Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 05 • Mayıs 2009 • Fiyatı: 1,5 TL
İşsizlik doğal afet değil! İşten çıkarmalar yasaklansın!
Shakespeare paranın Görünür Tanrısallık olduğunu söyler. Paranın gücü; namussuzu namuslu, çirkini güzel, kötüyü iyi, aptalı akıllı, soysuzu saygın, vicdansızı vicdanlı yapacak kadar kudretli bir araçtır. Para her şeye hâkim olup hükümranlığını kurduğundan bu yana doğruyla yanlış, gerçekle yalan yer değiştirmiş durumda. Nicedir ekonomi ve insan dendiğinde aklına sömürü ve daha çok zenginlik gelenlerin egemen olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Şimdi devasa ekonomik krizle birlikte bu adaletsiz ve acımasız kapitalist dünyanın yaldızları bir bir dökülüyor. Patronların yalan makineleri ise paralarının gücüyle krizin nedenini bir iş kazası gibi sunma gayretinde. Oysa vaatler yerini çoktan karanlık senaryolara bıraktı. İnsanlığı tehdit eden sermaye düzeni her geçen gün teşhir oluyor. Mızrak çuvaldıza sığmaz durumda. İşsizlik, açlık ve yoksulluk korkunç bir noktaya doğru hızla ilerliyor… Hükümet ve patronlar işsizliğe bir doğal afet muamelesi yapmaya bayılıyor. Kriz; önlenemez, sorumlusu olmayan bir kader olarak pazarlanmaya çalışılıyor. Ne kriz ne de önemli sonuçlarından büyüyen işsizlik bir doğal afet değil. Doğrudan doğruya patronların ve onların hükümetlerinin tercihlerinin bir sonucudur! Teşhis tedaviyi belirler! Gelin havaya konuşanları dinlemeyi bırakalım. AKP hükümetinin Devlet Bakanı Mehmet Şimşek buyurmuş: “İşsizlik niye artıyor biliyor musunuz? Çünkü kriz dönemlerinde daha çok iş aranıyor. Özellikle kadınlar arasında kriz döneminde iş gücüne katılım oranı daha artıyor…” Ne anlıyoruz bu sözlerden? İşsizliğin nedeni kadınlar!
Krizin mağduru patronlar değil işçi ve emekçilerdir! İşçi ve emekçiler sendika bürokratlarının şirket kurtarma, sermaye zararı azaltma gibi değnekçilik işlerine müsamaha göstermemeli, sendikalarına sahip çıkmalıdır. Bilinçli, öncü ve mücadeleci işçiler sendika bürokrasilerinin bu koltuk değnekçi uygulama ve anlayışlarına karşı birleşik ve kararlı mücadelelerin başını çekmelidir. Birleşik ve kararlı mücadelenin en önemli hedefi, “Mücadeleyi BirleştireKrizin nedeni patronlar ve onların sermaye dü- lim!”, talebi, “İşten Çıkarmalar Yasaklansın!”dır. zenidir! Patronlar ve hükümetleri krizin sorumluluğunu kabul etmedikleri gibi bir de fatura- Patronlar işçileri “kırk katır mı kırk satır mı?” yı işçi sınıfına ve emekçi kitlelere çıkarmaya ça- ikilemine mahkûm etmeye çalışıyor. Sendika bülışıyor… Hükümet krizin dış kaynaklı olduğunu rokrasileri işbirlikçi tutumlarıyla işçileri bu yıkıcı söyleyerek sorumluluktan kaçamaz. Krizin nede- ikilemin kurbanı yapıyor! Bunun son örneğini Türk ni işçi ve emekçiler olmadığı gibi işsizliğin artma- Metal sendika yönetimi sergiledi. Ereğli ve İskendesının sorumlusu da kadınların işgücüne katılma- run Demir ve Çelik fabrikası işçilerine iki seçenek sı değildir. Aşırı kar hırsıyla, kural tanımaz şekil- sunuldu: ya kazandıkları her 100 liranın 35 lirasınde yıllardır bir talan ekonomisi üzerine kumdan dan feragat edip 16 ay boyunca patrona bırakacakkale inşa edenler krizin ve işsizliğin tek ve gerçek lar ya da içlerinden 1400’ü işten atılacaktı. Sendika sorumlusudur. yönetimi tüm çalışanların ücretinin 16 ay süreyle
Bu Sayıda:
Sf. 02 - Yaman Tarcan’ı Kaybettik / İTÜ’de Bahar Şenlikleri - Festivalden Fazlası: 4. İşçi Filmleri Festivali Sf. 03 - İstanbul’da İki Tane 1 Mayıs: Elimizde Ne Var? - İspanya’da 1 Mayıs / 1 Mayıs Etkinliğimiz Sf. 04 - Ve Yeniden, Asker-Polis Rejiminde Yaşamak
Sf. 05 - Sulandırılmaya Çalışılan Dava: Ergenekon - G20’nin Ardından - Patronlar Ekmedikleri Yeri Biçmeyi Severler Sf. 06 - Seçimlerin Ardından Kentsel Dönüşüm Sf. 07 - Kadın Sayfası - Türk kadınlar ve Kürt kadınlar...
%35 aşağı çekilmesini kabul etti! Bu tam anlamıyla işçilere diz çöktüren bir anlayıştır. Kabul edilemez! Sendikaların görevi işçilerin haklarını korumak ve geliştirmektir. Sendikacılar da bunun için vardır, yoksa büyük patronların mali bilançolarının savunusunu yapmak için değil. İşçilerin değil patronların çıkarlarının temsiline soyunan Türk Metal Sendika yönetimi ihanet içindedir. Krizi ve talep daralmasını bahane edenler yalan söylüyor. Erdemir Grubu 2008 yılının ilk 9 ayında karını bir önceki yıla göre %154 arttırdı; 1 milyar 196 milyon dolar net kar elde etti. 2007’de 522 milyon dolar, 2006’da 684 milyon YTL kar eden Erdemir, bu karları yaparken işçilerine %35 zam ya da kar payı verdi mi? Hayır! Öyleyse şimdi ücretlerinden hangi hakla kesinti yapılmakta? Erdemir patronun bu dayatmasına verilmesi gereken cevap açıktır: Birleşik ve kararlı bir duruş ve Grev! Zarar ettiği söylenen Erdemir’de işçilerin talebi tektir: defterler açılsın, denetim ve yönetim işçilere!
- İşsizliğe Karşı Kapitalist Çözüm - Haydi Kadınlar... - Görünmek İstemeyen Emek Sf. 08, 09 - Arka Plan - İş Yerlerinde ve Sendikalarımızda İşçi Denetimi! Sf. 10 - Ulusal Sorun - Dersimiz Kürdistan Sf. 11 - Gençlik - Ergenekon’da Hayırlı İşler / Üniversite A.Ş.
2
İLAN TAHTASI
Yaman Tarcan'ı Kaybettik
1980 öncesi dönemdeki gençlik yıllarında İşçi Cephesi gazetesinin okurlarından olan, 12 Eylül sonrası dönemde ise adını tiyatro, sinema ve televizyon dizilerindeki oyunculukları ile duyuran sevgili dostumuz, sanatçı Yaman Tarcan 2 Mayıs günü Kadıköy’deki evinde hayatına son verdi. O, Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği’nin ve Sinema Emekçileri Sendikası’nın bir üyesi olarak aydın ve muhalif kimliğini her daim sürdürdü. Yaman Tarcan bir sanatçı olarak yaşadığı sorunlarda devlet desteğini hiçbir zaman yanında hissedememişti. Tersine, dizi ve programlarda çalışanların ücretlerinden yüzde 30 ve yüzde 50 oranlara varan kesinti yapıldığı, telif hakkının yasallaşmadığı, işsizlik sigortasından yararlanma şansınsın bulunmadığı bir sektörde çalışmaya, üretmeye ve yaşamaya çalıştı, olmadı… Yaşadığımız kriz döneminde, daha pek çok sanatçı benzer durumda... Sektörün yüzde 70’i şu an işsiz… Sanatçılar dayanışmak zorunda. Yoksa kriz can evimizden vurmaya devam edecek… Bizler, verdiğimiz mücadelenin, Yaman Tarcan gibi daha pek çok sanatçının çabaları ile birlikte yükseleceğine inanıyoruz. Tarcan’ın ailesine ve tüm sevenlerine başsağlığı dileriz.
Festivalden Fazlası: 4. İşçi Filmleri Festivali Başladı… Emeğin kolektif ürünü olan Uluslararası İşçi Filmleri Festivali “Biz başka bir dünya isteriz” sloganıyla perdelerini açtı. Festival boyunca tüm gösterimlerin ücretsiz olacağı etkinliklerde 25 ülkeden 50 film bekleyenleri ile buluşacak. Birbirinden seçkin filmlerle aynı yolun yolcusu olan “bizlerin” her gün hayatı yeniden yaratırken verdiği mücadele ve bu mücadeleden filizlenen umut aktarılmakta. Festival 2 Mayıs Cumartesi Beyoğlu Yeni Melek salonunda yönetmeliğini Metin Kaya’nın yaptığı 1990-1991 Zonguldak maden işçilerinin grevini ve Ankara Yürüyüşü anlatan “100 bin Kişiydiler” belgesel açılışını yaptı Etkinlikteki filmlerin gösterimiyle ilgili tüm bilgilere http://festival. sendika.org adresinden ulaşılabilinir. Gösterime girdiği ülke sayısının sürekli artmasıyla emeğin enternasyonalist kültürünün inşasında festival olumlu bir misyona sahip. İyi seyirler...
İTÜ’de bahar şenlikleri SAYI: 05 • MAYIS 2009 Aylık Siyasi İşçi Gazetesi Sahibi ve yazı işleri müdürü Oktay Orhun Enternasyonal Yayıncılık Yönetim yeri Caferağa Mah. Sarraf Ali Sok. Saraçoğlu İş Hanı No: 36/17 Kadıköy - İstanbul 1 yıllık abonelik Yurtiçi: 20 TL • Yurtdışı: 20 € Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com Baskı Ser Matbaacılık Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı - İstanbul Fiyatı: 1,5 TL
Demokrat bir bilim insanı olan ve 1978 yılında faşistler tarafından katledilen, eski İstanbul Teknik Üniversitesi rektörü Ord. Prof. Dr. Bedri Karafakioğlu’nun anısına düzenlenen İTÜ bahar şenlikleri, başlıyor. Bundan iki sene önce rektör ve polisler tarafından yapılması engellenen alternatif bahar şenliği bu yıl 23. kez düzenleniyor. Hiçbir şekilde reklam ve sponsor almaksızın, sadece öğrencilerin kendi öz imkanları ile düzenlenen şenliğin tüm masrafları, yine öğrenciler arasında toplanan yardımlardan ve yine öğrencilerin hazırlayıp, pişirip sattıkları gözlemelerin gelirinden karşılanacak. Şenlik bitiminde ise, kullanılan tüm alan şenliğe katılan öğrencilerce temizlenecek. Şenliğin bu yılki programında, tiyatro ve film gösterimleri; Darvin, kriz, Latin Amerika ve kadın konulu paneller ve konserler yer alıyor. İTÜ Bedri Karafakioğlu Bahar Şenliği kutlamaları, İTÜ’nün Maslak kampusunda, tüm üniversitelerden öğrencilerin katılımına açık şekilde yapılacak.
NE SAVUNUYORUZ? neyi hedefliyoruz? İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş veriyoruz. Egemen sınıfın her türlü diktatörlük rejimine karşıyız ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.
EMEK GÜNCESİ
3
İstanbul’da iki tane 1 Mayıs! Şimdi elimizde ne var? Oktay Benol,5 Mayıs 2009
Krizi bahane eden patronlar son 8 ayda 2 milyonun üzerinde işçiyi işten çıkardı. Bunların yarısı zaten herhangi bir sosyal hakka sahip olmayıp kayıt dışı çalışan emekçilerdi. İşten atıldıkları anda sudan çıkmış balığa döndüler. Sigortalı bir işyerinde çalışıp işinden atılanlar ise eğer kıdem ve ihbar tazminatı ve işsizlik sigortası alabildilerse muhtemelen o paraları ya bitti ya da bitmek üzere. İster sigortalı ister sigortasız olsun işini kaybeden işçilerin mevcut kriz koşullarında iş bulması neredeyse olanaksıza yakın. Bu insanlar doğrudan açlık tehdidi ile karşı karşıya. Halen bir işe sahip olan işçiler ise derin bir korkuyla yaşıyorlar: İşten atılma! İşçi sınıfının, emekçilerin üzerinden bir buldozer geçiyor. Sınıf paramparça ediliyor. Yüz binlerce hiçbir üyesi çalışamayan emekçi aile mevcut. Bu ailelerin şu an hiçbir gelirleri yok. Bu insanların evlerine tek kuruş para girmiyor! İşçi sınıfı sosyal, kültürel ve psikolojik olarak paramparça ediliyor. Patronlar ve hükümetleri krizi kader, işsizliği bir doğal afet gibi dayatıyorlar. Çözüm diye sermaye düzeninin yıkım politikalarını birer ikişer gündeme sokuyorlar. Böylesi bir çözülme ve çöküş anında işçi sınıfı ve emekçi halklar bir işçi seçeneğinin de olabileceğine şiddetle ihtiyaç duyuyorlar. İşçi sınıfı ve emekçi halklar bu parçalanmayı ancak mücadelelerini birleştirerek durdurabilir. Birleşik ve kararlı mücadeleler olmaksızın işçi sınıfının ve emekçi halkların krizin faturasını krizin
1 Mayıs Etkinliğimiz 26 Nisan Pazar günü İşçi Cephesi olarak 1 Mayıs üzerine konuşmak için toplandık. Etkinliğimiz içeriğinin doluluğu ve ortamın samimiyeti ile verimli geçti.
nedeni olan patronlara ödetebilmesi olanaklı ola- dı, öyle mi? Türk-İş kim? Kumlu ve çevresindemaz! ki sınıf işbirlikçi bir avuç bürokrat mı? Binlerce işçi Kadıköy’de, “İşçilere değil, çetelere bariİşte 1 Mayıs 2009 öncesi böyle bir tablo söz konu- kat!” diye bağırdı. Taksim’den gelen her şiddet hasuydu. 15 Şubat 2009’da İstanbul Kadıköy’de 50 berinde binlerce işçi hep bir ağızdan, “İşçilere kalbin işçi ve emekçinin katılımıyla gerçekleşen; “Kri- kan eller kırılsın!” diye meydanı inletti. Kumlu zin Bedelini Ödemeyeceğiz: İşsizliğe ve Yoksul- dâhil bürokratlar sahnede konuşurken binlerce işçi luğa Karşı Birleşik Mücadele, Emek ve Demok- “yuh!” diye alanı inletti. Kadıköy’e gitmeseydik ve rasi Mitingi’’ tam anlamıyla 1 Mayıs’ın bir prova- “Genel Grev, Genel Direniş!” diye ortalığı inleten sı niteliğindeydi. Türk-İş, DİSK ve KESK’in öncü- binlerce mücadeleci işçiyi yalnız bıraksaydık, öyle lüğünde düzenlenen bu miting sonrası 1 Mayıs’ta mi? Eğer işçi kuyrukçuluğu bu ise biz İşçi Cephesi 100 binlik bir miting düzenlenmesinin önü büyük olarak yapmaya devam edeceğiz. ölçüde açılmıştı. Kriz karşısında böylesi büyük ve görkemli bir mitingin işçi sınıfının morali ve ör- Lakin sorun bu değil! Sorun ve soru şu: 1 Mayıs gütlenmesi üzerindeki etkisi gerçekten muazzam günü İstanbul’da 100 belki de 200 binlik birleşik, olabilirdi. Sonra 1 Mayıs resmi tatil ilan edildi. Ar- kitlesel bir mitingin yapılmasını kim/kimler engeltık İstanbul’da 1 Mayıs günü 100 bini aşan işçi ve ledi? Ne pahasına bundan vazgeçildi? İşçi sınıfı ve emekçinin birleşik, kitlesel ve tek bir 1 Mayıs kut- emekçi halklar kriz, rejim ve emperyalist saldırganlamasının önünde bir engel kalmamıştı. lık altında paramparça edilirken mücadeleleri nasıl ve hangi talepler etrafında birleştireceğiz? GeYanılmışız, varmış! Taksim! Evet, İstanbul’da 100 lin bunları konuşalım! Yoksa bir başka sosyalist yabelki de 200 binlik bir 1 Mayıs kutlaması, başı- yının, “Kadıköy hezimeti” diye başlık atarak yaptını sendika bürokratlarının çektiği alan tartışmala- ğı gibi işçi sınıfının bir kesimini küçümseyerek girına kurban edildi. Geriye Kadıköy, Taksim ve ara dilecek yol yoktur. sokaklar dâhil koskoca İstanbul’da toplamı 15 bini geçmeyen gösteriler kaldı. 1 Mayıs günü Kadıköy meydanını dolduranlar sadece bir avuç sendika bürokratından ibaret değilVahim olan şu ki krize ve işçi sınıfının yukarıda di. İşçi sınıfının içine Truva atı gibi girmiş sayılaanlatmaya çalıştığımız durumuna rağmen, 1 Ma- rı birkaç yüzü geçmeyen milliyetçi/ulusalcı sapmayıs günü ve öncesi yapılan tartışmalar sonrasında lardan da ibaret değildi Kadıköy Meydanı! Binlerda aynen devam ediyor. ce işçi ve emekçi vardı ve binlerce de devrimci sosyalist… Kadıköy meydanında… Örneğin Kadıköy’e gidenleri işçi kuyrukçusu ilan etmiş, sosyalist yoldaşlarımızdan biri! Ne yapma- Mücadeleyi birleştirmek, İşten atılmalar yasaklanlıydık? Örneğin hiçbir sosyalist Kadıköy’e git- sın demek için… İşbirlikçi, hain bürokratlara rağmeseydi, Türk-İş kendi başına 1 Mayıs kutlasay- men işçilerle birlikte olmak için, oradaydık!
İspanya’da 1 Mayıs
Öncelikle bir işçi arkadaşımızdan krizde işçilerin aldığı darbeler ve bu darbelerin aslında krizden önce de olduğu, bunun kapitalizmin genel bir sorunu olduğuna dair bir sunum dinledik. Ayrıca işçi arkadaşımız sunumunda bu koşullar altında kitlesel ve birleşik bir 1 Mayıs’ın işçilerin öncelikli taleplerini dile getirebileceği bir ortamda kutlanması gerekliliğinden de bahsetti. Daha sonra izlediğimiz videoda Osmanlı’dan beri yaşadığımız topraklardaki işçi sınıfının mücadelesi, 1 Mayıs’ın dünyada ve Türkiye’de nasıl kutlandığını ve işçilerin kararlı mücadelesini gördük. 1977’deki kanlı 1 Mayıs görüntüleri, egemen sınıfın işçilerin örgütlü birliğinden nasıl korktuğunu, demokrasi ve özgürlük naraları atarken sıra işçilere gelince nasıl şiddetle bu hakkı yağmaladıklarını anımsatması açısından önemli idi. Diğer bir işçi arkadaşımızın sunumu ise bugün güncel bir sorun olan 1 Mayıs’ın nerede kutlanacağı üzerineydi. Bu konuşmada ayrıca 1 Mayıs’ın kadınlar, öğrenciler, ezilen halklar ve azınlıklar için ne anlam ifade ettiğine de değinildi. Tartışma bölümü bu konular üzerinde derine inerek devam etti. Arada birkaç şey atıştırdıktan ve çayımızı içip, sohbet ettikten sonra bir arkadaşımızın sergilediği bağlama dinletisin akabinde hep beraber söylediğimiz “1 Mayıs Marşı” ile etkinliğimizin sonuna gelindi. Son olarak 1 Mayıs’taki miting için sözleştik… Okur Mektubu (26 Nisan 2009)
İspanya’da 1 Mayıs İşçi Mücadele ve Dayanışma günü hemen bütün kentlerde kitle gösterileriyle kutlandı. Gösterilere, ülkenin yaşamakta olduğu derin ekonomik bunalımın de etkisiyle, geçen yıllardakinden daha büyük kalabalıklar katıldı ve militan bir ruh hali damgasını vurdu. Mitingleri, çoğunluk sendikaları Comisiones Obreras (İşçi Komisyonları) ve Unión General de los Trabajadores (Genel İşçi Birliği) ortak olarak düzenlerken, Madrid, Barcelona ve Valencia gibi kentlerde anarko-sendikalist eğilimli Confederecaión General de los Trabajadores (Genel İş Konfederasyonu) ile sendikal muhalefetler ve devrimci sol akımlar alternatif gösteriler düzenlediler. Ço-
ğunluk sendikaların mitinglerinde Sosyalist Parti hükümetinden sosyal harcamaların artırılması talebi ağırlıktaydı; alternatif gösterilerde en çok ileri sürülen şiar “Genel Grev” oldu. 36 milyon nüfuslu İspanya’da işsiz sayısı 4 milyonu aşarak yüzde 18 düzeyine ulaşmış durumda. Bu rakama, oturma ve çalışma izni olmayan ve bunalımın en ağır yükünü sırtlamış durumda bulunan yaklaşık 2 milyon göçmen işçi ile İş Bulma Kurumuna kayıtlarında kendilerine güçlük çıkarılan ve işsiz yığını içinde gösterilmemeye gayret edilen on binlerce öğrenci dâhil değil. (5 Mayıs 2009)
4
POLİTİKA
DTP, Başbuğ ve dipçik:
Ve yeniden, Asker-Polis Rejimi’nde yaşamak! Türkiye’de Rumuz ya, Ermeniyiz, Çerkesiz, Lazız, Aleviyiz, Kürdüz ya... Türkiye’de emekçiyiz ya, güvencesiziz, açız, açığız; Türkiye’de genciz ya, eğitim hakkımız yok, işsiziz, borçluyuz... Kadınız ya, çifte sömürüye maruz... Çemberin içindeki biziz ya işte! İçi de dışı da bizi yakar... Biz tehdit oluruz çünkü, bazen kimimiz, bazen hepimiz... Ve rejim genişler, genişledikçe de hepimizi birlikte ezer Cemre Sava, 2 Mayıs 2009 DTP’ye yapılan operasyon genelde DTP’nin seçim başarısına yönelik bir tepki, bir cezalandırma olarak nitelendi. Bu elbette yanlış değil. Sonuçta DTP’ye yönelik uzunca süredir devam eden bir saldırı ve yıpratma sözkonusu. Şuan askıda bekleyen kapatma davası da bunlardan biri. Öyle ki, seçim sonuçları tüm çıkarımlar bir yana bu saldırılara karşı direncin kesin bir kanıtı oldu. Kimliğine, diline, siyasi temsiline sahip çıkan Kürt halkının iradesinin gücü oldu. Bir başka ifadeyle, devlet ve hükümetin neredeyse diğer tüm politikaların aksine büyük bir ortaklık içinde açıktan oynadıkları din-cemaat kozu ve son süreçte gündeme oturan yardımlar boşa çıktı. Bunun kolay kolay sindirilemeyeceğinin tahmin edilmesi zor değildi. “Çözümden kastedilen yine bir çözümsüzlük değilse” bu sonuçların gözardı edilmemesi gerektiği açıktı. Kastedilense oldukça çabuk ortaya çıktı. Şimdi bu operasyonların DTP’yi fiilen sonlandırma amacı taşıdığını söylemek hiç zor değil. Tepkinin adını koyalım • Öte yandan, adını koymak gerek. Evet, bir tepki bu. Açıktan, sert, yıkıcı bir tepki. Ama kimin, kime, neye tepkisi? Belki bünye kusuyor denebilir. Bu açıdan tepkinin daha çok bir refleks olduğundan dahi söz edilebilir. Sonuçta varoluşunu bu inkâr ve imha üzerinden sürdüren bir rejimin olağanlaştırılmış, içselleşmiş bu yöntemi belki en iyi bu şekilde açıklanabilir. Bu rejimin temel özelliklerinden biri , “siyasal, ekono-
mik ve sosyal yapının ‘güvenlik rejimi’ merkezli bir anlayışla asker-polis aygıtları temelinde yapılandırılmış olması”dır. ( İşci Cephesi, Türkiye İçin Eylem Programı 2008) Bu ‘güvenlik rejimi’ni ayakta tutan aygıtlar anayasal olarak güvence altında olduğu gibi, meşruiyeti de ‘tehditlerin’ sürekli yeniden üretilme sürecinin bir parçası olarak sürdürülebilmektedir. Kürt sorununu bir güvenlik sorununa indirgeyen söylem ve yöntem karşılığını tam da burada bulmakta ve baskı-inkâr ve imha politikalarını olağan kılmaktadır. Başbuğ buyurdu • Bu nokta belki tam da Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un buyurmalarına değinmenin vaktidir. Öncelikle 14 Nisan’da Harb Akademileri’nde yaptığı ve canlı yayın aracılığıyla kamuya da seslendiği yıllık değerlendirme konuşmasının girişine bakalım: “Bugün burada yapacağım konuşmamda güncel konulara fazla girmeden, son yıllarda sık sık gündeme getirilen sivil-asker ilişkileri başta olmak üzere, terör ve terörle mücadele, demokrasi ve laiklik gibi konulara akademik bir pencereden bakmaya çalışacağım.” Sizce de ilginç değil mi? Mekân, Harp Akademileri; konuşmacı Genelkurmay Başkanı; ama değinilen konular siyasetin temel alt başlıklarından bazıları... Konuşmanın tüm içeriğini bir kenara koyalım, yalnızca bu biçimsel çelişkiden, asker-sivil ilişkilerine, terör ve terörle mücadeleye, demokrasiye ve laikliğe dair algının çerçevesi açığa çıkmıyor mu? Fakat illa içeriğe bakalım diyorsak buyurun okuyun... Türk kimdir, etnik kimlik nedir, Türkiye halkı nerdedir, terörist insan mıdır, insansa Türk müdür, Türkse niye dağdadır, o zaman dağ Türkü müdür? Aa bir de
Kürt varmış!.. Hepsini öğrenelim. Ve hatta çoğulculuk nedir? TSK’nın çoğulculuğa katkısı nedir? Asker kimdir, askerlik nedir, Huntington asker midir? Hepsini... Ya da durun o kadarına gerek yok, şunu ezberlesek kâfi: • “Her ülkede karar mekanizmalarının nasıl işleyeceği, asker ve sivil arasındaki yetki ve sorumlulukların nasıl paylaşılacağı, o ülkelerin anayasa ve yasalarında belirtildiği şekilde olmaktadır. Bu hususta, siyasal ve kurumsal kültür, güvenlik ortamı ve toplumsal algı da belirleyici özelliğe sahiptir. Bu nedenle, sivil-asker ilişkileri, ülkelerin kendine özgü şartları dikkate alınarak incelenmelidir.” Şimdi ne çıkarıyoruz buradan? Bir, her ülkede askersivil arasındaki ilişkiler anayasa ve yasalarca belirlenir... Buraya kadar tamam; ama sizin de aklınıza aynı soru geldi değil mi: “Peki, bir ülkede anayasa bizzat askerî darbeler sonucunda belirleniyorsa ne olacak?” Şimdi cümlede “anayasa” gördüğümüz yere “asker” koyup baştan okuyalım. “Asker ve sivil ilişkileri asker tarafından belirlenir.” Bu daha tanıdık olmadı mı?.. İki, asker-sivil ilişkilerinde siyasal ve kurumsal kültür, güvenlik ortamı ve toplumsal algı da belirleyicidir... Aslında bu oldukça açık. Yeni bir soruya gerek bile yok. Yani ne diyoruz, bir ülkede askerî vesayet zaten siyasal ve kurumsal bir kültür olarak yerleşmişse, “güvensizlik” ortamı ile pekiştiriliyorsa ve bu “güvensizlik” ortamının tehditleri içinde toplumsal algı en güvenilir kurumun TSK olduğu gerçekliğiine yönlendiriliyorsa o ülkede askerî vesayetin sürmesi makbuldür, bu vesayet darbelerce, muhtıralarca pekiştirilir de pekiştirilir; ve bu yüzden anayasayı yalnızca onlar yapar ve bu yüzden asker-sivil ilişkisi diye bir şey yoktur. Askerin siville ilişkisi diye bir şey vardır! Baş buyursun, böylece rejimin sınırlarını da görmüş olduk. Öyle bir sınır ki, adeta bir çember, dışındaki alan ancak içindeki daraldıkça genişler. Şimdi sormalı mı: İçi kimi, dışı kimi yakar? İçi de dışı da bizi yakar! • Seni, beni... İçi de dışı da... Ya da şöyle demeli, Türkiye’de Rumuz ya, Ermeniyiz, Çerkesiz, Lazız, Aleviyiz, Kürdüz ya... Türkiye’de emekçiyiz ya, güvencesiziz, açız, açığız; Türkiye’de genciz ya, eğitim hakkımız yok, işsiziz, borçluyuz... Kadınız ya, çifte sömürüye maruz... Çemberin içindeki biziz ya işte! İçi de dışı da bizi yakar... Biz tehdit oluruz çünkü, bazen kimimiz, bazen hepimiz... Ve rejim genişler, genişledikçe de hepimizi birlikte ezer. Öyle ki, asker-polis rejimi, bu vesayet bu baskı altında sürekli kendine pay/görev biçer. Ve bu pay epeyce uzun süredir bu topraklarda Kürt halkının talepleri görmezden gelinerek, mücadelesi ezilerek biçilmektedir. Şimdi geri dönmeli mi DTP’ye yönelik operasyonlara; adını koymalı mı kimin, neye tepkisi bu, yeniden? Ya da Bağbuğ’un sözlerine değinerek bitirmek yeterli mi?.. “Terörist de insandır.” Evet! Alkışlar sizin için... Keşfi uzun ve meşakkatli bir yol oldu “ölü ele geçen”lerin üzerinden. Ve devam... Demek ki insan, ‘terörist’ olabiliyormuş; hele bunca terörize edildikten sonra... Hadi henüz yalnızca insanken vurun dipçiklerinizle hepimize!
POLİTİKA
Sulandırılmaya çalışılan dava: Ergenekon! Salih Şimşek, 3 Mayıs 2009 Emniyet 12. dalga Ergenekon operasyonunu 13 Nisan’da gerçekleştirdi. 18 ilde 40 kişi eş zamanlı olarak gözaltına alındı. Bunlar arasında çok sayıda emekli ve görevde rektör, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) 2. Başkanı Prof. Dr. Filiz Meriçli ve Prof. Dr. Erol Manisalı da var. Bu isimlerin bir kısmı zaten ikinci iddianamede de geçiyordu. Rektörlerin ortak özelliği eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’in darbe günlüklerinde ve Şener Eruygur ve Hurşit Tolon’da bulunan belgelerde anlatılan ‘darbe heveslisi rektörlerle yapılan darbe toplantıları’ ile olan bağları. Erol Manisalı’nın ise emekli Orgeneral Şener Eruygur’un isteği üzerine ‘yönlendirilebilir’, ‘faydalanılabilir’, ‘irtibat kurulabilir’ biçiminde ayrılmış, edilmiş gazeteci, akademisyen ve sivil toplum kuruluşu üyeleri listesi hazırladığı iddia edilmişti.
Çok sayıda ÇYDD belgesine el konduğu için burslarını alamayan öğrenciler gösterilerek duygusal sulandırmacalar sahneleniyor. Profesörün gözaltına alınmasından ötürü ameliyat olamayacak hastalar gösterilip canlı yayında Ergenekon davasına belalar okunuyor. Gözaltı ve arama yöntemi eleştirileceğine dava karalanıyor. Bu dava toptan saçma ise, yargılanan herkesin alnı ak ve Ergenekon tam bir ‘fasa fiso’ ise bunun anlamı sadece şudur: Bu cinayetler ve planlar örgütsel bağlantılı değil, bireyseldir. Yoksa yaşanmamış demek değil. Doğru veya yanlış, bu süreçte yapıldığı iddia edilen hak ihlalleri davanın önemini değiştiremez.
Nisan başında yapılan, Türkiye’nin de katıldığı G20 sanayileşmiş ülkeler zirvesi, IMF’ye kaynak aktarımı kararıyla son buldu. Buna göre rezervleri kısıtlı bulunan IMF’nin kaynakları üç katına çıkarılacak. Aynı zamanda özel bankalardan kredi alması da mümkün olacak
Kredi verecek işletme bulamayan bankalar için IMF’den iyi müşteri düşünülebilir mi? Peki ya uyguladığı stand-by anlaşmalarında sıkı mali disiplin öneren, yani harcamaların kısılmasını isteyen IMF’nin finansörleri neden ülkelerinde kamu harcamalarını görülmemiş düzeylere çıkartıyorlar? Bunun nedeni açıktır, devasa bloklar halinde sermaye ihracını mümkün kılan, çok büyük bir aracı kuruluş olan IMF, genel olarak fonlarını sağlayan ülkelerin çıkarlarını temsil eder. Bugün ise bu çıkarlar çevre ülkelerde gezinen sermayenin geri dönmesini gerektiriyor. Öyleyse IMF, anlaşmalarına bu doğrultuda hükümler koymalıdır... Başlangıçta karışık görünen bu durum aslında Mortgage kredisi furyasına benzer, yalnız bu defa dünya ölçeğinde gerçekleşiyor olması farkıyla. Hatırlayalım;
Oktay Benol, 4 Mayıs 2009 Ekonomik krizin birçok önemli sonucu var. Artan işsizlik, genelleşen yoksulluk ve açlık bunlardan sadece birkaçı. Lakin ekonomik kriz kendi başına bir neden değil, çünkü ekonomik krizin kendisi de bir sonuç. Eğer ekonomik kriz gerçekten bütün bu olumsuz sonuçların nedeni olsaydı her şey kolay olurdu. Ekonomik kriz bitince işsizlik, yoksulluk ve açlık da biterdi. Oysa ekonomik krizler kapitalist sömürü düzeninin kaçınılmaz doğal sonuçlarıdır. Aşırı kâr etmeye programlı sermaye düzeni, emek sömürüsü ve sürekli işsizlik üzerine inşa olur. İşsizlik kapitalizmin doğal bir sonucudur!
Kuşkusuz yalanların da bir ömrü var. İşsizlik çığ gibi büyüyor. En iyimser tahminle her dört kişiden biri şu an işsiz. Hükümet ve patronlar işsizliğe neden olarak krizi gösteriyor. Kriz olmasaydı işsizlik de olmayacaktı, öyle mi? AKP hükümetinin ilk 5 yıllık karnesi böyle olmadığını gösteriyor. Resmî işsizlik rakamları en son Ocak 2009’da açıklandı: yüzde 15,5. Bu orana göre 3 milyon 650 bin kişi işsiz. Bu rakamın yalan olduğunu biliyoruz. Gerçek işsiz sayısı 7 milyon civarında olmalı. Ve sürekli artıyor…
G20’nin Ardından
Ekonomik krize yönelik çözüm önerisi olarak getirilen bu paket, gerçekten de Amerikan ve Avrupalı sermayedarlar için harika bir reçetedir.
Patronlar ekmedikleri yeri biçmeyi severler!
Tabii ki patronlar uyanık insanlar. Sürekli işsizlik ve yoksulluk üreten bir düzeni sahiplenmezler. Bu nedenle işsizlik, yoksulluk, açlık için hep bir neden icat ederler. Bugünkü koşullarda da hükümet ve patronlar krizi bir neden gibi gösterme peşindeler. Bu sayede istedikleri kadar işçi çıkarıp, ücretleri düşürüp, çalışma şartlarını ağırlaştırabiliyorlar. Vergi başta olmak üzere birçok sorumluluklarından kaçabiliyorlar. Kıdem ve ihbar tazminatı, işsizlik sigortası, sağlık ve emeklilik hakkı, hafta sonu ve yıllık izin gibi kazanılmış hakları krizi bahane ederek işçilerden gasp edebiliyorlar.
Hiç mi yaşanmadı? • Hükümet yanlısı burjuva medya yapılan her şeyi haklı göstermeye çalışıyor. Bu işten dili yanan bir kısım burjuva medya ise, gözaltına alınan ünlü kişilerin masum olduklarından ve vatanlarını sevdiklerinden dem vuruyor, bu kişilerin gözaltına alınmasına karşı çıkarak davanın kendisini saçma göstermeye çalışıyor. Bir rektörün, profesörün ya da dernek üyesinin darbeyle, cinayetlerle ne işi var deyip bahsi geçen olayları sanki hiç yaşanmamış gibi göstermek istiyor. Kim darbe planlarının yapılmadığını iddia edebilir? Kim asit kuyularını ve faili meçhul olarak geçen yüzlerce cinayeti inkâr edebilir?
Şefik Sandıkçı, 28 Nisan 2009
5
Amerika’da sanayi yatırımları azalmaya başlayıp sermaye finans piyasalarına yöneldikçe, bankalar bu fonları değerlendirmek için yüksek faizli ve yüksek riskli krediler dağıtmaya başlamıştı. Bugün G20 tarafından onaylanan esnek kredi sistemi gibi... Türkiye’nin durumu ise oldukça karmaşık; ülkenin zayıf mali yapısı göz önüne alındığında, muhtemelen bomba etkisi yapacak önlemleri almasını öngören bir bir stand-by anlaşmasını imzalamakla yüzyüze olan hükümet, bir yandan da bu anlaşmanın tarafına kaynak yaratma kararı almak durumunda... AKP, ecdat yadigârı seçim ekonomisini son dönemde de bolca uyguladıktan sonra bugün fellik fellik kredi arıyor, IMF ise ona reddedemeyeceği bir teklif yapıyor. Yaşanan süreç böyle özetlenebilir. Bu krediler, stand-by hükümleri ve yetkililerin demeçlerine bakılırsa kamu harcamalarına gitmeyecek. Öyleyse kimin kullanımına sunulacak? Daha önemlisi geriye kimin sırtından ödenecek? Cevaplanması dereken sorular bunlardır...
Üzerinde durdurduğumuz nokta kriz olduğu için işsizliğin olduğu iddiasının geçersizliğini göstermek. AKP hükümetinin birinci yıl karnesine göre 2003 resmi işsizlik oranı %10,5. Resmî işsiz sayısı 2 milyon 493 bin. Bir yıl sonra 2004’de yüzde 10,3 ve 2005’de yüzde 10,3. Resmî işsiz sayısı 2,5 milyon. 2006 ve 2007’de yüzde 9,9. Resmi işsiz sayısı 2006’da 2 milyon 446 bin. 2007’de 2 milyon 333 bin. Bu yıllar AKP hükümetinin altın yıllarıydı. Resmî olarak bile her on kişiden biri işsizdi. Gerçek rakamlara göre ise bu yıllarda ortalama işsiz sayısı 5 milyon civarında oldu. Diğer bir ifadeyle her beş kişiden biri sürekli şekilde işsizdi. Kriz koşullarında işsizliğin katlanarak arttığı bir gerçek ama 2003–2007 verilerinde de görüldüğü üzere işsizlik için krize gerek yok. İşsizlik, patronların emek ücretlerini sürekli baskı altında tutmak istemelerinin bilinçli bir sonucudur. Çok sayıda işsiz sayesinde patronlar ücretleri ve çalışma şartlarını istedikleri gibi belirlemekte. Ücretini, çalışma koşulunu beğenmeyen bir işçi, emek pazarında bekleyen çok sayıda işçiden biriyle hemen değiştirilebilmekte. Bir işe kavuşmak isteyen işsizler kaçınılmaz şekilde daima daha düşük ücrete razı olurlar. Dolayısıyla işsizlik krizle değil doğrudan kapitalist sömürünün kendisiyle ilgilidir. Mevcut koşullarda da kriz bahane edilerek işsizlik bilinçli olarak yaygınlaştırılıyor. Çünkü işsizlik arttıkça ücretler ve emek maliyeti düşecektir. İşsizlik önlenemez değildir. Kâr hırsı engellendiği ölçüde işsizlik de engellenecektir.
İŞÇİ CEPHESİ’Nİ OKU - OKUT - ABONE OL -
6
POLİTİKA
Seçimlerin ardından kentsel dönüşüm 29 Mart yerel seçimlerinin önemli konularından biri, Kentsel Dönüşüm meselesiydi. Ortadaki rantın büyüklüğünden ötürü, Kentsel Dönüşüm’ün gündemde olduğu yerlerde, seçimler daha çekişmeli ve gürültülüydü. Öte yandan, Kentsel Dönüşüm’ün başlamış olduğu yerlerde, halkta oluşan tepkiyi oya çevirmek için de, bu konu önemli bir fırsattı. Örneğin, Kartal, Büyükçekmece, Sarıyer gibi ilçelerde, AKP’nin belediyeleri kaybetmesinde, Kentsel Dönüşüm’ün önemli etkenlerden biri olduğu belirtiliyor. Kabaca; kent emekçilerini, yoksullarını şehrin dış kesimlerine atmak ve yeni rant alanları sağlamak olarak özetleyebileceğimiz Kentsel Dönüşüm Projesi, seçimlerden bağımsız olarak, kent yoksulları için bir ölüm-kalım meselesi durumunda. 2005 yılında, Kentsel Dönüşüm sürecini yürütmek adına kurulan kurumlardan Mesken ve Gecekondu Müdürlüğü, İstanbul’da 85 bin gecekondu tespit ettiklerini ve bunların yıkılmasına karar verdiklerini açıklamıştır. Dolayısıyla, yalnızca İstanbul’da bu süreç, yüz binlerce insanı etkilemektedir.
nın yıkımlara karşı, kararlı direnişler gösterdikleri örnekler de bulunuyor. Ve bu başarılı direnişler, yerellerdeki kazanımlardan çok daha fazlasını ifade ediyor, kuşkusuz. Sözü edilen örnekler, bu saldırı sürecinin durdurulabileceğinin canlı kanıtları olarak duruyorlar ve bu halleriyle, başka yerlerde gerçekleştirilecek yıkım projeleri için de ciddi birer tehditler. Mesken ve Gecekondu Müdürlüğü’nün açıklamalarına göre, İstanbul’da en büyük yıkımsa, Okmeydanı’nda gerçekleşecek. Şehrin sürekli genişlemesiyle, İstanbul’un merkez noktalarından biri haline gelmiş bu bölge, taşıdığı rant potansiyeliyle, belirli kesimlerin fena halde ağzını sulandırıyor. Ne var ki, yerel seçim süreciyle birlikte Okmeydanı’nda, bu tatlı projeye taş koyacak bir muhalefet odağı oluşmaya başlıyor. Okmeydanı Mahmutşevketpaşa Mahallesi’nde, hakim muhtarlık anlayışına muhalif gençlerin inisiyatifiyle muhtar adayı olan Yalçın Köse etrafında, başta barınma hakkı olmak üzere, mahalle halkının taleplerini sahiplenen bir muhtarlık çalışması gerçekleşti. Dahası, kıl payı kaybedilen seçim sürecinin ardından, dile getirilen talepler etrafında, çalışmalar halen sürmekte.
Kentsel Dönüşüm, adım adım ilerleyen bir süreç ve bugüne kadar pek çok yerde, fazla güçlük çekmeden hayata geçirilmiş bir saldırı planı. Ne var ki, Bu mütevazı, örnek çalışmanın muhtar adayı Yalçın Köse’yle seçim süreci Gülsuyu Mahallesi’nde, Dikmen Vadisi’nde olduğu gibi, mahalle halkları- ve kentsel dönüşümle ilgili bir söyleşi gerçekleştirdik.
halle meclisi” talebiydi. Biz eğer kazanırsak, mahal- Atakan Şemsi, 30 Nisan 2009 leyi meclisle yönetmek gerektiğini düşünüyorduk. Seçim çalışmalarını da bir meclisle yaptık. Seçim- letme çalışması bahanesiyle, buranın tek yeşil alalerin ardından da, bu meclis çalışmamız sürüyor. nı olan parkımızı elimizden almaya çalıştılar. Ancak, halkın mücadelesi sayesinde, parkımıza dokuSeçimlerde öne çıkardığımız temel sorun, Kentsel namadılar. Dönüşüm konusuydu. Biz bunun her şeyden önce ideolojik bir mesele olduğunu düşünüyoruz. Yıl- Seçimleri kazanamamış olmanıza rağmen, çalar önce, analarımız babalarımız, ucuz işgücü ola- lışmalarınızı sürdürme kararı aldınız. Bundan rak buralara çağrıldılar. Haliç kıyılarında yapılaş- sonraki süreçte, yıkım tehlikesine karşı nasıl bir maya, bilinçli olarak göz yumuldu. çalışma yürütmeyi planlıyorsunuz? Ancak, “küreselleşme” süreciyle birlikte, İstanbul’un çehresi değişmeye başladı. Fabrikalar, tersaneler, buralardan çekildi. İstanbul, turizm, finans, ticaret merkezi olarak kurgulanmaya başlandı. Bu noktada, bu mahalle halkı ‘gereksiz’ görülüyor. Gökdelenler, Levent’ten buralara akmaya başlıyor. Çalık gibi büyük şirketler Okmeydanı’ndan araziler alıyor. 30 sene sonra burada yaşıyor olup olmayacağımızdan emin değiliz.
Okmeydanı Mahmutşevketpaşa Mahallesi’nde, oldukça çekişmeli bir seçim süreci yaşandı. Siz, Sol’un birlikte durmakta büyük güçlük çektiği bir dönemde, ön-seçimde seçilerek, solun ortak adayı olarak seçimlere katıldınız. Bize biraz seçim sürecinden bahseder misiniz? Mahallemizdeki muhtarlık anlayışına muhalif, sorunlarımızı birlikte çözmekten yana bir kitlenin seçimlere katılma kararıyla, muhtarlığa aday olduk. Biz adaylığımızı ilan ettiğimizde, düzene muhalif benzer programı savunan 2 muhtar adayı daha vardı. Birlikte uzun bir tartışma süreci yaşadık. Adaylığı teke indirmek zorunda olduğumuzu biliyorduk çünkü, aksi durumda, oylar bölünecek ve seçilme şansımız olmayacaktı. Sonuçta ön-seçim yapmaya karar verdik. 2300 kişinin katıldığı ön-seçimde (tüm seçmenlerin beşte biri, A.Ş.), oyların yarısını alarak, solun tek muhtar adayı olduk. Seçimlerde öne çıkardığınız talepler nelerdi? Sorunlarımızı birlikte çözebiliriz anlayışıyla hareket ederek, mahalle halkıyla bir tartışma süreci yaşadık. Programımız, bu tartışmanın bir ürünü olarak doğdu. Dolayısıyla, bizim işimiz halkın taleplerini kâğıda dökmek oldu. Bizi diğer anlayışlardan ayıran temel farklılık, “ma-
Biz de, yıkım tehditlerine karşı mahallemizi korumaya çalışıyoruz. Örneğin, geçenlerde, yol geniş-
Bizlere, hayat şunu öğretti. Ezilenler, sömürülenler sorunlarına sahip çıkmazlarsa, bir şeyler asla değişmiyor. Nerede bir hak alma mücadelesinde bir araya gelirsek, orada bir güç oluşuyor ve bu güç muhatap alınıyor. Amacımız mağdurları bir araya getirmek. Ben de bu konuda bir mağdurum. Birleşeceğiz ve sorunlarımızı çözeceğiz. Başka şansımız yok! Önümüzdeki süreçte, çalışmalarımızı sürekli kılmak için bir dernek kurmayı hedefliyoruz. Çalışmalarınızda başarılar diliyoruz. (Röportaj tarihi: 21 Nisan 2009)
KADIN SAYFASI
Türk kadınlar en az 3 çocuk yapsın, Kürt kadınlar dinî eğitim alsın! Rukiye B., 25 Nisan 2009 Başbakan Erdoğan’ın söylediği “Türk kökünü kazımak istiyorlar... En az üç çocuk yapın!” çağrısının şokundan henüz kurtulamamışken, Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü’nün Devlet Bakanı Nimet Çubukçu’nun da katıldığı Diyarbakır’da gerçekleşen 29 Şubat-2 Mart 2008 tarihli ‘Aile Hizmetlerinde Sivil Toplum Kuruluşları ile İstişare Toplantısı’nın raporu geçtiğimiz günlerde yayımlandı ve içeriğindeki saçma çözüm önerileri ile dikkat çekti. Bunlardan bazıları; • Kürt kadınların az çocuk doğurması için halka belli bir çocuk sayısından sonra sağlık hizmeti vermemek
Tabii bu durumda kadınların rolü daha feci bir hal alıyor. Sadece çocuk doğurmak ve hizmet etmek için yaşayan kadınların artık herhangi bir hayvandan ya da eşyadan farkı kalmıyor. Bugün birçok kadın hareketinin temelini bu aşağılanma ve ırkçılık yüzünden ezilmiş, yaralanmış, sevdiklerini kaybetmiş Kürt kadınların oluşturduğu bilinmekte. Bu silkelenip kendine gelen ve gücünün farkına varan kadınların din ile yola getirilmeye çalışılması çok da şaşırtıcı değil. Mesele kimin sayısının çok olduğu değil ki burjuvalara karşı sayımız oldukça üstün, mesele kadınıyla erkeğiyle sınıfımızın saflarında yer alabilmemiz.
• Dinin kadına bakış açısının bilinmesi için doğru dinî bilgilerin verilmesi, medyanın bu yönde kullanılması • Din eğitimi kapsamında siyer (peygamberin hayatı) dersinin daha etkin ve kapsamlı olarak anlatılması; • Töre ve namus cinayetlerine ilişkin kullanılan feminist dilin azaltılması ve hukukun öne çıkarılması gibi kararlar var. Yalnızca bunlar değil diğer bakan ve yöneticilerin de açıklamaları incelendiğinde AKP’nin kadına bakışı açık bir şekilde görünüyor. Erkeğin soyunu devam ettiren ve itaat eden kadın! Din ise bu itaatin en büyük aracı rolünü oynuyor.
Tabii bir de Erdoğan’ın çağrısında açık seçik duran “ötekileştirme” var. Bir panik hali yaratmak ve ortamı karıştırmak çoğu zaman gerçek gündemi örtmeye ve işçi sınıfını bölmeye yarar. Bunun tezahürünü yakın zamanda Kürtlerin çok çoğaldığı ve sayılarının Türklerinki kadar olacağı, bu yüzden Türklerin genç nüfusunu korumak amaçlı çoğalması gerektiğiydi.
Görünmek İstenmeyen Emek Ev içi emek dendiğinde akla ilk yemek, temizlik, çocuk bakımı vb. uğraşlar geliyor. Ev içinde harcanan zaman ve emek hiçbir zaman bir iş olarak görülmüyor. Bütün bu işlerle ilgili kabataslak bir hesap yapıldığında bile gerçek tablo ortaya çıkıyor. Evde harcanan zaman içinde yapılan yemek ve temizlik işleri için en düşük ücret yaklaşık 1000 TL. Çocuk bakımı günün yalnızca belli saatleri için yaklaşık 700 TL. (Ev kadını ise günün 24 saati çocukla ilgilenmek zorunda.) Toplam olarak yaklaşık bir kadının evde harcadığı emeğin karşılığı en az 1700 TL olarak çıkıyor. Oysa erkek egemen toplumda bir erkek için ev işi kadın işi; ve çok basit! Zaten çamaşırları, bulaşıkları makine yıkıyor. Evi elektrik süpürgesi süpürüyor. Bu durumda “Kadına ne iş kalıyor ki?” diye düşünülüyor. Evet, bunlar büyük kolaylık ama kadının harcadığı zamanı ve emeği yok etmiyor. Üstelik evdeki kadın makinelere konulacak deterjandan tutun da, harca-
İşsizliğe Karşı Kapitalist Çözüm: Haydi Kadınlar Eve! Dicle Nadin, 25 Nisan 2009
Kapitalist krizin yarattığı ağır tahribat, çalışma haklarını ellerinden aldığı kadınların, evlerinin yolunu tutmasına sebep oldu. Kadın istihdamının zaten son derece düşük olması, çalışma hayatına atılmamız önündeki birçok engel, krizle birlikte artan işsizlikle de birleşince ev kadınlığımızı baki kıldı. KEİG’in1, 2008 verilerine göre hazırladığı Kadın Emeği ve İstihdamı Raporu’na göre; Türkiye’de çalışma payının yalnızca yüzde 22’sini kadınlar oluşturuyor. Kadınların yüzde 45’i tarımda, yüzde 9’u ise kentlerde istihdam ediliyor. Her 100 kadından 66’sı ise kayıt-dışı çalışmakta. Kadınları eve kapatan bir sistem: • Krize karşı genelde hükümetlerin çözümlerinden biri de kadınların çalışma haklarını elinden almak olur. Kadınlar işgücü piyasasının dışına itilir. Bununla resmî işsiz sayısının daha düşük gösterilmesi; işsizliğin, sefaletin sözde-azaltılması amaçlanmaktadır. Çünkü kadınların evde olması ya da kayıt-dışılığı işsizlik oranlarına dahil edilmemektedir. Başbakanın üç çocuk doğurun söylemi, Devlet Bakanı Şimşek’in işsizlik oranının artmasını kadınların iş aramasına bağlaması, iş isteyen kadınlara, “evdeki işler size yetmiyor mu?” diye yanıt veren Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu’nun sözleri bu bağlamda okunmalıdır. Bu sözler, kadınları özellikle de bu dönemde, eve kapatan sistemin, dile pervasızca yansımasıdır. İstatistiklerde olmayabiliriz ancak... • Kadın işsizliği, istihdamın yaratılamamasından da öte; kadınların çalışma hayatına atılması önündeki sayısız engelden de kaynaklanıyor. TUİK verilerine göre, bir kadın günde ortalama 5 saatini bakım hizmetleri ve ev işlerine ayırıyor. Yani haftada 35 saat ücretsiz mesai yapmak zorunda olunca, ikinci bir işe atılmak birçok kadın için bir hayli zor.
Zaten burjuvaların bir sorunun üstünü kapatmadaki, özellikle sınıflar arası gerginliği örtmek için başvuracakları en öncelikli şeydir din.
Nergis Çayır, 25 Nisan 2009
7
nan elektrik ve suya kadar, hem ekonomik hem de sosyal olarak yıpranıyor. Derinleşmeye devam eden ekonomik krizle birlikte bu sorunlar daha da ağırlaşıyor; çünkü daha önceden piyasadan alınabilen hizmetleri içinde bulunduğumuz ekonomik darboğazda evdeki kadının üstlenmesi bekleniyor. Tüm bu şartlara ve engellere rağmen çalışma hayatına girebilmiş kadın ise bu sefer farklı zorluklarla karşılaşıyor. İş hayatında karşılaştığı sorunlar bir yana, çalışan kadının evdeki durumu daha da zorlaşabiliyor. Çünkü bir yandan onun “doğal” sorumluluğu gibi görülen ev işlerini de yapmaya çalışırken kadın zamanla kendini eksik hissetmeye, hiçbir şeyi tam yapamadığını düşünerek psikolojik bir baskı altına girmeye başlıyor. Çocuğuyla yeteri kadar ilgilenemediğini düşünerek kendini suçluyor. Sonuç itibariyle kadının çifte sömürüsü ve ezilmişliği maddi ve manevi olarak devam ediyor. Ama bu kaderimiz olamaz, bunu değiştirmek için başta ev-içi emeğin toplumsallaştırılması ve kadının istihdamı önündeki engellerin kaldırılması talebimizle mücadelenin içinde yer almalıyız.
Bütün bu nedenlerden dolayı, kadının üretimde var olabilmesi için, üzerinden ev yükünün alınması gerekir. Fakat onu eve kapatan ve bu durumdan en çok kazanan da cinsiyetçi kapitalist sistemdir. Çünkü kayıt dışı olmamız, evde ücretsiz çalışmamız patronları sosyal güvence masrafından kurtarır. Ayriyeten ev-işinin üretimi ve yeni proleterlerin yetiştirilmesi, bakımı ücretsiz olarak kadınlar tarafından karşılanır. Fakat ev-işçiliği bir kadın için, ekonomik açıdan gelir getirmediği gibi, toplumsal açıdan da bilincini köreltir, örgütlenmesini engeller. Devletin yerine getirmek istemediği sosyal hizmetleri kadının sırtına yıkar. Kadının bu doğal hizmetli konumu da, medya başta olmak üzere birçok araçla kalıcı hale getirilir. Bunların en başında aile ve evliliğin, her fırsatta kutsanması gelir. Oysa bu koşullarda bizim için aile kurmak, ev işçiliğine başlamakla eşdeğerdir. Bu nedenle kadın istihdamının artması ve çalışma hayatında var olabilmemiz için, ev-emeğinin toplumsallaştırılması zorunlu bir ön koşuldur. Aksi takdirde çalışma hayatı, bizim için ikinci bir mesaidir. Bu yüzden kadınların tek başlarına üstlendiği ev-işi ve bakım hizmetleri yükü, kamu ve işverenin paylaşmasına olanak sağlayacak şekilde yasalaştırılmalıdır. Çünkü devlet; toplu yemekhaneler-çamaşırhaneler, iş yerlerinde ve mahallelerde ücretsiz kreşler kurduğu, ev-içi emeğin üretimini kadının sırtına yıkmadığı takdirde, kadın üretimde ve toplumsal hayatta yer alabilir. 1
KEİG: (Kadın Emeği ve İstihdamı Girişimi)
8
ARKA PLAN
İ ş Ye r l e r i n d e v e S İşçi Den Dünya burjuvazisi krizden çıkmanın yolunu bulamıyor. Gerçekçi olmak gerekirse, bu adaletsiz sistemin içerisine saplandığı bataktan eskisi gibi çıkabilmesi asla mümkün değil. En iyimserinden en kötümserine kadar, tüm “saygın” burjuva iktisatçıları dahi, sürecin kapitalistler tarafından kontrol edilemediğini kabul ediyorlar Sedat D., 1 Mayıs 2009 Başlangıcından bugüne ekonomik kriz • Kriz kasıp kavurmaya devam ediyor. İşsizlik dünya genelinde rekor düzeye tırmanıyor. Başta inşaat, otomotiv, enerji ve tekstil olmak üzere, pek çok sektördeki kitlesel işten çıkarmaların ve de sektör küçülmelerinin sonunun ne zaman geleceği ise hâlâ bilinmiyor. Bu durumun çalışan işçi ve emekçiler üzerindeki en belirgin etkisi ise korku oluyor. Bugün işsiz kalma korkusu, çoğu işçiyi direnmekten ve örgütlenmekten alıkoyuyor. Her ne kadar işçi ve emekçilerin örgütlenmeye olan ihtiyaçları ve istekleri artsa da, bu istekten daha büyük olan korku patronlar tarafından her yere ekliyor. Bu durum, önümüzde aşmamız gereken en büyük zorluklardan birini bizlere gösteriyor. Kapitalizmin tarihini inceleyecek olursak, şöyle bir genelleme yapılabilir: Sanıldığının aksine kriz dönemleri -özellikle de kriz başlangıç aşamasında iken ve işçiler yeterince örgütlü değilken- işçi ve emekçilerdeki yoğun bir öfke birikiminin sonucu olarak patlamalar, büyük
lan korku değildir. Bugün, patronlar ve hükümet işbirliği içinde krizden kendileri için en az zararla çıkmaya çalışırken, sendika bürokratları da duruma seyirci kalmaktadır. Bunca kıyametin koptuğu bu dönemde, biz işçilerin biricik mücadele örgütü olan sendikaların ellerinde, basit bir mücadele programı dahi yok. Bürokratlar, hiçbir işyerinde sendikalaşmayı arttıracak, ya da patronların saldırılarına karşı işçileri koruyacak bir çalışma yürütmüyorlar. Yürütülen çalışmaların önüne de taş koymakta gecikmiyorlar. İşçi ve emekçilerin yaşadığı uzun geri çekiliş döneminde, çıkarları patronların çıkarları ile iyice çakışan sendika bürokratları, pek çok acil ihtiyacımızı dahi görmezden gelmekteler. Sendika bürokratları, patronların krizi mümkün olduğunca az zarar ile atlatmalarının ardından krizin sona ermesini istiyorlar. Bu süreç içerisinde ise kendi koltuklarını koruyabilmenin telaşındalar. Hükümetin bu süreç içerisindeki tüm programı ise zaten açık: Patronlar için açıklanan kurtarma paketleri, IMF ile imzalanmaya çalışılan yeni anlaşma ve de işten çıkarmaların
Bunca kıyametin koptuğu bu dönemde, biz işçilerin biricik mücadele örgütü olan sendikaların ellerinde, basit bir mücadele programı dahi yok direnişler ve grevler yaratmaz. Kriz dönemlerinin başlangıç süreçlerinde, işçi ve emekçileri işsiz-aşsız kalma korkusu sarar. Bu korkudan ötürü de, işçi sınıfı düzen içi yollardan, yani mevcut uygulamalar çerçevesinde felaketlerin önünün kesilebileceğinden medet umar. Sonuç olarak da, direnişlerin sayısı azalma eğilimine girer. Bu bahsettiğimizi şu şekilde de soyutlayabiliriz. Krizin etkisini göstermeye daha henüz başladığı dönemlerde (2008’in sonlarında) metal sektöründe patlayan direnişler, metal sektöründe toplu iş sözleşmesinin yapılmasının hemen ardından kesintiye uğradı. O günden bugüne uzanan zaman zarfında ise, E-kart, Sinter, Mersin Limanı... işçilerin direnişine ilave olarak, onurlu birkaç (ATV vs) yerel direnişin dışında gerekli destekler gelemedi. Patron, hükümet ve sendika bürokrasisinin iş birliği • Öte yandan, bu durumun tek sorumlusu duyu-
normal karşılanması... Bu dönem içerisinde biz işçi ve emekçilerin payına düşen ise gün geçtikçe yaygınlaşan ve de kalıcılığı kesinleşen işsizlik. Yani açlık! Sendika bürokratları, krizin başladığı dönemde, mücadelelerin birleştirilmemesi için ellerinden geleni yaptılar. Mücadele eden işçileri yalnız bırakıp onları aynı sektördeki diğer işçilerden yalıttılar. Geçen zaman içerisinde sendika bürokratlarının sendikalı işçilere biçtiği rol hükümete karşı pazarlık kozu olmaktan, ya da ellerinin altında bulunan bir eylem kitlesi olmaktan öteye geçmedi. Böylesi büyük tehlikeler kapımıza dayanmışken, biricik sınıf örgütümüz olan sendikalarımızın; krize karşı patronları ve hükümeti uyarmaya yönelik eylemliliklere hazırlanması, krizin en çok tehdit ettiği bazı sektörlerdeki örgütlenmeleri artıracak çalışmalara derhal başlaması, mevcut direnişlerin birleştirilmesi için
Sanıldığının aksine kriz dönemleri -özellikle de kriz başlangıç aşamasında iken ve işçiler yeterince örgütlü değilken- işçi ve emekçilerdeki yoğun bir öfke birikiminin sonucu olarak patlamalar, büyük direnişler ve grevler yaratmaz
Patron-Hükümet
Seyirci kal
Saldırılara karşı oluştu
ARKA PLAN
9
Sendikalarımızda netimi! Kapımızdaki sürekli ve yaygın işsizlik tehdidine karşı, en önemli talebimiz devletin kamuya bağlı olan tüm sektörlerde biz işçilere iş olanağı sunmasıdır. İşsizlik artarken, biz işçi ve emekçilerin temel ihtiyaçları da gün geçtikçe daha pahalılaşıp karşılanamaz bir hale geliyor tüm imkânları zorlaması, bizim işimize ve aşımıza sahip çıkamayan hükümeti ise anlaşmaya-uzlaşmaya değil, doğrudan doğruya istifaya davet etmesi gerekirdi. Tüm bu gerçekliklerin yanı sıra şunu da unutmamak gerekir ki, yaşadığımız dönem herhangi bir dönem değildir. Tehlikelerin ve tehditlerin artmakta olduğu ve de her şeye rağmen işçi ve emekçilerin içerisindeki hoşnutsuzluğun örgütlenme çalışmalarının önüne bir olanak yarattığı bir dönemden geçiyoruz. İş ve ekmek talepleri bizler için, hayati bir öneme sahip.
ikilisi işbaşında.
lmayalım!
ı işçi seçeneğini uralım!
Sürekli ve yaygın işsizlik tehlikesi • Dünya burjuvazisi krizden çıkmanın yolunu bulamıyor. Gerçekçi olmak gerekirse, bu adaletsiz sistemin içerisine saplandığı bataktan eskisi gibi çıkabilmesi asla mümkün değil. En iyimserinden en kötümserine kadar, tüm “saygın” burjuva iktisatçıları dahi, sürecin kapitalistler tarafından kontrol edilemediğini kabul ediyorlar. Peki, bulunduğumuz nokta kapitalistler için yolun sonu mu? Onlara göre hayır. Kapitalistler daha büyük bir yıkım yarattıkça, kendilerine kendilerini yeniden inşa edebilecek alanlar yaratabileceklerine inanıyorlar. Bu yüzden de, belli sektörleri çökmeye terk ediyorlar. Bu yol ile, örgütsüz ve kendi kontrolünde kalmış işçi sınıfını daha da zor koşullarda çalıştırarak, bu yıkıntı altında yükselmeyi planlıyorlar. Burjuvalar, kendi kontrollerinde dahi olmayan, nereye varacağı belirsiz ve sonuçlarını kendilerinin dahi kestiremedikleri bir yolculuktalar. Bu anarşik yolculuklarının ardından bizi daha da barbarca koşullarda çalıştırıp, tüm insanlığın toplu yok oluşuna kadar hüküm sürmek istiyorlar. Bu söylediklerimizin verilere dayanan, gerçekçi bir açıklaması var mı? Bugün pek çok boş eve alıcı bulunamadığı için konut sektörü çöküyor ve de, konut sektörüne olan yatırımlar hızla azalıyor. Otomotiv sektöründeki dünya genelindeki küçülme yüzde 40’ları aşıyor. Gıda sektöründeki zamlar dahi, gıda tekellerinin arzuladıkları kâr oranlarını onlara vaat edemiyor. Bu yüzden gıda sektörünün krizi kendisini gıda krizi olarak ifade etmeye başlıyor. Yeterli ve güvenilir verilerin henüz oluşmamasına rağmen, başta tekstil olmak üzere beyaz eşya ve mobilyacılık sektörlerinde de hatırı sayılır miktarda küçülmelerin olduğu kesin olarak biliniyor. Bu küçülmeler de, tüm dünya işçi ve emekçilerine işsizlik olarak dönüyor! Tüm bunlar olurken de konutsuzluk, açlık vb. sorunlara sahip olan insanların sayısı her geçen gün artıyor.
Sözü geçen küçülme verileri en iyimser tahminlere göre bile, yıllarca devam edecek. Bunun sonucu olarak da, bugünkünden çok daha geniş kapsamlı ve çok daha yaygın bir işsizlik tehlikesi kapımızda kalıcı olarak kalacak! Ne yapmalı? • Kapımızdaki sürekli ve yaygın işsizlik tehdidine karşı, en önemli talebimiz devletin kamuya bağlı olan tüm sektörlerde biz işçilere iş olanağı sunmasıdır. İşsizlik artarken, biz işçi ve emekçilerin temel ihtiyaçları da gün geçtikçe daha pahalılaşıp karşılanamaz bir hale geliyor. Madem durum bu, devlet işçi ve emekçilerin ihtiyaçlarını karşılayabilmek için, üretimi onların temel ihtiyaçlarına göre yapılandırsın. Bunun için kamudaki fabrikalardan fazlasına mı ihtiyaç duyuluyor? O halde zarar ettiği söylenen işletmeler çalışanlarının denetiminde kamulaştırılsın! Bu işletmelerde çalışma saatleri azaltılsın ve de vardiya sistemi ile, işsiz olan işçilere iş olanağı sunulsun. İşte işsizliğe çare! Bu işletmelerde yapılan üretimler de, işçi ve emekçilerin temel ihtiyaçlarını karşılamak için, bünyesindeki işçiler tarafından planlansın! Kamulaşmayan iş yerlerinde de işçi denetimi sağlansın. Bu süreçte yukarıda bahsettiğimiz krize karşı mücadele programının en önemli mevzisi sendikalarımız olmalıdır. Bugün her ne kadar etkisini yitirmiş olsalar ve de bürokrasinin denetiminde patronlar ile el ele çalışsalar da, sendikalarımız bizim biricik örgütlenme mevziimizdir. Bu yüzden sendikalarımızı da derhal yeniden biz işçi ve emekçilerin mücadele örgütleri haline dönüştürmemiz gerekmektedir. Bu olmaksızın, başlattığımız direnişler dahi bürokratlar tarafından, yıpratılacak ya da boğulacaktır. Bunun yaşanmaması için de öncelikli olarak işçi inisiyatifleri ile gelişen çalışmalar ile, sendikaların gücünü arttırmalı, her işyerinde yaptığımız çalışmayı sendikalaşma çalışmasına dönüştürmeliyiz. Sendikalarımızın patronlar ile iş birliği yapmasını önlemek için de, tüm bürokratların çalışmalarını gözlemek adına sendikalarda işçi denetiminden yana olmalıyız. İşçiler örgütü sendikalarımızın, krize karşı hükümete yönelttikleri temel taleplerinin reddedilmesi durumunda ise, hükümette kim olursa olsun sendikalarımızın hükümeti istifaya davet etmelerini sağlamalıyız. Bu birleşik mücadeleyi hayata geçirebilmek için, işçi ve emekçilerin patronlara karşı besledikleri bıkkınlık hissi, tüm korkularına rağmen bize yol gösterecektir. Bu yol ile biz işçi ve emekçilerin mücadelesi, bugünkü gibi bir savunma mücadelesi olmaktan çıkıp, hayatı yeniden kurma mücadelesi haline gelecektir!
Bu yol ile biz işçi ve emekçilerin mücadelesi, bugünkü gibi bir savunma mücadelesi olmaktan çıkıp, hayatı yeniden kurma mücadelesi haline gelecektir
10
ULUSAL SORUN
“Dersimiz Kürdistan” Oktay Orhun, 28 Nisan 2009
Bugünlerde konuştuğumuz, DTP’ye yönelik operasyonlar ve bu duruma gösterilen tepkiler… Başlayan açlık grevi ve bir hafta öncesinde dipçikle kafası parçalanan 14 yaşındaki bir Kürt çocuğu... Daha evvel Cumhurbaşkanı’nın Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetime ilişkin Kürdistan ifadesini kullanıp kullanmadığını konuşuyorduk… Gidelim mi geriye, ne konuşuyorduk, nece konuşuyorduk, konuşuyor muyduk, konuşabiliyor muyduk? Biz konuşmaya başladık, çünkü 14 yaşında ‘çocuklar’ var. Biz konuşmaya başladık, durmadan direnen bir umut var. Bir imtihana tabi tutuluyor bu rejim bu umut tarafından ve hep sınıfta kalıyor rejim, soruları da cevapları da aynı olan bu sınavdan… Benim canım Kürt diye, yaşım 14 kalamaz mı? Bilmediği dilden küfürler yiyen, anlamadı diye dövülen çocuğun sorusu işte bu. Muhtemel bir iç geçirişte, düşünüyor; “Anamın ağabeyime, ablama yaktığı ağıtı anlayınca onlar, ağıt yakılacak hiçbir şeyi geride bırakmamaya yemin etmiş olacaklar: Yaşım kadar hapis, yaşım kadar dipçik ve nihayet gözyaşım kadar nefret; işte hep bunun sebebi olmalı…” Bu şehrin, bu sokağın, bu insanın adı nedir? Aynı çocuk yine düşünmüş olmalı: 1915’te, Ermenice, Bulgarca, Rumca isimler Türkçeye tahvil edilmiş, niye? Ve Ermenilerle Rumlar bugün nerede? 1923’te İzmit ilinin adı Kocaeli’ne, 1924’te Kırkkilise’nin adı Kırklareli’ne, 1927’de Bozok’un adı Yozgat’a… Bu böyle sürüp gitmiş. 1935’te binlerce yıllık Dersim olmuş bir anda Tunceli. Akıldaki soru şimdi şu: Fırat’tan bu yana, Osmanlı’nın bile söylemekte beis görmediği ‘Arz-ı Ekrad’ (Kürtlerin ülkesi) ya da ‘Kürdistan Eyaleti’nde yaşayanların aslında dağ Türk’ü oldukları ne zaman ‘keşfedilmiş’? Durup bir düşünelim bakalım 14 yaşındaki çocuklar düşünüyor, o yüzden sokaktalar, o yüzden yaşları kadar hapse mahkûmlar, belki o yüzden Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi’nde baskıları protesto etmek için onlar da açlık grevindeler… Biz de durup bir düşünelim mi? Durup, düşünüp anlamayı deneyelim mi? Etkisiz hâle getirilenin, arkasında bir ana, bir baba, bir kardeş bıraktığını… O çocukların belki o kardeşlerden biri olduğunu… Ölü ele geçirilenin, aslında “ele geçmemek” için ölmeyi göze aldığını… Belki, o çocuğun, o kardeşin, o halkın gözünde bir kahraman olduğunu… Durup düşünelim: İnkârın ve imhanın sayısız örnekleri ile dolu bir tarih içine hapsedilmiş bir halkın, haklı feryadını…
GENÇLİK
Üniversite A. Ş. Bahadır Bedri, 23 Nisan 2009
80 askeri darbesinin yarattığı Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK), kuruluş amacının ne olduğunu her geçen gün fazlasıyla gösteriyor. YÖK’ün yaptığı yeni açıklamada büyük üniversitelerin, Fransız Sorbonne Üniversitesi model alınarak bölüneceği belirtildi. Gerekçe ise üniversitelerin aşırı büyümesiyle yönetimlerinin zorlaşması... Buna göre eğitim, küçük sınıflarda az sayıdaki öğrenci gruplarına verilecek. Kürsü sistemi kalkacak. Yerine enstitülerin kendi yönetim örgütlemesini gerçekleştireceği departmanlara dayalı bir sistem öngörülüyor. Rektörler bunun üzerine ağızları kulaklarında bölünmeyi destekleyici açıklamalar yaptılar. Çünkü onlar da bölünmenin altında yatan gerçeğinin farkındalar. Bu bölünme planı tartışmaya meyil vermeksizin üniversite gençliğinin örgütlenmesine vurulmak istenen bir darbedir. Yine bu bölünme; derinleşen kriz sonu-
11
Ergenekon’da Hayırlı İşler! cu birçok ülkede tekrar patlak veren öğrenci ayaklanmalarının Türkiye’ye sıçramasından duyulan korkunun bir belgesidir. Gerçekleştirmek istedikleri üniversitelerde öğrencileri daha kolay kontrol altında tutabilmek… (Sorbonne’nin 1968’den sonra bölünmesi tesadüf değil.)
Dicle Nadin, 23 Nisan 2009
Neo-liberal yapılanmanın kendisi de bu planın bir diğer sebebi, kamu faydası değil, patronlar sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda işgücü yaratan hatta kendi kaynağını da yine kendi üreten şirketler isteniyor: Üniversite A.Ş.’ler…
Ve bunun sonucunda medya başta olmak üzere, toplumun bir bölümünde Türkiye’nin “aydınlık” yüzü olan bilim insanlarının(!), ÇYDD gibi güya öğrencilerin ihtiyaçlarını karşılamak dışında hiçbir amaç gütmeyen kurumların nasıl olur da bir terör örgütü ile bağlantıları olabileceği yaygarası koptu.
Bu hedefi gerçekleştirmek için küçük, kontrol edilebilir şirketleşmiş bir üniversite arzu ediliyor: İşte kapitalizmin eğitim anlayışı! Bu duruma son verecek olansa üniversite öğrencileridir, onların birleşip örgütlenmesidir. Unutulmamalıdır ki üniversiteler öğrencilerindir, para babalarının değil.
Ergenekon davasının 12. dalgasının, dikkat çekici bir yönü de birçok üniversite rektörünün, ÇYDD, ÇEV gibi öğrencilere burs dağıtan kurumlardan çeşitli kimselerin alınmasıydı.
Oysa bu ne büyük bir zihin yanılsamasıdır ki, çok yakın bir zamanda Mustafa Balbay’ın günlüklerinde birçok üniversitenin rektöründen “Kubilay” olarak bahsediliyordu. Yine sanıklardan Ümit Sayın, üniversitelerde personel hakkında istihbarat topladığını, beyan ediyordu. Cumhuriyet mitinglerini Şener Eruygur’larla düzenleyen, ÇYDD, ADD gibi kurumlardı. Öyleyse üniversitelerin gerçek sahipleri öğrenciler olarak, bu hocaların ve kurumların, ne kadar “aydın” ve eğitim gönüllüsü olduklarını bizden daha gerçekçi yorumlayacak insanlar olduğunu sanmıyoruz. Bu yüzden kendilerini bu davanın avukatı ve savcısı ilan eden burjuva partilerinin ikiyüzlü sözleri, bizim gerçeklerimizle epey çelişiyor. Rektörlerden ismi en çok ön plana çıkarılan Mehmet Haberal’ın; adının birçok yolsuzluğa karıştığından, şoven yayınlar saçan Kanal B’nin sahibi olduğundan, yine Doğu Perinçek, Şener Eruygur gibi isimlerle Milli Egemenlik toplantıları yapmış bir patron olduğundan pek bahsedilmiyor. Söylemek gerekirse bu “Ergenekon Üniversitesi” profili ve onun başındaki rektörler bize çok tanıdık geliyor. Bu rektörler, üniversitelerin piyasalaşmasına hizmet eden, muhalefet eden öğrencileri bölücülükle suçlayıp okuldan atan, faşist örgütlenmeleri destekleyen, öğrencileri kimliksizleştirme politikalarının baş denetleyicileri olanlardan sadece bir bölümü.
Keal’den İşçi Cephesi’ne Mektup Özelleştirmelerde gelinen son noktada sadece işçi kardeşlerimizin değil biz öğrencilerin de başına büyük dertler açılıyor. İşçi kardeşlerimizi derinden vuran özelleştirmeler artık merkezi yerde bulunan her okula uygulanıyor. Ben Kenan Evren Anadolu Lisesi’nde (öğrenciler olarak binlerce yoldaşımızı katlettiren bu generalin adını ağzımıza almamak için KEAL diyoruz) öğrenim gören bir öğrenciyim. Okulumuz, konumu itibariyle çok değerli bir arazi üzerinde bulunuyor... Ancak devletin yetkili kurumları; bizim bu değerli arazi üzerinde “değerli” insanlar olarak yetişmemizden çok kendi çıkarlarını düşünüyor. Bunun bir sonucu olarak da okulumuz sermayeleştirilip Fenerbahçe Spor Kulübü gibi kapitalist bir kuruluşa peşkeş çekiliyorlar. Bu durum biz emekçi ailelerin çocukları için hiç de iç açıcı değil. Çünkü okulumuzun taşınacağı yer Kayışdağı’nda ve yüzlerce öğrencinin ek bir yol parası verebilecek imkânı bulunmuyor. Bu durum zaten kemerlerini sıka sıka kangren olmuş ailelerimiz için büyük bir külfet. Ayrıca bizlerin bu okula Anadolu yakasının hiçbir yerinde bulunmayan merkeziyetini hesaba katarak geldiğimiz düşünülürse, hiçbirimizin fikri alınmadan okulun emek düşmanı kapitalist şirketlere peşkeş çekilmesi; Türkiye’de öğrencilerin düşüncesinin hiçbir önemi olmadığı ve tabiri caizse bizlerin yaşayan ölüler olduğu gerçeğini bir kez daha gözler önüne sermekte. Biz KEAL’lilerin Fenerbahçe Spor Kulübü’nden istediği; okulumuz üzerinden rant sağlama planlarını bir kenara bırakarak, kapitalizmin getirdiği metalaştırma güdüsünü eğitimhanelerden bir an önce uzaklaştırmasıdır! Aksi takdirde şu da çok iyi bilinmelidir ki biz KEAL’li öğrenciler, okulumuzu sattırmamak için her türlü mücadele yöntemine başvuracağız! KEAL’den bir öğrenci
Nitekim bu dalgayla birlikte daha çok; üniversitelerin baskıcı ve karanlık yanıyla birlikte, bilimden çok kontrgerilla örgütlenmeleriyle uğraşan birçok rektörün niteliği de teşhir edilmiş oldu. Yine aynı dalga, ÇYDD, ÇEV gibi kuruluşlara da bir göz atmamıza vesile oldu. Bu kimseler, kendilerini hayırsever olarak tanımlayıp, tek amaçlarının da “laik” cumhuriyeti koruyan bireyler yetiştirmek olduğunu söylüyorlar. Oysa bu bir laiklik değildir; ötekini dışlayan, tek tip bireyler yaratan, modernite, çağdaşlık kavramlarıyla gizlenmiş; şovenizmle harmanlanmış bir laiklikten bahsediyorlar. Aynı zamanda bu bir hayırseverlik de değildir. Kürt olmak, muhalif durmak, onların aktivisti olmayı reddetmek burs alamamanız için bir gerekçe olabiliyor. Ayrıca bursunuzun sürekli olmasını istiyorsanız; eğitim seminerlerine, cumhuriyet mitinglerine katılmanız şart, aksi takdirde bursunuz kesiliyor. Ne yazık ki ÇYDD ya da diğer burs veren tüm kurumların, aslında bize yardım etme gibi bir dertleri olmadığı belli. Bu sözde laik ya da Sünni misyonerlerin, öğrencilerin kötü hayat koşullarını fırsat bilip burs vererek, bizleri kendi pis burjuva ideolojilerinin bir parçası yapmak dışında hiçbir amaç gütmedikleri açık. Dolayısıyla bizler, burs dilencisi olmayı değil; eğitimin, barınmanın, ulaşımın ücretsiz olmasını talep ediyoruz! Öğrencileri denetleyen rektörlük kurumunun lağvedilmesini; üniversitelerin öğrenci denetiminde yeniden demokratik bir şekilde örgütlenmesini istiyoruz!
12
İŞ YERLERİNDEN TEKSTİL
TEKSTİL
Patronun Zararı
Nasıl İşsiz Kalınır?
Zenginliğini paylaşamadığım patronun zararını neden paylaşayım?
1 Mayıs mitingine katılmamın bedeli işten çıkarılmak oldu.
İşyerimde kriz başladığından bu yana sürekli işçi çıkarılıyor. Kesin sayı belli değil ama yüzlerce arkadaşımız işini kaybetti. İşyerimizin Türkiye’nin birçok yerinde şubesi olduğu için işten çıkarılmaları takip etmemiz olanaklı olmuyor. Benim bulunduğum yerde çalışanların yaklaşık %20’si işten atıldı. Türkiye çapında da böyle olduğunu sanıyorum.
1 Mayıs İşçi Bayramı her ne kadar resmî tatil ilan edilse de fiiliyatta bu pek uygulamaya konulmadı. Ben de bir işçi olarak 1 Mayıs’ı kutlamak, taleplerimi 1 Mayıs meydanında diğer sınıf arkadaşlarımla dile getirmek istedim ve 1 Mayıs’a Kadıköy’de katıldım. Biz orada taleplerimizi dile getirmeye çalışırken 1 Mayıs’a gitmem sebebiyle işten çıkarıldım. Tabii patron 1 Mayıs’a gittiğin için seni işten çıkartıyorum demedi. İş olmadığını bahane ederek işime son verdi. Zaten mecburiyetten küçük bir atölyede hiçbir sosyal güvencem olmadan yoğun bir sömürüye maruz kalarak çalışmak durumunda kalmıştım. Koşullar kötü olduğu halde doğru dürüst bir iş bulana kadar bu sömürünün yoğun olduğu yerde çalışmaktaydım. Bir de şöyle bir durum söz konusu; benim işe gitmediğim gün, günlük ücretim kesildi. Trajikomik bir diğer durum da işçi arkadaşlarımın bana karşı takındıkları tavır oldu. Adeta alay edercesine 1 Mayıs’ a gitmemin bana ne kazandırdığı soruldu. İşe gitmediğim gün diğer işçi arkadaşlar kendilerinin çalışıp benim 1 Mayıs mitingine gitmemden rahatsız olmuşlar, “iş var o 1 Mayıs’a gidiyor, biz burada çalışıyoruz” tarzında laflar söylüyorlar. Yani patronların işçi düşmanı olmasına alıştık ama işçinin işçiye düşmanlığını doğrusu hazmedemedim en çok da zoruma giden şey bu oldu. Ama işten çıkartılmam inanın beni o kadar da üzmedi. Bir dahaki 1 Mayıs’ ta yine meydanda taleplerimi dillendirmek için çaba göstereceğim.
Yemekten çaya, yoldan tuvalet kâğıdına kadar her şeyden ciddi kısıntılar yapıldı. Örneğin sabahları kahvaltıda kişi başı bir poğaça ya da simit verilirdi. Bu bile kaldırıldı. İşten çıkarılan arkadaşlarımızın yerlerine yenileri alınmıyor. Onların işleri bizler arasında paylaştırılıyor. Bu da bir kişinin iki hatta üç kişilik iş yapması anlamına geliyor. Önümüzdeki günlerin neler getireceğini ise bilmiyoruz.
LOJİSTİK
Patron yoruldun tatile git! Mart ayında yapılan yerel seçimlere bayan patronumuzda ilçe belediye başkan adayı olarak katılmıştı, ben de bu konuyu sizlere bu sayfadan yazmıştım. Büyük uğraşlar verdi bütün zamanını ayırdı, öyle ki işyerine dahi uğramadı, çok para harcadı, işçi arkadaşlarımızdan bazılarını götürüp parti işleri için çalıştırdı. Sonuç olarak seçimi kaybetti ama büyük oranda oy aldı ikinci oldu, arkadaşlarla kendi aramızda konuştuğumuzda aldığı oylarla kendini kanıtlamış genel seçimde milletvekilliği için yarışa bilirmiş diyenler var.
Bildiğimiz bir şey varsa o da krizin daha uzun süre devam edeceği. Kriz devam ettikçe biz işçi ve emekçiler de ekmeklerini yitirmeye devam edecek gibi görünüyor. Tabii ki böyle olmak zorunda değil. Biz işçi ve emekçiler örgütlü olursak, bir arkadaşımız işten atıldığında hep birlikte hayır dersek patronlar istedikleri gibi at oynatamazlar. Patronun saldırılarına karşı mücadele eder, direniş gösterir ve gerekirse grevle cevap verirsek kuşkusuz köpeksiz köyde değneksiz dolaşanlar istediklerine ulaşamaz. Dediğimi gibi şimdiden birçok arkadaşım işten atıldı. Poğaçadan çaya her şeyimizde kısıntı oldu. İki üç kişinin işini tek başımıza yapmak zorundayız. Patrona bunların yine de yeteceğini sanmıyorum. Önümüzde Temmuz ayında zam dönemi gelecek. Zam almak bir yana patronun ücretleri düşürmek için şimdiden plan yaptığına eminim.
İşyerine zaman ayırmadı dedim ama maaşlarımız 1 ay gecikmeli veriliyor, yani 1 ayımız içeride kaldı para harcamasaydı bizlere vermeyecekti zaten, bu da parasal olarak aklının bizim maaşlarımızda olduğunu açıkça gösteriyor.
Biz işçilerin, alın teri dökerek emeğiyle geçinenlerin krizin faturasını ödemek zorunda kalmasını kabul etmiyorum. Yıllarca kar eden patronlar bizlere ne kar payı dağıttı ne de yüksek zam yaptı. Zenginliğini paylaşamadığım patronun olmayan zararını neden paylaşayım! Eğer patron zarar ediyorum, maaşları ödeyemiyorum diyorsa kendisine önerim var: Bırak işyerini biz işletelim. Ücretleri de öder, poğaçaya çaya da para yetiririz. Yeter ki işçiler olarak isteyelim!
Seçimden 2 hafta sonrada, çok yorulduğundan olsa gerek dinlenmek için Dubai ye tatile gitti, 3 hafta gibi bir zaman orada kaldı.
TEKSTİL
Bizler maaşlarımızın neden geç ödendiğini sorup, itiraz ettiğimizde kriz var para yok deniliyordu, ama bayan patron tatil için yurt dışına çıkabiliyor, işçi arkadaşlarda Türkiye’nin suyumu çıktıda oralara gidiyor diye içten içe kızıyorlar. Patronların siyasete bakışları bu kadar, 1 ay çabalarlar bizden biriymiş gibi görünürler, afişlerle bayraklarla, kimileri sadakayla gözlerimizi boyamaya çalışırlar oy isterler bizden. Kazandılar mı koltuğun sefasını sürer zenginliklerine zenginlik katarlar, kazanamadılar mı ortalıktan çekilirler ne işle meşgullerse onu yaparlar bizim patron gibi sömürmeye devam ederler. Patronların bu oyunlarını bozmak bizim elimizde, işyerlerinde sendikalılaşalım, yaşamımızda da siyasetin ne olduğunu öğrenelim ki patronlar işçileri değil, işçiler patronları yönetmesi için örgütlenelim.
İşler tıkırında Bu yıl kriz bahanesiyle ücretlerimize zam yapılmadı. Bu süre içinde hiç boş kalmadık, hep çalıştık. Şimdi de Arap ülkelerine ihracat işleri üretmeye başladık. İşleri dikerken üzerlerinde fiyat kupürlerinin de bulunduğunu gördük. u sebeple ürettiklerimizin fiyatlarını görünce çok şaşırdık, çünkü tanesi 100 ila 300 TL arasında değişiyordu. Bu da diğer işçilerle aramızda konuşmalara neden oldu. Hem ücretlerimize zam yapılmamıştı, hem de patronun kazandığı gözler önüne serilmişti. 300 liralık bir ürünü iki tane diksek, zaten bir aylık ücretimizi kazanmış oluyoruz. Ama maalesef ki ürettiğimizi alamıyoruz, bu da sömürünün boyutlarını gösteriyor. Aynı zamanda patronun krizden etkilenmediğini de... Oysa örgütlü olsaydık, zamlarımız patronlara kalmazdı.
EMEK ATÖLYESİ İŞ YASASI’NDAN Sendikalar Kanunu
13
BİR KAVRAM Sendika nedir?
Cumhuriyetin ilk yıllarında ‘imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle’nin sınıf temelinde bir araya gelmesi yasaktı. Türkiye’de ilk sendikalar kanunu 1947 yılında çıktı. Grev ve toplu sözleşme haklarını içermeyen bu kanun sendikaların birer yardımlaşma sandığı düzeyinde kalmasına sebep oldu. 1963 yılında çıkarılan ikinci sendikalar kanunuyla işçilerin grev ve toplu sözleşme hakları tanınır. Bu hakların tanınmasıyla sendikalar kitleselleşmeye başlar. 1980 darbesinden sonra 1983 yılında sonuncu sendikalar kanunu çıkarılır. İşçi sınıfının örgütlerini atomize eden 1980 darbesi gibi bu yasa da sendikaların örgütlenme gücünü kısıtlayıcı bir sürü madde ile doludur. Bu son kanunla birlikte sendikalara geniş kapsamlı siyasi faaliyet yasağı gelmiştir. Toplu sözleşme ve grev hakkını kullanmak güçleşmiştir. Kamu kesimindeki sözleşmeli personelin sendikaya üye olması yasaklanmış; sendikaların kapsamı daraltılmıştır. Sendikaya kimler üye olabilir? Yasada tanımlanan işçi tanımının özelliklerine sahip olmak, sendikaya üyeliği yasaklanmamış olmak, sendikanın kurulduğu işkolunda çalışmak, aynı işkolunda kurulu başka bir sendikaya üye olmamak, işveren vekili sıfatı taşımamak. 16 yaşını doldurmuş olanlar serbestçe, bu yaşın altındakiler yasal temsilcilerinin yazılı izniyle sendikaya başvurabilirler. 16 yaşını doldurmayanlara oy kullanma ve delegelik hakkı tanınmamıştır. Sendikanın çalışma yaşamına ilişkin faaliyetleri nelerdir? Toplu iş sözleşmesi bağıtlamak, toplu iş uyuşmazlıklarında, ilgili makama, arabulucuya, hakem kurullarına, iş mahkemelerine ve diğer yargı organlarına başvurmak, açılan bütün davalarda husumete ehil olmak, Grev veya lokavta (işveren sendikaları için) karar vermek ve idare etmek. Sendikanın sosyal yaşama ilişkin faaliyetleri nelerdir? Çalışmayı doğuran hukuki ilişkilerde sosyal sigortalar, emeklilik ve benzeri hakların kullanılması ile ilgili olarak üyelerine ve mirasçılarına adli yardımda bulunmak, kurullara temsilci göndermek, kurs ve konferanslar düzenlemek, işçilerin boş zamanlarını iyi ve nezih bir şekilde geçirmeleri için imkânlar sağlamak, herhangi bir bağışta bulunmamak kaydı ile evlenme, doğum, hastalık ihtiyarlık, ölüm, işsizlik gibi hallerde yardım ve eğitim amacıyla sandıklar kurulmasına yardımcı olmak ve nakit mevcudunun yüzde beşinden fazla olmamak kaydıyla bu sandıklara kredi vermek.
Sendika, işçilerin kendi hak ve çıkarlarını korumak ve geliştirmek için kurdukları ve örgütlendikleri sınıf örgütleridir. Bu yönü ile sendikaların en önemli vasfı, işçi sınıfının ekonomik bir örgütü olarak, onun maddi çıkarlarını savunması ve de bu doğrultuda toplu sözleşme yapma hakkına sahip olmasıdır. Fakat sendikalar, işçilerin sadece ekonomik haklarının savunusunu verdiği kurumlar değildir. Tarihte de pek çok örneğinin görüldüğü üzere sendikalar; işçi sınıfının sınıf çıkarları doğrultusunda siyasi mücadeleler de verebilir. (Ancak Türkiye,’de pek çok sendikanın toplu iş sözleşmesi hakkı olmadığı gibi, sınıf çıkarları adına siyasi mücadeleler verebilmesinin önü de yasalarca kapalıdır.) Tarihteki ilk sendikalar, sanayi devriminin ardından İngiltere’deki işçilerin kurdukları denetleme ve dayanışma örgütleri olarak ortaya çıktılar. İlk dönemlerde, üzerlerinde ciddi bir devlet baskısı bulunan sendikaların kurulması yasalarca engellenmişti. Ancak işçi sınıfının kendisine ait olan bir örgüt için verdiği yaklaşık yüz yıllık bir mücadelenin sonucu olarak 1820’de İngiltere’de ilk yasal sendika kuruldu. Bunun ardından sendikalar Fransa’da 1884’te, Almanya’da 1890’da Türkiye’de ise 1947 yılında yasal hale gelebildi. İşçi sınıfının mücadelesinin en büyük önderlerinden Marks ve Engels ise, sendikaları ve verdikleri mücadeleleri başından beri selamlamışlardı. Bazı sendikacıların ihanetlerine rağmen, sendikaları daima “proletaryanın gerçek sınıf örgütü” olarak nitelemişlerdi. Emperyalistler arası birinci paylaşım savaşının ardından sendikalar artık, işçi sınıfının en yoksulunun da örgütlenebildiği ve mücadele verdiği kurumlar olma niteliğinden uzaklaşıp, işçi aristokrasisinin çıkarını savunan kurumlar haline geldiler. Ancak bu dönem içerisinde dahi sendikalar, işçi sınıfının mücadelesinin en önemli önderleri olan Lenin ve Troçki’nin hazırladıkları III. Enternasyonal’in programı içerisinde; işçi sınıfının birleştiği bir örgüt olarak nitelenmiştir. “Sendikalardaki mevcut gerici ruh halinin yıkılması için mücadele etmenin” belirleyici olduğu da söylenmiştir. Günümüzde ise, Türkiye’de de olduğu gibi pek çok mücadeleci sendika şubesi var olabilmiştir. Daha da önemlisi bazı Latin Amerika ülkelerinde (Conlutas sendikasında olduğu gibi) ülke genelinde örgütlü olan mücadeleci sendikalar mevcuttur.
MEKTUPLARINIZI BEKLİYORUZ
14
ULUSLARARASI
Jose Martins ile Kriz üzerine Portekizli devrimci Marksist dergi Rubra geçtiğimiz günlerde Brezilyalı devrimci Marksist iktisatçı Jose Martins ile Yaşa-
makta olduğumuz ekonomik krizin niteliği ve sonuçları üzerine uzunca bir söyleşi gerçekleştirdi. Martins uluslararası eko-
nomi politik konusunda öğretim üyeliği yapmakta ve haftalık “eleştirel ekonomi” sayfasının redaktörlüğünü üstlenmekte. Mevcut durumun analizinde belirleyici köşe taşlarını ortaya koyan söz konusu söyleşiyi kısaltarak yayımlıyoruz Çeviren: Murat Yakın Kriz, Marks açısından kapitalist devletin zayıfladığı ve işleyişinin aksadığı bir an olarak bir fırsat anlamına geliyordu. Yayımlamakta olduğumuz söyleşide ekonomist Jose Martins kriz konusunu ele alıyor; marksist maliyecileri, kapitalizmi kurtarmaya dönük bir programa sahip olmakla eleştiriyor; ABD’nin halen dünyanın motor ekonomisi olduğunu ve Çin’in onunla kıyaslanamayacağını ortaya koyuyor. Öngörülerinden biri de devasa boyutlarda bir kamu kredi krizinin yaklaşmakta oluşu. Marks açısından kriz aynı zamanda bir fırsat anlamına geliyordu. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Jose Martins; Evet Marks kapitalist krizden memnuniyet duyuyordu. Ekonomik kriz, objektif açıdan kapitalist devletin zayıflamasının ve işleyişinin aksamasının yegane fırsatıdır. Devlet, sermayenin değerlendiği, birikimin yoğunlaştığı dönemlerde son derece sağlam bir politik örgüt görüntüsü kazanır. Ekonomik kriz ise bu monolitik bloğu zayıflatır. Kriz, bir toplumda temel önem taşıyan üç örgütlenme sorununa – Ne üretmek, nasıl üretmek ve kimin için üretmek- toplum adına karar vermekte, toplumu yönetmekte burjuvazinin ne denli yetersiz kaldığını açığa çıkarır. Marx ve Engels açısından yıkıcı bir kriz, devrimin zorunlu şartlarından biriydi. Farklı burjuva sektörleri ile uluslararası kapitalist ve emperyalist güçler arasındaki belirleyici çatışmalar, yalnızca sermayenin genel kriziyle birlikte açığa çıkar. Tüm toplumun boğazına dek batmış olduğu baskıcı düzenin yenilmezlik zırhının, yalnızca bir görünüşten ibaret olduğunu açığa çıkartan bu eşsiz anlar Marks’ı heyecanlandırmaktaydı. İşçi sınıfının, burjuvaziyi yalnızca onun dünya duruşu konusundaki maskesini indirerek yenilgiye uğratması olanaklı değildir. Üstelik bu çaba sosyal barış koşullarının egemen olduğu dönemlerde iyice imkansızlaşır. Yalnızca kriz, işçi sınıfının sosyal savaştan muzaffer çıkmasının ve ne üretileceğine, nasıl üretileceğine ve ki-
min için üretileceğine bizzat kendisinin karar vermesinin maddi koşullarını yaratır. İkinci dünya savaşı 1929 krizine bir yanıttı ve size göre Irak’ın işgali de 2000/01 krizinden çıkmak adına bir yanıt oldu. Obama’nın Afganistandaki savaşı yoğunlaştırmaperspektifi de mevcut krize yönelik bir yanıt girişimi olabilir mi? Jose Martins; Savaş ekonomisi, kapitalistlere bir genel krizi aşmalarını olanaklı kılan yegane imkandır.Kapitalist rejimin genelleşmiş bir krizi aşmak için gündeme getirdiği ihtiyaçlar, temel tüketim pazarlarının taleplerini aşan “yıkım araçları olarak adlandırılan” son derece özel bir pazarın belirleyicilik kazanmasını gündeme getirmektedir. Bu konu ekonomi politikte – üstelikte bir devrimci olarak- herkesten daha derin bir kavrayışa sahip olan Rosa Lüksemburg tarafından kapsamlı olarak ele alınmıştır. Bankalara aktarılmış olan para, bizzat sistemin kendi döngüsü içinde buharlaşır, ama hükümet için silahlanma sektörüne aktarılan sermaye, özel endüstrinin birikim oranlarını yeniden yükseltmelerine olanak tanır. Savaş endüstrisi, kapitalistlere olağan üstü bir alan sunar. Silah üretim endüstrisi, aynı zamanda diğer tüm endüstriyel sektörler üzerinde de kesin bir talep artışı etkisi yaratır; Demir çelik endüstrisi, petro kimya, havacılık,otomotiv vs.. Tüm bu sektörler silahlanma yatırımlarından etkileneceklerdir.Ama sonuç olarak, son derece özel bir tüketim biçimini zorunlu kılan bir pazarla karşı karşıyayızdır – bu Pazar için yerleşim yerleri ve bombalanacak bölgeler bir gerekliliktirBu aşamada, emperyalist devlet bu pazarın ihtiyaçlarını gerçekleştirmeye olanak tanıyacak bir dış politika geliştirme uğraşına girişmeye başlar, yani, kamuoyunu savaşın bir zorunluluk olduğuna ikna etmeye dönük olarak, “teröre karşı savaş” türünden gerekçeler yaratmaya. Silah endüstrisine dönük bu yatırım, ulusal ekonomik sistem açısından aynı zamanda birikim oranlarında bir artış anlamına gelecektir. Savaş anlarında işsizlik tümüyle ortadan kalkar. Örneğin ikinci dünya savaşı esnasında Almanya, ABD ve İngilteredeki işsizlik oranları “sıfırdır”. Üretim hatları yerlerini yıkım hatlarına bırakır. Eğer sürekli savaşabilmek olanaklı olsaydı, kapitalist krizlerde ortadan kalkardı. ATTAC’ın pozisyonlarını savunan ya da sözcülüğünü yapan ekonomistler – ki bu pozisyonlar pek çok avrupa ülkesinde önemli tirajlara sahip olan Le Monde Diplomatique tarafından da savunulmaktakrizin üstesinden gelinebilmesi için, Tobin vergisi türünden finansal vergi anlaşmalarını, Off Shore vb işlemlere son verilmesini savunmaktalar. Siz bu tip tedbirlerin geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? Jose Martins; Marksizm açısından, kriz daima bir finansal kriz biçiminde patlak verir ama yaşanan temelde sermayenin bir aşırı üretim krizidir. Marksizmin çürümüş bir versiyonuna dayanan yukarıdaki türden reformist tedbirler, sonuç olarak hastalığın kendisine karşı değil ama belirtilerinden birine karşı aspirin kullanmaya benzemektedir. Ayrıca, bu çizgiyi savunanlar hükümetlerin uygulamaya soktukları yeni tedbirler karşısında tümüyle utanılacak duruma düşmekteler. ATTAC’ın Maliyecileri ” Tobin vergisini ” savuna dursunlar, Burjuvazi bankaları bankaları millileştirmeye başladı bile.
Burjuvazi bankaları millileştiriyor ve dahası endüstriyi millileştirmeyi vaad ediyor! Burjuvazi pratikte, bizim düşüncede “ marksistlerimizden” çok daha radikal. Sanırım bu sektörler, bir dizi temel analizde ciddi yanılgı içindeler. Forbes dergisinin bazı istatistik verilerine bir göz atıldığında, dünyadaki 100 büyük şirketin en azından %80’inin endüstri temelli şirketler olduğu –Boeing, General electric vb- %15’inin ticari şirketler olduğu – Walmart, Carrefour vs- %5’inin ise bankalar olduğu göze çarpacaktır.”finans sermayesinin, endüstri sermayesi üzerinde baskın ve egemen olduğunu” ileri sürmek ciddi bir teorik ve pratik hatadır. İkinci olarak şunu belirtmek gerekiyor ki, bu maliyeci sektörlerin sürekli yineledikleri üzere, ABD büyük bir dünya gücü olmakta sona yaklaşmakta ve ABD endüstrisi büyük bir çöküş yaşamakta. Peki bu sektörlere göre yeni yükselen yıldız kim? Çin! Bu kesinlikle doğru değil.ABD endüstrisi her geçen gün dünyanın başlıca endüsriyel gücü olma durumunu pekiştiriyor. Bunu anlamak için verilere bakmak yeterli. Endüstriyel üretim ve kullanım kapasitesine yönelik aylık FED raporlarına göre, ABD’deki endüstri üretimi 3 trilyon dolardan fazla, yani dünya üretiminin üçte birine tekabül etmekte. Almanya ve japonyadaki düzeyin 3 kat fazlasına, Çindeki üretimin ise 4 katından fazlasına sahip. Yine bu ülkenin Gayrı safi yurt içi hasılası 13 trilyon dolar. Çin endüstriyel üretimi olarak adlandırılan şeyin çok büyük bir kısmı gerçekte Kuzey Amerikan ve diğer dünya şirketlerine ait. O halde bu 3 trilyon dolarlık ABD sınırları içindeki üretimi oranı dış üretimle birlikte bir %20 oranında artırılarak hesaplanmalı. Ama aynı zamanda Çin’in ABD açısından bir tehdit unsuru olduğu söyleniyor Jose Martins; Bu önerme aslında büyük bir hayalperestlikten başka bir şey değil. ABD’nin ekonomik gücü son yıllarda somut bir biçimde gelişti.Avrupa ve Japonya’nınki ise düşüş gösterdi.Çin ne bilim ne de teknoloji geliştiremeyen yoksul bir ülke.Çindeki üretimin önemli bir bölümü global şirketlerce gerçekleştirilmekte. ABD, Avrupa hatta Brezilya şirketlerinden söz ediyoruz. Çin, tıpkı Vietnam ve Hindistan gibi dünyanın fabrikasına dönüşmüş durumda. Bu ülkede yaklaşık 500 milyon işçi var ve bu oranın yaklaşık 200 milyonu artık değer üreten mavi yakalı işçiler.Kırda her geçen gün vahşi bir görünüm kazanan kapitalist ilişkileri de hesaba katarak, Çin’de global bir rezerv haline gelmiş muazzam bir endüstri ordusuyla karşı karşıya olduğumuzu anlarız. Yazılarınızda, Deflasyon1 eğiliminin giderek belirginleştiğinden söz ediyorsunuz. Deflasyon altında yaşayan bir işçinin memnun olması gerekmez mi? Zira deflasyon sayesinde fiyatlar düşüşe geçer. Jose Martins; Hayır! Ekonomistlerin dediği gibi “üç kuruşa beş köfte almak” mümkün olmuyor ne yazıkki.Deflasyon süreçlerinde her şeyin düşüşe geçtiğini kavramak gerekiyor.Üretim maliyetlerinden başlayıp, üretkenliğe,bizzat işe, kapitalistlerin kar oranlarından, Pazar ve ürün fiyatlarına, sermayenin birikim oranlarından, son olarak ulusal üretimdeki ani düşüşlere kadar her şey... Sizin kişisel kazançlarınız, ücretlerdeki düşüşten çok daha büyük bir süratle düşüşe geçer.Deflasyon süreçlerinde, işsizlik ve açlık dışında herşey düşüşe geçer. 1 Deflasyon, enflasyon durumundan fiyat yükselişini durdurmayı ya da yavaşlatmayı veya enflasyon eğilimi karşısında fiyatları düşürmeyi öngören iktisat siyaseti.Kaynak; http://tr.wikipedia.org/wiki/Deflasyon
ULUSLARARASI
15
Tecavüz kurbanı olmamak için taşların hedefi olmak Canan Yılmaz, 29 Nisan 2009 Geçtiğimiz ay, Afganistan’da nüfusun yaklaşık %30’unu oluşturan Şii mezhebindekiler için bir ‘Aile Yasası’ geçti. Yasa buyurunca, Şii kadınlar, hasta olmadığı sürece dört günde bir eşinden gelecek cinsel ilişki teklifini reddedemeyecekler ve yanlarında kocaları ya da erkek bir akrabaları olmadan evi terk edemeyecekler. Amerika destekli Karzai hükümetinin de imzasını alarak geçen bu yasa, geçtiğimiz günlerde yasayı protesto eden yüzlerce kadının taşlanmasıyla dünya gündemine geldi.
Afganistan’da 2001 Amerikan işgaline kadar süren Taliban’ın iktidarında, kadınların çalışma, hatta sokağa çıkma gibi pek çok temel hakları ellerinden alınmıştı. Aslında bu yasalar kadınlar için o kadar çeşitliydi ki erkek doktordan muayene olamamaktan, sekiz yaşından sonra eğitim alamamaya, Kur’an dışında kitap okuyamamaya kadar uzanıyordu. Diğer bir değişle, kadınlar yasalarla insanlıktan men edilmişti. Hapse atılmak, işkence görmek hatta asılmak pahasına kadınlar Afganistan Devrimci Kadınlar Birliği -RAWA- gibi örgütler vasıtasıyla bir araya geliyor, kendilerine tanınan tek eğitim olan dikiş kurslarında burkalarının altında taşıdıkları defter kalemlerle Shakespeare’den ya da kendi yazılarından bahsedebiliyorlardı... Tüm bu cinsel kölelik koşullarında dahi Afgan kadınları, ‘yürüyen hapishane’ dedikleri burkalarıyla, yüzlerinin çalınmasına karşı örgütleniyorlardı. Ekim 2001’de ise ABD ordusu ve müttefikleri sözde Taliban iktidarına son verip, ‘demokrasi’ götürmek adına Afganistan’ı işgal ettiler. Oysa demokrasi özlemi bir yana, aile adı altında tecavüzü yasallaştıran ve kadını cinsel köle konumuna getiren bu yasa geçtiğimiz ay, Amerikan’ın kukla hükümeti Karzai tarafından imzalandı. Yasa, protestocu Afgan kadınlarının taşlanmasıyla gündeme geldiğinde, Obama durumu ‘tiksindirici’ bulurken, Afganistan’daki NATO komutanı ve diğer BM görevlileri de Batı kamuoyu önünde işgallerinin meşruiyetini yitirme telaşıyla yasayı eleştirdiler. Bu telaşlı eleştiri gösteriyor ki, bölgedeki çıkar-
Deflasyon ve ekonomik depresyon ikiz kardeşlerdir diyebilir miyiz? Jose Martins; Evet, yalnız ters yönden bir ikiz kardeşliğe sahiptirler.Bir depresyon daima Pazar fiyatlarındaki ve maliyet fiyatlarındaki genel bir düşüşle belirlenen deflasyon eşiliğinde gündeme gelir. İşçi sınıfı sermayeye karşı mücadelede bu koşullar altında nasıl mücadele etmeli? Jose Martins; Bir süre önce Brezilya’da çok uluslu şirketlerin büyük kısmının üretim yaptığı Campinas bölgesinde Metalurji sendikasının davetlisi olarak bulundum. Oradaki işçilere önerdiğim tek şey, bir yoldaş işten atıldığında patrtonlara verilecek yanıtın fabrikayı işgal etmek olması gerektiğiydi. İşçiler fabrikaları işgal etmeyi gündemlerine almak zorunda. Fabrikayı işgal etmek ve işçi kontrolü altında üretimi sürdürmek. Ama sonuçta ben sadece bir tek kişiyim.Bir ekonomist olarak işçi sınıfına ekonomik dinamiklerle ilgili vasıflı ve bütüncül bilgiler ulaştırmaya çalışıyorum. Bütün bu bilgi ve tespitlerden hareketle neler yapılmasına karar verecek olanbireyler değil, işçi sınıfının kendisi .Sonuçta, devrim dünya üzerindeki milyonlarca işçinin eseri olacak. Son olarak bu krizin nasıl karakterize ediyorsunuz? Jose Martins; Yaşamakta olduğumuz sermayenin bir aşırı üretim krizi. Bu tip krizler kapitalist rejimin modern krizleri olarak, tarihsel açıdan ancak 1815’ten itibaren gündeme gelmeye başladı. Güncel olarak yaşamakta olduğumuz kriz bir kredi krizi ya da yetersiz tüketimden kaynaklanan -ki kapitalizm öncesi dönemde yaşanan talep yetersizliğine dayalı krizler böyleydi-bir kriz değil.Mevcut kriz, Marks’ın Kapital’inde ortaya koyduğu ünlü periyodik ve çevrimsel aşırı üretim krizi.Bunu kavrayabilmemiz için sermayenin ne olduğunu bilmemiz gerekiyor.Bu sayede sermaye parayla, sermaye makinayla ya da sermaye saf bir üretim ilişkisi ile daha fazla karıştırıl-
mamış olacak. Sermayeyi, işçi sınıfının üzerindeki sömürünün yoğunlaştırılması sayesinde değer kazanmaya çalışan süreç halindeki bir değer olarak ele almak gerekiyor. Sermayenin aşırı üretimi tam anlamıyla bu, yani artık değer, sermaye ve kazanç getirici endüstriyel sektörlerde, global iş gücü üretkenliğinde ölçüsüz bir biçimde yoğunlaşması. Bu kar ya da ortalama kar oranlarının korunması arayışı hareketlerinde, sermaye çelişkili bir şekilde aşırı üreterek aynı zamanda kar oranlarında bir düşüşe yol açıyor.Bu noktada, her ne kadar birbirleriyle ilişkili de olsalar ticari aşırı üretimle, sermayenin aşırı üretiminin iki ayrı olgu olduğunun altını çizmekte yarar var.Sorun satılamayan bir ticari bolluk sorunu değil. Sorun, satışların belirli bir kar oranı üzerinden gerçekleştirilemiyor oluşundan kaynaklanıyor. Mevcut krizin karakteri de tam anlamıyla bu işte, kar oranlarındaki düşüş kendini uzun süreli bir biçim altında değil, aksine periyodik ve çevrimsel bir biçim altında tekrar etmekte. Bu aşırı üretimin son aşaması 2000/01 yıllarında gerçekleşmişti henüz tam olarak sonuçları hesaplanamaz durumda da olsa, şimdi bir öncekinden çok daha büyük bir yoğunlukla tekrar ettiği su götürmez bir gerçek. Size göre bu krizin sorumluları kimler? Jose Martins; Bu krizin sorumlusu çok açık ki, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulundurarak, üretimin kaderini ve sosyal yeniden üretimi belirleyen burjuvazi. Dikkat ederseniz, bir spekülatörler çetesinden ya da kazançlarına kazanç katan şirket yöneticilerinden söz etmiyorum ya da maliyecilerin suçlamakta oldukları “görünmez” sermaye türünden, krizi açıklamak konusunda ikincil önem arz eden olgulardan da. Spekülasyon, periyodik olarak gerçekleşen kriz, genişleme ve hızlanma süreçlerinde belirleyicilik taşımaz.Bu süreçlerde belirleyici rol oynayan faktör, burjuvazinin endüstriyel faaliyetleri ile sermayenin ve artık değerin ölçüsüz üretimidir.
larına uyduğu sürece, iktidarın kökten dinci olup olmaması Amerika ve müttefikleri için bağlayıcı değildir. Vurgulanması gereken nokta, daha en başından Karzai hükümetinde; devrimci örgütlere ve bilhassa kadınlara baskısıyla Taliban’la yarışacak ‘Kuzey İttifak’ından tanıdığımız Dr. Abdullah, İsmail Han gibi isimlerin, devletin kilit kademelerinde oluşudur. Bölgede var olabilmek için işbirliği yaptığı bu İslamcı güçlere rağmen uzun süredir meşruiyetini yitiren hükümet, açıktır ki bu yasayla da, Ağustos seçimleri için Hazar ve Şii cihatçı savaş beylerinin desteğini kazanmaya çalışıyor. Kadınları taşlayan, tecavüzü yasallaştıran zorba devletin yarattığı toz duman ise emperyalizmin kirli yüzünün saklamasına hizmet ediyor. Zira askeri varlığı Kabil’le sınırlanan Amerika bölgeye daha fazla asker yığmak için bu ‘anti-demokratik’ olayları kolluyor. Afgan kadınlar, Amerika’dan ya da başka bir ülkenin burjuvazisinden demokrasi, barış ummamalılar. Afganistan’da özgürlük, ancak Afgan halkının hem ABD işgaline hem de Taliban egemenliğine karşı vereceği sürekli ve kararlı mücadeleyle mümkündür. ABD’nin varlığına karşı cihatçı güçlerle birlikte verilecek mücadele, kökten dinci bir mafyanın kucağına düşmek demektir. Aynı şekilde ABD işgaline ve onun kukla hükümetine karşı mücadele vermeden Taliban’a direnmek de asla yeterli olmayacaktır. Ne işgalcilerin bombaları ne de Taliban’ın taşları Afgan kadınlarının bu onurlu direnişini engelleyebilir.
İspanya’da Avrupa Parlamentosu İçin
“Enternasyonalist Girişim”
Haziran ayında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerine ortak aday çıkarmak üzere İspanya’da bir dizi sol ve devrimci parti ve akım, “Enternasyonalist GirişimHalklararası Dayanışma” platformu oluşturdu. Komüncüler, Kızıl Akım, Kastilyan Solu, Enternasyonalist Dayanışma Komiteleri, Valensiya Solu gibi örgütler ile tekil devrimcilerin de katıldığı platformda Enternasyonalist Mücadele (Lucha Internacionalista) de yer alıyor. Enternasyonalist Mücadele dört yıl önce de “Avrupa Anayasasına HAYIR” kampanyası sırasında, parlamento dışı sol örgüt ve akımları güç birliğine davet etmişti. Şimdiki seçim platformunun temel talepleri ise, bankalara ve şirketlere milyonlarca euro akıtırken ekonomik krizin tüm yükünü işçi ve emekçilerin sırtına yükleyen hükümet politikalarının teşhiri ve kınanması; halkların ulusal kaderlerini tayin haklarının, ve tüm bireysel ve kolektif hakların ve özgürlüklerin savunulması; dünya işçileri ve halkları arasında dayanışma ve işbirliği çağırısı; ve özellikle de Filistin halkının desteklenmesi ekseninde toplanıyor. Enternasyonalist Girişim, Sermayenin Avrupası projesi karşısında, İşçilerin ve Halkların Avrupası sloganını kendisine temel alıyor. Enternasyonalist Mücadele, Avrupa seçimlerinden sonra bu platformun işçi sınıfının ve ülkedeki tüm halkların gereksinimlerine yanıt verebilmek amacıyla, devrimci sol güçlerin yeniden toparlanmasında bir ilk adım olmasını ve sürekliliğini korumasını öneriyor. (05 Mayıs 2009)
Kadıköy 1 Mayıs: Bütün alanlar bizim! 1 Mayıs’ın İstanbul’daki adresi Kadıköy ve Taksim çevresiydi. düncü Enternasyonal” sloganlarını hep bir ağızdan yükseltti… Kadıköy’de, 1 Mayıs mitingi Haydarpaşa Numune Hastanesi ve Tepe Natilius kollarından kortejlerin oluşturulup yürüyüşe İşçilere Kalkan Eller Kırılsın geçilmesiyle başladı. Haydarpaşa Numune Hastanesi kolunda Petrol-iş, Belediye-iş, Harp-İş gibi sendikaların kortejlerinden Türk-İş’e bağlı sendikalar, TGB, İP ve Hak-İş yürüdü. sürekli olarak, tek ve kitlesel bir 1 Mayıs talepleri yükseldi. İşçi Tepe Natilius yürüyüş kolunda ise gazetemiz İşçi Cephesi’nin Cephesi’nin “1 Mayıs’ta Meydanlar İşçilere Açılsın” sloganı yanı sıra, Emek Partisi, Köz, İşçi Kardeşliği Partisi ve UİD-DER işçiler tarafından coşkuyla karşılandı. Taksim çevresinde işçilerin gördüğü polis şiddetine büyük tepki gösterildi. İşçiler, sloyer aldı. ganlarıyla, oturma eylemleriyle Taksim’den bu yönde gelen haberleri büyük bir öfkeyle protesto ettiler. Bu anda “İşçilere KalKrizin Faturası Patronlara kan Eller Kırılsın” sloganı hep bir ağızdan ortak bir şekilde İşçi Cephesi korteji, “İşten Atılmalar Yasaklansın” pankartı ar- atıldı. Hemen akabinde, “İşçilere Değil Çetelere Barikat” slodında oldukça coşkulu ve renkli bir görüntü sergiledi. Kortejde, ganlarıyla işçiler, hükümete ve rejime karşı, Taksim’deki sınıfiki yaşından altmış yaşına kadar her yaş grubundan insan var- daşlarıyla ortaklaşma ve tek ve kitlesel bir alanda bir araya gelme dı. İşli, işsiz, emekli, öğrenci kadın ve erkekler, “Krizin Faturası arzularını dile getirmiş oldular. Patronlara”, “Herkese İş, Herekse Aş”, “İş, Ekmek, Özgürlük” taleplerini dile getirdiler. Türk, Kürt, Boşnak gibi çeşitli et- İşçiler, bu taleple gelecek 1 Mayısların nasıl kutlanılmasını nik kökenlerden oluşan İşçi Cephesi kortejindeki emekçi ve öğ- istediklerini de dile getirmiş oldular. Tek, birleşik ve kitlesel renciler “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin” ve “Yaşasın Dör- 1 Mayıs…
Enternasyonalist Mücadele (LI)’den Türkiye Özel Sayısı Dördüncü Enternasyonal’in yeniden inşa çabalarına birlikte katkıda bulunduğumuz, İspanya’dan Enternasyonalist Mücadele dergisi, Mart ayında gazetemizle birlikte bir Türkiye özel eki yayımladı. Okurlarına gazetemizi tanıtan ve Türkiye’deki politik süreci aktaran sayıda, gazetemiz yazarlarına da yer verildi. Ekte, yazarlarımızdan Oktay Benol, 29 Mart seçimleri ışığında Türkiye’deki politik durumu analiz ederken, Murat Yakın, İşçi Cephesi’nin 30 yıllık mücadele geleneğine ışık tutuyor. Kürdistan’daki politik süreç, Troçkist Kürt aydını Abdurrahim Gümüştekin’le yapılan söyleşide tartışılıyor. Öte yandan, Erdoğan’ın Davos çıkışıyla yeniden gündeme gelen, Türkiye’nin Siyonist İsrail’le ilişkileri, tarihten çarpıcı verilerle Muhittin Karkın tarafından irdeleniyor. Son olarak da, İşçi Cephesi’nin gençlik sektöründen bir okurla, Türkiye’deki öğrenci hareketi ve ekonomik krizin gençlik üzerindeki etkisi üzerine bir söyleşi yer alıyor. İspanya’daki yoldaşlara, mücadelelerinde başarılar diliyoruz.
www.iscicephesi.net