AKP’nin dikişleri patlarken Evet, AKP’nin dikişleri patlıyor. Kendini sürekli tekzip eden AKP’nin, bir dil sürçmesi olmadığına daha geniş kesimler tanık oluyor. Seviye beş yaşındaki çoçuklara “geri zekalı” deme noktasına kadar inmiş durumda. Kaygılı anne-babaları iç düşman ilan etmekten çekinmeyen AKP’nin şirazeden çıkma potansiyelinin oldukça yüksek olduğunu görüyoruz.
»8
Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 43 • Eylül 2012 • Fiyatı: 2 TL
Sınıf mücadelesi karşısında ilan edilmemiş ittifak: Esad-Merkel-Chavez Cephesi
»4
Solun Suriye ile imtihanı
» 15
Türk milli şuuraltının tarihsel karabasanı, devlet ve hükümet büyüklerinin o pek “hallendikleri” Suriye meselesi bağlamında, üstelik bu defa da “Ya Kürtler birleşirse!” korkusuyla büyüyerek yeniden zuhur etmiş bulunuyor.
» 10
Haklarımıza “ileri demokrasi” darbesi! tazminatı hakkımız tam da bu noktaya oturuyor. Geçtiğimiz günlerde bir Türk-İş temsilcisi, Başbakan’ın kıdem tazminatının gündemlerinden kalktığını söylediğini duyurdu. Ancak daha sonra Başbakan “verilmiş böyle bir kararımız yok” dedi.
Elbette verilmiş böyle bir kaArtık işsizlik rakamları açıklanır- rar yok, hatta işverenlerle çoktan ken ‘mevsimsel etkilerden arındırıl- uzlaşılmış bir mutabakat söz konumış’ cümlesini duymaya çok alıştık. su. Bölgesel asgari ücret ve kıdem Bunun nedeni de, yaz ayında tarım, tazminatının fona devri Ulusal turizm ve inşaat sezonunun açılma- İstihdam Strateji Belgesini referans sı. Artan istihdam mevsimlik, geçici alan 61. Hükümet programında ve çoğunlukla kayıtdışı sektörlerde yer alıyor. Çünkü işveren örgütleri olduğundan, istihdamın genellikle asgari ücretin yüksekliği ve kıdem ucuz ve geçici işgücü üzerinden bir tazminatını en önemli maliyet artış yakaladığını söylemeye gerek sorunu olarak gösteriyor. Kıdem yok. Bu sebeple, boğaz tokluğuna tazminatının fona devri; işsizlik çalışılacak bir iş değil; güvenceli fonunun bu fon için kaynak haline iş, insanca yaşayacak bir ücret için getirilmesi ve kıdem tazminatından mücadele rakamların yarattığı yanıl- faydalanma koşullarının sınırlandısamayı bertaraf edecektir. rılması bu stratejinin bir parçasıdır. “Kıdem tazminatı rafa kalktı!” Bu yüzden kıdem tazminatının fona devri konusu geriye çekilmemiş; Güvenceli bir işin en önemli sadece uygulamaya konmak için dayanaklarından biri olan kıdem uygun bir zaman beklenmektedir.
Yani gösterilen, hiç de olup bitenin birer açıklaması değildir!
tiklerin açıklanması halinde DİSK ve Hak-İş’in tüm sendikaları toplu sözleşme hakkını kaybedecek. Toplu Yetki bekleme, yetki sende! sözleşme hakkını kaybeden 550 bin İşçi sınıfının çalışma haklarına işçinin zamsız çalışması gündemde. dönük topyekün saldırı planlayıp, Çözüm önerisi DİSK’e bağlı Birleörgütlenme hakkını es geçmek olşik Metal-İş’ten geldi. Eylül ayında maz! Hükümetin istihdam stratejisi- metal sektöründe toplu sözleşme nin bir başka yönü de sendikaları ve süreci başlayacak olmasına ilişkin sendikalaşma hakkını ortadan kalBirleşik Metal-İş Başkanı Adnan dırmaya yönelik. Mecliste bekleyen Serdaroğlu “Hiçbir ülkede sendiToplu İş İlişkileri Yasası da sendikal kalar toplu sözleşme yapmak için örgütlülüğü neredeyse imkansızlaş- bakanlıktan yetki beklemiyor. Biz tıran bir başka uygulama. Bu yasada de işverene işte toplu sözleşme tatam bir uzlaşıya varamayan hüküleplerimiz, işte üyelerimiz diyeceğiz. met sendikalı işçi istatistiklerini de Eğer işveren yanaşmazsa üretimden açıklamıyor. Bu yüzden de 7 aydır gelen gücümüz var. hiçbir sendika yetki alamıyor ve Tüm sendikalara da toplu sözleşme yapamıyor. İstatis-
»2
Homeless, Jason Franson
Geçtiğimiz ay, Türkiye İstatistik Kurumu (TUİK) “11 yılın en düşük işsizliği”ni yaşadığımızı müjdeledi. Mayıs 2012 dönemi işsizlik rakamlarını açıklayan TUİK, Türkiye genelinde işsiz sayısının geçen yılın aynı dönemine göre 278 bin kişi azalıp istihdamın arttığını duyurdu.
2
İLAN TAHTASI
Haklarımıza “ileri demokrasi“ darbesi! Kapak sayfasından devam çağrımdır. Yetkiyi beklemeyelim sözleşmeleri başlatalım. Böylelikle yasayı değiştirtebiliriz.” dedi. Benzer bir ses, Hak-İş’ten de geldi. Sendikal örgütlülüğü parçalayan ve toplu sözleşme hakkına el koyan bu yasaya karşı en önemli görev, tabandaki sendikalı işçilere düşüyor. “İleri demokrasi”nin bitmeyen savaşı Hükümet ekonomik ve sosyal hakları tırpanlanırken, Kürt illerinde yaşanan çatışmaları da körüklüyor. Gaziantep’te yaşanan patlama ve ardından gelen operasyonlarda ölen asker ve gerillalar barışın aciliyetini ve zorunluluğunu anlatırken; bu olaylar kimi siyasetçilere milliyetçilik naraları atma fırsatını sağladı. İdris Naim Şahin Gaziantep patlaması sonrası BDP İlçe binalarının kundaklanması olaylarına “halkımızın bir tepkisi ortaya çıktı. Bunlar, doğru bulduğumuz tepkilerdir, duyarlılığın ifadesidir” tepkisini verdi ve Kürtlere yönelik saldırılar neredeyse bir ritüel haline geldi. Devletin “terör”ü gerekçe göstererek şiddet uygulama meşruiyeti gittikçe güçlenirken, siyaset yapma hakkı yalnızca muktedirlerin elinde bir araç. BDP’li vekillerin dokunulmazlık haklarının mecliste tartışmaya açılması Kürt sorununda muhatapsızlaştırma siyasetinin devamı niteliğinde. Bu yüzden,
Yunanistan’da OKDE yaz kampı İC - Haber, 7 Eylül
bu mesele yalnızca Kürtleri değil, baskı siyasetinin mağduru ve muhattabı olan tüm kesimleri ilgilendiriyor. Çünkü uygulanmakta olan güvenlik siyasetinin bir sonucu olarak muhalefet eden herkes hedef tahtasının merkezine yerleşiyor. Örneğin, adı değiştirilerek “Bölge Ağır Ceza Mahkemeleri” olan özel yetkili mahkemelerde son 9 yılda tam 229 bin 231 kişi yargılanırken, 3 bin 936’sı çocuk olmak üzere 153 bin 936 kişi hakkında mahkumiyet kararı verildi. Bu rakamlar, devletin siyaset yapmak isteyenleri tecrit etme politikasını göstermesi açısından manidar. Uzunca bir zamandır TürkKürt çatışmasının güçlendirildiği, Alevilerin giderek hedef haline geldiği bir dönemden geçiyoruz. Açığa çıkan milliyetçi saldırgan ruh hali, yoksulluk ve örgütsüzlüğün çoğaldığı bir toplumsal arka plandan besleniyor. Sosyal hakların yok edildiği, siyasal demokrasinin giderek tırpanlandığı bir ortamda, umutsuzluk hali ‘bizden olmayan’a karşı bir silaha dönüşüyor. Bu yüzden, “işte ileri demokrasi” naraları atanların ikiyüzlülüğüne karşı, kenetlenerek mücadeleyi örmek gerekiyor. Emekçiler olarak, bu şoven histerinin bir parçası olmayı reddetmeli; savaşın durmasını ve Kürt halkına kendi kaderini tayin hakkı çerçevesinde gasp edilen tüm haklarının iadesini talep ederek mücadeleyi güçlendirmeliyiz.
Ne savunuyoruz? Neyi hedefliyoruz? İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Türkiye’de devrimci bir işçi partisinin inşası için mücadele ediyoruz. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş veriyoruz. Sermayenin baskı ve şiddet rejimine karşı mücadele ediyoruz ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.
Daha öncesinde gazetemizde Yunanistan’daki 6 Mayıs seçim değerlendirmelerini (bak: http://iscicephesi.net/uluslararasi/avrupa/1649-yunanistan6-mayis-secimleri-ilk-sonuclar ) yayımladığımız OKDE’nin parti yaz kampı geçtiğimiz Ağustos ayında gerçekleşti. OKDE (Komünist Enternasyonalistler Örgütü)’nün bu yılki yaz kampına UBK’nın bileşenleri olan İşçi Cephesi ve Lucha Internacionalista’nın (Enternayonalist Mücadele-İspanya) yanı sıra, Fransa, Avusturya ve Arjantin’den çeşitli siyasi çevreler de katıldı. Yunanistan’ın Larissa şehrinde kalabalık bir topluluğun katılımı ile gerçekleşen dokuz günlük kamp sürecinde işlenen başlıca konular şunlardı: Parti merkez yayın organının dili nasıl olmalıdır ve gazeteye yazı nasıl yazılır, gündelik hayatın sorunları ve kriz, öğrenci hareketinin durumu, yükselen faşizme karşı mücadele yöntemleri, sol hükümetler ve halk cepheleri. Yunanistan’daki işçi denetimi ve işyeri işgalleri deneyimle-
rinin geniş yer kapladığı ve SYRIZA tipi reformist sol partilere karşı tavrın ne olması gerektiği gibi konular kampın temel konularını oluşturdu. Analiz olarak ise, OKDE Yunanistan’da bir ön devrimci durumun eşiğinde oldukları tespitinde bulunurken, mevcut hükümetin uzun ömürlü olmayacağı ve yerini bir tür halk cepheci hükümete bırakabileceği doğrultusunda bir öngörüde bulundu. Bu durum karşısında da Yunanistan’da devrimci bir işçi partisinin hangi yöntemler ile bir üst evreye sıçratılabileceği tartışması her bir gündemin merkezini oluşturdu. Oldukça misafirperver ve yoldaşça karşılandığımız OKDE’nin kampından, Avrupa’da krizin artan etkileri karşısında Avrupa ve dünya çapında işçi sınıfının seferberliklerini destekleyecek somut kampanyalar oluşturabilme ve Yunanistan’daki sınıf mücadelesi ile bağlar kurup mücadelelerimizi birleştirme umutları ile ayrıldık.
EMEK GÜNCESİ
3
BEDAŞ direnişi sürüyor, mücadele büyüyor! İC - Haber, 6 Eylül Enerji-Sen’de sendikalaşan ve iki ay boyunca maaşlarını alamadıkları için ‘iş edimini yerine getirmeme’ haklarını kullanan 114 taşeron BEDAŞ işçisi, işveren tarafından hukuksuz bir şekilde işten çıkarılmıştı. BEDAŞ yönetiminin sendikalaşmaya ve işçilerin haklarını aramasına karşı aldığı bu net tavra işçilerin cevabı 100 günü aşan süredir devam eden direniş olmuştur. Okuma servisindeki işçilerin direnişi sürerken, BEDAŞ bünyesindeki Beypınarlar isimli taşeron şirkette açma-kapama bölümünde çalışan 300 işçi, maaşları ödenmediği için Enerji-Sen’in çağrısına uyarak iş bıraktı.
En geç 25 Ağustos’ta maaşları ödenmesi gereken açma-kapama işçileri, firma yöneticilerinin “maaşlarınızı 6 Eylül’e kadar ödeyemeyiz” açıklamalarının ardından durumu değerlendirerek iş bırakma kararı aldı ve 28 Ağustos’ta bu kararı gerçekleştirdi. Enerji işçilerinin eylemi, Tes-İş yöneticileri tarafından baltalanmak istenirken çeşitli ilçelerde Tes-İş üyesi kadrolu ve taşeron işçiler de enerji işçilerine destek verdi. Taşeron firmanın ödeyemeyiz dediği maaşları, BEDAŞ 4 Eylül günü ödedi. Ancak 300 açmakesme işçisinden 14 tanesine iş verilmediği için o tarihten bu yana
14 işçi işe çıkamıyor. Öte taraftan BEDAŞ taşeron firmaya 16 kişilik bir uyarı liste vermişti. Bu listedeki 16 işçinin ispatsız bir şekilde rüşvet aldığı ve eylemlere katıldığı söyleniyordu. 16 kişilik listedeki 5 Enerji-Sen üyesi işçi işe döndükleri Salı gününden beri iş alamıyorlar ve işyerinde iş akitlerinin fesih sebebinin tebliğ edilmesini bekliyorlar.
diğer direnişlerle dayanışma gösteriyorlar. Son Cuma eylemlerinde de İstiklal Caddesi boyunca yürüyen işçiler cadde üzerindeki Kiğılı mağazasının önünde sloganlar atarak direnişteki Kiğılı işçilerinin ve “Havada karada her yerde direniş” sloganıyla Taksim merkezde bulunan THY binasının önünde direnişteki THY işçilerinin haklı direnişlerini selamladılar.
BEDAŞ işçileri her Cuma Galatasaray Lisesi önünden BEDAŞ Genel Merkezi’ne yaptıkları yürüyüşlerini tekrarlıyor. Eylem güzergahı üzerindeki, diğer direnişlerin bağlı olduğu işyerleri önünde de eylemlerini sürdürerek
“Taşerona teslim olmayacağız” diyen 114 işçinin tamamının işe geri alınacağı güne kadar direnişlerini sürdürecek olan enerji işçilerinin İşçi Cephesi olarak bu haklı mücadelelerini sonuna kadar destekliyoruz.
DHL’de sendikalaşma mücadelesi ve direniş devam ediyor İC - Haber, 4 Eylül Alman sermayeli uluslararası taşımacılık sendikası Dalsey Hillblom Lynn (DHL)’in -adını kurucu patronlarının isimlerinden almıştırTürkiye kolunda sendikalaştıkları için işten atılan işçilerin direnişi iki buçuk ayını doldurdu. Sendikalaşma faaliyetinin bir yıl önce başladığı DHL’de işçiler ağır çalışma koşulları ve uzun mesai saatlerine karşı sendikalaştılar. Bunun üzerine işten atılan işçiler direnişe, bağlı bulundukları sendika TÜMTİS öncülüğünde başladılar. Patron, performans yetersizliğinden işçileri işten çıkardıklarını
söylese de, atılan işçiler arasında 1000 saate kadar mesaiye kalan ve performans ödülü alan işçilerin var olması bu durumu yalanlıyor. Mevcut çalışan işçilerin direnişe destek vermemeleri ve sendikalaşmayı bırakmaları için patronun içeride ikna odaları kurduğu hatta direnişin büyümemesi için çalışma şartlarını göreli iyileştirdiğini sendika temsilcileri ve direnen işçilerden öğrendik. Kıraç ve Gebze lojistik merkezlerinde direnişlerini sürdüren işçiler, 24 Ağustos’ta Uluslararası Taşıma İşçileri Federasyonu
(ITF)’nin de katıldığı bir basın açıklaması düzenledi. ITF açıklamada, DHL’deki sendikalaşma mücadelesi başarıya ulaşana, işten çıkarılan işçiler işbaşı yapana kadar bu mücadeleyi desteklemeye ve dayanışma içinde olmakta kararlı olduklarını belirtti. Daha sonra söz alan TÜMTİS başkanı Kenan Öztürk ise bir an önce DHL’in sendikayla masaya oturması, atılan işçilerin işe geri alınması gerektiğini belirtti. Basın açıklamasının sonunda uluslararası sendikal dayanışmanın UPS direnişindeki önemine atıfta bulunarak, aynı
dayanışmanın DHL’de de gösterileceğinden bahsedildi. Uluslararası bir lojistik firmasına karşı, işçilerin en temel hakkı olan sendikalaşma hakları için başlattıkları bu direnişi İşçi Cephesi olarak sonuna kadar destekliyoruz. Atılan tüm işçiler geri alınsın! Sendika düşmanlığına son! Uluslararası imza kampanyası için http://www.labourstartcampaigns.net/show_campaign. cgi?c=1526
Bilgi Üniversitesi’nden atılan işçilerin direnişi sürüyor! Leyle Kızıltan, 7 Eylül
Yıllık öğrenim ücreti ortalama 25.000 TL olan İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde 24 Ağustos’ta başlayan işten çıkarmaların ardından 24 işçi direnişe geçti. DİSK’e bağlı Sosyal-İş’e üye işçilerin önderliğinde, işe iade talebi ile 4 Eylül’de başlayan süresiz oturma eylemi devam ediyor. Sendika ve emekçi düşmanı Bilgi Üniversite gerekçesiz işten çıkarmalarda, sendika üyelerini seçmekte titiz davransa da işten
atılanlar arasında emekliliğine birkaç ay kalan 15 yıllık çalışanlar da bulunuyor. İşçiler ise tek taleplerinin işe iade olmadığını, şu an çalışan arkadaşlarının çalışma koşullarının iyileştirilmesi için de mücadele ettiklerini vurguluyor. Çalışma koşullarının çok ağır ve adaletsiz olduğunu söyleyen işçiler, çalışmaya devam eden işçilerin iş yoğunluğunun yüzde elli arttığını da ifade ediyor. “Cehennem soğuyana kadar”
direneceğiz Bilgi Üniversitesi’nde çalışan akademisyenlerin, öğrencilerin, velilerin ve ayrıca çeşitli siyasi parti ve demokratik kitle örgütü temsilcileri tarafından yalnız bırakılmayan direnişçi işçilere destek günden güne büyürken, dayanışma da yükselmeye devam ediyor. Yine Bilgi Üniversitesi’nde 2010 yılındaki direnişlerinden zaferle çıktıklarını hatırlatan işçiler ve onlara destek veren akademisyen-
ler, kararlılıklarını belirtmek için, gerekirse “cehennem soğuyana kadar” mücadele edeceğiz, dedi. Hafta içi her gün 11.00 ile 19.00 arasında oturma eylemini sürdüren işçiler, yakında direniş çadırı da kuracak. Biz de İşçi Cephesi olarak onların onurlu mücadelesine destek veriyor ve Bilgi Üniversitesi’nde direnen işçilerin yalnız olmadığını söylüyoruz.
4
POLİTİKA
Sınıf mücadelesi karşısında ilan edilmemiş ittifak: Esad-Merkel-Chavez Cephesi Bugünlerde bu üç adı bir araya getiren ortak özellik, her birinin uluslararası sınıflar mücadelesinde bölgesel etkilere yol açan kitle mücadelelerini bastırabilmek ve/veya saptırabilmek için yoğun bir çaba içinde olmaları. Henüz ABD’nin denetiminde sürmekte olan emperyalist dünya düzeninin emekçi halkların mücadelesiyle sarsılmasını önleyebilmek için, sanki bu üç lider bir kader birliğine girmiş gibiler. Yusuf Barman, 31 Ağustos
Bugünlerde bu üç adı bir araya kahramanca mücadelesi, sadece emperyalizm ve bölge egemen getiren ortak özellik, her birinin sınıfları değil, ama aynı zamanuluslararası sınıflar mücadeleda karşıdevrimci dinci politik sinde bölgesel etkilere yol açan akımlardan kendilerini ilericikitle mücadelelerini bastırabilmek ve/veya saptırabilmek için yoğun bir çaba içinde Bizzat AB projesinin yaratmış olmaları. Henüz ABD’nin olduğu mevcut çöküntüye gene denetiminde sürmekte olan AB’nin çare bulabileceğini emperyalist dünya düzeninin iddia etmek, kitlelerin emekçi halkların mücadele- direnişini kurtların ağzına, siyle sarsılmasını önleyebil- yani burjuvazinin ve sendika mek için, sanki bu üç lider bürokrasisinin politikalarına teslim etmek anlamına geliyor bir kader birliğine girmiş gibiler. Ama kitlelerin mücadelesini bastırmak derken devrimci olarak adlandıran bazı sadece Beşar Esad’ın kendi halkı Sol yayın organlarına kadar pek üzerinde uyguladığı katliamlardan söz etmiyoruz; ne de Merkel çok çevre tarafından, neredeyse önderliğindeki Avrupa burjuvazi- bir istihbarat örgütleri mücasinin sendikalar ve işçi hareketine delesine indirgenmek isteniyor. yönelik giriştiği karşıdevrimci “re- Sanki Suriye’nin kaderi, Murat formlardan” ya da Chávez’in pa- Karayılan’ın İran hükümeti ve ralı katillerinin sistematik olarak Esad rejimi ile yapmış olabileceği iddia edilen anlaşmalara; ABD devrimci sendikacıları kurşunlave Türkiye hükümetlerinin Sumalarından. Emekçi yığınlar bu tip saldırılar karşısında kendileri- riye Ulusal Konseyi veya Suriye ni bir şekilde savunmanın yolunu Ulusal Ordusu üzerindeki manibulabilirler; ama daha da tehlikeli pülasyonlarına; Suudi Arabistan, olanı, burjuvazinin ve diktatörlük Katar ve Libya hükümetlerinin rejimlerinin bu saldırganlıklarını Suriye’deki Müslüman Kardeşideolojik-politik söylemlerle meş- ler hareketini güçlendirmek için rulaştırıyor olmaları. Bu noktada harcadıkları çabalara vb. bağlasınıf mücadelesinin politik bilinç nıyor. Bu tür müdahaleler Suriye devrimi üzerinde elbette etkili berraklığına ihtiyacı var. Önüolan önemli politik olgular. Ama müzdeki mücadeleler dönemi asla Suriye halklarının karşıdevbunu gerektiriyor. rimci bir diktatörlük karşısında Suriye halklarının Esad’ın verdikleri mücadeleyi yargılayaBonapartist diktatörlüğüne karşı bilecek ve dünya emekçilerinin
Esad rejimi karşısında alacağı politik tutumu belirleyebilecek öğeler olamaz. Devrimci sosyalizm bu noktada bilinç bulanıklığına izin veremez. Suriye devrimi üzerindeki her türlü emperyalist müdahaleye ve bölge egemenlerinin yönlendirme girişimlerine karşı çıkarken, yıkılması gereken anakronik bir diktatörlük rejimi karşısında mücadele eden kitleleri koşulsuz olarak destekliyoruz. Kuşkusuz bu devrimin başarısı son tahlilde Suriye işçi sınıfının bağımsız ve etkili devrimci örgütlenmesine ve müdahalesine bağlı olacaktır; ama, onlarca yıllık diktatörlük rejiminin bir sonucu olan bugünkü sosyal ve politik oluşumun henüz bu gerekliliğe geçit vermemesinden hareketle koca bir halkın biraz nefes alabilmek için başlattığı devrimci seferberliğe sırt çevirmek, onu olumsuz biçimde sorgulamak, karşıdevrim kampında yer almak demek olacağı gibi, yarın Suriyeli proleterlerin ve emekçilerin bağımsız devrimci örgütlenmesinin de önünü kesmek anlamına gelecektir. Merkel’i Esad ile birlikte anmamızın nedeni ise, gene kitlelerin mücadelesi karşısında onları birbirine dolaylı olarak bağlayan bilinç bulanıklığı sorunu. Bu kez gündemde olan emekçilerin bilincinde kurulmuş olan Avrupa Birliği hayali. Daha başından itibaren biz AB’nin Alman
emperyalizminin Avrupa kapitalizmini kendi bayrağı altında birleştirme ve bu amaçla Avrupa işçi sınıfının İkinci Dünya Savaşı sonunda elde ettiği kazanımları geri alma projesi olduğunu; birincisinin, Avrupa’daki ulusal burjuvazilerin ve ulusal devlet sınırlarının varlığı nedeniyle olanaksız, ikincisinin ise, geleneksel sosyalist ve komünist partiler ile sendika bürokrasilerinin sınıf uzlaşmacılığı nedeniyle büyük bir tehlike oluşturduğunu söyleyegeldik. Bu bir kehanet değildi ve günümüzde berrak bir biçimde işleyen bir süreç haline dönüştü. Alman mali sermayesinin iki kez
Chavezci “XXI. yüzyıl sosyalizmi” yanılsamasının aşılması, başta Latin Amerika proletaryasının ve emekçi halklarının burjuvaziden ve Bonapart özentilerinden bağımsız olarak sınıf temelinde örgütlenip mücadele edebilmeleri için bir zorunluluk olarak karşımızda duruyor dünya savaşlarıyla denediği ama başaramadığını, bugün Almanya hükümeti daha “barışçıl” bir yöntemle ve Avrupa Merkez Bankası aracılığıyla deniyor. Yarattığı yıkım henüz sıcak savaşın
POLİTİKA
neden olduğu boyutlara ulaşmış AB’nin çare bulabileceğini iddia değil, ama bazı ülkelerdeki etkisi etmek, kitlelerin direnişini kurt(örneğin Yunanistan, Portekiz, ların ağzına, yani burjuvazinin İrlanda, şimdi İspanya ve hatta ve sendika bürokrasisinin politiİtalya), kitleler arasında yarattığı kalarına teslim etmek anlamına müthiş işsizlik, sefalet, çürüme, geliyor. Avrupa kitlelerinin içine marjinalleşme, lümpenleşSuriye halklarının Esad’ın me. Böylece sosyal devletin Bonapartist diktatörlüğüne getirdiği tüm hakların yok karşı kahramanca mücadeedilmesi, sendikal mücalesi, sadece emperyalizm ve delenin neredeyse yasadışı bölge egemen sınıfları değil, bir konuma itilmesi, hüama aynı zamanda karşıdevkümetlerin demokratik rimci dinci politik akımlardan ve politik haklar üzerinde kendilerini ilerici-devrimci polis devleti uygulamalarını olarak adlandıran bazı Sol sertleştirmesi ve sistematikyayın organlarına kadar pek leştirmesi için yol açılmış çok çevre tarafından, nereoluyor. Refah devleti tahrip deyse bir istihbarat örgütleri ediliyor, politik demokrasi mücadelesine indirgenmek yavaş yavaş aşındırılıyor. isteniyor Kitlelerin elbette bundan sürüklendiği müthiş çöküntüden hoşnut olduğunu ve mücadele kurtulabilmelerinin yegane yolu, etmediğini söylemek olanaklı değil. Ama sağından soluna kadar bizzat AB’nin yıkılmasından, tüm politik yelpazedeki liderlerin işçilerin ve emekçilerin Sosyalist Avrupası’nın inşasından geçiyor. her gün basında ve TV kanallarında “AB’nin ve Avro’nun geri Ve Chavez... Kaddafi, Esad gibi dönüşsüz bir proje” olduğunu faşizan milliyetçi diktatörlüklerin tekrarlayıp durmaları, kitlelerin desteklenmesinin; Latin Amerika bulabileceği politik alternatif burjuvazisini birleştirebilmek ve olanakları üzerine geçirilmiş bir emekçi kitlelerin mücadelesini ideolojik kapan etkisi görüyor. denetleyebilmek için AB benzeri Bizzat AB projesinin yaratmış projelerin kendi kıtasında inşa olduğu mevcut çöküntüye gene
edilmesinin; Küba ve Çin’de Stalinist diktatörlükler altında işçi devletlerinin yıkılıp kapitalizmin inşa edilmesinin; gericiliğin abidesi İran’dakine benzer karşıdevrimci molla rejimlerinin kardeş ilan edilmesinin; kendi yandaşı bürokrasiye arpalık olarak sunduğu bir-iki şirketin dışında millileştirmeden uzak durup emperyalizmle işbirliği içinde kapitalizmi sağlama almanın; bu amaçla devrimci sendikacıları paralı katiller aracılığıyla katlettirmenin, işçi hareketi üzerindeki asker-polis baskılarını yoğunlaştırmanın; bütün bunların, “antiemperyalizm ve sosyalizmin” bir gereği olduğunu iddia eden Chávez yönetiminin kitlelerin bilincinde yaratığı deformasyon çok güçlü oldu. 2000’lerin ilk on yılında büyük bir etki yaratan bu bulanıklık, hatta bir 5. Enternasyonal projesinin (başarısız olarak) yaratılmasına kadar vardı ve Sol partileri ve sosyal hareketleri derin bir biçimde sarsıp yönlendirdi. Chavezci “XXI. yüzyıl sosyalizmi” yanılsamasının aşılması, başta Latin Amerika proletaryasının ve emekçi halklarının burjuvaziden ve Bonapart özentilerinden bağımsız olarak sınıf
5
temelinde örgütlenip mücadele edebilmeleri için bir zorunluluk olarak karşımızda duruyor. İşçi Cephesi, işçi sınıfının devrimci partisinin inşasını her zaman uluslararası inşanın bir parçası olarak gördü. Dünya durumunun içine sürüklendiği mevcut mücadeleler süreci, bu inşanın güçlendirilmesi açısından yeni bir çerçeve ve yeni olanaklar dizisi sunuyor. Ulusal ve uluslararası partiyi kitle seferberlikleri içinde inşa etme yönteminden hareketle, uluslararası inşayı sınıf mücadelesinin sıcak noktalarına taşıyabilmemiz, oralarda odaklaştırabilmemiz gerekiyor. Bu açıdan Suriye ve Ortadoğu’daki devrimci atılımlar; Avrupa’da yaygınlaşan işçi ve kitle mücadeleleri; ve nihayet Venezuela’da Ekim’de düzenlenecek seçimlerden yararlanarak Latin Amerika’da devrimci sosyalizmin güçlendirilmesi olasılığı, önümüzdeki günlerde uluslararası örgütlenmede yeni adımlar atılmasının çerçevesini oluşturuyor. Bunun kolay bir görev olduğunu söyleyemeyiz, ama devrimci Marksizm (ve bizim topraklarda İşçi Cephesi) hangi görevi kolayından aldı ki...
Polis cinayetleri ve biber gazının sağlığa faydaları Kemal Boran, 28 Ağustos Geçtiğimiz günlerde sıradan bir trafik kazası sırasında polis silahını ateşledi ve bir genç hayatını kaybetti. Bu olay İzmir’de yaşandı. Sebep ne olursa olsun silahsız üç genç ve silahına davranan polis manzarası, “İnsan hayatı bu kadar ucuz mu?” dedirtiyor insana. Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu’nda yapılan değişikliklerle bu infazlar daha da arttı. Pervasızca cinayetler işleniyor, savunmasız insanlar polis kurşunuyla hayatını kaybediyor. Polisin kullandığı orantısız güç, AKP iktidarı tarafından 10 yıldır adeta teşvik edilir duruma geldi. Polis devleti olma yolunda emin adımlarla ilerlemekteyiz. İnsan hayatını tehdit eden biber gazını bol bol kullanmak polisin başlıca görevleri arsında yer
almaya başladı. Polis biber gazı sıkmakta adeta birbiriyle yarışır duruma geldi. Gaz kullanımı, yapılan mitingin, gösterinin ideolojik yapısına göre çoğalıp azalabiliyor. İktidara yakınsanız teşvik bile edilirsiniz. Örneğin on üç askerin öldüğü günlerde Taksim’de bir miting yapılıyor ve “Kahrolsun halkların kardeşliği, yaşasın Türkler’in kardeşliği” diye slogan atılıyor. Kürtlere, Ermenilere, Rumlara küfrediliyor. İktidarın Bakan’ı da seyrediyor. Yine insan sevgisi ile dolup taşan bir bakanımız da biber gazının doğal olduğunu, insana zarar vermediğini söylüyor. İnsanı hayvandan ayıran şey düşünebilmesi ve iyiyi doğruyu algılayabilmesidir. Bazıları kardeşliği istemiyorsa o da onların
sorunu ama bu yaptıklarının ırkçılık ve faşizm olduğunu da unutmasınlar. İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, “Biber gazı sağlığa zararlı değil.” diye buyurmuş. Zatı şahaneleri tabi daha iyi bilir ama biz yine de tıp doktorlarına kulak verelim. Tıp doktorları şöyle diyor: “Göz yaşartıcı gaz ve biber gazları kimyasal maddedir, söylendiği gibi masum gazlar değildir. Bu gazların ağız içi ve burun mukozasından göze vücudun diğer bölgelerinden deriye kadar pek çok olumsuz etkisi bulunuyor. Astım hastalarında astım krizini tetikler. Kalp hastalarında da kalp krizine yol açar.”
nelerini üzmek istemezdik ama doğru söylemiyor. Beş yaşındaki çocuğa bile sorsanız eminim ki, “Biber gazı zararlıdır”, diyecektir. Peki neden böyle yapıyor dersiniz? Bilgisiz mi, bilmem! Peki cahil mi, zannetmem! Çünkü bakan yapmışlar! Bilgisiz cahil bir adam bakan olmaz. İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, “Biber gazı zararlı değil.” diyor. Şöyle bir önerimiz var Sayın Bakan’a: Malum siyanürlü çayı aklamak isteyen dönemin bakanı demli bir çay içerek siyanürlü çayı aklı sıra aklamıştı. Kıssadan hisse Bakan da biber gazını kendi suratının tam orta yerine bolca sıktırBu örneklerden en bilinenlerin- sın, bu da bize de örnek olsun. den biri de Artvin’de biber gazın- Nasıl fikir ama gayet mantıklı değil mi, ne dersiniz? dan ölen Metin Lokumcu’dur. Sayın İçişleri Bakanı zatı şaha-
6
POLİTİKA
2020 Türkiye Olimpiyatları: ”fatura halka” Tekin Güven, 8 Eylül
Olimpiyatlar evrensel barışın, sporla buluştuğu bir şölen, gösteri olmalı. Ama bunun böyle olmadığını Londra olimpiyatlarında gördük. İnsanların zorla yaşadığı yerlerden tahliye edildiği, sermayenin kâr adına her yeri dönüştürdüğü, olimpiyatlar yüzünden turistler için yalıtılmış alanların oluşturulduğu ve sözde güvenlik zaaflarını bahane ederek halka karşı baskı araçlarının, barışı ve üstün spor anlayışını savunan olimpiyatlar tarafından İngiltere, Londra’ya geldiğini, getirildiğini görüyoruz. Bu ürkütücü tablonun dört yıl sonra Rio De Janeiro’da veya 2020 olimpiyatlarına aday Türkiye’de gerçekleşeceğini görmek hayalcilik olmaz. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Londra’da Uluslararası Olimpiyat Komitesi (UOK) başkanı Jacques Rogge ile yaptığı görüşmede, İstanbul’un kuzeyine kurulacak yeni yerleşim alanın bir milyon nüfuslu olacağını, bunun yanında özel olarak Olimpiyat köyünün tahsis edileceğinin garantisini verdi. Bu dostlar alışverişte görsün pazarlığı, yalıtılmış kentsel dönüşüm ile birlikte isteklerini gerçekleştirecekler için “mükemmel bir atlayış”; peki bunun sonucunda orada yaşayan halka ne olacak ya da doğanın bu dönüşümler sonucunda katledilmesinin hesabını kim verecek? Onlara göre bunların pazarlığı dahi kabul edilemez, alelacele başlayan üçüncü köprü inşaatı buna çok güzel bir örnek. Ayrıca geçtiğimiz yıllarda inşa edilmiş ve ölü bir yatırım haline dönüşen Olimpiyat Stadı için, Başakşehir’de yaşayanlar zorla uzaklaştırılmıştı. Olimpiyat stadının devlete maliyeti 130 milyon TL ve Başakşehir’in rantsal dönüşüme sokulmasında önemli bir araç haline gelmiş durumda. Bu anlattıklarımızın daha fazlası ve etkilisi geçtiğimiz aylarda İngiltere’de, “Medeniyetlerin Beşiğinde” gerçekleşti.
Olimpiyat sürecinde, İngiltere’de sıkıyönetim dönemini aratmayacak uygulamalara tanık olduk. Thames Nehri’ne, Londra’nın kalbine, aylar öncesinden yerleştirilmiş savaş gemileri, evlerin çatısına yerleştirilmiş savunma sistemleri ve sokaklarda sivil halktan daha çok güvenlik görevlisi ile asker! Buna benzer baskı, en son ‘84-85 yıllarındaki maden işçileri grevine karşı uygulanmıştı. Şu an benzeri bir sıkıyönetimi Londra ve İngiltere çapında görmemiz şaşırtıcı değil. Hükümet kriz ortamında baskı araçlarını göstermekten çekinmiyor, krizin derinleşmesiyle gelişebilecek grevlere ve toplu gösterilere karşı aslında bir gözdağı!
larda “Evrensel Barışı” kutlayan bir tablo çizdi. Yani olimpiyatın nimetlerinden yararlanabilecek birikimi olmayanlar, kendi yaşadığı bölgede yabancı konumuna düştü, güvenlik ve ticari kaygılar nedeniyle. Olimpiyat Komitesi ise, “Evrensel Barış” ortamını kendi sponsorları için çok iyi bir biçimde yarattı. Hindistan’da
25 bin insanın ölümünden sorumlu ve Vietnam’daki Ekonomik krizi bahane edeNapalm bombalarının tedarek, eğitime ayrılan bütçede rikçisi Dow Chemical’ı, Mekbir milyar sterlin kesintiye sika Körfezi’ndeki felaketin gidileceği İngiliz hükümetince sorumlusu BP’yi ve obezite açıklandı. Krizin faturası halka gibi sağlık sorunlarına neden kesilirken, Olimpiyatlar için olan fast food’un baş tedarikbütçeden 13 milyar sterlin bir çisi McDonalds gibi firmaları harcama aynı hükümet tarafın- sponsor olarak kabul etmekte dan gerçekleştirildi. Bu aslında, hiçbir sıkıntı görmedi. Ayrıca 2020 yılında Türkiye’nin adaylı- UOK’un kendi içinde yaşadığı ğın neye karşı ve hangi amaçlar zıtlığı, Paralimpiyat oyunlarının doğrultusunda yapılacağının en önemli sponsoru Atos tekgüzel bir örneği; fatura halka, noloji firmasına verdiği destekte “Evrensel Barış” patronlara, görebiliriz. Atos engellilerin zenginlere... “gerçekten” devlet yardımına ihtiyacı olmadığına dair bir rapor Pekiyi, Londra Olimpiyatları hazırlayarak, İngiliz hükümetinsürecinde, halk olimpiyatların ce milyonlarca engelli vatandaşa neresindeydi? Sokağa çıkamaverilen yardımın kesilmesine dığı için, olimpiyatları televizneden olan bir süreci başlattı. yon başında izlemek zorunda bırakılan ya da olimpiyatlar için Olimpiyatların ticari kaygılar evinden atılıp, sığınma yerlerin- gözetilerek, olimpiyat oyunları de yaşamaya çalışan, zor koşul- için seçilecek şehrin, sponsorla-
rın dolaylı yoldan dahil olduğu bir komite tarafından belirlenmesi aslında şaşırtıcı bir tespit değil, o yüzden Başbakan olimpiyat için yapılan hazırlıkları anlatırken ranta açılmış ve açılacak kentsel dönüşüm bölgelerinden bahsetmesi dikkat çekici bir örnek. Olimpiyatlar, antik dünyada temsil ettiği değerlerden öte,
artık “evrensel barışı” değil bir zümrenin kendini gösterme ve kâr etme aracı haline gelmiş durumda. Sporcuların sağlıkları daha yüksek performans uğruna hiçe sayılırken, küçük yaştan itibaren sadece “başarıya” yönelik yetiştirilen insanların katılabileceği bir organizasyon haline gelmiştir. Kuşkusuz buradaki başarı “insanüstü sporcu”lar aracılığıyla sermayenin kendi çıkarları doğrultusunda kentleri dönüştürmesi, sporu sadece kâr odaklı bir organizasyon olarak pazarlaması anlamına geliyor. Oysa insanlığın ihtiyacı olan herkese eşit ve ulaşılabilir sporun sunulmasıdır. Böyle bir spor paraya, onun yarattığı rekabete ve acımasız zaferlere dayanmaz; kardeşliğin ve paylaşmanın egemen olduğu gerçek spor ruhuna dayanır... İhityacımız olan da budur...
KADIN
7
Sezaryen: Kadının bedeni, başbakanın kararı Canan Yılmaz, 1 Eylül “Bunların milleti dünya sahnesinden silmek için sinsice bir plan olduğunu biliyoruz.” Başbakanın sezaryen ve kürtaja ilişkin bu cümlesi tarihe geçer mi bilemiyoruz, ama yasada bir şekilde yerini almış durumda. Kimler, nasıl, ne amaçla “milleti” silmek için sinsice planlar kuruyor tam anlamıyoruz ama birtakım sinsi planlar bozguna uğratılıyormuşçasına Temmuz ayında sezaryanla doğum yapmayı zorlaştıran yasa değişikliği hızla mecliste onaylandı. Yeni yasanın yürürlüğe girmesinden sonra, hemen her gün haberlerde sezaryenle doğum yapmanın ne menem bir şey olduğuna ilişkin korku hikayeleri okumaya başladık ve çok geçmeden sezaryen yerine normal doğum yapmakta ısrar eden hekim veya hastalar yüzünden anne ve bebek ölümleri haberleri de gelmeye başladı. Örneğin yasa geçtikten bir kaç gün sonra 4 Temmuz’da Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne doğum yapmak üzere yatan Arife Kaplan, doktorların normal doğum yaptırmakta direterek karnına aşırı baskı yapmasına karşın doğum gerçekleşmeyince, saatler sonra sezaryene alındı ve bu gecikme bebeğin ölümüne sebep oldu. 12 Temmuz tarihinde gazetelere yansıyan bir habere göre, Giresun’da özel bir hastanede normal doğuma zorlanan Aynur Türk önce bebeğini, 3 gün sonra da hayatını kaybetti. Murat Türk, eşi Aynur Türk’ün sezaryen yerine normal doğuma
yönlendirildiğini söyleyerek, hem bebeğin hem de annenin ölümleri icin yanlış müdahele uyguladıkları ve ihmalleri olduğu iddiasıyla Aynur Türk’le ilgilenen ebe, hemşire ve doktorlar için iki ölüm nedeniyle savcılığa suç duyurusunda bulundu ve maalesef buna benzer birçok ölüm haberi işittik. Başbakan’ın konuşmalarını büyük bir dikkate izleyen bizler, acaba ‘bunlar kadın milletini dünya sahnesinden silmek için yapılmış sinsi bir plan’ mı diye de düşünmeden edemedik. Oysa biz ne kürtaj ne de
sezaryenle doğum meraklısı idik. Kürtaj istemediğimiz bir gebeliği sonlandırmak için başvurduğumuz son çareydi. Sezaryense son yıllarda bütün özel hastanelerin kampanyalarını yaptığı, hekimlerin randevuyla doğuma girdiği bir doğum yöntemiydi. Ve o zaman da bizler, gazetelerde normal doğumun ne menem bir şey olduğunu okuyup korkutuluyorduk. Meselenin aslını görmek için Başbakan’ın sinsi planlarının arka planına bakmak ve bu kanundan önce sağlık piyasasından hizmet almaya çalışan kadınların başına neler
geldiğine bakmak gerekiyor. Sezaryen furyası İstatistikler gösteriyor ki, 1980’lerle birlikte bütün dünyada yükselen ulusal sezaryen ortalamaları 2000’li yıllarda tepe noktasına ulaştı. Amerika’nın ulusal sezaryen ortalaması 2007’de yüzde 31,8, Çin’de bu oran yüzde 46 civarındayken, Brezilya gibi ülkelerde bu oran yüzde 80’lere vardı. OECD verilerine göre, Türkiye’de sezaryen oranı 2006’da %29.7 iken 2009 yılında %42.7’ye yükselmiştir. Bu artışlar ne tesadüftür ki 80’ler gibi neoliberal politikalarla sağlık hizmetlerinin özelleştirildiği, mahallelerde dahi özel hastanelerin türediği hastaların artık bir müşteri, hekimlerinse performans puanlarıyla ameliyattan ameliyata koşmaya başladığı yıllara denk geliyor.
sonra sağlığını riske atmamak için daha fazla çocuk sahibi olmayı tercih etmemesi gibi bir durum var. Bu da “üç çocuk-beş çocuk” telkinleriyle Başbakan’ın sinsi 2023 planlarını bozuyor olmalı... Benim sağlığım, benim kararım! Sorun hasta-hekim ilişkisini kapitalist kâr mantığı üzerinden tarif eden, hekimleri haksız yere hedef gösterirken, hamile kadınları sezeryen heveslisi eden mantığın kendisi. Sorun, doğum sürecinde ikili testler, üçlü testler, ultrasonlar, yenilmesi, yenilmemesi gerekenler, hastalıkmış gibi gösterilen tüm genetik riskler ve doğum sürecinde normal olan tüm süreçlerin tıbbileştirilmesiyle (medikalizasyonu) adım başı yapılacak her bir tetkikten para kazanma hırsı. Sorun, kadın bedenini 2023 türünden hedeflerle kuluçka makinesi gibi kurmaya çalışan mantığın kendisi. Geride kalanlar ise, her bir operasyonla daha da sağlıksızlaşan kadınlar ve hırpalanan bedenleri...
Bu yüzden, sağlıkta özelleştirmelerin yürütücüsü AKP hükümetine Bugün bizzat Başbakan’ın lanetle- karşı, hekim-hasta ortak kararı ile diği sezaryen ameliyatının bu denli alınacak hiçbir tıbbi kararın yasayaygınlaşmasının nedeni hastanelelarla belirlenemeyeceğinin altını rin cerrahi bir prosedür olan ve bu çiziyoruz. Daha fazla kadın ölmeden yüzden pahalı ve kârlı olan sezaryen- bu yasa değişikliğinin geri çekilmele doğuma özel hastaneleri devletin si başlıca talebimizdir. Kürtaja ve teşvik etmesi. Şimdi değişen ise, üreme sağlığı hizmetlerine her kadın artık sezaryen maliyetini karşılamak ücretsiz ulaşabilmelidir. Kadınların istemeyen devletin bu operasyonlarla hayatlarını riske atacak tehlikelere hayli palazlanan özel hastanelerden zorlayan erkek egemen uygulamalara elini çekmek istemesi ve sigorta hayır! şirketlerinin para kaybediyor oluşu. * Bu yazıda, Tabipler Birliği Kadın Öte taraftan da sezaryen neticede bir Hekimler Komisyonu Çalışmalarıncerrahi operasyon ve sezaryenle dodan yararlanılmıştır. ğum yapan kadınların üç çocuktan
Kadınlara çağrı, Rahim hikayelerimizi anlatıyoruz! Karar Kadınların Platformu Kürtaj Haktır, Karar Kadınların Platformu kadınları son birkaç ayda yaşanan kürtaj yasağı, fişleme, sezaryen deneyimleri üzerinden devletin kadın düşmanlığını ifşa etmeye çağırıyor. Hayatımızın, doğurmak ve doğurmamak karar hakkımızın bu denli sınırlandırıldığı bir sistem içinde bütün fiili ve yasal zorluklara rağmen kürtaj olduysanız;
Sezaryen olup olmama kararının sizin tarafınızdan değil, devlet tarafından verilmesini etkisini yaşadıysanız; Gebeliğiniz, hangi doğum kontrol yöntemlerini kullandığınız, kaç kez kürtaj olduğunuz devlet tarafından fişlendiyse, özel hayatınızın gizliliği ihlal edildiyse; Kürtaj Haktır, Karar Kadınların
Platformu olarak hikâyenizi duymak isteriz. Hikâyelerimiz, deneyimlerimiz, “Kürtaj Haktır Karar Kadınların” platformu web sitesi olan, www. kurtajhaktir.com sitesinde yayımlanacak. Özellikle belirtmek isteriz ki, siz onaylamadığınız taktirde, deneyimleriniz hiçbir yerde yayımlanmayacak. Yayınlanmasını istediğiniz hikâyelerinizi, istediğiniz gibi,
kendi dilinizle, isim, yer, zaman gibi bilgilerini değiştirerek ya da bizim değiştirmemizi isteyerek iletebilirsiniz. Kadın mücadelesine güç katacak rahim hikâyelerinizi, rahimhikayeleri@gmail.com adresine göndermenizi bekliyoruz. Haydi kadınlar, hikâyelerimizi anlatmaya!
8
ARKA PLAN
AKP’nin dikişleri patlarken Evet, AKP’nin dikişleri patlıyor. Kendini sürekli tekzip eden AKP’nin, bir dil sürçmesi olmadığına daha geniş kesimler tanık oluyor. Seviye beş yaşındaki çoçuklara “geri zekalı” deme noktasına kadar inmiş durumda. Kaygılı anne-babaları iç düşman ilan etmekten çekinmeyen AKP’nin şirazeden çıkma potansiyelinin oldukça yüksek olduğunu görüyoruz. Oktay Benol, 7 Eylül
AKP’nin tek sorunu hörgücünün eğriliği (radikal İslami kökeni) olsa anlamak kolay olabilirdi. Nihayetinde geçmişin geleceği esir almasına izin vermemek gerekir. Olumlu olumsuzu kovar! Yeni eskiyi unutturur! İyi şeyler kötü şeylerin kefareti olur! Hele toplumsal barış ve eşitlik istiyorsak bu sadece gerekli değil zorunludur. Kendi adımıza hiçbir zaman “AKP’nin gizli ajandası var” saplantımız olmadı. Lakin lafla peynir ekmek gemisinin yürümediğini de göz ardı etmedik. Gardolap demokrasisinin kör gözün parmağına bir göz boyama olduğunu ilk andan itibaren söyledik. Bir farkla! Hakiden yeşile geçişin neoliberal sömürünün derinleştirilmesinde bir toplumsal meşruiyet manivelası olarak kullanıldığının altını ısrarla çizdik. Kısacası AKP’nin “dinciliğini” değil burjuva sınıf karakterini teşhir ettik. Bu yüzden gelinen noktada her şeyi AKP’nin hörgücünün eğriliğiyle açıklamaya çalışanlara söylenecek tek bir söz var: “AKP’nin neresi doğru (idi) ki?” Evet, AKP’nin dikişleri patlıyor. Kendini sürekli tekzip eden AKP’nin, bir dil sürçmesi olmadığına daha geniş kesimler tanık oluyor. Seviye beş yaşındaki çoçuklara “geri zekalı” deme noktasına kadar inmiş durumda. Kaygılı anne-babaları iç düşman ilan etmekten çekin-
meyen AKP’nin şirazeden çıkma potansiyelinin oldukça yüksek olduğunu görüyoruz. Memleketin demokratik hayatı böyle içler açısı ama AKP’nin bahanesi de hazır: Meyve veren ağaç taşlanır! AKP hükümeti yarattığı ekono-
yılında yüzde 6,6 idi. Rakamlara bu açıdan bakıldığında mevcut işsizliğin -AKP’nin “ekonomik mucize”sine rağmen- 12 yıl öncesine göre halen yüzde 50 daha fazla olduğunu söylemek mümkün. Bu noktada Hükümetin en fazla sarıldığı argüman
ğimiz bu gerçeği “Türkiye’de Yatırım Yapmak İçin 10 Neden?” başlığı altında olduğu gibi sıralamış. Örneğin bu 10 nedenden 3.’sü olan “Nitelikli ve Rekabetçi İş Gücü” başlığında verilen bilgiye göre Türkiye, “Haftada 52,9 çalışma saati ve çalışan
Türkiye, “Haftada 52,9 çalışma saati ve çalışan başına yıllık ortalama 4,6 gün hastalık izni ile Avrupa’daki en uzun çalışma süreleri ve çalışan başına ortalama hastalık izninde en düşük oran”a sahip ülke!
mik büyüme ve istikrar neticesi kem gözlere hedef olduğu inancında. Örneğin TUİK’in açıkladığı son işsizlik rakamları krize rağmen işsizliğin gerilediğini gösteriyor, onlara göre. Gerçekten böyle mi? İşsizlik rakamları AKP 3 Kasım 2002 seçimlerinden birinci parti çıktı ve tek başına hükümeti kurdu. Kasım 2002’de işsizlik oranı yüzde 10,3 idi. TUİK Mayıs 2012 itibariyle –mevsimsel etkilerden arındırılmış- işsizlik oranını yüzde 9 olarak açıkladı. Bu rakamlara göre yüzde 1,3’lük bir “iyileşme” söz konusu. Hükümet sözcüleri krize rağmen son 10 yılın bu en düşük işsizlik oranının özenle altını çizmekte. Oysa örneğin 2000 yılında işsizlik oranı yüzde 6,5 ve 2001
ise dünyada işsizliğin alıp başını gitmiş olması. Öyle ya Euro Bölgesi’nde dahi işsizlik yüzde 11,6 düzeyinde iken Türkiye’de yüzde 9! Açık ki Hükümet işine gelen rakamı, işine geldiği gibi kullanmakta. İşte tam bu nedenle işsizlik oranıyla birlikte çalışanların asgari ve ortalama ücretlerini, çalışma saatlerini ve şartlarını, sigortalı-sendikalı sayısını, iş güvencesini, başta emeklilik ve sağlık olmak üzere sosyal-ekonomik haklarını birlikte ele almak gerekiyor. Hükümetin kıdem tazminatına göz diktiğini, başta bölgesel asgari ücret ve özel istihdam bürolarıyla Türkiye’yi patronlar için bir ucuz emek cennetine çevirmek istediğini biliyoruz. T.C. Başbakanlık Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı (TYDTA) bildi-
başına yıllık ortalama 4,6 gün hastalık izni ile Avrupa’daki en uzun çalışma süreleri ve çalışan başına ortalama hastalık izninde en düşük oran”a sahip ülke. İkna olmayan yatırımcı için “Düşük Vergiler ve Teşvik Olanakları” başlığında şöyle deniyor: “Kurumlar Vergisi’nden tamamen veya kısmen muafiyet ve işverenlerin sosyal güvenlik payına destek gibi Teknoloji Geliştirme Bölgeleri, Sanayi Bölgeleri ve Serbest Bölgeler için uygulanan vergi avantajlarının yanı sıra arazi tahsisi.” Pekiyi, ucuz ve verimli işçi tamam, vergi düşük, teşvik yüksek ama yatrımcı ürününü kime satacak? Bakalım pazar bereketli mi? “Büyük İç Pazar” başlığı bu kaygıyı gideriyor: “2002-2011 arasında 23 milyondan 65 milyona çıkan cep telefonu abonesi sayısı. 2002-2011 arasında 16 milyondan 51 milyona ulaşan
ARKA PLAN kredi kartı kullanıcısı sayısı. 2002-2011 arasında 33 milyondan 118 milyona yükselen hava yolu yolcusu sayısı.” Bu arada hani havayolları zarardaydı? Madem yolcu sayısı 3,5 kat artmış neden havacılık işkolunda grev yasağı getirildi? Bunun nedenlerinden birini çalışma sürelerinin uzunluğunda görüyoruz! Avrupa’da en uzun çalışma Türkiye’de “Bu kadar tatil yapacak kadar zengin miyiz?” lafı patronların ve Hükümetin dilinde sakız olmuş durumda. Oysa
Evet Avrupa’nın en genç nüfusuna sahibiz ama en uzun süre çalışan ve en çabuk ölen insanlarıyız da aynı zamanda. Bu övünülecek birşey mi? Çok çalışan ve erken ölenler için olmasa gerekir... Türkiye Avrupa’da yılda ortalama 2152 saat çalışmayla en çok çalışılan ülke durumunda. Bu süre Bulgaristan’da 1993, Romanya’da 1712 saat. Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere Türkiye, “Haftada 52,9 çalışma saati ve çalışan başına yıllık ortalama 4,6 gün hastalık izni ile Avrupa’daki en uzun çalışma süreleri ve çalışan başına ortalama hastalık izninde en düşük oran”a sahip ülke. İnsanları bu kadar uzun süreler çalıştırmak için, üstelik ücretleri sürekli düşürerek bunu yapmak
için, örgütlenme ve mücadele araçlarını onların ellerinden almanız gerekir. Grev yasakları, sendikalaşmanın engellenmesi, örgütlenmenin suç sayılması, gösteri ve protesto hakkının polisiye vaka haline getirilmesi boşuna değil.
her 100 kişiden sadece 5,9’u 65 yaşın üzerinde. Bunun anlamı insanlar bir ömür boyu çalışacak, muhtemelen emekli olamadan, iyi ihtimalle de emekli
9
kişiden 15,2’si, Bulgaristan’da her 100 kişiden 13,26’sı 15 yaşın altında. Türkiye’de ise her 100 kişiden 27,36’sı 15 yaşın altında. Sizce de burada bir terslik yok mu? Oran olarak Bulgaristan’ın iki katı 15 yaş altı nüfusu olan Türkiye’nin 65 yaş üstü nüfusunun Bulgaristan’ın sadece üçte biri olmasının neresiyle övünülür? Türkiye dışında tablodaki 9 ülkenin 15 yaş alt nüfusla, 65 yaş üstü nüfuslarının toplumsal oranı aşağı yukarı dengede. Türkiye’nin ise 65 yaş üstü nüfusu 15 yaş altı nüfusunun yaklaşık beşte biri (yüzde 20’si). Bu veriler Türkiye’de
Türkiye, yaşlanamadan ölenler ülkesi “Türkiye genç emekliler ülkesiymiş!” Patronların ve Hükümetin ağzına sakız yaptığı bir başka konu da emeklilik yaşı. Türkiye’de çalışanların genç emekli olmasının sosyal güvenlik sistemini işlemez hale getirdiği iddiasıyla AKP Hükümeti emeklilik yaşının kademeli olarak 65 yaşına çıkmasını yasalaştırdı. Avrupa ülkelerindeki emeklilik yaşıyla karşılaştırıldığında mantıklı gibi görünen bu uygulama birçok gerçeği saklamakta. Emeklilik yaşı belirlenirken beklenen ortalama yaşam süresi, nüfus yaş gruplarının oranı, görece yaşlı nüfusun iş bulma imkanları gibi birçok faktörü içermesi gerekir. Örneğin Romanya’da her 100 kişiden 14,7’si, Bulgaristan’da her 100 kişiden 17,47’si 65 yaşın üzerinde. Oysa Türkiye’de
olup 3-5 yıl maaş aldıktan sonra ölecekler. O emekli maaşlarının üç otuz para olmasını ise ayrıca belirtmek gerekir. Patronların önümüzdeki 30-40 yıl içinde ortalama yaşam süresinin uzamasını sosyal risk olarak anması ve bu konuda tedbirler alınmasını istemesinin anlamı da bu! Türkiye, ucuz emek cenneti Başbakan Erdoğan her ailenin en az üç çocuk sahibi olmasını istiyor. “Türkiye’de Yatırım Yapmak İçin 10 Neden?” başlığı altında bu isteğin nedenini görüyoruz: Türkiye, “AB ile karşılaştırıldığında en kalabalık genç nüfus (Eurostat). Yarısı 29,7 yaşın altında nüfus (TÜİK).” Türkiye’nin yatırımcılar için nasıl da cennet olduğunu ifade eden bu veriler Erdoğan’ın çağrısının karşılık bulduğunun da göstergesi! Pekiyi, bir akıllı Türkiye mi? Avrupa’da durum nasıl? Örneğin Romanya’da her 100
insanların bol bol doğduklarını ama mutlu-mesut uzun bir hayat süremediklerinin vesikası niteliğinde. Evet Avrupa’nın en genç nüfusuna sahibiz ama en uzun süre çalışan ve en çabuk ölen insanlarıyız da aynı zamanda. Bu övünülecek birşey mi? Çok çalışan ve erken ölenler için olmasa gerekir... Başlarken AKP’nin dikişlerinin patlamaya başladığını söyledik. AKP Hükümeti kararlarıyla, uygulamalarıyla, diliyle bu olumsuz tablonun oluşumuna tarihsel düzeyde katkı sağladı. Diğer yandan seçmenin yarısından destek almayı da başardı. Lakin gelinen noktada AKP için bu durum sürdürülebilir olmaktan çıkmakta. Kararlı, mücadeleci ve birleşik bir sınıf hareketine olan ihtiyaç ise aynı oranda artmakta. Hayatın boşluk kaldırmadığını unutmamak gerekiyor.
10
ULUSAL SORUN
Bölünme korkusu mu, devrim umudu mu? Türk milli şuuraltının tarihsel karabasanı, devlet ve hükümet büyüklerinin o pek “hallendikleri” Suriye meselesi bağlamında, üstelik bu defa da “Ya Kürtler birleşirse!” korkusuyla büyüyerek yeniden zuhur etmiş bulunuyor. Hakkı Yükselen, 27 Ağustos Birinci Körfez Savaşı’na ön gelen süreçte, 21 Ağustos 1990 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkan bir haberde, savaşın kaçınılmazlığını gören Ankara’daki Türk diplomatik çevrelerinin “Saddam gitsin, Baas kalsın” şeklinde bir politik çizgiyi benimsedikleri belirtiliyor. Bunun gerekçesi yine habere göre, “Bölgedeki Kürt unsurunun kaygı yaratıyor” olması. Ancak sonunda korkulan oldu, Irak’ta bir federe bölge de dahil olmak üzere Ortadoğu’daki Kürt varlığı bir ulusal mücadele ve ulus (hatta devlet) inşası temelinde, geri döndürülemez bir statü kazandı. Vakti zamanının aşılamaz “kırmızı çizgisi” olarak Irak Kürdistanı mevzuu ancak hazmedilebilmişti ki bu sefer de Suriye’de bir Kürdistan tehlikesi zuhur etti! Türk Milli Şuuraltının Tarihsel Karabasanı! 1990’da edilen sözler, kendi içinde bazı nüanslarla yine gündemde: Mealen “Esad gitsin, Baas kalsın!” veya “Kim giderse gitsin, devlet kalsın!” Bu defa en azından şimdilik ABD de benzer bir tavrı benimsemiş görünüyor. ABD Savunma Bakanı Leon Panetta, Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye ordusunun kontrolü ele alması gerektiğini belirterek, “Bunu yapmak da demokratik bir hükümete geçişi sağlayabileceklerini umduğum ordunun, polisin, güvenlik güçlerinin etkili olmasıyla mümkün” diyor. Panetta ayrıca Suriye’nin elindeki kimyasal silahların “yanlış ellere” düşmesinin tam bir felaket olacağını da belirtiyor. Bu noktada ABD ile TC’nin Suriye ile bölgenin geleceğine ilişkin endişeleri ortak, ancak bunların taraflar açısından öncelik sıralaması değişebiliyor. ABD, haliyle emperyal karakteri ve “sorumluluklarının” büyüklüğünden dolayı “kimyasal silahların yanlış ellere düşmesi” ve daha önce Irak’takine benzer bir kaos ihtimalinden kaynaklı bir endişe yaşarken, bizimkiler ne kadar “oyun kurucu bir bölge devleti” olma hevesleriyle kabarsalar da, neticede geleneksel “vesayet” dönemine has korkularıyla baş başa kalıveriyorlar: Ya Kürtler Suriye’de de özerk bir yapı kurarlarsa; hem de PYD (yani PKK) önderliğinde! Kısacası Türk milli şuuraltının tarihsel karabasanı, devlet ve hükümet büyüklerinin o pek “hallendikleri”
Suriye meselesi bağlamında, üstelik bu defa da “Ya Kürtler birleşirse!” korkusuyla büyüyerek yeniden zuhur etmiş bulunuyor. Tabii, bekleneceği üzere ilk tepki açık tehdit biçiminde veriliyor: “Suriye’nin kuzeyinde PKK hâkimiyetine asla izin vermeyiz!” Bu yeni “kırmızı çizgi”nin zamanla (mor dahil) hangi rengi alabileceğini şimdiden kestirmek zor. O nedenle en kötü ihtimaller üzerinden hareket etmekte yarar var. Ancak unutulmaması gereken, en kötü ihtimal olarak savaşın, sadece Suriye’ye ve/veya Suriye Kürdistanı’na askeri müdahaleye karşı çıkanlar için değil, bu müdahaleyi yapacak emperyalist güçler ve ortakları açısından da kötü bir ihtimal olduğu. Irak deneyimi ve üstelik bu defa İran ve İsrail’in de dahil olabileceği büyük bir bölgesel savaş ihtimali nedeniyle işi en azından askeri boyutuyla ağırdan alan ABD’nin “kontrollü orman yangını” politikası bunu en azından şimdilik kavradığını gösteriyor. Suudi Arabistan ve Katar gibi devletler ise bilinen iç ve dış nedenlerle işlerini az uzaktan ve parayla görmeye çalışıyorlar. Türkiye’ye gelince, bütün şişinmesine-şişirilmesine ve emperyal-oyun kurucu heveslerine karşın, gerçek gücünün bu çapta işler için yeterli olmadığı hem içeride hem de dışarıda giderek anlaşılıyor. Bir Financial Times yazarının (David Gardner) “Türkiye çiğneyebileceğinden büyük bir lokmayı ısırmış olabilir” sözü belli ki bir endişeyi dile getiriyor. Aslında doğru bir tahmin; yanlış hesaplar ve mesnetsiz bir özgüvenle Suriye ve Ortadoğu konularında fazla açılan AKP iktidarı, bölgenin “stratejik derinliğinin” boyunu geçtiğini anladığı noktada paniğe kapılmış durumda! Tabii bütün bu gerçekler Türkiye’nin en azından Suriye Kürdistanı’na yönelik bir askeri maceraya girişmesini kesin olarak engelleyemeyebilir. Ancak bu durumda Devlet, yaklaşık otuz yıldır Türkiye ve kısmen de Irak sınırları içinde Kürt hareketine karşı sürdürdüğü savaşı Suriye topraklarına da yaymış olur. Bu sadece cephenin genişlemesi ve derinleşmesi anlamına gelmez, aynı zamanda Kürtler arasındaki sınırların fiilen ortadan kalkması anlamına da gelir! Yani Türkiye Cumhuriyeti tarihsel kâbusunu kendi elleriyle gerçekleştirmiş olur. Üstelik de başta İran olmak üzere “karşı cepheye” her türlü “meşru”
müdahale gerekçesini sağlayarak… “Milleti Hâkime”nin Kürtlerle İmtihanı! Kürt ulusal sorununun ve Kürtlerin statü talebinin dönülmez bir noktaya geldiği ortada. Bütün parçalarda uluslaşma süreci ve birlik ruhu hızla ilerliyor. Bu nedenle Kürtlere karşı, bölge ülkelerinden herhangi birinin yapacağı bir müdahalenin Kürtler arasındaki “tasada ve kıvançta ortaklık” duygusunu güçlendirmekten başka bir sonucu olmayacaktır. Gelinen noktada bölge devletlerinin, o kadim “Kürtleri birbirine kırdırma” politikasının da tutması zor görünüyor. Ulus bilincinin hızla yükseldiği bu süreçte herhangi bir Kürt kesiminin açık bir biçimde ve silah kullanarak işgalcisömürgeci bir güçle işbirliği yapması Kürt toplumu içindeki güç ve itibarını kaybetmesine yol açacaktır. Kürt ulusal mücadelesinin direnci, Kürt varlığına karşı zoraki bir kabullenme yarattı. Bu zoraki kabulün Türklerin geniş bir kesimi ve elbette yönetici zümreler açısından tam bir “milleti hâkime” tavrıyla birlikte yürüdüğünü unutmamak lazım. Bu tavır, toplumun çeşitli kesimlerinde, her grubun kendi meşrebine uygun biçimlerde ortaya çıkıyor. Bazen açık ırkçı biçimler alırken, mesela “ulusalcılar” adıyla maruf kesimde en “antiemperyalist” görüntülere bürünebiliyor. Bu kesimin ve bunlardan etkilenen kimi sol çevrelerin tutumlarının en önemli gerekçesi, emperyalizmin BOP veya GOP bağlamında, bölge ülkelerini parçalayarak “Büyük Kürdistan”ı kurma şeklinde şeytani bir projesinin olduğu. Bu görüş, tarihsel gerçeklerden ziyade, bazı milli hurafelerle birlikte “bölünme” korkusuna ve “beka” endişesine dayanıyor. Emperyalizmin “Büyük Kürdistan” Planı! Bu hurafelerden en başta geleni emperyalizmin (neredeyse yüz yıldır) bağımsız ve büyük bir Kürdistan (“birleşik” değil!) kurma emeli olduğu üzerinedir. Ancak sorunun tarihsel geçmişine bakarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Emperyalizmin bugüne kadar böyle bir hedefi olmamıştır. İsteyenler Türkiye, İran, Irak ve Suriye’nin son yüz yıllık tarihlerine bakarak bunu kolaylıkla anlayabilirler. Emperyalizmin Birinci Emperyalist
Savaş döneminde bölgenin belli başlı fay kırıklarından biri olan Kürt meselesine yaklaşımı taktik manevralar, manipülasyon, nüfuz mücadelesi ve istismara dayalı ilişkiler düzeyini hiçbir zaman aşmamıştır. Türkiye’nin işgal altında, Irak ve Suriye’nin İngiliz ve Fransız mandası altında olduğu düşünüldüğünde, bağımsız bir Kürdistan (hem de büyük!) isteyen emperyalist güçlerin bu işi becerememiş olması oldukça tuhaftır! Bırakın emperyalizmin bağımsız veya özerk bir Kürdistanı desteklemesini, Kürdistan’ın parçalanmasında ve her parçanın merkezi yönetime tabi kılınmasında doğrudan veya dolaylı desteği vardır. Özellikle Irak Kürdistanı’nın Irak devletine bağlanmasında İngilizler yönetimindeki Irak ordusunun ve özellikle de uzun yıllar boyunca Kürt halkını defalarca ağır bombardımana tutan İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin (RAF) rolü belirleyicidir. Ha keza Fransızlar da Suriye’de herhangi bir özerk Kürt varlığı falan yaratmadıkları gibi mesela Türkiye’deki Şeyh Sait ayaklanmasının yenilgiye uğramasının önemli nedenlerinden biri de ordunun Fransızların izniyle Kuzey Suriye demiryolunu kullanarak isyancıları arkadan kuşatmasıdır. Ayrıca Fransızlar Suriye Kürtlerini diğer bölgelerdeki Kürtlerin mücadelesine destek vermemeleri için sürekli baskı altında tutmuşlardır. Kürt kurtuluş mücadelesinin o tarihlerde kısa ömürlü de olsa başarılı tek örneği olan Mehabat Kürt Cumhuriyeti ise 1946’da, 41’den beri SSCB ve İngilizler tarafından işgal altında tutulan İran’da Kürdistan bölgesinin bir bölümünde kurulmuştur. Bu özerklik İngilizlerin değil, Sovyetler Birliği’nin kısmi desteğiyle ve de Irak Kürdistanı’nında ayaklanan ve daha sonra ülkeyi İngiliz bombardımanı altında terk edip İran’a geçmek zorunda kalan Molla Mustafa Barzani’nin askeri katkılarıyla gerçekleşmiştir. (Barzani, daha sonra SSCB’ye geçti.) Kısacası emperyalizm, Kürt sorunundan yararlanmak için her şeyi yapıp kritik anlarda, özerklik talep eden Kürtlere değil, merkezi hükümetlere destek vermiştir. Zaten Ortadoğu’da geçerli olan statüko, emperyalizme rağmen değil, emperyalizmin desteğiyle kurulup sürdürülmüştür.
ULUSALGENÇLİK SORUN Ya Şimdi! Tabii, Irak Kürdistanı’ndaki federe yönetim örneği verilerek emperyalizmin bugün artık yeni bir bölge düzeninden yana olduğu ileri sürülebilir. Bu durumda “Bağımsız Kürdistan”ın emperyalizmin ezeli ve ebedi rüyası olduğunu iddia eden her kanattan Türk milliyetçiliği için gerçekte değişen bir şey yoktur: Emperyalizm, bölge devletlerini parçalayarak Kürtleri birleştirecek ve “Büyük Kürdistan”ı kuracaktır. Bu devlet de bölgede, ABD ve İsrail desteğinde emperyalizmin çıkarlarını koruyan ileri bir karakol rolü oynayacaktır! Bu “antiemperyalist” boya kazındığında altından o çok iyi bildiğimiz şoven milliyetçilik çıkacaktır. Buna göre Türkler adeta genetik olarak “antiemperyalist” bir millet olurken, Kürtler
de aynı şekilde emperyalizme uşaklık etmeye eğilimlidir! Kısacası bu türden bir emperyalizm karşıtlığının ırkçı bir karakteri vardır. Hangi şartlar altında kurulmuş olursa olsun, Irak’taki Federe Kürdistan’ın temelinde Kürt halkının neredeyse yüz yılı bulan başkaldırısı ve özgürlük mücadelesi yatar. Üstelik bu mücadele, yukarıda da belirtildiği gibi çoğu zaman merkezi devletin yanı sıra onu destekleyen emperyalizme karşı da yürütülmüştür. ABD’nin Irak Kürtlerinin özerkliğine verdiği destek, tarihsel veya ilkesel değil esas olarak konjonktürel bir destektir. Unutulmaması gereken ABD’nin 2003’teki müdahalede destek gücü olarak öncelikle dost ve müttefiki NATO üyesi Türkiye’yi ve TSK’yı tercih ettiği, ancak Tezkere’nin geçmemesi nedeniyle Kürtlerle ittifakı öne aldığıdır. Tezkerenin geçmesi ve TSK’nın Irak Kürdistanı’na girmesi durumunda bu işgal gücünün bir Kürt özerkliğine izin vermeyeceği açıkça ortadadır. Bu nedenle kimilerinin “Keşke girseydik!” diye dövünmesi boşuna değildir! Ayrıca ABD’nin daha fazlasına izin verme niyeti de yoktur. Tarihi belirlen-
miş olduğu halde Kerkük’ün siyasi ve idari konumunu tayin edecek oylamanın ABD tarafından engellenmesinin nedeni budur. Kürt özerkliğinin sınırlarına gelince, bugünkü özerkliğin şartları, aşağı yukarı BAAS’la KDP arasında imzalanan, ancak şart koşulan dört yıllık sürenin sonunda Saddam’ın yan çizdiği Kürdistan’ın özerkliğini ön gören 11 Mart 1970 Deklarasyonu’nda yer alan maddelerle aynıdır. Suriye: Yoksa Kürtler Emperyalizm İşbirlikçisi Değil mi! Emperyalizmle işbirliği meselesi bağlamında bir diğer örnek ise Suriye Kürdistanı’ndaki en büyük siyasi–askeri gücü oluşturan PYD’nin tutumudur. PYD, emperyalizmin ve “çıraklarının” Suriye’deki neoliberalizm mağduru emekçi kitleler tarafından başlatılan devrimci halk hareketini kontrol altına
alıp yozlaştırmak amacıyla kurdurduğu ve desteklediği Suriye Ulusal Kongresi”ne destek vermediği gibi, bir dış müdahaleye de karşıdır. PYD lideri Salih Müslim, kendileriyle görüşmeye gelen ABD elçisine “Olası bir müdahalede hem koordinasyon olarak hem de Kürt halkı olarak ABD’ye destek vermeyeceğiz” demiştir. (Ekspress. Sayı-123) Kısacası Kürtlerin emperyalizmle işbirliğine “genetik” bir yatkınlığı yoktur. Ancak belirli konjonktür ve şartlarda milliyetçi Kürt liderlikleri, sınıfsal-toplumsal konumlarına ve ihtiyaçlarına uygun dış ilişki ve beklentilere girerler veya girebilirler; tıpkı Türkiye de dahil olmak üzere çatışma halinde oldukları devletlerin “dış güçler”le girdikleri diplomatik-askeri ilişkiler gibi. Yakın tarihleri boyunca, Kürtlerin “dış güçlerle” ilişkilerinin temelinde “emperyalizme uşaklık etme” arzuları değil, (Zamanında SSCB ile de yakın ilişkileri olmuştu.) çoğu zaman bağlı bulundukları devletin sınırları içinde kalmayı esas alan, kendi kendilerini yönetme, kendi dillerinde eğitim görme, kendi özsavunmalarını örgütleme, yani kendi kaderlerini tayin edebildikleri bir özerlik talebi vardır. Or-
tadoğu’daki Kürt sorununun varlığı da bu hak ve özgürlüklerin yokluğundan kaynaklanır. Kürtler, kurtuluş umuduyla emperyalist bir güçle yakınlaşmış oldukları dönemlerde bile bu gücün, uygun şartlar oluştuğu anda merkezi hükümeti desteklediğini görmüşlerdir. Zaten parçalanmış Kürdistan gerçeği sadece hâkim devletlerin değil, aynı zamanda emperyalizmin de çıkarınadır; çünkü bu durum emperyalizmin bölgeye müdahalesinin, siyasi manevralarının ve bölge ülkelerine gerektiğinde şantaj yapmasının da bir aracıdır. Türk milliyetçilerinin iddia ettiği üzere emperyalizm, “birleşik” veya “büyük” bir Kürdistan’dan yana değildir. Böyle bir birlik çeşitli siyasi, iktisadi ve toplumsal güçlerin yanı sıra bölgedeki devrimci dinamikleri de harekete geçirecektir. Bu durumda Kürtler ABD, İsrail vb. güçlerle olan ve bölge devletlerinin şerrinden kaynaklanan ilişkilere daha az ihtiyaç duyacaklar ve siyasi hareket alanlarının genişlemesiyle çok daha bağımsız davranma imkânına sahip olacaklardır. Üstelik böyle bir siyasi yapının, kapitalist bir toplumsal temele dayanması da kaçınılmaz değildir. Bölgede doğacak fırtına, birçok ülkede devrimci (ve karşıdevrimci) dinamikleri harekete geçirirken fırtınanın merkezinde de devrimci bir dönüşümün gerçekleşme ihtimali vardır. Üstelik ulusal sorunun hem maddi planda hem de Kürt emekçilerinin zihninde aşılması durumunda böyle bir ihtimal küçümsenemez. Türk milliyetçiliğinin paranoyası aynen devam etse de “birleşik bir Kürdistan”, harekete geçireceği devrimci dinamikler açısından emperyalizmin ve Siyonizmin tercih edeceği bir seçenek değildir. “Ortadoğu Sosyalist Federasyonu!” Kürt sorununa ilişkin devrimci sosyalist bakış açısı “bölünme korkusuna” değil, bölgesel bir devrim ve yeniden birleşme, yani enternasyonalizm ilkesine dayanmak zorundadır. Bu, ezen ulusların emekçilerinin Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını koşulsuz ve bütün sonuçlarıyla birlikte kabulüne dayalı birleşik bir mücadele hattıdır. Bu tür bir devrimci yaklaşım emperyalizmin Kürt hareketi üzerinde kurmaya çalıştığı denetime ve işbirlikçiliğe yatkın burjuva önderliklerin hâkimiyetine karşı en büyük güvencedir. Ulusların kendi kaderlerini tayini ilkesinin bir diğer boyutu olan “gönüllü birlik” meselesine, sadece Türkiye sınırları içinde Türklerle Kürtlerin birliği noktasından bakılamaz. “Birlik” konusu, aynı zamanda Araplar, Farslar ve diğerleriyle Kürtlerin birliği ve en önemlisi de Kürtlerle Kürtlerin birliği meselelerini içerir. Kürt meselesinin bölgesel-uluslararası karakteri bunu zorunlu kılmaktadır. Bu bağlamda
11
konuya daha geniş bir bakış açısından, yani tarihsel bir hedef olarak “Ortadoğu’nun birliği” noktasından bakılmalıdır. O çok korkulan “Kürtlerin birleşmesi” ihtimali, yine tarihsel olarak Türkler de dahil bütün Ortadoğu halklarının birleşmesi potansiyeline işaret eder. Sosyalistler olarak “birlik” konusunun bütün bir bölgeyi kapsayan nihai çözümünün ancak Ortadoğu emekçilerinin enternasyonalist birliği, öncülüğü ve ortak mücadeleleri ile mümkün olabileceğini; burjuvazinin ve küçükburjuva milliyetçiliğinin böyle bir yeteneğe sahip olmadığını vurgulamak zorundayız. Bölgenin yakın tarihi bize emperyalizme karşı mücadelenin tek tek ülkelerin sınırları içinde gerçek bir başarıya ulaşamayacağını defalarca göstermiştir.
Bölgenin o çok korkulan “Balkanlaşma” ihtimali, “tekçiliğe” dayalı bugünkü burjuva siyasi biçimleri korumaya çalışarak değil, insanlık için çok uzun zamandır bir “deligömleğine” dönüşmüş olan “ulus devletin” sınırlarının ötesine geçilerek aşılabilir. Uzun süre kimilerinde ancak müstehzi bir gülümsemeye yol açan bir ütopya olarak bir “Ortadoğu Sosyalist Federasyonu” fikri, maddi temelleriyle birlikte belki de ilk defa insanlığın karşısına uzun vadede de olsa gerçekleşebilir bir ihtimal olarak çıkmaktadır. Kürt sorunu, Ortadoğu sorununun bir parçasıdır. Bu nedenle devrimci sosyalistler, emperyalizmin gerçekte iflas etmiş Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) emekçi kitleler ve sol hareketler arasında yaydığı milliyetçi-millici korkuları aşarak, kendi devrimci Birleşik Ortadoğu Projelerini ideolojik, politik ve örgütsel planda yaratmalıdırlar. Bu, bölge açısından tek gerçekçi projedir; sonraki kanlı gelişmelere bakıldığında, yüz yıl önce sosyalistler tarafından savunulan “Balkan Federasyonu” fikrinin en gerçekçi fikir olduğunun kanıtlanması gibi. Kuzey Afrika ve Arap devrimci dalgasının etkisi bölgedeki bütün fay kırıklarını harekete geçirdi. Bu, Rus devrimi de dahil, bütün devrimci altüst oluşların evrensel niteliğidir. Gelişmelerin uluslararası karakteri, ilk eldeki siyasi sonuçları ne olursa olsun, bütün devrimlerin tanımlayıcı unsurlarından biridir. Bölgedeki bütün iç ve dış güçler, bu gerçeklik ve çelişkiler üzerinden hareket ederek süreci kendi lehlerine çevirme çabasındadır. Devrimci güçlerin görevi, küçük burjuva türü bir “antiemperyalizm” adına çürüyüp sona ermekte olan geçmişi savunmak değil, durumu bölge proletaryası lehine çevirmek ve uluslararası devrimci bir program ve örgütlenme temelinde geleceğin Ortadoğu Sosyalist Federasyonu için mücadele etmektir.
12
GENÇLİK
Yeni dönemde gençliği neler bekliyor? Ömer Sevi, 1 Eylül
Hükümet, yaz başlangıcından itibaren saldırılarını yoğunlaştırmış durumda. Bütün sektörler gibi eğitim de bundan nasibini almış bulunuyor. Öncelikle bu saldırıları birbirlerinden ayırmamak gerekiyor. İşçilerin elindeki tek yasal mücadele aracı olan grevi yasaklamak ve “Ekonomide etkisi olan sektörlerde, kimse kusura bakmayacak, grev yasağı olacak” diyen Başbakan yardımcısı Ali Babacan’ın tavrı ile yeni Öğrenci Disiplin Yönetmeliği’nde boykotun, işgalin ve protestonun yasal bir suç sayılmasının, mücadeleleri tasfiye etme çabası yönünde bir paralellik izlediği bariz. Hükümet her adımını önceden planlıyor. Neoliberal uygulamalarını şiddetlendirdikçe, bu uygulamaların doğuracağı mücadeleler silsilesinin de bir an önce önüne geçmeye uğraşıyor. Patronlar için fabrikalarda ve eğitim kurumlarında sermayeye yer açarken, haklarımızı talep etmeyi illegalleştiriyor. Kara Propaganda: Harçlar Kaldırıldı mı? Her ne kadar hükümet bunu kendi iyilikseverliğiymiş gibi pazarlasa da, harçlardan bazılarının kaldırılması, aslında eğitimde piyasalaşmanın vardığı boyutun bir göstergesi durumunda. Ana akım medya, hükümet için bir propaganda bakanlığı gibi çalışıp bu değişikliği iktidarın bir lütfuymuş gibi lanse ederken, sırf parasız eğitim istediği için yüzlerce arkada-
şımızın zindanlarda tutuklu bulunduğu ve kimilerimizin bir yandan okula giderken bir yandan da esnek ve güvencesiz çalışmak zorunda kaldığı gerçeğinin üzerinden atlıyor. Buna rağmen yaratılan illüzyonun sınırları daha da geniş. Paralı eğitim uygulaması harçlar ile sınırlı değildir! Resmi kanalların yaptıkları açıklamaya göre, harçlar sadece birinci öğretim ve açık öğretim gören arkadaşlarımız için kaldırılmış bu-
liği pekiştireceğidir. Bu da aslında parasız eğitim için verilen mücadelenin bölünmesine/parçalanmasına tekabül eder. Hükümet hem bu yolla, hem de egemen medyanın yardımıyla yürüttüğü kara propagandayla, gençlik muhalefetini sönümlendirmeyi hedefliyor. Eğitimin piyasalaşması hız kesmeden devam ediyor
Elbette, eğitimin piyasalaşması harçlar ile sınırlı kalmış bir süreç değildir. Üniversite içi ulaşımın, öğrenci belgesinin, ders kitaplarının bile paralı hale gelmesinden bahsediyoruz. Yemekhanelerin özelleştirilmesi, dahası okula kaydın ve transkriptin ücretli lunuyor. İkinci öğretimde okuyan olması da çabası. Okul içi hizarkadaşlarımız ise bu uygulamadan metlerin hepsinin çeşitli firmalara yararlanamıyor. Burada iki noktaya satıldığı bir dönemde, attığımız her parmak basmak gerekiyor: Birinadımın karşılığında bir ücrete tabi cisi, harçların kaldırılması parasız tutulduğumuz bir sırada, birinci ve eğitim anlamına gelmiyor. Bir öğaçık öğretim için harçların kaldırılrencinin eğitimini sürdürmesi için ması, asıl stratejiye ulaşmak adına karşılaması gereken ekonomik mik- kullanılan bir takım taktikler gibi tarın, harçların kat ve kat üzerinde duruyor: İktidarın bu hareketinin olduğu herkesçe bilinen bir şey. arkasından eğitim kurumlarında İkincisi ise, ikinci öğretim görenleri yoğun bir ticarileştirme dalgası kapsam dışı bırakan bu uygulama- başlar ise şaşırmayız. Yeni dönemnın öğrenciler arasındaki toplumsal le beraber üniversite kartlarıyla eşitsizliği, yani ekonomik adaletsiz- banka kartlarının birleştirilmesi bu
dalganın sadece küçük bir kısmı. Hatta yürürlüğe giren yeni Öğrenci Disiplin Yönetmeliği bu yönde atılacak adımların getireceklerine karşı erken alınmış bir tedbir gibi gözükmekte. Kara propagandanın arkasından sırıtan korku: Öğrenci Disiplin Yönetmeliği Hükümetin yeni dönem başlamadan önce öğrenci hareketinin önüne baraj örmeyi ve muhalefeti törpülemeyi amaçladığı açık. Kimi harçları kaldırarak tansiyonu düşürmeye çalışması ve yeni yönetmelikte mücadelelere yasaklar getirmesi bunun en açık göstergelerinden. Değiştirilen yönetmeliğe göre, işgal etmenin cezası bir yarıyıl uzaklaştırmayken, yürüyüş yapmak, protesto ve boykot etmek okuldan atılmak için yeterli sebepler arasında. Örgütlülük ise bir disiplin suçu sayılmakta. “Yükseköğretim kurumu yöneticilerini eleştirmek” 1 ay uzaklaştırma almak demek oluyor. İktidarın mücadele etmemizden niye bu kadar korktuğu, yaklaşan ticarileştirme dalgasıyla ele anınca büyük bir soru işareti olmaktan çıkıyor ve harçların kısmi olarak kaldırılmasının aslında bir tiyatro oyunu olduğunu gösteriyor: Biz buna fırtınadan önceki sessizlik diyoruz. İkinci öğretimdeki harçlar kaldırılsın! Okul içi hizmetler ücretsiz olsun! Öğrenci Disiplin Yönetmeliği kaldırılsın!
4+4+4’le gerçekte hedeflenenler Kenan Zorlu, 2 Eylül
AKP hükümetinin hazırlayıp dayattığı 4+4+4 eğitim sistemi bu sene ilk defa uygulanacak. Yeni sistemle beraber öğrencileri ve öğretmenleri yeni sorunlar bekliyor. 4+4+4 ile okula başlama yaşı 66 aya düşürüldü ve şu anda yapılan kayıtlarla bazı okullarda en az 80 kişilik sınıflar oluşmuş durumda. Üstelik Türkiye’de halihazırda 300 bini aşkın işsiz öğretmen varken sınıf öğretmenliğinin 4 seneye düşmesiyle Milli Eğitim Bakanlığı 29 bin 103 sınıf öğretmenin ihtiyaç fazlası olduğunu açıkladı. Görünen o ki, yetersiz okul sayısı, 5.5 yaşın-
daki çocukların yaşayacağı pedagojik problemler, işsiz kalan öğretmenler hükümetin umrunda değil. Bakan Ömer Dinçer’in ağzından, yeter ki “dünyayla rekabet edebilelim, eğitim sistemimiz demokratikleşsin, esnekleşsin”... Bu sistem neyi hedefliyor? Niteliksiz eğitimin daha da niteliksiz hale getirildiği 4+4+4 uygulamasıyla gerçekte hedeflenen 5. sınıfta ‘bireysel yönelişlerine göre’ meslek okuluna başlayan öğrencilerin çeşitli sektörlerde güvencesiz ve ucuz işgücü olarak çalıştırılması.
Belli ki Ömer Dinçer’in dünyayla rekabetten anladığı ucuz işgücü piyasasında birincilik koltuğuna oturmak! Öte yandan, AKP Muğla milletvekili Ali Boğa’nın, “4+4+4 düzenlemesinden sonra bütün okulları imam hatip yapma şansını yakaladık” sözleriyle görülüyor ki; kız çocuklarının açık öğretim adı altında eve kapatılması ve 5. sınıftan itibaren imam-hatiplere öğrenci alınması mümkün hale gelecek. Yeni sistem, AKP’nin muhafazakar toplum inşasını gerçekleştirmek için kesintisiz eğitim sistemini esnekleştiriyor.
Yine anadilde eğitim hakkı tanınmazken, yeni sistemde 5. sınıftan itibaren Kürtçe seçmeli ders olabileceği dillendiriliyor. Oysa Gülten Kışanak’ın sözleriyle, “Bir kişiye kendi anadilini yabancı dil gibi öğretmekten büyük zulüm yoktur.” Dolayısıyla yeni sistemde de Kürt öğrenciler anadillerinden mahrum kalmaya devam edecek. AKP üzerinde pervasızca oynamalar yaptığı eğitim sistemiyle patronları ihya etmek istiyor. Bizlerse işçi ve emekçilerden yana, bilimsel, parasız, anadilde eğitim istiyoruz!
İŞYERLERİNDEN
Hizmet Kara listede adın yazılı! Ben bir özel istihdam bürosunda çalışıyorum. Her gün tanık olduğum şey, aslında okurken belki çoğumuz için satırlardan ibaret olan oyunların gerçekliği. Duysam, komplo teorisi olduğunu düşüneceğim, hatta belki de inanmayacağım olayları görüyorum. Müşteri olan firmalara eleman ‘satmak’ için telefonda insanlara söylenen yalanlar, bir bakıyorsunuz ki performansınızın bir parçası oluvermiş. Yalan söylerken en başarılı olanın, yanakları kızarmayanın performansı iyi oluyor. Her gün, daha güvencesiz, daha esnek çalıştırmak için yaratıcılığını zorlayan sistemin bir parçası… Öyle ki işten atılanların işe iade davasıyla hak aramalarına engel olmak için verilen sözde hizmet, insana değer vermek sayılıyor.
eklenebiliriz. Bir ihtimal daha var tabi, geleceğimizi karartanlara karşı bir arada durmak. Ancak o zaman ne kara listeler kalır önümüzde, ne de bu akıl dışı sistem. İC okuru bir büro işçisi
Patrondaki açgözlülük Merhaba. Ben hizmet sektöründe çalışan bir işçiyim. İşçiler olarak benzer sömürü koşulları altında çalışıyoruz. Ben de bir işçi olarak kendi işyerimde yaşadığım sorunlardan bahsetmek istiyorum.
Tekstil Bedava mesai! Ben tekstil atölyesinde çalışan bir işçiyim. Çalıştığım yer küçük bir atölye. Bayramdan önce iki hafta mesai yaptık, 21-23 saat kadar sürdüğü oldu bu mesailerin. Fakat aslında biz mesai yapmıyor, telafi çalışması yapıyormuşuz. Patron başka bir firmadan -yani her zaman çalıştığımız firmadan değil- iş almış. Adedi yüksek ama fasonu düşük. İşsiz kalmamak için almış. Tabii biz bunu hafta sonu öğrendik.
Bazen sabahlara kadar mesai Çalıştığım şirkette toplam 600 yapıyoruz, patron öyle mutlu ki. kişi çalışıyor. Temizlik bölümün- Tabii bedava çalışacak köleleri bulmuş, nasıl mutlu olmasın? de ise, taşeronda 15 kişi çalışıNeden sesimizin çıkmadığına yoruz. Şirkette en çok sömürügelirsek; bayram üstü, herkes ev lenler, biz taşeron işçileriz. En geçindiriyor, yani bir bakıma sık yaşadığımız sorunlardan bir tanesi, izin meselesi. Hastalandı- mecburduk. Her zaman böyle ğımızda bile işten izin verilmiyor. olmuyor mu zaten? Patronlar bizim zor durumda olmamızdan Dedim ya, şahit olduklarım kar- İşyerinde bir doktor var. O da faydalanıyor, zaten hiçbir sosyal şısında bazen kanım donuyor, en bütün hastalıkları ağrı kesici vegüvencemiz de yok. Bize kalansa rerek geçiştiriyor. İzin vermeme çok da insanların, yani bu işi yabayram üstü yorgunluk. panların bunlara inanmalarını an- gerekçesi olarak, yapılacak çok iş Patronun mesai parası vermelayamıyorum. Son şahit olduğum olduğunu söylüyorlar. şey ise, gerçekten gördüklerim Son günlerde ise, ilginç bir bir mesine birkaç arkadaş itiraz ettik arasında en çirkiniydi. Bildiğiniz durumla karşı karşıyayız. Patron ama patron, “Veremem, imkanı gibi, Hava-iş’e bağlı THY çalışan- 16 milyon liraya (eski parayla 16 yok”, dedi. Biz de, “Hiç olmazsa harçlık ver”, dedik. Ses çıkartmaları yaptıkları eylem sonucu işten trilyon!) kendisine lüks bir villa dı ama haftalığı aldığımızda anlatoplu olarak çıkarılmıştı. Benim aldı. Villanın bütün temizliği dık ki, o da yok. Bayram bitti, çalıştığım firmada bir pozisyon ise bizim bölümdeki çalışanlara için aynı dönemde THY’den işten yaptırılıyor. Eskiden 6 kişi çalış- işe başladık. Yine o firmadan iş çıkartılmış bir adayla görüşüldü. tığımız yerde, şimdi 3 kişi çalışı- alacağını söyledi. İlk olarak ben itiraz ettim, “Ücretini almadan Ancak işten çıkma zamanının yoruz. Yani normalde 6 kişinin mesaiye kalmam”, dedim. Sonra toplu işten çıkarılma tarihiyle yaptığı işi, 3 kişinin yapmasını arkadaşlarla kendi aramızda koaynı olduğu fark edilince referans istiyorlar. Bunun sebebi ise, eve nuştuk. Ücretsiz mesaiye kalmaalınmak üzere eski yöneticileri 16 milyon lira veren patronun, arandı ve bu konu da soruldu. O evin temizliği için işçi tutup yev- maya karar verdik. Patrona da insan, sadece yürüyüş sırasında miye vermek istememesi, temiz- söyledik. Bir de, “Neden?”, diye sormaz mı yüzsüz herif. Biz de, oradan üniformasıyla geçmekliği bedavaya getirmek istemesi! “Seni kurtarmayan işi alma, bize te olduğu için işten çıkarılmış. Bu durum karşısında biz de de eziyet etme”, dedik. Müşteri durumundaki firmaya bu sessiz kalmadık ve 6 kişininin güzel bir dille açıklandı. SonraPatron anladı ki, kölelerin gözü yapacağı işi, 3 kişi yapmayı redsında olan ise inanılmaz, bir tür dettik. Şu anda eskiden ne kadar açıldı. Bu arada ustabaşının hiç firma dayanışmasıyla, şirketler zor çalışıyorsak o kadar çalışıyoruz. bu mesailere itiraz etmediğini durumda kalmasın diye bir kara gördük. Meğer adam dikilen iş Eskiden işyerinde ufak bir toz liste paylaşıldı benim çalıştığım kaldığında bile kıyameti koparan başına 1 lira prim alıyormuş, işyerinde. İçinde sadece sürece yani avantadan para. 500 iş müdür ise, durumun saçmalığıaktif olarak katılıp işten ayrılanlar nın o da farkında olacak ki, bu bitse beş yüz lira cepte, oh ne ala değil, oradan geçtiği için işten memleket! İşte böyle arkadaşlar durumda ağzını açamıyor. atılanlar da var muhtemelen. Kara kölelerin gözü açıldı. Açıldı mı, Patronların açgözlülüğü ve listeye eklenmeye adayız yani gerçekten ben de bilmiyorum hepimiz, bir gün hak aramak için işçilere verdikleri değer açıkça ama kendi adıma bedava mesai sokaklara düştüğümüzde; bunu az ortada. İşyerindeki sömürüye, mi, asla! Ya hepimiz ya hiçbiriçok biliyoruz. Peki oradan sadece baskıya karşı biraraya gelmekten miz. HOŞÇAKALIN başka kurtuluş yolu yok! geçenler? İC okuru bir tekstil işçisi İC okuru bir temizlik işçisi Geldiğimiz noktada artık hiçbir mantık güdülmeden kara listeye
13
Şili’de öğrencilerin mücadelesi sürüyor Bahadır B., 2 Eylül
Eğitimin sermayenin ihtiyaçları doğrultusundaki dönüşümü, eğitimdeki birçok kesintiyi ve harç zamlarını beraberinde getirmişti. Şili Santiago Üniversitesi’nde başlayan protestolar bugün tüm ülkeye yayılmış durumda. Hükümet, öğrencilerin taleplerine kulaklarını tıkamış ve bildiğini okumakla meşgul, tek yaptığı bakan değiştirmek. Şu ana kadar üç eğitim bakanı değişti. Şili öğrenci hareketinin 2011 yılının son günlerinde yapılan FECH (Şili Üniversite Öğrencileri Konfederasyonu) başkanlık seçimleriyle yeni bir boyut kazandığını söylemek abartı olmaz. Şili Komünist Partisi üyesi olan Camila Vallejo’nun başkanlığa yeniden seçilememesi, Şilili öğrencilerin uzlaşmacı çizgiden daha radikal bir çizgiye doğru yönelmek ve neoliberal baskıya karşı sonuna kadar direnmek istemelerinin bir ifadesiydi şüphesiz. Şili öğrenci hareketi her türlü uzlaşmadan uzak durarak ve kırmızı çizgilerini (parasız ve nitelikli eğitim) koruyarak, eğitim sorununu kalıcı olarak çözmek istiyor. Bunun için işçi sınıfıyla birlikte neoliberal kesinti dayatmalarına karşı birçok kez gösteri düzenlendi. Öğrenci hareketinin radikalleşmesi ve sınıf birlikteliği hükümetin sertleşmesini de beraberinde getirdi. Ekim ayında Şili’de parlamento seçimleri var. Hükümet, seçimler yaklaşırken “öğrenci belasından” kurtulmak istiyor. Ağustos ayındaki son gösterilerde 200 kadar öğrenci gözaltına alındı. Polis şiddetinin doruğa çıktığı gösterilere on binlerce lise ve üniversite öğrencisi katıldı. Şili öğrenci hareketi kısa ve orta vadede bitecekmiş gibi görünmüyor. Hatta seçimlerde mevcut hükümeti sarsabilir. Bu hareketten ders çıkarmak ve onlarla dayanışma ağı kurmak bizim görevimiz.
14
ULUSLARARASI
Venezuela’da işçi sınıfının adayı Orlando Chirino için uluslararası destek çağrısı*
7 Ekim’de Venezuela’da başkanlık seçimleri gerçekleşecek. Bu seçimde iki güçlü aday bulunuyor: PSUV’un (Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi) adayı Başkan Hugo Chavez ve geleneksel sağ güçleri temsil eden MUD’un (Demokratik Birlik Masası) adayı Henrique Capriles.
den ötürü 2007’deki Anayasa reformunu desteklemeyi reddetti ve bu nedenle, bir politik misilleme olarak, yasadışı bir biçimde PDVSA’da (Venezuela devlet petrol şirketi) işten çıkarıldı. Chirino, dünya ekonomik krizinin Venezuela’yı da etkilemesiyle birlikte, ulusal hükümet tarafından uygulanan kemer sıkma politikalarına karşı çıktı ve Yunan işçi sınıfının ve gençliğinin, İspanyol madencilerinin, Öfkeliler hareketinin ve tüm dünyadaki milyonlarca işçinin sloganını sahiplendi: “Krizin faturası işçilere değil, patronlara!”. Chirino, işçilerin ve emekçi kesimlerin Chavez’in işçi düşmanı politikalarına karşı ve kendi talepleri için yürüttükleri mücadelelerinde daima onlara eşlik ediyor.
Fakat seçimlerde yeni ve daha az bilinen bir seçenek daha var: PSL (Sosyalizm ve Özgürlük Partisi) adına mücadele eden işçi lideri Orlando Chirino. Bu seçenek ulusal ya da uluslararası sermaye ile tüm işbirliklerini reddediyor ve gerçek sosyalizm adına mücadele ediyor, işçi sınıfının politik bağımsızlığının bayrağını taşıyor. Yıllar boyunca Chavez’in sözde 21. Yüzyıl Sosyalizmi adına, ABD emperyalizmine saldıran söylevlerini duymuş işçiler, gençler, anti-emperyalist devrimciler ve tüm dünyadaki solcular için Chirino’nun adaylığı üzerinde bir kuşku perdesi oluşturulmaya çalışılıyor. Bu kuşku perdesi, Chavezci kesimler tarafından yoldaş Chirino’nun “bölücü” ve ABD yanlısı sağcı aday Capriles’e “hizmet ettiği” suçlamalarıyla körükleniyor. Bu suçlamalar aynı zamanda sağın yeniden iktidara gelebileceği korkusu yaratarak güçlendiriliyor. Bu iddia, Chavez hükümeti tarafından haklı talepleri için mücadele eden kesimlere karşı sistematik olarak kullanılan bir silah ve bu da Chavez hükümetinin otoriter karakterini bir kez daha teyit ediyor. Biz mücadeleci yoldaşlarımızın bu dürüst kaygılarını anlamakla birlikte paylaşmıyoruz. Antiemperyalist savaşçıların ve solun bu kuşkularını gidermek adına, Venezuela’daki gerçek durumun berrak bir şekilde değerlendirilmesi bir zaruret. Chavez hükümeti sosyalizme doğru yürümüyor; ve eğer Nisan 2002 darbesini düzenleyen eski patronların ve ABD yanlısı politikacıların seçimleri yeniden kazanıp iktidara gelme ihtimali var ise, bu durumun sorumlusu bizzat Chavezdir. İlk olarak bir noktayı vurgulayalım, halk 2002 darbecilerinin cezalandırılmasını isterken, onları bağışlayan Başkan Hugo Chavez’dir. Dahası, 13 yıllık Chavez hükümeti Venezuela işçi sınıfı ve halkının sorunlarını çözmek adına verdiği vaatlerin hiçbirini yerine getirmemiştir. Chavez hükümeti sosyalizme doğru ilerlemiyor Acı gerçek ise şu ki: Chavez bir yandan ABD karşıtı söylemlerini sürdürürken bir yandan da çok uluslu petrol şirketleri ile karma şirketler kurulması yoluyla anlaşmalar yaptı. Bu şekilde petrol sektörünün yüzde 40’ı çok uluslu şirketlere peşkeş çekilmiş oldu. Chavez hükümeti Chevron, Mitsubishi, Total, Repsol, Petrobras ve Norveç, Rusya ve Çin şirketleriyle işbirliği yapıyor. Aynı zamanda hükümet, alüminyum ve çelik sektörlerinde
Çinli çok uluslu şirketlerin ve İsviçreli çokuluslu şirket Glencore’un bir ortağı durumunda.
talebi ekseninde toplumsal mücadelelerde ve işçi hareketinde bir yükseliş yaşanıyor. (...)
Chavez imparatorluktan söz ediyor ne var ki, Nisan 2011’de, bütün uluslararası hukuki normlara aykırı biçimde, Kolombiyalı politik sürgün Joaquin Perez Becerra’yı Kolombiya’nın ABD yanlısı Juan Manuel Santos hükümetine teslim etmekte beis duymadı. (...)
Capriles’in adaylığı işçi sınıfı için bir çözüm olamaz
Chavez hükümeti kendisinin solcu, halkçı ve demokratik bir hükümet olduğu iddiasında fakat diktatörlere karşı gelişen Arap devrimlerini savunmayı reddediyor. Dahası Chavez, Libya’da Kaddafi ve Suriye’de Esad gibi soykırımcı diktatörlere dahi “anti-emperyalist hükümetler” oldukları iddiasıyla kol kanat geriyor. Aynı şekilde Chavez hükümeti kendisinin işçi dostu bir hükümet olduğunu iddia ediyor fakat sendikalı işçilerin toplu sözleşme hakkını tanımazken, işçilerin grev hakkını sıklıkla engelliyor. (...) Venezuela hükümeti aynı zamanda 2008’den bu yana KDV’nin üçte bir oranında artırılmasını, kamu çalışanlarının, çelik ve aliminyum işçilerinin toplu sözleşmelerinin dondurulmasını içeren şiddetli bir kemer sıkma politikasını yürürlüğe soktu. Dahası gıda fiyatlarının artırılması ve para biriminin yüzde yüz oranında devalüe edilmesi de bu kemer sıkma politikalarının arasında. (...) Chavez kapitalizme atıp tutuyor ve “sosyalizmi inşa ettiğini” iddia ediyor fakat özel sektörün ekonomideki yeri kamuya göre giderek artıyor. Venezuela Merkez Bankası’na göre 1998’de özel sektör Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH)’nın yüzde 65’ini, kamu sektörü ise yüzde 34.8’ini üretiyordu. 2009’da ise özel sektörün GSMH içindeki payı yüzde 70.9’a yükselirken, kamunun payı yüzde 29.1’e düştü. (...) Tam da bu nedenle, konut sorunu, elektrik kesintileri ve köylülerin toprak
Chavez hükümetinin işçi ve halk kesimlerine cephe alan politikaları ve tekrarlanan yolsuzluklar nedeniyle kitleler bugün Chavez hükümetine güvenini yitirmiş ve ona mesafe almış durumda. Bu nedenle hayal kırıklığı içindeki işçiler ve emekçi kitleler, Capriles’e oy vermek gibi yanlış bir yönelime giriyorlar. Demokratik Birlik Masasından (MUD) Capriles ve ABD yanlısı geleneksel Venezuela burjuvazisi işçi sınıfı için asla bir çözüm olamaz. Onların tek istedikleri, emperyalizmin doğrudan temsilcileri olarak iktidara gelerek kâr paylarını artırmak. Capriles ve Chavez öncesi dönemin politik liderleri, milyonlarca Venezuelalının Chavez’den beklentilerinin düşmesi ve duyduğu memnuniyetsizlikten faydalanarak, oylarını artırma peşinde. Bu durum 2010 parlamento seçimlerinde, kitlelerin Chavez’i bir “cezalandırma yöntemi” olarak sağcı MUD’a oy vermesi ve MUD’un PSUV karşısında meclis çoğunluğunu kazanmasıyla hâlihazırda gerçekleşmiş durumda. (...) Oylar Orlando Chirino’ya! Orlando Chirino, 1989’den itibaren mücadelelerin yükseldiği Venezuela’da, tanınmış bir işçi lideri. Chirino, 2002– 2003 yıllarında emperyalist darbeye ve petrol lokavtına karşı verilen mücadelede ön saflardaydı. Bu mücadeledeki rolü, işçiler ve hükümetin kendisi tarafından dahi saygıyla karşılandı. Chirino, hükümet tarafından bölünen, ülkenin en büyük sendikası Ulusal İşçi Birliği içinde, sendikal bağımsızlığı savunarak 2006’da kurulan CCURA (Sınıf Mücadeleci, Birlikçi, Devrimci, Özerk Akım) içinde yer aldı. Ardından, antidemokratik ve kapitalist karakterin-
PSL ve Chirino, Arap halklarının devrimine korkusuzca destek verdi ve Venezuela hükümeti Esad’ı desteklerken, Suriye diktatörü Esad tarafından gerçekleştirilen katliamları kınadı. Venezuela başkanlık seçimlerindeki yegane sol alternatif, PSL tarafından desteklenen Orlando Chirino’dur. (...) Seçimlerde yalnızca onun adaylığı çok uluslu şirketlerle yapılan anlaşmaların iptal edilerek petrol ve gaz üzerindeki egemenliğin yeniden tesis edilmesini ve bu sayede petrol sektörünün tamamını kamulaştırarak, elde edilen gelirlerin ücretlerin artırılması, eğitim ve sağlık hizmetleri için kullanılmasını savunuyor. Yalnızca bu alternatif büyük ekonomik güçlerin hükümetlerinden tam politik bağımsızlığı; yoksulluk sınırının üzerinde bir asgari ücreti; dış borç ödemelerinin reddini; serbest ticaret anlaşmalarının iptalini; bankaların ve çok uluslu şirketlerin işçi denetimi altında kamulaştırılmasını; köklü bir toprak reformunu; yerli halkların haklarının tanınmasını; sendikaların hükümetlerden ve patronlardan bağımsızlığını, her renkten ve türden sendika bürokrasisinin reddini ve sendikaların yeniden işçi sınıfının mücadele araçlarına dönüştürülmesini savunuyor. (...) Tüm bu nedenlerle bizler Orlando Chirino’nun başkanlık adaylığını destekliyoruz ve Venezuela halkını 7 Ekim’deki seçimlerde, Chirino’ya oy vermeye çağırıyoruz. Aynı zamanda işçi liderlerini, öğrencileri, kitleleri, aydınları, antiemperyalistleri ve tüm dünya solunu bu bağımsız, işçi ve sosyalist aday kampanyasını desteklemeye çağırıyoruz. İşçilerin Uluslararası Birliği – Dördüncü Enternasyonal (UIT-CI) Uluslararası Birlik Komitesi (Enternasyonalist Mücadele-İspanya, İşçi Cephesi-Türkiye) Sosyalist İşçi Partisi (POS-Meksika) *Yazının tamamına ve kampanyayla ilgili daha fazla bilgiye internet sitemizden ulaşabilirsiniz.
ULUSLARARASI
Solun Suriye ile imtihanı
15
Atakan Çiftçi, 6 Eylül 2011’in Mart ayında başlayan Suriye’deki halk ayaklanması, bir buçuk yılı geride bıraktı. Barışçıl ve kitlesel protesto gösterileri biçiminde başlayan ayaklanmayı, rejimin katliamlarla bastırmaya çalışması ve barışçıl muhalefete hiçbir şekilde hayat hakkı tanımaması sonucunda isyan bir silahlı ayaklanmaya dönüştü ve mücadele bir iç savaş biçimini aldı. Devrim sürecinin giderek uzaması ve silahlı bir ayaklanmaya dönüşmesi ise, sosyalist harekette Suriye’deki sürece başından beri temkinli yaklaşan kesimlerin veya daha baştan Esad-yanlısı tutum alan kesimlerin yaşadığı bilinç bulanıklığını ve savrulmayı daha da artıran etkenler oldular. Türkiye’de sosyalist hareketin büyük bir bölümü kuru bir “antiemperyalist söylemle”, Suriye’ye yönelik bir dış müdahaleye (doğru bir biçimde) karşı çıkarken, halk ayaklanması ve rejimin katliamları karşısında sessiz kalmayı tercih ediyor. Böylesi bir tutum, yanı başımızda gelişen bir devrime ihanet anlamına geldiği gibi, AKP hükümetinin ikiyüzlü ve emperyalizm-yanlısı Suriye politikasına karşı ilkeli ve güçlü bir muhalefetin
oluşturulmasını da engelliyor. Bu durum en açık biçimiyle, sayıları son günlerde giderek artan ve giderek daha fazla gündeme taşınan Suriyeli sığınmacılar örneğinde görülüyor. Esad rejimi son nefesini verirken, Suriye halkına dönük saldırılarını yoğunlaştırıyor ve bu nedenle mültecilerin sayısında son dönemde büyük bir artış yaşanıyor. Yalnızca Ağustos ayında 100 bini aşkın Suriyeli ülkesini terk etmek zorunda kalırken, toplam mülteci sayısı 250 bini, Türkiye’deki mültecilerin sayısı ise 80 bini aştı. Bu gelişme, temel olarak AKP hükümetinin ikiyüzlü ve mezhepçi politikalarının bir sonucu olarak Hatay’da bir gerilim kaynağına dönüşmüş durumda. Bu durum karşısında, rejimin katliamlarından kaçan mültecileri sahiplenmek ve sorunlarına sözcü olmak yerine (örneğin, sığınmacılar uluslararası hukuka aykırı biçimde mülteci olarak kabul edilmiyorlar, sınırda Türkiye’ye giriş yapmayı bekleyen binlerce mülteci bulunuyor, kamplar dışarıdan girişlere kapalı tutuluyor, vs.), bazı sosyalist çevreler, radikal İslamcı grupların bölgede üslendiği “gerekçesiyle”, “El Kaide
kampları kapatılsın!” gibi caniyane bir sloganı dile getirebiliyorlar. Bu gibi savrulmaların arkasında ise, Suriye’deki gelişmelere dair yapılan ciddi tahlil hataları bulunuyor. Bunların ilki, emperyalizmin her ne pahasına olursa olsun Esad rejimini devirmek istediği iddiası. Söylem düzeyinde, Obama, Merkel, Erdoğan gibi isimler Esad’a çekilme çağrısı yapsa da, emperyalizmin Suriye’ye dair temel endişesi, rejimin aşağıdan gelen halk hareketi sonucunda yıkılması. Bu nedenle, emperyalizmin temel planı, Yemen’de örneğini gördüğümüz biçimde, rejimin başını feda etmesi karşılığında gövdesinin korunması ve bu sayede devrimin sönümlenmesinin sağlanmasıdır. Dolayısıyla, bir dış müdahale veya “paralı askerlerin” desteklenmesiyle rejimin devrilmesinden öte, emperyalizmden yakın vadede gelecek tehlike, “demokrasiye düzenli geçiş” sloganı altına, burjuva muhalefet ve Baas rejimi arasında yapılacak bir anlaşmaya öncülük ederek, devrimin “barışçıl yöntemlerle” denetim altına alınması ve sönümlendirilmesidir. Bu gerçek bir kez ortaya konduk-
tan sonra, Özgür Suriye Ordusu hakkında bolca yapılan spekülasyonlar da havada kalmakta. Soldaki hakim söyleme göre ÖSO, paralı askerler ve radikal İslamcılardan oluşan, emperyalistlerin kurdurduğu bir çete (Esad’ın da aynı şeyleri iddia ediyor olması, hazin bir tesadüf!). Açık olan gerçek ise, silahlı mücadelenin kendi halkına ateş açmayı reddeden askerler ve bölgelerini rejimin katliamlarına karşı korumak için silahlanan milisler tarafından başlatıldığı. Ayaklanmanın iç savaşa dönüşmesiyle, emperyalizm ve bölge ülkelerinin iç savaşa müdahil olduğu şüphesiz ki doğru fakat bu durum katliamcı rejime karşı mücadele eden on binlerce savaşçının emperyalizmin ajanı veya El Kaideci olduğunu kanıtlamaya yeterli olmasa gerek… Sosyalistler ve işçi hareketi açısından Suriye’deki temel görev halen, katliamcı rejime karşı mücadele eden Suriye emekçilerinin ve halkının yanında olmaktır. Emperyalist bir müdahaleye karşı olmak ise bu mücadelenin olmazsa olmazı. Suriye Devrimi’yle dayanışmanın yollarının bulmak için vakit hâlâ çok geç değil…
Apartheid’in* iki yüzü: siyah ve beyaz Barış Sansar, 6 Eylül 1994’te Apartheid’ın devrilmesiyle iktidara gelen ANC (Afrika Ulusal Kongresi) ve Apartheid rejimine karşı yürütülen mücadelede “demokrasi kahramanı” haline gelen Mandela’nın “gökkuşağı toplumunu yaratma” vaadi liberal çevrelerce Türkiye’ye de model olarak sunulmuş, 11 resmi dilin bulunduğu Güney Afrika Cumhuriyeti (GAC), kimi zaman oryantalist zihinlerle de harmanlanarak gıptayla izlenir olmuştu. Afrika’nın iç savaşlar, kıtlık ve salgınlarla belirlenen sosyal ve politik atmosferinde GAC’ın görece istikrarlı görünümünün ardında yatan çelişkiler, son olarak Marikana’da gerçekleşen ve en az 45 işçinin ölümüyle sonuçlanan katliamla dünyanın gündemine oturdu. Olayın ardından, dünya basınında hayal kırıklığıyla harmanlanmış,
“demokrasiyi rayına oturtma” temalı makaleler yayınlanırken manzara, GAC’da Apartheid rejiminin hala canlı olduğuna işaret ediyor. Çeşitli istatistiksel verilerle doğrulanması mümkün olan bu durum en somut biçimde, katliamı gerçekleştiren kolluk kuvvetlerine ateş emrini veren beyaz adamın havaya kalkan yumruğunda billurlaşıyor.
(Maden ve Yapı İşçileri Birliği) bağlı işçiler arasında çıkan olaylar ve 4 işçinin ölümüyle gündeme gelen Marikana platin madeni, grevci işçilerin üzerine açılan ateşle bir kez daha gündeme geldi. Sendikal bürokrasi, grevi sonlandırmak için yoğun çaba harcarken, grevlerin altın madenlerine sıçraması ve bu bölgelerdeki çatışmalarda da 4 işçinin polis kurşunuyla yaralanması madenlerde Öte yandan, çalışabilir nüfusun işçi komitelerinin kurulması fikrineredeyse yarısını pençesine alan işsizlik, 15 milyon Güney Afrikalının nin gündeme gelmesine sebep oldu. Devlet Başkanı Zuma ve Mandela aiaçlık sınırında yaşadığı gerçeğiyle lelerinin maden endüstrisinde sahip birleştiğinde “siyah” demokrasinin olduğu hisseler göz önünde bulunbeyaz Apartheid’ın makyajlı bir kopyası olmaktan ileri gidemediğini durulduğunda, hükümetin hem kolluk kuvvetleri hem de sendikal göstermekte. bürokrasi aracılığıyla yoğunlaştırdığı İlk olarak, ANC hükümetine saldırılar, “gökkuşağı toplumunun” yakınlığıyla bilinen bir sendika olan sınıfsal çelişkilerden azade olmadığıNUM’a (Ulusal Maden İşçileri nı gözler önüne seriyor. Sendikası) bağlı işçilerle AMCU’ya
Gelir dağılımı eşitsizliğinde Brezilya’yı koltuğundan eden GAC’ın Apartheid artığı savcıları son olarak, katledilen işçilerin sorumluluğunu da işçilerin üzerine yıkmaya çalıştı ve 270 işçiyi tutukladı. Buna karşın, ülkenin çeşitli kentlerinde gerçekleşen eylemler ve grevci işçilerin sendikal bürokrasiye rağmen gösterdiği direniş sayesinde geri adım atmak zorunda kalan ve elli işçiyi serbest bırakan ve geri kalan işçilerle ilgili suçlamaları da “rafa kaldırmak” durumunda kalan Zuma hükümetini, zor günlerin beklediğini söylemek yerinde olur. * Afrikaans dilinde “ayrılık” anlamana gelen bu sözcük, GAC’da 1948-1994 yılları arasında iktidarı elinde bulunduran Ulusal Parti’nin ırkçı yönetimine verilen isimdir.
1 Eylül
ve gerçek barış güçleri kimlerdir? Sedat D., 7 Eylül
2
012 yılının ilk yarısında dünya genelinde savaş sonucu yaşamını yitirmiş kişi sayısı 30 bin dolaylarında. Bunlar yalnızca resmi rakamlar ve kayıtlara alınmamış ölü, yaralı ve kayıp sayıları ise meçhul. Yine aynı yılın Türkiye’sinden bahsedersek yüzlü rakamları telaffuz eder hale geliyoruz. İşgaller ve kıyımlarla dolu dünyadan bizler de nasibimizi alıyoruz.
sürecinde diktatörlerin dökmekten kaçınmadıkları kan ve emperyalizmin bölgeye müdahaleleri de barış umutlarının bir süre daha ötelendiğini ifade ederken BM’nin barışa yalnızca daha güçlü bir savaş için hazırlık molası olarak baktığını da söyleyebiliriz.
gelebileceğini ifade etmekteydi. Bu kesimin sesi şu anda iyiden iyiye kesilmiş durumda. Yaşanan son operasyonlar ve AKP’nin sertleşen dili mevcut herhangi bir düzen partisinin kalıcı bir barıştan yana olmadığını açıkça gözler önüne seriyor.
“Barış” sözcüğünün en çok özlendiği Türkiye’de de durum farklı değil. Ek olarak Türkiye’de barış taraftarları üçe bölünmüş durumda.
İşçi Cephesi’nin de savunduğu üçüncü görüş ise, kalıcı ve güvenilir bir barış için ulusların kendi kaderini tayin hakkının savunulmasından geçiyor. Çünkü kaderini Bu tablo içerisinde 1 Eylül Dünya Barış tayin hakkı, Kürt halkının kendi geleceGünü’nü geçirdik. 1 Eylül, 1939 tarihinBirinci kesim, değişen uluslararası konği, gelişimi ve yaşamı hakkındaki tek söz de faşist Almanya ordularının Polonya’ya jonktür ve “Batı Kürdistan”daki fiili yösahibi olarak kendisinin ortaya koyulması girerek ikinci emperyalistler arası paylaşım netimin basıncı ile büyük güçlerin (emsavaşını başlatmasına atfen, Bileşmiş Mil- peryalizmin) de desteği ve oluruyla barışın açısından güvenilir ve kalıcı bir seçenek letler tarafından ilan edilmiş bir gündür. yakın zamanda gelebileceğini düşünüyor. olarak ortaya çıkıyor. “Güney ve Batı Kürdistan” Kürtlerini de muamma durumdan Ve o tarihten bu yana emperyalizmin “bir Bu görüşün geçmişteki biçimi barışın kurtarabilecek bir pozisyon içeriyor. Aynı daha asla” makyajlı cümlesi ile, 1 Eylül AB’nin baskısı ve istemi ile geleceğini zamanda da tüm Ortadoğu ve Türkiye dünyada barışın simgesi olan gün haline söyleyip AB’ye güvenerek kendisini ifade halkları ile eşit, güvenilir ve kalıcı bir birgetirilmeye çalışılmıştır. etmekteydi. Geçen zamandan aldığımız likteliğin de yegane garantörü oluyor. ders, AB’nin ne kadar çabuk Türkiye’yi Ancak geçen zaman, dünyadaki çatışTürkiye’de kirli savaşın son bulup barışın maların tekrarlanmasının engellemesi bir fiili olarak destekler hale geldiğini gösterdi. Şimdi de AB’nin de ABD’nin de kalıcı ve güvenilir olabilmesi için kaderini yana, kalıcı olduğunun ispatını sunmuştayin hakkından yanayken, dünyadaki da tur. Vietnam, Afganistan, Irak müdahale- Ortadoğu’daki temel tutumu “ülkelerin lerinin ardından şimdi de olası bir İran ve toprak bütünlükleri ve merkezi yönetimin barışın garantörlerinin de kimler olduğuvarlığı” üzerine kurulu durumda. Bir an nu biliyoruz. Suriye saldırısı konuşulur durumda. Öte için değişen dengelerden bir tutam taviz yandan, burjuva kolluk güçleri ve “sivil” İşçi Cephesi, bugün savaşların son bukopartabileceğimize inansak da, ikinci bir çetelerin süngüleri göçmen işçilere ve hak larak gerçek anlamda “bir daha asla” koşul değişiminde tüm tavizlerin hızla geri mücadelesi içerisindeki hemen herkese yaşanmaması için, acil bir görev olarak alınacağını söylemek hiç de paranoyaklık yönelerek hiç de barışçıl bir dönemde diktatörlüklere karşı olan seferberlikler ile değildir. yaşamadığımızı bizlere göstermekte. Avrupa ve dünya işçi sınıfının mücadeleİkinci yaklaşım ise, barışın hükümetin sini destenmesi gerektiğini savunuyor ve Kuzey Afrika ve Ortadoğu devrimleri de desteği ve demokratik dönüşümler ile bunun için mücadele ediyor.
www.iscicephesi.net Aylık Siyasi İşçi Gazetesi (Aylık Yerel Süreli Yayın) • Sahibi ve yazı işleri müdürü Atakan Çiftçi (Enternasyonal Yayıncılık) • Yönetim yeri Şehit Muhtar Mah. Süslü Saksı Sok. No: 19/6 Beyoğlu - İstanbul • 1 yıllık abonelik Yurtiçi: 25 TL • Yurtdışı: 25 € Baskı Gülmat Matbaacılık, Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi E Blok 1NE4 Topkapı - İstanbul, (0212) 5651774 • Fiyatı 2 TL • Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com