Komünist
Zemin
AKP - Cemaat Çatışması Berkin Elvan’ın Ardından... Nasıl Okunmalı?
Kapitalizm ile suç ve çıkar ortaklığı olmayanlar; kapitalizmi yıkıp, özgürlükçü ve eşitlikçi bir dünya kurmak için, devrimci bir Dünya Partisi’nin politik önderliğinde birleşerek
savaşın!
Yolsuzluk ve Rüşvetin Marks ve Neden Bir İnfiale İlerlemecilik Yol Açmadığı Üzerine Düşünceler...
SAYI
21
NİSAN / MAYIS/ HAZİRAN 2014
2 TL www.komunistzemin.org
İÇİNDEKİLER "AKP - Cemaat Çatışması Nasıl Okunmalıdır?...............3 Yolsuzluk ve Rüşvetin Nedenleri ve Bu Durumun Neden Bir İnfiale Yol Açmadığı Üzerine.........6 Berkin Elvan'ın Ardından..............................................8 Fikret Başkaya ile Çanakkale Muharebesi Üzerine Söyleşi........................................10 1915 Jenosidi Dolayısıyla Özür Dilenebilir mi?............13 Marks ve İlerlemecilik................................................15 Slavoj Žižek: Kremlinoloji...........................................19 Anlaşılmadığından Yakınan Adam: D. Küçükaydın......21 "Ekoköyler" Üzerine...................................................23 Femen Hareketi Üzerine.............................................24 Slavoj Žižek: Mandela'nın Tutamadığı Sözleri Hayata Geçirerek Onun Mirasına Sadık Kalabiliriz.......25 T.C. Devleti Laik Değil, Dini İslam Olan Bir Devlettir...27 Ahlak Üzerine.............................................................30 1 Mayıs'ın Anlamı Üzerine...........................................31
Burjuvaziyle Uzlaşmanın Değil, Burjuvaziye Karşı Meydan Muharebesinin Adıdır 1 Mayıs! Kapitalizmin yoksullara ve ezilenlere karşı yürüttüğü sürekli savaşa karşı, bütün cephelerde devrimci savaş! Sistem Tamirciliğine Karşı Uzlaşmaz Bir Mücadele! İşçi Sınıfının Örgütlü Güç Olabilme İmkanını Ortadan Kaldıran Taşeronculuğa Karşı Mücadele! Kahrolsun Çoğunluğun Açlığıyla Beslenenler! Kahrolsun Düşmanın Yüzünü Giyinenler! Selam Olsun 1 Mayıs’a Canlarıyla Can Verenlere!
KOMÜNİST
ZEMİN
Sayı: 21
Komünist Zemin
"AKP - CEMAAT Çatışması" Nasıl Okunmalıdır? 17 Aralık 2013 tarihinde "yolsuzluk ve rüşvet" operasyonu" adı altında gündeme gelen ve halen devam etmekte olan süreci AKP - Cemaat çatışması ya da "İtin itle dalaşması" olarak mütalaa etmek, AKP'yi ve Cemaati anlamamış olmak demektir. Olayı bu şekilde mütalaa etmek demek, gerek Cemaatin, gerekse de AKP'nin uluslararası gücün taşeronları olduklarını göz ardı etmek demektir. Bu çatışmayı, Osman Tiftikçi ve birçoklarının ifade ettiği gibi, "AKP Cemaat çatışması" olarak mütalaa etmek doğru olmadığı gibi, "Çatışma özünde emperyalizm, geleneksel sermaye ve İslami sermaye arasındadır" türünden bir değerlendirme de doğru değildir. Her iki yaklaşımın da bu çatışmada birer unsur olduğu doğrudur ama esas olan bunlar değildir. Esasında Fikret Başkaya, “Bu yalnızca hegemonya krizi değil, aynı zamanda bir meşruiyet krizidir” belirlemesini yaparken, oldukça isabetli bir belirleme yapmıştır. Gerçi Fikret Başkaya'nın gerek bu çatışmaya ilişkin değerlendirmesi, gerekse de önermiş olduğu çıkış yolu bizim taraf olacağımız bir zemine dayanmamaktadır ama mevcut çatışmayı "Hegemonya ve meşruiyet krizi" olarak ifade etmesi oldukça isabetlidir. Evet, bu bir hegemonya ve meşruiyet krizidir ama bunu "Emperyalizm, geleneksel sermaye ve İslami
sermaye arasında" olan bir çatışmanın neticesinde meydana gelen bir kriz olarak tanımlamak doğru değildir. Bunun da ötesinde, sermayenin bu biçimde kategorize edilmesi doğru değildir. Zira sermayenin ne milli, ne de dini bir karakteri yoktur, tarihin hiç bir döneminde de olmamıştır. AKP ile Cemaat arasındaki çatışma, esasında ABD merkezli uluslararası gücün AKP'ye ve onun temsil ettiği çizgiye karşı başlatmış olduğu sürecin yalnızca bir ayağını oluşturmaktadır. Bilindiği gibi AKP, tıpkı El Kaide ve Taliban gibi bir ABD projesi olarak tarih sahnesine sürülmüştür. Uzun yıllar kendisine verilen misyona uygun davranmış ve kendisine hamilik eden güçler tarafından da ödüllendirilmiştir. Ne zaman ki AKP, kendisine verilen rolün dışına çıkmaya, artık kontrol edilemez ve daha
~3~
hegemonik refleksler göstermeye başlamıştır, işte o vakit kalemi kırılmıştır. Özellikle Mısır ve Suriye sürecinde AKP'nin artık rahat kontrol edilemez, güvenilmez bir noktaya geldiği ve bu alanda bir egemenlik savaşına giriştiği ABD tarafından daha net olarak görülmüştür. AKP, kimilerinin ya da çoğunluğun ifade ettiği gibi, "Libya, Mısır ve ardından da Suriye'de başarısız olduğu için" değil, bilakis, bütün bu alanlarda kendi bildiği gibi ve daha hegemonik bir davranış sergilediği için gözden çıkarılmıştır. Başlangıçta AKP kontrol altına alınmak istenmiş, bu başarılamayınca bu kez de gerek AKP'nin, gerekse de AKP'nin temsil ettiği çizginin dizginlenmesi maksadıyla Cemaat üzerinden operasyonel bir girişim başlatılmıştır. Erdoğan ekibi ise bu müdahaleye karşı harekete geçmiş, "baskın ba-
Sayı: 21
sanındır" hesabı içinde, çatışmanın inisiyatifini ele geçirmeye çalışmaktadır. Bunda şimdilik başarılı olduğu bile söylenebilinir; ama süreç henüz devam ediyor ve taraflardan hiçbirinin diğerini bir ya da bir kaç hamlede etkisizleştirilebilmesi olası değildir. Bu çatışmanın bir başka yanı ise, AKP karşıtlığı üzerinden Türkiye'de son bir yılda iyiden iyiye gelişerek daha militan bir hal alan bölünmedir. Bu bölünmenin yaratmış olduğu tazyik, AKP'nin iktidarına son vermeye yetmese de, bir çok dengenin yeniden dizayn edilmesini gündeme getirmiştir. Bir başka faktör ise, AKP'nin Kürt gücü ile kurmuş olduğu ilişkidir. Zira AKP'nin Kürtlerle kurduğu ilişki de bir adım ileri, iki adım geridir. Bir taraftan Öcalan ile görüşmekte, diğer yandan Batı Kürdistan'da PKK kontrolündeki güçler ile çatışan İslamcı taşeron güçleri de desteklemektedir. Bir yandan PKK ile bir anlaşma zemini oluşturmaya çalışırken, diğer yandan da Batı Kürdistan üzerinden cereyan eden Barzani ile PKK arasındaki örtülü alan çatışmasında Barzani'nin etki alanını güçlendirmekten yana bir siyaset izlemektedir. Bütün bu olanları değerlendirirken, Öcalan tarafından yapılan "İslam Konferansı" çağrısının da bütün bu süreçten bağımsız ele alınamayacağını göz önünde bulundurmak gerekiyor. Sonuç olarak şunu şimdiden söylemek mümkün ki, artık hiç bir şey şimdiye kadar olduğu gibi olmayacaktır. AKP'nin bu-
Komünist Zemin
güne kadar hareket ettiği gibi hareket etmesi ve köy meydanında değneksiz dolaşabilmesi mümkün değildir. Sonuçlar ve Olasılıklar Bir erken seçim, AKP istemediği sürece pek olası değildir. Ama bizzat AKP'nin kendisi daha fazla yıpranmadan erken seçim kararı alabilir. Bu konuda spekülatif bir yığın hipotez üretmek mümkün ama konumuz bu değildir. Peki, bu krizinden ve hegemonya çatışmasından devrimci bir soncun çıkabilmesi mümkün müdür? Bu çatışmanın devrimci bir duruma ya da devrimci bir alternatife yol açacağını düşünmek, açlık çeken bir tavuğun kendini darı ambarında hayal etmesinden farksızdır. Zira çatışan güçlerin her biri için önemli ve esas olan, sitemin ve devletin bekasıdır. Bunun da dışında, sistemin siyasal krizini devrimci bir krize dönüştürebilecek örgütlü bir özne de mevcut değildir. Gezi Parkı süreci ile ortaya çıkmış olan dinamiği sistemin aşılması stratejisinin bir öznesi olarak düşünmek, sınıf perspektifinden ve sınıf savaşı anlayışından uzak, halkçıpopülist bir yaklaşımdır; iflas etmeye mahkumdur. Peki, sistemin sahiplerinin bu krizden çıkış alternatifleri neler olabilir? AKP'nin yerine CHP etrafında bir koalisyon ihtimali oldukça yaygın kabul gören bir hipotezdir, ama olası değildir. Bu tür bir koalisyon AKP'nin devrilmesi noktasında işlevsel olabilir ama bir alternatif olamaz. Zira CHP, ne ANAP'tır,
~4~
ne de AKP. Gerek ANAP, gerekse de AKP, birer ideoloji partisi olarak değil, pragmatist hareketler olarak tarih sahnesine çıkmıştırlar. Bu nedenle hem resmi olan görüşlerle çatışma, hem de esneme imkanına sahiptiler. Hal böyle olunca da, birçok eğilimi geçici bir süreliğine de olsa aynı potada yan yana tutabilmiştirler. Ama CHP için aynı durum söz konusu değildir. Zira CHP, kuruluşu itibariyle bir ideoloji partisi, bir kurucu parti olarak tarih sahnesine çıkmıştır. CHP, resmi ideolojik paradigmanın partisidir. CHP'nin ötekileştirilmiş toplulukların ve emekçi kesimlerin oylarına dayanarak iktidar, iktidar ortağı olması ya da mecliste yer alması, bir başka çelişkili durumdur. Bir devlet partisinin hem "sol" olarak kendini tanımlaması, hem böyle görülmesi, hem de ezilen toplulukların nazarında umut olarak kabul görmesi başlı başına bir tartışma konusudur. Zira tarihte bildiğimiz bütün örneklere ters düşen bir durumdur ve mutlaka incelenmelidir. Evet, ne demiştik, CHP etrafında örgütlenmiş bir koalisyon alternatif olamaz. CHP etrafında İP, MHP ve dağınık ulusalcı güçler bir araya getirilecek olsa bile, bu matematiksel hesapla bir yere varılamaz. Zira bu coğrafyada o derece keskin bölünmeler mevcut ki, bunlardan ikisini bir araya getirmek demek, bir diğer ikisini kaybetmek demektir. Örneğin CHP etrafında ulusalcı bir ittifak demek, birinci adımda CHP'ye yeni oy imkânı sağlasa da, ikinci adımda bir başka topluluğun oylarını kaybetme-
Sayı: 21
sine neden olacaktır. Gelen oyların giden aylara oranla birkaç puan fazla olması ise, CHP'li bir iktidar arayışının gerçekleşebilmesine yeterli değildir. Ulusalcı cephenin iktidar olması ve bu yolla rejimdeki krizin aşılması yoluna gidilmesi demek, bu kez de rejimin bir başka alanda sıkışmasına neden olacaktır. Örneğin Kürtlerle olan sürecin bir başka sürece gireceği ve savaşın yeniden başlaması demektir. Yani rejim içi krizin aşılması için, bu kez de rejimin tehlike altına sokulması sistem açısından düşünülecek bir alternatif olmayacaktır. Kaldı ki Kürtlerle savaş demek, bütün bir bölgedeki dengelerin yeniden kurulması ve sistemin bu zamana kadar kazanmış olduğu bütün mevzileri kaybetmesi tehlikesini de kendi içinde barındırmaktadır. Bir an için olayın bu boyutunu bir yana bırakalım ve meseleye rejimin iç krizi merkezli bakalım. Ve varsayalım ki CHP etrafında oluşturulacak koalisyon bir seçim başarısı elde etti ve bu koalisyon iktidar oldu, bu durumda mevcut siyasi kriz aşılmış olur mu? Hayır, zira bu kriz tek başına içerideki güçlerin bir hegemonya ve meşruiyet savaşı sonrası ortaya çıkmamış, aynı zamanda, hatta ve hatta daha çok da uluslararası güçlerin belirleyici olduğu bir kriz olarak ortaya çıkmıştır; haliyle aşılabilmesi de ancak bu arenada olacaktır. Özcesi, AKP'nin olmadığı bir çözüm pek olası görünmemektedir. AKP'yi kuşatmaya yönelik bir koalisyon hazırlığı karşısında AKP'nin de boş durmayacağı, Kürt hareketi ile benzer bir koalis-
Komünist Zemin
yona gideceği aşikârdır. Askeri bir darbe olmaksızın AKP'nin öyle kısa sürede tasfiyesi ve etkisiz kılınabilmesi olası değildir. Askeri darbe ise, söz konusu Türkiye olunca, bugünkü koşullarda hiç kimsenin çok kolayca tercih edeceği bir seçenek değildir. Ama bu da, zayıf da olsa bir ihtimaldir, zira mevcut çatışmanın nasıl bir yol alacağı hala tam bir muammadır. Son olarak şunu söylemek mümkündür: 17 Arlık 2013 tarihinde patlak vermiş ve artık saklanabilmesi mümkün olmayan hegemonya ve meşruiyet krizi, öyle bugünden yarına aşılabilecek bir nitelikte olmadığı gibi, içerideki güçler üzerinden aşılabilecek bir nitelikte de değildir. Bu krizin bir devrime ya da devrimci bir duruma yol açabilmesi ise, en olmadık olan ihtimaldir. Sistem İçi Güçlerin Hegemonya ve Meşruiyet Krizi Karşısında Devrimci Tutum Ne olmalıdır? Eğer bu krizi tetikleyen ve kapitalizmin yapısal krizini aşan ekonomik bir kriz de söz konusu olsaydı, o vakit bu krizi devrimci bir krize dönüştürebilmek elbette ki kuvvetli bir ihtimal olarak gündeme gelebilirdi. Ama mevcut kriz ekonomik değil, siyasidir ve sistem içi bir karaktere sahiptir. Bunun ötesinde, aylardan beri sokağı kullanan ve bu krizi tetikleyen kitle hareketinin karakteri de devrimci bir hareketin öznesi olabilecek niteliğe sahip değildir. Söz konusu hareketin maksadı sitem dışı bir alternatif arayışı değil, AKP'nin dışında bir alternatiftir. Bu ha-
~5~
reketin içinde işçilerin, işsizlerin ve yoksulların mevcut olması, mevcut hareketin niteliğini değiştirmez. Bütün bu faktörlerin yanı sıra, devrimci hareketin kendisi de sistemin ilgasını hedefleyen bir programa, stratejiye ve pratik tutma sahip değildir. Devrimci hareketin aylardan beri ortada olan durumuna baktığımızda, gördüğümüz şudur: Devrimci hareket belirleyen değil, belirlenendir. Özcesi; ortada bir rejim krizi ve buna bağlı, mevcut iktidardan hoşnut olmayan kitlelerin eylemleri var diye buradan devrimci sonuçlar çıkmaz. Devrimci sonuçların ortaya çıkabilmesi için, sınıfa karşı sınıf eksenli bir seferberliğe ve bu sürece müdahale edebilecek derecede örgütlü, devrimci bir programa sahip devrimci bir örgüte ihtiyaç vardır. Devrimci hareketin bu süreçte yapması gereken, "AKP istifa" diye sokağa çıkmak değil, mevcut krizi derinleştirmek, sistemin teşhirini yapmak, bu süreçte kendini örgütlemek ve bu süreci kendi stratejik maksadına uygun kullanmak olmalıdır.
Sayı: 21
Komünist Zemin
Yolsuzluk ve Rüşvetin Nedenleri Ve Bu Durumun Neden Bir İnfiale Yol Açmadığı Üzerine... Bu sorunun birden fazla nedeni bulunmaktadır. Birinci neden, toplumun kültürel dokusunun rüşveti hoş gören bir karakterde olmasıdır. Zira bu toplumun amentüsünü oluşturan değerlerden bir tanesi şudur: "Bal tutan parmağını yalar." Hal böyle olunca da, bir yolsuzluk ve rüşvet olayı gündeme geldiğinde, bu durum toplumda bir infialden çok, bir dedikodu muhabbetine yol açıyor. Bir başka neden, toplumda yaygın olan, "aklını kullanmış ve kazanmış" mantığıdır. Bir başka neden, "Elbette ki elinde yetki olan insan kendi yakınlarını kayırıp kollayacak" fikridir. Cumhuriyet tarihini milat olarak alalım ve en akılda kalan rüşvet ve yolsuzluk olaylarına bir göz atalım, bakalım bunlar toplumda nasıl bir reflekse ve hafızaya yol açmış. 1923-1946 dönemi, tek partili dönemdir ve bu dönem boyunca olan yolsuzlukların lafını bile etmek "vatana ihanet" olarak mütalaa edildiğinden, bütün yolsuzluklar devlet sırrı olarak saklanmıştır. Çok az yolsuzluk olayı kamuya yansımıştır, bunlardan en önemli olanı ise, "Havuz-Yavuz davası" adıyla anılan olaydır. Olaya adı karışanlar Yüce Divan'da yargılanmış ve sistemin kendisi bu yolla temize çekilmiştir. 1950-60 Demokrat Parti iktidarı döneminde de yolsuzluk ve rüşvet devam etmiş-
tir. Birçok olayın üstü örtülmüş, çok azı dava konusu olmuştur. Akıllarda kalan çok az davadan biri, dönemin Gümrük ve Tekel Bakanı Suat Hayri Ürgüplü’nün ve bakanlığın birçok memurunun adının karıştığı yolsuzluk davasıdır. 1960 sonrası, özellikle de 70'li yıllar itibariyle ise, neredeyse yolsuzluk yapmayan, rüşvet almayan ayıplanır olmuştur. Süleyman Demirel'in yeğeni Yahya Demirel, Sosyal Güvenlik Bakanı Hilmi İşgüzar, eski Gümrük Bakanı Tuncay Mataracı davaları, F-16 savaş uçağı alımıyla ilgili rüşvet olayı, İstanbul Bankası yolsuzluğu, Jaguar Olayı, Kara-
~6~
yolları Yolsuzluğu, Emlak Bank yolsuzluğu, İSKİ yolsuzluğu, kayıp trilyon yolsuzluğu, Akbil yolsuzluğu, enişte yolsuzluğu, Deniz Feneri yolsuzluğu, “hayali ihracat” ve “mobilya yolsuzlukları” gibi onlarca yolsuzluk olayı Türkiye’nin gündemini sarsmıştır; ama her dava kısa bir zaman sonra çabucak unutulmuştur. Eğer ki bir toplum rüşveti ve yolsuzluğu bu derece kanıksamış ise ve bu topluma bir de "her iktidar olan mutlaka çalar" fikri egemense, rüşvet ve yolsuzluk karşısında bir infial beklemek gerçekçi değildir. Hal böyle olunca da toplumun reaksiyonu, yolsuzluk yapanlar, rüşvet alanlar ve çalanlar
Sayı: 21
arasında bir seçim yapmak oluyor. Örneğin 30 Mart yerel seçimlerine damgasını vuran da bu yaklaşım olmuştur. Bunca rüşvete, yolsuzluğa ve hırsızlığa rağmen AKP'nin toplumun yarısı tarafından tercih edilmesinin arka planını oluşturan fikir şudur: "Bütün iktidarlar çalıyor ama hiç değilse AKP, hem dağıtıyor, hem de hizmet veriyor."
Komünist Zemin
adam bu skandaldan üç yıl sonra Başbakan oldu ve iki dönem iktidarda kaldı. Bu da yetmedi Cumhurbaşkanı oldu. Öldü(rüldü)kten sonra ise rahmetle anılır oldu.
Peki, Yolsuzluk ve Rüşvet Bir Kural mıdır? Kapitalizmde yolsuzluk da, rüşvet de bir kuraldır. Bu, en zengin ülkeler için de, en fakir ülkeler için de geçerli olan bir kuraldır. Yani bu durum Türkiye'ye özgü bir durum değildir. Türkiye'ye özgü olan, yolsuzluk ve rüşvet değil, bu durum karşısında toplumun vermiş olduğu tepkidir. Zira bu tepki beklenen ya da olması gerekenin tersi bir karakter taşımaktadır. Bu toplumun tepkisi bir öfke ve infial biçiminde değil, daha çok gizli bir hayranlık ve kıskançlık biçiminde tezahür ediyor. Zira bu toplum bu tür olaylara adları karışanlara karşı gizli bir hayranlık beslemekte ve bu olayların kahramanlarını bir biçimde ödüllendirmektedir. Turgut Özal örneği bile bu durumu anlamak için yeterlidir. Bilindiği gibi Türkiye'de bir Banker fenomeni yaşanmıştır. Bu fenomenin mimarı ise, Turgut Özal'dır. Bir başka ülkede bu tür bir skandal yaşanmış olsaydı, muhtemeldir ki Turgut Özal o ülkeyi terk ederdi; aksi takdirde sokağa çıkamazdı. Ama söz konu olan Türkiye olunca,
Gündemdeki Yolsuzluk ve Rüşvet Vakaları ve Bu Durumun Yol Açabileceği Sonuçlar Üzerine Bu yolsuzluk ve rüşvet vakaları da öncekiler gibi unutulup gidecektir. Zaten şimdiden mizah konusu olmaya başladı bile. Eğer bir toplum bir olayı mizah konusu yapıp üzerine gülmeye başlamışsa, bu demektir ki olay da kanıksanmaya başlanmıştır. Eğer ki bir toplum Van'daki deprem ve devlet mağdurlarını değil de, yolsuzluk operasyonunda gözaltına alınan Ebru Gündeş'in kocasını ve bu durumdan kaynaklı olarak Ebru Gündeş'in gözyaşlarını konuşuyorsa; eğer ki bir toplum, kendilerinden toplanarak kimi fonlarda toplanan paraların birleri tarafından iç edilmesinden dolayı infiale kapılmak yerine, birbirlerine ayakkabı kutusu esprisi yapıyorsa, o top-
~7~
lum vicdanını yitirmiş demektir. O toplum kendinden nefret eden ama celladına âşık bir toplumdur. Tabii ki toplumda başka türlü düşünen ve başka türlü reaksiyon gösteren bir kesim de mevcuttur. Ama bu topluluk bir başka politik kültür oluşturmadığından, bu topluluğun vicdanlı ve haklı reaksiyonu doğru sonuçlara yol açmak yerine, sonuçta sisteme taze kan taşımaktan öteye gitmemektedir, gitmeyecektir. Sistemin kendisini teşhir edip, onu ilga etmeyi hedeflemek yerine, "hükümet istifa" sloganıyla sokağa çıkmak, bu hükümet gitsin yeni bir hükümet gelsin demektir. Bu tür bir yaklaşım, hükümet ile devleti (sistemi) birbirinden ayıran bir yaklaşımdır. Sonuçta hükümetin düşürülmesi mümkün olabilir ama bu, sistemin de bir açmaza sürüklenmesine yol açmaz. Bilakis bir hükümet değişikliği sistemin yeni bir refleks alanı kazanmasına yol açar.
Kapitalist sistemde yolsuzluk ve rüşvet bir istisna değil, vazgeçilmez bir kuraldır! AKP ile başlamamış, AKP'nin gitmesiyle de bitmeyecektir. Yolsuzluğa ve rüşvete son verebilmenin tek yolu, kapitalist sistemi ilga etmektir.
Sayı: 21
Komünist Zemin
Berkin Elvan'ın Ardından... Berkin, toprağa verildi. Biz de Berkin'in ardından bir şeyler yazmak istedik, ama ne yazılması gerektiği hususunda zorluklar yaşadık. Zira hileye, riyakarlığa ve rantçılığa gönül indirmeden söylemek istiyorduk ne söyleyeceksek. Söz konusu olan, 14 yaşında vurulmuş bir çocuk, ekmek almak için dışarı çıkmış ve vurulmuş. Bu güzel çocuğun arkasından kalkıp da, "Ölenler dövüşerek öldüler, güneşe gömüldüler" ya da "Gezi şehitleri ölümsüzdür" türünden sözler sarf edemezdik. Berkin'in ölüm haberi elbette ki çok üzücü ama insan ister istemez şunu da düşünmeden edemiyor: Ölen bir çocuğu değerli kılan nedir, çocuk olması mı yoksa, dışarıdan birilerinin ölen çocuğun ölüsüne yükledikleri anlam mıdır? Sormak istiyoruz, Berkin'i bu derece değerli kılan nedir? Örneğin Berkin, Kürdistan'da kolları kırıla n kafaları kesilen çocuklardan daha mı değerlidir ki, bu çocukların katlini film izleyen seyircinin metanetiyle izleyen sizler, Berkin'in ölümü karşısında bir infialin aktörlerine dönüşebildiniz? Çok uzak tarihlere de gitmeye gerek yoktur, daha bir kaç ay önce Kürdistan'da yeni karakol inşaatlarına karşı yapılan gösteride öldürülen bir Kürt çocuğu vardı, bu ölüm karşısında
neden bir yerleri yakıp yıkmadınız? Keza Şırnak'ın Silopi İlçesi'nde 24 Temmuz akşamı yapılan gösteriye müdahale eden polisin kullandığı gaz bombası başına isabet ettiği için beyin kanaması geçiren 13 yaşındaki Doğan, 26 Temmuz 2011 tarihinde yaşamını yitirdiğinde siz neredeydiniz? Bu haberi kaç gazete ve televizyon kanalı duyurdu? Hepinizin bildiği gibi, yıllardan beri Filistinli çocuklar öldürülüyor. Peki, bu ölümler karşısında sessiz kalırken, nasıl oluyor da Berkin'in ölümü karşısında bir infiale kapılabiliyorsunuz? Aylardan bu yana burnunuzun dibindeki Suriye'de her gün çocuklar öldürülüyor, üstelik de bu çocuklar AKP iktidarı tarafından aktif olarak desteklenen çeteler tarafından, ya
~8~
da kimilerinizin "antiemperyalist" dediği Esad tarafından öldürülüyor. Peki, siz ne yapıyorsunuz bu ölümler karşısında? "Suriye'de savaşa hayır!" mitinglerine katılmak dışında ne yapıyorsunuz? Dünyada her yıl 20 milyon çocuk açlıktan dolayı, üstelik de acı çeke çeke, her bir dakika parça parça ölürken sizler neredesiniz? Neden sessiz kalıyorsunuz? Sessiz kalmanızdan vazgeçtik, bir de utanmadan face vb sosyal ağlar üzerinden birbirinize yediğiniz kebapları, balıkları ve mezeleri anlatıyorsunuz; bununla da yetinmiyor, bir de birbirinize yediklerinizin resimlerini gönderiyorsunuz. 11 Eylül 2001 yılında World Trade Center yıkıldığında ölenler için ayağa kalkan ve yas ilan eden Batılılar karşısında
Sayı: 21
şunu söylemiştik: "Sizin acınız da ırkçı!" Şimdi aynı şeyi sizler için söylemek istiyoruz: Sizin acınız da ırkçı! Eğer polisin öldürdüğü Berkin'in kendisi değil de Şırnak'da bir Kürt çocuğu olsaydı, siz de biliyorsunuz ki, en duyarlı olanınız belki bir basın açıklamasına katılacaktı ya da Kürtlerin yapacağı yürüyüşe pasif olarak iştirak edecekti. Peki, ya CHP'ye ne demeli? Bu partinin elinde 1938'de öldürülen binlerce Dersimli çocuğun kanı varken, bu parti nasıl olabiliyor da "Çocukların öldürülmesi kabul edilemez" diyebiliyor? Bu parti, kendi öncülü olan İttihatçı çetenin gerçekleştirdiği 1915 Ermeni ve Süryani jenosidinin, Dersim'in, Maraş'ın hesabını verdi mi ki, şimdi de kalkıp Berkin'in ölüsüne sahip çıkabiliyor? Peki, CHP'nin dümen suyuna girmiş Alevilere ne demeli? Alevi toplumu bir tarih bilincine hiç mi sahip değil ki, bugün kendi katiliyle birlikte kendi cenazesinin ardında saf tutabilmektedir? Peki, ya devrimci harekete ne demeli? Gerçi devrimci hareket oldum olası ölüme övgü dizen bir politik kültüre sahipti ama hiçbir dönem bu derece dibe vurmuş değildi. Ortada 14 yaşında ölmüş bir çocuğun ölüsü var ve devrimci hareket bu ölüm üzerinden tarih yazmaya ve tarihin akışını değiştirmeye kalkışıyor. Berkin üzerine şu söylenenlere bakmak bile, insanın dehşete kapılmasına yetiyor: "Berkin Elvan Ölümsüzdür!"
Komünist Zemin
"Elbet bir bildiği var bu çocukların, Kolay değil öyle genç ölmek..." Berkin Elvan Şehit Düştü! Mahir'den Dayı'ya… Halk Ayaklanmasına Kadar Yarattığımız Mücadele..." "Ölenler Dövüşerek Öldüler, Güneşe Gömüldüler..."
Bütün bunları okuyunca insan dehşete kapılmaktan kendini alamıyor ve şunu sormadan edemiyor: Bir çocuğa kendi iradesi olmadan bunca misyonu yükleme hakkını siz nerden alıyorsunuz? Ortada olan, yaşananların ne anlama geldiğini bile anlamayacak yaşta bir çocuktu, siz hangi hakla bu çocuk üzerine "devrim güzellemeleri" yapıyorsunuz? Bu yapılan düpedüz rantçılıktır. Devrimci hareketin politik kültürü bu olmaz.
~9~
Sonsöz yerine Güle güle Berkin, keşke ölümün bu kadar erken olmasaydı. Keşke sen ve senin gibi çocuk ölenler, çocukluğunuzu yaşayabilseydiniz. Biliyoruz ki, kapitalizmin varlığı, dünyadaki çocukların büyük çoğunluğu için başlı başına bir ölüm nedenidir.
Seni ve senin gibi çocuk yaşta ölen çocukları geri getiremeyeceğimiz muhakkaktır, ama senin ölümün vesilesiyle bir kez daha tekrarlamak isteriz ki, çocukların öldürülmediği bir dünya için mücadele etmek, hem sana, hem de senin gibi çocuk yaşta öldürülmüş olan bütün çocuklara olan borcumuzdur. Çocukların öldürülmediği bir dünya kurulana kadar BAŞIMIZ SAĞ OLAMASIN!
Sayı: 21
Komünist Zemin
Fikret Başkaya ile Çanakkale Muharebesi Üzerine Söyleşi Komünist Zemin: Osmanlı İmparatorluğu açısından I. Emperyalist Paylaşım Savaşı'nın ve tabii ki aynı zamanda da İmparatorluğun en kritik aşaması olan Çanakkale Muharebesi'nin önümüzdeki yıl 100. yılı kutlanacak. Öyle sanıyoruz ki 100. yıl vesilesiyle bu muharebe daha fazla konuşulacak. Uzun zamandır biz mesele üzerine yazmak istiyorduk ama başka öncelikler dolayısıyla hep erteledik. Ama artık geç de olsa bu meseleyi gündeme almış bulunduk ve Çanakkale Muharebesi'ni sizinle konuşmaya karar verdik. Ricamızı çevirmediğiniz için bir kez daha teşekkür ederek, ilk sorumuzu sormak istiyoruz. Ortada kaybedilmiş bir savaş ve yenilmiş bir imparatorluk olduğu halde, Çanakkale Muharebesi neden kutlanır? Zira Çanakkale Muharebesi başlı başına bir savaş değil, yürütülen topyekûn savaşın cephelerinden sadece bir tanesidir. Örneğin; Almanlar da birçok cephede kendilerince "başarı" kazanmıştırlar ama hiç de yenildikleri bir savaşı bir iki cephede aldıkları "başarılı" sonucun arkasına saklayıp, sonra da zafer kazanmış komutan edasıyla ortalık yerde dolaşmıyorlar. Sahi, nedir sizce bu Çanakkale Muharebesi'nin hikmeti? Fikret Başkaya: Cumhuriyeti ilân eden ve Türk etnisitesine
dayalı bir ulus-devlet kurmak üzere yola çıkan İttihatçı Osmanlı eliti, bir resmi ideoloji oluşturmaya mecburdu. Resmi ideoloji oluşturmanın yolu da, resmi tarih oluşturmaktan geçerdi. Ve malûm olduğu üzere resmi tarih, yalan, tahrifat, yok sayma [occultation], adıyla çağırmamaya, sansür ve oto-sansüre dayanan bir tarih versiyonudur. Tabii oradaki başlıca amaçlardan biri de, bellek kaybı yaratmak ve yaşanmış olana, geçmişe dair egemen elitin, yönetici sınıfın ihtiyacına cevap veren, geriye dönük [retrospective] bir tarih kurgusu üretmektir. Bu iş de Martin Bernal’in “akademik statünün gardiyanları” dediği anlı-şanlı devlet tarihçilerine düşüyor. Ve ısmarlama üzerine bir tarih versiyonu oluştu-
~ 10 ~
ruluyor. Genel olarak tarih, kazananların hikayesini anlatır, resmi tarih bu işin çok daha köşelisini yapar. Velhasıl anlatılan hikayede “kaybedenlerin”, halk çoğunluğunun esâmesi okunmaz. Genel olarak tarih, özel olarak da resmi tarih iki şey yapar: geçmişte utanılacak ne varsa yok sayar, üzerinden atlar, geçmişin kirlerini temizler, boş kareleri doldurur, bir de şanlı, gururlanılacak bir geçmiş, bir tarih imalatına girişir. Şanlı geçmiş yaratmaktan amaç, gururlanacak bir tarih versiyonu üretilerek, işlenen insanlık suçlarının, katliamların, kıyıcılığın ve zulmün hesabının sorulmasını engellemektir. Sadede gelirsek, malûm Osmanlı’nın son dönenimde öyle övünülecek, gururlanılacak
Sayı: 21
pek bir şey yoktu. Geçmiş o kadar da “şanlı” değildi… Özellikle son 40-50 yıl tam bir yenilgi tablosuydu. Nitekim, 1878-1918 arasında geçen 40 yılda Osmanlı yönetici eliti imparatorluk topraklarının %85’ini, nüfusun da %75’ini kaybetmişti. Bu hem yönetici sınıf ve hem de halk katında bir tür aşağılanmışlık ve küçük düşmüşlük duygusu yaratmıştı. Yönetici sınıfta olsun halk nezdinde olsun bir tür onur kırıklığı duygusu egemendi. İşte böylesi koşullarda bir şeyleri yüceltmeye, kahramanlık menkîbeleri üretmeye mecburdular ve Çanakkale Savaşları bu amaç için kullanıldı. Aslında orada savaşan Türk ordusu değil, Osmanlı ordusuydu, Çanakkale’de savaşan 5. Ordunun komutanı da bir Alman generali olan Liman von Sanders’di. Aslında bir tür İngiliz-Alman savaşı söz konusuydu. Tabii ordu imparatorluk ordusu olunca, çok farklı etnik unsurun varlığı da olağan bir şeydir. Nitekim Çanakkale’de savaşan birliklerde, Türkler, Kürtler, Gürcüler, Lazlar, Tatarlar, Çerkezler, Araplar, Ermeniler, Rumlar, Almanlar ve Avusturyalılar vardı. Bir fikir vermek için, mesela, Yarbay Mustafa Kemal’in [daha sonra Atatürk] emrindeki 72. ve 77’inci alayların askerleri Araplardan, Nusayrilerden ve Yezidilerden oluşuyordu. Dahası iki kolordunun ve bir tümenin komutanı da almandı. Ermeni Yüzbaşı Sarkis Torosyan’a Başkomutan Vekili ve Harbiye Nâzırı Enver Paşa tarafından üstün başarı madalyası verildiğini kaç kişi biliyor? Dolayısıyla Çanakkale'nin “milli bilincin” ilk uyandığı yer olduğu tam bir resmi tarih yalanıdır. Orada söz konusu olan
Komünist Zemin
bilinen anlamda “yurt savunması” değildi. Osmanlı İmparatorluğuna hiç bir düşman saldırısı yok iken, Talat ve Enver Paşalar bir oldu-bittiyle imparatorluğu savaşa sokmuşlardı. Asla meşru bir savaş bile söz konusu değildi. Çanakkale’de "şehit" düşen ve rahmetli annemi öksüz bırakan Mehmet Ali dedemin ve daha onbinlercesinin hesabı mutlaka birilerine çıkarılmalıdır. Tabii sizin de söylediğiniz gibi, yenik düşmüş bir ordunun cephelerden birinde zafer kazandı diye öğünmesi saçmadır. Bir raundu kazandı diye yenik boksörün övünmesinin bir anlamı olur mu? Fakat yönetici elitin ve bir bütün olarak mülk sahibi sınıfların “zafere”, “kahramanlık menkîbelerine” ihtiyacı vardı. Tabii bir başka neden de 1915 iki önemli olayın daha yaşandığı bir yıl olmasıydı: Ermeni katliamı ve Sarıkamış faciası. Sarıkamış’ta koskoca bir ordu telef edilmişti. Çanakkale’yi bunca yüceltmelerinin bir nedeni de Ermeni katliamını unutturmak, üstünü örtmektir. Çanakkale savaşını, Mustafa Kemal'i yüceltmenin, kişi kültü yaratmanın da bir aracına dönüştürdüler. Elbette Yarbay Mustafa Kemal, Anafartalar Grup komutanı olarak, son derecede başarılıydı, yüksek düzeyde bir askeri performans ortaya koymuştu ama sonuçta Yarbay rütbesinde [ daha sonra Albay] bir subaydı. Savaşın nihai sonucu üzerinde yegâne belirleyici olması imkânsızdır. Aslında Esad Paşa da çok etkili bir askeri performans ortaya koymuştu ama onun adı pek telaffuz edilmiyor. Daha nice komutanın da…
~ 11 ~
Nasıl olsa bir gün tarih yeniden yazılacak ama bu sefer gerçeğe ihtiyacı olanlar tarafından yazılacak ve o zaman her şey yerli yerine oturacak… Komünist Zemin: Peki, ya Kürtlerin Çanakkale sevdasının nedeni nedir? Kürtlerin, "Biz Çanakkale'de birlikte savaştık" diyerek Türklerle ortak bir tarih ve ortak bir hafıza yaratmak istemesini, nasıl okumak gerekiyor? Zira bu, tarihte eşine rastlanır bir analoji değildir. Mesela Cezayirliler Fransız sömürgeciliğine karşı savaşırken, kalkıp da Fransızlara, "Bizim atalarımız daha önceleri birçok cephede sizinle omuz omuza savaştılar" türünde bir hatırlatmada bulunmadılar. Bunu ne Faslılar yaptı, ne Tunuslular, ne de anti sömürgeci savaş yürütmüş diğer sömürge uluslar yaptılar. Fikret Başkaya: Kürtler de tarihi resmi tarihten öğrendiler. Daha fazlasını da pek merak etmediler. Tabii Kürtlerin Osmanlı İmparatorluğu'ndaki konumu Cezayirlilerin Fransa’yla ilişkisiyle tam örtüşüyor denemez. Cezayir emperyalist-kolonyalist Fransa’nın doğrudan sömürgesiydi, Kürdistan ise Osmanlı İmparatorluğunun “yarı-özerk” bir bölgesiydi. Din ve kısmen de kültür ortaklığı vardı. Kürt bölgelerinin sömürgeleşmesi ulus-devlet projesinin devreye girdiği 1923 sonrasına rastlıyor. Gerçi Kürt hareketi, 1960’dan sonra resmi tarihi ve resmi ideolojiyi sorgulamaya başladı ama İmralı kırılmasından sonra resmi tarih ve resmi ideolojiyle tekrar barıştılar. Kürt hareketi (veya onun ana damarını oluşturan PKK hareketi) şimdilerde o bahsi ka-
Sayı: 21
patmış görünüyor. O zaman da tabii “biz Çanakkale'de, Milli Mücadelede, vb. birlikte savaştık, birlikte zafer kazandık, işte Cumhuriyeti birlikte kurduk diyeceklerdir… Şimdilerde “biz bu devleti Türklerle birlikte kurduk” diyorlar. Türkler yeni bir devlet mi kurdu da siz ona ortak oldunuz? Devlet olduğu yerde duruyordu. 1923’te sadece adı değiştirildi ve o süreçte bırakın Kürtleri, Türklerin dahi bir dahili olmadı. Şimdilerde Kürt hareketi tamamıyla kültüralist bir rotaya savrulmuş bulunuyor ve bu yolun sonu yok. Güney Afrika’ya bakarsak anlarız. Komünist Zemin: Peki ya sol, solun Çanakkale tutkusunu nasıl mütalaa etmek gerekir? Sol hareketteki Çanakkale tutkusunu yanlış antiemperyalizm ya da mayasındaki Kemalizm'le açıklamak mümkün ama bunun başka ne tür sebepleri var sizce? Ya da siz bir bütün olarak sol hareketteki Çanakkale Muharebesi'ne ilişkin yaklaşımı nasıl değerlendiriyorsunuz? Fikret Başkaya: Türkiye’de sol hareket, birincisi, hiç bir zaman resmi tarihi ve resmi ideolojiyi sorun etmedi. Bu ikisiyle radikal bir hesaplaşmaya hiç bir zaman cüret etmedi ve ikincisi, hiç bir temel soruna dair bütünlüklü, iç tutarlılığı ve inandırıcılığı olan bir yaklaşıma, bir duruşa da sahip olmadı. Mesela Ermeni
Komünist Zemin
sorunu olsun, Kürt sorunu olsun, işte Kıbrıs sorunu olsun, laiklik sorunu olsun, vb. derli toplu, özgün bir yaklaşıma sahip olmadı. Başka türlü söylersek, teorik-ideolojik mücadeleyi önemsemedi. Resmi tarihten ve resmi ideolojiden kopmadan bir şeyler yapmanın imkânsızlığını kavrayamadı. Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmayı da sorun etmedi. O zaman Çanakkale savaşlarıyla ilgili düzgün bir duruşa sahip olabilir miydi? Türkiye’de sol hareket iki resmi ideolojinin kesişme noktasında, enterseksiyonunda var oldu: Kemalizm ve Stalinizm. Ve bu ikisinin gerçek anlamda sosyalizmle, sosyalist mücadeleyle bir ilgisi olamazdı. Kemalizme, Stalinizme yaslanmış bir sol ne kadar yol alabilir, bir şeyler başarabilirdi? Rejimin niteliğini tartışmaya cüret etmeden, onun resmi ideolojisiyle hesaplaşmadan kendi farklılığınızı insanlara, kitlelere anlatabilir misiniz? Tabii o zaman Çanakkale'yle ilgili olarak da farklı, orijinal, inandırıcılığı olan bir yaklaşım mümkün olmazdı. Komünist Zemin: Peki ya Kürtler, Kürtlerin Çanakkale üzerinden kendi katili ile ortak bir tarih yaratma çabasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu durumun Cezayir halkını Fransa'nın çıkarları için I. ve II. Emperyalist Savaş'ta çarpışıp, bunun üzerinden Fransızlar ile arasında ortak tarihsel
bir bağ kurmasından farkı var mıdır? Fikret Başkaya: Türkiye solunun Çanakkale bahsinde kendine özgü bir yaklaşımı olmadığı gibi, Kürtlerin de o konuda Türklerden farklı bir görüşleri yok. Bu vesileyle bir hususu da hatırlamak uygun olur. Söylediklerimden, söylemek istediklerimden, resmi tarihe ve resmi ideolojiye karşı çıkıp “başka”, “farklı” bir tarih versiyonu oluşturmayı amaçlayanın yazdığı tarihin mutlaka gerçek tarih olduğu sonucu çıkarmak uygun olmaz. Asla böylesi bir kesinlik söz konusu değildir. Devlet tarihçisi [resmi tarihçi] değil, öyleyse söylediği muteber diye bir kural yoktur ve olmamalıdır. Tersinden bir resmi ideoloji üretme riski her zaman mevcuttur. Yöntem üstünlüğüne sahip olmak, gerçeğin tapusuna sahip olmak anlamına gelmez. Eğer tahrif edilmiş bir tarih versiyonu olan resmi tarihe karşı çıkan, bilimsel/entelektüel yetkinliğe sahip değilse, bilimsel öğelerin diyalektik bütünlüğünü yakalayabilecek yüksekliğe çıkamıyorsa, onun ürettiği tarih versiyonu da sorunlu olmaktan kurtulamaz. Komünist Zemin: Bize zaman ayırıp, değerli düşüncelerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz.
Not: Gerek Osmanlı Devleti'nin karakterine, gerek Kürdistan'ın sömürgeleştirilmesinin tarihine, gerekse
de genel olarak sömürgeciliğin tanımına ve tarihine ilişkin sevgili Fikret Başkaya ile aynı fikirde olmadığımızı burada belirtmek istiyoruz. Lakin söz konusu olan bir polemik ya da tartışma değil de, bir söyleşi olduğundan, bu husustaki görüşlerimizi burada belirtmek yerine, bu kaydı düşmekle yetiniyoruz.
~ 12 ~
Sayı: 21
Komünist Zemin
1915 Jenosidi Dolayısıyla Ermenilerden ve Süryanilerden Özür Dilenebilir mi? Ermeni ve Süryani jenosidinin üzerinden 99 yıl geçti. Bu jenosidin 100. yılı yaklaşırken, "Ermenilerden ve Süryanilerden özür dilensin, soykırım kabul edilsin!" kampanyaları da hız kazanmıştır. Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki, Türklerin önemli bir çoğunluğu, 1915’de Ermenilere ve Süryanilere karşı işlenmiş suçları savunmaktadırlar, bundan dolayıdır ki bu çoğunluk 1915’de işlenmiş olan suçun ortağı durumundadır. Hal böyle olunca da çoğunluk açısından bu meseleyi tartışma konusu yapmak bir anlam ifade etmemektedir. Peki, eğer Türklerin çoğunluğu 1915'de yapılan jenosidi savunmuyor olsaydı, o vakit bu çoğunluk suç ortağı olmaktan kurtulmuş olur muydu? Eğer durum bunun tersi olsaydı, yani bu çoğunluk, geçmişte işlenmiş olan cinayetleri savunmuyor ve mahkûm ediyor olsaydı, geçmişte işlenmiş bu suçların doğrudan suç ortağı olarak görülmeyecekti. Bunun da ötesinde bu çoğunluk, geçmiş adına, katledilenlerden ve katledilenlerle aynı aidiyetlere sahip olan bugünkü ardıllarından özür dileme hakkına ve mesuliyetine de sahip olmazdı. Bu durum, bu çoğunluğa, geçmişte işlenmiş olan suçlarla bağını koparma imkânı verirdi, ama suç ortaklığının bir bütün olarak ortadan kalkmasına yol açmazdı. Yani, “Biz, geçmişte yaşananları suç olarak kabul ediyor ve bunu mahkûm ediyoruz” de-
mek, geçmişte işlenmiş suçların ortağı olmaktan kurtulmak için yetmezdi. O halde suç ortaklığından kurtulabilmenin önkoşulu ne olabilir? İster Ermenileri ve Süryanileri katleden ve katledilenlerden artakalanlarını sürgün eden bir devletin vatandaşları olan Türkler için olsun, ister Yahu-
~ 13 ~
dileri katleden Alman devletinin vatandaşları olan Almanlar için olsun, isterse de Amerika’nın ve Avustralya’nın yerlilerini katlederek bu coğrafyalara yerleşen ya da oralardaki zenginlikleri talan eden Avrupalı devletlerin vatandaşları için olsun; geçmişte işlenmiş suçlarla suç ortaklığından kurtulabilmenin yegâne yolu, bu devletlerin kültürel, tarihsel, sosyal, siyasal ve iktisadi
Sayı: 21
bütün değerlerini ve mirasını radikal bir biçimde reddetmektir. Yoksa, hem Avrupa’ya taşınmış zenginlikten pay alıp, hem de geçmişte Kızılderililere, Aborjinlere ve Siyahlara karşı yapılanlardan dolayı özür dilemek söz konusu olamaz. Ya da, hem “Ne mutlu Türküm diyene” diye naralar atıp, bu coğrafyada yaşamış olan ya da yaşayan başka toplulukların ve uygarlıkların yok edilmesi yoluyla kurulmuş olan Türk devletinin varlığını kabul edip, sonra da geçmişte yapılanlardan dolayı özür dileyerek geçmişte işlenmiş olan cinayetlerle bağını koparmak da söz konusu olamaz. Örneğin bugün Batı’da yaşayıp da, geçmişte işlenmiş suçlardan dolayı sorumlu tutulmak istemeyenlerin atacakları ilk adım, Batı’nın kapılarının dünyanın yoksullarına açılmasını savunmak ve dünyadaki yoksulluğu paylaşmak için adım atmak olmalıdır. Keza aynı şekilde Türkler de, eğer ki geçmişte işlenmiş suçların ortağı olmak istemiyorlarsa, atacakları ilk adım, Türklüğün yüceltildiği kültürü reddetmek, bugün Türkiye diye tarif edilen coğrafyada yaşayan ya da yaşamak isteyen her bireyin eşit ve gönüllü ortaklığına dayanan bir yaşam için mücadele etmek olmalıdır. Suç, ceza ve özür ya da af meselesine gelince; bir suçtan dolayı özür dileme ve affetme hakkına sahip olanlar, yalnızca ve yalnızca doğrudan bu olayı yaşamış olanlardır. Aksi bir düşünce kişi üzerinde topluluğun tasarruf hakkını savunmak anlamına gelir ki, bu da kişi hakkına, kişinin yaşama hakkına saygısızlıktır.
Komünist Zemin
Jenoside Uğrayan ve Sürgün Edilenlerden Gasp Edilen Mülklerin Varislerine İade Edilmesi İçin Yapılan Tartışmalara İlişkin Bir Kaç Not Bir başka sorun ise, jenoside uğrayan ve sürgün edilen topluluklardan gasp edilen mülklerdir. Bu sorun, farklı adlarda olsa da karşımıza her yanda aynı biçimde çıkmaktadır. Bu tartışmanın en son yapıldığı yer Almanya olmuştu. Almanya'da da 1933-45 yıllarında öldürülen ve Almanya'dan kaçmak zorunda kalan Yahudilerin mülkleri tartışma konusu edilmiş ve öldürülen kimi Yahudilerin mülklerinin varislerine iadesi ve mağdurların yakınlarına tazminat ödenmesi gündeme gelmişti. Benzer tartışmalar Avrupalılar tarafından yok edilen Afrika’nın, Asya’nın, Avustralya’nın, Yeni Gine’nin, Polinezya Adaları’nın ve Amerika’nın yerlileri ile ilgili olarak da gündeme gelmişti. 1915 senesinde katledilen Ermenilerin ve Süryanilerin, keza Mübadele yıllarında ve en son olarak da 6-7 Eylül olayları sonrası süreçte Rumlara ait malların gasp yoluyla Türkleştirilmesi de aynı tartışmanın konusudur. O halde ne yapmalı? Esasen özür dilemenin mantıki sonucu olarak, bu kurbanların mülklerinin de bugün onların adına özür kabul etme hakkını kendilerinde bulanlara devredilmesi gerekiyor. Peki, bu doğru mudur? Eğer bu tartışmayı bu minvalde sürdürecek olursak, yani meseleye özür kampanyası yürütenlerin pen-
~ 14 ~
ceresinden bakacak olursak, adaletin tecelli etmesi için gasp edilen mülklerin de sahiplerinin yaşayan yakınlarına devredilmesini savunmak gerekir. Hayır, tartışmayı bu biçimde sürdürerek bir yere varmak mümkün değildir. Çünkü eğer bir yerde bir mülk varsa, bu, mutlaka bir başkasının yoksunluğunun sonucu olarak oluşmuş demektir. Sözün özü, mülkiyetin kendisi hırsızlıktır. Varsayalım ki, Alman devleti 1933–45 arası yıllarda Yahudilerden gasp ettiği altınları ve mülkleri bugün geri vermek istiyor. Peki, bu durumda bunları kime verecek? Dünyadaki bütün Yahudilere mi? İsrail devletine mi? Yoksa geçmişte bu mülklerin ve altınların sahibi olanların bugün hayatta olan yakınlarına mı? Aynı şey Avrupa’nın bütünü için geçerlidir. Avrupa’nın zenginliği, Afrika’nın, Asya’nın ve Amerika kıtasının talanına dayanmaktadır. Eğer bugün Avrupalılar bu suçtan kurtulmak isteseler, bu durumda bu coğrafyalardan gasp edilen zenginlikleri kime geri verecekler? Olmaz ya, diyelim ki Afrikalı ve Asyalılara verilecek, peki bu kime ve neye göre verilecek? Keza aynı şey, katledilen ve mülklerine el konulan Ermeniler, Rumlar ve Süryaniler için de geçerlidir. Bugün Türk devleti karar alsa ve gasp edilen mülklerin sahiplerine geri verilmesini kararlaştırsa, bu mülkler, yaşıyorlarsa sahiplerine, eğer yaşamıyorlarsa yaşayan yakınlarına mı verilecek? Diyelim ki bu mümkündür; peki, mülkiyet hakkını ve mülkiyet hakkının devredilmesini savunmak doğru mudur?
Sayı: 21
Komünist Zemin
Marks, İlerlemecilik ve Marks'ın Komünizm Tasavvuru Üzerine Notlar Eğer genel bir belirleme yapacak olursak, ilerlemecilik anlayışının kendisi sosyal Darwinizm'dir. Marks‟ın da bu alanda sosyal Darwinizm yaptığını söyleyebiliriz. Darwin‟in canlı türleri alanında oluşturmuş olduğu sistemi Marks, toplumların gelişme yasası olarak kabul etmiş ve önermiştir. Toplumlar için bir ve tek “gelişme” yasası olduğunu bir ön kabul olarak esas almış, toplumların kapitalist yolu izlemesinin şart olduğunu ileri sürmüştür. Marks‟ın “uygarlaşma” dediği, toplum alanında bir evrimciliktir. Hindistan‟ın İngilizler tarafından sömürgeleştirilmesine taraf olması da tam bu nedenden dolayıdır. Zira Marks‟a göre “gelişme”nin yolu Batı‟nın daha önce girmiş olduğu yolu takip etmekten geçmektedir. Ama ne var ki, ne 1917 Ekim Devrimi, ne 1949 Çin Devrimi, ne de diğerleri Marks‟ın ön kabulüne göre gelişmemiş ve bu yolu izlememiştir. Gramsci‟nin, Ekim Devrimi'ni “Kapital'e karşı devrim” olarak tanımlaması bundandır. Bütün bunlar bir yana, her şeyden önce bu tür bir indirgemecilik doğru değildir. Zira türleri belirleyen (en azından insanın doğaya müdahalesi olmadan önce) doğanın ya da doğal yaşamın kendisiyken, insan türünü de belirleyen başlangıçta doğa ve doğa koşulları iken, özellikle sınıflı toplumlarla birlikte bu değişmiştir. Özellikle sınıflı toplumlarla birlikte insanı ve toplumları belirleyen,
egemen olan topluluk ya da egemen topluluğa karşı yürütülen savaş olmuştur. Yani diğer canlı türlerinin “gelişme”sini belirleyen doğal yaşam iken, insan türünün “gelişme”sini belirleyen, ağırlıklı olarak bizzat insanın kendisi, daha doğrusu insanın insanla savaşı olmuştur. Burada belirlenme derken kastettiğimiz, onun biyolojik bir varlık olarak evrimi değil, sosyal bir varlık olarak değişip dönüşmesidir. Kaldı ki biyolojik evrimin de artık doğa koşullarına ve doğal koşullara göre gelişmiyor. Peki, kapitalizme hiç bulaşmadan eşitlikçi bir toplum kurulabilir mi” Bu soruya cevabımız, “evet” olacak. Zira tarihte eşitlikçi toplumlar zaten mevcuttu. Ama Marks‟ın kastettiği eşitlikçi toplum kurulamazdı, kurulamaz da. Birincisi, Mark-
~ 15 ~
sizm, kapitalizm koşullarında ortaya çıkmış bir düşünce ve kurtuluş çağrısıdır. İkincisi, Marks, kafasındaki eşitlikçi toplumu bir sanayi toplumu, daha doğrusu sanayiye ve tekniğe dayalı yaratılacak bir bolluk toplumu olarak tasavvur etmiştir. Hal böyle olunca da, tarihsel üstünlüğü eline geçirmiş olan Batının ve kapitalizmin ayak izlerini takip etmek elzem olmuştur. Zaten sorular da bu noktadan itibaren başlıyor. Birinci soru: Eğer kapitalizm varlığını doğayı ve doğal olanı yok ederek var eden bir uygarlık ise, o halde kapitalist uygarlığın amentüsü olan endüstriyel gelişmişlik, eşitlikçi ve doğayla uyumlu bir uygarlık olan komünist uygarlığa ulaşabilmenin aracı olabilir mi? Ama ne yazıktır ki Marks, aynı mantığı kapitalist siste-
Sayı: 21
min bütünü açısından işletmemiştir. Kendisini var etmek için yok etmek zorunda olan kapitalist sistemin gelişme dinamiklerini; örneğin sanayileşme ve aşırı üretim gibi yanları, komünist topluma ulaşabilmenin önkoşulu olarak kabul etmeye devam etmiştir. Ortaya çıkmış olan her sınıflı toplum, kendisini bir önceki sınıflı toplumun bünyesinde var etmiştir ve bu anlamıyla da bir önceki toplumun devamıdır. Burada bir sorun yoktur, zira bu toplumların temel ortak özellikleri bir ve aynıydı. Bu toplumların en temel ortak özellikleri toplumsal eşitsizlikleri ve sınıf egemenliğini sürdürmenin yanı sıra, şu veya bu biçimde doğanın, doğal zenginliklerin ve insan emeğinin talanıydı. Dolayısıyla da birinin bir diğerinin öncülü ya da ardılı olması bir sorun teşkil etmemiştir. Lakin sınıfsız bir toplum olan komünist toplumun, sınıflı ve yıkıcı bir toplum olan kapitalist sistemin araçlarıyla inşası mümkün olmadığı gibi, kapitalist toplumun bağrından çıkması da mümkün değildir. İkinci soru: Eşitlikçi bir toplum bolluk üzerine kurulabilir mi? Marks, eşitlikçi bir toplum olarak komünist toplumu kurgularken, komünist toplumu, “zenginliklerin gürül gürül aktığı, herkesin ihtiyacı olanı alabildiği” ve dahası, “sırtüstü yatma özgürlüğünün olduğu bir toplum” olarak kurgular. Marks, kafasındaki toplumu bu biçimde kurgulayınca, haliyle de bu derecede yoğunlaşmış bir üretime, tüketime ve az çalışmaya uygun araç olarak makineleşmeyi, endüstrileşmeyi ve tekniği olmazsa olmaz
Komünist Zemin
olarak kabul etmek durumundadır. Şimdi Marks‟ı bir an için onaylayalım ve varsayalım ki bu yolla bir zenginlik yaratmayı ve bu zenginlik üzerine bir toplum kurmayı tasarlıyoruz. Peki, doğal kaynakların ve doğanın bu tür bir tüketimi fiziki olarak kaldırabilme gücü var mıdır? Günümüzde toplam üretimin yüzde seksenini dünya nüfusunun yüzde yirmisi tükettiği halde, dünya tam bir çöplüğe dönmüş, neredeyse daha şimdiden geriye dönüşü mümkün olmayan tahribatlar oluşmuştur. Bir de herkesin, yani geri kalan yüzde seksenlik bölümün de bu yüzde yirmilik kesim kadar tükettiği bir dünya düşünelim; buna ne kaynak yeter, ne de gezegen bu durumu kaldırabilir. Tam da bu nokta da akla şu soru geliyor: Üretici güçlerin yeterli olgunluğa ulaşmadığı bir durumda, Marks'ın tarif ettiği bir toplumun, yani "zenginliklerin gürül gürül aktığı, sırtüstü yatma özgürlüğünün olduğu" bir toplum nasıl inşa edilebilir ki? Doğrudur, eğer eşitlikçi bir toplum projesi olan komünist toplumu “zenginliklerin gürül gürül aktığı, herkesin yeteneği oranında sunup, ihtiyacı kadar tükettiği” bir toplum olarak tasavvur edersek ki, Marks‟ta böyledir; bu durumda üretici güçlerin gelişmiş, üretimin ise yeterli derecede artmış olması gerekmektedir. Zaten bizim itirazımız, tam da bu noktada başlamaktadır. Biz diyoruz ki, komünist toplum projesi doğrudur, ama onun esasını üretici güçlerin gelişmesine bağlı olarak oluşacak bir bolluğun ve tembelliğin oluşturması yanlıştır.
~ 16 ~
Sınıflı bütün toplumların zıddı olan komünist toplumun, her şeyden önce kendinden önceki toplumların bütün bir kültürünü reddetmesi gerekiyor. Çünkü sınıflı toplumlar bütün bir kültürü kendi ihtiyaçlarının bir aracı olarak üretmiştirler ve sınıflı toplumlarda yaratılmış bütün bir kültür (üretim, tüketim, ihtiyaç, güzel, çirkin, iyi, kötü, dost, düşman vb.), sınıflı toplumun kendisini yeniden üretebilmesinin aracı olarak işlev görmüştür; dönüştürülemez ve hayırlı bir işlev görmesi sağlanamaz. Dolayısıyla da, eğer komünizm bütün zamanlarda ortaya çıkmış uygarlıkların dışında bir uygarlık olacak ise, bu durumda kendi kültürüne, değerlerine ve araçlarına sahip olmak durumundadır. Örneğin komünist toplum, diğer bütün uygarlıkların aksine, insan merkezli olamaz. İnsan merkezli olan bir toplumsal proje, istemese de doğaya ve doğadaki diğer canlılara yabancılaşmak zorunda kalacaktır. İnsan neslinin bu derece her şeyin merkezine konulması, insan merkezli bir başka ırkçılığı da beraberinde geliştirecektir. Bu anlamıyla Marksizm‟in toplumsal kurtuluş projesi olan komünizmin, insan merkezli olması doğru değildir. Üçüncü soru: Marks‟ın formüle ettiği ve insan merkezli bir toplum olan komünist toplumun, doğa ile barışık olabilmesi mümkün müdür? Marks‟ın bahsettiği iki ayrı yabancılaşma, belki bize bu konuda bir bilgi verebilir. Bilindiği gibi Marks, iki türlü yabancılaşmadan bahseder ve bun-
Sayı: 21
lardan birini olumlu, diğerini ise olumsuz değerlendirir. Olumlu olarak bulduğu, doğadan kopuş anlamındaki yabancılaşmadır. Marks, insanın doğadan koparak kültürel ve toplumsal alanda kendine ait bir doğa kurduğunu ve bunun ise zorunlu ama aynı zamanda da olumlu yabancılaşma olduğunu söyler. Buradan bizim anladığımız şudur: Marks, insanın doğadan yabancılaşmasını istiyor ve bu kopuşu insanın özgürleşebilmesinin bir şartı olarak görüyor. Keza Troçki de bunu teyit eder: “Araç sadece amaçla doğrulanabilir. Ama amacın da doğrulanmaya ihtiyacı vardır. Proletaryanın tarihsel çıkarlarını dile getiren Marksizm yönünden, amaç eğer insanın doğa üzerindeki egemenliğini artırmaya ve insanın insan üzerindeki egemenliğini kırmaya götürüyorsa doğrulanmış olur.” (Troçki: Onların Ahlakı, Bizim Ahlakımız) Eğer bizim anladığımız doğruysa, gerek Marks, gerekse de ardılları, insanın özgürleşmesine paralel olarak, insanın doğa üzerinde egemenlik kurmasını şart koşuyorlar. Biz bu yaklaşımı sakıncalı ve çözümsüzlük olarak değerlendiriyoruz. İnsanın önce insan olmayan canlılar üzerinde egemenlik kurup onları kendi ihtiyaçlarına göre eğitmesini bir “ilerleme” olarak gören, sonra da bu “ilerleme”yi bir bütün olarak doğayı kontrol altına almakla taçlandıran bir anlayış hem insan merkezli olduğu için ırkçıdır, hem de bu tür bir anlayışın sonu yıkım
Komünist Zemin
demektir. Zaten kapitalist sistemin temel kalkış noktası da bundan farklı değildir. Kapitalist sistemin kalkış noktası insan soyunun tamamı değil, onun bir bölümü olsa da, sonuçta insan merkezlidir; dolayısıyla da hem ırkçı, hem de yıkıcıdır. Komünistlerin eşitlikçi toplum anlayışları ve bu toplumun kültürü başka değerlere dayanmak ve doğa merkezli olmak zorundadır. Aksi takdirde, eğer bolluğa, tüketime ve insanı merkez alan bir anlayış, ister bu anlayışın uygulayıcısı Komünistler, isterse de Kapitalistler olsun, sonuçta varılacak yer aynı olacaktır. Aslında Sovyetler Birliği'nin izlemiş olduğu yol ile kapitalist dünyanın izlemiş olduğu yola bakacak olursak, biri "toplum" adına, diğeri ise egemen bir sınıf adına, ama aynı yolu izlemişlerdir ve her iki sistemin de yol açtığı sonuçlar aynı derecede yıkıcı olmuştur. Burada şunu da hemen belirtmek gerekir ki, Sovyetler Birliği‟nde izlenen yolun Stalin‟le alakası yoktur, iktidarda sınıfın kendisi ya da Lenin de olsaydı, izlenecek yol aynı olacaktı. Yani yine aşırı silahlanma, endüstri, atom santralleri vs. kurulacaktı. Çünkü Marks‟ın tarif ettiği müreffeh seviyeye ulaşabilmenin başka yolu yoktur. O halde ne yapmalı? Öyle ya, mademki Marks‟ın eşitlikçi toplum tasavvurunu sakıncalı buluyoruz, o zaman yerine bir alternatif önermek gerekiyor. Aslında biz bir alternatif önermekle yükümlü olduğumuzu düşünmüyoruz.
~ 17 ~
Zaten geleceğin toplumunun tarifini bugünden yapmak doğru da olmaz; zira bu bir tür ikamecilik olur. Ama bu, geleceğin toplumuna kafa yormayacağımız anlamına da gelmiyor. Bunun da ötesinde, eşitlikçi bir toplum için mücadele eden her çağın devrimcileri, eşitlikçi bir topluma ulaşabilmenin olmazsa olmazlarını belirlemek ve bunu gereklerini yerine getirmekle yükümlüdürler. Buradan hareketle diyoruz ki, Kapitalist sistem ve onun değerleri, dayanakları ve kültürü toptan imha edilmeden, eşitlikçi bir topluma doğru yol alınamaz. Buradan hareketle diyoruz ki, Kapitalist toplumun kendi ihtiyaçları için geliştirmiş olduğu endüstri ve teknik, eşitlikçi bir uygarlık kurabilmenin araçları olamaz. Buradan hareketle diyoruz ki, bolluğu, tüketimi, sırtüstü yatmayı ve doğayı kontrol etmeyi esas alan bir anlayışla eşitlikçi bir toplum kurulamaz. Bu belirlemeleri yaptıktan sonra, bugünden ancak şunları söyleyebiliriz: Eşitlikçi bir toplum bolluk ya da yokluk üzerine değil, başka bir kültür üzerine kurulabilir. Yani geleceğin toplumunun ihtiyaçları ve ihtiyaçtan anladığı başka olmak durumundadır. Örneğin gelecekteki toplumun insanı, bolluk, yokluk, zenginlik, fakirlik kavramlarına yabancı olmak durumundadır; aksi takdirde bugünkü noktaya dönülmesi kaçınılmaz olacaktır. Yani Marks‟ın dediği gibi, geriye dönüşü engellemenin yolu bolluk değil, ancak başka bir kültür olabilir.
Sayı: 21
Tabii ki insanın kendi kaderini doğanın akışına terk etmesi beklenemez, dolayısıyla da geleceğin toplumu da doğadan gelebilecek tehditlere karşı kendi tedbirini almak zorundadır. Örneğin kuraklık, sel, deprem vb. felaketler karşısında insan nesli kendi tedbirini almak durumundadır. Ama doğayı kontrol altına almak ve Marks‟ın dediği gibi, “insanın doğanın dışına çıkarak kendi doğasını yaratması” doğru değildir. Tabii ki teknik de kullanılacaktır, ama teknik ile endüstri ayrı şeylerdir. Teknik, esasında insanın tarihinde hep var olmuştur, endüstri ise insanın hayatına çok geç bir tarihte girmiş ve hem insan hayatını, hem de bütün bir canlı yaşamı tehdidi altına almıştır. Keza makine de insanın hayatında olacaktır, zira makine de endüstri demek değildir. Daha da önemlisi, tekniğin ve makinenin geleceğin toplumundaki işlevi bolluk yaratmak değil, yaşamı kolaylaştırmak olmalıdır. Ve en önemlisi de makine ve teknik, doğal enerji kaynaklarına tabi kılınmalıdır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, komünistler, geleceğin toplumunu projelendirmekle yükümlü değildirler, dahası bundan imtina etmelidirler. Komünistler de herkes gibi kafa yorabilirler ve fikirlerini herkesle paylaşabilirler ama kendilerini gelecekteki toplumun asli kurucusu olarak görmezler. Komünistler, nasıl ki bugün, eşitlikçi bir toplum kurabilmenin ön şartı olarak kapitalizmin imha edilmesini şart koşuyorlarsa, eşitlikçi bir toplumun ne ve nasıl olması gerektiği konusunda da fikirlerini dile getirir-
Komünist Zemin
ler. Ama „böyle olacaktır” demek hem belirlemeci, hem de faraza olur. Komünistler, en fazla, yaşanmış olanların ışığında, eşitlikçi bir toplumun hangi koşullarda mümkün olamayacağını iddia edebilirler; tıpkı bizim şimdi iddia ettiğimiz gibi. Tam da bu noktada şöyle bir itiraz gelebilir: “Marks‟ı büyük ölçüde Marks yapan düşünceye saldırıyorsunuz. İlerlemeciliği ve onun tüm mantıki sonuçlarını çıkardığınızda Marks'ın oluşturduğu düşünce ve stratejiden geriye ne kalır ki?” Bu itiraza bizim itirazımız şudur: İlerlemecilik Marks‟ın icat ettiği değil, sürdürdüğü bir anlayıştır. Marksizm‟in esasını oluşturan ya da onu „izm‟ yapan şey, ilerlemeci tarih anlayışı değil, tarih anlayışının kendisidir. Bunun da ötesinde, Tarihsel materyalizm ve bu zeminde geliştirmiş olduğu sınıf eksenli tarih anlayışıdır. Ve tabii ki bu zemin üzerine inşa ettiği ideolojik ve programatik hattır. Marks‟ın, sınıfsız ve eşitlikçi bir topluma doğru gidişte, geleceğin toplumuna gidişin yollarını açıyor gibi bir gerekçeyle burjuvaziye ilerici, kapitalist üretim ilişkilerine ve üretim araçlarına da olumlu bir anlam yüklemiş olması, Marks‟ı Marks yapan nokta değildir. Marks, komünist toplumu kendince tasavvur ettiği için, bu tasavvura uygun olan her şeye de bir olumluluk atfetmiştir. Yanlış olan Marks‟ın burjuvaziye ve onun araçlarına yüklediği olumlu anlamdan ziyade, yanlış olan onun Komünist toplum tasavvurudur. Eğer komünist toplumu bu biçimde tasavvur edecek olur-
~ 18 ~
sak, istemesek de Marks‟ın düştüğü duruma düşeriz. Marks‟ın bu derece bir handikap içine düşmesinin tek nedeni ilerlemeci bir tarih anlayışı değildir. Örneğin bir başka nedeni de, kapitalizmin yıkıcı sonuçlarını görememiş ve tahmin edememiş olmasıdır. Mesela bu anlayışın bir başka tezahürünü, Marks'ın işçi sınıfının siyasetin öznesi olamamasını ve kendi kurtuluşu için yeterince enerji ve zaman ayıramıyor olmasını, işçi sınıfının zaman sorunuyla açıklamasında görürüz. Bu konuda Marks şöyle diyor: “Eğer işçilerin daha çok boş zamanları olursa, bu durumda daha fazla kendi kurtuluşlarına enerji sarf eder, daha çok siyasete müdahale ederler.” Ama gördük ki, hayat hiç de Marks‟ın izah ettiği gibi gelişmedi; işçilerin boş vakitleri arttıkça, siyasetten daha fazla uzaklaştılar ve kapitalist tüketim toplumu ile daha fazla bütünleştiler. Marks'ı handikaba sürükleyen bir başka neden ise, toplum yasalarına tek bir düzlemden bakmış olması, indirgemeci olmasıdır. Esasında Marks, tam bir iktisatçı mantığıyla toplum mühendisliği yapmaya çalışmış, bunu bir de Darwinizm ile birleştirince, ortaya bir tür "sosyal Darwinizm çıkmış, bu da Marks'ın bir çok alanda çuvallamasına neden olmuştur.
Sayı: 21
Komünist Zemin
Kremlinoloji "İnsanın insanlığının" Stalinist kurtarılışı en temel haliyle dil düzeyinde görülür. Eğer yeni post-insanın dili, bir sinyaller dili olacaksa, artık özneyi tam olarak temsil etmeyecekse, Stalinist dilin bu dilin hayal edilebilecek en şiddetli karşıtı olacağına şaşmamak gerek. Arıların en karmaşık sinyallerinin tersine, insan dilini niteleyen şey, Lacan'ın "boş konuşma," yani düzanlam değeri (açık seçik içeriği), konuşanla dinleyen arasındaki özneler arası ilişkilerin bir indeksi olarak işlev görmesi için askıya alınan konuşmadır ve bu askıya alma Stalinist jargonun temel özelliği, "Kremlinoloji" biliminin nesnesidir. Sovyet dönemi arşivleri ardına dek açılmadan önce, neler olduğunu, neler olmuş olacağını anlamaya çalışan yabancı uzmanlar, dedikodulara dayandıkları için hakarete uğruyorlardı: şu ve şu, şu ve şundan şunu ve şunu duymuş, o da kamptaki birilerinden duymuş, o da eminmiş ki... [buraya fantastik özellikler koyun]. Bu tür dedikodu uzmanlığının eleştirmenleri haklıydı. Ama şimdi bile çok az kişinin fark etmediği bir şey, burada öne çıkan noktanın Stalin'in Sovyetler Birliği'ndeki söylenti ve politik tanrılaştırmanın güvenilir olması değil de, onun ikna edici olması olabileceğidir. Kremlinoloji Harvard'da değil, Kremlin'in içinde ve çevre-
sinde oluştu. Bu bütün rejimin işleyiş biçimiydi, ve Sovyetler Birliği'ndeki herkes belli ölçüde bunu yapıyordu, tepedekiler daha da fazla yapıyordu. Bakanlıklar arası savaş ve Mobius şeridi benzeri entrikalar arasında, Stalinist yaşam ve ölüm saydamsızdı, nerede olursanız olun ve kimi tanırsanız tanıyın. Aynı zamanda hem düzenli hem belirsizdi. Nisan 1939'da, Komintem'in göstermelik başkanı Georgi Dimitrov, Pravda'nın ve İzvestiya'nın onur komitesi haberinde beklenmedik bir şekilde yer almaması yüzünden telaşlanmıştır. 1 Mayıs gösterisinde portrelerinin taşındığını öğrendiği zaman acısı hafifler, bu olay aynı zamanda onunla ilgili uğursuz dedikoduları keser. Ama yine bir şey olur. "Uluslararası Kadınlar Günü tarihinde ilk kez onur komitesine seçilmedim," diye yazar 8 Mart 1941'de. "Bu elbette bir tesadüf değil." Ama anlamı nedir? Dimitrov Kremlin'e ondan daha yakın biri kim olabilir ki? Mozelum koreografisini inceleyen, kehanetlere başvuran, söylentiler arasında boğulan müzmin bir Kremlinolojistti. Yine bu çerçevede bir başka komik ayrıntı: "Birleşik TroçkistZinovyevist Merkezi"ne karşı gösteri mahkemesindeki savcı bu "Merkez"in suikast yapmayı
~ 19 ~
tasarladığı kişilerin bir listesini yayınlar (Stalin, Kirov, Jdanov... ); bu liste "Stalin'e seçkin bir yakınlığı gösterdiği için acayip bir iltifat" halini alır." Molotov, Stalin'le arası iyi olduğu halde, kendisinin listede olmadığını ögrenince şok olur: bu neyin göstergesidir? Stalin'den bir uyarı mi, yoksa yakında onun da tutuklanma sırasının geleceğinin bir belirtisi mi? Hiç şüphesiz ki, Mısırlıların sırları Mısırlilar için de birer sırdı. Gerçek "göstergeler imparatorluğu" Stalinci Sovyet Birliği'ydi. Sovyet dilbilimci Eric HanPira'nın anlattığı bir hikaye bu "göstergeler imparatorluğunun" total anlamsal doygunluğunun kusursuz bir örneğidir, tam da doğrudan düzanlamın içinin boşaltılmasını konu eder. Uzun yıllar boyunca, Sovyet medyası ne zaman yüksek nomenklatura'nın bir
Sayı: 21
üyesinin cenaze törenini haber verse, klişe bir kalıp kullanırdı: "Kremlin duvarının yanındaki Kızıl Meydan'a gömüldü." Fakat, 1960'larda, yer kalmadığından, ölenlerin büyük kısmı yakıldı ve küllerini içeren kaplar duvarın üzerindeki boşluklara konmaya başlandı fakat basın açıklamalarında yine o eski klişe kullanılıyordu. Bu uyuşmazlık Sovyet Bilimler Akademisi'nin Rus Dili Enstitüsü'nün on beş üyesini Komünist Parti Merkez Komitesi'ne bir mektup yazıp ifadenin güncel gerçekliğe uygun şekilde değiştirilmesini önermeye sevk etti: "Kül dolu kap Kremlin Duvarı'na yerleştirildi." Birkaç hafta sonra, Merkez Komite'nin bir üyesi Enstitü'ye telefon açtı, onlara Merkez Komite'nin önerilerini ele aldığını ve eski kalıbı korumaya karar verdiğini bildirdi; bu karar için herhangi bir sebep göstermedi.' Sovyet "göstergeler imparatorluğunu" düzenleyen kurallara göre MK haklıydı: değişiklik sadece ölenlerin artık yakıldığını, küllerinin de duvara yerleştirildiğini göstermeyecekti; standart kalıptan herhangi bir sapma, delice bir yorum etkinliğini tetikleyen bir gösterge olarak yorumlanacaktı. Yani, aktarılacak herhangi bir mesaj olmadığına göre, neden bir şeyleri değiştirelim? Bu çıkarıma basit "rasyonel" bir çözüm olasılığıyla karşı çıkılabilir: neden kalıbı değiştirip bunun hiçbir anlamı olmadığı, sadece yeni bir gerçeği kaydettiği yolunda bir açıklama eklemeyelim? Bu tür "rasyonel" bir yaklaşım Sovyet "göstergeler imparatorluğunun" mantığını tümden kaçırır: onda her şeyin bir an-
Komünist Zemin
lamı olduğundan, bir anlamın reddedilmesi bile ve özellikle de bu tür bir red çok daha delice bir yorum etkinliğini tetikleyecektir - bu sadece belli, iyi kurulmuş bir semiyotik uzam içindeki anlamlı bir gösterge olarak okunmayacak, aynı zamanda bu anlamsal uzamın temel kurallarının değişmekte olduğunun güçlü bir metaanlamsal belirtisi olacak, bu yüzden de tam bir karmaşaya, hatta paniğe yol açacaktır! Bazı Sovyet liderleri belli bir ironi duygusunu korudu ve olguların bu total esnekliği konusunda karanlık bir mizah duygusu sergiledi; 1956'nın başlarında, Anastas Mikoyan, Moskova'nın ihraç etme kararını açıklamak üzere, Budapeşte'ye Macaristan'ın aşırı Stalinist lideri Matyas Rakosi'nin yanına uçtuğu zaman, Rakosi'ye şöyle dedi: "Sovyet liderliği senin hasta olduğuna karar verdi. Moskova'da tedavi edilmen gerekiyor." İkinci Dünya Savaşı sonrası Sovyet diyalektik maddecilik ders kitaplarını, örneğin Mark Rozental'ın ilk baskısı Moskova'da 1951 yılında yayımlanan Marksist Diyalektik Yöntem adlı kitabını bu perspektiften yeniden okumak ilginç olacaktır. Daha sonraki yeniden basımlarda, uzun bazı bölümler çıkarılmış ya da yeniden yazilmıştı; fakat bu değişikliklerin yazarın içkin felsefi sorunlar üzerine daha sonraki düşünümleriyle ilişkisi yoktu hepsinin de kremlinoloji açısından, ideolojik-politik çizgilerdeki kaymaların işaretleri olarak okunması gerekiyor. Kitap elbette, diyalektik yöntemin dört "temel özelliğinin" Stalin tarafından "sistemleşti-
~ 20 ~
rilmesine" dayanıyor (bütün fenomenlerin birliği; gerçekliğin dinamik doğası; gerçekliğin sürekli gelişimi; sadece sürekli aşamalı değişimle değil, ani sıçramalarla da gerçekleşen bu gelişmenin "devrimci" doğası) ve bu "sistemleştirmede" anlamlı bir şekilde, "olumsuzlamanın olumsuzlaması" yasası" yer almamaktadır. (Bkz. Stalin "Diyalektik ve Tarihsel Maddecilik Üzerine".) Rozental'ın kitabının bir sonraki baskısında, bu dört "temel özelliğin" betimlemesi hassas bir şekilde değişir: belli bir noktada, "olumsuzlamanın olumsuzlaması" sessizce yeniden kabul edilir vb. Bu değişiklikler ideolojik-politik kümelenmedeki kremlinolojik kaymaların, paradoksal bir şekilde Stalin döneminde onun kendi isteğiyle başlamış olan Destalinizasyon kaymalarının işaretleridir (bakınız onun dilbilim ve ekonomi üzerine son iki denemesi: bu denemeler bazı bilimlerin sınıf mücadelesinden görece otonomi ve bağımsızlığını kabul etmenin yolunu açmıştır). "Olumsuzlamanın olumsuzlamasının" gerçekliğin temel bir ontolojik özelliği olarak, gerçekliğin temel ontolojik yapısıyla ilgili bir sav gibi görünen bir özellik olarak koyutlanmasının, gerçekliğin bilinmesiyle ve ideolojik-politik kümelenmedeki bütün o kaymalarla bu yüzden bir ilişkisi yoktur. Öyleyse, Kremlinoloji de Sovyetolojinin bir tür müstehcen ikizi sayılmaz mı: ikincisi Sovyet yönetimini nesnel olarak, sosyolojik veriler, istatistikler, iktidar değişiklikleri vb. aracılığıyla inceler, ilkiyse bulanık bir semiyotik sistem aracılığıyla?"
Sayı: 21
Komünist Zemin
Anlaşılmadığından Yakınan Adam: Demir Küçükaydın Demir Küçükaydın Doktor Hikmet Kıvılcımlı’nın müridi olup bugün Kıvılcımlı’yı kendi kafasında kurguladığı bir Devrimci Marksizmle yeniden yorumlayıp “çağdaşlaştırmaya” çalışan bir divanedir. Hikmet Kıvılcımlı’yı Marksizm katkı yapan büyük teorisyenlerden saymakta ve onu Marx Engels Lenin ve Troçki’den hemen sonra sıralamaya koymaktadır. Bazen de bunu Benjamin, Adorno, Löwy... Kıvılcımlı şeklinde yaptığı da görülmektedir. Hep Troçki’ye ve Troçkizme karşı olmuş ve zamanında Nazım Hikmet’i Troçkistlikle suçlamış, onun TKP’den tasfiyesinde rol almış ve 1960’larda ve 70’lerin başında orduya ve genç subaylara övgüler düzmüş, Darbeci Milli Birlik Komitesi'ne danışmanlık yapmayı önermiş Kıvılcımlı’nın Troçkist bir Marksizm yorumuyla yeniden yorumlanıp sunulmasını Kıvılcımlı görse ne derdi bilemeyiz, ama bir yerde bir tuhaflık olduğu kesin. Demir Küçükaydın’ın bir diğer özelliği kendisinin de Marksizme katkı yaptığına inanmasıdır. Marksizmde eksik olan ulus teorisini tamamladığını öne sürmektedir. Bu iddiasını son yıllarda yazdığı yazılarının çoğunda görmek mümkündür, çünkü yazılarında konular döner dolaşır bu tezlere bağlanır. Marks sonrası Marksistlerden katkı yapanlar vardır, ama biri katkı yapar ve daha sonra gelenler bu yapılanın katkı olduğu tespitinde bulunurlar. Ama Demir Küçükaydın kendi
katkısını kendisi saptayan ve ilan eden olarak ilklerdendir. Marksizme katkı yapan ve Türkiye solu ve Kürdistan ulusal hareketi ve Kürdistan solu tarafından hep anlaşılmayan biri olarak sürekli bir serzeniş halindedir. “Anlaşılmayan”, “kendisine kulak verilmeyen” ama “yazdıkları hep doğrulanan” bu yalnız “teorisyen”, Vatan Partisi’nin kapatılışından bu yana tek başına bir örgüt gibi çalışmaktadır. Bütün örgütsel girişimlerin başında eleştiri ve önerileriyle ortaya çıkan ve sonra da kimse tarafından “anlaşılmadığından” kendi sanal internet dünyasına geri dönen yazar, yeni yazılarında ya da eski yazılarının yeni sunumlarında serzenişlerine yenilerini eklemektedir. Demir Küçükaydın müridi olduğu Doktor Hikmet Kıvılcımlı’dan daha da “egosantrik” biridir.
~ 21 ~
Marksizmi sosyoloji olarak tanımlar ve İbni Haldun’u ilk Marksist sayar.[1] Ona göre Marx Amerika’yı yeniden keşfeder gibi, Marksizmi yeniden keşfetmiştir. Küçükaydın’ın yazılarında bir başkasını referans gösterdiği enderdir. Yaptığı alıntılar çoğu zaman yaklaşıktır, hatırladığı kadarıyla aktarılır ve kaynak gösterilmez. Öngörüleri hep doğru çıkan, kolay kolay hata yapmayan, yaptığında da hatasını en önce kendisi bulan Demir Küçükaydın, “Fazla alçak gönüllülük alçak gönüllüğü öldürür” diye düşündüğünden midir, yoksa her büyük adamın megalomanisinden midir bilinmez; lakin taksi şoförü görüntüsüne rağmen hiç de alçak gönüllü olmadığı kesindir. Alçak gönüllü olduğu tek konu mesleğidir, belki de akademik eğitimini tamamla yamadığından kendisini son yaptığı işle tanımlar : “emekli
Sayı: 21
taksi şoförü”. Yoksa kendisini “sosyolog, yazar vb.” olarak da tanımlayabilirdi. Son dönem yazılarında, belki Marksizmi de “üçüncü bir kere” bir tür “Din” olarak yeniden kurmak istediğinden midir, İslam’a ve Kuran’a sol entelektüel bir okuma sergilemekte ve anti-kapitalist Müslümanlara sürekli göz kırpmaktadır. Bunu da, müridi olduğu Kıvılcımlı’dan devraldığı söylenebilir. Kıvılcımlı, dinin toplum içindeki yeri üstüne düşünmüş ve dini yorumla halka yaklaşmayı o derece ciddiye almış ve halkı islami bir dil ve yorumla sosyalizme kazanacağına o derece inanmıştır ki partisine oy kazanmak için yaptığı konuşma nedeniyle “dini siyasete alet etmekten” hakkında dava açılmıştır. (5 Kasım 1955 tarihinde, Eyüp Sultan'da yaptığı seçim konuşması.) Demir Küçükaydın da, peygamberleri tüccar olan antikapitalist Müslümanları muhatap almakta ve hatta “din meselesini Muhammed’in Marx’tan daha doğru ve derin kavradığını” söyleyerek İhsan Eliaçık’ı ve anti-kapitalist Müslümanları ihya etmektedir. Demir Küçükaydın'ın ifade ettiğine göre, İhsan Eliaçık Demir'in bu yaklaşımının karşı-
Komünist Zemin
sında önce şaşırmış, sonra da memnuniyetle “bu eleştiriyi aldık kabul ettik” demiştir.[2] Elbette şaşırır ve memnun olur. Başka ne diyebilirdi ki, “Siz ne biçim Marksistsiniz, yaptığınız politik olarak yanlıştır Demir bey” mi diyecekti. Elbette bir Müslüman’ın “Marks din hakkında en doğru tanımları yapmış” diye söze başladığı bir yerde, bir Marksist’in de çıkıp, “hayır, Muhammed din konusunda Marks’tan daha doğru ve derin bir kavrayıştadır” diye Müslüman’a itiraz etmesi pek görülen ve görülmüş bir durum değildir ve insanları şaşırtır. Ancak konu üzerine yazılamları biraz okuyanlar, ortada şaşıracak bir durum olmadığını görür.[3] “İmanın kimde olduğu belli olmaz” derler. “İslam, Marksizmi Marks’tan yüzyıllarca önce İbni Haldun ile keşfetti” diyerek Marksizmi ve Marx’ı önemsizleştiren ve İslamı yücelten Küçükaydın « “La İlahe İllallah”ın Sosyolojik ve Tarihsel Anlamı ve Günümüz Dünyası (Kelime-i Tevhid’in Marksist Tefsiri) » gibi yazılarla Müslümanlığa devrimci yorum getirmeye çalışmaktadır. Bunu yapacağına yeni çağdaş Kuran tefsirlerine başlasa ve İbni Haldun’a geri dönse,
Marks’ı da Marksistlere bıraksa daha az karışıklık yaratacak. Artık bekliyoruz, yakında, “Marksizm İslamın Avrupa’daki Rönesans’ıdır” ya da daha da kötüsü “Marks da aslında farkında olmandan Müslümandı” diyecek. Demir Küçükaydın’ın bu yaklaşımdan ne umduğu meçhul, belki sadece kendisini dinleyen, ciddiye alan birilerinin olması ona yetiyordur, ama İhsan Eliaçık’ın politik olarak daha kazançlı olduğu ortada. Yukarıda söylediklerine şaşırdığımızı düşünmesi de onun egosantrikliğinden olsa gerek, oysa bu solda şaşkınlık değil, sadece mide bulantısı ve baş ağrısı yaratıyor. Nasıl yaratmasın ki, Demir Küçükaydın Müslümanlarla onların alanında aşık atıyor. Yazının başlığında bile bizim anlayacağımız/kullandığımız “yorum” lafı yerine onların anlayacağı/kullandığı naftalin kokan “tefsir” lafını kullanması bile Müslümanlara bilinçli bir yaranma çabası içinde olduğunu gösteriyor. Kısaca özetlediğimiz bu yaklaşımlarından sonra, Demir Küçükaydın hâlâ sorabilir, ama soldan biri “Demir Küçükaydın niye sol hareket tarafından ciddiye alınmıyor” diye sorabilir mi?
[1] İbni Haldun’u Marksizmin kurucucu saydığı, “İslam, Marksizmi (yani Toplum Bilimini, Sosyolojiyi, Tarihsel Maddeciliği) Marks’tan yüzyıllarca önce İbni Haldun ile keşfetti: İnsanların geçimlerini sağlama yolları, onların toplumsal düzenlerini belirliyordu." "Aydınlanma, İbni Haldun’dan yüzyıllarca sonra ve tamamen ondan bağımsızca, Marks ile toplum bilimini ikinci kez kurarak aynı sonuçlara ulaştı" dediği yazıları için bkz : “Marksizm ve Din – Klasik ve Modern Marksizmde Din Kavramları”, 20 Eylül 2013 ve “Aydınlanma ve İslam’ın Sentezi ve Mirasçısı Olarak Marksizm” 04 Ocak 2010 tarihli yazıları.) [2] Toplantı’da ben de kısaca bir söz aldım ve “Sayın Eliaçık bir Müslüman olarak “Marks’ın Din tanımının en doğru din tanımı olduğunu” söyledi; kanımca bu tam doğru değil; ben de bir Marksist olarak Hazreti Muhammed’in din kavrayışının; sosyolojik olarak Marks’ın din tanımından ya da kavrayışından daha doğru ve derin olduğunu düşünüyorum. Marks’ın Din tanımı, aydınlanma’nın Din’i inanç olarak tanımlamasının sınırları içinde kalır; buna bir eleştiri ve bir karşı çıkıştır ama bu sınırları aşamaz. Marks, Din’in toplumun aynı zamanda sınırlarını belirlediğini ve tüm ilişkilerini düzenlediğini göremez; Hazreti Muhammed’in din kavrayışı bu bakımdan çok daha derin ve doğrudur” anlamında bir şeyler söyledim. [3] Muhammed ve Marks: Donkişot’ta İhsan Eliaçık’ın “İslam ve Mülkiyet” Söyleşisinin Düşündürdükleri”, 05 Şubat 2014)
~ 22 ~
Sayı: 21
21 Komünist Zemin
"Ekoköyler" Üzerine Kapitalizmin üretim ve tüketim ilişkilerine ve şehir yaşamına tepki olarak çiftliklerin ve komünlerin ortay çıkışı yeni değildir. Kapitalizmin şafağı olarak kabul edilecek yüzyılda, 17. yüzyılın sonlarında bu tür hareketlere rastlamak mümkün. Keza 1960'lı yıllarda benzer hareketler Avrupa ülkelerinde ve ABD'de yaygın olarak görülmüştür. Ama hayatın realitesi, kimsenin artık kendisini dış dünyadan soyutlayarak bir kabile yaşamı sürdüremeyeceğini tez zamanda göstermiş ve bu hareketler dağılmıştır. En yakın örnek olarak 1960'lı yıllarda ortaya çıkan komünleri ve çiftlikleri ele alalım. Bu çiftlikler şimdilerde yaygınlaşmaya başlayan "Ekoköy" projelerine de benzemiyordu. Bu çiftliklerde yaşayanlar, şimdiki "Ekoköyler'de yaşayanlar gibi yalnızca doğal yaşamı savunmakla kalmıyor, aynı zamanda kapitalist sistemi ve onun bütün kurumlarını da reddediyorlardı. Mesela hiçbir resmi daire ile ilişki kurmuyorlardı, öyle ki çocuklarını bile sistemin okullarına göndermiyorlardı. Zamanla dayanamadılar ve dağıldılar. Yeni moda "Ekoköy" projelerine gelecek olursak; her şeyden önce bu projeler sistem karşıtı bir karaktere sahip değildirler. Bilakis sistem tarafından onaylanmış ve çeşitli fonlar tarafından desteklenmektedirler. Nasıl ki ekolojik tarım bir çok devlet ve uluslararası fonlar tarafından
destekleniyorsa, bu "Ekoköy" projeleri de bu kurum ve kuruluşlar tarafından destekleniyor. Bu noktada, "Kötülük bunun neresinde ki?" diye sorulabilir. Neresinde iyilik var ki? Birinci kötülük: Bu "Ekoköyler"de yaşayanlar orta sınıftan insanlardır. Yani toplumun en ayrıcalıklı kesimindendir. Yeryüzünü bir cehenneme çevirerek kendileri için cennet yaratan Avrupalıların en ayrıcalıklı kesimindendirler. Başkalarının mağduriyetinden edindikleri paralarla kendileri için "Ekoköyler " inşa etmiştirler. 2 Milyar insan açlık sınırının altında ölümle pençeleşirken, zengin toplumların bu şımarık çocukları, sağlıklı beslenmek ve daha sağlıklı yaşayabilmek için köyler kurmuşturlar. Bir de utanmadan bunu herkese önerebilmektedirler. Aynı topluluk, insanlara organik ürünler satın almayı öğütlemekten de geri kalmamaktadırlar. Bu, açlıktan ölmemek için çöpten ekmek toplayan bir insana, sağlıklı beslenmeyi önermek gibi bir şeydir. İkinci kötülük: "Ekoköyler"de yaşayanlar yalnızca organik beslenmekle yetinmiyorlar, bir de organik ürünlerin ticaretini yapıyorlar. Peki, kimlere satıyorlar bu ürünleri? Kime olacak, elbette ki parası olanlara. Peki, kimdir bu parası olanlar? Hem parası olan, hem de herkese organik beslenmeyi önerenler kimlerdir? Bu topluluk, kapitalizmin yarattığı ekolojik yıkımdan dert
~ 23 ~
yanan ama bir bütün olarak kapitalist sitemi sorgulamak ve onu aşmak yönünde bir irade göstermek yerine, kapitalizmin yarattığı cehennemde kendilerine küçük cennet alanları yaratmakla meşgul ayrıcalıklı insanlardan oluşmaktadır. Bu cemaatin insanları sistemi sorgulamıyorlar, kendi ayrıcalıklı durumlarının faturasını kimin ödediğiyle ilgilenmiyorlar ve doğal bir hayatın yüceliklerini de anlatmaktan geri kalmıyorlar. Kendileri bu tür bir hayatı satın alabilecek imkânlara sahipler ya, nasıl olacağını hiç düşünmeden herkese bunu önerebiliyorlar. Asıl pazar alanı Avrupa, ABD, Kanada, Avustralya ve Japonya olan organik ürünlerin son 10 yıl içerisinde piyasa payı en az 10 kat artış göstermiştir. Ve bu pazar gün geçtikçe büyümektedir. Ne garip bir gelişme, dünyada açlık ve yoksulluk artarken, zengin ülkelerde organik beslenenlerin sayısı artmaktadır. Bu tezatlık bile, kimin açlığıyla kimin beslendiğini anlamamız için kâfidir. Bütün bunların üzerinden atlayarak ve sanki kapitalizme rağmen herkes için "Ekoköy" tarzında bir yaşam ve organik beslenme önerebilmek mümkün müdür? Hayır! Kapitalizmi yıkmadan bir başka uygarlık mümkün değildir. Buna rağmen, "Evet, Mümkündür!" diyenlere sesleniyoruz: İyi ama nasıl?
Sayı: 21
Komünist Zemin
FEMEN Hareketi ve Bu Zeminde Yürütülen Tartışmalar Üzerine 2008 yılında Ukrayna 'da kurulan Femen hareketi, kısa bir süre zarfında bir fenomen haline geldi ve kadın hareketinin reflekslerini belirleyen bir ağırlık edinmeye başladı. Tunuslu Amina'nın Facebook üzerinden yapmış olduğu aksiyon ile ise, bir çok İslami değerin egemen olduğu ülke de olduğu gibi, Türkiye'de de daha çok tartışılmaya başladı Femen hareketi. Amina, Femen hareketini Tunus’ta başlatmak için vücuduna “Bedenim benimdir, kimsenin ahlakı değil” ve “Ahlakınız batsın” yazarak çektirdiği çıplak fotoğrafları Facebook’a yüklemesinin ardından, yalnızca İslamcıların değil, nerdeyse her kesimden insanın gündemine oturdu. İslam otoriteleri: “Amina’nın davranışını bulaşıcı bir hal alabilir ve diğer kadınlara da böyle fikirler verebilir. Dolayısıyla izole edilmesi gerekir" diye tepki gösterdiler. Amina'nın kırbaçlanmasını, recm edilmesini, hapsedilmesini istediler. İslamcıların Amina'ya ya da genel olarak kadın hareketine karşı düşmanca tutumunda şaşılacak bir durum yoktur. Zira bütün tek tanrılı dinler erkek icadıdır ve Tanrı da zaten erkektir. Hal böyle olunca da, referansı din olan bir topluluğun kadın düşmanı olması anlaşılır bir durumdur. Burada asıl eleştirilmesi gereken İslamcılar ya da genel olarak erkekler değildir.
Burada asıl kınanması gereken, Amina'yı ve genel olarak FEMEN aktivistlerini, vücutlarını teşhir etmekten dolayı eleştiren kadınlardır. Neye tepki gösteriyor bu kadınlar? FEMEN aktivistelerinin vücutlarını teşhir ederek mahremiyeti açık etmekle, erkeklere kendi vücutlarını malzeme olarak sunmakla eleştiriyorlar. Elbette ki bir kadının vücudunu erkek dünyası için ve erkekler istediği için teşhir etmesi bir ayıptır ama bu da kadınların değil, erkeklerin ayıbıdır. Zira kadını soyan da, giyindiren de erkektir. Çıplaklığı ya da giyinikliliği üzerinden kadına "değer" biçen erkektir. Kaldı ki kadınlar giyinikken de esasen erkek dünyasının mahremiyetini ve ahlakını temsil ediyorlar. Kadınlar giyinikken kendi mahrem kabul ettiklerini değil, erkeklerin mahrem kabul ettiklerini saklamış oluyorlar. FEMEN hareketinin eleştirilmesi gereken yanları olduğu muhakkaktır ama Amine olayında FEMEN hareketinin tutumu çok yerindedir. Zira Amina, içinde yaşadığı toplumun kendisine dayattığı erkek değerlerine bir tepkinin ifadesi olarak çıplak resimlerini yayınlamıştır. Burada bir çatışma söz konusudur. Egemen olan ile onun değer yargılarını kabul etmeyen bir güç arasında bir çatışmadır bu. Bu, Amnina'nın kendi tercihidir ve kimsenin bundan dolayı onu cezalandırma hakkı yok-
~ 24 ~
tur. Amina, her şeyden önce erkeler için değil, kendisi için soyunmuştur. Soyunarak, esasında kendisine giydirilen erkek ahlakını soyunmuştur. Kendisine yasak edilen çıplaklığını giyinmiştir. Erkeklerin ona giydirdikleri deriden arınıp, çıplaklıklarıyla da olsa yeniden giyinmek istemiştir. O, erkeklerin yasak ettiği çıplaklığı, yani erkeklere hizmet etmeyen çıplaklığı seçmiştir. Çünkü erkeklerin karşı çıktığı, bir kadının çıplak olması değildir. Zira erkekler kendilerine hizmet eden çıplaklığı zaten örgütlüyorlar. Dolayısıyla da erkeklerin esas olarak karşı çıktığı, kendilerine hizmet etmeyen çıplaklıktır. Dolayısıyla da FEMEN hareketinin Amina’nın davranışını sahiplenerek yaygınlaştırması oldukça yerinde bir davranıştır. Ama FEMEN hareketinin olup olmadık her yerde kadın vücudunu bir eylem aracı olarak kullanması da, tersinden de olsa kadın vücudunu bir silah olarak kullanmaya tekabül eder ve yanlıştır. FEMEN hareketi bu durumu o derece yaygınlaştırmaya başlamıştır ki, trafik sorunundan, hayvanların öldürülmesine, seks turizminden, Berlusconi'nin iktidarını kaybetmesine kadar birçok olay karşısında çıplak vücutlarını bir eylem aracı olarak kullanmaktadır. Yanlış olan budur, zira nihayetinde kadın vücudunun hangi maksatla olursa olsun bir araç olmaktan çıkarılması esas hedeflenendir.
Sayı: 21
Komünist Zemin
Mandela'nın Tutamadığı Sözleri Hayata Geçirerek Mandela'nın Mirasına Sadık Kalabiliriz Slavoj Žižek Slavoj Zizek / 6 Aralık 2013
Nelson Mandela, hayatının son yirmi yılında, bir ülkenin, ne diktatoryal iktidarın ne de anti-kapitalist tavrın cazibesine kapılmaksızın sömürgeci boyunduruktan nasıl kurtarılabileceğine dair bir model olarak alkışlandı. Kısacası Mandela bir Mugabe değildi; Güney Afrika özgür basına ve küresel piyasaya iyi eklemlenmiş ve aceleci sosyalist deneyimlere karşı mesafeli canlı bir ekonomiye sahip bir çok-partili demokrasi olmayı sürdürdü. Artık, ölümüyle birlikte Mandela’nın aziz mertebesinde bir bilge olarak itibarı ilelebet payidar kalacak görünmektedir: Hakkında Hollywood filmleri yapıldı – bir başka filmde Tanrı rolünde de oynamış olan Morgan Freeman tarafından canlandırıldı. Rockstarlar ve dini liderlerden, sporculara ve Bill Clinton’dan Fidel Castro’ya kadar politikacılara, herkes Mandela’nın kutsanması konusunda birlik oldu. Peki, bütün hikâye bu mudur? Bu şenlikli görüntünün ortadan yok ettiği iki kilit olgu mevcut. Güney Afrika’da yoksul çoğunluğun sefil yaşamı büyük ölçüde ırkçı rejim altındakine benzer koşullarda devam ediyor ve siyasi ve sivil hakların yükselişi, artan güvensizlik, şiddet ve suçla den-
gelenmiş durumda. Esas şim, eski beyaz yönetici sınıfa artık yeni siyahî elitin de katılmış olmasından ibaret. İkincisi, insanlar, sadece ırkçı jimi sona erdirmeyi değil, aynı zamanda daha fazla sosyal adaleti, hatta bir tür sosyalizmi kurmayı taahhüt eden Afrika Ulusal Kongresi’ni (AUK) unutmuş değiller. İşbu çok daha radikal olan AUK geçmişi, belleğimizden adım adım siliniyor. Yoksulların, özellikle de siyahî Güney Afrikalıların öfkesinin büyüdüğüne şüphe yok. Bu bakımdan Güney Afrika, günümüz solunun tekerrür eden hikâyesinin bir versiyonundan fazlası değildir.
~ 25 ~
Bir lider ya da parti, evrensel coşkuyla, “yeni bir dünya” sözü vererek seçilir – fakat ardından er ya da geç şu kilit açmazla karşı karşıya bulur kendini: kapitalist mekanizmalara dokunmaya cüret edecek mi yoksa “oyuna dâhil olmayı” mı seçecek? Bu kapitalist mekanizmalara kim çomak sokarsa, derhal piyasanın tedirginlikleri, ekonomik kaos ve diğer şeyler eliyle “cezalandırılır”. Mandela’yı ırkçı rejimin sona ermesinin ardından sosyalist bakış açısından vazgeçtiği için eleştirmenin bu kadar kolay olması da bundandır: Gerçekten başka bir seçeneği var mıydı?
Sayı: 21
Sosyalizme doğru yol almak sahici bir seçenek miydi? Ayn Rand’la dalga geçmek kolay ancak Atlas Silkindi adlı romanındaki meşhur “paranın ilahileşmesi” bahsinde bir gerçeklik payı da mevcuttur: paranın her şeyin kökeni olduğunu keşfetmenizden itibaren, artık kendi imhanızı istemektesinizdir. Para, insanların bir diğeriyle alışveriş yaptığı araç olmaktan çıktığında, gayrı insan bir diğer insanın aracı haline gelmiştir. Kan, zulüm ve silahlar ya da dolar. Seçiminizi yapın – başka seçenek yok.” Marx da, metalar evreninde “insanlar arasındaki ilişkilerin, nasıl şeyler arasındaki ilişkiler olarak varsayıldığını” açıkladığı meşhur formülünde benzer şeyler söylememiş miydi? Piyasa ekonomisinde, insanlar arasındaki ilişkiler, karşılık olarak kabul edilmiş özgürlük ve eşitlik ilişkileri kisvesinde ortaya çıkabilir: Tahakküm bundan böyle doğrudan yürürlükte ve böylece görünür olmayacaktır. Buradaki sorunsal ise Rand’ın altta yatan önermesidir: Yegâne tercih, tahakküm ve sömürünün doğrudan ve dolaylı ilişkileri arasındadır, herhangi başka bir alternatif, ütopyacı olduğu gerekçesiyle kapı dışarı edilir. Ancak Rand’ın aksi takdirde saçmaideolojik bir iddiadan fazlası olmayacak “hakikat uğrağı” da her şeye rağmen akılda tutulmalıdır: "Devlet sosyalizmi"nden aldığımız büyük ders, üretim sürecinin toplumsal düzenlenişinin somut formlarından yoksun şekilde özel mülkiyetin ve piyasa eliyle düzenlenen mübadeleyi doğrudan lağvetmenin, doğrudan kölelik ve tahakküm ilişkileri-
Komünist Zemin
nin ister istemez etkili biçimde dirilmesine yol açtığıdır. Eğer (piyasa sömürüsü de dâhil) piyasayı, komünist üretim ve mübadele örgütlenmesinin belirli bir formunu yerine koymaksızın topyekûn ortadan kaldırırsak, tahakküm ve beraberinde doğrudan sömürü, bütün hıncıyla geri gelecektir. Genel kural, aynen 2011’de Ortadoğu’da olduğu gibi, baskıcı yarı-demokratik bir rejime karşı bir isyan başladığında, "demokrasi için ve yolsuzluğa karşı" türünden sloganlarla büyük kalabalıkların ruhunu okşamak ve bu kalabalıkları seferber etmek kolaydır. Fakat ardından giderek daha zor tercihler yapmamız gerekecektir: İsyanımız doğrudan hedefine ulaştığında, bizi asıl rahatsız eden şeyin, özgür olmadığımızın, aşağılanmaya devam edildiğimizin, toplumsal yozlaşmanın devam ettiğinin ve iyi bir yaşam umudundan yoksun olduğumuzun yeni bir kılıkla devam ettiğini fark etmeye başlarız. Hâkim ideoloji burada, bu radikal sonuca ulaşmaktan bizi alıkoymak adına bütün mühimmatını seferber edecektir. Bize, demokratik özgürlüğün kendine has sorumlulukları olduğunu, bir bedeli olduğunu, demokrasiden çok fazla şey beklemenin olgun bir davranış olmadığını anlatmaya başlarlar. Böylelikle bizi kendi başarısızlığımızla suçlarlar: Özgür bir toplumda, başarmak istiyorsak, gezip eğlenmek yerine kendimizi daha fazla eğiterek, hayatlarımıza kapitalist yatırım yapmamız gerektiği söylenir bize. Amerika Birleşik Devletleri dış politikası, bir halk
~ 26 ~
ayaklanmasını kabul edilebilir bir parlamenter-kapitalist sabitliğe yeniden yönlendirme vasıtasıyla bir tür hasar denetiminin nasıl uygulanacağına ilişkin ayrıntılı bir strateji mevcuttur. Ve bu strateji ırkçı rejimin yıkılışından sonra Güney Afrika’da, Marcos’un düşüşünden sonra Filipinler’de, Suharto’nun devrilmesinden sonra Endonezya’da ve diğer pek çok yerde başarıyla uygulanmıştır. Bu hassas konjonktür dâhilinde, radikal kurtuluşçu siyaset en büyük meydan okumasıyla yüzleşecektir. Başlangıçtaki coşkulu aşama geride kaldığında daha ileri nasıl gidileceği, “totaliterliğin” cazibesinin yıkımına boyun eğmeden bir sonraki adımın nasıl atılacağı, kısacası, Mugabe’ye dönüşmeden Mandela’nın ötesine nasıl geçilebileceği ikilemiyle yüz yüze gelinecektir. Evet, eğer ki Mandela’nın mirasına sadık kalmaya devam etmek istiyorsak, o şenlikli timsah gözyaşlarından vazgeçmek ve Mandela liderliğinin tutmadığı sözlerini hayata geçirmeye odaklanmak durumundayız. Şüphe götürmeyen ahlaki ve siyasi büyüklüğü sayesinde, yaşamının son günlerinde de amansız ve yaşlı bir adam olan Mandela’nın, apaçık siyasi zaferinin ve evrensel bir kahramana dönüştürülmesinin, aslında daha acı bir yenilginin maskesi olduğunun farkında olduğunu salimen varsayabiliriz. Mandela’nın evrensel zaferi, aynı zamanda küresel iktidar düzenini gerçekten rahatsız etmemiş olduğunun da bir işaretidir.
Sayı: 21
Komünist Zemin
T.C. Devleti Laik Değil, Dini İslam Olan Bir Devlettir... Türkiye Cumhuriyeti resmi dini İslam olan Osmanlı devletinin bir bakiyesidir ve resmen laik olmakla birlikte devletin gayri resmi dini İslam’dır. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ve daha sonra Kemalist adını alacak olan Osmanlı bakiyesi elit, elde kalan küçük bir Türk kitlesi ve büyük bir Müslüman kitlesinden bir millet ve "milli devlet" yaratmaya çalışmıştır. “Rumeli ve Anadolu”da kalan kitlenin tek ortak yapıştırıcısının İslam olduğunun farkında olan bu elit, elde kalan bu kitleyi Müslümanlık bazında homojenleştirme kararı almıştır. Ermeni katliamıyla başlayan ve "kurtuluş savaşı" sırasında Rumların Anadolu’dan kovulmasıyla devam eden sürecin anlamı budur. Türkiye Cumhuriyetinin kurucuları, devlet eliyle kurmayı planladıkları ulusun en baştan dil (Türkçe) bazında kurulabileceğine inanmamaktadırlar. Anadolu ve Rumeli coğrafyasında yaşayanların ortak dili Türkçe değildir; Kürtçe başta olmak üzere birçok farklı dil konuşulmaktadır bu coğrafyada. Yusuf Akçura’nın deyimiyle, burada İslam önemli bir birleştirici, dönüştürücü rol oynayabilir, oynamalıdır. “Türk olmadığı halde” dini bağları bulunan Osmanlının bu Müslüman unsurları zamanla “Türklüğe temessül edecek ve henüz hiç temessül etmemiş ve fakat vicdan-ı millîleri (ulusal bilinçleri) bulunmayan un-
surlar da Türkleştirilebilecekti." (Akt. Ahmet Temir, Yusuf Akçura, sf. 32-33, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1987) Fakat “Mübadele” adı verilen etnik temizliğe kadar gelen süreç içinde, güvenilmez olarak görülen Hıristiyan nüfusunun önemli ölçüde azaltılmış, kovulmuş, kaçırılmış olması bu kurucu eliti rahatlatmamış, güvensizlik duygusunu ortadan kaldırmamıştır. İslam bazında homojenleştirme politikası sonuna kadar götürülmeliydi. H. Ali Yücel’in dizeleriyle “Din de milliyet için esaslı bir temeldir. Toplumda din birliği bu işte başta gelir.” diyen Kemalist elit, büyük mübadeleyi bu amaçla düzenlemiştir. 1,5 milyon civarında Hıristiyan Anadolu’dan zorla çıkarılmıştır. Bunların arasında Türkçeden başka bir dil bilmeyen 200 bin kadar Karamanlı Türk de sırf Hıristiyan oldukları için mübadeleyle Yunanistan'a yollanmış ve buna karşılık Yunanistan anakarasından ve adalardan da hiç Türkçe bilmeyenler de içinde olmak üzere 250 bin civarında Müslüman nüfus Anadolu’ya zorunlu göçe tabi tutulmuştur. Bunlara balkanlardan ve diğer Misak-ı Millî sınırları dışından gelen ve Türkçe bilmese bile Müslüman olduğu için Türk sayılan "muhacirler" de eklemlenmiştir.
~ 27 ~
Çünkü T.C. de Osmanlı gibi, "Aramamış(tır) kimsenin nesebini, soyunu; Aramış(tır) ancak onda Müslümanlık huyunu." (H. Ali Yücel) Türkiye Cumhuriyeti'nin "azınlıklara" yönelik politikası, İttihat ve Terakki'den bu yana bir süreklilik göstermektedir. Türkiye yönetici sınıfının ulusdevlet çatısı altında Türk ve Müslüman bir ulus yaratma çabası, özellikle Hıristiyan yurttaşlar üzerinde sürekli olarak özel, dışlayıcı politikaları gündemde tutmuştur. Lozan Antlaşması'yla tanınan "azınlık hakları" bile kağıt üstünde kalmıştır. "Hıristiyan vatandaşlar", özellikle de Rumlar ve Ermeniler "düşman güçlerin içerideki uzantıları" olarak görülmüşlerdir. Bu ayrımcı politikalara maruz kalanlara, “işbirlikçi” ve “ayrılıkçı” suçlamaları eklenemeyecek olan Yahudiler, Süryaniler, Keldaniler ve yine gayri-müslim Yezidiler de dâhildir. Bu nedenlerle "azınlıklara" reva görülen Men-i İhtikâr Kanunu, Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül Olayları, "Vatandaş Türkçe Konuş" kampanyaları ve diğer Müslümanlaştırma ve aynı anlama gelmek üzere Türkleştirme faaliyetleri olmuştur. Keza özellikle Rumlar ve Ermeniler her zaman politik, diplomatik pazarlıkların birer parçası olmuşlardır. Son olarak, 1964 Kararnamesiyle başlayan ve 40 bin Rum'un sınır dışı edilmesi ile sonuçlanan süreç,
Sayı: 21
bugün İstanbul'u, 70 bin Rum'un yaşadığı bir kentten, 3500 Rum'un yaşadığı bir kente dönüştürmüştür. Bugün Ermeni, Rum vb. Hıristiyan aidiyetten olanlardan kaçan kaçmış, kaçmak istemeyenlerin bir kısmı da, formaliteden bile olsa isim değiştirme, Türkçe isim alma, nüfus kütüğüne ve kartına "İslâm" yazdırma yoluyla duruma uyum göstermiş, yani asimile olma yoluna girmişlerdir. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yıllarında, "...Siyasal toplumun tutunum öğesi olarak dinden yararlanma, o günkü koşullarında Araplar elden kaçırıldığına göre, geri kalan öteki gayr-i Türk, ama Müslüman azınlıkların, Kürtlerin, Çerkezlerin, Lâzların vb. işbirliğini sağlama gereğine de hizmet etmekteydi." (M. Tunçay, Tek-Parti Yönetimi , sf. 212, Cem Yayınevi, 1989) Kemalistler, "millet" kavramının "ümmet" ile yer değiştirmesinden kaynaklanan anlam karmaşasından da bizzat yararlanmışlardır. Aynı şekilde, savaş yıllarında, içinde bulunulan coğrafyayı "Türkiye" yerine "Rumeli ve Anadolu" olarak tanımlamada da bunun bir etkisi olsa gerektir. Özellikle bir örgüt olarak "Rumeli ve Anadolu Müdafa-i Hukuk Cemiyeti"ndeki coğrafi tanımlama ve "Büyük Millet Meclisi"nin birincisinde "Türkiye" adının yer almaması dikkat çekicidir. Kuşkusuz buna, daha sonra "Türkiye" adını alacak ülkenin siyasal sınırlarının belirsizliği neden olarak gösterilebilirse de, bunun da, tıpkı "millet" kavramındaki karışıklık gibi, bu coğrafyada ya-
Komünist Zemin
şayan bütün Müslüman etnik grupları mücadeleye çekmede o dönemde Kemalistlerin işine geldiği kesindir. Dinin, sınırları çizilmiş, belli bir toprak parçası (vatan) üzerinde yaşayanları uluslaştırma sürecinde bir toplumsal yapıştırıcı olarak kullanılması Türkiye'ye özgü bir durum değildir. Bu durum, örneğin, Arap milliyetçiliğinde, Balkan uluslarının ve Yunan ulusunun oluşumunda, hatta daha belirgin ve iyice iç içe geçmiş, özdeşleşmiş olarak İsrail devletinin kuruluşunda ve İsrail "dinîulus"unun doğuşunda kendisini göstermiştir. Belli tarihsel şartlarda din, milliyetçiliğin geliştirici, dinamikleştirici etkenlerinden biri olmuştur. Örneğin Yunanlı “... ulusçular (da), kökleştirmeye çalıştıkları ulus bilinç ve ayrımını zaten var olan bir ayrıma -dine- dayandırma yolunu seçmişlerdi. Din ulusçuluğun bayrağı olmuştu; yalnız mecazî anlamda değil, bayrağın kendisi kocaman bir haç taşıyordu bu ayaklanmada. Filiki Eteriya’ya girenler İncil üstüne ant içerlerdi. 1821 devriminin tanınmış komutanı Makriyanis anılarında “vatanla dinden” söz etmektedir. Ulus olarak bağımsızlık istiyorsa, karşı dinden birine karşı savaşmalıydı Yunanlı. Ulusçuluk ve din bir yerde özdeşleşiyordu.” (Herkül Millas, Tencere Dibin Kara, sf. 138, Amaç Yayınları, 1989) Türklerde de, "hürriyet ve vatan şairi Namık Kemal"in yurtseverlik anlayışından bayrak, silah ve Kuran üstüne yemin eden İttihatçılara ve Cumhuriyet devrimlerini beğenmeyip Mısır’a giden İstiklâl Marşı şairi
~ 28 ~
Mehmet Akif Ersoy’a kadar Osmanlı elitinin yurtseverlik anlayışlarında Müslümanlık ağırlıklı bir yer işgal etmektedir. Vatan ve millet kavramları Müslümanlıktan ayrı düşünülmemektedir. Bunda Osmanlı’nın çatıştığı ulusların hemen hepsinin Hıristiyan oluşunun etkisi de vardır. Unutulmamalıdır ki, “Balkanlarda din, ulusçuluğun gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır.” (H. Millas, age, sf. 145) Yunanlılardan sonra Osmanlı’dan ayrılan ve hepsi Hıristiyan olan Balkan uluslarının Türk milliyetçiliğinin oluşumuna farkında olmadan bu yönde yaptıkları etkiler de vardır. Örneğin, “Yunan ulusçuluğu Türk ulusçuluğuna hız vermiştir. Yunan ulusçuluğunun din öğesi ise gene Türk ulusçuluğunun dini yanını körüklemiştir.” (H. Millas, age, sf. 140) Dolayısıyla, daha sonra Türkleştirme politikalarında dinin oynayabileceği rol konusundaki fikir, şartların zorlaması sonucu o anda ortaya çıkmış değildir. Tarihten süzülüp gelen bu eğilim, örneğin, Türk milliyetçiğinin teorisyenlerinden Yusuf Akçura tarafından daha 1904 yılında Kahire'de yayımlanan "Üç tarz-ı Siyaset"te bilinçli bir politik ifadeye kavuşmuştur. Akçura, "İslâm birliği" ve "Türk birliği" siyasetlerinden birinde tercihte tereddütler geçirirken, "İslâm birliği"ne ilişkin muhtemel dışsal engelleri sıralayıp, eğiliminin "Türklerin birliği"nden yana olduğunu da belli eder. Yukarıda da aktardığımız gibi, dinin oynayacağı rolün ve bir dönüşüm geçirmesi gerektiğinin de farkındadır. Bu nedenle TC bir devlet olarak, her şeye
Sayı: 21
rağmen, kendi siyasal sınırları içinde yaşayan çeşitli Müslüman etnik grupları ve mezhepleri de hesaba katıp daha "lâik" refleksler gösterme gereğini duyar; ama bunu yaparken bile esasen farklı olanları "bir"leştirmeye (homojenleştirmeye), tek bir kategoride toplamayı amaç edinmeyi sürdürür. Önce bir yandan baskın Müslüman kimliğine vurup onu geriletmeye çalışırken, bir yandan da çeşitli etnilerden gelenleri "din"le bir arada tutmaya çalışır ve bu arada da "dinsel inançları"da tekleştirmeyi dener. Teritoryal ve demografik hesaplarla da yüklü bu homojenleştirme, eritme politikası, Müslüman Kürtleri ve Arapları kapsayacak şekilde 14 Haziran 1934 tarihinde iskân kanunu adıyla yeni bir yasayla taçlandırılır. Bu iskân yasasıyla amaçlanan şunlardır: Misak-i Milli olarak tanımlanan coğrafyaya Türklüğe bağlı göçmen gelmesini sağlamak ve bu amaca hizmet edecek nüfusu artırmak, ekonomik, ulusal ve askerî nedenlerle ülke içinde nüfusun yayılışını değiştirmek, Türklüğe bağlı olmayan nüfusu (örneğin Kürtleri) nakletmek ve bunları Türklüğe entegre etmek. Bir taraftan ulusun yapıştırıcı unsuru olarak din, Müslümanlık, bir taraftan, ulusu oluşturan unsurlar arasında cumhuriyetçi yurttaşlık bazında eşitlikçi bir hava yaratan ve “Ne mutlu Türküm diyene!” sloga-
Komünist Zemin
nında ifadesini bulan ulusun “kültürel bir tanımlaması”; Kemalizm'in homojenleştirici politikasının anahtarı işte budur. Müslümanlığın bu ulusal kültürel tanımlama içinde tuttuğu yer dolayısıyla da, Türkiye olarak tanımlanan coğrafya içinde yaşayan farklı etnik kökenden gelen Müslüman halklar kendilerini tanımlamakta zorlanmışlar ve büyük çoğunluğu farklılıklarını zaman içinde kaybetmişlerdir. Kemalizm, homojenleştirme politikasını, Kürtler hariç, bu kesimler üzerinde başarmıştır. İkinci olarak, Hıristiyan olanlar da, "ikinci sınıf yurttaş olmaya mahkûm olmuşlar" ve yavaş yavaş bu coğrafyadan silinmeye yüz tutmuşlardır. Zaten Türkiye Cumhuriyeti'nin Hıristiyanları, sadece Türkçe bile konuşsalar, yurttaş saymak ve kaybetmemek gibi bir derdi de yoktur, olmamıştır da. Bugün de, boyutu ve niteliği değişmekle birlikte, toplumun islamizasyonu devlet eliyle devam etmektedir. 1982 Anayasası'nın hazırlanması sürecinde, TİSK ve TZOB gibi işveren kuruluşlarınca din derslerinin mecburileştirilmesi yönünde teklifler de bulunulduğu ve bunun kabul edildiği, her köye bir cami kampanyalarının açıldığı ve Alevi köylerine, köylüler de zorla çalıştırılarak, camiler yapıldığı halen daha hafızalarda canlılığını korumaktadır. Bu anlamda, daha en başından "Türkiye'deki 'Kemalist lâiklik' yeni ve özgün bir din-
~ 29 ~
devlet ilişkisinin tanımlanması yahut temellendirilmesi değil, İslâmî kavram ve sembollerin kamu hayatından çıkarılması işlevi görmekten öte bir şey ifade etmemiştir. Bugün de Türkiye'de Sünni çoğunluğun ve hâkim sınıfların tercihleri doğrultusunda bir din politikası izlenmektedir. İslam kamu hayatına yeniden girmektedir. Bu politikanın yürütücüsü yine devlet kurumları olan Diyanet İşleri ve Milli Eğitim Bakanlığı'dır. Osmanlı'da da din kurumu, devletin denetimindeydi ve Şeyhülislâm da, tıpkı bugün bir imamın, bir müftünün devlet memuru olması gibi bir devlet memuruydu. Bu toplumsal ve politik geleneğin modernize edilerek ve biraz da "lâikleştirilerek" TC'ye taşındığı ve özellikle başlangıçta önemli bir ihtiyacı karşıladığı kesindir. Halifeliğin ve Şeyhülislâmlık kurumlarının kaldırılması ile Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kuruluşunun aynı güne rastlaması bu açıdan anlamlıdır. Başlangıçta TC yöneticilerinin dine yaklaşımı da Osmanlı'daki gibi işlevseldir, bir ihtiyacı karşılamak içindir. O zamanlar uluslaşma sürecinde daha işlevsel bir başka araç bulunamamıştır. Zamanla uluslaşmanın araçları İslamiyet'le yer değiştirmiş olsa da, İslamiyet gerek devletin temel harcı olmaya, gerekse de Türk ulusçuluğunun ayrılmaz bir esası olmaya devam etmiştir.
Sayı: 21
Komünist Zemin
Ahlak Üzerine Kavramsal olarak olmasa da, işlevi bakımından ahlakın tarihinin insanlığın tarih sahnesine ilk çıktığı dönemine kadar uzandığı muhakkaktır. Muhtemeldir ki tanımı farklıydı, ama insan neslinin topluluk olarak yaşadığı her döneminde ahlak hep var olmuştur. Proudhon'un dediği gibi ahlak, tek başına, "insanları daha iyi yönetmek için uydurulmuş kurallar" değildir. Devletli, sınıflı ve bir toplumsal kesimin ayrıcalıklı kılındığı tüm toplumlarda ahlakın böyle bir işlevi olduğu, yani egemen olanın egemeni olduğunu kontrol etmesine, yönetebilmesine yaradığı doğrudur. Ama sınıfların, cinse dayanan ayrımcılığın ve ailenin tarihi 5-6 bin yıllık bir geçmişe sahipken, yaklaşık olarak iki milyon yıllık tarihi olan insan yaşamını 5-6 bin sene ile açıklayabilmek mümkün değildir. Şimdi, "Ahlak nedir?" sorusunu cevaplamaya geçebiliriz. Ahlakın tek ve her toplumda ya da her dönem için geçerli bir tanımının olmadığı kesindir. Örneğin bir kaç bin yıl öncesine kadar ensest, toplum tarafından genel ahlaka uygun görülürken, son bir kaç bin yıldır ahlaksızlık olarak kabul edilmektedir. Örneğin eşcinsellik bir kaç bin yıl önce yüceltilen bir değerken, eşcinsel ilişkiyi tercih etmek yüce bir ahlak olarak mütalaa edilirken, daha sonraları ahlak kurallarının düşmanı ilan edilmiştir. Örneğin Hıristiyanlığın ilk ortaya çıktığı dönemde mülkiyet hırsızlık (ahlaksızlık)
olarak tanımlanırken, günümüz Hıristiyanlığı mülkiyeti kutsamayı ahlaka uygun bulmaktadır. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün, ama bu üç örnek bile meselenin anlaşılması için yeterlidir. Ahlakın iki ayrı dönemi olduğu söylenebilir. Birinci dönem, mülkiyetin, ailenin ve devletin olmadığı dönemdir. Bu dönemin ahlakı, bir topluluğun bir başka topluluğu denetleyebilmesi ve yönetebilmesinin bir aracı değildi. Ahlakın bu dönemdeki işlevi, topluluğun bir iç hukuku niteliğindeydi. Doğal bir yaptırım gücü vardı ama bu yaptırımın nedeni, birini mağdur etmek ya da biri üzerinde egemenlik kurmak değil, daha çok topluluğun biri tarafından mağdur edilmesini önlemek içindi. İkinci dönem ise, devletin, mülkiyetin, ailenin ve dinin tarih sahnesine çıktığı dönemdir. Bu dönemde ahlakın işlevi, tam da Proudhon'un dediği gibidir. Bu dönemde ahlak, bir iktidar aracıdır ve ahlakın çerçevesi egemen olanın ihtiyacına göre her daim değişmiştir. Günümüzde yalnızca egemen olan değil, her ihtiyaç sahibi, ahlakı kendi ihtiyacına göre tanımlamaktadır. Örneğin bir erkek için kız kardeşinin bir başka erkekle buluşup sevişmesi ahlaksızlık olarak mütalaa edilirken, aynı erkek, bir başka erkeğin kız kardeşiyle buluşup sevişmeyi hiç de ahlaksızlık olarak görmemektedir. Bir patron bir işçinin işgücünü çalmayı ahlak sınırları içerisinde görürken, emeği ça-
~ 30 ~
lınan işçi, işyeri kasasından bir lira çaldığında, bunu pekâlâ ahlaksızlık olarak değerlendirmektedir. Bir kadının hiç de sevmediği, hatta ve hatta tiksindiği kocasıyla yatması ahlaklı bir ilişki olarak değerlendirilirken, fahişelik yapmak zorunda bırakılan bir kadının başka erkeklerle yatmak zorunda kalması ahlaksızlık olarak değerlendirilmektedir. Sonuç olarak: Demek ki herkesin üzerinde anlaşabileceği bir ahlak anlayışı yoktur. Bunun olabilmesi için, öncelikli olarak toplumun gönüllü katılımıyla örgütlenmiş bir toplumsal yaşamın örgütlenmesi ve bu toplumu oluşturan bireylerin üzerinde hemfikir oldukları bir takım değerlerin oluşturulması gerekiyor ki, ancak ondan sonra herkes için genel geçer bir ahlak olabilsin. Bugünkü ahlak, birinin egemenliğini sürdürebilmesinin aracından başka bir şey değildir. Bu bakımdan, bizim açımızdan yapılması gereken, egemenlerin ahlakına karşı ahlaksız olmaktır. Eğer bugünkü ahlakın savunucuları bizi ahlaklı bulurlarsa, bu demektir ki biz de bugünkü ahlakın, kısacası egemenlerin ahlakının bir parçası olmuşuzdur. O halde, egemenlerin ahlakı karşısında, egemenlik ilişkilerinin ortadan kalkacağı ve herkesin üzerinde hem fikir olduğu bir toplumsal sözleşmenin oluşacağı güne kadar bizim açımızdan savunulması gereken tek ahlak, ahlaksızlıktır.
Sayı: 21
Komünist Zemin
1 Mayıs'ın Anlamı Üzerine 1 Mayıs‟ın anlamı üzerine yeniden düşünmek gerekiyor. Zira 1 Mayıs'ın 19. yüzyılın sonunda ya da 20. yüzyılın ilk yarısında ifade ettiği anlam ile bugün ifade ettiği anlam bir ve aynı değildir. Aradan geçen bu zaman zarfında ortaya çıkan anlam ve ifade farklılığının ne olup, ne olmadığını tartışmaya geçmeden önce, 1 Mayıs‟ın bir bayram günü olarak ilan edilip, resmi tatil günü olarak kabul edilmesine ilişkin birkaç söz söylemek istiyoruz. Günümüzde, Batılı ülkeler başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde 1 Mayıs, resmi tatil günü olarak, bir bayram günü olarak kutlanmaktadır. 1 Mayıs‟ın resmi tatil günü olarak kabul edilmediği diğer ülkelerde ise, 1 Mayıs'ın resmi tatil ve bayram olarak kabul edilmesi talep edilmektedir. Peki ama 1 Mayıs bayram mıdır? Öncelikle 1 Mayıs‟ın bir bayram olmadığını belirtmek istiyoruz. Bayram, ancak ve ancak hallolmuş ve kutlanmaya değer, bir bakıma tarihe mal olmuş bir olayı sembolize eder. Bu tarihsel olayların yıl dönümleri geldiğinde ise ilgili topluluklar, ya o günü yas günü olarak ilan edip yaslarını tutarlar, ya da o günü bayram günü olarak ilan edip bayramlarını kutlarlar. Peki, 1 Mayıs emekçiler ve emekten yana olan güçler açısından ne ifade etmektedir? Bu gün, bir bayram günü olarak kutlanabilir mi? Bizce hayır. 1 Mayıs‟ın bir bayram günü olarak kutlana-
bilmesi için, onun taşımış olduğu evrensel mesajın hayat bulması gerekir ki, bir bayram olarak ilan edilebilsin ve emeğin kurtuluşunu sembolize eden bir gün olarak kutlanabilsin. Hâlbuki 1 Mayıs, yalnızca ve yalnızca bir çağrıdır. Dinlerin, ulusların, ırkların, cinsiyet ayrımcılığının, sömürünün olmadığı kardeşçe bir yaşam çağrısıdır. Bu çağrı gerçekleşmiş midir? Elbette ki hayır. Bu çağrı gerçekleşmediği gibi, dünya işçi sınıfı, bu süre zarfında bu çağrının taşıdığı mesaja inanılmayacak derecede uzak düşmüştür. Bu bakımdan düşünüldüğünde ortada kutlanacak bir bayram değil, yası tutulacak bir durum söz konusudur. Özcesi, 1 Mayıs çağrısına hayat veren birlik ve dayanışma kavramları, toplumsal kurtuluş, eşitlik ve özgürlük kav-
~ 31 ~
ramları ile buluşarak birer talep olmaktan çıkmadıkça, yani bizzat hayat bulmadıkça, 1 Mayıs da bir bayram günü değil, egemenlerle kavganın günü ve egemenlere karşı kavganın çağrısı olmaya devam edecektir. "1 Mayıs resmi tatil günü olarak kabul edilsin!" demek tek başına yeterli midir? Ya da 1 Mayıs'ın resmi tatil günü olarak kabul edilmiş olması tek başına bir kazanım olarak görülebilir mi? Gerek 1 Mayıs‟ın tatil günü olarak kabul edilmesini talep etmek, gerekse de 1 Mayıs'ın tatil günü olarak kabul edilmiş olması günümüz dünyasında artık pek bir şey ifade etmemektedir. Zira yaşadığımız çağda hem işçi sınıfı, hem de işçi sınıfı için tarihsel anlam ifade eden şey-
Sayı: 21
ler yapısal bir değişikliğe uğramıştır. Örneğin tarihte 1 Mayıs demek, işçilerin topluca iş bırakarak üretimi durdurdukları, kol kola meydanlara inmiş oldukları ve burjuvazinin militer güçleriyle göğüs göğüse dövüşüp bedel ödedikleri bir mücadeleye giriştikleri gün demekti. 1 Mayıs, işçilerin tatil yaptıkları, eğlendikleri, daha çok tükettikleri ya da iş güçlerini dinlendirdikleri bir gün olarak değil, birlikte tartıştıkları, ortak karar aldıkları, birlik ve dayanışma içinde oldukları, mücadele alanlarını zapt ettikleri, burjuvazinin uykularını kaçırdıkları, kısacası, siyasallaşarak ve örgütlenerek gündelik hayata müdahale ettikleri gün demekti. Bu tarihi günün her yıl dönümünde, dünyanın her yerinden işçiler, aynı coşkuyla ve mücadele azmiyle alanlara inerek mücadele sloganlarını haykırırlardı, bu nedenledir ki 1 Mayıs'ın tatil günü olarak kabul edilmesini talep etmek o tarihte oldukça anlamlıydı. Bugün ise dünyanın birçok ülkesinde 1 Mayıs resmi tatil günüdür. Ama bu gün, dünyanın bütün işçileri için ortak mücadele sloganlarını haykırdıkları, ortak taleplerini dile getirdikleri, birlikte mücadelelerini yükselterek alanlara taşıdıkları, birlik içinde ve dayanışma halinde oldukları bir gün değildir artık. Bu gün, Batılı işçiler için, yani zengin dünyanın işçileri için önce şenlik havasında alanlara giderek patronlarından ve hükümetlerinden dileklerde bulundukları ve kendi dar zümre çıkarları için pazarlıklar yaptıkları, sonrada gidip bu günü futbol seyrederek ya da eğlenerek geçirdikleri bir gündür. Yani bol bol tükettikleri bir gündür artık.
Komünist Zemin
Bu açıdan bakıldığında 1 Mayıs‟ın tatil günü olarak ilan edilmiş olması da nihayetinde burjuvazinin hanesine yazılmış bir kazanıma dönüşmüştür. Bu yolla hem işgücünü dinlendirmiş oluyor, hem de ürettiklerini tükettirmiş oluyor. Batılı ülkeler dışında kalan yoksul dünyanın işçilerinin çoğunluğu için ise bu gün, ya anlamını unuttukları, ya bilinçlerinde bir tür felçleşme geçirdikleri için umursamadıkları, ya egemen bilincin etkisi ile karşı çıktıkları, ya işten atılma riskini göze alamadıkları, ya da can güvenlikleri bakımından tehlikeli buldukları için katılmadıkları ve fabrikalarında ve iş yerlerinde kalıp patronları için meta ve hizmet üretemeye devam ederek geçirdikleri alışılagelmiş bir iş günüdür. Bu yoksul dünyanın işçilerinin bir kısmı için ise 1 Mayıs, çoğunlukla sendikaların güdümünde ve reformist sol gurupların etkisinde, uysal ve uzlaşmacı bir tutumla mitinglere katıldıkları ve bu mitinglerde sosyal devlet, demokrasi ve 1 Mayıs‟ın tatil günü olarak kabul edilmesi gibi Batılı ülkelerden esinlenilen taleple-
~ 32 ~
rini dilek edasında dile getirdikleri bir gündür. Sözün özü; 1 Mayıs bir bayram ve tatil yapma günü değil, bir savaş ve seferberlik günüdür. Dolayısıyla da, 1 Mayıs‟ın tatil günü ilan edilmiş olması bir kazanım olmadığı gibi, 1 Mayıs‟ın tatil günü olarak ilan edilmesi için mücadele vermek de devrimci değildir. Önemli olan bu günün tatil olup olmaması değil, işçiler tarafından nasıl telakki edildiği ve nasıl yaşanıp, yaşatıldığıdır. 1 Mayıs’ın Doğuşu ya da Dünü Üzerine Avustralya'nın Melbourne kentinde taş ve inşaat işçilerinin, günde sekiz saatlik iş günü talebiyle Melbourne Üniversitesi'nden Parlamento Evi'ne kadar yürüyüş düzenledikleri tarih, 1 Mayıs‟ın miladı olarak kabul edilir. Bu tarih 1856‟dır. Bir başka Milat ise, Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu önderliğinde işçilerin günde 12 saat, haftada 6 gün olan çalışma takvimine karşı, günlük 8 saatlik çalışma talebiyle iş bırakmalarıdır. Bu tarih ise, 1 Mayıs 1886'dır.
Sayı: 21
İşçiler yalnızca iş bırakmakla kalmamış, aynı zamanda sokakları da zapt etmişlerdi. Chicago‟da yapılan gösterilere yarım milyon işçi katılmıştı; bu rakam o günün koşulları için hayal bile edilemeyecek bir kitleselliği ifade etmektedir. Bu gösterilerin bir başka özelliği ise, ABD‟nin Louisville kentinde 6 binden fazla siyah ve beyaz işçinin birlikte yürüyerek Ulusal Park‟a girmiş olmasıdır. Bu gösteri oldukça önemlidir, çünkü o dönemde Louisville'deki parklar, siyahlara kapalıydı. Gösteriler, sonraki yıllarda adı 1 Mayıs‟la özdeş olan 4 Mayıs‟taki kanlı Haymarket Olayı'na kadar devam etti. Devlet, yalnızca gösterileri bastırmakla kalmadı, işçi sınıfına gözdağı vermek için dört işçi önderini de idam etti. Bu devrimci önderler, Albert PERSONS, Adolph FISCHER, George ENGEL ve August SPIES idi. 1889`da toplanan İkinci Enternasyonal'de Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs gününün tüm dünyada "Birlik, mücadele ve dayanışma günü" olarak kutlanmasına karar verildi. Özellikle de bu tarih itibariyle 1 Mayıs, işçi sınıfının olduğu her coğrafyada ve her coğrafyanın emekçileri için aynı anlamı ifade eden bir gün olarak kabul edildi. Kanaatimiz şudur ki, insanlık tarihinde hiçbir özel gün, 1 Mayıs‟ın taşıdığı birleştirici özelliğe sahip olamamıştı. Sınıf ve cinsiyet egemenliğine dayanan toplumların ortaya çıkışını bir milat olarak kabul edecek olursak; o günden günümüze kadar hiçbir özel gün 1 Mayıs‟ın taşıdığı evrensel özelliğe sahip olamamıştı. 1 Mayıs dışındaki bütün özel günler bir dine, ulusa, „ırk‟a ya da bir sosyal topluluğa ait
Komünist Zemin
olanlarla sınırlı kalmıştır. Ama 1 Mayıs, bütün dinlerden, uluslardan, cinslerden ve “ırk‟lardan insanların, üstelikte aynı heyecanı taşıyarak harekete geçtikleri bir gün olma özelliğine sahipti. Bu bakımdan tekti ve taşıdığı mesaj bakımından evrenseldi. Dikkat edilecek olursa 1 Mayıs‟ın özelliklerinden söz ederken, bir geçmiş zaman vurgusu yapmayı özellikle tercih ettik. Çünkü birkaç on yıldır 1 Mayıs, doğuşundaki evrensel ve birleştirici ruhunu yitirmiştir. 1 Mayıs’ın Günümüzdeki Anlamı ve İşçi Sınıfı Üzerine Egemenlerin zaman kavramlarına göre 19. Asrın sonunda Chicago‟da Albert PARSONS, August SPİES, Louıs LINGO, Adolph FISCHER ve kavga yoldaşlarının yakmış oldukları özgürlük, eşitlik, birlik ve dayanışma ateşi bütün yeryüzü ezilenlerinin yüreklerini tutuşturdu; öfkelerini biledi ve tarihte ilk kez yalnızca 1 Mayıs‟ta dünya emekçileri aynı anda aynı öfke ve aynı coşkuyla sokakları zapt ettiler. 1 Mayıs, dünya emekçilerinin tarihlerinde ilk kez hep bir ağızdan ortak kurtuluşlarının manifestosunu haykırdıkları ve egemenlerin kendi suretlerindeki zamanlarının dışına çıkabildikleri tek gün olarak doğdu. Ama ezilenlerin kendi canları ile can verdikleri, ortak kurtuluşları için alanları zapt ettikleri günleri, gün süremeden boğuldu. Egemenler, uzun yıllar sürmüş olsa da, sonunda Sosyal Demokrasi‟nin, Bürokratlı - Generalli sosyalizm savunucularının ve Sendika Ağaları‟nın unutulmaz yardımları saye-
~ 33 ~
sinde 1 Mayıs‟ın devrimci ve evrensel özünü boşaltmayı ve tarihlerindeki ilk büyük uluslararası yenilgiyi bir galibiyet olarak kendi hanelerine geçirmeyi ve yeniden bütün zamanlara egemen olmayı başardılar. Artık hiçbir şey eski güzel günlerdeki gibi değil. Nicedir, emekçilerin hep bir ağızdan, “BİRİMİZ HEPİMİZ, HEPİMİZ BİRİMİZ İÇİN” şiarını haykırıp, uluslararası burjuvaziyi korkuya düşürdükleri gün olmaktan çıktı 1 Mayıs. Nicedir, A. PARSONS ve aynı idealler için toprağa düşenlerin, “ahh keşke biz de bu coşkulu kitlelerin arasında olabilseydik” diye hayıflandıkları ve meydanları dolduran emekçiler ile omuz omuza olamadıkları için hüzünlü bir sevinç duydukları zamanın adı değil 1 Mayıs. Dün “BİRİMİZ HEPİMİZ, HEPİMİZ BİRİMİZ İÇİN” parolasının yükseltildiği 1 Mayıs‟da bugün, “HERKES VE HERŞEY BENİM İÇİN“ parolası yükseltiliyor artık. Tabii ki geçmişte olduğu gibi bugün de dünyanın bütün coğrafyalarında emekçiler sokağa çıkıyorlar, ama yürekleri aynı idealler için çarpmıyor ve farklı dillerde aynı şarkıyı söylemiyorlar. Çünkü dünya emekçileri tarihlerinde hiç olmadığı kadar düşman kamplara bölünmüş durumdadır. Birlik, dayanışma, eşitlik gibi evrensel değerler yalnızca yoksullaştırılmış coğrafyaların emekçileri için bir şey ifade eder olmuştur artık. Yoksul coğrafyaların işçileri, zengin Batılı işçilere birlik ve dayanışma mesajlarıyla ulaşmaya çalışırken, zengin Batılı işçiler ise, yoksullaştırılmış coğrafyaların işçileriyle arasına aşılmaz duvarların örülmesi, var olan bölünmenin daha da
Sayı: 21
kalıcılaştırılması için çabalamaktadır. Çünkü, Batlı işçiler gayet iyi bilmektedirler ki, mevcut ayrıcalıklı durumlarının devamı, ancak ve ancak başka coğrafyaların talanıyla ve insanlarının yoksullaştırılmasıyla mümkündür. Birbirine benzemeyen ve sorunları birbirinden o kadar ayrı ve zıt iki dünya oluşturulmuştur ki, bu iki dünyanın sorunlarını aynı kavramlarla açıklayabilmek bile mümkün değildir artık. Mesela, Batılı bir işçi için yoksulluk sınırının altında yaşıyor olmak, kirasının devlet tarafından ödeniyor olması ve her gün evinde yemek pişirmesine yetecek kadar paranın devlet tarafından kendisine verilmesi ve hastalık sigortasından sınırsız yararlanabiliyor olması demek iken; bu sınır, yoksullaştırılmış bir Afrikalı için, yiyecek ekmeğinin, içecek suyunun olmamasıdır. Bu iki dünyanın arasındaki farklılığı ve kopuşu anlamak için aşağıdaki örneklere bakmak yeterli olacaktır. Günümüzde, yoksul dünyada, açlık ya da kötü beslenme yüzünden dakikada beş yaşın altında 12 çocuk ölüyor. 2.5 milyar insan günde iki dolardan daha az parayla yaşıyor ve dünya gelirinin sadece yüzde 5‟ini kullanıyor. 2.6 milyar insan sağlıksız koşullarda yaşıyor. Almanya, İsviçre, Hollanda vb. Batılı ülkelerde kişi başına düşen gelir, Etiyopya‟da kişi başına düşen gelirin yaklaşık 300-400 mislidir. Etiyopya‟da Ortalama Yaşam Süresi 40 iken, Almanya, Hollanda, İsviçre, Lüksemburg vb. ülkelerde bu ortalama 7880‟dir. Bu tablodan dolayıdır ki, 1 Mayıs‟ın devrimci ruhu, yer-
Komünist Zemin
yüzünün yok sayılanları için halen daha bir umudu ifade edebilmektedir. Ama buna rağmen 1 Mayıs, uluslar ve sosyal topluluklar üstü olma özelliğini yitirmiştir. Nasıl ki 8 Mart, dünya ölçeğinde bir hareket, bir proje olmasına rağmen, bütün ezilen insanlığı kucaklama yeteneğine sahip değilse, artık 1 Mayıs‟ta uluslar üstü ve bütün ezilenleri kucaklayan bir özelliğe sahip değildir. Bunun da ötesinde, 1 Mayıs, artık işçi sınıfının uluslar üstü bir birliğini ve birlikte kurtuluşunu da ifade etmemektedir. Tam tersi, aynı günde, aynı güne sahip çıkma adına sokağa çıkan dünya işçileri, sömürülen sınıf olmaktan kaynaklanan ortak çıkarları için değil, birbirlerine karşı ve birbirlerinin çıkarlarını tehdit eden taleplerle sokağa çıkmaktadırlar. Örneğin yoksul dünyanın işçileri karınlarını doyurabilmek, hayatta kalabilmek, iş, emeklilik, sigorta garantisi ve sağlık hizmetlerinden yararlanmak için sokağa çıkarken; zengin dünyanın işçileri, bedeli yoksullaştırılmış dünyaya ödettirilen ayrıcalıklı durumlarını pekiştirmek, yani daha fazla tüketmek, daha fazla tatil yapmak, dahası Batı‟da toplanan zenginlikten daha fazla pay almak, ya da en azından mevcut ayrıcalıklı durumunun devam etmesi için sokağa çıkmaktadır. Yoksul dünyanın işçileri, serbest dolaşım hakkı için mücadele ederken, zengin dünyanın işçileri, yoksullaştırılmış dünyanın işçilerinin bu talebinin karşısında yer almakta ve hükümetlerinin bu yönlü politikalarına destek vermektedir. Yoksullaştırılmış dünyanın işçilerinin bir kısmı, Batı‟da top-
~ 34 ~
lanan zenginlikten pay almak için Batı‟nın sınırlarından içeriye girmek için uğraşırken, zengin dünyanın işçileri sınırların sıkıca korunmasından, Batı‟nın kapılarına dayanan yoksul dünyanın işçilerine kapatılmasından, kapılardan içeriye sızabilmeyi başaranların ise bir an evvel sınır dışı edilmesinden yana bir davranış içerisindedir. Özcesi, artık ne tek bir dünyadan söz etmek mümkündür, ne de ortak sınıf çıkarlarına sahip bir dünya işçi sınıfından söz etmek mümkündür. En azından bugünkü durum budur. 1 Mayıs’ın Sendikalar İçin Anlamı Üzerine Aslında bir anlamda 1 Mayıs‟ın doğuşuna yol açan devrimci sürecin mimarı, bir bakıma sendikalar, özellikle de ABD‟deki sendikalar olmuştur. Bilindiği gibi 8 saatlik iş günü mücadelesinin öncüsü olan AFL, 8 saatlik iş günü için 1 Mayıs 1886'da bir günlük grev yapılması kararı almış ve o gün ABD‟de 350.000 isçi greve gitmişti. Ve böylece isçilerin büyük bir bölümü 8 saatlik iş günü hakkını kazanmış ve sermaye muazzam bir yenilgiye uğratılmıştı. Keza, komünistler açısından mutlaka mahkûm edilmesi gereken bir örgütlenme olmasına rağmen II. Enternasyonal gibi uluslararası bir örgütlenmeye ilham veren, yine o tarihlerdeki içi mücadelelerine ilham veren ve bu işçi mücadelelerine önderlik eden işte bu sendikacılık geleneğiydi. 19. yüzyıl sendikacılığı II. Enternasyonal gibi uluslararası bir örgütlenmeye ve özellikle kapitalizmin merkezlerinde devasa işçi partilerinin doğmasına yol açmış,
Sayı: 21
ama sonraki yıllarda bu işçi partilerinin merkeze çekilip, kapitalist sistemin bir parçasına dönüşmesiyle, bu işçi partilerini yaratan sendikalar da, bizzat kendi elleriyle yarattıkları partilerin yan kuruluşlarına dönüşmek suretiyle sisteme entegre olmuşlardır. Hal böyle olunca, kaçınılmaz olarak, işçi sınıfının birlik, dayanışma ve birlikte mücadele günü olan 1 Mayıs da, günümüz sendikacılığı için bir sonraki toplu sözleşme için gövde gösterisinin yapıldığı ve taleplerin dillendirildiği bir güne dönüşmüştür. Özellikle zengin ülkelerde yapılan 1 Mayıs gösterilerine katılanların çoğu zaten işçi de değildir. İşçi sınıfı adına gösterilere sendika bürokratları katılır ve 1 Mayıs gösterisinde bulundukları saatler mesaiden sayılır. Batılı ülkelerde 1 Mayıs, tam bir karnaval gibi kutlanırken, yoksul ülkelerin işçileri, işçi sendikaları ve sosyalistleri de, 1 Mayıs'ı Batılı ülkelerdeki gibi kutlamak için mücadele vermektedirler. Yani bir kısım ülkelerde 1 Mayıs gösterilerinin çatışmalı geçiyor olmasının nedeni, 1 Mayıs‟ın devrimci ruhuna sahip çıkıldığı için değil, mevcut rejimlerin tahammülsüzlüğündendir. 1 Mayıs’ın Devrimci Güçler İçin Anlamı Üzerine İşçi sınıfının evrensel kurtuluşu için mücadele iddiasında olan devrimci güçlere gelince; onlar, 1 Mayıs‟ın devrimci ruhu ve Komünizm davasının evrensel değerleri karşısında tam bir ihanet içerisindedirler. Öyle ki, Komünizm davasının amentüsü olarak kabul edilen Komünist Manifesto‟nun “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz!” diye son bulan evrensel
Komünist Zemin
çağrısını çarmıha germiş olan II. Enternasyonal önderliğini aratmaz olmuşlardır. Öyle ki, mevcut devrimci örgütlerin neredeyse tamamı, adeta sendikaların sol kanadı olarak hareket etmektedirler. Sendikalar gibi devrimci örgütlerin çoğu, 1 Mayıs alanlarını adeta işçilerin ekonomik taleplerini dile getirmek, onlar için iş, iş garantisi, sosyal güvence ve yeterli ücret talep edilen bir alan olarak kullanmaktadırlar. Batılı devrimci güçler, diğer günlerde olduğu gibi, 1 Mayıs‟ta da dünya işçi sınıfını bölen, Batı işçi sınıfının dünya işçi sınıfına ihanetini sağlayan ve Batı İşçi Sınıfı‟nı yoksul dünyanın boğazlanmasında burjuvazinin suç ortağı yapan, burjuvazinin savaş stratejisi “Sosyal Devlet”in devamı için mücadele etmektedirler. Tam da bundan dolayıdır ki, Batılı devrimci güçler, dünya işçi sınıfını Batı işçi sınıfının lehine bölen, iş gücünün dünyada serbest dolaşımının yoksul dünyanın işçilerine yasak edilmiş olması karşısında hiçbir mücadele yürütmedikleri gibi, bu hususta oldukça hassas olan Batılı işçileri kızdırmamak için, bu yasak karşısında üç maymunu oynamayı tercih etmektedirler. Tam da bundan dolayıdır ki, Batılı devrimci güçler; işçi sınıfını Batılı İşçiler lehine bölen, var olan işin öncelikli olarak "Batı Milleti"ne mensup işçilere verilmesi uygulaması karşısında sessiz kalmayı tercih etmektedirler. Bırakalım bütün bunları bir yana, kadın işçilerin düşük retle çalıştırılması karşısında, (Batılı erkek işçiler öfkelenebilirler kaygısından dolayı olsa gerek!) “Eşit İşe Eşit Ücret” için bile mücadele yü-
~ 35 ~
rütmemektedirler; kadın işçilerin aleyhine olan bu eşitsizliğe karşı mücadele etmek yerine, bu hususta ara sıra bir kaç söz etmekle yetinmeyi tercih etmektedirler. Ve Batılı devrimci güçler bütün bunlara rağmen, kendi yüzlerine benzeyen bayraklarına “Yaşasın İşçilerin Birliği” ve “Eşit İşe Eşit Ücret” parolalarını yazmaktan yana hiç bir utanç duymamaktadırlar. Batılı devrimci güçlerin durumu bu merkezdeyken, Batı dışında kalan coğrafyaların devrimci güçleri daha mı iyi bir noktada durmaktadır? Kesinlikle hayır. Ne yazıktır ki bu coğrafyalardaki devrimci hareketin anlayışı ve eylemi de Batılı “devrimci” hareketten farklı değil. Tıpkı Batılı “devrimci“ hareket gibi, yoksul dünyanın devrimci hareketi de işçiler için iş, iş garantisi, sosyal güvence ve yeterli ücret talep ediyor ve eğer 1 Mayıs yasal tatil günü olarak kabul edilmiyorsa, bu günün resmi tatil, yani bayram günü olarak kabul edilmesini talep ediyor. Bununla da yetinmiyor, Batı işçi sınıfının burjuvazi ile çatışmasını ‟devrimci‟, dolayısıyla da desteklenmeye değer bulduğundan, yoksul dünyanın işçilerini Batılı işçilerle dayanışma yapmaya çağırıyor. Çünkü, yoksul dünyanın devrimci hareketi de Batı işçi sınıfının sahip olduğu ayrıcalıklarını mücadele sonucu alınmış ‟hakların savunulması‟ olarak görüyor. Peki, yoksul dünyanın devrimci hareketinin bu yönlü davranışı neyle açıklanabilir? Herhalde gerçekleri görememek gibi bir açıklama bu durumu izah etmeye yetmez. Çünkü herkesin gerçeğini belirleyen durduğu yerdir.
Sayı: 21
Yani ayağını bastığı tarihsel ve ideolojik zemindir. Dolayısıyla da Batı merkezli bir tarih anlayışıyla şekillenmiş bugünkü devrimci hareketin, tarihsel referanslarıyla hesaplaşmadan devrimci bir davranış gösterebilmesi mümkün değildir. Devrimci hareketin, kelimenin gerçek anlamında devrimci bir davranış gösterebilmesi, ancak ve ancak bu hesaplaşmayı yapmasıyla mümkündür; devrimci hareket ya bunu yaparak devrimcileşmeye, ya da sistemle bütünleşmeye mahkûmdur. Bu sürecin itici gücü ise komünistler olacaktır. O Halde Ne Yapmalı?
Komünist Zemin
işçi sınıfının enternasyonalist birliğine ulaşabilmenin ön koşullarından biridir.
O halde neyi nasıl yapmalı ki 1 Mayıs, yeniden devBurjuvazinin savaş rimci bir anlam ifade stratejilerinden olan ve dünya edebilsin? işçi sınıfını Batılı işçiler lehine Neyi nasıl yapmalı ki 1 bölerek Batılı işçileri dünyanın Mayıs, dünya işçi sınıfıyoksul emekçileri nın enternasyonalist birkarşısında imtiyazlı kılan ve liğine ve tarihsel kurtufaturası dünya yoksullarına luşuna uygun bir işlev ödettirilen görebilsin? Kesin olan "Sosyal Devlet"e karşı çıkmak, ve değişmeyen gerçek dünya işçi sınıfının şudur ki, dünya devrienternasyonalist birliğine minin öznesi dünya işçi ulaşabilmenin ön koşullarından sınıfıdır. biridir. Bir başka değişmeyen gerçek ise şudur; dünya işçi sınıfı ancak devrimci bir Mesela iş gücünün dünya da dünya partisinin politik önder- serbest dolaşımını savunmak, liğinde zafere ulaşabilir. işçi sınıfının enternasyonalist O halde öncelikli olarak yapıl- birliğine ulaşabilmenin ön koması gereken, dünya işçi sını- şullarından biridir. fının enternasyonalist birliğinin Mesela Türk işçileri içerisinde sağlanabilmesinin önünü ke- Kürtlerin ayrılma hakkını sasen ne varsa, bütün bunlara vunmak ve Türk işçilerine karşı doğrudan saldırmaktır. egemen olan “Vatanın ve MilMesela burjuvazinin savaş letin Bölünmezliği“ anlayışına stratejilerinden olan ve dünya karşı çıkmak, işçi sınıfının işçi sınıfını Batılı işçiler lehine enternasyonalist birliğine ulabölerek Batılı işçileri dünyanın şabilmenin ön koşullarından yoksul emekçileri karşısında biridir. imtiyazlı kılan ve faturası dün- Mesela ayrıcalıklıları ayrıcalıklı ya yoksullarına ödettirilen kılan nedenlere karşı çıkma"Sosyal Devlet"e karşı çıkmak, yan devrimci hareketi teşhir
~ 36 ~
etmek, dünya işçi sınıfının enternasyonalist birliğine ulaşabilmenin ön koşullarından biridir. Kesin olan şudur ki, işçi sınıfının egemen anlamdaki bölünmüşlüğü ortadan kaldırılmadıkça ve işçi sınıfı saflarındaki bölünmüşlük ortada durdukça, işçi sınıfının ortak tarihsel çıkarları için bir araya gelerek birlikte mücadele etmek mümkün değildir. O halde komünistler, öncelikli olarak var olan egemen anlamdaki bölünmüşlük karşısında tereddütsüz bir biçimde, bu bölünmüşlüğün ayrıcalıklı olanlarının yanında değil, mağdurlarının safında yer almalıdırlar. Bu tür bir davranışın getirisi - götürüsü hesaplanmadan komünistlerin tavrı bu yönde olmalıdır. 1 Mayıs‟ın taşıdığı evrensel mesajın yeniden hayat bulabilmesinin yolu buradan geçmektedir.
Burjuvaziyle Uzlaşmanın Değil, Burjuvaziye Karşı Meydan Muharebesinin Adıdır 1 Mayıs!
www.komunistzemin.org
Komünist
KOMÜNİST ZEMİN Üç ayda bir yayınlanır
Zemin
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü:
Yıldız Pınar
Adres: r Zemin Yayıncılık Mehmet Akif Mahallesi Recep Ayan Caddesi No: 26/3 Çekmeköy / İstanbul
www.komunistzemin.org komunistzemin@yahoo.com komunistzemin@gmail.com Baskı: Ceylan Matbaacılık Güven İş Merkezi, B Blok No: 318 Topkapı / İstanbul Sertifika No:23352