Ic50

Page 1

50

Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 50 • Nisan 2013 • Fiyatı: 2 TL

Koç Üniversitesi Direniyor Taşerona Hayır!

»6

Özelleştirme Saldırısında Sıra TCDD ve PTT’de

»

8

Barışın Rengi Ne olacak ?

Kürt halkının inkârı resmi rakamlara göre 1984’ten bu yana 36 bin cana mal oldu. Aynı dönemde 34 bin işçi de “iş kazalarında” hayatını kaybetti! Bu tablo kapitalizm koşullarında emekçilerin bütün hayatının bir savaş meydanı haline ...

» 6-7

Ulusların eşitliği, emekçilerin birliği! Farklı halklardan biraraya gelen emekçilerin seferberlikleri, ihtiyacını duyduğumuz ortak ve birleşik mücadelenin imkanlarını bizlere sunmakta. Yaklaşmakta olan 1 Mayıs’ı işçi sınıfının ve Kürt halkının ekmek, barış ve özgürlük taleplerini haykırdığımız kitlesel bir mücadele gününe çevirelim Abdullah Öcalan’ın 21 Mart 2013’te, Diyarbakır Newrozu’nda okunan mesajı, Kürt hareketinin “silahlı mücadeleden siyasi mücadeleye” doğru stratejik bir dönüşüme gireceğini ilan etti. Aynı gün PKK ateşkes ilan ederken, Kürt halkının önemli bir kesiminde ise, yıllardır özleminin duydukları barışa ve özgürlüğe, “İmralı süreci”yle birlikte kavuşabileceklerine dair önemli bir beklenti oluştu. Öncelikle, PKK’nin gerilla mücadelesi stratejisinden vazgeçmesi, kitle mücadeleleri açısından, süphesiz olumlu bir adım. Çünkü bugünkü haliyle silahlı mücadele, kendisini kitle mücadelelerinin yerine geçiren veya kitle mücadelelerini bu stratejiye bağımlı kılan, bu nedenle de kitlesel seferberlik dinamiklerini zayıflatan bir konumdaydı. Üstelik bu çizgi, farklı halklardan işçilerin birliğini zorlaştırmakta ve devletin baskı yöntemlerini, kitleler nezdinde meşrulaştırabilmesine neden olmaktaydı. Fakat bu olumluluk, silahlı mücadelenin yerini gerçekten de kitle mücadelelerinin, siyasi mücadelenin almasıyla anlam kazanabilir. Mevcut müzakere süreci boyunca vurgulamaktan vazgeçmeyeceğimiz bir nokta var: AKP hükümetinin ve Türkiye burjuvazisinin “çözüm”den anladığı, mümkün olan en az ölçüde kısmî hakların tanınması sonucunda, PKK’nin silahsızlandırılması ve Kürt halkının...

»2

Kıbrıs AB’yi temellerinden sarsıyor

»4

Çevre ve tarım sorunları üzerine Ahmet Atalık ile söyleşi »9

Yolanda Gonzalez: İpi ilk göğüsleyenimizdi o!

» 10


2

İLAN TAHTASI

İC - Haber, 25 Mart 2013

“Kahverengi Veba” çıktı!

“Kahverengi Veba”, biri Hitler’in iktidara gelişinden hemen önce biri de hemen sonra olmak üzere Almanya’ya yaptığı iki seyahatin notlarını kitaplaştıran Fransız devrimci Daniel Guérin’in hem Nazilerin hem de sosyal demokrasi ve Komünist Partisi’nin tabanından ayrı ayrı tanıklıklar aktarıyor. Özellikle sosyal demokrat ve komünist işçiler arasında tepeden gelen karşı basınca rağmen var olan birleşme arzusu, faşizmin zaferinin temelinde yatan gerçeklere işaret ediyor. Zira, o dönem özellikle 3. Enternasyonal’deki bürokratik yozlaşmaya paralel olarak geliştirilen politikalar ve Alman Komünist Partisi’nin de bu süreçten payını alarak hayata geçirmekten kaçındığı “birleşik cephe” taktiği milyonlarca insanın hayatına malolan Hitler iktidarını engellemenin yegane yolu olarak, tanıklıklar tarafından da doğrulanıyor. Bu açıdan bakıldığında, Guerin’in aktarımları bugün “faşizm” ve “demokrasi” üzerine yürütülen tartışmalara önemli bir katkı sunmakta. “Belki de, dostlarımızı ziyaret etmekte, diğer Almanya’yı yaşamakta biraz geç kaldık. Diğer Almanya’yı ilkinden bir sınırdan daha geniş, bir okyanustan daha derin bir uçurum ayırıyordu. Faşizm halkın birliğini istese de, bu ülke hiçbir zaman birbiriyle bu kadar uzlaşmaz iki kampa bölünmemişti.” Yazar : Daniel Guérin Çevirmen : Volkan Yalçıntoklu Sayfa sayısı : 155 Yayınevi : Habitus

Ne savunuyoruz? Neyi hedefliyoruz? İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Türkiye’de devrimci bir işçi partisinin inşası için mücadele ediyoruz. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş veriyoruz. Sermayenin baskı ve şiddet rejimine karşı mücadele ediyoruz ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.

Gündem Yazısının Devamı... ...seferberlik sürecinin sonlandırılmasıdır. Kürt halkının çözümü ise, onun en doğal ulusal haklarının tanınmasıdır. Bu noktada, tuzaklarla dolu müzakere sürecinde elde edilecek çeşitli kazanımlar önemli bir adım olmakla birlikte, bu kazanımların, Kürt sorunun çözümü, barışın ve özgürlüğün tesis edildiği biçiminde sunulması, en başta Kürt halkının ve emekçilerin mücadelesine zarar verecektir. Çünkü, Kürt sorunu ulusal bir sorundur ve çözümü ancak ve ancak, ulusların eşitliği ve gönüllü birlikteliği temelinde sağlanabilir. Bu ise, ayrılma hakkı da dahil olmak üzere, Kürt halkının kendi kaderini özgürce tayin edebilme hakkının tanınmasını gerektirir. Bunu ne AKP hükümetinin ne de başka herhangi bir burjuva hükümetin sağlaması ise, şüphesiz ki söz konusu olamaz. Tam da bu nedenle, önümüzdeki dönemde, başta Türkler ve Kürtler olmak üzere tüm emekçilerin mücadele birliğini sağlamak, daha da hayati bir önem kazanacak. Özellikle de AKP hükümetinin, DHKP-C operasyonlarını bahane ederek sendikalara ve demokratik kitle örgütlerine pervasızca saldırdığı; başta PTT ve TCDD olmak üzere özelleştirme saldırılarına hız verdiği; bugün artık 1 milyondan fazla işçiyi kapsayan taşeron çalışma düzenini daha da yaygınlaştıracak bir yasayı Meclis’e sunmaya hazırlandığı; Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu ve kentsel dönüşüm politikalarıyla doğanın ve çevrenin talanına tam gaz devam ettiği; Roboski katliamının faillerini tam bir ikiyüzlülük ve umarsızlıkla Meclis’te akladığı bir dönemde, böylesi bir mücadele birliği kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelmekte.

Taşerona karşı direnen BEDAŞ ve Koç Üniversitesi işçileri, sendikalaşma mücadelesi veren kargo işçileri, üniversitelerde işten atmalara, esnek ve güvencesiz çalışmaya karşı mücadele eden asistanlar, uyuşmazlık zabıtlarının imzalanmasıyla greve hazırlanan metal ve havayolu işçileri; farklı halklardan biraraya gelen emekçilerin bu seferberlikleri, ihtiyacını duyduğumuz ortak ve birleşik mücadelenin imkanlarını bizlere sunmakta. Yaklaşmakta olan 1 Mayıs’ı işçi sınıfının ve Kürt halkının ekmek, barış ve özgürlük taleplerini haykırdığımız kitlesel bir mücadele gününe çevirelim. Ulusların eşitliği, emekçilerin birliği için!

İşçi Cephesi, 2 Nisan 2013


EMEK GÜNCESİ

Artık Enerji-Sen’i işçiler yönetecek

3

İC - Haber, 3 Nisan 2013

DİSK’e bağlı Elektrik, Gaz, Su ve Baraj İşçileri Sendikası (Enerji-Sen) geçtiğimiz 9-10 Mart’ta Aksaray’daki Su Gösteri Sanatları Sahnesi’nde 3. Olağan Genel Kurulu’nu gerçekleştirdi. “Söz yetki karar çalışanlara” pankartının asılı olduğu Genel Kurul salonunda yoğun bir katılım gösteren enerji işçilerinin yanı sıra DİSK Genel Başkan Yardımcısı ve Nakliyat-İş Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu, Dev Sağlık-İş Başkanı Arzu Çerkezoğlu, Limter-İş Sendikası Genel Başkanı Kanber Saygılı, DİSK Basın-İş MYK üyesi Alp Tekin Baboç, Sine Sen Başkanı Zafer Ayden, Elektrik Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Beyza Metin, EMO Genel Sekreteri Mehmet Bozkırlıpoğlu ve çeşitli demokratik kitle örgütleri ve siyasi parti yöneticileri mevcuttu.

çalışmanın altını çizdi. Kamil Kartal tüm bu saldırılar karşısında sendikanın mücadele perspektifinin 3 temel sac ayağı olduğunu söyledi ve bunları “Ücret ve iş güvencesi mücadelesi, iş cinayetleri ve işçi sağlığı iş güvenliği ve de sendikal demokrasi” olarak sıraladı. Konuşmasında DİSK’e dair de önemli eleştiriler yapan Kartal, DİSK’in içinde yaşanan krizin ancak yapısal değişikliklerle aşılabileceğini savunuyor. Nisan ayında Olağan Kongresini gerçekleştirecek DİSK’te sadece delege ve aidat pazarlığı ile ilişkilerin kurulduğunu dolayısıyla gerçek mücadelenin askıya alındığını belirten Kartal, kuruluş bildirgesinde söylenenleri, 15-16 Haziranları, 1 Mayısları, ‘80 öncesi refleksleri, bugünün koşullarını da dikkate alarak ilerleyen bir anlayışla hareket etmek zorunluluğunun Divan seçiminin ardından divan başkanı Ali altını çizdi. Rıza Küçükosmanoğlu’nun çağrısıyla sınıf müDiğer katılımcıların da konuşmalarının arcadelesinde hayatını kaybedenler anısına saygı dından yapılan tüzük değişiklikleri oylamaya duruşu yapıldı. Saygı duruşu sonrası Enerji-Sen sunuldu. Değişikliklerle birlikte iki yeni sekreGenel Başkanı Kamil Kartal Genel Kurulu açı- terlik de kuruldu. Bunlardan bir tanesi Hukuk lış konuşmasını gerçekleştirdi. Kartal, emper- ve TİS Sekreterliği iken bir diğeri ise Türkiye’de yalizmin enerji politikaları üzerine Türkiye’de bir ilk olan İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Sekreterenerji sektöründe yoğun bir özelleştirme dal- liği oldu. gasının gerçekleşmesine dikkat çekerken ener10 Mart pazar günü yapılan seçimin ardınji sektöründe yaşanan taşeron ve güvencesiz

dan tek aday olan Ali Duman, Enerji-Sen’in yeni genel başkanı seçilirken diğer bütün koltuklar işçiler tarafından dolduruldu. Yönetim Kurulu’nun yedi asil, yedi yedek üyesi ile Denetleme ve Disiplin Kurullarının üçer asil ve üçer yedek üyelerinin tamamının mücadelenin içinden süzülüp gelen işçilerden oluşması Türkiye işçi sınıfı tarihi açısından ayrı bir öneme sahip. Daha önceki BEDAŞ direnişlerinden öncü işçilerin yönetime girmesi ile EnerjiSen’den söz, yetki ve karar mekanizmalarının çalışanların lehine işlemesi beklenecektir. DİSK çatısı altında ilk kez gerçekleştirilen Genel Kurul sonrası enerji işçilerinin ilk işi hukuken kazandıkları muvazaa kararlarının uygulanması için BEDAŞ yönetimine uyarı niteliğindeki eylemleri oldu. 29 Mart cuma günü Galatasaray Meydanı önünde toplanan yaklaşık 300 kişi ile BEDAŞ’ın önüne yürüyen enerji işçilerine sendikalaştıkları için işten atılan ve bu yüzden direnişe geçen Nakliyat-İş üyesi Yurtiçi Kargo işçileri de destek verdi. Yakın zamanda özelleştirilme ve devir işlemleri tamamlanacak olan BEDAŞ’tan kadro haklarını talep eden enerji işçileri sendikalı bir şekilde işe girdikten sonra önemli bir mevzi daha elde etmiş olacak.

Koç Üniversitesi’nde işçiler, öğretim görevlileri ve öğrenciler hep beraber direniyor, Taşerona hayır diyor! Duygu Yorgancı, 5 Nisan 2013

Geçtiğimiz günler bize üniversitelerin, emek gündeminden bağımsız olmadığını gösterdi, zira yıllardır neoliberal politikalar doğrultusunda güvencesizleştirme, taşeronlaştırma ve esnek çalışma yaygınlaşmakta ve bu süreçi üniversitelerde de kendisini akademik bir çehreye büründürerek göstermektedir. Bugün bilginin üretimi, toplumsal yaşamın yeniden üretimine katkıda bulunmamakta, üniversiteler piyasanın ihtiyaçlarına göre, bir şirket gibi hareket etmektedirler. Tam da bu nedenle, üniversitelerin yalıtılmış bir niteliği yoktur, tersine, kapitalist düzenin en yoğun sömürü biçimlerine tanık olmaktadırlar. Koç Üniversitesi’nde 161 çalışanın işine kendilerine önceden haber verilmeden son verilmesi de, üniversitelerin nasıl şirketleştiğini ve “demokrasi” maskelerinin altından ortaya çıkan işçi düşmanı karakterlerini gözler önüne seriyor. Koç Üniversitesi’nde ISS adlı taşeron firmasında çalışan 161 işçinin sözleşmesi yasal olarak 13 Mayıs tarihinde bitecekken, 2 Nisan tarihinde Koç Üniversitesi sözleşmenin

bitiş tarihini erkene çekerek, 161 işçiyi işten çıkarttı. Bu süreç öncesinde işçiler, öğrenciler ve akademisyenler arasında bir dayanışma başlamış, öğrenciler yürüttükleri destek kampanyası ile işten çıkarmaları olabildiğince duyurmaya çalışmış, akademisyenler ise sürece karşı tutum alan bir imza kampanyası başlatmıştı. 28 Mart Perşembe günü 400 kişinin katılımıyla işçilerin sorunlarını aktarabileceği bir toplantı, gerçekleştirilmiş ve bu toplantıdan sürecin takibini sağlayacak, bileşenleri işçiler, öğrenciler ve akademisyenler olan bir koordinasyon komitesi seçilmiş, bu komite ise sürecin takipçiliğini üstlenmişti. Hemen ardından 1 Nisan’da 300 kişinin katılımıyla kampüsün içinde, taşerona karşı işçilerin Koç Üniversitesi’nin kadrosuna alınması talebiyle kitlesel bir eylem gerçekleştirilmişti. Tam da bu eylemin ardından, ne tesadüftür ki, iş sözleşmesinin tek taraflı feshedildiği rektörce bütün okula mail yoluyla duyurulmuştu: “ISS firması ile karşılıklı olarak anlaşarak firma değişiminin 90 günlük süreyi beklemeden, 13 Mayıs yerine hemen yapılmasının daha

uygun olduğunu tespit etmiş bulunuyoruz.” Elbette bu bir tesadüf değil, gerçekleşen eylemin ve üniversite bileşenleri arasında oluşmaya başlayan birlikteliğin ardından üniversite yönetimi, bu süreci derhal durdurmak istemişti. Ama o günden itibaren işçiler, öğrenciler ve akademisyenler Koç Üniversitesi ana kapısında çadır kurdular ve direnişe geçtiler. Direnişin başlamasıyla birlikte, kapıdan gelip geçen servisler kontrol edilerek içeriye yeni taşeronun girmesi engelleniyor. Bu aynı zamanda fiili bir grev anlamına geliyor çünkü Koç Üniversitesi içerisinde iş durmuş durumda; temizliği işçiler yerine direnişe destekte bulunan öğrenciler yapıyor ve bu şekilde yeni taşeron istemediklerini ortaya koyuyorlar ve kapıda direnen işçilerin işe kadrolu olarak geri alınmaları konusunda baskı yapıyorlar. Koç Üniversitesi işçilerinin haklı mücadelelerini sahipleniyor ve direnişlerini sonuna kadar destekliyoruz. İşten çıkarmalar yasaklansın! Atılan işçiler geri alınsın! Taşerona karşı omuz omuza!


4

POLİTİKA

Kıbrıs AB’yi temellerinden sarsıyor

Kıbrıs’ın nüfusu Avro bölgesi ülkelerinin toplam nüfusunun sadece 350’de biri; ekonomik faaliyetlerinin bu bölgenin gayri safi iç hasılasına katkısı ise sadece toplamın 500’de biri. Ama bu cüce ekonominin krizi bütün bir Avrupa’yı temellerinden sarstı, dünya borsalarını allak bullak etti, Almanya ile Rusya’yı ciddi bir sürtüşmenin eşiğine getirdi, İspanya, İtalya, Portekiz gibi birçok ülkenin hükümetlerinin günlerce soğuk terler dökmesine neden oldu Yusuf Barman, 26 Mart 2013 Avrupa Birliği’nin en küçük ülkelerinden birinin dahi birliğin içinde yaratabileceği ekonomik ve politik fırtınanın şiddeti dikkate alındığında, bu birliğin çimentosunun hiç de sağlam olmadığı bir kez daha anlaşılıyor. Kıbrıs’ın nüfusu Avro bölgesi ülkelerinin toplam nüfusunun sadece 350’de biri; ekonomik faaliyetlerinin bu bölgenin gayri safi iç hasılasına katkısı ise sadece toplamın 500’de biri. Ama bu cüce ekonominin krizi bütün bir Avrupa’yı temellerinden sarstı, dünya borsalarını allak bullak etti, Almanya ile Rusya’yı ciddi bir sürtüşmenin eşiğine getirdi, İspanya, İtalya, Portekiz gibi birçok ülkenin hükümetlerinin günlerce soğuk terler dökmesine neden oldu. Sadece 10 milyar avroluk bir yardımla (Türkiye’nin ulusal gelirinin yüzde biri) aşılabilecek gibi görünen bir mali sıkıntı, sadece para birimi olarak Avro’nun sağlamlığını değil ama aynı zamanda AB’nin ülkelere kattığı iddia edilen yararların bir kez daha sorgulanmasına neden oldu. Ve tabii, kapitalist krizlerin faturasının her zaman emekçi kitlelere ödettirileceğini tekrar ortaya koydu. Aslında Kıbrıs’ın esas olarak bankacılık ve turizme dayalı olan ekonomisinin işlerliği, kapitalizmin “normal” etkinlik kurallarının sınırlarını zorlamaya başlamıştı. Düşük vergiler ve yüksek banka faizleri Kıbrıs bankalarına milyarlarca dolarlık dış para akışını (özellikle Rusya kaynaklı) olanaklı kılmış, ülkeyi kara paranın aklanabileceği bir mali cennete dönüştürmüştü. Kıbrıs bankalarında, özellikle de Laika (Halk) bankasında, biriken aktifler ülke gayri safi hasılasının sekiz katına ulaşmış, dolayısıyla da hükümet garantisinin çok ötesine taşmıştı. Bu aktifler sadece dünya borsalarında kumarhane ekonomisine katılmakla kalmamış, başta Yunanistan olmak üzere diğer ülkelerin dış borçlanma bonolarına yatırılmıştı. Böylece, dünya krizi, bu arada mali kriz ve ülkelerin dış borç krizi patlak verince, Kıbrıs bankaları da iflasa sürüklenmiş, Kıbrıs hükümeti de kurtarılmak üzere AB’nin kapısını çalmaya başlamıştı. Kıbrıs mali sisteminin bu “anormal” durumu karşısında, ülkenin dahil olduğu ekonomik grubun yapabileceği “normal” işlem, Kıbrıs hükümetine ihtiyaç duyduğu 10 milyar avroyu düşük faiz ve uzun vadeyle borç vermek, bu arada kendisinden bankalarına çekidüzen vermesini istemek olabilirdi. Ama kapitalizmin “normalleri” olmadığından ve sistem şirketler

ve ülkeler düzeyinde rekabet ve egemenlik çabaları üzerine kurulduğundan, öyle yapmadı. Alman emperyalizmi ve onun yedeğine aldığı IMF ve Avrupa Merkez Bankası (AMB) derhal harekete geçip, böyle bir “yardımı” ancak Kıbrıs halkının derhal ve nakit olarak 5,8 milyar avro ödemesi koşuluyla yapabileceğini ilan etti. Buna yönelik olarak Kıbrıs hükümetinden Kıbrıs bankalarına yatırılmış olan 100 bin avroya kadar hesaplardan %6,75, onun üzerindekilerden de %9,9 oranında kesinti yapıp bu miktarlara el koymasını istedi. Ve böylece yer yerinden oynadı. Önce Kıbrıslı küçük tasarruf sahipleri ayaklanıp sokaklara döküldü, bankalara koşup paralarını çekmeye yöneldi; bunun bankalara getireceği sarsıntı sonucunda işlerini yitirecek olan kitleler derhal AB’den çıkılmasını talep etmeye başladı; ciddi mali kayıplara uğrayacak olan Rus oligarkların savunucusu Rusya hükümeti AB’nin bu girişimini uluslararası bir politik krize dönüştürdü; ve daha da ilginci, diğer Avro ülkelerinde binlerce tasarruf sahibi Kıbrıs’a yönelik yaptırımın kendi ülkelerinde de uygulanabileceğini düşünerek bankalardan paralarını çekmeye başladı. Borsa ani kayıplara vermeye başladı, PIGS denilen ülkelerin (Portekiz, İtalya, Yunanistan, İspanya) risk primleri aniden yükseliverdi. Kısacası cücenin nezlesi devler ülkesinde salgın hastalığa dönüşmeye başladı. Kapitalizmin “normali” işte buydu.

değişen kısmına) el konulacaktı. Ayrıca Laika bankası lağvedilecek, Kıbrıs Merkez Bankası Troyka’nın denetiminde faaliyet gösterecek, banka getirilerinin vergi oranı yüzde 12’ye yükseltilecekti. Kıbrıs hükümeti bütün bu koşulları “başka bir çare yok” diye kabul etti. Rusya seçeneği de bir anda ortadan yok oluvermişti: Zira AB Komisyonu başkanı Barroso iki gün önce Rusya başbakanı Medvedev ile görüşüp, bu ülkenin Kıbrıs doğalgazı üzerindeki beklentilerine karşılık mali kriz konusunda aradan çekilmesini sağlamıştı. Kısacası Kıbrıs AB’nin, yani Almanya’nın sömürgesiydi ve kimse bu duruma burnunu sokmamalıydı. Kıbrıs krizi, AB’ye ilişkin olarak başından beri söyleyegeldiğimiz bir dizi olguyu bir kez daha kanıtladı: 1) AB esas olarak üyelerinin bir “üst-devleti” değil, bir dizi ülkenin kendi ulusal kapitalizmlerinin çıkarları doğrultusunda kurmaya çalıştıkları bir emperyalist ittifak; 2) bu ittifakın egemeni Almanya ve AB projesi Almanya’nın iki dünya savaşıyla elde edemediği tarihsel bir hedefini (Avrupa’nın kendi egemenliği altında birleştirilmesi) gerçekleştirmeye çalışmasına hizmet etmekte;

3) AB kendi içinde demokratik bir yapı değil; bütün bir Kıbrıs krizi sırasında AB adına kararların alınmasında kimse ne Avrupa Parlamentosu’na, ne de hatta Avrupa Üstelik Kıbrıs parlamentosu, kitlelerin bas- Komisyonu’na danıştı; kısıyla AB’nin bu dayatmasını reddetti. Diğer 4) AB’nin yönetimi esas olarak Alman hüAvrupa ülkelerinin hükümetleri ve ekono- kümetinin (ve onu koşulsuz destekleyen Holmistleri, Troyka (Avrupa Komisyonu, IMF landa, Finlandiya, Avusturya, Slovakya, vb.) ve AMB) kararlarının “haksız ve yanlış” oldu- elinde; Troyka’nın diğer bileşenleri de (IMF ve ğunu mırıldanmaya başladı. Rusya hüküme- Avrupa Merkez Bankası) Alman kapitalizmiti, Kıbrıs ekonomisi üzerindeki denetimini nin güdümünde. ve daha da önemlisi ülkenin güney sularında 5) Bütün bunlar sadece AB’yi iç çelişkilerle yeni keşfedilmiş olan doğalgaz yataklarına yönelik emellerini yitirmemek için, Kıbrıs’a ken- yüklü bir proje olmaya mahkûm etmekle kaldilerinin çok daha “adil” koşullarda borç vere- mıyor, çevre üye ülkelerde üretici güçlerin tahbileceğini, hatta mevcut kredi borçlarını uzun ribine yol açıyor; AB, Avrupa işçi sınıfını ve emekçi kitlelerini tarihsel haklarından yoksun vadelerle erteleyebileceklerini ilan etti. kılma projesinden başka bir şey değildir. Tabii AB’de hiç kimse fırtınalar yaratan Böyle bir projeyi elbette burjuvazi destekleilk kararın sorumluluğunu üstlenmedi, ama sanki Kıbrıs hükümetiyle “müzakere” edili- yecek ve allayıp pullayıp kitleleri buna inanyormuş gibisinden toplantılar yapıp yeni bir dırmaya çalışacaktır. Ama artık Kıbrıs halkı karar alındı ve Kıbrıs hükümetine dayatıldı: bile bu oyunun hilelerini görüp ayağa kalkma100 bin avronun altındaki hesaplara doku- ya başladı. Ve dikkat: kriz halen sürmekte ve nulmayacak, ama onun üzerindeki hesapların Birliğin zayıf ekonomilerini tuşa getirdikten belirli bir yüzdesine (tabii bu kez %10’un üze- sonra, sıra üye olmayan komşu ülkelere gelerindeki bir bölümüne, %25 ile %50 arasında cek...


KADIN

5

Meydanlar, sokaklar bizimdir diyebilmek için... 1 Mayıs’ta alanlara! Canan Yılmaz, 27 Mart 2013

Geçen ay, salonlarda etkinliklerle, duvarlara afişlerle, sohbetlerle 8 Mart’ta birlikte yürümenin, beraber sokaklara çıkmanın önemini anlattık birbirimize dilimiz döndüğünce. “Bu yıl da bütün çamaşırları biz yıkadık dedik, eve biz baktık, çocuklara, hastalara, peki ya bize ne kaldı?” diye sorduk. ‘Ev işleri, ucuz çalışma kaderimiz olamaz’ dedik, Kadıköy’ün yolunu tuttuk. ‘Dertlerimiz ortak, yaşadıklarımız benzer, haklarımızı istiyoruz’ diyerek bir pazar günü tüm kızkardeşlerimizle buluştuk. Maalesef bazılarımız gelemediler; kimi babası izin vermediği için, kimi evde kalıp çocuğa bakmak ya da ev işlerini ‘halletmek’ üzerine kaldığı için gelemediler. Böylece erkek egemenlik hayatımızın büyük bir bölümünü ipotek altına almışken, kimilerimizi alanlara çıkmaktan da alıkoydu. Gelebilenlerimizle avazımız çıktığı kadar bağırdık. Niye? Erkek şiddeti son bulsun diye, esnek değil güvenceli çalışmak istiyoruz diye... Bir günlük buluşmamız bizi zihnen dönüştürmeye yettiyse de, hemen hayatımıza dokunması pek mümkün olmadı. Nihayetinde pek çoğumuz evlere döndük, bir günlük yokluğumuzda daha çok çamaşır, bulaşık birikti. Dün sevgimizi katarsak yemeklerin daha güzel olacağına, ilgiyle bakarsak çocukların daha çabuk büyüyeceğine inananlarımız vardı belki, ama artık bunlar çoğumuz için bir teselliden öte gelmiyor. Çünkü 8 Mart’larda kadınlarla biraraya geldikçe birlikte farkettiğimiz bir şey var: ev işleri bir dertse; ne-

den yüzyıllardan beri biz kadınlar üstleniyoruz? Yemeğe sevgimizi de katsak, hastalara şükürle de baksak bu işlerde bir terslik var. Üstelik enerji hanım gibi idareli de kullansak faturalar az gelmiyor, her seferinde müsriflikle suçlanıyoruz. Gece gündüz çalışsak da emeğimiz ucuz, ücretimiz patronun gözünde hâlâ ‘eve katkı’. Ne ev işlerinin tek sorumlusu biziz; ne de ucuz emeğimizin. Esnek çalışmamıza sebep olan, ücretimizin ancak faturalara yetmesinin kaynağı hükümetin istihdam politikaları ve palazlandırdığı patronlar.

meydanlar, sokaklar bizimdir diyebilmek için bir kez daha, bu kez 1 Mayıs’ta alanlarda olalım! Esnek değil, güvenceli çalışmak istiyoruz, eşdeğer işe eşit ücret! Erkek şiddetinden korunmak için sığınak istiyoruz! Kadın katillerine, taciz ve tecavüzcülere ceza indirimine son!

Kendi hayatımızdaki söz hakkımızı her geçen gün yitiriyoruz. Çocuk istemezsek kürtaj olamıyoruz, koca istemezse sokağa çıkamıyoruz. Her gün sokaklarda meydanlarda alenen kadınların öldürüldüğünü, toplu tecavüzlere maruz kaldığını işitiyoruz. Üstelik katiller ceza indirimleriyle ödüllendirilirken, yargılanan ‘o saatte orada ne işi vardı’larla kadınlar oluyor. 8 Mart mitingine gelen kadınlara eli bıçaklı erkekler vuruyor, polis-devlet-yargı koruyor. Mitinge gittiğimiz 10 Mart günü sabahında Taksim’de bir kadın toplu tecavüze uğradı ve şu an kayıp. Mitingin çıkışında ise Kürt kadınlar Bursasporluların ırkçı saldırısına uğradı. Sadece 10 Mart bile yalnızken çaresiz, birlikteyken daha güçlü olduğumuzun bir kanıtı. Sokaklarda meydanlarda yaşananlar bizi korkutmaktan ziyade, öfkelendiriyor! Kimliğimize, bedenimize ve emeğimize dönük saldırılar gün geçtikçe artıyor,

Sarai Sierra cinayeti ve ikiyüzlü medya! Rukiye B., 25 Mart 2013

Ülke olarak Sarai Sierra cinayetindeki gelişmeler bir süredir gündemimizde, bu gelişmeler genellikle Sierra’nın özel yaşamına ilişkin veriler. Medya bu cinayeti Türkiye’de yine bir kadının kadın olduğu için öldürülmesi olarak değil de, polisiye bir öykü havasında ele alıyor. Sierra’nın Türk olmayışı ise talihsiz bir mesele! Yani bu kez kol kırıldı ama yen içinde kalmadı. O çok övündüğümüz misafirperverliğimiz tehlikede diye hayıflanan medya suçu Sierra’da bulmaya çalışıyor. Aslında medyanın genel olarak kadın cinayetlerindeki tavrı bu; suç hep kadının. Ya ahlaksız, ya ajan, hatta ikisi birden! Sierra cinayeti açığa çıktığında, tıpkı Pippa Bacca’da olduğu gibi öncelikle kadın başına neden yalnız gezdiği sorusu yöneltildi. Bir kadının seyahat etmesini, fotoğraf çekmek istemesini kimse anlayamadı. Dahası kaldığı evin sahibi ile münasebetinin derecesi tartışıldı, ahlaksız ilan edildi.

Bu yetmedi, sergi görmek amaçlı Türkiye üzerinden gittiği ülkeler nedeni ile ajan olduğu ileri sürüldü. Yani medya tüm kolları ile Sierra’nın ahlaksız, ajan hatta ikisi birden olduğunu ilan etti, katil daha yakalanmadan haklı çıkartıldı. Kamuoyunun içine su serpildi: ‘Kadın ne de olsa ahlaksız hatta belki de ajandı; öldürülmüşse de hak etmiştir!’ düşüncesi yayıldı. Katil zanlısı yakalandı ama… Ziya Tasalı yakalandı, hem de Suriye’ye savaşmaya giderken... Hatay polisinin üstün başarısı olarak servis edilen bu olay, paralı asker olarak Suriye’ye savaşmaya giden ve akıl sağlığının pek de yerinde olmadığı söylenen tinerci bir adamın yakalanma hikayesi. Üstelik verdiği ifadede Sierra’yı öpmek istediği, onun da reddettiği; bunun üzerine sinirlenip öldürdüğü gibi nice duyduğumuz kadın cinayeti gerekçelerinden biri, Tasalı’nın ifadesi erkeklerin tüm kadınlar üzerinde cinsel arzularını giderme hakkını ken-

dilerinde görmelerine bir örnek. Dahası emniyet müdürlüğünün bu iğrenç ifadeyi basına servis ederek Tasalı’nın savunmasını haklı çıkarmaya çalışması ve erkeklere üstü kapalı olarak “öpmeye de, öldürmeye de hakkınız var” mesajını vermiş olması...! Neden daha fazla kadın dayanışmasına ihtiyacımız var? Son sayımızda sormuştuk bu soruyu şimdi yine tekrarlayalım: Çünkü daha fazla öldürülmek istemiyoruz! Sarai Sierra sadece kadın olduğu için ve kendisine yönelik cinsel saldırıya karşı koyduğu için öldürüldü. Medya ise onu ahlaksız, ajan ilan etti; cinayetin çözümüne dairse hâlâ şüphelerimiz var! Sierra’yı öldüren erkek egemen anlayıştır, onu tekrar tekrar öldüren ise medyanın ve emniyetin iki yüzlü tavırları, sergiledikleri erkek dayanışmasıdır! Bunun için kadın cinayetleri politiktir ve biz kadınlar, kadın katillerine indirim değil, ağır ceza istiyoruz!


6

ARKA PLAN

Barışın rengi ne olacak? Savaşı inkâr doğurdu. Barışı doğuran nedir? İnkâr savaşın anasıydı. Barışın anası nedir? Savaş toptan imhaya bir itirazdı. Barış neyin kabulüdür? Oktay Benol, 1 Nisan 2013

Kürt halkının inkârı resmi rakamlara göre 1984’ten bu yana 36 bin cana mal oldu. Aynı dönemde 34 bin işçi de “iş kazalarında” hayatını kaybetti! Bu tablo kapitalizm koşullarında emekçilerin bütün hayatının bir savaş meydanı haline getirildiğini göstermekte. Son 28 yılda önlenebilir nedenlere rağmen 70 bin emekçiyi kurban vermiş olmamızın başka bir izahı var mı? Bunlar akıl almaz derecede korkunç ve travmatik sonuçları olan rakamlar. Yaralanan, sakat kalan, yerinden yurdundan olan, iş-aş bulamaz duruma düşünlerle birlikte milyonlarca insandan bahsediyoruz. Bir diğer dramatik gerçek 70 bin kurbanın büyük çoğunluğunu Kürt emekçilerin oluşturuyor olması. “İş kazalarının” büyük oranda iş güvenliğinin göz ardı edildiği işyerlerinde, özellikle de her üç “iş kazasından” birinin inşaat sektöründe olması gerçeği iş cinayetlerinde de Kürt emekçilerin kurban olarak başı çektiğinin bir kanıtı. Ölümle bu derece koyun koyuna olmak bir 20. Yüzyıl karabasanı değilse eğer, hakkında hüküm verilen emekçilerin kaderlerini ellerine almak istemelerinden daha doğal ne olabilir? Çok açık; sadece savaşta değil barışta da önlenebilir nedenlere rağmen ölmeye devam eden emekçilere barışın kerametlerinin anlatılmasına gerek yok. Hele hele Kürt emekçilere! Bugün Türkiye’de çok az insan-kesim Kürt emekçiler kadar barışın kıymetini bilebilir. Barış derken... Devrimci Marksistler ulusların kendi kaderini tayin hakkını temel bir ilke olarak benimserler! Kaderini tayin hakkını sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olarak görürler çünkü halklar özgür olmadığı sürece özgür bir toplumun inşası imkânsızdır. Bununla birlikte içinde bulunduğumuz çağda proletaryanın önderlik etmediği bir ulusal yeniden inşanın kapitalizmin neoliberal yeniden yapılanmasından başka sonuç üretmesini beklemek ham hayaldir. AKP hükümeti ve patronlar sermaye birikiminin yeni ihtiyaçlarına uygun idari, hukuki ve siyasi bir düzen tesis etme peşindeler. İstikrar adına demokratik kurumları tasfiye eden (başkanlık sistemi, vb.), ekonomik büyüme adına her şeyi piyasanın kölesi kılan (özel istihdam büroları, mezarda emeklilik, biyoçeşitlilik yasası, vb.) bir düzen bu! Barış bu amaçlarını uygulamaya devam edebilmek için kullanmak istedikleri bir kandırmaca-

dan ibaret. Kürt siyasal hareketinin sözcüleri böylesi bir ittifakın tarafı olduklarının farkındalar mı? Serhıldanları, eşitlik ve özgürlük beklentilerini dolayısıyla ulusal ve demokratik talepleri bu neoliberal burjuva kurumların içine hapsetmek tarihsel bir yanlış olacaktır. Barış hem 12 yaşındaki Uğur Kaymazların 13 kurşunla katledilmesinin hem de 13 yaşındaki Ahmet Yıldızların pres makinesine sıkışarak kahredici şekilde ölmelerinin son bulmasını sağlamalıdır. Güçlü Türkiye albümünde henüz 12–13 yaşındaki Uğur ve Ahmet’in cansız bedenleri yanına yenileri eklenmeye devam ettiği sürece bu mümkün mü? Bir milyon çocuk işçiye sahip Türkiye’de barışı, “her aile 3 çocuk sahibi olmazsa ekonominin çarkları dönmez” diyen Başbakan Erdoğan’ın sağlayacağına inanmamız için bir neden var mı? Sonuna kadar şüpheci, sorgulayıcı, hesap sorucu, hak arayıcı olmaktan daha doğal ne olabilir? Bu yüzden biz diyoruz ki, ulusal ve demokratik taleplerle diğer sınıfsal talepler birbiriyle ayrılmaz bir bütündür. Dün dünde kalmaz!

Biz bu sürecin özlenen barış, kardeşlik ve özgürlük ortamını tesis edeceğine inanmıyoruz ve diyoruz ki: Barışın diliyle savaşın dili aynı olamaz. Barışın kurallarıyla savaşın kuralları aynı kalamaz. Aslolan barışın kurumlarını inşa etmekse savaşın dili de, kuralları da terk edilmeli. Hiç kuşku yok ki, birinci adım asla pazarlık konusu olmaması gereken [ana dilde eğitim gibi] temel hak ve özgürlüklerin üzerindeki yasal/kurumsal engellerin derhal ve koşulsuz kaldırılmasıdır. İkinci adım Kürt halkını daha azına razı etmek üzerine kurulu pazarlık masasının yıkılmasıdır. Üçüncü adım bunca zaman engellenmiş ve ağır bedeller ödenmiş hak ve özgürlükler alanındaki tüm düzenlemelerin bir lütuf gibi değil tersine gecikmesinden dolayı bir özür olarak koşulsuz yerine getirilmesidir. AKP hükümeti benden öncekiler yaptı diyerek sorumluluktan kaçamaz. Kabahatten özürsüz dönülmez. Oysa müzakere masası adil ve onurlu bir barış ihtiyacı üzerine kurulmuş değil. AKP hükümetinin PKK (“terör”) ve Kürt sorunu diye iki ayrı kategori icat etmesi; Kürt sorununu bireysel bir hak-özgürlük sorununa indirgeyip bağlamından kopartması ve Kürt siyasal hareketinin varoluşunu sıklıkla ve doğrudan kolluk kuvvetine havale etmesi bu gerçekliğin yansımaları.

“29. Kürt isyanı” olarak da adlandırılan “düşük yoğunluklu savaş” sürecinde 21 Mart itibariyle silahlar sustu. İyi ki de sustu çünkü son 28 yılda silahların konuşması giderek artan ölçüde emekçi hareketin bölünmesine, Kuşkusuz; ne dün dünde kalır, ne de bugün rejimin baskı ve şiddet uygulamalarını meşrulaştırmasına yol açtı. Gerilla yöntemi sınıf söylenen yeni şeyler gerçekte yenidir. Dünle mücadelesini kolaylaştıran/güçlendiren değil bugün, eskiyle yeni iç içe geçerek harmanlazorlaştıran/zayıflatan bir rol üstlendi. Kitlele- nır. Hiçbir şey yoktur ki, düne ait bir iz taşırin mücadele ve eyleminin yerine gerillacılık masın. Hiçbir söz yoktur ki, ilk kez söylenmiş olsun. Önemli olan dünün, bugün ne anlama ikame edilmemeliydi; işçi ve emekçilerin geldiği; dünkü sözün bugün ne ifade ettiğidir. seferberlikleri yön vermeliydi mücadeleye. Bugün anlamlı olanın neden dün anlamsız Şimdi Öcalan’ın ifadesiyle “İmralı süreci” akamete uğramazsa PKK, “silahlı mücadele- olduğu ya da öyle ilan edildiğidir. Bunları bilmeksizin doğru bir rota çizmek mümkün den demokratik mücadeleye geçiş” adımını atacak. Lakin görünen o ki, dün olduğu gibi değildir. Öcalan’ın Türk burjuva hükümebu yeni aşamada da belirleyici olan ulusal ve ti/medyası tarafından “keşfinin” doğrudan demokratik taleplerle diğer sınıfsal taleplerin “Güçlü Türkiye” projesine uyum/uyarlanma kapasitesine/beklentisine indirgenmesi, “baiç içe olduğu emek eksenli devrimci sosyalist bir program olmayacak. Kürt Eğer Kürt halkının inkârı ve kültürel-siyasal haklarını işçi ve emekçilekullanmasının baskı-şiddet yoluyla engellenmesi yanlış rin mücadele ve idiyse bu yanlıştan dönmek hiçbir önkoşula bağlanamaz seferberlikleri dün PKK’nin gerilla stratejisi nedeniyrış ve çözümün” bunun üzerinden ele alınıle dışarda kalırken bu kez “Güçlü Türkiye” yor olması, dünün neden dünde kalmaması adına burjuva kurumların içine hapsolacak. gerektiğinin bir ifadesi. Doğal olarak, AKP


ARKA PLAN geçildi: 1) Kürt yoktur 20. Yüzyıl boyunca asimilasyon politikalarına maruz / inkâr-asimilasyon. 2) bırakılan Kürt halkı inkâr-imha politikalarına direnerek Kürt vardır ama! / baskı-imha. 3) Kürt vardır bugünkü noktaya ulaştı. Kabaca şu üç aşamadan ge- / kısmi çözüm. Kuşkuçildi: 1)Kürt yoktur / inkâr-asimilasyon. 2) Kürt vardır suz sorunun tanım ve ama! / baskı-imha. 3)Kürt vardır / kısmi çözüm çözüm önerileri birbirinden bıçakla ayrılmış hükümetinin şahsında, egemen burjuvazinin değil. Hepsi birbiri Kürt sorununda “barış ve çözüm” derken, içine geçerek şekil almakta. Terör ve kültügerçek niyet ve beklentisini sorguluyoruz. rel-siyasal kimlik tanımının ya da askeri ve Söylediğimiz çok açık: Eğer Kürt halkının anayasal çözümün bir arada kullanılması örinkârı ve kültürel-siyasal haklarını kullanma- neklerinde olduğu gibi. Kürtçenin “bilinmesının baskı-şiddet yoluyla engellenmesi yanlış yen dil” olarak kayıtlara geçmesi; Türk milli idiyse bu yanlıştan dönmek hiçbir önkoşula zihniyetinin, Kürtlerin aslında dağ Türkleri bağlanamaz. Pekiyi, öyle mi? Kürtçe ana dilde olduğu üzerine kurulu olması; Kürtlere karşı eğitim dahi halen yasak. Neden? Gereğini her tür ırkçı-faşist söylemin korunması hatta yapmadan adını anmanın bir anlamı yok. teşvik görmesi, Türk burjuva siyasal hayatında Yani barış demekle barış olmuyor; çözüm şoven ideolojinin temellerinin oldukça dedemekle sorunlar çözülmüyor. Biz diyoruz ki; rinlerde olduğunun birer kanıtı. Bu nedenle bugünlere AKP sayesinde değil tersine ona Sinop ve Samsun’da ortaya çıkan saldırganlık, da rağmen gelindi. AKP hiçbir zaman kolay- öncesinde ne tür tertipler kurulmuş olursa laştırıcı olmadı; halen de ana fonksiyonu bu olsun, esas olarak bu politik-ideolojik-tarihsel değil. Biraz tarih ve siyaset bilen herkes için çerçeveye oturmakta ve oradan beslenmekbu durum açıktır. te, dedik. AKP hükümeti bu anlayışı hem kurumsal hem de ideolojik-politik olarak Tanımın ve çözümün evrimi barındırmaya devam ediyor. Şunu biliyoruz: Kürt “ulusal” sorunu başından bu yana ta- Savaşı inkâr doğurdu. Barışı doğuran nedir? nım ve çözüm açısından hep aynı şekilde tarif edilmedi. Özellikle son 30 yılda sorunun hem tanımı hem de çözüm önerileri evrim geçirdi. Bu evrimde Kürt siyasal hareketinin fiili kazanımları kadar Türkiye egemen burjuvazisinin ve özellikle ABD emperyalizminin değişen bölgesel çıkar ve politikaları da etken oldu. Bürokratik işçi devletlerinin çözülüş ve çöküşü ardından bölgedeki politik rejimler ve sosyo-ekonomik yapılar bir değişim sürecine girdi. Buna Irak’ın emperyalist işgali ve ardından sosyo-politik çözülüşü de eklenince bölgenin tüm unsurları gibi Kürt siyasal hareketleri için de bu süreç program ve örgütlenme düzeylerinde tarihsel değişimleri tetikledi. Kültürelsiyasal kimlik talebi ve demokratik cumhuriyet politikası öne çıktı. Özellikle Ortadoğu ve Kuzey Afrika devrimleri Türk siyasal rejimi ve Kürt siyasal hareketi üzerinde, son 25 yıllık süreçte Irak ile birlikte en belirleyici faktör oldu. Tarihsel olayların son 25 yıl içinde Kürt siyasal hareketini bu şekillendirişinde ulusal İnkâr savaşın anasıydı. Barışın anası nedir? kurtuluş mücadelelerinin ideolojik-politik Savaş toptan imhaya bir itirazdı. Barış neyin esneme niteliğini de unutmamak gerekir. Bu kabulüdür? Son 28 yılda 36 bini savaşta, 34 nedenlerle İmralı süreci hem AKP hükümeti bini “barış”ta toplam 70 bin emekçiyi kurban hem de Kürt siyasal hareketi açısından çok sa- vermişsek barışın rengini tabii ki soracağız! yıda faktörün bileşiminin bir sonucudur. Bu Bu çerçevede; süreci tek bir faktöre indirgemek yanlış olur. 1) Ulusların kendi kaderini tayin hakkını Sonuç olarak tarihsel arka planıyla birlikte temel bir ilke olarak benimsiyoruz! Kaderini ele alırsak sadece siyasal açıdan değil, kültayin hakkını sınıf mücadelesinin ayrılmaz türel/sosyal açıdan da yok sayılan bir halk varlığa çıktı. 20. Yüzyıl boyunca asimilasyon bir parçası olarak görüyoruz! Halklar özgür olmadığı sürece özgür bir toplumun inşası politikalarına maruz bırakılan Kürt halkı inkâr-imha politikalarına direnerek bugünkü imkânsızdır. Bulunduğumuz çağda proletaryanın önderlik etmediği bir ulusal yeninoktaya ulaştı. Kabaca şu üç aşamadan

7

den inşanın kapitalizmin neoliberal yeniden yapılanmasından başka sonuç üretmesini beklemek ham bir hayaldir. Ulusal ve demokratik taleplerle diğer sınıfsal talepler birbiriyle ayrılmaz bir bütündür. Bu nedenle Kürt ulusal sorunu; ulusal ve demokratik taleplerle diğer sınıfsal taleplerin iç içe olduğu emek eksenli devrimci, enternasyonalist ve sosyalist bir programla çözüme kavuşabilir. 2) AKP hükümeti ve patronlar sermaye birikiminin yeni ihtiyaçlarına uygun idari, hukuki ve siyasi bir düzen tesis etme peşinde. İstikrar adına demokratik kurumları tasfiye eden (başkanlık sistemi vb.), ekonomik büyüme adına her şeyi piyasanın kölesi kılan (özel istihdam büroları, mezarda emeklilik, biyoçeşitlilik yasası vb.) bir düzen istedikleri! Barış bu amaçlarını uygulamaya devam edebilmek için kullanmak istedikleri bir kandırmacadan ibaret. Kitlelerin mücadelesini, eşitlik ve özgürlük beklentilerini dolayısıyla ulusal ve demokratik talepleri bu neoliberal burjuva kurumların içine hapsetmek tarihsel bir yanlıştır. 3) Kürt halkının inkârı ve kültürel-siyasal haklarını kullanmasının baskı-şiddet yoluyla engellenmesinden dönmek hiçbir önkoşula

bağlanamaz. Bu nedenle; a) Kürt halkına kararlarını özgürce verebilmesi için kendi kaderini tayin hakkı tanınmalı. b) Ulusal-demokratik haklar çerçevesinde başta ana dilde eğitim olmak üzere temel hak ve özgürlükler üzerindeki yasal/kurumsal engeller derhal ve koşulsuz kaldırılmalı. c) Siyasal demokratik taleplerin kullanımı önünde bariyer oluşturun tüm anti-demokratik yasa ve kurumlar ilga edilmeli; tüm siyasi tutsaklar serbest bırakılmalı. d) Kürt halkını daha azına razı etmek üzerine kurulu pazarlık masası dağıtılmalı; adil, eşit ve onurlu bir barış masası kurulmalı.


8

POLİTİKA

Özelleştirme saldırısında sıra TCDD ve PTT’de İC - Haber, 3 Nisan 2013 Ulaşım ve iletişim hakkı temel ihtiyaçlardır, bu hizmetleri yapan ve kamuya ulaştıran kuruluşların kâr yapması asıl hedef değildir, ya da çalışanları taşeron tarafından değil, direkt kamu bünyesinde iş güvenceli bir biçimde istihdam edilmesi gereklidir. Fakat hükümet ve sermaye bundan farklı düşünüyor, PTT ve TCDD gibi kamu kurumlarını tamamen özelleştirmek için çalışmalara çoktan başladı, son günlerde ise durum netleşti, istenen PTT A.Ş VE TCDD A.Ş.

adımların izi görülmüştü. İstenen, yeniden kamulaştırıldı. Türk Ticaret Kanunu’na uygun bir 3. PTT gelişen piyasa ihtiyaçlayasal düzenleme ile anonim şirke- rına cevap veremiyor tine haline getirilmiş bir PTT A.Ş. PTT hiçbir bankanın olmadığı Özelleştirme için öne sürülen ne(36 ilçe ile 1398 belde ve köy oldenlere bakalım mak üzere 1434 yerleşim yeri), hiç1. PTT kâr etmiyor bir özel kargonun gitmediği köyleEtmek zorunda değildir! Haber- re ve ilçelere hizmet vermektedir. leşme ve iletişim temel ihtiyaçtır. PTT’nin asıl amacı kamuya hizmet Ayrıca bu yargı, tamamen yalandır, götürebilmektir fakat özel işletme2003 yılında 23 Milyon TL kârı ler bunu yaparken şirket çıkarlarını var iken, 2011 yılı karı 175 Milyon ön plana alır. TL’ye çıkmıştır. Aynı koşullar TCDD için ve di-

2. Dünyadaki örnekleri özelleşPTT A.Ş ve TCDD A.Ş değil! tirildi, sadece Türkiye kaldı Güvenceli iş, onurlu bir yaşam! Sınıf mücadelesini kırmak ve özel 2010 yılındaki Ulaştırma Şura’sında PTT’nin Kamu İktisadi şirketleri daha çok zengin etmek isTeşebbüsü (KİT) statüsünden çı- teyen böyle bir anlayış desteklenekartılması yönünde atılacak ilk mez. Mesela, Arjantin’de özelleştirilen posta idaresi kısa bir süre önce

ğer özelleştirilmek istenen kamu kuruluşları için de geçerli. Fakat bu ve bunun gibi maddeleri her fırsatta öne çıkartan hükümet ve basın, taşeronlaşma ve işçilerin onurlu bir yaşam hakkını görmezden geliyor. Şu an, PTT’de 8 bin emekçi taşe-

ronlar üzerinden çalıştırılıyor, bununla beraber güvenceli statüde çalışan sayısı gün geçtikçe azalmakta. PTT’nin ve TCDD’nin içinde bulunduğu bu durum, sınıf mücadelesi ve özelleştirilmek istenen kamu kurumlarının geleceği açısından önemli. 3 yıldır taşeronlaşmaya karşı mücadele veren PTT işçileri, 7 Şubat’ta yaptıkları grev ile meclise sunulan PTT’nin özelleştirilmesi yasasını geri çektirerek, sınırlılıkları olsa da bir kazanım elde ettiler. Bu açıdan Demiryolu Çalışanları Platformu’nun aldığı eylemlilik ve 16 Nisan’daki grev kararı oldukça kritik. Mücadelelerin azaldığı ve geri çekildiği bir dönemde, iletişim ve ulaşım işçilerindeki kıpırdanma, işçi ve sendikalar için yeni bir dönemin habercisi.

İŞ YERLERİNDEN

1 Mayıs’a neden gitmeliyiz?

Kemal Boran, 30 Mart 2013

Sanayi Devrimi’nden sonra fabrikalar işçi ihtiyacını gidermek için kol emeğine ihtiyaç duydu. Bu ihtiyacın ucuz yoldan halledilmesi gerekiyordu. Kurulan düzenin adı “kapitalizm” idi.

mürülmesi de o derece arttı. Önce sadece erkekler çalışırken artık kadınlar ve çocuklar da bu sömürü çarkına dahil oldu. Mesai saatleri çok uzun ve yorucuydu. 15-16 saate varan çalışma saati sonunda Kapitalizm işçi emeğini çalmaya işçiler bitkin düşüyor, üstelik kabaşladığında artık işçiler kendi kü- zançları ile doğru dürüst besleneçük atölyelerinde değil fabrikalarda miyorlardı. çalışmak zorundaydı. Çünkü fabİlk kez Avustralya’nın Melbourrikalar, küçük atölyelerin karşısına ne kentinde taş ve inşaat işçileri bir dev gibi dikilmişti. Küçük atöl- sekiz saatlik iş günü için Melbouryelerinde çalışan, kendi işinin sa- ne Üniversitesi’nden Parlamento hibi olan küçük üreticiler artık işçi Evi’ne kadar bir yürüyüş düzenleolarak fabrikalarda çalışmak zorun- diler. Bu işçi sınıfının sekiz saatlik daydı. Çünkü fabrikalarla rekabet iş günü için ilk kitlesel direnişiydi. etme şansları yoktu. Derken 1 Mayıs 1886’da Ameri-

Günümüzde kapitalizm, dünya- ka İşçi Sendikaları Konfederasyonu nın dört bir yanını işgal etmiş du- önderliğinde işçiler günde 12 saat, rumda. haftada 6 gün olan çalışma takviİşçi kendi emeği ile geçinmeye mine karşı, günlük 8 saatlik çalışçalışırken sermaye sahipleri, serma- ma talebiyle iş bıraktılar. Bu gösteyelerini daha çok, daha çok birik- riye tam yarım milyon işçi katıldı. tirdiler. Zenginler çoğaldıkça açlık Böylece 1 Mayıs işçinin ve emekda çoğaldı. Herkese yeten ekmek, çinin bayramı olarak kutlanmaya kimseye yetmez oldu. Böylece işçi başlandı. sınıfı doğmuş oldu.

1 Mayıs’ta biz işçiler 1 Mayıs alaFabrikalar arttıkça işçilerin sö- nında olmalıyız. Çünkü birçok bedel ödeyerek elde ettiğimiz hakları-

mız elimizden birer birer alınıyor. Mesela kıdem tazminatı; iktidar bu tazminata göz dikmiş durumda. Taşeron sistemi yaygınlaştırılıyor. Özel istihdam büroları kurulması için yasa çıkartılıyor. Artık esnek çalışma iyice yaygınlaştırılacak. 1 günlük, 2 günlük işlerde çalışmak zorunda kalacağız. Üstelik kazancımızın bir bölümü bu özel istihdam büroları tarafında gasp edilecek. Güvencesiz çalışma dayatılacak, iş ve işçi cinayetleri gittikçe daha da çoğalacak.

İşimize, emeğimize sahip çıkmak için. Bu kapitalist düzenin bizleri daha fazla sömürmesine engel olmak için, işçi sınıfının birliği için 1 Mayıs alanında olmalıyız. Kürt halkının özgürlüğü için, kadına şiddetin engellenmesi için1 Mayıs alanında olmalıyız. LGBT bireylere yapılan haksızlığa ve onlara dönük yapılan saldırılara karşı durmak için 1 Mayıs alanında olmalıyız.

Parasız eğitim, parasız sağlık hakAdana’da Ahmet Yıldız adında 13 kı için 1 Mayıs alanında olmalıyız. yaşındaki ilköğretim 7. sınıf öğrenNükleer santrallere, hidroelektrik cisi pres makinesinin altında kala- santrallerine, çevre kirliliğine karşı rak hayatını kaybetti. 13 yaşındaki gelmek için 1 Mayıs alanında olbir çocuğun pres makinesinde ça- malıyız. lışmasına izin vermek, tasarlayarak Küresel sermayeye ve küresel kacinayet işlemektir. pitalizme karşı isyanımızı dile ge“Evden çalışma” adı altında iş ol- tirmek için 1 Mayıs alanında olmaduğunda işe çağrılacağız, iş olma- lıyız. dığında ise evde iş bekleme duruHalkların kendi kaderini tayin muna düşeceğiz. Ücretler daha da hakkı için 1 Mayıs alanında olmadüşecek... lıyız. 1 Mayıs’a gitmemiz için daha saİşimiz, ekmeğimiz, geleceğimiz yamayacağımız kadar çok sebebiiçin haydi alanlara. miz var.


Çevre ve tarım sorunları üzerine Ahmet Atalık ile söyleşi

9

Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık, GDO’ya hayır Platformu’nun kurucularından ve Türkiye’deki tarım ve hayvancılık sorunlarını en kapsamlı inceleyen kişilerden biri. Bizim de Su Platformu’ndan mücadele dostumuz. Atalık, şu sıralar özellikle GDO’ya Hayır Platformu ve Türkiye’de hayvancılığın sorunları ile ilgileniyor. Bu yoğun çalışmaların karşılığında ise, şimdiden alanında Bakanlığın dahi görüşüne başvurduğu biri haline gelmiş. Çevre Mühendisleri Odası’ndaki görüşmemizde ise, önce büyükbaş hayvan ithal etmenin ötesinde, saman ithalatçısı bir ülke haline gelişimizin hikâyesini, ayrıntılarıyla ve büyük bir iştahla anlatıyor. Tarım ve hayvancılık ile ilişkili olarak açığa çıkan tablonun bir beceriksizlik mi, yoksa bir ‘bile bile lades’ durumu mu olduğunu kendisine sorduğumuzda ise; “Bu konuları gerçekten bilmiyorlar. Bir derinlikleri yok. Siz bilmiyorsanız biz yardımcı olalım, anlatalım diyoruz, onlarsa Slovakya’nın tarım bakanlığından görüş alıyorlar. Slovakya İstanbul’un çeyreği kadar ülke! Mevzuatları bizimkinden de dar. Şimdi bunları sadece Avrupa’yı referans göstermek için yapıyorlar. Gerçekten anladıkları yok. Ama mesele o değil ki; bunlar sadece sermayeye hizmet için çalışıyorlar. O yüzden bilmelerine de gerek yok,” diyerek belki de anlatacağı her şeyi öncesinden özetliyor. Değerli mücadele dostumuz Ahmet Atalık ile yaptığımız söyleşiyi okurlarımızla paylaşıyoruz: İC - Söyleşi, 20 Mart 2013

İşçi Cephesi: Son dönemlerde, tarım ve hayvancılık konularında halkı bilinçlendirmek için panellere dâhil olmanın yanı sıra, basın yayın organları aracılığı ile de bu konuda pek çok söz söylediniz. Ancak özellikle AKP’nin tarım politikasının bilançosuna dair sözleriniz epeyce kırpılmış görünüyor. Sahi, 10 yıllık AKP iktidarının tarım politikasının bilançosu nedir? Ahmet Atalık: 10 yıllık süreçte tarım arazilerimiz 410 milyon dekardan 380 milyon dekara geriledi, yani 30 milyon dekar küçüldü. Bu miktar Belçika’nın tüm yüzölçümüne eşit bir büyüklüktür. Artık tarımda kullanılmayan arazimiz, AB içindeki 5 ülkenin yüzölçümlerinden daha büyük bir miktara ulaşmıştır. Gıda sanayimizin temel hammaddesi konumundaki buğdayın ekim alanları da bu süreçte 12 milyon dekar küçülmüştür. Bu da AB içindeki 2 ülkenin yüzölçümlerinden daha büyük bir alandır. Ekim alanları daraldıkça buğday ithalatı artmaya başladı ve 10 yıllık süreçte ithalata 10,5 milyar TL ödendi. Bu ödemenin %92’si son 6 yılda gerçekleşti. İşin en üzücü yanı, ülkemizin buğdayın anavatanı olmasıdır. Tarım arazilerindeki ve bitkisel üretimdeki gerileme hayvancılığımıza da aynen yansıdı. 2010 yılından bu yana 27 ülkeden canlı hayvan ve kırmızı et ithalatı yapılmaktadır. Bu ülkelerin 14’ünde deli dana hastalığı mevcuttur. Son 3 yıllık süreçte hayvancılığa 4,4 milyar TL destek verilirken, ithalata 4,9 milyar TL ödendi. 2012 yılında tarıma verilen destek 7,2 milyar TL’dir. Bu miktar çiftçinin sadece mazot harcamasının vergisini dahi karşılamaktan oldukça uzaktır. Oysa bütçeden faiz ödemeleri için ayrılan kaynak 50 milyar TL olmuştur. Bu tablo bize tarımımızın ne durumda olduğunu kısaca özetlemektedir. İC: Peki Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Yasa Tasarısı bu yıkımın nasıl bir parçası? AA: Doğal ve kültürel varlıklarımız ile kırsal alanı yakından ilgilendiren yasalar son zaman-

tindeki ortak varlıkların özelleştirilmesini ve ticarileştirilmesini, çevre yönetimine kamunun karışması ve harcamalarının durdurulmasını, çevre yönetiminin şirketlerin ticaret ve yatırım faaliyetlerine uygun hale getirilmesini beklemektedir. Yasalar ne yazık ki bu özellikler çerçevesinde şekillenmektedir. İC: Son bir soru daha, GDO’ya Hayır Platformu’ndaki çalışmalarınızla da biliniyorsunuz. Türkiye’de GDO karşıtı mücadele şu anda ne durumda? AA: Ülkemize GDO’lu ürünlerin girdiğini ilk kez Ziraat Mühendisleri Odası 1998 yılında telaffuz etti. Bu son derece zor mücadeleyi tek başına yürütebilmek mümkün değildi ve 2004 yılında kurulan GDO’ya Hayır Platformu’nun içerinde yer aldı. Platform o günden beri arkadaşlarımızın büyük özverileri ile mücadelesini sürdürmektedir. Geçen süre zarfında tüm dünyada tanınan bir platform haline gelmiştir. Birçok uluslararası etkinliklerde örnek olarak larda birbiri ardına çıkmaya ve bir kısmının gösterilmektedir. GDO’ların durdurulması da taslakları hazırlanmaya başlandı. Şu ana noktasında platformun adı ülkemizdeki ataşedek çıkan yapı denetimi ve büyükşehir yasaları liklerden ABD Tarım Bakanlığı’na gönderilen durumun ciddiyetini gösteren örnek nitelikte raporların içerisine kadar girmiştir. GDO’ya yasalardır. Şu anda Su Yasası Taslağı hazırlanıHayır Platformu içerisindeki 70’i aşkın kuruyor. Bu düzenlemelerle ormanlarımız, meralamuyla halkımızın son derece güvendiği bir birrımız, sularımız, tarım arazilerimiz piyasalaştıliktelik oluşturmuştur. Bunu son birkaç yıldır rılma sürecine sokulmuş durumda. Tabiatı ve Biyogüvenlik Kurulu’na gönderilen protesto Biyolojik Çeşitliliği Koruma Yasa Taslağıyla da maillerinden anlayabiliyoruz. Ülkemizde gıda koruma altında olan ve ülke yüzölçümümüzün amaçlı GDO izinlerinin halen bulunmaması, sadece %4’ünü oluşturan doğal ve kültürel varhalkımızın büyük desteği ile platformun çok lıklarımız ve biyolojik çeşitliliğimiz tehdit altınbüyük başarısıdır. Bu durum dünyanın başka da. Aslında son dönemde çıkan ve çıkacak olan hiçbir ülkesinde yoktur. Bugüne dek ülkemiztüm yasalar sermayenin isteği doğrultusunda de sadece GDO’lu 16 mısır ve 3 soya çeşidine şekillenmektedir. Sermaye; doğayı koruyarak yem amaçlı izin verilmiştir. Bu yemlerle besleüretim yapmanın maliyet ve rekabet eşitliğini nen hayvanların ürünlerini (et, süt, yumurta bozduğunu, kamunun çevresel önlemlerinin ve bunlardan yapılmış diğer gıdalar) tüketmek piyasa işleyişini bozduğunu, çevresel önlemleistemiyoruz. Bu nedenle öncelikle bu ürünlerin rin sermayenin sınır aşan dolaşımının önünde etiketlenmesi, ama asıl hedef olarak da ister bir engel olduğunu belirtmektedir. Sermaye bu yem ister gıda amaçlı olsun, hiçbir GDO’nun kapsamda devletten; ormanlar, su ve biyolojik sınırlarımızdan içeri sokulmamasıdır. çeşitlilik gibi sahipsiz ya da devlet mülkiye-


10

ULUSLARARASI

Yolanda Gonzalez: İpi ilk göğüsleyenimizdi o! Murat Yakın, 2 Mart 2013

Bask kökenli bir öğrenci lideri olan Yolanda Gonzalez, PST (Sosyalist İşçi Partisi)’nin ve Nahuel Moreno önderliğindeki uluslarası Troçkist akımın kararlı bir militanıydı. İspanya’da General Franco faşizminin sonunu getiren işçi ve öğrenci seferberliklerinin başlıca önderlerinden biriydi. 1979 yılının 5-6 ve 7 Aralık tarihlerinde gerçekleştirilen ve hükümetin tüm saldırı planlarını alaşağı eden kitlesel bir öğrenci grevini organize eden ve dahası, Ulusal Öğrenci Koordinasyonu lideri sıfatıyla bu grevin, yükselen işçi hareketiyle bütünleşmesini sağlayan o olmuştu. Köhnemiş faşist devlet aygıtı bu yükselişe acımasızca bir yanıt verdi. Önce işçi ve öğrencilerin Madrid’de birlikte gerçekleştirdiği bir kitle gösterisine açılan yaylım ateşte iki genç devrimci yaşamlarını yitirdi. Ama asıl hedef bir türlü durdurulamayan gençlik hareketinin önderliğine ağır bir darbe indirmekti. 1 Şubat 1980 gecesi, “Yeni Güç” adlı faşist örgütün (Bu örgüt İspanya’da, “ulusal cephe” adıyla halen varlığını rahatça sürdürmektedir) taraftarları Yolanda Gonzalez’i Madrid’in Aluche sem-

tindeki evinden kaçırdılar. Yolanda yoldaşın cansız bedeni ancak sonraki gün bulunabildi. Yolanda Gonzalez, faşist diktatörlüğün giderek yükselen kitlesel seferberlikleri karşısında hızla eriyerek, emaneten üstlendiği iktidarı burjuvazinin doğrudan temsilcilerine devrettiği, “Demokratik Geçiş” döneminin ilk kurbanlarından biriydi.

karşı Yolanda için adalet talebiyle kitlesel seferberlikler gerçekleştiriliyor.

Yolanda’nın dava arkadaşı olan Rosa Torres’e göre, 33 yıl sonra Yolanda’yı yaşatabilmenin en uygun yolu onun yaşamını sakınmaksızın feda ettiği değerleri sürdürmekten geçiyor: “Yolanda bir genç, bir kadın ve bir Basklıydı. Yani savaşmak için üç temel nedeni vardı. Yolanda Yolanda’yı katleden Emilio Hellin ve Igna- açısından bu üç neden tek bir hedefte bütüncio Abad’in yargılanma süreci ise, General leşmişti; Devrim ve Sosyalizm uğruna, yani Franco’nun yasal varisi sıfatıyla İspanya Kralı devrimci partinin inşası için mücadele...” Juan Carlos’un “refakatinde” gerçekleştirilen Yolanda Gonzalez’in 19 yıla sığdırdığı kıbu “demokratik geçiş“ sürecinin iki yüzlülüğü- sacık, ama örnek yaşamı bugün İspanya’daki ne dair açık bir örnek oluşturdu. Faşist katiller devrimci hareketin tüm kesimleri için bir ilönce 43 yıl hapis cezasına çarptırıldılar ama ham kaynağı olmaya devam ediyor. Avrupa’nın arka plandaki faşist aygıtın araya girmesiyle 10 diğer ucundaki yoldaşları olarak onun 33 yıl yıldan az bir süre hapis yattılar. Birkaç hafta önce bizlere usulcacık teslim ettiği bayrağı hala önce El pais gazetesi usülsüzce salıverilişinin aynı gururla taşıyoruz. ardından Paraguay’a kaçtığı bilinen Emilio Yolanda Gonzalez cinayetinin katilleri ve poHellin’in İspanya’da bulunduğunu ve dahası bir süredir yükselen emekçi mücadelelerine litik sorumluları cezalandırılsın! karşı oluşturulan “Terörle Mücadele” biriminYolanda, de kontratlı olarak çalıştırıldığını tespit etti. Sosyalizme dek daima! Şu an tüm ülke düzeyinde bu iki yüzlü rejime

Bolivya’da İşçi Partisi doğuyor İC - Haber, 26 Mart 2013 COB -Bolivya İşçi Merkezi- tarafından çağrısı yapılan ve Bolivya işçi sınıfının hemen tüm kesimlerinden delegelerin katıldığı işçi kongresi, 7–8 Mart 2013 tarihlerinde Huanuni’de gerçekleştirildi. Sınıfın bağımsızlaştırılmasına dönük bu önemli adım, petrol fiyatlarının yükseltilmesi üzerine Evo Morales ve MAS yönetimine karşı 2011 yılında patlak veren seferberlikler sürecinin bir yansıması sayılabilir. Morales’in karşı karşıya olduğu güven kaybı ve politik yıpranma

Chavez ve Correa ile birlikte Latin Amerika’daki Casto-Chavezci eksenin son bir yıl boyunca derinleşen krizinin de bir göstergesi olarak okunmalı.

büyük bir çoğunluğunun basıncı altında “yeni bir işçi sınıfı partisi” inşasının kararlaştırılmış olması sınıfın bağımsızlaştırılabilmesi için kuşkusuz devrimcilere büyük bir Nitekim uzun bir süredir Mo- fırsat sunuyor. rales yönetiminin yaşadığı aşınma Öte yandan mevcut COB önderve önüne bir türlü geçilemeyen liği “yeni İşçi Partisini” seçimci ve işçi ve köylü seferberlikleri, başta reformist bir proje olarak değerCOB’un bürokratik sendikal ön- lendiriyor. Sonuç olarak Bolivya’da derliği olmak üzere pek çok kesimi inşa edilmesi kararlaştırılan İşçi Evo Morales ve MAS yönetimin- Partisi süreci iki nedenle büyük den kopma arayışlarına itmişti. önem taşıyor; İlk olarak süreç, Huanuni kongresinde delegelerin Castro-Chavezci eksenin çatırda-

makta olduğunun ve mücadeleci sektörlerin yavaş yavaş bu eksenin nüfuz alanından çıkmakta olduğunun önemli göstergelerinden. İkinci nokta ise, 80’li yıllarda Breziya’da CUT ve İşçi Partisi -PT’nin- inşa sürecinin devrimci Troçkizm’e hem sınıf mücadelesinin can alıcı noktalarına dokunma, hem de büyük bir sıçrama imkânı sunmasıydı. Aynı deneyimin bu kez Bolivya’da yaşanıp yaşanamayacağını hep birlikte göreceğiz.


GENÇLİK

11

Üniversite konferanslarının ardından Görkem Duru, 2 Nisan 2013

Geçtiğimiz iki aylık dönemde ODTÜ’ye başbakanın ziyaretiyle başlayan süreçte, birçok üniversitede eylemlilikler gerçekleşmişti. Başlangıç olarak başbakanın ziyareti üzerinden hükümete yönelik bir tepki olarak gelişen hareketlilik sonrasında ODTÜ’ye destek olmak şiarı üzerinden başka okullara yayılmıştı. Ancak, yalnızca bu iki başlığın (hükümete tepki ve ODTÜ’ye destek) eylemlilik sürecini bir “tepkiden” öteye taşıyarak öğrencilerin seferberliğinin sürekliliğini sağlaması beklenemezdi. Hele ki, üniversitenin sermayenin çıkarları doğrultusunda dönüştürüldüğü ve tüm üniversite bileşenlerinin bu basıncı yoğun bir şekilde hissettiği bir dönemde, bu olgunun birçok eylemin gündeminde olmadığı düşünüldüğünde…

ye çalışıp üniversiteleri özel sermayeye açmaya çalıştığı bir dönemden geçiyoruz. Yani, kamusal eğitimin ortadan kaldırılmasının planlandığı ve öğrencilerin sadece sermayedarlara kârlılık getirecek alanlarda eğitim almasını amaçlayan bir süreç… Ve bu süreç sadece öğrencileri etkilememekte. Asistanlar ve üniversite çalışanları da güvencesiz ve esnek çalışma koşullarının baskısı altında kapitalizm tarafından köşeye sıkıştırılmakta. Ayrıca, kapitalist krizin derinleşmesiyle artan işsizlik, öğrenciler nezdinde geleceksizlik kaygısını pekiştirmekte. Hatırlatmakta yarar var, Türkiye’de dört üniversite mezunundan biri işsiz!

Eylemlilik sürecinin sonrasında, geçtiğimiz ay içerisinde, birçok üniversite öğrencisini bir araya getiren ve önümüzdeki dönemde öğrenci mücadelesinin ne şekilde örgütlenmesi gerektiğini gündemine alan iki ayrı konferans gerçekleşti. Aynı başlıkla iki ayrı konferansın gerçekleşmiş olması, daha ilk adımda öğrencilerin ikiye bölünmüş olması açısından bir olumsuzluk. Ancak, farklı üniversitelerden öğrencilerin ortaklaşabilmesi adına gerçekleşen iki toplantı Evet, bu birkaç başlık bize örgütlülüğün da öğrenci mücadelesinin seyri açısından oldukça önemliydi. Tabii ki en önemli nokta, bu hangi talepler üzerinden sağlanabileceğine dair mücadele sırasında örgütlülüğün nasıl ve han- bir ipucu vermekte. Konferanslardaki temel tespitler ve alınan kararlar ise geniş bir örgütgi hedefler doğrultusunda oluşacağıydı. lülüğün yaratılması ve mücadelenin bir sürekGünümüz üniversitesinin durumu düşünüllilik kazanması amacından uzakta kalmakta. düğünde bu, bize üniversite bileşenlerinin en Öncelikle, kapitalizmin üniversiteye biçmeye temel sorunları üzerine bir fikir verebilmekte. çalıştığı yeni rolün bilerek veya bilmeyerek Devletin eğitim harcamalarından elini çekmeVolkan T., 24 Mart 2013

ODTÜ’de gerçekleşen polis terörünün ardından son dönemde iyice azıtan polis şiddeti faşistlerle ve ÖGB’lerle (özel güvenlik birimleri) birlikte koordineli bir hal almış ve diğer üniversitelere de hızla yayılmış durumda. İktidarın üniversitelerde artan şiddet politikalarının ardında, üniversitelere yönelik Yeni YÖK Taslağı ile ortaya atılan son neoliberal rötuşları rahatça yapabilme derdinin olduğu açıkça görülüyor.

üzerinden atlanmakta ve bunun sonucunda, sorunun asıl kaynağına ulaşılamamakta; asıl problemin bir sistem sorunu olduğuna! Konferanslarda, mücadelenin yalnızca AKP karşıtlığı üzerinden yürütülmeye çalışılması, geniş kitlelerin taleplerinin yerine ikameci bir anlayışla kendisini kitlenin yerine koyan bir örgütlülüğün dayatılması ya da sistemin içerisinde, öğrencilerin kendi özörgütlülükleriyle, kendi “özgür” alanlarının yaratılmasının hedeflenmesi üniversitenin gerçek kurtuluşunu gündemine almayan ve onu erteleyen bir politik hattın sonucu. Eğer kendi üniversitemizi yaratmaktan söz ediyorsak, atlamamamız gereken birinci noktanın, eğitimin sınıfsal karakteri olduğunu belirtmekte yarar var! Önümüzdeki dönemde, öğrenci-gençlik hareketinin en acil ihtiyacı ise, politik-programatik bir mücadele hattının oluşturulabilmesi adına daha fazla berraklaşmak ve bu yolla mücadelenin sürekliliğini sağlamanın yollarını aramak.

ODTÜ’de baskılar sürüyor

landı. Ayrıca aynı öğretim üyesinin de içerisinde yer aldığı 7 öğretim üyesi hakkında üyesi bulundukları Eğitim Sen’in hazırlamış olduğu “Üniversite A.Ş. İstemiyoruz” yazılı afişi kapılarına astıkları için “çalışma bürosunun kapısına izinsiz afiş asmak” suçlamasıyla soruşturma açıldı. Ordu Üniversitesi Eğitim-Sen Temsilciliği’ne göre tüm bunlar buzdağının yalnızca görünen tarafı. Üniversite çalışanları her tür yasal yol denenerek Ordu Üniversitesi öğretim üye- sindirilmeye çalışılıyor. si Yrd. Doç. Dr. Deniz Yıldırım’a Üniversitelerde öğrencilere yöYeni YÖK Taslağı ile ilgili bir pa- nelik şiddet ise neredeyse tüm nele katıldığı için üniversite yöne- üniversitelerde artan şekilde sistimi tarafından açılan soruşturma tematikleştiriliyor. Eskişehir OsYıldırım’a disiplin cezası ile sonuç- mangazi Üniversitesi (ESOGÜ)

öğrencileri yemekhane zamlarını protesto için yemekhane boykotuna gitti ve yanlarında getirdikleri sandviçleri arkadaşlarıyla paylaşmak istedi. ÖGB’ler öğrencilere saldırarak boykota engel olmaya çalıştı. Öğrencilerin “bunların 3’ü 5’i öğrenci” diyen rektöre cevabı ise kitlesel bir protesto oldu. Hacettepe Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi’nde ise, Newroz’un kutlanmasını içine sindiremeyen gruplar ile polisin öğrencilere saldırısının ardından üniversiteler 2 gün tatil edildi. Newroz’a katılan öğrenciler ise yurtlardan atılmaya başlandı. AKP’nin ‘barış’ söylemlerine karşın bu saldırılar oldukça manidar.

İktidar, YÖK taslağını üniversitelere kabul ettirebilmek için öncelikle üniversite çalışanlarını ve öğrencilerini ezmeyi amaçlıyor. Gücünü kabul ettirdiğinde taslağın önünde engel kalmayacağını biliyor. Zira medyasıyla ve hukukuyla ikiyüzlüğünü ancak bir yere kadar kabul ettirebiliyor. Buna karşılık bizlerin üniversitenin tüm bileşenleriyle beraber bu şiddete karşı birlikte mücadele etmemiz önem taşıyor. Bizleri polis teröründen, bu birlikteliğin sınıf politikasından bağımsız dar bir üniversite hareketi olarak kalması değil işçi sınıfının gündemleriyle ortak mücadele koruyabilir.


Güvenceli iş, onurlu bir yaşam ve halkların özgürlüğü için 1 Mayıs’ta alanlara! Kadın ve erkek emekçiler, Son beş yıldır dünya büyük bir ekonomik krizle sarsılıyor. Kamu borcu, cari açık, işsizlik çığ gibi büyüyor, ülkeler iflas ediyor. Kriz milyonlarca insanı işinden ve aşından ediyor. İşsizliğin devasa boyutlara vardığı, kemer sıkma politikaları ile emekçilerin boğazlarına kadar battığı Yunanistan, İspanya, İtalya, Portekiz’den sonra şimdi Güney Kıbrıs’a sıçrayan kriz, sadece bir hafta içinde insanları temel ihtiyaç maddelerini alamaz duruma getirdi. Kriz varsa mücadele de var! Krizi fırsat bilip ekonomik ve sosyal haklarda muazzam bir yıkım yaratan yağmacı hükümetlere karşı emekçiler seferberlik halinde. Önce Yunanistan’da başlayan kitlesel direniş, Avrupa’ya hızla yayılarak çeşitli eylemliliklere ve sayısız genel greve sahne oldu. Bugün Avrupalı emekçiler, burjuva hükümetlerin soygununa karşı mücadele bayrağını açmış durumda. Bu mücadele ruhu kuşkusuz 2011 yılında Tunus’ta başlayan ve tüm Ortadoğu’yu saran Arap Devrimleri’nden besleniyor. Tunuslu işsiz bir gencin kendini ateşe vermesi, yüzyıllardır süregiden kapitalist sömürü ve baskıya karşı isyan bayrağının da ateşini yakmıştı. İnsanca bir ücret istiyoruz

yor. Ne de olsa dışarıda elimizdeki işi almak için bekleyen işsizler; bizim çalıştığımızın dörtte birine tamah etmek zorunda kalan göçmen emekçi kardeşlerimiz var! Hükümetin dayattığı kölece koşullara karşı güçlü bir itiraz; “insanca ücret ve iş güvencesi” için birleşmemiz gerekiyor. Nasıl bilirdiniz? Türkiye, hükümetin tüm tumturaklı söylevlerinin aksine gelir adaletsizliğine ve geleceksizliğe mahkûm edilmiş bir yağma ülkesi. 8 yıl içinde dış borcu iki kat artmış, gerçek işsizlik oranı yüzde 20 dolayında seyreden, hasbelkader iş sahibi olabilenlerin yüzde 65’inin ise örgütsüz ve güvencesiz koşullarda, kuşa çevrilmiş maaşlara talim ettiği bir ülke burası. İktidara geldiği 2002 yılından bu yana AKP hükümeti emekçi düşmanı politikalarını planlı olarak uygulamaya koydu. Özelleştirme ve piyasalaştırmayla yol açan neoliberal saldırılar sonucunda eğitimden sağlığa her şeyi paralı hale getirdi, sosyal güvenlik ve emeklilik sistemini fiilen tasfiye etti. Yine bu hedefe yönelik olarak, işçi sınıfının birçok hakkını gasp ederek güvencesiz ve esnek çalışma koşullarını yasal zemine taşıdı. Ulusal İstihdam Strateji Belgesi olarak açıkladığı programa göre, kiralık işçiliği yaygınlaştıran Özel İstihdam Bürolarını yasallaştırdı, taşeronluğu temel çalışma biçimi haline getirecek olan Taşeron Yasası’nı kabul etmek üzere. Sendikaları ve örgütlülüğe darbe vuran Toplu İş İlişkileri Yasası’nı devreye soktu. Kıdem tazminatının kaldırılması ve bölgesel asgari ücret ise sıradaki hedefi.

Dünyanın “En zengin 100” listesinde yer alan 35 patronumuzu teğet geçen kriz; aylık geliri 300 liranın altında olan 2,5 milyon emekçiyi, iş bulamayan her dört gençten birini, asgari ücretle çalışan milyonlarca işçiyi daha da köleleştirdi. Oysa Çalışma Bakanı “800 lira büyük para. Kadınlar aileye ve düşük ücretlere Geçinilmez diye bir şey yok” diyerek koşullarımıza şükretmemizi bekli- mahkûm edildi

Hükümetin ucuz emeğe dayalı istihdam stratejisinin hedefinde kadınlar var. Bugün Türkiye’nin Çin ile rekabet edebilmesi düşük ücretli, esnek ve güvencesiz işlere mahkûm edilen kadınlar sayesinde mümkün olacak. Kadınları kocaya ve babaya bağımlı kılan aile politikaları, devlet ve yargının kadını değil erkekleri koruması, ev içinde sarf ettiğimiz karşılıksız emek bizi bu koşullara mecbur kılıyor. Sessiz kalmamız ve razı olmamız için erkekler vururken; devlet koruyor. Şiddeti üreten ve besleyen iktidar, benzer şekilde LGBTT bireylere yönelik nefret ideolojisini yaymakta, bu şiddetin faillerini de cezasız bırakmaktadır.

gerçek bir barış, Kürt ulusuna kendi kaderini belirleme hakkının tanınması ile, Kürt halkının ve emekçilerin mücadelesi sayesinde sağlanabilir. Emperyalizmle işbirliğine son!

AKP hükümeti Arap devrimlerine karşı emperyalizmle ortak tavırlar alarak, bölgedeki karşıdevrimci temel unsurlardan biri olarak rol oynuyor. Kendi ülkesinde barış havarisi kesilen hükümet, yanı başındaki Suriye Kürdistan’ında ise, Kürt halkının bölgenin yönetimini ele geçirmeye başlamasından büyük bir tedirginlik duymakta. Roboski’nin hesabını veremeyen bir hükümetin “Katil Esad” söylemi bir ikiyüzlülüktür. Hükümet emperyalizmle yapılHükümet otoriterleşiyor, demok- mış tüm anlaşmalarını iptal etmeli, ratik haklar tırpanlanıyor NATO ve BM’den çıkmalıdır! Baskıcı karakterinde giderek ustaBirleşmek ve mücadele etmekten lık maharetine erişen hükümet, işçi başka yol yok! sınıfını, Kürt halkını, öğrencileri, kaÜlkenin kangrenleşmiş sorunladın ve eşcinsel hareketini gözaltı ve tutuklamalarla sindirmeye çalışıyor. rının üstesinden gelebilecek yegâne Demokratik hak ve özgürlük tale- güç olarak tarih bizi göreve çağırıyor. binde bulunan, muhalefet eden herİşyerlerimizde, sendikalarımızda, kesi hedef alan bu operasyonlar biat okullarımız ve mahallelerimizde, etmeyeni yok etmeye yönelen sınıf işçi ve işsiz birleşerek, ortak talepkininin göstergesidir. ler etrafında, burjuvaziden bağımsız Barış ve özgürlüğün garantisi bir işçi sınıfı perspektifiyle, yerel ve uluslararası mücadele platformları emekçilerin mücadelesidir! oluşturmak ve var olan tüm mücade30 yıldır baskı ve şiddet politika- leleri ortaklaştırmak hedefi ilk adım ları ile Kürt halkını inkâr eden kan- olmalı. lı bir siyasi tarihe tanık olduk. Kürt Bu nedenle, işçi sınıfının Uluslahalkının seferberliği ve mücadelesi rarası Birlik, Dayanışma ve Mücasonucunda ise bugün, iktidar, sinsi hesaplarını muhafaza ederek “barış” dele Günü olan 1 Mayıs’ta yalnızca planını ortaya koyuyor. AKP hükü- meydanları değil, işçi sınıfının birliği metinin Kürt sorununun “çözümün- önündeki engelleri de aşmak için: den” anladığı, PKK’nin silahsızlan- Güvenceli iş, onurlu bir yaşam istidırılması ve Kürt halkının seferberlik yoruz! sürecinin sona erdirilmesidir. Fakat mevcut baskı rejiminin köklü bir İşçi Cephesi, 30 Mart 2013 biçimde dönüşüme uğratılması ve

www.iscicephesi.net Aylık Siyasi İşçi Gazetesi (Aylık Yerel Süreli Yayın) • Sahibi ve yazı işleri müdürü Atakan Çiftçi (Enternasyonal Yayıncılık) • Yönetim yeri Şehit Muhtar Mah. Süslü Saksı Sok. No: 19/6 Beyoğlu - İstanbul • 1 yıllık abonelik Yurtiçi: 25 TL • Yurtdışı: 25 € Baskı Gülmat Matbaacılık, Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi E Blok 1NE4 Topkapı - İstanbul, (0212) 5651774 • Fiyatı 2 TL • Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.