Ic41

Page 1

Avrupa sola mı yöneliyor? Geçen ay Avrupa Birliği (AB) içinde sürmekte olan “Kurtlar Savaşı”ndan, istikrarcılar (Merkel) ile büyümeciler (Hollande) arasındaki çekişmeden söz etmiştik. Ama AB içinde buna koşut süregiden ve devrimci Marksistler olarak çok dikkatle izleyip müdahale etmemiz gereken bir süreç daha var: Hükümetler değişiyor. Burjuva demokrasisinde seçim- ler sınıf mücadelesinin bire...

»4

Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 41 • Haziran 2012 • Fiyatı: 2 TL

Bedaş direnişindeki işçilerle röportaj

»2

Mısır’da başkanlık seçimlerinin

» 13

ilk turu gerçekleşti

23 Mayıs ve 29 Mayıs’ta mücadele etmekten korkmadık!

Sıra mücadeleleri birleştirmekte!

»8

Grev yasaklarına ve işten atmalara karşı

birleşik mücadeleye! da, 3 çocukta da, grev yasağında da hemfikirler. Dindar ve aynı zamanda itaatkar gençlik istiyor Türkiye burjuvazisi… Artan nüfusla ücretlerin düşmesi, yedek işgücünün büyümesi, yani maliyet kalemlerinin azalması da onların isteği. Ve grev yasaklarıyla örgütlü mücadelemizi etkisizleştirmek de onların hayali… Oysa grevsiz bir sendika dernekten öte nedir ki...

Daha 2010’daki Anayasa referandumunda sendikal özgürlükler sözü veren hükümet, bugün yasakları bir bir gündeme getiriyor. Liberal hayaller sınıf mücadelesinin duvarına çarpıyor, burjuvazinin korkuları bir kez daha ortaya çıkıyor. Referandumda “evet” çıkarsa, AKP emekçilere saldırı Türkiye’de de patronlar sınıfının du- programını onaylatmış olacak demişti rumu farklı değil. Onlar da Suriye’den İşçi Cephesi. Demokratikleşmek bir Yunanistan’a emekçilerin yükselen yana, yeni neoliberal saldırılar ortaya öfkesinden korkuyorlar. Bir an önce çıkacak demiştik. Bugün bu gerçekle komşularının yangını söndürmesini yüzleşiyoruz. O gün birlik olamadık umut ediyorlar. Türkiye burjuvazisandıkta ama bugün sokakta birlik si, AKP hükümetinin karşıdevrimci olmamız gerekiyor. saldırı programını destekliyor. DinEvet patronlar sınıfı ve onun hüdar gençlikte de, kürtaj yasağında kümeti, muhalefeti anlaşıyorlar bize

dönük saldırı programında. Peki ya biz emekçiler, bizim örgütlerimiz, sendikalarımız birleşecek miyiz haklarımız için?

Şimdi de hava işkolunun stratejik konumundan dolayı bu sektörde grev yasağı gündeme geldi. Bu yasaya ve kötü çalışma koşullarına karşı iş yavaşlatan 305 kardeşimiz haksız biçimde Kader değil, patronların çıkarı işten çıkarıldı. Teklif meclisten geçtiği Her gün ekonomi tıkırında yalanla- gibi apar topar Cumhurbaşkanınca rını vaaz eden hükümet, sıra işçilere, onaylandı. Bu hız bile burjuvazinin emekçilere gelince ülke batar, bölünür, bu konuda ne kadar istekli olduğunu yetimin hakkı yenir demogojileri ile gösteriyor. Peki biz kimin yanındayız? emekçi halkı kandırmaya çalışıyor. Zarar yalanlarıyla, bizleri açlığa mahAslında onlar için işler tıkırında. Ya kum edenlerin mi, hakkımızı arayan bizim için? Her gün fakirleşirken, THY işçilerinin mi? daha kötü koşullarda çalışmaya mahYeni saldırılar gündemde, sendikum oluyoruz. 2002-2011 yıllarında kal bürokrasiler hükümetin kuyruiş kazalarında 10 bin 804 arkadaşımığunda zın hayatını kaybetmesi, 14 bin 665 kardeşimizin sakat kalması bir tesadüf Grev yasağı yeni saldırıların haberolmasa gerek. “Dindar” hükümeticisidir. Grev yasakları tüm sektörleri miz bunu da bir kader tecellisi olarak kapsayabilir. Ekonomiye zarar gerekdeğerlendirecektir. Ya biz? çesiyle tüm grevler yasaklanabilir. Bu işçi sınıfının örgütsüzleştirilmesinin Grevsiz toplu sözleşmeye karşı bir yöntemidir. Çok yakında kıdem mücadele eden kamu emekçilerinin talepleri, yeni torba yasayla Kamu Gö- tazminatının kaldırılması, emeklilik yaşının artırılması, cumartesinin resmi revlileri Hakem Kurulu’nun insafına bırakıldı. Kamu emekçileri sendikaları çalışma günü halini alması, yıllık izinlerin bir dernek konumuna düşürüldü. kısaltılması vb. gibi

»2

Homeless, Jason Franson

Dünya yangın yeri, patronlar sınıfı güçlü görünse de korkuyor. Korkularında da haksız değiller, çünkü işçi sınıfı uyanıyor. Çünkü ürettikçe fakirleşen, ürettikçe köleleşenler “artık yeter” diyor. Diktatörler devriliyor, hükümetler düşüyor... Korku arttıkça burjuva hükümetlerin saldırıları da artıyor. Bir yandan düşen kârlarını korumak için, sosyal haklarımızı ortadan kaldırmaya dönük yasal düzenlemeleri, yangından mal kaçırırcasına onaylıyorlar. Diğer yandan da sömürü çarkları daha iyi işlesin diye, bizleri örgütsüz bireyler haline getirmenin yollarını arıyorlar. Yani “biz” olmamızı, “bir” olmamızı, birleşik bir sınıf olmamızı engellemeye çalışıyorlar.


2

EMEK GÜNCESİ

Birleşik mücadeleye! Kapak sayfasından devam çok sayıda yeni düzenleme gündeme gelecek. Hükümet sendikal bürokrasiden de yararlanarak saldırılarına devam edecek. Peki biz işçiler buna suskun mu kalacağız? Atılan Türk Hava Yolları işçilerinin etrafında öremediğimiz dayanışma ağının, yarın bizlerin başına geleceklerin sebebi olacağının farkında mıyız? Hükümete karşı böylesine bir eylem girişen kardeşlerimizi yalnız bırakmak, hem sendikaların hem diğer sınıf örgütlerinin büyük bir eksikliği değil midir? Türk-İş bürokrasisine muhalefet eden Sendikal Güç Birliği Platformu, grevsiz sendika hakkına karşı yıllarca mücadele eden KESK, hükümete her ortamda muhalefet eden DİSK, tam gün yasasına karşı direnen Tabipler Odası, Eczacılar Birliği, hakları için mücadele eden Oyuncular sendikası, özelleştirme mağduru SEKA işçileri, Erdemir işçileri, Tüpraş işçileri, 4C mağduru Tekel işçileri, Emekli-Sen, sendikalaşan UPS işçileri, TOGO ayakkabı işçileri, BEDAŞ işçileri, belediye işçileri, demiryolu işçileri, denizyolu işçileri, mücadele bugün değilse ne zaman? Bugün tam da grev yasaklarına, hak gasplarına ve işten atmalara karşı birleşik mücadele günü değil mi? Öyleyse birleşik bir mücadele için tüm işçiler ve sınıf güçleri bir adım öne... Grev yasaklarına son! Sendikalaşmanın önündeki engeller kaldırılsın! İşten çıkarmalar yasaklansın, atılan işçiler geri alınsın!

İşçi Cephesi, 9 Haziran

Ne savunuyoruz? Neyi hedefliyoruz? İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Türkiye’de devrimci bir işçi partisinin inşası için mücadele ediyoruz. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş veriyoruz. Sermayenin baskı ve şiddet rejimine karşı mücadele ediyoruz ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.

Bedaş direnişindeki işçilerle röportaj Haklarını aradıkları için işten atılan ve direnişe geçen Bedaş (Boğaziçi Elektrik Dağıtım Anonim Şirketi) işçileriyle geçen ay yaptığımız söyleşiyi yayınlıyoruz. Kısalttığımız söyleşinin tamamına iscicephesi.net adresinden ulaşabilirsiniz İC - Söyleşi, Haziran 2012 İC: Öncelikle adınızı, hangi bölgede ve ne kadardır çalıştığınızı öğrenebilir miyiz? Ömer: Ömer Yazıcı, Çağlayan sayaç okuma işindeyim. Farklı farklı taşeronlarda çalıştım, şu an 2 yıldır bu taşeronda çalışıyorum.

normalde 15’inde mi veriliyor? 25’inde verildi, 30’unda hatta diğer ayın 4’ünü bulduğu da oldu. Şu an 55 günlük bir hakkımız vardı. Temel nedenlerimiz buydu. İC: Peki işten nasıl atıldınız?

Ömer: İş Kanunu’nun 34. Arif: Arif İnan Başgedik, maddesi var. Yani işçi eğer güGaziosmanpaşa bölgesinde sayaç nünde maaşını almazsa çalışmaokuma elemanıyım. 2006’dan ma diye bir hakkı var. Biz onu bu yana bu işi yapıyorum. Ben okuduk, sendika onu okudu. de üç dört taşeron firmayla Böyle bir hakkımız var, bunları çalıştım. En son Ömer Abinin kullanalım dedik. Bunlar kendi dediği gibi bizi kapı dışarı eden burjuva yasaları. Bu hakkı uybu firmayla çalıştık. guladık, 2 gün sonra bize SMS (kısa mesaj) yoluyla iş haddiniz İC: İşten atılma süreciniz feshedildi denildi. Halbuki biz nasıl başladı? o iki günlük süreçte de hep Ömer: Birincisi biz dünyalaişyerindeydik. İmzamızı attık, rı istemiyoruz, onların malını işyerlerinde bekledik. Maaşımızı mülkünü de istemiyoruz. Sadece verin, biz işe çıkacağız dedik. Bedaş’la taşeron firmanın yapVermiyoruz, 25’inde veriyoruz tıkları sözleşmelere uymalarını dedi patron. İşinize çıkın, biz istiyoruz. Nedir bu anlaşma? sendikayı muhatap almıyoruz Bir bölgede 50 kişi çalıştırılması dedi. Sendikalardan istifa edin, gerekirken 40 kişi çalıştırılıyor, gelin işbaşı yapın dedi. Bedaş buna göz yumuyor. 10 İC: Peki sizce maaşlarınız kişinin yükünü diğer insanlara maddi sıkıntıdan ötürü mü yüklüyorlar. Oradan gelen artı ödenmiyordu, yoksa üzerinizmaaşlar nereye gidiyor, onu da de baskı kurmak için mi? bilmiyoruz. Arif: Taşeron sistemini az çok İkincisi eksik maaş. Normalde herkes bilir. Taşeron firma az yaptıkları sözleşmeye göre bekâr işçiyle ne kadar çok kâr yapabibir işçinin alması gereken maaş lirim mantığıyla çalışır. Bizim 1.290TL. Bunu hiçbir zaman almadık, ne evlisi ne çolu çocu- firma için özellikle böyle. Aslınğu olan aldı. Hep bir kesinti var. da bu son eylemdeki asıl sebep buydu ama temel sebep taşeNedeni ne? Sudan bahanelerle, ronun ortadan kaldırılmasıdır. işte sen yanlış okudun, hatalı Çünkü taşeron emekçinin hakfaturaları kesinti olarak bize kını sürekli açıklamasız biçimde yüklüyorlar. Bina kapalı oluyor, açtıramıyoruz. Abone daha gasp etmektedir. Özellikle bize sonra arıyor bize fatura gelmedi SMS yoluyla iş akitlerimizin feshedildiğini bildiren Mardiye, tekrar bize dönüyorlar “sen burayı okumamışsın” deyip saş-Çıra şirketi, son bir buçuk sene içerisinde açıklamasız bir kesinti yapıyorlar. Her ay 50, şekilde her ay olmak üzere 8 100 çeşit çeşit kesintilerle karay boyunca sürekli çalışanlarışılaşıyoruz. Şu kesinti bundannın paralarını gasp etmektedir. dır açıklaması da yok, paranın nereye gittiği belli değil. Bu ama Zaten biz bunu sorduğumuzda da bize sokak gösteriliyordu. yıllardır sürüyor. Daha öncesinde sendika yoktu, Üçüncüsü ve en temel sorun direkt işten atılıyorduk. Şimdi da, maaşlarımız hiçbir zaman sendikanın da gücünü arkamıza zamanında verilmedi. Diyelim alarak bunların hesabını sormak

istiyoruz. Bir şekilde hesabını soracağız elbette. Bu aylarca da sürse bizler buradayız. Son adam işe alınana kadar da burada olacağız, vazgeçmeyeceğiz. Paralarımız kesildi, izinlerimiz verilmedi, sürekli içeride paralarımız tutuluyor. Buna da bir dur demenin zamanı gelmişti. İC: Kaç gündür direniştesiniz? Ömer: Bugün 16. gün. İC: İstanbul dışında EnerjiSen’e bağlı nerelerde direniş var? Ömer: Adana’da. İC: Kaç gündür devam ediyor? Ömer: 90 gündür. İC: Çadırınız hep açık mı? Ömer: 24 saat açık. İC: Direnişteki temel talepleriniz neler? Arif: Birincisi güvenceli bir gelecek istiyoruz. Güvenli iş istiyoruz. Şimdiye kadarki süreç şöyleydi. İki senede bir firmaların ihaleye girmesiyle biz hep kapı dışarı ya da rica minnet çalışan insanlardık. Biz artık böyle olmasını istemiyoruz. Bizler asıl işverenin işçisi olmak istiyoruz. Bir sözleşme yapılacaksa uzun süreli olmalı. Bir senelik olmamalı. İhale zamanı işten atılacak mıyım kaygısıyla yaşıyoruz. Bir kere bunun kalkması için güvenceli bir iş ve gelecek istiyoruz. Onun haricinde haklarımızın gasp edilmemesini istiyoruz. Alacağımız bir hak varsa eksiksiz ve zamanında almak istiyoruz. Lütuf değil, hakkımız neyse onu istiyoruz. Şu ana kadar kimseden zam da istemedik, cebinizdeki parayı getirin koyun da demiyoruz. Hakkımız olanı eksiksiz ve zamanında istiyoruz. Tabii en temelde güvenceli iş ve güvenceli gelecek istiyoruz.


EMEK GÜNCESİ

3

Hava-İş Sendikası: “İşten atılanlar işe alınana kadar mücadeleyi bırakmayacağız!” İC - Söyleşi, 1 Haziran

Havacılık sektörüne grev yasağı getiren yasa tasarısı mecliste onaylandı. Hava-İş Sendikası, yasa mecliste görüşülmeye başlanmadan Türk Hava Yolları çalışanı üyeleriyle birlikte bir eylemlilik başlatmıştı ve bu süreç halen devam etmekte. Biz de,THY deneyiminden yola çıkarak, günümüzde sınıf mücadelesi açısından kritik bir öneme sahip olan ve en ufak bir mücadelenin başka birçok alanı etkilediği havacılık sektöründeki son gelişmeleri Hava-İş Sendikası Genel Teşkilatlandırma Sekreteri Kaya Sayın ile değerlendirdik.

rin toplu iş sözleşmesi sürecinin işleyememesine dair bir beklentisi oluştu. Buna karşı biz de imza kampanyası örgütledik, yaklaşık 10 bin imza ile bunu kabul etmeyeceğimizi TBMM’ye ilettik. Daha sonra bu üst komisyondan geri çevrildi. AKP İstanbul milletvekili Metin Külünk, Çalışma Bakanlığı tarafından yasalaştırılması söz konusu olan yasanın, İçişleri Bakanlığı aracılığıyla torba yasanın içine dahil edilip, havacılık sektörüne grev yasağı getirilmesini istedi. Bunu yapabilmeleri için toplu iş sözleşmemizin engellenmesi gerekiyordu ve bize karşı verilen tekliflerle beraber greve çıkmamız kaçınılmaz oldu.

bu yasa meclise gelirse, geldiği gün eylemlere başlayacağımızı söyledik. 29 Mayıs saat 03.00’te yasanın meclise ineceğinin haberini aldık, sabaha karşı 1500 kişiyle buradaydık. O gün yaptığımız iş bırakma eylemi sonucu 305 arkadaşımız işten atıldı. Üyelerimizin henüz iş akitleri fesih olmadığı için, burada sanki işçi yokmuş gibi düşünülüyor. Ama birkaç gün içinde işten çıkartılan arkadaşlarımıza iş akitlerinin feshi posta yoluyla bildirildiğinde 305 arkadaşımızla direnişimize devam edeceğiz. Bundan sonraki süreçte de, hem işçilerimizin direnci hem de ulusal ve uluslararası dayanışma ile mücadelemizden olumlu sonuç alacağız.

sendikalar, buradan giden uçaklara, orada bağlı oldukları sendikalar aracılığıyla hizmet vermemek için çalışmaya başladılar. ITF’ye bağlı olan ABD’deki sendikalar ise, buradan giden uçakların kendi havaalanlarına inmesinin ardından, pankartlarla uçağın etrafını çevirerek, basın açıklaması yaparak protestolara başlayacaklarını bildirdiler. Bizim kamuoyuna yönelik çalışma yapmamız lazım, yasanın ve yöneticilerin bize karşı tutumunun ne anlama geldiğini, uçuş güvenliği açısından sıkıntıları da kapsayacak bir şekilde anlatabilmemiz gerekiyor. İC: Havacılık sektöründe grev Basında şu ana kadar çıkan haberyasağı uygulaması planı torba lere baktığımızdaysa, sadece fiziki yasa gündeme gelene kadar durum üzerine kurulu olduklarını önemli bir kesim tarafından Toplu iş sözleşmesi sürecinin görüyoruz. Buraya gelip eylem bilinmiyordu. Ancak tabii ki bu başlamasının ardından, birinci 60 Biz şunu söyledik, yasa meclise plan torba yasa gündeme gelme- günde uyuşmazlığı tuttuk, uyuş- inerse bunun mücadelesini sürdü- yapan insanları çekip gidiyorlar den de sizlerin takip ettiği bir mazlık sonrasında arabulucu atan- receğiz, ama bir arkadaşımız işten veya havaalanında seferler aksasüreçti. Torba yasadan önceki dı, THY arabulucu atanmasına atılırsa, o arkadaş işe alınana kadar dı, uçaklar kalkmıyor onu haber yapıyorlar. Ama süreçle ilgili bilgi süreç ve bugünkü duruma nasıl itiraz etti. Süreci uzatmak için, iti- da onun mücadelesini bırakmagelindiği hakkında bize bilgi raz etmeleri gereken mahkemeye yacağız. Bunun kararını da kurul- vermiyorlar. Halkı konu hakkında bilinçlendirmek için hiçbir haber verebilir misiniz? değil, başka bir mahkemeye itiraz larımızda aldık ve o kararımızla yapılmıyor. Dolayısıyla böyle bir etiler. Bu sürece karşı hukuk büro- burada bulunmaktayız. Kaya Sayın (K.S.): Bu süreç, eksiğimiz var, bunu da giderecemuzla beraber adım atarak, ara21. dönem toplu iş sözleşmesiyle İC: Uluslararası dayanışma te- ğiz. bulucu sürecinin devam etmesini melinde bir gelişme var mı peki? başladı, ilk defa 2007’de Teknik sağladık. Arabulucu sürecinin son İC: Grev yasağı geçti, yaklaşık A.Ş.’de metal iş koluna getirmek K.S.: Bizim bağlı olduğumuz gününde ise, arabulucuya itiraz 305 işçinin işten atıldığı söylüistediler bu yasağı... Türk Hava üst kurulumuz var, ITF (Uluslaraettiler ve farklı yerlerde yine dava yorsunuz, aktif direniş başlaYolları’nda (THY) da yetkimize rası Taşımacılık İşçileri Federasyoaçtılar. Hatta mahkemelerden yacak ama grev yasağına karşı itiraz ettiler. Ve bundan sonraki nu). ITF havacılık dairesi başkanı diğer sendikalarla beraber yapsüreçte de masaya oturduğumuzda biri dava için 5 Eylül’e gün verdi. basın açıklamamıza da gelmişti. mayı düşündüğünüz bir şey var grev oylaması yaptılar. Oylama so- Aslında mahkemenin yetkisiz bir Onun aracılığıyla ILO (Uluslamı? Önünüzde nasıl bir eylem nucunda “greve evet” çıktı. Sonuç biçimde davaya müdahil olma rarası Çalışma Örgütü) bize olan durumu vardı. Biz buna karşı programı var? olarak 21. dönem kazanımlarla desteğini açıkladı. Bu süreçte bizi yine hukuk büromuz aracılığıyla biten bir süreç oldu. K.S.: Hukuki alanda yapılacak desteklediklerini, başta Cumhurböyle bir davanın açılamayacağı22. dönemde ise yine yetkimize na dair, dava açılan mahkemeler başkanı olmak üzere parlamenter girişimlerin dışında, fiili olarak ortaya çıkacak durum önemli. THY itiraz etti, bu sefer de grev üzerinden karar aldırttık. Sürecin ve yönetici düzeyinde bu süreçle Bize destek vereceğini söyleyen oylaması yapmak istediler. Ancak devamında, arabulucu raporuilgili olan herkese ilettiler. Bildirkurumlar, kuruluşlar, dergiler, işçiler grev oylaması için yüzde melerine rağmen bu yasa çıktı. nun bize ulaşmasından sonra altı gazeteler, odalar ve sendikalar şu 20 oranında imza vermedikleri Yasanın çıkmasından sonra başta gün bekleyip yedinci günde grev an bizim çağrımızı bekliyor. Oriçin grev oylaması yapamadılar. BBC olmak üzere uluslararası kararı almamız gerekiyordu. İşte taklaştıracağımız ve bunu miting Dolayısıyla 22. dönem toplu iş medya bu süreçle yakından ilgio yedi günlük süreç başlayınca, sözleşmesi de kazanımla bitti. Hiç hükümet de alelacele, grev yasağı lendi. Avrupa basınında bu konu şekline dönüştüreceğimiz bir gün belirleyebiliriz. Tabii bunun yarakabul ettiremeyeceğimiz isteklekararını meclis gündemine getirip on gündür yer alırken, bizim tacağı etki daha büyük olacaktır. rimizi bile kabul etmek zorunda basınımızda sadece dört gündür yasalaştırmaya çalıştı. Bugün o Diğer sendikalar da ayrıca destek kaldılar. Örnek vermek gerekirse, yedi günlük sürecin 2. günü, yani yer alıyor. vereceklerini dile getirdiler, şimdi uçucuların 7 boş gününü 8 güne yasa çıkmasaydı biz 7. günde grev İC: Peki, uluslararası sendika- bunun organizasyonunu yapmaçıkarttık. Bu yaklaşık 300’e yakın kararımızı asmış olacaktık. nın destek grevi yapma olasılığı mız lazım. istihdam demektir. var mı? Tabii ki bu yasa çalışanlarımız İC: Biz de İşçi Cephesi olarak 23. döneme geldiğimizde yine tarafından kabul edilir bir şey K.S.: Bu süreç sadece üst düzey bu mücadelede elimizden geldiyetkimize itiraz ettiler, hukuksal değildi. Yaklaşık dört bin çalışanı- yetkililere mektup yazmakla bitğince yanınızda olacağız. Bize olarak 14. dönem olarak masaya mızın katılımıyla yaptığımız basın medi. Mücadelemizi 152 ülkede vakit ayırdığınız için teşekkür oturdular. Hükümetin yüzde 40 açıklamasıyla, bu yasayı kabul 5 milyon insana açtılar. Bunun ederiz. oranında grev yasağı getirmek etmeyeceğimizi deklare ettik. Eğer yanında, Avrupa’da ITF’ye bağlı istemesi sonucu yönetimdekileK.S.: Ben teşekkür ederim.


4

POLİTİKA

Avrupa sola mı yöneliyor? Geçen ay bu köşede Avrupa Birliği (AB) içinde sürmekte olan “Kurtlar Savaşı”ndan, istikrarcılar (Merkel) ile büyümeciler (Hollande) arasındaki çekişmeden söz etmiştik. Ama AB içinde buna koşut süregiden ve devrimci Marksistler olarak çok dikkatle izleyip müdahale etmemiz gereken bir süreç daha var: Hükümetler değişiyor. Burjuva demokrasisinde seçimler sınıf mücadelesinin bire bir değil, ama kırılarak yansıyan bir resmini verir; dolayısıyla herhangi bir parlamento ya da başkanlık seçiminin sonuçlarından ancak o andaki farklı seçmen kesimlerinin politik eğilimlerini kestirebiliriz, mutlak bilinç düzeylerini değil. Ama eğilimler önemlidir ve devrimcilerin taktikleri üzerinde sonuçlar yaratabilir. Buradan hareketle, Avrupa’daki son dönem eğilimlere bir göz atalım Yusuf Barman, 9 Haziran 2010-2011 yıllarında çeşitli ülkelerde yapılan seçimler, kitlelerin derinleşmekte olan ekonomik krizin sorumluları olarak, o dönemlerde iktidarda olan ve en ağır neoliberal politikaları (halkın kemerlerini sıkarak patronları, bankaları, spekülatörleri kurtarma operasyonları) uygulayan “Sol” partileri gördüğüne işaret ediyordu. Mayıs 2010’da, Tony Blair’in yerini almış olan Gordon Brown önderliğindeki İşçi Partisi, Muhafazakâr ve Liberal partilerin karşısında ağır bir yenilgi alarak “Üçüncü Yol”un kitlelerce çöpe atıldığına tanık oldu. Aynı yılın baharında Macaristan’da muhafazakar Viktor Orban, ertesi yıl da Finlandiya’da merkez sağ parti lideri Jyrki Katainen hükümet başkanı oldular. Haziran 2011’de Portekiz’de sosyalist lider Socrates muhafazakâr Pedro Passos Coelho tarafından iktidardan uzaklaştırılırken, o yılın Kasım ayında İspanya’da, Zapatero’nun Sosyalist Parti’sinin yönetimini devir almış olan Alfredo Perez Rubalcaba, sağcı Halkçı Parti (PP) lideri Mariano Rajoy tarafından muhalefete itildi. Bu dönemde iki de “özel” iktidar değişikliği oldu: AB’nin emri uyarınca Yunanistan’da PASOK lideri Papandreu ve İtalya’da Berlusconi iktidardan ayrılarak yerlerini “teknokrat” hükümetlere bırakmak zorunda kaldılar. Bütün bu değişiklikler sağın güçlenmekte ve yükselmekte olduğu izlenimi yaratmaktaydı. Üstelik bu durum, 2011 başından itibaren gelişip yaygınlaşmakta olan Arap devrimlerinin, başta İspanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde doğmakta olan “Öfkeliler” hareketinin ve kısmi grevlerin yarattığı olumlu ve ilerici beklentilerle dolu bir ortamda gerçekleşiyordu. Seçmenler işsizliğin ve yoksulluğun önünü alamayan, daha doğrusu almak istemeyip mali sermayenin politikalarını uygulayan sosyal demokratları cezalandırıyordu, ama onların yerini bu kez ultra liberal ideolojinin savunucusu sağ partiler alıyordu. Görünürdeki bu çelişkiyi bir-iki faktörle açıklamak mümkündü: Birincisi, seçimlerde radikal sol partiler de kısmi bir gelişme elde etmekle birlikte, sosyal demokrasinin solundaki

kesimler kitlelere birleşik, inandırıcı bir program ve örgütsel alternatif sunamıyorlardı. İkincisi, Öfkeliler hareketinin ve grevlerin yaygınlaşmasına karşılık özellikle sendikalar halk hareketinden uzak duruyorlar, ve grevlere, işçi direnişlerine süreklilik kazandırmak bir yana, bir an önce hükümetlerle ve patronlarla uzlaşmanın yollarını arıyorlardı. Bunun sonucunda da emekçi yığınlar geleceğe yönelik herhangi bir beklentiden mahrum kalıyorlar, kısmen demoralize olup evlerine, sosyal yardım merkezlerine ve iş bulma kurumlarına çekiliyorlardı. Ve nihayet üçüncüsü, yukarıda ifade ettiğimiz gibi seçimler sadece birer seçimdi, yani durumun o anlık, neredeyse son bir iki haftalık büyük parti propagandalarıyla belirlenen resmini veriyordu; derinden işlemekte olan güçlü akımların ancak kısmi bir yansıması kırılarak yüzeye vuruyordu (“Seçimler gerçekliğin deforme olmuş bir ifadesidir” – Moreno).

ilişkin, bak.: iscicephesi.net, “Yunanistan: 6 Mayıs seçimleri – İlk sonuçlar”.) Siz bu satırları okuduğunuzda belki de Fransa’da parlamento seçimleri sonuçlanmış ve Sosyalist Parti ile Melenchon önderliğindeki Sol Cephe sağı silip süpürmüş, Yunanistan’da ise Syriza birinci parti olarak parlamentoya girmiş durumda olacaklar. Almanya’da da Merkel’in Sosyal Demokrat Parti, Yeşiller ve Die Linke (“Sol”) karşısında bölgesel seçimlerde ağır darbeler almakta olduğu ve 2013’de düzenlenecek genel seçimlerde muhtemelen iktidardan uzaklaşacağı ortada.

Solun bu yeniden canlanışının ardında yatan etmenler ne? İngiltere’de Ed Miliband’ın ve Fransa’da François Hollande’ın sosyal demokrasiyi neoliberal söylemden uzaklaştırarak “klasik” Keynesçi ve refah devleti savunucusu temellerine geri oturtmak yolunda bir çabaya girişmiş oldukları gözlemleniyor; bu, onları seçmenleriyle tekrardan Nitekim daha 2011’in sonlarında barıştırma biçimini alabiliyor. Öte yanliberal sağın zafer çığlıklarının gerçekdan sendika önderlikleri bu yıl içinde liğe pek de tekabül etmediği ortaya kısmi bir dönüş yaparak sistem karşıtı çıkmaya başladı. Eylül’de Danimarka’da Öfkeliler hareketine katılmaya başlasosyal demokrat Helle Thorningdılar. Krizin, bürokrasinin “sağlam” Schmidt başkanlığında sol koalisyon temellerini oluşturan işçi aristokrasihükümeti kuruldu. Mart 2012’de sini de hırpalamaya başlamış olması, Slovakya’da Robert Fico önderliğinsendikacıları bu kararı almaya zorluyor. deki sol akım iktidar oldu. Ertesi ay Bu arada grevler yaygınlaşıyor, çeşitli Romanya’da Victor Ponta başbakanlığa ülkelerde (şimdilik bir günlük de olsa) geldi. Nihayet Mayıs’ta, Fransa’da Hol- genel grevler düzenleniyor. Bütün lande Sarkozy’nin yerini aldı. Sadece bunlar emek hareketinin yeniden bu da değil: İngiltere’de Ed Miliband’ın canlanmasına katkıda bulunuyor ve yeniden kurmaya yöneldiği İşçi Partisi bu etki kendini seçimlerde sosyalist ve yerel seçimlerde Muhafazakarlar’a ağır radikal sol partilerin oylarında hissettidarbeler indirdi. İspanya’da Birleşik riyor. Yunanistan’da Syriza’nın başarısı Sol, Endülüs ve Asturias’taki otonom çok önemli; bu sadece o ülkede yeni parlamento seçimlerinde çok ciddi perspektiflerin doğmasına yaramıyor, başarılar elde edip sosyalistlerle birlikaynı zamanda “bunca grev yapıyote yerel hükümetler oluşturdu. Aynı ruz, ne değişiyor ki?” kötümserliğinin durum İtalya’daki kısmi belediye seçim- aşılmasına, yeni alternatiflerin gelişmelerinde tekrarlandı (komedyen Beppe sinin olanaklı olduğunun görülmesine Grillo benzeri sistem karşıtı adaylar katkıda bulunuyor. şaşırtıcı başarılar elde ettiler). Ve nihaAma dikkat: Seçimlerde sadece sağın yet Mayıs ayında Yunanistan’da Alexis değil, solun da başarısı (ya da yenilgisi) Tsipras önderliğindeki radikal sol kogerçekliğin deforme olmuş bir resmidir, alisyon Syriza %17 oyla ikinci politik sınıf mücadelesinin tam bir yansıması güç olarak parlamentoya girdi; ülke ge- değil. Devrimci Marksistlerin ölçütü, nelinde dört sol parti oyların %44’ünü işçi ve emekçi halk mücadelelerinin alarak sağ ve aşırı sağcı üç partiyi geride sürekliliği ve başarısı, kitlelerin örgütbıraktı (%36). (Yunanistan seçimlerine

lülük düzeyi ve önderliklerin programıdır. Dolayısıyla, sosyal demokrasinin ve reformist sol partilerin seçim başarıları, sınıf mücadelesi eğilimleri bakımından fikir edinmemizi olanaklı kılmakla birlikte, bu partilerin kapitalist ekonomik sistemin ve burjuva politik düzenin sınırları içinde kalan programları ve önderlik kapasiteleri, tehlikenin nerede yattığına da işaret etmekte: Gelişen mücadeleler ve sola kayış bir işçi-emekçi hükümetine yol açmadığı sürece, seferberlikler büyük bir demoralizasyonla tekrar geri çekilebilir ve bu kez aşırı sağ ve faşist partilerin yolu açılabilir. Bu noktada özellikle kitleler nezdine ciddi bir emekçi heyecanı uyandırmış olan Syriza örneği çok önemli. Onun, PASOK ve Yeni Demokrasi’nin AB ile imzalamış olduğu teslimiyet antlaşmalarını kabul etmemekle birlikte, krizin çözümünü AB ile yapılacak yeni görüşmelerde araması ve Avrupa emperyalizminden kopma doğrultusunda sağlam adımlar atmaması, Yunan milliyetçisi neonazi “Altın Şafak” hareketini güçlendirebileceği gibi, Fransa’da Le Pen’in Ulusal Cephesi de dahil olmak üzere diğer Avrupalı ırkçı ve faşist hareketleri de heveslendirebilir. Bu durum ve olası tehlikeler karşısında küçük gruplar ve partiler olarak devrimci Marksist programın propagandasını yapmakla yetinemeyiz. Seferberliklerin içinde girip politik önerilerimizi orada yapmalı, kitle örgütlerinin önderliklerini etkilemeliyiz. Üç doğrultuda: Büyük kitle örgütlerinin yönetimindeki reformist önderlikleri -onları devrimci yeni kadrolarla yenileyemediğimiz sürece- sola doğru zorlamak (sadece programatik olarak değil, ama aynı zamanda mücadeleleri sürekli kılmak ve birleştirmek yönünde); işçiemekçi örgütlerini birleşik mücadele ve seçim cephelerinde bir araya getirmek doğrultusunda; ve burjuva düzenin sınırlarını zorlamaya ve aşmaya önderlik edebilecek yegâne sınıf olan proletaryanın, Öfkeliler benzeri halk hareketlerinin ve sistem karşıtı mücadelelerin başını çekebilmesini olanaklı kılabilmek açılarından. Büyük mücadelelere gebe bir dönemde partilerimizin inşa çizgisi bu hat üzerinden geçmekte.


POLİTİKA

5

Kentsel değil rantsal dönüşüm Hükümetin saldırılarını yoğunlaştıracağı bir dönemde emek mücadelesinin yıl başı olan 1 Mayıs gününü geride bıraktık Damla Tezcan, 9 Haziran İstanbul ve diğer metropollerde, deprem vb. gerekçeler bahane edilerek, asıl amacı sermaye için yeni yatırım alanları açmak olan “kentsel dönüşüm” projelerine son dönemde hız verildi. Birer rant pazarına dönüşen mahallelerimiz, tam bir sınıf politikasıyla parsellenmeye başlandı. Felaket planını uygulamak içinse yasal düzenlemeler hiç gecikmeden yapıldı. Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Yasa tasarısı Mayıs ayında TBMM tarafından onaylandı. Risk taşımayan yapılar da “uygulama bütünlüğü” gerekçesiyle kanun hükümlerine tabi olacak. Yasa ile sit alanlarının, doğal kaynakların, kıyı ve ormanlık alanların talan edilmesi meşrulaştı. Tüm yetkinin Çevre ve Şehircilik Bakanlığına verilmesiyle birlikte TOKİ sınırsız yetkilendirildi. Yasaya göre; riskli yapı olarak tespit edilen yapıların tahliye ve yıkım işlemlerini engelleyen-

ler cezalandırılacak. Anlaşmayı kabul etmeyenler barınma hakkından yoksun bırakılacak, bu yapılara elektrik, su ve doğalgaz hizmetleri verilmeyecek. Üstelik altyapı maliyetleri ve yıkım işlemleri de konutları yıkılanlara ödetilecek. Bugün, yalnızca şehir merkezlerindeki gecekondu bölgelerinin sorunu gibi görünen, fakat aslında tüm İstanbul’un yapısal olarak dönüşümünü hedefleyen planlamayla, İstanbul’u büyük alışveriş merkezleri, lüks rezidanslar, dev oteller vb. işgal ederken; bu bölgelerde yaşayan emekçiler yaşadıkları yerlerden, işyerlerinin yakınlarından kent dışına sürülecek. Bu yok oluşa boyun eğecek miyiz? Yoksa kentimize, ormanımıza ve barınma hakkımıza sahip çıkmak için örgütlenecek miyiz? Kentsel yok oluşa karşı çıkmak için tüm İstanbul’u hatta Türkiye’yi seferber ederek ortak bir mücadeleyi örmek gerek.

Kentsel dönüşümün yıkıcılığını vurgulaması açısından bir giriş niteliği taşıyan belgesel film

Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir Yönetmenliğini İmre Azem’in yaptığı Ekümenopolis’i geçtiğimiz ay sinemalarda izleme fırsatı bulduk. Pek çok film festivalinde ödül alan film, İstanbul ve Ankara’da hiçbir devlet kurumundan veya özel şirketten destek almaksızın, internet üzerinden yüzlerce kişiden alınan bağışlarla izleyicisiyle buluştu. Bütçesi yalnızca iki haftalık gösterimi karşılayan belgeselin, Eylül-Ekim gibi yine vizyona gireceği söyleniyor. Peki nedir Ekümenopolis? Yunan kentbilimci Doxiadis’in oluşturduğu bir kelimedir. Nüfusu 30 milyonlara dayanmış, her tarafı betonlaşmış, havası, yeşili, suyu tükenmiş, yaşanması bir ızdırap, bir çile olan, hormonlanmış, hastalanmış,

bitkisel yaşama girmiş ölümü bekleyen kanserli kentleri tanımlamak için kullanılmaktadır. Belgesel, Cumhuriyet’in ilk yıllarından başlayarak ekonomik politikaların kentleşmeyi nasıl belirlediğini anlatırken; kentsel dönüşümün 1990’lı yılların sonlarına doğru, İstanbul’un sanayi kenti olmaktan çıkarılıp, finans ve diğer hizmet sektörleri odaklı dönüştürülmesiyle birlikte ortaya çıkan yağma biçimi olduğu vurguluyor. Yıkım yaşayan mahallelilerin, şehircilik uzmanlarının ve akademisyenlerin katıldığı belgeselde; neoliberalizmin uygulayıcısı hükümetin, insan ve doğa yaşamı yerine, kentsel rantı baz alarak yaşamı nasıl yok ettiği anlatılıyor.

Merhaba, ben kentsel soylulaştırma Bertan Biret, 4 Haziran Merhaba ben kentsel soylulaştırma. Ama çoğunuz beni kentsel dönüşüm olarak tanıyorsunuz. Sağ olsun ana akım medya beni sizlere böyle tanıttı. Bu sayede dönüşüm demenin olumlayıcı etkisi birçoklarının bana olan öfkesini azalttı. Bugüne kadar birçok projeye imza atmış bulunmaktayım. Bu projelerdeki temel amaçlarımı şöyle sıralayabilirim: Birincisi kapitalizmin kâr maksimizasyonuna yardım etmeyi seviyorum. Bunun için şu ana kadar çok tüketilmemiş kârlı bir şey ortaya çıkardım. O da kent… O yüzden kentleri daha tüketim odaklı bir hale getirmek istedim. Böylece birçok tarihi, turistik ve merkezi mekanları soylulaştırdım.

Tabi bunu yapmadan önce de bu yeni merkezlere çok büyük alışveriş merkezlerini de inşa etmeyi ihmal etmedim. Başka bir amacım ise emlak fiyatlarını artırıp rant elde etmek. Sayemde en yakın arkadaşım, kardeşim, yoldaşım TOKİ ihya oldu. Eskiden yüzüne bakılmayan yerler bir anda değerlendi. Sırf bu yüzden bana bazılarınız ‘rantsal dönüşüm’ diyor. Ne diyeyim; onları kolluk güçlerine havale ediyorum. Diğer hedefim ise oldukça zor ve bir o kadar da heyecan verici. Örgütlü mekanları örgütsüz hale getirmek. Başka bir ifadeyle örgütlü insanları ve işçi sınıfını şehrin dışına atarak onların gücünü kent içinde görünmez hale getirmek.

Dediğim gibi harekete geçmek için birçok sebebim var. Sizin de medyadan takip ettiğiniz üzere, uzun süredir gündemdeyim. Başıbüyük, Dikmen, Sulukule, Tarlabaşı gibi bir çok yerde vardım.

ğı ‘Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürmesi Hakkındaki Kanun’ adeta bana gençlik aşısı yaptı. Size ne gibi mi sürprizlerim var? Şöyle ki, öncelikle Çevre ve Şehircilik Bakanlığı veya belediyeler risk tespiti yapacaklar. Sonra devreye Biliyorum bunu dediğim için TOKİ yoldaş girecek. Şehri baştan bana kızacaksınız ama buradaki insanlar bu mekanların hakkını ve- yaratacağız. Tabi bunu yaparken remiyorlar. Ben de onları yoldaşım yukarıda bahsettiğim amaçları hayata geçireceğiz. Başka bir ifaTOKİ’nin yaptığı evlere yerleştirdeyle ‘riskli bölgeleri’ ‘risksiz’ hale dim. Tabi birçoğundan bu apartman dairelerinin ücretlerini almak getireceğim. üzere bankalara borçlandırdım. Lütfen beni rahat bırakın! BaÖnceden gecekondusu olanlara kın ekonomi büyüyecek, İstanbul ufak bir indirim yapma nezaketini elitleşecek... de gösterdim elbette... Şimdi örgütlenip bana karşı Zannetmeyin ki işim bitti!

Kendimi en verimli çağlarımda hissediyorum. Hükümetin çıkardı-

mücadele etmeye kalkmayın. Yapmayın bunu! Sakın yapmayın! Hiç hoş değil! Sinirlendirmeyin beni!


6

KADIN

Kürtaj toplumsal bir haktır, bedenimiz bizimdir! Dicle Nadin, 6 Haziran Başbakan, Uluslararası Nüfus ve Kalkınma Konferansı Eylem Programı’nın uygulanmasına ilişkin Uluslararası Parlamenterler Konferansında “üç çocuk” isteğini yineleyerek, kürtaj ve sezaryenin bir cinayet olduğunu ifade etti. Bununla da yetinmeyerek, “Sezeryan ve kürtaja karşıyım. Bunu söylediğimde bana karşı çıkan basın mensupları, yatıyorsunuz kalkıyorsunuz Uludere diyorsunuz! Ben de diyorum ki, her kürtaj bir Uludere’dir!” diye buyurdu. Bedenimize yönelik her geçen gün artan devlet baskısının somut bir beyanı olan bu sözlerin, biz kadınlara yönelik bir saldırı olmasının yanısıra, Kürt halkına dönük katliam politikalarının da ahlaki bir düzlemde meşrulaştırılmasıdır. Başbakan’ın bu sözleri gündemleri birbirine karıştırarak Uludere’nin üstünü örtmek değildir sadece, aynı zamanda bizi aile içinde ve anne olarak tanımlayan, onlara kaç çocuk doğurmaları gerektiğini dayatan devletin kadın düşmanı politikalarının bir devamıdır. Bu sözlerle birlikte başlayan tartışmada, iktidarın diğer temsilcileri Melih Gökçek, TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ayhan Üstün, din görevlileri, medyanın bir kısmı ve daha birçok kişi/kurum bir anda güç bularak, kadın düşmanı salyalarını ortaya saçıverdi. Bir kısmı, “tecavüze uğrayanın çocuğuna devlet bakar” dedi, bir kısmı Srebrenitsa Katliamı’nda tecavüze uğrayan kadınların yine bir savaş politikası olarak çocuklarını zorla doğurmalarını bir örnek olarak alkışladı! Kadınlar olarak, kendimizi öyle büyük bir saldırının içinde bulduk ki, bir yandan kendi bedenimiz, kazanılmış haklarımız tartışmaya açılmış, bir yandan da tecavüze uğramak sıradan bir mevzu haline gelmiş ve doğacak çocuklarımız tartışılıyor! İşin korkunç boyutu ise, devlet, Uludere katliamının hesabını vermek yerine, kadınları katil ilan ediyor! Kadın düşmanı Başbakan’ın “Kadın erkek eşitliğine inanmıyorum”, “Kadınlar 3 çocuk doğursun” yolundaki açıklamaları; Kadın ve Sosyal Politikalar Bakanlığının Aile Bakanlığı’na dönüştürülmesi, kadınları babalarına veya kocalarına bağlı sosyal güvenlik hakkına mahkum eden; aile dışında yok sayan yasal-kurumsal düzenlemeler; kadına yönelik şiddete, tecavüzlere ve kadın cinayetlerine göz yuman hukuk dışı uygulamalar, 4+4+4 sistemi ile eğitim alanında; Ulusal İstihdam Stratejisi, grev yasakları ve diğer sendikal yasalarla çalışma ilişkileri alanında gündeme gelen yeni kölelik düzenlemeleri, bedenlerimiz üzerinde mutlak bir

tahakküm kurmanın amaçlandığının bir göstergesidir. Kürtaj yasağı bu politikaların bir devamı ve kadını “kuluçka makinesi” olarak gören bir politikanın tezahürüdür. Kürtaj neden yasaklanıyor? Kadınlarla erkeklerin eşit olmadığına inanan, bunu her fırsatta dile getiren iktidarın amacı, kadınları aile içinde ikincil konuma hapsetmek, sermayeye ucuz, güvencesiz işgücü oluşturmak, boğaz tokluğuna çalışacak binlerce işsiz yaratmaktır. Tüm dünyada nüfus politikaları ataerkil kapitalist sistemin

ihtiyaçlarına uygun biçimde kadın bedenleri üzerinden, kadın cinselliği ve doğurganlığı denetlenerek sürdürülür. Tarih boyunca erkek egemenliğinin tahakküm nesnesi kadın bedeni olmuştur. Kadınların doğurganlıklarını kontrol altına almak, ailede her zaman cinsiyetçi iş bölümü, hiyerarşi ve baskıyı gerekli kılmıştır. Kadınların ev içinde harcadıkları karşılıksız emek, hem erkek egemenliği, hem sermaye açısından gerekli olduğu kadar, doğurganlıklarının kontrolü de nüfus politikalarının vazgeçilmez aracıdır. Nüfusu azaltma veya arttırma politikaları kürtajın yasal olması ya da kısıtlanması politikalarıyla paralellik taşımaktadır. Oysa kürtaj ne bir doğum kontrol yöntemi ne de bir nüfus planlama yöntemidir. Bu yüzden kürtaj hakkı; kadınların kendi bedenleri, doğurganlıkları ve kendi yaşamları üzerinde söz sahibi olmasının ayrılmaz bir parçasıdır. Öte yandan, AKP hükümetinin kürtaj yasağı da dahil olmak üzere, genel olarak kadın politikalarında aldığı siyasi tavır, ahlaki ve sadece dini temelde gereklilikleri yerine getiren bir anlayıştan hareket etmemekte, aksine sermayenin çıkar ve ihtiyaçlarına hizmet etmektedir. Durumu İslamcılık ve gericilikle açıklamak, dünyada Katolik Kilisesi’nin kürtaj karşıtı tavrını, yükselen muhafazakarlığı göz ardı etmemize yol açar. Sermaye bugün kadınların çok

çocuk doğurup onlara bakmasını, bir yandan da esnek işlerde çalışmasını hedeflemektedir. Neoliberal politikaların muhafazakarlığa duyduğu ihtiyaç, her alanda olduğu gibi kadınlara yönelik emek, beden ve kimlik politikalarında da kendisini göstermektedir. Bu sebeple, kürtaj yasağı ile ifade olunan bu zorbalık, sermayenin ihtiyaçlarına denk düşmektedir. Kürtaj, toplumsal bir haktır! Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, kürtaj hakkı bedenlerimizin, cinselliğimizin ve doğurganlığımızın ikti-

dar tarafından denetlenmesine karşı, bedenimiz ve yaşamımız üzerinde söz sahibi olmamızın ayrılmaz bir parçasıdır. Ayrıca, “ceninin yaşam hakkı” üzerinden gündem yapılan ve tüm toplumu ilgilendiren ahlaki bir mesele olarak sunulan bu tartışmada, hem yalnızca anne olarak kurgulanmamız değil bunun yanında, bedenlerimiz üzerindeki karar hakkının kısıtlanması söz konusudur. Bu yüzden kürtajı, kendi yaşamımız üzerinde söz sahibi olmamızı ve birey olarak kendimizi gerçekleştirebilmemizi mümkün kılan bir hak olarak savunulması gerekir. Erkek egemen bir sistemde, biz kadınların bedenleri ve cinsellikleri denetim altında olduğu ve bunların toplumsal mekanizmalarla kurgulandığını düşünecek olursak, kürtajı bireylerin kişisel tercih ve seçimlerine göre alacağı bir karar, özgürce kullanabilecekleri bir hak olarak tanımlamak da bir yanılgıdır. Tercihlerin, daima belirli bir sosyal bağlam içerisinde kullanıldığını gözden kaçırmamak gerekir. Birçok kadın bazen evli olmadığı, bazen bakamayacağı, bazen istemediği için çeşitli nedenlerle kürtaj oluyor. Bu nedenlerden de, anlaşılacağı üzere kürtaj yaptıran kadınların özgür bir seçimle ya da keyfi olarak bu kararı almadığı açıktır. Tersinden, şu anda kürtaj yasal olduğu halde, kadınların bir kısmının çeşitli nedenlerle kürtajı tercih etmiyor/edemiyor olması

da; ne bu hakkı vazgeçilebilir kılar, ne de kürtajı kadınlar için büyük bir iyilik haline getirir. Kürtaj, kadın bedenine yapılan ciddi bir tıbbi müdahale olduğu için, elbette çok arzu edilir bir şey değildir; fakat bir ihtiyaç, kimi zaman bir zorunluluktur. Patriyarkal ilişkiler içinde, kadınlar hamilelikten bedensel, ruhsal, cinsel olarak daha fazla etkilenir zira çocuk bakımının yükü bizim üzerimizdedir. Bu yüzden de soyut, bireyci, liberal bir hak anlayışına karşı; kürtaj hakkını toplumsal bir hak olarak kadınların, kendilerini, kendi ihtiyaçları doğrultusunda gerçekleştirme hakkı olarak tanımlamalı ve savunmalıyız. Biz kadınlar, kürtaj haktır derken kürtaj olmayı çok istediğimizden ya da bunu büyük bir iyilik olarak gördüğümüzden değil; bu toplumsal koşullarda; yani gebelikte ve doğumda bedensel riskleri üstlenenler, doğumla birlikte hayatları sonsuza dek değişecek olanlar biz kadınlar olduğumuz için çocuk bakımının cinsiyetçi işbölümü gereği karşılıksız bir görev olarak yine kadınlara verilmiş olmasından ötürü, kürtajı bir zorunluluktan doğan toplumsal bir hak olarak görüyor, bu yüzden bu kararın yalnızca kadınlara ait olması gerektiğini savunuyoruz. Yasaklanması halinde... Peki yasaklanması halinde ya da hükümetin yasaklamayla eşdeğer olan kürtaj olma halini, 4 haftalığa indirmesi durumunda ne olur? Dünya genelindeki örnekler kürtajın yasaklandığı durumlarda bile, güvenli olmayan koşullarda uygulanılmasına devam edildiğini göstermektedir. Nitekim, Dünya Sağlık Örgütü Üreme Sağlığı Strateji Raporları, dünyada her yıl ortalama 45 milyon kürtajın yapıldığını ve bunların 19 milyonunun güvenli olmayan ortam ve koşullarda gerçekleştiğini göstermektedir. Örgüt, güvenli ellerde yapılmayan bu kürtajlardan dolayı her yıl 68 bin kadının öldüğünü açıklamaktadır. Kürtajdan ölen bu kadınların sayısı, gebelikle ilişkili olarak ölen 500 bin kadının yüzde 13’üne karşılık gelmektedir. Bu sebeple, kürtaj hakkı yaşam hakkımızdır aynı zamanda! Kürtajı dört haftaya indirmek ise, yasaklamakla eşdeğerdir. Çünkü 4 hafta içinde gebelik yalnızca kan testi ile tespit edilebilir ve hiçbir kadının dört hafta içinde gebelik durumunu algılayabilmesi mümkün değildir. Kürtaj halihazırda bir doğum kontrol yöntemi olarak kullanılmamaktadır, eğer bu engellenmek isteniyorsa da doğru strateji, onu yasaklamak değil, aile planlaması ve üreme sağlığı hizmet-


KADIN

7

Trans kimlikler hastalık değildir! İC - Söyleşi, 29 Mayıs LGBTT (Lezbiyen, Gay, Biseksüel,Travesti ve Trans) bireylerin toplumda dışlanan bir grup olarak kendilerini göstermek ve taleplerini haykırmak için her yıl Haziran ayında düzenlediği Onur Haftasının bu yılda hazırlıklarına başlandı. Ağırlıklı olarak transların yürütücülüğünü yaptığı İstanbul LGBTT ve Kadın Kapısı’ndan Eylem Çağdaş ile Trans ve Onur haftalarını konuştuk ve gündeme dair görüşlerini aldık. İC: İstanbul Lgbtt ve Kadın Kapısı nasıl örgütler? Eylem Çağdaş: Transeksüeller çok fazla yerde sosyalleşemiyor barlarda, kuaförlerde, arkadaş evlerinde... Aslında çok fazla alan yok. İstanbul LGBTT’yi aslında transların sosyalleşebilecekleri ve bir arada olacakları bir yer olarak organize etmeye çalışıyoruz. Dayanışma alanlarından birisiyiz ve transların her sorunuyla ilgilenmeye çalışıyoruz. Onların getirdiği herşey de buranın meselesi oluyor. Genel olarak yaşadığımız sorunlar üzerine çalışıyoruz. Nefret suçları yasasının çıkmasını istiyoruz.

Bir hafta içinde Taksim’de, Galatasaray Meydanı’nda stand açacağız ve her gün orada olacağız. Trans cinayetleri konusunda her zaman kampanya halindeyiz. Ayrıca , Trans Haftası rutinimiz haline geldi, 3 senedir yapıyoruz. Her sene haziran ayında sokağa çıkıyoruz. Olabildiğince geniş katılımlı olmasına çalışıyoruz. Dostlarımız, arkadaşlarımız, ailelerimizde katılıyor Onur Haftası’ndan (LGBTT bireylerin geleneksel olarak eylemliklikte olduğu hafta) bir hafta önce oluyor. 24 Haziran pazar akşamı 17.00 de sokağa çıkacağız. İC: LGBTT bireylerin anayasadaki temsili üzerine en son Sırrı Süreya Önder’in açıklamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Anayasadaki değişikliklere yönelik talepleriniz neler? Son olarak anayasadaki değişikliklerin nihai çözüm olabileceğini düşünüyor musunuz?

EÇ: Bu yıl “trans kimlikler hastalık değildir” başlığı ile çıkacağız ve yine cinayetler, nefret suçları da içinde olacak. Nefret suçları yasası istiyoruz.

EÇ: Reel siyaset toplamda, anayasa , yasalar, yasa yapıcılar, mahkemeler, siyasiler, bürokrasi, partiler performans alanıdır. Yine de orası da bir mücadele alanı her şeye rağmen. Orası mücadele alanlarından bir tanesi, toplumun da kürsüsü kabul edildiğinden önemli. Bu konuda partinin orada olmasını önemli buluyorum. Sırrı Süreyya Önder’in orada yaptığı önemli çünkü feodal yapıdan çıkışlı biri partisinin tabanı da öyle. Aile babası heteroseksist bir erkek olarak bu davayı savunması çok önemli. Bu kadar yüksek perdeden savunması da. Çekinmeden, sıkılmadan, utanmadan bunu yapması belli tabulara dokunan bir şey. Bu tavrını sürdürmesi çok önemli diye düşünüyorum. Ama yalnız bırakılmamalı kesinlikle. Hem bizlerin hem de toplumsal mücadele içerisinde olan bütün örgütlenmelerin bunu sahiplenmesi ve yüksek perdeden savunması gerekiyor. Taçlandırmamız ve sürdürmemiz lazım. Anayasa ise şu an toplumu oyalamak için oluşturulmuş bir gündem ama yine de biz nasıl bir anayasa istediğimizi, nasıl yönetilmek ve nasıl bir yaşam istediğimizi tartışmak için fırsat bulmuş oluyoruz. Bizde ki tabandaki sosyal hayattaki yankısı önemli. En ileri metinleri oluşturuyoruz taleplerimizi tekrar hatırlatma, o taleplerin dile getirme vesilesi oluyor. Bunun dışında hiçbir anlamı da yok; çünkü anayasanın 2. maddesi var “Türkiye laik, sosyal, insan haklarına dayanan

lerinin kalitesini artırmak ve ülke genelinde yaygınlaşmasını sağlamak olmalıdır. Kadınlar ve erkeklerin cinsel eğitim ve modern doğum kontrol yöntemlerine ilişkin bilgilere erken yaşlardan başlayarak kolaylıkla ulaşmalarını temin etmek gerekmektedir. Doğum kontrol yöntemleri pahalıdır, ucuz yöntemler ise, kadınların sağlık hakkını ve yaşama

hakkını riske atmaktadır. Bu nedenle, daha yüksek standartlarda doğum kontrol yöntemlerine tüm kadınların ücretsiz ve kolay erişimi sağlanmalıdır. Kürtajın yasal olması, kürtaja ulaşımın mümkün kılınması anlamında değil, güvenli kürtaja ucuz/bedava erişimin kadınlara devlet tarafından sağlanması gerekir. Ayrıca şu anki yasa, 10 haftalık

İC: Trans ve nefret cinayetlerine dair analizleriniz neler, artışı neye bağlıyorsunuz? EÇ: Sayısal verilerle konuşmanın yararlı olduğunu düşünmüyorum ben. Çünkü her biri ayrı trajik bir hikaye. Hepsi de tek tek dokunmak gerekiyor anlamak gerekiyor. Nefret Cinayetlerinde ana fikir şu: “yapıyorum çünkü yapabiliyorum!. İnsanlar bize, ‘zaten yalnız, kimi kimsesi yok, her şeyi yapabilirim’ gözüyle bakıyor. Bu yediden yetmişe sokaktaki çocuktan yetişkinlere kadar aktarılan bir süreç. Şöyle bir şey yaşamıştım eve giderken bundan 4-5 yıl önce Taksim’de oturuyordum. On altı yaşında bir çocuk dadandı peşime evime girmek istedi “alacaksın eve dedi seni bıçaklarım travesti bıçaklamanın cezası 3 ay” dedi. 16 yaşında çocuk bu, epey küçüktü. Yani işte olay nasıl bir zihniyetin yerleştiğini anlatıyor. İC: Süregiden kampanyalarınız neler? Trans ve onur yürüyüşleri yaklaşıyor bu dönemde gündem ve talepleriniz neler?

bir hukuk devletidir.” Şimdi bizim o yasa kapsamında bütün hakları elde etmiş olmamız lazımdı. Laiklik var din ayrımcılığı yapılamaz ama yapıldığını biliyoruz. Sosyal devlet var ama yoksulluk sürüyor. Sadece bu madde ile her türlü adaletsizliğin giderilebilmesi lazım. Çok kapsamlı muazzam bir madde. Dolayısıyla en ileri metinler en ileri anayasalar oluşturulabilir fakat bu bir söylem sorunu değil. Dolayısıyla en ileri anayasalarla en baskıcı ülkeleri de yönetebilirsiniz. Kitabına uydurmak lafı anayasadan geliyor sanırım. Anayasaya cinsel yönelim cümlesinin girmesi nefret suçları yasasının çıkması çok önemli mücadele alanlarından biri. Fakat bunları bildiğimiz ölçüde de epey önemsiz olanı...

birlikleri tartışılmalı. Ufak tefek şeyleri beraber yapabiliyorsun ama yeterli değil. TV her gün nefreti örgütlüyor. Çok güçlü bir aygıt bu ve her gün seni bana yanlış tanıtıyor. Farklı halkları ve kesimleri yanlış tanıtıyor ben de onları yanlış tanıyorum. Birliğimiz ana akım medya ve egemen medya ile yarışabilecek bir şey olmalı. Ama genel olarak güçlü bir çekim merkezi olabilirsek bir şeyler olur. LGBTT muhalefeti biraz dağınık bu konuda. Biraz daha belli sorunlarda mesela nefret kültürü , artan nefret suçlarına karşı olabildiğince beraber olabilmek lazım. Diğer güçleri de işin içine sokarak hareket etmek lazım.

İC: Bu bağlamda Türkiye’deki ve Dünyadaki LGBTT muhalefetini nasıl değerlendiriyorsunuz?

EÇ: Mecliste olup bitenler, siyasi partilerin kapışmaları, bürokrasi bunlar bugün sokakta yaşadıklarımızdan çok uzak. Özgür değiliz, artık AKP kendine demokrat süsü verme kaygısı bile gütmüyor çok ciddi tutuklamalar var. HES mücadelesinden, KCK’dan tutuklananlar, öğrenciler, 1 Mayıs tutuklamaları... Dolayısıyla her taraftan saldırı var, LGBTT bireyler açısından da ciddi bir saldırı yürütülüyor ve her ay bir transseksüel (ameliyat ile cinsiyet değiştirmiş kişi) arkadaşımız öldürülüyor. Kadın cinayetlerinde de durum aynı, çok yönlü bir saldırı var. Bu durum her grupta kendi derdine düşme halini de getiriyor. Toplumsal mücadele açısından herkes bir yerinden kazıyor ama herkeste de biraz kendi kuyusunda kalma, kendi tarafını kazma durumu var. Bir öğrenci tutuklandığında davasına ben de gidemiyorum onu destekleyenler adliyede yalnız kalabiliyor.Kendi kendimizin sağırı olmuşuz. Biz kendi arkadaşımız öldürüldüğünde iki hafta kampanya yapıyoruz, eyleme çağırıyoruz ancak 100-150 kişi toplayabiliyoruz. Toplumsal mücadele içinde olanlar açısından durum bu. Bu da çok ciddi bir güç sağlıyor iktidara, her seferinde saldırının dozunu arttırabileceği bir alan yaratıyor. Yani mesela Sırrı Süreyya Önder bir eşcinselden çok eşcinsel savunucusu olduysa; benim de bir Kürtten daha çok barış ve hak savunucusu olmam lazım. Ciddi bir kopukluk var, mücadeleler birleşemiyor.

EÇ: Dünya durumu için daha kapsamlı bir değerlendirme yapmak gerekir. Türkiye’de ise Avrupa’daki gibi biraz bir parçalanmışlık var. Trans örgütler pek yok. Ankara’da bir örgüt var burada bir örgüt var. Bunun dışında birçok eylem birliğini, mücadele birliğini sürekli tartışıyoruz. Mesela homofobiye karşı buluşmalar oluyor ama yine tek talep ya da talepler etrafında birleşme söz konusu değil. Kaos GL’nin dergisi var burası belli bir etki gücü yaratmaya çalışıyor deklarasyonlarla, basın açıklamalarıyla. Keza Pembe Hayat ile de söylemde buluşabiliyoruz. İdeolojik olarak çok büyük ayrılıklar yok aramızda zaten yaşanan şeyler belli. Dolayısıyla keskin ideolojik ayrımlar yok aramızda. Hayat bizi biraz aynı yerlere koymuş. İstese de bugün LGBTT hareketi çok da liberal bir çizgi izleyemez. Çünkü sokaktan gelen hareket, hayat buna izin vermiyor. Avrupa’da, LGBTT, çevre, işçi hareketi genel olarak enternasyonalizmi unutmuş bir toplumsal mücadele var orada. Bir noktadan sonra kimlik mücadelesinde katılaşmamak gerekiyor. Şimdi kimlik mücadelesi önemli ben belli haklarımı aldıktan sonra ilgilenmiyorum denmemeli. Politik hat geniş tutulmalı. Bir de LGBTT hareketini değerlendirirken projeciliği de değerlendirmek lazım. En büyük handikaplardan biri bu ve daha fazla kafa yormamız lazım. Ortak forum, eylem birlikleri, mücadele

gebeliğe kadar kürtaja izin vermekte -ki bu çok yetersiz bir süredir- ve evli kadınların kürtaj olabilmesini kocalarının iznine bağlamaktadır. Bu yüzden kürtajı yasaklamak üzerine kurulu süreç derhal durdurulmalı, var olan yasanın kadınlar lehine yeniden düzenlenmesi gerekmektedir.

İC: Güncel politik durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

İC: Teşekkür ederiz.

Biz kadınlar için kürtaj toplumsal bir haktır, çocuk doğurmak ya da doğurmamak, bedenimiz üzerindeki karar ve tasarruf hakkı, yalnızca bize aittir. Hükümetin kadın düşmanı politikaları ve erkek egemen sistemin bedenlerimiz üzerindeki tahakkümünü reddediyor, “bedenimiz bizimdir!” diyoruz.


8

ARKA PLAN

23 Mayıs ve 29 Mayıs’ta mücadele etmekten korkmadık!

Sıra mücadeleleri birleştirmekte! Hükümet yaz başlangıcında dört bir koldan saldırılarını artırmış bulunuyor. Öncelikle en temel hakkımız olan grev yasağına göz diken hükümet, işçi sınıfının kimi sektörlerindeki umut vaat eden kıpırdanmalara karşı hiç beklemeksizin tepkisini göstermiş durumda. Hükümetin saldırısı grev yasağı ile sınırlı kalmıyor. Daha öncesinde üç çocuk ısrarı ile Türkiye’yi ucuz emek pazarı haline getirme çabasını açıkça dile dile getiren Başbakan, şimdi de kürtaj hakkının elden alınması için çalışmalara başlamış durumda İşçi Cephesi, 31 Mayıs Tam da bu iki yasak arasında deklare edilen “Yeni İstanbul Projesi”ni de tabloya dâhil edecek olursak, hükümetin bu iki saldırısının Avrupa’nın Çin’i olma hedefine kilitlenmiş olduğunu görebiliriz. Hükümet, bir yandan hızla artan bir nüfusla (TMMOB’a göre İstanbul’un 15 milyona yakın nüfusunun, 3. köprü tamamlandığında 22 milyona çıkması bekleniyor) ucuz emek gücü yaratılırken, İstanbul’u finans merkezi haline getirip barbarca saldırılarının önü kesilmesin diye de grevlerin yasaklanması peşinde koşuyor. Hedeflenen bu modelin dünyada Hong Kong ve Tayland gibi başka örnekleri de mevcut. AKP’yle muhalefet halinde olan kimi burjuva ve küçük burjuva kesimlerin korkaklıklarını ayan

TÜİK’in verilerine göre son 10 yılda çalışanların hayat pahalılığı yüzde 166 oranında artarken; kamu çalışanlarının maaşlarındaki artış yine son 10 yılda yüzde 60’ı aşamamıştır beyan sergileyip, cazip fırsatlardan faydalanarak ağız değiştirdikleri bir dönemden geçiyoruz. Buna karşılık işçi sınıfı ise 23 Mayıs’taki kamu emekçileri grevi ve Hava-İş direnişlerinin yanı sıra BEDAŞ, Togo, HEY Tekstil gibi yalnızca patronları değil açıktan hükümeti de hedef alan direnişlerle inisiya-

tifi AKP’ye bırakmak niyetinde olmadığını gösterdi. Tüm burjuva kamplarının AKP’nin ardında kümelendiği böylesi bir dönemde (öyle ki kürtaj yasağı tartışmalarına dair TÜSİAD gibi herhangi bir burjuva örgütünden ciddiye alınır bir karşı koyuş, karşıt görüş dahi çıkmadı) hükümetin saldırılarına karşı koymanın en güvenilir ve gerçekçi dinamiğinin mücadele halindeki sınıf sektörleri olduğunu görüyoruz.

yüzde 60’ı aşamamıştır.

Kamu emekçilerinin haklı direnişi Mart ayındaki 4+4+4’e karşı başlatılan eylemlerin ötesine geçerek ciddi bir mücadele dinamiği taşımakta. Kamu emekçilerinin yaşam standartlarındaki dramatik düşüşe karşı ilan edilen greve KESK’in yanı sıra, Kamu-Sen ve hatta hükümete yakınlığı ile bilinen Memur-Sen dahi destek verdi. Eğitim-Bir-Sen, Birlik Haber-Sen ve Sağlık- Sen’li işçiler de AKP İsHükümetin ablukasının kırılması tanbul il merkez binasının önünde için ivedilikle doldurmamız gereeylem yaparak direnişe destek verken mevzi ise mevcut mücadelele- diler. Böylesi bir ortaklaşma kamu rin birleştirilmesi olacaktır. emekçilerinin önündeki en büyük engel olan parçalara bölünmüşlüğü 23 Mayıs grevi aşmak için de büyük bir dinamik Hükümetin yüzde 3+3’lük zam taşıyor. teklifini kabul etmeyen kamu Sendika bürokrasisi ise grevin emekçileri 23 Mayıs tarihinde ülke güçlenmesini engellemek için genelinde yüz binlerce emekçinin katılımı ile genel grev gerçekleştir- uzlaşmacılık ve işbirlikçilikte sınır di. Okullar ve hastanelerde olduk- tanımadı. 23 Mayıs öncesinde ve ça etkili olan, demiryolları ve vergi esnasında tabanda grev tartıştırılmazken, işyerlerine dönük çalışdairelerinde de oldukça yüksek malar da yapılmadı ve halkın geri katılımla gerçekleşen grev, kamu kalanının desteğini almak için de emekçilerinin mücadele direncini herhangi bir çaba sarf edilmedi. ve isteğini hepimize gösterdi. Buna rağmen kamu emekçilerinin Hükümet, kıdem tazminatı hak- bu kitlesel mücadelesi, birleşik kının gaspı, özel istihdam bürolamücadele umudunun ilk ışığırının açılması ve bölgesel asgari üc- nı yakmış durumda. Öyle ki bu ret uygulamaları ile patronlara işçi büyük moralle kimi okullarda iş düşmanlığındaki ustalığını göster- bırakma eyleminin ikinci ayağı meye çalışırken aynı ustalığı yalan- olarak üniversite sınavlarının yapıcılıkta da sergiliyor. Avrupa’daki lacağı gün iş bırakma eylemi yapılemek düşmanı, işsizlik saçan proje- ması emekçiler arasında konuşulur leri matah örneklermiş gibi sunan hale geldi. Çalışma ve Sosyal Güvenlik BakaKaralamalara cevap: THY’de iş nı Faruk Çelik, “Avrupa’da bunlar bırakma yaşanırken Türkiye’de memurlar zam yaptığımız için grev yapıyorEmekçilerin bu cesaretlenişi karlar”, diyor! Oysaki yine bir devlet şısında burjuva basın boş durmakurumu olan TÜİK’in verilerine yarak 23 Mayıs grevini karalamaya göre son 10 yılda çalışanların hayat yönelik kampanyalar başlatıp, pahalılığı yüzde 166 oranında hastane kapılarından dönen insanartarken; kamu çalışanlarının ma- ların abartılı haberlerini yapmaya aşlarındaki artış yine son 10 yılda koşarken, hiç beklemediği bir

anda mücadelenin apaçık haklılığı ile karşılaşıp duvara çarptı. Türkiye’nin en büyük kurumlarından biri olan THY’de, havacılıkta grevin yasaklanmasını öngören önergeye karşı bir günlük grevin ilan edilmesi ve grevin ciddi bir etki uyandırması mücadelenin sürdüğünü ve bir günde bitmediğini gösteriyordu.

Hükümetin sınıf cesaretine karşı tepkisi ise çok açık oldu. Başbakan yardımcısı Ali Babacan, 31 Mayıs günü şöyle demişti: “Ekonomide etkisi olan sektörlerde, kimse kusura bakmayacak, grev yasağı olacak.” Grevsiz toplu sözleşme dayatmasına karşı direnişe geçen Hava-İş sendikasına üye işçiler bir gün içerisinde 100’ün üzerinde uçuşu engellemeyi başararak güçlerini ispat ettiler. Telaşa kapılan THY yönetimi ise iş bırakmaya katılan yüzlerce işçiyi hukuksuz şekilde işten attı ve bunun ardından THY işçileri işe iadeler gerçekleşene kadar direnişi sürdürme kararını aldı. Hükümetin ön saldırısı: Grevi yasaklamak Hükümetin sınıf cesaretine karşı tepkisi ise çok açık oldu. Başbakan yardımcısı Ali Babacan, 31 Mayıs günü şöyle demişti: “Ekonomide etkisi olan sektörlerde, kimse kusura bakmayacak, grev yasağı olacak.” Hükümet patronlara yeni fırsatlar, işçilere ise yoksulluk saçan


ARKA PLAN istihdam stratejisini bütünüyle hayata geçirmeden önce açık bir biçimde işçi sınıfının elindeki tek pazarlık kozu olan grev hakkını elimizden alma niyetinde olduğunu gösteriyor. Ancak grev yasağını durduk yere işçilerin kolunu kanadını kırmak, sadece sınıfı daha da güçsüzleştirmenin bir parçası olarak algılamak da süreci eksik değerlendirmemize sebep olabilir. Grev yasağı süreci burjuvazinin bütün olarak kalkınma planının temel bir parçası olarak gündeme gelmektedir. Hükümetin emperyalizm ve Türkiye burjuvazisi açısından Türkiye’yi verimli bir emek pazarı haline getirme çabası yalnızca ücretleri baskılamak ve örgütlülüğü parçalamak ile sınırlı değil. Hükümet bu saldırıları yaparken sektörel kalkınma planları üzerinde de kimi köklü değişiklikler yaratmanın peşinde. Hükümetin ustalık döneminde enerji ve finans gibi sektörler “kalkınma” açısından özel bir öneme sahip. Bankacılık sektöründe halihazırda geçerli olan grev yasağının hızla diğer sektörlere de yayılması, kalkınma projeleri için de kaçınılmazdır. Bu koşullar altında tam da hizmet sektörüne verilen ağırlığa denk gelen THY’de başlayan direnişe karşı bu denli hızlı karar alınarak grevin yasaklanması yine hükümetin bütünlüklü saldırısının bir parçası olarak karşımıza durmaktadır. Hong Kong modeli olarak Yeni İstanbul Projesi Çevre dostu, temiz ve kültürel değerlerin sürdürücüsü gibi süslü sıfatlarla tanımlanan bir kent olarak İstanbul’un kuzeyinde yeni bir şehir kurulması planı grev ve kürtaj yasağı tartışmaları sürecinde duymuş bulunuyoruz. Hükümet, açıkça Türkiye’yi 21. yüzyılın gördüğü en büyük işçi düşmanı ülkelerden biri haline getirip (bu konuda rakiplerinin Çin olduğunu söylüyorlar), öte yandan İstanbul’u da çağımızın en barbar şehirlerinden birine çevirmek istiyor. Hükümet istihdam projesi ile işçilere yoksulluk saçma pahasına başta Avrupa ve Arap ülkeleri olmak üze-

re tüm dünyaya ucuz üretim yapar konuma gelmek niyetinde. Bunlar için de direniş yeteneği kırılmış ve örgütsüzleştirilmiş bir işçi sınıfının yanı sıra, her daim genç ve ucuz emek gücü için de hızla artan bir nüfus planlamasına sahip olmak istiyor. Hedeflenen ticareti yönetebilmek için de güçlendirilmiş bir finans ve hizmet sektörüne sahip olması gerektiğini biliyorlar. Üçüncü köprü güzergâhında,

Yoksullaşmamızın ve tek güvencemiz olan grevli toplu iş sözleşme hakkımızın elimizden alınmasının dışında da sonuçları olacaktır. Hızlı nüfus artışıyla birlikte işsizlik ve yoksulluğun planlı olarak artmasını, aynı zamanda enerji sanayiinde ve kentleşmedeki doğayı tahrip edecek yatırımların da önünün açılmasını, istihdam projesinin üç ayağının da hayata geçmesini ilk elden örnekler olarak sıralayabiliriz.

Bedaş direnişi, Taksim

Avrupa’nın en büyük hava limanı ile turistlik marinalarıyla Karadeniz ticaretinin merkezi haline gelmesi hedeflenen İstanbul limanını da içeren ve nüfusu 1 milyonu aşacak yeni bir İstanbul yaratma projesi paralelinde grev yasağı saldırısı daha büyük bir önem taşıyor. Merkez Bankası’nın İstanbul’a taşınmasıyla birlikte emekçilerin hızla şehir merkezlerinin dışına itildiği gerçeğine bakarsak, kentin bir finans merkezi haline getirilerek üretimin diğer şehirlere kaydırılması çalışmalarının çok önce başladığını görürüz. 2008’den beri yapılan görüşmelerle Türkiye’yi Avrupa’nın Çin’i, İstanbul’u da Avrupa’ nın Hong Kong’u haline getirme projesi artık apaçık ortada. Avrupa’nın kazan dairesi, ucuz emek pazarı ve üretim merkezi haline getirilmesi bağlamında grev yasağının, temel olarak istihdam projesinin hayata geçmesi için bir ön saldırı olduğunu söyleyerek sonuçlarının çok daha geniş bir alana yayılacağını ifade edebiliriz.

Mücadeleyi birleştirmek Bizler açısından ise durum hiç de karamsar değil. Kamu emekçilerinin grevinin ardından havacılık sektöründe ve BEDAŞ’ta başlayan direnişlerin aynı zamanda gerçekleşmesi bir rastlantı değildir. Hükümetin bütünlüklü emek düşmanı saldırılarına karşı bulunduğumuz sektörlerde cevap vermeye başladık ve mücadele etmekten korkmadığımızı gösterdik. İki önemli grevimizin ardından mücadelemiz hâlâ sürüyor. Direnişlerimizin cesur ve ileri yanlarının yanı sıra, pek çok geriliğimiz de mevcut. Şimdi bu geriliklerimizi de kapatarak daha güçlü bir mücadelede birleşme zamanı. Direnişlerimizin önündeki tek engel hükümet değil. Bizler sendika bürokrasisi ile de mücadele etmek durumundayız. Geleceğimizi bürokratlara bırakmamak için işyerlerimizde ve sendika şubelerimizde bir araya gelip grevlerimizin bir bilançosunu çıkarmayı talep etmeliyiz. Böylece hem haklarımızı

9

daha iyi savunabilir hem de eylem programımızı işbirlikçi bürokratlara bırakmamış oluruz. Dahası da var. Başlattığımız direnişlerin yankıları sürüyor. İlk iş olarak şimdiden bir araya gelerek sektörlerimiz içerisindeki örgütsel bölünmüşlükleri aşmaya çabalamalıyız. Sonrasında da bir yandan direnişimizi nasıl sürdüreceğimize karar verirken, diğer yandan benzer saiklerle başlayan ve patronların yanı sıra hükümeti de karşısına alan diğer direnişleri de desteklemeli, kazanabilmek için onlarla birleşik bir mücadeleye girmeliyiz. THY direnişini başladığı günden itibaren yalnız bırakmayan HEY Tekstil işçileri bu konuda anlamlı bir örnek göstermektedir. Kürtaj yasağına karşı başlayan seferberliklere de sendikalarımızın dâhil olmasını sağlayarak, grev yasağı ile yan yana yürüyen bu saldırının karşısında da durabilecek güce sahip olmalıyız. Yeter mi, yetmez! Aynı zamanda bu iki yasağa karşı verilen mücadelelerin de birleştirilmesinin, güçlendirilmesinin de yollarını aramalıyız. Yalıtılmışlık ve işbirlikçi bürokratlar tarafından bölünmüş olan gücümüzün mücadele halindeki

Kürtaj yasağına karşı başlayan seferberliklere de sendikalarımızın dâhil olmasını sağlayarak, grev yasağı ile yan yana yürüyen bu saldırının karşısında da durabilecek güce sahip olmalıyız

sektörlerin birlikteliği ile yenilmez hale geleceğinden eminiz. Ayrıca İşçi Cephesi olarak, işçi sınıfının devrimci partisinin de yalnızca böylesi birlikler ve mücadeleler içerisinde kurulabileceğine inanmaktayız.


10

ULUSAL SORUN

Kürtler dünyayı yakmak değil, adalet istiyor! Başbakanın eşi Emine Erdoğan Roboski’de öldürülenlerin ailelerini ziyaret ettiğinde bir anne katledilen oğlunun resmini göstererek, “Sen olsan ne yapardın?” diye soruyor. Emine Hanım, “Dünyayı yakardım!” diyor. Kürtler dünyayı yakmak değil, çocuklarını katledenlerin yargılanıp hak ettikleri cezayı almalarını istiyor Kemal Boran, 1 Haziran Günlerden 28 aralık 2011, saat 21:00 civarıydı. Roboski’de (Uludere) 34 kişi savaş uçaklarının bombalaması sonucu katledildi. Öldürülenler arasında yaşları 12 ile 18 arasında değişen 17 çocuk da vardı. Medya saatlerce dilsiz, sağır ve kör oldu. Devlet saatlerce sessiz kaldı. Muhalif medya ve demokratik kitle örgütleri ise ilk bilgilerin ardından katliamı duyurdu.

Kuşkusuz bir insan hayatının bedeli para ile ölçülemez. Bizim kast ettiğimiz bedel sorumluların bulunması, yargı önüne çıkarılıp hak ettikleri cezayı almalarıdır. Yani başbakanın dediği tazminatı öder kurtulurum değildir.

Bir de saçmalama şampiyonu İçişleri Bakanı var. Saçmalama şampiyonası olsa herhalde kimse onun eline su dökemez.

Gazetecilere tasmalarınızdan kurtulun diyor. Daha da coşuyor, Şimdi de yeni bir senaryo yazdı ve kürtaj ile Uludere’yi kıyaslıyor. “Her Roboski’de katledilenleri figüranlıkla kürtaj bir Uludere’dir” diyor. Yani suçladı! olayın cinayet olduğunu kabullenmiş oluyor. Bu bedeli bir de Roboskili köylüleİçişleri Bakanı’nın saçmalıklarına re sormak gerekmez mi, “Parayla bu kendi partisi bile isyan etti. AKP İşi daha da ilerletip Wall Street Joiş olur mu?” diye! Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin urnal gazetesine fırçayı atıyor; “Sana Çelik, İçişleri Bakanı İdris Naim ne? Sen kim oluyorsun da Uludere’yi gündeme alıyorsun?” diyor.

Başbakan, Kürt halkından özür dilemeli, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin acilen görevden alınmalıdır. Katliamın sorumluları açığa alınmalı ve acilen yargı önüne çıkarılıp hak ettikleri cezaya çarptırılmalıdır

Son olarak da BDP’ye saldırıyor. Hakaret edip, “Kalleşler!” diyor. Adalet istiyoruz! Başbakan, “olayın üstüne gideceğiz, devletler de hata yapar” diyor. AKP’nin Meclis’teki grup toplantısında, “Hatalı olduğumuzu söyledik. Daha kaç defa söyleyeceğiz?” diyor. Bir insan hata yapmışsa hatasından dolayı özür diler. Bu hatayı yapan devlet ise durum yine aynı olur.

Şahin’in tavrının insani olmadığını söyleyerek partimizin görüşünü yansıtmıyor deyiverdi. O zaman insan “E nasıl yani?” diyor. Bu bakan, sizin iktidarınızın bakanı ve siz sözlerini bizim görüşümüz değil diye eleştiriyorsunuz.

Devlet suskunluğunu 29 Aralık’ta ancak aradan 12 saat geçtikten sonra, çeşitli bahaneler eşliğinde bozdu. “Terörist sanıldılar... Onların da orada ne işi vardı?” gibi sizlerin de çok iyi bildiği birçok hikayeyi hep birlikte dinledik. Bunları daha fazla yazmanın anlamı yok, zaten biliyorsunuz.

Başbakanın eşi Emine Erdoğan Roboski’de öldürülenlerin ailelerini ziyaret ettiğinde bir anne katledilen oğlunun resmini göstererek, “sen olsan ne yapardın?” diye soruyor. Emine Hanım, “dünyayı yakardım!” diyor.

Lakin biraz detaya girelim istiyorum, örneğin; “Devletler halkını katleder mi?” ya da biraz yumuşatalım, “yanlışlıkla” diyelim, “öldürür mü?”

Herhangi bir burjuva demokratik Roboski katliamının peşinden Baş- bir ülkede olsa İçişleri Bakanı derhal bakan bu olayın karanlıkta kalmaya- istifa ederdi ama bizde hala görevde ve özür dileme ortamının oluşmadıcağına dair söz vermişti ama şimdi ğını söyleyebiliyor. Muhtemelen ileri katliamın gündemde olmasını dahi demokrasilerde böyle oluyor! sindiremiyor. Muhalefeti art niyetli olmakla suçluyor. Kendi sorumluluİçişleri Bakanı bombalama emrini ğunda olmayan Dersim katliamı için komutanların verdiğini söylüyor. İyi özür dileyen Başbakan kendi iktida- de o komutanlar kimin emrinde? rının sorumluluğunda olan Roboski Tabii ki hükümetin! katliamı için özür dilemeyi uygun Hüseyin Çelik, İçişleri Bakanı’nın bulmuyor! tavrını insani bulmazken tersine

“Dünyayı yakardım!” Devletler ya da iktidarlar yanlışlık yapabilir ama bunun bedelini de öder. Bu bedel AKP iktidarının başbakanının dediği gibi, tamam öldürdük ama tazminatlarını fazlasıyla ödedik, tarzında bir bedel değildir.

gündemde kalmasına tepki gösteriyor.

Kürtler dünyayı yakmak değil, çocuklarını katledenlerin yargılanıp hak ettikleri cezayı almalarını istiyor.

İleri demokrasi!

Bunlar iyi polis-kötü polisi oynuyor; yani bizi uyutmaya çalışıyorlar.

Başbakan onaylıyor ve Roboski’nin

Devlet özür dilemeli. Ortada katledilen 34 insan var. Oysa iktidar sorumluluğunu hala yerine getirip olayı savcılığa dahi götürmedi. Madem ki Başbakan bu ülkedeki her sorun benim sorumluluğumdur diyor, şüphesiz Roboski katliamının da sorumlusu Başbakanın ta kendisidir. Başbakan, Kürt halkından özür dilemeli, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin acilen görevden alınmalıdır. Katliamın sorumluları açığa alınmalı ve acilen yargı önüne çıkarılıp hak ettikleri cezaya çarptırılmalıdır. Adaletin yerine gelmesi ancak katledilen Roboskili çocukların katillerinin yargılanması ile olacaktır. Başbakan, Kürt halkından özür dilemeli, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin acilen görevden alınmalıdır. Katliamın sorumluları açığa alınmalı ve acilen yargı önüne çıkarılıp hak ettikleri cezaya çarptırılmalıdır


GENÇLİK

11

Eğitimdeki kesintilere karşı öğrenciler sokakta! Görkem Duru, 6 Haziran Devletin kamu harcamalarına daha az pay ayırıp, bu alanları özel sermayenin yararına terk etmesi süreci 1980’li yıllarla başlamıştı. 1990’lı yılların sonlarına geldiğimizde de, önümüzdeki 20 sene için, özel sermaye çıkarına devletin boşaltacağı alanların başında sağlık ile eğitim sektörleri gelmekteydi ve buralardan elde edilecek kârlar da çok yüksek meblağlarla telaffuz edilmekteydi. Günümüzde ise eğitimin özel sermayenin hizmetine açılması ve bu yolla piyasanın, eğitimin niteliğini kendi ihtiyaçları doğrultusunda yeniden şekillendirmesi yüksek bir hızla devam etmektedir. Buna bir de ekonomik krizle beraber devletin kamu

alanında yoğun bir şekilde kesinti programları uygulaması eklendiğinde, eğitim sektörü neoliberal saldırıların en derin hissedildiği yerlerden biri haline geldi ve bu koşullar dünyanın birçok yerinde kitlelerin sokağa dökülmesinin önünü açtı.

lilerin katılımıyla bir günlük grev ilan edildi. Bir günlük grevden sonra bölgesel eylemler devam etse de şu an için İspanya hükümeti geri adım atmış değil.

Şili’de de eğitimin piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirilmesine ve harç zamlarına karşı öğrenciler 8 aydır eylemlerini sürdürmekte.

Kanada’nın Quebec eyaletinde, hükümetin, üniversite harçlarına yüzde seksen oranında zam yapaGeçtiğimiz ay İspanya hükümeti cağını açıklamasının ardından öğeğitim harcamalarında 3 milyar renciler Şubat ayından beri kitlesel avro kesintiye gideceğini açıkladı. gösteriler düzenlemekte. Yüz günü Ayrıca tasarruf planı kapsamında, aşkındır süren eylemlerde öğrencisınıf başına düşen öğrenci sayısını lere oldukça sert davranan Quebec artırmak ve üniversite harçlarını yerel hükümeti, iki hafta önce yüklü bir zam yapmak da düşüolağanüstü hal yasasını yürürlüğe nülüyor. Zaten kriz koşullarının soktu. Hükümetin baskılarına dayanılmaz hale geldiği İspanya’da rağmen 180 bine yakın öğrenci dibu program açıklandıktan sonra, renmeyi sürdürürken şu ana kadar eğitim emekçileri, öğrenciler ve ve- 2500 kişi tutuklandı.

Türkiye’ye dönüp baktığımızda ise, ilk ve ortaöğretimde tartışması yapılan 4+4+4 yasası ve üniversitelerde neoliberal dönüşümün daha yoğun hissedilmeye başlaması belki şu an için öğrencilerin seferber olmasına yol açmıyor. Ancak eğitimdeki dönüşümün tüm dünyada eş zamanlı olarak yürütüldüğü düşünüldüğünde, İspanya’da, Kanada’da ya da Şili’de direnen öğrencilerle dayanışma kültürünü oluşturmanın önemi daha net anlaşılabilir.

Üniversite sınavları: Sınava girenlerin payına düşen ne? İC okuru bir liseli, 1 Haziran Bu ayın ikinci ve üçüncü haftası yapılacak olan LYS sınavları ile ilgili bugüne kadar birçok şey söylendi ve söyleniyor. Bir tarafta sınavın varlığından çıkar sağlayanlar diğer tarafta ise biz sınava giren insanlar…

öğretmenlere ulaşabilen öğrenciler çok azken ve milyonlarca lira kazanan dershaneler yalnızca bizlere konuları ezberletip eğitimin ne olduğunu bile bilmezken; bizler

Sınavın varlığından çıkar sağlayanlar (dershaneler, liseler, özel öğretmenler, ÖSYM) bize sınavın ne kadar adil olduğunu, herkesin çok rahat kazanabileceğini ve bu sınavda uzun sorular dışında hiçbir sorun olmadığını, eğer kitap okusaydınız o soruların da rahatça yapılabileceğinden bahsediyor. Sanıyorum bu sene şifre çıkmamasından da güç alıyorlar. Kitap okumaya “zaman harcadığımızda da” bizi uyaran bu kişiler. Kazanamama veya düşük puan yapma durumunda ise bizim beceriksizliğimiz olduğundan bahsedip bize: “Yahu zeki çocuklarsınız biraz özel ders ya da daha fazla test kitabı alsanız yapardınız”, diye “eğitim düzeyini” ölçen bir sınava söyleniyorlar. girip hayatımızı şekillendiriyoruz. Ancak biz biliyoruz ki, sınavın Bu bahsettiklerim çoğunlukla varlığı bile sistemde eşitlik olmadüz ve Anadolu liselerini kapsıyor dığının en büyük kanıtıdır. Okulçünkü meslek lisesi öğrencileri larda verilen eğitim bizi serbest ucuz ya da ücretsiz işgücü olarak piyasa koşullarında rekabet edegörülüyor: “Sınava girseniz de cek düzeye getirmek ve milletimiz olur girmeseniz de… Sizin geleiçin ölmek adına verilirken, özel ceğiniz belli.” Gerçi bu gelecek

hepimizin geleceği. Hepimiz, ne yaparsak yapalım geleceğin ve bugünün işsizleriyiz. Ya da güvencesiz bir işte ucuza ve esnek koşullarda çalışan işçileri…

ten YGS sınavı için 40 lira alıyor. Şimdi biraz matematik işlemi yaparsak, 1 milyon 511 bin 980 kişi bu sene YGS’ye girdi. Bunu 40 ile çarparsak ortaya 60.479.200 TL çıkıyor. LYS’ye bu sayının yarısı kadarı öğrencinin -biraz iyimserlikle- girdiğini düşünürsek; sınav başı 20 lira, 2 sınava girmek mecburi -3 sınava giren çok daha fazladır-. Buradan da 30.239.600 TL geliyor. Toplamları ise yaklaşık 100.000.000 TL. İyi para! Yani aslında kazanan sadece özel kurumlar değil… Sınava girenler dışında herkes bu işin ekmeğinden birer parça koparıyor. Ve daha büyük parçalar için sürekli sistemi bizlerin aleyhine değiştiriyorlar.

Tabi sınavı kazanıp güzel bir üniversiteye gitmek ekonomik durumu iyi olan aileler için o kadar zor değil. Gerekli harcamalarla başarılabilir. Peki bu harcamaların gittiği yerler neresi? Dershaneler, özel öğretmenler ve bir de ÖSYM… ÖSYM herkes-

Yazının başında dediğim gibi herkes bir şeyler söylüyor. Ve dinlenmesi gereken bizler iken hep onların istedikleri oluyor. Bunun nedeni ise herkesin ayrı yerden bağırıyor olması. Bu yazı tüm söylenenlerin çok küçük bir kısmından bahsetti. Daha fazlasından, bu ve bunun gibi sorunlardan bahsetmek için: Parasız, bilimsel, anadilde eğitim için, sınavların kalkması için, herkese üniversite eğitimi sağlamak için birlikte hareket etmeli ve o ekmeği onlara zehir etmeliyiz.


12

ULUSLARARASI

Demokrasi “bir kişi, bir oy” mu? Yusuf Barman, 9 Haziran

Son günlerde gelişen iki olgu ve bununla ilgili uluslararası basında yapılan yorumlar, kitle hareketlerinin başarısının burjuva demokrasisi kuralları çerçevesinde ne denli sınırlı, hatta belki de imkânsız olduğunu bir kez daha açığa vurdu: ABD’de kamu emekçilerine sendikalaşmayı ve toplu sözleşme yapmayı yasaklayan Wisconsin valisi Scott Walker’ın kendisine karşı düzenlenen halk oylamasını kazanması ve Mısır’daki başkanlık seçimlerinde Batı basınında “laik devrimciler” diye adlandırılan hiçbir adayın başarı gösteremeyip ikinci tura sadece Müslüman Kardeşler adayı ile eski rejimin temsilcisi Ahmed şefik’in kalması. Birbiriyle bağlantısız gibi görünen bu iki gelişmeyi temelde birleştiren olgu, işçi-emekçi hareketinin, sık sık görüldüğü üzere, “demokratik mekanizmalara” çarpıp takılması. Wisconsin seçimlerinde Cumhuriyetçi yarı faşist valinin Demokrat rakibi Tom Barrett karşısındaki zaferi, ABD ilericidemokrat basınında, Scott’un kampanyasının çokuluslu şirketler tarafından milyonlarca dolarlık yardımla desteklenmiş olmasına bağlanıyor. Gerçekten de, Barrett’in toplayabildiği 4

milyon dolara karşılık, on üçü Wisconsin dışından olmak üzere 14 multimilyarderin bağışladığı 64 milyon dolarla kampanya yapan Scott’un propagandasının çok daha geniş kesimlere ulaşıp bu etkiyi oya dönüştürebilmiş olması bir gerçek. ABD’li ilericiler bu durum karşısında, “bir kişi, bir oy” demokrasi ilkesinin “bir dolar, bir oy”a dönüşmüş olmasından yakınıyorlar.1 Aynı ilkenin Mısır’da açmış olduğu durum da, “Mısır’da ayaklanma patlak verdiğinde bunun demokrasiye bağlı ve laik bir hareket olduğu söyleniyordu... Duman dağıldığında gerçeklik ortaya çıktı. Bu, İslamcılar ile askeri hükümet arasındaki bir çatışma ve mücadele kışlalar ile camiler arasında sürüyor...” 2 biçiminde yorumlanır oldu. Camilerde ve kışlalarda toplanan seçim kampanyası fonlarının, “laik” güçler denen kesimlerin olası harçlığının kat kat üzerinde ve çok daha örgütlü olduğu bir sır değil.

bağlamak gerekiyor sanırız. Oysa bizlerin kitleler arasında var olan veya doğabilecek “bir kişi, bir oy” yanılsamasının, burjuvazinin ve tüm egemenlerin elinde kitleleri bölüp bastırmanın “demokratik” aracından başka bir şey olmadığı gerçeğini anlatabilmemiz gerekiyor. Wisconsin’de kamu işçileri seferberlikleriyle on binlerce emekçinin desteğini kazandıklarında bütün bir Madison kentini ve hatta eyaletin kendisini; Mısırlı devrimciler ise –daha Müslüman Kardeşler derin uykudayken- öncülük ettikleri yüz binlerce işçi, emekçi ve yoksulla Tahrir Meydan’ını işgal ettiklerinde, neredeyse tüm ülkeyi ellerine geçirmiş durumdaydılar. Ama bu başarılarını “yasallaştırmak” adına son noktanın konulmasını genel ve tek oylu seçimlere devrettiklerinde, istemeden de olsa teslim bayrağını çekmiş oluyorlardı.

İşçiler gündelik yaşamlarından bilirler: Grevlerin başarısı, Marksist basında da seferbergrev kırıcılarının oyuna emanet liklerin etkisinin ve bilinç düze- edilemez. Bu ilkeyi diğer seferyinin burjuva normlar uyarınca berlikler ve devrimler için de düzenlenen seçimlerde aranıyor yineleyebiliriz: Mücadeleler asla olmasına karşı ciddi bir açıklaburjuva seçim mekanizmalarıyla ma kampanyasına girişilmemiş belirlenmemelidir. Esas olan, olmasını, demokrasi konusunmücadele ve seferberlik halindedaki liberal ideolojinin etkilerine ki emekçi sınıf güçlerinin, işçi

demokrasisi temelindeki iradesinin toplumun egemen örgütlenmesine dönüştürebilmektir. “Bir kişi, bir oy” değil, proletaryanın öncülüğündeki emekçi yığınların örgütlü iradesi ve oyu: grevlerden devrimlere kadar uzanan tüm mücadelelerinin başarı şansı burada yatıyor. Kuşkusuz bu konuda, kendilerini burjuva demokrasisi temelinde inşa eden ve o çerçevede yaşam şansı bulan reformist partilerden, sendika bürokratlarından, liberal anarşistlerden, vb. tepki görüyoruz, göreceğiz. Bizleri diktatörlük yanlısı Stalinistler olmakla suçlayacaklardır. Ama biz inatla, işçi (sovyet) demokrasisini tahrip edip burjuva normları yeniden inşa edenin bizzat Stalin’in kendisi olduğunu; reformistler ile sosyal demokratların ise daha başından beri “genel ve tek oy” ilkesini, sınıf mücadelesinin devrimci sonuçlara ulaşmasını engellemek için vaaz ettiklerini anlatmalıyız. Tarihin artık burjuva seçim hayallerine ve yalanlarına dayanacak hali kalmadı. 1 Bak.: http://www.democracynow. org/blog/2012/6/7/its_one_person_ one_vote_not_1_percent_one_vote. 2 Bak.: http://www.rebelion.org/ noticia.php?id=150846.


ULUSLARARASI

13

Mısır’da başkanlık seçimlerinin ilk turu gerçekleşti Görkem Duru, 5 Haziran Mısır’da başkanlık seçimlerinin ilk turu geride kaldı. Seçimlerde 50 milyondan fazla kayıtlı seçmenin yüzde 51’i oy kullandı; ya da şöyle diyelim, 80 milyon nüfusu olan ülkenin 26 milyonu sandığa gitti. İlk turda ilk iki sırayı alan Müslüman Kardeşler’in adayı Muhammed Mursi ile Mübarek’in eski başbakanı Ahmet Şefik, ikinci turda başkanlık için yarışacaklar. İlk turda, 1,5 yıldır süren seferberlikler döneminde, ağırlıklı olarak karşıdevrim kampında konumlanan ancak kitle hareketinin hiçbir şekilde geri çekilmemesinden kaynaklı, ülkede doğan iktidar boşluğundan yararlanmak için yeri geldiğinde meydana çıkma çağrısında bulunabilecek “esnekliği” gösteren Müslüman Kardeşler’in adayı Muhammed Mursi yüzde 24.4 gibi bir oyla ilk sırada yer aldı. Müslüman Kardeşler’in parlamento seçimlerinde yüzde 40 olan oylarının yüzde 24’e gerilemesi oldukça önemli. Ayrıca, eski rejim gibi, IMF ile aynı koşullar altında anlaşmış olmaları, programlarının neoliberal dönüşümün bir ürünü olacağının göstergesi. Bunun kitle hareketi için önemli olan noktası ise, kitlelerin, kendi taleplerinin Müslüman Kardeşler tarafından karşılanmayacağını görmüş olmaları. Devrimci kalkışma dönemlerinin turnusol etkisi, kitlelerin, politik partilerin konumlanışını kavramasında

süreci oldukça hızlandırmakta.

eden Sabbahi’nin aldığı yüzde 20,3 oy kitlelerin taleplerinin bir İkinci sırada ise, devrim sürebölümünün seçim sürecinde yer ciyle alaşağı edilen Mübarek’in bulmasını sağladığı gibi Mısır’da eski başbakanı, hava kuvvetleri solun temsili açısından da önemli eski komutanı ve eski rejimin bir sıçrama olarak görülebilir. sadık bekçilerinden Ahmet Şefik Keza 30 yıllık diktatörlük rejimi yer aldı. Mısır’da “güvenliği” ve ile tüm mevzilerini kaybetmiş “istikrarı” sağlamak üzerinden olan solun, reformist olsa dahi kampanyasını sürdüren Şefik, aldığı yüzde 23,3 oy ile ikinci tur görünür olmaya başlaması önemli bir aşama. Belirtmekte fayda var, seçimlerinde Muhammed Mursi ile birlikte başkanlık yarışına gire- Sabbahi İskenderiye ve Kahire gibi büyük şehirlerde en çok oyu cek. Mübarek’in alaşağı edilmesi alan aday oldu, ayrıca işçi sınıfıeski rejimin topyekün ortadan kalkması anlamına gelmiyordu, ki nın yaşadığı bölgelerden de azımMübarek’i devirdikten sonra Tah- sanamayacak miktarda oy topladı. Son olarak, Sabbahi, seçimlere rir Meydan’ını boş bırakmayan kitleler “ikinci devrim!” sloganını hile karıştığı, eğer karışmasaydı atarken tam da eski rejimin diğer ikinci tura kalabileceği gerekçe-

aygıtlarını hedef göstermekteydi. Kısacası, eski rejim yandaşları, devrimci süreci sessizlikle takip eden önemli sayıda Mısırlı ve İslamcıların güçlenmesinden hoşnutsuzluk duyan Kıptilerin oyları Şefik’in başkanlık yarışında ikinci tura kalmasına yardımcı oldu. Seçimlerde üçüncü sırayı ise Nasırcı sosyal-demokrat aday Sabbahi aldı. Sosyal adalet ve sivil demokrasi şiarıyla hareket

çözüm oluşturamayacak, özgürlüklerin tanınmasında ileri bir adım atamayacak, tam tersine tüm bu krizleri derinleştirecek iki aday arasında kalmış durumda. Şu an için, Nasırcı sosyal-demokrat aday Sabbahi’nin partisi ve kendisini liberal-sol olarak adlandıran irili ufaklı başka gruplar ikinci turu boykot etme kararı aldı. Devrimci Sosyalistler (İngiltere’deki Sosyalist İşçi Partisi’nin (SWP) ve Türkiye’deki DSİP’in kardeş örgütü) gibi sosyalist bir grup ise Müslüman Kardeşler’e “yetmez ama evet!” demiş durumda.

Tablonun bütünü bizlere, ülkede siyasi atmosferin durulmadığını gösteriyor. Gerek seçimleTabandan gelişen ve 2 milyona yakın işçiyi kap- re katılım oranı, gerek seçimlerde oyların dağılımı sayan sendikal hareket ve daha da önemlisi kitleülkede mücadelenin dulerin meydanları hala dolu rulmayacağına dair sinyaller veriyor. Seçimlerde tutuyor olması bunun bir göstergesi. Tabandan işçilerin ve ezilenlerin gelişen ve 2 milyona yakın taleplerini karşılayacak işçiyi kapsayan sendikal bir partinin olmadığını hareket ülkede mücadelesöylemekte beis yok. nin durulmayacağına dair sinyaller veriyor. Seçimlerde işçilerin ve ezilenlerin taleplerini karşılayacak bir siyle anayasa mahkemesine şikapartinin olmadığını söylemekte yette bulundu. Sonuç alınır mı beis yok. Ancak önümüzdeki bilinmez ama iddialar doğru ise, süreç, tam da bunun koşullarını Mısır’da sosyal-demokrat solun yaratmak için mücadele etmekten sesinin seçimlerin ikinci turungeçiyor. Kitleler var olan politik da da çıkması önemli bir başarı partilerin karakterini görüp onlarolarak adlandırılabilirdi. dan kaçtıkça, onlara karşı biriken 16-17 Haziran tarihlerinde ger- mücadele azmini devrime sahip çekleşecek olan seçimlerin ikinci çıkmak ve ileri götürebilmek turu öncesinde kitleler farklı şiarıyla pekiştiren bir önderliği programlarla aynı şeyi temsil inşa etmek en acil görevlerden bir eden, ülkede işsizliğe, yoksulluğa tanesi.

Kitleler yeniden Tahrir’de! İC - Haber, 5 Haziran Mısır’da devrim süreciyle başlayan eylemlerde 900’e yakın kişinin ölümüne suç ortaklığı yapan ve alaşağı edildikten sonra yargılama süreci başlatılan eski Başkan Hüsnü Mübarek’e ve İçişleri Bakanı Habib el Adli’ye müebbet hapis cezası verildi. Yolsuzluktan

yargılanan Mübarek’in iki oğlu Cemal ve Ala ile altı polis memuru ise beraat etti. Kararın açıklanmasından sonra Mısırlı kitleler başta Kahire olmak üzere, İskenderiye, İsmailiye, Süveyş ve Port Said şehirlerin-

de sokaklara döküldü. Cumartesi gününden itibaren Tahrir Meydanı’nı dolduran on binler, kitlelere saldırıyı onaylayan ve 900 kişinin ölümüne yol açan eski Başkan ve İçişleri Bakanı’nın idamını ve serbest bırakılanların da cezalandırılmasını talep ediyor.

16-17 Haziran’da gerçekleşecek olan ikinci tur seçimleri öncesinde oluşan seferberlikte eski rejimin adayı Ahmet Şefik alınan kararı desteklerken, Müslüman Kardeşler’in adayı Muhammed Mursi ise destekçilerine sokağa çıkma çağrısında bulundu.


14

ULUSLARARASI

Yunanistan: 6 Mayıs seçimleri - İlk sonuçlar OKDE, 8 Mayıs 2012 Yunan Troçkist örgütü OKDE’nin (Enternasyonalist Komünistlerin Örgütü) 6 Mayıs seçimlerinin ardından yayınladığı açıklama.

ki bu, ND’nin, 1974’te kurulmasından bu yana aldığı en düşük oy oranı) ve 3 milyondan fazla oy kaybetti (PASOK hemen hemen 6 Mayıs seçimlerinin sonuçları ül- 2.180.000 oy kaybederken, ND de kemiz ve aynı ölçüde olmasa da AB yaklaşık 1.105.000 oy kaybetti). için, şaşırtıcı ve bir o kadar da yeni Bahsi geçen iki burjuva partisinin aldıkları oy oranlarının gösterdiği bir politik, sosyal –ve büyük olasıdüşüş, büyük kent merkezlerinde lıkla- finansal duruma kapı aralar fakat hepsinden önemlisi Atina’nın nitelikte. Seçimlerden çıkarılacak genelinde ve emekçi, yoksul mahalmesajları üç temel noktada özetlelerde kendini gösterdi. mek gerekirse, denilebilir ki: (a) Ekonomiyi, siyaseti ve toplumu benzeri görülmemiş bir krize iten, emekçilerin sosyal ve politik haklarını onlarca yıl geriye götüren toplumsal ve siyasal güçlerin siyasi tutumu, en çarpıcı şekilde cezalandırılmıştır. (b) Geçtiğimiz dönemde gerçekleşen mücadelelerin, genel grevlerin, kitlesel gösterilerinin, ayaklanmaların ve genel anlamda uzatmalı sosyal savaşın emekçi kitlelerin bilinci üzerinde yarattığı etki, kendini tamamıyla farklı bir seçim tavrı ile ortaya çıkardı. Buna ek olarak, LAOS [ Halkçı Ortodoks Cephe] gibi, Manos ya da Bakoyanni’nin partileri gibi memorandum yanlısı diğer burjuva güçlerin hepsi sermaye, medya ve AB tarafından mümkün olan her şekilde desteklenmelerine rağmen, kitleler nezdinde, uygulanmakta olan bu politikaların sadık ortakları olarak kabul gördü ve parlamento dışı bırakıldı. [Not: Bakoyanni ve (d) İşçi hareketinin içinde buManos’un ND’den kopan “aşırı” lunduğu duruma damgasını vuran, neoliberaller olduklarını hatırlatPASOK [Panhenelik Sosyalist makta fayda var. Manos birkaç yıl Hareket, sosyal demokrat] – ND önce ND’den ayrılırken Bakoyanni [Yeni Demokrasi Partisi, merkez ise, yakın zaman önce parti liderlisağ] diktatörlüğü, AB ve IMF tarağini Samaras’a kaptırınca partiden fından seçimlerin hemen ertesinkopmuştu. Bakoyanni şu anda de uygulaması planlanan yeni ve “Demokratik İttifak” isimli partiacımasız saldırılar olmuştur. Daha nin liderliğini yürütürken, seçim açık olmak gerekirse: sonuçlarının ardından , “Hareket” 1. Ülkenin iflasından ve yürütül- isimli oluşumun başında bulunan mekte olan vahşi memorandum po- Manos ile yeni bir partinin çatısı litikalarından sorumlu olan iki ana altında birleşmek için müzakerelere burjuva parti çok ciddi bir seçim devam ediyor.] hezimetiyle karşı karşıya kalarak 2. Solun bütün partilerinin akıl almaz derecede düşük oy oran(reformist ve aşırı sol) güçlenişi, ları elde etti (PASOK 2009 yılında emekçilerin, yoksul kesimlerin ve aldığı yüzde 43,92’lik oy oranından gençliğin net bir şekilde sola dönyüzde 13,18’e kadar, ND ise yüzde düğünü gösteriyor. Her birinin 33,47’den yüzde 18,85’e geriledi aldığı oylar toplandığında devasa (c) AB ve diğer emperyalistlerin, kapitalistlerin ve onların uşaklarının (burjuva politikacılar, medya patronları, paragöz akademisyenler, vb.) faşist şantajları (“iflas/borç ödemesi”, “boş [market] raflar”, “Kuzey Kore olacağız”, “ülkenin ve avronun Avrupa rotası”) kitleler nezdinde yok sayıldı ve hatta aşağılandı.

bir oran olarak, 1958’deki yüzde 24,5’tan bile büyük, tarihsel bir rekor ortaya çıkıyor. [Not: Solun ezici bir şekilde yenildiği ve bunu takiben baskıların korkunç derecede arttırıldığı iç savaşın bitmesinin 9 yıl ardından 1958’de, YDS’nin (Yunan Demokratik Solu) kurulması -o dönem ki illegal KKE (Yunanistan Komünist Partisi) tarafından tarafından reformist yapıile seçimlerden yüzde 24,5’lik oy oranı ile ikinci çıkılmıştı. Bu, sağın

dayattığı iç savaş sonrası rejim için politik bir deprem olarak kaydedilmişti.]

lisi, en büyük çatışmaların yaşandığı ve uzatmalı sosyal savaşın merkez üsleri denilebilecek, belli başlı işçi merkezlerinde, özellikle Atina’da KKE’nin gücü azalıyor. Bu, geniş kitlelerin KKE’nin mücadeleleri bölen, her türlü başkaldırının ve toplumsal eylemlerin dışında kalan politikalarını görüp onaylamaması anlamında oldukça önemli bir olgudur. (c) Aşırı solun listeleri [ANTARSYA (Antikapitalist Sol Cephe, KKE (m-l) ve ML-KKE arasındaki seçim ittifakı), EEK (Devrimci İşçi Partisi)] ise, özellikle ANTARSYA’nın kurulmasıyla güçlendi. [Not: KKE (m-l) ve ML-KKE Stalinist ya da Maocu-Stalinist kökenlerden gelen örgütlerdir. EEK, 4. Enternasyonal’in Yeniden İnşaası Komitesi’ne/CRFI’ye bağlı Troçkist bir örgüttür.] Ne var ki, OKDE’yi de eklediğimizde aşırı solun oy oranı yüzde 2’ye yaklaşmasına rağmen, bu seçimsel güçlenişin, bu politik “alan”ın seçimsel müdahalelerinde henüz niteliksel bir sıçramaya yol açmadığı da bir gerçek.

(d) Seçimlere ilk kez katılan OKDE (81 seçim bölgesinin (a) Fakat seçimlerin esas galibi, oy 26’sında aday göstererek), 2.002 oy oranlarını yüzde 16,78’e fırlatarak aldı ve yüzde 0,03’lük bir oy oranı ana muhalefet partisi haline gelen elde etti. Bu daha iyi olabilecek faSYRIZA’dır. Şurası açık ki SYRIkat yine de tatmin edici bir sonuç. ZA, şu an için halk kitlelerinde Her halükarda, OKDE’nin proghakim olan duyguyu, yani çözümü ramının ve konumunun bilinmesi AB içerisinde, seçimler aracılığı için mücadele eden ve bizi oylarıyla ile bulma kaygısını daha iyi ifade onurlandıran herkese teşekkür ediyor. Diğer yandan, elbette ki ederiz. kitlelerdeki, memorandumu getiren 3. Bağımsız Yunanlılar, temel güçlerden kurtulma, sol güçlerin olarak, politikalarında sağ veya aşırı birliğine duyulan arzu ve belki sağ öğeler bulunmasından dolayı de sistemin barbarlığına karşı bir değil, memorandum karşıtı polialternatif veya bir sol hükümetin kurulması gibi militan duyguları da tikaları ve söylemleriyle sayesinde güçlenmişlerdir. [Not: Bağımsız nesnel olarak ifade ediyor. Yunanlılar ND’nin eski bir kadro(b) KKE, ulusal düzeydeki hafif su olan, bakanlık ve başbakanlık oy artışına rağmen, seçimlerden görevi yürütmüş Panos Kammenos ciddi bir şekilde zarar görerek çıktı tarafından yönetiliyor.] ki bu, seçim sonrası yaptıkları açık4. Faşist Altın Şafak çetesinin lamaya da yansıdı. Bu durumun etkileyici yükselişi, şüphesiz bu önümüzdeki dönemde, önemli seçimlerin olumsuz yönünü teşkil sonuçlar yaratacağı muhakkak. ediyor. Fakat bu kapitalist sistemin Öncelikle, KKE tarihinde ilk kez krizinin, çürümesinin ve siyasi bir seçimde, başka bir sol partiden krizin keskinleşmesinin bir sonudaha az sayıda oy aldı ki bu mucudur. Bu harekete karşı, göçmenazzam bir oy farkıyla gerçekleşti. İkinci olarak, ve belki de en önem- lerin de yer aldığı yerel öz savunma


ULUSLARARASI

15

Fransa başkanlık seçimlerinin ardından... Barış Sansar, 6 Haziran 1975 Mayıs’ında, henüz 20 yaşındayken, genç bir UDR [Cumhuriyet İçin Demokratlar Birliği] militanı olarak katıldığı televizyon programında partili arkadaşının hararetle önerdiği reformlara hevesle kafa sallayan Nicholas Sarkozy, ekonomik krizin ortasında ve neoliberal dünyanın şafağında politikaya atılmanın bir sonucu olarak politik kariyeri boyunca krizlerden ve krizden çıkış için gerçekleştirilmesi gereken reformlardan bahsetmek durumunda kaldı. Sarkozy’nin politik arenadan çekilişi ve Hollande’ın zaferi ise, burjuvazinin, on yıllardır muhatap olmak durumunda kaldığı ve gittikçe derinleşen krizlerden çıkış için çözüm üretmekte zorlandığının bir göstergesi. Zira, Hollande’ın elindeki reçete 1929 krizinden çıkış için uygulanan reçetelerin makyajlanmış bir sürümü olmaktan öteye geçmiyor. Biraz açmak gerekirse, önceleri sadece devrimcilere atfedilen felaket tellallığı kimi burjuva sektörlere de sirayet etmiş olacak ki, örneğin ünlü “yatırımcı” George Soros, “Ekonomiyi daraltarak borç yükünü azaltamazsınız; tek çıkış yolu büyümekten geçer”, diyerek uygulanmakta olan kemer sıkma politikalarından pek de umutlu olmadığını bir kez daha dile getiriyor. Bu arada, Yunanistan’ın avrodan çıkışının ve hatta AB’nin geleceğinin ciddi ciddi tartışılmaya başlandığı bir dönemde, Hollande’ın zaferi merkez ülkelerde büyüme yanlısı politika

taraftarlarının mütevazı bir mevzi kazanması anlamına gelirken, bu zaferin genel bir eğilime dönüşmesi pek de olası görünmüyor. Çünkü, burjuvazi henüz işçi hareketini baskılayabilmek için ihtiyaç duyduğu barutu tüketmiş değil ve elindeki tüm araçlarla saldırılarını sürdürmeye devam ediyor. Tipik bir şekilde doğrudan devlet eliyle ya da teşvikler yoluyla ekonomide yatırımların artırılması ve piyasa-

Portekiz, İspanya ve İtalya’nın, Yunanistan’ın mali ve sosyal çöküşünü takip etmemesini sağlamak olarak görünüyor. Hollande’ın zaferi “deneme-yanılma” yoluyla da olsa bir çizgi oturtabilme çabasına işaret ederken, tam da bu sebepten ötürü Yunanistan’ın avrodan çıkışında hızlandırıcı bir etki yapabilir.

lardaki para arzı artırılarak faizlerin düşürülmesi son tahlilde çevreden merkeze doğru bir enflasyon basıncı oluşmasına sebep olacaktır. Bu, kısa vadede borçların çevrilebilmesini kolaylaştırsa da kitlelerin refah düzeyini şimdi olduğundan daha kötü bir seviyeye doğru baskılayacaktır. Dolayısıyla, burjuvazi açısından Hollande’ın zaferi, önümüzdeki dönemde uygulanacak politikaların belirsizliğinin bir tezahürü denebilir. Temel mesele hâlâ,

siyasi arenadaki hakimiyetinin bir göstergesi olarak okunabilir. Sarkozy döneminde, uygulanan göçmen karşıtı politikalar, göçmen işçiler arasında sandığa gitmeme yönünde bir eğilim doğmasına sebep olmuş gibi görünse de, Hollande’ı iktidara taşıyan genel eğilimin aksi yönde olduğu esmekte olan “Sarkozy karşıtı” havadan da anlaşılabilir. Sarkozy’nin partisi UMP’nin [Halk Hareketi Birliği] oy kaybıyla beraber içine

grupları ve krizin neden olduğu acil da asılı durumda: memarondum insani problemlere karşı dayanışma paketleri, borç anlaşmaları ve ağları yaratarak mücadele edilmeli. onların barbar önlemleri, işbirlikçi politikalar... ve hatta “ülkenin ve 5. Şurası açık ki, seçim sonuçavronun Avrupa rotası” söylemleri. larının ardından siyasi dönüşüm Kısacası, finans krizine uzatmalı ivme kazandı. Burjuva siyasi bir hükümet krizinin bütün temel güçleri kendilerini yeniden toöğelerini barındıran derin bir poliparlayacak ve tertipleyecek belirtik kriz eklendi. Bu yeni seçimlerle gin bir perspektiften uzak halde, de çözülecek gibi durmayan bir parçalara bölünmüş ve tamamen sorundur (ki kimse de, özellikle dağılmış durumdalar. Onlar için burjuva güçler, AB ve emperyabir hükümet kurmak, hükümet olarak yönetmekten daha zor hatta listler bunu istemiyor görünüyor). imkansız bir hale gelmiş durumda. Belki de, Papadimos’tan daha doğal ve farklı bir bileşime sahip yeni Şu anda her şey boşlukta, hava-

Fransa özeline inersek, ilk olarak, birinci ve ikinci turda sağlanan seçime katılım oranı burjuvazinin

bir Bonapart’ta karar kılacaklar. Direnişler, kitlesel gösteriler, ayaklanmalar, çatışmalar ve şimdi de seçim sonuçları gösteriyor ki, burjuva politikalarının reddi geniş boyutlara yayılmış durumda. Dahası bu reddetme büyüyor ve yeni nitelik kazanıyor. Bu gidişatın, bu kez reformist politikalarla perçinleyerek aynı yıkıcı momerandum politikalarını uygulamak isteyecek herhangi bir burjuva hükümeti tarafından durdurulması zor görünüyor. Buna ek olarak, kitlelerin tamamen yeni ve radikal bir

çekilmesi ve bu yolla aşırı sağcı Marine Le Pen’in önünün açılması muhtemel gibi görünüyor. Fakat yine de, Hollande’ın önümüzdeki hafta genel seçimlerde, başkanlık seçimlerindeki zaferini tekrarlaması bekleniyor. Öte yandan, büyük şehirlerin banliyölerinde ve sanayi merkezlerinde de aşırı sağın oylarında bir düşüş gözlemlenmekte. Hollande’ın geliri 150.000 avrodan fazla olanlardan alınacak yüzde 45’lik ve 1.000.000 avrodan fazla olanlardan alınacak yüzde 75’lik ek vergi vaadini gerçekleştirmek için hevesli bir çaba içerisinde olmadığı, daha şimdiden giriştiği pazarlıklardan belli oluyor. Emeklilik yaşını bazı gruplar için 60’a indirme ya da çalışma süresini haftalık 35 saatte sabitleme gibi vaatlerin gerçekleşmesi ise, Avrupa’nın ve avro bölgesinin içinde bulunduğu durum göz önünde bulundurulduğunda, pek de olası görünmüyor. İşçi sınıfının yaşam standartlarında Hollande’ın zaferinin uzun vadede olumlu bir gelişme sağlayacağını söylemek mümkün değil. Hollande gibi “sol soslu” bir başkanın burjuvaziye zaman kazandırma adına çok yardımı dokunacağı aşikâr. Sonuç olarak krizden çıkışın yollarının ve sınıfsal çıkarların ulusal düzeyde de olsa muğlaklaştırılmaya çalışıldığı bir ortamda, sınıfa karşı sınıf çizgisinden ödün vermeden devrimci Marksizm’in programının kitlelere taşınması acil bir görev olarak önümüzde duruyor.

biçimde farklı yeni bir çıkış yolu arayışı görünür halde ve ehlileştirilemez görünüyor. Ve elbette tüm bunlar yeni çatışmaların kapıda olduğunu gösteriyor. OKDE, seçim öncesi dönemde bu durumun farkına varmıştı ve tabii ki seçim sonrasındaki yeni durumu da hesaba katarak sürecin takipçisi olmaya devam ediyor. Mücadelemize direnişlerin özörgütlenmesini sağlamak ve onları güçlendirmek için, sosyalist devrim için yeni bir devrimci kutubun inşası adına devam edeceğiz.


Esad diktatörlüğüne karşı, Suriye devrimiyle dayanışmaya! T

unus’ta patlak veren, oradan Mısır ve Libya’ya yayılan ve bu ülkelerde emperyalizmle işbirliği içerisinde olan diktatörlerin devrilmesiyle ivme kazanan devrimci süreç, Suriye’de de Esad diktatörlüğüne karşı bir yılı aşkındır süren mücadelenin ateşleyicisi oldu. Suriye’de devrim başladığından bu yana Esad rejimi ise kitleleri ezebilmek için yoğun bir baskı ve imha politikası uygulamakta. Bugüne kadar 10.000’e yakın insan hayatını kaybetti ve 200.000’e yakın insan da tutuklanarak işkenceye maruz kaldı. Ancak kitleler, rejimin tüm bu yıldırma politikalarına karşı “özgürlük ve ekmek” talepleriyle Beşar Esad’ı alaşağı etmek için mücadeleyi sürdürmekte. Gelinen noktada, Esad halkını katletmeye devam etmekte. Geçtiğimiz ay devrimin kalelerinden Hama şehrini bombalayan Esad’ın güçleri, yine direnişin başat şehirlerinden Humus yakınlarındaki Hula kasabasında 25 Mayıs 2012 tarihinde gerçekleşen kitlesel gösterilerden sonra, Şebbiha milis gücünün (Esad’ın paramiliter kuvvetleri) desteğiyle, çoğunluğu kadın ve çocuk olmak üzere 100’den fazla kişinin ölümüyle sonuçlanan kanlı bir katliam gerçekleştirdi.

ettiğini biliyoruz. Tunus’ta Bin Ali, Libya’da Kaddafi ve Mısır’da Mübarek diktatörlükleri kitleler tarafından alaşağı edilene kadar kendi işbirlikçilerini destekleyen emperyalizm, bugün de Beşar Esad’ı ve onun kitlelere dayattığı kanlı diktatörlüğünü desteklemektedir! Ve Suriyeli devrimciler de bir yandan rejime karşı mücadelelerini sürdürürken öte taraftan da emperyalizmin diktatörlerle olan işbirliğini teşhir etme çabası içerisindeler. Hula katliamından sonra yaptığı açıklamada, Humus Devrimci Konseyi, BM gözlemci heyetinin 1990’lı yıllarda Bosna’da yaptığı gibi, Suriye’de de kurbanların sayılmasından başka bir şeye hizmet etmediğini belirtti. Hula Koordinasyon Komitesi ise, BM heyetinin, kitlesel eylemlerin sonrasında gerçekleşen katliamdan öncesinden haberdar olduğunu ancak hiçbir müdahalede bulunmadığını dile getirdi.

Bunlara ek olarak, Suriyeli muhalifler, Suriye Ulusal Konseyi’nin (SUK) içinde bulunduğu krizi de kitlelerin lehine çevirebilmek adına mücadele etmekte. Bilindiği gibi, Suriye Ulusal Konseyi, Müslüman Kardeşler’in domine ettiği, emperyalist müdahale yanlısı ve Esad düştükten sonra kimin kontrolü ele Katliamdan sonra Esad, olayları “canavarca” alacağının tartışıldığı bir yapı. Esad rejimi ve “ajanların işi” olarak nitelendirip sorumaltında tüm örgütlülüğünü ve mevzilerini luluğu kendi üzerinden atmaya çalışsa da, kaybeden Suriye halkının, devrim süreciyle olayları incelemek için bölgeye giden BM birlikte Suriye Ulusal Konseyi’nden beklenti(Birleşmiş Milletler) heyeti “yeterli kanıt yok” si oldukça artmıştı. Ancak zamanla, SUK’un açıklamasını yapsa da, emperyalizm “barış devrimin önünde bir engel teşkil ettiği ve planı” adı altında, Esad’a zaman kazandıremperyalizmin Esad rejimiyle işbirliği hamaktan başka bir anlama gelmeyen bir planla linde olduğu kitleler tarafından görüldükçe diktatörleri desteklemeye devam etse de, biz SUK’un da krize girmesi kaçınılmazdı. Bukimlerin işbirliği içerisinde, ortak hareket gün bu kriz iyice derinleşmiş durumda. Em-

peryalizmin ve SUK’un rolünü gören yerel komiteler ve konseylerse artık yalnızca eylemleri koordine etmekle kalmıyor, aynı zamanda da Suriye halkının taleplerinin uluslararası alanda görünür kılınması ve sahiplenilmesi için mücadele ediyor. Bu sadece Suriye devriminin değil, aynı zamanda Arap devrimci sürecinin içerisinde bulunduğu durum açısından da oldukça kritik bir aşama. Ortadoğu’da emperyalizmin gücünü sarsacak en ufak bir gelişme dahi yalnızca Suriye’deki kitle hareketinin değil, Tunus, Mısır, Libya, Bahreyn ve Filistin gibi bölgede direnen tüm halkların mücadelesinde bir sıçrama yaratacaktır. Bizlere düşen de, Esad rejimine karşı Suriye halkının onurlu mücadelesini desteklemek, emperyalizmin Suriye’ye politik ve/veya askeri müdahalesinin karşısında durarak Suriye devrimiyle her türlü dayanışmayı örmenin yollarını aramaktır. Bu noktalardan hareketle, geçtiğimiz ay yayınladığımız “Suriye halkı ile uluslararası dayanışma çağrısı” başlıklı kampanya metni kapsamında 30 Mayıs - 7 Haziran tarihleri arasında Brezilya, Arjantin, Şili, Venezuela, İspanya ve Tunus’ta, Suriye devrimiyle dayanışma yürüyüşleri ve toplantıları yapılacaktır. Türkiye’de de bu ve benzeri dayanışma etkinliklerinin örgütlemenin oldukça önemli olduğunu düşünüyoruz. Kahrolsun katliamcı Esad diktatörlüğü! Yaşasın Suriye halkının onurlu mücadelesi! Emperyalizm Ortadoğu’dan defol!

5 Mayıs 2012

www.iscicephesi.net Aylık Siyasi İşçi Gazetesi (Aylık Yerel Süreli Yayın) • Sahibi ve yazı işleri müdürü Atakan Çiftçi (Enternasyonal Yayıncılık) • Yönetim yeri Şehit Muhtar Mah. Süslü Saksı Sok. No: 19/6 Beyoğlu - İstanbul • 1 yıllık abonelik Yurtiçi: 25 TL • Yurtdışı: 25 € Baskı Gülmat Matbaacılık, Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi E Blok 1NE4 Topkapı - İstanbul, (0212) 5651774 • Fiyatı 2 TL • Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.