AKP sendikaların altını oyuyor! 27,5 milyon olan resmi işgücünün sadece yüzde 10’unun sendikal haklarından faydalanabilme olasılığı varken tabii ki AKP’ye alkış tutmayacağız. Demokratik ve özgür Türkiye’nin modern iş ilişkileri yasası diye yutturmaya çalıştıkları bu yasayı tabii ki kabul etmeyeceğiz. Sendika yasaksız olmalıdır. Sendika barajsız olmalıdır. Sendika herkes için bir hak olmalıdır!
»8
Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 45 • Kasım 2012 • Fiyatı: 2 TL
Yasaksız, barajsız, herkes için sendika hakkı! Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Yasası uygulanırsa işçilerin yüzde 80’i sendikalaşma ve toplu sözleşme hakkını hiçbir şekilde kullanamayacak; toplu sözleşme yapma hakkına sahip sendikaların yüzde 60’ı yeni yasayla bu hakkını kaybedecek
S
endikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Yasa Tasarısı 18 Ekim’de TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilerek yasalaştı. Bu yasayla AKP hükümeti bir kez daha kaşıkla verdiğini kepçeyle geri alarak ama kaşığı gösterip kepçeyi saklayarak göz boyamaya çalıştı. Bu yasa, kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez yasasıdır. Bu yasa, minareyi çalan kılıfını hazırlar yasasıdır. Hatırlanacağı üzere 12 Eylül halk oylaması da birden fazla sendikaya üye olma hakkı vaat ediyordu. Yaşananlar tam tersidir. Sendikalaşma girişiminin karşılığı işten atmadır. Direnen, hakkını arayan işçinin aldığı cevap çoğu kere patronun adamlarının saldırısı ve daima polis baskısıdır. Sendikalaşma hakkı kâğıt üzerinde kalmakta, pratikte patron hükümet işbirliğiyle geçersiz kılınmaktadır. Bu anlamda yeni yasada işkolu barajının yüzde 10’dan yüzde 3’e düşürülmesi bir aldatmacadan ibarettir. Çünkü Hükümet işkolu sayısını 28’den
20’ye düşürerek barajı fiilen yükseltmekte ve “yüzde 3” bu şekilde bir aldatmacaya dönüşmektedir. Uygulamada sendikalaşma hakkı türlü bahane ve baskılarla engellenmektedir. Hükümet yeni yasada 30 ve altı çalışanı olan işyerlerindeki işçileri sendikal güvenceden mahrum ederek bu bahane ve baskıya hukuki kılıf sağlamaktadır.
ve grev hakkıdır. Sendika, patron ve hükümetten bağımsız hakkını arayabilmektir. Oysa yeni yasa sendikaları toplu sözleşme yapamaz hale getirmektedir. Toplu sözleşme yapma hakkına sahip sendikaların yüzde 60’ı yeni yasayla bu hakkını kaybedecektir. Bir yasaklar ve sınırlamalar metni olan yeni yasa bu nedenle bir göz boyamadan ibarettir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, “bu yasa ile çalışma hayatı önündeki çok önemli engellerden biri daha kalktı” derken kastettiği budur. Önünden engel kalkan işçiler değil, patronlar ve AKP hükümetidir.
Çalışma Bakanı sendikalı olabilecek çalışan sayısını 5,4 milyon değil 11,1 milyon olarak açıklamıştır. İşkolu sayısı, barajı ve çalışan sınırı engelleriyle işçilerin yüzde 80’i sendikalaşma ve toplu sözleşme hakkını hiçbir şekilde kullanamayacaktır. Gerçek sendikalı sayısının 3,2 milKuşkusuz hiçbir burjuva hükümet kendi yon değil 937 bin olduğunu söyleyen Çalışma elleriyle işçi sendikalarını güçlendirmez. Hiçbir Bakanı’nın amacı açıkladığı rakamlara göre yüzde patron işçi sendikalarının güçlü olmasını istemez. 8,4 olan sendikalılık oranını daha da azaltmaktır. Bu nedenle, “şu sendika mücadeleci değil, kararlı bir şekilde işçilerinin hakkını korumuyor” diye 2821 ve 2822 sayılı kanunların yerini alacak eleştiri yapan bir hükümet ya da yasa hiçbir şekilde işçilerin haklarını geliştirme kaygısı taşımamaktadır. Sendika, toplu sözleşme patron görmeyiz. Tersine THY’de
»2
2
İLAN TAHTASI
Yasaksız, barajsız, herkes için sendika hakkı! Kapak sayfasından devam grev yasağı sırasında Hava-İş sendikasına yaptıkları gibi türlü karalama kampanyaları tertiplediklerini görürüz. Ortalığa her fırsatta şüphe tohumları serperler. İşçileri sendikalarına karşı kışkırtmak, soğutmak ve uzaklaştırmak isterler. Asıl niyetleri tek tek sendikacıları yıpratmak değil, onların üzerinden sendikaların birer mücadele örgütü olarak işçi sınıfından yana kararlı ve devrimci bir tutum takınmasını engellemektir. Kuşkusuz sendikal bürokrasinin uzlaşmacı hatta işbirlikçi tutumları da bir gerçektir. Lakin sendikal bürokrasi ve sendika iki ayrı olgudur. Bürokrasiyi ve sendikayı bir ve aynı şey ilan etmek sendikaların sınıf mücadelesi açısından işlevini tamamladığını söylemektir. Bu iddia gerçeklerle uyuşmamaktadır. Sendikaların zamanının geçtiği, miadını doldurduğu doğru değildir. Özellikle Türkiye gibi ülkelerde sendikalar sınıf mücadelesi açısından daha da büyük bir öneme sahiptir. Bu nedenle AKP hükümeti işçi sınıfını ve örgütlerini bastırmaya ve denetim altına almaya dönük yasal ve pratik müdahalelerini sürdürmektedir. Bu nedenle yasaksız, barajsız, herkes için sendika hakkı mücadelesi işçi sınıfı hareketinin temel politikalarından biridir, olmalıdır.
Ne savunuyoruz? Neyi hedefliyoruz? İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Türkiye’de devrimci bir işçi partisinin inşası için mücadele ediyoruz. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş veriyoruz. Sermayenin baskı ve şiddet rejimine karşı mücadele ediyoruz ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.
4 Kasım: Uluslararası İstanbul Buluşması İC - Haber, 28 Ekim
Önümüzdeki günlerde İstanbul, devrimci sosyalist grupların uluslararası bir toplantısına ev sahipliği yapacak. Buluşma, uluslararası sınıflar mücadelesinin bugün için iki temel eksenini oluşturan, Avrupa’da kemer sıkma politikalarına karşı gelişen işçi sınıfı seferberliklerine ve Suriye devrimine dönük ortak kampanyalar geliştirme hedefiyle gerçekleşecek. Uluslararası Birlik Komitesi bileşenleri olan İşçi Cephesi ve Enternasyonalist Mücadele (LI, İspanya) tarafından çağrısı yapılan buluşmaya, İşçilerin Uluslararası Birliği-Dördüncü Enternasyonal (UIT-CI), Yunanistan Enternasyonalist Komünistler Örgütü (OKDE) ve Enternasyonalist Sosyalist Grup (GSI, Fransa) temsilcileri katılım gösterecek. Buluşmada, Yunanistan’da ve Avrupa genelinde hükümetlerin uyguladığı sosyal yıkım politikalarına karşı işçi mücadelerinin durumu; Kuzey Afrika ve Ortadoğu devrimlerinin, özellikle de Suriye devriminin güncel durumu ele alınacak. Buna ek olarak, dünya solunda hatırı sayılır bir destek bulan ve Latin Amerika’daki işçi ve halk hareketlerinin frenlenmesinde önemli bir rol oynayan Chavez’in “21. yüzyıl sosyalizmi” ideolojisiyle politik mücadelenin derinleştirilmesi bağlamında, Venezuela’da seçimlerin ar-
dından Orlando Chirino’nun başkan adaylığı kampanyasının ve Özgürlük ve Sosyalizm Partisi (PSL, Venezuela)’ne desteğin nasıl ilerletilebile-
dırılarını yoğunlaştırdığı bir dönemde, dünyanın çeşitli ülkelerinden devrimci grupların, eylem birliği ve politik tartışmaların ilerletilmesi te-
ceği tartışılacak. 4 Kasım’da, Geoaktif Kültür ve Aktivizm Merkezi’nde gerçekleştirilecek etkinlikte ise, buluşmanın sonuçları İşçi Cephesi okurları ve dostları ile birlikte tartışılacak.
melinde biraraya gelmesinin yaşamsal önemde olduğuna inanıyoruz. Uluslararası İstanbul Buluşması’nın, kapitalist kriz karşısında işçi sınıfının sosyalist alternatifinin güçlendirilmesi temelinde, uluslararası devrimci solun ve Sosyalist Devrimin Dünya Partisi 4. Enternasyonal’in yeniden inşasına anlamlı bir katkı yapacağına inanıyoruz.
Dünya ekonomik krizinin ortasında, burjuvazinin tüm dünyada işçi sınıfına ve emekçi kesimlere dönük sal-
EMEK GÜNCESİ
3
Havada grev yasağı kalktı ama! Canan Yılmaz, 27 Ekim
Dünya genelinde büyük grevlerin örgütlendiği, Avrupa’da kemer sıkma politikalarına karşı en başarılı eylemliliklerin yürütüldüğü havacılık sektöründeki grev hakkı Türkiye’de yaklaşık 5 ay önce yasaklandı. Yetkili sendika Hava-İş, grevin yasaklanmasıyla THY’de süresiz eylem ilan etti ve 29 Mayıs’ta düzenledikleri eylemle 305 THY çalışanı THY yönetimi tarafından “yasadışı eylem” yapmaları iddiasıyla işten atıldı. Geçtiğimiz hafta ise Toplu İş İlişkileri Yasa Tasarısı’nın Meclis’ten geçmesiyle grev yasağının kaldırıldığı haberi müjdelendi.
Hava-İş’in ne değişti sorusuna cevabı, direnişin bir kazanımı olduğu idi. Şüphesiz işten çıkarılan işçilerin, sendikaya rağmen ve sendikayla birlikte direnişlerini sürdürüyor olmalarının bunda büyük bir payı var.
Hava-İş dahil birçok sendikanın grev ve toplu sözleşme yapma yetkisini yitirme ihtimali var. Ayrıca bu düzenleme, üye yapması gereken işçi sayısına ulaşamayan sendikaların küçülerek işlevsizleşmesini beraberinde getirecektir. Üstelik Peki şimdi grev yapabilecek yeni yasada direniş yapma, dayamiyiz?
şanlar alınması gibi süreçler de bir grevin örgütlenmesini fiili olarak imkansızlaştırmaktadır. Bununla birlikte, Türk-İş, TİSK, Hak-İş’in bürokratlarının Çalışma Bakanı Faruk Çelik’le bir araya gelip, bu yasaya ilişkin kapalı kapılar ardında bir gizli protokol yaptıkları iddiası da, sendikalara duyulan güvensizliği artırmaktadır.
Çelişkili gibi gözüküyor ama Değişmesi gereken yasaDeğişmesi gereken yasalargerçek şu ki, grev yasağı kalkmış lardan ziyade, her fırsatta dan ziyade, her fırsatta sınıfın olmasına rağmen grevin serbest olsınıfın sendikal haklarına, sendikal haklarına, örgütlenme duğunu söylemek mümkün değil. örgütlenme mücadelesine mücadelesine saldıran iktidaZaten havacılıkta grev, greve giden saldıran iktidarın kendisirın kendisidir, çalışanlarının bir süreçte yasak ilan edilmişti. Tradir, çalışanlarının nice hak- nice haklarını kapalı kapılar jik olan da, yasağın kalkmasının larını kapalı kapılar ardında ardında işverenlere teslim eden yeni düzenlemede grev yapmanın Grev yasaktı, şimdi değil sendika bürokratlarıdır! işverenlere teslim eden daha kolay olacağı anlamını taşıÖncelikle, bir gecede grevi canhı- maması. Bu ikililiği yaratabiliyor Toplu sözleşme ve grev hakkı, sendika bürokratlarıdır! raş yasaklayan Meclis’in bugün ne olmak ‘ileri demokrasi’nin alameti işçilerin en büyük iş güvencesioldu da bundan caydığı sorusunu farikası olsa gerek. dir. Sendika bürokratlarının işnışma grevi, genel grev hakları da sormak gerekiyor. Bir takım ulusverenlere verdiği teminatlara karşı Havacılık özelinde bakarsak, hâlâ yasak. lararası sözleşmelerin veya Avrupa yeni yasada havacılık, karayolu, AKP’nin bahşettiği değil; barajsız, Özel olarak THY’de ise; 305 İnsan Hakları Mahkemesi’nin il- demiryolu tüm ulaşım sektörleri yasaksız grev hakkımızdır. Bizlere kişinin gerek iktidar partisi gerek gili kararlarının hükümetin aklına taşımacılık işkolunda birleştirildi. düşen, haklarımızı budayan iktiTHY yönetimince ‘suçlu’ ilan edilyeni geldiğini sanmıyoruz. İşveren Yeni yasa, sendikal barajı yüzde 3’e dar ve sendika bürokratları yerimesiyle, onların yerine (mesai ücyanlısı bir Meclis’in kendi eliyle indirmiş olsa bile; bu yeni işkolunne, sınıf kardeşlerimize güvenerek reti olmadan, neredeyse aynı saat çalışanları güçlendirecek bir yasa da çalışan işçi sayısının 750 bine sendikal haklarımıza sahip çıkmak çalışmalarına rağmen çok daha geçireceğini düşünmek de fazla iyi çıktığı anlamına geliyor. Böylece olacaktır. düşük ücretlerle) yarı zamanlı çalıniyetli olurdu.
BEDAŞ direnişi 163. gününde Dilçem Sarin, 31 Ekim
Boğaziçi Elektrik Dağıtım Anonim Şirketi için taşeron şirketler üzerinden çalışan ve Enerji-Sen sendikasında örgütlenen 116 işçinin direnişi devam ediyor. Maaşlarının sürekli eksik ve geç yatırılması ve de çalışma bölgelerinde eksik işçi çalıştırılması sebebiyle iş hukukunun 34. maddesine istinaden “20 günü aşkın bir süre boyunca maaşlarını alamadıkları taktirde iş edimini yerine getirmeme” haklarını kullanan işçiler, 21 Mayıs 2012 tarihinde iş bırakma eylemi gerçekleştirmişlerdi.
163 gündür direnişlerini sürdürüyor. Yazın sıcağında direnişlerine tam gaz devam eden işçiler ve sendika çalışanları şimdi de yağmurlu havalara hazırlanıyor. Güvencesiz çalışma koşullarına karşı Enerji-Sen sendikasında örgütlenen işçiler bir direnişin en büyük zorluğu olan maddi sıkıntılarla boğuşmaya da devam ediyor. Direniş boyunca herhangi bir ücret alamayan işçiler çadırdaki ihtiyaçlarını oluşturdukları dayanışma sandığı ile karşılıyor ama asıl sıkıntı evlerde, mutfaklarda...
bu sıkıntılar çadıra da yansıdı. Bunun üzerine sendika ve işçiler geçici-günlük işler bularak harçlık edinebildiler. Tıpkı diğer direnişlerde olduğu gibi BEDAŞ direnişinin de öğrettiği pek çok şeyden biri, yalnız işçilerin değil aynı zamanda ailelerin de direnişte olduğudur. Bu açıdan direniş süresince destek olan, Cuma eylemlerine gelen, hepsinin ötesinde direnişi sahiplenen ve söz haklarını kullanan işçi ailelerinin, özellikle de işçilerin eşlerinin direnişe katkısı büyük.
Direniş süresi boyunca be- Direnişin ilk zamanlarından bu yana Enerji-Sen sendikasının Talimhane’deki BEDAŞ bi- bekler dünyaya geldi, çocuklar BEDAŞ yönetimi ile sürdürdünası önünde çadır kuran işçiler okula başladı, kiralar ödene- ğü görüşmelerde yeni ihalenin medi, borçlar birikti. Elbette ki
yapılmasıyla birlikte direnişçi işçilerin işbaşı yapacağı belirtiliyordu. Şimdi gözler bayram öncesi açılan ihale sürecinin en kısa sürede tamamlanmasında. Direniş süresi boyunca Cuma eylemlerini önemli bir katılımla devam ettiren BEDAŞ işçileri, Galatasaray Lisesi önünden başlayarak güzergahları üzerindeki diğer direnişlerle dayanışarak da devam ettirdiler. Taşeron çalışmanın temel çalışma biçimi haline getirilmeye çalışıldığı bugünlerde “Taşerona teslim olmayacağız!” şiarıyla yola çıkan işçiler her Cuma olduğu gibi bu Cuma da tüm emek dostlarını saat 15:30’da Galatasaray Lisesi önüne bekliyorlar.
4
POLİTİKA
“Yeni bir Dünya” kurulurken.... Sol hareket yeni bir ayrışma ve yeniden örgütlenme dönemine doğru sürükleniyor. İşçi Cephesi ve devrimci Troçkizm, kurulmakta olan bu “Yeni Dünya”nın içindeki yerini alacaktır. İstanbul Buluşması’nın bu yolda atılan yeni ve önemli bir adım olduğuna inanıyoruz Yusuf Barman, 27 Ekim Avrupa’nın ve Ortadoğu’nun yaygın ve sıcak işçi ve halk mücadeleleriyle çalkalanmakta olduğu bugünlerde, İsmet İnönü’nün 1963’te ABD başkanı Johnson’un Kıbrıs’la ilgili tehditkâr mektubuna verdiği ünlü yanıtını anımsamamak olanaklı değil. İçeriği ve sonuçları çok farklı biçimlerde değerlendirilse bile, emperyalizme sanki kafa tutuyormuşçasına kaleme alınmış yanıtında İnönü, “Yeni bir Dünya kurulur ve biz de o Dünya içinde yerimizi alırız” demişti. İnönü’nün kast etmiş olabileceği türden bir yeni dünya kurulmadı o dönemde ama, ondan 35 yıl sonra Sovyet blokunun yıkılmasıyla birlikte emperyalizm ile Stalinist bürokrasinin kurmuş olduğu Yalta-Potsdam dünya düzeni yerle bir oldu. Sovyet sisteminin yıkımını, proleter demokrasisini tahrip edip Bonapartist diktatörlüğe yönelen Stalinist bürokrasinin bizzat kendisi, emperyalizm ile işbirliği içinde kapitalist restorasyona girişerek başlatmıştı. Sonuçta kitleler ayaklanıp bürokratik diktatörlüğü devirmiş, ama onun yerine devrimci ve sosyalist bir iktidar geçirmeyince de “bugünkü” küresel emperyalist dünya sistemi ortaya çıkmıştı. Gerçi emperyalizm kendi karakterinden hiçbir şey kaybetmiş değildi, ama dünya Sol hareketinin büyük bir bölümü 20. yüzyılın son on yılından itibaren “yepyeni bir Dünyanın” kurulmuş olduğu sonucuna varacaktı. Stalinist alternatifin politik iflası -bazı artıkları bugün hâlâ kendini sürdürüyor olsa bile- komünist partilerin adlarını, bayraklarını ve sloganlarını hızla değiştirip burjuva kurumsallığa entegre olmalarını kolaylaştırdı. Kendi sollarındaki basıncın yok olmasıyla birlikte sosyal demokrat ve sosyalist partiler de – adlarını korumakla birlikte- açıkça liberal partilere dönüşüp “küresel kapitalizmin” yönetimine aday oldular. Komünist partiler ise, onlardan boşalan reformist sosyalist alanı doldurmaya koyuldular. Bu genel sağa kayış, “radikal sol” olarak ad-
landırılan kesimleri de etkiledi. Pek çok gerilla akımı kendini feshetti ya da burjuva rejimlerle anlaşarak “yasal politik sisteme” katıldılar, seçim partileri haline dönüştüler. Gerilla stratejisine başvurmayan bazı akımlar ise, eski komünist partilerin yerini alabilme hayalini kurmaya başladılar. İçlerinden, sınıf mücadeleleri tarihinin sonuna gelindiğine, işçi sınıfının yok olmaya yüz tuttuğuna, emperyalist aşamanın artık geride kaldığına, vb. gerçekten inanıp bunun teorisini ve pratiğini kurmaya kalkanlar bile çıktı.
devrimci saflarda yarattığı tahribatlara karşı bir “direniş dönemiydi”. Stalinizm’in yıkılması ve sosyal demokrasinin neoliberalleşmesiyle birlikte işçi sınıf hareketinin tüm politik ve sendikal düzeylerde krize sürüklenmesi, neoliberal karşıdevrimci saldırılar karşısında kısmi bir geri çekilişe uğramasıyla belirlenen bir dönemdi bu. Bu “Dünya”nın içinde İşçi Cephesi -ve genel olarak devrimci Troçkizm- sadece kendini
Tüm ihtiyatımızla ifade edelim: Sınıf mücadeleleri alanında “Yeni bir Dünya” kurulmakta. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da Arap kitleler yarım yüzyıllık diktatörlüklere karşı müthiş bir İntifada başlattılar; bir dizi ülkede Bonapartist hükümetler devrildi; oralar da dâhil, birçok ülkede mücadeleler hâlâ sürüyor.
Bütün bu revizyonist ve karşıdevrimci fırtınaya direnebilen sadece bir bölüm Troçkist akım oldu. “Bir bölüm” diyoruz çünkü Troçkist hareketin içinden de, Troçkizm’in sadece Stalinizm’e karşı bir direniş olduğunu, dolayısıyla da onun yok oluşuyla birlikte Troçkizm’in de anlamsızlaştığını iddia edip Stalinizm kalıntılarıyla 5. Enternasyonal oluşturmak isteyenler; revizyonizmlerini reformist “işçi kitle partileri” içinde meşrulaştırıp ebedileştirmeye kalkanlar; “eski emperyalizm” sonrası çağda Leninist devrim ve parti anlayışlarının geçersizleştiğini ilan edip “yeni tip sosyal hareket” partileri kurulması çağrılarında bulunanlar; IV. Enternasyonal’i lağvedip yeşilci, feminist, vb. uluslararası koordinasyonlar inşa etmeyi arzulayanlar... çıktı. Kuşkusuz bu gelişmeler devrimci Marksist harekete ciddi darbeler indirdi, devrimci Troçkizm’in etki alanının oldukça daralmasına neden oldu.
korumaya çalışmakla kalmadı, yeni politik olgulara devrimci yanıtlar getirip kitle seferberlikleri içinde devrimci partiyi inşa etme gayretini sürdürdü. Sovyet sisteminin yıkılışının ve yol açtığı gelişmelerin, dünyanın içine girdiği yeni politik çerçevenin, sınıf mücadelesinin temel sorunlarının, İslamcı hareketlerin karakterinin, Toni Negricilikten Chavezciliğe kadar uzanan “XXI. Yüzyıl Sosyalizmi” teorilerinin ve pratiklerinin irdelenmesine katkılarda bulundu. Politik yol ayrımlarında devrimci yönünü belirledi, yeni İşçi Cephesi bu revizyonist fırtına- ilkeli birlikler gerçekleştirdi. ya karşı direnenlerin safında yer aldı. Ama bugün artık sanki o geri çeEmperyalist çağın ana niteliklerinin kiliş ve direniş döneminden çıkıp sürmekte olduğunu, dolayısıyla da Marksist-Leninist devrim ve parti yeni bir evrenin eşiğine gelmiş buanlayışları ile Troçkist sürekli dev- lunuyoruz. Tüm ihtiyatımızla ifade rim ve geçiş programı stratejilerinin edelim: Sınıf mücadeleleri alanıntüm geçerliklerini koruduğunu sa- da “Yeni bir Dünya” kurulmakta. vundu. IV. Enternasyonal’in inşası Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da Arap çabasına Morenist saflardan katıldı. kitleler yarım yüzyıllık diktatörlükAma bu esas itibariyle, emperyaliz- lere karşı müthiş bir İntifada başmin ideolojik saldırılarına ve onun lattılar; bir dizi ülkede Bonapartist hükümetler devrildi; oralar da dâhil,
birçok ülkede mücadeleler hâlâ sürüyor. Avrupa’da işçi ve emekçi kitleler, dünya kapitalizminin 2008’de patlak veren derin yapısal krizine karşı, özellikle Akdeniz kuşağında yaygın seferberlikler örgütlüyorlar; basınç öyle şiddetli ki, sendika bürokrasileri 14 Kasım’da Avrupa çapında genel grev ilan etmek zorunda kaldılar (Portekiz, Yunanistan, İspanya ve Kıbrıs’ta genel grev, diğer ülkelerde kitlesel seferberlikler). “Yeni yükselmekte olan” ülkelerden Çin’de kitleler vahşi kapitalizmin etkilerine karşı her ay yüzlerce grev ve direniş mücadelesi örgütlemekte. Latin Amerika’da Chavezciliğin kapitalist Bonapartizm, Castroculuğun ise “Çin modeli” kapitalist inşa tekniği olduğu her gün biraz daha iyi kavranmakta, devrimci alternatiflerin yolu açılmakta. Bütün bu gelişmeler emperyalist çağda yeni bir politik dönemin açılmasını sağlayabilecek mi? Bunu mücadelelerin seyri belirleyecek elbette. Ama bu, aynı zamanda devrimci sola, onun politik tutumuna, devrimci partileri ve Enternasyonal’i inşa edebilme, işçi ve emekçi kitlelere devrimci alternatifler sunabilme yeteneğine bağlı. Eski Stalinist yeni reformist anlayışların, “emperyalizm sonrası” diye adlandırılan “gökkuşakçı” teorilerin, “hareketler hareketi” inşa etme hayallerinin, sınıf temelinden bağımsız “evrensel demokrasi” formüllerinin, XXI. yüzyıl sosyalizmi teorilerinin, emperyalizm karşısında barışçıl çözümlerin ömrü kısa oldu, çünkü hiçbiri yeni mücadeleler dönemine ve onun doğurduğu görevlere yanıt getiremiyor, burjuva kapitalist çerçevenin içine sıkışıp kalmaktan kurtulamıyor. Bütün bunlar kaçınılmazdı ve kaçınılmaz zorunluluğu doğuruyor. Sol hareket yeni bir ayrışma ve yeniden örgütlenme dönemine doğru sürükleniyor. İşçi Cephesi ve devrimci Troçkizm, kurulmakta olan bu “Yeni Dünya”nın içindeki yerini alacaktır. İstanbul Buluşması’nın bu yolda atılan yeni ve önemli bir adım olduğuna inanıyoruz.
POLİTİKA
5
Hükümetin cevabı tezkere, peki ya bizim? Cemre Sava, 29 Ekim
rimci sürecine dönük doğrudan bir nın baskı rejimine karşı mücadeledarbe anlamı taşıyacaktır. sini destekleyen; Türk hükümetinin Bıraktığımız bu noktadan devam NATO tarafından desteklenen poettiğimizde ise Türkiye sol muhale- litik ve askeri planlarını reddeden; feti açısından cevaplanması gereken Hem Suriye halkı üzerindeki katlive maalesef uzun bir süredir ertele- amların hem de Türkiye halklarına nen bir soru ile karşı karşıya kalıyo- dönük saldırıların durdurulmasını ruz: Suriye halkının mücadelesini hedefleyen, bir talepler silsilesi etdesteklemenin, onlarla dayanışma- rafında mücadeleyi birleştirmemiz gerekiyor. nın yolları neler olabilir?
Ortadoğu ve Kuzey Afrika (KAF) devrimci sürecinin vardığı aşamada Suriye bugün hem bölgenin hem de tüm uluslararası konjonktürün geleceğini belirleyecek kritik bir noktada duruyor. Mevcut dengelerin değiştiği, inisiyatifin artık eskisi gibi yönetilmek istemeyen kitlelerce elde tutulma çabasına sahne olan Suriye, 40 bin kişinin ölümüne sebep olan Böyle bir soruya cevap ararken eliç savaş koşulları içinde giderek daha bette Türkiye solunda Suriye’de yafazla aktörün dahil olduğu bir poli- şanan sürece ilişkin farklı değerlentik arenaya dönüşmüş durumda. dirmelerin olduğunu yadsımıyoruz. AKP hükümetinin, bu süreçteki Şablonlarına uygun bir devrimci rolü ise 4 Ekim’de tezkerenin kabulü süreç arayıp, Suriye’de yaşananları ile mecliste bir kez daha onaylan- onun içine sığdıramayanlar istemış oldu. Böylece, hükümet, süre- dikleri kadar bekleyebilirler; onları ce emperyalist bir politik ve askeri yargılayacak olan tarih ve cezalanmüdahale konusunda doğrudan bir dırdıkları kitleler olacaktır. Suriye’de diktatörlük rejimine karşı bir halk tutum ve yetki aldı. ayaklanması olduğu ve bunun önBu tutum, 5 Ekim tarihli dekladerlikten bağımsız olarak desteklenrasyonda da belirttiğimiz gibi Sumesi gerektiği tespitinde bulunanlar riye’deki mücadeleyi ve muhalefeti içinse geri sayım çoktan başladı; kontrol altına alma yönünde bir kaybedilenin yalnızca zaman olmaadımdır ve böylesi bir müdahale yacağı ise oldukça açık... muhakkak ki, Ortadoğu-KAF devBugün acil olarak, Suriye halkı-
sındaki mücadelelerini desteklemekten geçiyor. Suriye halkına yardım askeri müdahale yolu ile değil onları rejim karşısında ayakta tutacak mühimmat, lojistik, gıda, ilaç vb. yardımlarla mümkün olabilir. İki ülke arasındaki sınır açık kalmalıdır!... Dört… Esad rejimine karşı mücadele eden halkların birliği!
Suriye halkı ile dayanışmanın en Bir… Türkiye’nin Suriye’ye as- önemli koşulu Esad rejimine karşı keri müdahalesine hayır! mücadele eden halkların birliğinTürkiye’nin Suriye’ye askeri mü- den geçmektedir. Bu noktada Suriye dahalesi, kitlelerin mücadelesini devrimine verilecek destek hükümekontrol altına almayı hedefleyen ve tin Kürt halkına yönelik baskılarına Esad’ın meşruiyet kazanması sonu- karşı mücadeleden ayrı düşünülecunu doğuracak devrim karşıtı bir mez. adımdır ve kabul edilemez Geliştirilebilecek bu 4 ana talep İki… Türkiye Nato’dan ayrılma- etrafında örgütlenebilecek bir dalıdır! yanışma, “Savaşa hayır” söyleminin Türkiye, Nato’nun emperyalist tarafsız ve muhatapsız kalan yönünü aşma yolunda bir adım olacaktır. diktası altından çıkmalıdır. Aynı zamanda, Türkiye ile Suriye Üç… Esad rejimine karşı Suriye arasındaki olası bir savaşa karşı duhalkı ile dayanışmaya! yulan tepkiyi, Esad rejimine karşı Bugün Suriye halkı ile dayanışma- verilen mücadeleye bağlamanın olanın yolu onların Esad rejimi karşı- nağını sağlayacaktır.
Türkiye’de eğitimin güncel sorunları -1 Rukiye B., 31 Ekim 2012-2013 eğitim öğretim döneminin başlamasıyla eğitim sistemindeki sorunlar da tartışılmaya başladı. Ne yazık ki bu tartışmalar kapsamlı olarak eğitim sisteminin yapısına, verilen eğitimin koşullarına odaklanmaktan çok AKP’nin eğitimdeki en büyük müdahalesi olan 4+4+4 sistemine yönelmiş durumda. Özellikle yasanın önerildiği gibi çok kısa sürede meclisten geçmesi, eğitimin bileşenlerine (öğretmenler, öğrenciler, sendikacılar, veliler, vs.) fikirlerinin sorulmaması bir yana eğitim sürecinin bir nesnesi olarak görülen “öğrencinin” aile ve devlet yapıları çerçevesinde bir üretim aracına dönüştürülmesi söz konusu. Bu yazının amacı ise daha önceden de gazetemizde birçok kez yayınlanan 4+4+4’ü incelemekten ziyade devletin eğitimdeki sorumluluk ve harcamalarını azaltarak özel sektöre yeni yatırım alanları açmasının okullarda neden olduğu sorunlara göz atmak. Bunlardan öne çıkan iki tane başlık atanmayan
binlerce öğretmenin durumu ve da 138 bin 180 öğretmen ihtiyacı okulların atıl kalmışlığı. bulunmaktadır. 200 bin öğretmene Ataması yapılamayan öğret- “başka iş bulun” diyen Milli Eğitim menler: “Ölümü gösterip sıtmaya Bakanı Ömer Dinçer`in açıklamalarında ise 300 binden fazla, Eğitim razı etmeye çalışıyorlar!” Sen’e göre ise 300 binin çok üzerinMilli Eğitim Bakanlığı 10 de ataması yapılmayan, işsiz öğretEylül`de 40 bin öğretmen ataması men bulunmaktadır. Dershanelere “okul olun” çağrısı ile yaygınlaştırılmaya çalışılan özel eğitim sisteDevletin eğitime ve miyle, bir taraftan özel okullardaki kamuya ayırdığı bütöğrenci başına ortalama 1500 TL çenin her yıl gittikçe teşvik ödemesinin yapılması planlaazalması ile okullar nırken diğer taraftan halen yaklaşık 50 bin öğretmeni istihdam eden masraflarını velileözel okulların sayısını artırarak, birrin ve öğrencilerin kaç yıl içinde 250 binden fazla öğüzerinden ve emekretmenin güvencesizliğe mahkûm lerinden karşılamaya edilmesinin önü açılmak istenmektedir. Böylelikle ataması yapılmaçalışıyor. yan, işsiz öğretmenlerin güvenceli atama talebine karşı bir hamle gergerçekleştirileceğini duyurdu. Bu çekleştirilmiş oluyor. Kadrolu, güatama oranları genç işsizliğin her venceli atama talebi tırpanlanacak geçen gün arttığı bir dönemde yük- ve öğretmenler hayatlarını sürdüresek gibi görünse de eğitim hizmeti- bilmek için özel sektörde güvencenin ihtiyaçlarını karşılamaktan çok siz istihdama razı olacaklardır. uzak. 16 Temmuz 2012 tarihli resOkullar neydi ne oldu? mi rakamlara göre ise alanlar bazın-
Atanmayan binlerce öğretmenin ve ücretli öğretmenlerin durumu ortadayken, her KPSS sınavında bir şaibe çıkarken, tartışılması önemli konulardan biri de okulların maddi varlıklarını nasıl sürdürdüğü meselesidir. Değil taşradaki “asfaltsız yollar” meselesi İstanbul’un göbeğindeki okullar sınıf yetersizlikleri, materyal eksiklikleri, elektrik, su faturaları ile boğuşuyor. Devletin eğitime ve kamuya ayırdığı bütçenin her yıl gittikçe azalması ile okullar masraflarını velilerin ve öğrencilerin üzerinden ve emeklerinden karşılamaya çalışıyor. Afet yasası, kentsel dönüşüm, SGK yasası derken kamuyu bir yatırım fırsatı olarak gören hükümet, eğitimde de sorumluluğu özel sektör ve okulların sorumluluğuna yıkıyor. Bizim bu koşullarda iki talebi öncelikli olarak savunmamız gerek: İşsiz öğretmenlere kadrolu ve güvenceli atama! Herkese eşit, parasız, bilimsel eğitim!
6
POLİTİKA
2013 Bütçesi TBMM’de görüşü- İstanbul Barosu’nda seçimlelüyor: “Vermeyince Mabud, neyrin ardından Hasan Nesi, 31 Ekim Kerestecioğlu’nun konuşması, vaatlesin Sultan Mahmud” leri ve bu vaatlere ulaşmak için ileri Barış Sansar, 29 Ekim
Bu hafta içerisinde TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda görüşülmeye başlanacak 2013 yılı Merkezi Yönetim ve Bütçe Kanunu Tasarısı geçtiğimiz günlerde Maliye Bakanı Mehmet Şimşek tarafından düzenlenen basın toplantısıyla kamuoyuna sunuldu. Şimşek, “millete hizmet bütçesi” olarak duyurduğu 2013 bütçesinde aslan payının eğitim ve sağlığa ayrıldığını ileri sürdü. 371 milyar lira gelir ve 404 milyar gider öngörülen bütçenin en büyük gelir kalemi her yıl olduğu gibi gene, 318 milyar lira ile vergiler. Tahmin edileceği üzere vergi gelirleri esas olarak KDV, ÖTV gibi dolaylı vergilere dayanıyor. Örneğin, ÖTV gelirleri tüm vergi gelirlerinin dörtte birine denk düşen 83 milyar TL seviyesinde. Bununla beraber, yaklaşık 5 milyon asgari ücretliden kesilen vergilerle kamunun kasasına 5 milyar 38 milyon TL kaynak aktarılırken, bu rakam, en fazla kurumlar vergisi ödeyen 100 firmanın 90’ının ödediği toplam vergiye eşit. Toplamda 12 milyar TL vergi ödeyen bu kurumlar, 22 milyar 649 milyon TL vergi ödeyen ücretlilerin çok gerisinde kalmış durumda. Karmaşık gibi görünen istatistiksel veriler aslında, halihazırda yürütülmekte olan saldırıların matematiksel bir sağlaması.
zine, doğalgaza, elektriğe, vs. yapılan zamların kıskacında hayatta kalmaya çalışan emekçilerin payına bir de 45 milyar TL’ye dayanan “güvenlik” ve “istihbarat” kalemlerindeki artış düşüyor. “Millete hizmet bütçesi” Kürt coğrafyasında sürmekte olan savaşı finanse etmek için gene emekçilerin sırtına biniyor. Üstelik bir de eğitim ve sağlığa aslan payını ayırdığını söyleyerek! Sağlık alanında serbest bölgeler kurarak “sağlık turizminin” önünü açacağını ilan eden hükümet, bu bölgelere verilecek teşvikler için ayırdığı kaynağı bütçenin sağlık kaleminde artış olarak sunuyor. Ama örneğin, daha önce ücretsiz olacağı söylenen Aile Hekimliği gibi birçok sağlık hizmetinin finansmanı ise “katkı payı” ve “prim” adı altında gene biz emekçilerin sırtında. Eğitimde de durum pek farklı değil. Kamusal niteliğini tamamen kaybetme ve piyasalaşma yolunda olan eğitim sistemindeki dönüşümün son vurucu örneği 4+4+4 reformu. Sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda “yaşam boyu eğitim” safsatalarına sarılan hükümetin hazırladığı eğitim bütçesinden de bizler için pek iyi şeyler çıkmayacağı açık. Ekonomik kriz, Ortadoğu’nun içinde bulunduğu durum gibi çeşitli gerekçeler öne sürerek ve hatta yüzsüzlüğe Eğitim ve sağlık bütçeden aslan vurarak “millete hizmet bütçesi” adı altında elini ceplerimize sokan payını alıyormuş!
2013 bütçesinde patronların ödediği vergilerdeki artışın tarihi bir seviyeye ulaşarak yüzde sıfır dolaylarında seyretmesi beklenirken, artan dolaylı vergiler ve ben-
hükümet bir an evvel tüm dolaylı vergileri kaldırmalı! Asgari ücretten alınan vergiler kaldırılsın! Patronlardan artan oranlı gelir vergisi alınsın! Savaşa değil, eğitime ve sağlığa bütçe!
İstanbul Barosu Genel Kurulu geldi ve geçti. Öncelikle tekrar seçilen başkan ve yönetim kurulunu tebrik etmek isteriz. Ancak, meslek adına değişim bekleyenler iki yıl daha bunun özlemini çekmeye mahkumlar. İstanbul Barosu’nda, avukatların yüzde 50’den fazlası; İstanbul Barosu’nun başkanı ile cumhuriyeti koruyabileceklerine ve mevcut iktidarı alt edebileceklerine büyük bir safdillikle inanıyorlar. Bu inançları, mesleklerini yaparken politik bir duruş almalarına gerek bırakmıyor. Çünkü, sandık başında verdikleri oylarla ülkeleri ve milletdaşları için üzerlerine düşen görevi yerine getirdiklerini inanıyorlar. Böylece, halkın adalete erişimi için her türlü iktidar biçimi ile mücadele eden bir avuç avukat, onların gözünde memleketi gericiliğe ve bölücülüğe teslim etmek için mesai harcıyor. Halkın adalete erişimi, kadın cinayetleri, bu cinayetlerin politik boyutu, ana dilde savunma, meslekteki liberalleşme, işçileşen avukatlar, kontrolden çıkmış yargıalamalar gibi sorunları ve gerçekten hak temelli talepleri dile getiren ve bunların çözümü için mücadele vaat eden, gerçek kavga insanı Av. Filiz Kerestecioğlu ise, ittifaka rağmen arzulanan düzeyde bir oya ulaşamadı. Bunda, Filiz Kerestecioğlu’nun en ufak bir sorumluluğu yok. Ülkenin üst perdeden yürüyen siyaset anlayışının yansıması İstanbul Barosu’nda da karşılığını buldu. (...) Genel kurulun birinci gününde yapılan konuşmalarda, Kocasakal hukuk siyaseti adına hiçbir şey vaat etmediğini ve birinci önceliklerinin cumhuriyet değerlerini, üniter devleti korumak ve kollamak olduğunu açıkça ifade etti. Hukuka, hukuk siyasetine, avukatların can yakıcı mesleki sorunlarına dair tek bir kelime etmedi.
Buna karşılık, Kocasakal’ın simetrik uzantısı, AKP ile yakınlığını gizlemeyen, HUP adayı Rıza Saka, sorunları kavga ile değil iktidarla diyalog halinde kalarak çözeceklerini söyledi. Ülkenin mevcut durumundan ve mesleğin konumlanışından memnun olduğunu gizlemedi ve İstanbul Barosu yönetiminden memnun olmadığını dile getirdi. Ancak yine hukuk siyasetine, savunma hakkına, avukatların konumuna ilişkin Kocasakal’dan çok da farklı şeyler söylemedi. Buna karşılık Av. Filiz
sürdüğü projeleri gayet netti. Kadın cinayetlerinin politik yapısından, bunlarla mücadele araçlarından, ezilen, yoksul insanların hak arama mücadelesine sunulacak destekten ve buna ilişkin projelerinden, avukatların mesleki sorunlarından, bunların çözümlerinden somut ve net çözüm araçları ile bir hukuk siyasetinden söz etti. Hukuk yaratma erdeminden dem vurdu. Ve gerçekten bu adaylar içinde hukuk yaratma kabiliyetine sahip tek aday Av. Filiz Kerestecioğlu idi.
Kerestecioğlu’nun konuşması, sık sık alkışlarla kesildi. Ötekileştirmeyen, Kocasakal’ın aksine, nefretle dolu olmayan ama oldukça kararlı bir dik duruşun timsali olan Kerestecioğlu, bu yapısını konuşmasına da yansıttı. Konuşması sonrasında hiçbir adaya nasip olmamış şekilde, dakikalarca, dakikalarca ayakta alkışlandı. Konuşması esnasında, KCK davasından tutuklu meslektaşlarımızın posterleri açıldı. Kocaman alkışlar bir de onlaraydı. Salonda yoklardı ama biz onlarlaydık onlar bizlerle. KCK tutuklamalarında, baronun meslektaşlarına nasıl sahip çıkamadığını hepimiz gördük. Baro yönetimi ise tutuklu meslektaşlarımızla da dayanışma içinde olduğunu iddia edince, Kürsüdeki Kocasakal, tutuklu meslektaşlarımızın avukatları tarafından yalan söylemekle yalancılıkla suçlandı, protesto edildi. Proteston eden meslektaşımızın üzerine yürümeye kalkan beli silahlı bir soytarı ise, kararlı bir duruşla anında ekarte edildi. (...) Kerestecioğlu’nu desteklemek için söz alan işçi avukat bir meslektaşımızın mikrofonu ise süreyi aştığı iddiası ile divan başkanı tarafından kapatıldı. Aslında sesi kısılan, mesleğin en can alıcı sorunu haline gelmiş işçileşme sürecine vurgu yapan meslektaşımız değildi sadece, işçi avukatların ve emeği ile geçinen halkın tüm kesimlerinin sesiydi. Genel kurulun son konuşmasında işçi avukatlar için sunulan bir önerge lehine alınan son sözde, konuşmanın sonunda Sırrı Süreyya Önder’e atıfla kurulan bir cümle aslında tüm genel kurul sürecini ve divanın yönetim biçimini özetlemeye yetti: Faşizm, çok ayıp bir şeydir. *Yazının tamamına internet sitemizden ulaşabilirsiniz.
KADIN
7
Güzellik ve güvencesizlik Armağan Balzamin, 29 Ekim Bir özel istihdam bürosunda insan kaynakları bölümünde stajyer olarak çalışıyorum. İşe alınacak insanları biz seçiyoruz, patronlar da bize nasıl elemanlar istediklerine dair taleplerini iletiyorlar. Genelde kadınlar için en önemli kriterleri “güzel bayan” olmaları...!
bu denli güzel olma kaygısının altında yatan nedenleri açıklıyor.
lerden az olmasa da “en çok süslenen kadın işini en çok sahiplenen kadınÇağlar boyunca kadınları baskı al- dır” bakış açısıyla, hiç hoşlanmasak da tına almış, bedenlerini şekillendirmiş işimizi kaybetmemek için güzel olmak olan egemen güzellik anlayışı, kapi- zorundayız. talizmle birlikte yeni bir endüstriye “Güzel kadın eşittir iyi iletişim” zırdönüştü. Her kadından daima genç, vası ne kadar anlamsız bir şey olsa da güzel, zayıf olmasını istemek insan bu dayatmalarla baş etmek zorundadoğasına aykırı bir durumken, işe yız. alınmak için güzel olmak bunun için Televizyon, reklam panoları, vitrinde kozmetik ve güzellik endüstrisine ler sürekli bizi görsel bir bombardımaparalar akıtmamız gerekiyor. na tutuyor, şöyle davranmalısın, şöyle
“Böyle güzel bayanlarla çalışmak çok güzel” diyor bir ses, “Böyle güzel çalışanlarımız olunca müşterilerimizle Oysa, güzel olma zorunluluğu biz olan ilişkilerimiz de kuvvetleniyor” dikadınlar için hem maddi bir kayıp, yor bir diğeri, irkiliyorum. hem de sürekli kaygılı olma ve baskı İş hayatında güzel olmak, kimi za- altında tutulma anlamına geliyor. Kaman açık, kimi zamansa gizli bir söz- dınlar olarak görsel bir nesneye, seleşmeyle adeta zorunluluk haline gel- yirlik bir şeye dönüşmemiz de işin en miş durumda. Bu yüzden de, kadınlar aşağılık yanı! için “güzellik” insana kendisini iyi hisNeden mi? settiren bir durumdan öte bir anlam Çünkü çok açık ki, iş bulmak veya ifade ediyor; güzellik, daha müreffeh bir hayatı sağlayacak “iyi” bir işin ya iş hayatında yükselmek için gerekli da evliliğin anahtarı olarak sunuluyor. kriterlerin çoğu, erkek gözüyle yaraKapitalizmin yarattığı güvencesizlik tılmış ve biz var olan sistemde nereye ortamında, sistemin kadınlara kurtu- ait olursak olalım, “süs nesnesi” olma luş ve güvence vaadi olarak “iyi” bir zorunluluğu ile hep karşı karşıyayız. evliliği ya da işi sunması, kadınların Çünkü harcadığımız mesai erkek-
Yapacağın iş ne olursa olsun, mülakatlarda “fizik tamam, saçlar hoş, gözler şahane, azıcık makyaj, bir de topuklu ayakkabılar” değilse alacağın cevap belli: “bizimle değilsin.” Bolca para harcayarak, göz zevklerini bozmayacak hale gelmen adeta bir hayat gailesi. Düşünüyorum da, doğuştan var olan, seçilmemiş ve emek harcanmamış özelliklerin, tamamen satılmak istenen ürünlerle birlikte sunularak pazarlanması olmuş “güzellik”.
giyinmelisin, şöyle yürümelisin diyen bütün kadınlık rolleri etrafımızı kuHal böyleyken, kıyaslamalardan, deşatmış durumda. ğerlendirmelerden sıyrılıp “erkek gibi” Hal böyle olunca, mesaiyi sadece iş- çalışmayan, “manken gibi” olmayan, yerlerimizde değil; bir de aynanın kar- “kıyafetleri birbirine pek uygun” durşısında yapıyoruz. “Güzel”, “bakımlı”, mayan, gerçek kadınların emekleri, “presentabl” (sunulabilir)” olmak için bedenleri, kimlikleri için kendilerini bazen aynanın karşısında bazen mağa- nesne değil, özne haline getirmek için zaların vitrinlerine bakarak vaktimizi sürdürecekleri bir mücadele olduğu harcıyoruz. Sunduğumuz şey ise, göz fikri gelip kuruluyor aklıma. Güvenzevklerine hitap etmeye adanmış be- celi çalışmak için güzellik faşizmini denlerimiz. Tükettikçe işe alım kriter- bedenimize uygulamak yerine eril patlerine uygun hale geldiğimiz sistemde, ron bakış açısına karşı savaşmak gereçalıştığımız hatta gördüğümüz tüm kiyor. kadınlarla rekabet etmeye zorlanıyoSese, “Bence hiç güzel değil!” diyoruz. rum...
“Bizden korkmuyorlar da, kafalarındaki bizimle ilgili düşüncelerinden korkuyorlar!” Rukiye B., 29 Ekim
sı oldu, keza polis duruma seyirci kaldı. 16 Ekim’de yeniden toplanan grup, 6 Ekim gecesinden beri sürekli bir bu sefer fiili olarak saldırmak için bir endişe içerisindeyiz. Her yazılana her araya geldi. Çocukların da nefret söyçizilene bakmaya, yorumları takip etlemleri ile kışkırtıldığı eylemde bir meye çalışıyoruz. Neden mi? Avcılar’da trans yaralandı. yaşayan trans bireylere (biyolojik olaAvcılar için önceden uyarılmıştık! rak cinsiyet değiştirmiş kişi) yönelik linç oldu olacak korkusu yüzünden! Avcılar’daki saldırıdan önce KaDaha geçtiğimiz gün, Antalya’da Sarı naltürk televizyonunda Neşter isimli Serap iki kişi tarafından boğazı kesi- programın sunuculuğunu yapan Mehlerek infaz edilmeye çalışılmış, polis, met Aydın, programına telefonla bağarkadaşlarının başına toplanan Trans lanan trans bireylerin isimlerini, yaşakadınlara dağılın diyerek biber gazı dıkları yerleri ifşa etmiş, trans bireyleri sıkmıştı. O haldeyken Serap’a da biber nefretin hedefi haline getirmişti. Kogazı sıkan polis, Serap’ın kan kaybın- nuyla ilgili bir basın açıklaması yapan dan ölmesine neden olmuştu. Her gün KaosGL, “Avcılar yeni bir linç bölgesi nefretin doğurduğu şiddet bu kadınla- mi olacak?” diye sormuş, “Trans vatanrı evlerinde, işyerlerinde, sokakta kısa- daşların barınma hakkı gasp edilemez” ca her yerde buluyor, infaz ediyor. demişti. Hal böyleyken İstanbul Avcılar’da 6 Açıklamadan iki gün sonra İstanbul ekim gecesi 50-60 kişilik bir grubun Avcılar’da gerçekleşen linç girişimine trans bireylerin yaşadığı sitenin önün- polis müdahale etmedi. de buluşup halkı lince davet etmesi Evlerinin değeri düşüyormuş! birçok insanı tedirgin etti. Translara destek olmak için giden kalabalık linç LGBT Dayanışma Derneği’nin kugirişimine karşı transların tek koruma- rucularından Ebru Kırancı, meselenin
rant meselesi olduğunu söyledi. Kırancı, mahalle sakinlerinin yaptıkları saldırı girişiminde, evlerinin değerinin düşüklüğünden yakındıklarını anlatarak, buna trans bireylerin bu sitede yaşamasının sebep olduğunu savunduklarını aktardı. Lambda’dan Umut Kaan Özdemir de Sendika.Org’a 6 Ekim gecesini anlatırken, trans bireylerin yaşadığı sitenin deniz kenarında olduğunu ama depremde oldukça büyük hasar aldığını söyledi. Bu nedenle yalnızca öğrencilerin ve trans bireylerin yaşamayı kabul ettiğini söyleyen Özdemir, bu nedenle can güvenliklerinin olmadığını belirtti ve devam etti: “Ama sokakta yürüyemeyen insanlar, evlerinin kalitesini sorgulayabilecek durumda olmazlar.” Özdemir ayrıca bölgenin SİT alanı olduğunu, bununla ilgili bir rant kavgasının bulunduğunu söyledi. Kırancı’nın verdiği bilgilere göre 120 dairenin bulunduğu sitede 14-15 trans birey yaşıyor. Bulundukları apartmanın diğer sakinleri ne saldırıda yer aldı ne de saldırıyı destekliyor. Lambda
İstanbul’un avukatı Fırat Söyle de , Avcılar’daki eylemin arka planını ÇMC TV’ye anlattı. Söyle, eylemin transfobik bir eylem olduğunu, polisin tutumunun da taraflı olduğunu söylerken, yaşananlarla ilgili olarak, “Rant olayının dışında, bu insanlar bir ayrımcılığa maruz kalıyorlar. Bu insanların transseksüel kimliklerinden dolayı oradan çıkarılmaları veya ayrılmalarının istenmesi, bu bir ayrımcılıktır.” dedi. Bölgedeki translar hem polisler hakkında, hem de insanları oraya toplayan ve kin ve düşmanlığa tahrik edenler hakkında suç duyurusunda bulundu. Mahallede oturan trans bireylerden Oya Sultan ise insanların asıl dertlerinin fuhuş olmadığını söyleyerek, “İnsanların bize karşı önyargıları var; bizden korkmuyorlar da, kafalarındaki bizimle ilgili düşüncelerinden korkuyorlar” diyerek başlangıçta sorun olmayan bir meselenin bu kadar büyütülmesinde önyargıların ve mülk kaygılarının ne kadar etkili olduğunu anlattı.
8
ARKA PLAN
AKP sendikaların altını oyuyor! 27,5 milyon olan işgücünün sadece yüzde 10’unun sendikal haklarından faydalanabilme olasılığı varken tabii ki AKP’ye alkış tutmayacağız. Demokratik ve özgür Türkiye’nin modern iş ilişkileri yasası diye yutturmaya çalıştıkları bu yasayı tabii ki kabul etmeyeceğiz. Sendika yasaksız olmalıdır. Sendika barajsız olmalıdır. Sendika herkes için bir hak olmalıdır! Oktay Benol, 27 Ekim
Hükümetler işte böyledir. İnsana külahını ters giydirirler. 15 yaşındaki işçi gence sendika hakkı tanırlar ama 65 yaşındaki emekliye “sendika senin neyine!” derler. Lafa geldiğinde memlekette herkes için hak ve özgürlük olduğunu söylerler ama örneğin çiftçi isen, “ne yapacaksın sendikayı?” demekten geri durmazlar. Seçme-seçilme yaşını 18’e indirme hazırlıkları yaparlar ama öğrenci isen, sendikayı sana yasak ederler. Özgürlüklere sınır çizmekte ustadırlar. Gerçek demokrasi buymuş! Sormazlar mı; “30 ve daha az sayıda çalışanı olan işyerlerindeki işçiler için neden sendikal güvence yok?” diye. Var mı bir cevabınız Başbakan! Sendikalı olabilecek işçilerin yüzde 80’i bu koşul altında sendikal güvenceden mahrum kalacak. Bir de baştan sendikalı olamaz denilen çalışanlar var! Kayıtdışı milyonlar zaten yok hükmünde! Bütün bunları ekleyelim. AKP hükümetinin nasıl bir oyun sahnelediğini şimdi daha da iyi görebiliriz. Demokrasi mi? Bu demokrasinin adı, minareyi çal, kılıfını hazırla! Kısaca, “ben yaptım oldu” zihniyeti. Lakin yaptın ama olmamış! Neden bahsediyoruz? 18 Ekim’de Meclis Genel Kurulu’nda kabul edilen Sendikalar ve Toplu İş İlişkileri Yasası’ndan. Eğer Cumhurbaşkanı onaylarsa, bu yasa halen yürürlükte olan 2821 sayılı Sendikalar Kanunu ile 2822 sayılı Toplu İş Sözleşme-
si Grev Lokavt Kanunu’nun yerini alacak. Ve AKP hükümeti 12 Eylül askeri darbe anayasası ve yasalarıyla sözüm ona hesaplaşmasına bir konu başlığı daha eklemiş olacak. Ama sadece görüntüde! Çünkü öyle olmasa kapatılan ve kapatılmak istenen EmekliSen’i, Genç-Sen’i, Çiftçi-Sen’i, işkolu barajını-sayısını ve kapsam dışı bırakılan milyonlarca işçiyi konuşmazdık. TÜİK’e göre 27,5 milyon olan işgücünün sadece yüzde 10’unun sendikal haklarından faydalanabilme olasılığı varken tabii ki AKP’ye alkış tutmayacağız. Demokratik ve özgür Türkiye’nin modern iş ilişkileri yasası diye yutturmaya çalıştıkları bu yasayı tabii ki kabul etmeyeceğiz. Sendika yasaksız olmalıdır. Sendika barajsız olmalıdır. Sendika herkes için bir hak olmalıdır.
ramasın. Kursa bile toplu sözleşme yapamasın. Bu noktanın altını çiziyoruz. Hükümet ve patronlar, kendi kontrolleri dışında hareket edecek güçlü ve mücadeleci sendika istemiyor. Pekiyi, o vakit yeni yasadaki 41. Madde ne anlama geliyor?
veya işletme için toplu iş sözleşmesi yapmaya yetkilidir.”
Görüldüğü üzere Hükümet yeni yasayla yüzde 10 olan işkolu barajını yüzde 3’e düşürüyor. Bu konuda patronların da desteğini alıyor. Üstelik Geçici 6. Madde ile Ekonomik ve “Madde 41- (1) Kurulu bu- Sosyal Konsey’e üye üç konfelunduğu işkolunda çalışan iş- derasyona (Türk-İş, Hak-İş ve çilerin en az yüzde üçünün DİSK) beş yıl süreyle yüzde üyesi bulunması şartıyla işçi 3’den daha düşük oran uygu-
İşkolu barajı ve sayısı meselesi Hükümet ve patronlar diyor ki, işkolu barajı olmadan olmaz. Neden? Çünkü işkolu barajı olmaz ya da çok düşük olursa ortaya sendika enflasyonu çıkarmış. Bu da çalışma barışını olumsuz etkilermiş! Nereden belli? Çünkü Türkiye’nin sendikal tarihi ve endüstriyel ilişkilerde yaşadığı tecrübe bunu gösteriyormuş! Yani? İşkolu barajı olsun. Üstelik yüksek olsun! Öyle her isteyen sendika ku-
sendikası, toplu iş sözleşmesi- layarak ilave ayrıcalık sağlıyor: nin kapsamına girecek işyerin- “Geçici Madde 6- (1) 41’inci de maddenin birinci ve beşinci başvuru tarihinde çalışan iş- fıkraları ile 43’üncü
çilerin yarıdan fazlasının, işlet- maddenin ikinci ve dördünmede ise yüzde kırkının kendi cü fıkralarında yer alan kuruüyesi lu bulunduğu işkolunda en az bulunması hâlinde bu işyeri yüzde üç
ARKA PLAN üye şartı, Ekonomik ve Sosyal Konsey’e üye konfederasyonlara bağlı işçi sendikaları için Ocak 2013 istatistiğinin yayımı tarihinden 1/7/2016 tarihine kadar yüzde bir, 1/7/2018 tarihine kadar ise yüzde iki olarak uygulanır.” Evet, bütün bunlar ne anlama geliyor? Aslında yüzde 10’dan yüzde 3’e düşüyor gibi görünen işkolu barajı, 28 olan işkolu sayısının birleştirilerek 20’ye indirilmesi ve baraj hesabında kullanılan işçi sayısının 5,4 milyondan 11,1 milyona çıkarılması ile filen yükseli-
de tutulmaya devam ederken, rilerine göre işkolunda yüzde dan 11,1 milyona çıkacağı için toplu sözleşme yapabilecek 18,96 oranında üyesi vardır. bu durum işkolu barajını aşyeni sendikaların oluşumu da engellenmiş oluyor. İşçi sınıfı hareketinin organik bir parçası olan sendikal hareketi tam anlamıyla bir karikatür haline getirme amacını taşıyan bu matematik oyunlarını görüyoruz. Kuşkusuz sorun işkolu sayısının azaltılmasında değil. Tam tersine işkolu sayısının işçi sınıfının sendikal örgütlenmesini engelleyecek şekilde bölünmüş olması bir parçalama politikasıydı. Bu açıdan eski yasada 28 olan işkolu sayısının ifade ettiğimiz gibi yeni yasayla 20’ye düşürülüyor olması olumludur. Bununla birlikte bu olumluluğun; işkollarının belirlenmesi, işletmelerin hangi işkollarına bağlı olduğunun tayini ve sendikalaşma, toplu sözleşme ve grev hakkının kullanımı konularındaki tek taraflılık ve yasakçı zihniyetin gölgesi altında olduğunu da ifade edelim.
Sendikalaşma önündeki barajlar kaldırılmalıdır. Ne işkolu ne de işyeri barajı olmalıdır. Sadece çalışanların bir kısmı değil, herkes sendikalaşma hakkını özgür bir şekilde kullanabilmelidir. Tüm sendikalar için toplu sözleşme ve grev hakkı istiyoruz. Yasaksız, barajsız, herkes için sendika hakkı mücadelesini işçi sınıfı hareketinin temel politikalarından Bununla birlikte yukarıbiri olarak görüyoruz da da ifade etiğimiz üzere yor. Buna 30 ve daha az sayıda işçi çalışan işyerlerinin sendikal güvence dışına çıkarılması eklendiğinde toplu sözleşme yapmak fiilen uygulanamaz hale geliyor. Lakin barajın yüzde 10’da tutulması durumunda 2009 istatistiklerine göre işkolu barajını geçerek toplu sözleşme hakkı alan 51 sendikanın sadece 15’i bu hakkını koruyabileceğinden baraj yüzde 3’e düşürülüyor. Diğer bir ifadeyle mevcut sendikal konfederasyonlar cendere için-
9
Yüzde 10 baraja göre dahi toplu sözleşme hakkına sahiptir. Oysa Dokuma ve Deri işkolu birleştikten sonra yüzde 3 işkolu barajına rağmen Deri-İş toplu sözleşme hakkını yitirecektir. (Geçici 6. Madde nedeniyle bu durum beş yıl sonra gerçekleşecek.) Bunun nedeni Deri işkolunda 92 bin 833 olan çalışan sayısı Dokuma ile birleşme sonrası 682 bin 490 kişiye çıkacak ve Deri-İş aynı üye sayısında kalırsa temsil oranı yüzde 18.96’dan yüzde
mayı çok daha zorlaştıracaktır. Sonuç olarak işkolu sayısının 28’den 20’ye düşürülmesi sendikal haklara bir saldırı anlamına gelmektedir. Yasaksız, barajsız, herkes için sendika hakkı!
AKP Hükümeti, Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmeleri Yasası’nda bir kez daha verdiğinden fazlasını alarak göz boyamaktadır. Tartışmasız ve kuşkusuz şekilde sendikal örgütlenme önünde yasak olmamalıdır. Bu çerçevede sendikalaşmanın yasak olduğu AKP hükümetinin nasıl bir tüm sektörlerdeki yasaklar bölünmüş işkollarının birkaldırılmalıdır. Sendikaoyun sahnelediğini şimdi leştirilmesi doğru ve olumlaşma önündeki barajlar ludur. Örneğin eski yasada daha da iyi görebiliriz. De- kaldırılmalıdır. Ne işkolu Basın-Yayın ve Gazetecilik mokrasi mi? Bu demokrasi- ne de işyeri barajı olmalıolarak iki ayrı iş koluna nin adı, minareyi çal, kılıfını dır. Sadece çalışanların bir bölünmüş basın emekçile- hazırla! Kısaca, “ben yap- kısmı değil, herkes sendirinin Basın-Yayın ve Gakalaşma hakkını özgür bir tım oldu” zihniyeti. Lakin zetecilik altında tek bir işşekilde kullanabilmelidir. yaptın ama olmamış! kolunda toplanması gibi. Toplu sözleşme ve grev Benzer şekilde Gıda Sanayi hakkı olmayan sendika olve Şeker’in ya da Dokuma maz. Bu nedenle tüm sen2,5’e düşecektir. Bu örnekler ve Deri’nin birleştirilmesi ör- çoğaltılabilir. Üstelik bu ra- dikalar için toplu sözleşme ve nekleri gibi. Olumsuz olan ise kamlar 2009 verilerine göredir. grev hakkı istiyoruz. Yasaksız, baraj nedeniyle çok sayıda sen- Yeni yasada sendikalı olabile- barajsız, herkes için sendika dikanın toplu sözleşme hakkı- cek işçi sayısı SGK verilerinin hakkı mücadelesini işçi sınıfı nı yitirecek olmasıdır. Örneğin temel alınmasıyla 5,4 milyon- hareketinin temel politikalaDeri-İş sendikasının 2009 verından biri olarak görüyoruz.
10
ULUSAL SORUN
Açlık grevleri ne anlatıyor? Sedat Durel, 29 Ekim “45. gününü de aşarak devam eden açlık grevinde, Wernicke korsakof çıkması da artık kaçınılmaz gibi. Bu korkunç bir şey, ne bedenen çeşitli şekillerde sakat kalmaya, ne de psikolojik olarak rahatsızlık-cinnet geçirmeye benzer, tanımı tasviri çok güç bir durumdur bu. Zira şöyle düşünün ki çok bilinçli (ki açlık grevindeki insanların politik ve bilinç seviyelerini kimse inkâr edemez) bir insan bir şekilde bilinci henüz açılmamış bir çocuğa dönüyor, bunu nasıl izah edebilirsiniz? Yani bu, öyle kafaya bir şey çarpıp amnezi-hafıza kaybına uğrama değil, cin çarpma değil, deli olma değildir. Nedir öyleyse? Ne kadar denk düşer bilmem ama bana sanki hiç ipe sapa gelmeyecek bir cini şişeye tıkamak gibi geliyor. Zira çok bilinçli bir insanın bilinci kapanıyor, hem öyle bir kapanıyor ki insani fiziken de büzüyor, sarsıyor, büklüm büklüm yapıyor. Korsakof olan bir insanın hayatı kesinlikle kararıyor, hem de geri dönüşü olmayacak bir şekilde. Bir insanı sakat bırakırsanız hayatını sarsarsınız, öldürürseniz hayatını bitirirsiniz; ama korsakof yaparsanız maf-perişan edersiniz; zira onu çile ve işkenceye mahkûm edersiniz. Nasıl anlatsam, bu öyle bir şey ki ne deliliktir, ne doğuştan
beyin özürlülüğüdür, ne de başka herhangi bir sakatlıktır. Cezaevi yıllarımda ölüm oruçlarında korsakof olan arkadaşları gördüm, onlarla yaşadım, nasıl bir şey olduğunu çok iyi biliyorum. Bazı arkadaşların ölüm orucu sırasında bilinci kapanırdı, bazıları oruç bırakıldıktan sonra… Bunun da yanlış veya yetersiz tedaviden kaynaklandığı ortaya çıktı; zira grevcilere ilk yapılan müdahale (tedavi) serum vermek olurdu; oysa verilen serumda vitamin (B-Vitamini) yoksa grevci korsakof oluyordu. 1996 Ölüm Orucu eylemini sonlandırma kararından sonra bilinci açık hastanelere yollanan arkadaşların bazıları bilinci kapalı döndüler. Hem de özellikle verilen serumlarda mutlaka B-Vitaminin olması gerektiğini doktorlara söylememize rağmen…” Dostumuz Abdürrahim Gümüştekin’in yukarıda yazdıkları sanıyoruz ki, açlık grevinin vehameti ile ilgili olarak söylenebilecek hemen her şeyi anlatmış bulunuyor. Gazetemiz yayınlandığında, hükümet adım atmamış olursa açlık grevleri 50. günü de aşmış olacak. 65 KCK ve PKK tutuklusunun başlattığı ve sürdürücü sayısı şu
anda 615’e ulaşmış olan grevin temel talepleri, Öcalan’ın tecridinin sonlanması (yani avukatları ile görüştürülmesi), anadilde savunma ve anadilde eğitim hakkı.
taleplerini derhal kabul etmekle başlıyor. Sonrasında da madem ki ileri demokrasiye geçiş isteniyor; hem geçmişe hem de bugüne dair hakikati araştırma komisyonlarıHükümet darbeleri sorguladığını nın kurulması ve Kürt sorununa ve hatta işkence suçlularını da ce- güvenilir ve kalıcı bir çözüm için zalandırdığını söylesin dursun, bu kaderini tayin hakkının tanınması gerekir.
üç demokratik taleple hapishaneler hala darbe tablosunun dışına çıkabilmiş değil. Anlaşılan o ki, bugün 615 grevci, hükümetin ileri demokrasi yalanını gözler önüne sermekte. Çözüm ise, grevcilerin temel
Bir arada kardeşçe yaşamak da, başka bedenlerin açlık grevleri yahut hükümet baskısı ile kalıcı hasarla zarar görmesinin engellenilmesi de ancak bu şekilde mümkün olabilir.
“Anadilde eğitim ana sütü gibi helaldir!” Kemal Boran, 24 Ekim
Yeni eğitim yılı 17 Eylül’de başladı. Bu yazı kaleme alındığı dakikalarda okullar açılalı tam 40 gün oldu. Biliyorsunuz Ekim sayımızda, “Seçmeli Kürtçe değil anadilde eğitim istiyoruz!” demiştik. Bu iktidar bırakın anadilde eğitimi, Kürtçe seçmeli dersi bile yüzüne gözüne bulaştırdı.
lamak, yıldırmak, bıktırmak, ko- bütçe de sürekli azalıyor. Bir de nuyu alabildiğine sündürmektir. Başbakan’ın garip ve tuhaf tesAnadilde eğitim isterken ne- pitleri var. Muhterem, anadilde den bu meseleye kafayı taktınız eğitim hak değildir, diye buyurderseniz, cevabımız şu olur: AKP muş. Öyle ki, anadilde eğitim hükümetinin asıl niyeti bir hak- ana sütü gibi helaldir diyen Galip kı iade etmek, önündeki engelle- Ensarioğlu’na Başbakan, PKK ağri kaldırmak değil. Asıl amaçları zıyla konuşma, diyerek fırça atıKürtlerin eğitim hakkı konusun- yor. Ve cahil göndermesinde buda dış dünyaya biz yaptık, yapı- lunarak; anadilde eğitim olmaz, yoruz göz boyamasını göstermek. etnik milliyetçilik yapmayacağız, Tabi bu kadar gönülsüzlük olun- anadilde eğitim olmaz, yok böyle ca, ancak özel bir çabayla olabile- bir şey. Anadilde eğitim hak decek türlü sorun da eksik olmuyor. ğildir, resmi dil Türkçedir, diyor Başbakan. Kimse de bunları yutmuyor.
Okulların açılmasının üzerinden 40 gün geçmiş olmasına rağmen Kürtçe, seçmeli ders olarak okutulmaya başlanamadı. Neden mi? Çünkü altyapısı henüz hazır değil. Kürtçe alfabe basımı tamamlanamadı. Peki, bunun seOkullardaki eğitimin kalitesi bebi beceriksizlik mi? Hayır, biz- gün geçtikçe daha da kötüye gice gerçek neden bu değil. İstense diyor. Savaşa ayrılan bütçe süpekâlâ alfabe basım işi halledile- rekli artarken, eğitime ayrılan bilirdi. Bu bir tercih; amaç oya-
Resmi dil Türkçe ve tartışma bu değil. Anadilde eğitim hak değildir diyen Başbakan Erdoğan, geçtiğimiz aylarda Almanya’da yaşayan Türkler için anadilde
eğitimin önemini vurguluyordu. Bulgaristan’da Türkler için anadilde eğitimi şart koştuğunu zaten biliyoruz. Demezler mi, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu! Hani anadilde eğitim hak değildi! O zaman sen ne diye anadilde eğitim hakkı istiyorsun? Sen Âdem’den geldin de Kürtler şeytandan mı geldi? Nedir o kibir, o azamet? Sen mi, haktır ya da değildir diye karar vereceksin? Anadilde eğitim haktır. Anadilde eğitim hakkı önündeki tüm yasal, keyfi engeller kaldırılmalıdır. Anadilde eğitim seçmeli değil o dilin sahipleri için temel eğitim dili olmalıdır. Anadilde eğitim gerçekleşmeden asimilasyon politikası bitmez…
GENÇLİK
11
Güvencesizliğin adı: 50-d Bahadır B., 27 Ekim
öğrenci statüsüne alınarak üniversite ile ilişkileri kesilebiliyor.
2547 Sayılı Yükseköğretim Fakat YÖK Yürütme Kurulu’nun Kanunu’nda üniversitelere asistan alımını düzenleyen iki madde var. 26 Kasım 2008’de aldığı karar33. Maddenin “a” bendi; 33/a ve Üniversite ile ilişkisi 50. Maddenin “d” bendi; 50/d. Bu iki madde sırasıyla şöyle demektekesilen asistanlar, dir. 33/a: Araştırma görevlileri, yükseköğretim kurumlarında yapılan araştırma, inceleme ve deneylerde yardımcı olan ve yetkili organlarca verilen ilgili diğer görevleri yapan öğretim yardımcılarıdır. Bunlar ilgili anabilim veya anasanat dalı başkanlarının önerisi, Bölüm Başkanı, Dekan, enstitü, yüksekokul veya konservatuar müdürünün olumlu görüşü üzerine rektörün onayı ile araştırma görevlisi kadrolarına en çok üç yıl süre ile atanırlar; atanma süresi sonunda görevleri kendiliğinden sona erer. Bunlar aynı usulle yeniden atanabilirler.
belirlenmişti -doktora için 6 yıl, yüksek lisans için 3 yıl. Danıştay kararı ortada olsa da, YÖK tarafından verilen kararın
İstanbul Üniversitesi (İÜ) ve İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ)’ndeki asistan kıyımı başarıya ulaştığı takdirde, bunun tüm
üniversitede çalışmaya devam etseler bile ancak güvencesiz ve esnek şartlar altında çalışma hayatlarına devam etmek zorunda kalmaktadırlar.
la, araştırma görevlilerinin 33/a maddeye geçişlerin önünü keserek, kadro ilanı şartı getirmişti. Bu durum üzerine Eğitim-Sen, YÖK’ün bu kararının iptali için Danıştay’a dava açmış ve karar iptal edilmişti. Danıştay’ın bu hükmünden üç yıl sonra 25 Şubat 2011 tarihinde 50/d : Lisans üstü öğretim yapan yürürlüğe giren, bizim torba yasa öğrenciler, kendilerine tahsis diye bildiğimiz kanunla birlikte, edilebilecek burslardan yararlaYükseköğretim kanununda da nabilecekleri gibi, her defasında değişiklikler yapıldı. Burada torba bir yıl için olmak üzere öğretim yasaya bir parantez açmak gerekiyardımcılığı kadrolarından birine yor. Bu yasanın eğitim sisteminde atanabilirler. (http://www.yok. de öğrenci ve çalışanlara yönelik gov.tr) büyük bir saldırı paketi olduğunu Görüldüğü gibi 33/a’da araştırma defalarca söyledik. Hatırlanacağı görevlileri 3 yıllığına kadrolara ata- üzere, yine bu yasada doktora ve nırken 50/d’de araştırma görevlileri yüksek lisans öğrencilerinin okulla ilişkilerinin kesileceği azami süre
İstanbul Teknik Üniversitesi Rektörlüğü tarafından uygulanmasıyla Haziran ayından bugüne kadar, 8 araştırma görevlisinin üniversite ile ilişkisine torba yasaya dayanarak son verildi. Bunun devamının geleceği ise alanen ortada. Oysa 50/d ya da 33/a statüsündeki çalışanların sorumluluklarının ve görevlerinin aynı oldukları bilinmesine rağmen YÖK’ün bu ayrımı germesi, güvencesizliğin yaygınlaştırılmak istenmesinden başka bir şey olamaz. Üniversite ile ilişkisi kesilen asistanlar, üniversitede çalışmaya devam etseler bile ancak güvencesiz ve esnek şartlar altında çalışma hayatlarına devam etmek zorunda kalmaktadırlar.
asistanlar için güvencesiz çalışma anlamına geleceği şüphesizdir. Bu sebeple İTÜ ve İÜ asistan direnişlerinin diğer üniversitelere yayılarak kitleselleşmesi çok önemlidir. Elbette bu sorunu sadece YÖK ve araştırma görevlileri arasında vuku bulmuş bir sorun olarak düşünemeyiz. Bu çalışanlara yönelik topyekün saldırı dalgasının bir parçasıdır. Tıpkı 4-C’de ya da çıkarılmak istenen yeni iş ilişkileri yasasında ya da yeni YÖK taslağında olduğu gibi... Sermayenin işçi sınfını güvencesizleştirmek için attığı adımlara karşı cevabımız tüm Türkiye’de genel grev olmalıdır. 50-d yasası kaldırılsın. Asistan kıyımına son!
Eğitimde genel grev çağrısı
kelerinde yapılan kesintilere karşı, alanında çalışan işçiler ve öğrenci14 Kasım’da gösteriler yapılacağını leri de sarsmış durumda. Eğitime Avrupa’da krizin etkileri hisseaçıkladı. ayrılan bütçenin azaltılması, okul dilmeye başlandığından beri, başa Uluslararası Gençlik Hareketi ücretlerinin artırılması gibi önlemgelen hükümetler çareyi kamu hizler, krizin faturasını öğrencilere ve metlerinden tasarruf yapmakta gör- (ISM)“Okul ücretlerinin artırıleğitimcilere kesmek dışında bir düler. Yunanistan’da krizi atlatma ması, bütçe kesintileri, taşeronlaşanlam taşımıyor. Bu bakımdan 14 gerekçesiyle uygulanan politika- tırma, okulların kapatılması, eğitiKasım’da gerçekleşecek genel grev, lar, vergilerin yüzde 23 artmasına, min özelleştirilmesi ve ticarileşmesi eğitimde uygulanan kriz politikalaemeklilik maaşlarının ve ücretlerin sorunlarıyla, ancak küresel olarak rına karşı Avrupa çapında verilecek yüzde 40 düşmesine sebep olmuş- birleştiğimizde karşı koyabilir ve bir siyasi cevap olarak büyük önem tu. Portekiz ve İrlanda’da da benzer herkes için erişilebilir, ücretsiz, taşıyor. şekilde toplu taşımaya, benzine ve özgürlükçü bir eğitim elde edebiZira, krizin faturasını işçilere, öğdolaylı vergilere gelen zamlarla ülke liriz” diyerek dünya çapında bir genelinde gösteriler, protestolar eğitim grevi çağrısı yapıyor. Zira, rencilere kesmek ekonomik bir zobaşladı. Son olarak Avrupa Sendi- Avrupa’da krizden çıkış yolu olarak runluluk değil, politik bir tercihtir. kalar Konfederasyonu tüm AB ül- gösterilen bütçe kesintileri eğitim Avrupa örneğinde görüldüğü gibi
Canan Yılmaz, 29 Ekim
eğitim emekçilerinin maaşlarından kesmek, öğrencilerin yol, kantin, barınma masraflarını artırmak krizden çıkış yolu olamaz. Eğitimi üzerinden kâr edilecek bir sektöre dönüştürmeyi hedefleyen Bologna süreci Türkiye’de de işlemeye devam ediyor. AKP hükümeti de, eğitime bütçe ayırmamak için üniversitelere finansman olarak sponsor şirketleri işaret ediyor. 4+4+4 türünden reformlarla, uzun ve ücretsiz staj süreleriyle öğrencileri ucuz işgücü olarak yedekliyor. Bu açıdan bir adım sonrasının Avrupa olacağını görmek ve eğitimdeki piyasalaşmaya dur demek elzem gözüküyor.
12
İŞ YERLERİNDEN
Tekstil Bayram gelmiş neyime! Bayramlarda herkes mutlu oluyor. Özellikle de çalışanlar. Niye? Çünkü işler tatil ediliyor. Çalışmıyoruz, dinleniyoruz, sevdiklerimizle birlikte oluyoruz, üstelik maaşımız işliyor… Gerçekten böyle olduğunu mu sanıyorsunuz? Bir de benim gözümle bakalım. Ben bayramı nasıl geçirdim, anlatayım, siz karar verin. Ben sigortasız çalışıyorum. Yani sağlık sigortam yok, emeklilik primim işlemiyor, işten atılırsam ihbar ve kıdem tazminatı almak için dava açmam, avukat tutmam, tanık bulmam ve hâkimi ikna etmem gerekli. İşte bu şartlar altındayım. Bayram öncesi yoğun bir mesai yaptık. Çünkü bayram haftası çalışmadık. Evet, bize de tatil oldu ama parasız. Bayram öncesi Pazartesi ve Salı günleri de dâhil 9 gün tatil yaptık ama, maaşımız işlemedi. Yani ücretsiz, zoraki tatil yapmış olduk ve 9 gün boyunca hiçbir gelirim olmadı. Tabii ekmek, su, peynir, zeytin derken harcamaya devam ettim. Bayramda harcamamak mümkün mü? Tabii ki mümkün! Olmayan şeyi harcayamazsın. Ben son ütücü olarak çalışıyorum. Günlüğüm, çalıştığımda 80 liraya geliyor. 9 gün çalışmadığım için 720 lira kaybım oldu. İşyerimde sigortalı olarak çalışan az sayıdaki arkadaş için de benzer durum geçerli oldu. Onlar da haftalık alamadılar. Çalışmadıkları günlerin sigortası da yatmadı. Oysa bayramdı ve resmi tatildi! Bizler maaşlı çalışıyoruz, parça başı ya da götürü çalışmıyoruz. Diyorlar ya her şey mi kötü kardeşim, diye! Tabii ki değil. Türkiye’de iyi şeyler de oluyor. Özellikle de patronlar için… Arkadaşlar, tüm çalışanların sigortalı olması gerekir. Tüm çalışanların bayramlarda ücretli tatil hakkını kullanabilmesi gerekir.
Benim durumumdaki birçok işçi arkadaşın yıllık ücretli tatil hakkı da yok. Oysa bu haklarımızı kullanabilmemiz gerekir. Bunları söylediğimizde bırakın patronları bazı işçiler bile garip karşılıyor. Allah Allah, diyorlar! Dolayısıyla bizlerin haklarımızı öğrenmek, bilmek gibi bir görevimiz var. İşçiler olarak bilinçlenmeliyiz. Nasıl ki patronlar kendi çıkarlarını koruyup kolluyorlar, bizden gece-gündüz iş talep ediyorlar, bizler de aynı şekilde haklarımızı korumalıyız. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Bunun yolu birlik ve mücadeleden geçer. İC okuru bir tekstil işçisi
Hizmet Üniversitelerde formasyon rantı
versitesi 10.000 TL, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (MSGSÜ) 2.240 TL civarında kayıt ücreti istiyor. Bazı üniversiteler ise ön kayıt için de 50100 TL civarında para istiyor (bu para kabul edilmediğiniz takdirde size iade edilmiyor). Örneğin Beykent Üniversitesi sadece ön kayıtta 3000 başvuru alarak -isteyen herkes ön kayıt yaptırabilir, bu kişileri almak zorunda değil- 300.000 TL gelir elde etmiştir. Bu rakamın kayıt halinde alınan ücretlerle birlikte kaç liraya denk geldiğini tahayyül bile edemiyoruz... Formasyon başvurularında öğrenciler salt not ortalamasına bakılarak sıralanır. Oysa bu yöntem adaletsiz alımların ana sebebidir, çünkü A üniversitesinden alınan 2,50 ortalamayla B üniversitesinden alınan 3.00 ortalamanın adaletli mukayesesi tek başına mümkün değildir. İstanbul’da bir üniversitede alınan not ile Anadolu’da pıtrak gibi çoğalan yeni üniversitelerden ya da bir özel üniversiteden mezun olan öğrencinin not ortalaması aynı başarı sıralamasına tabi tutulamaz, bu haksızlıktır. Örneğin, MSGSÜ’nün not sisteminde (katalog sistemi) öğrenciler çok düşük not ortalamaları ile mezun edilir, dolayısı ile başka okullarda formasyon alma şansları çok düşüktür. Ama YÖK ve okullar sağladıkları rant nedeniyle bununla hiç ilgilenmemektedir.
En son MSGSÜ sitesinden yayınladığı son duyurusunda bölüm-okul farketmeksizin not ortalamasına bakarak 59 kişiyi alacağını bildirerek, daha önce ön kayıt yaptıran öğrencilerin ertesi güne 1.200 TL kayıt ücretini bulup gelmelerini ve onları belki kayıt edebileceğini duyurdu. Sabah okula gittiğimde 400 kişiyi kuyrukta, bir gün içinde muhtemelen borç alarak buldukları bin lira ile beklerken buldum. Çoğu kişi işinden izin almış, bir umut bekliyordu. Sonuçların açıklanması ise tam bir infial yarattı. Bu 59 kişinin arasında yalnızca 10 tane MSGSÜ öğrencisi alınmıştı, onlar da sadece Tarih bölümünden öğrencilerdi. Diğer alınanlar ise hemşirelik, takı tasarımı, rekreasyon, seramik gibi hangi okullarda istihdam edileceği belli olmayan Anadolu’nun çeşitli üniversitelerinden öğrencilerdi. YÖK’ün öncelikli olarak temel bilimlerden öğrenciler alınması gerektiğine ilişkin kararnamesi ihlal edilerek ve keyfi bir biçimde matematik, edebiyat, sosyoloji bölümlerinden öğrenciler açıkta bırakıldı. Bunun üzerine toplanan öğrenciler, bu alımların neye göre yapıldığını, alımlardaki şaibenin ve keyfi tutumun açıklanmasını istedi. Hocalar ilk ‘biz öyle uygun gördük’ şeklinde bir cevap verdiler fakat, öğrencilerin hocaların üzerine yürümesiyle YÖK ile görüşeceklerini belirterek kitleyi oyalamaya çalıştılar. Bunun üzerine yüzlerce öğrenci dilekçe yazmaya ve rektörlüğe gitmeye karar verdi. Rektörlüğe topluca gidilmesi sonucu, rektörlük YÖK ile tekrar görüşeceğini belirterek, oyalamaya devam etti. Biz de dilekçelerimizi kendi imkanlarımızla YÖK’e ve cumhurbaşkanlığına ilettik. Çeşitli kanallar aracılığıyla da irtibatımızı sürdürerek dilekçelerin sonucunu bekliyoruz. Ancak dilekçe gibi yollar her zaman için bir araçtır, bütün formasyon mağdurlarının biraraya gelerek mücadele etmeleri elzemdir.
Biliyorsunuz, 2009-2010 Dönemi öncesi “öğretmenlik sertifikası” alabilmek, Fen Edebiyat Fakültesi mezunlarına verilmiş bir haktı. Dileyen ve belli yeterlik şartlarına sahip olan adaylar tezsiz yüksek lisans adı altında bu belgeye bir buçuk yıl gibi bir sürede sahip olabiliyorlardı. Önce bu verilmiş hakkı kaldırmaya çalışan ve sonrasında gelen tepkiler ve açılan davalar sonucu bu kaldırma girişiminden vazgeçen YÖK, formasyon eğitiminin tezsiz yüksek lisans adı altında değil, “sertifika programı” şeklinde verilmesini uygun gördü ve bir buçuk yıl sürelik eğitim, En son MSGSÜ’deki alımsekiz ay gibi bir süreye indirildi. larda, bir fen edebiyat mezunu olarak başvurduğumda kendi Şu an gelinen noktada, okul- bölümümden yalnızca 15 kişiların alabileceği öğrenci sayısını nin alındığını öğrendim. Oysa YÖK belirliyor. Bu sene, 50.000 tamamen işsiz yetiştiren bu fabaşvuru alan formasyon prog- kültedeki öğrencilerin bir mesramı için, yalnızca 15.000 kon- lekleri olmadığından öğretmentenjan ayrılmış. Bunun yarattığı liğe yönelmeleri doğaldır. Asgari adaletsizlikten, özel ya da devlet ücrete ücretli öğretmenlik yapüniversiteleri fahiş formasyon mak yerine kadrolu olmaya çaücretleri, yasal olmayan ön kayıt lışmaları ve bunun için de forücretleri isteyerek öğrencilerin masyon belgesi almaları şarttır. çaresizliğini sömürüyor. Bu ser- Fakat tam da fen edebiyat fakültifika programının YÖK tarafın- tesi mezunlarının istihdam edidan belirlenmiş sabit bir ücreti lemiyor oluşu, onca öğretmen yok, dolayısıyla her üniversite de atanmazken YÖK’ü pek ilgiİC Okuru Bir (Aday) Öğretücretini keyfi olarak belirleyebi- lendirmemektedir. men liyor. Örneğin Bahçeşehir Üni-
ULUSLARARASI
13
Bilgi Üniversitesi’nde işçi kıyımını direnen işçiler sonlandıracak! Leyla Kızıltan, 28 Ekim
Türkiye’de ilk kez akademisyenler, asistanlar ve diğer hizmet birimlerinde çalışan tüm işçiler bir araya gelerek aynı sendika çatısı altında örgütlenme sürecini başlattı. Ancak Sosyal-İş çatısı altında Bilgi Üniversitesi’nde başlatılan bu süreç, yönetimin sendika ve işçi düşmanı tavrı ile karşı karşıya.
gerçekleşen Murat Belge tarafından Kalabalık, kararlılığından vazgeçmeverilen Açık Hava Dersi’ne katılan bir yince yönetim çareyi Rektörlük binadestek personeli daha işten atıldı. sına saklanmakta buldu. Demokratlı4 Eylül’de başlatılan eylemde kısa ğını yere göre sığdıramayan yönetim, sürede toplanan binden fazla imza kendi öğrencisini ve sendika çalışanıemek dostlarının yanı sıra Bilgi Üni- nı binaya sokmaya dahi cesaret edeversitesi öğrencileri ve velilerinin de meyip, avukatını dışarı göndermekle işten atılan işçilerin yanında olduğu- yetindi.
nu gösterdi. İşçi düşmanı Bilgi Yönetimi, son 15 Ekim’de de sendika üyeleri, öğolarak çoğu sendika üyesi olan 24 çalışanı işten çıkarmıştı. Bunun üze- renciler ve sendika mücadelesine desrine direnişteki işçiler, kampüs içinde tek verenler bir araya gelerek toplanan imzaları rektörlüğe verdi. “İşten oturma eylemine başlamıştı. atılanlar geri alınsın”, “müşteri değil Sürdürülen eyleme destek olması öğrenciyiz”, “sendika hakkımız enamacıyla, oturma eyleminin yapıldığı gellenemez” sloganları atarak imzaları yerde, “açık hava dersleri” ve işçi kıyı- teslim etmek isteyen eylemcilere Bilmına karşı imza kampanyası başlatıl- gi Yönetimi önce güvenlik güçleri ile dı. Bu gelişmeler sürerken, 3 Ekim’de tehdit yollarak engel olmaya çalıştı.
Eylemin ardından ise Bilgi Üniversitesi’nden öğrenciler ve Sosyal-İş basın açıklaması yaptı. Öğrenciler işten atılanların geri alınmasını, işten çıkarmalara ve çalışanların sendikada örgütlenip, kolektif olarak haklarını korumalarına yönelik baskılara son verilmesini talep etti.
şananlardan bağımsız olmadığını ve Bilgi’de yaşanmakta olanların önümüzdeki günlerde yasalaştırılması beklenen Üniversite Reformu ile ilgili olduğunu belirtti. Bilgi Yönetimi korkup binalarına sinmekte çok haklı. Çünkü zafer direnen işçilerin olacak! -İşten çıkarmalar yasaklansın! -Vakıf üniversiteleri hiçbir tazminat ödenmeden devletleştirilsin ve özel üniversite açılması yasaklansın.
-Tüm üniversiteler, öğrenciler, akademisyenler ve üniversite çalıSosyal-İş ise açıklamasında Bilgi şanları tarafından belirlenen ve seÜniversitesi’nde yaşananların diğer çilen kurullarca yönetilsin, rektörvakıf ve devlet üniversitelerinde ya- lük sistemi kaldırılsın.
14 Kasım Avrupa Genel Grevi ve Türkiye Simge Vurtok, 29 Ekim
Alman patronlarla görüşme yapmak üzere geldiği Yunanistan’da karşısında yasağa rağmen sokaklara çıkıp, “krizin faturasını biz ödemeyeceğiz, Yunanistan’da kemer sıkma politikalarına hayır” diyen Yunanistanlı emekçileri buldu.
Hakkında hüküm verilen işçi ve emekçilerin buna cevabı mücadeleyi birleştirmek ve krizin faturasını krizi yaratan hükümet ve patronların önüne koymaktır. Kamu kaynaklarının işçi sınıfı ve emekçi yoksul halk için kullanılacağı bir ekonomi ve Yine geçtiğimiz süreçte Portekiz’de politika yönetiminin kurulmasıdır. ve İspanya’da Troika yanlısı hükü14 Kasım’ı bu yönde bir adım olması metler kemer sıkma politikalarına adına selamlıyor ve destekliyoruz. karşı birleşen emekçi halklarla karşı Kriz patlak verdiğinden beri Av- karşıya geldiler. 25 Ekim’de 2013 rupa Birliği ülkelerinin birçoğu bütçe tasarısını açıklayan İspanyol krizle boğuşuyor. Öyle ki, başta hükümeti ise gelecek yıl için 39 Yunanistan olmak üzere Portekiz, milyar Avroluk bir tasarruf paketi İspanya ve İtalya giderek küçülen uygulamayı beyan etmesinin ardınveya iflasın eşiğine gelen ülkeler dan, ülkede büyük oranda sendiolarak Avrupa Merkez Bankası’nın kaların başını çektiği yüz binlerce kara listesine girmiş durumda. Bu kişinin katıldığı yürüyüşler düzenülkelerin bazılarında işsizlik oran- lendi. ları yüzde 20’leri aşmış durumGelinen noktada tüm bu ülkelerda. Özellikle geçen yıldan itibaren de Troika’nın dayatmalarını hayata Troika’nın (AB, Avrupa Merkez geçirmeye çalışan merkez sağ-sol Bankası, IMF) dayattığı kemer sık- hükümetler yüzlerce eylem ve gema politikalarına onay veren bu hü- nel grevle lanetlendiler. Aylardır kümetlere karşı birçok genel grev ve sokaklardan çekilmeyen kitlelerin kitlesel yürüyüş düzenlendi. tepkisi Avrupa’nın büyük sendikal Ekim başında Almanya başbaka- bürokrasilerini bile hükümetlere nı Merkel Yunanistan’ı ziyaret etti. karşı tavır almaya zorladı. GeçtiAmacı Haziran 2012 seçimlerinde ğimiz günlerde Avrupa Sendika Yunanistan parlamentosunda ço- Konfederasyonu önümüzdeki 14 ğunluğu elde eden Yeni Demok- Kasım’da tüm Güney Avrupa coğrasi Partisi başkanı Samaras ile gö- rafyasında bu anlamda bir ilk olarüşmekti. Lakin Merkel, Yunan ve cak eş zamanlı genel greve gidilece-
ğini ilan etti. O sırada Türkiye! Yukarıda Avrupa üzerinden açıkladığımız kriz ortamından Türkiye’nin bu durumun dışında kaldığını söyleyemeyiz; hükümet krizin adını bile anmaktan kaçınsa da 2013 bütçe tasarısının da ilan edilmesiyle gördüğümüz, ne zaman nerede kırılacağı belli olmayan bir sıcak para havuzunun patronların özellikle de girişimci kobilerin hizmetine sunulduğuydu. Dolayısıyla,“büyüyoruz”, “istihdam yaratıyoruz”, “herkese güvence” gibi atılgan vaatlerin gerçekçi olmadığı Meclis’ten bir bir geçen emek karşıtı yasalarla daha da görünür hale geldi.. Geçen sayımızda üzerinde durduğumuz zamlardan sonra şimdi de somut olarak işçi haklarında tarihi bir kayıpla karşı karşıyayız. 12 Eylül darbe anayasasını işçi düşmanlığı anlamında daha da pekiştiren Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Yasa Tasarısı yasalaştı. Bu yasayla işçilerin büyük bir kısmı toplu sözleşme yapabileceği bir sendika bile bulamayacak. 30 veya altında işçi çalıştıran iş yerlerinde sendikal faaliyet yürütenlerin işten atılması kolaylaştırılacak. Yasanın ayrıca grev hakkını hukuki olarak
imkansız hale getirdiğini duyurmakta fayda var. 2012 içerisinde birbirinden kopuk ama ses getiren Türk Hava Yolları çalışanlarının, Antep’teki yaklaşık 3000 tekstil işçisinin vb. çıktığı grev ve direnişleri göz önüne alırsak bunları ortaklaştırmayı hayal etmek bir yana önümüzdeki süreçte benzer kopuk grev ve direnişleri organize etmek çok daha güç olacak. Bütün bunların anlamı Türkiye işçi sınıfının 14 Kasım’da tüm Avrupalı emekçilerle birlikte hareket etmesinin gerektiğidir. Avrupalı emekçiler gibi Türkiyeli emekçiler de iki büyük saldırı altında; hem krizin faturasını ödemekteler hem de yüz yıllık kazanımları ellerinden alınarak çok daha vahşi bir yeni çalışma düzenine mahkûm edilmekteler. Buna karşın, aleyhimize olan tüm bu yasalar, uygulamalar, kesintiler tanrı kelamı değildir. Hakkında hüküm verilen işçi ve emekçilerin buna cevabı mücadeleyi birleştirmek ve krizin faturasını krizi yaratan hükümet ve patronların önüne koymaktır. Kamu kaynaklarının işçi sınıfı ve emekçi yoksul halk için kullanılacağı bir ekonomi ve politika yönetiminin kurulmasıdır. 14 Kasım’ı bu yönde bir adım olması adına selamlıyor ve destekliyoruz.
14
ULUSLARARASI
Kemer sıkma politikalarının durdurulması için, Avrupa genel grevi! Luis Carlos Gómez (Enternasyonalist Mücadele, İspanya), 27 Ekim 2012 14 Kasım’da, Troyka (AB, Avrupa Merkez Bankası ve IMF) tarafından dayatılan kemer sıkma politikalarına karşı, Avrupa’nın güney ülkeleri Yunanistan, Portekiz, İspanya ve Kıbrıs’ta genel grev, Avrupa’nın diğer ülkelerinde ise, eylemler, yürüyüşler ve çeşitli seferberlikler gerçekleşecek. Avrupa’nın çeşitli ülkelerini kapsayan bu genel grev çağrısı, geç kalmış olsa da, oldukça önemli bir adım. Avrupa burjuvazisi, AB ve ulusal hükümetler tarafından dayatılan sosyal yıkım politikalarına karşı bir direniş hattının örülebilmesi için, işçi hareketinin 14 Kasım’da kitlesel seferberlikler gerçekleştirebilmesi gerekiyor.
aracı haline gelen kamu borçları, mali sermayenin çıkarları doğrultusunda, ödenmesi giderek imkansız bir hale getiriliyor ve ülkeler ve halklar üzerinde uygulanan basıncın
14 Kasım’da grev çağrısı yapılan ülkelerde, son dört yılda işsizlik üç kat artarak yüzde 25 seviyesine ulaşmış durumda. Kamu ve özel sektörde ücretler yüzde 15 ila 30 oranında düşerken, kamu hizmetleri bir biri ardına özelleştiriliyor. Sağlık ve eğitim sektörüne bütçeden ayrılan payda dramatik kesintiler yapıldığı gibi, sağlık hizmetleri, ilaçlar ve üniversite eğitimi için ödenen bedel önemli ölçüde artırıldı. İşsizlere dönük yapılan yardımlarda ve sosyal hizmetler alanında da önemli kesintiler söz konusu.
Bankaların Avrupa Birliği Özel sektör borcunun kamu tarafından üstlenilerek bir kamu borcu haline getirilmesi ve mali sermayenin kamu borcu üzerine yaptığı spekülasyonla birlikte, kamu borcu devasa oranlarda artmış durumda. Mali sermayenin bir spekülasyon
olursa olsun, sosyal yıkım politikalarının son raddesine dek ilerletilmesi peşinde. Avrupa Birliği, Avrupa Merkez Bankası ve IMF ise, burjuvazinin bütün taleplerini harfiyen yerine getiren aygıtlar. Bu duruma karşı bugüne dek, işçi sınıfının her bir ülkede yalıtık bir biçimde verdiği mücadele ile çok az şey başarılabildi. Buna karşı, büyük bankaların diktasını durdurabilmek için Avrupa çapında bir yanıt geliştirebilmemiz gerekiyor. AB ve hükümetlere karşı mücadele etmek için bir Avrupa Planına doğru
Avrupa’da krizin boyutları
Öte yandan, bankalara olan borçlarını ödeyemedikleri için evlerine el konulan ailelerin sayısı günden güne artıyor ve binlerce aile mutlak yoksulluk sınırının altında bir yaşama mahkum ediliyor. Gençler arasında işsizlik oranının yüzde 50’lere varmasıyla, genç işçiler arasında dış ülkelere göç süreci başlamış durumda. KDV türünden dolaylı vergilerde yapılan artış ise, hayat pahalılığını artırarak emekçi kitlelerin alım gücünü daha da düşürüyor, ki bu da krizi derinleştiren bir etken haline geliyor.
iki seçenek bulunuyor: ya borçların ödenmesi adına ülkelerin sosyal yıkıma uğratılması ya da işçi sınıfının tarhisel kazanımlarının savunlması ve borç ödemelerinin reddi.
bir gerekçesi yapılıyor. Hükümetler banka kurtarma operasyonları ve kemer sıkma uygulamalarını, bu borç üzerinden meşrulaştırmaya çalışıyor. Avrupa Birliği hükümetleri, yüz milyarlarca avroluk kamu gelirini problemli bankalara, büyük şirketlere ve spekülatörlere sundular. Böylelikle, krizle birlikte oluşan süreçte Avrupa Birliği gerçek rengini, yani bankaların ve zenginlerin Avrupa Birliği olduğunu net bir şekilde ortaya koymuş oldu. AB ve Avrupa Merkez Bankası bütün kaynakların, borç ödemesi ve bütçe açığının kapatılması hedefine sunulmasını dayatmakta. Bu çerçevede masada
14 Kasım günü için yapılan genel grev çağrısı, bütün sınırlılıklarına rağmen, bu bağlamda oldukça önemli bir gelişme. Grevin hazırlık sürecinde işçilerin aktif katılımının sağlanması için işyerlerinde toplantılar yapılması, mücadelenin başarısını garanti altına almak için grev komitelerinin kurulması ve mücadelenin nasıl sürdürüleceğinin işçiler tarafından tartışılması belirleyici önemde. Genel grev çağrısını, bazı yerlerde şimdiden gelişmekte olan taban örgütlülüklerini geliştirmek, işyeri meclislerini yaygınlaştırmak, işsizleri mücadeleye katmak ve bütün işçi sınıfını etkileyen temel problemlerle yüzleşebilmeyi sağlamak adına bir Avrupa Mücadele Planının geliştirilmesi için değerlendirmeliyiz. Ve kuşkusuz, bu mücadele planının sokaktaki seferberliklerle işyerlerindeki grev hareketini kaynaştırabilmesini ve can alıcı politik konulara İşçilerin yanıtı dönük somut ve acil talepleri kapsaFarklı derecelerde de olsa, bütün masını sağlamalıyız. Avrupa Birliği ülkelerinde, hüküBu acil taleplerin başında ise, metlerin dayattığı politikalara kar- kuşkusuz, kesintilerin durdurulşı işçi sınıfının direnişi güçleniyor. ması ve kaynakların emekçi halkın Yunanistan’da bugüne dek 18 genel ihtiyaçları doğrultusunda kullanıgrev yapıldı, Portekiz’de kesintilere labilmesi için, borç ödemelerinin karşı yaygın seferberlikler gerçek- durdurulması ve bankaların Avrupa leşiyor. İtalya ve İspanya’da birkaç Birliği’nden kopuş yer alıyor. genel grev gerçekleşti. İngiltere’de Kesintilerin durdurulması için kamu işçileri genel grev düzenledi, Avrupa Genel Grevi! Almanya’da kitlesel protesto gösterileri gerçekleşti. Fransa’da da ekoBorç ödemeleri durdurulsun! nomik büyüme ve kesintilerin dur- Bankalar tazminatsız kamulaştıdurulması vaadiyle iktidara gelen rılsın! Hollande’a karşı seferberlikler düAvrupa Birliği’ne hayır! İşçilerin zenlenmeye başladı. ve halkların Avrupası için! Burjuvazi, toplumsal bedeli ne
ULUSLARARASI
15
DEĞİŞİM’in diğer yüzü; Amerika’da başkanlık seçimleri Tekin Güven, 30 Ekim 2012
2008 yılında “değişim” parolası ile başkanlığa aday olan ve kazanan, seçim süresince çeşitli ‘sol’ oluşumlarca desteklenen Obama, 2012 başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi aday Mitt Romney karşısına çıkıyor. Cumhuriyetçi aday tamamen sınıf karşıtı bir politika ile faturanın halka kesilmesini savunuyor ve savaşa yönelik daha agresif yaptırımlar istiyor. Bu açıdan Bush döneminin devamı denebilir. Seçimleri kazanmaya daha yakın aday olan Obama’nın bu sefer ki parolası ise “ileri”. Fakat bu 4 yıllık süreçte Obama’nın neler yaptıkları, kimin için “ileri” ya da geri olacağının ip uçlarını veriyor. 2008’deki seçimler sırasında, Obama seçmen için farklı bir adaydı, ilk defa seçilebilecek siyahi başkan toplum tarafından değişimin olumlu yüzü ve özgürlük ile demokrasi için yeni bir umut oldu. Obama 4 yılda neler yapmak istemişti? Obama’nın 2008 yılındaki seçim kampanyasını 3 ana başlık etrafında toplayabiliriz: Amerikan askerlerinin Irak’tan çekilmesi, sağlık sistemini düzeltilmesi ve ekonomik krize karşı öncelikli önlemler alarak Amerikayı eski günlerine döndürülmesi. 2012 seçim kampanyasının da benzer talepleri barındırdığını söyleyebiliriz. Peki bunların ne kadarı gerçekleşti? ABD, askerlerini Irak’tan çekerken, güçlerini Afganistan’da yoğunlaştırdı ve Afganistan daha da kanlı bir savaş arenası haline geldi ve ABD bütçesindem hâlâ yüz milyarlarca dolar savaş harcamaları için aktarılıyor. Ne gariptir ki, bu süreç içinde barışa verdiği destek için Obama Nobel Barış Ödülü bile kazandı.
Obama döneminde tam tersine, askeri harcamalar 500 milyar dolardan 558 milyar dolara çıkmış durumda. Tüm bunlara doğanın bu dönemde uğradığı tahribatı, daha çok kar uğruna bütün doğal zenginliklerin büyük şirketlerin emrine verildiğini eklemek gerekiyor. Sağlık sistemi için 2009 yılında da yazdığımız gibi “...14 trilyon dolarlık Amerikan ekonomisinde, sağlık sektörü yüzde 16’lık bir paya sahip. Obama’nın yapmaya çalıştığı, burada dönmekte olan paranın daha adil bir biçimde diğer sektörler arasında paylaşılmasını sağlamak. Özellikle de, çok masraflı olan özel sigortaların yükünü taşıyan patronların yükünü hafifletmek.” amacı doğrultusunda halkın sırtına bir kat daha vergi yükü giydirerek sağlıktaki “değişimi” şirketlerin daha çok kazanmasına adına yaptı. Ekonomide ise, 2008’den bu yana, bankaları ve büyük şirketleri kurtarmak adına trilyonlarca dolarlık kurtarma paketleri ilan edilip kamu gelirleri bankalara ve şirketlere transfer edildi. Aynı süreçte milyonlarca aile, konut kredilerini ödeyemedikleri için evlerinden atılıyor, işsizlik ve yoksulluk devasa oranlarda artıyor, kısacası, krizin faturası emekçi
kitlelere kesiliyordu.
Tüm bunlara doğanın bu dönemBu 4 yıllık süreçte emekçiler de uğradığı tahribatı, daha çok “değişim” ile istediklerini ala- kar uğruna bütün doğal zenginliklerin büyük şirketlerin emrine bildi mi? verildiğini eklemek gerekiyor. Obama ile adil bir düzenin Tüm bu panorama içerisinde, geleceğine inanan sol kesimler için çıkan sonuç oldukça çarpı- Chavez’in “Amerikan vatandacı. Bugün, 46 milyon Amerikalı şı olsam, oyumu Barack Obaaçlık sınırının altında yaşıyor, bu ma için kullanırdım” diyerek toplam nufusun yüzde 15’i de- Obama’ya verdiği destek, sol içemek. Göçmenlere yönelik ırkçı, risindeki bilinç bulanıklığını ve ayrımcı uygulamalar ise Obama ayrışmayı derinleştiren bir etken. döneminde, beklenenin aksine, ABD’de krizin etkilerine karşı işçi sertleşti. Obama’dan önce yılda mücadelerinin geliştiği, gençliğin 190 bin göçmen sınır dışı edilir- ve orta sınıfların “işgal” hareketken bu rakam Obama ile birlikte leriye seferberliklere giriştiği bir yılda 400 bine çıktı. Chicago öğ- dönemde, işçi sınıfının ve emekçi retmenler grevi, Wisconsin kamu kesimlerin burjuvazinin temsilciişçileri mücadelesi ve çoğu şehir- leri olan Obama ve Romney’den deki grevler ve mücadeleler zorla politik bağımsızlıklarını kazanbastırılıyor. Hem 2008 seçimle- ması, yaşamsal önemini giderek rinde hem de bu seçimde askeri artırıyor. Bu nedenle, 2012 başharcamalarda kısıntıya gitme va- kanlık seçimlerinde sosyalist ve adinde bulunurken, Obama dö- bağımsız başkan adaylığı kamneminde tam tersine, askeri har- panyalarının desteklenmesinin, camalar 500 milyar dolardan 558 bu sürece güç vereceğine inanıyomilyar dolara çıkmış durumda. ruz.
Devlet, yargı ve erkek şiddetine
hayır demek İçin
25 Kasım’da alanlara! Son 5 yılda aramızda dolaşan kadın katili erkek sayısı 5 bine ulaştı. Buna sistematik olarak şiddet gösteren erkekleri, tacizcileri ve tecavüzcüleri, kadını korumayarak ölmesine sebep olan yargıyı, şiddetin bizzat uygulayıcısı olarak kolluk kuvvetlerini de eklersek durumun kadına yönelik bir vahşete dönüştüğünü söyleyebiliriz. 2012 yılının ilk 9 ayında 116 kadın katili daha aramıza karıştı. Geçtiğimiz ay ise erkekler 13 kadını öldürdü, 12 kadına tecavüz etti, 16 kadını yaraladı. Sekiz kadını kocaları, ikisini boşanma davası süren kocaları, birini imam nikahlı kocası, birini eski kocası, birini eski sevgilisi öldürdü. Yani kadınlar en çok yakınlarında bulunan erkekler tarafından şiddet gördü. Kadınların biri, denetimli serbestlik yasasından ötürü serbest kalan kocası tarafından, diğeri koruma istediği halde korunmadığından, bir diğeri ise boşanma davası esnasında adliye önünde öldürüldü. Kadınların maruz kaldığı sistematik şiddet yalnızca çevrelerindeki erkekler ile de sınırlı değil. Şiddet, kadına cinsiyeti nedeniyle ailede, işte, sokakta uygulanan, ayrıca devletin kolluk güçlerinin göz yumduğu ya da bazen uygulayıcısı olduğu, savaş durumunda bir silah olarak kullanılan, fiziksel, cinsel, duygusal, ekonomik, psikolojik kaynaklı sistematik davranışlar bütünüdür. Devletin erkeği koruyan yasaları; yargının erkek şiddetine zemin hazırlayan kararları ve en önemlisi de kadının kendi bedeni, emeği ve kimliği üzerindeki karar hakkını ihlal eden her uygulama da, kadına yönelik şiddeti üreten etmenlerin başında gelir. Bunun en
belirgin örneği, geçtiğimiz aylarda devletin, kürtajı cinayet ilan ederek kürtajı yasaklama girişimi ile sezaryeni keyfi bir biçimde engellemeye yönelik çıkardığı yasadır. Örneklerle ifade edecek olursak, sezaryen yasası, tıbbi açıdan riskli olduğu halde normal doğuma zorlanarak 2 kadının hayatını kaybetmesine, 6 bebeğin de ölümüne yol açmıştır. Kürtajı yasaklamaya yönelik yasanın geçmesi halinde ise, kadınlar sağlıksız ortamlarda ve güvenilir olmayan kişiler tarafından yapılacak kürtaj operasyonlarına mahkum olacak ve bu durum, yeni kadın ölümlerine yol açacaktır.
doğursun” yolundaki açıklamaları; kadınları babalarına veya kocalarına bağlı sosyal güvenlik hakkına mahkum eden, aile dışında yok sayan yasal-kurumsal düzenlemeler; kadına yönelik şiddete, tecavüzlere ve kadın cinayetlerine göz yuman hukuk dışı uygulamalar; Ulusal İstihdam Stratejisi, grev yasakları gibi yeni kölelik düzenlemeleri ile kadını sömüren, erkeğe bağımlı kılan; cinsel yönelimi nedeniyle ayrımcılığa tabi tutan, örgütlü kadınları baskı ve sindirme ile tecrit eden devlet; ekonomik, fiziksel ve cinsel şiddetin uygulayıcısı ve kollayıcısı olmaya devam etmektedir.
Kürtajı yasaklamaya yönelen, sezaryeni keyfi bir biçimde kısıtlayan, meselenin öznesi olan kadına ve doktora söz hakkı tanımayan her girişim, kadına yönelik devlet şiddetidir. Çünkü, bu engellemeler sonucu kürtaj olamayan her kadın, tecavüz sonucu hamile kalan Nevin Yıldırım örneğinde olduğu gibi, istemediği bir çocuğu doğurmak zorunda kalacak ya da güvenli olmayan bir yolla kürtaj yaptırarak ölümle karşı karşıya kalacaktır. “Tecavüz sonucu doğan çocuğa devlet bakar” diyen Sağlık Bakanı bizzat kadının hayatını etkileyecek bir şiddetin savunuculuğunu yapmakta, tecavüze maruz kalanı cezalandırmaktadır.
Kadınlar olarak, şiddeti koruyan ve kollayan anlayışın hesabını ancak birlikte sorabiliriz. Birleştikçe güçlenebilir, örgütlendikçe birbirimizden güç alarak şiddete karşı ses çıkarabiliriz. Bu yüzden, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele gününde bütün kadınları alanlara, isyanımızı, taleplerimizi haykırmaya çağırıyoruz.
Kadınları öldüren erkekler “haksız tahrik” indirimleriyle ödüllendirilirken, Sakarya’da 2’si polis 34 kişinin cinsel istismar ve tecavüzüne maruz kalan 14 yaşındaki Ö.C’nin bütün tecavüzcüleri salıverilmişken, şiddet gösteren erkeklerin devlet eliyle korunduğu açıktır! Kadın düşmanı Başbakan’ın “Kadın erkek eşitliğine inanmıyorum”, “Kadınlar 3 çocuk
Kadın cinayeti davalarında indirime son, namus ve nefret cinayetleri nitelikli hal kapsamına alınsın! Güvenli, erişilebilir ve ücretsiz kürtaj hakkı! Bedenimiz üzerindeki her türlü karar hakkı bize ait olmalıdır! Şiddet, taciz, tecavüz ve cinayetlerin önlenmesi için kamusal önlemler alınmalı, bu suçları işleyenlerin cezaları ağırlaştırılmalıdır; ölümle tehdit edilen kadınlar özel önlemler alınarak korunmalı ve sığınma evi sayısı artırılmalıdır!
İşçi Cephesi’nden Kadınlar
www.iscicephesi.net Aylık Siyasi İşçi Gazetesi (Aylık Yerel Süreli Yayın) • Sahibi ve yazı işleri müdürü Atakan Çiftçi (Enternasyonal Yayıncılık) • Yönetim yeri Şehit Muhtar Mah. Süslü Saksı Sok. No: 19/6 Beyoğlu - İstanbul • 1 yıllık abonelik Yurtiçi: 25 TL • Yurtdışı: 25 € Baskı Gülmat Matbaacılık, Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi E Blok 1NE4 Topkapı - İstanbul, (0212) 5651774 • Fiyatı 2 TL • Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com