Is37 yeni

Page 1

Adalet mi? Kadınlar çoktan kaybetti! Erkekler kadınlardan farklı olarak, ayrılamadıkları, kapıyı çarpıp gidemedikleri, kendilerine yeni bir hayat kuramayacakları için değil, kadınlar onlara “hayır!” dediği için öldürüyorlar. › 4

Mahalleler kazanımla başladı

İstanbul’un çeşitli (35) mahallelerin yaşadıkları ortak sorunları birlikte çözmek için İstanbul mahalleler birliği adında bir platform oluşturuldu. › 6

İşçilerin Sesi

İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır

ISSN: 2147-1568 Nisan 2015/Sayı 37 Fiyatı: 1.5 TL

Başkanlık tartışmaları AKP’nin ömrünü kısaltıyor! ■

Erdoğan Cumhurbaşkanı olarak halk tarafından seçilince, başkanlık tartışmalarını yeniden gündeme getirdi ve AKP’nin 2015 Genel seçimlerinde öne çıkaracağı temel argüman olması için de partiye baskı yapıyor. › 10

■ Mega Projeler

İstanbul’u susuz bırakacak Su Hakkı Platformu Tarafından yayınlanan, “İstanbul’un Su Krizi ve Kolektif Çözüm Önerileri” başlıklı raporda 2050’ye kadar İstanbul’daki sıcaklık değerleri 3 derece artacağı söyleniyor. › 11

■ Yemen:

Uluslararası gerilimi artıran bir savaş

Şubat ayının başında, Yemen’de iktidar değişikliği oldu. Şii milisler (Husiler), iktidardaki Sünni yönetimi devirdiler ve iktidarı ele aldılar. İktidarın el değiştirmesi, Arap ülkelerinin egemen sınıflarını ve ABD’yi rahatsız etti. Suudi Arabistan liderliğinde oluşturulan askeri güç Yemen’e havadan askeri müdahaleye başladı. Arap Birliği Dışişleri Bakanları Konseyi tarafından onaylanan, 150 bin kişilik “Ortak Arap Askeri Gücü”nün kurulması sadece “Yemen Savaşı” için olamaz. › 12

AKP kaybettikçe saldırıyor!

TAYYİP ERDOĞAN VE AKP DERİN

kurmaylarının ırkçı sağcı politikalara doğru belirgin biçimde çubuğu bükmesi, AKP’nin siyasi gücünü MHP ile tahkim ederek otoriter siyasetini sürdürme ihtimali herhangi bir fikir cimlastiği; siyasi fantezi değildir. Bu yüzden, HDP’nin seçim başarısı ile yetinilecek bir seçim stratejisi eksik olacaktır. Hem sosyalist sol için hem de HDP’nin yürüttüğü müzakere sürecinin devamı için aşılmış bir hedeftir. › 9

BİZİM KAPİTALİST SİSTEMLE

görülecek hesabımız, bakan denen bazı görevlilerle görülecek olandan çok daha büyüktür. Tüm enerjimizi bu sisteme karşı kolektif bir mücadeleye yöneltmek için, insanlığa karşı işlenen tüm suçları, insan bedeni ve ruhunun maruz kaldığı tüm hakaretleri mevcut toplumsal sistemin zorunlu sonuçları ve ifadeleri olarak görmeyi öğrenmek; tutuşan intikam arzusunun en yüksek manevi tatmin bulabileceği yön budur. › 15


2

İşçilerin Sesi

Biz kimiz? Ne istiyoruz? Ne için mücadele ediyoruz? n Bugün

dünyaya egemen olan anlayış, sömürücü, ırkçı, gerici, baskıcı ve cinsiyetçi zorbalığa dayanıyor. Kapitalizm insanlık için son çıkış yolu olamaz. İnsanlığın kurtuluşu, sömürü ve baskıdan ayrımcılıktan uzak yeni bir toplum olmalı; bu da komünizmdir.

n Rusya’da

1917 Ekim işçi devriminden kısa bir süre sonra, Doğu Avrupa, Çin ve Küba’da daha en başından itibaren “işçi sınıfı ve komünizm” adına yaşananlar işçi sınıfının çıkarlarından uzak, bürokratik ve yozlaşmış rejim deneyimleri olmuştur. Bu rejimlerle işçi demokrasisinin ve komünizmin doğrudan ilgisi yoktur. Komünizm işçi sınıfı ideolojisidir. Onun tarafından ve dünya seviyesinde inşa edilebilir.

n İşçilerin Sesi gazetesi, insanlığın kurtuluşu

olan komünizmi kadın ve erkeklerin her türlü sömürü, ezme-ezilme ilişkisinden ayrımcı uygulamadan, yabancılaşmadan kurtuluşu olarak anlar. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını savunur.

n İşçilerin Sesi

gazetesi, kapitalistlerin kârı uğruna işçilerin sömürülmesine hizmet eden tüm kurumlara, burjuva devlete, meclise, mahkemelere, orduya ve polise karşı tutum alır.

n İşçilerin Sesi

gazetesi, sendikaların devletten ve sermayeden bağımsız demokratik ve şeffaf olmalarını savunur. İşçileri ihanet eden sendika bürokratlarına karşı mücadele eder. Sendikaların yeniden ve tabandan gelişek işçi hareketi eliyle işçilerin öz örgütü haline gelmesine çalışır.

n İşçilerin Sesi

gazetesi işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları gibi, siyasi hakları ve iktidarı için de mücadeleyi zorunlu sayar. Tüm işçilerin, emekçilerin, yoksulların öz çıkarlarını savunacak enternasyonalist komünist bir işçi partisinin inşasını amaçlar. Bu aynı zamanda uluslararası işçi sınıfının partisi olacak olan yeni bir komünist enternasyonalin inşası demektir.

n İşçilerin Sesi

gazetesinin savunduğu görüşler bunlardır. Bu amacı paylaşan tek tek işçi ve aydınlarla; devrimci örgütlerle birlikten yanadır. Bu gazeteyi savunanlar Marks, Engels, Lenin ve Troçki’nin geleneğine bağlıdır. Enternasyonalist komünisttir. İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi Aylık süreli siyasi yayın Tarih: Nisan 2015 l Sayı: 37 Baskı: Yön Matbaacılık, Davutpaşa Cad. Güven San. Sitesi B Blok, No 366 Topkapı İstanbul. Tel: 0212 544 66 34 Sahibi: KCS Yayınevi (Kemal C. Sarıoğlu) Sorumlu Müdür: Songül Yarar Dede Adres: Çalışlar Caddesi No: 49/6 Bahçelievler / İstanbul web: iscilerinsesi.org email: iscilerinsesi@gmail.com

Nisan 2015/37

AKP kaybediyor, kaybedecek! 1 Nisan’dan bu yana İstanbul başta olmak üzere peşpeşe yaşanan olaylar; infazlar, kitlesel gözaltılar, sabaha karşı operasyonlar sadece bir “iç güvenlik” ya da “silahlı şiddet eylemcilerine karşı” önlemler olarak görülemez. Bu yaşananlar AKP’nin gerilemesini ve çözülmesini önlemeye dönük operasyonlardır. Öyle anlaşılıyor ki, bu operasyonlar seçimlere kadar gidecektir. AKP seçimleri kazanabilmek ve iktidarda kalabilmek için her yolu denemeyi göze almıştır. Herkes görüyor ki, seçim tarihi yaklaştıkça, AKP’nin kimyasında bozulma artıyor. Arınç-Gökçek kavgası bunun kısa ama sert geçen ifadesi oldu. Milletvekilli listeleri kesinleştiğinde, üç dönem kuralı sebebiyle yeniden milletvekili olamayacak parti yöneticileri arasında çözülme hızlanabilir. Bu gidişi durdurabilmek, AKP dışında bir düşman yaratmakla ve ardından da “milli birlik ve beraberlik” edebiyatına sarılmakla mümkün olabilirdi. AKP her seçim döneminde sahte bir demokrasi söylemiyle halkın karşısına çıkıyor. Ancak AKP’nin elinde artık bir Ergenekon, Balyoz Davası yok. Hükümet hain, düşman ilan ettiği ve “Paralel Yapı” diye adlandırdığı Gülen Cemaatinden silahlı bir örgüt de çıkartamadı. Tayyip Erdoğan müzakere sürecini bile riske atacak adımlar atarken, sadece 7 Haziran seçimlerini düşündüğünü gizlemedi. Nitekim “Ne Kürt sorunu ya” ünlemesi, ardından ülkücülerin Kürt öğrencilere bir dizi üniversitede saldırıları ve son olarak da sınır bölgesinde yeniden başlatılan askeri operasyonlar, Kürt hareketini kışkırtmayı başardı; Kürtlerin süreci bozmalarını ya da sokağa çıkmalarını başaramadılar. Kitlesel Newroz mitingleri AKP’ye yanıt oldu. Ekonomi de iyiye gitmiyor. Merkez Bankası Başkanı ile Erdoğan arasındaki karşılıklı söz düellosu şimdilik durulsa da, ne işsizlik ne döviz fiyatı ne de faiz düşmüyor. Ekonominin motoru sayılan inşaat sektörü gibi, üretim de yavaşlamış durumda.

Öte yandan, AKP’nin seçim hedefine, Tayyip Erdoğan’ın da başkanlık hevesine ulaşmasını engelleyecek seçeneğin HDP etrafında oluştuğu daha net görülüyor. Kamuoyu yoklamaları, HDP’nin yüzde 10 barajının aşma ihtimalinin düne göre daha yüksek olduğunu gösteriyor. Yani AKP’nin değil 400, 330 hatta hükümet kurabilecek sayıda milletvekili çıkartması bile tartışmalıdır. Böylesine bir siyasi ortamda DHKPC adına bir süredir yapılan “kör” eylemler (Dolmabahçe Sarayına saldırı, savcının rehin alınması vb.), eylemcilerin niyetlerinden bağımsız olarak gelişen siyasi süreci sol, ezilenler, işçi sınıfı açısından ilerleten siyasi sonuçlar doğurmuyor. Tam aksine infazlar moral bozmaya, sola desteği azaltmaya yol açıyor; AKP’nin kendisini toparlamasına, fırsat veriyor. Söz konusu eylemler işçi sınıfının çıkarlarına hizmet etmiyor; işçi sınıfı mücadelesiyle ilgisi bulunmuyor. AKP’nin gerilemesini sağlamadığı gibi, polisi ve burjuva devleti, gerici yasaları güçlendiriyor. AKP’ye arayıp da bulamadığı siyasi istismar ve güç gösterisinde bulunma; düşman yaratma fırsatı veriyor. AKP kurmayları da bu yolla hem parti içindeki dağılmayı gözden uzaklaştırmayı isteyecekler, hem de AKP’nin hedef alındığı söylemiyle onu yeniden mağdur göstermeye çalışacaklar. AKP’nin kendisini yeniden tahkim etmesine, mağdur göstermesine fırsat vermeden, 7 Haziran seçimlerinde hedeflenen siyasal rejim değişikliğini önlemek üzere, kitle mücadelesinden başka güvenebileceğimiz güç yoktur. AKP’yi korkutan bireysel şiddet eylemleri değil, Gezi İsyanı gibi, Berkin’in cenazesinde sokağa çıkan yüzbinler gibi, metal işçilerinin binlercesinin grevleri gibi kitle eylemleri, işçi mücadeleleridir. AKP’nin işçi sınıfı düşmanı, ırkçı, cinsiyetçi, mezhepçi politikalarını durdurmak istiyorsak, işçi sınıfının mücadelesini ve kitle hareketini örgütlemeliyiz. AKP’nin ve sermayenin korktuğu tek güç devrimci fikirler etrafında birleşmiş, kitle hareketidir.


İşçilerin Sesi

Nisan 2015/37

3

Berkin Elvan’ın Ailesi’nden ‘son açıklama’

B

erkin Elvan’ın ailesi twitter üzerinden “Ailemizin son açıklamasıdır. Dostlarımıza...” başlıklı bir mesaj yayınladı. Gülsüm Elvan-Sami Elvan imzalı açıklamada şu görüşler yer aldı: “Aşık Veysel ‘Koyun kurt ile gezerdi fikir başka başka olmasa’ demişti. Hiçbirimiz aynı durumu, aynı olayı aynı yorumlamıyoruz. Kalbimiz farklı şeyler dese bile bir şekilde bulunduğumuz taraf o duruma farklı yorum yapmamızı sağlıyor. Berkin vurulduğunda ve öldüğünde böyleydi, savcı Mehmet Kiraz ve iki genç öldürüldüğünde de böyle oldu. Tertemiz duygularıyla ayrım gözetmeksizin insanların acılarını sahiplenenler, destek olanlar, adaletsizliğe, hukuksuzluğa tertemiz duygularıyla karşı çıkan dostların her zaman başımızın üstünde yeri vardır. Bunun dışında kalanların görüşüne saygı duyamıyoruz artık. Saygı duymadıklarımız için Berkin, Ceylan, Uğur, Nihat, Burak, Yasin, Mehmet Kiraz, Bahattin, Şafak sadece bir sonraki ölüm olana kadar geçerli gündem ve siyaset malzemesidir. Yeni ölümler yeni gündemler... “Artık yeter...” “İsimler ölüp gider. Onlar için önemli olan sadece ölenin siyasi kimliği, o yoksa etnik kimliği, o da tutmazsa mezhebi… Çocuk olduğu için, genç olduğu için, kadın-erkek olduğu için hepsinden önemlisi insan olduğu için sahip çıkmayanlar yönlendiriyorlar hayatı. Artık yeter. Biz Berkin’e yetiştiremedik gözyaşlarımızı, ancak siz başkalarının gözyaşları aksın ve siyaset yapalım diye bekliyorsunuz. Meclis’te olsun olmasın, sağ ya da sol görüşlü, iktidar partisinden Meclis dışı muhalefetine, çoğunuz aynısınız. Bu hayat çok acı, çünkü sizler günlük siyaset yapasınız, gündeminiz dolu olsun diye bizler evlatlarımızı, eşlerimizi, babalarımızı, annelerimizi toprağa veriyoruz. Burak Karamanoğlu hayatını kaybettiğinde babasını aradım. Eşimden başka kimseye sorma-

dım. Eşimle konuştuk ve evlat acısı yaşayan bir babayı aramak zorundayız, bu insanlık görevidir dedik. Alkışlayan oldu, karşı çıkıp eleştiren oldu, bundan yararlanmaya çalışanlar oldu. Alkışınız, eleştiriniz sizin olsun. Biz evladını kaybetmiş bir babayı aradık, tıpkı İbrahim Aras’ın, Nihat Kazanhan’ın ailelerini aradığımız gibi.” “Dün adil yargılama inancımız iyice bitmiştir” “Ben Sami Elvan, dün yaşananları ilk olarak sosyal medyadan öğrendim ve yıkıldım. Eşim, ben, ailem yıkıldık. Nasıl olabilir böyle bir şey dedik! Daha önce defalarca, Berkin’i öldürenlerin isimleri belli olsun, yargı önüne çıkarılsınlar diye gittiğim o binada bulunmayı çok istedim. Orada olmam dün avukatların ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün talebiyle sağlandı ve adliyeye girebildim. O odada kimse zarar görmesin diye elimden geleni yapmaya çalıştım. Savcı beyin ve o gençlerin kılına zarar gelmesin diye çok gayret ettim. Dün 1 değil, 2 değil, tam 3 kez daha Berkin’in acısını yaşadım o odada yaşananlarla. Ben kattan ayrılana kadar içeridekilerin sağ olarak çıkması ihtimali vardı. Ancak şu an hepsinin cenazesi var ekranlarda. Bu davanın beklediğimiz bir cezayla sonuçlanacağına zaten inanmıyorduk. Gezi davaları ortada. Öldürülen ve sakat kalan kardeşlerimizin açılmayan, sürüncemeye bırakılan davaları ortada.

Dün itibarıyla bizim davamızın adil bir yargılama ile sürdürüleceğine olan inancımız iyice bitmiştir.” “Umurumuzda değil ne dediğiniz” “Şimdi savcı Mehmet Kiraz’ın ailesine başsağlığı diliyoruz ve biliyoruz ki küfreden, hainsiniz diyen, helal olsun diyen bir dolu insan çıkacak. Umurumuzda değil ne dediğiniz. Biz Berkin’in anne ve babası olarak en içten duygularla ve tüm samimiyetimizle Savcı Mehmet Kiraz’ın acılı ailesine başsağlığı ve sabırlar diliyoruz, acılarını paylaşıyoruz, çok üzgünüz. Biz Berkin’in anne ve babası olarak Bahattin’in ve Şafak’ın ailelerine başsağlığı ve sabırlar diliyoruz, çok üzgünüz... Cumhurbaşkanı’ndan sivil toplum kuruluşuna, medyasından sokağına, siyasetleriniz, politikalarınız, çıkarlarınız, hesaplarınız artık bizden uzak olsun. Çocuğumuzu bize geri getirebilen var mı? Varsa öyle birisi o çıksın ve konuşsun ne derse, ne isterse yapmaya hazırız. Yok değil mi? Susun artık. Berkin öldü. Biz her gün yeniden yeniden öldük.” “Biz yokuz artık” “Biz yokuz artık. Eğer dava açılırsa ve yargılama yapılırsa, dosyamızı aile olarak sadece kendimiz takip edeceğiz. Hiçbir avukata ve hukuki desteğe ihtiyacımız yok. Bu bir tepki değil. Bu hukukla aramızda artık kimse olmasın diye... Kim-

se bizim acımızı tam anlamıyor, kaldı ki nasıl anlatacaklar bunu mahkemeye... Biz bugüne kadar olduğu gibi orada olacağız ve davamızı takip edeceğiz. Sadece daha önce evladını kaybetmiş anne, babalar, aileler bizimle birlikte katılmak isterlerse davaya onları kabul edeceğiz. Sonuçta hiçbir şey çocuğumuzu geri getirmeyecek. Tek çabamız başka çocuklar ölmesin, başka analar ağlamasın diye sürecek. Bugüne kadar yüzlerce insan Berkin için gözaltına alındı, soruşturma yaşadı, tutuklandı, okuldan ve işten atıldı, yaralandı. Yeter artık. Kimse zarar görmesin. Görüşü, inancı, konumu, kim olduğu önemli değil. İnsan olan kimse artık zarar görmesin. Ben Gülsüm Elvan, ben Sami Elvan… Bundan sonra da kimsenin burnu kanamasın, analar ağlamasın diye elimizden geleni yapacağız. Evladını, eşini, babasını, annesini kaybetmiş ailelerle yan yana olacağız. Kan akmasın, silahlar sussun, barış ve adalet olsun, çocuklar öldürülmesin diye hayatımızın sonuna kadar mücadele edeceğiz. Bugüne kadar hiçbir çıkar gözetmeden bize destek olan tüm dostlarımıza teşekkür ediyoruz. Bugün Abdullah Cömert’in ailesinin yanında Balıkesir’de olamadık üzgünüz. Bugünden sonra sosyal medya hesaplarımızı kullanmayacağız. Bu açıklama son mesajımızdır.” İS HABER


4

İşçilerin Sesi

Nisan 2015/37

Adalet mi? Kadınlar çoktan kaybetti!

B

asında “kelle davası” olarak geçen Nevin Yıldırım davası, Nevin’in müebbet cezası almasıyla sonuçlandı. Isparta’nın Yalvaç ilçesi Koruyaka Köyü’nden iki çocuk annesi Nevin Yıldırım, 29 Ağustos 2012 günü kendisine silah zoruyla tecavüz eden iki çocuk babası 35 yaşındaki Nurettin Gider’in başını bir çuvala koyarak, “İşte namusuma uzananın kellesi” diyerek köy meydanına atmıştı. Nevin, ifadesinde Nurettin’i önce tüfekle vurduğunu, sonra başını bıçakla kestiğini söylemişti. Nevin, Nurettin’i vurduğunda yaklaşık 6 aylık hamileydi ve tecavüzden olan bu bebeği doğurmak istemiyordu. Nüfus Kanunu’nun 6. maddesine göre gebeliğin sonlanması mümkün olduğu halde, hükümetin tecavüzü görünmez kılan “Sen doğur biz bakarız” şeklindeki yaklaşımı sonucu Nevin, isteği dışında bu bebeği dünyaya getirmek zorunda kalmıştı. Tutuklanıp, Isparta cezaevine konan Nevin; “tasarlayarak canavarca hisle kasten insan öldürmek” iddiasıyla ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istemiyle yargılandı. Yargılama süresince neredey-

se tüm köy halkı “tanık” olarak dinlendi. İlk gün ve de hazırlık aşamasında Nevin’in lehine olan ifadelerin, sonradan/duruşmada neden değiştirildiği, köyün zengini olan maktulün ailesinin tanıkları etkileyip-etkilemediği, tanıklar üzerinde baskı kurup kurmadığı ise araştırılmadı. Sonunda Nevin, müebbet cezasına çarptırıldı ve üstelik “iyi hal indirimi” verilmedi. Oysa kadın cinayetleri işleyen erkek failler, bir kravat takıp, boyunlarını büküp, “pişmanım” bile demeseler de iyi hal indiriminden yararlanıyorlar. Eğer fail kadınsa, yargı da erkek egemenliğinden aldığı güçle ve aynı zamanda bir parçası da olduğu için, yargılama sürecinde de kadın failleri korumuyor. Erkekler neden öldürüyor? Erkekler kadınlardan farklı olarak, ayrılamadıkları, kapıyı çarpıp gidemedikleri, kendilerine yeni bir hayat kuramayacakları için değil, kadınlar onlara “hayır!” dediği için öldürüyorlar. Erkekler; tacizi, tecavüzü, öldürmeyi kendi “hak”ları olarak görüyorlar. Kadınlar neden öldürüyor? Kadınlar “mağdur” olmamak

için “fail” oluyorlar; hayatlarını kurtarmak için erkekleri öldürmek zorunda kalıyorlar. Önündeki bütün yollar erkek egemen sistem tarafından kapanan kadınlar, canlarını kurtarabilmek için karşılarındaki erkeği öldürmek zorunda kalsalar da, yargılanan yine kadınlar oluyor. Kadınları, erkeklere emanet eden AKP hükümeti de, bu algıyı güçlendirip, pekiştirmek için elinden geleni ardına koymuyor. Tecavüze uğrayan Nevin Yıldırım’ın hayatına sahip çıktığı, meşru müdafaada bulunduğu son derece açıkken, mahkeme heyetinin eline geçen her fırsatta erkek faillere uyguladığı “haksız tahrik indirimi”ni Nevin’e de uygulama-

sı gerekirdi. Bırakınız haksız tahrik indirimini, iyi hal indirimi bile çok görüldü. Nevin gibi erkek şiddetine direnen kadınların bu şiddetten kurtulma yollarının kapatıldığı, tecavüzcüyü engellemek yerine kadınların suçlandığı, kadının toplumsal cendere içine itilerek, yaşayan bir ölü haline getirildiği “haksız” süreci görüyoruz. Nevin’in duruşma salonunda söylediği, “Yaşadığım hiçbir şeyi gönüllü yaşamadım, Nurettin beni devamlı rahatsız etti, tecavüze uğradım, köylüler onu engellemeyerek bana yapılan şiddete göz yumdular” sözleri, Nevin’in durumunu acı bir şekilde ortaya koyuyor. Banu PAKER

Ermeni sorununda inkarın yeni bir aşaması: 18 Mart

1

2 Eylül askeri darbesinin ardından generaller, komünizm ve Kürtçülük karşısına devletin resmi ideolojisi olarak Türk İslam ideolojisini koymuşlardı. Resmi Kemalist söylem içinde önemli bir yeri olmayan 18 Mart tarihinde başlamış olan Çanakkale Savaşı,bu dönemde gündeme gelmeye başladı. Mevcut sistem tarafından dışlanmış olan siyasi İslam’ın temsilcileri açısından da Çanakkale savaşı ve “zaferi” anlamlı bir tarih geçmişi ifade ediyordu. Mustafa Kemal önderliğinde gerçekleşen Kurtuluş Savaşı ve ardından kurulan Cumhuriyet ile kavgalı olduklarından, kendilerine bir tarihi referans olması bakımından 18 Mart uygundu. Üstelik, Osmanlı İmparatorluğu döneminde yaşanmış, bir de Batılı güçlere karşı,

Osmanlı ordusu “iman dolu yüreğini” açarak, vatanı savunmuştu. Son yıllara da ise, cumhuriyetçi-ulusalcı kesimler de 18 Mart’ı abartılı bir şekilde sahiplendikleri görülüyor. Mustafa Kemal’in, bu savaşta cephede görev yapması, askerleri ölüme göndererek elde ettiği “başarı” ile “Kurtuluş Savaşı”nın, başlangıcını Çanakkale Savaşı’na bağlamak gibi, mitlerle süslenen bir anlayış sözkonusu. Bu yıl gerçekleşen anma törenleri AKP hükümeti tarafından devlet propaganda gösterisine sahne oldu. Öyle anlaşılıyor ki, Ermeni Soykırımı’nın yüzüncü yılı nedeniyle, tüm Dünya’da gerçekleşecek eylem ve etkinlikler karşısında, hükümet bir siyasi çıkış yapmak istedi. Çanakkale’nin abartılı olarak gündeme getirilmesini ardında

bu “dış sebep” yatıyordu. Ermeni Diasporasının, “Türkler soykırım yaptı” kampanyalarına karşı, Türk devleti resmi tez olarak, “Biz Çanakkale’de savaşırken, onlar bizi arkadan vurdu” siyasetini savunacağı anlaşılıyor. Bu yeni devlet siyasetinin, ulusalcı cumhuriyetçi kesimler tarafından benimsenmesi hiç de şaşırtıcı olmayacak. Birkaç ay önce İslamcı milliyetçi ve ulusalcıların, Ermeni soykırımı söz konusu olduğunda İsviçre’de yargılanan Doğu Perinçek etrafında nasıl “saf tuttuklarını” görmüştük. Çanakkale “zaferini” paylaşamayan Hükümet ve ulusalcı kesimler, bu “aracın” Ermeni sorunu karşısında bir silah olarak kullanılması söz konusu olacaksa, bir araya gelmekten çekinmeyeceklerdir. Osmanlı İmparatorluğu yö-

neticileri, emperyalist 1. Dünya Savaşı’na katılarak, zayıflayan imparatorluğu ayağa kaldırmak istemişlerdi. Bu nedenle Çanakkale Savaşı, bir savunma savaşı gibi gözükse de, Osmanlı Devleti’nin savaş yanlısı siyasetinin bir sonucu olarak gerçekleşmiştir. Büyük Britanya ve Fransa’ya savaş ilan edilmesi üzerine bu iki devlet, donanmalarını Çanakkale’ye göndererek, bir çıkarma harekatı yapmışlardı. Osmanlı devleti içinde bulunan farklı etnik ve dini kesimlerden on binlerce insanın (çoğunluğunu yoksul köylüler oluşturuyordu) katledildiği bu savaşı, dün “vatan savunması yapıyoruz” diyen Osmanlı yöneticileri ile bugün bu kanlı geçmişi zafer diye pazarlayanlar zihniyet olarak birbirlerinin aynısıdır. Kaya İLHAN


İşçilerin Sesi

Nisan 2015/37

5

Başkanlık yetmedi yanında bir de Türkiye A.Ş. verelim!

B

ozuk bir saatin bile günde iki defa doğruyu göstermesi örneği, Cumhurbaşkanı Erdoğan’da, kapitalist sistemin özüne ilişkin konuştu ve üzerindeki perdeyi kaldırmış oldu: “Benim derdim, bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa, Türkiye de öyle yönetilmelidir” dedi. Burjuva muhalefetin temsilcileri -CHP ve MHP- beklenen tepkiyi verdiler ve Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetim şeklinin parlamenter sistem olduğunu ve Erdoğan’ın rejimi zorladığını iddia ettiler. Cumhurbaşkanı’nın bu “A.Ş.” çıkışının arkasında yatanın, başkanlık sistemini zorlamanın bulunduğu ve daha da önemlisi bu konuda kendisi desteklemekte çekimser davranan sermaye kesimlerine

güven vermek olduğu anlaşılıyor. Yandaş medya aracılıyla köpürtülen bu “A.Ş:” önerisine göre, Türkiye şirket gibi yönetilirse, “Ayağındaki bürokratik engellerden, prangalardan kurtulup, şaha kalkar, kalkınmada hızlanırmış!”. Yandaşlara göre, “Türkiye’nin yönetilmesinde, şirketlerdeki gibi hızlı karar alma mekanizması gerekiyormuş, yani Başkanlık sistemi”. Hatırlatmak gerekirse, TÜSİAD sermayesinin temsilcilerinden olan Bülent Eczacıbaşı’nın “Türkiye’de başkanlık sisteminin isimlerden bağımsız tartışılması gerektiğini dile getiren” bir açıklaması olmuştu. Türkiye’nin Birleşik Arap Emirliklerini (Dubai, Katar, Abu Dabi) örnek alabileceğini söyleyen patronlar da oldu.

Erdoğan, AKP’nin 13 yıllık iktidarı döneminde, sermayenin her kesiminin önünü açmamış, (onların deyimiyle prangalarını çözmemiş gibi) eğer başkanlık sistemine geçilirse, “işlerin daha çok açılacağını” söyleyerek, burjuvaziye güven vermeye çalışıyor. AKP’nin yalnızca iş yasalarında getirdiği değişiklikler, işyeri denetimlerinin yapılamaz hale gelmesi, işçilerin haklarını mahkemelerde arayacak parayı bulamaz olmaları ve en önemlisi de taşeron sisteminin genelleştirmesi gibi uygulamalar sayesinde, çoktan patronların prangalarını çözmüştü! Elbette burjuvazi hiçbir zaman doymaz ve işçi sınıfının haklarını gasp etmekten geri duramaz. Bu nedenle “A.Ş” önerisi, başkanlık sistemi ile birlikte

değerlendirildiğinde, patronlar için bir çıkış (olası bir ekonomik krizden) ve yeniden büyüme için, elverişli siyasi bir araç olarak görülebilir. Dünyaya, “cüzdanından bakan” bir sınıf, yönetim sistemi veya rejim denildiğinde, emekçilerin ve yoksulların, bir disiplin ve düzen altında sömürülerinin devamını anlar. K. Marx ve F. Engels, Komünist Manifesto’da bu gerçekliği açıkça iade etmişlerdi: “Modern devlet gücü, tüm burjuva sınıfının ortak işlerini yürüten bir komiteden ibarettir.” Erdoğan’ın, “A.Ş” önerisi, burjuva demokrasisinin üzerindeki “şalı kaldıran” ve onun bütün çıplaklığıyla bir sömürü düzeni olduğunu ortaya koyan, siyasi bir öneri olmuştur. Kaya İLHAN

Elektrik özelleştirmesi geleceğimizi karartıyor!

T

ürkiye tarihinde bir ilk yaşandı. Türkiye nüfusunun üçte ikisi 8 saatten fazla elektriksiz kaldı. Üzerinden üç gün geçmesine rağmen elektrik kesintinin nedeni açıklanmıyor. Açıklanamıyor. Kesintinin toplum üzerinde yarattığı ilk etki, elektriğin (enerjinin) insan yaşamındaki öneminin farkına varılmasıdır. Kesintinin bıraktığı ilk izlenim enerjisiz bir yaşamın kaos olacağıdır. Bu durum piyasanın ünlü “arz-talep” kanunlarının işlemesini hızlandıracak, talebi artırırken; enerji devleri enerji üretimini daha da kârlı hale getirme olanağını elde edecekler. Hükümet yetkililerinin nedeni hakkında açıklama yapamadığı bu kesinti, enerji piyasasının işine yaramıştır. Enerji piyasasının aktörleri, toplumsal bir ihtiyaç olan enerjinin olmazsa olmaz olduğunu 8 saat boyunca hissetmemizden keyif almış olmalılar. Enerjinin acil ve ertelenemez bir ihtiyaç olduğunun kavranmasının ardından, bu enerjiye

ulaşmak için ödememiz gereken bedel artacaktır. Yani elektrik fiyatları artacak ve artık daha çok enerji üretimi için nükleer santrallere olan ihtiyaçtan sıkça sözedilecektir. Enerji hatlarına yönelik müdahalenen siyasi boyutları var mıdır, bunu 7 Haziran seçimlerinde göreceğiz. Ancak şu kesin ki, enerji üzerinde oyunlar oynanabilmesi, enerji alanındaki özelleştirmeler sebebiyledir. Bu

özelleştirmelerde, kâr esas alınmış, enerji için gerekli altyapı yatırımları “masraf” sayılarak yapılmamıştır. Elektrik Mühendisleri Odası’nın açıklamasına göre, “tüm bu yaşananlar AKP iktidarının enerji politikalarının iflas ettiğinin göstergesidir. Özelleştirmeler ve serbest piyasa; ucuz, kaliteli ve sürekli elektrik değil, tam tersine pahalı, kalitesiz ve büyük kesintilere yol açan karanlığı

Türkiye`ye getirmiştir. Sistemdeki çöküş, elektrik alanında AKP iktidarı tarafından planlamanın rafa kaldırılıp, tüm ülkeyi ilgilendiren temel bir hak olan elektrik hizmetini özel sektörün inisiyatifine bırakılmış olmasının sonucudur. Yeni Türkiye`nin kaderi karanlıkla çizilmektedir” Enerji yasal olarak silah ticaretinden sonra en kârlı işkoludur. Ortadoğu’daki kaosun hatta yeni başlayan Yemen savaşının ardında da enerji kaynakları olan petrol, doğalgaz rezervlerine ulaşma arzusu vardır. ABD ve büyük devletler enerji kaynaklarına ulaşmak için rejimleri devirmekte, savaşlar çıkartabilmekte, milyonlarca insanın ölümünü, göç etmesini göze alabilmektedir. Sekiz saatlik elektrik kesintisi basitçe iletim hatlarına aşırı yüklenme, siber saldırı veya bir başka nedenle meydana gelmiş olsa bile, sonuçta enerji piyasasının yeniden düzenlenmesine, nükleer santrallerin gündem olmasına hizmet edecektir. Kesintinin nedeninden çok varacağı sonuçlar önemlidir. İS HABER


6

İşçilerin Sesi

Nisan 2015/37

İstanbul Mahalleler Birliği kazanımla başladı

İ

stanbul’un çeşitli (35) mahallelerin yaşadıkları ortak sorunları birlikte çözmek için İstanbul mahalleler birliği adında bir platform oluşturuldu. Platformun amacı bu yaşanan ortak sorunlara, ortak ve birlikte çözümler üretmek ve birlikte hareket ederek sorunların üstesinden gelmeyi hedeflemektedir. Öncelikli olarak, hükümetler 1984 yılında çıkartmış oldukları 2981 sayılı imara aykırı yapılara af getiren yasayla bu imar affı olarak da bilinen bir yasadır. Bu yasa aslında yoksul emekçilerin sorunu çözmek için çıkarılmış bir yasa değildir. Bu aslında zenginlerin sorununu çözmek için çıkarıldı. O zaman parası olanlar bu yasadan yararlanarak tapu sorunlarını çözdüler. Sadece aldığı ücretle geçinebilen emekçilerin bu zorunu idareler tarafından çözülmediği gibi her dönem seçim malzemesi olarak kullanıldı. Aradan 30 yıl geçmesine rağmen yoksul emekçilerin tapu sorunu bir türlü çözülmek istenmedi. Bugün AKP hükümeti İstanbul’daki değerli bölgeleri kentsel dönüşü adı altında büyük sermayeye peşkeş çekmek istiyor. Yerel idareciler uluslar arası sermayeyi bu bölgelere çekebilmek için fransada projeleri görücüye çıkarıyor. Kimin yerini kime satıyorlar? AKP hükümeti kentin her karışını ranta dönüştürmek için her türlü yolu denemekten geri durmuyor. En son olarak, 1984 yılında çıkarılan imara aykırı yapılara af getiren 2981 sayılı kanununu yürürlükten kaldırmak için yasa çıkarttı. Hâlbuki bu bölgede yaşayanlar af yasasıyla birlikte 2000 Lirayı Ziraat Bankasına yatırarak Tapu Tahsis Belgesi aldılar. Yani yaşadıkları yeri satın aldılar. Peki, satın alınan bu yerleri yerel yönetimler neden tekrardan satmak istiyorlar. İktidar ve onun şürekası bugün toplumun örgütsüz ve dağınıklığından ve iktidar olmaktan kaynaklı yasama gücünü hukuksuzca kullanarak yoksul halk kitlelerini yaşam alanlarından

“yasal” bir oyunla sürmek, parası olana satmak istiyorlar. hükümet sadece bu yolu denemiyor.ayrıca 6306 sayılı “afet yasası” olarak da bilinen yasayı kullanarak da rantın büyük olduğu bölgelerde bu yasadan yararlanmak için “riskli alan” ilan ederek o bölgede yaşayanların başına kabus olmak istiyor. İste mahalleler birliği bu temeller üzerine kendini inşa etmek istiyor. Farklı görüşlerin ve inanışlara sahip ve kendi yaşam alanlarına sahip çıkmak için mahallelerde kurulan dernek veya kooperatiflerle ortak olan sorunlara ortak müdahale etmek bizleri daha da güçlendirecektir. Aksi durumda bu güne kadar bireysel hareket etmenin sonucunda hiçbir ilerlemenin olmadığını hep birlikte gördük. Öncelikler her dernek kendi bulunduğu mahallede tapu tahsislerin tapuya dönüşmesi ve kaldırılmak istenen 2981 sayılı kanundan doğan haklarımızın güvence altına alınması için bilgilendirme toplantıları düzenledi. El ilanların dağıtılması organize edildi. Sadece mahallelerdeki dernek yöneticilerin değil, sorunu yaşayanların kendi sorunlarına sahip çıkması, komşularını uyarmak ve birlikte hareket etmeye davet etmenin yanı sıra yeni arkadaşlıkların oluşmasına vesile oluyor. Bilgilendirme çalışmalarından sonra her mahalle kendi bulunduğu ilçe belediyelerine ve anakent belediyelerine doldurulan dilekçeler kitlesel verildi. Yapılan bu çalışmaların sonu-

cunda mahalleli sorunun aciliyeti hakkında bilgi sahibi olunca soruna sahip çıktı. Hatta bu sorunu geçiştiren mahalle muhtarlarına tepkilerini çekinmeden söylemeyi ihmal etmediler. Birlikte hareket etmenin ve yıllardır çözümlenmeyen sorunun çözümlenmesi için yetkililerden medet ummak yerine, kendi sorunlarımızın bilincine varmak ve sorunlarımızın takip etmeyi öğrenmek bizler açısından önemli bir gelişme. Ayrıca bizler toplu dilekçelerden sonra ilçe belediyelerinden yaşadığımız yerlerin mülkiyet sorunlarının çözümlenmesi konusunda bundan sonra daha duyarlı olmaları talep edildi. Tabii ki sorunun asıl merkezi meclis olduğunu bilincindeyiz. Çünkü 2981 sayılı yasanın iptal olması ancak mecliste verilecek bir yasa tasarısıyla mümkündü. Bununla ilgili bir yasa tasarısı oluşturuldu. Bu tasarıda üç öneri vardı. Birincisi; 6306 sayılı yasanın 23 maddesinin iptal edilmesi, ikincisi; eğer iptal edilemiyorsa beş yıllığına ötelensin, üçüncüsü ise, 2981 sayılı yasanın kazanılmış hak olarak güvence altına alınsın talepleri vardı. Bu yasa tasarısını meclise götürmeden önce 8 Mart Pazar günü saat 12.00 Şişli Cevahir AVM’nin önünde kitlesel bir basın açıklamasıyla temsilcilerimizi uğurladık. Meclis hazırlıkları yapıldı… İstanbul’dan 35, İzmir’den 16

mahalle bu sürece katılacağını açıkladı. Her mahalleden ikişer temsilciden toplam 60 temsilciyle meclise gidildi. Mecliste temsilcileri bulunan siyasi partilerin grup başkan vekillerinden önceden randevular alınmıştı. Bu görüşmelerin saatleri çakıştığından dolayı 60 kişilik heyet kendi arasında dörtte bölündü. Yapılan görüşmeler olumlu geçti. Ertesi gün ise, parti liderleriyle görüşmeler ayarlandı. Bu görüşmelerde olumlu geçti. Meclis çalışmaları iki gün sürdü. Tabii ki ülkenin seçim sürecine girmiş olması da bizim çalışmalarımıza katkısı olmuştur. Muhalefet partileri bizim götürdüğümüz yasa taslağını önerge olarak meclisin gündemine taşıyacaklarını, hükümet kanadı ise, olumlu bakmakla birlikte, icracı bakanlıktan olumlu görüş aldıktan sonra destekleyeceğini açıkladı. Bizler bu olumlu gelişmelerle İstanbul’a geri döndük. Mecliste HDP ve CHP grupları birer önerge verdiler. Bu önergeler MHP ve AKP tarafından desteklenerek plan ve bütçe komisyonuna gönderildi. Komisyonda bizim önerdiğimiz 5 yıllık önerimiz komisyonda 3 yıl olarak kabul gördü. Kısa sürede plan ve bütçe komisyonundan yasarımız oy birliğiyle meclis genel kuruluna taşındı. Yasa tasarımız yasallaşırsa 3 yıl ertelenerek yasallaşmış olacak. Ve önümüzde 3 yıl gibi bir süre kazanıldı. Bu süreyi mahallelilerin iyi bir şekilde değerlendirmek gerekir.


İşçilerin Sesi

Nisan 2015/37

OKADER: Gücümüzü birliğimizden alıyoruz...

Okmeydanı Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği(OKADER) kurulma sürecine nasıl karar verdiniz? Aslında ilk süreçte aklımızdan dernek kurmak geçmiyordu. Yerel seçimler öncesi mahalledeki kentsel dönüşümle ilgili bir takım sıkıntılar olacağını görmüştük. Bunun için sokaklarda toplantılar yapıyorduk. Toplantılar daha çok kentsel dönüşümle ilgili bilgilendirme niteliğindeydi. Bu toplantılar sonucunda yerel seçimlerde önümüzde olunca mahalle içeresinde aday olan vatandaşlara baktığımızda, bu adaylara bu sorunları çözemeyeceğini anladık. Yine mahalledeki ileri gelenleri toplayıp onlara yeni, sorunlarımızı birlikte çözebileceğimiz bir mahalle muhtar adayı çıkaralım teklifini götürdük. Mahallede birlikte hareket ettiğimiz kitlenin ortak fikriyle Songül Yarar Dede’yi muhtar adayı olarak belirledik. Muhtar adayını belirledikten sonra ortak bir çalışma süreci ile seçim faaliyeti gerçekleştirdik. Muhtarlık çalışmasında sokak sokak hane hane topyekûn bir birlik ruhuyla gerçekleştirdik. Bu çalışma bize çok şeyler kattı. Muhtarlık çalışmasında her şey olumlu giderken, mahallede seçim çalışmasında izlediğimiz birçok olumlu havayı bozmak isteyenler dedikodu kazanları kaynatamaya başladı. Muhtar adayının “eşinin Kürt olduğu” muhtar adayının abisinin “hapis yattığı” gibi saçma sapan milliyetçi ve ayrımcı sözler söylenmeye başladı. Biz buna engel olamadık ve mahalle sakinleri bu sözlere itibar ettiler. Aslında seçimi biz kazandığımız düşünüyorduk. Bu dedikoduların önüne geçemeyince seçimi kaybettik. Seçimi kaybettikten sonra vedalaşmak için bir araya geldik. Ki aynı zamanda süreci değerlendirmesini de yaptık. Herkes yaşananlarla ilgili samimi fikirlerini paylaştılar. İçimizden bir arkadaşımız; seçim sürecinde mahallede yapılan çalışmaları ve oluşan havayı bozmamayı bunu dernekleştirmeyi önerdi. Bu öneriyi önce

birlikte çalışma yapan bir arada duran arkadaşlar olarak tartıştık. Yerimiz olmadığı için parklarda toplandık, yapmak istediklerimiz yapabilmek için kendimizi disiplinize ettik. Bu süreç bir altı ay kadar sürdü. Bu altı ay süresinde mahallede güvendiğimiz kişileri bu toplantılara davet ettik, yapmak istediklerimizi ve onların önerilerini konuştuk, bu süreçte birbirimiz eğittik. Bu sürecin sonunda dernekleşme gerçekleşti. Dernekleşme sürecinde ne gibi sıkıntıların üstesinden geldiniz? Dernekleşme sürecinde en büyük sıkıntılarımızdan bir ekonomik sıkıntımızı nasıl aşacağımızdı. Gönüllü olan 12-15 arkadaşımız özveride bulunarak aidat verdi ve bu yolla ilk süreçte derneğin maddi sorunlarını sınırlı da olsa çözmüş olduk. Dernek muhtarlık adaylığı sürecinin size getirdiği bir süreç olmuş. Peki, kurduğunuz dernekle mahallede hangi faaliyetleri önünüze koydunuz? Dernek biz bunu yapacağız öncelliğimiz budur diye hareket etmedik. Önce yaptığımız ortak toplantılarda mahallenin sorunlarını tespit ettik. Yalnız tespit ederken bir kişinin önerisi ile değil komün olarak hareket etmeye karar almaya dikkat ettik. Öncelikle mahallede komşuluk ilişkilerinin bozulmuş olması bizi rencide ediyordu. Birçok çalışmamızı bunun üzerine temellendirdik. Bunun dışında siyasi olarak birbirine yakın olanların kurduğu bir dernek olursak bir tarafımız eksik kalacaktı. Bunun üzerine dernek olarak biz; din, ırk, cinsiyet ayrımı yapmayan bir örgütlenme oluşturmaya karar verdik. Böylece dernek hiçbir siyasetin aleti haline gelmedi, bu durumu şimdiye kadar koruduk, bundan sonrada korumaya devam edeceğiz. Derneğe emek verenler bazı prensipler belirleyerek yoluna devam etmeye çalıştı. Mahallede herkesin şikâyetçi olduğu bir takım konulara el atmaya başladı. Bunlardan ilki mahalledeki okul

ve durumuydu. Öncelikle okul sorunu ile ilgilenmeye başladık. Bunun dışında bu bölgede kentsel dönüşümün adı geçiyordu, ancak kentsel dönüşümün ne olduğu konusunda tam bir bilgiye sahip değildik. Bu çevre koruma derneğinin toplantılarına iki-üç kişide olsa katılmaya çalışıyorduk. Bu yolla bilgi sahibi olmaya çalışıyorduk. Konu ile ilgili daha çok bilgi sahibi oldukça mahalle için kentsel dönüşüm konusun tam bir travma olacağını gördük. Mahallede tespit ettikten sonra bu konulara üzerine çalışmaya başladık. Önce okul konusunu ele aldık, bu konunun muhatabı olan tüm kişi ve kurumlara ulaşmaya çalıştık. Okul yönetimiyle konuştuk. Dernekten bir arkadaşımızı okul aile birliğine seçilmesini sağlayarak, derneği sürecin bir parçası haline getirdik. Okulun temizliği, öğretmen eksikliği giderilmesi ve ailelerin bu konulara daha fazla ilgilenmelerini sağladık. Kentsel dönüşüm konusunda da önce kendimizi bilgilendirmeden başlayarak sürecin takipçisi olduk. Bu sorun ve derneğin bu konuda attığı adımlar bizleri mahallede daha görünür kıldı. Derneğin yaptıkları ve izlediği yol mahalle sakinleri tarafından nasıl karşılandı? Mahalle halkı yapılan bu çalışmaları benimsedi mi yoksa sınır mı koydu? Mahallemiz ve yaşadığımız bölge politik. Mahalle de köy derneklerinden tuttun, sol sosyalist yapıların örgütlenme yaptığı bir mahalle. Dolasıyla derneğe karşıda acaba hangi grubun etkisinde bir oluşum bakış açısı hâkimdi. Dar grupçu bakış açısı ortak sorunu olan mahalleliyi bir araya gelmesini engelliyordu. Bunu kırmak için çabaladık. Kentsel dönüşüm için yaptığımız faaliyetler buna çok yardımcı oldu. Evlerini kaybetme telaşı içinde olan birçok kişi derneğe geldi, gelip gördüklerinde kafalarındaki önyargıların büyük bir çoğunluğunun yersiz olduklarını kendi gözleriyle görmüş oldular.

7

Kentsel dönüşüme karşı mahalle halkını nasıl bir araya getirdiniz ve neler yaptınız? Kentsel dönüşüm için çıkarılan 2981 sayılı yasa ile ilgili çalışmamız mahalleli tarafından sempatiyle karşılandı ve benimsendi. Yasaya karşı öncelikle olarak mahalle halkını bilinçlendirmek için hem dernekte hem de düğün salonu tutularak kalabalık bilgilendirme toplantıları yapıldı. Bilgilendirme toplantılarında alınan ortak kararla yasa karşı 700 tane itiraz dilekçesi yazıldı. Dilekçeleri topluca Şişli ve Büyük Şehir Belediyesine götürerek yaşanan soruna kitlesel olarak hareket etmeye başladık. Bu eylememiz büyük bir yankı uyandırdı. Dilekçeyi yazanlar dernek çatısında ortak hareket etti. Bunun ardından komşu ilçede Beyoğlu’nda Çevre Koruma Derneğini de bu eylemselliğe destek olup bu sürece dâhil oldular. Onlarda 900 dilekçe ile bizim başlattığımız yolda Büyük Şehir ve Şişli Belediyesine toplu dilekçe verdiler. Sonrada 2981 sayılı yasa ile ilgili 15 Mayıs yürürlükten kalkacağını biliyorduk. İstanbul’da 35 mahallenin mağdur olacağını biliyorduk. Yaşayacakları ortak sorun karşında toplantı yapıyorlardı, yapabilecekleri üzerine. Bir Umut Derneği İstanbul’da bulanan mahaller arasında kurduğu örgütlenmeyle 15 Mayıs öncesi Ankara’ya bir heyet gönderme kararı alınmıştı. İstanbul dışında İzmir’de benzer durumda olan mahallerin katılımıyla 51 mahalleyi temsilen Ankara’ya bir heyet gönderildi. Ankara’ya giden heyeti uğurlayıp, kamuoyunun gündemine de kentsel dönüşümü getirmek için Şişli Cevahir Alışveriş Merkezi önünde 8 Martta kitlesel basın açıklaması yapıldı. TBMM giden heyet hükümet ve parti temsilcileriyle yaşadıkları sorunlar çözümü için bir kanun teklifi örneği ile görüşmeler yaptılar. Bu görüşmeler sonucunda yasanın 3 yıl ertelenmesi sağlandı ki bu önemli bir başarı oldu bizler için.


8

İşçilerin Sesi

Nisan 2015/37

BHH, “birlik” adına, siyasetin dışına düştü

B

irleşik Haziran Hareketi (BHH), 1996 ÖDP deneyimi ardından, solda yeniden birlik deneyiminin bir ifadesidir. Daha doğrusu, başarısız olmuş birlik deneyimlerine bir yenisinin eklenmesine yol açma potansiyelinin baskısı altında, Gezi İsyanının moral ve duygusuyla yeniden biraraya gelişi örgütleme çabasıdır. BHH bileşenlerinin temel iddiası, Kürt Hareketin demokratik programının Türkiye coğrafyasını kucaklayamaması, yine Kürt hareketinin AKP ile yürüttüğü pazarlığın AKP’nin güvenilmezliği sebebiyle önceliğinin AKP’yi devirmek olamayacağı gibi gerekçelerle, Kürt siyasi coğrafyasının dışındaki sahada laik, demokratik bir mücadele ve programa ihtiyaç olduğu tespitinden doğmuştur. Önceliğini de AKP ile müzakere değil mücadele olarak belirlemiştir. Laiklik, demokrasi ve AKP’nin yıkılması gibi talepler, önceliklerle biraraya gelen “komünist, sosyalist, sosyal demokrat” örgüt, parti ve bireyler AKP hükümeti için korkulu rüya, AKP dışındaki siyasal eğilimler için umudun ifadesi olmuş Gezi İsyanının tarihini, “Haziran”ı kendilerine sembol seçtiler. Sembolün de ötesine geçerek, bir bütün olarak Haziran’ı temsil ettiklerini ileri sürdüler. BHH, esas olarak ÖDP’nin bir önerisi olarak şekillendi; önce CHP solunun tanınmış simaları (Hüseyin Ergün, Melda Onur gibi), ardından HDP/HDK içinde yer almayan sosyalist parti ve örgütler; son olarak da TKP’nin iç sebeplerle bölünmesinin ardından her iki bileşenin de sürece katılmasıyla bir hareket kimliği kazanmıştır. 13 Şubat boykotu, yani laik, bilimsel eğitim; zorunlu din derslerinin kaldırılması talebi etrafında gerçekleştiren BHH; boykota Eğitim Sen’in katılmasını da sağlamış ve “anadilde eğitim” talebi de boykotun talepleri arasına alınmıştır. Laikliği, parlamenter demokrasiyi savunan radikal demokratik bir siyasal hatta sahip olan BHH, ilk ciddi politik karşılaşmasında, 7 Haziran seçimlerinde alacağı tutumu belirlemekte önce güçlük çekti, ardından “birliği” bozmamak üzere muğlak ifadelerle tutumunu somutlayamadı, seçimlerin AKP ile HDP arasında bir mücadeleye dönüştürmesiyle birlikte, çözüldü; BHH barajında biriken su, baraj kapaklarını patlattı, Komünist Parti seçimlere katılma kararını açıkladı, ÖDP dışındaki neredeyse tüm bileşenler açık veya

üstü örtülü (HTKP gibi) HDP’ye aktif oy verme çağrısı yaptılar. BHH 7 Haziran seçimleriyle ilgili karar alırken, konuyu meclislerine taşımış ve oradan çıkan önerileri Yürütme Kurulu üzerinden karara dönüştürmüştü. Seçimlerde Haziran İsyanının değerlerini benimseyen aday ve partilere oy vereceğini belirten BHH Yürütmesi, CHP ile HDP’ye eşit mesafede durduğunu açıklamıştı. ÖDP Eş Genel Başkanı Alper Taş’ın sıkça ifade ettiği CHP ve HDP ile BHH’nin ortaklaşması, seçimlerde yanyana gelmesi ise, karşılık bulmayacağı baştan belli olan kısır bir öneri oldu. Taş’ın pozisyonunun güçlendirmek üzere Devrimci Yol’un eski liderlerinden Melih Pekderir BirGün gazetesinde “bizde başkan serok yok meclisler var” kabilinden yazılar yazarken, Oğuzhan Müftüoğlu Ege Meclisi internet sitesinde yayınlanan röportajında CHP’nin yapması gerekenleri ifade etmeyi seçti. Seçimlere katılan partiler içinde HDP’nin adını bile zikretmedi. BHH merkez yürütmesinin açıkladığı karara rağmen, Haziran Hareketi bileşenleri farklı farklı tutumlar alarak fiilen BHH’nin siyasal olarak oyun dışına düşmesini sağladılar. BHH, bir yandan AKP’nin yarattığı rejimi yıkmaktan sözediyor ve diğer yandan iç birliğini korumaya çalışıyor ancak siyasal iklimin yarattığı kutuplaşmanın basıncı altında her iki hedefini de yerine getiremiyor. BHH, 7 Haziran seçimlerinde AKP’nin belki de hükümet kurmasını engelleyecek bir seçeneğin varlığını yoksayıyor ve “ortacı” tutumuyla birliğini de sıkıntıya sokuyor. HDP’ye oy verme çağrısının BHH’yi parçalayacağını varsayanlar, bir kez daha siyaset dışına düşmenin faturasını ödüyorlar. BHH’nin bu parçalı siyasal duruşu, 13 Şubat boykotu ile elde ettiği siyasi itibarı zayıflatan bir sonuç doğuracağı gibi, yeniden umutlanan sosyalistler ve gençler üzerinde moral bozucu etki yapacaktır. Sosyalist hareketin daha fazla rol üstlenmesi gereken bir siyasal altüst oluş döneme girereken, BHH’nin “ortayolcu” tutumunun yarattığı zayıflıktan çıkartılması gereken ilk sonuç, aşağıdan mücadelelere (esasen de işçi sınıfı zeminine) dayanmadan, yukarıdan birlik girişimlerinin sahici ve politik bir karşılığının olmayacağıdır. Önderlik meselesinin önemini ise, ne kadar sık vurgulasak az olur. Seyfi ADALI

AKP’ye kaybet HDP’nin baraj

A

KP Newroz’dan önce seçim stratejisini “PKK’ye silahları bıraktıran ve ölümleri durduran hükümet” ünvanını almak üzerine kurmuştu. Bu strateji, Öcalan ile müzakerelerin hızlandırılması, PKK’ye silahsızlanma ve kongre çağrısını içeriyordu. AKP kendisine olumlu/pozitif bir rol biçerek toplumun karşısına çıkmayı ve 400 milletvekili çıkartmayı hedefliyordu. AKP kurmayları, bir yandan müzakere ederken, diğer yandan da İç Güvenlik Paketi gibi bir yasa teklifini meclise sürmüşler böylece müzakerede ellerini güçlendirmek istemişlerdi. Nitekim, paketin 69 maddesi meclisten geçtikten sonra, esas olarak HDP’nin meclisteki mücadelesi sebebiyle paketin geri kalan maddeleri komisyona geri çekilmişti. AKP’nin Kürtlerin gözündeki büyüsünü bozan Kobane/Rojava direnişi oldu. AKP’nin Kobane direnişindeki Kürt düşmanı tutumundan beri, Kürt halkının gözünde, Kürtler için adım atan bir parti/hükümet olmaktan, Kürtlerin direnişinde düşman tarafı destekleyen bir iktidar olduğu kanaati gelişti. Bu yüzden 6-7 Ekim Kobane savunması, yaklaşık 50 kişinin ölümüyle sonuçlansa da müsebbibi HDP değil AKP olarak algılandı. 6-7 Ekim Kürtlerin AKP’ye güvensizliğini ifade eden en güçlü kitlesel eylem oldu. Kürtler de AKP’ye güvenmiyorlar. Bir yandan müzakere sürdürüken diğer yandan AKP iktidarının düşmanca davranışlarına veya müzakere sürecine dair oyalamalarına sert refleksler gösterebiliyorlar. Müzakere, CHP ve ulusal solcuların iddia ettiği gibi, AKP’nin kucağında yürütülen bir işbirliği/uzlaşma arayışı değil. Taraflar karşılıklı olarak hem pazarlık güçlerini ellerinde bulunduruyorlar (İç Güvenlik Paketi ve 6-7 Ekim isyanı) hem de müzakere sürdürüyorlar. Kürt tarafı, önceki seçim dönemlerinde olduğu gibi AKP’ye avans vermiyor, önce somut adım atılsın sonra müzakere devam etsin diyor.

HDP, Selahaddin Demirtaş’ın sözcülüğünde Tayyip Erdoğan karşısında fiilen en güçlü muhalefet lideri ünvanını şimdiden aldı. HDP’nin seçimlere parti olarak girme kararı ve bu karara inanması, siyasi özgüveni kısa sürede karşılık buldu; sadece anket şirketleri değil hükümet sözcüsü Bülent Arınç bile HDP’nin yüzde 11-12 bandında bir oy gücüne sahip olduğunu teslim ediyor. AKP’nin seçim stratejisi değişti Tayyip Erdoğan ve kurmaylarının HDP’nin atakları karşısında Kürt seçmenlerden eski desteği alamayacağını anlayınca, bu kez “ne Kürt sorunu ya...!” diye ünleyerek, Türkiye’de Kürt sorunu yoktur çıkışına yöneldiler; Dolbabahçe deklerasyonunu, izleme heyetini bir çırpıda ellerinin tersiyle kenara ittiler. Milliyetçi oylara ve seçimlerin ardından da muhtemel bir AKP-MHP koalisyonuna kapı aralamış oldular. AKP, müzakere sürecinde Kürtleri aldatamayıp, öz partileri HDP’ye yönelmeleri üzerine yön değiştiren AKP, müzakere sürecini bozmayı, savaşı yeni-


İşçilerin Sesi

Nisan 2015/37

ttirecek olan jı aşmasıdır...

öğrencilerden oluşturulan çeteler eliyle) Kürt öğrencilere saldırıları, MHP’li gençliğin istenirse aktif hale gelebileceğini ve Kürtlere karşı teröre başvurabileceğinin kanıtıdır. Polisin bu saldırılarda ülkücülerden yana olacağı da görülülüyor. MHP yönetimi ise, uzun zamandır başarısızlıkla suçlanmışlığını bertaraf etmek için, hükümet ortağı olmaya dünden hazırdır. DSP ve ANAP’la koalisyon yapan MHP, AKP ile neden yapmasın?

den başlatarak (nitekim askeri operasyonlar yeniden başladı), seçim politikasını ırkçı milliyetçilik, Kürt sorununu yok sayma ve İç Güvenlik Yasasıyla kuvvetlendirilmiş bir başkanlık sistemine doğru yelken açtı. Erdoğan HDP kamuoyu barajını geçince, iki şeyi öne aldı: Birincisi, Cumhurbaşkanlığı Saray’ını siyasi olarak tahkim etmek (paralel yürütme organı gibi çalışmak; gölge bakanlar kurulu oluşturmak vb.) ve bunu örtülü ödenek üzerinden finanse etmek (torba yasayla meclisten geçti); ikincisi söylemini Türk milliyetçiliğine dayandırarak AKP-MHP koalisyonu ihtimalini dışarda bırakmayıp, bu yolla toplamda 330 milletvekiline ulaşıp yeni anayasa taslağını ve idealindeki gibi olmasa da yasal olarak başkanlık sistemini mümkün kılmak üzere yeni Anayasa teklifini MHP ile birlikte referanduma götürerek, başkanlık koltuğuna oturmak! İç Güvenlik Yasası da Saray’ın güvenlik paketi olacaktır! Öte yandan, bu stratejiye MHP ve ülkücü gençliğin hayır demeyeceği de açık. Nitekim, Hacettepe Üniversitesinde ülkücü faşitlerin (Türki Cumhuriyetlerden gelen

HDP’nin seçim başarısı yetmez! Tayyip Erdoğan ve AKP derin kurmaylarının ırkçı sağcı politikalara doğru belirgin biçimde çubuğu bükmesi, AKP’nin siyasi gücünü MHP ile tahkim ederek otoriter siyasetini sürdürme ihtimali herhangi bir fikir cimlastiği; siyasi fantezi değildir. Bu yüzden, HDP’nin seçim başarısı ile yetinilecek bir seçim stratejisi eksik olacaktır. Hem sosyalist sol için hem de HDP’nin yürüttüğü müzakere sürecinin devamı için aşılmış bir hedeftir. Seçim barajını fiilen aşılmış sayarak, yeni bir seçim stratejisi oluşturmak gerekir. Barajı aşan bir HDP’li parlamentoda AKP’nin hangi tür planlar yapabileceğinin üzerinde durulmalı ve en kötü senoryaya göre, yeniden seçim stratejisi tahkim edilmelidir. Aksi halde, yüzde 10 barajını aşmak mümkün olsa da sonrasındaki saldırıları göğüslemek için hazırlık yapmakta gecikmiş olunur ki, bu gecikme başarıyı gölgeleyecek yenilgilere kapı aralayabilir. Sonuç olarak seçim stratejimizi, HDP’nin yüzde 10 barajını aşmasıyla sınırlı tutmadan AKP-MHP koalisyonunun dizginleneceği kitle mücadelesine odaklamalıyız. Özellikle de ekonomik krizin boyutlanması gibi yakın bir tehlikeye karşı işçi sınıfının grev hakkı, kıdem tazminatı hakkı gibi temel taleplerini savunacak bir mücadeleye hazırlık yapmak gerekiyor. Seçimler yoluyla elde edeceklerimizin sınırlarını bilerek adım atmalıyız. Can ATEŞ

9

“HDP’ye oy ver” diyen iki girişim:

“10danSonra” ve “Dayanışma Çağrısı”

H

DP dışında yer alan sosyalist ve sol çevre, birey, grup, partilerle Gezi Forumlarından arta kalan aktivistler; aydınlar 28-29 Mart tarihlerinde düzenledikleri iki ayrı toplantıda HDP’ye oy verme çağrısında bulundular. Sadece oy verme çağrısıyla kendilerini sınırlamadan, HDP’den bağımsız/özerk bir siyasal etkinlikle, seçim barajını parçalamayı, sosyalist ve sol mücadele açısından da gerekli bulduklarını açıkladılar. “10dan sonra” Kadıköy Sahnesinde 28 Mart’ta yapılan toplantıya 250’e yakın solcu, sosyalist, Gezi aktivisti; forum bileşeni katıldı. Toplantıya katılanlar Gezi dili ve alışkanlıklarını sürdürmek istediklerini söylüyorlar ve esas olarak Kadıköy, Beşiktaş ve Şişli gibi bölgelerde seçim faaliyeti yürütmek istiyorlar. Daha önce de Baskın Oran, Ufuk Uras kampanyalarından deneyimli olanlar da var. Ancak çoğunluk ilk kez bir seçim çalışması yürütecek. Toplantı çağrısını yapanların “HDP’den bağımsız” faaliyetlerinin programı ise, soyut talepleri ifade ediyor. Talepleri şunlar: “Adil ve özgür bir yaşam için, Kent hakkı için, Her alanda özyönetim için, Toprak, su, hava için, hayvan hakları için, Ortadoğu’da halklara barış ve kardeşlik için, Kadınlara özgürlük için, LGBTİ hakları için, Tüm kamusal hizmetlere parasız erişim için, İşçi ve emekçilerin hakları için, Bütün ezilen halkların ve inanç gruplarının eşitliği ve özgürlüğü için, Nefes almak için, 10danSonra’sını birlikte kuralım...” Aslında somut bir şey ifade etmeyen ve HDP’nin programının da gerisinde kalan bir kampanya öngörülüyor. Belki de iyi tarafı, birlikte bir seçim çalışması yürütmek ve bunu Gezi’nin demokratik yataylığı üzerinden ve bölgelerin inisiyatifine bırakılarak yapılıyor olmasıdır. “Dayanışma Çağrısı” Birleşik Haziran Hareketi bileşenleri arasından HDP’ye oy vermek isteyen bir grup parti, kurum ve birey ve onların girişimiyle bi-

raraya getirilen “imzacılar listesi” (aydınlar, kitle örgütü temsilcileri vb.) 29 Mart’ta Mimarlar Odasında bir toplantı düzenledi. “AKP’yi geriletmek, barajları yıkmak için HDP ile dayanışma çağrısı”na yaklaşık 250 kişi katıldı. Bir gün önceki toplantı da dahil, her iki toplantıya da katılanların oranı çok azdı. Yine önceki toplantıya göre daha yaşlı ama örgütlü sosyalist siyasetten gelen kadroların buluşmasıydı. Türkiye çapında bir siyasi seçim faaliyeti yürütmek istiyorlar HDP ile sosyalistlerin programatik farklılıkları, bağımsız siyaset yürütmenin önemi daha sık vurgulandı. Dayanışma Çağrısı’nın afişlere yansıyan talepleri “10dan Sonra” girişiminden farklı değil. Talepleri şunlar: “Her türlü ayrımcılığa karşı, eşit yurttaşlığı yükseltmek için! TBMM’de çıkarılan faşizan yasalarla tahrip edilen hak ve hukuk yollarını yeniden tesis etmek için! Laiklik mücadelesini yükseltebilmek için! Bilimsel, eşit, laik, parasız, anadilinde eğitim talebini daha güçlü dile getirebilmek için! İktidarın beslediği cinsiyetçi anlayışın her gün kadın cinayetlerine sebep olmaması için! Kentlerimizi, meydanlarımızı, parklarımızı, derelerimizi kısacası yaşamı ve yaşam alanlarımızı daha güçlü savunabilmek için! İşçi sınıfının, emeğin, sermayenin acımasız çarkları arasında sömürülmesine karşı eşitlik mücadelesinin büyütülmesi, işsizlik, yoksulluk, taşeronlaşma, iş cinayetleri ve güvencesiz çalıştırılmaya karşı mücadelesinin yükseltilmesi için! Kısacası AKP iktidarını sokakta ve sandıkta geriletebilmek için!” Hemen akla gelen ilk soru, neden iki ayrı girişim ve iki ayrı toplantı düzenlendiğine dair olacaktır? Bu haklı sorununun iki ay sürecek seçim kampanyası aralığında cevaplanması zor ve cevaplamaya çalışmak ise, seçim faaliyetinin önüne geçecek anlamsız bir tartışmayı tetikleyebilir. Bu iki ayrı girişimi veri olarak kabul edip, birlikte yapabileceklerimiz üzerinde İS HABER duralım.


10

İşçilerin Sesi

Nisan 2015/37

Başkanlık tartışmaları AKP’nin ömrünü kısaltıyor!

B

ugünün Cumhurbaşkanı, dönemin Başbakanı (2011 genel seçimlerinin ardından) olan T. Erdoğan’ın, “Türkiye’deki parlamenter sistemin tıkandığını, başkanlık sistemine geçilmesi gerektiğine” dair siyasi çıkışlarına son dönemde hız verdiği görülüyor. Aslında bu tartışmayı başlattığı ilk dönemde, “Arap Baharı” adı verilen bir süreç yaşanmaya başlamış, Ortadoğu’daki ve Kuzey Afrika’daki geleneksel diktatörler (başkanlar!) bir biri ardından devrilince, konuyu kapatmak zorunda kalmıştı. Erdoğan Cumhurbaşkanı olarak halk tarafından seçilince, başkanlık tartışmalarını yeniden gündeme getirdi ve AKP’nin 2015 Genel seçimlerinde öne çıkaracağı temel argüman olması için de partiye baskı yapıyor. 12 yıllık iktidar dönemlerinde, üç genel seçimi kazanmasına, meclisi istediği gibi yönlendirip yasa değişikliklerini yapmasına, Genelkurmaydan MİT’e kadar bütün eski düzenin kurumlarını kendisine tabi kılmasına, bunlarla da yetinmeyip bütün bir toplumsal hayata müdahale eden yasa ve uygulamalarına karşın, Erdoğan’ın “sistemin tıkandığından” bahsetmesinin, siyasi ve yönetimsel bir karşılığının olmadığı belli. 12 Eylül Anayasası ve ona bağlı olarak ceza ve seçim yasaları, otoriter bir sistemin sacayaklarını oluşturuyor. Mevcut sistem, güçlü bir başbakanlık ve ona tabi olan meclis çoğunluğu ile siyasetin sınırlarını belirleyen ve denetleyen bir cumhurbaşkanlığı işleyişine dayanıyor. Darbeci generallerin, Türkiye’ye biçtikleri siyasi yönetim anlayışı buydu ve Cumhurbaşkanı, yüksek yargı, Genelkurmay gibi kurumlar üzerinden, siyaset üzerinde bir hegemonya kurulmasını sağlıyordu. AKP iktidarının ilk yıllarında da bu sistem işledi, bürokrat kökenli cumhurbaşkanı, yüksek yargı ve Genelkurmay’ın siyasi müdahaleleriyle, AKP mevcut sistemin içinde tutulmaya çalışıldı. O dönemde sıkışan AKP, “Avrupa Birliği’nin (AB) ipine” sarılmıştı.

AB’le uyum süreci adına çıkarılan “paketler” vasıtasıyla, sınırlı da olsa demokratik açılımlar gerçekleşmiş, üzerinde baskı oluşturan asker ve yargı kurumları geriletilmişti. AKP, aldığı oy desteği yüzde 50’leri bulunca da, önce devlet aygıtı içinde kendisine muhalefet eden kurumları içinden dönüştürerek kendisine tabi kıldı. Bu nedenle artık, “siyaset üzerinde vesayet sistemi var” söyleminin bir karşılığının olmadığı görülüyor. AKP’nin başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere yüksek yargıyı, yeniden düzenlemesi ve bileşimini belirleyen atamaları gerçekleştirmesi bunun en önemli kanıtını oluşturuyor. Neden başkanlık? Erdoğan Cumhurbaşkanı olduğu halde ve AKP’nin 2015 seçimlerinden birinci parti çıkacağı kesin olduğu koşullarda, başkanlık sistemi dayatmasının arkasında yatan siyasi saikler neler olabilir? AKP12 yıllık dönem içinde yalnızca siyasi alanda ve devlet içinde kendisini var etmedi, aynı zamanda bütçe ve diğer kaynaklar üzerindeki tekelini kullanarak, AKP yandaşları için ekonomik bir saadet zinciri de yarattı. Özelleştirmeler, teşvik ve borç ertelemeleri yoluyla, ihaleler üzerinden, toprak rantı getiren imar değişiklikleri vasıtasıyla, kamu kuruluşlarındaki atama ve kadrolaşmayla, “ekonomik çekirdeğini” oluşturdu. AKP’nin yarattığı ve büyüttüğü bu yeni burjuva kesim, “Yeni Türkiye” olarak da ifa-

de edilen, mevcut AKP düzeninin sırtından varlığını sürdürüyor. Bu sistemin küçük bir “kusuru” bulunuyor: Seçimler! AKP, toplumu muhafazakarlaştırması sonucunda güçlenen dindar kesimlerden ve yoksullara sağlanan sosyal yardımlar sayesinde kazandığı toplumsal destek sayesinde, iktidarını güçlü bir şekilde sürdürebiliyor. AKP’yi ideolojik olarak sonuna kadar destekleyen dindar kesimlerle, ekonomik çıkar ilişkileri temelinde destekleyen kesimler (yoksullar, işsizler ve borçlandırılmış tüketiciler, esnaf vb.) arasında önemli bir siyasi fark bulunuyor. Araştırmalara göre, AKP’yi ekonomik gerekçelerle destekleyenlerin oranı, dini gerekçelerle destekleyenlerden çok daha fazla. Bütün burjuva partiler gibi AKP de, halkın nasıl oy kullanacağına dair bir garantinin olmadığını çok iyi bilir. Hatırlanacağı gibi, Ecevit’in DSP’si genel seçimde yüzde 23 oy alarak iktidara gelmiş, kendisi de Başbakan olmuştu. 2001 krizinin ardından ve yolsuzluk iddialarının tavan yaptığı koşullarda gerçekleşen 2002 Genel seçimlerinde DSP’nin oyu yüzde 1’e düşmüştü. Elbette AKP için şimdilik böyle dramatik oy kayıpları söz konusu olmasa da, yaşanabilecek açık bir ekonomik krizin ardından, neler olabileceğine dair DSP örneği çok anlamlı. Bugün AKP’nin oy kaybına uğradığını, bizzat AKP’li yöneticilerin ağzından duyuyoruz. “Saadet zinciri” kopacak demektir. Bunca

yıldır oluşturulan ekonomik ve çıkar ilişkilerinin ortadan kalkmasana AKP’nin, “demokrasinin gereği olarak” boyun eğeceğini sanmak saflık olacaktır. Parti sözcüleri, “2023 vizyonumuz” yetmediğinden “2071söylemini” dillendirseler de, partinin iktidarının seçimlerle sınırlı olduğunu çok iyi biliyorlar. AKP, Meksika ve Japonya örneklerini vererek, çok uzun yıllar daha iktidarda kalacağı izlenimini yaratmaya çalışıyor. Bu örneklerin Türkiye’nin siyasi ve sosyal koşullarıyla bir ilgisi bulunmuyor. İşte burada Erdoğan’ın, başkanlık sistemi önerisi devreye giriyor. Erdoğan bilerek meclisin ikinci planda kalmasını öne çıkarıyor. Meclis çoğunluğu içinden oluşmayacak bir bakanlar kurulu, seçimleri de oluşacak muhalefeti de göstermelik hale getirecek. Başkanlık sisteminde, meclis yani seçimler belirleyici olmaktan çıkacak; başkan, hükümet üyelerini dışarıdan bile atayabilecek. Bu işleyişe, asker, MİT ve yüksek yargı üzerindeki başkanın, müdahale ve denetim yetkileri ile atamalardaki keyfiyeti eklediğimizde, Türk tipi başkanlık sistemi yaratılmış olacak. Türkiye’nin toplumsal ve siyasi olarak, yüzde 65 sağ ve aşırı sağ, yüzde 35 genel olarak sol olarak bölünmüşlüğü dikkate alındığında, Erdoğan’ın başkanlık önerisi daha bir anlam kazanıyor. Seçimlerin getireceği risklere karşın, güçlü bir başkanlık sistemi, AKP için bir siyasi “sigorta” işlevi görecek. Seçimlerde sağ oyların parçalı olarak kullanılmasına karşın, halk tarafından seçilen Cumhurbaşkanlığı sürecinde de görüldüğü gibi, Erdoğan veya onun veliahttı olabilecek sağ muhafazakâr bir politikacı, oyları kendisinde toplayabilecek. Bu nedenle AKP’nin anayasayı değiştirebilecek 330 milletvekili sayısına ulaşmamasını sağlamak, Erdoğan’ın önünü kesmek, AKP’nin geriletilmesinin önünü açmak için, önümüzdeki genel seçim sonuçları belirleyici olacak. Ufuk DEMİRCİ


İşçilerin Sesi

Nisan 2015/37

11

Raşit Tükel rektörümüzdür!

A

KP’den milletvekilliği aday adaylığı için istifa eden eski İstanbul Üniversitesi (İÜ) rektörü Yunus Söylet, öğrencisinden öğretim görevlisine, taşeron işçisinden memuruna kadar bütün İÜ camiasının tepkisini çeken bir yöneticiydi. Özellikle sayıları üç bini geçen taşeron işçilerine karşı olan düşmanca sınıf tutumunu defalarca göstermişti. Kamudaki diğer yandaşlar gibi AKP saflarına katılmak için milletvekili adayı olduğunda, arkasında bir başka yandaşı bırakmak için İÜ’de baskın bir rektörlük seçimi tezgâhladı, AKP’li adayın kazanması için bütün oyunları oynadı. Buna karşılık, İÜ Demokratik Üniversite Girişimi’nin adayı olan Prof. Dr. Raşit Tükel, 2 bin 595 oyun bin 202’sini alarak, rektörlük seçimini büyük bir farkla kazandı. Raşit Tükel, hem üniversite

içinde hem de diğer alanlarda, demokratik mücadelenin aktif bir unsuru olarak tanınıyordu. İÜ’de taşeron işçilerinin mücadeleleri sırasında açıktan destek veren bir avuç öğretim görevlisinden biriydi. AKP hegemonyasının her alanı ve kurumu baskısı altına aldığı bu dönemde, sol değerlere sahip çıkan Tükel’in, rektörlük seçimini kazanması moral verici bir gelişme oldu. Seçimin kendisi demokratik bir süreç olsa da, burjuva demokrasisi içinde sınırları olduğu da gözden kaçmamalı. Rektörlük seçimlerinden birinci çıkmak yetmiyor, seçimin ardından YÖK ve Cumhurbaşkanlığı devreye giriyor. YÖK’ün Cumhurbaşkanlığına gönderdiği listede, Tükel ikinci sıraya konurken, AKP’nin desteklediği aday birinci sıraya yerleştirildi. Belli ki, Cumhurbaşkanının işi kolaylaştırılmak istendi. Bu durum, Tükel’in

rektör olarak atanamayacağına (daha önceki benzer durumlar dikkate alındığında) dair bir izlenim oluşmasına neden oldu. Bu gelişme üzerine İÜ’de Tükel’i desteklemek ve rektör olarak atanması için bir kampanya başlatıldı, dışarından ve sosyal medya üzerinden de benzer bir çalışma yürütülüyor. “Akademik iradeye saygı” adı altında İÜ’de gerçekleşen yürüyüş sonrasında katılımcılar, “Atama gerçekleşmezse üniversite bile-

şenleriyle karar vereceğiz” diyerek, kendi iradeleri dışında bir atama yapılırsa tanımayacaklarını açıkladılar. İÜ’deki rektörlük seçimi, burjuva demokrasisinin sınırlarını gösterdiği kadar, 12 Eylül düzeninin YÖK ve Cumhurbaşkanlığı kurumları üzerinden devam ettirildiğini de ortaya koydu. Mevcut yasa ve uygulamalara karşın, seçimlere katılmak demokratik olduğu kadar, meşru bir görev olarak görülmeli. Burjuva devlet aygıtı içindeki kurumları “içeriden” düzeltmek gibi ham hayaller yaymadan ya da her çeşit seçimi, demokratik olmayan koşulları bahane gösterip reddeden bir sol anlayışa düşmeden, siyasi-demokratik mücadele verilebilir. İÜ’deki rektörlük seçimi, hazırlık ve örgütlenmenin gerçekleştiği koşullarda sol görüşün de başarılı olabileceğini bir kere daha gösterdi. Ufuk DEMİRCİ

Mega Projeler İstanbul’u susuz bırakacak

S

u Hakkı Platformu Tarafından yayınlanan, “İstanbul’un Su Krizi ve Kolektif Çözüm Önerileri” başlıklı raporda 2050’ye kadar İstanbul’daki sıcaklık değerleri 3 derece artacağı söyleniyor. Temiz su kaynakları konusunda geleceği düşünen bir su politikasının yer almadığı belirtilen raporda Ömerli, Elmalı ve Küçükçekmece havzasındaki endüstrileşmenin tatlı su kaynaklarını tehlikeye düşürdüğü belirtiliyor. İstanbul’daki barajların 2014 tarihindeki toplam su hacmi 164,5 metreküp olarak belirtiliyor. Başka havzalardan sürekli su taşınmasına yönelik bir su yönetimi sürdürülebilir olmayacağı belirtiliyor. Arıtma tesislerinin yetersizliği bir başka sorun olarak belirtiliyor. Buna göre, Sakarya Nehri’nin sanayi ve evsel atıklarla kirlenmesi sonucunda su kalitesi çok düşük. Melen ve Yeşilçay’ın su kalitesine göre inşa edilmiş mevcut arıtma tesisleri, Sakarya Nehri’nin suyunu arıtmaya uygun değil. 2020-2050 yılları arasında yaşanması düşünülen 2 ile 3 dere-

ce arası sıcaklık artışı özellikle yaz aylarındaki yağışın düşmesine neden olacak. Rapora göre yine sıcaklığa bağlı olarak ilkbahar ve yaz aylarındaki sıcaklık artışının da yağışları azaltacağı söyleniyor. En büyük tehlike mega projelerin yapılması Raporda iklim değişikliğinin en önemli sebebi mega projeler olarak belirtiliyor. 3. Köprü, 3. Havalimanı ve Kanal İstanbul arazi kullanımı, nemlilik, sıcaklık, gaz ve enerji akışı ile albedo özelliklerde değişikliklere neden olacak, yeni ve ek ısı kay-

nakları yaratacak. Bu doğal olmayan değişim iklimler dizisini bozabilecek hatta yok edebilecek. Projelerin yapıldığı alanlar yüksek olasılıkla birer kentsel ısı adasına dönüşecek. 3. Köprü tamamlandığında Kuzey Marmara Otoyolu ile birlikte toplamda 8 bin 715 hektarlık ormanlık alan yok edilecek. Çökelme ve trafik nedeniyle egzoz gazları baraj göllerinde toplanan suyun kirlenmesine yol açacak ve özellikle Ömerli baraj gölünde oluşacak kirlilik DSİ’nin önemli yatırımlarından biri olan Melen Projesi’ni de olumsuz yönde etkileyecek. 3. Havalimanı işlet-

mesinden kaynaklanacak kurşun bakır ve çinko gibi kirleticiler Terkos Gölü’nü ağır metallerle kirlenmiş bir göl haline getirecek. Kanal İstanbul, gerçekleşirse İstanbul’da kullanılan suyun yüzde 6,7’sini karşılayan Sazlıdere Havzası ortadan kalkacak. Ayrıca Avrupa Yakası’nda yapılacak 4 ayrı yeni kent projesiyle Silivri’den, Bekirli’ye kadar olan tüm yeraltı su kaynakları tehlike altında. Kirlenen yeraltı sularının ise temizlenmesi neredeyse imkansız. Günlük kayıp miktarı 600 bin metreküp Türkiye genelinde şebekelerin çok eski olması ve suyun iyi yönetilmemesinden dolayı yüzde 43 oranında kayıp-kaçak yaşanmakta. Megakent için kayıp-kaçak oranı yüzde 27 seviyesindedir. Yıllık toplam 909 milyon 454 bin metreküp su verilen İstanbul’da yüzde 24’lük bir kayıp; günlük 600 bin metreküp suyun boşa gitmesi anlamına geliyor. İstanbul’daki mevcut su kayıp oranı, Sakarya’dan getirilen suya denk. Zehra SELANİKLİ


12

İşçilerin Sesi

Nisan 2015/37

Yemen: Uluslararası gerilimi artıran bir savaş Yemen’de zenginlerin sahip olmak isteyeceği birçok şey var. İlki, henüz yeraltından çıkartılmamış olan petrol ve doğalgaz kaynaklarına sahip olması.

Ş

ubat ayının başında, Yemen’de iktidar değişikliği oldu. Şii milisler (Husiler), iktidardaki Sünni yönetimi devirdiler ve iktidarı ele aldılar. İktidarın el değiştirmesi, Arap ülkelerinin egemen sınıflarını ve ABD’yi rahatsız etti. Suudi Arabistan liderliğinde oluşturulan askeri güç Yemen’e havadan askeri müdahaleye başladı. Arap Birliği Dışişleri Bakanları Konseyi tarafından onaylanan, 150 bin kişilik “Ortak Arap Askeri Gücü”nün kurulması sadece “Yemen Savaşı” için olamaz. Arap ülkelerinin onunun birden bir askeri kuvvet oluşturup yoksul Yemen’e saldırmasını izleyen herkes, bu askeri gücün İsrail’in günlerce bombardımanı sonucunda bin 200’den fazla Filistin’linin ölümüyle sonuçlanan İsrail’e karşı neden oluşturulmadığını soruyor. Nedeni basit: Yemen, yoksul bir Arap ülkesi ve iktidar değişikliği Arap ülkelerindeki iktidarların çıkarlarını tehdit ediyor. Yemen’de ne olmuştu? Arap Baharı’ndan ilham alan Şii toplumu, 2011 yılında Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih’i devirmişti. O günden beri Yemen istikrarsız. Kuzey Yemen’de elde ettikleri zaferden cesaret alan Husilerin lideri Abdülmelik el Husi, 2014 yılının Ağustos ayında Cumhurbaşkanı Hadi’den yoksullara zarar veren ödenekleri kaldırmasını ve “yozlaşmış” hükümetin yerine Yemen’in çeşitli siyasal taraflarını daha iyi temsil eden bir hükümet kurmasını talep etmişti. Eylül ayında Hadi hükümeti petrol fiyatlarını yüzde 30 oranında indirmeye razı oldu. Husiler bu adımı yetersiz buldu. Eylül 2014’te Başkent Sana’da askerlerle şiddetli çatışmalar meydana geldi. Bu yılın Ocak

ayında Husiler Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nı ve bazı hükümet binalarını ele geçirdi. Taraflar arasında yapılan anlaşma yürümeyince, Cumhurbaşkanı ile hükümet istifa ederek başkenti terk etti. Yemen Yemen 26 milyon nüfuslu bir ülke. Türkiyenin üçte ikisi büyüklüğünde (yüzölçümü yaklaşık 528000 km²). Orta Doğu’da, Umman Denizi, Aden Körfezi ve Kızıldeniz kıyısında olan Yemen, batı’da Umman ile güney’de ise Suudi Arabistan ile sınırdır. Gayri Safi Milli Hasılası 58 milyar dolar. Kişi başına düşen milli gelir bin 100 dolar. Yani Arap ülkelerinin en yoksullarından biri. Yemen’e saldırının esas nedeni Yemen, Ortadoğu’da Osmanlı zamanından beri önemli olmuş bir ülke. Yemen türküsü bilinir... Yemen çöllerinde 14 yıl askerlik yapan yoksulların hikayesidir. Yemen o gün için jeopolitik olarak stratejik önemdedir. Bugün de enerji kaynakları bakımından el değ-

memiş topraklara sahip. Öte yandan mezhep farklılığı da Arap egemen sınıflarının Yemen’e müdahalesine bahane oluşturuyor. Yemen’de nüfusun yaklaşık olarak yüzde 35-40’ını Şii kökenli Husiler oluşturuyor. Suriye’nin ardından bölgede Şii-Sünni ekseni diye ifade edilen bir bloklaşma yaşanıyor. Yemen’de zenginlerin sahip olmak isteyeceği birçok şey var. İlki, henüz yeraltından çıkartılmamış olan petrol ve doğalgaz kaynaklarına sahip olması. Bir diğeri, jeopolitik konumudur. Süveyş Kanalının devamında Aden Körfezi üzerinden okyanusa geçiş, Yemen sularından mümkün oluyor. Aynı zamanda Afrika’nın merkezine ulaşmak Yemen’den mümkün. Dolayısıyla petrol ve jeopolitik konum Yemen’i yoksul ama önemli bir ülke haline getiriyor. Suudi Arabistan’ın liderliğindeki askeri müdaheleye Türkiye’nin destek verdiğini ve İran’la Türkiye arasında diplomatik kriz seviyesine varabilecek söz düellosu yaşandığını hatırlayacak olursak, Suudi sermayesinin “Yemen Savaşı” bütün bölgeyi ve hatta uluslara-

rası dengeleri siyasi krize sevk edecek bir saha olabilir. Tehlike büyük! Suriye ile Yemen’in ortak bir yönü var. Sünni ya da Vahabi olmayan mezheplerden gelen yöneticiler iktidarda. Arap Alevileri ve Şiiler iktidarda. İran da aynı toplulukta yer alıyor. Diğer Arap ülkeleri ve Türkiye ise, Sünni ekseninde gruplaşıyor. Bu gruplaşmaların ardında ise, Rusya ve ABD var. ABD, Suudi Arabistan’ın stratejik müttefi. Öteyandan Rusya, İran ile birlikte Yemen’e yönelik askeri saldırılara karşı açık tutum aldı. Çin çok açık olmamakla birlikte İran’ın pozisyonunu destekler bir tutum alıyor. Şii-Sünni bölünmesi sadece bölge ülkelerin kendi içinde kırılmalara yol açması muhtemel olduğu gibi, uluslararası ekonomik krizin ilerlemesi devam ederse, dünya çapında gerilimlere (Ukrayna’da Rusya-ABD gerilimine) ilave olacak demektir. Bu gerilimi artıracak olan Arap Birliği Ordusu’nun kara operasyonlarına başlaması olacaktır. Can ATEŞ


İşçilerin Sesi

Nisan 2015/37

13

Sendikalar 1 Mayıs’ta Taksim’e çağırıyor

G

eçtiğimiz yıl polis şiddetinin damga vurduğu 1 Mayıs İşçi Bayramı’nda Taksim’deki kutlamalara izin vermeyen hükümetten, bu sene de aynı yasağın devam edeceği sinyali gelmiş, İstanbul Valisi Vasip Şahin 1 Mayıs’ta Taksim’deki etkinliklere izin vermeyeceklerini duyurmuştu. DİSK Genişletilmiş Başkanlar Kurulu yaptığı toplantı sonucunda yayınladığı ‘Sonuç Bildirgesi’nde İstanbul’da 1 Mayıs’ın Taksim Meydanı’nda kutlayacaklarını duyurdu. Bildirgede, “Hukuk dışı Taksim yasağı işçi sınıfının hakkı-

Hukuk dışı yasak kaldırılsın

nın, hukukun çiğnenmesidir. Tek taraflı olarak 1 Mayıs’ın İstanbul’da nerede kutlanacağına hükümetin karar vermesi, tari-

İşçinin aylık yaşam gideri bin 587, geliri 949 lira…

hiyle, örgütleriyle, değerleriyle, haklarıyla beraber işçi sınıfının yok sayılması anlamına gelmektedir” ifadeleri kullanıldı.

DİSK 1 Mayıs Komitesi’nin oluşturulmasına, dost emek-meslek örgütleri ve siyasi parti liderleriyle görüşmeler yapılması kararı alınan bildirgede, “Bunların yanı sıra İstanbul Valiliği ve hükümet nezdinde de temaslarda bulunulması uygun bulunmuştur. İnsanca çalışma ve insanca yaşam için, sendikal hak ve özgürlüklerimizin kazanılması için işçi sınıfının hakkını, hukukunu koruyabilmek için, bu akıl dışı ve hukuk dışı 1 Mayıs meydanı yasağını ortadan kaldırmak önemli bir eşik olacaktır” denildi. İS HABER

Saray’da kilosu 4 bin TL olan beyaz çay içiliyor ‘Limon ve elma kabuklarından sirke yapılıyor’

T

ürk-İş tarafından, işçilerin geçim koşullarını ortaya koymak ve temel ihtiyaç maddelerindeki fiyat değişikliğinin aile bütçesine yansımalarını belirlemek amacıyla her ay yapılan “açlık ve yoksulluk sınırı” araştırmasının Mart ayı sonuçları açıklandı. Buna göre, dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken gıda harcaması tutarı (açlık sınırı) bin 301 lira 14 kuruş, gıda harcaması ile birlikte giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer harcamaların toplam tutarı (yoksulluk sınırı) ise

4 bin 238 lira 23 kuruş olarak belirlendi. Sadece tek bir işçinin yaşam gideri Mart ayı için bin 587 lira olarak hesaplandı. Dört kişilik bir ailenin sağlıklı ve dengeli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması tutarı 2015 yılının ilk üç ayı itibarıyla 69 lira ve önceki yılın aynı ayına göre 152 lira artış gösterdi. Asgari ücret ise, asgari geçim indirimi de dahil 949 lira olduğu düşünülürse, her ay için 638 lira açığı var demektir. Bu fark ise, günde 12-14 saat çalışılarak en aza indirilmekte, temel gıda harcamalarından feragat edilerek kapatılmaktadır. Ya ailenin çalışmayan üyeleri ne olacak?

‘Sade hayat saray mutfağında’ başlığıyla verilen ve tam sayfa ayrılan haberin spotunda şöyle denildi: “Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın mutfağı oldukça mütevazı. Anadolu’nun geleneksel mutfağından farkı neredeyse yok. Emine Erdoğan limon ve elma kabuklarını ziyan etmiyor onlardan sirke kurduruyor. Bir kase çorba veya bir çeşit yemek ve salatayla kurulan sofralar ancak misafir olunca şenleniyor. Evde ayrıca bol bol Rize’nin beyaz çayı içiliyor.” Haberde, ‘First Lady’ olarak tanımlanan Emine Erdoğan’ın ‘doğal ve sade’ hayatından kesitler okuyucuya sunuldu. Ak Saray’da kurulan sofraların gösterişten uzak ve sade olduğu sıklıkla vurgulanan haberde, Çaykur’un geçtiğimiz günlerde kilosunu 4 bin liradan satışa sunduğu beyaz çayın bol bol içildiği söylenirken, Emine Erdoğan’ın ‘Doğaya dönüş’ fikrini benimsediği belirtildi. Ev yapımı sirkelerin, ku-

Sarayda tanesi bin lira olan altın varaklı bardaklar kullanılıyor.

rutulan sebze ve meyvelerin mutfaktan eksik olmadığı, gelen misafirlere sık sık ikram edildiği belirtilirken, Emine Erdoğan’ın geçtiğimiz yıl Mali cumhurbaşkanının eşi Aminata Keita’ya mango kurusunun ithalatı yönünde verdiği tavsiye şöyle anlatılıyor: “First Lady Keita, en güzel mangoların kendi memleketlerinde yetiştiğini ancak bu meyvelerin çok kolay bozulmasından dolayı ithalatını zor yaptıklarını anlatınca Emine Erdoğan kendi mutfaklarında meyveler fazlaysa kurutarak sakladıklarını söylemiş ve Keita’ya da mango kurusu yaparak ithalatı artırmalarını önermiş.”


14

İşçilerin Sesi

Nisan 2015/37

Hava-İş yönetiminden La Fonten hikayeleri...

H

ava-İş yönetimi nereden bakarsanız bakın tutarsızlık içinde boğulup gidiyor. Teknik AŞ’de yaşanan hak ihlallerine karşılık tek bir söz söyleme cesareti olmayan sendika yönetimi, işi hikaye anlatmaya kadar vardırdı. Bütüh THY çalışınlarına iletilen mail/bildirinin üst başlığı şöyle: “Bu anekdotun yorumunu sizlere ve Teknik A.Ş. Yöneticilerine bırakıyoruz”. Bildiri ise “Aslan ile Karıncanın Hikayesi”ni anlatıyor ve hikayenin sonuna kadar anlatılıyor, bildiri sona eriyor! Bırakın Hava-İş tarihini sendikal hareketin tarihinde bile pek az rastlanacak bu bildiri, sendika yöneticilerinin patronlarına söyleyecek sözlerinin olmadığını gösteriyor. Oysaki HABOM’un kapatılması, MNG Teknik ile birlikte çalışanların Teknik AŞ’ye

aktarılmaları sürecinde çok sayıda haksızlık oldu. Ücret ve statü kaybının dışında, yeni işe başlayan işçiler gibi giriş-çıkış yapılmış oldu. 1 Nisan ama şaka değil! 1 Nisan’da iki önemli gelişme oldu. Birincisi, 200 teknisyenin Teknik Aş’ye geçişleri yapılmayarak işten çıkartıldılar. Bunların büyük çoğunluğu MNG Teknik çalışanıydı. Bir kısmına yeni iş teklifi yapılmadı, bir kısmına yapıldı ama sözleşme imzalanmadı vb. İşten çıkartılanlar arasında Çelik-İş temsilcileri de var. İşçiler dava açmaya hazırlanıyorlar. İkincisi ise, işkolu yetki davasının 9’uncu duruşması yapıldı. Bu duruşmadan karar çıkması bekleniyordu. Ancak duruşma 13 Nisan’a ertelendi. Davanın karar verilmeyip de ertelenmesi

hususunda rivayet muhtelif: Bazı ifadelere göre davayı uzatan Hava-İş yönetimi bazı ifadelere göre, hakim kararını henüz vermediğini belirtti. Her iki sonuç da işçiler açısından geleceklerine dair belirsizlikler içeriyor ve işçilerin aleyhine işliyor. İşkolu tespitine karar verilse bile Yargıtay aşaması da olacağı için, süreç bir süre daha belirsiz olacak. THY yönetiminin Teknik AŞ’nin yetkisini Çelik-İş’e verilmesinden yana olduğu söylense

Ek zammı aldık

İşçi hakkını aramalı...

Y

ıllık izinler her yıl oluğu gibi bu yıl da işin durumuna göre verilmeye başlandı. İşçiler ne bir porogam yapabiliyor ne de fikri alınıyor. Hatta akşam eve gidip sabah işe gelince “yarın izine çıkıyorsun” diyor usta; emir vaki yapıyor. İşçiye soru sorma fırsatı verilmiyor, yalaka ustalar patrondan güç alarak bir lafbile söyletmiyor. İşçilere istediği muameleyi yapıyor birde gıcık oldu mu kişiselliğe dönüştürüp sürekli o işçiyle uğraşıyor. Aynı kişiler, işyerine denetimciler geldiğinde ise, o kadar iyimser oluyorlar ki sanki hiç sorun yokmuş gibi davranıyorlar. İşçi sağlığı ve iş güvenliğinden denetimciler geldi.İdareye işçileri çağırıp konuşacağız demişler. İdare de en sessiz işçilerden 8 yada 10 kişinin ismini vermiş. Aralarında hiç bir tane eski işçi yoktu. En fazla iki yıllık işçileri seçmişler. Bir kaç tane ustayı araya yazdırmışlar. Dörder kişi görüşmeye çağrıldı. Görüşmeye giden işçilere bazı sorular sormuşlar. İçeriye her üç işçiyle bir de usta gidince, işçiler her-

bile, bundan hangi çıkarları güütüğü belli değil. Hava-İş’in başına getirdiği yönetimden daha sadık bir Çelik-İş Genel Merkezi bulamayacağına göre, buradaki hesabın ne olduğu da bilinmiyor. Sonuç olarak, THY çalışanları, hem Hamdi Topçu yönetimi hem de Hava-İş ile Çelik-İş’in yönetimleri eliyle kuşatılmış durumda. Bu kuşatmanın yarılması zorunlu; aksi halde 2016 yılı toplu sözleşmeleri bir hayli kayıplarla geçecek demektir... Serdar TOROS

İ şeyden menmunmuş gibi, olumlu konuşmuşlar. Ama bir usta “bazı çatlaklar işyeri hakkında bazı şeyler yazıp dağıtıyorlar” deyince bir işçi dayanamamış. “Yazılanların hangisi yanlış” diye sormuş. Denetimcinin yanında tartışmışlar. İşçi kağıtları savununca, denetimci araya girip ustaya burada tartışmanıza gerek yok diyerek konuyu kapatmış. Denetim onaylandı ama bazı eksiklikler var diye idareyi uyarmışlar; örneğin işçi temsilcisi usta olmamalı diye söylemişler. Patron prosedürleri uyguluyor ama daha çok göz boyama yapıyor. Geçen yıl da denetimciler işçi temsilcisi seçin diye uyarmıştı ve idare de hemen ustayı seçmişti. O günden beri işyerinde bir temsilci var mı yok mu belli değil. Hatta işçinin yarıdan fazla-

sı kadın olmasına rağmen, temsilcinin bir tanesi bile kadın değil. Tabiki idarenin seçtiği temsilci hiç bir zaman işçiyi temsil etmez yada işçinin hakkını savunmasını bekleyemeyiz. İşçi birlik olup kendi temsilcilerini seçmeli ve hakkını aramalı. Buna iyi bir örnek verebilirim: Bir kadın işçi ustanın saçmalıkları karşısında ustaya karşı kendini savunmuştu ve usta “seni çıkarıyorum git tazminatını al, yarında işe gelme” diye atarlanmış olmasına rağmen o arkadaşımız usta dediği gün işten ayrılmadı; iki gün tek başına direndi ve kendi istediği gün tazminatını alıp çıktı. Tek başına da olsa başarılı oldu. Biz de kararlı olup hep birlikte hakkımızı aramalıyız; o işçi de bize örnek olmalı. G.KEMERLİ

şyerinde yapılmasını istediğimiz ara zammı nihayet yaptılar. Tüm bölümlere yüzde 5, modelhaneye yüzde 2 zam yapıldı. Bu ara zam, beklentilerimizden az oldu. İtiraz edildi patron toplantı yaptı. Yine çevre fabrikalardan örnekler verdi. Verdiği örneklerin hepsi olumsuz örnekler oldu. Herkes maaşların azlığından, geçim sıkıntısından bahsetti. Patron sıkışınca “arkadaşlar işinize gelmiyorsa söyleyin daha iyi maaaş veren yere gidin tüm haklarınızı veririm” dedi. Bu sözleri yılbaşı zamlarında da duymuştuk. Nitekim, bir işçi arkadaş çıkışını istedi. O zaman gerçek niyetleri anlaşıldı: Çıkmak istiyorsan istifa eder gidersin sana tazminat veremeyiz dediler. Şimdilik ara zammı aldık. Bakalım 9’uncu aydaki zam ne olacak? Şimdiden onun hazırlığını yapmalıyız. Bizler birlik olup baskı yapmadıkça onların zam verecekleri yok, sadece kapı göstermeyi biliyorlar! Murat DEMİRCİ


İşçilerin Sesi

Nisan 2015/37

15

Marksistler bireysel terörizme neden karşıdırlar? L. Troçki (1911)

S

ınıf düşmanlarımız, bizim terörizmimizden yakınmayı alışkanlık haline getirdiler. Bununla neyi kastettikleri pek açık değil. Onlar proletaryanın, sınıf düşmanlarının çıkarlarına karşı yöneltilmiş olan tüm etkinliklerini terörizm olarak yaftalamak istiyorlar. Onların gözünde grev, terörizmin başlıca yöntemidir. Bir grev tehdidi, grev gözcülerinin örgütlenmesi, köle çalıştırıcısı patrona karşı ekonomik boykot, kendi saflarımızdan çıkan bir haine karşı ahlâki boykot; bunların tümünü ve daha birçok şeyi, terörizm olarak adlandırıyorlar. Eğer terörizm, bu şekilde düşmanda korku uyandıran veya ona zarar veren her türlü eylem olarak anlaşılırsa, doğal olarak tüm sınıf mücadelesi terörizmden başka bir şey değildir. Ve geriye kalan tek sorun, yasalarıyla, polisiyle ve ordusuyla burjuvazinin tüm devlet aygıtı kapitalist terör aygıtından başka bir şey değilken, burjuva politikacıların proletarya terörizmine yönelik ahlâki öfkelerini kusma hakları olup olmadığıdır! Bununla birlikte, bizi teröristlikle kınadıklarında, bu sözcüğe –her zaman bilinçli olmamakla birlikte– daha dar, daha dolaylı bir anlam vermeye çalıştıkları söylenmelidir. Örneğin, makinelerin işçiler tarafından parçalanması kelimenin bu anlamıyla terörizmdir. Bir patronun öldürülmesi, bir fabrikanın ateşe verilme teşebbüsü, birinin ölümle tehdidi, bir hükümet bakanına karşı silahlı suikast teşebbüsü; tüm bunlar kelimenin tam ve gerçek anlamı ile terörist eylemlerdir. Ancak, uluslararası Sosyal Demokrasinin gerçek doğasına ilişkin bir fikre sahip olan herkes bilmelidir ki, o, bu tip eylemlerin tümüne her zaman uzlaşmaz biçimde karşıdır. Niçin? Grev tehdidi ile “terörize” etme veya fiili olarak bir grev örgütleme, sadece sanayi ve tarım işçilerinin yapabileceği bir şeydir. Bir grevin toplumsal önemi doğrudan doğruya, ilkin girişimin büyüklüğüne veya grevin etkileyeceği sanayi koluna; ve ikinci olarak katılan işçilerin örgütlenme, disipline olma ve eyleme isteklilik derecesine bağlıdır. Bu, ekonomik bir grev kadar, politik bir grev için de doğrudur. Grev, doğrudan doğruya proletaryanın modern toplumdaki üretici rolünden kaynaklanan bir mücadele yöntemi olmaya devam eder. Kapitalist sistem, gelişmek için bir parlamenter üstyapıya ihtiyaç duyar. Fakat modern proletaryayı politik bir gettoya hapsedemeyeceği için, eninde sonunda işçilerin parlamentoya katılmalarına izin vermek zorundadır. Proletaryanın kitle karakteri ve politik gelişmişlik düzeyi –yine onun toplumsal rolü, yani her şeyden önce üretici rolü tarafından belirlenen ni-

telikleri– seçimlerde ifadesini bulur. Bir grevde olduğu gibi, bir seçimde de mücadelenin yöntemi, amacı ve sonucu, her zaman, proletaryanın bir sınıf olarak toplumsal rolüne ve gücüne bağlıdır. Yalnızca işçiler bir grev örgütleyebilirler. Fabrika tarafından iflâs ettirilen zanaatkârlar, fabrikaların sularını zehirlediği köylüler veya yağma arayışındaki lümpen proleterler makineleri parçalayabilir, bir fabrikayı ateşe verebilir veya onun sahibini öldürebilirler. Sadece bilinçli ve örgütlenmiş işçi sınıfı, proletaryanın çıkarlarını savunmak için parlamentonun salonlarına güçlü bir temsilci gönderebilir. Bununla birlikte nefret edilen bir görevliyi öldürmek için arkanızda örgütlenmiş kitlelere ihtiyaç duymazsınız. Patlayıcılar için reçete herkesçe elde edilebilir ve bir Browning her yerden edinilebilir. İlk durumda, yöntem ve araçları zorunlu olarak egemen toplumsal düzenin doğasından kaynaklanan toplumsal bir mücadele vardır; ikincide ise (öldürme, bombalama, vb.) ortaya çıktığı her yerde –Fransa’da olduğu gibi Çin’de de– görünürde çok gözalıcı fakat toplumsal sistem devam ettiği sürece tamamen zararsız salt mekanik bir tepki söz konusudur. Orta büyüklükte bir grev bile bazı toplumsal sonuçlara yol açar: İşçilerin özgüveninin güçlenmesi, sendikanın büyümesi ve hatta üretim teknolojisinde ilerleme kaydedilmesi ender görülen sonuçlardan değildir. Bir fabrika sahibinin öldürülmesi ise, polisiye nitelikte bir etki doğurur veya mal sahibinin değişmesi gibi her türlü toplumsal anlamdan yoksun bir sonuca yol açar. Bir terörist eylemin, hatta “başarılı” olanının bile, egemen sınıfı bütünüyle karışıklığa sürüklemesi somut politik koşullara bağlıdır. Her halükârda, karışıklık sadece kısa ömürlü olabilir; kapitalist devlet kendisini hükümet bakanlarına dayandırmaz ve onların ortadan kaldırılmasıyla da yıkılmaz. Egemen sınıflar her zaman kendilerine hizmet edecek yeni insanlar bulacaktır; mekanizma hiçbir zarar görmeden kalır ve işlevini sürdürür. Fakat bizzat çalışan kitlelerin içinde, bir terörist eylemle yaratılan karmaşa çok daha derindir. Eğer bir kişinin amacına ulaşmak için bir tabanca ile silahlanması yeterliyse, sınıf mücadelesinin çabaları niye? Bir yüksük dolusu barut ve küçük bir parça kurşun düşmanı ortadan kaldırmak için yeterliyse, bir sınıf örgütüne ne gerek var? Bir üst düzey yetkiliyi patlamaların kükreyişi ile dehşete düşürmek mümkünse, partiye niçin ihtiyaç var? Bir kişi parlamento salonundan bakanlık sıralarına kolayca nişan alabiliyorsa, toplantılar, kitle ajitasyonu ve seçimler neden?

Bizim gözümüzde bireysel terör kesinlikle kabul edilemez, çünkü kitlelerin rolünü onların kendi bilinçlerinde küçültür, onları güçsüzlüklerine razı eder, gözlerini ve umutlarını bir gün gelecek ve misyonunu yerine getirecek olan bir intikamcıya veya kurtarıcıya çevirmelerine yol açar. “Eylem propagandası”nın anarşist peygamberleri, terörist eylemlerin kitleler üzerinde uyandırıcı ve canlandırıcı etkisi olacağını savunabilirler. Ancak teorik değerlendirmeler ve politik deneyimler aksini ispatlar. Terörist eylemlerin “etkisi” ne kadar artarsa, tesiri ne kadar büyürse, kitlelerin dikkati o kadar bunlar üzerinde odaklaşır; öz-örgütlülüğe ve öz-eğitime ilgileri o kadar azalır. Fakat patlamanın dumanı dağılıp panik yok olunca, öldürülen bakanın halefi arz-ı endam eder, yaşam tekrar eski rayına oturur, kapitalist sömürü çarkı eskiden olduğu gibi döner; sadece polis baskısı daha vahşi ve arsız hale gelir. Ve sonuç olarak, ateşlenen umutların ve yapay olarak canlandırılan heyecanın yerine hayal kırıklığı ve kayıtsızlık gelir. Gericiliğin grevleri ve kitlesel işçi hareketini genel olarak sona erdirme çabaları, her yerde daima başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Kapitalist toplum etkin, hareketli ve zeki bir proletaryaya ihtiyaç duyar; bu nedenle proletaryanın elini ayağını uzun süre bağlayamaz. Öte yandan anarşist “eylem propagandası” her zaman göstermiştir ki, devlet fiziksel yıkım araçları ve baskı mekanizmaları bakımından, terörist gruplardan çok daha zengindir. Eğer böyleyse, devrime ne olacak? Bu durum devrimi yadsıyıp imkânsız hale mi getiriyor? Hiç de değil. Çünkü devrim, mekanik araçların basit bir toplamı değildir. Devrim, sadece sınıf mücadelesinin keskinleşmesinden doğar ve sadece proletaryanın toplumsal işlevlerinde bir zafer garantisi bulabilir. Politik kitle grevi, silahlı ayaklanma, devlet iktidarının ele geçirilmesi; bütün bunlar, üretimin gelişmişlik derecesi, sınıfsal güçlerin mevzilenişi, proletaryanın toplumsal ağırlığı ve nihayet, devrim anında devlet iktidarının kaderini belirleyen etken silahlı kuvvetler olduğu için, ordunun toplumsal bileşimi tarafından belirlenir. Sosyal Demokrasi, mevcut tarihsel koşulların doğurduğu devrimden kaçınmaya çalışmayacak kadar gerçekçidir; tersine devrimi dört gözle karşılamaya çalışır. Fakat Sosyal Demokrasi –anarşistlere karşıt olarak ve onlara karşı doğrudan mücadele ederek– toplumun gelişimini yapay olarak zorlamayı, proletaryanın yetersiz devrimci gücünün yerine hazır kimyasal formülleri geçirmeyi amaçlayan tüm yöntem ve araçları reddeder.

Bir politik mücadele düzeyine yükseltilmeden önce terörizm, kendisini bireysel intikam eylemleri biçiminde ortaya koyar. Terörizmin klasik ülkesi Rusya’da durum buydu. Politik suçluların kırbaçlanması, Vera Zasuliç’i, genel öfke duygusunu General Trepov’a yönelik bir suikast eylemiyle ifade etmeye zorlamıştı. Herhangi bir kitle desteğinden yoksun olan devrimci entelijensiya içinde Zasuliç’in örneği taklit edildi. Bilinçsiz bir intikam eylemi olarak başlayan şey, 1879-81 arasında sistemli olarak geliştirildi. Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki anarşist suikast eylemleri salgını, her zaman peşinden hükümetin başlattığı vahşeti –grevcilerin kovulmasını ya da politik muhaliflerin idam edilmesini– getirmiştir. Terörizmin en önemli psikolojik kaynağı, daima bir çıkış arayışı içindeki intikam hissi olmuştur. Terörist eylemlere karşı insan yaşamının “kutsal değeri” hakkında ciddi açıklamalar yapan satın alınmış ahlâkçılarla Sosyal Demokrasinin ortak hiçbir yanı olmadığına değinmeye gerek bile yok. Onlar, başka durumlarda, başka “kutsal değerler” adına –örneğin ulusun onuru veya monarşinin prestiji– milyonlarca insanı savaş cehennemine itmeye hazırdırlar. Bugün –en kutsal hak olan özel mülkiyet adına– silahsız işçiler üzerine ateş açılması emrini veren bakan, onların ulusal kahramanıdır; ve yarın, işsiz işçilerin çaresiz elleri bir yumruk haline geldiğinde veya bir silahı kavradığında, yine aynı adamlar bu kez şiddetin hiçbir biçiminin kabul edilemeyeceğine dair bin bir türlü saçmalığı dillerine dolayacaklardır. Ahlâkın haremağaları ve ikiyüzlüleri ne söylerse söylesin, intikam duygusunun kendine özgü doğruları vardır. Bu duygu işçi sınıfına, dünyaların bu en iyisinde olup bitenlere boş bir kayıtsızlıkla bakmamak gibi büyük bir ahlâki erdem kazandırır. Proletaryanın taşıdığı intikam duygusunu söndürmek değil, tam aksine onu tekrar tekrar kışkırtmak, derinleştirmek ve bu öfkeyi tüm adaletsizlik ve insani alçaklığın gerçek kaynaklarına karşı yöneltmek; Sosyal Demokrasinin görevi budur. Eğer biz terörist eylemlere karşıysak, bu sadece bireysel intikam bizi tatmin etmediği içindir. Bizim kapitalist sistemle görülecek hesabımız, bakan denen bazı görevlilerle görülecek olandan çok daha büyüktür. Tüm enerjimizi bu sisteme karşı kolektif bir mücadeleye yöneltmek için, insanlığa karşı işlenen tüm suçları, insan bedeni ve ruhunun maruz kaldığı tüm hakaretleri mevcut toplumsal sistemin zorunlu sonuçları ve ifadeleri olarak görmeyi öğrenmek; tutuşan intikam arzusunun en yüksek manevi tatmin bulabileceği yön budur.


İşçilerin Sesi

Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!

Ezen ezilen ilişkisinde tarafız: Artık inkara son verilmeli... “Bu topraklarda Ermenilere bir kötülük yapıldı. Bu kötülük ikrar edilmeli, inkara son verilmeli. En azından bir özür dilenmesi gerekir.”

2

4 Nisan acının tarihidir. Bir halkın zorbalıkla, güçle ve savaşın vahşetiyle yok edilmesinin simgesidir. Anadolu ve İstanbul’da yaşayan Ermeniler Osmanlı Devleti’nin o dönemde iktidarda olan İttihat ve Terakki Partisin çıkardığı kanunla; sinsice ve vahşi bir katliam politikası ile yok edildiler. Her şey İstanbul’da iki yüzü aşkın aydının tutuklanmasıyla başladı. Trenle Çankırı ve Ayaş’a sürülen aydınların pek çoğu bir süre sonra katledildi. İçişleri Bakanı Mehmet Talat’ın 24 Nisan 1915 tarihinde verdiği talimatla başlatılan operasyonu İstanbul Emniyet Müdürü Bedri Bey yürüttü. İlk tutuklama dalgasında, 24 Nisan’ı 25’ine bağlayan gece, İstanbul’da aralarında gazetecilerin, şair ve yazarların, din adamlarının, doktorların, yayıncıların, gazetecilerin, öğretmenlerin, avukatların ve siyasetçilerin de yer aldığı 235 ila 270 arasında Ermeni toplum önderi gözaltına alındı. Ertesi gün gözaltındakiler özel bir trenle Ankara istikametinde yola çıkarıldılar. Ermeni aydınlarının bu yolculuğu katliamla son buldu. Diyarbakır’da büyük bir çoğunluğu öldürüldü. Katliamı yaşayan bilir! Katliamda hayatını kaybeden insan sayısı ne kadardır? Eylül 1919’da Mustafa Kemal

Amerikalı General James Harbord’a 800 bin demiş; ama 300 bin diyen de var, bir buçuk milyon diyen de. Ne derseniz deyin; “soykırım”, “katliam”, “mezalim”, “fecaat”, “kırım” gibi öldürülenlerin sayısını ne kadar derseniz deyin tek kelimeye sığdırılamayacak kadar bir vahşettir 1915. Bu vahşetti ne bir politikacı ne de bir tarihçinin kuru sözleriyle anlatmak yeterli olmaz. Yaşananı anlamanın yolu “katliamın tanıklarından” geçer. Yozgatlı Veronika Berberyan o günleri şöyle anlatıyor: “Cumartesi günü, akşama doğru bütün erkekleri Türk ordusuna göndermek üzere toplamışlar; fakat orada Ermenileri Türklerden ayırmışlar. Dedem, Papaz Hakob Berberyan Ermenilerin silahaltına alınan Türklerden ayrıldığını görünce demiş ki: Niçin Ermenileri ayırıyorsunuz? Türk binbaşı şöyle cevap vermiş: Papaz Efendi, Ermeniler yol yapmaya gidecek, Türkler ise Rus cephesine. Çok geçmeden kötü haber bize ulaştı. Ar-

tin Ağa’nın oğlu değirmenciydi; sabah kalkıp çalışmaya gitmiş, değirmenin yanında bir sürü insan kafatası, ayaklar, eller görmüş. Dili korkudan tutulmuş bir halde, nefes nefese koşarak eve dönmüş ve gördüğünü anlatmış. Vanlı Sirak Mesrop Manaysan ise: 4 Mart günü İşkhan’ı \ Ermeni toplum lideri Hirç Köyü’nde öldürdükleri haberi ulaştı. Bununla da yetinmeyerek onun iki çocuğunu da diri diri kuyuya atmışlar. Biz, bunu duyunca, vatandaşlarla birlikte çok korktuk; Türklerin saldırısına hazırlanmaya başladık. 5 Mart 1915 günü güçlü bir topçu ateşi duyduk. Halk meydanda toplandı ve gitti kiliseye doldu. Türkler zaten önceden seferberlik ilan edip, bütün gençleri götürmüşlerdi. Her gün, Türkler Ermenileri tutup gözlerimizin önünde asıyor ya da boğazlıyorlardı. 24 Nisan 1915’te Anadolu’da yaşayan Ermeni katliamının bu yıl 100. yıldönümü... Ermeni, Kürt, Türk, Arap…

Ve bil cümle halkların kardeşliği için tekrardan aynı acıların yaşanmaması için bu yıl Ermeni halkının katliamdan “şans” eseri kurtulan üyeleri ve toplumsal hafızalarında katliamın izlerini taşıyanlarıyla dayanışma halinde olmak daha büyük bir önemi bulunmakta. Acı dolu o günlerde “şanslı” olup da hayatta kalanlar: Kimi Müslüman olup kendine Türk kimliğini edinip, yaşarken hakikatini, yani asıl kimliğini mezara gömmek zorunda kalmıştır. Kimisi ise kimliğine yeniden sarılabilmek için var gücüyle mücadele etmiştir. Bir kısmı da imkân bulup göç etmiştir doğup, büyüdükleri topraklardan, bir daha dönmemek üzere. Bugün katledilenleri geri getiremeyiz, ancak yaşanan acıları bir nebzede olsa hafifletmek de bütün ezilen halklara sorumluluk düşmekte. Millete dayanan burjuva siyasete karşı “Hepimiz Ermeniyiz, Kürdüz, Arabız” ezen ezilen ilişkisinde biz bir tarafız deme günüdür. Canan MENGÜL


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.