Arka Plan:
Patronların yükü hafifletilirken, krizin tüm yükü emekçilere bindiriliyor
Bugün geçmişe nazaran işler hızla değişiyor. Üzerimizdeki işsizlik tehdidinin yanı sıra bir de patronların üzerinden kaldırılan yükler, bizim sırtımıza bindiriliyor. Anlaşılan o ki, patronlar bugün bizden yalnızca kemerlerimizi değil, boğazımızı da sıkmamızı istiyorlar
Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 08 • Ağustos 2009 • Fiyatı: 1,5 TL
Sedat D. yazdı, sayfa 8’de...
Ekmeğe değil, maaşlara zam!
Ekonomik krizin başından bu yana neredeyse bir yıl geride kaldı. Kriz, Başbakanın dediği gibi ne memleketi teğet geçti, ne de bazı burjuva aydınların dediği gibi 3-5 aya kadar bitecek gibi görünmüyor. Ekonomik kriz uzadıkça bedelini en ağır biçimde ödeyen bizleriz. En çok patronlar ağlasa da, krizin gerçek mağduru biz emekçileriz Son bir yılda yüz binlerce işçi kardeşimiz daha işsizler ordusuna katıldı. Tarımdaki işsizlerle işsiz sayısının yüzde 26’nın üzerine çıktığı tahmin ediliyor. İşsiz kalan biri, eğer almayı hak etmişse altı ay işsizlik sigortasından yararlanabiliyor. Ya sonra? Örneğin Ocak ayında işten çıkarılan işçiler artık o hakka sahip değil. İşten atılanı ev sahibi, bakkal ve elbette kredi kartı borçlarından dolayı bankalar bekliyor. Yani işe de başlasak da biriken borçlardan dolayı geleceğimiz ipotek altında. Hali hazırda çalışmaya devam eden kardeşlerimiz ise işten çıkarılma korkusuyla yaşıyor. Ücretler düşüyor ya da ödenmiyor, sosyal haklar tırpanlanıyor, mesai saatleri uzuyor ve işsizlik korkusu bizleri susmaya ve daha kötü şartlarda çalışmayı kabullenmeye zorluyor. Kısacası biz emekçiler cephesinde durum oldukça kötü. Patronlarınsa keyfi yerinde… Kriz de patronların kârı artarken, emekçilerin payına açlık ve sefalet düşüyor. Fabrikalarda, atölyelerde, ofislerde, her tür işyerinde kardeşlerimiz işten çıkarılıyor. Birçok işyeri maaşlarını bile düzgün ödemiyor. Örneğin gazetemize de yazan Med-Marine tersane işçileri neredeyse dört aydır maaş alamıyor. Her ay umutla bir sonraki ayı bekleyen işçiler, alacaklarını bırakıp çekip gidemiyor. Örgütsüz, bireysel tepkiler ise işten çıkarmayla sonuçlanıyor. Yeni Saldırı Paketleri Kapıda • Peki patronların ülkenin dört bir yanına astırdığı “Çare var!” afişlerindeki gibi bir çare var mı? Yani tüketimle kriz biter mi? Örneğin ÖTV indiriminden dolayı İzmit’te Bursa’da işsiz sayısı azalmış mıdır? Kuşkusuz hayır! Peki işsiz yüzde yirmi altı ne tüketecek? Doğal olarak tüketim çağrısı, emekçiler için bir çare değildir. AKP hükümeti işçi düşmanı bir burjuva hükümettir ve bu karakterine uygun olarak çareleri de işçi düşmanı-
şı parçalamaktadır. Oysa bizlerin patronlar sınıfına karşı birlik olmamız gerekiyor. Hükümetin “Çare”si Zamlar! •AKP hükümeti, durmak yok sömürüye devam diyor”, yeni “Çare”si de zamlar. Örneğin ekmeğe zam kapıda. Simide yüzde elli zam geldi bile. Elektriğe sanayide yüzde 10, konutlarda yüzde 15 zam geliyor. Akaryakıtta, telefonda, sigarada özel tüketim vergisi arttırılıyor. Her tür gıdaya günden güne zam geliyor. Üniversite harçları da zamdan payını alıyor. Bu ülkede açlık sınırı 738 TL ve milyonlarca emekçi bunun altında ücret alıyor. İşsiz sayısı yüzde 26’ya vurmuş. Eğer bu kadar zam yapmak gerekiyorsa işçiye niye zam yok? Türk-iş üyesi işçilere yüzde 4 , emeklilere yüzde 1,83 zam öneren hükümet iğneden ipliğe her şeye zam yapıyor.
dır yani patronların tarafındadır. Bu nedenle patronlara vergi indirimleri sağlıyor. Özel istihdam büroları ile esnek üretim yasallaştırılıyor. Böylece ücretli kölelik yasal hale gelmiş oluyor. Patronları kıdem tazminatı yükünden kurtarmaya çalışıyor. Başka ne yapıyor? Sosyal güvenliği, yani sağlığı tamamen özelleştirmeye çalışıyor. Neymiş efendim Sosyal Güvenlik Sistemi kamburmuş, sağlık sistemi kara delikmiş…. Mağdur biziz, ama hükümet patronları destekliyor. Çünkü bu bir burjuva düzen ve AKP’de bir burjuva partisi. AKP dinle, muhafazakarlıkla bizi bölmekte ve patronların saldırısına kar-
Kriz mağduru milyonlarca emekçi umutla krizin bitmesini ve koşullarının yeniden eski hale gelmesini bekliyor. Oysa burjuvazinin kriz bahanesiyle kendi lehine çevirdiği koşulları tekrar eski haline döndürmek bile ancak mücadele ile mümkün olabilir. Maaşları 16 ay süreyle yüzde 35 indirilen Erdemir işçilerinin, örgütlenip mücadele etmeden eski ücretlerine geri dönmeleri mümkün değil. Bu neredeyse tüm örnekler için de geçerli. İşçi sınıfı burjuvazi tarafından parçalanmaya çalışılmaktadır. Sınıf bilinçli işçiler olarak, AKP’nin ve diğer burjuva partilerin zehirlediği emekçilerle mücadelede birleşmeliyiz ve onları da işçi sınıfının saflarına çekmeliyiz. Biz işçiler, burjuvazinin yalanlarına değil sınıfımızın gücüne güvenmeliyiz. Krizin çözümü de bu gücün birliğinden geçmektedir.
İşçi Cephesi (4 Temmuz 2009)
Demokratikleşme hokus pokuscuları iş başında
HONDURAS!
Darbeciler ezilene dek, seferberliğe devam! Askerlerin sivil mahkemelerde yargılanabilmesini sağlayan yasal düzenleme ve Kürt Açılımı girişimleri yeniden “demokratikleşme” tartışmalarını gündemin birinci sırasına taşıdı. Baştan söyleyelim, bu düzenleme ve girişimlerle demokratikleşmenin birlikte anılması ancak bir komedi olabilir. Oktay Benol yazdı, sayfa 4’te...
Murat Yakın yazdı, sayfa 14’te
2
İLAN TAHTASI
Filistin’de köklerinden sökülen bir Limon Ağacı bir halkın bildik öyküsünü, Ortadoğu’nun kadına ve bilhassa dul Salma’nın mücadelesine tavrını da irdeleyerek sade bir dilde anlatıyor.
Canan Yılmaz, 31 Temmuz 2009 “40 yıl gece gündüz demeden Selma ve ben toprağı işledik, ağaçları yetiştirdik. Bu iş sadece sulama ve gübreleme işi değildir. Ağaçlar da tıpkı insanlar gibidir. İnsanlara benzerler. Ruhları vardır, duyguları vardır. Kendileriyle konuşulsun isterler, şefkatle ilgi ve de. Ben traktör kullanmam. Ne yapacaksam kendi ellerimle yaparım. Bu toprak bölgenin en verimli toprağıdır. Hayır hayır, sadece bölgenin değil. Dünyanın en verimli toprağıdır.”
İsrail Savunma Bakanının eşi Mira’yla İsrail Devleti’ne kafa tutan Salma’nın farklı hayatlarda ve dillerde dayatılanlara karşı verdikleri mücadeleler arası bir bağ da oluşuyor zamanla. Ağaçlarından, toprağından, köklerinden ayrılamayan Salma’nın mücadelesi, işgal altındaki Filistin topraklarında yeşeren bir özgürlük çığlığı gibi yükselirken, asırlık limon ağaçları da o topraklarda yaşanmışların tarihi oluyor…
Gerçek yaşamdan uyarlanmış bir Eran Riklis filmi Limon Ağacı. Geçtiğimiz şubatta Türkiye’de, birçok ülkeyle birlikte gösterime girmişti. İsrail Film Akademisi, Berlin Uluslararası Film Festivali gibi katıldığı her yarışmadan ödülle ayrılan Limon Ağacı, bugünlerde DVD olarak raflarda yerini almış durumda.
İşsizlik Uyku tutmaz, atarsın geceleri kendini dışarı, bir kanlı mendil, işsizlik, sallanır havada, bir şey deyin insanlar, bir şey deyin, kapamayın ağzınızı, kapamayın, bir şey deyin be, balıklara deniz, kuşlara yuva, arılara kovan, boğazımı sıkıyor biri, boğazımı kanlı mendille, ne de kalın, kıllı, hayvan gibi elleri! Yoksul kalmasın, dilerim, bir tek kişi bu yeryüzünde işinden, ekmeğinden aşından, eşten dosttan. Bir şey deyin insanlar, bir şey deyin, kapamayın ağzınızı, kapamayın, bir şey deyin be. Bakarım yol ortasından yıldızlara sıkıntımın içinden, kara bulutlar ıslak ıslak yapışır enseme. Ha şimdi bağıracağım, ha şimdi bir küfür savuracağım, ha şimdi, nedir bu ihtiyar adam hali, nedir bu çocuklarda? Sallanır havada, işsizlik, bir kanlı mendil, bir duvar dibinde serilmiş yatar gençliğim.
Filistin’de dul bir kadın olan Salma’nın büyük büyük babalarından kalmış limon ağaçlarını, birden yan komşusu olan İsrail Savunma Bakanı’na karşı koruma mücadelesini anlatıyor Limon Ağacı bizlere... Bir anda kendi evinin avlusunda terörist muamelesi gören, topraklarından zorla çıkarılmak zorunda bırakılan
Sinter Metal direnişinden kısa kısa… A. Ela Toprak, 27 Temmuz 2009
8 Temmuz:
3 Temmuz:
Sinter Metal işçileri uzun süredir gerçekleştirmek istedikleri yürüyüşü hayata geçirdiler. İMES’in A Kapısından fabrikaları önüne kadar sloganlar eşliğinde yürüdüler. Yürüyüşe çeşitli çevrelerden katılanlar oldu. Birleşik Metal-İş bayraklarıyla yapılan coşkulu yürüyüş, işçilere moral olmakla birlikte, davalarını da duyurmalarının bir aracı oldu. Yürüyüş esnasında işçiler direnişlerini anlatan broşürleri dağıttılar. Sinter direnişçileri bu yürüyüşü her 15 günde bir yapma kararı aldılar.
Sinter Metal işçileriyle,direnişlerinin 200. gününü fabrika önünde şarkılar, türküler halaylar eşliğinde kutladık. İlk günlerde direnişe başlarken bugünleri hayal edemediklerini söyleyen işçiler, 200. günlerini geride bırakmanın coşkusuyla direnişe devam edeceklerini dile getirdiler.
SAYI: 08 • AĞUSTOS 2009 Aylık Siyasi İşçi Gazetesi Sahibi ve yazı işleri müdürü Oktay Orhun (Enternasyonal Yayıncılık) Yönetim yeri Caferağa Mah. Sarraf Ali Sok. Saraçoğlu İş Hanı No: 36/17 Kadıköy - İstanbul
(Mutlu olmak varken) A. Kadir (1917-1985) Petrol-İş Mayıs 2009 sayısından alınmıştır.
15 Temmuz:
16 Temmuz:
Sinter Metal işçilerinin işe iade davaları dışında bir de, patronun iş koluna itiraz davaları devam ediyordu.Gün içerisinde bu davanın raporunu hazırlamak amacıyla, birkaç yetkili kişi fabrikayı ziyaret etti. Ziyaretin ardından işçileri bilgilendiren sendika avukatı; patrondan üretim sürecini anlatmasını istediklerini ve işçilerin verdiği ifadeyle bire bir uyan ve fabrikanın metal sektörüne ait olduğunu doğrulayan beyanlarda bulunduğunu söyledi.
Sinter Metal işçilerinin bir sonraki yürüyüşlerine Almanya Metal iş kolu sendikasından yetkililer de katıldılar. Yürüyüş sonunda fabrika önünde söz alan Alman sendikacılar, dünyanın her yerinde aynı sorunların yaşandığını, Sinter Metal işçilerini sonuna kadar desteklediklerini belirten bir konuşma yaptılar. Konuşma esnasında en dikkat çeken nokta Alman sendikacıların, Çalışma Bakanlığı’nın Sinter işçilerini haklı bulmasına rağmen, davalarının bu denli uzamasına şaşırmalarıydı. Sinter Metal işçileri bundan sonra her 15 günde bir cumaları İMES’in A Kapısından fabrika önüne yürüyecek. Onlar bu yürüyüşlerinde tüm destek olmak isteyen kurum ve kişileri bekliyor!
1 yıllık abonelik Yurtiçi: 20 TL • Yurtdışı: 20 € Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com Baskı Ser Matbaacılık Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı - İstanbul Fiyatı: 1,5 TL
NE SAVUNUYORUZ? neyi hedefliyoruz? İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş veriyoruz. Egemen sınıfın her türlü diktatörlük rejimine karşıyız ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.
EMEK GÜNCESİ
Toplu iş sözleşmelerine (TİS) doğru Salih Şimşek, 02 Temmuz 2009
çıkarı olanlar patronlar ve onların kuyrukçuları.
Bu yıl kamu emekçileri yüzde 4,5 zam alacak. Ücretlerin düşürüldüğü, işten çıkarmaların arttığı bir dönemde bu oran makul görülebilir. Fakat ulaşım, beslenme, barınma ve eğitim giderleri geçen yıla göre yüzde 4,5’tan çok daha fazla arttı. Temel ihtiyaç maddelerine, elektriğe, suya ve doğalgaza gelen zamlar hesaba katıldığında kaybeden yine emekçiler oluyor.
Kamu emekçileri sadaka istemiyor. Harcadığı güce karşılık insanca yaşamak için gerekli koşulların sağlanmasını talep ediyor. Kukla oyununa dönmüş TİS pazarlıkları ölesiye çalıştırmanın resmiyete dönüşmesi olmamalı. Hükümetin vaatlerine ve işbirlikçi sendikaların timsah gözyaşlarına karnımız tok. Sendikalar üye ve dolayısıyla para kaybettikleri için değil, işçilerin biricik hak örgütleri oldukları için mücadele vermeli.
Bugün, iki sene öncesine göre çok daha fakiriz. Burada bizi ekonomik olarak savunabilecek yegâne kurumlar sendikalar. Fakat hükümet ve yandaşı konfederasyonlar bize “haydi pazara çıkın, evde oturmayın” diyor. İşçinin ve emekçinin hakkını korumaktan uzak bu anlayışı kabul edemeyiz. Olmayan parayı harcamamızı istemek ya çocukça bir saflıktan ya da emekçi düşmanı bir zihniyetten kaynaklanabilir. Saf bir niyet mi, bilinçli bir yaklaşım mı? • Toplu İş Sözleşmesi’nden (TİS) uzak tutulmaya çalışılan KESK (Kamu Emekçileri Sendikası Konfederasyonu) son zamanlarda yoğun baskılara maruz kaldı. 34 sendikalı tutuklandı, daha sonra 7’sine tutuklama kararı getirildi. Bunlar tam da KESK’in AİHM’de (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) Grev ve Toplu Sözleşme Hakkı’nı aradığı ve 2010 Toplu İş Sözleşmesi’ne gidildiği bir dönemde oldu. Dolayısıyla verilmek istenmeyen paralarla pazara çıkmamızı istemek bir saflıktan öte emekçilere duyulan sınıf düşmanlığı anlamına geliyor. Ortada bir hak gaspı var ve bundan tek
Ne yapılmalı? • Her şeyden önce yüzde 4,5 zam kabul edilemez. Emekçilerin gelir vergileri düşürülerek, temel ihtiyaçlara gelen zamları karşılayacak oranda zam yapılmalı. Kamuda personel reformu ve performans programı değil, güvenceli çalışma hayata geçirilmeli. Taşeronlaşma kamudaki özelleştirmenin diğer adıdır: Tüm özelleştirmelere ve taşeronlaştırmalara son verilmeli. Şimdi yapılması gereken, işçilerle, işsizlerle ve kamu emekçileriyle birlikte, asgari ücretin insanca yaşama seviyesine yükseltilmesi için, işsizlerin temel ihtiyaçlarının devletçe karşılanması için, iş güvencesinin sağlanması için, TİS hakkının uygulanması için ve sendikalaşma önündeki engellerin kaldırılması için beklemeden genel greve ve genel seferberliğe gitmektir. Bunu da ancak hükümetten bağımsız, işçiden yana tavır alacak sendikal konfederasyonların gücü ve buralarda örgütlenmiş emekçilerin iradesi başarabilir.
Sadaka değil, hakkımızı istiyoruz!
Küresel mali kriz mağduru olan biz işçiler üzerideki baskı ve hak gaspları devam ediyor… Tekirdağ Çerkezköy’de üretim yapan Profilo Telra küçülmeye gidiyor diye 2 yıl önce Türk-Metal sendikasına bağlı 800 işçisini, bütün haklarınızı vereceğim diyerek kapı önüne koydu. Aradan iki yıl geçmesine rağmen, “gömleğimi satar işçilerimin parasını veririm” diyen Jack Kamhi’nin sözünü tutmasını bekleyen işçiler 19 Temmuz’da İstanbul Mecidiyeköy’deki Profilo Alışveriş Merkezi’nde yumurtalı, domatesli eylem yaptılar. Eylem yapan yaklaşık 400 işçi, “sadaka değil, hakkımızı istiyoruz!” dediler. Eylem, atılan sloganlardan sonra sorunsuz bitti. Profilo Telra’da çalışan ve 18 yıl hizmet veren bir işçi arkadaşımla yaptığım röportajı size aktarıyorum: İş yerinde kaç kişinin alacağı ve ortalama ne kadar alacakları var? • İşçilerin bir kısmı paralarını taksitle aldılar. 200 işçinin ödemesine yeni başladılar. 200 işçi de hala beklemede. İşçilerin kişi başına ne kadar alacaklı olduğunu tahmin edemem; ama benim 30 bin lira alacağım var ve bir kuruşunu dahi alamadım ve sendikanın yaptığı açıklamaya göre 5 milyon TL alacağımız var. İşten çıkarıldığınızda sendikanın size açıklaması ne oldu? • Sendika hakımızın sonuna kadar verileceğini ve bu konuda işvereni uyardıklarını söylediler. ilk çıkışlar birkaç ay gecikse de taksitlerle verildi. Biz ise daha alamadık… Peki, Profilo yetkililerinden size bir açıklama yapıldı mı? Haklarınızın verilip verilmeyeceği konusunda? • Hayır, bizi ciddiye bile almadılar. Bizi çevik kuvvetle tehdit etiler. Bir taşkınlık olması durumunda biz direnince sadece 10 kişiyi içeri aldılar… Peki, yapılan açıklama ne oldu? • Genel Müdür Cem Bey, “paramız yok, ama bayrama kadar ödemeleri yapacağız” dedi. Peki, bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsunuz? • İnşallah sözlerini tutarlar, yoksa hakkımızı alana kadar direneceğiz… Ali Büyükdere, 20 Temmuz 2009
Grev yasağı Kriz dönemlerini, işçi sınıfına karşı yapılan saldırıların en fazla yoğunlaştığı dönemler olarak tarif etmek mümkündür. Bu tip dönemlerde hakları için direnen işçiler hem bir mücadele hattı açarlar, hem de bütün işçi sınıfına örnek olurlar. İşte şubat ayından beri direnişte olan Atv - Sabah işçilerinin grevi de, böylesi bir dönemde kamuoyu yaratmayı başarmış; gittikçe de yayılarak, bir güç kazanmıştı. Öyle ki; 3 Temmuz 2009 tarihinde ATV ile Sabah gazete ve dergi gruplarının bağlı olduğu Turkuvaz İşletmesi’ne ait Antalya, İzmir, Bursa, Adana, Diyarbakır ve Trabzon’daki
iş yerlerinde toplu iş sözleşmelerinde tıkanma sonucu greve başlandı. Grevin yurt içinde Turkuaz’ın diğer kollarına yayılması patronları öyle korkuttu ki, grev 154. gününde İstanbul 2. İş Mahkemesi tarafından durduruldu. Mahkeme gerekçe olarak, işyerindeki sendikalı işçilerin, 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu’nun 51/4 maddesi uyarınca dörtte üç oranında azalmış olduğunu iddia ediyor. TGS de bu kararın gerçekliği yansıtmadığını, grev süresince sendikalı işçilere istifaya vardıran baskıların gerçekleştiğini, fakat üye sayısının dörtte üç oranın-
3
Petrol-İş’in “Sendikalı Ol!” kampanyası örgütlenme sorununa çare olabilir mi? Rukiye B. - Oktay Benol, 31 Temmuz 2009 Petrol-İş sendikası 24 Mayıs’tan itibaren pilot bölge olarak seçtiği Düzce’de “Sendikalı Ol!” kampanyası yürütüyor. Tabii ki bir sendikanın, sendikalı ol kampanyası yürütmesi doğal; ama bunu ilginç kılan kampanyanın şehrin bilbordlarında, televizyonlarda, yerel gazetelerde, radyolarda ve hatta üyelik için stand açılarak yapılıyor olması… Bu, Türkiye’nin alışkın olduğu bir sendikal örgütlenme biçimi değil. Öncelikle belirtmek gerekir ki bu açık örgütlenme biçimi insanların zihninde oluşmuş sendika yasadışıdır imajını kırmak için çok uygun bir davranış. Alenen yapılan kayıt işlemi ve kamuoyu araçlarıyla yansıtılan sendikalı olmak iyidir düşüncesi Düzce halkını etkilemişe benziyor. Stand açılışında konuşan sendika Genel Başkanı Mustafa Öztaşkın ise Düzce’nin seçilme nedeninin Düzce’ye son yıllarda yapılan sanayi yatırımları olduğunu ve bundan halkın hak ettiği payı alması için örgütlü olması gerektiğini ifade etti. Bu kampanyanın amacını ise sendikanın meşru bir kuruluş olduğunu Düzce halkına yansıtmak, en çok işçi çalıştıran Standart Profil’de örgütlenmek ve sonrasında güçleri kapsamında Türkiye’nin geneline bu kampanyayı yaymak olarak belirtti. Bu yönlerine karşın bu kampanyanın altında yatan ve üzerine düşünmemiz gereken şeyler de var. Sendikaların üye kaybetmesi bir neden değil sonuçtur. Şöyle ki neoliberal saldırılar; özelleştirmelere , esnek çalışma koşullarına, taşeronlaşmaya ve örgütsüzlüğe neden oldu, oluyor. Ayrıca bu süreç içerisinde sendikaların uzlaşmacı ve iş birlikçi tutumları işçilerin sendikalara olan güvenlerini kaybetmelerine de neden oldu. Sendikaların mücadele etmemeleri oranında üyeleri de azaldı. Aynı zamanda 1989 ve sonrasında bürokratik işçi devletlerinin çöküşünün de sendikaların mevcut durumu üzerinde önemli payı var. Çünkü geleneksel önderliklerin çöküşü geleneksel önderliklere (Stalinizm, sosyal demokrasi vb.) bağlı sendikacılık anlayışlarının da çözülüşünü, çöküşünü beraberinde getirdi. Üyeleri azalan ve krize giren sendikaların önemli bir kısmı yeni örgütlenme modelleri geliştirmeye ve sendikaların işlevlerini değiştirerek genişletme yoluna gittiler. Mücadele etmek yerine sözüm ona yeni bir sendika anlayışı geliştirdiler. Bunun en tipik örneği toplumsal hareket sendikacılığıdır. İşçilerin devrimci partisini gereksizleştiren, sendikayı sınıfın mücadele aygıtı olarak kullanmak yerine bir tür sosyal-kültürel örgütlenme haline getiren bir anlayıştır bu. Kuşkusuz bu durum üyelerini kaybeden sendikaların kendi bürokratik krizlerini işçi sınıfının kriziymiş gibi yansıtmak istemelerinin bir sonucudur. Sendikaların bir kısmının ekonomik krizi bile üye kayıplarıyla açıklama ve sadece buna yönelik çalışma yapma eğiliminde olduğu görülüyor. Bu eğilimler içerisinden kampanyayı yorumladığımızda şu sonuç çıkıyor: İşçiler kendilerini savunacağını düşündüğü sürece sendikaya üye olurlar. Sendikalı Ol! gibi kampanyalar sendikaların öcü olmadığını, işçi sınıfının mücadele araçları olduğunu göstermesi açısından önemli olsa da, temel mesele sendikaların birer mücadele örgütü olmalarındadır… da kesinlikle azalmadığını belirtiyor. Süreci temyize götüreceklerini, bu süre zarfında eylemliliklerine devam edeceğini söylüyor. 1982 Anayasası’nın grev ve sendikalaşma önündeki sayısız engelleri bir yana, böyle bir kararın grevin 6 iş yerine sıçraması ve mücadeleci tutumunu sürdürmesi üzerine alınması epey düşündürücü. Mücadeleyi sindirme amacıyla grevi yasaklayan bu karar, bir yandan darbe anayasasının, bir yandan da patronların yanındaki devlet kurumlarının niteliğini bir kez daha gözler önüne sermiş oldu. Dicle Nadin, 31 Temmuz 2009
4
POLİTİKA
Yeni demokrasi duası: İki maddelik kanun değişikliği, bir maddelik Kürt açılımı…
Demokratikleşme hokus pokuscuları iş başında
İnsanoğlu işte böyledir, kendi yapar kendi tapar. Gün gelir bir şiir okur ve bütün hayatı değişir. O güne dek, her neyin mücahidi ise, o günden sonra, birden demokrasinin mücahidi olur. Marks’ın o güzelim sözleriyle ifade ettiği gibi: “Her toplumsal çağın, Helvetius’un dediği gibi kendi büyük adamları vardır, ve eğer onları bulamazsa, kendisi yaratır, icat eder.” tikleşme meselesi • Pekiyi, asker ne yaptı? Kendini Kürt sorununda taraf ilan etti. Sırf DTP’liler orada diye parlamentoya gitmeyi bıraktı! Ne diyordu asker, verdiği e-muhtırada; “Ne mutlu Türküm demeyen ilelebet Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanı olacaktır…” Ve ne demişti bir zamanlar yine asker; “Sözde vatandaş!”. Obama hatırına “sözde vatandaşlara” rağmen parlamentoya giden asker acaba kuralını bozmuş mu oldu? Önemli olan niyet olduğuna göre, bozmuş da sayılmaz…
Oktay Benol, 3 Ağustos 2009 Askerlerin sivil mahkemelerde yargılanabilmesini sağlayan yasal düzenleme ve Kürt Açılımı girişimleri yeniden “demokratikleşme” tartışmalarını gündemin birinci sırasına taşıdı. Baştan söyleyelim, bu düzenleme ve girişimlerle demokratikleşmenin birlikte anılması ancak bir komedi olabilir. Ortada demokratikleşme adına gerçekleşen hiçbir şey yok! Olduğu söylenenler öze değil biçime dair değişiklik ve girişimler. El çabukluğuyla şapkadan tavşan çıkarır gibi demokrasi çıkaracaklarını iddia edenlere inanmamız için ortada bir neden bulunmuyor. Tam tersine inanmamak, güvenmemek için fazlasıyla sebebimiz bulunmakta. AKP bu hokus pokus oyununu hükümet olduğu 3 Kasım 2002 tarihinden bu yana sürdürüyor. Geçmişinden kalan bir özellik olsa gerek, iki madde bir açılım ile demokrasi duasını da takdim etmiş durumda… Bu el çabukluğunun meraklısı yok dersek yanlış olur. Meraklısı da çok, destekçisi de… Belli ki oyunu yazan ve sahneye koyanların ortak çıkarları var. Hükümet tarihi işler yaptığını iddia ederken bu nedenle destekçileri de devrim diye alkışlıyor. Anlayacağınız demokratikleşme bile yetmedi, devrim aşamasına geçti hükümet ve yandaşları! Hiçbirimiz anlamadık, sabahtan akşama Türkiye bambaşka bir ülke oldu ya da olmak üzere… Tabii devrim dediğiniz böyle bir şey değil desek çok gereksiz bir açıklama olacak… Bir şiir okumuş, bütün hayatı değişmişti! • AKP hükümetinin sözüm ona kendini demokratikleşme şampiyonu ilan ettiği hepimizin malumu. Bugüne dek, bu ülkede, demokratikleşme adına ne yapıldıysa, hepsini hazretler kendileri yaptı… İnsanoğlu işte böyledir, kendi yapar kendi tapar. Gün gelir bir şiir okur ve bütün hayatı değişir. O güne dek, her neyin mücahidi ise, o günden sonra, birden demokrasinin mücahidi olur. Marks’ın o güzelim sözleriyle ifade ettiği gibi:
“Sözde vatandaş”lara “kadın da, çocuk da olsalar…” diyerek kükreyen şimdi demokratikleşmeden bahseden başbakan ve onun hükümeti AKP değil miydi? Ne olmuştu sonra o çocuk ve kadınlara, kaçı ölmüş, yaralanmıştı? Demokratikleşme, öyle mi? Kürt Açılımı, öyle mi? Mesajı almaya devam ediyoruz… Erbakan’dan beri özellikle bu kesimlerin izlediği bir politikadır bu! Zorda kalınca “peygamber ocağı ordu” söylemlerine sarılan nice hükümetler gördü bu ülkenin insanları. Tabii mezarlıkta ıslık çalmanın kimseyi korkularından kurtardığı da görülmüş değil. Elde edilen sadece yasak savmak…
ne seyirci olmak, ikincide acil olarak erken seçim kararı alarak seçmenin ve parlamentonun iradesini ayaklar altına almaktı. Bunları unutmadık… AKP hükümetinin icraatları bu kadarla sınırlı mı kaldı? Başta Kürt sorunu olmak üzere rejimin baskıcı inkârcı tüm temel tutumlarında, yani demokratik hakların her alanda kullanımının engellenmesinde, askerle -ve emniyetle- birlikte aynı tutumları aldığı gözlerden kaçmadı, AKP hükümetinin…
“Sözde vatandaş”lara “kadın da, çocuk da olsalar…” diyerek kükreyen şimdi demokratikleşmeden bahseden başbakan ve onun hükümeti AKP değil miydi? Ne olmuştu sonra o çocuk ve kadınlara, kaçı ölmüş, yaralanmıştı? Demokratikleşme, öyle mi? Kürt Açılımı, öyle mi? “Her toplumsal çağın, Helvetius’un dediği gibi kendi büyük adamları vardır, ve eğer onları bulamazsa, kendisi yaratır, icat eder.” Evet, icat edilmişler şimdi tarih yazdıklarını iddia ediyorlar… Şemdinli Savcısı, 27 Nisan Muhtırası ve demokratikleşmenin yolları taştan • Başından bu yana AKP, kendinden önceki hükümetlerden daha farklı olduğu iddiasını taşımaktaydı. Bu iddiasını bugüne kadar özellikle TSK ve CHP ile girdiği tartışmalar üzerinden gösterme gayretinde oldu. Oysa bu o kadar aldatıcı, yanıltıcı bir görüntü ki! Hatırlayalım; AKP hükümeti ne Şemdinli davasının üzerine gidebildi; ne de 27 Nisan Muhtırası sonrası sorumlular hakkında yasal işlem başlatma cesaretini gösterebildi. Yaptığı birincide Şemdinli Savcısı’nın meslek hayatının bitirilmesi-
Ne mi yaptı? Örneğin İstanbul’da bir Ermeni Konferansı gerçekleştirmek isteyen insanları ihanetle suçladı. Dil sürçmesi de değilmiş, anlaşıldı. Bu antidemokratik anlayışı 301. Madde ile taçlandırdı. Bir yandan Ermenistan ile buzları kırıyoruz havaları atarken diğer yandan “Ermenilerden Özür Diliyorum!” diyenleri bir kez daha ihanetle itham etti. Sonuç! Öncesiyle sonrasıyla Hrant Dink’in katledilmesine de neden olan bir süreç oldu bu… Ve bu felaket bile yetmedi susmalarına… Örneğin 1 Mayıs’ı kutlamak isteyen işçileri -2007’de, 2008’de, 2009’da- bütün bir İstanbul kentini sıkıyönetim altına almayı da göze alarak bastırdı... Örneğin zımnen terörist ilan ettiği DTP’lilerle görüşmeyi kabul etmedi. Türküm demeyen sözde vatandaşlar ve demokra-
Bir yanda küçücük Uğur Kaymaz’ın göz göre göre babasıyla birlikte delik deşik edilip öldürülmesi duruyor; öbür yanda 301. Maddenin aramızdan alıp götürdüğü Hrant Dink… Sormak gerekiyor bu zatlara, hangi demokratikleşmeden bahsediyorsunuz siz? Bir yanda sayısını söylemeye yürek dayanmayan yargısız infazlar, bir yanda aklın gerçekten zorlandığı kadar çok insanımızın yitip gittiği bir savaş… Sormak gerekiyor, hangi Kürt Açılımı’ndan bahsediyorsunuz? Demokrasi de özgürlük ve hayal gibi bir tüketim malıdır artık • Kuşkusuz satıcı malını kötülemez. Elindeki neyse onu en güzel şekilde allayıp pullayıp ahaliye yutturmaya çalışacaktır. Onu anladık! Ya iki satırlık yasal düzenlemeleri devrim diye alkışlayanlara ne demeli? Bu iş bu kadar mı kolay, bu kadar mı ucuz! Madem demokratikleşme iki satır yazıdır, sivil askeri -hâşâ, tabii ki uygun şartlarda- yargılama hakkını kazanmıştır ve ülke makûs talihini yenme yoluna girmiştir, tamam, ama sormazlar mı; bunca yıl, onca acı ve gözyaşı o iki satır yazılamadığı için mi yaşandı diye? Türkiye tarihine baktığımızda “demokratikleşme” adına bugüne dek ne yapılmak istendiyse bunun rejim tarafından engellendiğini görürüz. Hükümetlerin görev süreleri boyunca asli işlerinden biri, “demokratikleşme” girişimlerini, arayışlarını ezmek olmuştur… Son 25 yılın gerçeği de budur! Evet, bu ülke demokratikleşmelidir. Bu ülkede Kürt sorunu çözülmelidir. Bunu AKP hükümeti yapamaz; yapamayacağını da 7 yıllık icraatıyla kanıtlamıştır. Kim yapacak? Kuşkusuz işçi sınıfının öncülüğünde; Kürt halkı, emekçiler, tüm ezilen ve sömürülenler birlikte yapacak…
POLİTİKA Futbol= Kâr olduğu sürece insanlığa hizmet edemez Ümit Yılmaz, 1 Ağustos 2009
Futbol; kimine göre bir yaşam tarzı, kimine göre 22 kişinin bir meşin yuvarlak peşinde koştuğu anlamsız bir oyun. Kimine göre bir kavram, kimine göre ise müthiş bir tutku. Gelin biz bir de futbolun ekonomik boyutunu inceleyelim: Futbol, spor müsabakaları arasında dünyada hakimiyetini kurmuş durumda ve çok büyük bir pazara hakim. Tabi bir de bu pazarın hakimleri var. Liglerin bittiği, transfer döneminin başladığı bu birkaç aylık süreçte yüzlerce transfer gerçekleşti ve bu transferde çok büyük paralar harcandı. Örneğin bu yılın en pahalı transferine imza atan Real Madrid Kulübü’nün sadece Cristiano Ronaldo için 94 milyon Avro ödemesi ve bunun yanında bu yıl transferler için 300 milyon Avro ayırmış olması yeterli bir örnek sanırım. Peki, nereden geliyor bu değirmenin suyu? Nasıl böyle hoyratça harcanabiliyor bu para? Dünyanın krizle boğuştuğu, fabrikaların kapandığı, işsiz sayısının rekor seviyelere ulaştığı böylesi bir dönemde Real Madrid Kulübü’nün transfer için 300 milyon Avro gibi devasa bir kaynak ayırması bize akıl almaz gelebilir. Ama bakın Real Madrid’in başkanı Perez bunu nasıl açıklıyor: “Futbolcu transfer etmek para harcamak değil, yatırım yapmaktır.” Özetle ben kaz gelecek yerden tavuk esirgemem, diyor.
Real Madrid Kulübü’nün piyasa değeri 1.35 milyar dolar ve geçen yıl elde ettiği gelir 576 milyon dolar. İspanya ise Avrupa’da işsizliğin en yüksek olduğu ülke. Spor kulüpleri tam bir ticarethaneye dönüşmüş durumda. Büyük kulüplerin başkanları hep işadamı. Her şeyi bir kâr aracı olarak gören bu patronlar, futbol oyununu da dünya çapında istedikleri raya sokmuş durumdalar. Müthiş kârlar elde ediyorlar. Bu dev sektörün tüm olanakları biz işçi ve emekçilerin ellerinde hayat bulduğu halde biz burada sadece seyirci konumundayız. Statları yapan, forma diken, krampon ve meşin yuvarlak imal eden bizler bu sektörün yönünü belirlemede maalesef söz sahibi değiliz. Kafaları kâr mantığıyla çalışanlar, doğadaki her şeyi kirlettiği gibi futbolu da kirlettiler. Dünyada milyonlarca aç insan varken, insanlar maddi yetersizlikten dolayı intihar ederken, varoşlarda insanlar salgın hastalıklarla boğuşurken bir futbol kulübünün bir ülke ekonomisi kadar büyük paralar kazanması anlaşılır bir durum değil. Futbolu ve insanlığa ait tüm değerlerimizi kurtarmak, kâr mantığından çıkarıp insanlığa hizmet eden bir kurum haline getirmek yine biz işçi ve emekçilerin ellerinde hayat bulacak bir düzenle mümkün olabilir.
Faili malum polis cinayetlerine bir aday daha! Canan Yılmaz, 30 Temmuz 2009 Bu defa yer İzmir. Geçimini gündelik işlerle sağlayan Abdurrahman Sözen (24), yolda her gün yemek yediği restoranın sahibi olan alacaklısıyla karşılaşıyor. Tartışma ve yaralanma olayına adı karışıyor. Birinci dereceden zanlı olarak aranan arkadaşı hala sokaklarda, ama Abdurrahman götürüldüğü nezarethanede can veriyor. Peki, ne oluyor da Abdurrahman gece yarısı evi basılarak götürüldüğü nezarethanede ölüyor? Önce bir bardak su istiyor polis memurundan, o sırada çok kıvrak bir hareketle parmaklıklar arasından elini uzatarak, polis memurunun belindeki çıtçıtı açarak tabancasını alıyor ve başından vuruyor kendisini, intihar ediyor!
Kamera kayıtları yok, ateş eden elin tespitini sağlayan el svabı sonuçları hala belli değil. Münferit diyebilir miyiz? Hayır, zira hemen akla Beyoğlu Emniyeti’nde öldürülen Nijeryalı Festus Okey, karakolda işkenceyle can veren Engin Çeber geliyor... Çağdaş Gemik, Baran Tursun, Yahya Menekşe, Soner Çankal, Feyzullah Ete, Cem İnci... ‘Türkiye’nin durumu...’ deyip yutabilir miyiz bu ölümleri? Hayır, zira katliyle adeta Yunanistan gençlik direnişinin simgesi haline gelen Alexandros Grigopoulos (16) var en yakınımızda... Ölümlerinden bir gün öncesine kadar çok kimsenin bilmediği bu isimler, bugün polis cinayetleriyle unutamayacağımız, unutturmayacağımız isimler olarak aklımıza kazınıyor…
28 yıllık Kemal Türkler davası, hala devam ediyor! Duygu Korhun, 30 Temmuz 2009 Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Başkanı Kemal Türkler’in öldürülmesine ilişkin dava yine ertelendi. Türkler, 2 Temmuz 1980’de Merter’de evinden çıkıp aracına bindiği sırada vurulmuştu. Katil zanlısı olarak üç kişi yakalanmıştı: Abdulsamet Karakuş, Aydın Eryılmaz, İsmet Koçak ve o zaman firari olan Ünal Osmanağaoğlu. Dava 1981’de başladı. Davanın bilançosu ise şöyleydi: 2003’te “ahaliyi ayaklandırarak birbirlerini öldürmeye sebebiyet vermek” suçundan yargılanan Osmanağaoğlu’nun inandırıcı deliller bulunamadığı gerekçesiyle beraatına karar verildi. Avukat Rasim Öz’ün temyizi üzerine davaya yeniden başlandı. Davaya Türkler’in öldürüldüğünde 1,5 yaşında olan torunu bile katıldı. Dava 2007’de tekrar delil yetersizliğinden beraatla sonuçlandı. Yargıtay 9. Ceza Mahkemesi’nden bozma kararı geldi ve bugün dava hala devam ediyor. Bugün de sanık kişi, personel ve araç yokluğu sebebiy-
le Bakırköy Adliyesi’ne getirilmiyor. Burjuva devletin bu bahanelerle ne yapmak istediği çok açık; direnen ve mücadele eden emekçilere karşı yapılan saldırıları gizlemek ve bu davayı da zaman aşımına uğratmak. Bu dava da biz işçilerin bu devletin gözünde neye layık olduğumuz gözler önüne seriyor: senelerce adliyelerde sürünmek! Öyle bir sürünmek ki bir davanın 28 sene sürmesi ve Türkler’ in 1,5 yaşındaki torununun hukuk fakültesini bitirip bu davaya dahil olması gibi… Bu davada sanıklar bizzat devlet tarafından korunuyor ve 12 Eylül’ün yaratıcıları yargılanmadan ve onların baskı düzenini koruyan 12 Eylül Anayasası devam ettikçe bu böyle olacağa benziyor… İşçiler örgütsüz olduğu sürece de adalet hep işçilere sıra geldiğinde aksayacak, devlet elindeki bütün araçlarla, yargısıyla yasasıyla bu darbecileri koruyacak. Biz son derece örgütlü bu düzene karşı, ne kadar zayıf ve örgütsüz olursak üzerimizdeki baskılar ve hak gaspları o denli artacak. Bu gasplara ve her tür saldırıya karşı yegane çare yine bu düzene karşı bir arada durmak, kuvvetli olmak ve yine örgütlenmek…
5
Bilinçli işçi umutsuzluğa karşı da mücadele etmelidir…
Oktay Benol, 1 Ağustos 2009
Dedik ki, “mücadele bulaşıcıdır, bazen tek bir kıvılcım yeter!” Bu sözün doğruluğunu yaşayanlar mutlaka bilir. Nice mücadele benzer bir deneyimin ışığında filizlenip büyümüş ve bir yanardağ patlamasına dönüşmüştür. Dolayısıyla bilinçli işçi hayatın bize öğrettiği bu gerçeği mücadele içinde daima hatırlamalıdır. Bilinçli işçi, en zor ve karamsar zamanlarda dahi en küçük umut ışığını görebilmelidir. Bilinçli işçiyi, bilinçli ve mücadeleci yapan bu ısrar ve kararlılık, inat ve çabalamadır… Yine hayat pratiğimizle biliriz ki mücadele gibi umutsuzluk da bulaşıcıdır. Bazen tek bir umutsuzluk kıvılcımı bütün bir mücadele olanağını yerle bir edebilir. Bilinçli işçi, “umutsuzluk bulaşıcıdır, bazen tek bir kıvılcım yeter!” sözünü de asla unutmamalıdır. Umutsuzluğa karşı mücadele, tüm mücadeleler içinde en önemli, en başta gelenidir… Bilinçli işçi aynı anda iki mücadeleyi birden vermek zorundadır. Bir yandan kendi hayatını ayakta tutmanın, bir işe ve aşa olan ihtiyacını kendi ve ailesi için gerçekleştirmenin mücadelesi peşindedir. Zorluklarla dolu bu mücadele de bilinçli işçi, kendi adına umutsuzluğa karşı direnir, mücadele eder. Diğer yandan bilinçli işçi, işçi arkadaşlarının umutsuzluğa düşmesine karşı da mücadele verir. En zor durumlarda kendi başına gelenler dolayısıyla karamsarlığa kapılmayarak işçi arkadaşlarına nasıl tutum alınması gerektiğini de göstermiş olur. Bilinçli işçi kapitalist sömürü ve ekonomik kriz karşısında efsunlu değildir. İşsiz kalabilir, aç ve açığa düşebilir. Yani umutsuzluk belası tüm işçiler gibi bilinçli işçiyi de ele geçirmek için dört bir yandan saldırır. Bu durum mücadelenin hem bir zorluğu hem de aynı zamanda kolaylığıdır bilinçli işçi için. Çünkü o her şeyden önce kendi ve ailesi için de mücadele vermektedir ve bu nedenle doğrudan mücadelenin kalbindedir. İşsizliğin çözümü, yoksulluk ve açlık sorununun aşılması, insanca bir hayat bilinçli işçinin hayatının tam orta yerinde yer alır… Mücadele ve umutsuzluğun bulaşıcılığı ve ikisi için de bazen tek bir kıvılcımın yetebilmesi nedeniyle bilinçli işçinin, her şeyin üst üste kötü gittiği ve gidebileceği günümüz kriz koşullarında umudu ayakta tutması öncelikli görevidir. Çünkü kriz koşullarında umutsuzluğa kapılmak kolay ve yeniden umutlu hale gelmek gerçekten zordur. Bilinçli işçi bilmelidir; günümüz kriz koşullarında umutsuzluğun başlıca kaynağı işsizliktir. İşsizlik bir duygu olarak korkudur. Korkunun nedeni belirsizlik ve güvencesizliktir. Kriz koşullarında işsizliğin sıradanlaşması korkunun da toplumda yaygınlaşması anlamına gelir. İşçi sınıfı kendini bu belirsizlik içinde hisseder. Güvence arayışı temel arayış olur... İşçi sınıfı için güvence nerede olabilir? Kapitalist düzen bugünkü krizin yaratıcısı olduğuna göre onun çözümü sermaye için bir çözüm olacaktır. İşçi sınıfının ise kendisi ve toplumun tüm ezilen ve sömürülenleri için bir çözüme ihtiyacı var. Kuşkusuz bu çözüm işçiler için bir seçenek olmak durumunda. İşçi sınıfının krize karşı güvencesi bu nedenle bir işçi seçeneğinin yaratılmasındadır. Öyleyse bilinçli işçi, umutsuzluğa karşı mücadelesinde bir işçi seçeneğinin yaratılmasını temel hedef yapmalıdır. Mücadeleyi birleştirmek, işçi seçeneğinin yaratılmasının ilk adımıdır… Bir işçi seçeneğinin yaratılması hem umutsuzluğa karşı mücadele, hem de o mücadele için gerekli tek bir kıvılcım olacak… Evet, tartışmasız mücadelenin yönünü ve sonucu bilinçli işçiler tayin edecek! Umutsuzluk değil, mücadele kazansın istiyoruz…
6
POLİTİKA
İşte Özgür Dünya! Şükrü Sandıkçı, 27 Temmuz 2009 “Yakın zamanda bu başlık, gazetemizin Lindsey grevi üzerine bir yazısında kullanılmıştı. Ken Loach’un son filminin adı olan bu cümle, bu yazının başlığı olmayı da hak ediyor. Filmin baş karakeri olan büyük bir özel istihdam bürosunun beyaz yakalı işçisinin, kendi şirketini kurarken başvurduğu yöntemleri anlatan filmde, genellikle göçmen işçileri, sınırdışı edilme korkularından faydalanarak çok düşük ücretlere pazarlayan yeni yetme burjuvanın gözünden bile, kapitalizmin acımasızlığı görülebiliyordu.” Yeni yasal değişikliklerle, aynı özel istihdam büroları Türkiye’de de açılıyor. Onlar da kendilerine başvuran işsizleri, iş güvencesi ve sosyal haklar olmadan, çok düşük ücretlere pazarlayacaklar. Kriz döneminde işten atılmış, işsizlik maaşı dahi bitmiş insanlar, bu yolla patronların önüne sunulacak.
Ali Babacan, özel istihdam bürolarının önünü açan yeni kanunla ilgili eleştirilere cevap verirken; “Sendikalar, işsizin halinden anlamıyorlar.” diyor. Kendisinin ve temsil ettiği hükümetin ise işsizin çaresizliğini etraflıca kavradığına hiç şüphe yok. Hatta yasanın zamanlaması tamamen bu kavrayışın ürünüdür diyebiliriz. Zira özel istihdam bürolarıyla hedeflenen hak gaspları, ancak yoğun bir işsizlik döneminde, çaresiz insanlara kabul ettirilebilir. Özel istihdam bürolarının tek etkisi ücretler üzerinde olmayacak. Bu kuruluşlar aynı zamanda büyük şirketlerin, sosyal güvence ve sendikalaşma konusunda yasal sınırlamalardan kurtulmalarını da sağlayacağından, çok rağbet görecekler ve kısa zamanda çalışma hayatını köklü bir biçimde değiştirecekler. Örneğin bir fabrikatör bu yolla, bir telefonla istediği kadar işçiye ulaşabilecek, iş kazalarından sorumlu tutulmayacak, kıdem tazminatı yükünden kurtulacak,
sendikal mücadeleye kalkışan işçileri hiçbir sorumluluğu olmadan işten çıkarabilecek ve yenilerini alabilecek. Yazının başlığı, söylediğimiz gibi bir filmin adı. Yönetmen bu başlığı seçerken, muhtemelen burjuvazinin özgürlük anlayışına gönderme yapmış. Yani filmin adı bir anlamda “İşte liberal dünya!” Sömürme hakkının en temel hak olduğu dünya… Dünyanın birçok yerinde zaten yerleşmiş olan özel istihdam büroları da sömürüden paylarını, yani haklarını istiyorlar. Peki ya bizim haklarımız? Kapitalist krizler, istisnasız her zaman emeğe yönelik saldırıların arttığı dönemlerdir. Bu krizde patronlar, kısa çalışma ödeneklerini, vergi indirimlerini, özel istihdam bürolarını kazandılar. Çünkü örgütlüler. Bizlerse onlar kazandıkça kaybediyoruz, örgütlenmeye mecburuz...
Emekliler sessiz kalmıyor! Nergis Çayır, 25 Temmuz 2009 Hükümet emeklilerin zam oranını açıkladı. BağKur’lulara 5 TL, SSK emeklilerine ise 10 TL’lik komik bir zam yaptı... Bozdur bozdur harca… Hükümet emeklilere yaptığı zammı, otobüs zammı ve diğer zamlarla fazlasıyla geri aldı bile… Emeklilere yapılan zam gerçekten çok düşük! AKP iktidara geldiğinde SSK, Bağ-Kur, Emekli Sandığı gibi üç kurumu birleştireceğini söyledi ve birleştirdi, bir nevi eşitliği sağladığını ilan etti. Oysa Bağ-Kur’luların zam oranı farklı oldu. Kamu çalışanlarına da zam farkı verildi. Bu nasıl eşitlik? Biz zaten yönetenler eşitlik dediğinde zenginliği değil, yoksulluğu eşitlediklerini biliyoruz
Hükümetler eskiden kaşıkla verip kepçeyle alıyorlardı. AKP hükümeti kaşıkla verdiğini kazanla geri alıyor. Gazetelerde şirketlerin kâr ve zararları, daha çok da zararları açıklandı. Hem de öyle yaygara kopardı ki burjuva basın. Bazı patronlar kârdan zarar etmişler, yazık. Hükümet hemen imdatlarına yetişti.
gazetelerden tanık oluyoruz. Bütün bu olumsuzluklara rağmen “yaşı yetmiş, işi bitmiş” denilen DİSK’e bağlı Emekli-Sen’li emekliler hükümetin bu komik zammını protesto etmek için çeşitli eylemlilikler yaptılar. 500’e yakın emekli Mısır Çarşısı’nda buluşarak yapılan zammı sembolik olarak iade etmek için Sirkeci Postanesi’ne kadar yürüdüler.
Emekçiler kârlarından zarar etmediler. Bütün elde avuçta ne varsa, işini gücünü hepsini kaybettiler. Emekçilerin her ay veresiye defterleri kabarıyor. Kemal Sunal’ın 20-30 yıl önceki filmlerindeki gibi, bugünde borçlu emekçiler bakkal ve manava görünmemek için yollarını değiştiriyorlar. Hatta bu dönem daha kötü oldu, bakkal da belli süreden sonra veresiye vermiyor. Çünkü kendi de batıyor. Yoksullar kredi kartlarına yöneliyor. Hergün kredi kartı borcunu ödeyemeyenlerin intiharına
İkinci eylemde Sütlüce AKP il binası önünde yapıldı. 200 emekli kefenle yürüyerek açıklama yapmak istedi. Ama polis emeklilerin AKP binasına 15 m uzaklıkta eylem yapmasına izin verdi. Örgütsüz emeklilerin de bu zam oranına tepkisi vardı. Onlar da kahvede, pazarda, her yerde dertlerini birbirlerine anlatarak matematikteki bölme işlemi gibi sıkıntılarını bölüp hafifletmeye çalışıyorlar. Emekliler bu yolla sıkıntılarını çözemezler. Haklar mücadeleyle alınır…
Türkiye tarım alanları 30 havzaya bölündü! Rukiye B., 1 Ağustos 2009
rıdan hiçbir şekilde müdahale edilemedi.
Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker, “Türkiye Tarım Havzaları Üretim ve Destekleme Modeli’ni” 14 Temmuz’da kamuoyuna sundu. Bu model kapsamında Türkiye, 527 milyon 782 bin 613 veri derlenerek 30 havzaya bölündü. Havzalama işlemi için iklim, toprak, topografya gibi ana verilerle, 160 ülke dış ticaret verileri, nüfus ve hayvancılık ile ilgili kayıtlardan da yararlanılmış. Bu 30 tarım havzasının dışında üretim yapacak çiftçi, devletin verdiği destekten yararlanamayacak.
Projede destek kapsamı ve destek miktarı havzalara göre değişecek. Bazı havzalar daha çok desteklenebilecek. Tarım ürünlerinin hangisinin ne kadar destekleneceğine hükümet karar verecek. Bu projenin belli bir planlama sağlayacağı ve bu sayede arz açığı olan ve ithal edilen tarım ürünlerinin üretiminin denetleneceği umuluyor. Hangi havzada hangi ürünün destekleneceği hükümet tarafından önceden açıklanacak. Üretici bunlara bakarak üretim kararı verecek.
Mehdi Eker, yeni modelin getireceği anlayışı, “Bizim verimsiz yere kullanılacak paramız yok” diyerek gösterdi. Veriler toplanırken TOBB (Türk Odalar ve Borsalar Birliği), FAO (Birleşmiş Milletler Gıda Örgütü), TUİK (Türkiye İstatistik Kurumu), OECD (Ekonomik Kalkınma İşbirliği Örgütü), DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü), Eurostar ve 3 üniversiteye danışıldı; ama bu alanda uzman olan hiçbir kuruma, kooparatife ya da üreticiye danışılmadı. Dahası Türkiye’deki tarımı baştan sona yenileyecek bu model üzerinde 3 yıldır çalışılıyor; ama kamuoyundan gizli tutuluyordu. Yani bu model hazırlanırken dışa-
İlk bakışta uygulanacak olan bu model mantıklı geliyor. Çünkü tarım üretiminin düzenlenmesi; o yıl çok talep edilen ürününün birçok üretici tarafından ekilmesi bu yüzden ürün fazlasının doğması ve ziyan olması ya da diğer ürünler ekilmediği için fiyatlarının artması gibi karmaşıklıkları ortadan kaldıracaktır. Ayrıca veriler doğru işlendiyse hangi ürününün nerede iyi yetişiyorsa orada ekilmesi çok sağlıklı bir yöntem. Fakat projenin ikinci bir yüzü daha var. Bu, özellikle yeni fındık politikasında kendisini gösterdi. Fındık dikim alanları azaltıldı. TMO (Toprak Mahsulleri Ofisi)
ise artık fındık almayacağını açıkladı. Bundan sonra fiyatı piyasa belirleyecek. Bu, Cüneyt Zapsu ve ihracatçıların hep talep ettikleri bir şeydi. Ayrıca TMO depolardaki 535 ton kabuklu fındığı piyasaya sürmeyecek. Bu sayede piyasanın belirlediği fiyatı beğenmeyen üreticiye karşı koz olarak kullanılabilecek. Tütün ise diğer bir mesele. Bu kadar çok verinin işlenildiği bir proje nasıl olur da tütüne yer vermez? Tütünde arz fazlası olmadığı gibi en çok ihraç edilen ürünlerden biri… Dahası 180 bin tütün üreticisi özel şirketlerle yönelmek zorunda kalacak. Hayvan yemi, meyve, sebze, şeker pancarı gibi ürünleri de dışlayan projeye hemen geçilmesi ise yanlış. Önce üreticiye model tanıtılmalıydı. İthal edilecek ürünlere yönelinmesi, diğerlerinin dışlanması dışa olan bağımlılığı arttırabilir. TMO ürünlere sadece destek primi vererek ürünü alacak olanların fiyat kırmasını da neden oluyor, aracıları çoğaltıyor. Bu da soframıza daha pahalı ürünler geleceği anlamına geliyor. Kısacası bu proje insanların ihtiyaçları temel alınarak yapılmış bir projeden çok kâr etme amacını taşıyor…
KADIN SAYFASI T-box Reklamları Kadını Aşağılayan Cinsiyetçi Öğeler İçeriyor! İşçi Cephesi, 31 Temmuz 2009 Reklam sektörü kadınları aşağılayarak ürün pazarlıyor. Cinsiyetçi reklamlarla ya üründen çok kadınlar pazarlanmaya çalışılıyor ya da toplumun bilincinde kadınları yalnızca anne, karı ve cinsel obje olarak gösteren simgeler kullanılıyor. Boyner’e bağlı T-box markası, çıktığı ilk günden beri reklamlarında cinsiyetçiliği kullanıyor. “Gösterip de Vermeyen Saat”, “Bu Şemsiyenin Altına Giren Girene”, gibi reklam sloganları argoda kadını aşağılamak için kullanıldığından çağrışımdan öte bir hal almakta. Son olarak “Alış Kapasitenizi % 33 Artırıyoruz” sloganı olan afişin üzerinde hafif açık resmedilmiş bir dudak görülmekte. Boyner esnek çalıştırarak kadın-erkek emekçilerini sömürdüğü gibi bir de reklamlarıyla cinsiyetçi bir alay mekanizması oluşturuyor, cinsiyetçiliği meşrulaştırıyor. Kadına yönelik aşağılamalara karşı, toplumun bilincinin dönüşümü, ancak kadın emekçiler başta olmak üzere, tüm işçi sınıfının vereceği, sınıf eksenli, eşitlikçi bir mücadeleyle gerçekleşebilir. T-box reklamlarındaki cinsiyetçi öğelere karşı bazı kadın grupları bu duruma dikkat çekmeye çalıştı. Sosyalist-feminist bir kadın grubu olan Umut Kadın’la bu konuyla ilgili bir görüşme yaptık: Medyada kadın ve kadın bedeninin işlenişi hakkında ne düşünüyorsunuz? • Medyada kadın ve kadın bedeninin nesneleştirilmesi, genel bir kadın sorunu tanımında bir alt başlık olarak karşımıza çıkıyor elbette. Kadınlar ya tamamen yok sayılıyor ya
da çocuklarının annesi, kocasının eşi, konu mankeni ve cinsel nesne olarak karşılığını buluyor. Bu algının karşısında durmamak mümkün değil elbette ki. Patriyarkal sisteme ve kapitalizme karşı duruşumuzda daha eşitlikçi bir cinsiyet algısı ve daha eşit bir dünya için sessiz kalamazdık bizde. ”Eşitlik ütopya değil”di çünkü bizler için. Bulunduğumuz her alanda sesimizi yükseltmeli ve dönüştürücü bir hareket içinde olmalıyız. T-box reklam politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz? • T-box markası da bu kültürün bir parçası olan reklam sloganlarıyla karşımızda duruyor. Erkek egemen söylemler üzerine kurulmuş sloganları “gösterip de vermeyen saat”,”bu şemsiyenin altına giren girene” sloganı bunlardan sadece birkaçı. “Çok sexs getirecek bir marka” olan t-box kriz döneminde insanlar seks yapmıyor diyerek cinsel hayatımıza da burnunu sokmaktan ve konuyla ilişkili olsun ya da olmasın kadın bedenini kullanmaktan geri durmuyor. İnsanları alışverişe çağırarak, krizi bedenimiz üzerinden aşmayı umuyor. Bu reklam politikasıyla ilgili Mediz koordinasyonu, Boyner ve Tbox yönetimiyle görüşmeler yaptı ve reklamları yeniden değerlendireceklerini söylediler. Fakat hala mağazalarından reklam afişlerini kaldırmadıklarını görmekteyiz. Reklam afişleri tamamen kaldırılmazsa bunun için daha geniş katılımlı bir eylem örgütlenebileceğini düşünüyoruz. Kapitalizm kadın bedeni ve emeği üzerinden karına kar katmayı hedeflerken bizde sessiz kalmayacağız elbette. Patriyarka ve kapitalizm karşısında sesimizi çoğaltmalı ve daha da yükseltmeliyiz.
Güler Zere’ye yaşam hakkı Rukiye B., 28 Haziran 2009 Güler Zere, 14 yıldır siyasi tutuklu ve tutukluluğunu Elbistan E Tipi Cezaevi’nde sürdürüyor. Hapishane koşullarında kansere yakalandı. 2008 yılı sonlarında tutuklu bulunduğu Elbistan Cezaevi’nden Adana Ç.Ü Balcalı Hastanesi’ne kanser tedavisi ile getirildi. 2009 başlarında da Karataş Cezaevi’ne getirildi, tedavisi halen Balcalı Hastanesi’nde sürdürülmekte. Bu süreçte damağının bir bölümü alındı. Ardından kulak altında tekrar kanserli bir kitleye rastlandı ve tekrar ameliyata alındı. Daha sonraki kontrolleri sonucunda Çukurova Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü Adana Tabip Odası Başkanlığı tarafından Güler Zere için Hastalığının 4. evre kanser olduğu ve cezaevi koşullarında iyileşmesinin mümkün olmayacağı, tahliye edilmesi durumunda dahi iyileşme ihtimalinin % 30 olduğuna dair rapor verildi. Buna rağmen Elbistan Savcısı bu kurumdan ek rapor istemiş, Güler Zere’yi daha sonra, başkanlığını Dr. Nuri Birge’nin yaptığı İstanbul Adli tıp kurumuna sevk etmiştir. Güler Zere gidiş-dönüş 28 saat süren ve sadece 10 dakikalık gelişi güzel bir kontrolden sonra 3 kilo kaybetmiş ve Adli Tıp Kurumu Güler’in tahliyesine gerek olmadığına karar vermiştir. Tüm bunlarla birlikte hastalığının gün geçtikçe ilerlemesi yüzünden Güler Zere yemek yiyememekte, konuşamamakta ve kendi ihtiyaçlarını gidermekte sorunlar yaşamaktadır. Halbuki yasalara baktığımızda tüm sürecin uzatılmasına dahi gerek yoktur. Çünkü 5275 Sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanunun 16. maddesi uyarınca cezanın amacı dışında etki yaratabileceği anlaşılan hallerde, infazın geri bırakılacağı düzenlenmiştir. Maddenin 2. fıkrası uyarınca tıbben tedavisine olanak bulunmayan veya tedavisi uzun sürebilecek birtakım hastalıklar halinde cezanın hastane mahkum koğuşunda sürdürülebileceğine; hastalık hükümlünün
hayatı için kesin bir tehlike oluşturuyorsa cezanın infazının geri bırakılacağına değiniliyor. Yasaların da belirttiği gibi Güler Zere’nin yaşadığı hastalıktan ve koşulların kötülüğünden dolayı tahliye edilmesi gerekirken cezaevinde bırakılıyor. Çünkü o siyasi bir tutuklu ve onun bu hali dahi birilerini korkutuyor, rahatsız ediyor. Bile bile ölüme terk edilmek isteniyor. Güler Zere yaşam hakkı için özgür bırakılmalı ve diğer tüm hasta mahkumlara gerekli tedavi olanakları açılmalıdır.
7
Yeni bir çözüm, yeni bir mağduriyet daha… Dicle Nadin, 31 Temmuz 2009 Geçtiğimiz ÖSS’yi, öncekilerinden ayıran şey, sınavda kaybeden kadın öğrencilerin, kamusal hayatta da kaybetmelerine yol açan, SSGSS yasasının geçmiş olması idi. Peki bu ne anlama geliyor? Öyleyse biraz hafızamızı tazelemekte fayda var: 2008 Nisan ayı itibariyle yürürlüğe giren SSGSS yasasının, milyonlarca işçi ve emekçinin haklarını tırpanlamaya yönelik neo-liberal bir saldırı olduğundan epeyce konuşmuştuk. Bu yasanın kadınların daha fazla sömürülmesine olanak sağlayan birçok yönü vardı ki, bunlardan biri de üniversiteye giremeyen öğrencilerle ilgili olan kısmıydı. Bu yasaya göre, 18 yaşını dolduran ve üniversiteye devam edemeyen kadın öğrenciler, babalarının bakım yükümlülüğünden çıkarılıyor, primlerini ödemedikleri takdirde sağlık haklarından men ediliyorlar. Eğer biraz şanslılarsa ve sınavda barajı geçebiliyorlarsa, bu süre sadece 7 yıl uzatılıyor. 25 yaşından itibaren sağlık haklarına erişemiyorlar. 2009 ÖSS sonuçlarına göre, 594 bin kadından 510 bini barajı geçti. Bu demek oluyor ki, şu an 84 bin kadın acilen sigortalı bir iş ya da eş bulmalı ki, sağlık hakkına erişebilsin. Ya bulamazlarsa… Kapitalist saldırının bir boyutu varsa, bunun elbette patronlarca bir de çözümü oluyor. Bakalım neymiş bu çözüm? Erkek ile kapitalist tahakküm bir araya gelirse • Krizle birlikte, ev kadınlarının sayısında bir yılda 237 bin artış söz konusu. İstihdamda gözüken 4 milyon 973 bin kadından 1 milyon 593 bini ücretsiz aile işçisi, yani ailesinin işinde çalışıp ücret alamayan kadınlar. Bununla birlikte, 5 milyona yakın istihdam edilen kadının 2 milyon civarı hizmet, 2 milyon civarı da tarım sektöründe çalışmakta. Bu rakamlara ve mesleklere bakılırsa, bu kadınların tamamına yakın bir kısmı, sigortasız ve açlık sınırına yakın maaşlarla çalışıyor. O halde bu kadınlar, nasıl sağlık hakkına erişebilir? Kapitalistlerin sunduğu “çözüm” bu noktada sigortalı bir koca bulup evlenmek! Yani bu demek oluyor ki; 18 yaşında, ÖSS barajını geçememiş bir öğrencisiyseniz ya sigorta yapan bir iş bulmanız ya da evlenmeniz gerekiyor. Bu şartlarda 18 yaşından itibaren bir erkeğe bağımlı olmadan yaşayabilmek imkânsız. Öte yandan yeni bir “çözüm” de, Teşvik ve İstihdam Paketi olarak, hükümet tarafından, kriz derdine deva mahiyetinde sunuldu. Pakete göre, işe yeni alınacak kadınların işveren sigorta primi işsizlik fonundan karşılanacak, 150 ve üzeri işçi çalıştırılan işyerlerinde, kreş ve emzirme odası bulundurma zorunluluğu, işverenin keyfine bırakılacak. Yani bizim olan parayı, bize maaş olarak geri döndürecekler. Çocuğumuzun olması da, çalışma yaşamına veda etmemiz anlamına gelecek. Yeni-muhafazakârlık • Neo-liberalizmin köhne ideolojileri çöpe atacağı, çünkü piyasanın görünmez elinin sihirli bir değnek misali, her birimizin hayatına yenilik getireceği yalanının iflasını, kadınların hayatında görmek çok mümkün. Çünkü bütün neo-liberal saldırılar, erkek-egemen baskılarla birleşip, muhafazakârlık gibi kadını esaret altına alan ideolojilerle pullanıp, yeni bir sömürü mekanizması olarak kadınların hayatlarında yer buluyor. Böylelikle, kadınların evlerine iş verip, evden çıkmadan aile bütçesine katkı sunmalarını; hem de ev işlerini aksatmamalarını sağlıyor. Böylece patronlar maliyetleri düşürüyor, kadın evde oturduğu için de toplumun namusu korunuyor! Tüm dünyada yaygınlaşan, Türkiye’de ise AKP hükümetinin neo-liberal uygulamaları ve muhafazakar yönünde cisimleşen, bu yeni-muhafazakar ideoloji; kadınlar için pek yeni olmasa da, patronlar için önemli bir çözüm, krizi fırsata çevirme hikayesinin bel kemiği. Kadınlar içinse, kapitalizmin bizden yana olmayan bu tip çözümleri, daha fazla esaret altına alınmak, emeğimiz üzerindeki tahakkümün artmasından başka da bir anlama gelmiyor.
8
ARKA PLAN
Patronların yükü hafi yükü emekçile Sedat D., 2 Ağustos 2009 Orhan Veli adlı işçi ve emekçi dostu bir şair, bizlerin zor hayatını ironik1 bir dille ele alıp taa 1949’da şöyle yazmış: “Bedava yaşıyoruz, bedava;/.../ Yağmur çamur bedava;/ Otomobillerin dışı,/ Sinemaların kapısı/ Camekânlar bedava...” Bizler dün bu şiiri bir yerlerde okuduğumuzda, ya da Cem Karaca’nın şarkısında dinlediğimizde kendi durumumuzu düşünüyorduk. Bizler ki, en kötü koşullarda dahi yaşamaya alışkın, en sıkkın zamanlarda dahi, patronların “kemer sıkın geçecek” dediklerinde sıkıntıya katlanmayı bilen, eriyen mesai ücretlerine karşı daha fazla mesaiye kalıp durumumuzu dengeleyen, kimseleriz. Ancak bugün geçmişe nazaran işler hızla değişiyor. Üzerimizdeki işsizlik tehdidinin yanı sıra bir de patronların üzerinden kaldırılan yükler, bizim sırtımıza bindiriliyor. Anlaşılan o ki, patronlar bugün bizden yalnızca kemer-imizi değil, boğazımızı da sıkmamızı istiyorlar. Buna karşılık da, patronlar bizlere yazılmış olan şiirin, tek dizesini ironi mironi yapmaksızın okuyorlar. Bugün bizler için, iğneden ipliğe her şeye zam gelirken, tüm patronlar bağıra bağıra şöyle söylüyorlar: “Bedava yaşıyoruz!” Nasıl mı bu kadar kesin bir kanıya varabiliyoruz? Çok basit. Kriz ortamında hükümetin aldığı kararlar uyarınca, patronları korumak amacı ile onların üzerlerindeki yük gün geçtikçe daha da hafifletiliyor. Vergi yükleri azaltılıyor. Ücretsiz izin uygulamaları ile işçilerin sigortalarını ödemekten kurtuluyorlar. Hatta şimdi de, yeni işe alınacak işçilerin sigorta primlerini, patronları desteklemek amacı ile, bir süreliğine devlet üstlenecek. Hem de, devlet bu amaç için kaynak olarak, bizim maaşlarımızdan yapılan kesintilerle oluşturulan işsizlik fonumuzu kullanacak. Patronların payına indirimler düşüyor, biz işçilere ise iğneden ipliğe zam • Geçtiğimiz Haziran ayının biz işçiler için güzel bir anlamı vardı, çünkü zam ayı idi. Zam ayları zaten yıllardır patronların lehine işlemekte, yani bizlere çok küçük kırıntılar düşmekte idi. Ancak bu yıl öylesine kötü bir zam ayı geçirdik ki, çoğumuz ya hiç zam alamadık, ya da emeklilerin yaşadığı 5 TL’lik zam gibi çok komik meblağlar ile karşı karşıya kaldık… Buna karşın, geçtiğimiz ay içerisinde zam kelimesi maaşlarımızda olmasa da, alış veriş yaptığımız her şeyde etkisini gösterdi. İlk zam dalgasını geride bırakmış olsak da, ardından gelecek olan paket uyarınca, başta sigara, benzin, elektrik ve telefon konuşma ücretleri olmak üzere pek çok ürün ve hizmete inanılmaz boyutlarda zamlar geliyor. Bunlar zamlanacağı kesin gözükenler. Öte yandan bir de, İSKİ kapalı kapılar ardında su fiyatlarına zammı konuşuyor.Üstüne petrol fiyatlarının zamlanması da (ki petrol fiyatları tüm dünyada düşmekte) başka ürünlerin de fiyatlarının artması sonucunu doğuracak... Hiç zam almayan maaşlarımız, hayat pahalılığı karşısında iyice eriyor. Peki, bu zamlar niçin yapılıyor? 1 ironik: söylenen sözün tersini kastederek kişiyle veya olayla alay etme…
Son zamanlarda, patronların yükünü hafifletmek amacı ile pek çok adım atan hükümet, vergileri arttırmaya başladı. İlk vergi zamları bizim maaşlarımıza geldi. Şimdi ise belirli ürünlerdeki ÖTV (Özel Tüketim Vergisi) arttırılıyor. Böylece, patron vergilerine yapılan indirim buradan karşılanmaya çalışılıyor. Yani patronun vergi yükü azaltılıyor, buna karşın bizim maaşlarımızdan ve alışveriş yaptığımız ürünlerden bu eksik kapatılıyor. Sonuç olarak da, patronun vergisini bizzat biz emekçiler zamlar ve artan vergi yükü aracılığı ile ödemeye başlıyoruz. İşçi Cephesi’nin bir önceki sayısının manşetinde şöyle yazmıştık: “Sermaye yıkım, İşçiler çözüm diyor! Yıkım mı, Çözüm mü?” Geçtiğimiz ay içerisinde bu yıkımın ne anlama geldiğini yaşayarak kavramış olduk. Önümüzdeki süreçte ise, patronların yıkım tasarıları bizleri daha da zor duruma düşürecek. Bugün patronların üzerlerinden alınan her yük, bizler için sürekli bir yıkım anlamını taşıyor. Hatırlamakta fayda var. Patronların vergileri niçin azaltılıyordu? Teşvik ve istihdam Paketi çerçevesinde, teşvik olmak ve kalkınmak için! Geçen sayımızı okuyanlar hatırlayacaklardır. Bu paketin önerdiği minimum teşvik miktarı 50 milyon TL idi. Yani teşvik edilenler kesinlikle bizler değildik, patronlardı. Peki, patronlar için niçin bir kurtarma paketi hazırlanmıştı? Çünkü kriz onları etkilemişti ve kârlarını azaltmıştı! 500 büyük şirketin kârları açıklandı: net kâr toplam 11,2 milyar TL • Çoğumuzun patronunun odasında görmeye alışkın olduğumuz burjuva gazetesi Dünya, 23 Temmuz tarihli sayısında şöyle bir felaket(!) manşeti atmış: “500 büyükte kârlar eridi!” Ne büyük bir felaket! Patronlar sendikasına göre işsizlik yüzde 25 dolaylarında. Önümüzdeki süreçte işten çıkarmaların artmasına tüm patronlar kesin gözü ile bakıyorlar. Maaşlarımız zamlar karşısında eriyor. Milyonlarca işçi ve emekçinin yoksulluğu arttıkça artıyor... Buna karşın burjuva gazetelerine göre en büyük felaket ne? 500 kişinin (patronun) kârlarının erimesi! Türkiye’deki en büyük 500 sanayi kuruluşunun 2007’de açıkladıkları kâr 19,2 milyar TL iken bu miktar, 2008 yılında 11,2 milyar TL’ye inerek yüzde 40,1 oranında gerilemiş. Listeye bakacak olursak, ilk on şirketin toplam kârı 5 milyar 545 milyon dolaylarında. Yani ilk 500 şirketin toplam kârının yarısını, ilk 10 şirket elde etmiş. İlk on şirketin beş tanesinin de Koç Holding’e ait olduğunu unutmayalım. Koç Holding’in de işten çıkarma şampiyonu olduğunu ve listedeki ilk 50 şirketin toplam çalışan sayısının geçen yıla göre bir hayli gerilediğini de hatırlatalım. Bu durumda şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Toplam kârın yarısından fazlasına sahip olanlar, işten çıkarmaları en çok arttıranlar olarak, toplumun geneline sefalet yayıyorlar... En büyük 500 şirket arasında zarar açıklayanların sayısı ise -genele bakacak olursak- oldukça düşük. Yani büyük burjuvaların şu andaki telaşı kâr oranlarının düşmesinden kaynaklanıyor. Sonuç olarak, biz işsiz kalırsak nasıl kira öderiz, ailemize nasıl bakarız, nerede iş bulabiliriz diye düşünürken, büyük patronların sıkıntısı kârdan zarar etmekten, yani geçen yıla göre daha az kâr etmekten kaynaklanıyor!
Yoksulluk ve sefaletin kalkm
Patronlar sendikasına göre işsizlik %2 işten çıkarmaların artmasına tüm patr larımız zamlar karşısında eriyor. Milyo yor... Buna karşın burjuva gazetelerin nin (patronun) kârlarının erimesi!
ARKA PLAN
9
fletilirken, krizin tüm ere bindiriliyor
ması için birleşik mücadeleye!
25 dolaylarında. Önümüzdeki süreçte ronlar kesin gözü ile bakıyorlar. Maaşonlarcamızın yoksulluğu arttıkça artıne göre en büyük felaket ne? 500 kişi-
İSO (İstanbul Sanayi Odası) Başkanı, 2009 yılının 2008’i aratacağını söylüyor. İşte bizim için gerçek felaket burada gizli. Çünkü bu beyler ne zaman ki zor duruma düştüklerini yahut düşeceklerini iddia etseler, bizim sırtımızdaki yük daha da artıyor. Peki, hükümet ne yapıyor? Hükümet sadece, zamlar ve vergiler aracılığı ile, başta büyük burjuvazinin olmak üzere tüm patronların, kârdan zararlarını veya zarar etme ihtimallerini ortadan kaldırmak adına biz emekçilerin sırtına yeni yükler bindiriyor. Gerçek felaketi işçiler yaşıyor: Türkiye işsizlikte ilk beşte • Geçtiğimiz ay içerisinde açıklanan tek veri 500 dev şirketin kâr miktarları değildi. Aynı zamanda, dünya genelinde işsizlik oranları da açıklandı. İSO Başkanı’ndan yukarıda söz etmiştik. Kendisi, kâr oranlarındaki azalma ve de 2009 yılına dair olan umutsuz tahminlerinden yola çıkarak, “Dünya krizi bizim de krizimiz olma yolunda ilerliyor” diye buyurdu. Demek ki kriz, henüz patronların canını yeterince yakmamış durumda. Bunu biz iddia etmiyoruz, bizzat Sanayi Odası Başkanı söylüyor. Peki ya bizim için durum ne? Dünya genelinde yapılan araştırmalara göre, Türkiye dünyada işsizliğin en yüksek olduğu dördüncü ülke! Türkiye’deki patronlar için henüz sadece yaklaşan bir tehlike söz konusu olsa bile, kriz bizlerin çoktan bağrına saplandı. Bizi işsiz bıraktı. İşsizlik korkusu ile, bize pek çok taviz verdirtti. Yoksulluğumuz ile beraber mahallelerimizde hırsızlık vakaları arttı, aramızdaki güven bağını zayıflattı, bizi daha büyük saldırılara hazırlıksız hale getirdi... Patronlar, önümüzdeki dönemin daha da zor geçeceğini söylüyorlarsa, başımıza daha ne kötülüklerin gelebileceğini tahmin edebiliriz. Anlaşılan o ki patronlar bugün olduğu gibi önümüzdeki dönemde de kendi yüklerini bizlerin sırtına atarak krizden kurtulmak istiyorlar. Bizleri daha da yoksullaştırıp, kendi yarattıkları bataktan, bizi oraya sokarak kurtulmak istiyorlar. Patronlar ilk önlemlerini aldılar. İkinci saldırıları da yolda! Hükümet zamların hemen ardından, kamu bütçesinden ve kamu bünyesinde çalışan emekçilerin haklarından kesintiler yaparak, patronlara açtıkları bütçeyi genişletmek istiyor. Kriz varsa çare de var! • Madem kriz var ve madem bu krizin gerçek mağdurları bizleriz, o halde koruma paketleri bizler için çıkartılsın! Anlaşılan o ki, devlet krize karşı önlem almak için hazineden ödenek açmaya hazır ve alışkın. O halde, bu ödeneği yoksullara açsın. Bu ödenek ile yoksullara gıda ve kira desteği sağlayıp çocuk sağlığı tamamen ücretsiz hale getirsin. Krizin Mart 2010’a kadar devam edeceğini söylüyorlarsa, işsizlik ödeneği de en az, Mart 2010’a kadar kesintisizce devam etsin. Tüm bunlar için ödeneğin olmadığını mı iddia ediyorlar? Patronlar için her ihtiyaç duyulduğunda ödenek yaratmakta ustalar. Emekçiye ‘0’ zam ve patrona vergi indiriminin yanı sıra, milletvekillerine ve kurmay başkanlarının maaşlarına zam yapmayı da biliyorlar. O halde, toplanan vergiler biz emekçiler için kullanılsın, patronlar için değil. Vergileri arttırmak gerekiyorsa da, bunu işçinin maaşından yahut, işçinin tüketim maddelerindeki zamlardan karşılamasınlar.
İşçilerin değil, patronların vergisi arttırılsın! Zamlara karşı, maaşlarımızda düzenlemeler yapılsın. Bu öneriler patronların hoşlarına gitmedi mi? Biz 500 tane patronun daha çok kâr edebilmesi için, milyonlarca işçinin sefalet koşullarına sürüklenmesini istemiyoruz. Bu yüzden taleplerimizde kararlıyız. Patronlar dahi, krizin daha da derinleşeceğini tahmin ediyorlar. Bu bizim için daha çok yoksulluk, daha çok işsizlik, daha büyük yıkım demek. Biz işçiler, 500 patronun daha çok kâr edebilmesi uğruna bunların hiçbirini yaşamak istemiyoruz. Her şeye rağmen gerçekten de zarar eden işletmeler var ve onlar bu yükü kaldıramazlar mı deniyor? O halde zarar eden işletmeler, çalışanlarının kontrolünde kamulaştırılsın ve tüm yoksulların ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde üretimine devam etsin. Yaklaşan felakete karşı, en önemli tedbir alınsın: İşten çıkarmalar yasaklansın! Böylece sefalet ve yoksulluğumuz daha da artmaz. Ama bu da yetmez. Bu şekilde yaşamaya da devam edemeyiz. Daha önce de söylediğimiz gibi, yaralarımızı sarmamız gerek. Başta kriz sürecinde işsiz kalan emekçiler olmak üzere tüm işsizlere, kamulaştırılan işletmelerde iş olanağı sunulsun. Çok fazla işsiz varsa bu işçi ve emekçilerin ihtiyaçlarının daha da arttığı anlamına gelir. Bu durumda yoksulların ihtiyaçlarını karşılamak için yığınla emekçiye ihtiyaç var. Bu işler, tüm işsizler arasında eşitçe paylaşılsın, çalışma saatleri azaltılsın! İşçiler çözüm yaratacak! • Yazının başında söylemiştik. Bizler ki, en kötü koşullarda dahi yaşamaya alışkınız. Zor koşullarda çalışmakta da ustayız. Bugüne kadar, bir iş olmazsa ne kadar daha zor olduğuna bakmaksızın öteki işte çalışmaya hep tamam dedik. Zam aylarında patronla hiç pazarlık yapmazken, esnafın bin türlüsü ile her defasında pazarlık yaparak maaşımızı yettirmeye çalıştık. Ancak bugün işler oldukça farklı, bugün patronlar işçi çıkarmaya ve işçinin üzerindeki yükü arttırmaya kararlı. Çalışmaya devam etmek ya da yeni bir iş bulmak bizim ne kadar çalışkan ya da yetenekli olduğumuz ile ilgili değil. Aldığımız maaş ve yapılan zamlara bakarsak, esnafla ne kadar pazarlık yaparsak yapalım daha fazla dayanamayacağımız bir gerçek. Patronların çözümü bizim için yıkım. Ve bu yıkımın gün geçtikçe daha da büyük olacağını, patronlar kendi ağızlarıyla bile söylüyor. Bu durumda hakkımız olanı bizzat biz işçiler, harekete geçerek patronların ellerinden almamız gerekiyor. Bizim için işsiz kalmak, aç kalmak demek. Kirayı ödeyememek, çocuklarımıza bakamamak demek. Aç kalan insan her şeyi yapabilir. Aç kalmamak için her türlü kötü yönteme de başvurabilir. Böylece yalnızca yoksulluğu daha da artar. Her geçen ay, durumumuzun daha da kötüleşmekte olduğunu görüyoruz. Ancak bunun böyle devam etmesini istemiyoruz. Görüyoruz; patronların yarattığı felaketler hala tamamlanmadı. Onların yarattığı yıkım devam edecek. Onlar yalnızca bizim yükümüzü arttırarak, kendilerine fırsatlar yaratmaya çabalıyorlar. Çünkü başka çaremiz kalmadı, artık çözüm biz olacağız. Birleşeceğiz, saydığımız talepler etrafında örgütleneceğiz ve krize karşı bir işçi seçeneği yaratarak, sefalet koşullarını yok edeceğiz.
10
ULUSAL SORUN
‘Elinde taş izi varsa çocuk, adalet senin neyine?’ Muğlâklığı hiçbir surette kabul edemediğimiz bazı meseleler var. Hele ki bir halkın onlarca yıllık esareti, özgürlük feryadı mevzu bahis olduğunda… Canan Yılmaz, 28 Temmuz 2009 Bugün; hükümet, ABD ve Irak temsilcileriyle Ankara’da bir araya gelmiş, kapalı kapılar ardında bir Kürt Açılımı planlıyor. Meclisin kulislerinde kulaktan kulağa Kürt sorununda adımların atılacağı konuşuluyor. Muğlâk bir açılımın üzerinden çıkan söylentiler bir yana, biz ‘aynası iştir kişinin lafına bakılmaz’ şiarıyla Kürt sorununda, yargı nezdinde 2006’dan bu yana yapılan açılımlara bakacağız. Kürt açılımını konuşurken hala kimi muhatap alacaklarını tartışan vekillere karşılık biz dolaysız Kürt halkını ve onun çocuklarını ele alacağız. Dağdan inecek PKK militanlarına af, istihdam söylentilerine daha gelmeden önce; önümüzde, hali hazırda sonuçlanmış çok sayıda dava var. Mesela 2009 yılı Haziran başı itibariyle, sadece Adana’da “yasadışı örgüt propagandası ve üyeliği” suçundan son 11 ayda cezalandırılan çocuk sayısı 69’a, ceza süresi ise 300 yıla ulaştı. Bununla beraber 12 yaşında 13 kurşunla Uğurlar sokakta can verirken, Temmuz 2009’da katil zanlısı polisler de beraat kararıyla sokaklara uğurlandı. Çok geride değil, Nisan’da, Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmada 18 yaşından küçük dört çocuğa aynı nedenlerle 6–7 yıl gibi ağır hapis cezaları verildi. Suçları: “Örgüt üyesi olmamakla beraber örgüt adına eylem yapmak”. Peki, yaşlarından fazla hapis cezası alan, kendilerine cezaevinde hayat bilgisi dersi uygun görülen bu Kürt çocuklar hangi Kürt Açılımı’nın bir sonucu olarak böyle hüküm giydiler. Gelin beraber hatırlayalım: 24 Mart 2006 tarihinde Muş’ta on dört PKK militanının öldürmesinin ardından dördünün cenazesi Diyarbakır’a vardığında orada yaşanan olaylara dönüp bakalım. Bir halk, çocukları da dâhil ‘terör örgütünün çağrısına uyarak’ ‘devleti’ taşlamıştı(!) Peki sonra? 5’i çocuk 10 kişi öldürülmüş, 203 çocuk gözaltına alınmış, 91 çocuk tutuklanmış ve birçoğuna soğuk suyla ıslatma, sigara söndürme, dayak gibi fiziksel şiddetten tutun da zorla İstiklal Marşı okutma, Türk bayrağı-
na sürekli baktırma gibi psikolojik işkence ve kötü muamele de yapıldığı ortaya çıkmıştı. Hayatını kaybeden 5 çocuğun otopsilerinde ateşli silah mermileriyle öldürüldükleri tespit edilirken bu silahların hangi güvenlik görevlisine ait olduğu 3 yıl boyunca tespit edilememiş ve görevli polis memurları için de tek bir dava bile açılmamıştı. Hiç bir polise dava bile açılmamışken, bir kaç hafta içinde büyük bir kanun değişikliği yapılmış ve bazı suç tipleri çocuk mahkemelerinin görev alanı dışına çıkarılarak bir nevi bir ‘Diyarbakır Yasası’ ilan edilmiş, ‘Çocuklar çocuk mahkemelerinde yargılanır’ hükmü, ‘15 yaşından büyük çocukların yetişkinlerle aynı hükümler çerçevesinde Terörle Mücadele Kanunu kapsamında
Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri’nde yargılanmaları’ şeklinde değiştirilmişti... Böylelikle de bu çocukların yaşlarından büyük cezalar almasının önü açılmış oldu. Bu yasayla beraber başbakanın ‘Kadın da olsa çocuk da olsa gereği yapılacaktır.’ hükmü de dipçik darbelerini meşrulaştırmış oldu. Başbakanın bu insanlık dışı bakış açısına karşı çok sayıda sanatçı ve avukattan ‘Çocukların örgütün ne demek olduğunu bile bilmediği ve onları bu algının üzerinden yargılamak gerektiği’ne dair savunmalar yükseldi. Çocukların gerçekten de çocuk olmalarını bir yana bırakalım. Kaç yaşında olursa olsun, yaşam şartlarının her çocuğun zihninde verili bir bilinç yaratacağı inkâr edilemez bir gerçek. Burada çocukların savunusunu, yalnızca çocuk olmaları üzerinden yapmak ne yazık ki önemli bir gerçeğin önüne geçiyor. Bu gerçek, çocukların yaptıklarının bilincinde olup olmadığına dair verilen adli tıp raporlarında değil, doğduklarından bu yana şahit oldukları kötü muamelenin, eğitim şartları, aile ortamı ve sosyal çevrenin psikolojilerinde nasıl etkiler yarattığının incelemesiyle açığa çıkar. Temmuz sayımızda Barış Sansar’ın sorduğu soruyu biraz değiştirerek baktığımızda “Türkleştirilen ya da yerinden edilip, yok edilen Kürt Halkının örgütlenmesi, bu yolla kendi kültürünü ve yaşam biçminin korunması ve devamlılığını sağlayacak propaganda araçlarını yaratması...” ile birlikte bu örgütlülüğü ve araçları korumak için, aslında kendini korumak için Kürt halkının ve onun çocukların vereceği her tür cevap “... terörize edici bir durum mudur?” Daha basitçe, Kürt çocuklar kendilerine, ailelerine, milletlerine uygulanan bu sistemli inkâr ve imha politikalarının bilincinde olarak sokaklara döküldüğünde, onlara “adalet senin neyine mi?” diyeceğiz? Ya da bu çocuk 19’una geldiğinde bugün Kürt Açılımı’nda bahsedilmeyen Terörle Mücadele Kanunlarını haklı göreceğiz. Bugün elimizdeki bu yasalarla; yargılanan ve yargılanmaya aday binlerce çocuğun bilinci ve bu durumuyla Kürt Açılımı gerçekten Kürt sorununun çözümü mü oluyor, düşünelim!
GENÇLİK
11
Bedava iş gücü: Stajyerlik -I Sedat D., 28 Temmuz 2009 Eğitimine devam edebilen öğrenciler için, har(a)çlar, barınma ve beslenme gibi yüklerin dışında, sömürünün bir başka somut adı var: stajyerlik. Çeşitli teknik lise bölümleri ve üniversiteler süreleri farklılık gösteren stajyerlik uygulamalarını zorunlu tutmaktalar. İş yasası uyarınca ise, stajyerlere maaş verilmesi yasak! Stajyerlere verilebilecek ödeneğin hukuki anlamdaki tek ismi ‘bağış’ ve bu bağışın miktarı tamamen işverenin insafına bağlı. Çoğumuzun yemek ve yol masrafları dahi karşılanmıyor. İş yerinde yaşanan aşağılamalar, azarlar ve kötü çalışma koşulları ise cabası... Eğitimin bozukluğu sermayeye ucuz iş gücü sağlıyor • Bizim gibi, insanlığın gelişiminden yana olan kişilere göre eğitimin esas amacı insanlığın ihtiyaçlarını daha iyi ve verimli bir şekilde karşılayabilmektir. Oysaki bugün için eğitim, insanların ihtiyaçlarına göre değil de şirketlerin ihtiyaçlarına göre şekillenmektedir. Biz bunun gerçek olduğunu, aldığımız bilimdışı eğitimden, anlamsız sınav sistemlerinden, işsizlik korkusundan, pompalanan kariyer telaşından ve okulda aldığımız teorik eğitimin iş hayatındaki pratik ile büyük bir uyumsuzluk taşımasından anlayabiliriz.
Özellikle son saydığımız yani okullardaki teori ile pratik arasındaki uyumsuzluk sorununa sermaye yanlısı eğitim kurumlarınca cevap, şirketlerin ihtiyaçlarına yönelik olarak getiriliyor! Teori ve pratik arasında bir bağ kurulması amacı ile, stajyerlik uygulaması çeşitli teknik liseler ve hukuk, tıp, mühendislik, teknik eğitim gibi bazı fakültelerce öğrenim süreci içerisinde yahut mezun olduktan sonra, zorunlu olarak uygulanmaktadır. Bu yüzden bu fakültelerde eğitim gören biz öğrenciler, pratik bilgi edinmek ve mezuniyet koşullarını yerine getirmek adına şirketlerin bedava iş gücü potansiyeli haline getiriliyoruz. İlk işsizlik deneyimi • Stajyerliğin biz öğrenciler üzerinde yarattığı ilk bunalım staj yeri ararken başlıyor. Bu süreci işsizliğin, psikolojik ve pratik anlamdaki ilk provası olarak görebiliriz. Çünkü okulların stajı geçerli saydıkları yerlerin sayısı oldukça sınırlı. Bu yerler içerisinde ise, gerçekten de pratik anlamda bize bir şeyler katabilecek işletmelerde çalışma “fırsatı” bulmak ise iyice zor. Bahsettiğimiz bu durum staj uygulamasının işverenin çıkarına değilmiş gibi gösterip, işverenin öğrenciye bir lütfuymuş gibi görünmesine yol açıyor. Sonuç olarak da sermayedarlar ve sermaye yanlısı eği-
tim kurumları bu zorluklardan ötürü, her yaz ücretsiz işçi olmaya can atan bir kitleyi, yani bizi yaratıyorlar. Stajyerlik uygulaması genişletilmek isteniyor • Bu uygulamanın hemen hiç var olmayan yükü dahi patronları rahatsız ediyor. Bu yüzden patronlar bu uygulamanın hafiflemesi ve genişletilmesini istiyorlar. İlk adım patronların lehine atıldı. Olası bir iş kazasına karşı sigortalanması gereken stajyerlerin sigortaları, son kalkınma ve istihdam paketi uyarınca artık işverenler tarafından değil, okulun har(a)ç gelirleri, yani öğrencinin bizzat kendisi tarafından ödenmeye başlandı. İkinci ve çok daha tehlikeli saldırı ise bir süredir tartışılmakta. Patronlar, mesleki dönüşümler çerçevesinde stajyerlik uygulamasını derinleştirmek istiyorlar. Yani mezun olduktan sonraki dört yılımızı stajyer olarak geçirmemizi ve dört yılın sonunda ÖSS tipi bir sınavın ardından normal koşularda istihdam edilmemizi istiyorlar. Sonuç olarak yaz aylarımız patronlara yetmiyor, mezuniyet sonrası dört yılımızı da ücretsiz ya da düşük ücretli ve nitelikli iş gücü olarak geçirmemizi istiyorlar. Bu tehlikelere karşı ne yapmalıyız? Ne savunmalıyız? Elimizdeki deneyimler ve kazanımlar nelerdir? Bunları da önümüzdeki sayımızda ele alalım.
Eğitime bütçe için liseler mi satılıyor? Canan Yılmaz, 30 Temmuz 2009 Ayın başında basında, Milli Eğitim Bakanlığı’nın, İstanbul’da 22 okulun satışıyla ilgili girişimde bulunduğu yönünde haberler çıktı. Bu haberlere göre, aralarında Çamlıca Kız Lisesi, Kandilli Kız Lisesi, Etiler Lisesi, Fenerbahçe Lisesi gibi otel, restorant işletmeleri açısından kârlı sayılan yerlerdeki liselerin satılması planlanıyordu. Bunun yanı sıra, Kabataş Erkek Lisesi, Pertevniyal Anadolu Lisesi gibi tarihi eser niteliğindeki okulların Milli Emlak Daire Başkanlığı’na devredilmesi konuşuluyordu. Bu haberler üzerine Milli Eğitim Bakanlığı ve İstanbul Valisi, sadece çarşı, sanayi ve işyeri gibi alanların içinde kalan ve okul olarak kullanılmasına ihtiyaç duyulma-
yan yerlerdeki okulların satılacağını açıkladı. Satmadaki niyet de elde edilecek gelirlerin ihtiyaç duyulan yerlerde okul yapımı ve onarımı amacıyla kullanılabileceği. Ancak İstanbul Mimarlar Odası Başkanı Eyüp Muhcu, okulların satışının uzun süredir hükümetin gündeminde olduğunu belirterek, kültür mirası ve tarihi yapı niteliğindeki okulların yerine iş merkezi, rezidans, otel gibi rant binaları yapılmasının ciddi sorunlar yaratacağına değindi. Bakanlığa göre ise hiçbir şey kapalı kapılar ardında yürümüyordu. Ne satışla ilgili komisyon kurulması, binalar için bedeli belirleyen ekspertiz raporlarının oluşturulması gizli saklıydı; ne de imar planlarının değiştirilerek okulların 5 milyon dolar gibi bir bedelle satılma-
Yine har(a)ç zammı! Bahadır Bedri, 26 Temmuz 2009 Egemen sınıfların öğrenciler üzerindeki balyozu olan YÖK, kafamıza vurmaya devam ediyor… Çıkardıkları kararlarla öğrenciler üzerindeki denetimi, baskıyı ve kısıtlamaları arttırmak yetmiyormuş gibi, şimdide işçi ve emekçi çocukların üniversiteyi okumalarını engellemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Hemen hemen her yıl üniversite harçlarına yapılan zam bu yıl da tekrarlandı. Okumak için çalışmak zorunda kalan emekçi çocukları yüzde 500’e varan zamlar karşısında üniversitelerinden uzaklaştırılacakları günü şimdiden beklemeye başladılar. Özellikle 2. öğretim öğrencileri için durum daha da vahim… Veterinerlik Fakültesi 1.976 TL’den 5.276 TL’ye; Mühendislik Fakültesi 1.416 TL’den 2.400 TL’’ye yükseldi.
İşte bu rakamlar devletin gözümüzün içine baka baka bizden harçtan çok haraç aldığının bir göstergesidir. Tüm bu olup bitenler gösteriyor ki; üniversiteler zenginlere ait ayrıcalıklı bir yer haline getirilmek isteniyor. İşçi ve emekçi çocukları okullardan uzaklaştırılıyor! İşçi sınıfının kazanılmış haklarını bir bir gasp eden burjuvazi, işçi ve emekçi çocuklarının eğitim hakkını da böylelikle yok etmiş oluyor. Bu zamlar karşısında sesimizi sonuna kadar yükseltmeliyiz. Zamlar geri alınana kadar da yükseltmeye devam edeceğiz. Unutmayalım; eğitim insanın en temek haklarından biridir. Hiç kimse tarafından engellenemez. Buna karşı dur demek elimizde, örgütlülüğümüzdedir. Herkese eşit ve parasız eğitim!
sı planları... Eğitim için her şeye hazırlardı. Her sene okullara verilen aidatlar, kayıt paraları hele ki böyle tarihi okullara derneklerden ayrılan dayanışma ödenekleri yetmiyordu. Bir de tarihi binaların, kültürün peşkeş çekilmesi gerekiyordu otelcilere, iş adamlarına. Bakanlık, şu an eğitime devam eden okulları kapsam dışına çıkardığını açıklasa da; herhangi bir satış durumunda UNICEF’in İstanbul’u 2010 Kültür Başkenti olmaktan alıkoyabilme ihtimali de yok değil. Belki de bu düşünceyle satış hayalleri şimdilik rafa kalkmış durumda. Zira her ikisi de kaçırılmayacak büyük rantlar, kârlar vaat ediyor bakanlık ve müşterileri için…
12
İŞ YERLERİNDEN
TEKSTİL Kriz fırsatçısı patron • Her yaz 15 gün ücretli izin kullanıyorduk. Bu yıl hiçbir açıklama yapılmadan 1,5 ay izne çıkarıldık. Bu durumda bir ay ücretsiz izin kullanmış olacağız. Bizim patron da krizi fırsata çevirenlerden… Para olmadıktan sonra iznin ne anlamı var? İzne çıkan bazı arkadaşlar sevinirken, çoğunluğu da, “bir ay para almadan ne yaparım? Kiramı neyle öderim?” diye kara kara düşünüyordu. Bazı arkadaşlar da izin süresinde iş bulup çalışmayı düşünüyorlardı. Tabii bulabilirlerse! İşin bir diğer boyutu da izin dönüşü bizi nelerin beklediğini bilmiyor oluşumuz… Bu kriz ortamında işçi sınıfında ne moral kaldı, ne de birbirimize güven... İşçi sınıfının bir gün kazanacağına olan inancımızı yitirmeden, sabırla inatla, iğneyle kuyu kazar gibi örgütlenmeye devam etmek gerekiyor. Toprağa ektiğimiz tohumlar bir gün yeşerecek… Bir İşçi
Krizi fırsata dönüştürmek! • Krizi fırsata dönüştüreceğiz! Evet! Başbakan aynen böyle demişti. Dediği de oldu, birileri krizi fırsata dönüştürdü; ama o birileri bizler değiliz… Tekstil sektöründe çalışan yani eskiden çalışan, iş bulamadığı için bir süredir işsiz olan bir işçiyim. Fırsat meselesine ilanla iş ararken yakından muhatap olmak durumunda kaldım. İş başvurusu yaptığım yerlerde gördüm ki patronlar krizi pek güzel fırsata dönüştürmüşler. Daha önceleri çalıştığım yerlerde aldığım ücret haftalık 350 lira civarındaydı. Sigortasızdım… Sigortalı çalışmak tekstil sektöründe küçük atölyelerde pek mümkün değil; ancak büyük işyerlerinde bu mümkün olabiliyor. En son görüştüğüm işyerinden teklif edilen ücret gerçekten tam da çüş denecek cinsten! Bu iş ilanı için konuşmaya gittiğimde patron denilen zatın bana teklif ettiği ücret 200 lira idi. Üstelik öğle yemeğini de kendi cebimden yiyeceğim, çünkü yemek yok. Bu ücret az dediğimde de, “valla çalışanlar var, hem bak işsizsin, boş gezsen daha mı iyi? “diyerek bir de nasihat aldım. İşçilerin çaresizliğini fırsat bilen patronlar başka uygulamalar da yapıyor. Mesela maaşınızı ödeyemiyorum diyerek iş saatlerini uzatmak, maaşlı işyerlerinde cumartesi de çalıştırıp mesai ücreti vermemek, maaş indirimi yapmak… Arkadaşlardan bunları duyuyoruz. Patron, “kriz var, bu maaş çok, ödeyemiyorum; ya maaşında indirimi kabul edersin ya da seni işten çıkarmak zorundayım.” diyerek işçilerini tehdit ediyor. İşçiler de çoğunlukla bu duruma sessiz kalıp, kabulleniyor… Evet dedik ya krizi fırsata çevirenler var diye… Başbakana soruyorum, biz krizin asıl mağdurlarıyız, bizi ne zaman göreceksin ve işçinin mağduriyeti için önlem paketi açıklayacakmısın? Biliyoruz bütün hükümetler ve iktidarlar sermayenin hizmetindedir. Biz hakkımızı ancak mücadele ederek alabiliriz. Hep diyoruz ya hak verilmez alınır diye! İşte şimdi tam da o durumdayız: HAK VERİLMEZ, ALINIR! Bir İşçi
Patron krizi bahanesiyle ücretsiz izne zorluyor • Merhaba arkadaşlar, ben bir tekstil firmasının fabrika satış mağazasında çalışmaktayım. Ücretlerimiz zaten oldukça düşük ve günde en az 12 saat çalışıyoruz. Bunun dışında kışın çalıştığım pazar mesaisinin
karşılığında aldığım ücretin çok düşük bir ücret olduğunu görüyorum. Sadece bunlara bakarak bile anlıyorum ki, patron uzunca bir süre bizim sırtımızdan kârına kâr kattı. Fakat krizin etkisi ile işler kötüye gitmeye başladı. Patron da hemen, kendi çıkarlarını korumak adına elinden geleni yapmaya başladı. Bize yaptığı en büyük saldırı, ücretsiz izinleri başlatmaktı. Önceleri ayın iki haftası ücretsiz izinde idik. Şimdi ise, ücretsiz izinlerin süresi artmaya başladı. Bu uygulama yaz boyunca devam edecekmiş... Yaşadığım bu kötü koşullardan benim çıkardığım sonuç şu: Haklarımızı aramadığımız ve bilmediğimiz durumda patronlar her türlü kötü koşuldan bizim sırtımıza basarak kurtulabiliyorlar. Onlar kurtuldukça bizim halimiz daha da kötüleşiyor. Bunların olmaması için biz işçilerin el ele verip, haklarımızı aramamız gerekir. Bu sonucu çıkardıktan sonra ben hayatımda iki değişiklik yapmaya başladım. Birincisi çevremdeki ve işyerimdeki işçi arkadaşlarımla her bir araya geldiğimde onlarla bu gerçekler üzerine konuşmaya çaba sarf ediyorum. İkincisi de, patronlar mademki bizi bugüne kadar hep uyutmuşlar, bizim de artık işçi arkadaşlar ile bunun devam etmesine engel olmamız gerekir. Bu kapitalist perdenin yıkılması için işçilerle ilgili olan, bizim nasıl sömürüldüğümüzü anlatan kitaplar okuyorum. Bu konuda da bana İşçi Cephesi gazetesinin çok büyük katkısı oldu. Bu yüzden gazetenin tüm okurlarına ve emeği olan herkese çok teşekkür ediyorum. Moralimizi bozan şeylere aldırmadan sabırla çalıştıkça hakkımızı alacağımıza inanıyorum. Bir İşçi
Bütün işçilerin sorunu aynı! • Merhabalar arkadaşlar, Ben ihracata çalışan köklü bir tekstil fabrikasında çalışıyorum. Ekonomik krizin bu sektöre yansıyışı ya da bu krizin bahane edilmesi göz önünde bulundurulduğunda bizim firmamızda ekonomik koşullar çoğunluğa nazaran daha “iyi” durumda. Çünkü maaşların ve mesailerin zamanında yatıyor olmasına şükretmemiz isteniyor. Krizi fırsata çevirebilenler biz işçileri her geçen gün daha azıyla yetinmeye ve buna paralel olarak da, daha fazla çalışmaya mecbur bırakıyorlar. Krizin bahane edilip maaşların aşağı çekilmesi bizleri daha çok mesaiye kalmaya mecbur ediyor. Çünkü aldığımız para yiyecek ve kiraya bile yetmiyor. Kapitalizm biz işçileri yok oluşa götürmekte. Onun için patronları ve onun destekçisi olan siyasetçileri sürekli teşhir etmeliyiz. Kapitalizmin sefasını süren patronlar, bunun sonucunda doğan cefayı da bize yüklüyorlar. Tüm bu sorunların çözümü için birlikte hareket etmeliyiz. Yaşasın sınıf dayanışması! Bir İşçi
PETROKİMYA Merhaba arkadaşlar • Ben Gaziosmanpaşa’da petrokimya sektörüne bağlı bir fabrikada çalışıyorum. Son günlerde biz işçilerin sırtına yüklenen küresel mali kriz yetmezmiş gibi, bir de patronlar yıllardır emek verip kazandığımız hakları vermemek için uğraşıyorlar. Biz işçilerin üzerine iftira atıp, bizleri işimizden ederek kıdem tazminatlarımızdan ve diğer haklarımızdan mahrum bırakmaya çalışıyorlar. Bizi de hırsızlıkla damgalayıp başka bir yerde de iş bulma olanağımızdan men ediyorlar.
Kendi çalıştığım fabrikada yaşadığım bir olayı anlatarak, bunun biz çalışanlar için ne kadar kötü bir olay olduğunu ve bizleri ne gibi zorluklarla karşı karşıya bıraktığını paylaşmak istiyorum. Yaklaşık üç hafta önce iki şoför ve başka bölümde çalışan bir arkadaşımız işten çıkarıldı. Üç arkadaşımızın da çıkarılma nedeni aynı: Fabrikadaki kamyonlardan mazot çalıp satmak! Çıkarılan arkadaşlarımızdan biri işyerine 25 yıldır, diğer iki arkadaşımızsa yaklaşık 4 yıldır emek veriyorlar. Arkadaşlarımızın böyle bir hırsızlık yapması imkansız. Çünkü birincisi, her araca ne kadar yakıt alındığı belli. İkincisi de, her zaman fabrika çıkışından itibaren bütün araçların kilometreleri not alınıyor ve araçların nereye gittiği ve ne kadar yakıt harcadığı her gün yazılıyor. Ortada herhangi bir delil olmadan, sadece gelen bir ihbar telefonuyla bizzat patron, gece saat 12’de yaptığı baskında arabalarda bulduğu bir adet hortum ve bir adet yakıt bidonunun resmini çekmiş. Sabah olduğunda ise bizlere, bunları delil olarak kullanacağını söyledi. Arkadaşlarımız da fabrikaya alınmadılar ve suçsuz yere lekelenmiş oldular. Patron da arkadaşlarımızı rahatça kovabildi. Arkadaşlar, bizim işçiler olarak unutmamamız gereken bir şey var. Nasıl ki, birlik olup kazandığımız haklardan mücadele etmeyen işçi arkadaşlarımız da yararlanıyorsa, başka bir arkadaşımıza yapılan haksızlık veya iftira da ertesi gün bizim üzerimize atılacaktır. Bunun olmaması için yapabileceğimiz tek şey, birlik olup mücadele etmektir. Birleşen işçiler kazanırlar… Bir İşçi
LOJİSTİK Tek tek değil, hep birlikte! • Merhaba arkadaşlar, yaklaşık olarak 3 yıldır zam yüzü göremiyoruz. Kriz öncesinde patron çeşitli bahanelerle zam vermedi. Bu dönemlerde de, krizi bahane edip zam vermemesi bir yana, maaşlarımızı zamanında alamıyorduk. Peşin çalışıp taksitle maaş alır hale geldik. Maaşımızın yarısı ayın 20’sinde, geri kalanı da son hafta içerisinde veriliyor. Diğer ayın maaş zamanı geldiğinde bizler bir önceki ayın maaşını ancak alıyoruz. Bu durum biz işçileri çok zor durumda bırakıyor, arkadaşlarla sohbetlerimizde hep konuşuyoruz; borçlar kabarıyor, geçinmekte zorluk çekiliyor, taksitler veya faturalar zamanında ödenmediği için bir de faiz ödemek zorunda kalıyoruz. Bu duruma karşı nasıl bir çözüm bulunur diye, arkadaşlarla çay ve yemek molalarında fırsat bulduğumuzda konuşuyoruz. Bir işçi arkadaş bana bir önerisini söyledi: “Herkesin muhasebeye gidip para istemesi lazım ki bizden bıkıp paralarımızı yatırsınlar.” Öneriye katılmadığımı söyleyip, sadece bunu yaparak onları bıktıramayacağımızı, bizi dinleyip şirketin zor durumda olduğu yalanını anlatıp bizi atlatacaklarını söyledim. Arkadaşım yine de deneyelim dedi ve iki arkadaş daha bize katıldı. Muhasebe müdürünün karşısına 4 kişi çıktık. Durumumuzu anlattık. Müdür önce bize öfkelendi; “Şefiniz size anlatmadı mı? Şirketin ödemeleri var, bir süre daha böyle devam edecek ama durum düzelecek.” vs. dedi ve: “Daha iyi iş bulan gidebilir.” diye ekledi. Aşağıya indik, hepimiz öfkeliydik, bunun böyle olamayacağını, hep birlikte tepkiler vermenin daha etkili olacağını anladık, bunun için işyerinin dışında bir araya gelip, sorunlarımızı konuşup çözümler üretmeliyiz ki etki yaratalım ve haklarımızı elde edelim, dedik. Kriz ortamını kendileri için fırsata çeviren patronlara en güzel cevap birlikteliğimiz olur. Bir İşçi
EMEK ATÖLYESİ Mobbing Nedir? Mağdurları Mobbing’ten nasıl kurtulabilir? Mobbing, iş yerinde çalışanlar veya yöneticiler tarafından sistematik bir biçimde en az altı ay devam eden ve bireyin psikolojisini olumsuz etkileyici yıkıcı davranışların genel adıdır. Diğer bir deyişle, Mobbing (psikolojik yıldırma) işyerinde yaşanan psikolojik şiddet, taciz, baskı anlamına gelmektedir. Mobbing’in tanımının içinde; işyerinde çalışanların ve/veya işverenlerin belirli bir işçiyle konuşmaması, bu işçinin işveren tarafından ifade edilme fırsatının sınırlanması, azarlanması, aşağılanması, yaptığı her şeyin sürekli eleştirilmesi gibi durumlar bulunuyor. Söz konusu işçinin diğer işçilerle konuşmasına imkan verilmemesi, diğer çalışanlardan izole edilmesi, çalışanlarca alaya alınması, görevlerinin kısıtlanması, sürekli yeni görevler verilmesi ve işçinin kendi isteğiyle istifaya zorlanması da bu konuya dâhil ediliyor. Özellikle içinde bulunduğumuz kriz ve işsizlik koşullarında adını sıkça duymaya başladığımız Mobbing sonucu; genellikle mağdurlar kendini işe yaramaz hissederek gönüllü istifa etme yoluna gitmekteler, hatta bu travmalar sonucu psikolojik tedavi gören veya yaşamına son veren mağdurlara da rastlanmaktadır. Daha çok beyaz yakalılar, ofis çalışanları arasında ve hizmet sektöründe görülen Mobbing, krizin etkisiyle işverence işten çıkarma politikası olarak da kullanılmaya başlanmıştır. Özellikle tazminatı biriken kıdemli işçilerin bu yolla işten gönüllü istifa etmeleri işverenlerin lehine olmuştur. Yine işsizlik korkusu ve bu korkunun sınıf bilinci olmayan işçiler arasında uyandırdığı rekabetçi refleksler sonucu, işçiler arasında da birbirlerine karşı Mobbing uygulanmaya başlamış. Birçok çalışan, kendi işini garanti altına alabilmek için meslektaşının ayağını kaydırmak amaçlı Mobbing’i kullanmaktadır. Dünyada birçok ülkede Mobbing kavramı, yasalarda yerini bulmuş; hatta birkaç ülkede psikolojik yıldırmaya maruz kalan işçinin hakları iş akitlerinde yer almıştır. Ancak Türkiye’de, Mobbing ya da işyerinde psikolojik tacize ilişkin bir mevzuat ya da hüküm bulunmamaktadır. Yasalardaki boşluğa rağmen Türkiye’de de kazanımla sonuçlanıp işvereni tazminata mahkûm ettiren kararlar mevcuttur. Mobbing mağduru olduğunuzu düşünüyorsanız; dava açtığınızda 4857 sayılı İş Yasası’nın cinsel tacize ilişkin bölümü lehinize olabilir. İş Yasası’nda işçinin onur ve kişilik hakkının korunmasını öngören bir hüküm bulunmamasına rağmen, Medeni Kanun’unun kişiliği koruyan hükümleri ve Borçlar Kanunu’nun işverenin işçiyi koruma borcuna dair özel hükümleri de lehinize kullanılabilir.
HİZMET Uzun ve yorucu çalışma saatleri • Bir markette kasiyer olarak çalışıyorum. Bütün marketler aynı mıdır? Bir fikrim yok; ama çalıştığım markette çalışma koşulları çok ağır… Değişen periyotlarda vardiya sistemiyle çalışıyorum. Bazı haftalar sabah 11.00 gece 22.00; bazen sabah 8.00 akşam 19.00; bazen de sabah 10.00 akşam 21.00 arası çalışıyorum. Yasal olarak çalışma saati günde 8 saat. Ben ise 11 saat çalışıyorum. Tabii iş saati bittiğinde işim bitmiş olmuyor; bir de kasa sayımı var ve sayım bitene kadar iş yerinde olmak zorundayım. Aslında işim çok riskli, kasamdan ne kadar açık çıkarsa maaşım o kadar kesintiye uğruyor. Çıkan fazlalar ise patronun cebini dolduruyor. Haftada 5 gün değil 6 gün çalışıyorum. Yani her ay 4 gün fazladan çalışıyorum. Bunlar mesai olarak bana ödenmiyor. İşe geç kaldığımda ya da herhangi bir hatamda cezalandırılıyorum. Sabah 08.00, akşam 22.00 çalışmak ve haftalık iznin iptal olması gibi cezalar bunlar… İzinli olduğum günlerde aniden telefon gelebiliyor ve işe çağırılabiliyorum. “Gelmiyorum!” diyebilme şansımız yok. Herhangi bir kasiyer arkadaş eksik olduğunda tüm kasiyerlerin izinleri iptal ediliyor. Ve izin iptalinden doğan çalışma karşılığında herhangi bir ücret de ödemiyorlar. Yani kısaca sömürü diz boyu. Aslında çalışmak ve kendi kazancın ile bir şeyler yapmak ya da aile bütçesine katkıda bulunmak, kısacası “işe yaramak” güzel bir duygu. Paranın bu kadar zor kazanıldığını düşünmemiştim. Ama bir o kadar da kolay harcandığını… Bir İşçi
Kâr patrona, zarar hep işçiye • Merhaba ben hizmet sektöründe çalışıyorum. Çalıştığım şirket son 2 ay için-
de 4 ihaleyi kaybetti ve tabi bunun faturası yine biz işçilere çıktı. Çünkü kaybedilen ihaleler sonucu, arkadaşlarımız ya işlerinden oldular ya da şirketin ihalesini almış olduğu diğer projelerde çalışmaya gönderildiler. Diğer projelerde çalışmaya gönderilen arkadaşlarımız yeni çalışma alanlarına alışmaya çabalarken, idarenin oyunlarına maruz kaldılar. Bu arkadaşlarımızın çoğu kıdemli işçi idi ve idare kıdem tazminatını vermemek için yıldırma politikasıyla onların istifa etmesini sağlamaya çalıştı ve kısmen de başardı. Bunun sonucunda çoğu arkadaşımız 10 veya 20 gün çalışıp istifa ettiler ve tazminatlarını almadan işi terk ettiler. Bu şirket aldığı ihalelerde, bizlerin çalışmasıyla büyüyüp kârına kâr katıyordu, şimdi ihaleyi kaybettiğinde ise kimsenin gözünün yaşına bakmadı. Arkadaşlarımız çok zor durumdaydılar, ama bu durum idarenin umurunda bile değildi. Onlar patrona itaatlerini tekrar kanıtlamış olmanın mutluğunu yaşıyorlardı. Tabii bu anlayış ve davranış biçimi sadece bizim firmaya ait değil. Bu durum kâr amacı güden tüm işletmeler için geçerli bir kural.
13
BİR KAVRAM
Sürekli Devrim Teorisi Sürekli Devrim Teorisini üç temel madde altında özetlemek mümkündür: 1-Geç kapitalistleşmiş ülkelerdeki, demokrasi ve ulusal kurtuluş görevlerini yerine getirebilecek tek sınıf, bu ülkelerdeki köylü kitleleri ile ittifak halinde olan proletaryadır. Bu ülkelerdeki, burjuva demokratik dönüşümlerin burjuvazinin eli ile sağlanması olanaksızdır. Çünkü, bu ülke burjuvazisinin gericilik ile arasında kopmaz bağlar vardır. Bu maddeden, bir ülkedeki demokratik devrimin tek çözümünün proletarya diktatörlüğünde olduğu gibi bir anlam çıkar. 2-Demokratik devrimin görevleri ile iktidara gelen proletarya diktatörlüğü, öyle görevlerle karşı karşıya kalır ki, bu görevlerin yerine getirilmesi ancak burjuva mülkiyetinin kökünün kazınması ile mümkün hale gelir. Bu sayede devrim, sürekli devrim haline gelir. 3-Devrimin bir ülkede başlaması onu tamamlamaz. Devrimin bir ülke sınırları içerisinde başarıya ulaşması mümkün değildir. Bir ülkedeki proletarya diktatörlüğü, devrimin yalnızca başladığı anlamına gelir. “Devrim ulusal arenada başlar, uluslararası arenada sürer ve dünya arenasında son bulur.” (Troçki) İster gelişmiş bir kapitalist ülkede isterse de, burjuva dönüşümlerini tamamlamamış olan bir kapitalist ülkede olsun, devrimi sürekli kılan şey budur. Troçki bu teorisini, ilk olarak 1904–06 yıllarında yazdığı, Sonuçlar ve Olasılıklar adlı kitabında dile getirdi. Bu süre içerisinde Lenin, burjuva demokratik sorunların çözümü için, “İşçi ve köylülüğün demokratik diktatörlüğü” adlı, burjuva mülkiyetini proletaryaya devretmeyi içermeyen bir ara formülü savunmakta idi. Ancak, 1917 yılının Nisan ayında, sürgünden Rusya’ya dönen Lenin, 4 Nisan tezlerinde tüm iktidarın acilen proletarya tarafından ele geçirilmesini savundu. Bu Bolşevik parti içerisinde oldukça büyük bir tartışmaya yol açtı, çünkü bunun anlamı, demokratik diktatörlük tezinin reddedilmesi idi. Lenin’in sürgünden dönüşünde onu karşılama komitesinin içerisinde yer alan Zalejsky şöyle der: “Lenin’in tezleri patlayan bir bomba etkisi yaptı. O gün (4 Nisan) Lenin tek bir lehte taraftar bulamadı, kendi saflarımızda bile.” Lenin’in, sürekli devrim teorisinin özünü taşıyan tezleri o gün, 13 karşı oyla reddedilse de 18 Nisan’da Lenin’in büyük mücadelesi sonucunda kabul edildi.
Tabii böylesi bir ortamın oluşması da kolay değil, ama bu birlikteliği yaratmak için elimizden geleni yaparak çalışmalıyız. Bunu başaramadığımız takdirde, anlattığım örnekte de yaşadığımız gibi kaybeden taraf hep biz olacağız.
Lenin, 10 Mayıs tarihinde, Mejrayonka diye bilinen, Birleşik Sosyal Demokratlar adlı Troçki’nin de içerisinde bulunduğu bir grubun toplantısına bizzat katılıp, Troçki ve tüm Mejrayonka grubu üyelerini kendi partisine çağırdı. Nitelikli bir konuşma yapmasının ardından Troçki, 4000 kişilik grubu ile temmuz ayında Bolşevikler’e katıldı. Böylece Lenin ve Troçki’nin önderliğindeki Ekim Devrimi ve 3. Enternasyonal, Sürekli Devrim mücadelesinin başlıca ifadesi oldular. Lenin’in ölümünden sonra, Bolşevik Parti içerisinde güçlenen bürokrasinin ortaya attığı Tek Ülkede Sosyalizm teorisi, Sürekli Devrim teorisine kararlı bir şekilde karşı çıkan tek teoridir. Ancak bu teorinin yanlışlığı, boğazlanan 1926 Çin devrimi, 1936 İspanyol devrimi ve işçi devletlerinde yaşanan karşı devrimler ile ispatlanmıştır. Tüm bunlar aynı zamanda, Sürekli Devrim teorisinin tersinden ispatıdır.
Bir an önce gücümüzün farkına varmalı ve üretimden gelen gücümüzü kullanarak her türlü hak gaspına karşı tek yumruk olabilmeliyiz. Bir İşçi
Sürekli devrim teorisi, tüm dünya proletaryasın ve yoksul halklarının, kurtuluş yöntemini göstermeye devam etmektedir.
Bu yaşanan ilk hak gaspı değil ve muhtemelen son da olmayacak. Yalnız bu şartlar altında biz işçilere düşen görev, bu tür koşullarda baskı altında tutulan arkadaşlarımıza destek olmak, işten çıkarılmalarına izin vermemek için elimizden geleni yapmak ve hiçbir hak gaspına sessiz kalmamaktır.
14
ULUSLARARASI
Honduras…
Darbeciler ezilene dek, seferberliğe devam!
Murat Yakın, 29 Temmuz 2009 Geçtiğimiz ay Honduras’ta gerçekleştirilen askeri darbe, emperyalizm açısından askeri darbelerin gündemden kaldırıldığına dair yaygınlaşmaya başlayan kavrayışın ne denli geçersiz olduğunu ortaya koyuyor. Bir dizi sosyal reformu hayata geçirmek ve bu amaçla görev süresini uzatmak üzere halk oylamasına giden Honduras devlet başkanı Manuel Zelaya’nın oylamadan bir önceki gece görevden uzaklaştırılmasına yol açan askeri darbe, Honduras’ın yanı sıra Tüm Latin Amerika’daki dengeleri de değiştireceğe benziyor. Geride kalan bir ay boyunca, en az 5 kişinin ölümüne ve 2000 civarında tutuklamaya yol açan darbeciler henüz darbe karşıtı işçi gençlik seferberliğini alt etmeyi başarmış değil. Ülkedeki tüm muhalif kesimler ve kurumlar ise muazzam bir baskıyla susturulmaya çalışılıyor.
Yaşanan gelişmeler karşısında, emperyalizmin oynadığı belirleyici rolü göz ardı etmek mümkün değil. Zira gerçekleştirilen askeri darbenin sivil ve askeri unsurlarının tümü, gerek 80’li yıllarda Honduras’ta devrimcilere karşı yürütülen kirli savaş boyunca ve gerekse ülkede hayata geçirilen neo-liberal dönem süresince bizzat ABD emperyalizmi tarafından eğitilmiş kadrolar. Zelaya’nın Latin Amerika’daki halk cephelerinin popülist çizgisinin etkisinde kalarak halkçı bir çizgiye kaymasıyla be-
raber, ülkedeki ABD büyük elçisinin hoşnutsuzluğunu belirtir demeçler vermeye başladığı biliniyor. Ne var ki, ABD’nin bütün bu dönem boyunca temel stratejisi Zelaya’nın bir sonraki seçim dönemine dek politik açıdan tükenişine ve yalnız bırakılmakla tehdit edilmesine endeksliydi. Honduras Genel Kurmayı’nın ve ülkedeki emperyalizm yanlısı aşırı sağ güçlerin emperyalizmin doğrudan desteğine güvenerek harekete geçmesi ve Zelaya’yı ülke dışına çıkartacak kadar seri ve özgüvenli davranması, Obama hükümetini 80’li yıllarda olduğu gibi doğrudan darbecileri desteklemekten alıkoydu. Böylelikle ortaya çelişkili bir görüntü çıktı; zira darbeciler Honduras burjuvazisinin tüm sektörlerinin desteğini elde etmiş olmalarına karşın darbenin ardından uluslararası ölçekte tam bir yalnızlığa itildiler. Arabuluculuk girişimleri bir tuzak • Darbenin yol açtığı bu durum karşısında ABD emperyalizmi süratle güven artırıcı eski bir numarayı devreye soktu: Arabuluculuk! Zelaya’nın görevden uzaklaştırılmasına karşın Honduras emekçilerinin ve gençliğinin darbecilere kar-
şı sürekli seferberlik ve genel grev silahına başvurması, Venezüella’da Chavez’e karşı gerçekleştirilen başarısız darbe girişiminin acı hatıraları, emperyalizmin kıta düzeyindeki başlıca müttefiklerinden Kostarika devlet başkanı Oscar Arias Sanches’in devreye girerek tarafları uzlaştırıcı rolünü üstlenmesini beraberinde getirdi. Arias Planı’nın başlıca hedefi, öncelikle halk oylaması girişimlerinden vazgeçmesi ve darbeciler ile onlara payanda olan Yüksek Mahkeme, Ulusal Meclis Üst Komisyonu gibi işbirlikçi kurumların cezasız bırakması karşılığında Zelaya’nın göreve iade edilmesinin koşullarını hazırlamak… Bu, darbecilerin başından beri savuna geldiği ülkede en ufak bir emekçi yanlısı reformun bile gerçekleştirilmemesi yönündeki şartın onaylanması anlamına geliyor. Bir yandan darbecilerin pozisyonlarını güvence altına alamadığı, diğer yandan ise darbeye karşı mücadeleyi sürdüren emekçi yığınların henüz darbecilere geri adım attıramadığı bu koşullar altında, Kostarika’nın arabuluculuğuyla 7 maddelik “Arias Planı” görüşmelerinin ikinci ayağı gerçekleştirildi. İlginç olan ulusal ve uluslararası planda darbecilere karşı mücadeleyi koordine eden “darbe karşıtı ulusal cephe’nin” ısrarla reddedilmesi gerektiği yönündeki çağrılarına kulak tıkayan Zelaya’nın bu yedi maddeyi kabul ettiğini açıklaması. Zelaya’nın bu tutumu, darbecileri cezasız bırakarak, darbeye neden olan koşullar karşısında boyun eğmekten, olağanüstü baskı koşullarında mücadeleyi sürdüren Honduras emekçi yığınlarını emperyalizmin insafına terk etmekten başka bir anlama gelmiyor. Zelaya’nın bu teslimiyetçi tavrına karşın, şimdilik görüşmeler darbe destekçisi sivil unsurların akıbeti tartışmalarında kilitlenmiş görünüyor. Honduras’ta son bir ay içinde yaşananlar, emperyalizmin bundan böyle sopayı bırakarak yalnızca havuç siyaseti izleyeceğini hayal edenler açısından büyük bir düş kırıklığına yol açtı. Mevcut kilitlenmeyi aşabilecek yegâne güç, şu ana dek berrak bir biçimde Zelaya’dan bağımsızlığını koruyan ve “Arias Planı’nın” emperyalizm yanlısı yüzünü teşhir eden darbe karşıtı ulusal cephe ve sokaklara dökülen emekçi yığınlar. Onların mücadelesi, katil darbecilerin acımasızca ezildiği, emperyalizmden kopmuş, çalışan yığınların yönettiği bağımsız ve özgür bir Honduras’ın kaderini belirleyecek…
ULUSLARARASI
15
Doğu Türkistan...
Urumçi’de Etnik Çatışma ve Uygur Ulusal Sorunu Oktay Orhun, 27 Temmuz 2009 “Her kişi mehnet tartsa ahir rahat körerler”1 Çin’in Xinjiang Uygur Özerk Bölgesi’nde 5 Temmuz günü başlayan olaylar, gerek Türkiye’nin ikircikli tutumunu yansıtması açısından gerekse Türkiye solunun ulusal soruna yaklaşımındaki kafa karışıklığını betimlemesi açısından önemli. Ayrıca bu vesile ile uzak bir coğrafyadaki ulusal sorunun tarihsel ve güncel arka planına eğilmek için de elimize fırsat geçmiş oluyor... Olayların Seyri • Çin devletinin açıkladığı resmi rakamlara göre Urumçi’deki etnik çatışma sebebiyle ölenlerin sayısı 197. Uygur diasporası bu sayının binlerle ifade edilmesi gerektiğini söylüyor. Olayların görünen seyri ise şu şekilde: 5 Temmuz günü 1000 ile 3000 arasında Uygur, Han’lar (Çin Halk Cumhuriyeti’ndeki egemen ulus) ile Uygur işçiler arasında çıkan bir çatışma sonrasında devletin hukuki ayrımcılık yaptığı iddiasıyla Urumçi’de bir protesto gösterisi düzenliyor. Çin polisi bu gösteriyi, geleneksel tutumuyla, oldukça sert bir biçimde, zor kullanarak dağıtıyor. Hukuki ayrımcılığın yanında polisin fiili ayrımcılığı ile çileden çıkan Uygurlar, aynı günün akşamı Hanlara karşı etnik bir saldırıya girişiyorlar. Reuters Ajansı’nın bildirdiği rakamlara göre, Urumçi’de 203 mağaza, 14 ev, 190’ı otobüs olmak üzere 216 araç işte bu saldırı sırasında yakılıyor. Yine bu saldırıda resmi rakamlara göre 137 Han da hayatını kaybediyor. Dünya medyasına yansıyan görüntüler de – ki Çinli yetkililer geçen yılki depremlerden sonra ilk kez böyle bir olayda yabancı medyanın görüntü almasına izin verdi – resmi rakamları doğrular bir manzara neşrediyor… İki gün sonra ise bambaşka bir süreç yaşanıyor... Bu sefer Hanlar sopa, satır vb. şeyler taşıyan gruplar oluşturarak karşı saldırıya geçiyor; medyaya tanınan kısmi özgürlük de sınır dışına yollanıyor... İlk olarak bölgeden haberleri aktaran resmi Xinhua Haber Ajansı, raporlarında ölülerin etnik kimliklerini açıklamaktan vazgeçiyor. Associated Press’in yazarları William Foreman ve Gillian Wong’a göre batılı basının görüntü alması engelleniyor. BBC’nin bölgeden kendi kaynakları ile doğrudan görüntülü olarak aktardığı son haber yayını ayın 7’sine ait, zira basın çatışma bölgelerinden fiili olarak uzak tutulmaya başlanıyor. Bölgede internet erişimi ve telefon bağlantılarının kesildiği ise tüm dünyanın malumu. Uluslararası bağımsız haber akışının vazgeçilmez bir parçası haline gelmeye başlayan paylaşım sitelerinden biri olan Twitter bloke ediliyor. Etnik çatışmanın sonlanmasına ise Çinlilerin karşı saldırıya başlamasından (7 Temmuz) birkaç gün sonra bölgeye sevk edilen 22 bin askerin uyguladığı fiili sıkıyönetim, gece sokağa çıkma yasağı ilan edilmesi ve yüzlerce kişinin tutuklaması vesile oluyor(!) Bunun ardından Çin tekrar basının üzerindeki sansürü kısmi olarak ortadan kaldırıyor ve bölgeden yayına kontrollü olarak izin veriyor. Olayların en can alıcı dönemi olan 7 – 11 Temmuz tarihleri arası neler yaşandığı ve kaç kişinin yaşamını yitirdiği ise tam bir muamma. Uygur kaynakları, verdiği rakamları işte bu sürece dayandırıyor. Çin’in resmi söyleminin satır aralarından okunan Uygurlara yönelik açık tehdit ise dikkat çekici: İlk olarak, Çin İslam Derneği Başkanı imam Cın Guangyuen, Urumçi’deki olaylara karışan suçluların eylemlerini kınıyor ve devlet makamlarının aldığı etkin önlemleri “kararlılıkla” desteklediğini ifade ediyor. Ardından, Urumçi Belediye Başkanı Jerla İsamudin, Çin Komünist Partisi Urumçi Komitesi Sekreteri Li Cı, Xinjiang Uygur Özerk Bölge komitesi sekreteri Vang Lıçüen kentte hasar gören altyapı tesislerinin kısa zamanda yeniden hizmete sokulaca1 Hemra ve Hurlika, Uygur destanlarından, Türkçesi: “Her kim ki mihnet (sıkıntı) çekerse, sonunda rahat görür”, Uygur Folklorinin Antologiyası, Almatı, 1988.
ğını ve bu altyapıya bir daha zarar verilmemesi için gereken “her şeyi” yapacaklarını ve sorumluları etkin bir şekilde cezalandıracaklarını dile getiriyorlar. Son olarak, Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Çin Gang, gösterilerin ardındaki kişilerin idam edeceğini duyuruyor. Bu demeçlerin tümünün ayın 7’sinden önce verilmiş oluşu Uygurlar için manidar... Zira CCTV (Çin Merkez Televizyonu)’de yayımlanan açıklamalarda Han milletinden bazı vatandaşların sokağa dökülmesiyle ilgili olarak, “her milliyetten vatandaşa etnik çatışma yaratmak yerine, evine dönerek, asayişin bir an önce sağlanmasına katkıda bulunma” çağrısı yapılırken, aynı televizyondan 5 Temmuz olayları ile ilgili olarak yetkililerin “kötü bir cinayet, sabotaj ve yağma” ve “caydırıcı etkin ceza” söylemi sürekli olarak döndürülüyor. Bu da açık tehdidin bir diğer göstergesi... Türkiye’nin Tepkisi • “‘Kötü bir cinayet, sabotaj ve yağma’ mı yoksa ulusal bir başkaldırı denemesi mi? İvediyle cevap verilmesi gereken soru bu. Ama önce Türkiye’nin tutumunu mercek altına alalım. Bu tutumunun niteliğinden bağımsız olarak ilk dikkat çeken yanı bir açıklamanın belirgin şekilde gecikmiş oluşu... Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 29 Haziran’da Urumçi’de sarf ettiği “buradaki Uygur kardeşlerimiz, Çin ile Türkiye arasında dostluk köprüsü olacak” şeklindeki sözleri 8 Temmuz’da olaylarla ilgili görüş bildiren Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından neredeyse birebir tekrar edildi. Hükümetin söylemindeki “söylemsizlik” çok sürmedi ve başbakanın “adeta soykırım gibi” ifadesi ile bambaşka bir boyuta sıçradı. Bu değişimde kuşkusuz belirleyici olan, milliyetçi ve muhafazakâr tabanın oluşturduğu basıncın, bu kesime seslenen gazetelerin sınırını aşarak ulusal yaygın medya üzerinde ve daha sonra da bu kanal üzerinden tüm topluma nüfuz etmiş olması (ve doğal olarak sürecin tersten yenilenmesi)... Burada dillendirilen milliyetçi/muhafazakâr isteri dalgasının hükümet üzerinde yaptığı basıncın İsrail’in Gazze saldırısı (Ocak 2009) sürecinde de – elbet bir dizi etmenle de birleşerek – Davos’ta benzer bir sonuç doğurduğunu hatırlamakta yarar var. Bu milliyetçi söyleme ve üretilen “soykırım ideolojisi”ne birazdan dönmek üzere, ilk etaptaki sessizliği mercek altına alalım. Türkiye’nin geciken tepkisinde üç etmen var. İlki elbette, Kürt ulusal sorununun varlığı. Çin’in Ankara Büyükelçiliği yaptığı yazılı açıklamada işi baştan sıkı tuttu ve Türkiye’nin olası tepkisine karşı adeta önleyi-
ci bir tedbir aldı. Açıklamada, “bu şiddet Çin Halk Cumhuriyeti’nden ayrılmak isteyen bir avuç bölücü tarafından tamamen önceden tasarlanmış ve organize edilmiş bir şiddetti” denildi. Daha sonra gelen bir başka açıklamada da yaşanan olayların arkasında terörizm, milli bölücülük ve köktendinciliğin olduğu söylenilerek; algı, Türk devletinin alışık olduğu tehdit nitelemelerine yönlendirildi. Bu açıklamalar hiç yapılmamış olsaydı bile Türkiye, ulusal sorunun mevzu bahis edildiği böyle bir durumun içine girmek istemezdi. Kendi toprakları içerisinde yıllardır varlığını sürdüren Kürt ulusal sorunu onun elini kolunu bağlamış durumda idi. En azından ağzı bir kere sütten yanmıştı, Davos’ta yaşanan sürecin ardından İsrailli bir komutanın “Erdoğan önce aynaya baksın, İsrail’i suçlayan Türkiye, uzun yıllar önce Ermenilere dünyanın en büyük katliamlarından birini yapmıştır, aynı politika bugün de Kürtler üzerinde sürdürülmektedir, Kıbrıs’ın kuzeyi on yıllardır işgal altındadır” ifadeleri hükümetin yüzüne tokat gibi çarpmıştı. Hükümet bu sefer yoğurdu üfleyerek yemek istediyse de olmadı, Erdoğan müsaade etmedi. Ama bu sefer “adeta soykırım gibi” açıklamasından sonra bile uluslararası arenada “ılımlı” eleştirilere geri dönüldü. Örneğin 20 Temmuz günü Le Figaro gazetesinin haberine göre, Türkiye’nin Dışişleri sözcüsü ‘Olaylara soğukkanlılıkla yaklaşmaya çalışan’ Çin otoritelerinin duruşunu önemsediklerini ve meseleyi, Türkiye’nin de geçici üyesi olduğu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne taşıma ihtimalini göz önünde bulundurmadıklarını açıkladı. Erdoğan’sa bu ihtimali hatırlatmıştı. Dışişleri’nin başı Ahmet Davutoğlu aynı zamanda, Çinli meslektaşına telefonda, Türkiye’nin Çin’in toprak bütünlüğüne saygı duyduğunun ve Çin’in içişlerine karışma niyetinin bulunmadığının güvencesini verdi.” Türkiye’den uluslararası arenaya yansıyanlar işte böyle. Türkiye’nin geciken tepkisinde ya da tepkinin içte ve dışta dile getirilişindeki belirgin farklıkta diğer önemli etken de ticari ilişkiler... Daha öncede bahsi geçen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Çin ziyareti, bir Türkiye devlet başkanının 15 yıldan beri gerçekleştirdiği ilk ziyaretti. Bu ziyarette 1,5 milyar dolarlık ticari anlaşmalara imza atıldı. Çin mallarını boykot söylemi dillendirile dursun kapitalizmin gerçekleri bambaşka bir tablo çiziyor: Çin ile Türkiye’nin yıllık ticaret hacmi 20 milyar dolara yaklaşıyor. Hele ki kapitalizmin küresel krizinin var olduğu günümüz koşullarda asla riske atılamayacak bir meblağ bu...(Yazının devamı internet sitemizde...)
Katledilişinin 49. yılında Troçki
Bugün Troçkist
Olmak!
Genel olarak söylenecek olursa, Troçkist olmak sosyalizmin, Marksizm’in ilkelerini savunmak demektir. Gerçekten Marksist olmanın ne anlama geldiğinden başlayalım. Mao ya da Stalin’e yapılmış olduğu gibi bir kült yaratmak durumunda olamayız. Troçkist olmak, Troçki’nin her yazdığını ya da her söylediğini aynen kabul etmek değil, tıpkı Marks, Engels ve Lenin gibi onu da eleştirmek ve aşmak anlamına gelir. Çünkü Marksizm’in amacı bilimsel olmaktır ve bilim bize mutlak gerçeklerin bulunmadığını öğretir.
Olumlu anlamıyla Troçkist olmak, üç net analiz ve programatik tutuma yanıt getirmektir. Birincisi, dünyada ya da herhangi bir ülkede kapitalizm var oldukça, eğitimden ya da sanattan giderek yaygınlaşan açlık ve yoksulluk gibi en genel sorunlara kadar uzanan konuların hiçbirine gerçek ve köklü çözümlerin getirilemeyeceğidir. Aynı şey olmasa da buna bağlı bir başka kriter de, kapitalizme karşı, o yıkılana değin acımasız bir savaş vermek ve onun yerine tüm dünyada yeni bir ekonomik ve toplumsal düzen kurmaktır, ki bu düzen sosyalizmden başka bir şey olamaz. İkinci sorun, burjuvazinin mülksüzleştirildiği yerlerde işçi demokrasisinin uygulamada olmaması durumunda sosyalizmin inşasının olanaklı olamayacağıdır. Dünya işçi hareketinin en büyük belası, bu ülkelerdeki ve işçi örgütleri, sendikalar, partilerdeki bürokrasi ve totaliter yöntemlerdir. Kendini işçi devleti ya da örgütü olarak tanımlayan bu devlet ve örgütler bizzat bürokrasi tarafından yozlaştırılmış durumdadır. En geniş demokrasi olmadığı sürece sosyalizmin inşasını başlatmak olanaklı değildir, zira bu salt bir ekonomik inşa değildir. Bu analizi yapan yalnızca Troçkizm’dir. İşçi demokrasisinin kurulabilmesi için bu devletlerde ve sendikalarda devrimin gerçekleştirilmesi gerektiği sonucunu çıkaran yegâne akım da odur. Üçüncü yaşamsal nokta, bir grup dev uluslararası şirketin egemenliği altındaki dünya ekonomik ve toplumsal gerçekliğinden gerekli sonuçları çıkaran yegâne akımın Troçkizm olmasıdır. Bu ekonomik ve toplumsal olguya ancak bir dünya örgütü ve uluslararası politikalarla yanıt verilebilir. Her şeyin bizzat kendi ülkelerinde çözümlenebileceğini düşünen ulusalcı akımların cirit attığı bu dönemde, sorunların dünya ekonomisi düzeyinde ve tüm dünyada yeni bir düzenin, sosyalizmin kurulmasıyla çözümlenebileceğini savunan tek akım Troçkizm’dir. Bu hedefe yönelik olarak, sosyalist bir Enternasyonalin örgütlenmesine dayalı sosyalizm geleneğine dayanmak gerekir; dev çokuluslu şirketlerin devrilmesini ve ancak dünya ölçeğinde gerçekleşebilecek olan sosyalizmin kurulmasını olanaklı kılabilecek strateji ve taktikleri ancak böyle bir Enternasyonal geliştirebilir. Eğer ekonomi dünya ölçeğinde ise, işçi sınıfının da bir dünya örgütü ve dünya politikaları olmalıdır. Tek tek ülkelerde gerçekleşen devrimlerin uluslararası ölçekte yaygınlaşabilmesi ve işçi sınıfının kendi kaderini kendi ellerine alabilmesi amacıyla daha yaygın demokratik haklara ulaşabilmesi de ancak böylece olanaklıdır. Bütün bu nedenlerle günümüzde bir dünya örgütüne sahip olanlar yalnızca Troçkistlerdir, küçük ve zayıf bir örgüt, ama var olan yegâne Enternasyonal, Dördüncü Enternasyonal. Kendinden önceki Enternasyonallerin geleneğini devralan ve yeni olgular karşısında onu Marksist bir tarzda güncelleştiren, uluslararası mücadelenin vazgeçilmez aracı olan Dördüncü Enternasyonal...1
NAHUEL MORENO,AĞUSTOS 1985
1 Bu döküman, Nahuel Moreno ile 1985 yılının Ağustos ayında gerçekleştirilmiş bir röportajın kısa bir bölümüdür. Moreno, gerek Latin Amerika Troçkizm’inin, gerekse dünya devrimci mücadele sürecinin en önemli kişilerinden biridir. Moreno’nun burada bahsetmiş olduğu Dördüncü Enternasyonal, 1982 yılında kurulmasına kendisinin öncülük ettiği LIT-CI (Uluslararası İşçi Birliği - Dördüncü Enternasyonal) isimli uluslararası örgüttür. Ne yazık ki, Moreno’nun ölümünden sonra, çeşitli sebeplerden dolayı, LIT-CI da işçi sınıfının devrimci dünya partisi olma özelliğinden uzaklaşmıştır..
Ekim devriminin ve devrimci proletaryanın tarihsel önderlerinden biri olan Lev Troçki’yi, 20 Ağustos 1940 günü, bir Stalin ajanı kafasına buz kıracağı ile vurarak katletmişti. Karşı devrim tarafından katledilişinin ardından; geride Marks, Engels ve Lenin’in mücadelelerinin mirasçısı olan 4. Enternasyonal’i, kendisinden sonraki devrimci işçilere rehberlik edecek olan Sürekli Devrim kavrayışını ve de bizlere mücadele perspektifini sunan Geçiş Programı anlayışını bırakmıştı. Troçki’nin Hayatım adlı otobiyografisinden bir alıntı ile, onun yaşamına kısaca bir göz atalım:“Doğduğum gün, Ekim Devrimi ile aynı güne rastlar ... Ben kendim, Ekim günlerinden üç yıl sonra [bunun] farkına varmıştım. ... Sekiz yıl orta-öğrenim gördüm. Okuldan çıktıktan sonra ilk defa bir yıl hapse girdim. Çağdaşlarımın çoğu gibi, benim üniversitelerim de hapishane, sürgün ve mültecilik oldu. Çarlık yönetiminde iki seferde dört yıl hapis yattım. İlkinde iki yıl, ikincisinde bir kaç hafta sürgünde kaldım. İki sefer Sibirya’dan kaçtım. İki sefer yurtdışına kaçtım, hepsi on iki yıl kadar yurt dışında kaldım, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ve Amerika da: İki yıl 1905 ayaklanmasından önce ve bunun bastırılmasından sonra da on yıl. Savaş yıllarında Hohenzollern’lerin Almanya’sı beni gıyaben hapse mahkûm etti(1915), ertesi yıl Fransa’dan İspanya’ya sürüldüm, Madrid’de kısa bir süre hapiste yattıktan ve Cadix’te bir ay polisin gözaltında kaldıktan sonra Amerika’ya gönderildim. Şubat Devrimi günlerinde orada idim. New York’tan yurduma dönerken Mart 1917’de İngilizlerin eline düştüm ve tam bir ay Kanada’da bir toplama kampında esir kaldım. 1905 ve 1917 devrimlerine katıldım, 1905’te ve sonra 1917’de Petersburg Sovyeti başkanı idim. Ekim devrimi içinde çalıştım. Sovyet Hükümeti üyesi oldum. Dışişleri Halk Komiseri olarak, Alman, Avusturya-Macaristan, Bulgar ve Türk delegeleriyle Brest-Litovsk barış görüşmelerini yürüttüm. Savaş ve Deniz Halk Komiseri olarak Kızıl Ordu’nun örgütlenmesi ve Kızıl Filo’nun yeniden kurulması için beş yıl çalıştım. 1920 yılında, onca işin arasında, çığırından çıkmış olan demiryollarını çekip çevirmek de bana düşen görevlerden biri olmuştur. İç savaş yılları bir yana bırakılırsa, yaptığım iş, parti savaşçısı olarak çalışmak ve yazmaktı. 1923’te devlet, bütün kitaplarımı basmaya başladı. Daha önce basılmış olan askerlikle ilgili beş ciltten başka, on üç cildim yayınlandı. “Troçkizm”e karşı açılan savaşın pek kızıştığı 1927’de kitaplarımın bastırılması da durduruldu. Ocak 1928’de, şimdiki Sovyet Hükümeti beni sürgüne yolladı, bir yıl Çin sınırında kaldım, 1929 Şubatı’nda dolaylı veya dolaysız yoldan, işçi sınıfı düşmanlarıyla Rusya’dan çıkarıldım. Bu satırları İstanbul’da yazıyorum. (...) Öğrenme hevesim hiçbir zaman geçmedi ve ömrümde birçok kez boyunca Marksizm’in bayrağı altında savaştım. Eğer, baştan başlamak gerekseydi, hiç bir iki demeden gene aynı yolu tutardım.” Stalinist karşı devrimin tek günahı, Lenin’in yoldaşlarını katletmek olmadı. O, aynı zamanda, proletaryanın dişi ve tırnağı ile elde ettiği pek çok kazanımı ve devrimleri de yozlaştırdı ve sonunda yok olmaya mahkûm etti. Ancak her şeye rağmen karşı devrim başarılı olamadı. Troçki’nin ölümü ve hatta işçi devletlerinin kazanımlarının boğazlanması dahi, proletaryanın öncüsünün ideolojisini, yani Troçkizmi tarihten silmeye yetmedi. Başta Nahuel Moreno olmak üzere pek çok Marksist önder, işçi sınıfının içerisinde yürüttüğü enternasyonalist çalışma ile, Leninizm ve Troçkizmin, yani işçi sınıfının kurtuluş yolunun fikrinin bugünlere taşınmasını sağladılar. Dahası sınıf mücadelesine müdahalelerde bulunup dersler çıkartarak, biz devrimci işçilerin mücadelelerine ışık tuttular. Bugün, dünyanın dört bir yanında, küçük propaganda çekirdekleri halinde olsunlar, partileşmekte olsunlar ya da kitlesel bir işçi partisi halinde olsunlar, mücadelesini sürdüren pek çok Troçkist yoldaşımız bizlerle beraber Troçkizmi yaşatmaktadırlar. Özellikle de günümüz kriz koşullarında, biz işçilerin pek çok tarihsel kazanımının kaybedildiği ve her zamankinden daha büyük bir mücadele dinamiği taşıdığı şu günlerde, Troçki yoldaş bizlere yol göstermeye devam ediyor.
İŞÇİ CEPHESİ, 2 AĞUSTOS 2009
www.iscicephesi.net