daha tek çıkar yolu, işçi sınıfı üzerindeki sömürüsünü derinleştirmekten gepatlamalı bir hale çiyor. Fakat kapitalizmin karşı kargelmiş durumda şıya olduğu temel engel, kitlelerin burjuvazinin saldırı planlarına karşı gerçekleştirdiği muazzam direniş. Dünya durumu: Ortadoğu’dan Avrupa’ya, Tunus’tan Yunanistan’a... Bunun en önemli örneklerinden birisi, Yunanistan’daki gelişmelerdir. Kesinti üstüne kesinti uygulanmasına rağmen Yunan halkı direnişe devam ediyor ve yenilgiye uğramış da değil. Ama kapitalizmin krizinin daha da yoğunlaştığının en önemli ifadesi, özellikle 2010’dan itibaren patlak veren Arap devrimleri oldu. Tunus’taki devrimden bir ay önce, bu devrimin gerçekleşebileceğini ve hatta zafere ulaşabileceğini tahayyül etmek ne burjuvazinin ne de, itiraf edelim, bizim yapabileceğimiz bir

30 bin işçi, içinde İslamcıların da bulunduğu yeni hükümete karşı meydanlardaydı. Bunun temel nedeni, devrimi gerçekleştiren Tunuslu işçilerin ve kitlelerin, devrimin ardından, devrimden bekledikleri hiçbir şeyin gerçekleşmemiş olması. Dolayısıyla, katıldığımız bu gösteriye damgasını vuran temel slogan, “Yeni, ikinci bir devrim için ileri!”, idi.

işçi sınıfının alternatif ve sosyalist önderliğini inşa etmeliyiz. Latin Amerika: VenezuelaChavez, Arjantin-Peronizm

Latin Amerika’da ise, Chavez ve Morales hükümetleri gibi, Arjantin’de yeniden iktidara gelen Peronizm gibi fenomenlerle karşı karşıyayız. Castroculuğun desteği altındaki Chavezcilik olgusuna gelirsek; Chavez yönetiminin Ne var ki, bu panorama içeriVenezuela’ya yönelik temel hedefi, sinde, dünya devrimci durumugerçekte Venezuela’da süregiden nun karşısındaki en büyük sorun, devrimci mücadeleyi, “21. yüzyıl bütün bu meselelere berraklık sosyalizmi” sloganı altında imha kazandırabilecek bir devrimci etmek üzerine kurulu. Chavezciönderliğin yoksunluğunda düğüm- lik hem Venezuela işçi sınıfının leniyor. Bildiğiniz üzere, Troçki öncülerinde hem de Latin AmeriGeçiş Programı’nda, “İnsanlığın ka’daki devrimci örgütler nezdinde bugünkü krizi, devrimci önderliğin muazzam bir kafa karışıklığına yol krizine indirgenmiştir.”, tespitinde açmış durumda. Chavez’in “21. bulunmuştu. Bu kriz geçerliliğini Yüzyıl sosyalizmi”, Stalin’in aşamalı halen sürdürüyor. İşçi sınıfının devrim anlayışının yeni bir versitayin edici gücünde herhangi bir yonudur. Bu anlayış, sosyalizmin değişiklik olmamasına rağmen, sü- kapitalizmle barış içinde bir arada reci frenleyen sınıfın karşıdevrimci kurulabileceği fikrine dayanmakve reformist önderlikleri etkilerini tadır. koruyor. Örneğin, Tunus, Mısır, Libya gibi devrim yaşanan ülkelere bakalım. Kitleler diktatörlükleri devirerek büyük devrimler gerçekleştiriyor fakat hemen ardından, temel hedefleri devrimleri durdurmak olan, İslamcıların da desteğiyle yeni hükümetler iktidara geliyor. Örneğin Tunus’ta, hükümetteki İslamcı parti ve bazı merkez-sol partiler, hükümete ve ülkeye istikrar kazandırmak adına, grev yapılmasına kesinlikle karşılar.

veren pek çok grev ve direniş de bu sürecin bir başka faktörü. Ve Latin Amerika’da yükselen seferberlikler bu sürecin, bir başka kıtadaki yansıması. Özellikle Şili’de öğrencilerin başını çektiği seferberliklerle Öte yandan, bildiğiniz gibi, birlikte başlayan kitle hareketi, bunun en önemli göstergelerinden İspanya’da 29 Mart’ta bir genel grev gerçekleşti. İspanya’daki temel bir tanesi. sorun, merkezi iki büyük sendikaArap devrimi yeni bir devrimci nın işçi sınıfı üzerindeki bürokradönemin fitilini ateşledi. Birkaç tik egemenlikleri. Bu bürokratik gün önce, İspanya’daki Enternasönderlikler, işçilerin hükümete yonalist Mücadele örgütünden karşı büyük bir şevkle yürütmek yoldaşlarla birlikte, Suriye Devrimi istedikleri mücadeleyi durdurmaya ile dayanışma şiarıyla, devrimin çalışıyorlar. Bu nedenle, mücadebaşladığı yer Tunus’ta 1 Mayıs leyi ilerletebilmek için bu büroketkinliklerine katıldık. Başkentte ratik önderlikleri alaşağı etmeli,

Bu panorama içerisinde, dünya devrimci durumunun karşısındaki en büyük sorun, bütün bu meselelere berraklık kazandırabilecek bir devrimci önderliğin yoksunluğunda düğümleniyor Örneğin, Chavez ABD-karşıtı ve ulusalcı sert bir söylem kullanmasına rağmen, Venezuela’nın başlıca ulusal gelir kaynağı olan petrol gelirlerinin yaklaşık yüzde 50’sine çok uluslu şirketler tarafından el konulmakta. Dolayısıyla, Chavez’in kullandığı bu sert söylem, çok uluslu şirketler açısından


ARKA PLAN herhangi bir problem yaratmıyor çünkü, onlar bu ülkeden gelen olağan üstü gelirlerini garanti altına almış durumdalar. Chavez’in işçi düşmanı politikaları ise dünya ölçeğinde çok az bilinen bir olgu. Chavez’in ilerlemekte olan sosyalizm anlayışına göre, örneğin ücretlerin artırılması için grev yapan işçiler karşıdevrimcidir. Bu anlayışa göre, iktidarda zaten sosyalist bir hükümet olduğuna göre, işçilerin grev yapmasını gerektirecek bir durum söz konusu olamaz. Bu durumdan en çok etkilenenler ise, Venezuela’nın petrol işçileri. Bu şartlar altında, başta petrol işçileri olmak üzere tüm işçi sınıfı, toplu sözleşme imzalama hakkından yoksun bırakılıyorlar, ücretlerinin artırılması taleplerini dile getiremiyorlar.

açtı. Fakat özellikle son 2 yıldır, başta yerliler olmak üzere Bolivya emekçi halkı bu “sosyalizm”den yaka silkmiş durumda. Morales’in geçtiğimiz yıl benzin ve doğalgaza yaptığı astronomik zamlar, muazzam bir seferberlikler dalgasına (gasolinazo) yol açtı. Bu süreçte, Morales’in kendi sosyal tabanı sokaklara indi ve temel sloganları, “Ya bu durumu değiştir, ya da def ol git!”, idi. Morales bu basınçlara daha fazla dayanamadı ve televizyona çıkarak, zamları geri alacağını duyurdu. Fakat bu süreç bir kırılma noktası oluşturdu ve bu andan itibaren kitleler Morales’e güven beslememeye başladılar.

Dolayısıyla Venezuela’ya yerleşmiş çok uluslu şirketler açısından bir sorun bulunmuyor. Eskiden karlılıklarını garanti altına almak için sendika bürokrasisi ile pazarlık durumundaydılar, şimdi ise mevcut karlılık oranlarını korumalarını onlara bizzat Chavez garanti ediyor. Öte yandan, Chavez’in de bundan 5-6 yıl öncesine kıyasla, popülerliğini büyük ölçüde yitirdiğini belirtmek gerekiyor. Bu durum, ağır hasta durumundaki Chavez’in eğer Ekim ayındaki seçimlere katılabilirse, seçimleri kazanamayacağı anlamına gelmiyor. Fakat gerçek şu ki, şu anda Venezuela’da işçi sınıfı temelli ciddi bir protesto dalgası söz konusu. Bu nedenle, bundan iki sene önce, petrol işçileri sendikasında gerçekleşen seçimlerde, akımımız dâhilindeki Troçkist adayların listesinin yüzde 30 oranına ulaşmasının bir tesadüf olmadığını düşünüyoruz. Chavez’le ilgili bir başka problem ise, Arap devrimleri karşısında geliştirdiği tutum oldu. Chavez’e göre, örneğin Kaddafi, emperyalizme karşı mücadele eden yılmaz bir devrimciydi! Bolivya - Morales Bolivya’da Evo Morales de bu sürecin bir başka vehçesini oluşturuyor. Morales, kıta ölçeğinde başkanlığa gelmiş ilk yerli adaydı. Morales ve partisi MAS (Sosyalizme Doğru Hareket) da, “yerli sosyalizmi” teorisiyle sol saflarda muazzam bir kafa karışıklığına yol

ya’daydım. Bu toplantı sürecinde, Bolivya’nın merkezi bürokratik sendikası COB, istemeye istemeye Morales’in aleyhinde bir karara imza atmak zorunda kaldı. İşçilerin basıncı altında, öyle bir pozisyonda kaldılar ki, planladıkları üzere Morales’i destekleyen bir karar çıkartamadıkları gibi, bunun yerine işçilerin taleplerini kabul eden bir kararı onaylamak zorunda kaldılar.

9

sahiptiler, dışarıda eylem birliğiyle sınıf mücadelesine belirli bir politik hatla müdahale ederler. Bu kavrayış sosyal demokrat parti konseptinden kesin bir farklılıkla ayrılmaktadır. Sosyal demokrat partiler, sınıf mücadelesinin bütün aşamaları boyunca, burjuvaziyle işbirliğini esas alırlar.

Bu çerçevede, devrimci partilerin inşası stratejisi, öğrenci hareketSize bu örnekleri vermemin lerinden köylü hareketlerine sınıf nedeni, bu önderliklerin oynadığı mücadelesinin bütün cephelerine karşıdevrimci rolle kitlelerin yükpolitik yanıtlar verme ihtiyacı ortaselmekte olan bilinci arasındaki ya koyar. Troçkist olarak adlandıçelişkiyi, çatışmayı gösterebilmek- rılan akım içerisinde, Morenizm’in tir. Aynı zamanda, bu önderliklerin ayırt edici yönü budur. Oportünizme ve sekterizme karşı sistematik mücadele, Morenizm’in temel karakteristiğidir. Bizim Morenizm’den anladığımız, partilerin inşa hattını tamamen sınıf hareketine nüfuz ederek, onun içinde gerçekleştirmek ve böylece Troçkizm’i marjinallikten kurtarmaktır. Bizler geleceğe dair iyimseriz fakat kolaycı da değiliz. İyimseriz çünkü dünya panoramasında çarpıcı değişimler söz konusu. Öte

Morales içinse, en kötüsü daha henüz gelmemişti. Bu olaydan bir süre sonra, Bolivya’daki Amazon ormanlarının ciddi bir şekilde tahrip edecek bir otoyol projesinin inşasına girişti. Brezilya ile ticareti kolaylaştırma kisvesi altında aslında bu projenin temel hedefi, Bolivya’nın çok uluslu şirketlerle bağlantısını kurma stratejisine dönüktü. Bu projeye karşı, Amazon Bloku adı altında bizzat Morales’in sosyal tabanını oluşturan yerliler, bir cephe oluşturdular ve bu plana karşı mücadeleye giriştiler. Bu ana kadar hiç sorgulama ihtiyacı hissetmedikleri, kendi içlerinden yerli bir başkanla, o andan itibaren bütün bağları kopmuş oldu. Bu mücadele bir anda ulusal bir nitelik kazandı ve Morales bir kez daha geri adım atmak zorunda kaldı.

ilelebet sürecek, ebedi önderlikler olmadığını da akılda tutmak gerekiyor. Dolayısıyla, ortada birikmeye başlayan bir deneyim var ve bu devrimciler için muazzam bir imkânlar bütünü sunuyor, bunu görmenizi isterim.

Geçtiğimiz Ocak ayında işçi delegeleri tarafından alternatif bir sendikal ve politik bir merkezin inşası için gerçekleştirilen toplantıya katılmak üzere Boliv-

Bizim için devrimci partiler, Leninist bir kavrayışla inşa edilmelidir. Lenin’in tarifine göre bu kavrayış, devrimci eylem partilerini gerekli kılar. Bu partiler, içeride demokratik bir tartışma rejimine

Uluslararası bir devrimci Troçkist kutubun inşası Dolayısıyla, bizim UIT-CI olarak, İşçi Cephesi’nden ve Enternasyonalist Mücadele’den yoldaşlarla ortaklaştığımız bir nokta var. O da, bütün zayıflıklara rağmen, dünya çapında devrimci bir önderliğin inşası için mücadeleye devam etmek. UIT-CI olarak, Morenist ve Troçkist geleneği sahiplenen bir akım olarak, devrimci bir önderliğin inşası için mücadele yürütmek, bizim için stratejik bir görevdir.

Chavez yönetiminin Venezuela’ya yönelik temel hedefi, gerçekte Venezuela’da süregiden devrimci mücadeleyi, “21. yüzyıl sosyalizmi” sloganı altında imha etmek üzerine kurulu

yandan, Tunus’ta kitlelerin ikinci bir devrim talebini görmek, sizlerle, Türkiye’deki devrimci Troçkist bir grupla tanışmış olmak da beni iyimserliğe sevk ediyor. Bu bağlamda, UIT-CI ve Uluslararası Birlik Komitesi arasındaki işbirliğinin gelişmesi ve yakınlaşma süreci, bizim oldukça önemsediğimiz bir adım. Eğer deneyim paylaşımlarımızı geliştirebilir ve ilkeci bir zeminde mücadelemizi ortaklaştırabilirsek, uluslararası devrimci Troçkist bir kutubun inşasında, bunun önemli bir gelişme olacağına inanıyoruz.


10

ULUSAL SORUN

Açlık grevleri sona erdi, baskılar sürüyor Seçilmiş milletvekillerinin meclise alınmamasına, KCK baskınları adıyla Kürt hareketine yönelik tutuklamalara ve cezaevlerindeki kötü koşullara karşı başlatılan açlık grevleri sona erdi Salih Şimşek, 9 Mayıs barış dolu mesajlarla göz boyadı. Emine Erdoğan Uludere’de her ne 14 Şubat tarihinde BDP Eş Genel kadar “şimdiye kadar olmayan şeyler Başkanları Selahattin Demirtaş ve oluyor Türkiye’de” dese de, yaşanan Gültan Kışanak’ın imzalarıyla yasenaryo hayli bayat. Ölüm pahasına yınlanan basın açıklamasında: “AKP derdini duyurmaya çalışan bir adıHükümeti’nin aralıksız sürdürdüğü ma verilen bu cevap hem sığ hem de siyasi soykırım operasyonlarını, İmralı ikiyüzlü. Cezaevi’nde giderek ağırlaştırdığı Somut hiçbir adım atmayan hükütecrit uygulamalarını ve Kürt sorumet, geçmiş hükümetlerden farklı bir nunda çatışmaları tırmandıran savaş duruş sergilemiyor. MİT’in yetkileri operasyonlarını protesto amacıyla” Diyarbakır Cezaevi’ndeki Şırnak mil- tartışmasında demokrat rozetini göğsüne takıp “Sınırları aşan her letvekili Selma Irmak ve diğer siyasi tutukluların süresiz açlık grevi başlat- türlü girişim yetki gaspıdır. Biz bu tığı duyuruldu. Aynı açıklamada 20- ülkede gayri meşruluğa izin vermeyiz. 21 Şubat tarihinde BDP/Blok Grubu Hiçbir zaman seçilmişi atanmışa kul etmeyiz” diyen Erdoğan, sıra tutuklu milletvekillerinin parti genel merkemilletvekillerine gelince sağır dilsiz zinde destek amaçlı iki günlük açlık oluyor. grevi gerçekleştireceği de açıklandı. Sonrasında Şırnak milletvekili Faysal Hükümetteki gelişmelerden baskı Sarıyıldız’ın da Mardin Cezaevi’nde politikasının aynen süreceği anlaşılıaçlık grevine başladığı haberi geldi. yor. Fakat Erdoğan aldığı yüzde elli Süreç nasıl başladı?

Cevap yine aynı: Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor

Bu gelişmelerin ardından greve yüzlerce katılım oldu. Devletin hamlesi gecikmedi, KCK operasyonlarıyla yeni hedef grevciler oldu. Tutuklamalar ve operasyonlar devam etti. Başbakan Erdoğan bir yandan “silahı bırakırlarsa operasyonlar durur” diyerek devletin silahlı çözüm arayışının devam ettiğini gösterdi, diğer yandan eşini Uludere’ye göndererek ilettiği

oyun barış isteyenlerce verildiğini unutuyor. Bu bakımdan Selahattin Demirtaş’ın Mart başında dile getirdiği “Birlikte yaşamak istiyoruz ama köle olarak değil. Gelin Kürtlerin önüne sandık kuralım. ’Özerklik’, ’Federasyon’ veya ’Bağımsızlık’ ya da ’Hiç bir şey istemiyor’ seçeneklerini sunalım. Sandıktan çıkan sonuç kabulümüzdür.” önerisi hükümet tarafından aynı somutlukla cevaplanmalı.

Tarihsel sırayla yaşananlar 12 Şubat Diyarbakır Valiliği BDP’nin açlık grevi için direniş çadırı kurmasına izin vermedi. 17 Şubat BDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Gültan Kışanak Diyarbakır E Tipi Cezaevi’ne giderek KCK/TM davasından tutuklu bulunan ve açlık grevine başlayan Şırnak milletvekili Selma Irmak’ı ve diğer tutukluları ziyaret etti. 20-21 Şubat BDP/Blok Grubu milletvekilleri parti genel merkezinde destek amaçlı iki günlük açlık grevi gerçekleştirdi. 24 Şubat Selahattin Demirtaş ve Gültan Kışanak Mardin Cezaevi’ne giderek açlık grevindeki Şırnak milletvekili Faysal Sarıyıldız’ı ve 23 tutukluyu ziyaret etti. 6 Mart Merkezi Adana olmak üzere pek çok ilde düzenlenen KCK operasyonlarında 50’nin üzerinde kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınanlar arasında Pozantı Cezaevi’nin haberini yapan DİHA Adana Bürosu’nun üç muhabiri, BDP ilçe başkanları ve açlık grevi yapanlar da bulunuyordu. Aynı gün Başbakan Erdoğan’ın

eşi Emine Erdoğan Uludere’yi ziyaret etti. Erdoğan, “Güven çok önemli, biliyor musunuz? Şimdiye kadar olmayan şeyler oluyor çünkü Türkiye’de. Güveniyorlar, çözümün bizde olduğunu ümit ediyorlar, olmasını temenni ediyorlar. Biz de onlara güveniyoruz, biz de onlara inanıyoruz ve dünyaya haykırıyoruz, biz bunun tesisi için elimizden geleni yapacağız inşallah” dedi. 13 Nisan Osmaniye Cezaevi’nde 50 gündür açlık grevinde olan 5’inin durumu ağır, toplam 15 siyasi tutuklu, cezaevi yönetimi tarafından taleplerinin karşılanacağı sözü üzerine grevi sonlandırdı. 20 Nisan Marmara Bölgesi’ndeki 90 tutuklu ve hükümlü, sayıları 2 bine yaklaşan açlık grevcilerine katıldığını açıkladı. İlerleyen saatlerde yapılan başka bir açıklamada 15 Şubat’tan beri devam eden açlık grevine son verildiği duyuruldu. Açıklamada “Gerek Kürdistan ve Türkiye kamuoyu ve gerekse de Avrupa kamuoyunda oluşan duyarlılık, gerek önderliğimizin, ‘ölümler olmasın’ hassasiyeti ve gerekse de hareketimizin çağrısı üzerine, şimdilik kaydıyla, 20 Nisan 2012 tarihi itibarıyla, açlık grevi eylemine son veriyoruz.” denildi.

Puşi davası sonuçlandı, kavga bitmedi daha yeni başlıyor! İC - Haber, 11 Mayıs 20 Şubat 2010 tarihinde Kağıthane’de otobüs durağında beklerken polisler tarafından gözaltına alınan Cihan Kırmızıgül’ün onuncu ve son duruşması 11 Mayıs 2012 tarihinde Çağlayan Adalet Sarayı’ndaki 14. Özel Yetkili Agır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Mahkeme, Cihan’ın 11 sene 3 aylik mahkumiyetine hükmederek, adalet kurumlarının çürümüşlüğünü bir kez daha göstermiş oldu. Aynı kanun, aynı mahkeme heyeti Hrant Dink davasinda suçun örgüt suçu olmadığına hükmederken, Cihan’a, örgüte yardım ve

molotof kullanmaktan 11 yıl 3 ay hapis cezasini uygun gördü.

İnisiyatifi ve Ögrencime Dokunma Kampanyası’nın başını çektiği, Cihan’ın arkadaşları, GSÜ öğretim elemanları ve kararı protesto edenlerle birlikte 1000’i aşkın kişinin katildigi gösteride haykırıldığı gibi, “Susmayacagiz, kavga bitmedi, daha yeni basliyor!”.

lere, muhalif gazeteci ve aydınlara dönük baskının giderek yoğunlaştığı bir döneme giriyoruz. Tüm Olmayan suçun delili olmaz bu baskıların esas sorumlusunun, diyorduk. Cihan’ın dosyasında elle dilinden “demokrasi” lafını düşürtutulur tek bir delil dahi yokken, meyen AKP hükümeti olduğunu Cihan’a ve ‘puşi’ye ceza kesen da biliyoruz. Hükümetin baskı mahkemenin karar duruşmasının politik baskılarına karşı özgürlük tutanağında tarihe geçecek bir hüküm bulunuyor: “puşi tabir edilen Öte yandan Cihan Kırmızıgül’ün mücadelemiz kaldığı yerden, güçbez parçasının suçta kullanıldığı davasının münferit bir dava olma- lenerek devam edecek. anlasıldığından TCK’nın 54. Mad- dığını da biliyoruz. Çoğunluğu Terörle Mücadele Kanunu ve desi geregi MÜSADERESINE devrimci ve/veya Kürt hareketine Özel Yetkili Mahkemeler kaldırılkarar verilmiştir.” Bu durum karşı- mensup 600’den fazla öğrenci, sın! sında, 11 Mayıs akşamı Taksim’de “terörizm” bahanesiyle tutuklu duTutuklu öğrenciler ve siyasi tutTutuklu Ögrencilerle Dayanişma rumda. Kürt hareketine, sosyalist- saklar serbest bırakılsın!


GENÇLİK

11

Formasyonun kaldırılması geleceğimizin çalınması demektir 5 Nisan 2012’de YÖK genel kurulunda alınan kararlardan birkaçı şu şekildeydi; “Açık öğretim fakültelerindeki öğretmenlik bölümlerinin kaldırılmasına, Fen-edebiyat fakültelerinde de yeni pedagojik formasyon programlarının açılmamasına ve var olanların da kapatılmasına karar verilmiştir.” Bahadır B., 7 Mayıs

Bu şu demek; artık bundan yonun kaldırılması planı, genel sonra açık öğretim ve fentepkilerin olmaması için kademeedebiyat fakültelerinden mezun li olarak uygulanmak isteniyor. olanlar öğretmen olamayacak. Bu Uzun vadedeki asıl amaç, sadece kararın ardındaki gerekçeyi Milli eğitim fakültelerinden mezun Eğitim Bakanı Ömer Dinçer olanların öğretmen olabilmesi… Şöyle açıklıyor; “Bu kararla birlikte öğretmen arz ve talebi Formasyonun kaldırıldengelenecektir. Çok masıyla niteliklerini iyice sayıda öğretmen kaybedecek olan eğitim yetiştiriliyor, ama sistemine rağmen 81 ile bunların istihdamı anlamında ciddi bir üniversite açmak neden? sıkıntı olduğu görüİşte öğrencinin geleceğilüyor.”

ortadan kaldırılarak, sermaye ve kar odaklı olmayan, eğitimin kamusal olduğu olgusuyla hareket eden bir planlamayla çözülebilir.

öğrencinin geleceğini umursamayan ve onu müşteri olarak gören eğitim sisteminde geldiğimiz nokta…

Bugün Türkiye’de 126 bin 137 öğretmen açığı varken for-

Formasyonun kaldırılması üzerine gelen tepkiler, YÖK’ü geri adım atmaya itti ve 4 Mayıs’taki açıklamasında ‘’Yükseköğretim kurumlarımızda halen öğrenim gören öğrenciler ile bu kurumlardan mezun olanların alınan kararla ilgili olarak her hangi bir mağduriyeti söz konusu olmayıp, açılacak pedagojik formasyon programlarına başvurma hakları bulunmaktadır’’ ifadelerine yer verdi. Peki hangi açılacak yeni formasyon programına başvurulacak? Acaba YÖK yeni bir formasyon programı açacak mı? Daha belli değil.

ni umursamayan ve onu

300 bini bulan müşteri olarak gören atanamayan öğreteğitim sisteminde geldimenlerin 30’a yakının intihar ettiği ğimiz nokta... ülkemizde (resmi rakam), atanmayan öğretmenler sorunu, bölümler kapatılarak çözülmeye Şunu sormak gerek; yasalaçalışılmaktadır. Evet, artık atanrına göre her üniversitede fenmayan öğretmenlerin sayısı azala- edebiyat fakültelerinin zorunlu cak, çünkü yüzbinlerce insanın tutulduğu bir ülkede formasyon öğretmenlik hakkı ellerinden neden kaldırılır? Evet, bir düalınmış olacak. zenleme zorunludur ama bu insanların gelecekleri ellerinden Hükümet bu çözüm yolunu uzun yıllardır planlıyor. Formas- alınarak değil. Niteliksiz eğitimin

masyonu kaldırmak neden? Güzel sanatlar, fen-edebiyat gibi fakültelerden mezun olanlar, ülkemizdeki diplomalı işsizliğin sayısını daha yükseltmiş olacaklar. Formasyonun kaldırılmasıyla niteliklerini iyice kaybedecek olan eğitim sistemine rağmen 81 ile üniversite açmak neden? İşte

Her ne kadar YÖK geri adım atsa da bu sorunun ilerde karşımıza çıkacağı kesin. Geleceğimizin çalınmasına izin vermeyelim. Buna karşı durmaksa özellikle fen-edebiyat fakültesi öğrencilerinin bir araya gelmesini sağlayacak bir koordinasyon ağını kurmaktan geçiyor.


12

İŞ YERLERİNDEN

İşeme eğrisi

Tekstil 1 Mayıs’ta işçilerin çoğunluğu çalıştı!

Mustafa Angın, 20 Nisan

Ben üç senedir bir tekstil atölyesinde çalışıyorum. Malum 2009 yılında 1 Mayıs işçi bayramı AKP hükümeti tarafından resmi tatil olarak kabul edildi. Ama küçük atölyelerde çalışan işçiler ve kayıt dışı çalışan işçiler bugüne kadar bu resmi tatilden yararlanamadılar.

Bir başkadır benim memleketim!!!

seni arasındaki açı (kavuşum anında sıfır derecedir)

Biber gazına, tazyikli suyuna Copuna, zindanına Bin can feda, faili meçhule...

4: Danjon fenomeni adı verilen bu olgu sayesinde, ayın yörüngesi dünya kliptiğine 5.145396º eğik olmasına rağmen, kavuşum anında hilâli görmeyiz.

Her köşesi pusudur Ezilir yanar gönlüm Bir başkadır benim memleketim..

4a: Hilâlin görülebilmesi için havanın karararak, gökyüzü parlaklığının azalması gerekmektedir.

Ben yukarıda belirttiğim gibi üç senedir bir atölyede çalışıyorum. 2009 1 Mayıs’ı cuma gününe gelmişti. Ama bizim işyeri çalışıyordu. Ben işe gitmedim ve benim bir günlük param kesildi. 2010 ve 2011 1 Mayısları hafta sonuna gelmişti. Bu yıl ise 2012, günlerden salı ve ben doğal olarak işe gitmedim. 1 Mayıs’ı kutladım. Ama işyerimden gelen bir mesaj şöyle yazıyordu: “Mazeretsiz işe gelmeyenlerin üç günlük paraları kesilecektir!” Aslında bizim ki gibi atölyelerde sitem hep aynıdır. Yani Edirne’den Hakkari’ye kadar küçük atölyeler resmi tatillerde hep çalışırlar. Yalnız dini bayramlarda resmi tatil olur. Kısacası bir hakkın kağıt üzerinde yazması yetmiyor. Onu kullanabilmek de gerekiyor. 1 Mayıs günü hakkımız olan işe gitmeme, meydanlarda olma hakkımızı ancak ısrarla mücadele ederek edebiliriz. İC okuru tekstil işçisi

MEKTUPLARINIZI

BEKLİYORUZ

ISCICEPHESI@

GMAIL.COM

5: Dünyanın herhangi bir noktasındaAnadolum bir yanda, emperyalizm yaşar koynunda ki Kıble Açısı (kuzey-güney eksenine göre) şu formülle hesaplanabilir: tan-1 (sin(boylamMazlumlar destan yazar dağlardaa... Kâbe boylamı/(cos(enlem)*tan(Kâbe enlemi)Jitemine, Mitine... satılmış toprağına. sin(enlem)*cos(boylam-Kâbe boylamı) pozitif Bütün işbirlikçiler kurban benim yurduma.. açı saat yönüdür. Kâbe enlemi=21º25’16”, Kâbe Lay Lay... boylamı=-39º49’29.1” “Bir başkadır benim memleketim”, şarkısını böyle 8. Herhangi bir vakitteki Güneş Yönü (kuzeyyorumlayabilirsiniz. Ancak daha gerçekçi konulara güney eksenine göre) aşağıdaki formül kullanılarak eğilmek ihtiyacını hissetmişseniz aşağıdaki konu bulunabilir: -tan-1(sin(15*(Vakit-Zeval vakti))/ mutlaka ilginizi çekecektir. (cos(enlem)*tan(EA)-sin(enlem)*cos(15*(Vakitİşeme eğrisi!? Ne yöne işeyeceğiz!? Bu soru, bu sıralarda gündemin başına çöktü.

Zeval vaktidir.)))

İşeme koordinatlarımız ne olmalı? Eğer kıbleye doğru bir işeme söz konusu ise en yakın camiyi yön olarak tayin etmeli ve 180 derecelik sapma (dönme) ile işeme gerçekleşmelidir. En sıhhatlisi.

Atmosferin ışığı kırma özelliğinden dolayı ufkun 34º aşağısındaki bir cisim referans alınmalıdır. Güneş yarıçapının gökyüzünde oluşturduğu yay açısı, 16º (arc-minute)’dır.

Ancak:

Ancak yakınımızda referans alacağımız bir ibadethane yok ise ne yapacağız?

Dolayısıyla bu cisim ufuk hizasının 16º+34’=50º altında olması gerekir. Ancak ne var ki nem, sıcaklık gibi meteorolojik faktörler, 34º’lik kırılma açısına Bu sorunu çözmek için araştırdık ve sizler için mükemmel sonuçlara ulaştık. Umarım işeme eğrisini etki edebilirler. Ayrıca ufuk hizasına deniz seviyesinden daha yüksek bir yerden bakılması da, bakış siz de tutturursunuz... Yoksa!!! açısına sapma kazandırabilir. “Kıble saati”, kıble yönünün tayinine yarayan Bu yön pusula kullanılarak da bulunur ancak ve dünyanın bir çok kesiminde kullanılabilen bir pusula hem ortamdaki suni manyetik alandan, hem yöntemdir. Kıble yönü, Kâbe’nin yatay düzlemdeki de o yörenin manyetik sapma açısından etkilenmekyönüdür. tedir. Bu nedenle (coğrafi kuzey ile manyetik kuzey Güneş gökyüzünde hareket ederken, her gün belli açısı arasındaki farkın) kesinlikle bilinmesi gerekbir saatte Kabe yönüyle aynı hizaya gelir. mektedir. Yani o saatte yüzünü güneşe dönen kişi, Kâbe’ye Sanırım olay çözülmüştür... de yönelmiş olur. Ancak Batı Amerika ve Okyanusya Yukarıdaki formül ile, güneşin kıbleye dik gelen gibi bazı bölgelerde o saatte güneş batmış olduğunaçısını hesaplar ve yönünüzü güneşi arkanıza alacak dan, bu metot kullanılamaz. İşte bu vakte Kıble şekilde işerseniz, günahsız bir şekilde idrarınızı da saati adı verilmektedir. Güneşin yönü, yani yerdeki dökmüşsünüz demektir... izdüşümünün coğrafi kuzeyle yaptığı açı son derece kesin olarak hesaplanabildiğinden, Eğer tüm bu hesaplamayı yapana kadar altınızı kıblenin tayininde pusuladan daha ıslatmamışsanız. doğru sonuçlar vermektedir. Dipnotlar: O saat’in ne olduğu sorusuna yanıt 1. Bakara, 2/238; İsra, 17/78; Şevkanî, Neylül-Evise, Güneş’in yer düzleminde oluşturtar, 1:300, 307, 311; 11:3; İbn Hacer el-Askalanî, duğu dikey açısı bulunarak saptanır. Sübülü’s-Selâm, 1:106, 114-115. Günün herhangi bir anındaki güneş Kaynaklar dikey açısının bulunması için ise şu formül kullanılabilir: Dr. Monzur Ahmed, Moon Calculator v4.0, Bir1: GDA=sin-1(cos(15*(Vakit-Zeval mingham, 1997. Vakti))* cos (EA)* cos(enlem)+sin (enlem))

Dr. Monzur Ahmed, Prayer Time Calculator v2.5, Birmingham, 1995.

2: Ayın Dünya Etrafında Dönüş Süresi=bir kameri ay/(1+bir kamerî ayda kat edilen yörünge açısı/360º)

Adel A. Al-Rumaih, Prayer Times for Windows v1.0, Riyad 1995.

3: Ay-dünya ekseni ile ay-güneş ek-

Waleed A. Muhanna, Islamic Timer v2.1, Ohio, 1992.


ULUSLARARASI

Fransa seçim sonuçları üzerine İC - Haber Fransa, 2 Mayıs Fransa’da başkanlık seçimlerinin ilk turu 22 Nisan’da, ikinci turu 6 Mayıs’ta gerçekleşti. Seçimlerden Sosyalist Parti’nin lideri Hollande galip çıktı. Aşağıda, birinci tur seçimlerini değerlendiren analiz yazısı yer alıyor. 22 Nisan Pazar günü ilk turu yapılan Fransa başkanlık seçimlerinde Sosyalist Parti’nin (PS) adayı Hollande %28,6 ile ilk sırada yer aldı. Hollande’ın hemen ardından ikinci sırada % 27 oy oranı ile Sarkozy, üçüncü sırada ise %18 oy oranı ile Ulusal Cephe (FN) partisinin adayı Marine Le Pen vardı. Fransa solunun umudu olarak bahsedilen Sol Cephe (FG) adayı Melenchon % 11, merkezci parti MODEM’in adayı Bayrou %9, Avrupa Ekoloji adayı Eva Joly %2, Yeni Antikapitalist Parti’nin (NPA) adayı Poutou %1, İşçi Mücadelesi’nin (LO) adayı Nathalie Arthaud ise %0,56 oy oranlarıyla seçimden çıktılar. Ana akım medyadaki “solun zaferi” başlıklarına yahut “faşizm yükselişte” çığırtkanlıklarına kapılmadan seçim sonuçlarını daha iyi okuyabilmek için ilk olarak katılım oranlarına, ardından oy alan partilerin hangi söylemlerle hangi tabanlardan oy aldıklarına bakmak yerinde olacaktır. Resmi rakamlara göre seçmen kartını alan 46 milyon seçmenin %21’i oy vermeye gitmedi. Oy vermeye giden seçmenlerin %2’sinin de boş oy kullandığı hesaba katılırsa 46 milyon kayıtlı seçmenin %77’sinin oy verdiğini görüyoruz. Buna bir de oy verme hakkı olmasına rağmen kaydını yaptırmayan 8-10 milyon civarındaki vatandaşı da katarsak, ülkedeki oy vermeme oranının önemi iyice belirginleşiyor. Fransa’daki seçimlere katılım oranı zaten son birkaç seçimdir oldukça düşüktü. 2012 seçimleri öncesi oy vermeme oranları en çok tartışılan konuların başında geliyordu. En yüksek oy vermeme oranları işçi mahallelerinde görülüyor. Birçok işçi mahallesinde ortalama %30 oranında oy verilmediği gözlemlenirken, bunu ikinci kuşak göçmenlerin oturduğu mahalleler izliyor.

Oy vermeyenler, Fransız televizyonlarının yaratmak istediği “apolitik, tembel, cahil vatandaş” imajına karşı çıkıyor ve bu kararın politik bir karar olduğunu söylüyorlar. Bir tartışma programında röportaj yapılan bir işçi kararını şöyle açıklıyor; “Oy verebileceğimiz bir parti yok. Sosyalist Parti (PS), Sol Cephe (FG) yahut Yeni Antikapitalist Parti (NPA) bizim taleplerimizi dillendirmekte yetersiz kalıyor. İçinden çıkılamaz bir krizde olduğumuzun en çok biz bilincindeyiz ve bunu seçimlerle değiştiremeyeceğimizi de biliyoruz. Birilerinin bunu görmesi için oy vermiyoruz.” Bir boykot hareketine dönüşme dinamiği taşıyan bu oy vermeme tavrı henüz nitelik olarak örgütlü bir politik tavra dönüşmemiş olsa da niceliği itibariyle Fransa politikasının temel taşlarından biri haline dönüşmeye başladı. Fransa’da GSI (Enternasyonalist Sosyalist Grup) gibi sol gruplar bu durumun işaret ettiklerinin farkında olarak sürece destek veriyorlar. 2010 yılındaki yerel seçimlerde olduğu gibi bu seçimlerde de sol partiler tarafından en çok izlenen seçim politikası “Sarkozy karşıtlığı” idi. Seçimden dördüncü sırada çıkan Sol Cephe (FG), ve onu izleyen diğer sol partiler seçimlerin ikinci turu için “Sarkozy’yi yenmeliyiz” diyerek seçmenlerini Sosyalist Parti’nin adayı olan Hollande’a oy vermeye çağırdılar. Elbette Sarkozy ve partisi UMP’nin yenilgisi büyük bir çoğunluğun ortak arzusu ancak yerine gelecek olan Sosyalist Parti hakkında da seçmenlerin kafasında pek çok soru işareti mevcut. Örneğin partinin göçmen politikasının belirsizliği yahut işsizliğe karşı nasıl bir politika izleneceği gibi konular sık sık tartışılanlar arasında. Dolayısıyla Sosyalist Parti’nin oy oranına bakarken yalnızca Sarkozy karşıtlığından oy verenlerin olduğu da unutulmamalı. Mevcut ekonomik krizin etkisiyle yükselen milliyetçi dalgadan ve politik krizin yarattığı boşluklardan faydalanan Ulusal Cephe (FN), 2010 yerel seçimlerinden beri gittikçe radikalleşen bir göçmen kar-

şıtı/yabancı düşmanı ulusalcı söylem ile örgütlenmeyi sürdürerek oyların %18’ini aldı. Gittikçe radikalleşen bu söylemin ve partinin gücünün medya tarafından da arttırıldığı göz ardı edilmemeli. Aynı zamanda kriz dönemlerinde milliyetçi hareketlerin böyle bir yol izliyor olduğunu da tarihsel olarak biliyoruz. Bunları göz önünde tutarak seçim sonuçlarını değerlendirmek gerekir. FN’nin oy oranı olan %18’e denk düşen seçmen sayısı yaklaşık 6 milyon seçmendir. Elbette ki her halükarda bu söylemlerin güç buluyor olması kabul etmeyeceğimiz bir şeydir ancak yaklaşık 70 milyon nüfusu olan Fransa’da 6 milyon seçmenin FN’e oy vermiş olmasını bir bütün içinde değerlendirmeli, oy oranlarının bizi yanıltmasına fırsat vermemeliyiz. Fransa’da mücadele verenler FN’in söylemlerine karşı uyanık ve tetikte olmalı ancak eksik bir değerlendirmeyle yapılan bir “faşizm geliyor” tespitinin de mücadeleye yanlış yön vereceği unutulmamalı. Zira hem oy oranının tekabül ettiği seçmen sayısı hem de bu seçmenlerin çıktığı bölgelerin incelenmesi işçi sınıfının Ulusal Cephe’nin karşısında olduğunu, partinin seçmenlerini büyük oranda ulusal burjuvazinin oluşturduğunu açık bir biçimde gösteriyor. Seçimi oy oranları üzerinden değerlendirmek yalnızca Ulusal Cephe açısından değil diğer partiler açısından da yanıltıcı olacaktır, zira seçmen sayısı açısından incelendiğinde Fransa sağının oy oranı toplamında ciddi bir farklılık olmadığı görülüyor. Solun umudu olarak seçim öncesinde çok ilgi toplayan, yüz binlerin katıldığı eylemleri düzenleyen Sol Cephe’nin (FG) adayı Melenchon yaklaşık olarak %15-17 oranında oy beklerken seçimi %11 ile tamamladı. Bu düşük oy oranı ve özellikle Melenchon’un Ulusal Cephe’nin aşağısında kalmış olması solda bir hayal kırıklığı yarattı. Öte yandan Sol Cephe’nin dikkatleri üzerine çeken güçlü söyleminin aksine programının işçi sınıfı tarafından yetersiz bulunduğu zaten seçim öncesi konuşuluyordu. Seçim sonuçlarına bakıldığında Sol Cephe’nin işçi

13

mahallelerinden pek destek alamadığı da görülüyor. Ancak mevcut partilerden umudunu kesmiş pek çok sol seçmenin bu cepheye yöneldiği de önemli bir gerçek. Sol Cephe dışında kalan Avrupa Ekoloji, Yeni Antikapitalist Parti (NPA) ve İşçi Mücadelesi’nin (LO) oy oranları 2010 yerel seçimlerine göre aşağı yukarı aynı seviyelerde. Ekonomik ve politik krizlerle geçen 2 yılın ardından bu oranlarda bir değişiklik olmaması, oy vermeme oranının her seçimde artmasına rağmen bu partilerin oy vermeyen tepkilileri ikna edemiyor oluşu, üzerine düşünülmesi gereken önemli bir olgu. Elbette yine Sarkozy’yi devirmek için bu partiler yerine seçimi kazanma ihtimali en yüksek olan parti olan Sosyalist Parti’ye oy verenleri de unutmamak lazım. Seçimlerin ilk turunun bize gösterdiklerine özetlersek karşımıza çıkan tablo; yerinde sayan bir sosyal demokrat gelenek, Sarkozy karşıtlığı üzerinden örgütlenen bir tepki, ekonomik ve politik krizler sayesinde yükselen bir milliyetçi söylem, büyüyen bir politik kriz ve tüm bunların karşısında partilere ve seçimlere inancını/güvenini yitirmiş bir seçmen kitlesi olduğudur. Seçimlerin 2. turu 6 Mayıs Pazar günü gerçekleştirilecek. Ulusal Cephe (FN) ve merkez parti Modem’in sağ içi anlaşmazlıklardan ve stratejik nedenlerden dolayı Sarkozy’yi desteklemediği biliniyor. Hollande ile Sarkozy arasında yapılacak olan ikinci turda sol partilerin seçmenlerinin beklendiği gibi Hollande’ı desteklemesi durumunda Hollande’ın seçimi kazanmasına neredeyse kesin gözüyle bakılıyor. İşçi sınıfının enternasyonal mücadelesinin bir parçası olan bizler içinse asıl soru, tepkilerini oy vermeyerek gösterenlerle ve mevcut iktidardan kurtulmak için esasen istemedikleri bir partiye oy verenlerle mücadelemizin nasıl ortaklaştırılacağı, yükselen milliyetçi dalgaya karşı enternasyonal dayanışmanın nasıl inşa edileceğidir.

Bahreyn’de protestolar sürüyor! Canan Yılmaz, 8 Mayıs Bahreyn’de 2004’ten beri düzenlenen ve protestolar nedeniyle geçen yıl iptal edilen Formula 1 yarışı geçtiğimiz hafta tüm protestolara rağmen gerçekleşti. Fakat ülke genelinde geçtiğimiz yıldan bu yana Arap Devrimleri sürecinin bir parçası olarak çatışmalar sürüyor. Geçtiğimiz yıl Şubat ayında Arap Devrimlerinden hareketle Bahreyn’deki yönetimi reform yapması ve ülkedeki Şii muhaliflere olan baskının sona ermesi için Bahreyn halkı so-

kaklara dökülmüş, Formula 1 yarışlarından önce yapılan protestolarda 35 kişinin öldürülmesi ve onlarcasının yaralanması sebebiyle kanlı yarış iptal edilmişti. Ancak Suudi Arabistan’dan gelen birlikler ve Bahreyn polisinin katliamlarıyla protestocular yoğun bir baskı altına girmişlerdi. Bu yılki Formula 1 yarışından önce yapılan protestolarda ise, 15 yaşında bir çocuk göğsünden vurularak öldürüldü. Buna rağmen Formula 1 yönetimi ve İnsan Hakları Örgütü 15-20 yaş arasındaki ufak bir grubun istemediğini ve büyük ço-

ğunluğun yarışla ilgili herhangi bir sorun olmadığını iddia etti. Bahreynli muhalifler ise yarışlar süresince üç günlük öfke günü ilan ettiler. Bilinen şu ki; Bahreyn bu yarışlar için her yıl 40 milyon dolar ödüyor ve yarışlar 5 yılda 560 milyon dolarlık gelir edilmişti. 2011’deki yarış iptali, 96 milyon dolarlık bir zarara sebep olmuştu. Yarışın protestoların hedefinde olması oldukça anlamlı. Çünkü Formula 1 resmi olarak Kral’a destek veriyor. Kraliyet ailesiyse, bu yarışın organizatör ve ana yatırımcılarından. Dolayısıyla siyasetle spor arasında bir

bağlantı olmadığı iddiasına Bahreynliler sokak çatışmalarıyla cevap veriyor. Muhaliflerin ise mesajı oldukça net: “Sokak hareketi, 41 yıldır iktidarı elinde tutan yönetim üzerinde seçilmiş bir meclis, bir hükümet konusundaki meşru taleplerine yanıt almak için baskı yapmayı sürdürecektir. Siyasi tutsakların salıverilmesi, işten atılanların işlerine kavuşması, ve protestocular arasındaki baskıyı sona erdirmek için özgürlük mücadelemiz sürecek...”


14

ULUSLARARASI

Avrupa’da kurtlar savaşı Yusuf Barman, 30 Nisan Dört yıldan beri derin ekonomik krizin içinden çıkamayan Avrupa Birliği’nde, “istikrar” yanlısı Ricardocular (Merkel-Sarkozy) ile “büyümeci” Keynesçiler (Monti-Hollande) arasında sıkı bir mücadele sürüyor. Sosyalistlerin dikkatle izlemeleri ve olası sonuçlarını kestirebilmeleri gereken bir çatışma bu! Dört yıldan beri derin ekonomik krizin içinden çıkamayan Avrupa Birliği’nde, “istikrar” yanlısı Ricardocular (Merkel-Sarkozy) ile “büyümeci” Keynesçiler (Monti-Hollande) arasında sıkı bir mücadele sürüyor. Sosyalistlerin dikkatle izlemeleri ve olası sonuçlarını kestirebilmeleri gereken bir çatışma bu. İstikrarcılar, “piyasalara” (yani uluslararası spekülatörlere) güven verebilmenin yegane yolunun bütçe dengesi olduğunu, bu nedenle tüm kamu harcamalarında kısıntılara gidilmesini, ekonomik büyümenin ve yeni iş alanlarının açılmasının ancak bundan sonra gelebileceğini savunuyorlar. Almanya başbakanı Merkel’in önderliğindeki bu kesim şu anda AB içinde egemen durumda ve kemer sıkma politikalarını tüm Birlik ülkelerine dayatıyor. Büyümeciler ise, ekonominin yeniden canlandırılabilmesinin ve işsizliğin azaltılabilmesinin formülünün, kamu yatırımlarının hızlandırılması olduğunu savunuyorlar. Pekiyi, bu yatırımlar için parayı nereden bulacaklar? Diyorlar ki: mali piyasalara işlem vergisi koyalım ve dış borçlanmadan (yani kamu açıklarından) bu denli kaçınmayalım. Merkelci kemer sıkma politikalarına karşı bu isyanın altında elbette Avrupa emekçilerinin kamu hizmetlerindeki kesintilere ve dayanılmaz hale gelen işsizliğe (İspanya’da %25) karşı tepkileri yatıyor. Yunanistan, Portekiz, İrlanda tahrip olan ülkelerin başında geliyor. İspanya ve İtalya aynı durumun eşiğinde. Hollanda ve Romanya’da istikrarcı hükümetler istifa etmek zorunda kalıyorlar. İngiltere ve Almanya ekonomileri de gerileme sürecinde. Bütün ülkelerde politik kutuplaşma derinleşiyor, toplumsal mücadeleler hükümetlerin denetiminden çıkmaya başlıyor. Avrupa burjuvazisi yakın bir gelecekte durumun AB’nin, Avronun, burjuva hükümetlerinin hepsinin temellerini sarsabilecek bir şiddet kazanmasından ürküyor, dolayısıyla da krizi olmasa bile onun kitleler nezdindeki sonuçlarını “hafifletici” çözümler arıyor. Ama çatışmayı salt ekonomistler arasındaki bir ideolojik çekişme olarak

emekçilerden toplayarak) kapitalist imanı yerinde burjuva müminler gibi ödenmeye devam etmekten vazgeçmiyorlar; herhangi bir ekonomik planlama vaat etmiyorlar; özelleştirmelerin durdurulacağından, özelleştirilmiş kamu yatırımlarının yeniden devletleştirilmesinden söz etmiyorlar; ve tabii ki ekonomi üzerinde bir işçi-emekçi denetiminden şiddetle kaçınıyorlar. Dolayısıyla bu “Sol” partilerin içi boş vaatlerine karşı işçi sınıfını ve emekçi yığınları uyarmalıyız.

görmemeliyiz, zira ardında Avrupa’daki mali sermaye ile sanayiciler arasında gelişmekte olan bir anlaşamazlık da var. Merkel’in “bütçe disiplini” politikasını AB’ye dayatabilme gücü, Alman bankalarının egemen konumundan kaynaklanıyor ve böylece Alman başbakan Avrupa Merkez Bankası’nı istediği gibi yönlendirebiliyor. Alman bankaları (mali sermaye), ellerinde bulundurdukları diğer ülke dış borç tahvillerinin ilgili devletlerce (Yunanistan, Portekiz, İtalya, İspanya, vb) faizleriyle birlikte eksiksiz ve zamanında ödenmesini istiyorlar ve dolayısıyla da borçlu hükümetleri kamu kesintileri yapmaya, refah devletini ilga etmeye, emekçi kitleleri ağır yoksulluğa sürükleyen “reformlar” uygulamaya zorluyorlar (daha doğrusu, kendileri de finans kapital temsilcisi olan bu hükümetlerle işbirliğine giriyorlar). Bu reformların sonucu ortada: AB’nin “çevre” ülkelerinde üretici güçler müthiş bir tahribat yaşamakta.

ketlerinin uluslararası spekülasyon işlemlerinin vergilendirilmesi; ve yüksek gelirler üzerindeki vergilerin artırılması gibi önerilerde bulunuyor. Fransa’da Sarkozy’i devirmek üzere olan Sosyalist lider Hollande’ın programında da benzer öneriler yer alıyor Burjuva sektörler arasındaki bu anlaşmazlık henüz Avrupa burjuvazisinin genel krizine yol açmış düzeyde değil; şimdi herkes iki politikayı (kemer sıkma ve teşvik) birleştirici formüller arıyor. Ama devrimci sosyalistler olarak bu gelişmeyi yakından izlemeliyiz, zira sınıf mücadelesinde yeni sonuçlara neden olabilir. Birincisi, bugüne değin neoliberal politikaların başını çekmiş olan burjuva nitelikli sosyalist partiler (Fransa SP’si, Alman SPD’si, İspanyol

Unutmamak gerekir ki, AB hükümetlerinin bugüne değin yürürlüğe koydukları “iş reformları” Avrupa proletaryasını müthiş derecede Ama bu durum bir sonuç daha yaratıyor: bu ülkelerde üretim ve zayıflatmış ve ucuz emek tüketim geriledikçe, Alman ekonomigücü açısından Türkiye ile sinin ihracat kapasitesi de zayıflıyor. rekabet edecek bir düzeye Almanya ulusal gelirinin %55’i ihrageriletmiş durumdadır. Docata dayanıyor ve ülke tüm ihracatılayısıyla AKP hükümeti, bu nın %60’ını AB ülkelerine yapıyor. durumu Türk burjuvazisi leDolayısıyla Avrupa ülkelerindeki hine dengeleyebilmek adına ekonomik daralma, doğrudan Alman işçi sınıfına ve onun örgütsanayisine gerileme olarak yansıyor. Bu nedenle Alman sanayicileri Nisan lerine yönelik yeni bir saldırı kampanyası başlatabilir başlarında Merkel’e yolladıkları bir mektupta, AB ülkeleri üzerindeki mali basıncın azaltılması ve ekonomik büyüme doğrultusunda yeni politikaların geliştirilmesini istediler. Bu kesimin temsilcilerinden, Avrupa Parlamentosu başkanı Martin Schulz (Alman Sosyal Demokrat Partisi üyesi), büyümeye yardımcı kaynakların yaratılması için Avrupa Merkez Bankası’nın ilgili ülke bankalarına kredi açması; çokuluslu bankalar, yatırım fonları ve sigorta şir-

PSOE’si, vs) ve sendikalar (başta Avrupa Sendikaları Konfederasyonu olmak üzere) şimdi işsizliği kısmen azaltacak kamu yatırımları politikalarını savunarak kitlelerin nezdinde yitirdikleri desteği yeniden kazanmak istiyorlar, ama neoliberal programlarını değiştirmiş değiller. Ülkelerinin uluslararası bankalara olan borçlarını (elbette

İkincisi, ikincil derecedeki AB ülkelerinde kamu yatırımlarıyla sanayi üretiminin kısmen canlandırılmasının Türkiye ekonomisi üzerinde bazı kaçınılmaz sonuçları olacaktır. Örneğin, AKP hükümetinin ekonomik büyüme politikalarında (ve bütçe dengelemesinde) çok ihtiyaç duyduğu dış sermayenin bir bölümü Avrupa’ya kayabilecektir. Unutmamak gerekir ki, AB hükümetlerinin bugüne değin yürürlüğe koydukları “iş reformları” Avrupa proletaryasını müthiş derecede zayıflatmış ve ucuz emek gücü açısından Türkiye ile rekabet edecek bir düzeye geriletmiş durumdadır. Dolayısıyla AKP hükümeti, bu durumu Türk burjuvazisi lehine dengeleyebilmek adına işçi sınıfına ve onun örgütlerine yönelik yeni bir saldırı kampanyası başlatabilir. Öte yandan, çeşitli ikincil derece Avrupa ülkelerindeki sanayinin tahrip olmasından Türk burjuvazisi epey yararlanmış, gerek Alman sanayisine taşeronluk hizmetlerinden, gerekse de AB ülkelerine yönelik ihracatından oldukça kazançlı çıkmıştı. Şimdi Avrupa’da başlayabilecek olan yeni bir kamu sanayi yatırımları dalgası, Türkiye’nin bu avantajlı konumunu zedeleyebilecek ve ihracat gelirlerinde düşüşlere neden olabilecektir. Bunun sonuçları Türkiye emekçi yığınları açısından tehlikeler taşımakta: işsizliğin yaygınlaşması, yeni sosyal kesintiler, maceracı milliyetçi iç ve dış politikalar, kitleler üzerinde yeni politik ve sendikal baskılar, giderek daha da otoriterleşen hükümetler... Bu analiz ve tartışmaları derinleştirmemiz, kitlelere krize çözümün parlamento ve şirket bürolarında değil sokakta ve işyerlerindeki mücadelelerde ve elbette mücadelelerin birleştirilmesinde olduğunu anlatmaya devam etmemiz ve devrimci parti inşası çalışmalarımızı ulusal ve uluslararası düzeylerde hızlandırmamız gerekiyor.


ULUSLARARASI

15

Hatay: Suriyeli muhalif aktivistler Saib ve İsa ile görüşme İC - Haber Hatay, 18 Nisan İşçi Cephesi olarak 14-15 Nisan tarihlerinde Hatay’da Suriyeli aktivistlerle görüştük ve Reyhanlı’daki Bohşin mülteci kampını ziyaret ettik. Aşağıdaki röportaj, Suriye devrimine aktif olarak katılan ve daha sonra devlet terörü nedeniyle ülkeden kaçmak zorunda kalan Muhammed İsa ve Cemil Saib’le Hatay’da gerçekleştirildi. Muhammed İsa avukat, devrim başlamadan evvel Şam’ın Duma beldesinde yaşıyor. Cemil Saib Cisr el Şuğur kentinden, ekonomi öğrencisi ve devrim başladığı sırada bir restoranda çalışıyor. Her ikisi de Suriye Ulusal Konseyi’nin kuruluş sürecine katılıyorlar fakat, Konsey’in Esad’ın devrilmesinden ziyade Esad sonrası dönemde iktidardan nasıl pay kapabileceğine odaklandığı gerekçesiyle, Konsey’den ayrılıyorlar. Şu anda Hatay’da, mülteci kamplarına ve Suriye’ye insani yardım ulaştırılması için faaliyet yürütüyorlar. Söyleşinin tamamına internet sitemizden ulaşabilirsiniz. İC: Öncelikle bize devrime katılış sürecinizi ve daha sonra yaşadıklarınızı aktarır mısınız? Muhammad İsa: Tunus’ta devrimin başarıya ulaşmasının ardından Ocak ayında facebook’ta, aynı mücadelenin Suriye’de de verilmesi için tartışmalara başladık. Şubat ayından itibaren her gece sokaklara çıkmaya başladık. Mart ayının başında Başbakanlık binasının önünde bir gösteri yapmaya karar verdik. Binanın önünde bildiri dağıttık. Çok geçmeden tutuklandım. Hapishanede işkenceye maruz kaldık. Mart ayının sonunda Beşşar tutukluların serbest bırakılacağını ilan etti. Beni de serbest bıraktılar. Fakat hapishaneden çıkar çıkmaz bizi bir arabaya tıktılar ve başka bir hapishaneye götürdüler. Yeniden tutuklanmış olduğumuzu söylediler ve aynı süreç yine başladı. 30 Nisan’da serbest bırakıldık. Serbest bırakıldığımda Duma’da yüz binden fazla insanın katıldığı gösteriler düzenleniyordu. Benim gibi Dumalıları serbest bırakmalarının nedenlerinden biri de gösterilerin sonlanmasını sağlamaktı. 2 hafta kadar Duma’da ailemle birlikte kaldım. Bu süreçte başka aktivistler benimle görüşmeye geldiler ve ben içerideyken eylemlerin başka yerlere de sıçradığını haber verdiler. Mücadeleye aktif bir şekilde katılmaya devam ettim. Gerçekleştirdiğimiz eylemleri kaydedip internette yayınlıyordum ve El-Cezire, El-Arabbiye gibi kanallara gönderiyordum.

Mayıs ayında, üst düzey bir güvenlik şefinden, benimle görüşmek istediğine dair bir mektup geldi. Bunun ardından ailemin yanından ayrıldım, daha dikkatli davranmaya ve kontrol noktalarına takılmamaya çalıştım. 5 Temmuz’da ailemin evine baskın düzenlediler. Yerimi söylemeleri için ailemi tehdit ettiler. Bunun ardından ülkeden kaçmam gerektiğine karar verdik. Sınırdaki kontrol noktalarında ismimin olup olmadığını kontrol ettirdim ve sonrasında Ürdün’e geçtim. Oradaki aktivistlerle de ilişkim vardı. Ürdün’den Mısır’a geçtim. Mısır’da uluslararası medyaya Suriye’deki süreci aktaran demeçler verdim. Mısır’a geçtikten on gün sonra, Türkiye’deki muhalefet beni arayarak İstanbul’daki görüşmelere katılmamı istedi. Böylece İstanbul’a geldim. İstanbul’daki görüşmelerin çıkmaza girmesiyle Hatay’a geçtim ve şu anda Hatay’da mültecilere insani yardım ulaştırmak için çalışıyorum. Cemil Saib: Devrim başlamadan önce de rejimden rahatsızdım ve muhaliftim fakat Muhammed gibi, herhangi bir politik gruba mensup değildim. Örneğin 2000 yılında Beşşar iktidara gelirken, onun iktidara gelişinin anayasaya aykırı olduğunu alenen tartıştığım için, hapse atılmıştım. Devrim sürecindeyse, biz de Tunus’taki devrimden etkilendik ve bir şeyler yapmak gerektiği düşüncesiyle Cisr el Şuğur’da biraraya gelmeye başladık. Daha sonra sokak gösterilerine başladık. 10 Mart’ta güvenlik birimleri çalıştığım dükkana baskın düzenledi. Bunun ardından şehirden kaçtım ve kasaba kasaba kaçak bir şekilde dolaştım. Bu süreçte de gösterilere aktif destek verdim. Haziran ayında Özgür Suriye Ordusu’nun kurulması ve Cizr el-Şuhur’daki çatışma bahane edilerek, ülkenin kuzeyi ordu tarafından abluka altına alındı. Temmuz ayı başında Türkiye’ye kaçtım. Türkiye’ye gelip de mülteci statüsü alabilen son kişilerden biriyim. Çünkü Türkiye 15 Temmuz’dan itibaren gelenlere, bu hakkı tanımayı reddetti ve şu anda kamplardaki sığınmacılar “misafir” adı altında statüsüz bir konumda tutuluyorlar. Türkiye’ye geldiğimde, ben de muhalefetin İstanbul’daki toplantılarına davet edildim. Muhammed’le de orada tanıştım. İC: Kamplardaki durumdan bahseder misiniz?

Muhammed: Kamplardaki temel sorun, buraya gelen Suriyelilerin hukuki statülerinin olmaması ve dolayısıyla herhangi bir yasal haklarının olmaması. Türkiye hükümetinin sığınmacılara hukuki statülerini derhal tanımasını istiyoruz. Hükümet şu anda, sığınmacıların Kilis’e nakledildiğinde bu haklarının tanınacağını söylüyor. Fakat bundan şüpheliyiz çünkü eğer sığınmacılar mülteci statüsü edinirlerse, üçüncü bir ülkeye gitme, kamplardan ayrılma (şu anda kamptakilerin Türkiye’de kampların dışında yaşamalarına izin verilmiyor) ve iş bulma gibi hakları olacak. Bu durumda, Türkiye uluslararası arenada bir koz olarak kullandığı “sığınmacılar kartı”nı kaybedilir. İC: Suriye muhalefeti hakkında ne düşünüyorsunuz? Muhammed: Suriye’de eylemler başladığında herhangi bir politik grubun etkinliği yoktu. Halk kendiliğinden sokağa çıkıyor, özgürlük ve demokrasi talebinde bulunuyordu. Zaman geçtikçe politik partiler etkinleşmeye başladılar. Örneğin Müslüman Kardeşler devrim başladığında eylemlere oldukça mesafeliydi. Devrim başladıktan üç ay sonra eylemlere katılmaya başladılar. Türkiye ve uluslararası güçler, devrimin başlamasının ardından Müslüman Kardeşlere aktif destek verdiler. Türkiye Müslüman Kardeşlerin Suriye’de güçlü bir tabanı olduğunu zannediyor ve Esad’ın devrilmesiyle Müslüman Kardeşlerin iktidarı ele alacağını öngörüyordu. Bu şekilde, Sünnilik bağlamı üzerinden de Suriye’de etkin bir rol oynayacağını hesaplıyordu. Uluslararası güçler ise, Müslüman Kardeşlerin, radikal İslamcıların güçlenmesini engelleyeceği gerekçesiyle, Müslüman Kardeşleri ön plana çıkarıyorlardı. Fakat, Müslüman Kardeşlerin devrim başladığı sırada Suriye’de hiçbir etkisi yoktu ve başlangıçta devrime destek de vermiyordu. Müslüman Kardeşler uluslararası destek bulması ve devrim sürecinin çıkmaza girmesiyle Suriye’de güçlenmeye başladı. Müslüman Kardeşler, Esad’ın derhal yıkılmasından ziyade, devrimin bu şekilde sürüncemede kalmasından yana. Çünkü bu sayede halk içerisinde desteğinin artacağını ve Esad’ın düşmesiyle de iktidarı kendisinin ele geçirebileceğini umuyor. Öte yandan, Türkiye hükümeti tarafından mülteci kamplarında Müslüman Kardeşlere alan açıldı ve

Müslüman Kardeşlerin kamplarda politik tekelini kurması hedeflendi. Bu sebepten ötürü kamplarda birçok protesto gerçekleşti. Suriye Ulusal Konseyi’ne gelirsek; Konsey’in liderliği Burhan Galyun’da görünmesine rağmen, Konsey’in ipleri gerçekte Müslüman Kardeşlerin elinde. Bizler Suriye Ulusal Konseyi’nin kuruluşunda yer almamıza rağmen daha sonra Konsey’den ayrıldık çünkü Konsey rejimin devrilmesine odaklanmıyor. Bunun yerine, Esad sonrası dönemde iktidardan nasıl pay kapabilecekleriyle meşguller. Özellikle Konsey’in basının karşısında farklı, içeride farklı tutumlar almasını, masa altında dönen oyunları gördüğümüzde Konsey’den iyice soğuduk. Ve diyebiliriz ki, eğer Heyet-al Tensik, Müslüman Kardeşler veya Suriye Ulusal Konseyi olmasaydı, devrimimiz çok daha güçlü olurdu çünkü devrime asıl darbeyi muhalefetin sürüncemeli tutumu vuruyor. Rejimin şiddeti daha fazla insanın, daha büyük bir motivasyonla devrime katılmasına neden olurken, muhalefetin belirsiz tavrı insanları demoralize ediyor. İC: Annan Planı ve devrimin mevcut durumu hakkında ne düşünüyorsunuz? Muhammed: Bizler rejimin barışçıl temelde, kitlesel eylemlerle devam etmesini istiyoruz. Fakat bunun için Beşşar’ın tanklarını ve keskin nişancılarını şehirlerden çekmesi gerekiyor. Fakat Beşşar bunu yaparsa devrimin önüne geçemeyeceğini ve yıkılacağını biliyor. Annan Planı’nı ise desteklemiyoruz çünkü Esad yıkılmadan ve cezalandırılmadan devrimin başarıya ulaşması mümkün değil. Esad, Plan’da öngörüldüğü gibi tanklarını sokaktan çekmiş değil. Öte yandan, bunu yaparsa kitlesel protestoların yeniden başlayacağını biliyor ve buna izin vermesi söz konusu değil. İC: Türkiye hükümetinden veya kitle örgütlerinden herhangi bir yardım talebiniz var mı? Muhammed: Türkiye hükümeti, Kızılay ve İHH mültecilere insani yardımda bulunuyor. Öte yandan gazeteciler bize, Türkiye hükümeti Suriyeli muhaliflere silah yardımında bulunup bulunmadığını soruyor. Böyle bir şey asla olmadı. Biz birçok kere, burada ordudan ayrılmış askerlerin bulunduğu kampı ziyaret ettik. Hükümet zamanında böyle bir söz verdi ama bu asla hayata geçmedi.


Suriye halkıyla uluslararası dayanışma çağrısı Suriye’de Esad diktatörlüğü katliamlarına devam eder ve emperyalizm ve Birleşmiş Milletler “barış planı” adı altında Esad’ın devrimi ezmesine arka çıkarken, Tunus’un Regueb kentinden Suriye halkıyla uluslararası dayanışma çağrısı yapıldı. 28 Nisan’da Regueb’de Suriye devrimiyle dayanışma amaçlı Uluslararası bir toplantı düzenlendi. Tunus Genel İşçileri Sendikası (UGTT) yerel liderlerinin, çeşitli yerel örgütlenmelerin ve partilerin yanı sıra, İspanya’dan Enternasyonalist Mücadele (LI) ve İşçilerin Uluslararası Birliği – Dördüncü Enternasyonal (UITCI) örgütlerinin temsilcileri de toplantıda hazır bulundu.

S

uriye diktatörü, kahramanca direnmeyi sürdüren halkı katletmeye çabalamakta. Hama şehri yeniden şehitler verilmesine yol açan bir bombardımanın hedefi oldu, ancak direniş sürmekte. Tunus, Mısır ve Libya diktatörleri daha yakın zamanda direnen halklar tarafından devrildi. Avrupa Birliği’nin emperyalist devletleri ile ABD ve onların müttefikleri alaşağı edilen diktatörleri sürekli desteklemişlerdi. Bugün de Suriye diktatörü Beşar Esad’a zaman kazandırmaktan başka bir anlama gelmeyen “barış planı” adı altında diktatörleri desteklemeye devam ediyorlar.

Toplantı sürecinde, bombardımanın devam ettiği Hama kentinden bir direnişçi ile, Skype vasıtasıyla bir görüşme gerçekleştirildi. Direnişçi, Hama’daki son durum hakkında bilgi verirken, (yan tarafta yer alan) uluslararası çağrı metni üzerinde mutabık kalındı. Regueb’deki toplantının ardından, LI ve UIT-CI delegasyonu Tunus’un başkentinde, UGTT tarafından düzenlenen ve 30 binden fazla kişinin katıldığı 1 Mayıs mitingine dahil oldu. 1 Mayıs’ta Tunuslu kitlelerin öne çıkan sloganı, “İkinci bir devrim için, ileri!” olurken, delegasyon, “Tunus ve Suriye’de, devrim devam ediyor”, pankartı taşıdılar.

her türlü dayanışmayı örgütlemeye çağırıyoruz.

• Tunus Genel İşçi Sendikası (UGTT) (Regueb, Tunus) • Devrim Şehidi ve Aileleriyle Dayanışma Derneği (Regueb, Tunus) • Diplomalı İşsziler Birliği (Regueb, Tunus) • Kültürel Diyalog TopluDeklarasyon ve imzalar luğu (Regueb, Tunus ) • Halk Hareketi ( Regueb, Tunus ) • Baas Partisi (Regueb, Tunus) • Eva’nın Sesi Topluluğu (Regueb, Tunus) • Şehrin Kültür Işıkları Topluluğu (Regueb, Tunus) • İşçilerin Uluslararası Birliği – Dördüncü EnternasyoTunus başkentindeki 1 Mayıs gösterisinden Biz emperyalizmin nal (UIT-CI) Suriye’ye politik ya da askeri • Enternasyonalist Mücaiçin mücadele eden tüm halkların her türlü müdahalesinin karşısında- olacaktır. dele (İspanya) yız. Yalnızca dünya halkları Suriye • İşçi Cephesi Bizler, tüm işçileri ve halkları, halkının gerçek destekçileridir, ki • Filistin Bağımsız İşçi Komiteleri Suriye devrimini desteklemek için zafer Filistin halkı gibi özgürlükleri dünya çapında seferber olmaya ve 28 Nisan 2012

www.iscicephesi.net Aylık Siyasi İşçi Gazetesi (Aylık Yerel Süreli Yayın) • Sahibi ve yazı işleri müdürü Atakan Çiftçi (Enternasyonal Yayıncılık) • Yönetim yeri Şehit Muhtar Mah. Süslü Saksı Sok. No: 19/6 Beyoğlu - İstanbul • 1 yıllık abonelik Yurtiçi: 25 TL • Yurtdışı: 25 € Baskı Estet Ajans Matbaacılık, Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı - İstanbul • Fiyatı 2 TL • Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.