Komünist
Zemin
Kapitalizm ile suç ve çıkar ortaklığı olmayanlar; kapitalizmi yıkıp, özgürlükçü ve eşitlikçi bir dünya kurmak için, devrimci bir Dünya Partisi’nin politik önderliğinde birleşerek
savaşın!
Kobanê Savunulmadan Kürt Halkının Haklılığı Savunulamaz!
Rojava Üzerine Düşünceler
Rojava Vesilesiyle Komün Üzerine Düşünceler
Uluslaşma Sürecinde Devletin Din Politikası
İşçi Devletinde Sendikaların Rolü Üzerine
SAYI
22
KASIM / ARALIK/ OCAK 2014 /15
2 TL www.komunistzemin.org
www.komunistzemin.org
Komünist
KOMÜNİST ZEMİN Üç ayda bir yayınlanır
Zemin
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü:
Yıldız Pınar
Adres: r Zemin Yayıncılık Mehmet Akif Mahallesi Recep Ayan Caddesi No: 26/3 Çekmeköy / İstanbul
www.komunistzemin.org komunistzemin@yahoo.com komunistzemin@gmail.com Baskı: Ceylan Matbaacılık Güven İş Merkezi, B Blok No: 318 Topkapı / İstanbul Sertifika No:23352
İÇİNDEKİLER "IŞİD İslam Değildir" Diyen Müslümanlar!........2 Üç Tarihsel Tecrübe ve Rojava...........................3 Rojava Vesilesiyle Komün Üzerine Düşünceler...5 Anarşistler, Federalizm ve Ütopizm...................8 Özyönetim ve Doğrudan Demokrasi.................11 Merkeziyetçilik, Otonomi ve Federalizm...........13 Rojava'daki Siyasi Aklın Açmazları Üzerine......16 Müzakereden Sıkıyönetime..............................18 Türk Irkçılığıyla Mücadele Etmek Kimin Vazifesidir..............................................19 Rusya'da Tamamlanmamış Bir Tartışma: Sendikaların Rolü ve Görevleri.........................20 Bir Yıkım ve Katliam Aracı Olarak Otomobil......23 Konuk Yazar: Fikret Başkaya Uluslaşma Sürecinde Devletin Din Politikası.....26 TKP'li Aydemir Güler'e Cevap...........................30 Gezi Hareketi Bir Yanılsama mıydı?..................31 Peşmergenin "Biji Obama" Tezahüratıyla Karşılanması Abes midir?..........32
Komünist Zemin
"İslamiyet'te Katliam, Tecavüz ve Talan Yoktur" Diyen Müslümanlar! Diyorsunuz ki, "IŞİD'in yaptıkları İslamiyet'e mal edilemez!" Madem ki "IŞİD'in yaptıklarının İslamiyet'le alakası yoktur" diyorsunuz, o halde neden dininize sahip çıkmıyorsunuz? Dikkat ediniz, kimse sizden Kürtlere, Alevilere, Nusayrilere, Türkmenlere, Ezidilere, Şiilere sahip çıkmanızı istemiyor. Sizden istenilen, kendi inancınıza sahip çıkmanızdır. Bir karikatürist Hz. Muhammed'in karikatürünü çizdi diye infial yarattınız, çünkü bunu inancınıza hakaret olarak mütalaa etmiştiniz. Kimi toplulukları İslamiyet'e uygun davranmıyor diye yaktınız, linç ettiniz. Kimiz yazarları "İslam inancına iftira atıyor" diye protesto ettiniz. Kimi yazarlar hakkında "katli vaciptir" diye fetva çıkardınız. Bırakın İslamiyet'e hakaret edenleri bir yana, "İçiyorsam, oruç tutmuyorsam günahı benimdir" diyen insanlara bile tahammül etmediniz, etmiyorsunuz. Peki, madem sizin inancınıza uygun davranmayanlar karşısında bu derece hassasınız, madem ki "IŞİD'in yaptıklarının İslamiyet'le alakası yoktur" diyorsunuz, o halde IŞİD''in İslamiyet adına işlediği cinayetlere, tecavüze, talana ve zulme karşı neden tepki göstermiyorsunuz? Örneğin bir Cuma namazından sonra da, dininizin saygınlığını korumak adına da olsa IŞİD'i lanetleyen gösteri yapabilirdiniz. Sahi, bunu neden yapmıyorsunuz?
~2~
Komünist Zemin
Üç Tarihsel Tecrübenin Işığında, Rojava Üzerine Düşünceler... Birinci Tarihsel Tecrübe: Paris Komünü Paris Komünü'nün yenilgisine neden olan en önemli faktör, Paris’te iktidar ele geçirildikten sonra, Komünün Fransa geneline yaygınlaştırılmamış olmasıdır. Marks, Versailles Sarayı ele geçirilmeden, Komün'ün ayakta kalabilmesinin mümkün olmadığını bildiği içindir ki Versailles Sarayı'nı hedef olarak gösteriyordu. Komünarlar Paris'te iktidarı ele geçirip, sonradan onu savunmakla yetinmeyi seçtiler. Ve yenilgi kaçınılmaz oldu. İkinci Tarihsel Tecrübe: 1917 Ekim Devrimi Paris Komünü'nün derslerinden doğru sonuçlar çıkarmış olan Bolşevikler, Kışlık Saraya yürümekte ve devrimi yaymakta tereddüt etmediler. Bolşevikler gayet iyi biliyorlardı ki, Ekim Devrimi'nin yegane garantisi, devrimin sürekliliğidir. Lenin, Komintern'in III. Kongresinde şöyle diyordu: "Ya devrim diğer ülkelerde, kapitalist bakımdan daha gelişmiş ülkelerde hemen veya en azından çok çabuk patlayacak, ya da yok olacağız.” (Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal, c.2, Maya Kitapları, s.160-161)
Beklenen uluslararası devrim Ekim Devrimi'nin yardımına yetişemedi, en çok beklenen
Alman Devrimi de yardıma gelmedi ve bir gerileme dönemi başladı. Ve işte tam da bu sırada devrimin yaygınlaştırılması stratejisi rafa kaldırıldı
~3~
ve onun yerine, mevcut olanın savunulması stratejisi ikame edildi. Sonuçta devrim önce kendi çocuklarını yedi, nihayetinde de yenildi.
Komünist Zemin
Üçüncü Tarihsel Tecrübe: İspanya Devrimi Paris Komünü'nün ve Ekim Devrimi'nin tecrübelerinin ardından 1936 yılında İspanya Devrimi ortaya çıktı. İspanya Devrimi başarıya ulaşmış olsaydı, bu devrim İkinci Emperyalist Dünya Savaşının başka bir yola girmesine neden olabilirdi. Bu devrim, Nazi Almanyası'nın kaderinin başka türlü şekillenmesine neden olabilirdi. Bu devrim, hem rayından çıkarılmış olan Ekim Devrimi'nin değerleri üzerine tünemiş karşı devrimci Stalinst kliğin hükümranlığının sarsılmasına, hem de İtalya, Fransa, Yunanistan ve birçok Balkan ülkesinde devrimlerin gerçekleşmesine neden olabilirdi, ama olmadı. İspanya Devrimi'nin kurmayları, Paris Komünü'nün ve Ekim Devrimi'nin düştüğü hataya düştüler. Devrimi bütün İspanya'ya, ardından da Avrupa'ya yaymak yerine, kazanılan kentleri, kasabaları ve köyleri savunmakla yetindiler ve yenilgi kaçınılmaz oldu. Elbette ki İspanya Devrimi'nin yenilgisinde başka faktörler de belirleyici olmuştur. Örneğin Stalinizmin İspanya Devrimci güçlerine
karşı düşmanca tavrı ve İspanya'daki devrimci güçleri burjuva bir hükümetin ortağı olmaya zorlaması önemli bir faktördür. Aynı şekilde Anarşizmin merkezileşmeye ve merkezi bir devlet anlayışına karşı oluşu da İspanya Devrimi'nin kaderi üzerinde belirleyici olmuştur. Ama bu yazının asıl maksadı bunları tartışmak olmadığından, bu hatırlatmayı yaparak geçiyoruz. Ve Rojava... Burada tartışmak istediğimiz, Rojava'da ortaya çıkmış olan fiili durumun ne olup, ne olmadığı değildir. Lakin şu kadarını biliyoruz ki, Rojava'da ortaya çıkan fiili durum üzerine tarihte eşine az rastlanır derecede farklı değerlendirmeler yapılmaktadır. Rojava'daki fiili durumun adı kimilerine göre "devrim", kimilerine göre "yeni bir uygarlığın filizlendiği yer", kimilerine göre ise "PKK'nin egemenlik alanıdır." Bütün bunlar tartışılabilir, tartışmak da gerekir. Lakin meselenin bu kısmı bir başka tartışmanın konusudur. Bunun da ötesinde, Öcalan tarafından savunulan "Demokratik Top-
~4~
lum Projesi"ni tartışmadan, Rojava'yı tartışabilmek ve anlayabilmek olası değildir. Rojova'da ortaya çıkan fiili durumun adı ne olursa olsun, kesin olan şudur ki, Rojava'da Kürtler ve Kürtlerle kader birliği yapan herkes adına bir mevzi kazanılmıştır. Elbette ki Rojava savunulacaktır. Rojava'yı savunmak, bırakalım siyasi bir projeyi savunmayı bir yana, orada yaşayan insanların yaşamlarını, yaşam alanlarını ve kendi yaşamlarıyla ilgili olarak karar verebilme hakkını savunmak adına hayati bir öneme sahiptir. Lakin Kobane'nin IŞİD ve arka plandaki güçler tarafından kuşatılmasından sonra bir kez daha görülmüştür ki, bir kazanımı koruyabilmenin yolu, mevcut olanı savunmaktan değil, onu büyütmekten, yaymaktan geçmektedir. Rojava'da minimize edilen sorun, Kobane'nin kuşatılmasıyla ve bu kuşatmaya karşı ortaya konulan direnişle ve de Kürt direnişinin Kürtlerin yaşadığı bütün coğrafyalara yayılmasıyla fiilen aşılmıştır. Bir kez daha görülmüştür ki, Hipermarketler çağında mahalle bakkalı olarak ayakta kalabilmek mümkün değildir. Rojava'da otaya konulan sorun, Rojava'da çözülemez. Evet, Rojava'da ortaya çıkan model ne olursa olsun, mevcut olanı yaşatabilmenin biricik yolu, tek başına onu savunmak olamaz. Paris Komünü, Ekim Devrimi ve İspanya Devrimi deneyimleri göstermiştir ki, mevcut olanı savunabilmenin biricik yolu, mevcut olanı büyütmekten, yaymaktan geçmektedir.
Komünist Zemin
Rojava tartışmaları vesilesiyle Komün üzerine düşünceler... Dipnot yerine: Rojava’da orta çıkan Komün örgütlenmelerinden sonra, Rojova'da ortaya çıkan örgütlenmelerin Komün olmadığı tartışması yapılır oldu. Bu, yanlış bir tartışmadır, zira öncelikli olarak Komün'ün ne olup, ne olmadığını netleştirmek gerekmektedir. Komün kavramının sosyalist hareketin literatürüne siyasi bir kavram olarak girişi Paris Komünü (1871) ile birlikte olmuştur. Bu tarih itibariyle de Paris Komünü her dönem referans ve esin kaynağı olmuştur. Peki, Komün nedir? Komün'ün etimolojik kökeni Latincedir. Latincedeki "communis" kökünden gelmektedir. Örneğin Fransa’da Komün, bugün de küçük yaşam birimi, belediye anlamına gelmektedir. Türkçeye denk düşen karşılığı ise "ortak yaşayan topluluk"tur. Komün olarak tanımlanan onlarca örgütlenme ya da ortak yaşam alanı ya da cemaat bulmak mümkün. Örneğin kapalı cemaatler, tarikatlar, kapalı topluluklar, yerel yönetimler, devrimcilerin cezaevlerinde oluşturmuş oldukları ortak yaşam toplulukları, bir çok otonom ortak yaşam toplulukları Komün olarak tanımlanmaktadır. Tam da bu noktada bir başka sorun karşımıza çıkıyor: Ortak yaşam nedir? Ortak yaşamdan anlaşılması gereken ne olmalıdır? Örneğin bundan anlaşılması gereken, üretim araçları üzerinde ortak mülkiyetin mutlaklığının yanı sıra ekonominin,
politik iktidarın ve sosyal yaşamın örgütlenmesinde Komün üyelerinin ortak ve doğrudan iştirakinin esas alınması mıdır? Bundan anlaşılması gereken, mülkiyet hakkını da kapsayan bir ortaklık mıdır? Bundan anlaşılması gereken, merkezi bir birliğe bağlı ama içişlerinde bağımsız özerk ya da federatif bir yapılanma mıdır? Bu da demek oluyor ki ne Komün'ün, ne de "ortak yaşam" kavramının bir tek tanımını yapabilmek mümkün değildir. Zaten önemli olan da Komün'den ne anlaşılması gerektiğinden ziyade, Komün'e yüklenen anlamdır. Kimsenin kimseye neyin Komün olup, neyin Komün olmadığını dikte etmeye hakkı yoktur. Bunun da ötesinde, dikte edilenin de bir hükmü yoktur. Bundan dolayıdır ki biz bu yazı kapsamında neyin Komün olup, neyin Komün olmadığını değil, komünistlerin Komün'den neyi anladıklarını, anlamaları gerektiğini ifade etmeye çalışacağız.
~5~
Komünistler ve Komün Komünlerin tarihi ile ilgi araştırmalarıyla bilenen ve kendisi de bir komünde yaşayan Yaacov Oved, Komün tanımı şöyle yapıyor: "Komün, üyelerinin, hür iradeleriyle, herkesten yeteneğine, herkese ihtiyacı kadar ilkesiyle paylaşılan bir hayatı yaşamayı seçtiği otonom bir topluluktur." Yaacov Oved'in Komün tanımına bire bir katılmasak da, esasları bakımından doğru bir tanımlamadır. Esasında Oved'in tanımında itiraz edilmesi gereken iki tek nokta mevcuttur. Birincisi; Oved, Komün'ü "otonom bir topluluk" olarak tarif etmiş olmasıdır. Zira Komün'ün otonom olması, toplum değil, topluluk merkezli bir yapılanma olmasına tekabül eder ki, biz buna itiraz ediyoruz. Komün'ün bir topluluğun değil, bütün bir toplumun ihtiyaçla-
Komünist Zemin
rını esas alması, toplumsal bir yaşam fikrine daha uygundur. İkincisi, Oved'in yukarıdaki Komün tanımı, sınıflı toplumlar için, hatta ve hata kapitalist bir toplumda mevcut olan bir çiftlik ya da ev komünüdür. Bu önerme gerçekçi değildir. Gerçekçi değildir çünkü "herkesten yeteneğine, herkese ihtiyacı kadar ilkesi" sınıfsız bir toplumda geçerli olabilecek bir ilkedir. Sınıflı bir toplumda ve de bir evde ya da çiftlikte hayata geçirilebilecek ve yaşatılabilecek bir proje değildir. Komünistler açısından Komün, iki ayrı aşamada ele alınması gereken bir olgudur. Birinci aşamadaki Komün, aynı zamanda siyasidir ve bir iktidar organına tekabül eder. Eksiklerine rağmen bunun ilk örneği, Paris Komünü'dür. Paris Komünü'nden de alınan derslerin kılavuzluğunda 1917 yılında ortaya çıkan Sovyetler ise, devrimci anlamda siyasi Komün'e denk düşen bir girişimdir, lakin bu girişim de doğduğu gibi öldürülmüştür. Bu demek oluyor ki, sınıflı toplumlar çağında komünistlerin bizzat örgütleyicisi olabilecekleri Komün, üretenlerin yalnızca üretimin örgütlenmesinde değil, aynı zamanda toplumsal yaşamın örgütlenmesinde, siyasetin oluşturulmasında, uygulanmasında ve denetlenmesinde doğrudan yer aldıkları bir toplumsal örgütlenmedir. Esasında 1917 Ekim Devrimi'nden sonra Sovyetler Birliği'nde hayata geçirilmek istenen Sovyet modeli, tam da Komün örgütlenmesine denk düşen bir örgütlenmeydi; başarılamadı o başka.
Özellikle Sovyet modelinin ortaya çıkmasıyla birlikte Marksizm orijinli hareket Komün yerine Sovyet kavramını kullanmayı tercih etmiştir ama Sovyet modelinden kastedilen tam da Komün'dür. İkinci aşamada ise Komün artık siyasi olmaktan çıkmıştır; çünkü siyaseti gerekli kılacak nedenler ortadan kalkmıştır. Sınıflar ve devlet ortadan kalkmıştır, artık komünist bir toplum mevcuttur. Paris Komünü, Rojava'daki Komün Örgütlenmeleri ve Diğer Komün Örnekleri Üzerine Yukarıdaki Komün tanımlamasından hareketle soralım: Paris Komün'ü, kelimenin gerçek anlamına uygun bir Komün olarak tanımlanabilir mi? Bu sorunun cevabı, elbette ki hayır olmak durumdadır. Zira Paris Komün'ünün ilk kararnamelerinden bir tanesi, özel mülkiyetin dokunulmazlığına ilişkindir. İşçiler yalnızca sahibi tarafından terk edilmiş olan işletmeler üzerinde tasarruf etme hakkına sahiptiler. Örneğin Komün'de kadınların oy hakkı yoktu ve konseyde kadın üye bulunmuyordu.
~6~
Özel mülkiyete dokunmayan, mülk sahiplerini mülksüzleştirmeyen, kadınların temsil hakkının olmadığı bir yapılanmanın Komün olarak adlandırılması doğru olabilir mi? Şayet yukarıda tarifini yaptığımız Komün tanımını esas alacak olursak, Paris Komünü'nü de Komün olarak kabul edemeyiz. Tartışmayı daha da lokalize ederek devam edelim. Bu coğrafyada ilk Komün geleneği cezaevlerinde ortaya çıkmıştır. Birçok insanın ilk ve tek deneyimi de budur. Buradan hareketle soralım: Ortak bir üretimin ve ekonominin olmadığı, tek ortaklığı ise ailelerin getirdiği yiyeceklerin ya da yine aileler tarafından yiyecek alınsın diye gönderilen para ile alınan yiyeceklerin ortak tüketilmesine Komün denilebilir mi? (İdeolojik olarak aynı yerde durmayanların ve örgütle ters düşenlerin Komün tarafından nasıl ötelendiği, keza bu Komünlerde bireylerin özgür iradelerinin ne derece temsil edildiği ayrı bir tartışma konusu olduğundan, burada ayrıntıya girmiyoruz.) Benzer bir örnek de Gezi sürecinde ortaya çıkan "Gezi Komünü"dür. Burada da olan aynıdır.
Komünist Zemin
Zira söz konusu olan, yiyeceklerin, elbiselerin ve kitapların bir süreliğine paylaşılmasıdır. (Tabii ki herkesin dışarıda bir evi vardı ve herkesin banka kartı cebindeydi.) Özcesi, buradaki de birlikte tüketime dönük bir ortaklıktı. Ek olarak bir takım kararların birlikte alınması, "Gezi Komünü'ne ayrı bir muhteva kazandırmaz. Gelelim Rojava'daki Komün örgütlenmelerine. Rojava'da ortaya çıkan Komün örgütlenmelerinin Komün olarak adlandırılması mümkün müdür? Eğer yukarıdaki Komün tanımından hareket ederek bir tanımlama yapacak olursak, elbette ki bu durumu Komün olarak adlandıramayız. O halde ne nedir, ne değildir? 1917 Ekim Devrimi'nin yapılmış olması demek, proletarya diktatörlüğünün de kurulmuş olması anlamına gelmemiştir. Bolşeviklerin çağrısı, "Bütün İktidar Sovyetlere" idi ama bu çağrı hiç bir vakit vücut bulmadı. İstenilen bir işçi devletinin kurulmasıydı ama bunun yerine partinin diktatörlüğü ikame edildi. Lakin Bolşeviklerin çağrısı ve girişimi, bir işçi devletinin kuruluşuna ilişkindi. Sonradan cereyan eden olaylar ne Bolşeviklerin çağrısına, ne de Ekim Devrimi'ne gölge düşürür.
Bu örneği vermemizin nedeni, belki buradan bir analoji yaparak tarihteki Komün örneklerini daha iyi izah edebilmekti. Bu noktadan hareketle Paris Komünü'nü ve tarihteki diğer Komün örneklerini değerlendirecek olursak, şu belirlemeyi yapabiliriz: Bir girişimi ya da olguyu Komün olarak adlandırmak, bunun tamamlanmış bir süreç olduğu anlamına gelmez. Paris Komün'ü, ortaklaşa bir yaşam için bir girişim idi ama tamamlanamadı ve yenildi. Tamamlanmamış bir süreç olsa da, bu onun Komün olarak adlandırılmasının önünde bir engel teşkil etmez. Paris Komünü’nden sonra da çeşitli coğrafyalarda kendilerini Komün olarak adlandıran çiftlikler, işgal evleri, köyler ortaya çıkmıştır.
~7~
Peki, bunlara Komün demek yanlış mıdır? Bu soru hem evet, hem de hayır olarak cevaplanabilir. Şöyle ki, eğer Komün diye adlandırmakta ki maksat, hedeflenen komünal bir topluma gönderme yapmak ve onu imkânlar ölçüsünde hayata geçirmek, bugünden başlayarak kurmaya başlamak ise, bu durumda Paris Komünü'ne de, Gezi Komünü'ne de, cezaevlerinde kurulan komünlere de, Rojava'da ortaya çıkan Komün örgütlenmelerine de kelimenin dar anlamında Komün demek yanlış olmaz. Eğer ki bütün bu Komün örnekleri komünistlerin Komün'e yükledikleri anlamın yerine ikame ediliyorsa, bu durumda bunların Komün olarak adandırılması doğru değildir.
Komünist Zemin
Anarşistler, federalizm ve ütopizm Anarşistler, Saint Simon, Thomas More ya da Tommaso Campanella gibi ayrıntılı gelecek toplum projeleri çizmediler. Onların böylesi belirlenmiş, programlanmış ayrıntılı ütopyaları olmadı, ama yine de geleceğin dünyasının bazı genel hatlarını çizmeye de çaba gösterdiler. “Hemen tüm anarşistler özgür bireylerin gönüllü işbirliğine dayalı merkezsizleştirilmiş bir toplum; hükümetsiz ya da mülkiyetsiz, açlık ya da yokluğun olmadığı, insanların kendi işlerini herhangi bir otoritenin engellemesi olmadan yürüteceği bir toplum öngörüyorlardı. Çoğu anarşistler için, böyle bir toplumun doğal çevresi hem kentsel, hem de kırsal özyönetim komünlerinin gevşek bir federasyonuydu.” (P. Avrich, “Rus Devriminde Anarşistler”, sf. 71, Metis Yayınları, 1992)
Ama yine de anarşistler ütopyacılıkla suçlanmışlardır. Çünkü ta başından bu yana, Paris Komününden bile önce, passeist bir yanları, bir kanatları oldu hep. Bu en modernlerinde, teknik ilerlemeden yana olanlarında bile görülebiliyordu. Bu ikincilerde passeizm özerklik, federasyon vb. kavramlarıyla sarmalanmış olarak ortaya çıkıyordu. “Ancak bunun ötesinde, pek az bir anlaşma söz konusuydu. Kimi anarşistler için altın çağ, yalın bir geçmişe, insanları ruhsuz robotlar ordusu durumuna dönüştürmeye başlayan büyük ölçekli sanayinin öncesine bir geri dönüş demekti. Onlar ortaçağ komünündeki ve sanatçılar (zanaatçılar) kooperatifindeki doğrudan insan ilişkilerini geri getirmeyi ve ne çarın ne devletin olduğu, yalnızca toprak ve özgürlüğün bulunduğu ilkel bir mutluluğu yeniden kurmak istiyorlardı. Bununla birlikte, çoğunluk teknik ilerlemeyi olumlu karşılıyor, çağdaş makinaların insanları bıkkınlık ve yorgunluktan kurtaracağına, dinlenme ve kültürel uğraşlar için zaman bırakacağına ve kol emeğine geleneksel biçimde vurulmuş olan lekeyi temizleyeceğine inanı yorlardı. (...)” (P. Avrich, “Rus Devriminde Anarşistler”, sf. 72, Metis Yayınları, 1992)
Henri Lefebvre de Paris Komünü’ne ilişkin şunları söylüyor: “Komüncüler için, zafer, yani tasarılarının gerçekleştirilmesi, merkeziyetçi olmayan ve federalist projenin gerçekleşmesiydi. Özgür ortakların (üreticilerin) beraberliğiyle toplumun radikal dönüşümü hedeflenmekteydi... ...Projenin belirsizlikleri, ortaçağın yeniden canlandırılması, bölgecilik ve geçmişe özlem duyan (passéiste) yönleri vardı.” (H. Lefebvre, Arguments, sf. 48)
Lefebvre’in anarşistlerin önemli bir rol oynadıkları Paris Komün’ünde yaptığı passeizm saptamasının, bir benzerini Avrich, az üstteki alıntı da görüldüğü gibi 1917 Rus Devrimi anarşistlerinde yapıyor. Anarşistlerle Marksistlerin federasyon ve konfederasyon terimlerinden aynı şeyi anlamadıkları çok açık. Bu terimlerden anarşistler, otarşik kentler, tarım komünleri, konseyler vb. arasında, yaptırım gücü olmayan bir koordinasyon, Avrich’in ifadesiyle “kentsel ve kırsal özyönetim komünlerinin gevşek bir federasyonu”nu anlıyorlar. Marksistlerse bunu, Paris Komünü’nün yenilgi sebeplerinden biri saydıkları için eleştiriyorlardı. Komün’ün başarısızlığında bu passeist otarşik özerklik anlayışı etkili olmuştu. Küçük burjuvalar, kapitalizmin (sermayenin) merkezileştiren gelişmesine ve örgütlenmesine karşı tepki duyuyorlardı. Bu nedenle, bu etkinin al-
~8~
Komünist Zemin
tında kalan komünarlar, ortaçağın özerk, kendine yeten kentlerinin hayaliyle, Komün’ün merkezî bir örgütlenmeye gitmesine de karşı çıkmışlar, Paris özelinde de bunu geciktirmişlerdi. “Pasiflik ve kararsızlık, bu durumda, kutsal özerklik ve federasyon ilkesiyle” desteklenmişti. “Bilindiği üzere, Paris diğer birçok komün arasından yalnızca biriydi. Paris kimseyi bir şeye zorlamak istemiyor”du. Paris, komünlerin ulusal düzeyde merkezî federal birliğini gerçekleştirmek, ulusal çapta bir proletarya diktatörlüğü örgütlemek için mücadele vermiyordu. “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh bütün vatandır” deyip Versailles’ın üstüne yürümek, saldırmak yerine, “Paris’in önderleri kendilerini komünal özerkliğe hapsetmeye kalkıştılar: Eğer diğerleri onlara saldırmazsa, onlar da diğerlerine saldırmayacaklardı; her şehir kendini yönetme kutsal hakkına sahipti.” Komün “bir küçük burjuva reformu olan komünal özerkliği, gelişmekte olan proleter devrimin yerine” koymaya çalıştı ve partikülarizme boyun eğdi. “Hangi forma bürünürse bürünsün partikülarizme eğilim, ölü geçmişin bir mirasıdır.” (Trotskiy, Paris Komünü, sf. 49-50) Kapitalizmin gelişip güçlendikçe her şeyi yavaş yavaş merkezileştiren örgütlenmesine karşı haklı düşmanlık, öbür uca savrularak, Fransız proletaryasına olumsuz bir miras bıraktı: passeizm ve partikülarizm. Sermayenin merkezileştiriciliğine karşı küçük burjuva bir tepki olarak ortaya çıkan merkeziyetçiliğe düşmanlık ve yerelliğin ve özerkliğin yüceltilmesi, Fransız proletaryasının belirli bir bölümünün güçsüz yanıydı. Bu olumsuz miras, özerklik, federasyon vb. kavramların ardına saklanarak, onunla sarmalanarak ortaya çıkıyordu. “Bazı devrimciler için mahalleler, bölgeler, taburlar, şehirler için özerklik, gerçek etkinliğin ve bireysel bağımsızlığın en mükemmel garantisi”ydi. “Fakat bu, Fransız proletaryasına pahalıya mal olan büyük bir hatadır.” (Trotskiy, Paris Komünü, sf. 50) "Paris Komün’ü, ne yazık ki sadece kuşatılmış bir şehirle sınırlı, bir ulusal ayaklanmadan çok yerel bir ayaklanma olarak kaldı. Bu da tabii ki, yenilgiye uğramalarının bir nedenidir."
(G. Hodgson, “Sosyalizm ve Parlamenter Demokrasi”, sf. 26-27, İletişim Yayınları, 1998)
Komün’ün bir başka yenilgi nedeni ise, hemen yukarıda Lefebvre’in sözünü ettiği komünarların projelerinin koşullarının olgunlaşmamış olmasıdır.
Bazı anarşistlerin federalizm anlayışı, ütopik sosyalistlerin sosyalizm anlayışıyla bir noktada birleşmektedir. Zira her ikisi de içinde yaşadıkları şehirden, topluluktan, yani köklerinden koparak, bir ölçüde tarihsizleşerek yeni bir yerleşim yeri ve yeni bir topluluk/komün oluşturmayı önermektedir. Bu tür anarşistlerin federalizmi bu komünlerin “gevşek” bir federasyonu anlamına geliyor. (Çağrışım yaptırması açısından buna belki de en iyi örnek, tarihsel bir komünist ve anarşist etki almış olmakla birlikte komünist ve anarşist olmayan, köklerinden koparak dünyanın dört bir yanından gelmiş insanların kurduğu İsrail’in ilk zamanlarındaki Kibbutzlar olabilir.) Bu nedenlerle anarşistlere ütopist denmesi ve onların federalizm anlayışlarına şüpheyle bakılması anlaşılabilir bir şeydir. Anarşistler her şeyin hep daha özerk, daha bağımsız, daha özgür, daha bireysel olanını istiyorlar; federasyonun gevşek, örgütsel ilişkinin yatay olanını, kararların bağlayıcı olmayanını. Bu nedenle merkezî bir ilişkiyi ve merkeziyetçi bir yapıyı gerektirecek her türlü çokluktan sakınmaya çalışıyorlar. Ve bireyci anarşizmden nihilizme kadar uzanan bir çeşitlilik oluşturuyorlar. Bizi burada ilgilendiren bu çeşitlilik değildir. Bizi ilgilendiren işçi sınıfına yakın duran, bu sınıfla şu ya da bu düzeyde ilişkisi ve geleceğe yönelik projesi olan anarko-sendikalistler ve anarko-komünistler ve onların dün ve bugün (daha çok dün, işçi sınıfı ve emekçi kitleler içinde güçlü oldukları geçmişte) ne söyledikleridir. Örneğin Anarko-komünist Bookchin, AngloAmerikan dünyasında moda post-modern, bireysel anarşizmdeki bu passeizmin çok yeni ve uç versiyonlarının eleştirisini yapıyor, “Toplumsal Anarşizm mi, Yaşamtarzı Anarşizmi mi” adlı kitabında. Bookchin, “Ekolojik Bir Topluma Doğru” adlı kitabında da, sürekli olarak, passeizme düşmemek, ama geçmişten öğrenmek gerektiğini söylerken, kendince ince ayrımlar yapıyor. Ve komünü ve komünoteyi esas alan, "yüz yüze demokrasiyi" öngören geleceğin toplumsal projesinde “insanî boyutlu”, “bir bakışta kavranabilen” kentler hayal etmekten de geri kalmıyor. Bookchin Antik Yunan’ın “Polis”inden ve Ortaçağın lonca kentlerinden vb. öğreneceğimiz çok şey olduğunu söylerken haklı olarak (negatif anlamıyla) ütopyacı olduğunu kabul etmiyor. Ama Bookchin, geleceğin özerk, otarşik, kendi kendine yeten anlamında özerk kentlerinden oluşacak bir komünler konfederasyonu tasarlarken de (negatif anlamında) ütopyacı değil,
~9~
Komünist Zemin
sadece radikal olduğunu düşünüyor. Bu nedenle de Herbert Marcuse’ü eleştirirken şöyle diyor: “Marcuse ve Lenin’i ortak bir inançta birleştiren şey, Marcuse’ün sözleriyle, ‘modern bir kitle toplumunda, hangi biçimiyle olursa olsun demokrasi, bir temsil sistemi olmaksızın kavranamaz’ görüşünü paylaşmalarıdır. Bu formülü moleküllerine ayırdığımızda, Engels’in sosyalizmi fabrikalar olmaksızın hayal edemediği gibi, Marcuse’ün de sosyalizmi bir ‘kitle toplumu’ olmaksızın hayal edemediğini görürüz .” (Bookchin, Ekolojik Bir Topluma Doğru , sf. 213)
Bookchin güzel şeyler söylüyor, üstünde düşünebileceğimiz ilginç öneriler getiriyor, ama Bookchin bir politik devrim olmadan bunların (sosyal devrimin) nasıl olacağına dair bize bir şey söylemiyor. Bir yandan antik kent komünlerine, düştüğü şerhler durumu kurtarmıyor, aşırı övgüler düzerek passeizme, bir yandan da her şeyi kendiliğindenliğe, özerk site, mahalle ya da kasaba sakinlerinin toplantılarına bırakarak; geleceği mikro politikalara bağlayarak partikülarizme düşüyor. Otarşik, ekonomik olarak kendine yeten, alternatif eko-teknolojiler sayesinde enerji bağımlılığı olmayan, politik olarak özerk (bağımsız) kent komünlerinin ya da belediyelerin konfederasyonunu öneriyor. Konfederasyon, hiç bir yaptırım, müdahale gücü vb. olmayan bir koordinasyon örgütlenmesi anlamına geliyor. Bookchin bu projenin, ancak “tümüyle gelişmiş bireylerle” mümkün olduğunu söylüyor ve ekliyor, “tümüyle gelişmiş bir birey, tümüyle gelişmiş bir toplumun sonucudur”. Ama bu topluma, “kitlelerin” nasıl gideceğini söylemiyor. Bir devrim örgütlenmesi olarak konseylere, Sovyetlere de yer vermiyor kendi projesinde. Onların temsili kurumlar olduğunu ve yüz yüze demokrasiye, özyönetime zarar verdiklerini söylüyor. Çünkü ona göre, konsey türü örgütlenmeler coğrafî yaşam alanlarından koparılabilen, koparılan örgütlenmelerdir. Paris Komünü’yle ilgili olarak Bookchin’in de andığı “evrensel cumhuriyet” nasıl gerçekleşecek? Bookchin, sınıf mücadelesine ve işçi sınıfına düşüncesinde merkezi bir rol vermediği,
hatta bir rol bile vermediği ve toplumsal devrimi önceleyen bir politik devrim öngörmediği için, “evrensel cumhuriyet ve komünal toplum” hedefine nasıl ulaşılacağını bilemiyoruz. Bookchin’in projeleri ve o güzel önerileri, birer ütopya olarak şimdinin (güncelin) mikro politikalarında ve kent sakinleri “kitlesinin” kendiliğindenliğinde, günlük sıkıntılarında hapsolmuş durumdadır. Diyelim ki, bir ülkede bir devrim oldu, Bookchin, bu durumda emperyalist saldırganlara karşı, o devrimin kendisini nasıl savunacağını da söylememektedir. Daha önce bir başka biçimde söylediğimiz gibi, eğer partikülarizm ve otarşik otonomizm bir devrim için tehlikeliyse, bunlar bir devrimci ordu için çok daha fazla tehlikelidir; yenilgiye de mahkumdur. Bilmiyoruz, belki de Bookchin ve onun gibi düşünen anarşistler “eş zamanlı bir dünya devrimi” savunuyorlardır. Kısacası, federalizme tarihsel deneylerin dışında ve onlardan ders çıkarmadan, onları yok sayarak özel anlamlar yüklemek (negatif anlamıyla) ütopizmdir. Bazılarının sosyalizm deneylerini “reel sosyalizm” diye küçümsemesine ve sosyalizmi ve komünizmi yine geçmişin ya da geleceğin ütopyalar dünyasına göndermesine benzer. Bu, sosyalizmi de, federalizmi de tarihsel koşullardan ve deneylerden kopararak, gerici ya da ilerici, passeist ya da fütürist anlamda ütopyaya indirgemek demektir. Reel olanı küçümseyip karalayarak, imajiner bir dünyaya sığınmaktır; tarihsel gerçekçi, ya da (olumlu anlamında) ütopist olmamaktır. Bizim bugün imkânsız, ütopya olarak görülen fikirlerimiz, projelerimiz bugün için ve bu düzen içinde imkânsızdır; bu doğru. Ama yarın, siyasal devrimle gelecek bir başka düzende ise imkân dahilindedir. Tarihsel şartlara, devraldığımız mirasa ve bize bağlı olarak bunlar realize edilebilirler, reeldirler. Oysa anarşistlerin ve bütün post-...ların, gelecek toplum projeleri, ütopyaları fiiliyatta, tarihin getirdiği güncel görevlerden kaçmak, yani bir tür apolitizm anlamına gelmektedir. Burada ütopya, gerçekliği değiştirmek adına politikadan kaçmak ve ellerini kirletmemek için uzak geleceğe sığınmak demektir.
~ 10 ~
Komünist Zemin
Özyönetim ve Doğrudan Demokrasi Anarşistlerin federalizm ve otonomi kavramlarıyla ilişkili olarak toplumun örgütlenmesine ilişkin olarak kullandıkları diğer kavramlar ve tarihsel örnekler (Sovyetler, fabrika ve işyeri konseyleri/komiteleri, kent ve tarım komünleri vb.) Marksist sözlüklerde ve konu üstüne kitaplarda proletarya diktatörlüğü ve işçi demokrasisi vb. gibi kavramlarla ilişkili olarak bulunuyor, kullanılıyor. Ama bunun yetmediği düşünülüyor ki, 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren, yeni veya geleneksel, hemen hemen tüm solun literatürüne tamamlayıcı olarak bir de “özyönetim” kavramı giriyor. Özyönetim kavramı Marksist hareket içinde bir arayışı ve dönüşümü ifade ediyor. Bir çok Marksist hareket ve parti önce bu kavramı literatüre kabul etmek istemiyor. Örneğin Trotskistler bu kavramı 1968 sonrası kabul ederlerken, Avrupa'da bile SBKP'nin bir çok kardeş partisi bu kavrama karşı tutumunu 70'li yılların ikinci yarısına kadar sürdürüyor. Örneğin Fransız Komünist Partisi bunlardan biri. Bu kavramın Marksist literatüre girişi, bize, federalizm ve otonomi kavramlarının Marksist literatüre ulus sorunuyla ilişkili olarak tek boyutlu girişinin doğurduğu bir eksikliği giderme çabası gibi geliyor. Çünkü özyönetimi bu kavramlardan ayırmak mümkün görünmüyor. Özyönetim, sınıflı toplumlarda, parlamentarizmden daha eski ve zengin bir tarihe sahiptir. Antikçağ’dan Ortaçağ’a özyönetim, ya toplumların ve yeni devletlerin yapılarının ortak anlatımı, ya da mevcut toplumsal düzenin ve kurumlarının bir biçimde reddiydi. (Eski Yunan, Siteler, Hussites’ler hareketi, Reform). Demokrasinin ve yurttaşlık kavramlarının doğuşuna kaynaklık eden Atina Polis’i (Site’si) kendi kendini yönetmenin ilk özgün örneğiydi. Yunan polisi (Site'si), yurttaşların yüksek kültürel birikimine ve etik değerlere yaslanıyordu ve siyasal yönden tamamen özerktiler. Ticaretin yabancılaştırıcı ve yozlaştırıcı etkilerinden kendilerini korumaya özen göstermişlerdi. Ama zamanla büyüyen Akdeniz ticareti bir yandan polis’in (Site'nin), özgün bir burjuva çizgide gelişmesini engellerken, bir yandan da onun yurttaşlık değerlerini zayıflattı.
Polis(Site) büyümekte olan Akdeniz ticaretinin kurbanı oldu. Polis’in (Site'nin)kentsel değerleri, bin yıldan sonra, Ortaçağ kentlerinde yeniden boy verdi; ancak bu kent komünleri Yunanlıların toplumsal yaşamlarına getirdikleri açık rasyonellikten yoksundular. Bir de genç Amerikan devletleri birliğinin (Birleşik Devletler) özyönetim sistemi örneği var. On dokuzuncu yüzyıldaki bu Communities adı verilen örgütlenmeler, göçmen kolonilerini İngiltere kralına, Yerlilere ve Fransızlara karşı bir araya getiriyordu. Bu örgütlenmeler (Communiti’ler) aslında çok demokratikti (elbette, Antik Yunan demokrasisini, yani Atina Polis’ini değerlendirirken yapıldığı gibi, kölelerin varlığı ve cins ayrımcılığı bir yana bırakılırsa), siyasal yönden özerktiler, geniş yetkileri vardı. “Bu kuruluşlarda, merkezî olmayan ve kendi kendilerini yönetmenin değişik biçimleri” bulunuyordu. Ama zamanla Amerikan sermayesinin etkisi altında bugünkü temsili sisteme ulaşmak üzere, yetki ve imtiyazları, direnmelerine karşın azar azar sınırlandılar. Başka daha az demokratiklerden biri olarak: özyönetimci geçmişlerinden sadece bir kaç kalıntıyı korudular; yargıçların ve şeriflerin seçimle göreve gelmesi örneği gibi. Sanayi devrimiyle ve merkezî ulusal devletlerin ortaya çıkmasıyla birlikte, yerel ve ekonomik yönden bağımsız birimlerin sınırlanması eğilimi günümüze kadar artan bir hızla sürmüştür. Farklı mümkün toplumsal örgütlenme biçimleri üstüne düşünen geçen yüzyılın sosyalistleri, özyönetim kavramını geliştirip incelttiler. Ama Amerikan deneyinin etkisi altında kalıyorlardı. Bu noktadan itibaren de anarşistler tekrar prim yapmaya başladılar. Aynı dönemde Marksistlerin ilgisi, işçi sınıfı tarafından iktidarın ele geçirilmesi yolları üstüne yoğunlaşmıştı, özyönetim üstüne bazı araştırmalar da küçük burjuva üretim sistemi, doğaya dönüş, toplumun atomizasyonu ve bugünden yarına devletin kaldırılması konularıyla bütünleşmişti. Bu da, Marksistleri bu konulardan uzaklaştıran bir başka etken oldu. Oysa, kendi kendini yönetmenin, halk yönetiminin sorunları tam da bu konularda ortaya çıkıyordu, beliriyordu.
~ 11 ~
Komünist Zemin
Özyönetim kelimesine günümüzde “ne anlam yüklediğini” Çek Marksist P.Uhl şöyle açımlıyor: “Biz (bu) kelimeden toplumun tamamı için geçerli kurumlaşmış bir iktidar sistemini anlıyoruz. Yasama, yürütme, yargı işlevlerini birleştiren ekonomik ve politik iktidarın bir örgütlenmesi. Uluslararası ilişkileri olan ve bütün insanî aktivite alanlarını kapsayan bir sistem olarak özyönetim. Tarih bu anlamda özyönetimci girişime tanık oldu. 1871’de Paris komüncülerinin kahramanca girişimi vardı. Rusya’daki (1905 ve 1917) İşçi, Köylü ve Asker Temsilcileri Sovyetleri de özyönetimci birer davaydı, ama Sovyetler ağır basan temsili bir karakter içeriyordu. (....)” (Petr Uhl, “Hapsedilmiş Sosyalizm”, sf. 248, StockLaBreche Yay., 1980; Cantzen, age, sf. 249)
Görüldüğü gibi, Ademi-merkezi (otonom) komünlerin birliği olarak federalizm ve özyönetim kavramları iç içe geçmiş bir biçimde kullanılıyor. Çünkü, işlevleri düzene lojistik destek sağlamak, mevcut yapıyı düzenleyip güçlendirmeye, muhafaza etmeye yönelik oldukça, Ademimerkezileşme isteği bütünüyle anlamsızdır. Bu tür bir Ademi-merkezileşme, sadece merkezi kararların uygulanmasında yerel düzeyde idari yürütmeyi güçlendirir, yoğunlaştırır. Toplumun çalışan çoğunluğu yine toplumun bütününü ilgilendiren karar alma ve bu kararları uygulama süreçlerinin, kısacası “politika”nın dışında kalır, yani “seyirlik politika”ya mahkum olmaya devam eder. Bu nedenle, “Herkesin karar alma süreçlerine özgürce katılabildiği ve tüm maddi yaşam araçlarının komünal olarak sahiplenip üretildiği ve bölüştürüldüğü bir özyönetim olmaksızın ‘Ademi-merkezîleşme’ talebi katıksız
bir cehaletperverliktir.” Bu nedenle, Ademimerkezîleşme ve insan ölçeğine evet! Ama, mülkleri, ürünleri ve çevresi komünal olarak paylaştırılan ve hiyerarşik olmayan bir biçimde yönetilen bir toplumda. Bu nedenle sosyalist hareket kendisini salt siyasal bir hareket olarak görmez ve mücadelesini siyasal faaliyetle sınırlamaz. Siyasal demokrasiyi aşmaya yönelik bir perspektifi vardır. ‘Doğrudan demokrasi’ kavramının anlamı burada ortaya çıkar. ‘Doğrudan’ sözcüğüyle, bütün bütüne ortadan kaldırılması imkânsız olan temsil ilişkisi değil, tüm toplumsal kararların alınmasındaki siyasal dolayım yadsınmaktadır. Dolayısıyla “proletarya demokrasisi ‘çok demokratik’ bir siyasal yapıyı değil, toplumdaki sosyalist ilişkilerin özünden doğan demokrasiyi” anlatmaktadır. Konuyu tamamlamak üzere, “değişik uygulamaları dikkate alan iki özyönetim tanımı” daha aktarıyoruz. Bu tanımlar da şöyle: “Özyönetim, sadece ekonomik değil, aynı zamanda (bir politikacılar kastının yönetim tekeli olarak anlaşılan) politika kavramını ortadan kaldırarak, her aşamada insanların işlerini kendi ellerine almalarına olanak verecek biçimde ona yeni içerik kazandıran radikal bir dönüşümdür.” (Y. Bourdet ve A. Guillerm’den akt. Henri Arvon, “Özyönetim”, sf. 8, İletişim Yay., 1991
“Özyönetim, her şeyden önce toplulukların belediyeler, işletmeler, bölgeler- kendi düzeylerine tekabül eden ve devlet işi niteliğini taşıyan görevlerin taban tarafından yönetimidir. Fakat aynı zamanda siyasi kararları uygulayıp denetleyen bir iktidar biçimidir.” (D. de Rougemont’dan akt. H. Arvon,age, sf. 8)
1871 Paris Komünü, Rusya’daki 1905 ve 1917 İşçi, Köylü ve Asker Temsilcileri Sovyetleri de birer özyönetimci davaydı...
~ 12 ~
Komünist Zemin
Merkeziyetçilik,
Otonomi ve Federalizm
“Merkeziyetçilik ile federalizm arasındaki ilişkiler sorunu, XIX. yüzyılın ilk üçte ikisi boyunca tartışmaların en önemli konusunu oluşturuyordu. Federalist düşünceler 1789 Fransız Burjuva Devrimi'nden sonra, Almanya ve İtalya’nın birleşmesinin yol açtığı yarım yüzyılı aşkın bir zaman boyunca kafaları kurcalayıp duran en yakıcı sorunların izinde geniş bir yaygınlık kazanmışlardı. Bu düşünceler birbirini pek tutmayan düşüncelerdi ve kendilerine yol açan çeşitli ideolojik ve toplumsal etkenleri yansıtıyorlardı. Bazıları, jakoben diktatoryaya karşı bir tepki oldukları için, tutucu bir nüans taşıyordu. Ama genel olarak bu düşüncelerin çoğu, küçük burjuva devrimcilerin düşünceleriydi. Kapitalist gelişmenin merkezleştirici gücüne karşı küçükburjuva bir protesto olarak Birinci ve İkinci İmparatorluğun bir merkeze bağlı siyasetine doğal bir tepki niteliğiyle ortaya çıkıyorlardı. Bir çok küçük burjuva ideolog için federalist rejim, onlara göre bireyin özgürlük ve bağımsızlığını güvence altına almaya en elverişli rejim olduğu için, demokrasiyi simgeliyordu. Marks ve Engels’in bu ütopyacı teoriler karşısındaki tutumu ve özellikle Almanya’nın birleşmesi dolayısıyla benimsedikleri davranış biliniyor.” (N. Kolpinski, Paris Komünü ve Marksizm” adlı derleme, Sarmal Yayınları, 1996, sf. 105)
Marks ve Engels, tarihi açıdan "ilerici" olarak gördükleri kapitalizmin gelişmesi için en iyi arena olması açısından, milliyetçiliğe herhangi bir erdem atfetmeden, ulusal devletin arzulanır olduğunu iddia ederek Almanya’nın birleşmesini istediler. “1871 Alman birliğine, şu ya da bu biçimde Alman topraklarında politikayla ilgilenen herkesin, buna karşı çıkmayı isteyenlerin bile temel ilgi odağını oluşturan, uzun süredir beklenen bir hedefe ulaşılması gözüyle bakılıyordu. Marks ve Engels bile Bismarck’ın ‘1866’da olduğu gibi, şimdi bizim işimizin bir parçasını kendilerince hissetmişlerdi.” (Eric Hobsbawn, “Milletler ve Milliyetçilik”, sf. 197, Ayrıntı Yayınları, 1993)
Marksistler, hiçbir fikrin, kavramın kendi içinde, kendinden menkul bir değeri olduğunu savunmamışlardır. Bu ademi merkezileşme, federalizm vb. kavramları için de geçerlidir. Çünkü Paris Komünü ve daha sonra da Sovyetler Kongresi vb., “hepsi de yüksek derecede merkezi, ama yine de oldukça demokratiktir. Öte yandan, feodalizm hem ademi merkezi ve hem de fazlasıyla bürokratikti. Kilit soru, ‘merkezi’ aygıtın aşağıdan (seçilmiş ve geri çağrılabilir delegelerce) denetlenip denetlenmediği veya sözde adına hareket ettiklerinden kendisini ayı-
~ 13 ~
Komünist Zemin
rıp ayırmadığıdır.”
(Maurice Brinton, “Bolşevikler ve İşçi Denetimi”, sf. 87, Ayrıntı Yayınları, Temmuz 1990)
Ademi merkeziyetçilik ve federalizm bunu kolaylaştırıcı idarî ve siyasî bir faktördür sadece. Ama önemli bir faktör. İşte bu faktörün önemi devrimin ateşinin düştüğü, heyecanının azaldığı yıkma döneminin bitip yapma (kuruluş) döneminin başladığı süreçlerde daha iyi anlaşılır. Anarşistler açısından, özyönetim, Sovyetler, konseyler, fabrika ve işyeri komiteleri, tarım komünleri (kooperatifler, kibbutzlar vb.) kavramlarını, federalizm ve otonomi kavramlarından ayrı olarak ele alabilmek mümkün değil. Ama komünistler bu kavramları federasyon ve otonomi kavramlarıyla hiç ilişkilendirmeden kullanabiliyorlar. Yani, anarşistlerin tersine, komünistlerin literatüründe ve pratiğinde, federalizm ve otonomi kavramlarını toplumsal örgütlenmede sınırlayan yaklaşım örnekleri hâkim. Oysa federalizm kavramı Paris Komüncülerinin literatüründe vardı ve bir komünar için, “komün” kavramını “federalizm” kavramından ayırmak (neredeyse) imkânsızdı. Henri Lefebvre’in ifadesiyle, “Komüncüler için, zafer, yani tasarılarının gerçekleştirilmesi, merkeziyetçi olmayan ve federalist projenin gerçekleşmesiydi: özgür üretici birlikleriyle toplumun radikal dönüşümü.” (H. Lefevbre, “Paris Komünü’nün Anlamı”, Arguments/4 derlemesi içinde, sf. 48, 10-18 Yayınları, 1978)
Komünarlara, federeler (les fédérés) ve Komün’ün sonunda, yığınsal olarak katledildikleri Père Lachaise’deki duvara da Federeler Duvarı (le mur des fédérés) denmesinin nedeni Komün’de federalizm fikrinin yaygınlığıyla ilgilidir. Fakat bu kavram, Komün deneyinden Marksist literatüre geçemedi. Acaba bunun nedeni proletarya diktatörlüğü kavramı mı sorusu geliyor hemen akla. Yani proletarya diktatörlüğü ile komünlerin/Sovyetlerin/konseylerin kentsel, bölgesel ve ulusal federasyonu, ulusal federal birliği çelişkili mi bulundu? Proletarya diktatörlüğü kavramının Komün deneyinden sonra içeriğinin yeniden doldurulduğunu biliyoruz. Bu yeni içerik komüncülerin ve (bir bütün olarak) federalizm fikrinin bir eleştirisi miydi? Bizce değildi. Çünkü, İşçi demokrasi, merkeziyetçiliğin ve Ademi-merkeziyetçiliğin diyalektik bir bütünselliğini içerir. En azından Marks’ta da değildi diyebiliriz. Marks ve Engels’in “Çağdaşlarından çoğunun Komün’ü, salt federalist bir ayaklanma olarak yorumladıkları biliniyor; özellikle Bakuninciler onu, her şeyden
önce kendi aşırılıkçı bir federalizm kavramlarının bürünümü ve doğrulanması olarak görüyorlardı. Komün üzerine bu yargının anlamdan yoksun olduğu söylenemezdi. Ancak bu yargı, görüşlerin yüzeysel niteliğini, yeni görüngüler ve gelişme eğilimlerini eski basmakalıp ve beylik düşüncelerle örtüştürmek isteğini açıkça ortaya koyuyordu.” (N. Kolpinski, Paris Komünü ve Marksizm” adlı 105)
derleme, Sarmal Yayınları, 1996, sf.
Kuşkusuz Komün, 1789 Fransız Burjuva Devrimiyle başlayan merkezî üniter yapıya, esas olarak da (Bonapartist) İkinci İmparatorluk döneminde yaratılan aşırı merkeziyetçi devlet yapısına ve “kapitalist gelişmenin merkezileştirici gücüne karşı küçük burjuva protesto olarak” doğal bir tepkiyi içeriyordu. Ama buradan Komün (federasyon/federalizm) ve devlet iktidarı (merkeziyetçilik) arasında karşıtlık olduğu fikrine varmak da diğer uca savrulmak, Komün’e olduğunun ötesinde nitelikler yüklemek anlamına geliyordu. Komün’ün karşısına çıkan sorun, özyönetimi belli bir merkeziyetçilikle birleştirmekti. “Komün’ün yerel inisiyatif ile belli bir merkeziyetçiliği en çok birleştirme olanağı sağlayan biçimleri aramaktan başka bir yapacağı yoktu.” (Kolpinski, age, sf. 105) Yani, Komün’ün oluşturduğu federalist yapı anarşistlerin federalizm anlayışıyla birebir çakışmıyordu. Bu nedenle, Komün’ü, kendi fikirlerinin gerçekleşmesi ve “devletin ilgası” olarak gören Bakunin gibi anarşistler, Komün’ün, devrimci bir hükümet ve bir ordu kurmasını, “jakoben gericiliğin yoluna” girmesi olarak görüyorlardı. “Komün’ü proletarya diktatörlüğünün ana örneği olarak gören Marks ve Engels ise, proleter devletin ulusal ölçekte örgütlenmek zorunda olduğunu, merkeziyetçilik ve yerel özerkliği içermesi gerektiğini belirtiyorlardı.” (Kolpinski, age, sf. 105)
Bu iki zorunluluğu Marks, “iktisadi gelişme gereksinmelerine, proleter devletin ‘ulusal ve uluslararası düzeyde bu biçimlerin (toplumsal üretim biçimlerinin) uyumlu eşgüdümüne’ yol açacak artan bir iktisadi etkinlik gereksinimlerine bağlıyordu. ...Marks Komün’ün eski aşırı bürokratik merkeziyetçiliğin olumsuzlaması olduğunu yadsımıyordu. Ve bu konuda, Komün’ün sınıfsal niteliğini ortaya çıkaran Marks, bunun genel olarak devletin sönmesine doğru atılan ilk adım olduğunu açıklıyordu. Belirgin bir sınıf çözümlemesi
~ 14 ~
Komünist Zemin
ve devletin gelişme (sönümlenme) yasalarının bulgulanması Marks’a, aynı zamanda yeni görüngünün içerik ve biçimini de ortaya koymak olanağını sağlıyordu. Marks Komün’ün, ‘Fransa’nın Fransız toplumu dışında varolan bu biçimsel birliği yerine, Fransız toplumunun komünal örgütlenmeden doğan siyasal birliğini geçirmeye’ giriştiğini yazıyordu. Bir başka deyişle, proletaryanın sınıfsal egemenliği, ulusun tepeden tırnağa yeni bir temel üzerindeki birliğine yol açıyordu. Proletarya devleti, yerel özyönetim ve yığınların etkinliğine dayanan yeni bir merkeziyetçilik türüydü.” (Kolpinski, age, sf. 105-106)
Komün deneyini gelecekteki işçi devletinin ve sosyalist toplumun örgütlenmesi açısından çözümleyen Marks, kentlerin komünal temelde (belediyeler bazında) federal birliğini esas alan Komün’ün siyasî (ve idarî) yapısının, yalnızca eski merkeziyetçiliğin olumsuzlanması olmadığını gösterdi. Kuşkusuz, Komün’ün bir “ulusal örgütlenme“ planı hazırlayacak zamanı olmadı; ama kendisine, kentlerdekine benzer bir şeyin “Komünün en küçük kırsal yerleşme merkezlerinin bile siyasal biçimi” olması gerektiğini de açıkça ortaya koydu. Marks, 1870’e kadar, proletaryanın Fransız Devrimi örneğini izleyerek iktidarı ele geçirmesi, kendisini egemen sınıf olarak örgütlemesi ve sosyalist bir parlamenter demokrasi inşası öngörüsüne, 1848 Alman devriminin yenilgisine rağmen, bağlı kalmıştı. Fakat embriyon halinde olmasına ve değişik ideolojik ve politik etkilerin verdiği/yarattığı karışıklığına rağmen Paris Komünü deneyi, Marks’ın bu jakoben modele ve parlamenter demokrasiye olan bağlılığına son verdirtti. Marks, hem jakoben modelin, hem de parlamenter demokrasinin aşılmış olduğu kanaatine vardı. Paris Komünü’nü ‘çalışmanın ekonomik özgürleşmesini gerçekleştirmeyi mümkün kılan nihayet bulunmuş model’ olarak gördü. Komün’de başka tür bir demokrasi buldu Marks. Genel oyla seçilmiş temsilcilerden oluşan, yasama, yürütme (ve hattâ belki yargı) yetkileriyle donanmış, yani iktidarın bütününü elinde tutan komünlerin ve konseylerin federasyonuydu bu. Engels ise, Komün’den sonra 1875 yılında Bebel’e yazdığı bir mektupta ‘halkın yasamacılığını’ boş bir talep olarak değerlendiriyordu. Asıl, halkın ‘bizzat idareciliğini’ önemli buluyor ve bunu da ‘demokratik’ bir ta-
lep olarak nitelendiriyordu. İktidarın bu derece yoğunlaşmasının/merkezileşmesinin çalışanlar için tehlike yaratmaması için Marks, birçok engel dikiyor, tedbirler alıyordu. Her şeyden önce, çalışanların örgütlerinin çoğulluğu (partiler, sendikalar, kooperatifler), sınırsız söz ve basın özgürlüğü, sonra silahlı halk milislerinin varlığı, ve buna karşılık polisin ve sürekli ordunun lağvedilmesi. Çalışan halkın tamamı silahları ellerinde tutma hakkına sahip olacaklar ki, iktidarın kötüye kullanılması halinde, düzendeki ayrıcalıklı olabilecek bir toplumsal tabakanın hâkim olma girişimlerine karşı direnebilsinler, başlarına örülecek çorabı parçalayıp atabilsinler. Marks’ın, Komün deneyinden sonra işçi devletini jakoben tarzı bir devlet olarak tasavvur etmekten vazgeçtiğini söyledik. Franz Mehring, “Marks’ın Hayatı” adlı biyografik çalışmasında, bu dönüşümün altını bir de şu noktada çiziyor. 1848 tarihli “Komünist Parti Manifestosu”, devletin sönmesi tasarımına/fikrine sahipti, ama sadece uzun bir sürece yayılmış olarak. Marks’ın Komün deneyinden çıkardığı dersleri içeren “Fransa’da İç Savaş” kitabı, bu noktada da Manifesto’yu belli ölçülerde revizyondan geçiriyordu. Mehring, Komün değerlendirmesinde Marks’ın, deyim yerindeyse, liberterlere yaklaştığını söylüyor. Fakat daha sonraki süreçte, Marks’ın ölümünden sonra Engels, anarşist akımlarla mücadelede bu düzeltmeye boş veriyor ve eski, yani Manifesto’nun kavramlarına geri dönüyor. (D. Guerin, “Liberter Bir Komünizm Arayışında”, sf. 63, Spartacus Yayınları, 1984.)
Bir başka kaynak ise, Engels’in, Paris Komünü’nünden sonra da, 1891’de, Marks’ın 1871’den itibaren terk ettiği, artık aşılmış olan eski proletarya diktatörlüğü örneğine, jakoben modele referanslarda bulunduğunu, kurumlarının ne olacağını belirtmese de proletarya diktatörlüğüyle sarmalanmış bir demokratik cumhuriyetten söz ettiğini belirtiyor. (D.C.M., sf. 289 -Marksizmin Eleştirel Sözlüğü, 1985.)
Federalizm ve otonomi kavramlarının programatik metinlerde toplumun ve devletin örgütlenmesi bağlamında yer almamasının bir diğer nedeni de, bazılarının zannettiği gibi, demokratik merkeziyetçilik kavramıyla, otonomi ve federalizm kavramları arasında bir çelişki olması değildir. Çünkü bunlar aynı düzeyin kavramları değildir.
~ 15 ~
Komünist Zemin
Rojava'daki Siyasi Aklın Açmazları Üzerine Bilindiği gibi, Esad rejiminin kuşatılmasının ardından Batı Kürdistan'da da ayaklanmalar baş göstermişti. Esad rejimi ise bir çok cephede savaşmayı göze alamadığından, düşük düzeyde bir direniş gösterip, sonra da Batı Kürdistan'daki güçlerini Kamışlı'ya kadar geri çekmişti. Zaten halen daha Kamışlı'nın yarısı Esad güçlerinin kontrolündedir. Esad güçlerinin Rojava'dan çekilmesinden sonra fiilen bir alt üst oluş ve yeniden yapılanma süreci başlamış, netice olarak da Rojava'da 2013 yılı Kasım ayında "Geçici Demokratik Özerk Yönetim Yasama Meclisi" oluşturulmuştur. Bunun akabinde ise Batı Kürdistan üç ayrı kanton (Cizîre, Efrin ve Kobanê) halinde özerk bölgelere bölünmüştür. Buraya kadar sorun teşkil eden bir durum söz konusu değildir, asıl sorun ya da cevaplanması gereken sorular tam da bu noktadan sonra ortaya çıkmaktadır. Zira Rojava'da hedeflenmiş olan ulusal bağımsızlık ya da ulus devlet değildir. Eğer hedeflenen bu olmuş olsaydı, o vakit yapılması gereken, Rojava'da üç ayrı kanton ve bunların ortaklığının ifadesi olan özerk bir yönetim (Rojava Özerk Yönetimi) oluşturmak değil, bir Kürt devletini ilan etmek olurdu. Bununla da kalınmayıp, Kürdistan'ın diğer parçalarıyla, en azından ilk etapta Güney Kürdistan'la bütünleşmek gündeme alınırdı. Lakin bağımsız bir Kürt devleti ilan edilemediği gibi, devlet fikrine de karşı olunduğu deklere edildi. Ulus devletin yerine, 'demokratik Toplum Projesi" ikame edildi. Elbette ki "Demokratik Toplum Projesi'" Rojava'da ortaya çıkmadı, bu projenin oluşturulduğu yer İmralı'dır. Rojava ise ilk uygulama alanı oldu. Elbette ki Rojava süreci planlanmış bir süreç olarak doğmadı. Eğer ki uluslararası güçlerin Esad rejimini kuşatması gündeme gelmemiş olsaydı, büyük olasılıkla Rojava süreci gündeme gelmeyecekti. Sonuç olarak bir imkan oluştu ve İmralı'da oluşturulan akıl, Rojava'da hayata uygulanmaya başlandı. Ve tam bu noktada açmazlar da başlamış oldu.
Rojava'da ortaya konulan iradenin açmazları nelerdir? Rojava'daki sürecin açmazlarını tartışmadan önce, Rojava'daki projenin ne olup, ne olmadığına kısaca da olsa değinmek istiyoruz. Rojava'da ortaya konulan proje, "Demokratik Toplum Projesi" olarak tarif edilmektedir. Peki, "Demokratik Toplum Projesi" nedir? "Demokratik Toplum Projesi"nin tercümesi şudur: Kürtler artık ulus devletten ve ulus eksenli örgütlenmekten vazgeçip, bulundukları toprak parçalarında mevcut olan "demokrasi güçleri" ile birlikte "demokratik bir toplumun yaratılması için mücadele" edeceklerdir. "Demokratik Toplum Projesi" bir amaç olarak değil, bir araç olarak tarif edilmektedir. Asıl amaç ise, eşitlikçi, ekolojik ve devletsiz komünal bir yaşamdır. Tarif edildiğine göre, "Komünal Yaşam'a geçiş için zaman ihtiyaç vardır, zira bu zaman zarfında toplumlar devlet olgusunun gereksizliğine kanaat getirerek, devleti ortadan kaldıracaktırlar." Her ne kadar yeni bir şey sunuluyormuş gibiyse de, esasen "Demokratik Toplum Projesi"nden "Komünal Yaşam"a kadar uzanan bu aklın bir orijinalliği yoktur. Bu aklın dayandığı teorik arka plan derme çatmadır. Ekolojist Anarşizmin teorisyenlerinden Murray Bookchin'in, Marksizm'in, Ütopik Sosyalizmin İlerlemeciliğin, kadın hareketi gibi toplumsal hareketlerin ve Kopenhag
~ 16 ~
Komünist Zemin
Kriterlerin'nin kimi doktriner yanları alınarak harmanlanmış ve ortaya bir akıl çıkmıştır. Bu aklın hayat karşında dayanabileceği hiçbir maddi temel söz konusu değildir. Bir açmaz şudur: Suriye merkezi devleti ya da Esad'ın kontrol ettiği devlet, Rojava Özerk Yönetimi tarafından da Merkezi devlet olarak kabul ediliyor mu? Şayet bu sorunun cevabı "evet" ise, bu durumda Rojava Özerk Yönetimi Esad rejimi tarafında da meşru kabul edilmek zorunda değil midir? Rojava Özerk Yönetimi'nin Esad Rejimi ile organik bir ilişkiye sahip olması gerekmez mi? Örneğin bu durumda Rojava Özerk Yönetimi'nin Esad'ın yanında savaşa girmesi gerekmez miydi? Kobane IŞİD tarafından kuşatıldığında, yardıma çağrılması gereken gücün, IŞİD'İn arkasındaki en önemli güç olan Türk devleti değil de, Esad rejiminin olması gerekmez miydi? Bir başka açmaz şudur: Rojava Özerk Yönetimi, Rojava toprak parçasını "Suriye Misak-i Milli Sınırı"nın bir parçası olarak mı kabul ediyor? Eğer böyleyse, Rojava'nın savunulması ile Suriye'nin tamamının savunulması bir ve aynı şey değil midir? Bu durumda da yardım için çağrılması gereken güçler Suriye'yi işgal etmek isteyen ABD, Türkiye ve bu devletlerle aynı stratejik maksadı güden devletler olabilir mi? Bir başka açmaz şudur: Şayet Esad'ın kontrol ettiği devlet Rojava Özerk Yönetimi tarafından merkezi devlet olarak kabul edilmiyorsa, bu durumda Rojava özerk yönetimi neyin karşında özerktir? Zira ancak merkezi bir devletin olduğu yerde ona bağlı ama aynı zamanda da onun karşısında özerkliğe sahip bölgeler, kantonlar olur. Örneğin Güney Kürdistan'ın durumu bu tanımlamaya uygundur, zira Güney Kürdistan Irak merkezi devletinin bir parçasıdır ve bu merkezi yapı karşısında da özerk bir yapıya sahiptir. Yoksa burada ki "Özerk" sözcünden anlamamız gereken, bütün dış dünya karşısında bir "özerklik" midir? Bir başka açmaz şudur: Ulus devlet ve klasik anlamda ulus reddediliyor ama bölgeden söz edildiğinde "Kürdistan" deniliyor." Mademki Demokratik Toplum Projesi bir "halklar projesi"dir, o halde coğrafyanın adı neden Kürdistan'dır? O derece çelişkili bir durum söz konusudur ki, Rojava'daki akıl ısrarlı bir biçimde Kürtlük vurgusuyla arasına mesafe koyarken, Rojava'ya savaşmaya giden Kürt savaşçıları, "Yaşasın Bağımsız Kürdistan" şiarıyla savaşa gidiyorlar. Bir başka açmaz şudur: Rojava'daki sınır kontrol noktalarında ve resmi dairelerde
Öcalan resmi neyin nesidir? Öyle ya, mademki devlet ve otorite reddediliyor, bu durumda birinin "seçilmemiş başkan" olarak ilan edilmesi de neyin nesi oluyor? Bir başka açmaz şudur: Rojava'daki özerk yönetim, bir yandan kendini Suriye'nin parçası olarak görürken, diğer yandan Suriye merkezi devleti ile hukuki, siyasi ve ekonomi hiç bir ortaklık mevcut değildir. aynı şey tersinden Suriye merkezi devleti açısından da geçerlidir. Suriye merkezi devleti de ne Rojava'yı kendi özerk bölgesi olarak tanımakta, ne de ona saldırmaktadır. Bir başka açmaz şudur: Rojava özerk yönetimi, bir yandan kendisini Suriye'nin bir parçası olarak görmekte, diğer yandan Suriye'yi işgal etmek isteyen NATO güçlerinden yardım istemektedir. Bir an için bütün bu handikapların aşıldığını varsayalım ve devam edelim. Peki, ROJAVA üzerindeki IŞİD tehdidi ve Suriye üzerindeki NATO tehdidi ortadan kalktığında ne olacak? Rojava'da bağımsız bir devlet maksadı güdülmediği ilan edildiğine göre, Rojava'nın statüsü ne olacak? "Demokratik Toplum Projesi'nin bir gereği olarak Rojava'nın Suriye merkezi devletine bağlanması, merkezi devletin de Rojava'yı özerk bir bölge olarak kabul etmesi gerekiyor. Özcesi, Suriye'nin "demokratik bir cumhuriyete" dönüşmesi gerekiyor. Peki, ya bu olmazsa ne olacak? Suriye merkezi yönetimi Rojava'nın özerkliğini tanımadığı takdirde ne yapılacaktır? Eğer ki merkezi Suriye devletine ya da Güney Kürdistan’da ortaya çıkma ihtimali olan Kürt devletine de bağlanılmayacaksa, bu durumda nasıl bir yol izlenecektir? Mesela böylesi bir durumda Rojava'nın statüsü ne olacaktır? Demokratik Toplum Projesi soyut bir projedir ve bütün bir Orta Doğu için düşünülmüştür. Bir an için bu projenin gerçek hayatta karşılığı olup olmadığını bir yana bırakarak soralım, bu proje bütün bölgede hayat buluncaya dek mevcut kantonların durumu ne olacak? Mevcut kantonların uluslararası statüsü, ekonomisi, devletlerarası ilişkileri, güvenliği nasıl ve neye göre örgütlenecek? Devletlerin bile başka devletlere ya da devletlerarası ittifaklara dayanmadan ayakta kalamadıkları bir dünyada, kuşatılmış kantonlarda bir yaşam örgütlemek ve bunu savunabilmek mümkün müdür? Kobane süreci de göstermiştir ki, Rojava'daki akıl ciddi açmazlara sahiptir ve bu açmazla onu istemese de kaçtığına doğru itmektedir.
~ 17 ~
Komünist Zemin
Müzakereden Sıkıyönetime... Zaman zaman ihlal edilse de, 15 seneden bu yana silahlı savaş durdurulmuştu ve bu süre zarfında Türk devleti, haliyle de devletin yeni sahibi AKP, deyim yerindeyse mahalle kabadayısı gibi dolaşıp durdu. Ekonomi bir ölçüde stabilize edildi, büyüme hızı arttı ve bir süreçle AKP'nin adı adeta özdeşleşmiş oldu. Bu sürecin adı: "AKP Mucizesi" idi. Ve bu süre zarfında bir yığın sözcük de günlük yaşamın diline sızmış oldu. En çok kullanılan sözcüklerin başında ise "müzakere" sözcüğü gelmekteydi. Bu sözcük beraberinde adeta bir efsun taşıyordu. Herkes bu sözcüğü tekrarlıyordu ama kimseler buna dokunmaya cesaret edemiyordu. Sanki herkes gizliden gizliye, dokunulsa büyü bozulacak hissini taşıyordu ve kimse dokunmak istemiyordu. Esasında Suriye'de savaş başladığında, birazcık öngörü sahibi herkes, bir dönemin sonuna gelindiğini ve artık bir kördüğümden başka bir şey olmayan "müzakere" oyununun, Suriye savaşıyla birlikte kesilip atılacağını bilebilirdi. AKP'nin bu süreci öngördüğünden şüphe duymak mümkün değildir. Zaten bizi ilgilendiren de AKP değildir. Bizi ilgilendirmesi gereken, Kürt siyasetinin aklıdır. 2013'de Rojava'da fiili bir durum ortaya çıktı ama bağımsız bir devlet olarak değil. Rojava'daki iradenin maksadı ayrı bir devlet değil, kendi özerk yaşamını örgütlemek ve Suriye'den kopmadan, onun da "demokratikleşmesine" katkı sunmak ve nihayetinde de ortaya çıkacak "Demokratik Toplumun" bir parçası olmaktı. Buna paralel olarak Kürt siyasal hareketi Türk devletiyle "müzakere" yapmakta, Türklerle Kürtlerin ve diğer toplulukların ortaklaşa yaşayabilecekleri "demokratik" bir toplum projesini savunmaktaydı. Lakin Türk devleti hem Suriye'deki Esad rejimini devirmek, hem de Rojava'daki özerk yaşamı ortadan kaldırmak is-
tiyordu. Ve tam da bu maksatla El Nusra örgütünü destekleyerek Rojava'ya saldırttı, sonra da IŞİD'e Kobane'yi kuşattırdı. En azından bu aşamadan sonra Kürt siyasal hareketinin bu kumpasın farkına vararak, kendisini kuşatanı kuşatması gerekirdi ama bu bir türlü yapılmadı. Kobane kuşatmasının ikinci haftasında bile, "müzakerede artık sona gelindiği" açıklaması yapıldı. Bir yandan, "IŞİD'in arkasında Türk devleti var" denilirken, aynı anda "Türk devleti Kobane halkına silah versin" denildi. Neyse ki sonunda Kürt kitleleri de sokağa çıkarak, kullanılması gereken dilin ne olduğunu göstermiştir. Zaten o an itibariyle efsun falan kalmamıştır. Devlet de bunu görmüş ve devletliğini göstererek Kürt illerinde sıkıyönetim ilan etmeye başlamıştır. Kürt siyasetinin, en azından IŞİD Musul, Şengal ve Maxmur'a saldırmasıyla birlikte kılıcını çekip, Kuzey Kürdistan'dan bir savaş cephesi açması gerekirdi. Bu yapılmış olsaydı, belki de IŞİD Kobane'yi kuşatamayacaktı. Kürt halkının en dinamik ve en kalabalık gücü Kuzey Kürdistan'dadır, bu gücün bunca zaman aktif siyasetin (savaşın) dışında tutulması hem AKP'nin, hem de IŞİD'in elini rahatlatmıştır. En azından bugün itibariyle AKP, dolayısıyla da devlet biliyor ki, hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Kürt halkı Kobane'de askeri bir yenilgi alsa bile, sonunda zafer Kürt halkının olacaktır. En azından bugün itibariyle Türk devleti IŞİD'e karşı fiilen savaş ilan etmediği sürece, Kürt siyasetinin Türk devletiyle "müzakere" masasına oturmaktan imtina etmesi, Kobani'nin ve Rojava'nın geleceği bakımından hayati bir öneme sahiptir. Zafer mutlaka direnen Kürt halkının ve kendi kaderini Kürt halkının kaderine bağlayanların olacaktır!
~ 18 ~
Komünıst Zemin
Türk Irkçılığıyla Mücadele Etmek Kimin Vazifesidir? Bu vazifenin Kürtlere ait olmadığı kesindir. Zaten Kürtler istese de bunu başaramaz. Türklük bir etnisite değil, ideolojik bir mamuldür. Yaratıcısı ise devlettir. Osmanlıdan devralınan ümmetten bir ulus yaratılmıştır ve bu tamamen ideolojiktir. Bırakalım Osmanlı dönemini bir kenara, sırf son 90 yılı boyunca Kürt halkına yapılanlar bile,Kürtlerin Türklerle birlikte yaşamak adına çaba sarf etmemesi için yeterli neden sunmaktadır. Buna rağmen Kürt siyaseti Kürt halkını Türklerle birlikte yaşamaya ikna etmiş ve Kürt halkı da acılarını kine dönüştürmek yerine, bir duygu ortaklığına dönüştürmüş ve birlikte yaşamak adına muazzam bir hoşgörü ortaya koymuştur. "Barış süreci" defalarca sabote edilmek istemiş ama buna rağmen Kürt halkı metanetini korumuştur. Bütün yaşananlar bir kez daha göstermiştir ki, Türklük eşi benzeri olmayan bir fenomendir ve bu ancak iki koşulda aşılabilir. Birinci koşul, muazzam sınıf hareketinin tarih sahnesine çıkması olabilir. Ancak sınıf eksenli bir hareket Türkleri ötekileştirilmiş olanlarla barıştırabilir. Zira sınıfsal bir hareket üzerinden Türklük yerini bir başka aidiyete bırakabilir. Lakin bunun kısa vadede olabilmesi ihtimal dahilinde değildir. İkinci koşul, doğrudan devlet müdahalesidir. Bu koşullarda bu toplum bir tek devlet eliyle ehlileştirilebilir, kontrol altına alınabilir. Zira yaratıcısı odur. Bu toplum hükümet düşmanı olur ama kolay kolay devlete itiraz etmez. Devlet kılcını çekince hizaya girer. Son 50 seneye bakmak bile bunu anlamak için yeterlidir. Bu toplum kendi oyları ile iktidara getirdiği hükümetlerine bile sahip çıkmamıştır. Adnan Menderes hükümetini hatırlayalım, Menderes hükümeti her iki kişiden birinin oyunu almıştı ama askerler hükümeti devirip Başbakanı ve iki bakanı astığında, bu toplum cenazelere bile sahip çıkmamıştır.
Neden? Çünkü yapan devlettir. Bundan dolayıdır ki devletin sahipleri istemedikleri sürece Kürt halkı ve Kürt siyaseti ne yaparsa yapsın, Türklüğün başkalarıyla barışmasını sağlayamaz. Bunu yapsa yapsa devlet yapar. Kürt siyasetinin işi Kürt halkını ikna etmektir, zaten bunu da yapmıştır. Türklüğün ikna edilmesi devletin işidir. Ama bir kez daha gördük ki, devletin de bu tür bir çabası yoktur. Her ne kadar Cumhurbaşkanı olsa da, esasında AKP'nin gizli başkanı ve asıl başbakan olmaya devam eden Tayyip Erdoğan'ın 12 Ekim 2014 tarihli konuşması bunun en somut ifadesidir. Adam halen daha, "Bizimle yürümeyen, bizim gibi olmayan alçak ve haindir!" diyebiliyorsa, bu demek oluyor ki devletin de zihniyeti hiç değişmemiştir. AKP hiçbir zaman devletin resmi zihniyetine karşı olmadı, yalnızca ve yalnızca karşıymış gibi davrandı. Maksadı ise resmi devlet zihniyeti ile barışık olmayan herkesin desteğini alarak devlet olmaktı. Ne vakit ki devlet oldu, o vakit de geçici olarak taşıdığı derisini soyundu ve devletin değişmez derisini giyindi. Bu yolla hem AKP devlet olmuş oldu, hem de devlet at değiştirdi. AKP ile devletin aklı aynıdır ve Kürt siyasal hareketinin bunu hesaba katarak bir akıl oluşturması hayati bir önem taşımaktadır. Nasıl ki kendisi "barış süreci"nin gereklerine uygun davranıyorsa, aynısını devlete de şart koşmalıdır.
~ 19 ~
Komünist Zemin
Rusya'da Tamamlanamamış Bir Tartışma: "Sendikaların Rolü ve Görevleri..." Devrimden sonra sendikaların rolü ve görevleri üzerine bir tartışma yapmak, 1917 Ekim Devrimi'nden önce sosyalist hareketin hiç de öncelikli bir sorunu olmamıştır. Sovyet Rusya'da sendikaların varlığı ve işlevi ne olmalıdır tartışması 1917 Ekim Devrimi'nden sonra yakıcı bir biçimde gündeme gelmiştir. Ekim Devrimi'ne kadar pek de üzerinde durulmayan sendikalar sorunu, Ekim Devrimi'nden sonra sosyalist hareketin gündeminde oldukça önemli bir yer tutmuş ve bu zemin üzerinden ayrışmalar olmuştur. 1989'da Stalinist rejimlerin çöküşü her ne kadar sosyalist harekette bu ve benzeri meselelerin tartışılmasını ötelemiş olsa da, ne işçi devletinde sendikalar sorunu, ne de sosyalist hareketin saflarında ciddi ayrılma ve kırılma hatlarını oluşturan diğer meselelerin artık anlamsızlaştığı anlamına gelmemektedir. Evet, tarihte ilk kez işçi devletinde sendikaların işlevi ne olacak ya da ne olmalıdır tartışması 1920 yılında Troçki'nin "emeğin ve sendikaların askerileştirilmesi" fikrini ileri sürmesiyle birlikte, ilk kez ve yakıcı bir mesele olarak sosyalist hareketin gündemine girmiş oldu. Elbette ki Troçki bu fikre bir an da ulaşmamıştır. Troçki tarafından savunulan, "Emeğin ve sendikaların militarizasyonu" fikri zaten yürürlükteydi. Zira Savaş Komünizmi döneminde emek örgütlenmesi zaten askerileştirilmişti. Kızıl Ordu birliklerinin “Emek Orduları” olarak örgütlenmesi de Troçki'nin fikriydi ve Troçki bu konuda partinin tam bir desteğine sahipti. Bu uygulamanın ikinci adımı ise, asker olmayan işçilerin de askere alınarak "emek orduları"na dahil edilmesi oluşturur. Ve Troçki bu uygulamayı da 1920′de Sendikaların yıllık Kongresinde kabul ettirir. Deutscher'in ifadesiyle, "böylece, düzenli orduyu kaldırmaya söz vermiş olan parti, çalışan nüfusu orduya dönüştürür.” (İsaac Deutscher, Stalin, Cilt 1, s. 223)
Deutscher'in ifade ettiği bir başka şey daha var, diyor ki, "aslında "emeğin militarizasyonu" Troçkinin değil, partinin görüşüydü (küçük bir azınlık hariç), ama bu görüş aşırı tepkilere neden olunca Troçki yalnız bırakıldı ve ihale Troçki'ye kaldı." (Deutscher, Troçki, cilt II.)
Bilindiği gibi, 1920 yılında Troçki'nin, daha sonraki yıllarda kendisinin de savunmaktan kaçındığı "Terör ve Komünizm adlı kitabı yayınlanır. Bu kitapta Troçki, "emeğin militarizasyonu" meselesini oldukça derli toplu izah eder ve bu konudaki görüşlerini mantıki sonuçlarına vardırır. "Zorunlu çalışma ilkesinin kendisi komünistler için sorgulanamaz niteliktedir. Ekonomik sorunların, hem ilkesel hem de pratik açıdan doğru olan biricik çözümü, ülkenin bütün nüfusuna gerekli emek gücü yedeği diye yaklaşmak ve bunun kaydedilmesi, hareketlendirilmesi ve kullanımı işine sıkı düzen getirmektir. Zorunlu çalışma hizmetinin başlatılması, emeğin militarizasyonu yöntemlerinin şu veya bu derecede uygulanması olmaksızın düşünülemez." (Troçki, Terrorism and Communism, s. 135-137.)
Özcesi, Troçki'nin savaş ve komünizm adlı kitabında daha derinlemesine ele aldığı "emeğin militarizasyonu" anlayışı, esasen "savaş komünizmi" döneminde partinin bir anlayışıdır. Örneğin o yıllarda Ukrayna Cephesi Siyasi Komiseri olan Stalin, yine partinin kararıyla, Ukrayna Emek Ordusu Konseyi Başkanı olarak atanmıştır. Troçki tarafından mantıki sonuçlarına vardırılan "emeğin militarizasyonu" anlayışı, 1920 yılının sonuna kadar parti çoğunluğunun, dolaysıyla da partinin resmi görüşü olmuştur. Bu tarihlerde Ulaştırma Komiseri olan Troçki'ye, "emeğin militarizasyonu" teorisini sınaması için parti tarafından geniş yetkiler verildiği de unutulmamalıdır. Sonradan fatura Troçki'ye kesilmiş olsa da, işçi muhalefeti grubu ve sendika kökenli kimi Bolşevikler hariç, "emeğin militarizasyonu" neredeyse bütün Bolşevik liderler tarafında hararetli bir biçimde savunulmuştu. Ocak 1918 tarihinde yapılan Birinci Tüm Rusya Sendikalar Kongresi'nde Bolşevikler adına konuşan Zinovyev, Menşeviklere şöyle sesleniyordu: "Sendikalar nerden ve kimden bağımsız olacaklar? Kendi hükümetinizden, işçi köylü hükümetinizden, İşçi ve Asker Vekilleri Sovyetleri'nden mi?
~ 20 ~
Komünist Zemin
İşçi ve Köylü Vekilleri Sovyetler'inden bağımsızlık, işçi ve köylü hükümetine karşı savaşanları desteklemek de bağımsızlık demektir. (Aktaran, Marcel Liebman, Lenin dönemimde Leninizm, cilt 2, s.190.)
Hatta Lenin bu hususta o kadar ileri gitmiştir ki, Kızıl Emek Ordusu'nda kendini kanıtlamamış işçileri sendika üyesi olmaya bile layık görmez. Ve bu görüşünü 19 Nisan 1920 tarihinde yapılan Tekstil İşçileri Birliği III. Kongresi'nde alenen ilan eder: "Sendika üyesi olmaya sadece Kızıl Emek Ordusu'nda kendini kanıtlamış işçiler layıktır." (Lenin, Seçme Eserler, cilt 8, s. 252)
Her ne kadar Troçkistler, "Troçki, "emeğin militarizasyonu ve sendkalarin devlete bağlanması hususunda yanlış düşünmüştür, yanlış düşündüğü yanlar olabilir ama Lenin buna karşıydı" türünden açıklamaya sahip olsalar da, bu beyhude bir çabadır. Zira 1920 yılının sonlarına kadar Lenin'de, "emeğin militarizasyonu" anlayışını ısrarlı bir biçimde savunmuştur. 12 Ocak 1920 tarihinde yapılan Bütün Rusya Sendikalar Merkez Konseyi Bolşevik hizbin toplantısında, Lenin ve Troçki birlikte emeğin militarizasyonun kabulünde ısrar ederler. 60 veya daha fazla Bolşevik sendika önderinden sadece 2'si onları destekler. "Troçki veya Lenin böylesine ters bir yanıtla daha önce hiç karşılaşmamıştı." (Sobraniye Uzakonenli, Aktaran, Maurice Brınton, Bolşevikler ve İşçi Denetim, s.102)
1921 yılında yapılan 10. Parti Kongresi'nde Lenin Troçki'yi yalnız bıraktı ve bu hususta ısrarını sürdüren Troçki'ye de muhalefet ederek, işçilerin kendilerini gerek işçi devleti karşısında, gerekse de devletin ‘bürokratik deformasyonlarına karşı koruma hakkını savundu. Sendikaları da bu hakkın güvencesi olarak ilan etti. 10 Parti Kongresi'ne damgasını bu tartışma vurdu ve Lenin, bu husustaki görüşlerini partiye kabul ettirdi. Esasında 10 Kongre'de Troçki'nin yaptığı, 1918'den 1921'e kadar partinin resmi görüşünü savunmakta ısrar etmekten başka bir şey değildi. O güne kadar partinin resmi görüşünden kopan Lenin idi, lakin Lenin bu kopuşu esasa ilişkin bir belirleme yaparak izah ediyordu. Lenin, devletin tanımını yeniden yaparak, "Devletimiz bir işçi devleti değil, bürokratik yamalı bir işçi devletidir" di-
yordu. Lenin, mevcut olan devletin tanımı bu biçimde yapınca, bunun doğal bir sonucu olarak da, işçi sınıfının bu devlet karşında kendi çıkarlarını koruyabilmesi için sendikaların bağımsız olması kaçınılmazdır" sonucuna varıyordu. Sonuç olarak Troçki, bir dönemin günah keçisi olarak ilan edilmiş ve "Merkez Komitesi Plenumu'nun toplantısında Troçki'nin sendikalarla devlet arasındaki ilişki hakkında alenen konuşması yasaklanmıştır." (İ. Deutscher, Troçki, cilt I.)
Bu durum karşısında Troçki'nin tepkisini İsaac Deutscher'den okuyalım: "Troçki sinirlenerek Lenin ve diğer üyelere kişisel olarak onu acımasız davranmaya ve demokrasiye saygıyı önemsememeye nasıl sık sık zorladıklarını anımsattı. Herkesin önünde demokratik ilkeyi ona savunur gibi görünmeleri hainlikti." (Deutscher, Troçki, cilt I.)
Peki, haklı olan kimdi? Bu soruya Troçkistler de dahil, neredeyse bütün çevrelerin vereceği cevap, "Haklı olan Lenin'di" olacaktır. Halbuki asıl yanlış olan, bu soruya verilecek cevap değil, sorunun kendisidir. Soruyu bu şekilde sorunca, bulunacak cevap da, iki yanlış arasında bir seçim yapmak olur. En başa dönecek olursak, eğer ki mevcut olan devlet bir işçi devleti olarak mütalaa edilirse, bu durumda sendikaların bağımsızlığını savunmak olmaz. Zinovyev'in Menşeviklere sorduğu gibi, ""Sendikalar nerden ve kimden bağımsız olacaklar? Kendi hükümetinizden, işçi köylü hükümetinizden, İşçi ve Asker Vekilleri Sovyetleri'nden mi?" Zaten Lenin de mevcut devleti işçi devleti olarak tanımladığı vakitler hiç de sendikaların bağımsızlığını savunmamıştır. Troçki, 1921'de halen daha mevcut devleti bir işçi devleti olarak tanımladığı içindir ki, o güne kadar partinin resmi görüşünü savunmakta ısrar ederek, sendikaların devlete bağlanması gerektiğini savunmaya devam eder. Lenin'in bu husustaki yaklaşımı ilkesel değil, taktikseldir. Tabiri caizse Lenin, çalınan minareye kılıf uydurmak için, "Bizim devletimiz işçi devleti değil, bürokratik urlu bir işçi devletidir" der. Sonraki yıllarda Troçki de Sovyet Devletini tanımlarken "Bürokratik İşçi Devleti" tanımlamasını yapar, bunu yapmakla kalmaz, bunu teori haline de getirir.
~ 21 ~
Komünist Zemin
Devletin bir işçi devleti olmadığı kesindir. Peki, Lenin'in hem bu tespiti yapıp, hem de devlet iktidarını Sovyetlere devretmemekte diretmesindeki maksat nedir? Bunu yapmak yerine, hem işçi sınıfından iktidarı gasp edip, hem de işçilerin hayrına onlar için sendikaların devletten bağımsızlığını savunmak da neyin nesidir? Savunulması gereken, işçi sınıfını parti diktatörlüğünden kurtarmak ve Sovyetlerin yerine partinin diktatörlüğünü ikame etmekten vazgeçmek olmalıyken, bir yandan partinin iktidarını sağlamlaştırıp, diğer yandan işçilerin kendilerini devletin (partinin) gazabından korumaları için sendikaların bağımsız olması gerektiğini savunmak tutarlı bir yaklaşım değildir. Kaldı ki Lenin, sendikaların devletten bağımsız olması gerektiğini söylerken de, bu yaklaşımı ilkesel değil, taktikseldir. Lenin'in 30 Aralık 1920 tarihli konuşmasından okuyalım: "Bugünkü devletimiz öyle ki, tamamen örgütlenmiş proletarya kendisini savunmak zorundadır, biz ise bu işçi örgütlerinden işçileri kendi devletlerine karşı savunmak için ve devletimizin işçiler tarafından savunulması için yararlanmalıyız. Her iki savunma da, devlet önlemlerimizle, sendikalarımızla anlaşmamızın, 'birleşmemizin özgül bir birbirine geçmesi sayesinde olmaktadır." (VIII. Tüm-Rusya Sendikalar Merkez Konseyi ile Moskova İli Sendikalar Konseyi’nin Komünist Üyelerinin Birleşik Oturumunda Konuşma, 30 Aralık 1920)
Lenin'in bu söylevinden de anlaşılacağı gibi, Lenin'in asıl kaygısı işçi sınıfının bağımsız örgütlenmesi değil, devletle işçi sınıfı arasında oluşmuş olan uçurumu aşmaktır. Bundan dolaydır ki Lenin'in 10. Kongre'de savunduğu anlayışla Troçki'nin savunduğu anlayış arasında "doğru olan budur" diye bir seçim yapmak, iki yanlıştan birini seçmekten başka bir şey olmayacaktır. Peki, asıl yanlış olan nedir? Evet, asıl yanlışın ne olduğunu tespit edebilmek için, sonuçtan hareket etmek doğru bir yol değildir. Zira bu, asıl tartışılması gerekeni örtbas etmekten başka bir işe yaramaz.
Sendikaların devlete bağlanıp bağlanmamasını, buna bağlı olarak emeğin militarizasyonu tartışmasını yapmak tartışmak, beyhude bir çabadır. Asıl sorun, işçi sınıfının iktidarının yerine partinin iktidarının ikame edilmesidir. Eğer mevcut devlet bir işçi devleti olmuş olsaydı, o vakit, 1918-21 arası Bolşevikler tarafından savunulan, 1921'de Troçki tarafından savunulmaya devam edilen anlayış tamamıyla doğru olurdu. Lakin Rusya'da söz konusu olan bir işçi devleti ya da "Bürokratik yamalı işçi devleti" değil, parti diktatörlüğüne dayanan bir "geçiş devleti" idi. İşçi sınıfı adına devlete el koymuş bir partinin iktidarı söz konusuydu. Lenin tarafından savunulan "Bürokratik urlu işçi devleti" anlayışı zorlama bir anlayıştır. Zira devletin tanımı tepesindeki yozlaşmaya bağlı olarak değil, sınıf karakterine göre yapılır. Esas olan, devletin hangi sınıfın kontrolünde olduğudur. Sırf özel mülkiyetin yerine devlet mülkiyeti ikame edildi diye, dış ticaret yasağı var diye, planlı ekonomi var diye, bankalar devletleştirilmiş, kapitalist sınıf ve büyük çiftlik sahipleri artık iktidarda değiller diye bir devlet işçi devleti olarak tanımlanamaz. Mevcut devlet, bir geçiş devletiydi. ama öyle bilinen anlamda kapitalizmden sosyalizme geçiş devleti yani bir işçi devleti değildi. Tersine, var olan devlet, kapitalizme geçiş devletiydi. Bolşevik Parti önderliğinde gerçekleştirilmiş olan "politik karşı devrim", kendi diyalektiğinin bir kaçınılmazı olarak istese de istemese de ekonomik ve sosyal anlamda kapitalist restorasyona yol açmak zorundaydı. Kapitalizmin yeniden restorasyonuna neden olan süreç ne Stalin ile başlamıştır, ne de bu sonun faturası Gorbaçov'a mal edilebilir. Bu süreç iç savaş yıllarında başlatılmış, Stalin'in "tek adam" iktidarı döneminde sistematize edilmiş ve bir kuram haline getirilerek Marksizm'in yerine ikame edilmiştir. Stalinist bürokrasinin niyeti kapitalizmi yeniden restore etmek olmasa da, gerçekleştirdiği politik karşı devrim, politik bir devrim ile alaşağı edilmediği sürece kapitalizm ile bütünleşmeye mahkûmdu. Nitekim öyle de oldu.
~ 22 ~
Komünist Zemin
Bir yıkım ve katliam aracı olarak araba (otomobil)
Kalkınma, büyüme, ilerleme adına gezegen tahrip ediliyor, canlı yaşamın temeli hızla aşındırılıyor, sosyal kötülükler çığ gibi büyüyor ve insanlar hâlâ ilerde her şeyin daha iyi olacağını sanıyor... Bu işte bir yanlış yok mu? Oysa insanlığın ve uygarlığın içine sürüklendiği durum, artık eskisi gibi düşünmemeyi, eskisi gibi davranmamayı, eskisi gibi üretmemeyi, eskisi gibi tüketmemeyi, velhasıl eskisi gibi yaşamamayı, yeni sorular sormayı gerektiriyor. Elbette bu kısa yazıda “niye öyle oldu?” sorusuyla ilgili açılımlar yapmamız mümkün değil. Burada sadece sorulan sorunun kapsam alanındaki bir saçmalığı, özel araba meselesini kısaca tartışmayı deneyeceğim. Araba, geçerli tüketim ve yaşam tarzının “vazgeçilmezleri” arasında yer alıyor. Herkes bir
araba edinmek için aşırı çaba sarf ediyor. O kadar ki, araba sahibi olmamak bir “eksiklik” olarak görülüyor. Lâkin insanlar yaptıkları işin ‘anlamını’ düşünmeye hiç de niyetli görünmüyor. Bir araba sahibine, “bu arabayı neden aldın?” diye sorduğunuzda, önce soruyu gereksiz, dahası saçma bulduğunu ima ediyor ve ardından gerekçelerini saya, saya bitiremiyor. Elbette özel arabanın sağladığı bir dizi avantaj var: İşte, kapıdankapıya ulaşmayı mümkün kılıyor, istediğin zaman istediğin yere gidebiliyor, istediğin yerde durabiliyorsun, seyahat için kolaylık sağlıyor, pazardan-çarşıdan [şimdilerde AVM’lerden] satın aldığını taşıma kolaylığı, vb... Sosyalistler, Marksistler arasında bile arabanın “özgürlük” olduğunu” düşünenler var... O halde sadede gelebiliriz. Kapitalistler (otomotiv tekelleri) bu araçları insanlar rahat ulaşım sağlasınlar diye mi, yoksa kâr etmek için mi üretiyor? Eğer öyleyse, kapitalistin kâr amacıyla, bireyin ve toplumun bir “ihtiyacını” karşılama amacı çakışır mı? Toplumsal çıkar, toplu taşımayı, kollektif ulaşımı gerektirir, kapitalistin çıkarı da herkese bir araba satmayı... Oysa, arabanın doğaya, insana ve topluma çıkardığı fatura o kadar ağır ve o kadar büyük riskler içeriyor ki, vakitlice şu özel araba belasından kurtulmak şart. Ortalama büyüklükte bir araba üretmek için ağırlığının 2 katı kadar petrol ve 300.000 litre su harcamak gerekiyor. Aynı şekilde bir araba üretmek için ağırlığının 20 katı hammadde kullanmak gerekiyor. Mesela 1.5 ton ağırlığında bir araba üretmek için 30 ton hammadde kullanmak gerekiyor. Arabalar tarafından atmosfere salınan ve sera etkisi yaratan karbon gazının atmosferin ısınmasındaki payı yaklaşık %25. Araba atmosferi kirletiyor, dolayısıyla doğanın dengesinin bozulmasında önemli bir paya sahip. Başka türlü ifade eder-
~ 23 ~
Komünist Zemin
sek, araba eko-sistemi bozuyor, ekolojik yıkımı azdırıyor. Görüntü kirliliği yaratıyor, gürültü kirliliği yaratıyor, havayı kirletiyor, sokaklar, yollar, kaldırımlar arabalar tarafından işgal edilmiş durumda ve bu kentin ölümü demek. Artık çocuklar sokağı olmayan kentlerde büyüyor... Sokağa yabancılaşmış bir çocuk ne demektir? Önemli bir yaşam alanı olan sokağın olmadığı bir kent mümkün müdür? Araba sayısı arttıkça daha çok yol, otoyol, köprü, park yeri, benzin istasyonu, yaralılar için daha çok hastane gerekiyor ve bunun sonu yok. İnsanları araba satın almaya “özendiren” reklamlarda milyarlarca dolar heba ediliyor. Otoyollar ekilebilir devasa alanları tarımsal kullanımın dışına atıyor ve canlı türlerinin yok olmasına neden oluyor. Ne demek istediğimi anlamak için İstanbul’da yapımı devam eden üçüncü Boğaz köprüsü inşaatına bakmak yeter... Yenilenemez bir varlık olan petrol tükeniyor. Oysa bir doğal varlık, “ortak mal” olan petrolün sadece arabası olanlar tarafından yok edilmesi hem yanlış ve hem de haksızdır... Araba sayısı arttıkça kent ulaşımının hızı azalıyor. Belirli saatlerde trafik sıkışıklığı yüzünden arabalı ulaşım tam bir cinnete dönüşüyor. Her halükârda ortalama araba hızı tren ve tramvay hızından daha düşük. Ortalama hız bisiklet hızının altına iniyor. Arabalar kent yüzeyinin yaklaşık %30’unu kapsıyor ve bu oran her geçen gün büyüyor... Araba, insanlar arasındaki ilişkiyi değiştiriyor, yeni bir ilişki ve statü biçimi ortaya çıkarıyor. İnsanı toplumsal sorunlara yabancılaştırıyor, insanları bencil, agresif, kaprisli yapıyor ve obezite riskini büyütüyor... Ortalama bir insanın (emekçinin) ortalama bir araba alabilmesi için yaklaşık 3 yıl çalışması gerekiyor. Dolasıyla arabayı edinmek için başlangıçta önemli miktarda harcama yapmak gerekiyor. Arabayı edindikten sonra, yakıt [petrol] satın almak, vergi ve sigorta için gerekli harcama da yaklaşık yıllık gelirinin %30’una eşit olduğu hesaplanmış. Bir insanın kazandığı her 100 liranın 30 lirasını arabayı yürütmek için harcamasının bir mantığı var mıdır? Bu her ay 30 günün 9’unu araba için çalışmak demektir... Fakat hepsi bu kadar da değil. Bir araba, üretildiği andan hurdaya çıktığı âna kadar geçen zamandaki ömrünün yaklaşık %95’ini “park yerinde”, durarak geçiriyor... Ömrünün sadece çok küçük bir kısmında hareket ediyor, işe yarıyor... Başlı başına bu bile bir toplumsal israf değil mi? Üstelik arabalar orta-
lama olarak 5 kişilik dizayn edildiği halde ekseri 1 kişi taşıyor. Bunun ne büyük kaynak israfı, ne büyük saçmalık olduğu açık değil mi? (Tabii 4X4 gibi şımarıklıklar da ayrı bir saçmalık örneği). 2011 yılında dünyada araba sayısı 1 milyar sınırını aşmıştı. Ama hâlâ yaklaşık her 7 kişiden birine bir araba düşüyordu. Bu da özel otomobille ulaşımın genelleştirilemez olduğu anlamına gelir... Ve aynı yıl 80 milyon 100 bin kadar yeni araba üretilmişti. 2010 yılında dünyada trafik kazalarında ölen insan sayısı 1 milyon 240 bindi ve 50-60 milyon kadar da yaralı vardı. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) önümüzdeki 20 yılda bu rakamların %60 oranında artacağı öngörüsünde bulunuyor... Geçen yıl [2013] Türkiye’de trafik kazalarında 3 bin 262 kişi hayatını kaybetti, 237 bin 701 kişi de yaralandı. Maddi hasar da 1 milyar 188 milyon TL tahmin ediliyor... Bu durum, trafik kazalarında ölenlerin savaşlarda ölenlerden daha çok olduğu anlamına geliyor. Zira otomobil sadece doğayı mahveden bir silah değil, aynı zamanda bir katliam silahı... Trafik kazalarında ölenler savaşlarda ölenlerden daha çok olduğu halde, doğaya ve insana verilen zararlar ortada olduğu halde, bu durumun hiç bir zaman sorun edilmemesini, üzerine gidilmemesini nasıl açıklamak gerekiyor? Ya da bunun mantıkî bir açıklaması mümkün müdür? Eğer toplu kamu taşımacılığı tercihi yapılsaydı? Kent ulaşımının özel arabayla değil de toplu taşıma araçlarıyla [tren, metro, tramvay, otobüs, vapur, vb.) gerçekleştiği durumda, ulaşımın topluma maliyetinin özel arabaya göre, yaklaşık %30 ile %50 oranında daha düşük olduğu hesaplanmış durumda. Velhasıl daha az harcamayla daha sağlıklı, daha ektin, daha rahat, etrafı çok daha az kirleten, doğaya ve insana çok daha az zarar veren, daha sosyal ve daha güvenli bir kent ulaşım sistemi mümkün. Başlı başına bu durum bile, özel arabaya dayalı geçerli ulaşım modelinin ne büyük toplumsal ve bireysel israfa neden olduğunu göstermeye yeter... Dolayısıyla, toplu taşıma lehine yapılacak bir tercih, parasız (bedava) kamu taşımacılığını da mümkün hale getirecektir. Hem ulaşımı parasız [bedava) yapmak ve hem de tasarruf edilen kaynağı kenti güzelleştirmek, ihtiyaç sahiplerini desteklemek, eğitimin kalitesini yükselt-
~ 24 ~
Komünist Zemin
mek, sanata, kültüre daha çok kaynak aktarmak, kültür ve sanat merkezlerinin sayısını ve etkinliğini artırmak, tiyatro, sinema ve konser salonlarını mahallelere kadar yaymak, kültürel/sosyal yaşamı çeşitlendirmek, yaşlılar için dinlenme ve yaşama alanları yaratmak, çocuklar için kreşler açmak... neden mümkün olmasın? Aslında parasız toplu kamu taşımacılık tercihi yapmak durumunda, kentin yeniden kent sakinlerine iadesi olanaklı hale gelir, zira, geçerli durum insanları ‘yaşadıkları’ kente yabancılaştırmış durumda. O zaman kent içinden geçen oto-yolların tamamını ve diğer yolların da bir kısmını ağaçlandırmak, sebze, meyve ve çiçek yetiştirmek, kentleri beton silosu olmaktan çıkarmak mümkün hale gelebilir... Toplu taşıma araçlarının ulaşmadığı uzak semtler, ücra mekanlar için midibüs, minibüs veya taksi tahsis edilebilir. “Son duraktan alma” yöntemiyle taksi ulaşımı devreye sokulabilir. Birinin bıraktığı yerden taksiyi başka biri alıp gittiği yerde bırakır. Tabii taksi kamuya ait olmak ve bedava kullanılmak şartıyla... Bisiklet ulaşımı özendirilir, duruma göre, teleferik, asansör, yürüyen merdivenler devreye sokulabilir... Dolayısıyla toplu taşıma araçlarının ulaşamadığı durumlarda sorun çözümsüz değildir... Pazar yerlerine ulaşmak için araç tahsis edilebilir veya mahallelere ve bazı sokaklara ulaşan, içinde sebze-meyve, yiyecek ve başka ihtiyaç maddeleri taşıyan seyyar araçlar, “yürüyen pazarlar” devreye sokulabilir... Toplu kamu taşımacılığına dönüldüğünde, kentler yeniden yaşanabilir mekanlar haline gelir. Kentin havası temizlenir, görüntü ve gürültü kirliliği bertaraf edilir, sokaklar çocukların oynadığı, insanların birbiriyle uygun ortamlarda buluştuğu sosyalleşme mekânları haline gelir, doğaya verilen zararlar asgari düzeye iner, bir doğal varlık olan petrolün tükenmesi önlenebilir, değilse geciktirilebilir... “Yeşil araba”, elektrikle çalışan “temiz araba” asla bir çözüm olamaz. Bir kere, öyle bir şey mümkün olsa bile mevcut arabaların dönüştürülmesi, ya da 1 milyardan fazla yeni araba
üretmek gerekecektir ki, bu da müthiş bir yıkım ve israf demeye gelir. Kaldı ki, elektrikle çalışan otomobil de sorunu çözemez zira elektrik enerjisi üretmek için de devasa bir kaynak kullanmak kaçınılmazdır. Sürekli az yakıt harcayan araba üretmekle öğünüyorlar. Bir arabaya takılan klimanın yakıt (benzin, mazot, oto-gaz) tüketimini %12 ile %43 oranında artırdığı ve giderek klimasız araba kalmadığı düşünülürse, yakıt tasarrufu iddiasının reel bir karşılığı olmadığı anlaşılır... Otomobil saçmalığına karşı çıktığınızda, hemen bu sektörün dünyada yaklaşık 50 milyon insana doğrudan ve/veya dolaylı iş imkânı sağladığı, istihdam yarattığı söyleniyor. Bu saçma bir gerekçedir ve sorun asla çözümsüz değildir Neden her yıl milyonu aşkın ölüm ve on milyonlarca yaralı ve sakat kalan değil de, istihdam yeğlensin? Zararlı bir şeyi istihdam yaratıyor diye savunmak tam bir mantıkî tutarsızlık örneği ve saçmalıktır. O zaman tank üretimi de, zehirli gaz üretimi de, nükleer silah üretimi de... aynı gerekçeyle savunulabilir... Oysa, farklı bir toplumsal düzen ve farklı bir yaşam tarzı, farklı bir uygarlık tercihi yapıldığında, bu tür sorunları çözmek hiçte zor değildir. O halde bu yıkıcılığın, saçmalığın ve absürditenin, gerisinde kimler, hangi tercihler ve çıkar odakları var? Büyük otomotiv tekelleri var, büyük petrol devleri var, yol-köprü makinası üreten, yol ve köprü inşa eden büyük şirketler var. İşte sorun da, bu güç ve iktidar odaklarının çıkarını, herkesin çıkarıymış gibi sunabilmekten ve insanlara bu kepazeliği kabullenmekten kaynaklanıyor... Üstelik bütün bunlar da, kalkınma, ilerleme, “muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma...” adına yapılıyor. Lâkin unutmaması gereken şey şu: Kapitalizm dahilinde kalkınmak, doğayı korumak, gezegende yaşamı güvence altına almak, velhasıl yaşanabilir bir toplum düzeni mümkün değildir. Dolayısıyla, vakitlice insana ve doğaya saygılı başka bir uygarlık tercihi yapmak gerekiyor...
~ 25 ~
Komünist Zemin
Uluslaşma Sürecinde Devletin Din Politikası Bir "Osmanlı Bakiyesi" olarak Türkiye Cumhuriyeti ve Homojenleştirme Politikası Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyılın başlarına kadar, "Osmanlı kimliği" altında, farklı kavim ve kültürleri kendi sınırları içinde, uymayanları da uydurarak, uyum halinde barındırmıştır. 19. Yüzyıl Osmanlının can çekişme yüzyılıdır ve din farklılığı ayrıştırıcı, bölücü bir işleve sahiptir. Osmanlı Devletinin adım adım yaklaşan sonu, aynı zamanda Osmanlı kimliğinin ve yapıştırıcı işlevinin de adım adım sonudur. Son dönem Osmanlı padişahları, yöneticileri ve aydınları, ellerinden kayıp giden imparatorluğun mümkün olan en büyük bölümünü elde tutabilmek, elde kalanın da parçalanıp dağıtılmasını önlemek için çırpınmışlardır. Bunun için önce ıslahatçılığı, ardından meşrutiyetçiliği, Hıristiyan toplulukların önemli kısmı ayrılıp gittikten sonra da Abdülhamit gibi dini öne çıkarmışlar, dinin tutmadığı durumda da Talât Paşa, Enver Paşalar örneğinde olduğu gibi Türkçülüğe, hatta Turancılığa sığınmışlardır. Bütün çaba elde kalan toprakları ve yaşayanların çoğunluğunu bir arada tutacak yeni bir ya da birkaç "toplumsal" yapıştırıcı bulmak içindir. Osmanlı Devleti, I. Emperyalist Paylaşım Savaşına Almanların yanında saf tutarak girmiştir. Lakin Osmanlı İmparatorluğu'nun savaşa dahil olmaktaki maksadı yeni topraklar ele geçirmekten çok, elde kalan topraklar üzerinde hakimiyetini sürdürmektir. Her ne kadar Enver Paşa ve diğer İttihatçı yöneticiler batıda ve güneyde kaybettiklerini Alman emperyalizminin desteğiyle doğuda, Azerbaycan ve Kafkaslarda kazanabilecekleri toprak ve nüfuz bölgeleriyle telafi etme planına sahip idiyseler de, ana eğilim "Osmanlı Mülkü"nden hiç değilse elde kalanı korumaktır. Savaşın kaybedilmesine bağlı olarak değişen haritayla birlikte, gerek Osmanlı yöneticileri,
gerekse de Mustafa Kemal gibi ikinci dereceden İttihatçı kadrolar (zira Enver Paşa ve Talat Paşa gibi İttihatçı liderler saf dışı olarak kaçmışlardı.) açısından öncelik, halen daha "Osmanlı Mülkü" olarak kabul edilen topraklardaki fiili işgale karşı bir direniş örgütlemek olmuştur. Daha doğrusu, zaten mevcut olan yerel "direniş hareketleri"ni merkezileştirmek olmuştur. Mustafa Kemal'in bizzat Damat Ferit Paşa tarafından maaşlı görevli olarak Anadolu'ya gönderilme nedeni de budur. Din bağının alabildiğine vurgulandığı ve İslâm dininin adeta bir "milli kimlik" olarak en önemli faktör olarak öne çıkarıldığı dönem de böylece başlatılmış oldu. Araplar artık elden kaçırılmıştı ve kazanmak için gayr-i Türk, ama Müslüman toplumların, Kürtlerin, Çerkeslerin, Lâzların vb. işbirliğini sağlamak şarttı; bu ise ancak İslam dini üzerinden olabilirdi, zaten öyle de oldu. Mete Tunçay'ın deyimiyle, "Kemalistlerin 'millet' kavramının 'ümmet' ile yer değiştirmesinden kaynaklanan anlam karmaşasından da oldukça iyi yararlanmıştırlar." Buraya eklemek gerekirse, Kemalistlerin başarısındaki bir başka etkenin de, o yıllarında, içinde bulunulan coğrafyayı "Türkiye" yerine "Rumeli ve Anadolu" olarak tanımlama uyanıklığını göstermiş olmalarıdır.
~ 26 ~
Komünist Zemin
Özellikle bir örgüt olarak "Rumeli ve Anadolu Müdafa-i Hukuk Cemiyeti"ndeki coğrafi tanımlama ve "Büyük Millet Meclisi"nin birincisinde "Türkiye" adının yer almaması dikkat çekicidir. Osmanlıdaki ümmetin yerine millet ikame edilirken, Müslümanlık bu millet inşasının en temel dayanağı olmuştur. Zaten toprakların ve nüfusun öncelikli olarak gayr-i Türklerden değil de, gayr-i Müslüman olan nüfustan arındırılmış olmasının nedeni de budur. Keza Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarındaki Yunanistan'la yapılan ve yaklaşık bir buçuk milyon Rum ve dört yüz bin Müslüman’ı kapsayan mübadelenin altında da bu anlayış yatmaktadır. Hıristiyanlık fobisi o derece yaygındır ki, anadili Türkçe olan ve başka bir dil bilmeyen Hıristiyan-Ortodoks Karamanlılar da Türk sayılmayıp bu mübadeleye tâbi tutulurlar. Bu psikolojiyle hazırlanmış gayri-Müslim "azınlıklar" politikası, daha sonra kaçırtma, kaçmaya zorlama şeklindeki politikayla devam etmiştir. Dolayısıyla, "azınlıklar" politikası, İttihat ve Terakki'den bu yana bir süreklilik göstermiştir. Türkiye yönetici sınıfının ulus-devlet çatısı altında Türk ve Müslüman bir ulus yaratma çabası, özellikle Hıristiyan nüfus üzerinde sürekli olarak özel, dışlayıcı politikaları gündemde tutmuştur. Lozan Antlaşması'yla tanınan "azınlık hakları" bile kağıt üstünde kalmıştır. Cumhuriyetin daha geç bir tarihinde çıkarılan Men-i İhtikâr Kanunu, Varlık Vergisi kanunu ve Cumhuriyetin fiziki bir uygulaması olan 6-7 Eylül Olayları ile gayr-i Müslim jenosidi sürdürülmüştür. Bu süreç bugün İstanbul'u, 3500 (sadece üç bin beş yüz) Rum'un yaşadığı bir kente dönüştürmüştür. Gelinen aşamada ise Ermeni, Rum vb. Hıristiyan nüfustan kaçan kaçmış, kaçmak istemeyenlerin bir kısmı da, formaliteden bile olsa isim değiştirme, isim düzeltme/Türkçeleştirme, nüfus kütüğüne ve kartına "İslâm" yazdırma yoluyla duruma uyum göstermiş, yani asimile olma yoluna girmişlerdir. Türkiye burjuvazisinin kadrolarının politikası, Anadolu'da yaşayanların çoğunluğunu oluşturan topluluğu ve önce dinsel inancı ve sonra da dil birliğini esas alarak, homojenleştirmek, yani Türkleştirmek ve Müslümanlaştırmak yolundadır. Müslümanlaştırmada Sünnîlik tercih edilmiştir, çünkü Sünniler Anadolu'daki dinsel çoğunluğu oluşturmaktadırlar. Sünnîlik içinde de Hanefîlik tercih edilmiştir.
Sünnî-Hanefîlik Osmanlı'nın tepesinden aşağısına kadar yaygın ve "güvenilir"dir. Şafiîliğin ise, hem Sünnîlik içinde hem de toplumda iki kere azınlık olmasının altı çizilmelidir. Şafiîler esas olarak Kürtlerin bir kesimidir. Alevîliğin dışarıda tutulma nedenleri ise çok açıktır. Birincisi, Alevi çoğunluk bunu kabul etmese de, devlet gayet iyi bilir ki Aleviliğin İslamiyet'le bir akrabalığı yoktur. Bunun yanı sıra Aleviler, hemen hemen bütün tarihleri boyunca devletle, yani Osmanlı'yla, kavga içinde olmuşlar, "muhalefette" kalmışlardır. Bu mücadelede, saldıran olmaktan ziyade, kendilerini savunan, direnen taraf olmalarına rağmen, TC'nin, önemli bir kısmını devraldığı Osmanlı bürokrasisinin Alevîlerin "devlet karşıtı", "muhalif" geçmişini unutmuş olduğu düşünülemez. Ayrıca Alevilerin bir kesiminin Kürt olması da ayrı bir faktördür. A. Ter Minassian, Cumhuriyet'in Mustafa Kemal'in ölümüne kadar geçen döneminde gayriMüslimlere karşı daha hoşgörülü davranıldığını ifade etmektedir. Bu dönem sistemin kendini oturtma çabasında olduğu dönemdir. A. Ter Minassian’ın bu saptaması Aleviler için de geçerlidir. Hattâ Alevîler daha geniş bir zaman diliminde, Kemalizm'in partisi CHP iktidarı dönemlerinde görece korunmuşlar ve kollanmışlardır. Lakin buradan hareketle Mustafa Kemal'in ve onun mirasçılarının Alevi toplumuna karşı hoşgörülü oldukları sonucuna varmak doğru değildir. Bu göreceli "hoşgörü"nün nedeni, Kemalistlerin içerideki güçler dengesi bakımından Alevi nüfusuna duymuş oldukları ihtiyaçtır. Ulusçuluk-Din İlişkisi Dinin, sınırları çizilmiş, belli bir toprak parçası (vatan) üzerinde yaşayanları uluslaştırma sürecinde bir toplumsal yapıştırıcı olarak kullanılması Türkiye'ye özgü bir durum değildir. Bu durum, örneğin, Arap milliyetçiliğinde, Balkan uluslarının ve Yunan ulusunun oluşumunda, hattâ daha belirgin ve iyice iç içe geçmiş, özdeşleşmiş olarak İsrail devletinin kuruluşunda ve İsrail "dinî-ulus"unun doğuşunda kendisini göstermiştir. Belli tarihsel şartlarda din, milliyetçiliğin geliştirici, dinamikleştirici etkenlerinden biri olmuştur. Örneğin Yunanlı “... ulusçular (da), kökleştirmeye çalıştıkları ulus bilinç ve ayrımını zaten var olan bir ayrıma -dine- dayandırma yolunu
~ 27 ~
Komünist Zemin
seçmişlerdi. Din ulusçuluğun bayrağı olmuştu; yalnız mecazî anlamda değil, bayrağın kendisi kocaman bir haç taşıyordu bu ayaklanmada. Filiki Eteriya’ya girenler İncil üstüne ant içerlerdi. 1821 devriminin tanınmış komutanı Makriyanis anılarında “vatanla dinden” söz etmektedir. "Ulus olarak bağımsızlık istiyorsa, karşı dinden birine karşı savaşmalıydı Yunanlı." (Herkül Millas, Tencere Dibin Kara, sf. 138, Amaç Yayınları, 1989)
Türklerde de, "hürriyet ve vatan şairi" alarak adlandırılan Namık Kemal’in yurtseverlik anlayışından bayrak, silah ve Kur’an üstüne yemin eden İttihatçılara ve "Cumhuriyet Devrimleri"ni beğenmeyip Mısır’a giden İstiklâl Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy’a kadar Osmanlı aydınlarının yurtseverlik anlayışlarında Müslümanlık ağırlıklı bir yer işgal etmektedir. Vatan ve millet kavramları Müslümanlıktan ayrı düşünülmemektedir. Bunda Osmanlı’nın çatıştığı ulusların hemen hemen hepsinin Hıristiyan oluşunun etkisi de vardır. Unutulmamalıdır ki, “Balkanlarda din, ulusçuluğun gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır.” (H. Millas, age, sf. 145) Yunanlılardan sonra Osmanlı’dan ayrılan ve hepsi Hıristiyan olan Balkan uluslarının Türk milliyetçiliğinin oluşumuna farkında olmadan bu yönde yaptıkları etkiler de vardır. Örneğin, “Yunan ulusçuluğu Türk ulusçuluğuna hız vermiştir. Yunan ulusçuluğunun din öğesi ise gene Türk ulusçuluğunun dini yanını körüklemiştir.” (H. Millas, age, sf. 140) Dolayısıyla, daha sonra Türkleştirme politikalarında dinin oynayabileceği rol konusundaki fikir, şartların zorlaması sonucu o anda ortaya çıkmış değildir. Tarihten süzülüp gelen bu eğilim, örneğin, Türk milliyetçiğinin teorisyenlerinden Yusuf Akçura tarafından daha 1904 yılında Kahire'de yayımlanan "Üç tarz-ı Siyaset"te bilinçli bir politik ifadeye kavuşmuştur. Akçura, "İslâm birliği" ve "Türk birliği" siyasetlerinden birinde tercihte tereddütler geçirirken, "İslâm birliği"ne ilişkin muhtemel dışsal engelleri sıralayıp, eğiliminin "Türklerin birliği"nden yana olduğunu da belli eder. Fakat dinin oynayacağı rolün ve bir dönüşüm geçirmesi gerektiğinin de farkındadır. Yusuf Akçura, "İslâm dini Türk milletinin teşekkülünde mühim unsur olabilir. İslâm Türklüğün ittihadında (birliğinde) son zamanlarda Hıristiyanlıkta olduğu gibi içinde milliyetlerin tahaddüsünü (yok iken meydana çıkmasını,
varlığını) kabul edecek vecihle (tarzda) tahavvül eylemelidir (dönüşmelidir). ...." der. Türklerin birliği siyasetinin, Türkleştirmeyi kolaylaştıracağını da söyleyen Akçura şöyle demektedir: ".... Memalik-i Osmaniye'deki Türkler hem dinî, hem ırkî revabıt ile (bağlarla) pek sıkı, yalnız dinî olmaktan sıkı birleşecek ve esasen Türk olmadığı halde bir dereceye kadar Türkleşmiş anasır-ı saire-i Müslime (öteki Müslüman unsurlar) daha ziyade Türklüğe temessül edecek ve henüz hiç temessül etmemiş ve fakat vicdan-ı millîleri (ulusal bilinçleri) bulunmayan anasır (unsurlar) da Türkleştirilebilecekti." (Akt. Ahmet Temir, Yusuf Akçura, sf. 32-33, Kültür ve Turizm Bakan. Yay., 1987)
Bu nedenle bu devlet, kuruluş yıllarında, bir kısım Hıristiyanları mübadeleyle yollar ve kalanlarını da kaçırtmak için her türlü yolu dener ve ayrımcı politikalar uygularken ve Türkçeden başka bir dil bilmeyen Ortodoks Hıristiyan Karamanlı Türkleri bile mübadeleyle Yunanistan'a yollarken, balkanlardan ve diğer Misak-ı Millî sınırları dışından gelen ve Türkçe bilmese bile Müslüman olduğu için Türk sayılan "muhacirlere" kucağını açar. Hattâ devlet kadrolarına ve fabrikalara memur ve işçi olarak bolca alır. Devralınan Miras: Din Kurumu ve Devletin Dini Denetlemesi Osmanlı padişahları, devletin bir parçası olan dinsel kurumları da kendi iktidarlarının organları olarak görmüşler ve bu yolla iktidarlarını pekiştirmişlerdir. Kendilerini Müslüman sayan, ama gidilmesi farz olan hacca gitmeyen bu padişahlar, dinî otoritenin önünde eğilmek bir yana, onu (örneğin Şeyhülislâmı) eşit bile görmemişlerdir. Şeyhülislâm devletlû padişahın bir memurudur. Belki de bu memurların önünde eğilmemek için, II. Osman, Sultan İbrahim ve Abdülmecit dışında, Kanunî'den sonra, tek geçerli evlilik biçimi olan imam nikâhını hiçbir padişah kıydırmamış ve resmî olarak "zinâ" halinde yaşamışlardır. Dolayısıyla, Osmanlı İmparatorluğu'nda halifelik de, dinsel kurumların bir parçası olarak politik bir kurumdur. Yavuz Sultan Selim'in 1517 yılında Mısır'ı ele geçirince, hilafet kurumunu da alıp Osmanlı hanedanına aktarmasının nedeni, halifenin manevi gücüne gereksinim duyması değildi. O, bu kurumu, ilerde kendisine rakip
~ 28 ~
Komünist Zemin
olacak bir gücün varlığını istemediğinden ve gelecekle ilgili endişeler nedeniyle devralmıştır. Bu nedenle, halifeliği “zaptetmeye’’ bile gitmiyor. Halifeliğini önce İstanbul’da ilân ediyor, sonra halifelik emanetlerini almak üzere Mısır’a gidiyor, Mısır’ı ele geçiriyor. Osmanlı padişahları yüzyıllar boyunca "hilafet" üzerinde de çok fazla durmamışlardır. Ancak 19. Yüzyılda önce çöküş, sonra Rusya "Panslavizm" politikası izlemeye başlayınca, özellikle Abdülhamit döneminde, hilafet kurumu ön plana çıkartılmıştır. Yani Osmanlı Devleti güçten düşmeye başladığı sıralarda, padişahlar, halifeliklerini vurgulamaya başlamışlardır. Kuşkusuz bunda, milliyetçilik ideolojisinin ve politik örgütlenmelerinin yıkıcı etkilerinden kurtulmak amacını da görmekteyiz. Ayrıca, o dönemde halifeliğin politik bir işlevi, gücü de kalmamıştır. I. Emperyalist Savaşın başındaki cihad ilânı ile ilgili fetvanın İslam Dünyasında ciddi bir yankı bulmaması da bundandır. Hattâ İttihatçıların bu cihad çağrıları, beklenen sonucu vermediği gibi, Osmanlı vatandaşı Arapların İngilizlerin yanında yer almasını da engellememiştir. Osmanlı'da din kurumu, devletin altında/içinde, devletin denetimindedir ve Şeyhülislâm bir "devlet memuru"dur. Bu toplumsal ve politik geleneğin modernize edilerek ve "lâikleştirme" adı altında TC'ye taşındığı -ve özellikle başlangıçta- önemli bir ihtiyacı karşıladığı söylenebilir. Halifeliğin ve Şeyhülislâmlık kurumlarının kaldırılması ile Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kuruluşunun aynı güne rastlaması ve bu yıl ikisinin (birinin kaldırılmasının ve diğerinin kurulmasının) bir arada kutlanması bu açıdan anlamlıdır. TC yöneticilerinin dine yaklaşımı da Osmanlı'daki gibi fena halde işlevseldir, bir ihtiyacı karşılamak içindir. Kapitalizmin ekonomik gelişmesi yeterli olmadığında bu tür yapıştırıcılar öne çıkmaktadır. O zaman uluslaşma sürecinde daha işlevsel bir başka araç da bulunamamıştır. İslam kendisini dinsel bir kurum olarak değil, bizzat Devlet olarak kurumsallaştırmıştır. Bir başka deyişle, tarihsel olarak İslâm dünyasında, Devlet'ten bağımsız bir kurum olarak İslâm'ın varlığından söz edemeyiz. İslâm dünyasının, Osmanlı dönemi de dahil, batılı Hıristiyan top-
lumlar gibi bir Rönesans geçirmediği ve bir kurumsal yapı olarak İslâm'ın, kurumsal tezahürüyle Hıristiyanlıktan farklı olduğu açıktır. Bu anlamda, Osmanlı İmparatorluğu'nun ne lâik, ne de seküler anlamında bir devlet olmadığı ve dinlere eşit uzaklıkta durmadığı kesindir. İmparatorluk tebaasından olanlar, her ne kadar din ve vicdan özgürlüğüne sahipseler de, sonuçta "padişahın kulları" idiler. Osmanlı padişahının kendisini "Tanrının yeryüzündeki gölgesi" (Zıllullah-ı Fil Alem) ve "yeryüzünün halifesi" (Halife-i Ruy-i Zemin) idi. Osmanlı'dan söz edilirken sık kullanılan "hoşgörü" kavramı, kullanıldığı yere ve duruma göre anlam kazanıyor. "Hoşgörü" güçlünün hem bir lütfudur, hem de bir mecburiyeti. Lütuf, hor görmeyi de, her an geri alınabilirliği de içinde taşıyor. Osmanlı’da "hoşgörü", yerel otoriteyi tanıma, serbesti vb. gibi bugün bize hoş gelen ifadeler olsa da, yönetsel bir zorunluluğun ifadesidir. Bu kadar genişleyen bir imparatorluğu idare etmenin bin bir yolu yoktur. Yani hoşgörülü olmaya biraz da mecburdur. Bu hoşgörünün, zayıfladıkça nasıl azaldığını ve Ermeni Jenosidine kadar nasıl gittiğini de biliyoruz. Ama yine de, bunları akıldan çıkarmadan, Osmanlı İmparatorluğunun "çokuluslu" yapısı içinde, tebaanın, din ve vicdan özgürlüğü bulunduğunu ve lâiklik-sekülarizm ayrımlarını da dikkate alarak Osmanlı’nın, kimi alanlarda seküler unsurlar taşıyan bir yapıya sahip olduğunun da altını çizmek gerekiyor. Lakin ne Osmanlı Devleti, ne de onun mirasçısı olan Türkiye Cumhuriyeti laik bir yapıya sahip olmamıştır. He iki devlette de din devletin bir iktidar aracı olarak işlev görmüştür. Lâiklik tanımlarında, "Devletin dine müdahalesinin ortadan kalkması, dinle devlet işlerinin birbirinden ayrı tutulması ve hiçbir dinsel inanç sisteminin iktidarı ele geçirerek diğer inanç sistemleri ve toplumsal ve siyasal yapılar üzerinde baskı kuramaması" ilkesi yer alır. Bu tanımlama eksiktir ama gerek Osmanlı Devleti'nde, gerekse de Kemalist Cumhuriyette bu kadarı bile hiç bir vakit mevcut olmamıştır.
~ 29 ~
Komünist Zemin
TKP'li Aydemir Güler'in Kobanê Üzerine Yazdıklarına Cevaben... 20 Ekim 2014 tarihinde Sol Portal'da Aydemir Güler'in, "Kobanê'den bizim Cephe'ye" başlıklı bir yazısı yayınlandı. Aydemir Güler, özet olarak diyor ki: "Kobane'ye ABD yardımı gitmeseydi Kobane düşecekti, henüz düşüp düşmeyeceği de belli değil, ama eğer düşmese bile, siyaseten kent düşmüştür." Aydemir Güler'in yazdıklarını okuyunca, akla ilk gelen şu söz oluyor: "Bari dinime söven Müslüman olsa!" Bu nasıl bir aymazlıktır ki, Emperyalistlerle masa başında pazarlıkla kazanılmış ve Kürdistan'ın yeniden ilhakına vesile olmuş bir savaşı "Kurtuluş Savaşı", "Antiemperyalist" olarak tanımlamayan zihniyet, Kobane'ye ABD yardımı oldu diye Kobane direnişinin kirlendiğini söyleyebiliyor. Stalin'in Hitler'le yaptığı "Saldırmazlık Anlaşması'nı ve bu anlaşmanın bir parçası olarak da Polonya'nın yarısının Kızıl Ordu tarafından işgalini (diğer yarısını Almanlar işgal etmişti) savunan zihniyet, Kürtlerin kimi emperyalist ülkelerle ilişki kurmasını bir utanç vesilesi olarak değerlendirebiliyor. Sovyet Rusya'nın Almanlarla yaptığı anlaşmadan sonra Hitler ordularının Fransa'yı işgaline sessizce destek veren Rusya yanlısı Fransız Komünist Partisi'nin tarihine sahip çıkan zihniyet, Kobane'ye ABD silahları gitti diye Kobane'nin siyaseten yenildiğini ilan ediyor. Rusya'nın ABD ve İngiltere ile birlikte Nazi Almanyasına karşı aynı cephede savaşmasını doğru bulan zihniyet, Kürtlerin IŞİD'e karşı emperyalist ülkelerle diplomasi yapmasını bir utanç vesilesi olarak mütalaa ediyor. Rusya'nın ABD ve İngiltere ile yaptığı anlaşmanın neticesinde Doğu Almanya'nın ve Doğu Avrupa ülkelerinin Kızıl Ordu tarafından ilhakını bir zafer olarak kabul eden zihniyet, "Kobane'ye ABD yardımı girmiştir ve Kobane kirlenmiştir" diyebiliyor. Rojava'da olan devrim midir, değil midir, bu ayrı bir tartışmadır ama ister devrim diyelim, ister bir halkın varoluş savaşı; adı ne olursa olsun, var olan meşrudur. Meşrudur çünkü bir başka halkın üzerinde egemenlik iddiası yoktur ve bir başkasının mağduriyetine dayanmamaktadır. Bir hareketin haklı olması için Antiemperyalist olması gerekmiyor. Kaldı ki antiemperyalizm de, Aydemir Güler'in anladığı gibi, emperyalist bir ülkeyle çatışmak ya da onun işgaline karşı çıkmak değildir. Eğer öyle olsaydı, Saddam, Kaddafi, Esad ve daha niceleri antiemperyalist olmaya hak kazanmış olurdu. Antiemperyalist olmak demek, antikapitalist olmak demektir. Antikapitalist olunmadan antiemperyalist olunamaz. Bir başka nokta ise şudur, bildiğimiz kadarıyla Rojava'daki oluşum hiçbir vakit kendisini antiemperyalist olarak tanımlamadı. Bu tür kavramları hiç bir vakit kullanmadı. Bir hareketin haklılığını ortadan kaldıracak olan, o hareketin kimlerle geçici ittifak kurduğu değil, bu ittifakı ne maksatla ve kime karşı kurulduğudur. Örneğin Kürtler ABD ile kendilerini savunmak maksadıyla bir ittifak kurmuşlarsa, bunda yadırganacak bir durum yoktur. Eğer ki Kürtler ABD ile ittifak kurarak başka topraklara ve halklara saldırıyorlarsa, ABD'nin jandarmalığına soyunuyorlarsa, işte o vakit Kürt hareketinin haklılığı da biter. Aydemir Güler'in "Sol"dan ne anladığına ve solculuğuna burada hiç girmek istemiyoruz. Zira onun sol dediği şeyin tarihsel kökleri Kemalizm'e, Stalinizme ve Devletçiliğe dayanır. Bunlar ise, sosyalist anlamda solun dışındadır.
~ 30 ~
Komünist Zemin
Gezi Hareketi Bir Yanılsama mıydı? Sahi, nereye gitti o muhteşem kalabalık. Buhar olup uçmadığına göre, nerede şimdi o yüz binler? Aradan çok zaman da geçmedi ki, bir kuşağın artık aktif siyasi hayatın dışına düşmüş olabileceğini düşünelim. Daha geçen yıl TOMA'lara kendilerini siper eden, "Bu daha başlangıç" diye oldukça romantik bir retoriğe sahip olan o muhteşem kalabalık nerede? Haftalardan bu yana Kobanê kuşatma altında ve Kobanê'yi sahiplenmek için Kürt şehirleri savaş alanı gibi. Yalnızca 6-7 Ekim'de yaşanan çatışmalarda 30'dan fazla Kürt öldürüldü ve kimi Kürt illerinde Sıkıyönetim ilan edildi. Sahi, "Biz Kürtlere yapılanları şimdi anladık!" diyen kalabalık nerede şimdi? Gezi'ye ilk polis müdahalesi başladığında şunları yazmıştık: "Gezi'de eylemi ilk başlatanlar yoksullar değil, Beyoğlu'nun müdavimi orta halli çocuklardır. Maksatları ise, öpüşüp içtikleri alan olan Gezi Parkı'nı korumaktı. Daha sonra devreye siyasi rantçılar girdi ve sonra da düğmeye basılmış gibi AKP'den muzdarip herkes sokağa indi. Hareket devlet ya da sistem düşmanı değil, AKP düşmanı bir karaktere sahiptir. Sol hareket buradan kendi hayal ettiği sonuçları çıkarmak istese de, bu beyhude bir çabadır. Bu hareketi başlatan ulusalcılar olmasa da, sonunda bu hareket ulusalcıların değirmenine su taşımaktan başka bir neticeye yol açmayacaktır." Taksim boşaltıldıktan sonra ise şunları yazdık: "Gezi Parkı Hareketi, kalıcı hiç bir sonuca yol açmadığı gibi, bundan sonra ortaya çıkabilecek yeni kitle hareketlerine de bir tecrübe bırakabilecek bir değer yaratamamıştır. Gezi Parkı Hareketi, toplumsal mücadeleler tarihine bir şey katamayacak kadar toplumsal olmaktan uzaktı ve olabildiğince de apolitik bir hareket idi. Bu hareketten olsa olsa bolca mizah ve küfür üretilmiştir." Sahi, nereye gitti bu insanlar? 3 Ekim'de Savaş Tezkeresi meclisten geçti ve bu Tezkere'ye karşı İstanbul'da yapılan iki ayrı gösteriye katılan insan sayısı bin civarındaydı. Ekim ayının ilk haftası idi. Solcuların Müslümanlarla kurdukları İftar Sofrasına (Yeryüzü Sofrası) katılan insan sayısından daha azdı bu sayı. Tarihin ironisi bu olsa gerek. Düşünsenize, bir ülkenin hükümeti başka halkların yaşadığı topraklara fetih düzenlemek için meclisten savaş yetkisi alıyor ve buna karşı yürüyen insan sayısı bin civarındadır. Bütün bu olup bitenlerin bir açıklaması olmalı mutlaka...
~ 31 ~
Komünist Zemin
Kobanê'ye Giden Peşmergelerin "Biji Obama!" Tezahüratıyla Karşılanması Üzücü Olsa da, Abes Değildir! Kürtlerin Peşmergeyi "Biji Obama" diye selamlaması abes midir? Bu soruya verilecek cevap, olaya kimin nerden baktığıyla ilgilidir. Örneğin bizim durduğumuz yerden bakacak olursak, üzücü buluyoruz. Tarihin ironisi diyebileceğimiz bir durumdur. Ama Kürtlerin durduğu yerden bakacak olursak, o vakit de şaşılacak bir durum yoktur. Zira ulusal hareket tam da budur. Ulus hareketlerin asıl düşmanı, o an için çatıştığı güçtür, bundan dolayıdır ki de düşmanına karşı ittifak kuracağı güçleri seçerken bu noktadan hareket eder. Yani ulusal bir hareketin tek kıstası şudur: "Düşmanımın düşmanı benim dostumdur!" Tarihte bunun aksini bize gösterecek tek bir tane ulusal hareket yoktur. Filistin ulusal kurtuluş mücadelesine bakmamız bile, bize ihtiyacımız olanı sunmaya yeter. Ulus hareketler anti-sömürgecidir, işgal karşıtıdır ama antiemperyalist değildir. Savaştığı ülke emperyalist olsa bile, ulusal mücadele antiemperyalist değildir. Bir hareketin antiemperyalist olabilmesinin koşulu, antikapitalist olmasıdır. Bu noktadan devem edecek olursak, burada sorun olan Kürtler değil, sosyalistlerin Kürt hareketine biçmiş olduğu roldür. Çünkü sosyalist hareket, anti sömürgeciliği, işgal karşıtlığını ve antiemperyalist olmayı bir ve aynı şey olarak mütalaa etmektedir. Bundan dolayıdır ki kimi devrimci çevreler tarafından Saddam ya da ESAD "antiemperyalist olarak kabul edilebilmiştir. Hatta ve hatta daha da ileri giderek, IŞİD'i bile anti emperyalist ilan edenler olmuştur (DHKP/C bunun bir örneğidir). Tarihteki diğer ulusal hareketler gibi, Kürt hareketi de antiemperyalist ve antikapitalist değildir. Zaten ulusal hareketten de bu beklenemez. (1978'den 1980'li yılların ikinci yarısına kadar ki süreci bu değerlendirmenin dışında tutuyoruz, zira PKK tarih sahnesine ulusal bir hareket olarak değil, sosyalist bir hareket olarak çıkmış, sınıfsal kurtuluşla ulusal kurtuluşu bir arada, iç içe geçen bir süreç olarak ele almıştı.) Elbette ki Kürt hareketi zaman zaman antiemperyalist, antikapitalist bir söylemi de tercih
etmiş olabilir ama bir hareketi değerlendirirken onun söylediklerinden değil, doğasından hareket etmek gerekir. Ulus hareketlerin doğası bellidir, nihai hedefi ise, düşmanı kadar özgür, düşmanı kadar köle olmaktır. Örneğin ulusal bir hareket kendisine devrimci diyor diye devrimci olmaz. Resmi paradigmayla çatıştığı için devrimci bir rol oynar, devrimci bir potansiyel taşır ama devrimci olmaz. En azından komünistlerin anladığı anlamda devrimci olmaz. Çünkü onun antikapitalist bir devrim hedefi yoktur, olamaz da. Şimdi tam da bu noktada birileri şunu diyebilir: "İyi ama PKK, ulus devletten ya da bildiğimiz anlamda ulusal yapılanmadan vazgeçmiştir, daha toplumsal kurtuluşçu bir çizgiyi savunmaktadır." PKK'nin ulusal olandan uzaklaşmaya çalıştığı doğrudur ama hayat başka türlü ilerliyor ve PKK'yi de belirliyor. PKK, istediği kadar Rojava'daki iradeyi bir Kürt iradesi olarak görmesin, istediği kadar adını başka türlü koysun, ama bu, Kürt savaşçıların Kobane'de "Biji Kurdistan!" şiarıyla savaştıkları ve ölüme meydan okudukları gerçeğini değiştirmiyor. Bu, Kuzey Kürdistan'da sokakları zapt eden Kürtlerin, "Biji Kurdistan" şiarıyla devlete meydan okudukları gerçeğini değiştirmiyor. PKK istediği kadar Kürtlük ve Kürdistan söylemi yerine başka bir söylem ikame etmeye çalışsın, hayatın kendisi Kürtleri düne göre bugün daha fazla ulus olma refleksiyle harekete geçirmektedir. En başa dönecek olursak, Kürtlerin Peşmergeyi "Biji Obama" diye selamlamış olması üzücü bir durumdur ama abes değildir.
~ 32 ~