Yeni Dönem Sayı: 7 Ya direniş ve derleniş, ya işsizlik ve yoksulluk – İ ŞÇİ CEPHESİ
Açıklama [1]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [2]: <!--[endif]-->
3 Kasım’dan 28 Mart’a AKP: tepki mi, yeni olgu mu? – ARİF BENOL Esenyurt seçim kampanyası – ÖYKÜ TANIR Sakıp Ağa’yı kaybettik, başımız sağ olsun! – FUAT KARAN Emek hareketinden... – DERYA DENIZ Sümerbank işçileri özelleştirmeye direniyor – ZEYNEP DİYAR Arjantin’de fabrika “işgalleri” deneyimi – ALEJANDRO ITURBE
“Starchmill Confluencia” fabrikası deneyimi ve işçi kontrolü – MARCELLO GARCIA IMPA’nın sihiri – ANA GUIULARDINI Brukman işçilerinden açık mektup
Kooperativizm ve üretimde işçi kontrolü konularında klasikler ne diyor ? – CECILIA TOLEDO 1 Mayıs Alanlarını Dolduralım! – İ ŞÇİ CEPHESI 1 Mayıs 2004 öncesi süreç üzerine... Birlik ve mücadele için alanlara! – MAVİ MAYIS Paris Komünü – LEV TROÇKİ Sermayenin ve savaşın Avrupası’na hayır! Avrupa Birliği Anayasasına hayır! – UİB-DE
Açıklama [3]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [4]: <!--[endif]--> Açıklama [5]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [6]: <!--[endif]--> Açıklama [7]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [8]: <!--[endif]--> Açıklama [9]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [10]: <!--[endif]--> Açıklama [11]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [12]: <!--[endif]--> Açıklama [13]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [14]: <!--[endif]--> Açıklama [15]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [16]: <!--[endif]--> Açıklama [17]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
İkirciksiz bir devrimci sınıf politikası için:
Açıklama [18]: <!--[endif]-->
Ya direniş ve derleniş, ya işsizlik ve yoksulluk
Açıklama [20]: <!--[endif]-->
Açıklama [19]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
İşçi Cephesi Türkiye işçi sınıfı topyekün bir saldırıyla karşı karşıya. İşçi ve emekçilerin on yıllar boyunca mücadelelerle elde ettikleri haklar eritilirken kazanılmış mevziler de birer birer yitiriliyor. Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sermaye güçleri daha fazla kâr ve iktidar için faturayı işçilere, ezilen-sömürülen emekçi kitlelere ödetmek istiyor. Tarihinin en örgütsüz, ideolojik ve politik açıdan en dağınık dönemlerinden birini yaşayan işçi ve emekçiler emperyalist-kapitalist sömürücülerin saldırılarını püskürtmek için gerekli güç ve birlikten yoksun. Başta işçi sendikaları, emekten yana sol parti ve gruplar olmak üzere sınıf örgütlerinin başına çöreklenmiş bürokratik, uzlaşmacı, işbirlikçi önderliklerin büyük çoğunluğu neo-liberal saldırı programının ya direk bileşeni haline gelmiş durumda ya da onu aklileştirme gibi bir misyon peşinde. Diğer yandan işçi sınıfı ve ezilen-sömürülen emekçi kitleler saldırılar karşısında mücadeleden vazgeçmiş değil. Sınıf hareketi ne kadar güçsüz ve dağınık durumda bulunuyor olsa da dün olduğu gibi bugün de direnişe ve mücadeleye devam ediyor. Sorun dün olduğu gibi bugünde örgütlü bir karşı duruşu gerçekleştirecek sınıf örgütlerinin, sınıf eksenli mücadeleci önderliklere sahip olmayışına kitlenmiş durumda. Devletten bağımsız, sömürü ve işgal cephesinin ideolojik-politik etki ve yönlendirmesi altında olmayan, bağımsız bir sınıf mücadelesi programına sahip ve devrimci bir sınıf politikası izleyecek güçlerin birliği. Sorun ve çözüm bu hat üzerinde bulunuyor.
Açıklama [21]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [22]: <!--[endif]--> Açıklama [23]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [24]: <!--[endif]-->
Açıklama [25]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [26]: <!--[endif]-->
Açıklama [27]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [28]: <!--[endif]-->
Açıklama [29]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
28 Mart seçimleri: AKP güvenoyu alıyor... Bu koşullar altında gerçekleşen 28 Mart Yerel Yönetim Seçimlerinden AKP yüzde %42.09’luk bir oy oranıyla en kazançlı çıkan parti oldu. 3 Kasım seçimleri sonrasında oyların %34,43’ünü alarak 363 sandalye kazanan ve Özal’ın ANAP’ından sonra ilk kez tek başına hükümet kurma başarısını gösteren AKP için bu sonuç, neo-liberal saldırılara devam etmek için güvenoyu anlamına geliyor. Özal’dan bu yana burjuvazinin, ilk kez konjonktürel olarak krizini aşabilmenin ortamını sunan bu seçim sonuçlarından dolayı daha bir güvenle hareket etmesi beklenmelidir. AKP hükümetinin son 1,5 yıldır izlediği noe-liberal saldırı programına rağmen oylarını arttırmış olmasını burjuvazi bu şekilde yorumlayacaktır: toplum kendilerini desteklemektedir! Ötelenen ve/veya gizlenmeye çalışılan yapısal krizine rağmen burjuvazi için bunun anlamı emperyalist-kapitalist neo-liberal yeniden yapılanmanın bir süre daha “sorunsuz” devam etmesi için gerekli siyasi iklimin sağlanmış olmasıdır. Diğer bir ifadeyle sermaye güçlerinin çıkarları doğrultusunda önümüzdeki günlerde de saldırıların artarak devam edeceğini öngörmek için detaylı analizlere gerek bulunmuyor. Sermayenin yönetme krizinin konjonktürel olarak “sağlama” alınmasına rağmen önümüzdeki günler yeni toplumsal patlamalara gebedir. Artan işsizlik ve yoksulluk, spekülatif hamleler karşısında rüzgar gülü gibi dönen güçsüz bir Türkiye ekonomisi; ABD’nin başını çektiği işgal ve yağma, Şaron-Likud önderliğinde vahşet sınırlarını zorlayan Siyonist İsrail, herşeye rağmen devam eden Filistin İntifadası ve Ortadoğu’da statükonun parçalanma dinamikleri; Kıbrıs ve AB süreci; rejimin devlet merkezli bürokratik karşı duruşa sahip kanatlarının posizyonlarını korumak için
Açıklama [30]: <!--[endif]--> Açıklama [31]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [32]: <!--[endif]-->
Açıklama [33]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [34]: <!--[endif]-->
Açıklama [35]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [36]: <!--[endif]-->
verdikleri mücadele ve bunlara eklenebilecek nice ulusal, bölgesel ve uluslararası kriz dinamiğinin AKP hükümetini aşındıracağı ve burjuvazi için bir temsiliyet krizinin kısa/orta vadede ortaya çıkacağı kesindir. Bu sürecin işçi sınıf ve ezilen-sömürülen emekçi kitleler için yaratacağı sonuçları bizzat sınıf mücadelesinin düzeyi belirleyecektir. Burjuvazi olası krizlerini aşmak için son yerel seçimlerde % 18.37 oy alan CHP’yi, adeta biz de varız diyerek Kıbrıs’ın yarattığı milliyetçi etkilere dayanarak yelkenlerini şişirme çabasına giren %10.16’lık MHP ve %9.97’lik DYP’yi ve diğerlerini ve/veya “yeni yüzleri” gerektiğinde yeniden sahneye sürmekten çekinmeyecektir. Sömürü ve işgal cephesi kendi alternatifleri üzerinde çalışırken sınıf güçleri bu saldırlara karşı ikirciksiz emek eksenli bir program ve mücadele hattını nerede ve nasıl örmelidir?
Açıklama [37]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [38]: <!--[endif]-->
Açıklama [39]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
İkirciksiz bir devrimci sınıf politikası oluşturmak
Açıklama [40]: <!--[endif]--> Açıklama [41]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Evet, sol seçimlerden büyük bir yenilgiyle çıkmıştır. Ama aldığı oy oranlarının düşük olmasından dolayı değil. Çözüm olarak ortaya koyduğu program ve bu programdan kaynaklanan talep ve sloganlarından dolayı yenilmiştir. Gerçek bir işçi sınıfı programının yokluğu, sömürülenlerin lehine sömürücülerin mülksüzleştirilmesi programını bağımsız devrimci bir sınıf mücadelesi üzerinden baştacı yapan bir siyasi önderlik çizgisinin yokluğu bu yenilgide temel belirleyen olmuştur. Esas sorun budur ve devrimci mücadele sınıf mücadelesi ekseninde bu temelde ayrışacaktır, ayrışmalıdır... Yoksa Türkiye için siyasi çözümü AB’ye havale eden, ekonomik hayatın krizden çıkışını özelleştirmelerde gören, ve Kıbrıs için barış ve çözümü AB’de arayan bir Demokratik Güçbirliği yüzde 4 değil yüzde 14 oy alsa ne yazar. Sorun bir kez daha nicelik değil nitelik sorunudur. İkirciksiz emek eksenli bir program ve mücadele hattı oluşturma göreviyle devrimci sınıf güçleri harekete geçmelidir. Nereden başlanmalı? Kuşkusuz günümüz sınıf hareketinin en önemli ihiyacı ve eksikliği birliktir. Ama esas sorun ve soru hangi temelde ve amaçla bir birlik olunacağıdır. İşçi sınıfına ve ezilen-sömürülen emekçi kitlelere yönelik saldırıları üç ana başlık altında topluyoruz: neo-liberal ekonomik karşı devrim, emperyalist işgal ve sömürgeleştirme saldırısı, siyasal hak ve özgürlükler üzerine çöken baskı rejimi... Bu üç başlık altında topladığımız saldırılar hem birbirlerini besleyen hem de birbirilerinin nedeni ve sonucu olan süreçleri içermektedir. Bu sorunlardan birinin işçi sınıfını ve emekçileri daha fazla ilgilendirdiğini ya da ilgilendirmediğini ileri sürmek yanlıştır, yanıltıcıdır. Bu nedenle hem kapitalist sömürüye, hem emperyalist işgal ve savaşa hem de askerpolis rejimine karşı aynı kararlılıkla mücadele etmemizi sağlayacak bir program öngörüyoruz. Ana saldırılardan biri olan neo-liberal ekonomik karşı devrimin en önemli ayağını özelleştirmeler ve çalışma hayatının esnekleştirilmesi oluşturuyor. Başta Türk-İş bürokrasisi olmak üzere sendikal bürokrasi özelleştirmeleri peşinen kabullenmiş durumda. Adında sol/sosyalist ibare bulunan nice parti de bu koroda yerini alıyor. İhanetin alanı çok geniş ve işçi sınıfının ödemek zorunda kaldığı bedel çok büyük. Bu nedenle bu konudaki politikalarımızı sunarak ikirciksiz bir devrimci sınıf politikası oluşturmaktan ne kastettiğimizi, direniş ve derleniş sürecinin dinamiklerini özelleştirmelere karşı mücadele bağlamında nasıl gördüğümüzü paylaşmayı önemli buluyoruz.
Açıklama [42]: <!--[endif]-->
Açıklama [43]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [44]: <!--[endif]-->
Açıklama [45]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [46]: <!--[endif]-->
Açıklama [47]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [48]: <!--[endif]-->
Özelleştirmelere ve işsizliğe karşı mücadele hattı Açıklama [49]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
En yıkıcı sorunların başında gelen özelleştirme saldırısına karşı kitlesel bir seferberlik söz konusu değil. Özelleştirmelere karşı politik-örgütsel mücadele ve duyarlılık daha çok özelleştirilmiş ve özelleştirilmekte olan işyerlerine sıkışmış durumda. Üstelik bunlar arasında bağlantı çoğu kere ya yok ya da çok cılız. Bu noktada Sümerbank’ı örnek verebiliriz. Diğer yandan toplumun çoğunluğunda özelleştirmelerin gerekliliğine ilişkin yaygın bir inanç oluşturulmuş durumda. Bu inancın oluşturulmasında başını Türk-İş bürokrasisinin çektiği işçi sendikalarının sermayeyle girdiği işbirliği ve solun emek eksenli mücadele programının ideolojik-politik sulanmışlığı başrolü oynuyor.
Açıklama [50]: <!--[endif]-->
Açıklama [51]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Özelleştirmeler nelere yol açıyor?: daha fazla işsizlik; sınıfın zaten azınlıkta olan örgütlü kesimlerinin daha da küçültülmesi (sendikasızlaştırma); işlerin parçalanarak ücretlerin düşük, çalışma koşullarının ağır, örgütlülüğünün neredeyse sıfıra yakın olduğu taşeron çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılması (taşeronlaştırma)... Bunlara bağlı olarak emek örgütlerinin güç ve belirleyiciliklerinin azalması; yoksulluk ve açlığın yaygınlaşması; birlik ve dayanışma olanaklarının sosyo-politik zeminlerinin yitirilmesi... Ne yapmamız gerekiyor? Özelleştirilmiş ve özelleştirilme kapsamına alınmış işyerleriyle, bu kapsama alınacak işyerlerindeki mücadelenin mutlak şekilde ortaklaştırılması birinci hedef olmalıdır. Ama bu yetmez. Özelleştirmeler üzerinde oluşmuş karmaşayı aşmak gerekir. Bunun için özelleştirmelerin en önemli sonuçlarından biri olan işsizlik sorunu üzerinden bir mücadele geliştirmek gerekir. Çünkü işsizlik tüm toplumsal kesimlerin üzerinde basınç yaratan önemli bir kriz olgusudur. Bu dinamikten hareketle işsizliğe karşı emek eksenli bir mücadelenin örgütlenmesi ve özelleştirmelere karşı mücadelenin de bu temelde ele alınması bir açılım imkanı sunabilecektir. Örgütsel dağınıklık ve bu temelde sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma sorunları da bu mücadelenin önemli bileşenleridir ama işsizliğe karşı mücadele temel politik yönelim olmak üzere. Çünkü işsizlik tüm emek piyasasının nabzını oluşturur. İşsizler ordusu, işi olan işçilerin daha düşük ücretlere çalışması yönünde bir basınç yaratır. Düşük ücretler yanında sosyal hakların tırpanlanması (servis, yemek, ssk...), çalışma koşullarının ağırlaştırılması (fazla mesai, emniyetsiz çalışma), örgütlenme önüne keyfi engellerin çıkarılması yine işsizlik oranlarıyla ters orantılı olarak şekillenir. Çalışmaya ihtiyacı olan işsiz topluluğun büyüklüğü herhangi bir işçinin herhangi bir iş için talep etmesi gereken en temel haklardan feragat etme sonucuna yol açar. Kuşkusuz işsizliğe karşı mücadele sadece işsizlerin vereceği bir mücadele olamaz. Daha da önemlisi işsiz konumuna düşmüş olan işçilerin örgütlenmesi önüne önemli ekonomik, sosyal, siyasi engeller çıkar. Bu sorunların aşılması ve işsizlerin örgütlenmesi için çalışabilir durumdaki işçilerin öncelikle örgütlü olması belirleyici bir rol oynar. Büyük krizlerin yol açtığı kitlesel işsizlik durumları öncesinde eğer sınıfın bir örgütlenme geleneği varsa güçlü işsiz örgütlenmelerinin oluşması söz konusu olabilecektir. İşsizliğe karşı mücadeleci bir hattın oluşturulmasının olmazsa olmaz şartlarından biri de tüm çalışanlar için oluşturulacak emek eksenli bir iş yasasıdır. Özelleştirmeler gibi işten çıkarmaların da yasaklandığı, tüm işlerin ücretlerde herhangi bir kesinti olmaksızın tüm çalışanlar arasında vardiya sayıları dörde çıkarılarak paylaştırılması temel talep olmaldır. Emek örgütlerinin belirlediği yoksulluk gelirinin üzerinde tespit edilecek bir asgari ücret talebi yine bu mücadele programının temel taşlarından olacaktır.
Açıklama [52]: <!--[endif]-->
Açıklama [53]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [54]: <!--[endif]-->
Açıklama [55]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [56]: <!--[endif]-->
Açıklama [57]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [58]: <!--[endif]-->
Bu nedenle tartışmasız ve kesin bir şekilde özelleştirmelere hayır politikasının sürdürülmesi şart. Özelleştirmelere gerekçe olarak gösterilen zarar etme, işlevini yitirme, rekabet edememe, modernize etme maliyetlerinin yüksekliği gibi gerekçelerin tamamı için işçi-emekçi denetimi ve yönetimi politikasını savunuyoruz. Özelleştirmeler yasaklanmalı, özelleştirilen işletmeler işçi-emekçi denetiminde yeniden millileştirilmelidir. Ama asla KİT’lerin asker-sivil bürokrasinin arpalıkları olmasına müsaade edilemez. On yıllar boyunca işçi-emekçi kitlelerin aleyhine bir şekilde kendi kişisel ve siyasi çıkarları için buraları hortumlamış olan bürokrasinin sahipliği ile yerli-yabancı sermaye güçlerinin buraları sahiplenmesi arasında işçi sınıfı açısından bir fark yoktur. Açıklama [59]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [60]: <!--[endif]-->
Bu nedenle işçi sınıfı asla bir avuç asalak bürüokratın ceplerini daha fazla şişirmesi anlamına gelecek ve bu bürokrat takımının daha fazla siyasi nüfuz sağlamasına devam etmesine imkan tanıyacak bir özelleştirme karşıtlığına kendini hapsedemez. İşçilerin denetim ve yönetimiyle birlikte anılmayan her türlü özelleştirme karşıtlığıyla kendimizi ayırıyoruz. Soysalların, Perinçeklerin özelleştirme karşıtlığı “ulusal burjuvazi”nin (bürokratik merkezi devlet aparatının) çıkarları temelindedir. Biz işçi ve emekçilerin yönetim ve denetiminde bir özelleştirme karşıtlığı programını savunuyoruz. Bu ikisi birbirinden dağlar kadar farklıdır. İşsizliğe karşı kesin ve uzlaşmaz bir poltik çizginin ortaya konması ve savunulması için: tüm işler ücretlerde herhangi bir kesinti olmaksızın tüm çalışabilir nüfuz arasında paylaştırılacak. Vardiya sayıları dörde çıkarılacak. Ücretler emek örgütlerinin tespit ettiği yoksulluk sınırının üzerinde belirlenecek. Belirlenmiş ücret her üç ayda bir enflasyon oranına göre yeniden tespit edilecek. Çalışma şart ve koşullarını işçi ve emekçiler için garanti altına alacak, tüm çalışanlar için ortak bir iş yasasının oluşturulması mücadelesini verecek ikirciksiz bir devrimci sınıf politikası... Hedefimiz bu olmalıdır...
Açıklama [61]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [62]: <!--[endif]-->
Açıklama [63]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [64]: <!--[endif]--> Açıklama [65]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [66]: <!--[endif]-->
3 Kasım’dan 28 Mart’a AKP: tepki mi, yeni olgu mu?
Açıklama [67]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [68]: <!--[endif]--> Açıklama [69]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [70]: <!--[endif]-->
Arif Benol
Açıklama [71]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [72]: <!--[endif]-->
28 Mart 2004 Yerel Yönetim Seçimleri’nin galibi tartışmasız şekilde burjuvazi oldu. Şubat 2001’de ekonomik ve siyasi yapının çökerek sistemin fiilen işlemez hale gelmesi ve devamında sadece koalisyon hükümetinin değil bizatihi burjuva devlet mekanizmasının kendisinin de tartışılır hale gelmesi söz konusuydu. 12 Eylül askeri darbesinin desteğinde allanıp pullanıp hükümet olan Özal’lı ANAP’tan bu yana dikiş tutmayan burjuva politik yapı 3 Kasım 2003 seçimleri öncesinde iflas ettiğinde ortada kocaman bir ne olacak sorusu duruyordu.
Açıklama [73]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [74]: <!--[endif]--> Açıklama [75]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [76]: <!--[endif]--> Açıklama [77]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [78]: <!--[endif]-->
Kitleler nezdinde güvenilmez hale gelerek yıpranan, yarattığı hayal kırıklığı ve öfke çığ gibi büyüyen burjuva parti liderlerinin koltuklarında oturmaya devam etmesi sermaye için artık taşınması mümkün olmayan bir noktayı işaret ediyordu. Ne 1930’lu yılların tutumlu idealist memuru rolündeki DSP’li Ecevit, ne vatan millet sakarya edebiyatı eşliğinde Apo’yu asacağım naraları atan MHP’li Bahçeli, ne de mükemmel Almancası ile AB’nin yolları Diyarbakır’dan geçer diyen ANAP’lı Yılmaz’a tahammülü kalmıştı kitlelerin. Üstelik bir önceki Refah-Yol hükümetine, Erbakan-Çiller ikilisine olan “duygular” tazeliğini korumaktaydı. Toplumun bütün sigortalarının attığı günlerde Ankara Kızılay Meydanı’nda çeşitli esnaf derneklerinden mütevellit burnundan soluyan kızgın kalabalığın oluşturduğu protestocu kitle bir araya geldi. Taşıdıkları pankartlardan bir kısmının simitçi, poğacacı oldukları anlaşılan ve ellerinde taşlarla görüntülenen bu kişilerin Allah yarattı demeyip düne kadar alkış tuttuğu polise bodoslama girmesi bir dönemin bittiğinin de tescillenmesiydi. Burjuvazi mesajı aldı ve patron medyası artık zapt edilmesi zor bu öfkeli kitlenin de önüne geçerek kaşarlanmış politika esnafının alenen emekliliğini istedi. Kuşkusuz bu bir “yenilenme” talebi değil kabaran öfkenin hışmından korunma güdüsüydü. AKP’nin önlenemez yükselişi: burjuva temsiliyet krizi aşılıyor mu? Bu şartlar altında gerçekleşen 3 Kasım 2002 genel seçimleri %22,19’luk DSP’yi %1,22’lere, %13,22’lik ANAP’ı %5,11’lere ve 1999 genel seçimlerinde tarihinin en yüksek noktası olan %17,98’lere çıkan MHP’yi %8,35’le barajın altına gönderiverdi. Henüz üç aylık bir parti olan -ama ana omurgasını RP, FP çizgisinden gelenlerin oluşturduğu- Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğindeki AKP’yi ise %34,43 ile tek başına hükümet yaptı. Cem Uzan’ın GP’sinin de %7,25 oy aldığı bu seçimleri büyük çoğunluk geçici bir anormallik olarak görme eğilimdeydi. Bu çoğunluğa göre halk kitleleri eski yüzlerden öylesine bıkmıştı ki denize düşen yılana sarılır misali AKP’yi bir anda en yukarılara taşıyıvermiş, diğerlerini ise acı bir şekilde cezalandırmıştı. AKP’nin başarısının anahtarı “tepki” olarak formüle edildi. Oysa AKP hükümeti 1,5 yıllık icraatı boyunca eskilere rahmet okutacak öylesine bir performans gösterdi ki başta tekelci burjuvazi ve asker-sivil bürokrasi dahil olmak üzere tüm sömürücü kesimler bu çatı altında bir araya geldi. Başbakan Erdoğan’ın şahsında AKP’ye dizilen övgüler memleket sınırlarının ötesine taşıp Time’a kadar ulaştı. Henüz güneş açmamış olsa da Erdoğan ve partisi üzerindeki kara bulutlar dağılma eğilimindeydi. Sömürü ve işgal cephesi birlik ve istikrarını ilan etmekte geçikmedi. Artık “buhranlı” dönemler geride(mi) kalıyordu!
Açıklama [79]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [80]: <!--[endif]-->
Açıklama [81]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [82]: <!--[endif]--> Açıklama [83]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [84]: <!--[endif]-->
Açıklama [85]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [86]: <!--[endif]-->
Açıklama [87]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Sisteme taze kan: AKP! Nereye kadar? Böylesine güçlü bir destek ve ortaklık oluştu çünkü AKP hükümeti yıllardır sermayenin bir türlü süreklilik ve istikrar sağlayamadığı işçi ve emekçi sınıfa yönelik saldırıları neredeyse frensiz şekilde uygulamaya soktu. Üstelik AKP buna rağmen yıpranmak bir yana, 28 Mart yerel seçimlerinde oylarını yüzde 7,66 arttırarak %42,09’a çıkardı. (12 Büyükşehir, 46 il, 468 ilçe, 1247 belde; toplam 1773 belediye başkanlığı.) Bu sonuç herşeyden önce burjuvazinin yönetim krizinin konjontürel olarak aşılması anlamına geliyor. Neo-liberal saldırı programı uygulamada, rejim ayakta duruyor, emperyalist-kapitalist sistem gidişattan memnun, üstelik yıpranmak bir yana izlediği politikaya rağmen AKP’nin oyları artıyor, rakipleri eriyor ya da yerinde sayıyor. AKP büyük çoğunluk tarafından ne bir tepki partisi olarak tarif ediliyor ne de marjinal bir parti olarak görülüyor; artık
Açıklama [88]: <!--[endif]--> Açıklama [89]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [90]: <!--[endif]-->
AKP sağın yeni merkez partisi olarak tescillenmiş durumda. Ama bu kadarla da sınırlı değil. AKP sadece sağın değil tüm burjuva siyaset alanının rakipsiz temsilcisi olma yolunda ilerliyor. Kendisine en yakın konumundaki muhalefet partisi CHP’nin oyları bile %19,41’den %18.37’ye geriledi. (5 milyon 848 bin oy; 2 büyükşehir, 7 il, 125 ilçe, 334 belde, toplam 468 belediye başkanlığı.) DYP ve MHP’deki küçük kıpırdanmaların ise bir önemi bulunmuyor. GP’nin %7.25’den %2.58’e gerilediği, milliyetçi kesimlerin en önemli politik temalarından olan Kıbrıs’ın yeni bir evreye girdiği koşullarda MHP (%10,16; artış 1.86) ve DYP’deki (%9,97; artış 0,47) küçük rakamsal artışlar bu partilerdeki ideolojik-politik tıkanma ve erimeyi saklayamaz. Bu iki parti GP’nin kaybettiği %4,67’lik oyun yarısını bile toplamaktan aciz durumda; artışları sadece %2,33. MHP ve DYP’deki küçük artışların kaynağını hükümetin izlediği tarım politikalarına tepki duyan çiftçi ve köylülere bağlamak yersiz. Küçücük bir hatırlama yeterli: tarımın çökertilmesinde hiçbir parti MHP ve DYP kadar etkin rol oynamadı. Bu partilere eşlik eden ANAP’ı ve DSP’yi de unutmamak gerekir. Özellikle bu iki partinin (ANAP %2,52; DSP %2,13) muadilleriyle birlikte geri dönüşsüz bir sürece girdiğini söyleyebiliriz. Ama bunun bir önemi bulunmuyor. Eski burjuva politikacıların bir kısmının “yeni” partilere geçtiğini hatta Erkan Mumcu gibi bakan olabildiklerini, Mehmet Ağar gibi parti başkanı olarak meclise girebildiklerini görüyoruz.
Açıklama [91]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [92]: <!--[endif]-->
Açıklama [93]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [94]: <!--[endif]-->
Açıklama [95]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
AKP yetmez ve çözemez: sistemin sürekli krizi! AKP hükümeti burjuvazinin uzun süreli temsiliyet krizine konjontürel düzeyde belirli bir yanıt getirdi. Önce 3 Kasım ardından 28 Mart seçimleriyle kitleler nezdinde de bunu kanıtladı. Özellikle AKP’nin son seçim başarısını hükümet olmasına bağlayanlar bir noktayı daha fazla hesaba katmalı. AKP’nin ana omurgasını oluşturan kadrolar RP, FP çizgisinden süzülerek geldi. Bu kadrolar başta İstanbul ve Ankara olmak üzere 28 Şubat süreci dahil her dönem belediyelerde büyük zaferler kazandı. Üstelik hükümet olmak bir yana topun ağzındaydılar. Erdoğan cezaevine girerken halefi Gürtuna ilk seçimleri yine açık ara önde bitirdi, keza Ankara’da Gökçek’te. Bu nedenle bugün hükümet olmaları en fazla seçimlerde oylarını perçinlemiş sayılabilir. Kuşkusuz bunlar Türkiye gerçekleri içinde düşünüldüğünde AKP hükümeti için büyük başarı. Bu büyük başarıların ışığında burjuva sistem gerçekten bir istikrar ve süreklilik kazanabilir mi? Dikkatli gözler seçimin rejimi sağlamlaştırmak bir yana içindeki tüm güçlerle birlikte sonuna kadar gerdiğini görecektir. Öncelikle 43 milyon 300 bin seçmen kitlesinin 11 milyondan fazlası, seçmenlerin yaklaşık %25’i oy için sandığa gitmedi. (3 Kasım 2002 genel seçimlerine katılım oranı: %79,10.) Oy kullanan %75’in %42,09’u, tam olarak 13 milyon 329 bin kişi ise mührünü AKP için bastı. Türkiye rejimi üzerinde söz ve karar sahibi olmak isteyen güçlerin sayısı hayli fazla. Özellikle sınıf mücadelesi geleneğinin derinlik ve genişlik kazanamadığı, burjuva anlamda bile siyasi kültürün sınırlı olduğu, sermaye birikiminin mevcut burjuva siyasal yapıyı finanse etme gücünden uzak olduğu bir ekonomik-toplumsal-siyasal yapıdan bahsediyoruz. Böylesi bir yapının sadece hükümet düzeyinde alınmış birkaç dönemlik başarıyla istikrara kavuşması sözkonusu olamaz. AKP hükümeti için yıpranma süreci çoktan başladı. Yıpranmanın berraklık kazanması büyük oranda burjuvazinin mevcut alternatiflerini oluşturmasına bağlı. En önemli alternatif olarak görülen ana muhalefet partisi CHP, burjuvazi için henüz aday olma kritelerini tamamlamış değil. CHP’nin Kıbrıs sürecinde başından sonuna hükümete karşı bir tutum almasına rağmen referandum sonrası bu sonucu ilk
Açıklama [96]: <!--[endif]--> Açıklama [97]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [98]: <!--[endif]-->
Açıklama [99]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [100]: <!--[endif]-->
Açıklama [101]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [102]: <!--[endif]-->
sahiplenen partilerin başında geldiği bir kenara yazılmalıdır. Erdoğan bu nedenle haklı olarak İzmir İktisat Kongresi’nde Baykal’ı, “yok aslında birbirimizden farkımız, yerimizde siz olsaydınız İMF ile anlaşmaları siz yapacak, Kıbrıs adımlarını siz atacaktınız!“ diye yanıtladı. Demokratik Güçbirliği: yüzdesel analiz yeter mi? Herhangi bir tasnife gerek duymaksızın sol için toplu fatura kesildi: yenilgi! İçine Ecevit’in DSP’sinin de, Perinçek’in İP’sinin de, İsmail Cem’in YTP’sinin de girdiği böylesi toptancı çözümlemelere itibar edilmemesi özellikle gerekli. Sol, özellikle böylesi bir bulamaca battığı gün en önemli yenilgisini aldı. Bu noktadan çıkılması bir zaruret. Gerekli ve anlamlı ilk adım seçimler sonucunda verilen “sol” ve “sağ” oy oranlarına itibar edilmemesi. İkinci önemli nokta “sol”un yenilgisinin matematiksel analizlere havale edilmesi. 28 Mart yerel seçimlerinde öncelikli değerlendirme program düzeyinde yapılmalıdır. İşçi sınıfı ve ezilensömürülen emekçi kitlelere yönelen çok yönlü saldırılara rağmen politikalarını en gelişkin örneklerde dahi “demokratikleşme” eksenine oturtan ve bununla yetinmeyip çözümü AB ile bütünleşme projesine bağlayan parti ve gruplarla kendimizi kesin bir şekilde ayırıyoruz. Üçüncü nokta Demokratik Güçbirliği’ne yönelik yapılan eleştiri ve değerlendirmelerin alınan oyla bağlıntılı bir çözümleyemeye dayanması. 2002 genel seçimlerine Emek Barış Demokrasi Bloğu (EBDB) olarak katılan partilere yönelik en temel eleştiri de alınan oy üzerine kurulu. 3 Kasım’da %6.14’lük oy alan HADEP öncülüğündeki EBDB, 28 Mart’ta bu kez SHP’nin öncülüğünde oluşan DG ile ancak %5,10 oy alabildi. (1 milyon 602 bin oy; 1 büyükşehir, 4 il, 29 ilçe, 34 belde, toplam 68 belediye başkanlığı.) Bundan dolayı demek ki aşı tutmadı anlayışı egemen! Eğer DG’nin oyu 6.14’ün üzerine çıksaydı aşı tutmuş, tüm sorunlar aşılmış mı olacaktı? Sorunumuzun daha derinde, alıanan ya da alınacak oyları aşan bir niteliğe sahip olduğunu görmemiz gerekiyor. Oyların politikalardan, özellikle de devrimci sınıfı politikasından bağımsız bir değelerlendirmesi sözkonusu olamaz. Bu nedenle DG, HADEP önderliğinde EBDB’nin 3 Kasım’da aldığı oyların altına düştüğü için değil, bağımsız bir devrimci sınıf politikası yürütmediği için ve böylesi bir programa ihtiyaç duymayan bir birlik olduğu için mahkum edilmeli, “başarız” ilan edilmelidir. Esenyurt’ta örnek bir çalışma: Birleşik Devrimci Sosyalist Kampanya İşçi sınıfının ve ezilen-sömürülen emekçi kitlelerin gerçek ihtiyaçlarından yola çıkan ve tavrını bu yönde koyan devrimci sosyalist bir çalışmanın eksikliği yerel seçimlerde bir kez daha ortaya çıktı. Bağımsız devrimci sosyalist bir program ve mücadele hattı üzerinden yerel seçimlere katılan bir parti söz konusu olmadı. Bu nedenle Devrimci Marksist Diyalog Zemini’nde bir araya gelen gruplardan İşçi Cephesi, Sınıf Mücadelesi, SSS Sosyalizm çevreleriyle çok sayıda bağımsız sosyalist militan ortak bir seçim faaliyeti için güçlerini seferber ederek birleştirdi. Esenyurt özelinde gerçekleşen çalışmanın seçim bildirgesini bir önceki sayımızda yayınlamıştık. Bu sayımızda da seçim faaliyetinin genel işleyişine dair deneyim ve görüşlerimizi sizlerle paylaşmak için yayınladığımız bir yazımız bulunuyor. Bu noktada BDSK faaliyetinde bir araya gelen devrimci grup ve bireyler için yerel (ve genel) seçimlerin öncelikli öneminin yaygın politik propaganda ve ajitasyon imkanı sunması olduğunu bir kez daha belirtmekte yarar görüyoruz. Amacımız programımızı, talep ve sloganlarımızı işçi sınıfına ve emekçi kitlelere en yaygın şekilde ulaştırabilmek. Bu amaçla tüm kanalları bundan sonrada kullanmaya devam edeceğiz.
Açıklama [103]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [104]: <!--[endif]--> Açıklama [105]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [106]: <!--[endif]-->
Açıklama [107]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [108]: <!--[endif]-->
Açıklama [109]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [110]: <!--[endif]-->
Açıklama [111]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [112]: <!--[endif]--> Açıklama [113]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [114]: <!--[endif]-->
Açıklama [115]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [116]: <!--[endif]-->
Yerel seçim sonuçları tüm Türkiye’de olduğu gibi Esenyurt’ta da işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin genel bilinç düzeyine ilişkin bir fotograf sundu. Kuşkusuz bu fotografın oluşmasında seçime katılsın, katılmasın sol/sosyalist parti ve grupların katkısı gözardı edilemez. Seçime katılanlar sundukları çözüm ve mücadele programlarıyla, katılmayanlarda sözüm ona “parlamenter soytarılığa” katılmama adına yaptıkları önermeleriyle kendilerini ortaya çıkan tablodan azade görüyorlarsa yanılıyorlar. Ortaya çıkan tablodan kastımız alınan sonuçlar değil. Başarı ve başarısızlığı yüzdelerle hesaplayanlar yanlışlarına devam ederler. Yanlışlıktan kastımız varolmaya devam edebilme adına “esnetilen” devrimci sosyalist işçi sınıfı programı ve gerçekçi olma adına vazgeçilen sınıf mücadelesi eksenidir. Bu hat üzerinde toplanan sivil toplumcuları, sol liberalleri, her türden vurgusuyla ulusalcıları ve küçük burjuva milliyetçi akımları işçi sınıfının dostları değil düşmanları olarak görüyoruz. Ne kastediyoruz? Demokratik Güçbirliği’nin aldığı oy oranı taraftarlarınca başarı, rakiplerince başarısızlık olarak sunuldu. Oysa Demokratik Güçbirliği adına Esenyurt’ta SHP adayı olarak Gürbüz Çapan seçimlere katıldı. Çapan bir önceki seçimde CHP adayıydı. Yeni dönemde anlaşamadığı için parti değiştirdi. 1989’dan bu yana sürdürdüğü belediye başkanlığının sonucunda Çapan’ın kendi memleketlileri ve kimi çıkar sahipleri dışında desteği tartışmalı hale gelmişti. Nitekim AKP’li Kadıoğulu Çapan’a 8 bin oy fark atarak 26 bin oyla yeni başkan oluverdi. Seçim çalışmaları boyunca BDSK olarak 28 Mart seçimlerinde olmazsa bile bir sonraki seçimlerde Esenyurt’un sağın eline geçeçeğini belirttik. Çünkü izlenen politika işçi ve emekçileri değil yeniden ve bir kez daha para ve iktidar sahiplerine göre belirlenmekteydi. Çapan’ın karın doyurmayan, samimi duygu ve heyecanlara sahip inanç sahiplerini aldatmaktan öteye geçmeyen “sol” etiketli kimi girişimlerinin eninde sonunda bir çıkmaz sokağa gireceğini öngörmek gerekiyordu. BDSK’nın tüm faaliyetleri boyunca can kulağı ile ama aynı oranda “şüphe” ile dinlenmesi bunun bir sonucuydu. Esenyurtluların her defasında emeği ve sol değerleri sahiplenmesine rağmen sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer misali sürekli Çapan’ı karşımıza çıkarması da yine bundandı. Netice itibariyle Esenyurt’ta AKP, 26 bin oyla belediye başkanlığını kazandı. Çapan (SHP) 18 bin 500 oy, Kerimoğlu rüzğarıyla kanatlanmak isteyen DSP 9 bin 500 oy ve CHP adayıda 4 bin 500 oy aldı. Esenyurtlular yoğurdu üfleyerek yemelerine rağmen tüm Türkiye’de olduğu gibi oylarını verirken yine kendilerince “en makul olan”a yöneldiler. Seçimlerde TKP 111, İP 94, BDSK 47, ESP 42 ve BDSP 40 oy aldı. Bizce bunun iki anlamı var: işçi ve emekçi kitleler için sosyalist sol (İP’yi sosyalist sol tanımının dışında tutarak söylüyoruz) hâlâ bir alternatif olarak algılanmıyor ve bağımsız devrimci sosyalist adaylara –fikirleri ne kadar benimsense de- partiler karşısında genellikle şans tanınmıyor. Yerel seçimlerde yörenin sevilen, tanınan simalarının öne çıkması, bölgeciliğin baskın bir öğe olması gibi unsurlarda oyların dağılımını etkileyen bir diğer etken olarak görülmelidir.
Açıklama [117]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [118]: <!--[endif]-->
Açıklama [119]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [120]: <!--[endif]-->
Açıklama [121]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [122]: <!--[endif]--> Açıklama [123]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [124]: <!--[endif]--> Açıklama [125]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [126]: <!--[endif]--> Açıklama [127]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [128]: <!--[endif]--> Açıklama [129]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [130]: <!--[endif]-->
Esenyurt seçim kampanyası deneyimi
Açıklama [131]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [132]: <!--[endif]--> Açıklama [133]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [134]: <!--[endif]-->
Öykü Tanır İşçi Cephesi olarak; 28 Mart Yerel Yönetim Seçimleri sürecinde Birleşik Devrimci Sosyalist Kampanya'nın (BDSK) Esenyurt’ta belediye başkan adayı olarak çıkardığı bağımsız, sosyalist, işçi, kadın aday Sakine Gürbüz'ü desteklediğimizi, bu faaliyete fiilen katıldığımızı daha önceki sayılarda yazdık. Bu sayımızda da bu kampanya faaliyetinin nasıl yürütüldüğüne dair deneyimleri sizlerle paylaşmak istiyoruz.
Açıklama [135]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [136]: <!--[endif]-->
Esenyurt'un sınıfsal karakteri ve sosyolojik yapısı Öncelikle söylemeliyim ki; böylesi bir seçim faaliyetinin Esenyurt’ta yapılması doğru bir karardır. Çünkü Esenyurt işçilerin, işsizlerin hala sınıf bilinciyle hareket edebilecek reflekslere sahip olduğu, tartışmaya ve önerilere açık emekçilerin dostça yaşadığı İstanbul'un sayılı beldelerinden biri. En önemlisi birbirini dinleyen emekçiler önyargılarını mümkün olduğunca öne çıkarmayarak bizlere kendimizi anlatma şansı tanıdılar. Üstelik tüm bunlarla beraber Esenyurt'lu onlarca işçi, işsiz dost sizlere aktaracağım faaliyetlerde gönüllü olarak yeraldı ve kampanyayı sahiplendi. Esenyurt bizlere yarınlarda yürütülecek mücadeleler, kampanyalar ve çalışmalar için umut verdi ve önemli bir deneyim oldu. BDSK faaliyetleri esas olarak bir bölgesel bir mahalle/sokak çalışması şeklinde yürütüldü. Günlük seçim faaliyetleri şu şekilde gerçekleştirildi.
Açıklama [137]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [138]: <!--[endif]-->
Açıklama [139]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [140]: <!--[endif]--> Açıklama [141]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Hafta içi faaliyetleri Sabah dağıtımları Özellikle pazartesi, çarşamba ve daha az olmakla beraber cuma sabahları 6.50'de işçilerin servislere bindiği otobüs duraklarında ve çevre fabrikaların önlerinde seçim bildirisi ve yardımcı metinler dağıtıldı. Bu dağıtımlarda bir ay boyunca herhangi aksi bir olay çıkmadı, hatta işçi ve emekçilerle bazen kısa süreli hoş sohbetler yaşandı. 7-8 kişinin yaptığı, yaklaşık 45 dakika süren bu dağıtımlardan sonra çalışan arkadaşlar işlerine gitti. Çalışmayan arkadaşlarla ise seçim bürosuna gidildi ve öğleden sonra yapılacak faaliyetin hazırlıkları yapıldı. Faaliyet için gidilecek yeri tespit etmek, dağıtılacak bildirileri hazırlamak bu hazırlıklardan bazılarıdır.
Açıklama [142]: <!--[endif]--> Açıklama [143]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [144]: <!--[endif]--> Açıklama [145]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [146]: <!--[endif]-->
Öğleden sonra çalışmaları Hafta içi öğleden sonraları bir mahalle tespit edilir ve burada ya sokak sokak gezilip kampanya anlatılırdı; ya da bir pazar yerinde bildiri dağıtımı yapılarak kısa bilgilendirmeler yapılırdı. Ayrıca kampanyanın pankartarının bir kısmıda yine bu saatlerde asıldı. Sokak gezmeleri sırasında ev ev dolaşılırdı. Burada Esenyurt sakinlerinin misafir perverliğinden ve açık yürekliliğinden bahsetmek gerek. Genellikle kapılarını açan ve meraklı gözlerle selamlayan
Açıklama [147]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [148]: <!--[endif]-->
Esenyurtlular olumlu bir sohbetin ilk adımlarını atmaktan hiç çekinmediler. Kapılarını açamayan apartman sakinlerinin sepet sallayarak okumak istedikleri seçim bildirgesini aldıkları da çok oldu. Hafta içi gidilen mahallelerde hafta sonları da benzeri çalışmalar yapıldı ve seçim bildirilerinin okunduğunu ve hatta saklandığını bu tekrar ziyaretlerinde tespit ettik. Gerek sorulan sorularla, gerekse yapıcı eleştiri ve yorumlarla Esenyurtlular'ın bu kampanyayı ciddiye aldıkları ve tartışmaya açık olduklarını gözlemledik. Pazar yeri dağıtımları daha az verimli olmakla beraber kısa sohbetlerin yaşandığı ve ilginin devam ettiği çalışma alanlarından olmuştur.
Akşam çalışmaları Kampanyanın ilk gününden itibaren akşamları, ertesi günün hazırlıkları yapıldı. Bunlar: dağıtılacak bildirgeleri ayırmak, sabah dağıtımının yapılacağı yeri tespit etmek ve o günün bir değerlendirmesini yaparak ertesi güne strateji belirlemek şeklindeydi. Ayrıca afişler çıktıktan sonra her akşam gelen gönüllülerle birlikte mahalle afişlemesi yapıldı. Bu çalışmaları her geçen gün destekleyenlerin ve kampanya için çalışanların sayısı arttı, bu da kampanyanın önemli bir başarısıdır.
Açıklama [149]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [150]: <!--[endif]-->
Hafta sonu faaliyetleri Hafta içi yapılan çalışmaların bir devamı niteliğinde gelişmiştir. Hafta sonu tatillerinden dolayı kampanyaya katılım çok daha fazla oldu ve belediye başkan adayımız Sakine Gürbüz de bu faaliyetlere katıldı. Cuma akşamından tespit edilen bir kahvede yapılacak toplantının hazırlıkları sabahtan itibaren başlar ve öğlen 12-13 gibi kahvenin bulunduğu mahalleye kalabalık bir grup halinde gidilir, yine ev ev gezilerek bildirge dağıtımı yapılır, kampanya anlatılır ve akşam yapılacak kahve toplantısına işçi ve emekçiler davet edilirdi. Eğer gezilen mahallenin halk pazarı varsa buraya da gidilir ve dağıtım yapılırdı. Afişler çıktıktan sonra aynı zamanda bir grup gönüllü de bu mahalleleri afişledi.
Açıklama [151]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [152]: <!--[endif]-->
Kahve toplantıları Kahve toplantıları sırasında kahvede bulunan genç, yaşlı herkes olaya dahil oldu. Kahve toplantıları şu şekilde gerçekleşti: Bir arkadaş kahveye girer girmez bir açılış konuşmasıyla kampanyayı anlatır ve oyun oynayan kalabalığın dikkatini çeker ve konuya dahiliyeti sağlardı. Hemen sonrasında Sakine Gürbüz kendini tanıtarak neden aday olduğunu, kampanyanın amacını anlatan bir konuşma yapardı. Eğer kahveden söz alan kimse yoksa kampanya çalışanları konuşmaya devam ederdi. Bir süre sonra kahvedeki Esenyurtlular'dan mutlaka birkaçı sorularıyla, deneyim aktarımıyla ya da yorumlarıyla sohbete katılırdı. Bu toplantılar bizler için çok yararlı olmuştur. Gerek sorulan soruların niteliği, gerekse bakış açıları ile bizleri yarınlarda yaşanacak girişimlere hazırlamıştır. Yaklaşık bir saat süren bu toplantılarda olumsuz herhangi bir olay yaşanmandı. Hafta sonları ve akşamları afişlemeler özellikle son hafta hızlandı. Katılımın artması, işe alışmak bunun önemli nedenlerindendir.
Açıklama [153]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [154]: <!--[endif]-->
Miting-Konser Tüm bu faaliyetlerin dışında kampanyanın bir miting-konser ve salon toplantısı oldu. Etkinliğin kararı alınır alınmaz buna dair bir afiş hazırlandı ve hafta boyunca Esenyurt konsermiting afişleriyle kaplandı. Seçimlerden hemen önceki perşembe günü, birçok müzik grubu ve müzisyen yoldaşın desteklemesiyle, sahiplenmesiyle hareketli ve şenlikli geçen miting-konser etkinliği yaklaşık 500 kişinin katılımıyla gerçekleştirildi. Daha çok genç erkeklerin halaylarıyla, alkışlarıyla katıldığı miting- konser etkinliğine ESP Esenyurt belediye başkan adayı da orada bulunarak destek verdi. Ayrıca İşçi- Köylü Dergisi de gözlemci olarak orada bulundu. Etkinlik öğleden sonra 3 gibi başladı ve akşam karanlık çökene kadar devam etti. Şiirlerle, sloganlarla ve halaylarla geçen konserin ardından Sakine Gürbüz bir konuşma yaptı ve birkaç şarkı türküden sonra etkinlik sona erdi.
Açıklama [155]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [156]: <!--[endif]--> Açıklama [157]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [158]: <!--[endif]-->
Salon toplantısı Mitingden sonraki gün düzenlenen salon toplantısı için bir gün önce küçük davetiyeler dağıtıldı ve konser sırasında sürekli hatırlatmalar yapıldı; fakat katılım yalnızca yakın çevreden ibaret oldu. Toplantıda ilk önce yine bir açılış konuşması yapıldı ve ardından kampanya boyunca elde edilen slaytlardan oluşan bir gösterim yapıldı. Müzikli - halaylı devam eden toplantıda Sakine Gürbüz bir gün önce mitingde yaptığı konuşmasını tekrar etti ve bir serbest kürsü oluşturuldu. İsteyen işçiler, kampanya çalışanları ve davetliler kalkıp konuştular. Katılımın azlığı ve bunun önlemini önceden alamayan kampanya açısından çok başarılı geçmeyen salon toplantısı da bu şekilde gerçekleştirildi.
Açıklama [159]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [160]: <!--[endif]-->
Ayser ve Sümerbank Kampanyanın bölgesel düzeyde bir mahalle çalışması yapmasının yanısıra çevredeki grevlere verdiği destekte önemli bir girişim oldu. Kampanya faaliyetinin açılışı AYSER fabrikasının önünde, grevdeki işçilere bir destek metni okunarak yapıldı. Ayrıca her hafta buraya destek amaçlı ziyaretler yapıldı. Kampanya SÜMERBANK tekstil fabrikası grevini de destekledi ve fabrikaya destek ziyaretlerinde bulundu. Sümerbank fabrikasında yapılan salon toplantılarına ve basın açıklamalarına katılındı. Tüm bu yapılanlar büyük özveri ve emeğin sonucunda oldu. Esenyurt seçim faaliyeti bizce sadece bir girişim olarak kalmadı. Kendini anlattı, beldenin büyük çoğunluğunca tanındı ve olumlu yankılar yarattı. Kuşkusuz kampanyanın eksiklikleri vardır. Bunları bugün görmek daha mümkün. Fakat tüm eksikliklerine rağmen birçok grubun, işçi ve emekçinin birlikte yürüttüğü önemli bir çalışmadır. Yarınlarda da böylesi birlikte yürütülecek kampanyalar oluşturmalı, mümkün olan tüm fırsatlar zorlanmalıdır.
Açıklama [161]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [162]: <!--[endif]--> Açıklama [163]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [164]: <!--[endif]-->
Açıklama [165]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [166]: <!--[endif]--> Açıklama [167]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [168]: <!--[endif]--> Açıklama [169]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Sakıp Ağa’yı kaybettik, başımız sağolsun!
Açıklama [170]: <!--[endif]--> Açıklama [171]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [172]: <!--[endif]-->
Fuat Karan Türkiye medyasının güzide insanı, halk adamı, yardımsever büyüğümüz, siyasetçimiz, yatırımcımız Sakıp Ağa öldü. Tüm burjuva basını koro halinde büyüklüğüne methiyeler düzdü. Devlet erkanı, bürokratıyla, generaliyle, komiseriyle cenaze törendeydi. Elbette burjuva partilerinin temsilcileri de oradaydı. Bugüne kadar onun için çalıştılar, son görevlerini yapmaya geldiler. Sınıf dayanışması gösteren burjuvazinin temsilcileri, büyük patron Sakıp’ı yalnız bırakmadılar. Tüm bu kesimlerin cenazede olması normal de sendikacıların cenazede ne işi var? Onların da mı bu büyük patrona şükran borcu vardı? İşte bu sendikacılardan biri de Süleyman Çelebi’ydi. Yani adı devrimci ile başlayan Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun başkanı. Tekstil İşçileri sendikasının eski başkanı Çelebi. Sendika ağalarına soruyoruz LASSA grevini ne çabuk unuttunuz! LASSA grevini hükümete kim erteletti? Elbette Sabancı! BOSSA’nın 2003 yılında kârı 9 trilyon lira. Buna rağmen 487 işçi 2003 yılında işten atıldı. Aynı BOSSA’dan bu yıl atılan işçi sayı da 400. BOSSA’da örgütlü olan sendika kim? DİSK ve Başkanı Süleyman Çelebi. İşçileri kapı dışarı eden BOSSA’nın patronu Sabancı’nın cenazesinde öyleyse Çelebi ne arıyor? Biz söyleyelim: trilyonlarca kâr eden Sabancı şirketlerinden atılan işçileri görmezden gelerek bugün büyük patronun ardından gözyaşı döküyorlar çünkü burjuvaların masalarından artanlar onların iştahlarını kabartıyor ve bu yüzden sendikacılığı masa başında patronlarla anlaşarak yapıyorlar. Çelebi bu görevi Rıdvan Budak’tan devraldı ve başarıyla sürdürüyor. Ne diyor Çelebi, Sabancı istihdam yaratmış büyük bir iş adamıymış. Sanki Sabancı bu zenginliği çalışarak yapmış. Türkiye’nin dünyanın her tarafında atölyelerde, fabrikalarda gece gündüz demeden, izin nedir neredeyse görmeden çalışan emekçiler neden bu zenginliği yapamıyorlar? Yapamazlar çünkü Sabancı bu zenginliği on binlerce işçinin alın teriyle, el koyulan artı değeriyle yapmıştır. Emek sömürüsü olmadan mı sabancı bu zenginliği yaratmış? Diğer yandan 24 Ocak kararlarının ve doğal olarak 12 Eylül’ün destekçisidir Sakıp Ağa. Yani DİSK’İ kapattıran ve yüzlerce üyesinin tutuklanmasına neden olan darbenin destekçisidir Sakıp Ağa. Özal’ın her zaman yanındadır ve büyüdükçe büyür şirketleri. Özal’ın liberal saldırı programlarını her zaman destekler. Son dönemlerde ise AKP liderlerinin yanından ayrılmaz olmuştur. Çünkü AKP hükümeti onun ve tüm patronların istediği gerici yasaları bir bir geçirmektedir. Bu yasalar ki işçi sınıfını ve sınıfın sendikal örgütlerini her gün zayıflatmaktadır. Nedir bunlar? Yeni İş Yasası, Kamu Yönetimi Reformu, özelleştirmeler vs... Yoksa bunlar işçilerin lehine midir ya da sendika bürokratlarının dünyadan haberi mi yok? Elbette değil, onlar patronlar oturup kalkmaktan onların aşağılık sofralarında ağırlanmaktan hoşlanıyorlar.
Açıklama [173]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [174]: <!--[endif]--> Açıklama [175]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [176]: <!--[endif]--> Açıklama [177]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [178]: <!--[endif]--> Açıklama [179]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [180]: <!--[endif]-->
Açıklama [181]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [182]: <!--[endif]-->
Açıklama [183]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [184]: <!--[endif]-->
Sınıf mücadelesi mi aman durdurun işçileri diyor ağalar, patronlar ürkmesin! Ya işçiler ne olacak? Sefil koşullarda çalışan milyonlarca işçi ne olacak? Uzlaşalım patronlarla, kazansınlar ki işçilere versinler diyor ağalar. Oysa patronlar hiç doymuyor. Ayrıca neden hep işçiler fedakarlık yapmak zorunda kalsın? Her şey zamlanıyor, fakat maaşlar aynı, örgütlenmek yasak, iş yasaları patron lehine, mesailer bitmiyor, yani her gün ölüyor işçiler. Peki kim işçilerin, ezilenlerin, yoksulların hakkını savunacak? Biz bu sorunun cevabını biliyoruz. Elbette işçi sınıfı. Bugün patronlar konuşuyor, sendika ağaları konuşuyor. İşçi sınıfı ise suskun, gücünün farkında değil, sindirilmiş, örgütsüzleştirilmiş... Ama işçi sınıfı tüm bu saldırılara ve patron şak şakçısı sendika ağalarına gerekli cevabı örgütlenerek ve mücadele ederek verecek. Ağalar konuştu ama işçi sınıfının da söz sırası gelecek ve ağalar o zaman kaçacak delik arayacaklar. Son sözü ezilen, sömürülen Sabancı’nın ve diğer patronların fabrikalarında, şirketlerinde, bankalarında her gün ölen milyonlarca emekçi söyleyecek! Sendika Bürokrasisine Karşı İşçi Muhalefetini Örgütlemek İçin İleri!
Açıklama [185]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [186]: <!--[endif]-->
Açıklama [187]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [188]: <!--[endif]-->
Açıklama [189]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [190]: <!--[endif]-->
Kapitalist sömürüye karşı sınıf mücadelesine katıl! Açıklama [191]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [192]: <!--[endif]--> Açıklama [193]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Emek hareketinden...
Açıklama [194]: <!--[endif]--> Açıklama [195]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [196]: <!--[endif]-->
Derleyen: Derya Deniz
Açıklama [197]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [198]: <!--[endif]--> Açıklama [199]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Ayser işçilerinin direnişi devam ediyor
Açıklama [200]: <!--[endif]--> Açıklama [201]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [202]: <!--[endif]-->
TEKSİF Bakırköy Şubesi’ne üye olan Ayser Tekstil işçilerinin grevi 17 Şubattan bu yana devam ediyor. Jandarmanın baskılarına, ekonomik sıkıntılara rağmen işçiler haklarını korumakta kararlılar. Çalışma sürelerinin 12 saate çıkarılmasına ve bayram tatillerinin kaldırılmasına karşı sendikalaşan işçiler, toplusözleşme yapma yetkisini aldılar. Ancak, görüşmeler patronun sendikayı tanımaması nedeniyle çıkmaza girdi. Sendikalaşan işçileri korkutmak için servisleri kaldırıldı, öğlen dinlenmeleri ve çay molaları yasaklandı. Patron yasak olmasına rağmen grev sırasında işçi aldı. İşçiler bu durumu Çalışma Müdürlüğü’ne bildirdiler, ancak henüz bir gelişme olmadı. Burjuva yasaları patronları korurken işçilerin sömürülmesine göz yumuyor, hatta yardımcı oluyor. Örneğin Ayser işçileri çadır kuramıyorlar, üretimi durduramıyorlar çünkü iş yasası izin vermiyor. Tüm baskılara ve zorluklara rağmen Ayser işçileri talepleri kabul edilene kadar greve devam
Açıklama [203]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [204]: <!--[endif]-->
Açıklama [205]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [206]: <!--[endif]-->
Açıklama [207]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [208]: <!--[endif]-->
etmekte kararlılar. Onların kararlılıkları bölgedeki tüm işçilere örnek oluyor. Açıklama [209]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [210]: <!--[endif]-->
Sümerbank işçileri yeniden eylem kararı aldılar
Açıklama [211]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [212]: <!--[endif]-->
Neo-liberal saldırıların uygulayıcısı, sermaye partisi AKP’nin Sümerbank’ın özelleştirilmesi ile ilgili son teklif tarihini açıklaması Sümerbank işçilerini harekete geçirdi. Fabrika önünde toplanan işçiler saldırıya karşı eylem planlarını açıkladılar. Buna göre işçiler, son teklif günü olan 4 Mayıs 2004’e kadar her çarşamba basın açıklaması düzenleyecekler. Ayrıca sabah 07’den gece 24’e kadar fabrikada nöbet tutmaya devam edecekler. Sümerbank işçileri 4 Mayıs’ta Ankara’da AKP Genel Merkezi ve Özelleştirme Dairesi önünde eylem yapacaklar.
Açıklama [213]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [214]: <!--[endif]-->
İşçiler, eylem sırasında sık sık “Yalancı Tayyip talancı AKP”, “IMF’nin itleri sattırmayız KİT’leri”, “İşimiz, aşımız feda olsun başımız”, “Fabrikalar kalemiz hırsızlara vermeyiz” sloganlarını attılar. Açıklama [215]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [216]: <!--[endif]--> Açıklama [217]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Seda giyim işçileri sendikalaşıyor
Açıklama [218]: <!--[endif]-->
Ümraniye Sultançiftliği’nde bulunan Seda Giyim Fabrikası’nda çalışan işçiler, patronun sıfır zam önermesi üzerine DİSK/Tekstil Sendikası’nda örgütlendiler. Bunun üzerine işveren 33 işçinin işine son verdi. İşveren işten çıkarırken performans düşüklüğünü öne sürdü, ancak işten çıkarılan işçilerin büyük bir kısmının usta işçiler oluşu patronun yalanını gözler önüne seriyor. İş koşullarının çok ağır olduğu fabrikada bazen işçiler 3 gün boyunca zorunlu olarak hiç durmadan çalışıyorlar. Normal mesainin en az 10 saat olduğu fabrikada, yemekler çok kötü. Molalarda çay içmenin işkence olduğu fabrikada, sigara içmek ise yasak. Sadece tuvalette içilebiliyor, ancak tuvalete de sadece saat 10’dan sonra çıkılabiliyor. Kalite kontrol bölümünde çalışanlar ise sadece paydoslarda tuvalete gidebiliyorlar. Bu koşullara bir de sıfır zam eklenince işçiler önce uyarı maiyetinde 3 saat iş bıraktılar. Patronun umursamazlığı sonucunda da sendikalaşmaya başladılar. İşçiler şimdi içeride kalan diğer işçi arkadaşlarını örgütlemeye çalışıyorlar. Patron örgütlenmeyi engellemek için fabrika dışına çıkışları engelliyor, servislerin durmasını yasaklıyor. İşten atılan 33 işçi çıkış kağıtları zorla imzalatılırken başında jandarmalar patronun korumalığını yaptılar. Ayrıca işçilerin yaptığı basın açıklamasını da engellemeye çalıştılar. Jandarmanın patronun koruması gibi davranması bu ordunun, bu polisin, bu devletin patronların devleti olduğunun en iyi işareti. Biz de onlara karşı kendi birliğimizi yaratmak zorundayız. Baskılara rağmen örgütlenme vazgeçmeyeceklerini söylüyorlar.
çabaları
fabrikada
sürüyor
ve
işçiler
sendikalaşmaktan
Açıklama [219]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [220]: <!--[endif]-->
Açıklama [221]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [222]: <!--[endif]-->
Açıklama [223]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [224]: <!--[endif]-->
Açıklama [225]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [226]: <!--[endif]-->
Açıklama [227]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [228]: <!--[endif]-->
Açıklama [229]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [230]: <!--[endif]-->
Birleşik Metal’de Örgütlenen Grammer İşçilerine Saldırı
Açıklama [231]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [232]: <!--[endif]-->
Bursa’da bulunan Grammer Koltuk Sistemleri Fabrikası’nda çalışan işçiler DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası’nda örgütlendiler ve yetki başvurusunda bulundular. Bunun üzerine patron 58 işçinin işine son verdi. Almanya kökenli firma, Alman Metal İşçileri Sendikası IG Metal’in de baskısıyla atılan işçileri geri alma ve sendikalaşmayı kabul etme sözü verdi. Fakat 1 Nisan sabahı başka fabrikalardan gelen Türk-metal üyeleri ve ne idüğü belirsiz bir takım insanlar fabrika önüne geldiler. Atılan işçiler fabrikaya alınmadılar ve içerdeki işçiler Türk-Metale üye yapılmaya çalışıldı. Gece iş çıkışında ise işçilere silahlarla saldırıldı ve 4 işçi yaralandı. Bunun üzerine işçiler fabrika önünde çeşitli eylemler yaptılar. İşçilerin yaptıkları kararlı eylemler ve IG Metal’in baskısı patronlara geri adım attırdı ve fabrika müdürünün işine son verildi. İşveren atılan işçileri geri alma sözü verdi. Grammer, bölgedeki diğer otomotiv parçaları üreten fabrikalar örnek olacak; bu nedenle önemli bir örgütlenme. Bu örgütlenme bize işçi sınıfının içindeki burjuva ajanlarına karşı uyanık olmamız gerektiğini bir kez daha göstermiştir. Türk-metal sendikası, işçileri bölerek birbirine düşürmeye çalışmış ve bu provokasyonla sendikal örgütlenmeye zarar vermiştir. İkincisi işçi sınıfının uluslararası örgütlenmesinin önemini bir kez daha hatırlatmıştır. IG Metal’in dayanışması örgütlenmeye güç vermiştir. Şunu unutmamalıyız dünyanın neresinde olursa olsunlar işçilerin çıkarı birdir ve ortak düşmana karşı savaşmaktadırlar. Bu düşmana karşı uluslararası bir örgütlenme şarttır.
Açıklama [233]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [234]: <!--[endif]-->
Açıklama [235]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [236]: <!--[endif]-->
Açıklama [237]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [238]: <!--[endif]-->
Açıklama [239]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [240]: <!--[endif]-->
Açıklama [241]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Tüpraş’ta Eylem TÜPRA Ş işçileri, özelleştirmeyi protesto etti. Kocaeli’de D-100 Karayolu’nda 9 Nisan 2004 sabah saat 08.00’de toplanan yaklaşık bin işçi, alkışlar ve sloganlar eşliğinde TÜPRA Ş İdare Binası’na yürüdü. Birleşik Metal-İş, SES, Tüm Bel-Sen, Eğitim-Sen şube başkanları da eyleme destek verdiler. TÜPRA Ş Aliağa Rafinerisi’nde de servis araçlarından inen yaklaşık 800 işçi, hükümet ve Özelleştirme İdaresi Başkanlığı aleyhine sloganlar atarak eylem yaptı. Eylem süresince tanker dolumu yapılmadı, rafineri kapısı önünde tanker kuyrukları oluştu. Eylemlerde coşkunun düşük olduğu göze çarpıyordu. Özelleştirmeler bu kadar yakınken sendikanın daha kararlı eylemler gerçekleştirmesi gerekiyor. Örneğin, Sümerbank işçileri fabrikalarını terk etmeyerek örnek bir mücadele yürütüyorlar.
Açıklama [242]: <!--[endif]--> Açıklama [243]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [244]: <!--[endif]-->
Açıklama [245]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [246]: <!--[endif]--> Açıklama [247]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [248]: <!--[endif]--> Açıklama [249]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [250]: <!--[endif]--> Açıklama [251]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [252]: <!--[endif]--> Açıklama [253]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [254]: <!--[endif]-->
Sümerbank işçileri özelleştirmeye direniyor Açıklama [255]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [256]: <!--[endif]-->
Zeynep Diyar Sümerbank (Holding) 3 Haziran 1933 tarihinde 2262 sayılı yasayla devlet eliyle kuruldu. Türkiye’nin birçok yerinde inşaat, tekstil, deri, ayakkabı, keramik gibi alanında faaliyet gösteren bu dev işletme 30 Ekim 1987’de özelleştirme kapsamına alındı. O tarihten bu yana; -Sümerbank Kayseri Pamuklu Sanayi Müessesi hakkında 12 Ekim 1999 tarihinde kapatma kararı alındı. Ancak yapılan direnişler nedeniyle fabrika faaliyetini sürdürüyor. -Sümerbank Ereğli Pamuklu Sanayi Müessesi 31 Ekim 1997 tarihinde özelleştirildi. -Sümerbank Nazilli Basma Sanayi Müessesi bugün özelleştirme sürecinde; ihale açıldı. -Adana Pamuklu Sanayi 1996 yılında özelleştirildi. -Sümerbank Defterdar Mensucat Fabrikası özelleştirildi. -Sümerbank Yünlü Sanayi Müessesi Hereke Fabrikası 8 Şubat 1996 tarihinde özelleştirildi. -Sümerbank Yünlü Sanayi Müessesi Bünyan Fabrikası 31 Ekim 1997 tarihinde özelleştirildi. -Sümerbank Merinos Yünlü Sanayi Müessesi Bursa’da faaliyet gösteren fabrika özelleştirmeyi bekliyor. -Sümerbank müesseselerine ait 400 satış mağazanın 291’i 1993 yılında, 88’i 1995 yılı Kasım ayında ve 11’i de 1996 yılı Aralık ayında özelleştirildi. -Sümerbank Sivas Çimento Fabrikası 25 Aralık 1992 tarihinde özelleştirildi. -Sümerbank Beykoz Deri ve Kundura Sanayi İşletmesi’nin kapatılması için 12 Ekim 1999 tarihinde karar çıktı. Ancak yapılan direnişler sonucunda kapatma kararı uygulanamadı. Bugün işletme faaliyetini sürdürüyor. -Sümerbank Pamuklu Sanayi Müessesi’nin kapatılması için 9 Ağustos 1999 tarihinde karar alındı. İşçiler bir ara ücretsiz izne çıkarıldı. Hala grevin ve direnişin sürdüğü fabrika üretime devam ediyor.
Açıklama [257]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [258]: <!--[endif]--> Açıklama [259]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [260]: <!--[endif]--> Açıklama [261]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [262]: <!--[endif]--> Açıklama [263]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [264]: <!--[endif]--> Açıklama [265]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [266]: <!--[endif]--> Açıklama [267]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [268]: <!--[endif]--> Açıklama [269]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [270]: <!--[endif]--> Açıklama [271]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [272]: <!--[endif]--> Açıklama [273]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [274]: <!--[endif]--> Açıklama [275]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [276]: <!--[endif]--> Açıklama [277]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [278]: <!--[endif]--> Açıklama [279]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [280]: <!--[endif]--> Açıklama [281]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [282]: <!--[endif]-->
Açıklama [283]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [284]: <!--[endif]--> Açıklama [285]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [286]: <!--[endif]-->
Özelleştirmelere karşı birlik ve mücadele Avrupa Birliği’ne (AB) entegrasyon ve İMF yasalarına uyum doğrultusunda özelleştirme kapsamına alınan birçok devlet işletmelerinden biri Sümerbank. Devlet eliyle kurulan ve binlerce işçinin istihdam edildiği Sümer Holding A.Ş’ye ait bu fabrikalar kâr getirmeyen devlet işletmeleri olarak özelleştirme kapsamına alınmıştı. Bakırköy Pamuklu Sanayi Fabrikası’nın kapatılma kararının alındığı 1999 yılından 2003 yılına kadar üretim düşmesine rağmen işletme sürekli olarak kâr etti. 1999 sonunda dönem kârı 6 trilyon 192 milyar liradan 19 trilyon 640 milyar liraya yükseldi. 87 bin 604 metrekarelik alana sahip işletme 1500 işçi kapasiteli olmasına rağmen 688 işçi çalışmakta. En az 100 milyon dolar değer biçilen arazisiyle de bu dev işletme ulusal ve uluslararası tekellerin iştahını kabartıyor. Yukarıda Sümer Holding AŞ’ye ait işletmelerin özelleştirme girişimi sırasında direnişle karşılaşılan bölgelerinde satışın durdurulduğunu ya da kararın geri çekildiğini gördük. 1999 yılından bu yana direnen Bakırköy Sümerbank Pamuklu Sanayi işçileri bugünde direnişlerini sürdürüyor. AB uyum yasaları doğrultusunda, özelleştirmelere kılıf uydurmak için işten çıkartmalarla çalışan sayısı azaltılarak, bilinçli olarak üretim kapasitesi düşürülen bu devlet işletmesi de diğerleri gibi ulusal burjuvazinin uluslararası tekellerle bütünleşme sürecinin kurbanı olmakta.
Açıklama [287]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [288]: <!--[endif]-->
Açıklama [289]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [290]: <!--[endif]-->
Açıklama [291]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [292]: <!--[endif]--> Açıklama [293]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [294]: <!--[endif]-->
Türkiye’nin AB’ne girmesinin temel amacı ne daha fazla demokrasi ne de sosyal güvenlik yasaları. En temel amaç ülkenin gelir getiren kaynaklarını çokuluslu şirketlerin kâr kapısı haline getirmek. Öte yandan özelleştirmeler sonucunda işsiz kalan binlerce işçi ve emekçi iş gücü maliyetlerini düşürecek, dolayısıyla ulusal ve uluslararası burjuvazinin daha çok kazanmasına ve daha çok sömürmesine de olanak sağlayacak, fırsat yaratacak. Yıllardır liberal politikalarla işçi ve emekçilerin gözünü boyamaktan başka bir anlam içermeyen AB rüyası, esas olarak sermayenin küresel ölçekte serbest dolaşımını öngören ve kapitalizmin krizlerini aşmak için kullandığı bir emniyet sibobu. AB asla işçi ve emekçilerin kurtuluş kapısı olamaz. İşçi ve emekçilerin kurtuluşu, tüm AB uyum yasalarına , özelleştirmelere, sendikasızlaştırmaya ve kazanılmış tüm hakların gasp edilerek sosyal güvenceden yoksun bıraktırmaya karşı birleşik ve örgütlü mücadeleyle sağlanacaktır. Sümerbank işçilerinin verdiği bu haklı mücadelenin yanındayız ve başta TEKSİF olmak üzere tüm işçi sendikalarını, emek örgütlerini ve tüm işçi ve emekçileri grevdeki işçilerin yanında birleşik mücadeleye çağırıyoruz. Yaşasın Sümerbank işçilerinin grevi! Yaşasın işçi sınıfının birleşik örgütlü mücadelesi!
Açıklama [295]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [296]: <!--[endif]-->
Açıklama [297]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [298]: <!--[endif]-->
Açıklama [299]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [300]: <!--[endif]-->
Açıklama [301]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [302]: <!--[endif]--> Açıklama [303]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [304]: <!--[endif]-->
Açıklama [305]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [306]: <!--[endif]--> Açıklama [307]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [308]: <!--[endif]-->
Arjantin’de fabrika “işgalleri” deneyimi
Açıklama [309]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [310]: <!--[endif]--> Açıklama [311]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Alejandro Iturbe (UİB-DE Arjantin seksiyonu FOS [Sosyalist İşçi Cephesi] ulusal yürütme üyesi)
Açıklama [312]: <!--[endif]--> Açıklama [313]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [314]: <!--[endif]-->
Hafta başında Arjantin medyasında çıkan iki haber bu makaleyi yazarken referans oldu. Birinci haber, Buenos Aires’in merkezinde Ulusal Kongre’nin üç sokak ötesinde bulunan ve 1978 Dünya Futbol Şampiyonası’nda resmi açılışı yapılan ve 2001 sonlarında kapanan Buenos Aires Bauen Oteli’nin 100 eski işçisinin otelin kamulaştırılması ve işçi kooperatifi olarak işletilmesi talebiyle binaya el koymalarıydı. İkinci haber ise, 2000 yılından bu yana kapalı olan ve (geçmişte) 1500 işçinin çalıştığı ülkenin en önemli cam fabrikalarından Cristalux of Avellaneda fabrikasının 100 işçi tarafından bir işçi kooperatifi olarak yeniden açılmasıydı. Bunlar “işgal edilmiş” fabrikalar diye bilinen ve gittikçe ülke çapında yaygınlaşan ve genelleşen sürecin en son olayları. Yani, iflas etmiş veya patronları tarafından kapatılmış firmaları, işçilerin çeşitli yasal biçimler altında yeniden almaları ve kendi kontrolleri altında işletmeleri anlamına geliyor. Sorun daha eski olmasına rağmen, bu fenomen 20 Aralık 2001’de patlayan devrimci sürecin neden olduğu sıçramalarla gelişmiştir. Şu anda yaklaşık 10.000 işçi çalıştıran 150 “işgal edilmiş firma” olduğu tahmin ediliyor. Bu işletmeler en az on işçinin çalıştığı küçük birimlerden, 200 veya 300 işçinin çalıştığı daha büyük birimlere kadar değişiyor. Diğer yandan birçoğu endüstriyel birimler olmasına rağmen, hizmet sektöründen süpermarketleri, tıbbi klinikleri, okulları ve yukarıdaki örnekte de görüldüğü gibi otelleri içeriyor. Sonuç olarak hali hazırda üretimde olan firmalar var, işletme aşamasında olanlar ve bu statüyü elde etmek için mücadele edenler var. Aralık 2001 devrimi, dünyanın dört bir tarafındaki işçilerin, militanların ve uzmanların gözlerini Arjantin’e çevirmelerine ve halk meclisleri ve işsiz örgütlenmeleri “piqueteros” gibi özel durumları incelemelerine neden oldu. “İşgal edilmiş” fabrikalar deneyimi dünya çapında büyük bir dikkat çekti ve Zanon, Brukman ve IMPA gibi isimler gittikçe tanınmaya başladı.
Açıklama [315]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [316]: <!--[endif]-->
Açıklama [317]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [318]: <!--[endif]-->
Açıklama [319]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [320]: <!--[endif]-->
Açıklama [321]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Derin nedenler “İşgal edilmiş” firmalar deneyimi son yıllarda Arjantin’deki durumun yarattığı çeşitli etkenlerin kombinasyonunun sonucudur. a) 1988’de başlayan ve 2002 yılında derinleşen büyük ekonomik kriz. Bu süreçte, işletmeler kârlarının önemli bir kısmını yatırıma dönüştürmekten vazgeçtiler. Bu “yatırım yapmama” tutarı 50 milyon dolar olarak tahmin ediliyor. Dış borç ödemelerinin yarattığı kan kaybının da eklenmesiyle milli gelir %20 düştü ve bu durum binlerce işten çıkarma ve çok sayıda fabrikanın üretime ara
Açıklama [322]: <!--[endif]--> Açıklama [323]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [324]: <!--[endif]--> Açıklama [325]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [326]: <!--[endif]-->
vermesiyle veya kapanmasıyla sonuçlandı. 2001 sonu ve 2002 ortası arasında yaklaşık 750.000 kişi işini kaybetti. b) Bu sürece, özellikle 90’larda Menem yönetimi döneminde oluşan mesleklerin yıkımı eklendi. Bir yandan 1 pezo=1 dolar paritesi, ithalatı teşvik etti ve ülkede çalışan fabrikalara zarar verdi; sonuçta fabrikalar üretimi durdurmak zorunda kaldı veya kapandı. Diğer yandan da devlet mülkiyetindeki fabrikaların özelleştirilmesi geride yüz binlerce işsiz bıraktı. c) 2002’de işsizlik tavana vurdu: Açık işsizlik oranı %20’ye yükseldi ve geçici işçilerle bu oran %40’a ulaştı, yani diğer Latin Amerika ülkeleri için normal olan ancak Arjantin gibi iş düzeyi yüksek bir ülke için telafi edilemez bir durum. d) Durum daha kötüye gidiyorken, birçok patron firmalarını kapatmadan önce “içini boşalttı”. İşten çıkarılma tazminatları ödenmediği gibi, ücretleride aylarca ödenmedi. Fakat onlar paylarını aldıklarında, küçük ticari işletmelerin ve özelleştirilen devlet işletmelerinin binlerce eski işçisinin deneyimleri geleceğin olmadığını gösteriyordu. Sendika bürokrasisinin yaptığı çoğu kez biraz tazminat için mücadele etmeyi önermekten başka bir şey değildi. e) Tüm yaşananların sonucunda, dükkanların ve fabrikaların kapanmasını pasifçe kabul etmek gelecekte işsizliği, yoksulluğu ve sefaleti kabul etmek anlamına geliyordu. Zira bu işçilerin çoğu 40 yaşının üzerindeydi; yani kapitalizm için kullanılıp atılma yaşında.
Açıklama [327]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [328]: <!--[endif]-->
Açıklama [329]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [330]: <!--[endif]-->
Açıklama [331]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [332]: <!--[endif]-->
Açıklama [333]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [334]: <!--[endif]-->
Açıklama [335]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Zor bir mücadele İşte bu yüzden her gün daha fazla işçi fabrikalarının kapanmasını önlemek veya kapandıysa geri almak için mücadeleye katıldı. İlk etap, fabrikanın üretim yaptığı durumlar da dahil olmak üzere, işgalci işçilere karşı gerçekleşen polis baskısına ve müdahalelere karşı alan korumasını içeren bina işgalleriydi. Bu, birkaç yıl önce metalurji fabrikası IMPA’daki durumdu ve daha yakın dönemde Neuguen’deki seramik üreticisi Zanon’da (Nisan 2003 başında kanunen atılma kararıyla karşı karşıya kaldılar), Buenos Aires’in merkezindeki tekstil firması Brukman’da, Avellaneda’daki yün yıkama fabrikası Lavalan’da ve birçok firmada karşılaşılan durumdur. Savunma sırasında gerçek mücadeleler yaşandı ve işçiler, binadan atılmalarını önlemek için gerçek bir “insan kalkanı” oluşturan komşularından, insan hakları savunucularından, halk meclislerinden, işsiz örgütlerinden ve mücadeleci sendikalardan destek aldılar. Ayrıca, işletme izni için hukuki alanda yasal mücadeleler verdiler; keza işletmeyi geri almak, binayı onarmak ve o güne kadar patronların işi olan satış ve idare gibi görevleri öğrenmek için mücadele ettiler.
Açıklama [336]: <!--[endif]--> Açıklama [337]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [338]: <!--[endif]-->
Açıklama [339]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [340]: <!--[endif]-->
Açıklama [341]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Üç çeşitlilik İşgal edilmiş fabrikalar mülkiyet ve üretim kontrolü ile ilgili çeşitli biçimler geliştirdiler. En yaygın biçim kooperatiflerdir. İşçiler bir kooperatif kurarlar ve cüretleri sonucu kendi mülkiyetleri olan
Açıklama [342]: <!--[endif]-->
işletmenin kamulaştırması için yasal onay ararlar. Firmanın yönetimi birleşik işçi meclisinin seçtiği ve bir kural olarak tüm çalışma arkadaşları gibi vardiyalarında çalışmaya devam eden Yönetim Kurulu’nda kalır. Bu, MNAR’ın (İşgal Edilmiş Firmaların Ulusal Hareketi) da bir parçası olan ve 150 işçinin çalıştığı metalurji firması IMPA’daki durumdur. IMPA ilk deneyimdi ve ticari açıdan en sağlamıydı, öyle ki IMPA yeni işçiler aldı. Ortalama ücret 700 peso’dur. (Yaklaşık 230 Amerikan Doları). Seramik üreten Zanon ve tekstil üreticisi Brukman fabrikaları, işçilerin diğer özyönetim deneyimleridir. Bu örneklerin, mülkiyet konusunu da içeren legal durumu hala mahkemelerde tartışılmaktadır: mahkeme işçilere malların “geçici korumasını” bahşetti fakat eski sahipleri işletmelerin geri verilmesini talep ettiler ve bu da sürekli tehditlere ve tahliye etme saldırılarına neden oldu. Bu durumun üretim sürecinin yürütmesi sendika organlarıyla (işyeri temsilcileri ve kat temsilcileri) yan yana gelir fakat nihai kararlar daima fabrika komitesi tarafından alınır. Zanon tam hızla üretiyor ve hatta bölgedeki işsizleri de bünyesine alarak çalışan sayısını 258’den 307 işçiye çıkardı. Ücret 800 peso’dur (265 dolar) Brukman deneyimi Nisan 2003’te bir mahkeme kararı gereğince polislerin işçileri tahliye etmesiyle bir yenilgi yaşadı ve işçiler şimdi fabrikayı dışarıdan geri almak için mücadele ediyorlar. Her halükarda bu deneyimi incelemek önemli. 60 Brukman işçisinin durumu Zanon işçilerine göre biraz daha zor. Her şeyden önce, uzun yıllar boyunca terk edilmiş olmasından dolayı kötü derecede hasar görmüş binayı almak ve temel varlıklarını onarmak zorunda kaldılar. Ayrıca ticari çemberi oluşturmakta zorluk çektiler ve bu yüzden ücretler düzensizdi. İşte bu yüzden işçilerin geliri haftalık 40-50 dolar arasında geziniyordu. Her iki nedenden dolayı işçiler devletin herhangi bir ödeme yapmadan fabrikayı kamulaştırmasını ve böylece işçilerin kendi kontrollerinde üretime devam etmelerini talep ediyorlardı. Şimdi Patagonya’nın Santa Cruz eyaletindeki Caleta Olivia şehrinde bulunan Confluencia isimli balık nişastası üreten fabrikada yeni bir alternatif ortaya çıkmaya başladı. Bu örnekte patronlar hala fabrikanın sorumluğunu sürdürüyorlar, fakat fabrika işçi kontrolü altında üretime devam ediyor. Bu deneyim, balık avlama ve ithal etme izni olmasına rağmen fabrikalarını kapatan ve balıkları doğrudan gemide hazırlayan büyük İspanyol balık işletmeleriyle mücadelenin ortasında yaşanıyor. İşte bu yüzden fabrika açma yetkisi eksikliğinden ve sadece altı işçinin hayatta tutmak için çabalamasından dolayı bir yıl içinde kapandı. Cornodoro Rivadavia ve Caleta Olivia CDT’si ( İşsiz Kalmış İşçiler Koordinasyonu), farklı politik çevrelerden ve sendikal örgütlerden aldığı destekle, fabrikanın yeniden açılmasını ve üretim için işgal edilmesini talep etti. Bugün 20 yoldaşımız orada çalışıyorlar ve ücretleri aylık 265 ila 400 dolar arasında değişiyor. İşçiler bir temsilci vasıtasıyla geliri ve gideri kontrol ediyorlar ve patronlar hesaplarını işçi konseyine göstermek zorundalar, ayrıca patronlar fabrikaya işçilerinin onayı olmadan işçi alamıyor ve fabrikadan işçi çıkaramıyorlar. Planları çalışan sayısını 40’a çıkarmak. Süreç şu anda aynı patronlara ait 100 işçi kapasiteli başka bir fabrikaya doğru yayılmaya başladı. Bu deneyim, küçük bir yer olmasına ve şehir merkezlerine uzak olmasına rağmen hala çok önemli çünkü işçi kontrolü mekanizması büyük endüstriyel işletmelerde uygulanmaya daha uygundur.
Açıklama [343]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [344]: <!--[endif]-->
Açıklama [345]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [346]: <!--[endif]-->
Açıklama [347]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [348]: <!--[endif]-->
Açıklama [349]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Çok ilerletici bir süreç Fabrika işgalleri deneyimine ilerletici bir süreç olarak önem vermemizin farklı nedenleri vardır. İlk olarak, birçok sendika bürokratının suçlu pasifliklerinin yanında, birçok işçi için işini ve iş
Açıklama [350]: <!--[endif]--> Açıklama [351]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [352]: <!--[endif]-->
koşullarını savunmak kesin bir alternatiftir. Fakat daha önemlisi bu örnekler üretmek için burjuvaziye ihtiyaç olmadığının ve işçilerin kendi başlarına üretimi kusursuzca sürdürebilecekleri gerçeğinin pratikte ispatıdır. Bunu iddia ederek Marx, Engels, Lenin ve Troçki’nin benzer fenomenler üzerine ifade ettiklerini izlemiş oluyoruz. Ve bu fabrikaların işçileri aynı sonuca varıyorlar ve metalürji fabrikasında çalışan bir işçi MNER’in dergisine verdiği röportajda bu sonucu açıklıyor: “Biz patronlara ihtiyacımız olmadığını kanıtlıyoruz” Üretimi planlayarak ve organize ederek, maliyetleri ve süreçleri hesaplayarak, yatırım önceliklerini tanımlayarak, ürünleri dağıtarak, vb... işçiler muhteşem bir deneyim kazanıyorlar. Başka deyişle, bunlar gelecekte kendi özdevletlerinde yaşayacakları için küçük bir okul. İki konuyu aydınlatmak isterim. Tam üretimle çalışan firmalarda işçiler Arjantin ortalamasının (Arjantin’de çalışanların %60’ı yüzde altmışı aylık 160 doların altında, çoğunluk ortalama 100 dolar alıyor) üzerinde bir ücret kazanıyorlar. Bunun nedeni, patronun el koyduğu artı değerin ücretlere eklenmesidir. Örneğin sektörde ücretler maliyetin ortalama %10’u iken IMPA’da ücretler maliyetin %24’ini oluşturuyor. İkinci nokta ise, tüm bu biçimlerde kârın kalanı binaları onarmak ve restore etmek, faaliyetler ve makine tedariki için biriktiriliyor ve böylece patronlar terkederken veya doğrudan imha ederken yalnızca işçiler üretken sermayenin tam kullanımını garantileyebileceklerini gösteriyorlar.
Açıklama [353]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [354]: <!--[endif]-->
Açıklama [355]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Örnekler İşgal edilen firmaların genellikle bulundukları alanda veya bölgede gerçek bir örnek olmaları bir diğer önemli noktadır. Örneğin, bünyesinde Neuguen’in ve Rio Negro’nun işsiz örgütlerini ve sendikal akımlarını barındıran Alto Valle Koordinasyonu’nun önderliğinde Zanon işçileri var. Birçok halk meclisi ve insan hakları örgütleri Brukman’ın etrafında birleşiyorlar. IMPA’nın içinde bir kültür merkezi var: “La Fabrica” (1). Hiçbir sekterlik gölgesi olmaksızın binaları işçilere, halka ve hatta farklı politik eğilimlere açık. Ayrıca El Tigre Süpermarketi’nde de bir kültür merkezi var ve burada farklı politik toplantılar gerçekleşiyor. Bu işletmeler işçiler ve halk arasındaki dayanışma eylemlerini de geliştiriyor. Süper market Tigre işçilerce geri alındıktan sonra, şehrin öğrencileri için bir yemekhane kuruldu ve ayrıca temel gıda maddelerinde düşük fiyatlarıyla komünal bir merkez haline geldi. Zanon bölgedeki devlet hastanelerine ve okullarına ücretsiz seramik (tuğla, kiremit vb..) verdi. Başkentteki bir klinik sosyal güvencesi olmayan işgal edilmiş fabrikaların işçilerine minimum ücretle tedavi imkanı sağlıyor. İşçilerin kontrolündeki Confluencia nişasta fabrikası çalışanları, sendikalarını çalışan on işçiye karşılık bir işsize ücretsiz olarak sosyal yardım yapmasını sağladılar.
Açıklama [356]: <!--[endif]--> Açıklama [357]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [358]: <!--[endif]-->
Açıklama [359]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Örgütler Yukarıda da gördüğümüz gibi fabrika işgalleri deneyimi çok çeşitli biçimler ortaya çıkarmıştır. Bu durum bu işçilerin oluşturduğu farklı akım ve hareketlere de yansır. Bunlardan en önemlisi liderliğini IMPA’nın çektiği ve tüm ülkede yaklaşık 100 firmayı birleştiren MNER’dir (İşgal Edilen Fabrikalar Ulusal Hareketi). MNER işçi kooperatifleri modelini teşvik ediyor. Öncüleri Peronizmden geliyorlar ve çeşitli firmalardan makalelerin yayınlandığı bir dergi çıkarıyorlar. Zanon, Brukman ve Tigre Süpermarketleri ikinci akımı oluşturuyorlar ve Confluencia’nın da katılımıyla 15 Mart 2003’te Rosario’da ikinci toplantılarını yaptılar. Bu akım sol kanat partilerin ve
Açıklama [360]: <!--[endif]--> Açıklama [361]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [362]: <!--[endif]-->
Açıklama [363]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [364]: <!--[endif]-->
örgütlerin etkisinde, özyönetim fikrini savunuyor ve işçi kontrolünde millileştirmeyi savunuyor. Periyodik yayınlarının ismi “Nuestra Lucha” (Bizim Mücadelemiz). Ayrıca bir çok işletme bu grupların hiçbirinin içinde yer almıyor. Bizim fikrimize göre, tüm bu süreçleri tek bir birleşik hareket veya koordinasyon çevresinde birleştirmek çok olumlu olacak. Böylece her bir fabrika diğerinden aldığı destek ve deneyim paylaşımıyla güçlenmiş olacak, ayrıca diğer işçiler ve işsiz kalmış işçiler için örnek olabilecek. (1) Bu deneyimle ilgili bir makale Marxismo Vivo’da (Yaşayan Marksizm) İspanyolca olarak yayınlandı.
Açıklama [365]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [366]: <!--[endif]-->
Açıklama [367]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [368]: <!--[endif]-->
(Bu yazi Marxismo Vivo -Yaşayan Marksizm- dergisinin 7. sayısından çevrilmiştir) Açıklama [369]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [370]: <!--[endif]--> Açıklama [371]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [372]: <!--[endif]--> Açıklama [373]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [374]: <!--[endif]--> Açıklama [375]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
“Starchmill Confluencia” fabrikası deneyimi ve işçi kontrolü
Açıklama [376]: <!--[endif]--> Açıklama [377]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [378]: <!--[endif]--> Açıklama [379]: <!--[if !supportLineBreakNewLine]--> Açıklama [380]: <!--[endif]-->
Marcello Garcia
Açıklama [381]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
(UİB-DE Arjantin seksiyonu FOS [Sosyalist İşçi Cephesi] militanı ve gazeteci)
Açıklama [382]: <!--[endif]--> Açıklama [383]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Confluencia nişasta fabrikası az sayıdaki işçi kontrolü deneyimlerinden biridir. Santa Cruz eyaletindeki Caleta Olivia kasabasındaki yaklaşık 20 balık endüstrisi işçisi cüretleriyle yönetim, üretim ve ekonomi üzerinde kontrolün nasıl sağlanacağına konusunda örnek oluyorlar. Bu işçiler mücadeleyle fabrikayı işgal ettiklerinden bu yana bir yıl geçti ve sektördeki en yüksek ücretleri alıyorlar, ayrıca 8 yeni işçiyi bünyelerine kattılar. Ayrıca, “Asociacion de Trabajadores de la Industria Pesquera” (Balık Endüstrisi İşçileri Derneği) isminde yeni bir sendika kurdular. “İşçi yönetimini hedeflemiyoruz, ortak yönetim istiyoruz bu nedenle bizim kontrolümüzde millileştirilmesini istiyoruz.” diyerek Confluencia işçisi Hugo Iglesias, Arjantin’in en güneyindeki cüretin geleceğini özetliyor. Confluencia Starch fabrikası Arjantin Patagonia’sında son yıllarda yaşanan en önemli deneyimlerden biri. Balık artıklarını işleyen küçük fabrika Santa Cruz’daki (eski yöneticisi şimdiki devlet başkanı Nestor Kirschner’dir) tek örnektir ve Santa Cruz’un güneyindeki Caleta Olivia kasabasında kurulmuştur ve tam bir yıl önce kapatılmıştır. Komşu Commodoro Riviadavia şehrinden gelen işsiz işçilerin ve dağılan nişasta endüstrisi işçilerinin girişimiyle doğan mücadele
Açıklama [384]: <!--[endif]--> Açıklama [385]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [386]: <!--[endif]--> Açıklama [387]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [388]: <!--[endif]-->
Açıklama [389]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [390]: <!--[endif]-->
sonucunda iyi bir adımla üretim başladı ve tarihi boyunca en fazla 12 işçinin çalıştığı fabrikada bugün 20 kişi çalışıyor ki bunlardan sekizi işsizdi. En düşük ücret aylık 800 peso (275 dolar) ve en yüksek ücret 1500 peso (520 dolar). Confluencia nişasta fabrikası tarihe damgasını vuran -Patagonyalı ve yabancı- tarım işçilerinin sınıf mücadelelerinin ve örgütlülüğünün bir örneğidir. 1920’lerde çalışma saatlerinin kısaltılması, ilk yardım setlerinin İspanyolca’ya çevrilmesi (o güne kadar İngilizce’ydi) gibi taleplerle iş koşullarının düzeltilmesini isteyen işçilerin grevi Arjantin tarihindeki en büyük grevlerden biridir. Devlet başkanı Hipolito Irigoyen’in emriyle hareket eden teğmen Varela yüzlerce grevciyi kurşunlayarak grevi kanla boğdu. (1)
Açıklama [391]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [392]: <!--[endif]-->
Açıklama [393]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
“Köleliğe” karşı mücadele Bölgedeki balıkçılık endüstrisi işçilerinin durumu analiz edilmeden Caleta Olivia’da ne olduğu anlaşılamaz. Bu makale yazıldığı sırada balıkçılık işçileri bölgedeki en önemli çok uluslu şirketlerden birine karşı önemli bir zafer kazanıyorlardı. (2) Mücadele, görüntüde iki küçük kooperatifin işçilerinin iki haftalık ücretlerin ertelenmesi ile başlamış görünüyor fakat gerçek neden işçilerin içinde bulunduğu durumda yatıyor. Ülkenin birçok bölgesinde olduğu gibi Caleta Olivia’da da balıkçılık işçilerinin emeği gerçekten insanlık dışı koşullarda ve bazı durumlarda köleliğe benziyor. Daha iyi ücret ve koşulları hedefleyen mücadeleye önderlik eden işçilerden Patricia anlatıyor: “Hastalık tedavisi meselesinde yapacak çok şey var (fakat) patronların kendilerini işçilere kralmış gibi gösteriyorlar. İşçilerle konuşurken çok kibirliler. Çünkü iş çok az, bu adamlar senden faydalanabileceklerini düşünüyorlar ve bir köleymişsin gibi sana davranıyorlar. İhtiyaçları sadece bir kırbaç.” Delfin Azul kooperatifinden filetocu kız, bir çok filetocunun banyoda yemek yemek zorunda kaldığını, yetersiz sürede kendisini beslemek zorunda kaldığını ve çalışan kadınların patronlardan ve yöneticilerden gelen her türlü aşağılamaya katlanmak zorunda kaldığını fakat daha da kötüsünün parça başı iş olduğunu ekliyor. Yüzyılın başında balıkçılık işçileri, ancak 600 veya 700 peso (200240 dolar) kazanmak için günde 10 veya 12 saat üretmek zorundaydılar. Bu çalışma koşulları son günlerin en değerli zaferlerini teşvik etti ve Confluencia’daki çalışma rejimindeki derin değişimlerin yaratıcısı nişasta fabrikası işçilerinin uzun araştırmalarıyla doğrudan birleşti, ve onlar şimdi patronlarla kârı nasıl kullanacaklarına karar veriyorlar. Kökleri ve ele geçirilişi Starchmill Confluencia’nın ele geçirilişi ile Ulusal Piquetero Bloğu’nun (Arjantin’de işten çıkarılan emekçilerin en mücadeleci ve en tutarlı programa sahip sektörlerinden biridir) ve ayrıca FOS’un (Sosyalist İşçi Cephesi) bir parçası olan Cornodoro Rivadavia CDT’si (İşsiz işçiler) arasında yakın bir bağ vardır. CDT tam iki yıldır “yüksek ücretli” iş için mücadele ediyor yani 150 peso’luk bağış için değil, fakat iyi ücret ödeyen sağlam işler için. Bu amaçla işsizler, Ağustos 2002’de Repsol-YPF’nin
Açıklama [394]: <!--[endif]--> Açıklama [395]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [396]: <!--[endif]-->
Açıklama [397]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [398]: <!--[endif]-->
Açıklama [399]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [400]: <!--[endif]-->
Açıklama [401]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [402]: <!--[endif]--> Açıklama [403]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [404]: <!--[endif]-->
Açıklama [405]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [406]: <!--[endif]-->
benzin dağıtım fabrikasının işgal ettiler. Söylemleri şuydu; bölgedeki ve ülkedeki en büyük benzin fabrikası “yüksek ücretli” işler için gerekli kaynağı sağlayabilir. Ve gerçekleşti. Benzin fabrikası yaklaşık yüz işçiyi kiraladı. Bu olay bir başka yere öncülük etti, Starchmill Confluencia’nın sahibi (Victor Trocki) CDT üyeleriyle bağlantı kurdu ve “birlikte” fabrikayı yeniden faaliyete geçirmeyi ve üretime sokmayı önerdi. Troçki ile yapılan görüşmelerde yer alan FOS üyesi ve işsizlerden biri olan Daniel Guzman bize şunları söyledi: “fabrikayı ele geçirme olasılığıyla karşılaşınca, amacımızın fabrika içindeki işçilerle fabrikayı ele geçirmek olması gerektiğine karar verdik ama yinede kafamızda şüpheler vardı çünkü bir mülk sahibinin böyle bir öneriyle gelmesi olağan dışı bir şeydi, fakat neler yapılabileceğimizi ve fabrikayı nasıl çalıştırabileceğimizi görmek için oturduk çünkü durum itibari ile böylesi bir konuda deneyimimiz yoktu.” Nişasta fabrikası bu olaydan önce iki yıl boyunca tamamen kapalıydı ve alacaklılar zorla el koymuşlardı ve çoğunluğu kamu hizmetlerine ödenmeyenlerden oluşan yaklaşık 90.000 peso’luk bir borç vardı. Fabrika işçilerinin ve Cornodoro Rivadavia’yı oluşturan bir grup işsizin protestoları Eylül 2002’de başladı. İşçiler, lastik yakarak, yolları keserek, fabrikanın yeniden açılışına tamamen karşı olan Caleta Olivia Kent Meclisi’ne yürüyerek hukuki süreci tersine çevirmeyi başardılar. Mahkeme, Belediye ve mülk sahibi borçların tasfiyesi ve Confluencia’nın kapılarının açılması konusunda bir anlaşma imzaladılar. Anlaşma imzalandıktan kısa bir süre sonra fabrika yeniden açıldı, 17 işçi nişasta üretimine başladılar ve çalışanlar evlerine ilk aylıklarını götürebildiler. Aynı zamanda, bazı Confluencia işçileri bürokratik yapıdan bağımsız yeni bir sendika kurmaya giriştiler. Balıkçılık Endüstrisi İşçileri Derneği’nin (ATIP - Asociación de Trabajadores de Industria Pesquera) hedefi endüstrideki tüm işçileri fonksiyonlarına bakmaksızın birleştirmekti ve bu yıl haziranda gerçekleşen emek mücadelelerinden sonra, sektördeki işçilerden 200’ünü üye yaparak ileriye doğru büyük bir sıçrama yaptılar. Bu sendika yapısını oluşturarak, Confluencia işçileri, balıkçılık endüstrisindeki diğer işçilere ve bölgedeki diğer üretici sektörlere deneyimlerini yayıyorlar.
Açıklama [407]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [408]: <!--[endif]-->
Açıklama [409]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [410]: <!--[endif]-->
Açıklama [411]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
İşçi kontrolü Hugo Iglesias, nişasta fabrikasındaki en deneyimsiz işçilerden biridir. Balık nişastası işine girmeden önce bir edebiyat öğretmeniydi ve bunun yanında bir FOS militanıdır. Buna rağmen işi öğrendi ve kısmen başından sonuna bu deneyimlerde ortak olan ve birçokları tarafından taklit edilebilecek bir çeşit ucubeler olarak görülen bu işçi grubunun sözcüsü haline geldi. “İşgal edilen tüm fabrikalar, üretime başlayanın patronlar değil, işçiler olduğu gerçeğini paylaştılar. Bu fabrika ülkedeki tüm fabrikalardan farklı. Bu henüz bir işçi yönetimi değil; hala bir mülk sahibiyle birlikteyiz. Yaptığımız fabrikamızda işçi kontrolüdür ve bu bizi diğerlerinden ayırır” diye özetliyor Iglesias. İşçi kontrolü konsepti, fabrikanın gerçekten patronu olmadan işçilerin doğrudan kararlara müdahale etmesiyle yakından ilişkilidir. Bu, üretimle, yönetimle, ekonomiyle veya emekçilerle ilgi konularda mülk sahibi karar alırken, her zaman işçilerin bir konseyde bir araya gelmesi ve karar verilecek başlık üzerine tartışması anlamına geliyor. “Nişasta fabrikasında yaşanan durum ikili bir iktidardır: bir yanda iş yapmaya çalışan patronlar ve diğer yanda onlar tarafından ezilmek istemeyen biz duruyoruz. Bu daima açık biçimde ortaya çıkmayan bir sürekli mücadele üretiyor.” diye ekliyor eski öğretmen.
Açıklama [412]: <!--[endif]--> Açıklama [413]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [414]: <!--[endif]-->
Açıklama [415]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [416]: <!--[endif]-->
Açıklama [417]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [418]: <!--[endif]-->
İşçilerin sadece balık artıklarının işlenmesi konusunda değil fakat esasen fabrikanın nasıl çalıştırılacağı konusunda öğrenmek zorunda kaldıkları çok şey vardı. Fabrika küçük olmasına rağmen, işletmek basit bir iş değildi, bu yüzden muhasebe öğrenmek ve fabrika ekonomisi üzerine kitaplar okumak zorunda kaldılar; üretim şemalarının nasıl hazırlanacağını ve çizileceğini; fabrikanın çalışması için ham maddenin nasıl temin edileceğini, fazla çalışmadan ücretleri nasıl arttırabileceğini, ödenebilir ücret için en doğru değerin ne olduğunu tartışmayı vb... öğrenmek zorunda kaldılar. Yaptıklarının işçi kontrolü olduğunu anlamak fabrika işçileri için kolay değildi; bu konsept sık sık işçi yönetimi ile karıştırıldı, ve zaman geçtikçe ve her gün deneyim kazandıkça bu teorik çelişki pratikte çözüldü. Iglesias’a göre, Caleta Olivia’daki bu fabrika süreci ulusal çerçevede değerlendirilmeksizin ve Aralık 2001’den bu yana gerçekleşenleri hesaba katmaksızın anlaşılamaz. Bu durumu şöyle aktarıyor: “Arjantin’de devrimci bir durum var ve çalışan kitleler sistemin problemlerini çözmede yetersiz olduğunu farketmeye başlıyor. Patronların firmasının iflas ettiğini söyledikten sonra büyük anlaşmalar yapmasına ve ardından herkesi ortada bırakıp gitmesine alıştırıldığımız bir ülkede, fabrikaları işgal eden işçiler patronlara veya sisteme daha fazla güvenmiyorlar ve bu yüzden sürecin önderliğini alıyorlar. Bu işçilerin işçi kontrolü üzerine kuramsal tartışmalar yapmadıkları aksine pratikte bunu öğrendikleri anlamına geliyor.” Fabrika işçileri patronlar üzerinde değil ayrıca fabrika çalışanları üzerinde de işçi kontrolü uyguluyorlar. “Patronu kontrol etmemiz gerektiğini ve fabrikanın kontrolü konusunda karar vermemiz gerektiğini çok iyi biliyoruz, fakat ayrıca çalışma arkadaşlarımızı da kontrol ediyoruz ve her birimizin oynayacağı rolün üretim için hayati olduğu gerçeğinin farkındayız. Eğer bu olmazsa, konseyde bir araya geliriz ve o anda patrondan daha güçlü oluruz, fakat eğer konseyin aldığı kararları yapmadan bırakırsak, bu bizim zararımıza olur.” diye ekliyor işçi Gustavo Vera. Aynı zamanda, personel, kontrollü üretim metodolojisi üzerine eğitildi ve bu konuda ciddi hataların yapıldığı durumlar vardı, fakat bir kez gerçekleşmiş olanın önemi açıklandığında, durum düzeltildi. Iglesias’ın anlattığı iç çatışmaları merkezi bir unsur alarak, Vera’ya eğer perspektif Confluencia’nın işçi yönetimi altında, bir fabrikaya dönüşmesi olsaydı diye sorduğumuzda; “fabrikanın işçilerin mülkü olmasını istemiyoruz; mücadele ettiğimiz şey devletin işçilerin kontrolünde fabrikayı almasıdır. İsteğimiz tüm fabrikaların işçilerin kontrolünde devlet mülkü haline dönüşmesi.” diye cevaplıyor. Bu arada Iglesias ekliyor, “fabrikanın geleceğinin biz 29 işçinin yaptıklarına çok fazla bağlı olmadığının fakat Arjantin devriminin kaderiyle doğrudan bağlı olduğunun bilincinde olmalıyız.” (1) 20 yüzyıldaki işçi grevleri ilgili daha fazla bilgi için gazeteci yazar Osvaldo Bayer’in “La Patagonia Rebelde- Edicion Definiteva” Planeta Yayınevi bakınız. (2) Barillari ve Abrumasa gibi İspanyol balıkçılık şirketlerinin gelmesiyle, dış kaynaklı büyük şirketlerde çalışanlar bir dizi işçi kooperatifi kurdular. Bu sayede balıkçılık şirketleri işçilerle doğrudan bağ kurmuyorlar, kooperatifler vasıtasıyla onları kiralıyorlar ve böylece iç çatışma ihtimalini ortadan kaldırıyorlar ve aynı zamanda işçiler adına kirli işleri yapan bir ara bürokrasi yaratıyorlar. Bu şema işçilerin çoğuna düşük ücretler ödemelerine ve bir çok durumda sosyal harcamaları ödememelerine izin veriyor.
Açıklama [419]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [420]: <!--[endif]-->
Açıklama [421]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [422]: <!--[endif]--> Açıklama [423]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [424]: <!--[endif]-->
Açıklama [425]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [426]: <!--[endif]--> Açıklama [427]: <!--[if !supportLists]-> Açıklama [428]: <!--[endif]--> Açıklama [429]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [430]: <!--[endif]-->
Açıklama [431]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [432]: <!--[endif]--> Açıklama [433]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [434]: <!--[endif]--> Açıklama [435]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
IMPA’nın sihiri
Açıklama [436]: <!--[endif]--> Açıklama [437]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [438]: <!--[endif]-->
Ana Guiulardini (Aktris ve palyaço - Arjantin) IMPA, Buenos Aires şehrinin Almagro semtinde bulunuyor. 10 bin m2 alana yayılan dört katlı yüksek bina demiryolunun yanında, Ouerandies (*) diye anılan ve çok az taksicinin bildiği caddeye beş blok ötede yer alıyor. İçerde, üçüncü katta, para basma fabrikasında oluklu alüminyum tablalar üretilirken, bir tiyatro grubu gelecek gösterilerini prova ediyorlar. Aktrisler birlikte çalışırlarken, diğer bir arkadaş biten ürünleri içeren kutuları göndermek için bir kartla geçiyor. Kültürel merkez-fabrika IMPA’ya hoş geldiniz Bugün, Haziran 2003’te farklı kültürel dillerden otuz beş işlik burada işliyor. Tiyatro, sirk, dans, güzel sanatlar, audiovisual (görsel/işitsel sanatlar), müzik, yazma. Eğer dört kat merdiven çıkıp bir duvar resmi keşfederseniz muhtemelen nefesiniz kesilir. İleride bir güzel sanatlar atölyesi. Diğer tarafta küçük sinema. Eğer bununla ilgiliyseniz, bir kayıt stüdyosunu, prova odasını, üç tiyatro odasını, işlik alanlarını fark edebilirsiniz. Hafta içi herhangi bir gün, fabrikaya kapısı önünde durma zahmetine katlanırsanız her çeşit, yaşlı-genç, farklı sosyal tabakalardan belki kültür, iş ve eğitim konularında yapacak şeyleri olan fakat hiçbir zaman bir fabrikaya gitmemiş insanları görebilirsiniz. Benim gibi, ben de IMPA’ya geldiğim ilk gün tesadüfen ilk kez bir fabrikaya gelmiştim. Belki de bu IMPA’nın sihiridir, eğer sihir varsa. Olabilirliğin sihiri, çalışmanın, yaratmanın, “doğal” biçimde doğmuş ve hiçbir zaman birbirinin yakınına gelmeyecekmiş gibi görünen çapraz durum ve tarihlerin olabilirliğinin. Belki de büyü miktarları içermiyor, başarıyı ve başarısızlığı ölçtüğümüz bir kategoriyi, düşüncelerimizi eğittiğimiz bir kategoriyi, fakat zaman aktıkça insanlar harekete geçer ve fikirlerin sürprizi ortaya çıkar. Ve pratik bana ortaya çıktıklarını ve korkunç bir güçle ortaya çıktıklarını öğretti. Bu arada halk, her hafta sonu konserler dinlemeye, tiyatroların performansını, sirki, çocuk tiyatrosunu görmeye geliyorlar. Hafta içinde saat akşam 6’dan sonra insanlar işliklerde çalışıyorlar, yazarlar kitaplarını tanıtıyorlar, video üreticileri videolarını sunuyorlar, tiyatro grupları oyunlarını prova ediyorlar, film ekipleri fabrikayı set olarak kullanıyorlar, üniversite grupları ve sosyal hareketler kantinde buluşuyorlar, fotoğrafçılar fotoğraf çekiyorlar, Avrupalı ve bizim üniversitenin araştırmacıları “fenomeni” analiz etmek için geliyorlar. Cevapların taslak kopyalarını aldıklarını biliyorum, bilmediğim ise herhangi bir sonuca varıp varmadıklarıdır. Kişisel olarak dört yıldan beri her gün buradayım ve hala hayret etmeye devam ediyorum.
Açıklama [439]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [440]: <!--[endif]--> Açıklama [441]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [442]: <!--[endif]--> Açıklama [443]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [444]: <!--[endif]-->
Açıklama [445]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [446]: <!--[endif]--> Açıklama [447]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [448]: <!--[endif]-->
Açıklama [449]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [450]: <!--[endif]-->
Açıklama [451]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [452]: <!--[endif]-->
Biz (onlar) yük asansörüne bindiğimizde biz (onlar) farklı sözlerle taşmaya başlarız. Soluduğumuz üretim kokularıyla (ilk kez gelenlere nüfuz eden, dikkatli ziyaretçinin algılayamadığı) belki de yeni düşünceler ihtimalinin içinde soluyoruz. Orada daha henüz ortaya çıkmamış, bizi bekleyen bir ihtimal daha var. Bir resmin, bir kelimenin, bir notun, bir görüntünün, bir keşfin, bir mücadelenin, bir toplantının, bizi ve sonuç olarak bizim dünyayı ve insanı algılama biçimimizi dönüştürebilecek bir fikrin ihtimali var. Farklı dudaklardan çıkan bir sorunun, yürümeye henüz başladığım bu yol boyunca keşfettiğimi düşündüğüm cevabının sürekli fakat pürüzlü bir taslağı olduğunu biliyorum ve bir sanatçının bilgisinin az ya da çok işçilerin mücadelesini etkilediğini ve işçilerin mücadelesinin de sanatçının yaratıcılığını etkilediğini kastediyorum. Önemli olan neyin gerçekten bizi değiştirdiği, eğittiği ve ulaşılacak yeni sınırlara dikkati çektiğidir, bunu pres makineleri arasında yapıyor olmamız önemli değildir, önemli olan insanlar arası ilişkidir, ve bununla günlük diyalogları veya paylaşılan görevleri kastetmiyorum, bir insanı bir diğerine bağlayan tüm yolları kastediyorum. Daha sonra daha az veya daha fazla doğru sonuçlarla, her biri diğerinin aşıladığı duyarlılığı bir başka biçimde tercüme edecek. Bazıları bu yayılmayı kavrayamayabilir. Diğerleri ise daha duyarlıdır. Tarih ve hatıra, bize -en azından- mükemmel sentezler bırakan insanları ve mücadeleleri yeniden hatırlatacak. Farklı dünyaların IMPA’da birlikte aktığını biliyorum: mücadelenin, çalışmanın, kültürün dünyası. Her birinin içine yürürken veya birinden diğerine geçerken size anlatacak hikayeleri olan farklı insanlar vardır. Hikayelerin her birinin diğer bir kronolojinin hikayelerini tamamlayan metaforları gizlediğini biliyorum. Şu Rus oyuncak bebekleri gibi. Ustanın en küçüğü mü en büyüğü mü önce oymaya başladığını söylemek zordur. Sonunda önümüze duran varlığının gerçek manasına varan mevcudiyetler toplamıdır. Uruguaylı gazeteci Eduardo Galeano’dan öğrendiğim bir cümle var. Başka birinden alıp almadığını bilmiyorum ve şu anda da önemi yok. “Biz, kendimizi değiştirmek için yaptıklarımızız.” (1)Fetihçiler tarafından imha edilene kadar şimdi Arjantin olan bölgede yaşayan bir çok yerli halkın ismi.
Açıklama [453]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [454]: <!--[endif]-->
Açıklama [455]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [456]: <!--[endif]-->
Açıklama [457]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [458]: <!--[endif]-->
Açıklama [459]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [460]: <!--[endif]--> Açıklama [461]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [462]: <!--[endif]--> Açıklama [463]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [464]: <!--[endif]--> Açıklama [465]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [466]: <!--[endif]--> Açıklama [467]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [468]: <!--[endif]-->
Brukman işçilerinden açık mektup
Açıklama [469]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [470]: <!--[endif]--> Açıklama [471]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [472]: <!--[endif]-->
Sene başından bu yana bizi destekleyen yoldaşlarımıza ve son yedi ay süresince işyerimizi geri alma mücadelemize, üç aydır da bu çatı altındaki mücadelemize dünyanın dört bir yanından dayanışma mektupları yollayarak ve bağışta bulunarak destekleyenlere minnetimizi ifade edecek kelime bulamıyoruz. Bir tek şeyi biliyoruz: TEŞEKKÜRLER! ÇOK TEŞEKKÜRLER!
Açıklama [473]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [474]: <!--[endif]--> Açıklama [475]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [476]: <!--[endif]-->
Mücadelemizdeki gelişmeler hakkında kısa bir bilgi vermek istiyoruz. Kongre üyesi Enrique Rodriguez, makinelerin, ticari marka ve patentlerin tamamen kamulaştırılması ve binanın iki yıl için geçici olarak kamulaştırılması için bir kanun tasarısı sundu. Bunu gerçekleştirebilmek için biz de bir kooperatif oluşturduk ve kendi kendine yaşayabileceğimiz bir projeyi sunduk; ayrıca patronların devlete ve işçilere karşı tüm sorumsuzluklarına ve borçlarına karşı fabrikanın uygulamada devlet mülkü olduğuna ve iflas etmesi için beklemek gerekmediğine dair bir madde sunduk. Bunun yanında 17/07/93 tarihinde saat 1’de kanun tasarısının hemen ele alınmasını ve kabul edilmesini sağlamak için fabrikadan Kongreye yürüyeceğiz ve Kongrenin etrafını kuşatacağız. Bu nedenle, mücadeleyi sürdürebilmemiz için yanımızda fiilen bulunarak, mektup göndererek ve grev fonuna bağışta bulunarak bize desteğinizi sürdürmenizi istiyoruz. Hepimiz, her birinizi en sıcak kardeşlik duygularıyla selamlarız.
Açıklama [477]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [478]: <!--[endif]--> Açıklama [479]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [480]: <!--[endif]--> Açıklama [481]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [482]: <!--[endif]--> Açıklama [483]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [484]: <!--[endif]--> Açıklama [485]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [486]: <!--[endif]--> Açıklama [487]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Kooperativizm ve üretimde işçi kontrolü konularında klasikler ne diyor ?
Açıklama [488]: <!--[endif]--> Açıklama [489]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [490]: <!--[endif]--> Açıklama [491]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [492]: <!--[endif]--> Açıklama [493]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Cecilia Toledo
Açıklama [494]: <!--[endif]-->
(UİB-DE Brezilya seksiyonu PSTU [(Birleşik Sosyalist İşçi Partisi] üyesi )
Açıklama [495]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [496]: <!--[endif]-->
Arjantin’de işgal edilen fabrikaların işçiler tarafından kooperatiflere dönüştürülmesini savunanlarla, fabrikaların işçilerin kontrolünde millileştirilmesini savunanlar arasında süren tartışma tüm dünyadaki öncü işçiler için şüphesiz çok öğretici olacak. Ancak tartışmanın bir bölünme ve çatışmaya neden olması üzücü olur (ki durum biraz öyle) çünkü bölünme Arjantin’de patronlara ve hükümete karşı mücadeleyi zayıflatacaktır. Bu mücadele yeni değil ve Marksizmin bir çok önemli önderi bu tartışmaya katıldılar. Üretim kooperatiflerini ve işçi kontrolünde millileştirmeyi nasıl savunduklarını görmek önemli; fakat her iki alternatif de kesinlikle işçi sınıfının devlet iktidarı yani işçi devrimi için mücadele içinde ele alındığı sürece başarılı olabilir.
Açıklama [497]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [498]: <!--[endif]--> Açıklama [499]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [500]: <!--[endif]--> Açıklama [501]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [502]: <!--[endif]--> Açıklama [503]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [504]: <!--[endif]--> Açıklama [505]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [506]: <!--[endif]-->
Kooperativizm üzerine Marx’ın tanımıyla burjuvazinin ekonomi politikasından proletaryanın ekonomi politikasına geçiş biçimi olarak kooperativizm veya Rosa Luxemburg’un kavrayışıyla kapitalizmin temellerine saldırmayan kapitalizmin rahmindeki melez bir form olarak kooperativizm bu çalışmada klasiklerin bakış açısından ele alınacak.
Açıklama [507]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [508]: <!--[endif]-->
Açıklama [509]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Engels: Ütopik Sosyalizmden Bilimsel Sosyalizme Ütopik Sosyalizmden Bilimsel Sosyalizme’de Engels, Ütopik sosyalistlerin fikirleriyle bağlantılı olarak Kooperativizm konseptini referans alır. Feodalizm ve kapitalist üretim biçimi arasındaki sürekliliğe ve ikincisinin nasıl sosyalist ekonominin tohumlarını attığına dikkat çeker. Toplumu komünist bir biçimde organize etmenin geçiş aracı olarak üretim ve tüketim kooperatiflerini yaratan ve böylece fabrika patronlarının ve tüccarların vazgeçilmez olmadıklarını kanıtlamak isteyen Robert Owen’ı (1918) hatırlatır. Owen’ın görüşleri Ütopikler sosyalizm içinde değerlendiriliyor olmasına ve akıl ve hukukun mutlak doğrusunu arayan diğer Ütopik sosyalistler Fourier ve Saint Simon gibi düşünmesine ve bunu dünyayı fethetmek için yeterli görmesine rağmen Kooperativizm konusundaki fikirleri özel mülkiyetin temelleriyle mücadelede ve kapitalizme ihtiyaç olmadığı konusunda ileriye doğru önemli bir adımdı. Bu buluş, burjuvaziye karşı mücadelesinde işçi sınıfı için önemliydi. Sınıf mücadelesi, Ütopik sosyalistlerin aksine mutlak gerçek fikrinin insanlığın tarihsel gelişiminin biçimlendirdiği mekan ve zaman koşullarına bağlı olduğunu ispatlamak zorundaydı. Marx: Geçiş biçimi olarak kooperatifler
Açıklama [510]: <!--[endif]--> Açıklama [511]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [512]: <!--[endif]-->
Açıklama [513]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [514]: <!--[endif]--> Açıklama [515]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Ne Marx ne de Engels Kooperativizm fikrini bütünüyle reddettiler; fakat kooperativizm fikrini deforme ettiler. Kooperatifleri kendi kapsamı içinde incelemediler; incelemeyi işçi sınıfının kurtuluşu perspektifiyle yaptılar. Bir yandan devlet tarafından desteklenen kooperatifleri eleştirirken, diğer yandan Lasalle’in savunduğu gibi sosyalist organizmalar olarak görünen örgütleri savundular. Marx, Uluslararası İşçiler Birliği’nin kuruluşunda yaptığı açılış konuşmasında, “1864’te Prusya’da, kooperativizm proletarya arasında yaygınlaşırken işçi sınıfı burjuvazi üzerinde ilk ekonomi politik zaferini kazandı” diyerek bu konudaki temel prensipleri açıkça belirliyordu. İşçiler sözlerle değil net bir kanıtla patronların üretim için gerekli olmadığını gösteriyorlardı. Diğer yandan Marx, kooperativizmin ulusal ölçekte kaldığı sürece monopolleri deviremeyeceği gerçeğine de dikkati çekti. Yalnızca işçi sınıfı politik iktidarı zapt ederek, kooperativizmi yalıtılmış işçi gruplarının gelişi güzel ve dar çemberinden kurtarabilir. Marx kapitalizmin çelişkilerle dolu olduğu ve sürekliliğini sürdürmede bu çelişkilerin engel olacağının bilincindeydi. 1860 ve 1870 yılları boyunca hem işçi sınıfının pratiğinde hem de kapitalist üretimin kalbinde komünizmin mümkün olduğunda ısrar etti. İşçiler tarafından kooperatiflere dönüştürülmüş fabrikalar gelecek ve bugün arasında ve kapitalizm
Açıklama [516]: <!--[endif]-->
Açıklama [517]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [518]: <!--[endif]-->
Açıklama [519]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [520]: <!--[endif]-->
Açıklama [521]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [522]: <!--[endif]-->
Açıklama [523]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [524]: <!--[endif]-->
içinde olanla dışında olan arasında derin bir diyalektik ilişki anlamına geliyor. Marx’a göre bu fabrikalar, “bütün geleneksel biçimlerin içinde işçi kooperatif fabrikalar açılan ilk gediktir, ortaya çıktıkları her yerde bulunan örgüt mevcut sistemin tüm kusurlarını gösterir. Fakat bu fabrikalarda sermaye ve emek arasındaki çatışma yok olur, birleşik işçiler biçimi altında kendilerinin kapitalistleri olurlar; yani kendi emeklerini değerlendirmek için üretim araçlarını kullanırlar. Üretici maddi güçler ve üretime uygun sosyal biçimler belirli bir gelişme aşamasına geldiğinde, fabrikalar, mevcut üretim biçiminin içinden yeni bir biçimin çıkabildiğini ve doğal biçimde gelişebildiğini kanıtlarlar. Kapitalist üretim biçiminden çıkan bir fabrika sistemi olmaksızın, hatta aynı üretim biçiminin ürünü olan kredi sistemi olmaksızın, kooperatif fabrikalar da gelişme olamaz. Özel kapitalist kuruluşların, kapitalist tahvilli şirketlere dereceli dönüşümü için temel olan kredi sistemi kooperatif şirketlerin artarak ulusal düzeye geçmesinin de aracıdır. Hissedar şirketler ve kooperatif fabrikalar kapitalist üretim biçiminden kolektif üretim biçimine geçişin bir aracı olarak görülebilir. Tek fark şudur, birinci çelişki negatif sonuçlanır, ikincisi ise pozitif sonuçlanır. (Kapital, Cilt III, Bölüm XXVII) Açıklama [525]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Rose Luxemburg: Kooperativizmin sınırları Üretim ve tüketim kooperatifleri işçiler arasında çok popüler olmuştur ve işçi çevrelerini derinden etkilemiştir. Birçok yazar onların dereceli gelişimini bir devrime ihtiyaç olmaksızın sosyalizme giden yol olarak gördü. Rosa Luxemburg bu yaklaşıma cevap vererek Kooperativizmin sınırlılığına dikkat çekti. “Reform mu Devrim mi” kitabında şöyle diyor: “Kooperatifler özellikle de üretim kooperatifleri kapitalizm içindeki melez kurumlardır. Kapitalist dağıtımın içine sokulmuş küçük sosyal üretim biçimleri olarak tanımlanabilir. Fakat kapitalist ekonomi, değişim üretimi belirler; yani üretim büyük derecede pazarın imkanlarına dayanır. Rekabetin bir sonucu olarak, üretim süreci üzerinde kapitalizmin çıkarlarının bütünsel bir egemenliği vardır başka bir deyişle acımasız sömürü her bir firma için hayatta kalma etkeni haline gelir. Sermayenin üretim üzerindeki egemenliği çok farklı biçimlerde açığa çıkar. Emek daha yoğun olur. Pazarın durumuna gere çalışma süreleri daha uzun ya da daha kısa olur. Ve yine pazarın ihtiyaçlarına uygun olarak işgücü sokaklardan alınır ya da sokağa atılır. Kısacası tüm yöntemler firmaya pazarda rakiplerle rekabet edebilmek için kullanılır. Bu nedenle kooperatif üretimi içindeki işçilerin kendilerini mutlak bir otorite ile yönetmeleri ve kapitalist girişimcinin rolünü oynamaları gerekir. Bu çelişki, kooperatiflerin başarısızlığının ana sorumlusudur ve tam kapitalist girişimlere dönüşürler veya sonuçta dağılırlar. Rosa Luxemburg, pazarın kanunlarından dolayı kooperatiflerin, egemen sistemle sürekli bir çelişki içinde olduklarını gördü. “Üretim kooperatifleri, yalnızca bir aldatma vasıtasıyla, üretim biçimi ve değişim biçimi arasındaki çelişkiyi gizleyerek kapitalist üretim çatısı altında yaşayabilirler. Ve kendilerini serbest rekabetin kanunlarından yapay olarak ayırabilirlerse başarabilirler. Ve buna da yalnızca sabit bir tüketici çemberiyle, yani sürekli bir pazarla ulaşılabilir.” Bu bağlamda tüketim kooperatiflerinin rolünü, kooperatif üretiminin tek olası partneri ve gerekli sürdürücüsü olarak görür. “Kooperatif, bir pazar ayarlamaksızın, bir tüketici çemberi yaratmaksızın varlığını sürdüremez ve tüketim kooperatifi bunun aracıdır. Başarısızlık nedeni Oppenheimer’in yaklaşımıyla satın alan kooperatiflerle satan kooperatifler arasındaki farklılaşmada değildir, cevap konusunda Bernstein bizi uyandırıyor: otonom üretim kooperatiflerinin başarısızlığı engellenemez ve tüketici kooperatifleri desteklediğinde ayakta kalabilirler.”
Açıklama [526]: <!--[endif]--> Açıklama [527]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [528]: <!--[endif]-->
Açıklama [529]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [530]: <!--[endif]-->
Açıklama [531]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [532]: <!--[endif]-->
Açıklama [533]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [534]: <!--[endif]-->
İşte bu yüzden Luxemburg, Kooperativizmin özellikle kapitalizmin öncü sektörlerinde ayakta kalabilme olasılığındaki sınırlılığı görür: “Eğer bu doğruysa kapitalizmde üretim kooperatiflerinin varolma şansı, tüketim kooperatiflerinin varolma şansına bağlıdır, o nedenle birincinin alanı sınırlıdır, en iyi durumda küçük yerel bir pazara ve yiyecek gibi acil ihtiyaçları gidermeye dönüktür. Tüketici kooperatifleri, ayrıca üretim kooperatifleri, kapitalist üretimin en önemli kolları tekstile, madencilik, metalürji, petrol ayrıca makine, lokomotif, gemi üretim endüstrilerinin de dışındadır. İşte bu nedenden dolayı (melez karakterini bir yana bırakarak) üretici kooperatifleri bir genel sosyal değişim aracı olarak görülemez.” (Rosa Luxemburg, Reform mu, Devrim mi, II. Bölüm, “Sendikalar, Kooperatifler, Kooperatifler ve politik demokrasi”) Troçki: Kooperatifler ve Sosyalizmin Koşulları Troçki, kooperatifleri savunurken, aynı zamanda kooperatifleri sosyalizme doğru bir ön ve doğrusal adım olarak görerek idealize edenlerle de polemiğe girer. Sonuçlar ve Perspektifler (1919) başlıklı çalışmasında Troçki, sosyalizm öncesinde gerekli koşullar konusunda N. Roskov’la girdiği polemikte kooperatiflere değinir. Roskov’a göre kooperatif üretiminin egemenliği bir ülkenin sosyalizm için olgunluğunun işaretiydi. İşte bu yüzden, yani kooperatiflerin endüstriyel gelişmelere öncülük etmemesinden dolayı, Rusya’nın sosyalizm için olgun olmadığını düşünüyordu. Troçki’ye göre bu düşünce temelsizdi: “Sadece ekonomik gelişim yeterince ilerlemediği için değil, fakat aksine çok fazla geliştiği için kooperatifler endüstriyel gelişimin öncüsü haline gelemez. Ekonomik gelişme kuşkusuz ülkeyi kooperatif üretimine hazırlar, fakat hangi kooperatif? Ücretli emek üzerinde temellenen kapitalist kooperatifler için herhangi bir fabrika böyle bir kapitalist kooperatifin örneği olabilir.” Kooperativizmin zafere ulaşması için tek yolun sosyalist devrim olduğunu açıklayan Troçki şöyle devam ediyor: “Teknolojinin gelişmesiyle bu kooperatifin önemi de artar. Fakat kapitalizmin evrimi kooperatif işletmelerin ‘endüstrinin öncüsü’ olmasına nasıl izin verebilir? Böylesi bir durumda kooperatiflerin otomatik olarak bütün kapitalist işletmeleri kamulaştıracağı, ardından tüm vatandaşlar iş sahibi olana dek çalışma saatlerini kısaltacağı, krizleri önlemek için farklı branşların üretim hacmini düzenleyeceği açıktır. Bu şekilde temel özellikleriyle sosyalizm kurulmuş olur” Böylece Troçki, Roskov’un sosyalizmin inşası için devrimi ve proletarya diktatörlüğünü önemsememeye götüren düşüncesini çürütür.
Açıklama [535]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [536]: <!--[endif]-->
Açıklama [537]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [538]: <!--[endif]--> Açıklama [539]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [540]: <!--[endif]-->
Açıklama [541]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [542]: <!--[endif]-->
Açıklama [543]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Lenin: Kooperatifler Karşısında Devrimciler ve Reformistler Lenin, üretim ve tüketim kooperatiflerinin kendi başlarına ne ilerletici ne de geriletici olduğunu düşünüyordu. Aslında nasıl yönlendirildiklerine bağlıydı. İşte bu yüzden, 1910’da Fransa Sosyalist Partisi’nin programını incelerken bu programın melez olduğunu söyledi. İçinde iki görüş vardı: (Lenin’in) mücadele ettiği reformist görüş ve desteklediği devrimci görüş: “Birincisi, proletaryanın sınıf mücadelesi çizgisi, kooperatiflerin bu mücadele için bir araç olarak, yardımcı bir araç kabul edilmesi ve basit ticari işletmeler olmak yerine kooperatiflerin bu rolü oynayacağı koşulların tanımı. Diğer çizgi ise kooperatiflerin sınıf mücadelesindeki yerini belirsizleştiren küçük burjuvazinin çizgisidir ve kooperatiflere bu mücadelenin üstünde bir önem bahşeder (yani kooperatifler konusunda patronların ve proletaryanın fikirlerinin bir karışımı) ve hedeflerini, büyük küçük ilerici patronların ideolojisi olan burjuva reformistlerin de kabul edebileceği genel cümlelerle tanımlar.”
Açıklama [544]: <!--[endif]--> Açıklama [545]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [546]: <!--[endif]-->
Lenin bu sorunu çözmek için taslak programa iki temel değişiklik önerisinde bulundu: “İlk olarak ‘kooperatifler, işçilerin üretim ve değişimi demokratize etmesine ve sosyalleştirmesine yardımcı olur” cümlesi yerine ‘kapitalist sınıf mülksüzleştirildikten sonra kooperatifler, belli bir noktaya kadar üretimin ve değişimin demokratize edilmesine ve sosyalleştirmesine yardımcı olur’ cümlesi yerleştirilmeli.” Ardından açıklar: “Bu değişikliğin anlamı kooperatifler işçilere şimdi yardımcı olamaz değildir, fakat geleceğin üretiminin ve değişiminin işleyişini kooperatiflerin bugünden hazırlaması ancak kapitalistler mülksüzleştirildikten sonra başlayabilirdir” (Bu aydınlatıcı tartışma Lenin tarafından “Sosyalist Enternasyonalin Kopenhag Kongresinde Kooperatifler Sorunu” yazıdan alınmıştır. Lenin, Tüm Yazılar, Cilt 19, Ed. Progreso, Moskova, syf. 362-371) Üretimde işçi kontrolü üzerine Rusya 1917 Rusya’da iktidara el koyulduğunda, devrimci hükümetin ilk kararlarından biri, 27 Ekim 1917 ‘de Lenin’in kaleme aldığı işçi kontrolü üzerine Kanun Tasarısı’ydı. Bu yasayı şimdi tekrar aktaracağız: 1) Bundan böyle en az 10 işçi ve memur (toplam olarak) çalıştıran veya yıllık en az 10.000 ruble kâr eden endüstri, ticaret, bankacılık, çiftçilik vb. işletmelerinin tümünde tüm ürünlerin ve temel maddelerin üretiminde, muhafazasında, alış – satışında, işçi kontrolü sağlanacaktır. 2) Eğer işletme küçükse işçi kontrolü işletmenin tüm çalışanları tarafından doğrudan uygulanacak ve konseyde temsilciler hemen seçilecek ayrıca Hükümetle ve yerel işçi veya köylü Sovyetlerle iletişim kuracak temsilcinin ismi kayıt defterine kaydedilecek. 3) Önemli ulusal bir işletmede veya endüstride işçilerin ve memurların seçtiği temsilcilerin onayı olmadan iş durdurmak kesinlikle yasaktır. 4) Tüm araç, gereç ve ürün stok ve depoları da dahil olmak üzere istisnasız tüm hesap defterleri ve dokümanlar çalışanlar tarafından seçilen temsilcilere açık olmak zorundadır. 5) İşçiler tarafından seçilen temsilcilerin kararları işletme sahipleri için zorunludur ve sendikalar ve sendika kongreleri haricinde bozulamaz. 6) Önemli ulusal işletmelerde patronlar ve işçiler tarafından işçi kontrolünü uygulamak için seçilen temsilciler düzenin, disiplinin ciddiyetle sağlanmasında ve varlıkların korunmasında devlete karşı sorumludurlar. Sahtekarlıktan, stokları veya hesapları saklamaktan suçlu olanlar vb... bütün mülkiyetlerinin kamulaştırılmasıyla ve beş yıla kadar hapisle mahkum edileceklerdir. 7) Savunma içim çalışan firmalar veya bir şekilde halkın geçimini sürdürmesi için gerekli maddelerin üretimiyle ilgili firmalar önemli ulusal işletmelerdir. 8) Yerel işçi Sovyetlerinin vekilleri ve işçi komitelerinin temsilciler konferansı işçi kontrolünü uygulamanın kurallarını kendi temsilcilerinin genel toplantılarında detaylı olarak açıklayacaklar.
Açıklama [547]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [548]: <!--[endif]-->
Açıklama [549]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [550]: <!--[endif]--> Açıklama [551]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [552]: <!--[endif]--> Açıklama [553]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [554]: <!--[endif]-->
Açıklama [555]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [556]: <!--[endif]-->
Açıklama [557]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [558]: <!--[endif]--> Açıklama [559]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [560]: <!--[endif]--> Açıklama [561]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [562]: <!--[endif]--> Açıklama [563]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [564]: <!--[endif]-->
Açıklama [565]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [566]: <!--[endif]--> Açıklama [567]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [568]: <!--[endif]-->
(Lenin. Obras Escogidas vol II, page 500, Ed Progreso) Üretimde işçi kontrolü, sadece proletaryanın iktidarı aldığında savunacağı bir ölçü değildir. Troçki Geçiş Programı’nda (7.madde) işçi kontrolünden sermayenin “ticari sırlarını” kaldırmak için bir yol olarak bahseder: “ İşçi kontrolünün ilk hedefi tek bir firmadan başlayarak kapitalistin gerçek payını ve bütün ulusal sömürücülerin payını belirleyerek bankaların ve tröstlerin lobilerini ve aldatmalarını göstermek için; sonuç olarak kapitalizmin anarşisinin ve kapitalizme özgü kâr hırsının sonucu olan gereksiz insan emeği gaspını topluma göstermek için firmanın gelir ve giderlerini netleştirmeyi içerir.” Troçki, fabrikalarda işçi denetimini işsizliğe karşı proletaryanın bir mücadele biçimi olarak gördü: “Yeterli, cesur ve büyük bir kamu meslekleri örgütü olmaksızın işsizlikle mücadele mantıksızdır. Fakat bu büyük meslekler, birkaç yıllık bir dönemi kapsayan bir genel planın parçası olmadıkları sürece ne toplum için ne de işsizler için nihai ve ilerici bir öneme sahip olamazlar. Böyle bir planda, işçiler, kriz yüzünden kapanan özel firmaları toplum adına geri almayı talep edecekler. Böylesi durumlarda işçi kontrolünün yerini işçilerin doğrudan yönetimi alabilir.” Troçki Geçiş Programı’nda işçilerin bir ekonomik planı hazırlamalarının bir koşulu işçi kontrolüdür der: “İşçilerin bakış açısıyla, sömürücülerin bakış açısıyla değil, bir ekonomik planı hazırlamaları – en temel düzeyde de olsa- işçi kontrolü olmadan, kapitalist ekonominin açık ve gizli kaynaklarına dalarak gözetlemeden mümkün değildir.” Troçki’nin düşüncesine göre, işçi kontrolüyle ilgili temel bir geçişsel ölçüt onun karakteridir yani sosyalist potansiyeli. Tekrar Geçiş Programı’na dönelim: “Çeşitli işletmelerin komiteleri, tröst komitelerinin, endüstri kollarının, ekonomik bölgelerin kısacası tüm ulusal endüstrinin eş güdüm konferanslarında seçilmelidir. Bu yolla, işçi kontrolü planlı ekonominin bir okulu olacaktır. Kontrol deneyimi sayesinde proletarya, zamanı geldiğinde ulusal ekonomiyi doğrudan yönetmeye hazır hale gelecektir. (...) Ticari sırların kaldırılması işçi kontrolü için gerekli bir şartsa, bu kontrol ekonominin sosyalist yönetimine giden yolda ilk adımdır.” 9 Mart 1918’de, iktidarı aldıktan sadece birkaç ay sonra, bir Amerikan dergisi olan Independant’a verdiği röportajda Troçki, işçi kontrolünden bahsettiklerinde Bolşevik devrimcilerin kafasından geçenleri ne olduğunu tamamen berraklaştırıyor. Aşağıdaki pasaj bu röportajdan: Independant: Rusya’daki endüstriyel fabrikaları kamulaştırmak partinizin amacı mıdır?
Açıklama [569]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [570]: <!--[endif]-->
Açıklama [571]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [572]: <!--[endif]-->
Açıklama [573]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [574]: <!--[endif]-->
Açıklama [575]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [576]: <!--[endif]-->
Açıklama [577]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [578]: <!--[endif]-->
Açıklama [579]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [580]: <!--[endif]-->
Troçki: Hayır. Bütün endüstriyi kendi kontrolümüze almaya henüz hazır değiliz. Zamanı geldiğinde bu olacak ancak ne zaman olur hiç kimse söyleyemez. Şu an için, fabrika sahiplerine yatırımlarına karşılık kârdan yılda yaklaşık %5 veya %6 ödeme yapmayı umuyoruz. Şu anda sahip olmaktan çok kontrolü amaçlıyoruz. Açıklama [581]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Independant: “Kontrolle” neyi kastediyorsunuz? Troçki: Fabrikanın özel kâr bakış açısıyla değil, demokratik bir sosyal refah anlayışının bakış açısıyla yönetilerek kontrol edileceği anlamına gelir. Örneğin, işçileri açlıkla boyun eğdirerek çalıştırdığı için veya kendisine az kâr ettiği için fabrika sahibine fabrikayı kapama izni vermeyeceğiz. Eğer toplumsal olarak gerekli bir ürün üretiliyorsa o fabrika açık tutulmalıdır. Eğer
Açıklama [582]: <!--[endif]-->
kapitalist terk ederse, fabrikayı kaybeder ve işçiler tarafından seçilmiş yönetim kurulunun kontrolüne geçer” Röportajda Troçki, “kontrol” sözcüğünün başka anlamlarının da olduğunu hatırlatır: Troçki: Kontrol ayrıca firmanın defter ve mektuplarının şimdiden başlayarak hiçbir endüstriyel sır kalmayıncaya dek (kontrol) yoluyla kamuoyuna açılması anlamına gelir. Eğer bir firma daha iyi bir ürün veya teknik alet üretmede başarılıysa bu aynı iş kolundaki tüm firmalara aktarılacak, böylece toplum buluştan genel olarak en yüksek faydayı sağlayacaktır. Şu anda bu kâr ihtiyacı nedeniyle diğer firmalardan saklanıyor ve bu yüzden ürün yıllar boyunca az bulunuyor ve toplum için gereksiz derecede pahalı kalıyor. “Kontrol” ayrıca birincil ihtiyaçların miktar olarak sınırlanması anlamına gelir. Kömür, petrol, demir, çelik vb. gibi ihtiyaçlar çeşitli fabrikalarda sosyal kullanımları hesaba katılarak tespit edilecek. Sınırlı miktarda üretim maddesi üzerinde, lüks mallar üretenler, gerekli ihtiyaçları üretenlere göre daha az hak iddia edebilirler. Troçki konuya açıklık getiriyor: “Beni yanlış yorumlamayın. Münzevi (din işleri için dünyadan elini ayağını çeken) değiliz. Bütün fabrikalarda yeterli benzin ve materyaller olduğunda lüks mallar da üretilecek”
Açıklama [583]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [584]: <!--[endif]--> Açıklama [585]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [586]: <!--[endif]-->
Açıklama [587]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [588]: <!--[endif]-->
Açıklama [589]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [590]: <!--[endif]--> Açıklama [591]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [592]: <!--[endif]-->
İşsizliğe, Özelleştirmeye ve Kölelik Yasalarına, Baskıya, Ayrımcılığa ve Zulme, Emperyalist İşgale ve Sömürgeleştirmeye Karşı Birlik ve Mücadele İçin 1 Mayıs Alanlarını Dolduralım!
Açıklama [593]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [594]: <!--[endif]--> Açıklama [595]: <!--[if !supportLineBreakNewLine]--> Açıklama [596]: <!--[endif]--> Açıklama [597]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [598]: <!--[endif]-->
İşçi Cephesi - 23.04.2004
Açıklama [599]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [600]: <!--[endif]-->
Türkiye işçi sınıfı, tarihinin en kapsamlı saldırılarından biriyle karşı karşıya. Saldırı çok yönlü ve uluslararası bir niteliğe sahip. Sömürü ve işgal cephesi işçi sınıfı ve emekçiler aleyhine kalıcı sonuçlar doğuran uygulamalarını sürekli genişletiyor. TÜSİAD’ın başını çektiği büyük sermayenin, MGK’nın öncülüğünde asker-sivil bürokrasinin ve Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (DB), Avrupa Birliği (AB) gibi emperyalist yapıların yönlendirme ve desteğinde AK Parti hükümeti işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin tüm kazanımlarının eritilmesi görevini üstlenmiş durumda. Ak Parti bu konuda o kadar başarılı ki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan dünyanın en etkili, en başarılı yüz kişisinden biri seçildi Times dergisi tarafından... Erdoğan’ın hiç kaygısı olmasın, işçi sınıfı da 1 Mayıs’ta kendisini hatırlayacak ve ne sömürü ve işgale verdiği desteği ne de o Kasımpaşalı “mağrur” edasıyla, ücretlerinin azlığından yakınan işçileri, “isteyen çalışmasın, sokaklar asgari ücretle çalışmaya can atan milyonlarla dolu” sözleriyle azarlamasını unutacak.
Açıklama [601]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [602]: <!--[endif]-->
Açıklama [603]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [604]: <!--[endif]-->
AK Parti hükümeti işçi-emekçi düşmanıdır! AK Parti sermayenin çıkarları doğrultusunda oluşturulan sömürü ve işgal cephesinin hükümetidir ve burjuvazinin uzun süreli temsiliyet krizinin büyük oranda çözülmesini sağlamıştır. Bu nedenle hem büyük sermaye güçleri hem de tekelci medya kuruluşları Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında AK Parti’yi övme yarışı içinde. 28 Şubat askeri muhtırasını yiyen REFAH-YOL hükümeti döneminde İstanbul Belediye Başkanı olan Erdoğan’ın, Sincan’da tankları yürüten ve kendisini de cezaevine gönderen Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ile şimdi aynı masa etrafında ve aynı amaca hizmet ediyor oluşu bir tesadüf değil saldırının gerçek bir fotoğrafıdır. Bütün burjuva partiler işçi-emekçi düşmanıdır! DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetinin uyguladığı saldırı programının sürüdürücüsü AK Parti hükümeti 3 Kasım 2003’te oyların yüzde 34’ünü alarak 376 milletvekiliyle meclis çoğunluğunu oluşturdu ve tek başına hükümet oldu. Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığında ki AK Parti hükümeti bu sayede kendinden önceki hükümetlerin başlayıp da bitiremediği ya da başarısız olduğu emek düşmanı neo-liberal saldırı programını burjuvazi adına “başarılı” şekilde uygulama imkanı buldu. AK Parti hükümeti neo-liberal ekonomik karşı devrim saldırısının uygulayıcısıdır! 1.5 yıllık bu uygulamalar sonucunda işsizlik arttı. Özelleştirmelerin kapsamı genişletildi ve hızlandırıldı. Yoksulluk ve sefalet yaygınlaştı. “Uyum yasaları” adı altında gerçekleştirilen düzenlemelerle çalışma hayatının esnekleştirilmesi adına kölelikten başka bir anlamı olmayan yeni iş yasası hayata geçirildi. Çalışma koşulları ve iş saatleri esnekleştirildi; ücretler düşürüldü. Sendikalaşmanın önüne yeni engeller çıkarılıyor. Taşeronlaştırma doğal ve genel bir çalışma düzeni haline getiriliyor. Sınırlı sayıdaki sendika yönetimi ise büyük oranda bağımlı, işbirlikçi ya da işlevsiz durumda. Başbakan Erdoğan’ın Türk-İş başkanının yanında özelleştirmeleri övmesi ve “Türk-İş de özelleştirmeleri destekliyor” açıklamasını Türk-İş başkanının sessizce, başı önünde dinlemesi bu bağımlılığa, işbirliğine bir örnektir. Patronların keyfi yerinde; oysa işsizlik, yoksulluk genelleşiyor!
Açıklama [605]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [606]: <!--[endif]--> Açıklama [607]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [608]: <!--[endif]-->
Açıklama [609]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [610]: <!--[endif]--> Açıklama [611]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [612]: <!--[endif]-->
Açıklama [613]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [614]: <!--[endif]--> Açıklama [615]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [616]: <!--[endif]-->
Açıklama [617]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [618]: <!--[endif]-->
Açıklama [619]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [620]: <!--[endif]-->
Sosyal güvenlik sisteminin tasfiye edilmesi, eğitimin, sağlığın sadece parası olanlar için ulaşılabilir hizmetler haline getirilmesi söz konusu. İşsizlik, vasıflı-vasıfsız, kadın-erkek, kentli-köylü, batılıdoğulu, yaşlı-genç tüm emekçiler için ayırım yapmaksızın geçerli. İşsiz milyonlara göre bir işte çalışma “ayrıcalığına” sahip olanların ücretleri ise yaşamak için yetersiz. Asgari ücret net 303 milyon. Oysa dört kişilik bir aile için açlık sınırı 600 milyonun, yoksulluk sınırı 1,5 milyarın üzerinde. Türkiye gerçek anlamda bir işsizlik ve sefalet olgusuyla karşı karşıya... Bu tabloya rağmen AK Parti’nin başarılı olduğu iddia ediliyor. Neye göre? Enflasyon düşüyor, faizler iniyor, merkez bankası 25 milyar dolar rezerve sahip. Yabancı yatırımcı geliyor çünkü
Açıklama [621]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [622]: <!--[endif]-->
emperyalist piyasa ölçüm şirketleri notumuzu arttırmış. Borsa yatırımcısı çok memnun çünkü endeks 20 binlerin üzerine çıkmış vs. Bu tablo sadece sermayenin istikrarının ve keyfinin düzeldiğinin bir göstergesi olabilir. İşçi sınıfının ve emekçi kitlelerin değil. AB: ne özgürleştirir ne de zenginleştirir; sömürgeleştirir... İşçi sınıfı ve ezilen-sömürülen tüm emekçi kitleler için şartlar ağırlaşıyor. Oysa işçi mücadelesi emek eksenli ortak bir muhalefete sahip değil. Sınıf güçleri örgütsüz. Birlik ve beraberlik en somut, en temel konularda dahi oluşturulamıyor. Örneğin yeni iş yasasına karşı sınıf hareketi istenen seferberlik düzeyine ulaşamadı. Kamu Yönetimi Reform Yasası gündemde. Sırada Personel Rejim Yasası, Sendika ve Grev yasaları var. Mevcut sendikal ya da politik yapıların bir kısmı doğrudan neo-liberal yeniden yapılandırma saldırısına eklemlenmiş durumda. Diğer bir kısmı ise kurtuluş reçetesini AB’ye havale etmiş. AB ile ekonomik-politik entegrasyon süreci bizzat neo-liberal yeniden yapılandırma saldırısının merkezi hedefi durumunda. Emperyalist-kapitalist sisteme yapısal entegrasyonun gerçekleşmesiyle demokratikleşmenin sağlanacağını, ekonominin düzeleceğini düşünenler yanılıyor. AK Parti hükümetinin sömürgecilerle işbirliği...
Açıklama [623]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [624]: <!--[endif]--> Açıklama [625]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [626]: <!--[endif]-->
Açıklama [627]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [628]: <!--[endif]-->
Açıklama [629]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [630]: <!--[endif]--> Açıklama [631]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [632]: <!--[endif]-->
AK Parti hükümeti sadece ulusal planda değil, uluslararası alanda da aldığı görevin hakkını veriyor. Başbakan Erdoğan başını ABD’nin çektiği emperyalist güçlerce Irak’ın işgaline doğrudan katılım sağlamak için elinden geleni yaptı. Erdoğan bunu başaramadı ama bu yağmacı emperyalizmi destekleyerek kendini affettirmek için emperyalist işgalcilere Irak halklarının daha iyi bombalanması için üsleri açtı, Türk hava sahasını kullandırdı ve kimin tarafında olduğunu gösterdi.
Açıklama [633]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [634]: <!--[endif]-->
Açıklama [635]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [636]: <!--[endif]--> Açıklama [637]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Siyonist İsrail devleti ile işbirliği... Afganistan işgaline doğrudan katılmış olan, kasap Şaron’un yönetimindeki Siyonist İsrail’in Filistin’i işgalini destekleyen Türkiye’nin kuşkusuz kendini kanıtlamak için daima fırsatları olacak. Nitekim AK Parti hükümeti “Büyük Ortadoğu Projesi”ne (BOP) ve bu kapsamda Türkiye’ye biçilen role övgüler düzerek emperyalist müttefiklerini üzmeye niyetli olmadığını göstermekte geçikmedi. Haziran ayında İstanbul’da yapılacak NATO zirvesinde Erdoğan’ın marifetlerine devam edeceğini öngörmek için ise kahin olmak gerekmiyor.
Açıklama [638]: <!--[endif]--> Açıklama [639]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [640]: <!--[endif]-->
Açıklama [641]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [642]: <!--[endif]-->
Asker-Polis rejimi her zaman işbaşında! Örgütsüz, dağınık ve güçsüz de olsa işçi sınıfı ve emekçi kitleler hem neo-liberal saldırılar
Açıklama [643]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [644]: <!--[endif]--> Açıklama [645]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [646]: <!--[endif]-->
karşısında hem de emperyalist işgal ve yağma karşısında meydanları doldurmaktan asla vazgeçmedi. Ama 1982 Anayasası’nın oluşturduğu hukuk düzeninin ve MGK’nın her alandaki belirleyiciliğinin üzerine yükselen asker-polis rejimi de aynı kararlılıkla kitle seferberliklerine saldırdı. Hakları ve özgürlükleri için siyasal demokrasi isteyen tüm kesimler başta işçi sınıfı ve emekçi kitleler olmak üzere bu baskı ve saldırılardan nasibini aldı, alıyor. Kürtlerin üzerindeki baskılardan grevlerin ertelenmesine, üniversiteli gençlerin okuldan atılmasına, mitinglerin yasaklanıp göstericilerin coplanmasına, devrimcilere cezaevlerinde reva görülen muamelelere kadar tüm anti-demokratik uygulamaların yürütücüsü, asker-polis rejiminin uygulayıcısı AKP hükümetidir. Baskı ve işkence uygulamaları sistematik olarak devam etmektedir. Mücadeleci işçiler, emekçiler, öğrenciler, sendikacılar, devrimciler ve sosyalistler üzerinde sürekli bir baskı mekanizması mevcuttur. Baskılar; yıldırma, taciz, kaçırma, yaralama, işkence ve yargısız infaz biçiminde işlemektedir. Haziran ayında yapılacak NATO toplantısı öncesinde asker-polis rejiminin baskıları yoğunluk kazanmıştır... İşsizliğe, özelleştirmeye ve kölelik yasalarına; baskıya, ayrımcılığa ve zulme; emperyalist işgale ve sömürgeleştirmeye karşı birlik ve mücadele için 1 Mayıs alanlarını dolduralım! Açıklama [647]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [648]: <!--[endif]-->
Emperyalizm Irak’tan ve tüm Ortadoğu’dan defol! Yaşasın Irak direnişi! Yaşasın Filistin İntifadası! Bağımsız birleşik sosyalist Kıbrıs!
Açıklama [649]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [650]: <!--[endif]--> Açıklama [651]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [652]: <!--[endif]--> Açıklama [653]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [654]: <!--[endif]-->
Barış için genel grev! IMF ile tüm ilişkiler kesilsin! İç-
Açıklama [655]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [656]: <!--[endif]--> Açıklama [657]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [658]: <!--[endif]-->
dış borç ödemesine hayır! Özelleştirmelere hayır, özelleştirilen işletmeler yeniden millileştirilsin!
Açıklama [659]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [660]: <!--[endif]-->
Tüm işletmelerde işçi denetimi! İş Yasası, işçi ve emekçiler lehine yeniden düzenlensin!
Açıklama [661]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [662]: <!--[endif]--> Açıklama [663]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [664]: <!--[endif]-->
Kürt halkına anadilde eğitim başta olmak üzere, emekçilerin, kadınların, gençlerin tüm demokratik, siyasi hak ve özgürlükleri tanınsın! Polis jandarma üniversiteden defol!
Açıklama [665]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [666]: <!--[endif]-->
1982 Anayasası kaldırılsın! MGK lağvedilsin! AK Parti hükümeti istifa! Demokrasi için emekçilerden oluşan bir Kurucu Meclis için ileri! Açıklama [667]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [668]: <!--[endif]--> Açıklama [669]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [670]: <!--[endif]--> Açıklama [671]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [672]: <!--[endif]--> Açıklama [673]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [674]: <!--[endif]--> Açıklama [675]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [676]: <!--[endif]--> Açıklama [677]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
1 Mayıs 2004 öncesi süreç üzerine... İşçi Cephesi, Enternasyonal Bülten, Ezilenlerin Kurtuluşu, İşçi Mücadelesi, SSS Sosyalizm 29 Nisan 2004
Açıklama [678]: <!--[endif]--> Açıklama [679]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [680]: <!--[endif]--> Açıklama [681]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [682]: <!--[endif]-->
24 Ocak kararlarıyla birlikte uygulamaya konulan ve işçi sınıfının geneline ve örgütlenmesine yönelik bir saldırı niteliğindeki neo-liberal ekonomi politikaları son çeyrek yüzyıldır Türkiye işçi sınıfının ve ezilenlerinin başına çöreklenmiş bulunmaktadır. Bu politikaların sınıfa zorla kabul ettirilmesi için 12 Eylül 1980 darbesiyle burjuvazi ve devlet tarafından hayatın her alanın cendere içine alındığı bir toplumsal ve siyasal yapılanma inşa edilmiştir. İşçi sınıfı ve ezilenlerin her geri adımı ya da yenilgisi, hakim sınıflar tarafından hak ve özgürlüklere, örgütlenmeye yönelik yeni bir saldırı için daha güçlü bir mevziin oluşturulmasıyla sonuçlanmıştır. Saldırıların gerçekleştiği bu süreç içinde işçi sendikaları uzlaşmacı ve burjuvaziyle işbirliğine yönelik bir tavır sergilemişlerdir. DİSK’in yasallaşmasıyla birlikte yeniden örgütlenmesi ve KESK’in inşa edilmesi sürecinde, akıntıya karşı bir yöneliş gündeme gelmiş ve bir umut yeşermiş olsa dahi, bir süre sonra bu sendikalar da uzlaşmacı ve işbirlikçi sendikal tarzı benimsemişlerdir. Elbette hakim olan sendikal anlayışın dışında işçi sınıfının ekonomik olduğu kadar tarihsel çıkarlarına da sahip çıkarak sendikal tavırlar görülmüştür ve halen de görülmektedir. Fakat bunlar genele yayılan uzlaşmacı tavrı tersine çeviremeyen cılız kıvılcımlardan öteye geçememiş, kül yığını genişlemiştir.
Açıklama [683]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [684]: <!--[endif]--> Açıklama [685]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [686]: <!--[endif]--> Açıklama [687]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [688]: <!--[endif]--> Açıklama [689]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [690]: <!--[endif]--> Açıklama [691]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [692]: <!--[endif]--> Açıklama [693]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [694]: <!--[endif]--> Açıklama [695]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [696]: <!--[endif]-->
Hali hazırdaki sendikalı işçi sayısı, çeyrek yüzyıldır süregelen mevcut sendikal anlayışın yetersizliği ve yanlışlığı kanıtlamaktadır. İşçi sınıfının katılımı ve denetiminden uzak sendikal yapıların kapalı kapılar ardında yürüttüğü
Açıklama [697]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [698]: <!--[endif]--> Açıklama [699]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [700]: <!--[endif]-->
uzlaşmacı ve işbirlikçi siyasetin son örneğine, Yeni İş Yasası Tasarısı’nın hazırlanması ve tasarının Meclis’te görüşülerek yasallaşması sürecinde bir kez daha tanık olduk. Burjuvazinin ezilenleri ‘cami’ ile ‘kışla’ arasında bölme politikasına karşın sendikal hareket bağımsız bir sınıf tavrı geliştirememiş, siyasal olarak emekçileri iki burjuva kamptan birinin peşine takam bir tutumu benimsemiştir. Yeni İş Yasası ile birlikte, örgütsüz ve bölünmüş işçi sınıfının işsizlik tehdidiyle boyun eğdiği kimi yaşa dışı uygulamalar yasallaşmış ve kural haline getirilmiştir. Daha da önemlisi bu yasa, 114 yıl önce 1 Mayıs’ta alanlara çıkan işçi sınıfının uluslararası mücadelesi sonucunda kazandığı 8 saatlik işgünü hakkı başta olmak üzere fazla mesai ücretinden iş güvencesine kadar pek çok hak ve kazanımın işçi sınıfın elinden alınmasının tescili anlamına gelmektedir. 2003 yazında Meclis’te görüşülerek yasallaşan Yeni İş Yasası, sadık temsilcisi AKP Hükümeti’nin 28 Mart 2004 Yerel Seçimleri’nden güçlü çıkması için devlet ve burjuvazi tarafından henüz tam anlamıyla uygulamaya konmamıştır. Önümüzdeki süreçte Kamu Reformu ve Kamu Personel Yasa Tasarılarının kabul edilmesiyle birlikte Yeni İş Yasası da uygulamaya konularak işçi sınıfı ve ezilenlere karşı top yekun bir saldırı esas gündemi oluşturacaktır. Ayrıca emperyalistler arasında taşların yerinden oynadığı ve yeniden paylaşım sürecinin hız kanazdığı bir dönemde Ortadoğu emperyalist planların ve saldırganlığın atış poligonu haline getirilmiştir. Türkiye burjuvazisi de önümüzdeki süreçte kendi çıkarlarını gözeten bir şekilde Irak’ın işgaline ortak olma çabalarını sürdürecektir. Haziran ayında İstanbul’da yapılacak olan NATO Zirvesi bu paylaşıma dair yeni pazarlıkların gündeme geleceği bir arena olacaktır. Pazarlıklar ne olursa olsun bu kurtlar sofrasında parçalanmak istenen başta Ortadoğu ve Türkiye işçi sınıfları olmak üzere tüm dünyanın işçileri, ezilenleri ve halklarıdır. Böylesi bir ortamda 1 Mayıs 2004 işçi sınıfının gerek yerel gerekse uluslararası birlik ve mücadelesinin en güçlü bir şekilde ortaya konulmasının gerekliliğini her yıl olduğundan daha da önemli kılmaktadır. Fakat işçi sınıfının temsilcisi olduğu iddiasındaki sendikalar, uzlaşmacı siyasetlerinin ve burjuvaziye sadakatlerinin bir gereği olarak bu yıl hafta sonuna denk gelen 1 Mayıs’ta kitlesini alanlara yığarak bir mücadele yürütmek yerine masa başında anlaşma yapmayı tercih ettiklerinin gün gibi ortaya çıkacağından çekinmekte ve korkmaktadır. Birlik ve mücadele günü olan 1 Mayıs için üyeleri arasında bir seferberlik yaratacaklarına, yer, izin gibi türlü bahanelerle işçi sınıfını demoralize ederken, ezilenlerin ve sosyalistleri oyalamaktadırlar. Oysa sendikalar 1 Mayıs’ın yeri konusunda gündemi kilitleyecekleri yerde, tabanlarını hareket geçirerek alanlara yığmaları halinde yer ve izin konusu fiilen sorun olmaktan çıkacaktır. Taksim Alanı’nın önemi o alana layık bir mücadelenin kaçınılmaz bir ihtiyaç olmasından kaynaklanmaktadır. Böylesi bir anlayışla donanmış güçlü bir hareket olmadan hiç kimse o alana layık olamaz ve çıkamaz.
Açıklama [701]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [702]: <!--[endif]-->
Açıklama [703]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [704]: <!--[endif]-->
Açıklama [705]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [706]: <!--[endif]-->
Açıklama [707]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [708]: <!--[endif]-->
Açıklama [709]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [710]: <!--[endif]-->
Açıklama [711]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [712]: <!--[endif]-->
Açıklama [713]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [714]: <!--[endif]-->
Açıklama [715]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [716]: <!--[endif]-->
DİSK ve KESK, 1 Mayıs’tan dört gün önce Taksim’de olacaklarını açıklamıştır. Bu tutuma gerekçe olarak da devletin 1 Mayıs’ı ve emekçilerin diğer mitinglerini tecrit edilmiş alanlara sıkıştırma çabalarını, Türk-İş’inde bu çabalara ortak olmasını göstermiştir. DİSK ve KESK’in tutumu söylem olarak doğrudur, ancak pratik karşılığı yoktur. Taksim yönünde basın açıklaması yapmalarına rağmen son güne kadar belirsizliği sürdürmeleri bunun kanıtıdır. Taksim’i kazanmanın aylar öncesinden başlayacak örgütlü bir hazırlık ve kitlesel bir güçle olacağı açıktır. DİSK ve KESK’in durumu ise bunun çok uzağındadır. İşçi sınıfının birliğe ihtiyaç duyduğu bir dönemde politik olarak içi doldurulmamış bir çıkışla iki ayrı 1 Mayıs örgütlemek sınıfın çıkarlarıyla örtüşmemektedir. Türk-İş’in uzlaşmacı tavrı ve devletin resmi politikalarını ısrarla savunmakta olduğu ortadadır. Bu 1 Mayıs’ta da bu çizgisiyle tutarlı bir biçimde 1 Mayısı bölecek ve zayıflatacak bir tutum sergilemiştir. Bu gerçeğe rağmen politik olarak içi boş bir çıkışla ayrı miting örgütlemek Türk-İş’ten siyasal olarak kopmaktan çok, bu konfederasyonda örgütlü olan ve mücadele eden Sümerbank, Petkim, Tuzla v.b işçilerinden kopmak anlamına gelecektir. Böyle bir tutumu ilerici, “emek hareketinin sol çıkışı” vb. olarak değerlendirmek yanlış olduğu gibi aynı zamanda işçi sınıfının bölünmesine katkı sunan anlayışa ortak olmaktır. Burjuvazinin saldırı gündemi ve NATO Zirvesi dolayısıyla 1 Mayıs 2004’ün daha kararlı ve kalabalık geçeceğini sadece sosyalistlerin değil devletin de tahmin ettiğine şüphe yok. İşte tam da bu yüzden iki 1 Mayıs’ın olması ve sahnelenen oyun, en çok da burjuvazi ve devletin değirmenine su taşımaktadır. Bölünmüş ve moralsiz işçi sınıfı ve ezilenler önümüzdeki günlerde gerçekleşecek saldırıları göğüslemekte zorlanacaktır. Sosyalist grupların bir kısmı 1 Mayıs’ın işçi sınıfının en geniş birliğini sağlayacak şekilde gerçekleşmesi için bir araya gelmiş ve bu yönde gayret göstermiştir. Ancak bu çabaların sonuçsuz kalması sosyalist hareketin gerek tek tek bileşenlerinin gerekse tamamının işçi sınıfını yönlendirecek bir güçte ve örgütlülükte olmadığını bir kez daha gözler önüne sermektedir. Sosyalistlerin işçi sınıfının içersinde sınıf mücadelesinden yana bir odak oluşturmaları gerekliliği bir kez daha tüm yakıcılıyla kendini hissettirmektedir. Gelinen aşamada 1 Mayıs, İstanbul’da ikiye bölünmüştür. Bizler bu ayrışmanın sendikalar arası sahici ve politik bir farklılığa dayanmadığını biliyoruz. Buna rağmen fiilen devletin baskı politikalarına karşı bir tutum almak adına DİSK, KESK ve süreç içinde ortaklaştığımız devrimci gruplarla bir arada 1 Mayıs’a katılacağız. Hiç bir konfederasyonun gündemine ve yaklaşımına destek vermeksizin, devrimci enternasyonalist şiarlarımızla, sendika bürokrasisinin aksine, işçi sınıfının birliğini vurgulamak üzere 1 Mayıs’ta yerimizi alacağız.
Açıklama [717]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [718]: <!--[endif]-->
Açıklama [719]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [720]: <!--[endif]-->
Açıklama [721]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [722]: <!--[endif]-->
Açıklama [723]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [724]: <!--[endif]--> Açıklama [725]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [726]: <!--[endif]--> Açıklama [727]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [728]: <!--[endif]--> Açıklama [729]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [730]: <!--[endif]--> Açıklama [731]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [732]: <!--[endif]--> Açıklama [733]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [734]: <!--[endif]--> Açıklama [735]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Birlik ve mücadele için alanlara!
Açıklama [736]: <!--[endif]--> Açıklama [737]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [738]: <!--[endif]-->
Açıklama [739]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [740]: <!--[endif]-->
Mavi Mayıs Açıklama [741]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [742]: <!--[endif]-->
“Sırtında ancak kendi doğrularını taşıyabilirsin!” Kapitalizmin sırtımızda kambur misali doğru diye taşıtmaya çalıştığı birçok kavram ve düşünce var. Örneğin 1 Mayısları insanların evine kapanması gereken tehlikeli günler olarak göstermeleri bu sahtekarlıklardan biri. Oysa 1 Mayıs, 1886 yılında 200 bin Amerikalı işçinin 8 saatlik işgünü için başlattıkları genel grev sonucunda dünya işçi sınıfının hafızasına kazınmış bir birlik ve mücadele günü. 4 işçi liderin idam edilmesiyle sonuçlanan ve 1890’da Kongre kararıyla uluslararası bir proleterya günü olarak kutlanmasına karar verilen bu mücadele gününü tüm işçi ve emekçiler hep birlikte alanlarda kutlamalıdır. Yoksa korkuyla evlerinde değil! 1 Mayıslar işçi sınıfının ve emekçilerin birlik, dayanışma ve mücadele günü olmasının yanında dünyada ve ülkemizde sınıf mücadelesinin durumu ve eğilimleri hakkında genel bir gözlem niteliği de taşır. İşçi sınıfına ve ezilen-sömürülen emekçi kitlelere yönelen neo-liberal saldırılara, özelleştirmelere, kölelik yasalarına, işgale, “Büyük Ortadoğu Projesi” altında ülkemizin de içinde bulunduğu coğrafyanın yeniden sömürgeleştirilmesi için biraraya gelen NATO’ya karşı herşeyin o kadar da kolay kabul ettirilemeyeceğinin bir işareti olarak bu yıl 1 Mayıs’ta çok daha kalabalık şekilde alanlarda olmalıyız. Bugün Irak halklarına uygulanan, sırf kendi ekonomik buhranlarının çıkışı olarak gördükleri kara petrolleri aklama bahanelerine; ve tüm dünya işçilerine ve yoksul halklarına yaşatılan zulme yeter demenin tarihine yakışır yeridir 1 Mayıslar. Burjuvazi, işçi sınıfının asgari seviyedeki haklarına karşı sadece ülkemizde değil, neo-liberal politikalarıyla tüm dünyada çeşitli araçlarla saldırmakta. Ülkemizde IMF endeksli, işbirlikçi politikalarıyla AKP işçi sınıfının önderliksiz, örgütsüz sürecinden yararlanmakta tereddüt etmemekte. Bizim ürettiklerimizle, yoksulluğumuza rağmen kurdukları sarayların bekçileri olan asker-polis rejimi ve onun teminatı MGK düzenine son demenin barometresidir 1 Mayıslar. Haziran ayında yapılacak NATO toplantısı kapalı kapılar ardında kendi çıkmazlarını bertaraf edecek hamleler geliştirmek için ve faturası yine emekçiye, işçiye, ezilenlere çıkarılacak yeni planların, projelerin peşinde. On yıllardır tüm kalelerini, askerlerini, zenginliklerini işçi sınıfını sömürmek için seferber eden burjuvaziye karşı birlikte mücadele ihtiyacı daha da artmıştır. Kapitalist sistem evde, işte, okulda, yolda düşüncelerimizde oluşturduğu kapanlarla bunun kader ve doğal bir sonuç olduğunu iliklerimize dek işletmek için tüm araçlarını seferber ediyor. Ama işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin üretimden gelen gücüyle ve örgütlülüğüyle tüm yaşamı durdurma gücüne sahip olduğunu burjuvazi
Açıklama [743]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [744]: <!--[endif]-->
Açıklama [745]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [746]: <!--[endif]-->
Açıklama [747]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [748]: <!--[endif]-->
Açıklama [749]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [750]: <!--[endif]-->
Açıklama [751]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [752]: <!--[endif]-->
Açıklama [753]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [754]: <!--[endif]-->
Açıklama [755]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [756]: <!--[endif]-->
ve işbirlikçileri unutmasın. Burjuvaziye ve işbirlikçilerine işçi sınıfının gücünün hatırlatılmasının günüdür 1 Mayıslar. Sırtımızda emperyalist-kapitalist sömürücülerin dayattığı doğruları taşımayacağımızı haykırmak, sınıfsız-sömürüsüz bir dünya mümkündür demek için şimdi alanlara. Bu güç biziz, dünyanın bütün işçileri ve onların oluşturacağı bir dünya partisi ancak tüm işçi, emekçi, yoksul, ezilen halkların kurtuluşu olacaktır.
Açıklama [757]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [758]: <!--[endif]-->
Açıklama [759]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [760]: <!--[endif]--> Açıklama [761]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [762]: <!--[endif]-->
Paris Komünü
Açıklama [763]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [764]: <!--[endif]--> Açıklama [765]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Lev Troçki New York, 17 Mart 1917
Açıklama [766]: <!--[endif]--> Açıklama [767]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [768]: <!--[endif]-->
Tarihte devrimler çoğu kez savaşları izler. İşçi kitleleri olağan dönemlerde bir köle gibi uysalca çalışarak, alışkanlıkların büyük baskısına boyun eğerek her Allah’ın günü didinip dururlar. Kapitalizme sadakatle hizmet eden bu alışkanlık olmasa, ne bekçiler ne polis, ne gardiyanlar ne de cellâtlar kitleleri boyunduruk altında tutabilirler.
Açıklama [769]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [770]: <!--[endif]--> Açıklama [771]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [772]: <!--[endif]--> Açıklama [773]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [774]: <!--[endif]-->
Kitlelere eziyet eden ve onları yıkıma uğratan savaş, egemenler için de tehlikelidir; çünkü savaş, halkı bir çırpıda alışılmış durumundan çekip çıkarır, gümbürtüsüyle en geri ve cahil unsurları uyandırır ve onları enine boyuna düşünmeye ve etraflarına bakınmaya zorlar.
Açıklama [775]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [776]: <!--[endif]--> Açıklama [777]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Savaş ve devrim Egemenler milyonlarca emekçiyi alevlerin içine iterek, alışkanlıklar yerine yalanlara ve vaatlere başvurmak zorunda kalırlar. Burjuvazi kendi savaşını kitlelerin âlicenap ruhunda değerli addedilen özelliklere boyayarak sunar: Savaş “Özgürlük” içindir, “Adalet” içindir, “Daha İyi Bir Yaşam” içindir! Kitleleri en derin noktalarına dek harekete geçiren savaş, değişmez bir biçimde onları aldatarak sonlanır: onlara yeni yaralar ve zincirler dışında hiçbir şey getirmez. Bu nedenle aldatılan kitlelerin savaştan doğan gergin durumu, çoğu kez egemenlere karşı bir patlamaya yol açar; savaş devrimi doğurur. On iki yıl önceki Rus-Japon Savaşı sırasında yaşanan buydu: bu savaş, halkın hoşnutsuzluğunu derhal arttırmış ve 1905 devrimine yol açmıştı.
Açıklama [778]: <!--[endif]--> Açıklama [779]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [780]: <!--[endif]-->
Açıklama [781]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [782]: <!--[endif]--> Açıklama [783]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [784]: <!--[endif]-->
Kırk altı yıl önce Fransa’da da bu olmuştu. 1870-1871 Fransa-Prusya Savaşı işçilerin isyanına ve Paris Komününün oluşumuna yol açmıştı. Açıklama [785]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Komün Parisli işçiler burjuva hükümet tarafından silahlandırılmış ve başkentin Alman birliklerine karşı savunulması için Ulusal Muhafız içinde örgütlendirilmişlerdi. Fakat Fransız burjuvazisini, Hohenzollern birliklerinden duyduğu korkudan çok daha fazla kendi proleterlerinin korkusu sardı. Paris teslim olduktan sonra, Cumhuriyetçi hükümet işçileri silahsızlandırmaya girişti. Ama savaş onlarda çoktan bir isyan ruhunu canlandırmıştı. Parisli proleterler, tezgâhlarına geri dönmeyi ve silahlarını ellerinden bırakmayı reddettiler. Silahlı işçilerle hükümet birlikleri arasında bir çarpışma oldu. Tarih 18 Mart 1871 idi. İşçiler galip gelmişlerdi; Paris ellerindeydi ve 28 Martta başkentte Komün olarak bilinen bir proleter hükümet kurdular. Ancak bu uzun sürmedi. Komünün son direnişçileri de, kahramanca bir direnişten sonra 28 Mayısta burjuva birliklerin saldırısı karşısında yenik düştüler. Bunu, proleter devrime katılanları hedef alan kanlı misillemelerin yapıldığı haftalar ve aylar izledi. Fakat kısa süren varlığına rağmen Komün, proleter mücadele tarihindeki en önemli olay olarak kaldı. İlk kez Paris işçilerinin deneyimleri temelinde, dünya proletaryası proleter devrimin ne olduğunu, onun amaçlarının ve izlemesi gereken yolların neler olduğunu görebiliyordu.
Açıklama [786]: <!--[endif]--> Açıklama [787]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [788]: <!--[endif]-->
Açıklama [789]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Komünün başarıları Tüm yabancıların işçi hükümetine seçilebilmesini kabul ederek işe başlayan Komün şunu ilân etti: “Komünün bayrağı Dünya Cumhuriyetinin bayrağıdır.” Komün dini okulları ve devleti tasfiye etti, ölüm cezasını kaldırdı, Vendome Sütununu (şovenizm anıtı) yıktı, maaşlarını bir işçinin ücretini geçmeyecek düzeyde tutarak tüm resmi görev ve mevkileri halkın gerçek hizmetkârlarına devretti. Komün üretimi toplumsal bir temel üzerinde başlatmak için, korku içindeki kapitalistler tarafından kapatılan fabrika ve imalâthanelerin sayımını başlattı. Bu, ekonomik yaşamın sosyalist örgütlenmesine doğru atılan ilk adımdı. Ancak Komün niyetlendiği önlemleri hayata geçirmeyi başaramadı: Ezildi. Fransız burjuvazisi “ulusal düşmanı” Bismarck’la –ki derhal onun sınıf müttefiki haline gelmişti– işbirliğine giderek, gerçek düşmanı olan işçi sınıfının isyanını merhametsizce bastırdı. Komünün görevleri ve planları gerçekleşmedi. Fakat bu plan ve görevler, tüm dünyada proletaryanın en iyi evlâtlarının yüreklerinde yerlerini buldular. Bunlar mücadelemizin devrimci vaatleri haline geldiler. Ve bugün, 18 Mart 1917’de, Komün imgesi daha önce hiç olmadığı kadar açık biçimde önümüzde durmaktadır, zira aradan geçen uzun zamandan sonra büyük devrimci savaşlar çağına bir kez daha girmiş bulunuyoruz.
Açıklama [790]: <!--[endif]--> Açıklama [791]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [792]: <!--[endif]--> Açıklama [793]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [794]: <!--[endif]-->
Açıklama [795]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [796]: <!--[endif]-->
Açıklama [797]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [798]: <!--[endif]-->
Açıklama [799]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [800]: <!--[endif]-->
Açıklama [801]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [802]: <!--[endif]-->
Dünya savaşı Dünya savaşı, on milyonlarca emekçiyi, içinde bir ot gibi yaşadıkları ve çalıştıkları alışılmış koşulların dışına çıkarmıştır. Şimdiye kadar bu yalnızca Avrupa’da gerçekleşti; yarın aynı şeyi Amerika’da da göreceğiz. Daha önce işçi kitlelerine hiçbir zaman böyle sözler verilmemişti. Onlar için hiç böyle gökkuşakları çizilmemişti. Hiçbir zaman bu savaş sırasındaki kadar övülmemişlerdi. Daha önce hiçbir zaman mülk sahibi sınıflar, “Anayurt Savunusu” adıyla sürdürülen bu yalanı savunma adına halktan bu denli kan istemeye cüret etmemişlerdi. Ve daha önce hiçbir zaman emekçiler bu kadar aldatılmamış, ihanete uğramamış ve bugünkü kadar cefa çekmemişlerdi. Kan ve çamurla dolu çukurlarda, açlıktan kıvranan şehirlerde ve köylerde milyonlarca yürek, öfke, hiddet ve üzüntüyle çarpıyor. Ve sosyalist ideallerle ilişkili bu duygular devrimci şevke dönüşüyor. Yarın alevler işçi kitlelerin güçlü isyanlarında parlayacaktır. Rus proletaryası devrimin uzun yoluna çoktan koyulmuştur ve bunun etkisiyle dünyanın gördüğü en rezil despotizmin temelleri yıkılıp parçalanmaktadır. Ne var ki Rusya’daki devrim, Avrupa’nın bütünündeki ve tüm dünyadaki proleter ayaklanmaların yalnızca bir müjdecisidir. Komünü Hatırla! Biz sosyalistlerin başkaldıran işçi kitlelerine diyeceği budur. Burjuvazi sizi bir yabancı düşmana karşı silahlandırdı. Silahlarınızı geri vermeyi reddedin, tıpkı Parisli işçilerin 1871’de reddettiği gibi! Karl Liebknecht’in çağrısına kulak verin ve bu silahları gerçek düşmanınıza, kapitalizme çevirin! Devlet makinesini onların ellerinden söküp alın! Onu, burjuvazinin baskı aracından proletaryanın öz-yönetim aygıtına dönüştürün. Bugün Komün dönemindeki atalarınızdan sonsuz ölçüde daha güçlüsünüz. Tüm asalakları tahtlarından indirin! Topraklara, madenlere ve fabrikalara kendi kullanımınız için el koyun. Çalışmada kardeşlik; emeğin meyvelerinden yararlanmada eşitlik! Komünün bayrağı, Dünya Emek Cumhuriyetinin bayrağıdır. (Yukarıdaki makale http://www.marksist.com adresinden alınmıştır.)
Açıklama [803]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [804]: <!--[endif]-->
Açıklama [805]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [806]: <!--[endif]-->
Açıklama [807]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [808]: <!--[endif]-->
Açıklama [809]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [810]: <!--[endif]-->
Açıklama [811]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [812]: <!--[endif]--> Açıklama [813]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [814]: <!--[endif]--> Açıklama [815]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [816]: <!--[endif]--> Açıklama [817]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [818]: <!--[endif]--> Açıklama [819]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [820]: <!--[endif]--> Açıklama [821]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [822]: <!--[endif]--> Açıklama [823]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [824]: <!--[endif]-->
Sermayenin ve savaşın Avrupası’na hayır! Avrupa Birliği Anayasasına hayır!
Açıklama [825]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [826]: <!--[endif]--> Açıklama [827]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [828]: <!--[endif]-->
(Uluslararası İşçi Birliği – Dördüncü Enternasyonal’in (UİB-DE) 15 Kasım 2003’te Paris-St. Denis’te düzenlenen Avrupa Sosyal Forumunda sunduğu deklerasyon.)
Açıklama [829]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [830]: <!--[endif]-->
Açıklama [831]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [832]: <!--[endif]-->
Uluslararası İşçi Birliği – Dördüncü Enternasyonal (UİB-DE), Paris-St. Denis Avrupa Sosyal Forumuna katılan tüm antikapitalist aktivistleri ve örgütleri selamlar. Bu önemli buluşma, Irak’ın silahların gölgesinde yeniden sömürgeleştirilmesini Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde meşrulaştırmak için baş emperyalist ortaklarıyla işbirliğine giren “demokratik” Avrupa ülkelerinin gerçek yüzlerini açığa vurdukları bir dönemde gerçekleşmekte. Aralarındaki anlaşmazlık ise, Irak’a asker göndermeme ve Amerikan çok uluslu şirketlerince tekel altına alınan “yeniden inşa” sürecine mali yardım yapmama konularına indirgenmiş durumda. Böylece, Birleşmiş Milletler’in gerçekte emperyalist egemenliğin hizmetinde bir örgüt olduğu dünya halklarının gözünde iyiden iyiye açığa çıkmıştır. Avrupa emperyalizminin bu politikası, Javier Solana’nın ikiyüzlü bir biçimde “Daha İyi Bir Dünyada Güvenli Bir Avrupa” başlığını taşıyan ve barışseverelik maskesini bir yana atarak Bush’un “sonsuz savaş” adlı gerici söylevinden alıntılar içeren, onun “önleyici eylemler” askeri doktrinini destekleyen, “Birliğin, dünyanın herhangi bir yerinde kararlı, ivedi ve gerekiyorsa sert müdahalesini” öngören raporuna verdiği resmi destekle uyum içindedir. Avrupa Birliği, ABD’nin askeri üstünlüğünü tartışılmaz olarak kabul etmekte, aynı zamanda kendini de askeri alanda “dünya ölçeğinde bir güç” olarak ileri sürmekte ve ABD’nin kendisini vasal değil “müttefik” olarak görmesini istemekte. Bu nedenle de müdahalelerin, kendisini veto hakkının bulunduğu BM’in örtüsü altında gerçekleştirilmesini talep etmekte. Forum aynı zamanda, başlıca Avrupa hükümetlerinin işçilerin bugüne değin elde ettikleri haklara ve kazanımlara da saldırdığı bir dönemde gerçekleşmekte: ücretlere ve maaşlara, işsizlik ödentilerine, kamu sağlık ve eğitim sektörlerine saldırılmakta, büyük devlet işletmeleri bir bir kapanmakta, kamu şirketleri ve hizmetleri yaygın bir biçimde özelleştirilmektedir. Amaçları, II. Dünya Savaşı’nın daha öncesinden itibaren kazanılan sosyal hakları ve özgürlükleri geriletmekten başka bir şey değildir. Sosyal ödentilerin dayanılmaz haline geldiğini iddia eden bu hükümetlerin uyguladığı reçete aynıdır: emeklilik yaşını yükseltmek, hesap bazını genişleterek ödentilerin miktarını azaltmak, zorunlu prim ödeme sürelerini artırmak ve büyük bankalarca denetlenen emeklilik planlarını desteklemek. Buna karşılık, bir yandan sosyal ödentileri köklü bir biçimde kısarken, öte yandan da şirketlerin ve zenginlerin vergi miktarlarını da önemli ölçülerde düşürmekte olduklarını unutmamak gerekir. Bütün bu saldırı sürecinde bugünkü yeni öğe, mevcut gerici çizgiyi güçlendirmeye yönelik olarak hazırlanan Avrupa Anayasasıdır. Kasım ayında Avrupa hükümetleri bir araya gelerek, antidemokratik bir biçimde oluşturulan seçkinler Konvansiyonunun hazırladığı taslağa son halini verdiler. Bununla birlikte aralarında hala güç ve yetki dağılımını ve Birliğin “Hıristiyan kökenli” olarak tanımlanmasının gerekip gerekmediğini tartışmaktalar. Ancak sonuçta ortaya çıkacak ve meşrulaştırılması amacıyla derhal referanduma sunulacak olan metnin, anti-demokratik, neo-liberal ve emperyalist bir Anayasa olacağı kuşkusuz: Sermayenin ve savaşın Avrupası’nın anayasası.
Açıklama [833]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [834]: <!--[endif]--> Açıklama [835]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [836]: <!--[endif]-->
Açıklama [837]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [838]: <!--[endif]-->
Açıklama [839]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [840]: <!--[endif]-->
Açıklama [841]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [842]: <!--[endif]-->
Açıklama [843]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [844]: <!--[endif]-->
Açıklama [845]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [846]: <!--[endif]-->
Anti-demokratik bir Anayasa Anayasa, giderek otoriterleşen ve denetim dışı kalan “güçlü devlet”e zemin hazırlamaya hizmet etmektedir. Bizzat Anayasanın hazırlanış süreci, bu süreç boyunca Avrupa halklarının küçümsenerek tamamen devre dışı bırakılması, hükümetlerin anti-demokratik tutumlarının bir göstergesidir. Anayasa, halk egemenliğinin bir ürünü değil, yöneticilerin hazırladığı basit bir “tebliğ tezkeresi”dir, bir kez onaylandığında, ileride herhangi bir üye ülkenin karşı çıkmasının olanağı bulunmayan bir tezkere. Anayasada Avrupa halklarına değinilmemekte ve sadece mevcut devletler tanınarak devletsiz uluslar AB’nin dışında tutulmakta, kendi kaderlerini tayin hakkının tanınması böylece olanaksız hale getirilmekte. Ama Anayasa daha da ileri gitmekte: devletlerin, halkların bu meşru taleplerine karşı baskı yöntemleri uygulamasını meşrulaştırmakta, örneğin İspanyol devletinin, “ana görevleri” arasında saydığı “ülkenin toprak bütünlüğünü, kamu düzenini ve iç güvenliği koruma ve kollama” politikalarını desteklemektedir. Aznar’ın Bask halkına yönelttiği bu ciddi tehditler Anayasa projesinin temel ilkelerinden biri durumuna getirilmiştir. Anayasada belirlenen “Avrupa adalet ve politika çerçevesi”, hükümetlerin daha baskıcı ve otoriter hukuki araçlarla kamu denetimsiz uygulamalara yönelebilmelerini olanaklı kılmaktadır. “Dayanışma Maddesi” olarak anılan bölüm iyiden iyiye tehdit edici bir nitelik taşımaktadır, zira Birliğin “terörizm riskini önlemek ve demokratik kurumları korumak” için “gerekirse askeri” tüm araçlarla seferber olmasını öngörmektedir. Ama, böyle bir riskin bulunduğuna ve “demokratik kurumların” korunması gerektiğine kim karar verecektir? Bu Anayasa, tümüyle denetim dışı bir bürokratik yapı oluşturmaktadır, öyle ki en güçlü ülkeler ve Brüksel bürokrasisi, çok uluslu şirketlerle el ele, ve saldırılarına demokratik kılıf hizmeti görecek bir Avrupa Parlamentosu’yla birlikte, kıtanın kaderini ellerinde tutmaya devam edeceklerdir.
Açıklama [847]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [848]: <!--[endif]--> Açıklama [849]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [850]: <!--[endif]-->
Açıklama [851]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [852]: <!--[endif]-->
Açıklama [853]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [854]: <!--[endif]-->
Açıklama [855]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [856]: <!--[endif]-->
Açıklama [857]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Neoliberal bir Anayasa Günlük basında, büyük şirket lobilerinin ve baskı gruplarının Avrupa kurumları üzerindeki büyük etkilerinden söz edilmektedir. Avrupa işverenler örgütü UNICE bunun iyi bir örneğidir: “yasama projelerini son noktasına kadar inceleyip, bunların kabul edilmesinden önce işverenlerin görüşlerini dökümanlara sokabilen gerçek bir aygıt.” Aynı şekilde, “lobiler ile topluluk kurumları arasındaki ilişkiler, karşılıklı personel alışverişini de içeren tam bir bütün oluşturmakta.” (El Pais, 12/10/03) Avrupa Anayasası bütün bunları olanaklı kılmakta ve büyük sermayenin işçilerin kazanımlarına yönelik saldırısını meşrulaştırmaktadır. Büyük sermayenin istediği gibi davranabilmesini, bir yerden başka bir yere serbest biçimde taşınabilmesini, ücretleri istikrarlaştırabilmesini ve düşürebilmesini, fabrikaları kapayıp bunları daha düşük ücretlerden ve hak yoksunluklarından yararlanabilmek amacıyla Doğu Avrupa ve Üçüncü Dünya ülkelerine nakledebilmesini olanaklı kılmaktadır. Daha da ciddisi, Anayasa, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) tarafından önerilen Hizmet Ticareti Genel
Açıklama [858]: <!--[endif]--> Açıklama [859]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [860]: <!--[endif]-->
Açıklama [861]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [862]: <!--[endif]-->
Açıklama [863]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [864]: <!--[endif]-->
Anlaşmasını tartışmasız olarak benimsemekte ve AB için kabul etmektedir. Bu anlaşma, herhangi bir üye devletin kamu hizmetlerinin özelleştirilmesine karşı çıkmasını engellemeye yöneliktir. Bu amaçla, çok uluslu şirketlerin “serbest ticarete” engel olarak gördükleri devlet düzenlemelerini incelemekle – ve cezalandırmakla – görevli, DTÖ’ne bağlı bir mahkeme kurulmaktadır. Buna karşılık Anayasada, sosyal haklar konusunda bir Avrupa asgari kriteri öngören herhangi bir madde bulunmamaktadır. “Temel Haklar Tezkeresi” denen belge, bu gereksinim karşısında oluşturulan bir küstahlık örneğinden başka bir şey değildir; belgede, günümüzde son derece istikrarsız hale getirilmiş olan ve pek çok Doğu Avrupa ülkesinde bulunmayan bazı haklar “alt düzeyden uyumlulaştırılmaktadır”. Bu amaçla örneğin, “iş hakkı”nın yerine “çalışma hakkı” geçirilmektedir. Büyük sermayenin hizmetindeki ekonomik politikalar Avrupa Komisyonu tarafından özendirebilecek ve koordine edebilecek, buna karşılık sosyal ve mali politikalar üye devletlerin yetkisinde kalacaktır. Avrupa Merkez Bankası herhangi tip bir denetimin dışında bırakılacak, “sıfır açık” anayasal bir standart haline getirilecektir. İki yüzlü bir biçimde adlandırılmış olan “gelişmiş toplumsal demokrasi”ye ilişkin tek referans ise bunun ancak “yüksek rekabet yeteneği” ile olanaklı olacağına ilişkindir. Anayasa aynı şekilde, destekli ihracata yönelen ve tarım sübvansiyonlarının asıl yararlanacıları olan büyük toprak sahipleri ve büyük tarım işletmeleri karşısında yıkıma uğrayan yüz binlerce küçük tarım işletmecisinin temsilcileri olan tüm örgütlerce rededilen bir Ortak Tarım Politikası’nı kendisine temel almaktadır.
Açıklama [865]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [866]: <!--[endif]-->
Açıklama [867]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Irkçı ve kadın haklarına karşı bir Anayasa Anayasa taslağı, Avrupa’yı egemenliği altındaki ülkelerde gerçekleştirdiği sömürü nedeniyle bizzat kendisinin yol açtığı göç olgusu karşısında geçilmez bir kale haline getirmeyi öngörerek yabancı düşmanı bir çerçeveye sokmaktadır. “Topluluk üyesi olmayan uzun süreli sakinler” tanımıyla bir alt düzey yurttaş kategorisi geliştirerek, birinci ve ikinci sınıf yurttaşlar yaratmaktadır. “Entegrasyon”dan sorumlu Danimarkalı bakan Bertel Haarder, politik sığınma yasasından yararlanan göçmenlerin “Devlet tarafından beslenmesi” yerine “en ağır ve en düşük ücretli işlere verilmelerini” önererek hükümetlere izlemeleri gereken yolu göstermiştir: “Bunların kürk yüzme ve domuz bakım işlerine verilmeleri gerekir. Bunlara ne iş verilirse azdır.” Anayasa, kadın haklarını, özellikle korunma ve kürtaj hakları ile nikahsız birliktelik hakkını da tanımamaktadır.
Açıklama [868]: <!--[endif]--> Açıklama [869]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [870]: <!--[endif]-->
Açıklama [871]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Emperyalist bir Anayasa Anayasa, Javier Solana’nın yeni askeri “önleyici saldırı” doktrinini Avrupa’nın ilkesi haline getirmektedir. Bu doktrinle, Irak’ın işgali meşrulaştırılmakta, kitle imha silahları büyük emperyalist güçlere ve bunların İsrail gibi en sadık müttefiklerinin tekeline terk edilmekte. Anayasayla, bir yandan “NATO’ya bağlı olmaktan doğan yükümlülüklere saygı gösterirken”, bir yandan da Fransa ile Almanya’nın “Birlik çerçevesinde” ortak bir güç kurmalarına yol veren bir emperyalist Avrupa taslağı çizilmektedir. Anayasa taslağı, emperyalist Avrupa çok uluslu şirketlerinin ABD şirketleriyle, Latin Amerika, Afrika ve Asya’nın yağmalanmasında rekabet edebilmesini kolaylaştırmaya yöneliktir; bu rekabetin en son örneklerinden biri, Bolivya devriminin patlak vermesine yol açan, İspanyol Repsol şirketinin giriştiği “gaz savaşı” olmuştur. Anayasa, iki yüzlü bir biçimde “kalkınmaya yardım” olarak
Açıklama [872]: <!--[endif]--> Açıklama [873]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [874]: <!--[endif]-->
Açıklama [875]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [876]: <!--[endif]-->
adlandırılan ve yoksul ülkeleri bağımlılığa, sefalete ve azgelişmişliğe mahkum eden “yapısal ayarlama” aracı olarak kullanılan dış borçlar aracılığıyla bağımlı ülkeleri yağmalayan bir Avrupa öngörmektedir. Bu Anayasa aynı zamanda, uzmanlaşmış işgücü bakımından zengin, emekçi haklarından yoksun iyi bir pazar olan Doğu Avrupa ülkelerinin yeniden sömürgeleştirilmesini de öngörmektedir. On yılı aşkın bir süreden beri sürdürülen vahşi bir kapitalist restorasyonla bitap düşmüş olan ve Avrupa Birliği’ne ikinci sınıf ortaklar olarak monte edilen bu ülkeler, Avrupa çok uluslu şirketlerince, öbür Birlik üyesi ülkelerin emekçilerini “rekabet edebilirlik” adına hak ve kazanımlarından feraget etmeyi “kabullenmeye” zorlamak amacıyla kullanılmaktadır. Bu aynı zamanda, Fas’ı “serbest ticaret bölgeleri” aracılığıyla yeniden sömürgeleştirmek isteyen bir Avrupa tasarımıdır.
Açıklama [877]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [878]: <!--[endif]-->
Açıklama [879]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Resmi solun Anayasa karşısındaki utanç verici tutumu Avrupa Anayasası projesi, sadece Avrupa Sağının değil, ama aynı zamanda geçerli olabilmesi için desteğinin şart olduğu sosyal demokrasinin Sağ ile yaptığı ittifakın bir ürünüdür. Gerçekte, ne kadar aranırsa aransın, Schröder ve Blair ile Chirac, Berlusconi ve Aznar arasında bir fark bulabilmek olanaklı değildir. Üstelik sadece iktidardaki değil, ama muhalefetteki sosyalist partiler de bu gerici taslağı desteklemekte, bu Anayasaya sadık kalacaklarını vaad etmekte ve iktidara geldiklerinde uygulayacaklarını ilan etmekteler. Öte yandan, kendilerini sosyal demokrasinin solunda olarak sunan, ama bu Anayasa taslağına karşı mücadele etmeyi reddeden ve ona “eleştirisel destek” veren, bunun bir “kalkış noktası” olduğunu ve “sosyal” anlamda geliştirilmesi gerektiğini ileri süren eski komünist partiler de gerici bir çizgide konumlanmaktadırlar. Bu partiler de, bu gerici, neoliberal ve emperyalist Avrupa projesinin ortaya çıkmasında sorumluluk sahibidirler.
Açıklama [880]: <!--[endif]--> Açıklama [881]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [882]: <!--[endif]-->
Açıklama [883]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [884]: <!--[endif]-->
Açıklama [885]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
“Anayasaya Hayır” cephesini örgütleyelim HAYIR cephesinin örgütlenmesi, küreselleşme karşıtı hareket ve tüm Avrupa anti-kapitalist akımları için, özellikle 2004 yılında topluluk ülkelerinde düzenlenecek olan referandumlar dikkate alındığında, büyük bir öncelik taşımaktadır. Bu referandumlar, gençlerin, emekçilerin ve ezilen ulusların, bu gerici, emekçi, gençlik ve ezilen ulus düşmanı Anayasa projesine olan tepkilerini dile getirebilmeleri bakımından eşsiz bir fırsat sunmaktadır. Paris - St. Denis’teki Avrupa Sosyal Forumu, Avrupa ölçeğinde kitlesel bir HAYIR kampanyasının örgütlenebilmesi açısından büyük bir olanaktır. Söz konusu olan, “Avrupa Birliği”nin bu niteliğini ve onun önerdiği Anayasayı kıtanın en ücra köşelerine kadar teşhir edebilmek için birleşik ve yoğun bir faaliyetin örgütlenebilmesidir. Emekçilerin ve halkların, sosyal ve ekonomik hakların, demokratik özgürlüklerin, göçmenlerle ve ezilen ülkelerle dayanışmanın ve emperyalist savaşa karşı mücadele etmenin Avrupası alternatifini sunan bir kampanya.
Açıklama [886]: <!--[endif]--> Açıklama [887]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [888]: <!--[endif]-->
Açıklama [889]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [890]: <!--[endif]-->
Açıklama [891]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [892]: <!--[endif]-->