Ic48

Page 1

Cinayetler ve “Diyalog Süreci” Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 48 • Şubat 2013 • Fiyatı: 2 TL

Söz konusu kârsa gerisi teferruat!

»

3

Yeni Anayasa Neyi Hedefliyor?

» 4-5

AKP hükümetinin Kürdistan politikası, tabii bu arada İmralı görüşmeleri, sadece Türkiye devletinin “bekâ” çıkarlarına bağlı değil; bu politikaların ABD emperyalizminin yanı sıra Ortadoğu’da söz sahibi ....

» 8-9

Kürt sorununda “çözüm süreci”: Muhatapsızlaştırmadan Pasifleştirmeye Kürt sorununda siyasi çözüm için Diyalog Süreci adı altında İmralı görüşmeleri yeniden başladı. Oslo görüşmelerinin kamuoyuna yansıması ve Silvan olayından sonra yeniden çözüm tartışmalarının gündeme gelmiş olması sevindirici olsa da her konuda olduğu gibi Kürt sorununda da belirleyici olacak olanın çözümün niteliği olduğunu yeniden belirtmek zorundayız.

gerilse, durma noktasına gelse bile tüm bu dönemlerin birbirini ve aynı hedefi takip ettiğini unutmamak gerek. Aralarındaki bağı kaybedersek süregiden çözüm süreci ve daha da önemlisi bu sürecin tek tek bireylerin inisiyatifinde olmadığı gerçeğini anlamak mümkün olmaz.

söyleyebiliriz. Önce, Kürt sorunu yok Kürt kardeşlerimin sorunu var diyen Başbakan; şimdi de Kürt sorunu yok, silah sorunu var diyor ve PKK’yi pasifleştirmeye çalışıyor.

Bu aşamada da zaten yöntem sorununa geliyoruz. Silahsızlandırma, militanların yurtdışına çıkartılması; ve İmralı ile göPekiyi, o zaman, süreci kendi içinde rüşecek BDP’liler tartışmasında yeniden inişli çıkışlı bir hale getiren noktalar açığa çıktığı üzere BDP’lilerin arkaplana Pekiyi, bir çözümün niteliğini açığa neler? atılması, araçsallaştırılması, siyasi varlıklaseren nedir? rının yok sayılması, ki diğer yanda açılım Bu noktada, çözümün niteliğini ortaya Üç unsurdan bahsedebiliriz: (1)Hedef, koyan diğer iki unsuru devreye sokabiliriz. süreci ile paralel ilerlemiş olan KCK davaları gerçeği vb. hepsi tek bir yöntemi işaret (2)Bu hedefe ulaşmak adına tarafların öne Öncelikle, talepler; çünkü tüm pazarlık/ ediyor: Kürt sorununda muhatapsızlaştırsürdüğü talepler, (3)Bu taleplere ulaşma müzakere/mutabakat süreçleri talepler madan pasifikasyona doğru ilerleyen bir amacıyla izlenen yöntem. üzerinden ilerliyor. Kürt mücadelesinin “çözüm süreci” ile karşı karşıyayız. temsilcisi açısından talepler Kürt ulusal Öncelikle şunu söyleyelim; açılım süvarlığının resmen tanınması, Kürt bölgeİşte tüm bunlar başından beri sunulan recinin başlangıcından bugüne Kürt lerine yerel yönetimler düzeyinde politik çözümün niteliği ve sınırları, ki aynı zaSorunu’nun çözümü noktasında tek bir manda geleceği… Çünkü doğru niteliklere hedef var: Kürt halkının kültürel ve birey- ve sosyal yetkiler verilmesi, Kürtçenin sel haklarının teslimi, bunun karşılığında resmi bir statüye kavuşması; Hükümet’in sahip olmayan eksik bırakılmış bir çözüm, ise temel talebi ve politikası (ki buna şartı bugün verdiklerini yarın fazlası ile geri ise Türkiye’nin ulusal sınırlarını kabul almaktan çekinmeyecektir. Bugün İmralı etmesi. Yani Kürt halkının tarihsel demok- da diyebiliriz) silahsızlandırma, buna ratik haklarını -kendi kaderini tayin hakkı- paralel olarak da PKK militanlarının sınır sürecini de belirleyen bunlar olacaktır… nı- dışlayan bir çözüm… Dönem dönem dışına çıkartılması. Bu noktada hükümet Ama aynı zamanda, Kürt halkının dayatıtarafından yapılanın sorunları ayrıştırarak lan bu çözüm paydasında uzlaşıp uzlaşmataraflar arasındaki mesafeler artsa, süreç aralarındaki bağı koparmak olduğunu yacağı…

İşçi Cephesi, 7 Şubat 2013

Kürtaj yasasıyla pekişen fiili yasak

»2

»7

Fransız emperyalizmi Mali’den defol!

» 14

Homeless, Jason

Kaç Bize Gel!


2

İLAN TAHTASI

Ofis çalışanlarının kulağına bir çağrı fısıldanıyor: Kaç Bize Gel!

“Güneşe ve temiz havaya hasretsen, fazla mesai yapmak istemiyorsan, çalışırken çocuğun için endişelenmek istemiyorsan, rekabetten yorulmuşsan, patronun azarlamalarından ve baskılarından yılmışsan, canın sıkılıyorsa ve kendini yalnız hissediyorsan hayatını değiştirmek için bir kitap okumayı bekleme… KAÇ BİZE GEL” diyen ve ofis çalışanları içerisinde grevli toplu iş sözleşmesi hakkı için mücadele eden KaçBizeGel’in temsilcileri ile KaçBizeGel hakkında görüştük. İC - Haber, 31 Ocak 2013 İC: KaçBizeGel’in en genel anlamı ile ofis çalışanları içerisinde grevli toplu iş sözleşmesi hakkı için mücadele ettiğini web sitenizden de anlıyoruz. Peki sizleri bu çalışmaya iten şey ne oldu? KBG: En kısa şekilde ekonomik kriz diyebiliriz. Kriz ofis çalışanları üzerinde çok dramatik bir değişiklik yarattı. 2000’lere kadar üniversitesinden mezun olmuş ve bir ofiste çalışmaya başlayan mühendis, avukat ya da bir teknik eleman için iş yaşamı daha fazla seçenek sunmaktaydı. Daha da önemlisi bu dönemde işe başlayanlar açısından işten atılma korkusu çok daha az olduğu gibi maaş ve çalışma koşulları açısından da ayrıcalıklı bir hayat sürdürmekteydiler. Hatta bu yüzden kendilerinin bir işçi olduğunu da inkar eden, daha küçük burjuva bir yaşam biçimi sürdürebiliyorlardı. Ama kriz işleri değiştirdi ve belki de en güçlü saldırısını ofis çalışanları üzerinde gerçekleştirdi. Öyle çok sayıda işten çıkarmalar yaşandı ki, artık ofis çalışanları ne kadar başarılı kimseler olurlarsa olsunlar, as-

Ne savunuyoruz? Neyi hedefliyoruz? İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Türkiye’de devrimci bir işçi partisinin inşası için mücadele ediyoruz. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş veriyoruz. Sermayenin baskı ve şiddet rejimine karşı mücadele ediyoruz ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.

lında en kolay işten çıkartılabilecek kimseler olduklarını anladılar.

lar. Kimi örneklerde ise müdürleri tarafından sakinleştirici ilaçlar içirilip kuzu kuzu evlerine dahi gönderildiler. Yani ofis çalılşanları içerisinİC: Peki niçin genel bir güvencesizlik çade bir mücadele geleneğinden bahsetmek çok lışması değil de, ofis çalışanları için böyle bir çalışmadan yanasınız? Tüm işçileri kapsayan bir da mümkün değil. Bu sektör içerisinde öncelikle bir kimliğe sahip olma kavgası veriyoruz. güvencesizlik hareketi daha kapsayıcı ve güçlü Ofis çalışanları da, yaşamak için emek güçlerini olmaz mıydı? satmak durumunda olan kimseler olduklarından ve bir üretim aracına sahip olmadıklarından ötürü işçidirler. Biz buradan başlıyoruz. Şirketindeki ünvanın ne olursa olsun aslına o işi yapan bir işçi olduğununu ve bunun gurur duyulacak bir şey olduğunu anlatmaya çalıyoruz. Başlangıç noktamız bu. Ama tabii ki de bizler Türkiye işçi sınıfının bir parçasıyız. Bu yüzden de tüm emek sorunlarını çözmek için birleşik bir sınıf mücadelesi hattının doğal bir bileşeniyiz. İC: Peki KBG nasıl bir çalışma yöntemi izliyor? KBG: İfade ettiğiniz gibi genel bir güvencesizlik temelinde kimi kıymetli çalışmalar zaten mevcut. Ancak bizim için ofis çalışanları dememizin ayrıca sebepleri var. Öncelikle ofis çalışanları üzerinde çok ciddi bir baskı söz konusu. Uygulanan mobbing’in, dayatılan ücretsiz fazla mesainin ve aşağılamanın haddi hesabı yok. Öyle ki, artık Türkiye’de bile çalışma koşullarından ötürü ofis içerisinde intihar vakaları görülebilmekte. Ama işi dramatize etmeden de cevaplar verilebilir. İşveren bu büyük güvencesizliğin de, buradaki emeğin çok kolay yeni işçilerlerle değiştirilebildiğinin de, aynı zamanda da bu sektörden çok büyük paralar kazanabildiğinin de farkında. Düşünsenize, sadece İstanbul’un nüfüsunu 8 milyon artıracak bir dönüşümden söz ediliyor ve bu 8 milyonluk nüfusun da istihdam alanı tamamen ifade ettğimiz ofis çalışanlarına denk düşüyor. Dahası da var, herhangi bir tekstil işçisinin sahip olduğu mücadele deneyimi ofis çalışanında yok. Düşünsenize bir tekstil atölyesinden 200 kişiyi aynı anda işten atsanız ve bunun haberini o günün sabahında verseniz bu işçiler mutlaka tepki gösterirler. Ama çoklu işten çıkarma dönemlerinde dahi beyaz yakalı diye tarif edilen bu büro işçileri, sorunu çözmek için müdürleri ile görüşmeye koşup kişisel çözümler arıyor-

KBG: Öncelikle işyerlerimizde sendiakalaşarak grevli toplu iş sözleşmesi hakkımıza sahip olmak istiyoruz. Bu doğrultuda işyerlerimizde sendiakalaşmak, çalışmamızın temel eğilimi bu. Ama bunun dışında bir sıkıntımız daha var. Büro çalışanları öylesine yalnızlaştırılmış durumda ki, birbirimize güvenebileceğimiz ve beraber üretebileceğimiz bir birlik oluşturmaya çalışıyoruz. Web sitemiz bizim için bu yüzden anlamlı. Onun içeriğini hak hukuk köşesi ile, Hüseyin Abi’den Kültür Fizlik ile, Suzan Bilir’imiz ile beraberce oluşturup genişletiyoruz. Tanıtım filmimiz de Tiyatro Fobi’den dostlarımızın da büyük katkısı ile yine beraber bir üretimle gerçekleşebildi. Kısacası böyle birlik ve güçlü bir çalışma için web sitesi, vs. için ciddi bir içerik katkısına ihtiyacımız var. İC: O halde ofis çalışanları nasıl kaçıp size gelebilir? Sizinle nasıl iletişime geçebilirler? KBG: Haftalık düzenli toplantılarımız mevcut. Katılım için ya da içerik yaratıcı bir katkıda bulunmak için bize kacbizegel.com web sitemizden, ya da facebook ve twitter’dan da ulaşabilirler. Ya da sabahları işlerine giderken metro çıkışlarında kendilerine uzatılan KaçBizeGel broşürlerini alıp kendisine günaydın diyen bir KaçBizeGel’li ile de sohbet edebilirler.


EMEK GÜNCESİ

3

Söz konusu kârsa gerisi teferruat! Dilçem Sarin, 1 Şubat 2013 Bazen fabrikada, atölyede bazen tarlada, inşaatta, madende bazen de bir elektrik direğinin üstünde: İş cinayetleri her yerde! İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin (İSİG) raporuna göre 2012 yılında en az 867, 2013’ün ocak ayında ise en az 68 işçi hayatını kaybetti. Raporda “en az” diyorlar çünkü, sigortasız işçilerin ölümünün kayıt altına alınması kolay olmadığı gibi pek çok sigortalı işçinin hayatını kaybetmesi durumunda da kayıtlara ulaşabilmek zor. On yıllık AKP iktidarı boyunca Türkiye’de kayıtlarına ulaşılabilen 10 bin 723 işçi iş cinayetlerine kurban gitti. Peki bir savaş istatistiği gibi olan iş cinayetlerinin altında yatan gerçek sebepler nelerdir?

ye ekonomisinin büyüdüğünü söyleyedursun, bizler biliyoruz ki bu büyüme güvencesizlik üzerinden yükseliyor. Kazanılan zenginlikler işçilerin emekleri, bedenleri, kanları üzerinden elde ediliyor.

Bu durumda, “yaşanan felaketin sorumlusu işçiler midir yoksa iş cinayetlerinin yaşandığı işyerlerinin patronları ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı mıdır” sorusu, gereksiz kalıyor.

Geçtiğimiz 7 Ocak tarihinde Zonguldak Kozlu’da MHP milletvekili Ruhsar Demirel’in eşine ait Star A.Ş. adlı taşeron firmada çalışan 8 işçiye metan gazının ani püskürmesi sonucu çalıştıkları maden mezar oldu. Bu şirkete bağlı olarak çalışan işçiler 2011 Haziran’ında maaşlarını düzenli alamadıkları, iş güvenliği önlemlerinin yetersiz olduğunu, gaz maskelerinin bile olmadığını belirterek “Sonumuz Karadon’da ölen 30 işçi gibi olsun istemiyoruz!” diyerek eylem yapmışlardı. Ne var ki, kimilerinin “maPatronların kâr hırsı öldürüyor! İşçi sağlığı ve iş güvenliği patronlar için birer dencilerin kaderinde var bu” dediği, bizimse maliyet unsuru olarak görülüyor. Onlar daha fazla kâr elde edebilmek adına bizlerin hayatını hiçe sayıyorlar ve ardı ardına cinayetlere kurban gidiyoruz. Son yıllardaki iş cinayetlerinin sıklıkla yaşandığı işyerlerine baktığımızda ise daha çok taşeron ve güvencesizliğin kol gezdiği sektörler ve işyerleri ön plana çıkmakta. Örneğin geçtiğimiz yıl, patronlar tarafından güvencesiz çalışma cenneti olarak görülen inşaat sektöründe en az 278 işçi, tamamen ucuz emeğin ve güvencesizliğin hakim olduğu tarım ve ormancılıkta en az 89 işçi, AKP döneminde özelleştirilmesi için daha hızlı adımlar atılan ve işçileri taşeron çalışmaya mahkum edilen enerji sektöründe en az 83 işçi, patronların kârını yükseltmek “kader, kaza değil iş cinayeti” dediğimiz bu için ölümün kol gezdiği madende 80 işçi can sonucu tıpkı Karadon’daki sınıf kardeşleri gibi yaşadılar. Firma daha önce de Çalışma ve Sosverdi (İSİG 2012 iş cinayetleri raporu). yal Güvenlik Bakanlığı tarafından yapılan deGörünen açık ki, taşeron çalışma yalnızca netimlere giriyor ve her seferinde uyarı alarak güvencesiz çalışma değil aynı zamanda güven- sadece para cezası kesiliyor. İşçi sağlığı için iş liksiz çalışma anlamını da taşıyor. Taşeron der- güvenliği önlemlerini almaktansa bir miktar ken anlatmak istediğimiz aldığın maaşla açlık ceza ödeyen şirket faaliyete devam ediyor. İşsınırlarında yaşamak ya da iş güvencesi olma- çilerin canı ise basit bir mali kalem olmaktan dığı için bir dahaki aya o maaşı bile alamamak; öteye geçemiyor ve bu son yaşanıyor. yasadışı bir şekilde fazla çalışmak; sosyal hak30 Ocak’ta Gaziantep 4. Organize Sanayi böllardan yoksun kalmak; sendikal örgütlenmenin engellenmesi... Tüm bunların üstüne bir de iş gesinde Güneydoğu Galvaniz fabrikasında bucinayetlerinde hayatını kaybetmek kastediliyor. har kazanında meydana gelen patlama ile 7 işçi Bunun üzerine bir de esnek çalışma koşullarını, can verdi. “Çeliğin hayat bulduğu yer” sloganı daha yoğun ve daha uzun çalışma saatlerini ek- ile faaliyet gösteren fabrikada 7 kişinin hayatı lersek, cinayetler kaçınılmaz sonun bir parçası son buldu. Yine yazımızda adı geçen bakanlıkça yapılan açıklamaya göre şirket 2011’de 2 kez haline geliyor. teftiş görmüş ve idari para cezasına çarptırılmış. Taşeron çalışmayı fiiliyattan çıkarıp aynı za- Ama nedense Güneydoğu Galvaniz şirketi faamanda yasal bir kural haline getirmeye çalışan liyetine devam edebilmiş. Edebilmiş ve bunun hükümet bir yandan da bizi örgütsüzleştirmek sonucunda da 7 işçiye mezar olmuş. adına elinden geleni yapıyor. Ve yine görülüyor ki, iş cinayetleri çoğunlukla sendikasız, örgütsüz iş yerlerinde gerçekleşiyor. Hükümet Türki-

İşçi sağlığı ve iş güvenliği maliyet unsuru ya da yeni bir kâr alanı değildir! Sermaye sınıfı ve onun ihtiyaçları doğrultusunda taşeron, güvencesiz, esnek ve örgütsüz çalışmayı dayatan AKP hükümeti iş cinayetlerinin sorumlularıdırlar. Bir iş cinayeti olduğunda patronlar en kolay yol olarak kan parası ile ölümümüzü dahi ucuza getirmeye çalışırken, AKP var olan sorumluluklardan da kaçmak adına yeni yasalar çıkartıyor. Geçtiğimiz haziran ayında meclisten geçen 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği yasası -maksadı adından belli; işçiyi değil işi koruyan- ile AKP işyeri denetimlerini devletten alıp özel şirketlere devrederek işçi sağlığı ve iş güvenliğini satın alınabilir bir hizmet haline getiriyor. Bu sayede sorumluluk devlet ve işverenden alınıp iş güvenliği uzmanına bırakılıyor. Neredeyse her iş cinayetinde kusur işçi, teknisyen ve uzmanlarda bulunurken devlet ise sadece arada bir göstermelik ceza kesip, tahsildar konumuna geliyor. Yaşanan son iş cinayetlerinde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik o işyerlerine daha önce de denetlemeler sonucu para cezaları verildiğini söylüyor. Buna rağmen cinayetlerin devam etmesi cezaların ne kadar caydırıcı olduğunu ortaya koyuyor. Taşeronlaşma öldürüyor! Türkiye iş cinayetlerinde Avrupa’da birinci, dünyada ise üçüncü sırada. 10 yıllık AKP iktidarı döneminde taşeron şirketlerde yaşanan iş kazası sayısı 706 bin 608. Şimdi ise çoğunlukla taşeron çalışmanın sebep olduğu iş cinayetlerini sözde önlemek adına taşeron sistemi daha da yaygınlaştırma hedefindeler. Kozlu’da 8 işçinin kurban gittiği iş cinayetini fırsata çevirmek isteyen AKP, taşeron mevzuatını genişletme girişimine hız kazandırdı. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından hazırlanan yasa taslağı bakanlığa göre taşeron işçileri koruyacak. Ancak gerçek amaç taşeron işçilerin sorunlarını çözmek ve onları korumak değil, taşeron uygulamanın önündeki tüm yasal engelleri kaldırmaktır. Ne de olsa her iş cinayeti sonunda “ölüm bu işin kaderinde var”, “güzel öldüler!” ya da “iş kazalarının çokluğu medeniyet göstergesidir” diyen hükümet yetkililerinin gerçekten de güzel ölümlerin önüne geçmesini beklemiyoruz!


4

POLİTİKA

Yeni Anayasa Neyi Hedefliyor? AKP’nin yeni bir anayasa yapmak istemesindeki asıl amaç, ekonomik krizin bedelini işçi sınıfına ödetecek, Arap devrimlerine emperyalizmin emirleri doğrultusunda müdahale edecek ve bu coğrafya yeniden dizayn edilirken finans kapitalin taşeronluğunu yapacak güçlü bir hükümetin önündeki birkaç engeli de ortadan kaldırmaktır

Ali Fuat, 6 Şubat 2013

Siyasal iktidar “Yeni Anayasanın” yazımına kapalı kapılar ardında devam ederken, yeni anayasanın yazılma sürecine dair öğrenebildiğimiz yegâne şey, mecliste oluşturulan uzlaşma komisyonunun tıkandığı ve de AKP üst düzey yöneticilerinin yeni anayasayla beraber başkanlık veya yarı başkanlık sistemlerini getirmek istediğine dair güçlü sinyaller verdiğinden ibaret.

anayasanın” yapılması gerektiğine dair tezini irdelemek lazım. Evet, mevcut anayasanın askeri darbenin ürünü olduğu mutlak bir gerçektir. Fakat 1982 Anayasası ilki 1987 yılında olmak üzere otuz yılda, dokuzu AKP döneminde

sistemi genel olarak kabul görmüştür. Kuvvetler ayrılığı yasama ve yürütme kuvvetlerinin ayrı ayrı organlara verildiği hükümet sistemleridir. Kuvvetler ayrılığı sistemi kendi içinde kuvvetler ayrılığının derecesine göre “sert kuvvetler ayrılığı sistemi” ve

10 yıllık iktidar sürecinden bildiğimiz üzere, meclisteki çoğunluğunu kullanarak hepimizi ilgilendiren yasaları bir gecede jet hızıyla değiştirmeyi alışkanlık haline getiren AKP’nin bir sabah kalktığımızda önümüze yeni bir anayasa koyması hiç de sürpriz olmayacaktır. Bu yüzden bu aşamada sorulması gereken ilk soru; Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı olup olmadığıdır. Bir anayasanın, çoğulcu, özgürlükçü ve demokratik olabilmesi için “toplumun tüm kesimlerinin” temsilcilerinin doğrudan katılımıyla yapılması ve de bütün ekonomik, sosyal ve siyasal hakları kayıtsız şartız olarak içermesi gerekmektedir. Bununla birlikte siyasi tarihe bakınca, genellikle özgürlükçü ve demokratik anayasaların ya sınıf mücadelesinin keskinleştiği dönemlerde işçi sınıfının bir kazanımı; ya da bu durumun tersten ifadesi olan, sınıf mü-

olmak üzere, on yedi kere değiştirilmiştir. Bu süreçte 177 maddelik (geçici maddeler hariç) 1982 Anayasası’nın 113 maddesi değiştirildi. Otuz yılda seçilmiş iktidarlar tarafından 113 maddesi değiştirilmiş bir anayasanın artık sırf darbe ürünü olduğunu söylemek zordur.

Türkiye için en uygun sistemin başkanlık sistemi olduğunu ilk defa yüksek sesle dillendirenin Turgut Özal olması basit bir tesadüf değildir. 1980’lerin ikinci yarısına döndüğümüzde; ANAP aynen AKP gibi tek başına iktidarda ve Özal da Erdoğan gibi güçlü bir başbakandı

Bununla birlikte bu değişikliklerin küçük bir kısmı temel hak ve özgürlüklerin Avrupa Birliği uyum süreci için genişletilmesi cadelesinin bir politik/sosyal devrime dönüş- amacıyla yapılırken; büyük bir kısmı yümesini engellemek isteyen burjuva sınıfının rütme erkinin güçlendirilmesi hedefiyle siyasal krizden çıkmak için kullandığı bir çö- gerçekleştirilmiştir. Bu durum da AKP’nin yeni anayasa ile başkanlık veya yarı başkanzümü olarak ortaya çıktığını görürüz. lık sistemine geçme isteği ile örtüşmektedir. AKP neden yeni bir anayasa yapmak Şöyle ki; anayasalarda genel olarak yasama, istiyor? yürütme ve yargı erklerinin birbiriyle olan ilişkileri bakımından iki hükümet sistemi Bu sorunun cevabını bulabilmek için öncelikle AKP’nin yeni anayasa yapılma nedeni bulunmaktadır. Birincisi kuvvetler birliği, olarak kullandığı 1982 Anayasası’nın askeri ikincisi kuvvetler ayrılığı sistemidir. Ancak darbe ürünü olduğu, bu nedenle de “sivil bir “modern” anayasalarda kuvvetler ayrılığı

“yumuşak kuvvetler ayrılığı sistemi” olmak ikiye ayrılır. Sert kuvvetler ayrılığı sisteminde yasama ve yürütme kuvvetleri birbirinden mutlak bir şekilde ayrılmıştır. Bu organlar karşılıklı olarak birbirinden gerek kaynak bakımından gerek varlıklarını sürdürme bakımından bağımsızdır. Yani, yasama yürütme organları ayrı ayrı seçilir ve seçildikten sonra da birbirlerinin varlıklarına son veremezler. Bu organların anayasal sistem içinde güçleri de birbirine eşit veya az çok dengelidir. Sert kuvvetler ayrılığı sisteminin en tipik uygulaması ABD’de uygulanan başkanlık sistemidir. Yumuşak kuvvetler ayrılığı sisteminde yasama ve yürütme kuvvetleri birbirinden yumuşak bir şekilde ayrılmıştır. Bu sistemde, yasama ve yürütme yetkileri kural olarak iki ayrı organa verilmişse de, bu organlar birbirinden tam olarak bağımsız değildir. Bu organlar yer yer iç içe geçmiştir. Keza bu organlar karşılıklı olarak birbirinin hukukî varlığına son verme imkânına da


POLİTİKA sahiptirler. Yumuşak kuvvetler ayrılığı sisteminde, yasama ve yürütme organları arasında karşılıklı işbirliği vardır. Yumuşak kuvvetler ayrılığı, genel olarak parlamenter sistem olarak adlandırılır. Son olarak karma bir sistem olan Yarı Başkanlık sistemi mevcuttur. Bu sistemde yürütme gücü halk tarafından seçilen devlet başkanı ile meclis güvenine dayanan hükümet başkanı arasında paylaşılır. Fiili olarak ise yürütmenin başı devlet başkanıdır. Bu

yüksek sesle dillendirenin Turgut Özal olması basit bir tesadüf değildir. 1980’lerin ikinci yarısına döndüğümüzde; ANAP aynen AKP gibi tek başına iktidarda ve Özal da Erdoğan gibi güçlü bir başbakandı.

5

Anayasası’nda yaptığı değişiklik ile Anayasa Mahkemesi’nin yapısını değiştirerek ve de Danıştay’ın “yerindelik” denetimi yapma yetkisini kaldırarak, yürütme erkinin yaptığı işlemlerin yargı denetimine tabi olmasını zorlaştırmıştır.

Ancak o dönemde ANAP meclisteki muhalefeti by-pass etmek için, Kanun HükOtuz yılda on yedi kere değişmiş 1982 mündeki Kararnameleri kullanmayı adet Anayasası artık yamalı bir bohçaya dönüşhaline getirmiştir. Kanun Hükmündeki müştür ve AKP’nin “mutlak egemenliğinde” Kararnameler 1971 askeri darbesiyle anayasa ciddi fay hatları mevcuttur. Her ne kadar sistemimize girmiştir. Kanun HükmünTürkiye burjuvazisinin istekleri doğrultusunde Kararnameler da değiştirilmiş olsa da; Bonapartist rejimin (KHK), yürütme ihtiyaç duyduğu güçlü bir yürütme için gerekli güvenceyi sağlayamamaktadır. Bonapartist rejimlerin en çok talep ettiği şey; etkili, güç- erkininin büroklü bir yürütme ve onun sağladığı siyasal istikrardır. Bun- ratik ve yasal enAncak yürütmenin yasamadan tamamen gellere takılmadan bağımsız olduğu ve “milli iradeyle seçilmiş” dan dolayı TÜSİAD’ın güçlü tek partili iktidar dönemleriyasal düzenlemeler otoriter bir başkanın hükmettiği siyasal düne övgüler düzmesi boşuna değildir yapmasını sağlayan zende, yani başkanlık ve benzeri sistemlerde, en önemli araçtır. Bonapartist rejimin gerek duyduğu güçlü ve nedenle de bu rejim “cumhurbaşkanının Ancak ANAP döneminde siyasal iktidarın mutlak yürütme erki oluşabilir. halk tarafından seçildiği parlamenter sistem” bu uygulamalarının yargı denetimine takılBu yüzden de AKP, yeni bir anayasa yapaolarak tanımlanır. ması, neoliberal politikaların hayata geçirilmesini kısmen yavaşlatmıştır. Bu durum da rak başkanlık veya yarı başkanlık sistemine Bu teknik bilgiler ışığında 1982 Türkiye burjuvazisinin hiç hoşuna gitmemiş geçmek için ısrarcı olup, tüm olanaklarını Anayasası’na göre Türkiye’de parlamenter kullanacaktır. sistemin uygulandığını rahatça söyleyebiliriz. ve Bonapartist rejimi ciddi bir krize sürüklemiştir. Rüzgârın yönünün her an değiştiği bu Her ne kadar 1982 Anayasası, 1961 coğrafyada, AKP “yeni anayasa” hedefine Bonapartist rejimlerin en çok talep ettiAnayasası’na göre cumhurbaşkanın yetkiulaşabilecek mi bilinmez ama, “yeni anayasa” ği şey; etkili, güçlü bir yürütme ve onun lerini artırsa da parlamenter sistemin temel hedefi gerçekleşirse bizleri neoliberal politiözelliklerine sadık kalmıştır. Ancak 27 Ekim sağladığı siyasal istikrardır. Bundan dolayı TÜSİAD’ın güçlü 2007 tarihinde yapılan anayasa değişikliği tek partili iktidar ile cumhurbaşkanını halkın seçmesi kabul dönemlerine övgü- “Yeni anayasa” hedefi gerçekleşirse bizleri neoliberal poedilmiştir.. ler düzmesi boşuna litikaları daha vahşi uygulayacak; korku, baskı ve deneEğer 2014 yılına (Abdullah Gül’ün görev tim mekanizmalarını daha pervasızca hayata geçirecek; değildir. süresi 2014 yılında dolacaktır.) kadar yeni bu topraklara daha çok kan ve gözyaşı getirecek mutlak Parlamenter bir anayasamız olmaz ise, “milli iradeyle sebir yürütme erki beklemektedir çilmiş cumhurbaşkanımız” olacak ve böylece sistemlerde her ne kadar bir siyasi fiili olarak yarı başkanlık sistemine geçmiş parti meclisteki olacağız. kaları daha vahşi uygulayacak; korku, baskı salt çoğunluğu elde etse de, Bonapartist ve denetim mekanizmalarını daha pervasızca O zaman neden AKP, başkanlık veya yarı rejimin talep ettiği kadar güçlü bir iktidar hayata geçirecek; bu topraklara daha çok kan başkanlık sistemine geçilmesine dair proolması çok zordur. Zira parlamenter sistem- ve gözyaşı getirecek mutlak bir yürütme erki pagandasını yoğunlaştırmıştır? Bu sorunun de yürütme, yasama organının içinden çıkar beklemektedir. cevabı Türkiye’deki Bonapartist rejimin ve onun güvenoyuna ihtiyaç duyar. krizinde saklıdır. Başka bir ifadeyle, AKP’nin yeni bir Bununla beraber, özellikle Türkiye gibi anayasa yapmak istemesindeki asıl amaç, Bundan dolayı da Türkiye için en uygun ülkelerde, meclisteki salt çoğunluğu elde sistemin başkanlık sistemi olduğunu ilk defa etmiş siyasal parti, iktidarını diğer unsurlarla ekonomik krizin bedelini işçi sınıfına ödetecek, Arap Devrimleri’ne emperyalizmin paylaşmak zorunda emirleri doğrultusunda müdahale edecek ve kaldığından; tek parça bu coğrafya yeniden dizayn edilirken finans ve güçlü bir yürütme kapitalin taşeronluğunu yapacak güçlü bir erkini oluşturmakhükümetin önündeki birkaç engeli de ortata ciddi güçlüklerle dan kaldırmaktır. karşılaşır. Bu bağlamda AKP’nin daha önceki uyguAKP iktidarına lamalarına bakarak, yeni anayasanın içine kadar Türkiye’deki insanların kafasını karıştırmak için birkaç durum aynen böytane demokratik maddenin de serpiştirileceleydi. AKP ise askeri ğini kolayca söyleyebiliriz. ve sivil bürokrasiyi Son söz olarak, yeni anayasa karşısında pasifize edip, yargı alınacak tavrın devrimci güçlerin geleceği erkini kontrol altına bakımından belirleyici olacağını söylemek almayı başarmıştır. Özellikle de 12 Eylül şimdiden mümkündür.


6

POLİTİKA

Hrant Dink: Altı Yılın Ardından…

Simge Vurtok, 24 Ocak 2013

Bilirsiniz, “Adalet mülkün temelidir.” derler; mahkeme salonlarında devletin atadığı hâkimlerin, savcıların arkasını kollayan mahkeme duvarında bu yazılıdır büyük harflerle. Herkes basitçe anlasın diye açıklayalım; adalet, devletin garantisidir. Türkiye Devleti bir “hukuk devleti” olarak tanımlanır anayasada. Parlamento mensubu her görüşten politikacının da diline pelesenk olmuş bir tanımlamadır bu. Tüm resmi belgelerde, dosyalarda bir “hukuk devleti” olarak tanımlanan Türkiye Cumhuriyeti’nde bu yazı yazılırken 15 yıldır süren davada üç kere beraati istenen Pınar Selek hakkında, Mısır Çarşısı patlamasının faili olarak ağırlaştırılmış müebbet hapsine karar verildi. İşten atılan işçilerin haklarını, iş cinayetlerine kurban giden işçi ailelerinin haklarını, karakollarda kim vurduya giden göçmenlerin, cezaevlerinde işkenceyle öldürülen tutukluların haklarını koruyan 10 Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi avukattan 9’u tutuklandı. Bir şafak operasyonuyla, helikopterlerle, bürolarının kapıları kırılarak! Yinelemek gerek, burjuva demokrasisi tüm bileşenlerine açık bir oyun sahası olmamıştır hiçbir

zaman, olamaz da. Zira belli bir politik görüşü hedef alan tüm kilit davalarda gizlilik kararı var. Buna 6 yıldır sonuç vermeyen, vermesini de beklemediğimiz, fakat bize her sene yeniden bazı politik tutumları ve süreçleri düşünmeye, rejimin doğasını yeniden hatırlamaya zorlayan bir dava da dâhil: Hrant Dink Davası. Bu yıl 19 Ocak’ta, yine vurulduğu yer olan Agos Gazetesi’nin önünde toplanan kalabalığın temel talepleri “adaletin” artık tecelli etmesi, gerçek katillerin bulunması ve yargılanmasıydı. 6 yıldır medyaya, kurum, kişi ve kuruluşlara ulaşan bilgilerin bize apaçık MİT’i, Trabzon Emniyet Müdürlüğü’nü, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nü, İstanbul Valiliği’ni, Jandarma’yı işaret etmesine rağmen dava sürecinde tam bir sessizlik hâkim dersek yalan söylemiş oluruz. Rejim ve onun garantörü AK Parti hükümeti cinayetin sorumluları olarak hedef gösterilen makamlardaki görevlileri bir bir terfi ettirmiştir. Hrant Dink cinayetinin tetikçisi Ogün Samast ile birlikte hatıra fotoğrafı çektiren dönemin Güvenlik Şube Müdürü Yakup Kurtaran 2012’de Malatya

Emniyet Müdür Yardımcılığı’na yükseltilmiştir. Yine dönemin Trabzon Emniyet Müdürü Ramazan Akyürek bizzat İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in yaptığı atamayla Emniyet Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanı olmuştur. Dink Cinayeti sırasında görev yapan ve sorumlular listesinde bulunan dönemin İstanbul İl Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, Hrant Dink cinayeti üzerine, “Herhangi bir siyasi boyutu ve örgüt bağlantısı yok. Zanlı, milliyetçi duygularla cinayeti işlemiş” açıklamasını yapmış ve 2009’da Osmaniye Valiliğine yükseltilmiştir. Dönemin İstanbul Valisi Muammer Güler de bu satırların yazıldığı sırada kabine değişikliği planı kapsamında yeni İçişleri Bakanı olmuştur. Hrant Dink davası ışığında adaletin neyi ve kimleri korumakla yükümlü olduğunu yukarıda kısaltılmış terfi listesinden anlayabiliriz. 19 Ocak 2013’te yeniden yargıya, hükümete seslenen, bizim de içinde bulunduğumuz kalabalığın elindeki dövizlerde şöyle yazıyordu: “Geleneği Terket, Katilleri Teslim Et!” . Tam da o geleneğin içinden doğan bir partiden, hele ki son seçimlerdeki başarılarından sonra aynı

geleneğin bizzat yürütücüsü olan, muhafazakâr-milliyetçi uygulamaların başat aktörlerinden olan bir partiden bizim anladığımız anlamıyla demokrasi talep etmek safdillilik olur. Nefret cinayetlerini “vatandaşların milli hassasiyetleri” olarak açıklayan, Newroz’un kutlanmasına dahi tahammülü olmayan, KCK operasyonlarıyla Kürt siyasilerinin büyük bir kısmını hapseden bir hükümetin elinden adalet ve demokrasi beklemek nafile; nedenleri yukarıdadır. Son olarak tekrar adalet ve mülk ikiliğine geri dönersek, şunu da eklemek gerekir: Rejimin, devletin, polisin, yargının ve bu rejimin bir parçası olan diğer tüm kurumların bir sınıfı vardır, bizim adaletimizin onların adaletine benzememesinin nedeni de budur. Adalet, yöneten sınıfın yegâne silahlarındandır. AK Parti hükümeti bu silahı “yanlış ellerden” kurtarmak bir yana, şarjörünü daha da çok mermiyle yüklemiştir. Namlusunda hiç olmadığı kadar çok sendikal faaliyet yürütenlerin, onları devletin yargılarına karşı koruyanların, Samatya’da dövülerek öldürülen Ermenilerin, göçmenlerin ve daha nicelerinin olmasından mütevellit, temel vurgumuz “Hepimiz Hrant’ız”.

Patriot’lara neden karşıyız?

İC - Haber, 4 Şubat 2013

Türkiye’ye ait jetin düşürülmesi ve Suriye’ye dönük bir askeri müdahale yetkisi veren savaş tezkeresinin Meclis’ten geçmesinin ardından, Türkiye’nin Suriye’ye sınırı olan illere Patriot füzeleri de yerleştirildi. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, füzelerin ısrarla İran ile hiçbir ilişkisi olmadığını belirtirken, amaç olarak Suriye’deki “karışıklığa karşı ülkeyi savunmak” gerekçesini belirtiyor. Hükümet her ne kadar Suriye’ye yönelik müdahaleci tavrını artırmaya çalışsa da, attığı her hamlenin bu politikadaki açmazını gizleme çabası olduğu ortada. Türkiye’de Suriye devrimine yönelik politikalar hakkında neredeyse yalnızca iki farklı ses duyulur hale geldi. İlki, AKP hükümeti ve

medyanın başını çektiği savaş çığırtkanlığı; diğeri hangi koşullarla geleceği muğlak bir “savaşa hayır!” söylemi. AKP hükümetinin Esad rejimine verdiği desteği geri çekmesinin ardından Suriye’de kendi güdümünde etkin bir muhalefet kuramaması, bunu izleyen süreçte ise Suriye Kürdistan’ında Kürt halkının bölge yönetimini ele geçirmeye başlaması, yukarıda bahsedilen açmazı şekillendiren gelişmeler oldu. 4 Ekim 2012’de tezkerinin meclisten geçmesi ile ise hükümet bir kez daha tavrını emperyalist müdahalelerden yana koydu. Patriot füzeleri de eğer tabir-i caiz ise bu tavrı belli eden bir şov niteliğinde. Fakat emperyalizmin Suriye’ye

dönük bir askeri müdahaleye şimdilik yanaşmadığı bir ortamda, Türkiye’nin tek başına Suriye’ye savaş açması, imkan dahilinde görünmüyor. Elbette bu durum, Suriye’ye dönük bir dış müdahalenin hiçbir biçimde gündemde olmadığı anlamına gelmiyor. Emperyalizmin çıkarları için başka yolun görülmediği durumda, bu seçenek ön plana çıkabilir.

şeyden önce Esad rejimine karşı mücadele eden Suriye halkına zarar verecek, Esad’a meşruiyet kazandıracaktır.

Bu yüzden Patriotlara karşı çıkmanın tek başına bir kazanım sağlamayacağını düşünüyor ve Türkiye’nin derhal NATO’dan ayrılmasını talep ediyoruz. Suriye’deki nihai çözüm ise, Esad rejimine karşı Suriye halkı ile Biz İşçi Cephesi olarak, her dudayanışmadan, Suriye halkı ile rumda, “Suriye’nin Dostları” adı dayanışmanın yolu da onların Esad altında biraraya gelen ABD, Türki- rejimi karşısındaki kahramanca ye, İngiltere, Fransa gibi devletlerin mücadelelerini desteklemekten de, Esad rejimini destekleyen Rus- geçiyor. ya, Çin, İran’ın da Suriye’ye dönük Esad def ol! müdahalelerinin karşısındayız. Emperyalizmin ve Türkiye’nin Esad rejimine dönük gerçekSuriye’ye askeri müdahalesine leştirilecek bir dış müdahale, her hayır!


KADIN

7

Kürtaj yasasıyla pekişen fiili yasak

Doğa Çetin, 27 Ocak 2013

Kadının kürtaj hakkını elinden alan, kendi bedeni ve yaşamı üzerindeki söz hakkını hiçe sayan Üreme Sağlığı Yasa Tasarısı Bakanlar Kurulu’nda imzaya sunuldu. Hükümetin yürüttüğü nüfus politikalarının parçası olan bu tasarı, kadını doğurganlığı üzerinden eve hapsederek aile içindeki eşitsiz konumunu perçinliyor ve bu yolla kadını ucuz, güvencesiz işgücü olarak işgücü piyasasında bir baskı unsuru olarak kullanmayı hedefliyor. Tasarı getirdiği kısıtlamalarla kadınları doğurmak zorunda bırakıyor. Kadınlar doğuracak ki nüfus artacak, nüfus artışıyla gelen işsizlik oranındaki artış ise esnek, güvencesiz ve ucuz işgücünü artıracak, böylece patronlar daha da zenginleşecek. Neoliberal politikaların daimi uygulayıcısı olan hükümet, kadının kendi bedeni ve yaşamı üzerindeki hakkını hiçe sayarak doğurganlığını kontrol altına almak ve çıkarları doğrultusunda kullanmak için elinden geleni yapıyor. Üreme Sağlığı Yasa Tasarısı da bunun bir ayağı.

yasak. Peki fiilen yasak ne demek? Kadınların kürtaj için hastaneye gittiklerinde karşılaştıkları engeller fiili kürtaj yasağına işaret ediyor. Sağlıklı koşullar altında kürtaj operasyonu yapan hastane sayısının azlığı, kadının kendi kararını esas almayan uygulamalar olarak evlilik cüzdanı ve koca izni aranması, doktorlar tarafından kadınlara yapılan hakaretler ve psikolojik şiddet, hastanelerin keyfi sebeplerle kürtaj yapmamaları, yapanların ise birkaç hafta sonrasına randevu vermesi.. Kürtajın zamana karşı yarışılan bir durum olmasına rağmen kadınlar sistem tarafından sürekli oyalanıyor ve haftalar geçtikçe yasal sınırı aşmak zorunda kalabiliyor. Yasal sınırı aşan kadınlar ise kendi imkanlarıyla bebeği düşürürse 2 yıl hapis cezası alıyor. Diyelim ki, kürtaj yaptırabileceğiniz bir hastane buldunuz. Kürtaj olmaya dakikalar kala bile size yapılacak operasyondan bihaber bırakılıyor, hatta doktorun ya da hemşirenin hakaretlerine maruz kalıyorsunuz. Narkozsuz, bilgilendirmesiz, psikolojik şiddet uygulanarak 5-10 dakiYasal süre 10 hafta ama... ka içinde yapılan kürtajlar... Tüm Tasarıda isteğe bağlı kürtaj için 10 bunlar ne yazık ki, yasa tasarısının haftalık süre korunurken, bunun hayatımıza girişiyle tanıştığımız tam teşekküllü devlet hastanelerinde durumlar değil, yıllardır süregiden yapılması şartı geliyor. Yani kürtaj erkek egemen sistemin kadın bedeni yasaklanmıyor, yasal ama fiilen üzerindeki tahakkümün sonuçları.

Özetle, isteğe bağlı kürtajın 10 haftalık sürede korunması halihazırdaki duruma yapılan bir makyajdır. Biz kadınlar ücretsiz, sağlıklı, erişilebilir ve güvenli koşullar altında kürtaj hakkımıza ulaşmak istiyoruz ve jinekolojik şiddete hayır diyoruz.

İkna odaları gibi uygulamalarla kadına psikolojik şiddet

Tasarıdaki diğer bir madde ise şu şekilde: “Kürtaj için başvuran kadına, kürtajın riskleri anlatılırken, tekrar düşünmesini sağlamak üzere ceninin kalp atışının dinletilmesi Hekime ret hakkı, peki ya kuralı getirilecek.’’ Kürtaj kararını kadınların kürtaj hakkını garanti bakkaldan ekmek alırmışcasına altına alan düzenlemeler? vermeyen kadın için bu kalp atışıTasarıda geçen “Kürtaja karşı olan nı dinletme kuralı tam bir işkence hekim ‘ret’ hakkına sahip olacak ve yöntemi. İkna odaları adı altında hastasını başka meslektaşına yönlen- kadına yapılan bu zulmün hiçbir mantıklı gerekçesi olamaz. Kürtadirecek.” maddesiyle bu fiili yasak kuvvetleniyor. Ne yasa ne hükümet, jı cinayet olarak gören zihniyetin doktora verdikleri bu hakkın ardın- bulacağı yöntemin başka ne olması dan kadının mağdur olmasını engel- beklenebilirdi ki! Kadınların sadece leyecek bir önlem alıyor. Reddetme kadın olmalarından kaynaklanan doğurganlıklarını denetlemek için hakkını kullanan doktorun kadını cenini insan sayan ve kürtajı insan başka bir doktora ya da hastaneye yönlendirip yönlendirmediğini kim öldürmeyle aynı kefeye koyan zihniyetin ürünü bu. Kürtaj talebiyle denetleyecek? Zamanın en önemli faktör olduğu kürtaj işleminde kadı- sağlık kurumlarına başvuran kadınların maruz kaldığı “bilgilendirme nın kürtaj hakkını kim koruyacak? ve düşünme süresi” adı altındaki her Zaten hükümetin derdi kadının türlü ‘’ikna odası’’ benzeri uygulakürtaj hakkını korumak olmadıma, hele de ceninin kap atışlarının ğı için tasarı, doğabilecek bu hak dinletilmesi gibi psikolojik baskılar gasplarına karşı önlemler almıyor. yasaklanmalıdır! Doktorlara kürtaj yapmama hakkı tanıyan yasal düzenlemelerin yerine Biz kadınlar kendi bedenimiz ve kadınların kürtaj hakkını garanti al- yaşamımız üzerindeki söz hakkımıtına alan düzenlemeler yapılmalıdır! zın parçası olan kürtaj hakkımızı hükümetin keyfiyetine bırakmamak için mücadelemize devam edeceğiz.

Adını “Enerji Hanım” Koydum: Tasarrufun Yolu!

Canan Yılmaz, 27 Ocak 2013

Emine Erdoğan, Enerji Bakanı Taner Yıldız ve Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin enerji tasarrufunu artırmak için yeni bir proje başlatıp, adını da Enerji Hanım koymuşlar. Bu proje Emine ‘Hanım’ın, ‘hayatında hiç elektrik düğmesine basmayan insanlar var, bu eşitsizlikle en önemli mücadele yolu tasarruftur’ (!) şiarıyla atıldığı bir proje.

vüze uğrağında niçin gece o saatte dolaştığı için sorumlular. Kocası tarafından katledilmeden önce ‘nasıl da başka şehre kaçmamış’ veya ‘kocasını bu kadar kızdıracak ne yapmış’ kadınlar... Hatta çoğu zaman yakın çevremizde bile evde kendi işlerini yapmayan bir erkekle karşılaştığımızda, ona ev işlerini öğretmeyen annesinin suçlandığına tanık olmuyor muyuz?

enerji tasarrufunu da kadınların sorumluluğuna bırakıyor, ev işlerini erkeklerin de yapma gerekliliğini ağzına almıyor. Elektrik tasarrufunu yalnızca hanelere yüklüyor ve üstelik bunu ‘ev eşittir kadın’ mantığıyla kadınların üzerine atıyor. Enerji tasarrufuna gelmeden enerji üretimindeki doğa katliamı projelere veyahut enerji sektöründeki iş güvencesizliğine zaten hiç değinmiyor.

Ve şimdi bir kez daha Hükümet, adını Enerji Hanım koyduğu başka bir kadın aracılığıyla tasarruftan Proje için çekilen kamu spotunbahsederken bile cinsiyetçi propada da Enerji Hanım, o bildiğimiz Ev işlerinin de tasarrufun da gandasını geri bırakmıyor ve rahat müsrif ‘kadın’lardan değil! O evde sorumlusu kadınlar! Devlet ‘baba’ya rahat her şeyin sorumlusu kadınkendi işlerini bitirmiş başka kadınlalarmış gibi davranıyor. Halihazırda ra da tasarruf yollarını da öğretmeye göre zaten her şeyin sorumlusu gelmiş bir ‘hanım’. Reklamda, evde kadınlar; şiddete uğradığında dayağa tüm ev işlerini kadınlara yüklemeniçin yıllarca katlandığı için; tecasinde hiçbir eşitsizlik yokmuş gibi

Sizce de bütün ev işlerini yapan, ona rağmen çok elektrik harcamakla itham edilen hanım hanımcık’lar olma zamanı çoktan geçmedi mi veyahut erkeklerin ev içinde sadece televizyon izleyen ve buzdolabı karıştıran asalak konforlarından artık vazgeçmeleri gerekmiyor mu?

Kadınlar için küçük, milli servetimiz için büyük bir adım!

bulaşık makinesini tam doldurmadan çalıştıran annelere, babasının gömleğini ütülerken ütüyü 5 dakika önce fişten çekmeyen kızlara akıl öğretiyor. ‘Madem ki bütün işleri sen yapıyorsun tasarrufu da sen yapmalısın’ diyor. Elektriğin akşam saatlerinden sabaha kadar daha ucuz olduğunu belirtiyor, o halde gece kalkıp temizliğini icra etmeli ve aile ekonomisine can vermelisin. E erkeklere de bir çift sözü var, ama sadece ‘bari buzdolabının kapağını kapa’ ve ‘televizyonu açık unutma’lar...


8

ARKA PLAN

Cinayetler ve “Diyalog Süreci” AKP hükümetinin Kürdistan politikası, tabii bu arada İmralı görüşmeleri, sadece Türkiye devletinin “bekâ” çıkarlarına bağlı değil; bu politikaların ABD emperyalizminin yanı sıra Ortadoğu’da söz sahibi Fransız ve İngiliz emperyalistlerin bölgedeki stratejileriyle fazlaca çelişmemesi gerekiyor; çeliştiği anda da, siyasi güçler haritasında yeni oynamalar oluşuşuyor, her kesim kendi lojistik güçlerini harekete geçiriyor, ya da düşmanının balâlısıyla dostluk kurabiliyor. Bu açıdan, bir PKK önderi ve Kürt ulusal hareketi temsilcisi olan Sakine Cansız’ın katli, sorumluların bölgede etkinlik peşinde olan tüm hükümetler ve örgütlenmelere kadar uzanan bir yelpazede aranması gereğini doğurdu Yusuf Barman, 23 Ocak 2013

Ü

ç Kürt kadın aktivistin, Kürt halkının ulusal kurtuluşunun düşmanlarınca katledildiği Paris cinayeti Fransız polisi tarafından aydınlatılmaya başladı. Umarız bu iğrenç eylemin tüm failleri olduğu kadar nedenleri de gün ışığına çıkarılabilir. “Umarız” diyoruz zira resmi istihbarat servislerinin ve kirli tetikçi örgütlenmelerin sorumlu olduğu bu tip cinayetler genellikle gene aynı servislerin arşivlerinde ve mafyaların belleğinde gizli kalmaya mahkûm edilir. Katilleri ve/veya onların gerçek amaçlarını tespit etmek de çoğunlukla olaydaki mazlum tarafların çabalarına bağlı kalır. Sakine, Fidan ve Leyla’nın katlinin aydınlatılmasında ise Fransa hükümetinin Türkiye’deki hükümet-İmralı görüşmeleriyle ilgili beklentileri büyük önem taşıyor. Türkiye’nin Kürdistan bölgesindeki silahlı çatışmaların durması, gerillanın Irak’ın ve Suriye’nin kuzeyine doğru çekilmesi ve nihayet PKK liderlerinin olasılıkla Avrupa ülkelerine geçmesi, verili konjonktürde Suriye ve Lübnan üzerindeki yeni sömürgeci uygulamalarını güçlendirmek isteyen Fransa’nın Ortadoğu politikalarını ve beklentilerini ne kadar etkileyecektir? Dahası var: çatışmasızlık halinde Türkiye’nin Güneydoğusu’nda yatırımların hızlanması, bölgenin başta Irak olmak üzere diğer Arap ülkelerine yönelik ihracatının ve genişlemesinin güçlenmesi, ulusal motivasyona sahip bir Kürt burjuvazinin bölge düzeyinde söz ve karar sahibi haline gelmeye başlaması, Fransız burjuvazisinin çıkarlarıyla ne denli uyuşacak ya da çelişecektir? Fransa polisinin

Türkiye devletinin “bekâ” çıkarlarına bağlı değil; bu politikaların ABD emperyalizminin yanı sıra Ortadoğu’da söz sahibi Fransız ve İngiliz emperyalistlerin bölgedeki stratejileriyle fazlaca çelişmemesi gerekiyor; çeliştiği anda da, siyasi güçler haritasında yeni oynamalar oluşuyor, her kesim kendi lojistik güçlerini harekete geçiriyor, ya da düşmanının belâlısıyla dostluk kurabiliyor. Bu açıdan, bir PKK önderi ve Kürt ulusal hareketi temsilcisi olan Sakine Cansız’ın katli, sorumluların, bölgede etkinlik peşinde olan tüm hükümetler ve örgütlenmelere kadar uzanan bir yelpazede aranması gereğini doğurdu. Bununla birlikte, cinayetin, politika dışı kişisel bir ruhi dengesizliğin sonucu olması ihtimali dışında, Ankara-İmPKK’nin koşulları bağlamında dile getirilen kitlesel de- ralı görüşmeleriyle mokratik taleplerin hepsini destekliyoruz. Bununla bir- başlatılmak istenen likte, dil ve kimlik sorunlarında “hiç yoktan iyi” adımların pasifikasyon sürecine atılmasının ve idari sistemde ademi merkeziyetçi bazı indirilmek istenen yeniliklerin yapılmasının, Kürt ulusun kendi kaderini ta- bir darbe ya da tarafların beklentilerini yin etme hakkına ilişkin tarihsel demokratik hakkının ta- olumsuzlama mesajı nınması anlamına gelmeyeceğine işaret ediyoruz olduğu çok açık, bu nedenle de devlet ya da örgüt istihbaratParis cinayetlerini aydınlatma düzeyi, bu sorularının bilgisinden kaçmış olması mümkün delara verilecek yanıtların izdüşümü olacak. ğil. Ama hangisinin, bu er veya geç bilinecek. Aslında AKP hükümetinin Kürdistan politiPKK haklı olarak cinayette Türk tarafının kası, tabii bu arada İmralı görüşmeleri, sadece

sorumluluğuna vurgu yapıyor, zira “Diyalog Süreci” esas olarak PKK’nin uzun vadedeki geleceğini belirlemeye yönelik. Pek çok kere önder kadrolarının da vurguladığı gibi, belirli koşulların yerine getirilmesi şartıyla, PKK bu sürecin bir pasifikasyonla sonuçlanmasını istiyor ve bunda samimi. Kürt ulusal varlığının resmen tanınması, buna ilişkin anayasal değişiklikler yapılıp yeni bir yurttaş tanımının getirilmesi, Kürt bölgelerin özerklik olmasa bile yerel yönetimler düzeyinde politik ve sosyal yetkelerle donatılması, Kürtçenin resmi bir statüye kavuşturulması karşılığında, Türkiye’nin mevcut devlet sınırlarını kabul etmeye ve bu sınırlar dışına çekilip silahsızlanmaktan önder kadroların başka ülkelere dağılmasına kadar uzanan bir çerçevede anlaşmaya hazır olduğunu sürekli belirtiyor. Bu noktadaki temel soru, Türk devletinin PKK koşullarını kabul etmesi halinde Kürt ulusal sorununun çözüme kavuşup kavuşmayacağı. Her şeyden önce, herhangi bir örgütün, tabii PKK’nin de, kendi geleceğine ilişkin karar verme hakkının olduğuna saygı duymak gerekiyor. Öte yandan ve daha da önemlisi, Kürt halkının otuz yılı aşkın bir süreden beri Türk hükümetinin kendisi üzerinde uyguladığı amansız asker-polis baskılarından ve savaş halinden yorgun düştüğünü ve bu bağlamda PKK’nin öne sürdüğü koşullar çerçevesinde


ARKA PLAN

9

bölgedeki silahlı çatışmanın durmasını istediğini görüyoruz ve bunu anlıyoruz. Ve elbette PKK’nin koşulları bağlamında dile getirilen kitlesel demokratik taleplerin hepsini destekliyoruz. Bununla birlikte, dil ve kimlik sorunlarında “hiç yoktan iyi” adımların atılmasının ve idari sistemde ademi merkeziyetçi bazı yeniliklerin yapılmasının, Kürt ulusun kendi kaderini tayin etme hakkına ilişkin tarihsel demokratik hakkının tanınması anlamına gelmeyeceğine işaret ediyoruz. Hatta bu adımların atılması durumunda kitle seferberliklerinde doğabilecek bir geri çekilmenin, Kürt emekçi yığınları daha büyük tehlikelerle karşı karşıya bırakabileceğini düşünüyoruz.

meye yöneldiklerinde, sömürgeci devletin “tek reformizm olduğunu ve bu stratejinin kendidevlet, tek bayrak” ilkesine çarpmaktalar ve so- sini kitle eyleminin yerine geçirerek ve kitle nuçta bizzat kendi burjuvazilerinin de sömür- eylemliliğini kendi stratejik uygulamalarını gecilerle işbirliği sayesinde, merkezi Biz PKK’nin çok gecikmiş de olsa gerilla çizgisine son devletin egemenlik verme kararlılığını memnuniyetle karşılıyoruz, ama öte cenderesi altınyandan sosyalizm bayrağına tekrardan sarılıp kitlelerin da ezilmekteler. Adını andığımız devrimci neferi haline gelmesini diliyoruz; yoksa klasik ülkelerde azınlık bir ulusalcı reformist burjuva veya küçük burjuva partiveya sömürge ulus ye dönüşmesini değil burjuvazilerinin ezen ulus burjuvazisiyle işbirliği içinde olması, sadece bu ülkedestekleyecek biçimde örgütleyerek, emekçi lere özgü bir tuhaflık değil, tam tersine sınıflar yığınların iradesini ezdiğini söyleyegeldik. Üstelik bu çizginin Kürt emekçi yığınları Dil, kültür, kimlik ve idari sistem konuların- mücadelesinin doğurduğu bir zorunluluk ve da en ileri gibi gözüken, hatta özerkliğe varan Kürdistan’ın bundan farklı olacağını beklemek enternasyonal planda başta Türk işçi ve emekiçin hiçbir neden yok. Ulusal burjuvaziler bir- çilerden koparıp ulusalcılığın dar kalıplarına yeniliklerin yapıldığı ve diplomatik alanda çok kez ezilen ulusun emekçi yığınlarını kendi mahkûm ettiğini, kendi kaderini tayin etme ideal “barışçıl çözümler” gibi sunulan Bask hakkını olanaklı kılacak yegane iktidar biçimi ülkesi, Katalonya ya da Kuzey İrlanda benzeri kapitalist çıkarları için merkezi devlete karşı olabilecek işçi-emekçi sosyalizminden uzaklaştıracağını vurguladık. Nitekim öyle oldu ve bunu ne yazık ki hep birlikte yaşadık. Ve şimdi, sosyalizm şiarını terk etmiş, Türkiye Cumhuriyeti’nin meşruiyetini kabul etmeye ve silahlı mücadelesine son vermeye hazır bir PKK var karşımızda. Özetle, silahlı reformizm, kadim burjuva reformizmine dönüşmenin eşiğinde. Biz PKK’nin çok gecikmiş de olsa gerilla çizgisine son verme kararlılığını memnuniyetle karşılıyoruz, ama öte yandan sosyalizm bayrağına tekrardan sarılıp kitlelerin devrimci neferi haline gelmesini diliyoruz; yoksa klasik bir ulusalcı reformist burjuva veya küçük burjuva partiye dönüşmesini değil. Öcalan/PKK/BDP’nin açıklamalarını ve taleplerini dikkate aldığımızda, hükümetle olan müzakere sürecinin sonuçları ne olursa olsun, Kürt ulusal sorununun hâlâ çözüm bekleyen tarihsel demokratik bir sorun olarak seferber edebilmişlerdir, ama kitlelerin kendi örneklerde de görüldüğü gibi, kitlelere geçici kalacağı ortada. Kürt ulusunun bağımsızlık da kaderlerini tayin etme noktasında bir kalkışde olsa bir “ferah nefes alma” olanağı tanıyan dahil olmak üzere kendi kaderini tayin hakkı, maya yöneldiklerinde her zaman sömürgeci uygulamalar sonuçta sömürgeci devletlerin ancak burjuva yarı-Bonapartist devletin bekaburjuvaziyle bizzat kendi uluslarına karşı gizli meşruiyetinin tanınması anlamına geldiğinsından çıkarı olmayan kitlelerin temsilcisi bir açık iş ve eylem birliklerine yönelmişlerdir. den, bu “anayasal meşruiyetin” ulusları kendi işçi ve emekçi hükümeti tarafından gerçekliğe Kendi kaderini tayin etme hakkı ya da bağımkaderlerini tayin etme hakkından mahrum kavuşturulabilecektir. Bu ise, Kürt ve Türk işçi sızlık talebi, ezilen ulus burjuvazisi için sadece kıldığını görüyoruz. Bu uluslar toplumsal, ve emekçilerin enternasyonal birliği ve kitlesel bir şantaj öğesidir. Bu açıdan, Türk devletinin ekonomik ve politik yaşamlarının her kritik seferberlikleri sonucunda mümkün olabilir. Kürdistan üzerindeki egemenliğini tanıyacak anında kendi ulusal çerçevelerinde karar verDil, kültür, kimlik konularında atılacak ileve bunu meşrulaşri demokratik adımlar, Kürt bölgelerindeki tıracak herhangi bir yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması gibi Öcalan/PKK/BDP’nin açıklamalarını ve taleplerini dik- anlaşma Kürt uluuygulamalar kuşkusuz öncelikle Kürt mücakate aldığımızda, hükümetle olan müzakere sürecinin sunu kendi kaderini delesinin eseri ve tüm Türkiye ölçeğinde bu sonuçları ne olursa olsun, Kürt ulusal sorununun hâlâ tayin hakkından hakları destekleyen kitlelerin bir kazanımı uzaklaştıracak bir çözüm bekleyen tarihsel demokratik bir sorun olarak olacaktır. Ama, yukarıda verdiğimiz dünya “çözüm” olacaktır. örneklerinde de görüldüğü gibi, bu tip kazakalacağı ortada. Kürt ulusunun bağımsızlık da dahil olnımlar son derece kırılgandır ve her an egemen mak üzere kendi kaderini tayin hakkı, ancak burjuva ya- Pekiyi, bunun alternatifi silahlı ulus iktidarının aşındırma ve eritip yok etme rı-Bonapartist devletin bekasından çıkarı olmayan kit- mücadelenin sürsaldırılarına maruz kalmaktadır. Dolayısıyla bu lelerin temsilcisi bir işçi ve emekçi hükümeti tarafından mesi mi? Kuşkusuz hakların korunabilmesi ve geliştirilmesi ancak gerçekliğe kavuşturulabilecektir. Bu ise, Kürt ve Türk işçi hayır. Biz esasen tüm ulusların kendi kaderini tayin hakkının ve emekçilerin enternasyonal birliği ve kitlesel seferber- daha başından itiba- eksiksiz uygulanabilmesini olanaklı kılacak ren PKK’nin gerilla birleşik emekçi kitle mücadeleleriyle mümkün likleri sonucunda mümkün olabilir çizgisinin silahlı bir olacaktır.


10

ULUSAL SORUN

Samatya’daki ırkçı saldırıların sorumlusu devlettir! Dicle Nadin, 31 Ocak 2013 şiddet vardı; ancak hırsızlığa dair hiçbir ibare yoktu. Hatta oğlunun ilk ifadesi çevreye ve bazı internet sitelerine yaşlı kadının gövdesinde haç şeklinde bir kesik olduğu şeklinde yansıdı. Ancak savcılığın dosya üzerinde gizlilik kararı alması ile oğlu bu ifadesini geri aldı. Normalde savcılığın gizlilik kararı alması bir “suç örgütü”ne karşı yürütülmekte olan bir soruşturma ya da ulusal güvenliği tehdit eden bir tehlike söz konusu olduğunda gerçekleşir. Kriminal bir vaka addedilen bir cinayet dosyasıyla ilgili Saldırılar ilk olarak 28 Kasım’da, bilgilerin basından ve kamuoyun87 yaşındaki Turfanda Aşık’ın evi- dan saklanmasındaki bu çaba bize ne girerken darp edilmesiyle başla- tanıdık geliyor… dı. Kadın bu olay neticesinde bir Üçüncü saldırı 6 Ocak’ta, Aposgözünü kaybetti ve iki hafta yoğun tolik Ermenilerin Noel’i olan Surp bakımda kaldıktan sonra hayata Dzınunt yortusunda, yaşlı bir kadıdönebildi. Saldırganın evden hiçbir nın üç kişi tarafından kendisine para şey almadığı, ortalığı bile karıştır- vereceklerini söyleyerek kaçırılmamadığı ortaya çıktı. İddia edilenin ya çalışılmasıyla gerçekleşti. Bu olaaksine amaç hırsızlık değildi. yı 22 Ocak günü 80 yaşındaki Sulİkinci saldırı bu olaydan tam tan Aykar’ın evine girerken bir kişi bir ay sonra, 28 Aralık’ta yaşandı. tarafından saldırıya uğraması takip Maritsa Küçük 84 yaşında yıllar- etti. Sultan Aykar bu saldırı sonudır Samatya’da yaşayan Ermeni bir cunda bir gözünü kaybetti. İnsan kadındı. Maritsa’nın ölümüyle so- Hakları Derneği’nin (İHD) raponuçlanan bu saldırıda da, hunharca runa göre, aynı gün sosyal paylaşım Samatya’da Kasım ayından beri yalnız yaşayan Ermeni kadınlar ırkçı saldırıların hedefi haline gelmiş durumda. Bu saldırılar ilk başta adi suç vakaları, “münferit” olaylar olarak lanse edilse de, saldırıların sistematikleşmesi, gerçekleştirilme biçimlerinin birbirine çok benzemesi ve işlenen cinayetlerin salt öldürme ya da gasp kastıyla açıklanamayacak bir şiddet içermesi olayların “münferit” olmadığını aksine Ermeni halkına yönelik “nefret saldırıları” olduğunu kanıtlamıştır.

sitesi facebook’ta Sultan Aykar’ın adını taşıyan, “Geberdi” logolu bir sayfa açıldığı ve 177 kişinin sayfaya ‘arkadaş’ olarak kayıt olduğu belirlendi. Ayrıca Sultan Aykar’ın darp edildiği gün Samatya’da bulunan Rum kilisesine yönelik taşlı saldırı gerçekleştiği iddia ediliyor. Son saldırının ise, 23 Ocak’ta yaşandığı biliniyor. Biliniyor diyoruz çünkü saldırıya uğrayan Ermeni kadın şikayette bulunmak istemedi. Kadının Ermeni toplumu ve kendisine ulaşmak isteyen çeşitli kurumlarla ‘kod adı’ ile görüşmeyi kabul etmesi yaşanan sürecin dehşet boyutunu ortaya koymaktadır.

ve Türkiye hükümetlerinin organizasyonu ve tanıtım kampanyasıyla düzenlenen Hocalı mitinginde “Hepiniz Ermenisiniz Hepiniz Piçsiniz” pankartları açıldı. Irkçılığın meydanlara taştığı mitingde Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanı konuşma yaptı. Bu, Ermeni toplumun maruz kaldığı tehdidin devlet destekli olduğunun ilanı anlamına gelmiyor mu?

Bir Samatyalı Ermeni’nin ifadesiyle “Bu ülkede bir kişi, bir Mustafa’yı, Osman’ı, Ahmet’i öldürürse katil olur, cezaevine girer ve orada da katil muamelesi görür. Ama bir kişi Hagop’u, Haçadur’u Açık ki, ırkçı nefret saldırıları öldürürse kahraman olur, cezaevinolan bu olaylarla ilgili herhangi bir de de kahraman muamelesi görür.” zanlı gözaltına alınmamış ve failler Samatya’nın Ermeni halkı bir salortaya çıkarılmamıştır. Öyle ki, bu dırıyla karşı karşıyadır. Bu saldırıtopraklarda 24 Nisan 1915’ten beri ların sorumlusu Hrant’ın, Sevag’ın Ermeni halkına yönelik zulüm sis- katillerini koruyan/kollayan iktidar tematik olarak sürmektedir. 6 yıldır ve onun ırkçı politikalarıdır. aydınlatılmayan Hrant Dink davaIrkçı saiklerle gerçekleşen bu salsı, Malatya Zirve Yayınevi’ndeki katliam, Rahip Santoro cinayeti, er dırıların failleri acilen bulunmalı Sevag Balıkçı’nın ölümünde faille- ve cezalandırılmalıdır! Irkçılığı suç rin bulunamaması/cezalandırılma- sayan yasa derhal çıkarılmalıdır. Bu saldırılar devam ettiği takdirde ması bir tesadüf müdür? sorumlusu hükümet olacaktır! SaDaha Şubat 2012’de Azerbaycan matya halkı yalnız değildir!

Kürt sorununda İmralı süreci Kemal Boran, 30 Ocak 2013 İmralı’da Abdullah Öcalan ile görüşmelere tekrar başlandı. Çatışmaların sona ermesi ve kalıcı bir barışın sağlanması Öcalan ile yapılan görüşmenin seyrine göre yol alacak. Seçim konuşmalarında Öcalan ile yapılan görüşmeleri ısrarla inkâr eden Recep Tayyip Erdoğan konuşmasında aynen şöyle diyordu: “Buradan bir kez daha açıklıyorum ne AK Parti, ne AK Parti iktidarı hiç bir illegal örgütle, hiçbir terör örgütüyle görüşmez, masaya oturmaz, müzakere yapmaz. Bunu böyle biliniz. Bize ‘Terör örgütü ile görüşüyor.’ diyenler namussuzdur, şerefsizdir.” Peki, sonra ne oldu, “Biz terör örgütüyle görüşmeyiz, görüşme yapılmasını sağlarız.”, dedi. Görüşme yapan kim? Devletin bürokratı Hikmet Fidan yani MİT müsteşarı. Kimin emrinde? İktidarın yani Re-

cep Tayyip Erdoğan’ın! Demek ki görüşme yapılıyormuş. Peki, neden inkar ediliyor? Seçim yatırımı milliyetçilerin oylarına göz kırpıyor. İmralı görüşmeleri sürerken Erdoğan BDP’ye saldırılarını gittikçe sertleştiriyor. BDP’yi kast ederek “Silahları aradan çekelim.” diyor. “Sıkılı yumrukları bırakın.” diyor. Bir de bakıyoruz ki, Mardin’in Nusaybin ilçesinde “PKK Mardin bölge sorumlusu” olduğu iddia edilen Mehmet Şirin Cebe güvenlik güçlerince infaz ediliyor. Bir ajanın ihbarı ile gerçekleşen çatışmada mermisi biten Mehmet Şirin Cebe canlı yakalanması mümkünken infaz ediliyor. Kandili F-16 uçakları bombalıyor. PKK buna karşılık verdiğinde ise, Erdoğan veryansın edip PKK’nin silahlarını bırakıp ülke dışına çıkmasını istiyor.

met Türk “Kürtleri bombalıyorsunuz!” diyince Erdoğan; “Biz Kürtleri bombalamıyoruz.” diyor. Peki, PKK’liler Kürt halkının çocukları değil mi? Erdoğan BDP’ye bağırıp çağırıyor, onursuzlukla suçluyor. “İmralı’ya gönderdik.” diyor ve tehdit ediyor. Kafamı kızdırmayın yoksa İmralı’ya gidemezsiniz demeye getiriyor. BDP’nin kışkırtıcılık yaptığını iddia ediyor. Yani insaf denmez de buna ne denir? Her fırsatta Kürtleri tehdit et, iki yüzlülük yap, doğuda Kürt kardeşlerim de, batıya gidince tek dil tek bayrak tek devlet de.

çağırarak Kürtleri hizaya getirmeye kalkışmak kimsenin haddine değil. Adil, eşit, onurlu, gerçek ve kalıcı bir barış olacaksa şartlar eşit olmalı. Devlet askeri-siyasi operasyonları acilen durdurmalı. PKK de ateşkes yaparak buna cevap vermeli. Müzakereler eşit şartlarda olmalı, Kürt siyasi hareketini çözmeye değil sorunu çözmeye odaklı olmalı ve hakkaniyetli olmalı. Ben ne verirsem ona razı ol, sesini de fazla çıkartma tarzında bir görüşme baştan başarısızlığa mahkûmdur. Asıl olan Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkıdır, özgürlüğüdür. Anadilde Sorarız kim kışkırtıyor, kim sabote eğitim, kültürel haklar ve benzeri ediyor? Başbakan Kürtleri kapı kulu talepler yerine getirilmelidir. gibi görüyor “Bak, verirsem ben veKürt sorunu ile ilgili tutumumuz ririm kafamı kızdırmayın.” diyor çok nettir. Kürt halkının kendi kave ihsanda bulunduğunu, lütufkâr derini tayin hakkını savunuyoruz. olduğunu ima ediyor. Kürtler si- Kürtler kendi kaderini tayin edebilPeki ne güvence veriyor? Hiç! Ah- zin kapı kulunuz değil. Bağırıp melidir.


GENÇLİK

11

REDHACK, YÖK ve kirli çamaşırlar Bahadır B., 30 Ocak 2013 REDHACK, 8 Ocak 2013 tarihinde Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) sitesini 2. kez hack’lemiş ve ele geçirdiği üniversitelere ilişkin yolsuzluk belgelerini yayınlamıştı. Eylemin haklı gerekçesi ODTÜ direnişiydi. Meşru zeminini ise, belgelerin içeriği oluşturdu. Öyle ki, bu belgelerde Giresun Üniversitesi’nde bir cihaz için kurulumu yapılmadan 664 bin 34 TL ödendiği, Kalkınma Bakanlığı’nın 83 kalem makine teçhizat alımı için tahsis ettiği 2 milyon 832 bin TL’lik ödenekle sadece 9 kalem makine alındığı; Gazi Üniversitesi’nde Atatürk Orman Çiftliği ile ilgili yolsuzluk; Uludağ Üniversitesi’nin, öğrencilerin ödediği harçların 535 bin TL’lik kısmının vakfa usulsüz aktarımı; Sakarya Üniversitesi’nde 1.6 milyon TL’lik promosyon parasının ortadan kaybolması; Gazi Üniversitesi, Ankara Üniversitesi ve Marmara Üniversitesi’nde yapılan usulsüzlükler; Kastamonu Üniversitesinde sahte akademisyen ve nihayet anlaşmalı olduğu bankalar tarafından rektörlere verilen lüks otomobiller ve daha niceleri var... Kuşkusuz REDHACK’in bu eylemi sonucunda açığa çıkan onca belgede kendini açık eden iki durum var. İlki kendi yandaşlarına iltimas sağlamayı vazife edinmiş, bugünkü iktidarın da temel dayanaklarından olan yandaşçılık; ikincisi ise bu yolsuzlukların üni-

versitelerdeki mevcut neoliberal dönüşümün bir sonucu olduğudur. REDHACK’in açığa çıkardığı bu belgelere şaşırmamız mı gereki-

Bu belgelerin ortaya çıkardığı yolsuzluklara karşı çıkmak gerekiyor gerekmesine ama üniversitelerdeki neoliberal yapısal dönüşüm engellenmediği müddetçe kalıcı bir kazanım elde edinmesi de beklenmemeli. yor? Şirketleşen, kâr amacı güden her kurum ve kuruluşun yolsuzluğa bulaştığı bir gerçektir. Kamusal eğitimin ortadan kalkmasıyla bu yolsuzluklar ve diğer kirli çamaşırların artacağı düpedüz ortadadır. Hatta, yeni YÖK yasa tasarısı geçtiği takdirde bu yolsuzlukların soruşturmaları sonucunda alınan ya da alınabilecek olan cezai yükümlüklerde hukuki olarak geçersiz sayılacaktır. Kısacı bu belgeler üniversitelerdeki neoliberal dönüşümün, şirketleşmiş üniversitelerin ne boyuta vardığını bize göstermektedir.

REDHACK, kuşkusuz büyük bir iş başardı. Bu belgelerle, kamusal eğitim için topyekûn mücadele etmemiz gerektiğinin somut verilerini kamuoyuna sunmuş oldu. Bu iğrençlik karşısında kamuoyunun haklı tepkisine karşı YÖK, pişkince davranmaktan kaçınmadı. YÖK başkanı Çetinsaya’ya göre bu belgeleri yolsuzluk olarak görmemek gerekiyor. Güya soruşturmalar sürecekmiş. Açıklamasındaki tek kararlı vurgu, siber saldırıya karşı önlem almaya çalıştıkları. Dahası, Süleyman Demirel Üniversitesi (SDÜ)’nin rektörünün fütursuz açıklamalarındaki işadamı edası, üniversitede yönetimlerinin hangi sınıfsal perspektiften baktıklarını da ortaya koyuyor. Bu açıklamada aldığı lüks arabalara yönelik eleştirilere cevap eren SDÜ rektörü şöyle diyor: “Birçok üniversitenin rektörü çok daha lüks araçlarla geliyor. İyi de SDÜ rektörü zenci mi yahu?

Bu benim şahsi meselem değil. Benim kullandığım araç orta halli bir işadamının altında bile var.” Zencilere hakaret eden bu rektörü, başbakan Erdoğan’la birlikte Afrika gezisindeki işadamı heyetinde, zenci “kardeş”lerinin yanıbaşında görüyoruz... “Nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan ahmakça.” Bu belgelerin ortaya çıkardığı yolsuzluklara karşı çıkmak gerekiyor gerekmesine ama üniversitelerdeki neoliberal yapısal dönüşüm engellenmediği müddetçe kalıcı bir kazanım elde edinmesi de beklenmemeli. Yegâne çözüm üniversitelerdeki bu dönüşümün kamusal üniversite lehine ortadan kaldırılmasıyla olacaktır. Bu belgelerde açıkça yolsuzluğa bulaştığı tespit edilen herkes derhal yargı önüne çıkarılsın!

Harçlar gitti, öğrenim ücreti ve katkı payı geldi Volkan T., 1 Şubat 2013 AKP harçları kaldırdığıyla gururlanadursun, YÖK Yasa Tasarısı öğrenim ücreti ve katkı payı adı altında harçları geri getiriyor. Kamusal eğitimin, barınma ve ulaşım gibi hizmetlerin ücretsiz olarak sağlanması dışındaki şartlarından birini de parasız eğitim oluşturuyor. AKP’nin ‘’hizmet’’ olarak öne çıkardığı “harçların kaldırılması” ise ikinci öğretimler için zaten geçerli olmayan süreli bir seçim yatırımdan öteye gidemiyor. Seçimlerden sonra yeni bir tartışmanın arasında harçların farklı bir

şekilde geri gelmesi ise muhtemel. Zira Yeni YÖK Tasarısı harçların da ötesinde “öğrenim katkı payı” ve “öğrenim ücreti” getiriyor.

delerinde de (39. Madde 6. ve 7. fıkra, 2. Madde 1. Fıkra Y bendi) öğrenim ücreti ifadesi geçiyor. Kısacası, harçlar gitmiş öğrenim ücYÖK Yasa Tasarısı’nın 72. retleri, katkı payları gelmiş. maddesi’nin 2. fıkrası “yükseköğreHarçların veya yeni isimleriytim kurumlarının cari giderlerinin le “öğrenim ücreti, katkı payı finansmanına, devlet ve öğrenci vb.’’lerinin kaldırılmasını gerçekten tarafından katkı yapılır” dedikten arzulayan bir iktidarın böyle bir sonra öğrenci katkı payı ve öğ- yasa taslağını meclisten geçirmerenim ücretinden bahsediyor. 3. si herhalde beklenemez değil mi? fıkra da ise bu ücretlerin Maliye Oysa ki AKP etiketli bir taslaktan Bakanlığı’nın önerisiyle Bakanlar söz ediyoruz. Bizleri afilli birer Kurulu’nca karara bağlanacağı ifa- müşteriye dönüştürecek öğrenim desi yer alıyor. Yasanın diğer mad- ücretlerini; özel üniversitelerin açıl-

masına izin verilmesi, patronların üniversite yönetimlerine getirilmesi vb. içeriklerle bir arada düşündüğümüzde yasanın amacı açıkça ortaya çıkıyor: Özgür üniversitenin üzerine son toprağı da atmak. YÖK Yasa Taslağı’nı bir daha geri gelemeyecek şekilde gündemden düşürmek acil bir görev olarak önümüzde duruyor. Üniversitelerin ticarethaneye dönüştürülmesine karşı örgütlenerek ortak talepler altında mücadele etmek bu görevin gerçekleştirilmesinin ilk aşaması.


12

İŞ YERLERİNDEN

Büro

Bir iş görüşmesi… Merhabalar sevgili okurlar,

Ben de bu ay sizlerle bir iş görüşmemi paylaşmak istedim. “Türkiye’nin en iyi üniversiteleri” listesindeki bir üniversiteden mezun oldum. Çoğunuzun gözünde bu diploma bir “altın bileziktir” herhalde. Ben de geçtiğimiz Eylül ayından bu yana altın bileziğimi bir yerlerde bozdurabilmek için iş görüşmelerine gidip duruyorum; her seferinde işsizliğimi bir kez daha pekiştiriyorum. Türkiye’nin en çok kâr eden istikrarlı markalarındandır belki de! Bu firmanın insan kaynakları müdürüyle görüşmeye gittim ben de. Bana, “Evet ne istiyorsun, neler bekliyorsun hayattan?” dedi. Çalışmak için yaşamak değil de yaşamak için çalışmak istiyorum diyemedim tabii, bir an sustum. Karşımdaki müdür de bu boşluğu ne istediğimi bilmediğime yorarak konuşmaya başladı. Önce, “Hayatta en önemli şey ne istediğini bilmektir ve karar verdiğin yolda sabırla ilerlemektir.”, dedi. Ve bu işte örnek biri olarak gördüğü kendisini anlatmaya başladı. Nice zorluklarla ha o holding ha bu sektör diye diye sertifika kurslarına gide gele yıllar sonra ulaştığı bu koltuktan memnun olduğunu söylüyordu.

yapmıyorum, dünya çapındaki ekonomik krizden firmasının nasıl etkilendiğini anlatıyordu bana. Avrupa ülkelerinde işten çıkarmalar çoktan başlamıştı. Bu müdüre ilginç geliyormuş hatta; kişi başına düşen geliri soruyormuş, bizimkinden kat kat ilerde, enflasyonu soruyormuş, gayet dengeli ama bakıyormuş ki, oradaki patronlar panik halinde. Kâr oranlarını soruyormuş inanılmaz düşüşler yokmuş, o zaman merak ediyormuş neden bu kadar kıyamet koptuğunu. Çünkü bizim ülkede bu refah seviyesi bile tutturulamamış durumda olmasına rağmen Avrupa’daki kadar işten çıkarma dalgası yaşanmıyormuş. Meğersem kâr oranlarındaki ufacık düşüşler bile, zarar etmekten bahsetmiyorum, şirketlerin küçülmesi gerektiğine dair en önemli sinyalmiş. Bu yüzdenmiş bunca insanın işten çıkartılma nedeni.

Değmeyin keyfimize. İnsan kaynakları departmanında çalışıyorum, 7/24 koşturuyorum ama evimi geçindiremiyorum desem kim inanır değil mi? İnanın canlar! Sevgili tekstil işçileri, görüyorum bu gazetede en çok siz yazıyorsunuz. Ücretsiz mesaileriniz, içeride kalan paralarınız, izin haklarınızın gasbı, zar zor denk getirdiğiniz haftalıklarınız... Yukarıda anlattıklarıma bir bakın ve o zengin aynalı plazalarda çalışanların halini, sorunlarımızın ne kadar ortak hatta giderek de ne kadar çok ortaklaştığını fark edin.

Tekstil Patrona kanma, hakkından olma! Merhaba İşçi Cephesi okurları! 47. sayıda, “maaşa zam yok, indirim var” demiş ve eklemiş, “patron sigortaları geçici olarak iptal etmek istiyor” demiştim. Nihayet patron bizleri topladı ve başladı konuşmaya: “Biz bir aileyiz, aynı gemideyiz. Ben batarsam siz de işinizden olursunuz.” Devletin ona verdiği bir hakmış, bizi 3 ay sigortasız çalıştırma hakkına sahipmiş. Nedense bu patron takımı kendisini çok akıllı, işçiyi de avanak zannediyor. Tabii söyledikleri doğru değil. İşçiyi 3 ay sigortasız çalıştırma hakkı diye bir şey söz konusu bile olamaz. Çünkü böyle bir kanun, böyle bir yasa yok.

MEKTUPLARINIZI

Sevgili büro çalışanları, eminim sizde de böyle onlarca iş görüşmesi hikayesi vardır. Eminim artık siz de kariyer basamaklarını adım adım çıkmanın bizi bir yere götürmediğini görüyorsunuzdur. Analarımızın babalarımızın zamanına dair dinlediğimiz o Tabii toplantı bitti, biz ara“mis gibi maaş”, temiz güvencemızda konuştuk, her kafadan bir li işin giderek nasıl uzaklaştığını ses çıkıyor. Bazı arkadaşlar kabul yaşayarak görüyorsunuzdur. etmeye meyilli gibiydi. Ben asla Hepimizin arzuladığı, mesaile- kabul etmem dedim ve ekledim: rimizin ödenmesi, sigortamızın “İsteyen kabul etsin ama böyle aldığımız maaş üzerinden yatırıl- bir hakkı yok. Çok kazandığında ması, atölye ve ofislerde sabahla- bizimle mi paylaşıyor ki kazanmamak, insanlıktan çıkmadan, madığında cezasını biz çekeceyaşamak için çalışmak ve tabii ğiz?”. bunlardan en zor gözükeni işten Aradan birkaç hafta geçti, öğatılma korkusu olmadan çalışrendim ki bazı arkadaşlar sigormak değilse nedir? tadan çıkmayı kabul etmiş. Pat“Bu metroda herkes birbirinin ron bir taktik uygulamış, kabul yüzüne bakacak” demişti bir ar- etme ihtimali olanları teker teker kadaşım başka bir mesele için, yazıhaneye almış ve “Bizim için doğru da demişti. Hepimiz bir- sen bir işçi değilsin, seni çok sebirimizin yüzüne muhtacız; di- verim senelerdir buradasın. Biğer bir deyişle sürüden ayrılanı zim batmamıza gönlün razı gelir kurtlar kapıyor sevgili okurlar. mi?” diye başlamış muhabbete İC Okuru bir işsiz işçi, ve bazılarında başarılı olmuş sa30 Ocak 2013 nırım. 7-8 kişi sigortadan çıkmayı kabul etmiş. Patron bu, ağzından girer burnundan çıkar ve ikna eder. Böyle işçileri patronlar çok sever ama çok kazandıklarında emin olun bu fedakar kardeşlerimizi hatırlamayacaklar bile. O yüzden derim ki: SAKIN UNUTMAYIN, PATRON SİZDEN ZENGİN!

ISCICEPHESI@

İC Okuru bir tekstil işçisi, 30 Ocak 2013

Sonra Türkiye’ye geliyoruz; burada durum o kadar vahim olmasa da bizzat kendisi geçen seneden beri tüm işe alımları durdurmuş. Bu bir şirket stratejisiymiş artık. Bu durumda müdürün bana yapabileceği “en büyük kıyak” şuymuş, bir dizi mülakattan iftiharla çıkabilirsem şayet: tam zamanlı staj ve asgari maaş. Ama durun, iş öğreneceksiniz deneyim kazanacaksınız ve deliler gibi koşturup çalışmaktan yorgun bitap düşerek yapacaksınız bunları. Ekliyor müdür, “Zaten kadromuza çalışan alacağımız zaman bu stajyerlerden seçiyoruz Sonra devam etti, firmasının ilk olarak ama, tabii kadro ne uluslararası konumundan, içinzaman açılır bilemeyiz.” Kadde bulunduğu mevcut durumroya geçince de 1000 TL maaş. dan bahsetmeye başladı. Şaka

BEKLİYORUZ GMAIL.COM


EMEK GÜNCESİ

13

Sanayi daralıyor, fabrikalar hareketleniyor Murat Yakın, 6 Şubat 2013 AKP hükümetinin büyüme balonu patlıyor. En azından geride kalan aylar boyunca açıklanan ekonomik veriler bunu kuşkuya yer bırakmayacak bir biçimde ortaya koymakta. AKP hükümetinin halk düşmanı politikalarının temel dayanağı olan ve 2010 ve 2011 yıllarında övgüyle gözümüze soktuğu yüzde 9’luk büyüme oranları buharlaşmaya yüz tutmuş durumda. Hükümetin 2012 yılı için yüzde 4 olarak öngördüğü büyüme rakamları resmi ağızdan %2,5 olarak açıklandı. Üstelik bu rakamlarda kamuoyunu aldatmaya dönük ufak bir numara da var. Zira hükümetin ambargo altındaki İran’dan aldığı doğalgazın ödemesinde kullandığı altın ihracı çıkartıldığında gerçek büyüme oranlarının yüzde 1’lere inerek, adeta kafa üstü çakıldığı söylenebilir. Dahası yüksek büyüme oranları söz konusu iken bile kazançları sosyal yatırımlar ve ücretler için harcamaya yanaşmayan hükümetin, daralma koşullarında faturayı çalışan yığınlara kesmek için kolları sıvayacağından kuşku duyulmamalı. Türkiye kapitalizminin rekabet halinde olduğu ve esas olarak emek yoğun sektörlerin ağırlıkta olduğu ülkelerle rekabet üstünlüğü yaka-

İC - Haber, 1 Şubat 2013

lanabilmesinin sermaye açısından yegâne yolu, teknolojik yatırımlardan ziyade, işçi ücretlerinin baskılanması ve çalışma hayatının esnekleştirilip güvencesizleştirilmesinden geçiyor. Çalışma hayatını adeta bir terör düzenine mahkûm eden bu neoliberal politikalar silsilesinin ülkeyi yerli ve yabancı sermaye açısından ise bir tür cennete çevireceği umuluyor. Buna karşın dünya ekonomik krizinin etkilerinin iyice hissedilmeye başladığı, 2013 Türkiye’sinin manzarası hiç de iç açıcı değil. Üretim hattı tümüyle ithalata bağımlı, cari açık tehtidinin önü alınamıyor, büyümenin motor gücü ilan edilen imalat, metal ve inşaat sektörleri açıkça daralma sinyalleri veriyor, giderek safları kalabalıklaşan işçi sınıfı ise 4 milyonluk bir işsizler ordusunun basıncı altında sendikasızlık, sigortasızlık, güvencesizlik ve açlık sınırındaki ücretlerin kuşatmasında. Nitekim 2013 yılının ilk ayları endüstrinin can damarı olan metal sektöründe bir dizi hareketliliği beraberinde getirdi. Önce Arçelik’in Gebze Çayırova tesislerinde 150 ve Eskişehir tesislerinde 240 işçi işten çıkartıldı. Hareketlilik metal sektöründe toplu sözleşme süreci

ve sınıf mücadeleci sendikal bir hat arayışı temelinde Gebze’deki Bosch ve Renault fabrikalarına sıçradı. Bu gelişmelerin ardından Genel Maden-İş’in çağrısıyla 27 Ocakta Zonguldak’ta düzenlenen taşerona ve güvencesiz çalışmaya karşı “Emeğe Saygı” mitinginde maden ve metal sektöründen binlerce işçinin buluşmuş olması küçük ve fakat son derece anlamlı bir adım. Ağır sanayide seferberlik süreci ve dersler Metal sektöründeki dalgalanma henüz daha ileri bir örgütlülük düzeyine sıçratılabilmiş değil. Ancak şimdiden işçi sınıfı hareketi açısından önemli deneyimler sağladı. Bunları şöyle sıralamak mümkün: 1. Ücret ve çalışma koşullarından bunalan işçiler için “sendikal demokrasi” arayışı merkezi gündem haline gelmiş durumda. Bosch ve Renault fabrikalarında mücadele bu temelde geliştirilmekte ve işçiler bu zorlu süreç boyunca yalnızca patronlarla değil aynı zamanda Türk Metal Sendikası’nda kristalize olan işbirlikçi sendikal bürokrasiyle de yüzleşmek durumunda kalıyorlar. Öte yandan mücadeleci bir sendikal arayışın, bölgedeki diğer ağır sanayi fabrikalarında da benzer bir örgütlenme çalışması yürütmeksi-

zin ve işçiler arası koordinasyon ve dayanışma olmaksızın hayata geçirilemeyeceği işçilerce anlaşılmış durumda. 2. Toplu sözleşme süreci öncesinde ücretlerin düşürülmesi ve eski işçilerin işten atılarak yerlerine genç işçilerin tercih edilmesi oyunu ters tepmişe benziyor. Zira bu kez yükselen mücadelelerin başını bu genç kuşak işçiler çekiyor. Çok sayıda grev ve yüksek oranlı sözleşme görmüş eski işçilere oranla, çok düşük ücret alan genç işçiler, düşük zam içeren sözleşmelere verilen tepkilerde de sendika değiştirme çalışmasında da en ön saflarda yer aldılar. 3. Hatırlayalım, 1998 yılında da fabrikalarından sokağa taşan metal işçileri, öfke ve patlamayla Türk Metal’den istifa etmiş daha sonra sendikal bürokrasinin marifetleri ve patronların baskısıyla Türk Metal’e geri dönmek zorunda kalmıştı. Gebze bölgesindeki süreç ise bu kez derinden, disiplinli ve ısrarcı bir çalışmayla örüldü. Fabrikalarda bugün en merak edilen sorular, “Sözleşmede karar işçilerin mi olacak? Temsilciyi işçiler mi seçecek?” dersek yanılmayız.

Şişecam direnişi sona erdi

Topkapı Şişecam fabrikasının Eskişehir’e taşınma kararıyla 420 işçi işten çıkarılmıştı ve bununla beraber Kristal-İş sendikasına bağlı Şişecam işçileri, 28 Aralık tarihinde fabrikayı işgal etmiş ve direnişi başlatmışlardı. Bu işçiler işten atıldıklarını evlerine gönderilen postadan öğrenmiş, yeni yıla işsiz girmişler ve direnişlerini tüm zorluklara rağmen kararlılıkla sürdürmüş, aileleri ile birlikte direniş çadırını terk etmemişlerdi. Diğer bir tarafta ise, kâr oranlarını katlayarak büyütmeyi amaçlayan Şişecam yönetimi hileli bir biçimde fabrikayı kapanmış olarak gösterip, Eskişehir’de daha büyük ve kapasiteli yeni bir fabrika açma planlarını kuruyordu. Böylece kurulacak

yeni fabrikada daha düşük ücretli, güvencesiz ve sendikasız işçiler çalışabilecekti. Fakat patronların hesabı ile gerçeklik birbirini tutmadı ve işçiler “Şişecam Topluluğu’nun diğer cam fabrikalarına yatay geçiş hakkı” taleplerini yükseltmeye devam ettiler, 5 Ocak’ta polisin ve çevik kuvvetin müdahalesine karşı direndiler, ve mücadelelerini yaptıkları eylemlerle duyurmaya devam ettiler. Direniş sona ermiş durumda. 14. gününün ardından 9 Ocak tarihinde Kristal-İş ve fabrika yönetimi arasında yapılan görüşme ile işçiler direnişi sonlandırdılar. İşçilerin kararlı direnişi sonucunda Şişecam yönetimi işçilerin taleplerini kabul etmek zorunda kaldı. Başka iller-

de çalışmayı kabul eden 290 işçinin yatay nakilleri yapılacak ve 15 Ocak tarihinde işbaşı yapacaklar, diğer işçilerin ise nakillerinin nereye yapılacağı noter huzurunda yapılacak kura çekimi sonucu belli olacak. Yapılan anlaşma sonucunda işçilerin mevcut sosyal hakları ve çalışma koşulları korunarak tayin edileceği belirtiliyor. Şişecam direnişi her ne kadar bize umut verici bir manzara çizse dahi, kazanımların kısmi olduğunu vurgulamak gerekiyor. 290 işçi diğer fabrikalara taşınsa bile, bu fabrikalarda ortalama saat ücreti farklılık gösteriyor; bu aynı zamanda bazı işçiler için daha düşük ücretlerle çalışmak anlamına gelebilir. O nedenle Şişecam örneğinde mü-

cadelenin muradına erdiğini öne sürmek zor, mücadele devam ediyor, ve her mücadelenin kaderinde olduğu gibi, yalnız, lokal olarak tamamlanamıyor. Tam da burada, bu direnişlerin deneyimlerini aktarmak, onların güncelliğini belirtmek ve mücadeleyi genelleştirme görevi daha yakıcı hale geliyor. Mücadeleler, direnişler ve eylemlilikler ancak birleştirilerek başarıya ulaşabilir; sermayenin topyekün saldırıları, ancak topyekün bir mücadele ile karşılık bulabilir. İşçi sınıfına yönelik saldırıların giderek arttığı bu ortamda direnişlerden dersler çıkararak ve kazanımlarından faydalanarak ortak bir savunma hattının örülmesi artık bir zorunluluk hale geliyor.


14

ULUSLARARASI

Fransız emperyalizmi Mali’den defol! İşçilerin Uluslararası Birliği-Dördüncü Enternasyonal (UIT-CI), 24 Ocak 2013

Fransa’nın Hollande yönetimindeki “sosyalist hükümeti”, “terörist gruplara” karşı “insan haklarının savunusu” adına, Ocak ayının ilk günlerinden itibaren Mali’ye askeri birlikler göndermeye başladı. “İnsani yardım” söylemlerinin saklamaya çalıştığı şey ise, Mali’de ve bölgede Fransız şirketlerinin çıkarlarını korumak adına yeni bir emperyalist müdahalenin gerçekleşmekte olduğudur. Esasında, ülkenin kuzeyinde patlak veren ve bir yıldan fazla bir süredir ülkenin yarısını kontrol altında tutan bir silahlı ayaklanma sonucunda, Mali’nin Fransa yanlısı Toumani Touré hükümetinin çöküşü ve ordunun dağılmaya başlamasını takiben, Fransız hükümeti için eski sömürgesine askeri müdahale bir zorunluluk haline gelmişti. Fransız müdahalesi, BM Güvenlik Konseyi’nin ve Avrupa Birliği’nin de onayını almış durumda. Müdahalenin asıl yükünü Fransa üstlenirken, ABD insansız hava uçakları göndererek, Danimarka, Büyük Britanya, İspanya ve Kanada da lojistik yardımda bulunarak müdahaleye destek oluyorlar. Emperyalist müdahaleye “çokuluslu” bir görünüm kazandırmak için, Mali’ye Uluslararası Destek Misyonu oluşturuldu ve bu Misyon aracılığıyla Afrika ülkelerinin birlikleri, 4000 Fransız askerine müdahalede eşlik edecek. Bu Misyon dahilinde Çad 2000 ve Nijerya 900 kişilik birlik gönderirken, Togo, Nijer, Senegal, Burkina Faso, Benin, Gana ve Gine’de yüzlerce asker gönderecek. Mali’nin kuzeyindeki halkların isyanı Mali dünyanın en yoksul ülkelerinden biri. 1898’de Fransız sömürgesi haline geldi. 1960’ta bağımsızlığını kazandı. Bu dönemden itibaren çok uluslu şirketlerle ve IMF ile anlaşmalar yaparak ülkeyi ekonomik ve sosyal yıkıma sürükleyen askeri ve

sivil yönetimlere sahne oldu. 15,5 milyonluk nüfusuyla Mali, İnsani Gelişme Endeksi’nde 175. sırada bulunuyor; ortalama yaşam beklentisi 51.4 yıl, topraklarının yüzde 65’i çöl veya yarı çöllerden oluşuyor ve kişi başına düşen milli gelir sıralamasında 181 ülke arasında 160. sırada yer alıyor (El Pais, 20/1/2013). Halkın yüzde 90’ı ise Müslüman.

ve isyancılara katıldılar. Bu süreçte, İslami Magrep El Kaide kökenli Selefi Vaaz ve Savaş Grubu (GSPC) gibi silahlı İslamcı gruplar da isyana dahil oldu. MNLA Ocak’ta yeni bir saldırı başlatarak Timbiktu ve Gao gibi kentleri ele geçirdi, ülkenin merkezine doğru ilerleyişini sürdürdü, Mali’nin başkenti Barnako’ya 530 km uzaklıktaki Konna şehrinin denetimini birkaç günlüğüne ele geçirdi. Yenilen ve dağılmakta olan hükümet orduları karşısında, Fransız emperyalizminin müdahaleden başka bir seçeneği kalmadı. İsyancılar Konna’yı terk ettiler fakat iç savaş sürüyor. İç savaşın yaygınlaşması durumunda, Fransız emperyalizmi ve müttefikleri askeri ve politik büyük bedeller ödemek zorunda kalabilir.

80’li yıllardan itibaren toplumsal ayaklanmalar ve doğal kaynakların yağmasını kolaylaştırmak için her zaman emperyalizm tarafından bölünmeye çalışılan farklı halkların ve milliyetlerin talepleri gündeme geldi. Tarihsel olarak Mali, Cezayir, Libya, Çad, Burkina Faso ve Nijerya topraklarında yarı göçebe bir halk olarak yaşayan Tuareglerin, Mali’nin kuzeyinde başlattıkları isyan on yılFransa bölgedeki çok uluslu lardır sürüyor. şirketlerinin çıkarları için müTuareg halkı Kuzey Mali’de, dahalede bulunuyor Azawad olarak anılan bölgede nüHollande, BM desteğindeki birfusun büyük bir kısmını meydana liklerinin Mali’ye Fransız şirketgetiriyor. 830 bin kilometrekare- lerinin çıkarlarını korumak için lik söz konusu bölge, ülke top- gittiği gerçeğini saklayamaz. Üsraklarının üçte ikisini kapsamakla telik, zafere ulaşması durumunda birlikte, büyük bir kısmı Sahra bütün bölgenin dengelerini alt üst Çölü’nün bir parçası olan ve 1,5 edebilecek Tuareg halkının isyanı milyonluk sakiniyle, oldukça karşısında söz konusu olan, şirseyrek nüfüslü bir alan. Mali’de ketlerin yalnızca Mali’deki değil iktidara gelen çeşitli hükümetler ama bütün bölgedeki çıkarlarıbölgeyi kendi kaderine terk etmiş, dır. Özellikle de, komşu Nijer’de, çok uluslu emperyalist şirketlerle, Fransa’daki tesisler için ucuz uranözellikle de Fransızlarla birlikte, yum çıkartan nükleer devi Areva bölgedeki doğal zenginliklerin göz önünde bulundurulduğunda. ve üretilen pamuğun yağmasına 80’lerdeki borç krizi Mali üzeodaklanmıştır. rinde yıkıcı bir etki yarattı. Borç 2011’den itibaren, Magrep’te krizinin sonucunda, başta Franbaşlayan Arap devrimi sürecinde sızlar olmak üzere çok uluslu şirTuaregler, Azawad’ın bağımsızlığı ketlerin yararına bir özelleştirme için mücadele eden laik bir örgüt dalgası başladı. Demiryolları bir olan Azawad Ulusal Kurtuluş Ha- Kanada şirketine neredeyse bereketi (MNLA) önderliğinde yeni davaya satıldı. Elektrik dağıtımı bir ayaklanma başlattı. 2012’nin Fransız şirketi Bouygues’in kontMayıs ayında Azawad’ın ba- rolüne geçti. Bu şirket aynı zağımsızlığı ilan edildi fakat hiç- manda Morila altın madeninin de bir ülke tarafından tanınmadı. işletmesini üstlenmiş durumda. Kaddafi’nin devrilmesinden iti- Pamuk sektörünü yöneten Mali baren, Kaddafi’nin ordusunda Tekstil Kalkınma Şirketi’nin bir savaşan Libyalı Tuaregler silahları kısmı Dagris grubuna satıldı. Nive makineli tüfeklerle donatılmış jer Nehri havzasındaki tarım araaraçlarıyla Kuzey Mali’ye geçtiler

zilerini işleten bir kamu teşebbüsü olan Nijer Ofisi, bölgedeki köylüleri topraklarının gasp edilmesinde önemli bir rol üstlendi. Buna, Bolloré ve Delmas gibi çok uluslu şirketlerin bölgeye girmesi ve üretilen pamuğun depolanması için 100 bin metrekarelik bir ambar inşa etmeleri eşlik etti. Mali’de BM’nin ve Fransa’nın emperyalist müdahalesine hayır! Tuareg halkının ulusal bağımsızlık hakkı tanınsın! “Sosyalist” devlet başkanı Hollande’nin, Fransız askeri müdahalesinin bahanesi olarak kullandığı, “insan haklarının” savunusuna ve “terörizmin” mahkum edilmesine dair bütün iddialarını reddediyoruz. Söz konusu olan dünya halklarının, özellikle de Mali ve bölgedeki diğer halkların yağmalanmasını sürdürmeyi hedefleyen bir emperyalist müdahaledir. Öte yandan Hollande hükümeti, bu emperyalist askeri müdahaleyi gerçekleştirebilmek için milyonlarca avro harcamakta tereddüt etmezken, kapitalist krizin faturasına halka ödetmek için, Fransa işçilerine ve halkına dönük kemer sıkma programını uygulamaya devam ediyor. Fransa’nın işçilerini, gençlerini ve emekçi kesimlerini bu askeri müdahaleye karşı çıkmak ve Fransa ve BM askerlerinin Mali’den ve bütün Afrika’dan derhal geri çekilmesini sağlamak için seferber olmaya çağırıyoruz. MNLA ve İslamcı gruplarla aramızdaki bütün politik farklılıklara rağmen, Tuareg halkının Azawad’ın bağımsızlığının tanınması hakkı için verdiği mücadeleyi destekliyoruz. Mali’deki emperyalist müdahaleyi reddeden dünyadaki seslerin biz de bir parçasıyız ve Mali’deki işgale karşı halkın mücadelesini desteklemek için her türden uluslararası dayanışma eylemlerine girişilmesi çağrısında bulunuyoruz.


ULUSLARARASI

Venezuela’daki mevcut politik belirsizlik üzerine tutumumuz

15

Özgürlük ve Sosyalizm Partisi (PSL-Venezula), 16 Ocak 2013 Chavez’in sağlığının giderek kötüleşmesiyle, Venezuela’da oluşan politik belirsizliğe dair İşçilerin Uluslararası Birliği-Dördüncü Enternasyonal (UIT-CI)’in Venezuela seksiyonu Özgürlük ve Sosyalizm Partisi’nin (PSL) 16 Ocak 2013 tarihli deklarasyonu

Bu nedenle, PSL Başkan Chavez’in yokluğunun neyle doldurulacağına dair gerçekleşen biçimsel hukuki tartışmaların bir parçası olmamıştır. Bu tartışmalar sırasında, MUD’un sözcüleri Chavez’in hastalığını fırsata çevirmeye çalışarak kendi çaresizliklerini ortaya koydular. Şimdi kendilerini, 2002’deki petrol lokavtı sabotajı ve darbe girişimiyle bizzat çiğnedikleri Anayasanın gerçek savunucuları gibi gösterme çabasındalar. Temelsiz iddialarla Yüksek Mahkeme’nin hükümetin görevine devam kararı vermesini bir “hükümet darbesi” olarak nitelendiriyorlar ve etkileri altında bulunan üniversite öğrencilerini sonra makul fiyatlara ev edindirme programı da ve diğer kesimleri açık politik hedefler sunmak- (Mision Vivienda) neredeyse felce uğramışken; sızın seferber olmaya çağırıyorlar. halk yüksek enflasyon, düşük ücretler, elektrik MUD anti-komünist sloganlar kullanır ve ve su kesintileri, temel ihtiyaç ürünlerin bulunbulanık suda balık avlamaya çalışırken, egemen maması gibi koşullarla yüzleşmeye devam edebürokrasi de eylemlerine dinsel bir hava katma- cek. Yerel yönetimlerde ve kamu kurumlarında ya çalışarak kişi kültünü yüceltiyor. Böylece des- işten çıkarmalar ve son örneğini Yukpa yerliletekçilerine umut aşılamaya çalışırken, en ufak rinin seferberliğinin büyük bir şiddetle bastırılbir işçi grevi veya seferberliği, “istikrarı bozmak- masıyla gördüğümüz gibi protesto gösterilerinin la” suçlanıyor. Esasında her iki kesim de, bula- kriminalizasyonu da sürecek. nık suda balık avlama çabasında. PSL olarak bizlerse, daha adil ve örgütlü bir

Venezuela, Başkan Chavez’in geçen yıl Ekim ayında yeniden seçilmesinin üzerinden sadece iki ay geçtikten sonra, ulusal arenada politik sahneden ayrılmasıyla oluşan muazzam belirsizlikle baş başa kalmış durumda. Birkaç defa tamamen iyileştiğine dair haberler çıkmasına rağmen nihayetinde ciddi bir hastalıkla boğuştuğu teşhisinden bir yıl sonra, Chavez’in artık fiziksel olarak başkanlığa devam edemeyeceği bir dönemin yaklaştığına dair çok açık ibareler mevcut. Özgürlük ve Sosyalizm Partisi (PSL) olarak Chavez’in sağlık durumunun kötüleştiği şu sıralarda, Venezuela halkının önemli kesimlerinin endişelerine saygı duyuyoruz. Chavez hükümetiyle tüm derin politik farklılıklarımıza rağmen Chavez’in en kısa zamanda hastalığını yeneceğini umuyoruz. Buna rağmen, Chavez’in sağlık durumunun gitgide kötüleşmesiyle oluMilyonlarca Venezuealı yokluklar içerisinşan belirsizliğe karşı, posizyonumuzu belirlemede sayısız problemle cebelleşiyorken, hükümet nin bir görev olduğunu düşünüyoruz. ve MUD bir kör döğüşü içerisinde, anayasayı Hükümetin, Başkan’ın yokluğunu ele alış bi- kendi çıkarları için kullanmak adına sonu gelçimi, “halk iktidarı” söyleminin tam bir uydur- mez bir tartışmaya tutuşuyorlar. Asıl problem, ma olduğunu ve halkın ülkede alınan politik ülkedeki bu iki ana politik aktörün tartışmaktan kararlar üzerinde yetki sahibi olma beklentile- ısrarla kaçındıkları, ülkeye hakim olan politik ve rini denetim altında tutmak için kullanıldığını sosyal düzendir. açıkça gösteriyor. Başkan Chavez’in yokluğunu Bir alternatifi inşa etmeye ihtiyacımız var! doldurmak için son kararı veren yine, Ulusal Meclis ve Yüksek Mahkeme ile birlikte DiosPartimiz için, Ulusal Meclis ve Yüksek Mahdado Cabello ve Nicolas Maduro liderliğinde- keme tarafından hükümetin görevine devam ki hükümet partisi PSUV (Venezuela Birleşik etmesine karar verilmesi, işçilerin ve kitlelerin Sosyalist Partisi) hiyerarşisiydi. İşçi sınıfı ve kitle beklentisini karşılamayan sözde sosyalist pomücadelelerini kriminalize etmek için söz konu- litikaların devam etmesi anlamına geliyor. Vesu kurumsal kanalları kullanan da yine bu lider- nezuelaların çoğunluğunun görüşlerine bütün likti. Bunu yapabilmek için de, ülkede kapitaliz- saygımızla, partimiz, kim yönetime gelirse gelmin bekasını temin eden ve dolayısıyla halkların sin, ister Maduro ister Cabello, isterse şu anki kendi kollektif geleceklerin belirleme yetkilerini hükümetin diğer üyelerinden biri iktidara geltanımayan yürürlükteki burjuva anayasasının sin, Venezuela işçilerinin ve halkının sefalet koboşlukları ve belirsizliklerinden faydalandılar. şullarında bir değişim olmayacağına inanmakta. Hem iktidardaki PSUV’un (Venezuela Birle- Bürokrasi hükümet üzerindeki doğrudan deşik Sosyalist Partisi) hem de sağ kanat MUD’un netimini sürdürerek yönetmeye devam ettikçe, (Demokratik Birlik Masası) bürokratik önder- değişim için hiçbir umut beslemek mümkün likleri, Başkan’ın yokluğunda oluşacak durumu değildir. Bu durum, Chavezcilerin tabanı tarasaf hukuki bir soyutlamaya indirgeyip, tartışma- fından da sorgulanır hâle gelmektedir. Çok açık yı anayasanın iki farklı yorumu arasındaki yarış- ki, MUD da gerçek sosyal adaleti ve işçi demokmaya dönüştürdüler. Başkan Chavez’in birkaç rasisini gerçekleştirmek adına bir değişim için ay önce oldukça yüksek bir oy oranıyla yeniden alternatif olamaz. seçildiği, bizim de kabul ettiğimiz bir gerçek. Fakat partimiz seçimlerde kapitalistlerin farklı kesimlerinin herhangi bir adayına hiçbir destek vermemiş, tersine işçi sınıfının devrimci adayı yoldaşımız Orlando Chirino’yu desteklemiştir.

toplum için bazı özel değişiklikler öneriyoruz. Bizler Venezuela’da çıkan petrolün tamamının Venezuela halkına ait olmasını savunuyoruz, karma ya da özel şirketler olmaksızın, doğrudan doğruya işçiler, teknikerler tarafından demokratik bir şekilde yönetilmesini istiyoruz. Temel kaynakları millileştirerek büyük bir ekonomik kalkınma sağlayabilir, ülkenin yüzleştiği temel problemlerin üstesinden gelebiliriz. İnsanın insan tarafından sömürüsünün ortadan kaldırıldığı ve doğanın akıldışı bir biçimde yok edilmesinin önüne geçildiği bir sistem dahilinde; herkes için parasız eğitim ve sağlık hizmeti, konut sorununa çözüm, yoksulluk sınırının üzerinde asgari ücret, hakiki bir sosyal güvenlik ve emeklilik sistemi, herkes için onurlu ve üretken bir iş, sınai gelişme ve tarım reformu hayata geçirilebilir.

Partimiz için, yüzleştiğimiz sorunların çözümü kitle seferberlikleri ve bağımsız işçi hareketi aracılığıyla, işçi ve yoksul halk hükümetininin kurulmasıyla mümkündür. Ülkenin içinde bulunduğu durum, sahte ve sözde “21. Yüzyıl Sosyalizmi”nin ve sağ kanadın reklamını yaptığı sahte demokrasi yanılsamasının üstesinden gelebilecek gerçek ve alternatif bir devrimci solun inşasına duyulan ihtiyacı ortaya koymakta. Sokaklarda, üniversitelerde, fabrikalarda, petrol endüstrisinde ve aynı zamanda seçimlerde mücadele edecek bir politik alternatife ihtiyacımız Bizler, toplu sözleşme hakkının ve Bauxi- var. Bu alanlar üzerinden yükselecek politik allum’daki son grevde de gördüğümüz gibi, kamu ternatif, işçilerin, yoksul kesimlerin ve gençlerin ve özel sektördeki milyonlarca işçinin hakları- bir mücadele aracı haline gelebilecek. nın ihlal edilmesine dair hiçbir söz edilmemesinin devam edeceğini düşünüyoruz. Seçimlerden


Yorulmaz Bir Duvarcı Ustası; Nahuel Moreno Dördüncü Enternasyonal’in (DE) İkinci Dünya Savaşı sonrası başlıca liderlerinden, Arjantinli devrimci Nahuel Moreno’yu (24 Nisan 1924 – 25 Ocak 1987) 26 yıl önce kaybettik.

lığının en objektif ve somut ihtiyacı olan dünya sosyalist devrimi, bir dünya devrimci önderliği ile subjektif bir karşılıklılık ilişkisine sahip. O olmaksızın, diğerinin gerçekleşmesi de olanak dışı. Nahuel Moreno, 40 yıla yayılan Bu nedenle çözümsüzlük gün be mücadele hayatının ürünü olarak, gün, insanlığın krizini de derindünya çapında sayısız devrimci leşmekte. partinin inşasına katkıda bulun- Şurası çok açık ki, 60 yıldan du ve aynı zamanda sınıf müca- fazla süredir yaşanmakta olan deleci bir temelde yüzlerce kadro- devrimler ve karşı devimlerin nun oluşturulmasında başı çekti. kesin bir şekilde kanıtladığı üzeGeride birçok devrimci işçi par- re, uluslar arası bir devrimci tisi, uluslararası bir politik eğilim önderliğin yokluğunda ve büve zengin bir külliyat bıraktı. Öte rokrasinin önderliğinde dünya yandan, devrimci programın sınıf sosyalist devrimi yolunda prolemücadelesinin çetrefilli sorunları taryanın elde ettiği en büyük zakarşısında sürekli güncellenerek ferler ve ilerlemeler dahi, olumsuz sınanmasına yönelik çizginin ıs- sonuçlarla tamamlanmakta. rarlı bir savunucusu olarak, sayı- Dünya sosyalist devriminin sız işçi mücadelesinin bizzat ön- temel objektif ihtiyacı, -büderliğini üstlenmesi, onu dönemi rokratik değil- enternasyonal içinde özgün bir konumda ele al- devrimci bir önderliğe duyulan mayı gerektirmekte. Moreno, en temel subjektif ihtiyaçta soelverişsiz koşullarda Leninist me- mutlaşmaktadır. todolojiyi sahiplenmekle kalmadı …1917 Ekim devrimi – ki devama aynı zamanda bu metodolojiyi sınıf mücadelesinin değişken rimler ve karşı devrimler çağı bu ihtiyaçları bağlamında güncelle- aşamayla birlikte başlar- yalnızca yip zenginleştirme gayretinin de tarihte ilk kez kapitalizmin mülkönde gelen temsilcisi oldu. Bü- süzleştirildiği değil, aynı zamanyük ustamız Nahuel Moreno’yu da devrimci bir önderlik altında 26 yıl sonra dinmeyen bir özlem- -bürokratik ya da küçük burjuva değil- gerçekleşmiş ilk devrim le anıyoruz. karakteri taşımaktadır. Lenin ve Enternasyonal bir örgütün ve Troçki tarafından biçimlendiriönderliğin inşasına duyulan ih- len önderliğin hedefi, Rus devtiyaç riminin ilk aşamasını oluşturdu… Dünyanın tanık olduğu en ğuna inandıkları dünya sosyalist devrimci çağa girilmiş olmasın- devrimini gerçekleştirmekti. Bu dan bu yana geçen 60 yılın ardın- nedenle onlar açısından temel sodan[1], yaşamakta olduğumuz bu run, - ikinci enternasyonalin yadurum, bizi sorunların sorunuyla şatmış olduğu ihanetin ardından yüzleştiriyor doğrudan; dünya -özellikle de Rusya’da iktidarın devrimci önderliği. İnsan uygar- zaptından önceki dönemlerden

başlayarak dünyadaki tüm enternasyonalistleri bir araya getirecek- uluslar arası bir devrimci önderliğin inşası idi.

şımaktadır. Bu katkıyla birlikte, yıpratıcı ve uzun bir ulusal ve uluslar arası deneyim sürecinin de altı çizilmiş olur; Paris komününden, sonrasında Avrupa işçi sınıfı hareketinin yaşadığı yeniden örgütlenme sürecine -2.Enternasyonal- ve hatta Rusya’da halkçı devrimcilerin Marksizm öncesi devrimci girişimlerine dek uzun bir deneyimdi bu. Ama bütün bu sürecin içerisinde belirleyici olan, bu önderliğin devrimlerden geçmiş olmasıydı.

… Halen, enternasyonalist bir devrimci önderlik tarafından gerçekleştirilmiş ve kapitalizmi mülksüzleştirebilmeyi tarihte ilk kez başarabilmiş yegâne devrimin Rus devrimi olması ne bir tesadüfün ürünüdür ne de şaşırtıcıdır. Zira bu devrim uzun bir sürecin zirve noktasıdır. Birinci dünya savaşı öncesi, emperyalizmin reformlar yoluyla ve barışçıl Açık bir gerçek olsa da bu duruyayılma aşamasında 2. Enternas- mun altını ısrarla çizmek önemli, yonalin gözle görülür büyümesi- zira sıklıkla göz ardı edilen de bir ne tanık olunur. gerçek bu; devrimler olmaksıBu enternasyonal, sendikal ve zın, devrimci önderlikler oluşaparlamenter rekabete uygun, ama maz. kesinlikle yararsız ve dahası karşı devrimci partilerin bir federasyonundan ibarettir. Reformlar çağının sonu, bazı partileri devrimci savaş yoluyla iktidarın zaptı noktasına iter.

Aynı şekilde, büyük grevler ve sendikalar olmaksızın, güçlü sendikal liderler oluşturulamaz, on yıllara yayılacak bir öğrenme ve büyük devrimci sarsıntılar süreci yaşanmaksızın bir devrimci önderlik biçimlendirilemez. Bir başka deyişle, Rusya’da halkçıların hatalı fakat aynı zamanda kahramanca mücadelesi, 2.Enternasyonalin büyük sosyalist partileri ve hepsinden önemlisi 1905 ve 1917 Şubat’ı olmasaydı, Ekim devriminin ve 3. Enternasyonalin devrimci önderliği de olamazdı.

Ama Rusya’da, bu ülkenin özgün koşullarının bir ürünü olarak çelişkili bir şekilde, -zira, reformist değil devrimciydiler ve dahası ulusal ölçekte ileri sürdükleri savlar, ilerleyen süreçte dünya çapında genel nitelikler haline dönüşecekti- yeni tipte bir parti ve önderlik gelişti; Bolşevik parti. Bir devrimci savaş partisi ve -----------------------------------enternasyonalist devrimci bir ön- [1] Nahuel Moreno LİT-Cİ derlik. ( Uluslar arası İşçi Birliği/DörEkimde önderliğin iktidarı zap- düncü Enternasyonal) kuruluş tı ve 3. Enternasyonalin kurulma- tezleri adlı bu metni 1982 yılınsıyla sonuçlanan ulusal ve uluslar da kaleme aldı ve Kolombiya’nın arası süreç, sonuçları yarım yüz- başkenti Bogota’da gerçekleşen yıla yayılan, son derece zahmetli kuruluş kongresine sundu. ve karmaşık bir katkı niteliği ta- İşçi Cephesi, 25 Ocak 2013

www.iscicephesi.net Aylık Siyasi İşçi Gazetesi (Aylık Yerel Süreli Yayın) • Sahibi ve yazı işleri müdürü Atakan Çiftçi (Enternasyonal Yayıncılık) • Yönetim yeri Şehit Muhtar Mah. Süslü Saksı Sok. No: 19/6 Beyoğlu - İstanbul • 1 yıllık abonelik Yurtiçi: 25 TL • Yurtdışı: 25 € Baskı Gülmat Matbaacılık, Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi E Blok 1NE4 Topkapı - İstanbul, (0212) 5651774 • Fiyatı 2 TL • Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.