Komünist zemin sayı 23

Page 1

Komünist

ZEMİN Ezilenlere ve onlarla acı çeken, onların safında mücadele edenlere...

Syriza’nın Seçim Zeferi ve Düşündürdükleri...

Özgecan Aslan Cinayeti Üzerine

Parlamentarizm Charlie Hebdo ve Seçimler Saldırısı Üzerine

SAYI

23

NİSAN / MAYIS/ HAZİRAN 2015

2 TL www.komunistzemin.org


İÇİNDEKİLER Parlamentarizm ve Seçimler Üzerine……...........3 Syriza’nın Seçim Zaferi ve Düşündürdükleri…...6 Syriza ve Mülteciler……………........................... 8 Özgecan Cinayeti, Erkeklik, Tecavüz ve Tecavüz Karşıtı Kampanyalar Üzerine................9 “Komşuda pişer bize de düşer” mi?.................12 “Sosyal Devlet” Mümkün mü?.........................14 Jenosid Suçtur ve Suçun Özrü Olmaz...............15 Bülent Arınç-Gökçek Çatışması 17 Aralık Çatışmasının Devamıdır……..............17 Ali İsmail Korkmaz Davası ya da Tarihin Tekerrürü….…............................18 Bir Suphi Nejat Ağırnaslı (Paramaz Kızılbaş) Yazısı………………...............19 Charlie Hebdo Saldırısı ve Düşündürdükleri…..21 Eğitim Üzerine Düşünceler…………………….......23 “Anaerkil Çağ” Yaşandı mı?.............................25 Fikret Başkaya Cengiz Başkaya Söyleşisi………27 Sadaka, Yardım ve Dayanışma Üzerine Düşünceler…………………………………….32 Kadınlar Neden Kolay Vazgeçer?.....................34 Hrant İçin Adalet…………..…………………………..36


Burjuvaziyle Uzlaşmanın Değil, Burjuvaziye Karşı Meydan Muharebesinin Adıdır 1 Mayıs!

Kapitalizmin yoksullara ve ezilenlere karşı yürüttüğü sürekli savaşa karşı, bütün cephelerde devrimci savaş! İşçi Sınıfının Örgütlü Güç Olabilme İmkanını Ortadan Kaldıran Taşeronculuğa Karşı Mücadele!

Sistem Tamirciliğine Karşı Uzlaşmaz Bir Mücadele!

KOMÜNİST

ZEMİN


Komünist Zemin

Parlamentarizm ve Seçimler Üzerine Kapitalist sistemde her seçim, sistem içi güçler arası bir iktidar kavgası iken, sistemde temsil edilmediğini ya da yeterince temsil edilmediğini düşünen sömürülenler ve ezilenler açısından ise temsil edilme ihtiyacından başka bir şey değildir. Ne vakit ki seçim zamanı yaklaşır, gerek burjuvazinin siyasal yelpazesinde bulunanlar, gerek sistemin dışında tutulanlar ve gerekse de sistem dışı olmayı esas kabul eden siyasal yelpazede yer alanlar arasında yeniden bölünmeler, birlikler ve seçim ittifakları da ortaya çıkar. Bütün bunların nedeni ise, iktidar olmak, daha güçlü bir biçimde merkezi zorlamak ve merkezde temsil edilmektir. Burjuva düzeninden yana olan partilerin ve devletin sahibi olan güçlerin seçimler aracılığıyla neyi başarmak istedikleri aşikârdır; zaten sosyalist hareket açısından tartışılması gereken de bu değildir. Zira sosyalistler için seçim zemini, düzenin ya da düzen içi güçlerin eğrisini doğrusunu tartışmak değil, düzeni ve onun güçlerini karşılarına alıp teşhir etmekle yükümlü oldukları bir zemindir. Bundan dolayıdır ki komünistler açısından tartışılması gereken ne düzen partilerinin programları, ne de sistemi yeniden yapılandırmak (tamir etmek) isteyen partilerin seçim programıdır. Komünistler açısından tartışılması gereken, parlamentarizm, seçimler ve seçim ittifakları karşısında devrimci tutumun ne olması gerektiğidir. Parlamentarizm Üzerine Parlamentarizm üzerine en derli toplu görüş Lenin’in ve Lenin dönemi Komintern’in temsil ettiği görüştür.

Bilindiği gibi Komintern İkinci Kongresi, esasen Komintern'in temel ilke ve prensiplerinin de ete kemiğe büründüğü Kongre’dir. İkinci Kongre’de karar altına alınan ve tarihe “Komintern’e Kabul Şartlarının 21 Koşulu” olarak geçen kararlar bu Kongre’de karar altına alınmıştır. Keza, Komintern’in parlamentarizme ilişkin tutumu da bu Kongre’de oldukça hararetli tartışmalara yol açmış ve nihayetinde komünistlerin bu husustaki tutumunun ne olması gerektiği kesin bir biçimde ifade edilmiştir. Komintern'in İkinci Kongresi'nde bu konuda alınan kararda İkinci Enternasyonal partilerinin adeta parlamento fraksiyonlarının uzantısı haline gelerek yozlaşması olgusundan yola çıkılarak, burjuva parlamentolarında komünistlerin ancak ve esas olarak emekçilere o parlamentoların dağıtılması gerektiğini kavratmaya yönelik bir teşhir faaliyeti için girilebileceği; parlamenter faaliyetin hiç bir şart altında dayanılacak "esas faaliyet" olamayacağı; emekçilerin kitlesel eylemlerinin esas dayanak olması gerektiği; olası komünist parlamenterlerin ve parlamento fraksiyonlarının Komünist Partinin çok sıkı denetimi altında olması gerektiği vb. ilkeleri for-

~ 3 ~


Komünist Zemin müle edildi. Aynı kararda, burjuva parlamentolarına katılmayı ilke olarak reddeden sol görüş de reddedildi. Bunlar aslında yeni düşünceler değildi, fakat İkinci Enternasyonal partilerinin büyük çoğunluğunun pratiğinde unutulmuş ilkelerdi. (Bkz. Komintern Tutanakları) Seçimlerde Devrimci Tutum Nedir? Seçim dönemi dışında kalan zamanlarda olduğu gibi, seçim döneminde de devrimci olan, sistemin teşhirini ve ilgasını esas alan, ezilenlerin ve yok sayılanların tarihsel çıkarlarını temsil eden bir program ortaya koymaktır. Devrimci olan, devrimci bir programın ve örgütün olmazsa olmazlarını ortaya koymaktır. Devrimci olan, ‘Olsun da nasıl olursa olsun’ türünden ortaklıklar kurmak değil, devrimci anlamda ayrışma üzerinden bir ortaklık inşa etmektir. Devrimci olan, gerek devrimci güçleri, gerek sömürülenleri ve ezilenleri bölen faktörlerin üzerinden atlamak değil, bunları ortaya koymaktır. Zira biz kabul etsek de etmesek de, bir bölünme vardır ve bunu devrimci bir biçimde aşabilmenin yolu, bölünmenin ve bölünmeye yol açan nedenlerin üzerinden atlamak değildir. Sözün özü şudur: Seçim dönemi dışında kalan zamanlarda olduğu gibi, seçim döneminde de savunulması gereken, devrimci bir programın gereği olandır. Bu noktada belirleyici olan bütün bunların hangi araç ve yöntemle yapılacağı değildir. Örneğin devrimci bir programın gereklerine uygun bir seçim faaliyeti boykot çağrısı üzerinden de yürütülebilir, seçimlere katılarak ve parlamentoya girerek de yürütülebilir; önemli olan devrimci programın hangi araç üzerinden ve hangi zeminde savunulduğu değil, programın savunulup savunulmadığıdır. 7 Haziran 2015 Seçimlerinde Komünist Zemin’in Tutum Nedir? Komünist Zemin’in arkasında duran komünistlerin tavrı, Sol zeminde duran ve kendini emekçilerden, ezilenlerden yana tarif eden siyasi partileri ve adayları desteklemekten yana değildir. Çünkü emekçilerden ve ezilenlerden yana olmak ile burjuva devletini ilgaya teşebbüs etmek bir ve aynı şey değildir. Sol parti ve adayların parlamentoya gidiş nedenleri onu teşhir etmek ve kitlelere onun yıkılması gerektiğini kavratmak değil, onu emekçileri ve ezilenleri de temsil eden bir zemine çekmektir. Yapılmak istenenin adı sistem tamirciliğidir.

“Demokratik Ülke” ya da Demokratik Toplum” hedefinin başka bir açıklaması yoktur, olamaz da. Zira demokrasi kendi başına bir anlam ifade etmez, demokrasiye anlam veren sınıf karakteridir. Devletin sınıf karakterine karşı çıkılmadan, onun hukukuyla ilgilenmek sistem tamirciliğidir. Bir önceki seçimlerde de bizim tutumuz şöyle idi: “Gündemde olan seçimler karşısında komünistler, ikili bir tutuma sahip olmak durumundadırlar. Bunun nedeni, yaşadığımız coğrafyada sınıf mücadelesiyle ulusal mücadelesinin iç içe ve çoğu zaman da birbirinin önünü keserek gelişmekte olmasıdır. Bu iki ayrı alandan herhangi birinin diğerine tabi edilmesi mümkün ve doğru olmadığından, ikili bir tutum kaçınılmazdır. Meseleye sınıf savaşı açısından baktığımızda, komünistlerin önümüzdeki seçimler karşısındaki tutumu, tereddütsüz bir biçimde seçimleri, parlamentarizmi ve sistem içi arayışları teşhir ederek, sistem dışı ve sistemin imhasına dayanan alternatif programın, yani devrim programının ve devrimci örgütün propagandasını yapmak olmalıdır. Meseleye Kürt özgürlük hareketinin ihtiyaçları açısından baktığımızda ise, komünistlerin tutumu, Türk işçileri ve ezilenleri arasında ‘Oylar Kürt Vekillere’ propagandasını yapmak olmalıdır. Bu ikili tutum çelişkili gibi görünse de, ortada çelişkili bir durum yoktur. Bilakis, bu iki tutum birbirini tamamlayıcı niteliktedir. Unutulmamalıdır ki, Türk işçi sınıfının devrimci bir rol oynayabilmesinin ve Kürt ezilenleri ile Türk emekçilerinin devrimci bir birliğe ulaşabilmelerinin ön koşulu, Türk işçi sınıfının Kürt özgürlük hareketinden yana bir tutum alabilmesinden geçmektedir. Türk işçilerle Kürt ezilenlerinin kardeş olabilmesinin biricik yolu, Kürtlerin yok sayıldığı, iradelerinin meclise taşınmasının bin bir türlü dalavereyle engellendiği, bütün engellemelere rağmen meclise girip, Kürtleri yok sayan resmi ideolojiyi teşhir eden Kürt özgürlük hareketinin vekillerinin ise linç edildiği bir coğrafyada, Türk işçilerinin Kürtlerden yana bir tavrın ifadesi olarak Kürt vekillere oy vermesi hem anlamlıdır hem de bu çerçevede devrimcidir. Sınıf mücadelesi bağlamında parlamentarizmi ve sitem içi arayışları teşhir ederken, ‘Oylar Kürt Vekillere’ dememizin mantığı işte budur.” Eğer ki Kürt hareketi ulusal kurtuluş eksenli zemini terk edip de, “Demokratik Türkiye” ze-

~ 4 ~


Komünist Zemin mini üzerinden kendini tarif etmiyor olsa idi, bizim tutumumuz da bir önceki seçimlerdeki tutumumuzun aynısı olurdu; lakin artık Kürt hareketi bu zemini terk etmiştir. Bununla da kalmamış, artık ulus eksenli siyasetinden vazgeçmiş, ulusçuluğu ve ulus devleti “gericilik“ olarak tanımlamış ve stratejik hedefini, “Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik esaslara göre yeniden şekillendirilmesi” olarak izah etmiştir. Bundan dolayıdır ki artık ulusal bir hareket olmaktan çıkarak, bir tür eşit haklar hareketine dönüşen ve sistemi yeniden yapılandırmayı hedefleyen HDP için oy istemek devrimci olamaz. Sırf Kürtlerin kimi haklarını savunuyor ya da kitlesinin ezici çoğunluğu Kürt diye HDP savunulamaz. Önemli olan bir hareketin kimin için hangi hakkı istediği değil, stratejik maksadıdır.

ederek sistemi kilitleyen ciddi bir krize yol açabilir, seçimleri yapılamaz duruma getirebilir ve burjuva devletinin organlarının karşısında devrimci sınıf organlarını –özyönetim organlarınıçözüm yeri olarak gösterebilirdi. Lakin günümüz koşullarında bunların hiçbiri mevcut değildir. Bu nedenlerden dolayıdır ki, seçimlerin boykot edilmesi her ne kadar ilk bakışta oldukça radikal görünse de, bugünkü koşullarda hem pasif ve hem de karşılığı olmayan bir tutumdur. Yukarıda izah etmeye çalıştığımız nedenlerden dolayıdır ki Komünist Zemin’in bu seçimlerdeki tutumu, “Seçimlerde Devrimci Tutum Nedir?” başlığı altında ortaya koyduğumuz tutum olacaktır.

Peki, Neden Boykot Değil? Seçimlerin boykot edilmesi anlayışı, yaşadığımız coğrafyada adeta devrimci olabilmenin ön koşulu olarak bilinir. En azından 12 Eylül 1980 öncesi süreçte seçimleri boykot etmekle devrimcilik aynı şey olarak algılanır, seçimlere katılmak ihanet olarak görülürdü. 1990 sonrası süreçte seçimlerin boykotu dışında alternatifler de kabul görmeye başlamıştır. Seçimleri boykot etmek her ne kadar köktenci ve oldukça devrimci görünse de, bunun her zaman için gerçek hayatta karşılığı mevcut değildir. Örneğin devrimci ya da ön devrimci durumun olmadığı ve devrimci bir örgütün olmadığı koşullarda boykot çağrısı yapmanın çok fazla anlamı yoktur. Eğer toplumsal bir yükselişin yanı sıra, bu yükselişe önderlik edecek devrimci parti mevcut mevcut olsaydı, bu durumda seçimleri boykot

Kapitalist Sisteminin Sahiplerine de, Tamircilerine de Oy Yok!

~ 5 ~


Komünist Zemin

Syriza’nın Seçim Zaferi ve Düşündürdükleri… Peki, Syriza’nın seçim zaferi kime ne kazandıracak? Ya da değişen ne olacak? Esasında biz bu filmi daha önce birçok ülkede görmüştük. Bunun en bilinen örneği Brezilya’daki PT (İşçi Partisi) iktidarıdır. Zaten birçok ülkede “SOL Birlik” adı altında partilerin ya da seçim partilerinin kurulmasına da PT ilham kaynağı olmuştur. Örneğin Türkiye’de ÖDP, HDP ve Haziran Hareketi gibi ortaklıkların kurulmasına ilham kaynağı olan PT’dir. Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, Syriza antikapitalist bir programa sahip değildir. Yani kapitalizmi ilga etmek gibi bir gayeye sahip değildir. Syriza’nın hedefledikleri nelerdir? Syriza’nın yapmak istediklerini anlayabilmek için, seçim programına bakmak yeterli olacaktır. Syriza’nın seçim programı 40 ayrı başlıktan oluşmaktadır, lakin bu başlıkları birkaç ana başlıkta toplamak mümkün: 1. Avrupa Birliği ve Avrupa Merkez Bankası tarafından dayatılan “reform” politikası yeniden masaya yatırılarak, borçların ve borç faizlerinin ekonomi düzelinceye kadar ertelenmesi için AB ile müzakere edilecek. Avrupa Merkez Bankası’nın Avrupa Birliği üzerindeki rolünün değiştirilmesi talep edilecek.

2. Özelleştirilmiş devlet bankalarının, demir yollarının, posta hizmetlerinin, elektrik kurumu vb. alanların yeniden devletleştirilmesi sağlanacak. 300.000 haneye parasız elektrik verilecek. İhtiyacı olana gıda yardımı yapılacak. Artan evsizliğin önlenmesi için ihtiyacı olanlara metrekare başına 3 Euro kira yardımı yapılacak ve boş evler evsizlere açılacak. Emekli aylığı 700 avrodan daha düşük olanlara yılda 700 avro ikramiye verilecek. Kriz döneminde 586 Euro’ya düşürülen asgari ücret 750 Euro’ya çıkarılacak. 3. Krizle mücadele için ücretlerin düşürülmesi yerine, ekonomide canlılık için yeni yatırımlar, daha iyi yasalar, daha az bürokrasi ve yolsuzlukla mücadele yoluyla üretimin artması sağlanacak.

~ 6 ~


Komünist Zemin 4. Yunanistan’daki NATO üsleri kapatılacak. (NATO üyeliği devem edecek…) 5. Göçmen gözaltı merkezlerinde mültecilerin insan hakları garanti altına alınacaktır. Göçmen ailelerin bir araya gelmeleri kolaylaştırılacaktır. (bu madde Dublin anlaşmasında zaten mevcuttur.)

Peki, Syriza Seçim Programında Vaat Ettiklerini Gerçekleştirebilir mi? Elbette ki hayır, zira sermayenin egemenliğini kabul edip, AB’de kalmaya devam ederek, bankaları, üretim araçlarını ve üretimi toplumsallaştırmaktan imtina ederek bu vaatleri gerçekleştirebilmek mümkün değildir. Syriza’nın programı sistemi ilga etmeye değil, sistemi stabilize etmeye yöneliktir. Esasında bir vakitler PASOK’un yaptığı ama artık yapmaya muktedir olamadığını yapmaya dönüktür. Syriza, 20. Yüzyılın ilk yarısında Avrupa’da yükselen devrimci dalga karşısında adeta bir dalgakıran işlevi gören İkinci Enternasyonal partilerinin savundukları programı savunmaktadır. Hedeflediği sistemin krizini derinleştirmek değil, sistemi stabilize etmektir. İkinci Enternasyonal’in ipliği Bolşevikler tarafından pazara çıkarılmış ve bu harekete Ekim Devrimi ile gerekli cevap da verilmişti. Lakin Bolşeviklerin bu devrimci çabası yeterli olmamış, İkinci Enternasyonal’in kapitalist sistemi stabilize etme programı Avrupa’da başarı şansı bulmuş ve nihayetinde de Avrupa devrimi tasfiye edilmişti. Elbette ki Syriza’nın kuruluş maksadı olası bir devrimi tasfiye etmek değildir. En azından Syriza’yı oluşturan kimi politik güçlerin bu tür maksatları yoktur. Lakin Syriza’nın programının sistemi stabilize etmeye dönük olduğu da bir gerçektir. Önümüzdeki dönemde sermaye sahipleri tarafından oluşturulacak tazyikin sonucu olarak Syriza’nın bir yol ayırımına geleceği muhakkaktır. Syriza, devrimci bir strateji ile sistem karşıtı toplumsal öfkenin sistem içinde ehlileştirilmesinin aracı olmak arasında tercihe zorlanacaktır. Syriza’nın hiçbir koşulda devrimden yana irade geliştirebilme ihtimali yoktur.

Syriza, gerek kuruluş maksadı, programı ve bileşenleri bakımından, gerekse de dayandığı dinamikler bakımından devrimden yana bir irade geliştirebilmeye uygun değildir. Keçinin Olmadığı Yerde Koyuna Çelebi Derler Syriza’nın seçim zaferinin Sol açısından bu derece önemli bulunmasını açıklayacak en iyi aforizma bu olsa gerek. Günümüzden 20-30 yıl öncesine kadar Syriza benzeri siyasi hareketler sol cenah tarafından yuhalanırken, gelinen aşamada adeta kutsanır olmuştur. Peki, ne oldu da, dün yuhalanan bugün baş tacı edilir oldu? Bunun nedenlerini anlayabilmek için belki de çok gerilere gitmek gerekiyor, lakin asıl kırılmanın “soğuk savaşın” sona erdiği tarih olarak kabul edilen Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla (1989) ortaya çıktığını söylemek mümkün. Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte gerek sol çevrelerde, gerekse de solun etkileme potansiyeli olduğu kitlelerde bir ütopya kırılması yaşanmış ve bu durum günbegün derinleşmiştir. Düşmanın fütursuzca saldırıları, solda ve kitlelerdeki ütopya kırılması, Doğu Bloku’nda sosyalizm adına işlenmiş suçların ortalığa saçılması ve daha birçok neden solda ilkesiz bir bükülmeye neden olmuştur. Yenilmişlik, yalnızlık ve çaresizlik hissi bütün akımları bir arada kümelenmeye itmiş ve herkes ötekine sarılarak kendi çıplaklığını giyindirmeye çalışmıştır. İşte tam da bu koşullarda Brezilya’da Lula, Venezüella’da Chávez gibi figürler birden çelebi yerine konulmuş ve bunların başarısından herkes kendine pay çıkarma yarışına girişmiştir. Brezilya’da ve Venezüella’da yeşertilen umutlar suya düştüğü halde, başka bir alternatif yaratılmadığından ya da kimseler başka bir alternatif ileri sürebilecek iradeyi göstermediğinden, çoktan iflas etmiş olan projeler başka ülkelerde yeni bir alternatifmiş gibi büyük bir coşkuyla selamlanmaktadır. Tekrarlanması gereken Brezilya’daki PT’nin, Venezuela’daki PSUV’un değil, Bolşeviklerin 1917’deki tecrübesidir. Tekrarlanması gereken Lula ve Chavez gibi figürler değil, 1917’deki Lenin’dir.

~ 7 ~


Komünist Zemin

Syriza ve Mülteciler Yunanistan, özellikle de son 30 yıldır Avrupa kıtasında en çok göç alan ülkelerin başında gelmektedir. Bir bakıma Batı Avrupa’ya geçiş için en önemi duraktır da diyebiliriz. Öyle ki, son 10 yılda Yunanistan’a iltica maksadıyla gelen insan sayısı 1,5 milyon civarındadır. Bu insanların önemli bir kısmı buradan Batı Avrupa’ya girmiş ya da Yunanistan tarafından sınır dışı edilmiş olsa da, halen daha Yunanistan’ın toplam nüfusunun %5’ini mülteciler oluşturmaktadır. Peki, Yunan solunun mültecilik olgusuna ve mültecilere ilişkin tutumu nedir? Nerdeyse bütün dünya soluna egemen olan anlayış, Yunan solunda da mevcuttur. Yunan solunun mültecilik meselesine yaklaşımı sınıfsal değil, “insani”dir. Gayri sınıfsal ve gayri siyasidir. Yunanistan, son birkaç yıldır büyük toplumsal olaylara sahne olmaktadır. Devasa kitle gösterileri ve grevler yapıldı. Yapılan gösterilere azımsanmayacak sayıda mülteci de katıldı, lakin bu gösterilerin hiçbirinde mültecilerin talepleri yer almadı. Sayıları yüzbinlerle ifade edilen mültecilerden kimse söz etmedi. İşçilerin, memurların, işsizlerin, evsizlerin, emeklilerin ve küçük esnafın talepleri dillendirildi ama kimse mültecilerden söz etmedi, etmek istemedi. Daha doğrusu mültecilerden sadece ve sadece “insani” nedenlerden dolayı söz edildi. Bu gelenek Syriza’nın seçim programında da bozulmadı. Syriza da mültecilik olgusunu sınıfsal ve siyasal bir olgu olarak değil, “insani” bir olay olarak ele almıştır. Syriza’nın seçim programında mültecilerle ilgili sadece iki madde bulunmakta. Bunlardan biri, “Göçmen gözaltı merkezlerinde mültecilerin insan hakları garanti altına alınacaktır.” İkincisi ise, “Göçmen ailelerin bir araya gelmeleri kolaylaştırılacaktır.” Lakin burada yeni bir şey yoktur, zira mültecilerin bu hakları zaten Dublin sözleşmesinde yazılıdır.

Hâlbuki açığa kavuşturulması gereken başka noktalar mevcuttur. Örneğin Yunanistan’a kimler sığınma talebinde bulunabilecektir? Sığınma talebi kabul edilmeyen mülteciler bu vakte kadar olduğu gibi bundan sonra da sınır dışı mı edilecekler? Yunanistan’da iltica eden ve daha sonra Batı Avrupa’ya geçiş yapan mültecilerin bilgileri diğer Avrupa ülkelerine sızdırılacak mı? Yunanistan’da iltica talebinde bulunmuş mültecilere barınma yeri, yemek, sağlık hizmeti ve Almanya, İsviçre, Hollanda ve birçok Batı Avrupa ülkesinde olduğu gibi belirli bir maaş verilecek mi? Çalışmak isteyen mültecilere de tıpkı Yunan vatandaşı olanlara tanındığı gibi iş imkânı tanınacak mı? Evet, Syriza bütün bu hususlara açıklık getirmemiş ve sayıları yüzbinlerle ifade edilen mültecileri adeta kayıt dışı tutmuştur. Syriza bu hususta rengini belli etmediği, mültecileri yoksul dünya işçi sınıfının bir parçası olarak kabul edip, yoksulların, emekçilerin serbest dolaşım ve çalışma hakkını savunmadığı sürece emekten yana bir siyaset izleyebilmesi mümkün değildir. Yalnızca Syriza’nın değil, bir bütün olarak Yunanistan solunun sınıf eksenli bir siyaset oluşturabilmesinin ve devrimci bir zemin üzerinde kendisini yeniden inşa edebilmesinin yolu buradan geçmektedir. Aksi takdirde Yunanistan solu Helen kalmaya devam edecektir.

~ 8 ~


Komünist Zemin

Özgecan Cinayeti, Erkeklik, Tecavüz ve Tecavüz Karşıtı Kampanyalar Üzerine Düşünceler… Erkeklik biyolojik değil, ideolojik bir olgudur! Erkeklik de tıpkı kadınlık gibi biyolojik değil, sosyolojik, ideolojik ve kültürel bir olgudur. Yaratıcısı ise erkektir. Hal böyle olunca da kimi erkeklerin erkek vahşeti karşısında, ”Erkek olduğum için utanıyorum!” türünden açıklamalar yapmaları anlaşılır gibi değildir. Sanki yapılan vahşet erkekliğe yakışmıyormuş da, birileri de bundan dolayı “utanç” yaşıyormuş! Hayır, erkeklik zaten böyle bir şey, yani kadınlara yapılanlar erkek olmanın adabına uygundur! Başka bir dil bulmak lazım ki, özrümüz kabahatimizden büyük olmasın. Tecavüz Kolektif Bir Erkek Kültürüdür! Mersin’de toplu tecavüze maruz kaldıktan sonra yakılarak öldürülen Özgecan Aslan’a yapılanlar bir kez daha göstermiştir ki, Tecavüz Kolektif Bir Erkek Kültürüdür. Dolayısıyla da tecavüzü kriminal (adli) bir vaka ya da psikolojik bozukluk veyahut da alkol ve uyuşturucu benzeri maddelerin alınması sonucu vuku bulan bir olay olarak düşünmek doğru değildir. Tecavüzün arkasında bir neden aramak ya da faile “Neden yaptın?” sorusunu yöneltmek bile, esasında üstü örtülü bir biçimde tecavüzü anlamaya çalışmak demektir. Tecavüz olayı her seferinde başka bir biçimde ve başka bir yüzle vuku bulsa da, tecavüzün örtülü nedeni hep aynıdır: Tecavüz bir erkek kültürüdür. Erkeklerin kimi toplantılara ve gösterilere alınmaması üzerine… Son günlerde en çok konuşulan şeylerden biri de, kimi toplantılara ve gösterilere erkeklerin alınmıyor olmasıdır. Erkeklerin çoğu ve tabii ki

bir kısım kadın diyor ki, “Neden bütün erkekleri aynı görüp, bir tecavüzcünün suçunu başka erkeklere de mal ediyorsunuz? Devamla deniliyor ki, “Böyle yaparak sizden yan olan erkekleri de kendinize düşman ediyorsunuz!” Tabii ki bu hususa ilişkin çok şey söyleniyor ama sanırım bu iki itiraz noktasını konuşursak, diğer itiraz noktalarını da bir biçimde konuşmuş oluruz. “Neden bütün erkekleri aynı görüp, bir tecavüzcünün suçunu başka erkeklere de mal ediyorsunuz?” sorusuna yüklenen mesaj şudur: Bütün erkekler aynı değildir, tecavüzü lanetleyen erkeklerde var, yani “iyi erkek” de var. Tecavüz ya da daha geniş anlamıyla cinsiyetçilik ideolojik ve kültürel bir olay değil, kişiseldir. Evet, verilmek istenen mesaj tam da budur. Yapılmak istenen, tecavüzü ideolojik ve de bir erkek kültürü olmaktan çıkarıp, onu kişiselleştirmektir. Kadınlar, “Tecavüz bir erkek kültürüdür ve ideolojiktir” dedikçe, bunun karşısına, “Neden bunu bütün erkeklere mal ediyorsunuz” demek, düpedüz tecavüzü kişiye ve adli bir vakaya indirgemektir. “Böyle yaparak sizden yana olan erkekleri de kendinize düşman ediyorsunuz!” uyarısına gelince, açıkçası bunun karşılığında söylenecek en güzel şey, “Özrü kabahatinden büyük” özdeyişidir. Bu yaklaşımdan da anlaşılacağı gibi, kadına karşı işlenen suçlarda kadınlarla aynı yerde durmak isteyen erkekler kendilerini de suçun bir parçası olarak gördükleri için

~ 9 ~


Komünist Zemin değil, kadınlara ‘iyilik’ olsun diye kadınlarla aynı alanlarda olmak istemektedirler. Ne büyük bir lütuf! Daha önce de yaptığımız tartışmalarda da ifade edildiği gibi, ayrıcalıklı olanın bir ferdi olarak dünyaya gelen herkes, istemese de ayrıcalıklı olmanın imkânlarından faydalanır. Erkek olmak, ayrımcılığa tekabül eden bir ayrıcalıktır ve bunun da faturasını kadınlar öder. Her erkek istemese de bu ayrıcalıklı durumdan faydalanır. Çünkü bu ayrıcalık adeta “bahşedilmiştir.” Mesele hiçbir erkek çocuğu çükü görünüyor diye utanmaz ve azarlanmaz. Hiçbir erkek bir kadınla yattı diye “orospu” ilan edilmez. Hiçbir erkek zengin bir kadınla sırf parası için birlikte kalıyor diye “kapatma” olarak ilan edilmez. Hiçbir erkek çok sık partner değiştiriyor diye “hafif erkek” olarak görülmez. Hiçbir erkek gece tek başına sokakta geziyor diye “aranıyor” muamelesi görmez. Hiçbir erkek eve gelmedi diye “kimin altına yattın” diye sorguya çekilmez. Bir kadın bunları yaptıkça “değer” kaybederken, aynı şeyleri yapan erkek “değer” kazanır. Başka bir örnekle devam edelim, mesele üç kadın bir erkeği zorla kaçırıp ona “tecavüz” etseler ve bu durum haber konusu olsa, bu haber erkek dünyasında tecavüz olarak mütalaa edilmez, bu durum erkekleri ürpertmez. Bilakis, “şanslı erkekmiş” biçiminde yankı bulur. Hiçbir erkek, “ben artık farklı düşünüyorum” diyerek geçmişte işlediği ya da ortak olduğu suçlardan arınmış olmaz. Her erkek az ya da çok erkek egemen kültürün ortağı olmuş ve bu kültür adına işlenen suçlara bulaşmıştır. Bunun aksi mümkün değildir. Erkek olmak ayrımcılığa tekabül eden bir ayrıcalıktır ve kişinin bundan kaçınabilme imkânı yoktur. Bir vakit sonra kişi, “ben artık bu suçun ortağı olmak istemiyorum” dese bile, bu kişi toplum tarafından ayrıcalıklı olarak kabul görmeye devam eder. Kaldı ki “ben artık bu suçu işlemiyorum” demek çok iddialı bir söylemdir ve bu neredeyse imkân dâhilinde değildir. Çünkü erkek egemen bir paradigma karşısında kişinin kendini bundan soyutlayarak bir hayat sürdürebilmesi mümkün değildir. İstisnai kimi örnekler olsa bile, bundan yola çıkarak başka bir sonuca varılamaz. Bir an için varsayalım ki, gerçekten kimi erkekler artık suç ortağı olmaktan kurtulmuştur, peki bu durum, “Gelin canlar bir olalım” demek için ya da “bir olabilmek” için yeterli midir?

Kadınların 5 bin yıllık hafızası bir anda silinebilir mi? Kadınların da bunu hazmetmesi gerekmiyor mu? Bir erkek, “Artık ben değiştim” dediğinde ölçü bu mu olacaktır? Kadının da bunu bir lütuf olarak kabul edip, ona sunulanı bağrına mı basması gerekiyor? Mesela erkekler neden kendi başlarına toplanıp miting ya da yürüyüş yapmazlar? Daha da önemlisi, neden yapılan eylemlerde hep soyut düşmandan (sistem gibi) ya da suçüstü edilmiş bir erkekten söz ederler de, kendilerini de işin bir parçası olarak teşhir etmezler? Empati kurulsun demiyoruz, zira bu mümkün değildir; ama bir tecavüz olayı vuku bulduğunda bir kadın, sevgilisi bile olsa bir erkeğin kendisine dokunmasını istemeyebilir, bunu anlamak o kadar zor mu? Erkekler ille de bir şey yapmak istiyorlarsa, “neden bizi kabul etmiyorsunuz” diye dikleneceklerine, erkek toplumun bir ferdi olmaktan kaynaklı suç ortaklığının hissiyatıyla, “Haddimizi bilelim ve susalım” diyemezler mi? Medya, Beren Saat, Bergüzar Korel, Özcan Deniz ve Diğerleri Üzerine... Tecavüzün kolektif ve yaygın bir erkek kültürü olduğunu daha önce de yazmıştık. Özgecan’ın tecavüz edilip katledilmesinden sonra bir kez daha gördük ki, çoğunluk açısından tecavüz bildik şekilde, yani kişisel bir olay olarak mütalaa edilmektedir. Tecavüz olayına öfke duyulmakla birlikte, kimse kendi payını, kendini ve koynundaki tecavüzcüyü tartışma yanlısı değildir. Özel bir alan olan medya ve sinema üzerinden bu ikiyüzlülüğü ele almak bile, toplumdaki hâkim durumu anlamak için kâfidir. Medya ve Tecavüz Kültürü Önceleri gazeteler, daha sonra ise televizyon kanalları üzerinden tecavüz kültürünü militan hale getiren medya, bugün tecavüz karşıtı kampanyanın öncülüğünü yapmaktadır. Sırf gazete daha çok satsın diye boy boy çıplak kadın resimlerini, “Böyle de soyunulmaz ki” benzeri başlıklarla veren, “Erkekleri baştan çıkarmanın yolları” gibi reçeteler sunan gazetelerin, bugün hiç sıkılmadan Özgecan’ın peşinden tecavüze karşı bir duyarlılık örgütlemeye kalkışması tam bir aymazlıktır.

~ 10 ~


Komünist Zemin Peki, ya televizyon kanallarına ne demeli? Reyting uğruna yaptıkları paparazzi programlarıyla, dizi filmleri üzerinden sundukları yaşam tarzlarıyla, tecavüzü ve tecavüzcüyü meşrulaştıran senaryolarla son 20-30 yıl içerisinde toplumda yaratmış oldukları vizyon ortadayken, bugün kalkıp utanmadan “toplumsal duyarlılık” çağrısı yapmaktadırlar. Keza sunulan diziler ve Talk Show programları, klipler üzerinden “Delikanlılık” ve “Adamlık” adı altında maço kültürünü adeta yükselen bir değer haline getiren yazılı/basılı ve görsel medya, bugün maçoluğu kınama aymazlığını gösterecek kadar ileri gidebilmektedir. Ne garip, hem yıkımı öğütlüyorlar, hem de yıkımın altında kalanın peşinden en çok ve en sesli ağlayan onlar oluyor! Beren Saat, Bergüzar Korel, Özcan Deniz ve Diğerleri… Son günlerde en çok konuşulanlar arasında Beren Saat, Özcan Deniz, Bergüzar Koral ve diğer medyatik figürlerin yazdıkları olmuştur. İnsan bunların yazdıklarını okuyunca 5 dakikalığına da olsa cinnet geçirmek istiyor. Mesela son 20 yıl içinde bu coğrafyada model maço erkek figürü olarak kendini sunan ve medya tarafından da böyle takdim edilen Özcan Deniz gibi bir adamın bugün kalkıp da tecavüzü nefretle kınıyor olması kabul edilebilir mi? Mesela son yıllarda dizi filmlerde en sık rastlanan şeylerden biri de, tecavüzden sonra gelen aşktır. “Fatmagül’ün Suçu Ne” dizisinde, Fatmagül’ü oynayan Beren Saat’in, “Sıla” dizisin-

de başrol oyuncusu olan Cansu Dere’nin, “Binbir Gece” dizisinde başrol oyuncusu olan Bergüzar Korel’in sonunda kendi tecavüzcülerine âşık olması en çok akılda kalan örneklerdir. Peki, rol icabı da olsa kendi tecavüzcüsü olan adama âşık olan kadını oynayan bu figürler, nasıl oluyor da Özgecan’ın ardından tecavüz kültürünü ayıplayabiliyorlar? Bugün “toplumsal duyarlılıktan” söz eden bu şahıslar, daha çok para kazanmak, daha zengin bir yaşam sürebilmek adına hiçbir toplumsal duyarlılığı düşünmezken, bugün hangi yüzle insanları “duyarlı olmaya” çağırmaktadırlar? Bu figürler, oynadıkları rollerin yalnızca bir oyundan ibaret olmadığını, yaptıkları şeylerin ideolojik bir arka planının, gerçek hayatta bir karşılığı olduğunu bilmiyorlar mı? “Ben sanatçıyım, sanatım neyi gerektiriyorsa onu yaparım” deyip, sonra da timsah gözyaşları dökmek, tam bir ikiyüzlülüktür. Eğer bu insanlar ikiyüzlü değillerse, bu demek oluyor ki yaptıkları ve adına “sanat” dedikleri şeyin ideolojik bir alan olduğunu, yaptıkları işin şu veya bu biçimde egemenlerden ya da ezilenlerden yana ideolojik bir işleve sahip olduğunu bilemeyecek kadar her şeyden bihaberdirler. Varsayalım ki bu insanlar yaptıkları işin asıl anlamından bihaberdirler, o vakit Özgecan’ın katledilmesinin ardından bunun üzerine düşünebilirler. Eğer ki yaptıkları işin egemen olanın ve suçun örgütlenmesine hizmet ettiği sonucuna varacak olurlarsa, bundan böyle suç ortağı olmayı reddedebilirler. Ne zaman ki bunu yaparlar, ancak o zaman Özgecan’ın ardından ağlamayı da hak ederler.

~ 11 ~


Komünist Zemin

“Komşuda pişer bize de düşer” mi? Syriza’nın seçim zaferinin ardından, “Komşuda pişer bize de düşer” özdeyişi tozlu raflardan indirilerek yeniden kullanıma sokuldu. Peki, komşuda pişen bize de düşer mi? Birçok özdeyişin olduğu gibi, bu özdeyişin de bir hükmü kalmamıştır, zira artık komşuda pişenin komşuya düşmediği bir dünyada yaşıyoruz. Neyse, bu başka bir tartışmanın konusudur, bunu geçelim ve gelelim Syriza’nın seçim zaferinden kendine pay çıkaran komşuya. Bu tür bir analoji yaparak, Syriza’nın seçim zaferini yaşadığımız coğrafyada olacağını düşünebilmek için ya fazla iyi niyetli ya da gayri ciddi olmak icap eder. Neden mi? Yunanistan Türkiye değil de ondan. İki ülke arasında komşu olmak dışında hiçbir ortaklık bulunamaz. Yunanistan, 400 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu işgalinde kalmış, 1821’de Osmanlı işgalinden kurtulduktan sonra da, 1821’den 1948 yılına kadar sürekli olarak savaş halinde olmuştur. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda önce İtalya’nın, ardından da Almanya’nın işgaline uğramış ve her iki işgalci güce karşı da tarihi bir direniş ortaya koymuştur. Bu da yetmemiş, Stalin, Churchill ve Roosevelt arasında yapılan görüşmelerin neticesinde Yunanistan İngilizlerin etkisine bırakılmış ve bu anlaşmaya istinaden İngiltere Yunanistan’ı işgale başlamıştır. Ama İngiliz işgalcileri de yenilgiye uğratılmıştır. Bu sefer de “Yunan İç Savaşı” başlamış ve dört yıl sürmüştür (1944-1948). 1967 yılında, tarihe “Albaylar Cuntası” olarak geçen askeri darbe vuku bulmuş ve ülke 7 yıl boyunca cunta ile yönetilmiştir. Yunanistan işçi sınıfı ve devrimci güçleri cuntaya karşı 7 yıl boyunca direnmiş ve 1974 yılında cunta yönetimi sona erdirilmiştir.

Yunanistan’ın son 200 yılına baktığımızda, bu tarih boyunca hep savaş ve direniş vardır. Yunan işçileri ve emekçilerinin ezici bir çoğunluğu neredeyse çoğu zaman devletle hep çatışmalı olmuş, nerdeyse hiçbir tarihte “devlet karşısında boynumuz kıldan incedir” dememiştir. Yunan emekçileri hiçbir dönem “şükürler olsun” türünden bir ahlaka sahip olmamıştır. Yunan emekçileri her vakit sol ile organik bir bağa sahip olmuştur. Bir de Osmanlı bakiyesi olarak kurulan Türkiye tarihine bakalım. Birincisi, T.C. Devleti, işgalci bir imparatorluğun bakiyesi olarak vücut bulmuştur. İkincisi, tarihte bilinen örneklerin aksine, Osmanlı ümmetinden devlet eliyle bir millet yaratılmıştır. Üçüncüsü, devletin kurucu ideolojisi olan Kemalizm, solun yerine ikame edilmiş ve bu coğrafyanın “resmi olmayan solu” da esasen Kemalizm lekesiyle doğmuştur. Günümüzde devrimci hareketinin çoğunluğu tarafından tarihsel referans olarak kabul edilen Mustafa Suphi TKP’sinin Kemalizm’e ilişkin görüşünü anlayabilmek bakımından, Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi'nde, TKP adına konuşan İsmail Hakkı Kayserili’nin sözleri oldukça açıklayıcıdır:

~ 12 ~


Komünist Zemin “Türkiye'nin Avrupa kapitalistleri tarafından bölüşülmesinden sonra, Türk halkı İngiliz ve Fransız kapitalistlerinin gerçek yüzünü görünce – bu andan itibaren Türkiye’de yeni bir hareket başlamaktadır, bir kurtuluş hareketi. Şimdi demokratik partilerin önderlik ettiği Anadolu hükümeti, Türkiye'nin Batı tarafından uğratıldığı hayâsız sömürüye en iyi cevaptır. İstanbul'un işgali, bardağı taşıran son damla oldu ve harekete hız verdi. Bütün Batı düşmanı güçleri çevresinde toplayan ve emperyalizme karşı öteden beri nefret duygularıyla dolup taşan Anadolu’daki devrimci hükümet, şimdi Avrupa Emperyalizmine karşı bir savaşıma girişmeye hazırlanmaktadır. Türkiye'nin emekçi kitleleri, bir daha Batı'nın baskısına boyun eğmeyeceklerdir. Emekçi Türkiye'nin en iyi dostu olan Rus Devrimi sayesinde Türk ulusu kısa zamanda tam özgürlüğe kavuşacak ve öteki ülkelerin işçi kitleleriyle birlikte dünya emperyalistlerine karşı güçlü bir savaşıma başlayacaktır.” (Mete Tunçay, "Türkiye'de Sol Akımlar -I, Bilgi Yayınevi, S. 207-8) Sosyalist hareket 1960 yıllarda yeniden bir yapılanma sürecine girmiş olsa da, sola sirayet etmiş olan Kemalizm bu kırılma döneminde de aşılamamıştır. Örneğin 1960’lı yıllarda başlayan ve 70’li yılların başında bir kırılmayla sonuçlanan bu yeniden yapılanmanın neticesince üç ana akım (THKO, THKP/C ve TKP/ML) ortaya çıkmış, lakin bu üç akımdan ikisi (THKO ve THKP/C), TKP’nin Kemalizm’e ilişkin görüşüne bağlı kalmaya devam etmiştirler. Dördüncüsü, T.C. Devleti’nin kuruluş tarihi olan 1923 yılını esas alacak olursak, bu ülke tarihinde sosyalist hareketin, daha geniş anlamda solun hiçbir vakit emekçi sınıflarla güçlü organik bağları olmamıştır. Beşincisi, bu ülkenin tarihinde hiçbir vakit aşağıdakilerin hareketinin bir sonucu olarak emekçiler ve ezilenler adına bir mevzi kazanılmamıştır. Çok partili siteme geçiş, sendikaların kurulması, oy hakkı, grev hakkı ve daha onlarca hak devlet eliyle verilmiş, devlet eliyle geri alınmıştır. Altıncısı, bu ülke insanına egemen olan sadaka ve şükür kültürüdür.

Yedincisi, bu ülke insanı her vakit otoriteye biat etmiştir. En fazla hükümete itiraz etmiş ama her vakit devletçi olmuştur. Peki, tablo bu iken, nasıl oluyor da, Syriza’nın seçim zaferinden feyiz alarak, “Biz de başarabiliriz!” denilebiliyor? Gerçekten bunu iddia edebilmenin herhangi bir maddi koşulu mevcut mudur? HDP ve Haziran Hareketi’nden arkadaşlar Syriza’nın seçim zaferinden feyiz alarak oldukça iyimser atmosferin etkisine girmiş bulunuyorlar; lakin bunun sonuçları hiç de sevindirici olmayacaktır. Zira Yunanistan’la bu coğrafya arasındaki tek ortaklık, bir sınır ortaklığıdır. Syriza’nın seçim zaferinin bu coğrafyada tekrarlanabilmesi için, bu coğrafyada köprülerin altından birden fazla selin geçmesi gerekir. Nüfusunun %80’i Müslüman, %70’i Kemalizm’in ve Türklüğün değerlerine bağlı ve %65’i sağ partiler tarafından, %25’i CHP gibi adı sola çıkmış bir devlet partisi tarafından kontrol edilen bir toplumda Syriza’nın başarısını tekrar edebilmek mümkün müdür? (CHP’yi değil ama CHP’ye oy veren topluluğu “sol” olarak kabul ederek bu yüzdeyi veriyoruz) Bunun mümkün olabilmesi için, her şeyden önce bu toplumun siyasal ve sınıfsal bir saflaşma yaşaması gerekmektedir. Son yüz yıla baktığımızda göreceğiz ki bu toplumdaki bütün bölünmeler dini, kültürel ya da ulusal eksenli olmuş ve saflaşmalar bu zeminler üzerinden oluşmuştur. 1976-80 döneminde, sınırlı da olsa sınıf eksenli toplumsal bir yükseliş ve saflaşma süreci yaşanmış ve bu durumu aşabilmenin imkânları yakalanmış ama bunda da başarılı olunamamıştır. Lakin 1976-80 dönemine ait bu tecrübe göstermiştir ki, bu coğrafyadaki bölünmelerin esasını oluşturan paradigma ancak ve ancak sınıf eksenli bir siyasetle aşılabilir. Peki, bugün ya da kısa gelecekte bu paradigmayı aşabilmenin koşulları var mıdır? Maalesef bu pek mümkün gözükmemektedir. Bunun mümkün olabilmesi için hem sınıf eksenli siyaset üretebilecek bir parti mevcut değildir, hem de bunun objektif koşulları henüz mevcut değildir. Devrim için değil, Syriza’nın zaferini tekrarlamak için bile bunlar mevcut değildir.

~ 13 ~


Komünist Zemin

“Sosyal Devlet” Mümkün mü? Bilindiği gibi, Batılı ülkelerdeki kapitalist devletler “sosyal devlet” olarak tanımlanmaktadır. Haliyle bu tanımlama da, ciddi manipülasyonlara yol açmaktadır. Peki, bu tür bir tanımlama doğru mudur? Devlet, doğası gereği toplumsal (sosyal) bir karaktere sahip değildir, olamaz. Devlet, ayrıcalıklı bir sınıfın kendi ayrıcalıklarını toplumun geri kalanına kabul ettirebilmenin ve ayrıcalıklarını sürdürebilmenin bir aracı olarak ortaya çıkmıştır. Devletin tarihi, aynı zamanda sınıfların, sınıf farlılıklarının ve bu sınıf farklılıklarının kaçınılmaz sonucu olan sınıf çatışmalarının da tarihidir. Bu da demek oluyor ki, sınıflar olduğu müddetçe, birbirine karşıt sınıfların çatışması da kaçınılmaz olacaktır. Egemen olan ve egemenliğini sürdürmek isteyen sınıf, egemenliğini sürdürebilmenin bir aracı olarak devlete ihtiyaç duyacaktır. Eğer bir toplumda devlet var ise, sınıflar da var demektir; sınıfların olduğu bir durumda ise devlet, egemen olan sınıfın devletidir. Hal böyle olunca da, devletin sosyal (toplumsal) bir karakterinin olabilmesi mümkün değildir. Peki, eğer devletin varlık nedeni ve karakteri bu iken, neden ona “sosyal devlet” sıfatı takılır? Bunun nedeni, devletin çıplaklığını giyindirmektir. Sınıf karakterini saklamaya ihtiyaç duymayacak yegâne devlet, ancak bir işçi devleti olabilir. Bunun dışındaki bütün devletlerin varlık nedeni, imtiyazlı sınıfın imtiyazlarını korumak ve çoğaltmaktır. Zaten "sosyal devlet", "milli devlet", halkın devleti" ya da "din devleti" vb. tanımlamalara ihtiyaç duyulmasının nedeni de budur. Zira bu yolla hem devletin sınıf karakteri saklanmış olur, hem de devlet için geniş bir sosyal taban yaratılır. Lakin devletin karakterinin sınıf üzerinden değil de halk, ulus ya da din üzerinden yapılıyor olması, mevcut devletin bütün bir toplumun devleti olduğu anlamına gelmez. Çünkü toplum ortak bir etnisiteye, sosyolojiye ya da dini inanca sahip olsa da, kendi içinde uzlaşmaz çıkarlara ve çelişkilere sahip bir olgudur; dolayısı ile de birbiri ile çatışmalı çıkarlara sahip olan toplumun ortak çıkarlarını temsil eden bir devlet aygıtı söz konusu olamaz.

Bu demek değildir ki, sömüren sınıf ile sömürülen sınıfın ya da sınıfın bir kesiminin çıkarları hiçbir zaman çakışmaz. Burjuvazi ile işçi sınıfının ya da işçi sınıfının bir kesiminin çıkarlarının örtüştüğü ve bir tür uzlaşmanın söz konusu olduğu durumlar da mümkündür. Batılı ülkelerde mevcut olan durum bu bakımdan iyi bir örnek teşkil edebilir. Bilindiği gibi, Batılı ülkelerde işçi sınıfı ile burjuvazi arasında uzun yıllardır devam eden bir konsensüs mevcuttur. Zaten "sosyal devlet" kavramı da bu konsensüsün bir ifadesi olarak kullanılmaya başlanmıştır. Lakin bu kavram bir devlete değil, bir stratejiye tekabül eder. Buradaki maksat, Batı işçi sınıfını dünyanın geri kalan emekçileri karşısında ayrıcalıklı kılarak, dünya işçi sınıfının birliğini dinamitlemek ve Batı işçi sınıfını sistemi yedekleyen bir güç olarak örgütlemekti. Zaten bunda da başarılı olunmuştur. Batı işçi sınıfı, uluslararası sömürünün bir neticesi olarak Batı'da toplanmış olan zenginlikten pay aldığı için ayrıcalıklıdır, suç ortağıdır; ama bu durum onu sömürülen bir sınıf olmaktan kurtarmadığı gibi, onu devletin sahibi de yapmaz. Batı işçi sınıfının, adına “sosyal devlet” denilen stratejiye, dolayısıyla da kapitalist devlete sahip çıkıyor olmasının nedeni, devletin sahibi olması değil, kendi ayrıcalıklı durumunu korumaktır. Batı işçi sınıfının burjuvazi ile çatışması kaçınılmazdır. O vakit de, mevcut devletin Batılı işçi sınıfına yönelmesi, dolayısı ile Batılı işçi sınıfının bugün korumak için seferber olduğu devleti yok etmek için harekete geçmesi kaçınılmaz olacaktır. Özcesi; bir yerde devlet var ise, sınıflar da var demektir devlet egemen olan sınıfın tahakküm aracı olarak vardır. Zira devletin ortaya çıkış nedeni budur. Eğer ki sınıflar yok ise, zaten devlete de gerek yok demektir. Devlet demek, sınıf egemenliği demektir; devlet sözcüğünün başına ya da sonuna çeşitli sıfatlar eklemekle devletin sınıfsal karakteri saklanabilir ama değişmez. Yani devletin "sosyal" bir karakteri olamayacağı gibi, sınıflı toplumlarda "sosyal devlet" de olmaz.

~ 14 ~


Komünist Zemin

Jenosid Suçtur ve Suçun Özrü Olmaz! Bir kaç sene evvel, kimi solcu yazar, aydın ve oyuncu tarafından, “Ermenilerden Özür Dilensin!” kampanyası başlatılmıştı. En son olarak ise bu konu 2014 yılı Kasım ayında HDP’li vekiller tarafından mecliste gündeme getirilmişti. 1915 jenosidinin 100. Yılı dolayısıyla bu meselenin daha sık dillendirileceği muhakkaktır. Peki, Suçun Özrü Olur mu? Özür, kabahatin karşılığıdır; suç ise kabahat olarak değerlendirilemez. Zira suç planlı olarak tasarlanır. Dolayısıyla da suçun özrü olmaz. Suçun özrü olmaz ama suçun mağduru olanın davasından vazgeçmesi gibi bir durum mümkündür. Lakin jenosid ya da ölümle sonuçlanan suçların özrü olamayacağı gibi, maktulün de, artık hayatta olmadığı için davadan vazgeçebilmesi mümkün değildir. Gelelim 1915’de Ermenilere ve Süryanilere karşı işlenmiş jenosid suçuna. Bu bir janosid suçudur ve bu suçun özrü olmaz. Bir an için suçun da özrü olabileceğini ve Türk devletinin 1915 jenosidi dolayısıyla özür dilemekten yana olduğunu düşünelim ve soralım: Peki, bu özrü kim kabul edecek? 1915’de katledilenler, tecavüze uğrayanlar ve sürülenler adına bugün hayatta olan Ermeniler bu özrü kabul etme hakkına sahip midir? Hayır! Hiç kimse bir başkası adına özür dileme hakkına sahip olmadığı gibi, kimse de kimse adına özür kabul edemez. Öldürülmüş, tecavüze uğramış, sürgün edilmiş bir insan adına bir başkasının özür kabul etmesi, her şey bir yana, o acıyı yaşamış insanın yaşama hakkına ve acısına hakarettir. Bu durumda, bırakalım özrü bir yana, tarafların helalleşmesi bile mümkün değildir. Zira suçu işleyen Osmanlı devletinin bir bakiyesi olarak kurulan bugünkü

Türk devleti halen daha varlığını sürdürüyor olsa da, 1915’in kurbanları artık yaşamıyor. Peki, o vakit kim kiminle helalleşecek? Bu sorunun cevabı olarak akla gelen tek cevap, Ermenistan Devleti, İstanbul’da birkaç on bini geçmeyen Ermeni cemaati, Ermeni diasporası ve sağ kalanların neredeyse tamamı sürgünde olan Süryani nüfusudur. Artık hayatta olmayan ve sayıları 2 milyonu bulan insanlar adına bugün halen daha hayatta olan Ermenilerin ve Süryanilerin pazarlık yapmak, özür kabul etmek ve helalleşmek gibi bir hakları olabilir mi? Özür Değil, Suç Ortaklığının Reddi Suçun özrü olmaz demiştik ama suç ortaklığının reddi mümkündür. Peki, bu nasıl mümkün olabilir? Türk devleti, 1915 jenosidini yapan Osmanlı Devleti’nin bakiyesi olarak kurulmuştur. Bunun da ötesinde, Osmanlı Devletini Türk devletinin geçmişi olarak kabul edilmektedir. Hal böyle olunca da, hem Osmanlıya sahip çıkıp, hem onun mirası üzerine devlet kurup, hem de 1915 jenosidinin suç ortağı olmayı reddetmek mümkün değildir.

~ 15 ~


Komünist Zemin Hem işlene bir suçu mahkûm edip, hem de işlene suçun neticesinde ortaya çıkan sonuçlarından faydalanarak suç ortaklığının reddi mümkün olmaz. Mesela bugün Avustralya, Kanada, Fransa, Hollanda, Almanya, İngiltere ve daha birçok Batılı ülke sömürgeci tarihleri dolayısıyla özür dilemektedir. Ama aynı ülkeler, tam da bugün utanç verici bulduklarını ilan ettikleri bu sömürgeci tarihleri dolayısıyla zengindirler ve zenginliği de kendi zenginlikleri olarak savunup korumaktadırlar. Aynı şey zengin ülkelerin vatandaşları için de geçerlidir. Her hangi bir Avrupa ülkesinde yaşayan insanlara eski sömürgecilik tarihleri sorulsa, bu tarihi “utanç verici” bulurlar. Ama onlara, “iyi de bugün sahip olduğunuz zenginlik tam da sizin ‘utanç verici” bulduğunuz tarih sayesinde oluştu, o halde bu utançtan kurtulmak için çaba sarf etseniz, mesela bu zenginliği onun sahibi olan yoksularla paylaşsanız nasıl olur?” diye sorulsa; verecekleri cevap şu olacaktır: “Hayır!” olacaktır. Özcesi; hem işlenen suçun neticesinde oluşmuş olan devletin kuruluş prensiplerini ve dayandığı paradigmayı savunup, hem de işlenen suçu mahkûm etmek mümkün değildir. Aynı şekilde hem işlenen suçun neticesinde elde edilenlerin üzerine oturup, hem de suçun mahkûm edilmesi olacak iş değildir. Suçu kabul edip, suç ortaklığının reddi, ancak işlenen suçun neticesinde ortaya çıkan bütün bir paradigmanın reddi ile mümkündür. Örneğin “Ne mutlu Türküm diyene” naralar atıp, bu coğrafyada yaşamış olan ya da yaşayan başka toplulukların ve uygarlıkların yok edilmesi yoluyla kurulmuş olan Türk devletinin varlığını meşru kabul edip, sonra da 1915 jenosidini ile suç ortaklığını reddetmek olmaz. Kurulu olan devletin varlığı reddedilmeden suç ortaklığının reddi olmaz. Hiçbir devlet ise kendi varlık nedenlerini ortadan kaldırmaz. Devletin değilse de, bu devletin vatandaşı olan Türkler açısından suç ortaklığının reddi mümkündür. Bunun yolu ise, Türklüğün dayandığı paradigmayı reddetmek, bugün Türkiye diye tarif edilen coğrafyada yaşayan ya da yaşamak isteyen her bireyin eşit ve gönüllü ortaklığına dayanan bir yaşam için mücadele etmekten geçer.

1915 Jenosidi ve Mülkün El Değiştirmesi Üzerine Bir başka sorun ise, 1915’de gasp edilen mülkler ve zenginliklerdir. Yani gerek 1915’de katledilen Ermenilerin gasp yoluyla Türkleştirilen mülklerinin, gerekse de Avrupalılar tarafından gasp edilen Afrika’nın, Asya’nın, Avustralya’nın, Yeni Gine’nin, Polinezya Adaları’nın ve Amerika’nın zenginliklerinin ne olacağı, cevaplanması gereken bir sorudur. Esasen özür dilemenin mantıki sonucu olarak, bu kurbanların mülklerinin de bugün onların adına özür kabul etme hakkını kendilerinde bulanlara devredilmesi gerekiyor. Peki, bu savunulabilir mi? Eğer bu tartışmayı bu minvalde sürdürecek olursak, yani meseleye özür kampanyası yürütenlerin penceresinden bakacak olursak, adaletin tecelli etmesi için gasp edilen mülklerin de sahiplerinin yaşayan yakınlarına devredilmesini savunmak gerekir. Hayır, tartışmayı bu biçimde sürdürerek bir yere varmak mümkün değildir. Varsayalım ki, Alman devleti 1933–45 arası yıllarda Yahudilerden gasp ettiği altınları ve mülkleri bugün geri vermek istiyor. Peki, bu durumda bunları kime verecek? Dünyadaki bütün Yahudilere mi? İsrail devletine mi? Yoksa geçmişte bu mülklerin ve altınların sahibi olanların bugün hayatta olan yakınlarına mı? Aynı şey Avrupa’nın bütünü için geçerlidir. Avrupa’nın zenginliği, Afrika’nın, Asya’nın ve Amerika kıtasının talanına dayanmaktadır. Eğer bugün Avrupalılar bu suçtan kurtulmak isteseler, bu durumda bu coğrafyalardan gasp edilen zenginlikleri kime geri verecekler? Olmaz ya, diyelim ki Afrikalı ve Asyalılara verilecek, peki bu kime ve neye göre verilecek? Keza aynı şey, katledilen ve mülklerine el konulan Ermeniler, Pontuslular, Rumlar ve Süryaniler için de geçerlidir. Bugün Türk devleti karar alsa ve gasp edilen mülklerin sahiplerine geri verilmesini kararlaştırsa, bu mülkler, yaşıyorlarsa sahiplerine, eğer yaşamıyorlarsa yaşayan yakınlarına mı verilecek? Diyelim ki bu mümkündür; peki, mülkiyet hakkını ve mülkiyet hakkının devredilmesini savunmak doğru mudur?

~ 16 ~


Komünist Zemin

Bülent Arınç-Gökçek Çatışması 17 Aralık Çatışmasının Devamıdır 17 Aralık “Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu” alelade bir yolsuzluk / rüşvet operasyon değildi. Böyle olmadığı gibi, yalnızca bir AKP - Cemaat çatışması da değildi. Bu çatışmayı “İtin itle dalaşması" olarak mütalaa etmek ise, gayri siyasi bir yaklaşımdı. 17 Aralık çatışması, uluslararası boyutu olan bir hegemonya çatışmasıydı. Nasıl ki AKP’nin iktidar olması uluslararası bir proje idiyse, 17 Aralık’ta meydana gelen çatışma da uluslararası bir karaktere sahipti. Esasında bu, ABD merkezli bir operasyondu. Bilindiği gibi AKP iktidarı, özellikle Libya, Mısır ve Suriye süreciyle birlikte hegemonik bir siyaset izlemeye başlamış, ABD ve kimi batılı devletlerin bu duruma tepkisi oldukça sert olmuştu. Lakin bütün bunlara rağmen 17 Aralık operasyonu üzerinden başarılmak istenen, AKP (Erdoğan)iktidarına son vermek değil, onu kontrol altına almaktı. Bundan dolayıdır ki neredeyse AKP’de hiçbir çatlak olmadı ve Erdoğan da bu çatışmadan zafer kazanarak çıktığını ilan etti. Elbette ki Erdoğan, bu çatışmanın bitmediğini, çatışmanın başka araçlarla devam edeceğini ve kılıçların bir gün yeniden çekileceğini biliyordu ama bunu derinleştirmek de işine gelmeyeceğinden, daha fazla üzerine gitmedi. Ve İkinci Raund… Erdoğan’ın Kürtler ve müzakere süreciyle (İzleme heyeti) ilgili yaptığı konuşmanın ardından, Arınç’ın Erdoğan’a yönelik açıklaması ve bunun akabinde Arınç’a karşı Melih Gökçek eksenli saldırıyla birlikte 17 Aralık Operasyonunun ikinci raundu için de start verilmiş oldu. İkinci raundun ayırt edici özelliği, aktörlerin doğrudan parti içinden olmasıdır. Zira 17 Aralık çatışmasının merkezinde partinin organik yapısı dışında duran cemaat vardı. Peki, ikinci raundun sonunda otaya çıkacak netice ne olabilir? Bu noktada birçok hipotez ileri sürmek mümkündür, lakin her durumda neticeyi belirleyecek olan, AKP’nin kendi iç dinamikleri değil, dış faktörler olacaktır.

Bir faktör, uluslararası güçlerdir. Uluslararası güçlerin AKP’nin kaderini ne yönde tayin etmek isteyecekleri belirleyici faktörlerden biridir. Bunu biraz da Erdoğan’ın tutumu belirleyecektir; zira Erdoğan’ın temsil ettiği çizgi hem gittikçe denetlenemez bir hal almıştır, hem de Erdoğan’ın temsil ettiği çizgiyle hükümette hâkim hale gelmek isteyen çizgi arasında gittikçe büyüyen bir mesafe söz konusudur. Eğer ki Erdoğan ve ekibinin etkisi kırılamazsa, bu durumda Erdoğan’ın temsil ettiği çizgi bir biçimde tasfiye edilmek istenecek, bu da AKP’de bir bölünmeyi kaçınılmaz hale getirecektir. Bölünmenin neticesinde AKP’ dağılır mı, yoksa kalan gücüyle ya da koalisyon arayışıyla bir müddet daha iktidarını sürdürmeyi dener mi, bunu bekleyip göreceğiz. Bir başka faktör, devletin Kürt hareketiyle (PKK) kuracağı bağdır. Lakin tek başına bu da yeterli değildir. Çünkü devletin Suriye ve Rojava’ya yönelik izleyeceği siyasetin, PKK ile kuracağı ilişkiyle örtüşmesi gerekmektedir. Bu da yetmez, bu alanda izlenecek siyasetin bir de kimi uluslararası güçler tarafından, en azından ABD tarafından kabul edilmesi gerekmektedir. Bu iki faktör dışında, mevcut kriz/durum üzerinde tayin edici etki yapabilecek bir üçüncü faktör şimdilik mevcut değildir. Bir üçüncü faktörün ortaya çıkabilmesinin olasılıkları mevcuttur ama bunun için zamana ve kimi sübjektif koşulların oluşturulmasına ihtiyaç vardır. Kesin olan şudur ki, AKP'nin bugüne kadar hareket ettiği gibi hareket edebilmesi artık mümkün değildir.

~ 17 ~


Komünist Zemin

Ali İsmail Korkmaz Davası ya da Tarihin Tekerrürü… Ali İsmail Korkmaz davası sonuçlandı ve sanki bildik bir filmi sonunu bilerek başka bir son bekler gibi izledik. Perde bildik görüntülerle açıldı. Devlet emretti, polis infaz etti, devletin polisi emri veren devletin savcısına şikâyet edildi, aylar süren bir oyun sahnelendi ve bildik son. Ve perde kapandı. Sonuç: İki polis 10’ar yıl ceza aldı, diğer polisler suçsuz bulundu, devlet suçluyu yargılamış oldu, Ali İsmail dostları ise “Adalet yerini bulmadı” diye isyan etti. Peki, bu iki polis ve suçsuz bulunan polisler ömür boyu hapis cezası almış olsalardı, o vakit adalet yerini bulmuş olacak mıydı? Peki, o vakit söylenecek söz kalacak mıydı? “Adalet istiyoruz” deniliyor, iyi de bu adaleti kim sağlayacak? Azmettiren devletten tetikçisini yargılamasını beklemek gayri siyasi bir yaklaşımdır. Ali İsmail cinayeti siyasi bir cinayettir ve gayri siyasi bir biçimde mütalaa edilemez. Ne mi yapmalı? Yapılacak şey bellidir, tetikçiyi patronuna şikâyet etmekten, patronundan tetikçisini cezalandırmasını istemekten vazgeçmek, yapılması gereken ilk şeydir. Eğer ki devlet kendi polisinin kural dışı davrandığını düşünüyorsa, dava açar ve memurunu cezalandırır. Lakin durum böyle değildir. Devlet diyor ki, “Polis görevini yapmıştır, verilen emirleri yerine getirmiştir.” Peki, bu durumda biz kimi kime şikâyet ediyoruz? Elbette ki sokağa çıkılacak ama devletten adalet istemek için değil. Sokağa, yoksuların ve horlananların sahipsiz olmadığını, devletin istediği zaman istediği insanı infaz edemeyeceğini, dövemeyeceğini, alıp götüremeyeceğini ilan etmek için çıkılmalıdır. Zaten bu yapılmadığı içindir ki işimiz cenaze kaldırmak ve ölülerimizin ardından ağıtlar yakmak olmuştur.

~ 18 ~


Komünist Zemin

Bir Suphi Nejat Ağırnaslı (Paramaz Kızılbaş) Yazısı Suphi Nejat, devrimci bir anne babanın çocuğu olarak 22 Eylül 1984’te dünyaya gelir. 1921’de Karadeniz’de öldürülen TKP kurucuları Mustafa Suphi ve Ethem Nejat’ın anısına bağlılığın bir ifadesi olarak, ailesi tarafından kendisine Suphi Nejat adı verilir. Kobanê direnişinde, 1915 de 19 arkadaşıyla birlikte idam edilen Ermeni sosyalist Paramaz’ın adını aldı ve hafızamıza “Paramaz Kızılbaş” olarak kazındı. Suphi Nejat’ın kendi yazdıklarından anlıyoruz ki “Adam olmanın” erdem sayıldığı bir çağda, adam olmamak için direnmeyi bir erdem olarak kabul etmiş. Büyümenin bir tür kirlenme olduğuna kanaat getirmiş ve hep çocuk kalmak istemiş. Ama zamanla anlamış ki, hem hayatta kalıp, hem de büyümekten kaçınmak mümkün değilmiş. Annesine yazdığı mektupta da ifade ettiği gibi: “30 yaşına basmak üzereyim. Hayatımın iş-güç ve benzeri dertler etrafında dönmesini istemiyorum; kısacası “adam” olmak istemiyorum; büyümek bana göre değilmiş.”

Suphi Nejat, çoğunluğun yaşama hakkının olmadığı bir hayatın hüküm sürdüğü dünyada, kendisi için bir hayat kurmayı suç saymış. Suphi Nejat, hayatı değiştirmek, yaşam hakkı olmayanların da yaşama hakkının olduğu bir dünya için kendi yaşamından vazgeçmeyi daha en başından seçenlerdendir. Suphi Nejat, yaşadığı coğrafyaya hâkim olan mutsuzluk dolayısıyla o kadar büyük acılar yaşıyor ki, sonunda “gönüllü sürgün” olmaya karar veriyor ve yüzünü Güney Amerika’ya dönüyor. Suphi Nejat’ın annesine yazdıklarından okuyalım: “…ülkenin malum durumundan dolayı 2013 yılında Latin Amerika’ya gitmeyi kafama koymuştum. Yaklaşık 7 ay boyunca hafta içi her gün İspanyolca çalıştım. Geçen yaz Gezi patlamasaydı, şimdi Buenos Aires’teydim. Fakat olmadı. Bu kış daha fazla hazırlık yapıp hem de daha alternatif bir tarzda, gönüllülük hizmetleri üzerinden kıtayı gezmek istedim. Her şeyi hazırlamıştım, Karayipler’e gidiyordum!

~ 19 ~


Komünist Zemin Tüm kış boyunca inanılmaz rahattım, kafam temizdi, yani depresif bir sürgün kafasıyla değil, meraklı bir gezginin ruh haliyle gidecektim. Fakat bu hayatta henüz tüketmediğim bir yol, denemem gereken bir alternatif daha var. Latin Amerika’ya her zaman gidebilirim ve en büyük hayalim hala bu. Lakin insan kaç kere şöyle canlı canlı bir devrime katılma fırsatı bulabilir ki? Bu fırsatı kaçırmak istemedim doğrusu. (…) Ben şimdi muazzam bir keyif, heyecan ve merakla, kendi çelişkilerim ve korkularımla Rojava’dayım.” Suphi Nejat’ın annesine yazdıklarından anladığımız şudur: O, ömrünü tüketmek yerine, ömründen bir hayat yapmak istemiş. Maksadı, hayatına bir anlam katmaktır. Bunun da kişisel olmadığını, toplumsal bir karaktere sahip olması gerektiğini bilmektedir. Onun için yaşamış olmakla, “yaşadım diyebilmek” arasında bir nitelik farkı mevcuttur. O, başkalarından çalınmış olan bir hayatı değil, başkalarının hayatına hayat katarak yaşamak istemişti. Şairin de dediği gibi: “Yerleşik yargıları olmadı hiç Kurmadı güzel gelecek düşleri Nerede bir yangın, nerede tehlike O mutlaka oradaydı birdenbire Dinsizdi, özgür sayılırdı belki ama bağlanmazdı özgürlüğe de

Hiçbir yerde yeterinden çok kalmadı beklemedi anılar sarnıcının dolmasını…” Suphi Nejat’ın Erdemli Hayatını ve Bir O Kadar da Erdemli Olan Ölümünü Rant Aracı Yapanlara Dair Birkaç Söz Suphi Nejat’ın annesine yazdığı mektuptan ve ailesi tarafından yapılan açıklamadan da anlaşılacağı gibi, Suphi Nejat Ağırnaslı’nın Rojava’daki direniş hattında yer alma kararı tamamen kişiseldir. Kobanê’ye “MLKP savaşçısı” olarak gitmediği gibi, bu örgüt adına da çarpışmamıştır. Onun tek gayesi, gündelik hayatın dayattığı kısır döngünün bir parçası olmamaktı. Güney Amerika’ya giderek, oralardaki kooperatiflerde gönüllü çalışmak, oradaki alternatif deneyimlere katkı sunmak ve gezgin insanın ruhuyla yaşamaktı gayesi. Eğer Rojava yerine Arjantin’e uçsaydı, şimdi kendisini “kahraman” ilan edenlerin gözünde “bunalımlı bir kaçkın” olacaktı. Süreç planladığı gibi gelişmedi ve Suphi Nejat Rojava’ya gitti. Kobanê’de varlık savaşı veren bir halkla kader birliği etti ve çarpışarak öldü. Dövüşerek ölen savaşçılar üzerinden varlık sürdürmeye çalışmak zavallılıktır. Rantçılıktır. Dövüşmekten kaçmak da bir tercih olabilir ama dövüşerek ölenler üzerinden rant elde etmek bir tercih olamaz. Bırakın da, dövüşerek ölenler hak ettikleri gibi hayata karışabilsinler.

~ 20 ~


Komünist Zemin

Charlie Hebdo Saldırısı ve Düşündürdükleri… Bilindiği gibi, Mizah dergisi Charlie Hebdo'nun Paris'teki ofisi silahlı şahıslar tarafından basıldı ve bu saldırıda 12 insan öldürüldü. Bu olayın doğru anlaşılabilmesi için, ilk evvela bunun bir “terör saldırısı” olarak geçiştirilmemesi gerekiyor. Terör bir sonuçtur, burada asıl anlaşılması gereken ise maksattır. Bu saldırının görünen hedefi her ne kadar Charlie Hebdo dergisi, neden de İslam Peygamberi Muhammed’in küçük düşürülmesi olsa da, asıl hedef Charlie Hebdo dergisi olmadığı gibi, maksat da Muhammed’in küçük düşürülmesi değildir. Eğer ki bu saldırının arkasında bir başka devlet yok ise, o vakit başka bir hipoteze ihtiyaç var demektir. (Bilindiği gibi ABD’de ki 11 Eylül saldırısının arkasında ABD çıkmıştı.) Biz bunu şimdilik bir kenara bırakalım ve saldırının faili olarak El Kaide’yi, IŞİD’i ya da başka bir İslami grubu düşünelim ve akıl yürütelim. İslami bir grup bu saldırıyı neden yapar? Ya da Muhammed’in intikamını almak için bu çapta bir saldırıya girişir mi? Bunun için doğru bir zaman mıdır? Bizim kanaatimizce bu saldırının Irak, Suriye ve Kürdistan üçgeninden bağımsız ele alınabilmesi gerçekçi değildir. Eğer bu bir intikam eylemi olsa bile, bu durumdan bağımsız değildir. Irak, Suriye, Kürdistan üçgenine sıkışmış olan Cihatçı hareket, bu saldırı vasıtasıyla hem savaş cephesini genişletmek, hem de batılı devletlere gözdağı vermek istemiş olabilir. Zira batılı devletler Cihatçı örgütleri önce Suriye’ye karşı silahlandırıp cepheye sürdüler, işler ters gidince de bu örgütlerin bir kısmıyla büyük ölçüde yollarını ayırdılar. Batılı devletler bununla da kalmayıp, Kobane sürecinden sonra hem Esad’la ilişki kurdular, hem de Kürt hareketine sınırlı destek vermeye başladılar. Saldırının arka planında yatan bir neden bu olabilir. Yine Irak, Suriye ve Kürdistan üçgeninde devam eden savaşa bağlı olarak akla gelebilecek

bir başka neden ise, İslami hareketin batıdan intikam almak ve kendi tabanına moral vermek maksadıyla bu saldırıyı yapmış olması ihtimalidir. Bozguna uğramış bir hareketin geri çekilirken kendi tabanına moral verebilmek ve karşı taraftan intikam almak gayesiyle bu tür bir eylem yapması da pekâlâ mümkündür. Elbette ki hiç aklımıza gelmeyen başka hesapların olması da mümkündür ama bu saldırıyı siyasi ve stratejik bağlamından kopararak bir terör saldırısına indirgemek akla gelebilecek en son ihtimaldir. Charlie Hebdo Saldırısı Vesilesiyle Batılıların Yası ve Yasın Irkçı Karakteri Üzerine Birkaç Söz

Paris’teki Charlie Hebdo Saldırısı sonrası Batı dünyasında yas ilan edildi. Sokaklarda insan zinciri oluşturuldu, mumlar yakıldı ve devasa

~ 21 ~


Komünist Zemin mitingler düzenlenerek saldırıya tepki gösterildi. Paris’te yapılan yürüyüşe yüzbinlerce insan katıldı. Altmış ülke devlet başkanı, başbakan ya da bakan düzeyinde yürüyüşe katıldı. İlk bakışta bütün bunlar olağan gözüküyor, olağan olmayan ise, ateş Batıya düştüğünde bir infial durumunun söz konusu olmasıdır. Meselenin bir dünya meselesi, “insanlığın ortak sorunu” olarak mütalaa ediliyor olmasıdır. Mesela İslamcı gruplar nerdeyse her hafta Irak, Suriye, Kürdistan, Nijerya ya da bir başka yerde intihar saldırısı düzenliyorlar ve her saldırıda onlarca insan ölüyor; ama bu katliamlar en fazla haber konusu ediliyor. Eğer ki saldırı Batıda olmuşsa ve ölenler de batılı ise, o vakit BM o günkü oturumunu saygı duruşu ile açıyor, bütün Batılı ülkelerde büyük gösteriler yapılıyor ve yas ilan ediliyor. Saldırının Batıda olması da çoğu zaman yetmiyor, ölenlerin ya da zarar görenlerin bir de Batılı olması gerekiyor ki, Batı dünyası harekete geçsin. Örneğin bir kaç ay önce IŞİD taraftarları Almanya’nın çeşitli kentlerinde Suriyeli / Rojavalı mültecilerin kaldıkları kampları basmış ve onlarca insanı yaralamıştı, bu saldırılar doğru dürüst haber konusu bile edilmemişti. Batılı devletlerin verdiği silahlarla IŞİD vb. örgütler Kürtleri, Alevileri, Türkmenleri katlettiğinde sesleri çıkmayan batılılar, ateş kendi evlerine düşünce kızılca kıyamet koparıyorlar. Elbette ki bütün toplumlar bir bakıma aynıdır ya da bir noktada aynılaşırlar, her toplum kendi evine düşen ateşi, kendi acısını görür. Lakin Batıda cereyan eden durum farklıdır. Zira Batılılar açlığın, yoksulluğun, ekonomik krizin, savaşın, barışın, terörün, şiddetin, cinsiyetçiliğin ve akla gelebilecek her şeyin tanımını kendilerinden yola çıkarak yapmaktadırlar. Charlie Hebdo saldırısında kim neyi kınıyor?

Charlie Hebdo saldırısının akabinde dünyanın birçok yerinde siyasi partiler, dini kuruluşlar ve sivil toplum örgütleri bu saldırıyı protesto etmek ve kınamak maksadıyla gösteri çağrısı yapmış, bu çağrıya solun da önemli bir kısmı iştirak etmiştir. Öyle ki, saldırıyı yaptığı var sayılan grubu “terör örgütü” olarak gören devletler, siyasi partiler, sendikalar, İslami kesimler, dev-

rimci çevreler, meslek örgütleri ve akla gelebilecek birçok kesim bu saldırıyı kınamaktadır. (Devletlerin tavrını bu tartışmanın dışında tutuyoruz, zira bu başlı başına bir tartışma konusudur…) Peki, bu doğru bir tutum mudur? Eğer bu saldırıyı gerçekten İslami bir örgüt yapmış ise, örneğin bu İslami örgütü “terör örgütü” olarak kabul eden sivil toplum örgütleri bu saldırıyı kınayabilirler mi? Elbette ki hayır, zira “terör örgütü” olarak kabul edilen bir örgüt kendi fıtratına uygun davranıyor diye kınanamaz. Örneğin “İslamiyet bu tür saldırılara karşıdır” diye düşünen kesimler bu saldırıyı kınayabilirler mi? Elbette ki hayır, zira bu saldırıyı İslamiyet adına yaptığı iddia edilen grubun kınanabilmesi için, ilk evvela bu gurubun da “İslamiyet bu tür saldırıları onaylamaz” demesi gerekir ki, bu örgüt de bağlı olduğu hukuka uygun davranmıyor diye kınanabilsin. Örneğin “İslamiyet tam da budur” diyen çevreler bu saldırıyı kınayabilirler mi? Elbette ki hayır! Zira bir örgüt kendi inancına uygun davranıyor diye kınanamaz. Örneğin devrimci hareketin El Kaide ya da IŞİD benzeri bir grubu yaptığı şiddet eyleminden dolayı kınaması doğru mudur? Elbette ki hayır! Zira devrimci hareket, bu tür örgütlerin kendi varlıklarını şiddet üzerinden örgütlediklerini zaten deklere etmiştir. Peki, kınama ya da protesto hangi koşullarda mümkündür?

Protesto etmek ya da kınamak, aynı tarafta ve aynı değerlere sahip olanlar arasında mevcut olan bir ilişki biçimidir ya da hukuktur. Eğer ortak değerlere sahip olan taraflardan biri, olur da var olan ortaklığın kurallarını ve hukukunu ihlal ederse, ihlal eden tarafın kınanması da ya da protesto edilmesi de kaçınılmaz olur. Ama söz konusu olan aynı değerlere ve hukuka bağlı olmayan, bununda ötesinde birbirine düşman güçler ise, bu güçler arasındaki hukuk bu olmaz. Bundan dolayıdır ki solun Charlie Hebdo saldırısını kınanması doğru değildir. Doğru olan, her kesimin kendi stratejik maksadı ve prensipleri doğrultusunda saldırgan karşısında bir tutum almasıdır. Doğru olan, fiilin ve failin teşhiridir.

~ 22 ~


Komünist Zemin

Eğitim Üzerine Düşünceler… Laik ve bilimsel eğitimin alamet-i farikası üzerine Bilindiği gibi, modernite (kapitalizm) öncesi dönemde eğitim dine dayanırdı. Modernite ile birlikte bu anlayış terkedilerek, bunun yerine “akla” dayanan eğitim ikame edildi. Bunun adına ise, “Bilimsel ve Laik Eğitim” denilir oldu. Peki, bu akıl kimin aklıdır? Bilim kimin bilimidir? Elbette ki egemen olan sınıfın. Zira bilim ya da bilimsel denilen şey, bilginin ideolojik ve hegemonik karakterinden bağımsız değildir. Modernite sonrası dönemde teolojiye dayalı eğitim ve bunun kutsalları reddedilmiştir ama onun yerine modernitenin kutsalları ikame edilmiştir. “Kapitalizm öncesi dönemde eğitimin ‘temel işlevi' ezilen-sömürülen sınıflara gönüllü köleliği kabullendirmekti. Eğitim dine dayanırdı ve toplumsal eşitsizlikler Tanrı iradesinin bir gereği sayılırdı. Kapitalizm ve onunla yaşıt olan modernite sonrasının “eğitim sistemleri” artık dine

değil, rasyonalizme [ akla ] dayanıyordu veya dayandığı söyleniyordu, ama söz konusu akıl yeni egemen sınıf olan burjuvazinin aklıydı. Dolayısıyla, ezilen ve sömürülen sınıflar bakımından önemli bir değişiklik söz konusu değildi. Dine dayalı eğitim veya okul sistemi insanları din adına, Tanrı adına alıklaştırıp, ahmaklaştırıp, gerçeği anlama yeteneklerini dumura uğratıyordu. Akla dayandığı söylenen laik eğitim de aynı şeyi başka gerekçelere dayandırıyordu. Zira laik eğitim de kendi kutsallarını üretmişti, üretmek zorundaydı. Kapitalizm öncesi dönemde insanlar Tanrı/Kral veya Tanrı'nın yeryüzündeki ‘vekili' olan Padişahın, İmparatorun otoritesine itaat etmek zorundayken, laik olduğu söylenen ‘modern' dönemde, Tanrı/Kral'ın, imparatorun, Sultan’ın yerini ulu önder, vatanmillet, özel mülkiyetin kutsanması, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, otoriteye itaat, vb. gibi safsatalar aldı. Dolayısıyla, laik eğitim de dine dayalı eğitim gibi ideolojik köleliği sağlama ve sürdürme işlevi gördü, görüyor. Laik okulların temel işlevlerinden biri veya baş-

~ 23 ~


Komünist Zemin lıcası, genç nesilleri alıklaştırmak, düşünme ve muhakeme yeteneklerini dumura uğratmaktır, ama söylem farklıdır.” (Fikret Başkaya: Eğitim Neye Yarar?) Yaşadığımız Coğrafya da Eğitimin “Laik ve Bilimsel Olup Olmadığının Ölçüsü Olarak Kabul Edilen Din Dersi Uygulamasının 91 Yıllık Macerasına İlişkin Not

1924 yılında ve bizzat Mustafa Kemal’in emriyle Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluyor. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte, ilkokul ders programlarına haftada 2 saat “Kuran-ı Kerim ve Din Dersi” konuluyor. 1928 yılında anayasaya laiklik ilkesi konulmuş, haliyle eğitim de bu yeni paradigma üzerinden düzenlenmiştir. 1929 yılı itibariyle din dersi haftada bir saate indiriliyor. Kapsamı ve süresi kısıtlanarak da olsa, kimi zaman zorunlu, kimi zaman ebeveynlerin seçimine bağlı olarak 1935 yılına kadar din dersi hep varlığını koruyor. 1935-1948 yılları arasında ders programlarında din eğitimi yer almıyor. 1946 seçimlerinde DP’nin bir ivme yakalamış olması CHP’de panik yaratmış ve 1950`deki genel seçimlerden önce, yani 1948’de ilköğretimde seçmeli din dersi uygulaması yeniden müfredata alınmıştır. 1950’de DP’nin iktidar olmasıyla birlikte bu kapsam genişletilmiş ve ortaöğretim programına da seçmeli din dersi eklenmişti. 12 Eylül Askeri Darbesi’nden sonra ise din dersi yeniden zorunlu hale getirilmiştir. 2014’de ise, zaten zorunlu olan din dersinin kapsamı genişletilmiştir. 2014’de değiştirilen müfredat değil, var olan müfredatın kapsamıdır. “Parasız Eğitim” Talebine Dair Neredeyse her yıl birkaç kez “parasız eğitim” talebi gündem konusu edilir, bununla ilgili etkinlikler yapılır. Peki, parasız bir eğitim mümkün olabilir mi? Kapitalist sistemde her hangi bir şeyin parasız olmadığı gibi, eğitimin de parasız olabilmesi mümkün değildir. Kapitalist sistemde “parasız eğitim” talep etmek, bunun bedelinin bir başkası tarafından ödenmesini talep etmektir. “Parasız Eğitim” talep edilirken, “Benim yerime parayı başkası ödesin” denilmiyor. Burada gösterilen adres devlettir.

Peki, devlet bunu nasıl yapar? Öyle ya, devletin kendine ait parası olmadığına göre, devlet bunu nasıl yapacaktır? Devletin kontrol ettiği bir bütçenin olduğu doğrudur, lakin bu bütçe sömürülen ve vergilendirilen milyonlarca insanın parasıdır. Yani devlet kendi bütçesini sömürerek, ticaret yaparak ve çalışanları vergilendirerek oluşturur. Tabii ki zenginler de vergi öderler ama zenginler bu vergiyi sömürdükleri emekçilerin sırtından elde ettikleri kazançla öderler. O halde ne yapmalı? İlk evvela şeylerin adını doğru koymak gerekiyor. Eğitimin paralı mı yoksa parasız mı olması gerektiğini ya da bilimsel ve laik olup olmadığını tartışmak yerine, eğitimin işlevini ve kendisini doğru tanımlamak gerekiyor. Zira eğitimin paralı mı, parasız mı olacağı ya da laik ve bilimsel olup olmadığı sadece bir sonuçtur; dolayısıyla da bu sonuçtan hareket ederek doğru bir noktaya varılamaz. Evet, esas tartışılması gereken, eğitimin kendisidir. Mesela insanın eğitilmesi doğru mudur? İnsan kimin için ve hangi maksatla eğitilmektedir? Üniversitelerin kapıları neden herkese açık değildir? Üniversiteli olmak neden bir ayrıcalığa tekabül etmektedir? Dersler ve ders konuları kimler tarafından ve hangi esaslara göre belirlenmektedir? Çocukların ne öğrenmeleri gerektiğine yetişkinler ve devlet tarafından karar veriliyor olması ne derece doğru ve “demokratik”tir? Yaşadığımız coğrafyadan örnek verecek olursak, mesela din dersinin gerekliliğine ya da gereksizliğine çocuklar adına veliler ya da devlet tarafından karar verilmesi kabul edilebilir mi? Hiçbir zaman gereksizliği tartışma konusu bile yapılamayan İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük Dersinin gerekliliğine çocuklar adına büyükler ve devlet tarafından karar verilmesi doğu mudur? Bilim nedir? Kapitalist sistemde bilim, bilginin ideolojik ve hegemonik karakterinden bağımsız düşünülebilir mi? Laiklik nedir? Eğitimi laik ya da anti laik yapan nedir? Laik eğitimden anlaşılan veyahut da anlaşılması gereken nedir? Bütün bunları konuşmadan, eğitimin paralı mı yoksa parasız mı olması gerektiğini ya da bilimsel ve laik olup olmadığını konuşmak havanda su dövmektir.

~ 24 ~


Komünist Zemin

“Anaerkil Çağ” Yaşandı mı? Bu tartışmaya geçmeden önce, gerek “anaerkil” ve “ataerkil” birleşik sözcüklerinin etimolojik kökenine bakmakta fayda var. “Anaerkil” sözcüğü, batı dillerinde yer alan “Matriarcat / Matriarchat / Matriarchymatriarka” sözcüğünün karşılığı olarak kullanılmaktadır. Türkçeye Fransızcadan geçiyor. Kelimenin kendisi ise Latincede yer alan mater (anne) ve Yunancada yer alan “archein” kelimelerinden türetilmiş ve ortaya “matriarkal” sözcüğü çıkmış. Ataerkil sözcüğünün macerası ise şöyledir: Batı dillerinde “patriarkal” sözcüğünün karşılığı olarak kullanılmaktadır ve Türkçeye Fransızcadan geçmiştir. “Patriarkal” sözcüğü ise Eski Yunanca bir sözcük olan “patriarkhēs” sözcüğünden türetilmiştir. “Matriarkal” ve “Patriarkal” sözcükleri benzer bir çağrışıma yol açsa da, burada dille ilgili bir hile söz konusudur. Örneğin “archei“ sözcüğü eski Yunancada “başlangıç” anlamına da gelirken, aynı sözcük yeni Yunancada “üstün olan, egemen olan, güç sahibi olan” anlamına gelmektedir. Örneğin İngilizce ve Almancada “matriarkal” sözcüğünden anlaşılan, kadına göre şekillenmiş, karakterize edilmiş bir topluluk anlayışıdır. “Patriarkal” sözcüğü ise ikili bir anlam içermez ve bu sözcüğün karşılığı “erkek temsiline dayanan, erkek kontrollü, erkeğe göre karakterize edilmiş” demektir. Bu izahatın siyasal anlamdaki karşılığı ise, “erkek egemen”dir. “Anaerkil” bir dönemden söz etmek doğru mudur? “Anaerkil” sözcüğü birleşik bir sözcük olarak ‘ana’ ve ‘erk’ sözcüklerinden türetilmiş. Erkil sözcüğü ise erk sözcüğünden geliyor. Erk sözcüğü ise iktidar ve kudret sahibi olmaya denk düşmektedir.

Eğer ki annenin ve kadının toplumun ya da topluluğun oluşumunda önemli olduğu bir dönemi “anaerkil çağ” olarak adlandıracak olursak, “kadınların egemen olduğu bir dönem yaşanmıştır” sonucu varmış oluruz. Bu yanlıştır, zira kadınların egemen olduğu bir dönem yoktur. Kadınların saygınlık gördüğü, toplum ya da topluluk yaşamında temsil edildiği, ötekileştirilmediği ve çocuğun anneye ait olduğu (bu normal bir durum çünkü henüz bildiğimiz anlamda aile olgusu yoktur) bir dönem yaşanmıştır ama bu döneme "anaerkil dönem” diyemeyiz. Ana/Kadın merkezli bir toplum ya da topluluk yaşamı ile ana ve kadın egemen bir toplum bir ve aynı şey değildir. “Anaerkil” kavramının Ataerkil kavramıyla yan yana kullanılmasında bir erkek hilesidir. Bu hile üzerinden, tarihin her döneminde bir taraf egemen olmuş ve bir zaman sonra da egemenlik erkek cinsine geçmiş düşüncesi yaratılmaya çalışılmıştır. Örneğin Türkçedeki “Anaerkil” sözcüğü Batı dillerine Latince ve Yunanca kökenli iki kelimeden türetilmiş, Türkçeye ise Fransızcada bulunan “Matriarcat” sözcüğünden geçmiştir. Matriarcat sözcüğünün anlamı üzerinde dilbilimcilerinin bir fikir birliği yoktur. Genel olarak anlaşma noktası, kadın ve anne esasına dayalı bir toplum örgütlenmesidir.

~ 25 ~


Komünist Zemin Bu sözcükten anlaşılması gereken, kadın cinsinin erkek cinsi üzerinde bir egemenlik kurduğu, erkeğin bedenini ve işgücünü kendi zimmetine geçirdiği, onu toplum hayatının dışına ittiği, aşağıladığı gibi sonuçlar çıkmaz. Ataerkillik ise “erkek baskın” olarak tercüme edilerek pasifize edilemez. Zaten “erkil” sözcüğünün seçilmiş olması da tesadüfî değildir. Geçmişte kadın ve anne merkezli hiyerarşik bir toplumsal yaşamdan söz edilemez. Zaten o günün koşullarında bunun maddi koşulları da mevcut değildir. Bir iktidar biçimi olarak “anaerkil” bir durumun söz konusu olabilmesi için, kadın cinsinin erkek cinsini sömürmesi, baskı altına alması ve kadın egemen bir kültürün erkek cinsine dayatılması, erkek cinsinin buna göre yaşaması gerekir. Her şeyden önemlisi de bir yaptırım gücünün oluşması ve uygulanması gerekir. Özcesi, kadın cinsinin saygın bir konuma sahip olması ve çocuğun anneye ait olması demek, “anaerkil" (baskın /egemen)bir toplum yaşamı olduğu anlamına gelmez. Anne/Kadın merkezli bir kültürün esas alınmış olması, o günkü koşullarda insanın doğayla iç

içe bir yaşam sürdürmüş olmasıyla alakalı bir durumdur. Çocuğun annede kalması ise, o günkü toplum / topluluk yaşamı bakımından doğaldır, zira aile yoktur, soy ya da soyun erkek üzerinden tanımlanması gibi sapkınlıklar söz konusu değildir. Kimileri “erkil” sözcüğünün egemen olmaya denek düşen bir kavram olmadığını ileri sürmektedir. Bu anlayışı savunanlara göre “erkil” demek, baskın demektir ve baskın olmak ise ağırlıklı (doğal bir ağırlık) anlamına gelmektedir. Eğer bunu bir an için doğru kabul edecek olursak, o vakit de ataerkil kavramını kullanmamak gerekir. Zira anaerkilliğin karşısına ataerkilliği koyduğumuz zaman, istemesek de burada analoji yoluyla ataerkilliği pasifize ederek temize çekmiş oluruz. Eğer “erkil” sözcüğünden egemen olmayı değil de, “baskın” olmayı anlayacaksak, bu durumda içinde bulunduğumuz durumu ataerkil olarak değil de, “erkek egemen” olarak tanımlamak daha doğru olur.

~ 26 ~


Komünist Zemin

Fikret Başkaya’nın Cengiz Başkaya ile Yaptığı Söyleşi: Topluma Karşı Tekellerden Yana Gıda Politikaları… Fikret Başkaya: Dün öğleden sonra bir şeyler almak için çıktım. Küçük bir yeşil soğan demeti yedi liraydı ve almaktan vazgeçtim. Ortalama ücretin asgari ücret düzeyinde olduğu ve emekli maaşları da ortadayken o küçük soğan demetini kim alacak? Türkiye'de tarım ve gıda konusuna geçmeden önce dünyadaki durumla ilgili genel bir değerlendirmeyle başlayabilir miyiz? Cengiz Başkaya: Gıda fiyatlarında artış enflasyon oranlarından daha yüksek. Bu durum bazen iklim koşullarına bağlı olsa da başka etkenler de var. Üretici ile tüketici arasındaki aracı kurumlar ve kişiler fiyatların artmasına neden olurken birçok ürünün maliyet artışları nedeniyle çiftçiler tarafından üretilemez duruma gelmesi giderek büyüyen bir sorun. Dünya ölçeğinde gıda üretiminin biçimi ve amaçları büyük ölçüde farklılaştı. Bu değişiklikler sözde insanlığın artan gıda ihtiyacını karşılamak, açlığı önlemek adına uygulanıyor. Ne var ki açlık ve yetersiz beslenme halen milyarlarca insanın temel sorunu durumunda. Endüstriyel tarım ve hayvancılık yöntemleri giderek gıda üretim ve kontrolünü halkların elinden alıp şirketlere devredilmesi sonucunu doğuruyor. Şirket mantığı maksimum kârı, kazancı esas aldığından tüm insanların hak ve söz sahibi olması gereken en yaşamsal konuların başında gelen gıda üretimi ve dağıtımı az sayıda küresel şirketin kontrolüne ve egemenliğine terk ediliyor. Sözde verim artırmak için geliştirilen teknoloji ve yöntemler küçük üreticileri borç batağına sürükleyip sistem dışına itiyor. Çitçiler şirketlerden her yıl satın almak zorunda bırakıldıkları tek tip tohuma, yapay gübreye, kullanılması zorunlu hale getirilen kimyasallara mahkûm edildi. Aşırı sulama ve enerji kullanımı gerektiren ürün ve yöntemler maliyetleri her yıl arttırırken üreticiye sağlanan destekler, üretici birlikleri ve tüm düzenleyici kurumlar küreselleşmenin acımasız araçları olan Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, IMF'nin yaptırımlarıyla yok ediliyor. Kendi yarattığı yapay krizlerin bedelini tüm insanlığa ödeten finans sermayesi, trilyonlarca

dolar kamu kaynağını kendine aktarmayı ekonominin gereği olarak savunurken, küçük üreticiye verilecek en küçük desteği serbest rekabete, pazar ekonomisinin kurallarına aykırı görerek engelliyor. Patent altına alınan genetiği değiştirilmiş türlerin ve hibrid tohumların kullanımını yasalar çıkartarak zorunlu hale getirip, binlerce türün sonsuza dek yok olmasına neden olmak da kutsal pazar ekonomisinin gereği. Serbest ticaret kılıfıyla yaygınlaştıran küreselleşme aslında küçük üreticiyi ve küçük ölçekli yerel ticaret alanlarını yok ediyor. Bir çiftçinin kendi toprak yapısına ve iklimine uygun tohumunu kendi ürününden ayırıp kullanmasını yasaklayıp, her yıl küresel ölçekli şirketlerden satın almasını yasayla zorunlu hale getirmek aslında rekabeti yok edip tekelleşmeye götüren bir uygulama. Serbest piyasa söyleminin sahte yüzünü açığa çıkarıyor. Gıdanın üretimi yanında dağıtım mekanizmaları da çok az sayıda tekelin kontrolüne giriyor. Halkın temel gıda gereksinimlerini ülke topraklarında sağlamak mümkünken, yoksul ülkeler ihracata dönük fakat ithalata bağımlı ürünleri yetiştirmeye zorlanıyorlar. Bu ürünler de şirket-

~ 27 ~


Komünist Zemin lerin belirlediği düşük fiyatlarla satılıyor. Tekeller stokladıkları fazla ürünü dünya piyasasında fiyat kırmak için kullanıyorlar. Gıda en temel insan hakkı olmaktan çıkıp, acımasızca kazanç sağlama alanına dönüştürülünce bu çelişkiler olağandır. Yoksul ülkelere deniyor ki, "Siz buğdayı pahalıya mal ediyorsunuz. Üretmeyi bırakın, daha ucuza bizden satın alın." Cezayir bu oyuna gelmişti. Buğday üretimi durdurulunca iş gücünü oluşturan gençler şehirlere göç etti. Üç yıl sonra ithal buğdayın fiyatı birden yükselince hata anlaşıldı. Tekrar ekim yapılmak istendiğinde artık kırsal alanda aktif iş gücü yok olmuş, toprak vasfını yitirmişti. Bizde de bir dönem buğdayı kendimiz üreterek akılsızca davrandığımız, ithal etmekle kilo başına üçte bir oranında tasarruf edeceğimiz düşüncesi rağbet gördü ve bazı iktisatçılarımız tarafından ısrarla savunulmuştu... Küresel yağma tüm şiddetiyle sürüyor, Afrika'nın, Güney Amerika'nın verimli toprakları şirketlere ve büyük servet sahiplerine satılıyor veya kiralanıyor. Yerli halklar bulundukları topraklardan sürülüyor. Ormanlar zenginlerin aşırı et ihtiyacını karşılamak için fabrika hayvancılığına yer açmak amacıyla yok ediliyor. Toprağını henüz kaybetmeyen çiftçiler de tek ürün tarımına mecbur bırakıldıkları için, verimli toprakların üstünde yaşadıkları halde açlığa mahkûm olabiliyorlar. Hindistan'da yüzbinlerce çiftçi borç batağına düştüğü için intihar etti ve intiharlar durmuyor. Su kaynakları şirket ve şahıs malına dönüştürülüyor. Üreticinin tüketiciye doğrudan ulaşmasını engelleyecek her türlü tedbir alınıyor. Tekellerin çıkarlarına uygun olarak biçimlendirilen üretim yöntemleriyle doğallıktan zaten çıkarılan ürünler maksimum kazanca yönelik pazarlama yöntemlerine uygun hale getirilmek üzere yoğun işlemlerden geçiriliyor. Şirketler açısından gıdanın sağlıklı oluşunun tek ölçüsü haftalarca, hatta aylarca bozulmaması. Aslında bu amaçla yaptıkları işlemler zaten o yiyeceği bozmuş oluyor. Sütü süt, eti et olmaktan çıkarıyor. Yüksek verim için besi hayvanları doğal olmayan yollarla adeta şişiriliyor. Hormonlar, antibiyotikler özel yemler ve mutlak hareket kısıtlamalarıyla en kısa sürede en fazla ağırlığa eriştirip en uygun zamanda kesiliyor. Az sayıda hayvan yetiştiren ailelere şirketlerin lehine olmak üzere yasaklar getiriliyor. Çoklu üretim yöntemleriyle kendi yiyeceğinin büyük bölümü-

nü kendisi üretebilecek milyonlarca aile yiyeceğini pazardan almaya mahkum ediliyor. İnsanlar toprak ananın kucağında otururken bile aç kalabiliyor. Halk sağlığı gerekçe gösterilerek açıkta gıda satışına yasaklar getiriliyor. Üretici pazarları engellenip kapatılıyor. Ambalajsız gıda satışını engellemek gerekçesiyle semt pazarları perakende devleri yararına yok edilmek isteniyor. Artık halkların gıda egemenliği büyük ölçüde ellerinden alındı. Gıda güvenliğinden bahsetmek de zor. Günümüzde gıda bir insan hakkı olmaktan çıkarıldı. Su da özelleştiriliyor. Irmaklar hidroelektrik santralları kurma bahanesiyle şahıslara veriliyor. Halktan alınan vergilerle kurulan barajlar, sulama sistemleri şirketlere bırakılıyor. İçme suyu kaynakları paylaşıldı. Temel bir insan hakkı olan gıdaya ulaşma hakkı ancak halkların toprağa, suya ve tohuma serbestçe ulaşabilesiyle ve gıda egemenliklerini ellerinde tutmalarıyla sağlanabilir. Halen uygulanan yöntemler her şeyden önce akıl dışıdır. Gıda sistemi çok çürük temeller üzerine oturtuldu. Günümüzün tarım ve hayvancılık teknikleri doğal ve geleneksel yöntemler bir kenara bırakıldığı için gezegendeki su kirliliğinin, kıymetli toprak kaybının ve küresel ısınmanın en büyük sebebi haline geldi. Orta Amerika'da şirketlerin plantasyonlarında insanlık dışı koşullarda işçi çalıştırarak ürettikleri muz Avrupa ve Asya'ya taşınıyor. ABD de üretilen ve gemilerle taşınan yemle Suudi Arabistan'da dev tesislerde on binlerce sığır adeta şişirilerek besleniyor. Etleri Avrupa'da işleniyor, oradan tekrar ABD ye getirilip fast food zincirlerinde satılıyor. Büyük ölçüde enerji kullanılıyor, deniz taşımacılığı canlanıyor, ekonomik büyüme sağlanıyor. Yani saptırılmış ekonomik akla uygun ama tam da bu yüzden insan aklına aykırı yöntemler. Fikret Başkaya: Türkiye 1980'den beri neoliberal politikalara teslim olmuş durumda. Dev küresel tekellerin egemenliğine "serbest piyasa ekonomisi" diyorlar ve durum malûm. Genel olarak ekonomiyi özel olarak da tarımı "dış belirleyiciliklere" teslim etmek demek, iflası daha baştan kabullenmek demeye geliyor. Oysa yapılması gereken, "içeriyi dışarıya uyumlandırmak değil, dışarıyı içerinin ihtiyaçlarına tâbi kılmaktır". Aksi halde toplumun kaderi dışarıya, dışardaki dev tekellere ihale edilmiş oluyor.

~ 28 ~


Komünist Zemin Şimdilerde dünya gıda üretimi bir elin beş parmağı kadar çokuluslu şirkete havale edilmiş durumda. Mesela, Nestlé'nin 2000 markası, 10 000 ürünü, 86 ülkede 447 fabrikası var, ürettikleri 136 ülkede pazarlanıyor, 330 000 kişiyi istihdam ediyor, 5000 araştırmacının çalıştığı 29 araştırma merkezi var, 76,66 milyar Euro işlem hacmi var, yılda 10,34 milyar kâr ediyor... Böyle bir şirketin faaliyet gösterdiği bir sektörde nasıl rekabet edip ayakta kalınabilir? Sana göre hesap baştan yanlış yapılmış değil mi? Cengiz Başkaya: Neoliberal politikaların amacı zaten insanlığa ait ne varsa yağmalamak üzerine kurulu. Bu aynı zamanda doğal varlıkların acımasızca tüketilmesini ve yok edilmesini de gerektiren bir program. Ulus ötesi tekeller ve finans devleri ülkelere sözde ekonomik gelişme sağlama, yeni istihdam alanları yaratma, ticaret hacimlerini arttırma amacıyla geliyorlar. Aslında yatırım denilince eskiden üretime dönük, uzun vadeli maddi yatırımlar, fabrika, alt yapı gibi alanlar akla gelirdi. Artık elektronik ortamda borsa oyunları oynayan ve bu yolla ülkelerin kaynaklarını dışarı akıtanlara yatırımcı deniyor. Adeta emme basma tulumba gibi çalışan sistem düzenli olarak tatlı kazançlar sağlarken, oluşturulan yapay dalgalanmalarla belli aralıklarla büyük vurgunlar yapılıyor ve krizler yaşanıyor. Tabii ki, söz konusu kriz soyulan halklar içindir. Büyük sermaye için her kriz kolayca kazanılmış devasa kazançlara vesile oluyor. Sabit yatırım için gelenlerin asıl amacı da ucuz iş gücünden yararlanmak. Gıda tekelleri tohumdan sofraya kadar tüm gıda üretim ve dağıtımını kontrol etmek üzere yola çıktılar. Çünkü gıda en vazgeçilmez ve süreklilik gösteren bir tüketim alanı. Amaç gıda egemenliğini tümüyle halkların elinden almak. Gıda yaşamı sürdürmek için en temel unsur. Gıdaya ulaşamayan insanın yaşama hakkından bahsedilemez. Açlık söz konusu olduğunda her şey önemini yitirir ve anlamsızlaşır ve artık herhangi bir düzenden ve sistemden, insanî değerden bahsetmek mümkün olmaz. Açlık

yoksulluk değil sefalettir fakat sefaletin en derin biçimidir. Bu nedenlerle eğer bir toplumda tek bir insanın değil açlıktan ölmesi, aç kalması bile ortada gerçek bir toplumdan bahsetmeyi abes hale getirir. Akılcı önlemler ve uygulamalarla bir halkın gıda egemenliği ve gıda güvenliği pekâlâ garanti altına alınabilir. Fakat tercih ve öncelikler bu kaygılarla belirlenmiyor. Bugün pazarlama teknikleri ve reklamlarla bireyler için yapay ihtiyaçlar üretiliyor. İnsanların öncelikleri değiştiriliyor. Aynı şekilde ülkeler için de egemen ekonomik aktörlerin çıkarlarına uygun yapay ihtiyaçlar üretiliyor. Ekonomik sistem büyük ölçüde silah ve petrol şirketlerince şekillendiriliyor. Gittikçe yaygınlaştırılan bölgesel savaşlar bu amaçla çıkarılıyor. Ülkelerin kaynakları en temel gereksinmeler yerine silahlanma için harcanabiliyor. Örneğin Suudi Arabistan en büyük silah alıcısı ülkelerden biri durumunda. Petrol gelirlerini silah ithalatı yoluyla zengin ülkelere geri veriyor. Fakat aldığı silahları ancak yoksul komşusu Yemen'in halkını kırmak için kullanabilir. Dünya egemen sistemine aykırı en ufak adımı atamaz. Ama en azından kendi halkını baskı altında tutabilir. Birbirleriyle iyi komşuluk ve işbirliği içinde birçok sorunu kolayca çözecek olan ülkeler arasında sürekli olarak yapay bir gerginlik ve düşmanlık yaratılıyor. Tank ve uçak filoları, savaş gemileri sürekli yenileniyor. Aynı askeri paktın içinde oldukları için birbirleriyle savaşmaları asla söz konusu olmayacak iki komşu ülke hep sıcak tutulan bir gerilimle dev silah üreticisi te-

~ 29 ~


Komünist Zemin kellere sürekli kaynak aktarırlar. Öncelikli ihtiyaçlar sürekli ötelenir. Konuya gıda açısından baktığımızda akla uygun olan, tekellerin doymak bilmez açgözlülüğüne teslim olmak değil, halkın gıda güvenliğini sağlamaktır. Bu da gıda egemenliğini elde tutmakla mümkündür. Temel gıdalar mutlaka ülke topraklarında üretilmelidir. Ülke nüfusunun çoğunun birkaç mega kente yığılması yerine ülke yüzeyine düzenli bir şekilde dağılması için gerekli önlemler alınmalıdır. 20 milyonluk bir kente her gün devasa miktarlarda gıda taşınması yaratılmış bir sorundur ve akıl dışıdır. Fakat bu tuhaflık sorgulanmaz. En ufak bir kriz durumunda zaten olağan şartlarda sıkıntıyla yürütülen taşımacılık imkansız hale gelebilir ve bu kaos ve felaket demektir. Ülke yüzeyine yayılmış, mega kentlerin insan silolarında değil, doğayla iç içe ve onu tahrip etmeden kurulmuş kent, kasaba ve köylerde huzur içinde yaşamak pekala mümkündür. Akılcı bir planlamayla kırsal alanın boşalması önlenebilir. İnsanlar büyük iç göçlere mecbur olmazlar. Bölge coğrafyasına uygun ve öncelikle o bölgede tüketilmek üzere gıda üretimi esas olmalıdır. Taze gıdayı en kısa sürede ve doğal haliyle ve ticari kaygılarla zararlı birçok işlemden geçirmeden tüketiciye ulaştırmak amaçlanmalıdır. Kentlerin temel gıda ihtiyacını birkaç yüz kilometrelik yarıçapındaki bir dairenin içinde üretmek gerekir. Bu sayede kriz durumlarında gıdaya ulaşım mümkün olur. Taşıma maliyetleri azalır. Çözüm odaklı bir yaklaşım benimsendiğinde, örneğin yüzlerce buğday türünü bir kenara bırakıp, dünyanın öteki ucunda geliştirilmiş ve değişik koşullarda nasıl ürün vereceği belli olmayan tek bir tohuma mahkûm olmazsınız. Bu tohumdan verim almak için arazinin şeklini değiştirmek, yapay gübre, yabani ot öldürücü, böcek öldürücü zehirleri ithal etmek, toprağı, suyu, havayı, tüm hayvanları ve insanları zehirlemek durumunda kalmazsınız. Kendi topraklarınızda yetişen kaliteli muzu ürettiğiniz alanları turizm tesisleri ve binalarla kaplayıp orta Amerika'dan muz ithal etmezsiniz. Ülkenin dağlarını ve yaylalarını insanlara ve hayvanlara yasaklamaz, eti Arjantin'den, Avustralya'dan, peyniri ve tereyağını Hollanda’dan ithal etmek, zorunda kalmaz, doğal ortamda özgürce dolaşan sığırların, koyun ve keçilerin sağlıklı sütünü iç-

mekten mahrum olmazsınız. Çocuklarınız fabrikalarda üretilmiş, şeker, yağ ve tuz yüklü, kalorisi yüksek, besin değeri düşük hazır yiyeceklere alıştırılıp bunlara mecbur kalmazlar. Binlerce yıllık insanlık birikiminin ürünü tarım teknikleri ve gıda hazırlama, saklama yöntemleri neredeyse tümüyle unutulup gitmez. Yerel tatlar kaybolmaz, gıda egemenliğinizi ve güvenliğinizi elinizde tutar, sürekli aç bırakılma tehdidi altında kalmazsınız. Doğayı alt edilmesi gereken bir düşman değil, parçası olduğumuz, saygı gösterilip uyum sağlanacak bir varlık olarak görürsünüz. Küresel rekabet adına, tüketmeyeceğiniz birkaç türü sadece döviz kazanmak adına üretmez, kendi gereksiniminiz için zengin bir çeşitlilikle üretirsiniz. Kısaca sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen dev gıda tekellerinin planlarına ve çıkarlarına göre değil, kendi yurttaşlarınız için ve onların tercihlerini esas alarak üretirsiniz. Aksi halde edilgen, kaderini büyük sermayenin ellerine ve insafına terk etmiş bir ülke olursunuz. Fikret Başkaya: Türkiye'deki durumun akılla, mantıkla sağduyuyla, hâlâ bir ilgisi kalmış mıdır? Son 20-30 yıldan beri uygulanan tarım politikaları ortadayken, insanın aklına "acaba daha kötüsü olabilir mi?" diyesi geliyor. Bu konuda neler söylemek istersin? Cengiz Başkaya: Mevcut gidişatın varacağı son evre küçük çiftçiliğin tümüyle yok olması gibi görünüyor. Bir kilo gübre bir kilo buğdaydan, bir litre mazot, bir kilo yem bir litre sütten pahalıysa, tohumlar, fide ve fidanlar ve yem her yıl artan fiyatlarla satın alınıyorsa ne çiftçilik, ne de hayvancılık sürdürülebilir... ABD ve Avrupa ülkeleri kendi tarım sektörüne büyük destekler sağlarken Türkiye ve benzer ülkelerde destek uygulamaları engellendi. Tarımda düzenleyici kurumlar kaldırıldı veya özelleştirildi. Bu uygulamaların amacı sonunda tarım üretimini tümüyle şirketlere teslim etmekti. Devlet üretme çiftlikleri şirketlere devredildi. Şimdi Trakya'daki otlakların özelleştirilmesi gündemde. Otlak ve meraların çevresi çitlerle çevrilecek, bu alanlarda yapılaşma mümkün olacak. Geçimini bu alanlarda hayvan otlatarak sağlayan küçük sürü sahipleri sistem dışına itilecek. Milyonlarca dekar değerli tarım arazisi konut, sanayi kuruluşları, turizm yatırımları, ticari alanlar ve otoyollar için geri dönülmez biçimde feda edildi.

~ 30 ~


Komünist Zemin Bugün Anadolu' da köyler büyük oranda boşalmış, topraklar kendi haline bırakılmış durumda. Sanayi, madencilik, turizm gibi sektörlere döviz getirdikleri, iş olanakları yarattıkları gerekçesiyle büyük imkânlar ve kolaylıklar sağlanırken çiftçilik ve hayvancılık kasıtlı olarak kendi haline bırakılıyor. Hâlbuki yeterli gıda üretimi ve halkın gıda güvenliğinin sağlanması öncelikli olmalıdır. Tarım ve hayvancılık için çok yüksek bir potansiyele sahip bir ülkenin buğday, saman et ithal edip döviz harcaması akıl ve mantık dışıdır. Bu gidişin acilen durdurulması gerekirken yıkım bütün hızıyla sürüyor. Toprağın değerli, gıda üretiminin çok önemli olduğu, temel gıdaların mutlaka ülke içinde üretilmesinin hayati önem taşıdığı üretim ve dağıtım tümüyle ulus ötesi tekellerin ve onların yerli ortaklarının eline geçince anlaşılacak. Fakat artık çok geç olacak. Bugün mazotun litresi 4 lirayı aşmışken buğdaya 70-80 kuruş fiyat biçen yetkili kurumlar, şirketler gıda sistemine tümüyle hâkim olduğunda onların istediği fiyatları makul bulacaklardır. Çünkü gıda üretiminin çok değerli bir faaliyet olduğu aniden fark edilecektir. O zaman bugün küçük üreticiden esirgenen her türlü kolaylık ve destek sağlanacaktır. Ne var ki halkın gıda egemenliği ve gıda güvenliği tümüyle ortadan kalkacaktır. Tekeller dünya piyasalarında satış değeri olan ürünleri üretecekler, ülke insanının ihtiyaçları nazara almayacaklardır. Şirket aklı bunu gerektirir zira. Gerçi bizde devletin de şirket gibi yönetileceği en yetkili ağızdan dile getirildi. Tekellerin hissedarları için yılsonu kazanç grafikleri tek ölçüdür. O grafik sütunlarının altında kaç milyon insanın ezildiği, işini ve toprağını kaybettiği, aç kaldığı, intihara sürüklendiğiyle ilgilenmezler. Küreselleşme iyi sonuçlar getirmiştir. Ekonomiler büyümüş, tekellerin marka değeri artmıştır. Yoksulluk yoksulların suçudur. Gıda tekellerinin elinde genetiği değiştirilmiş mısırdan elde edilen milyonlarca ton mısır şurubu ve bolca genetiğiyle oynanmış soya yağı var. Bu stokların eritilmesi ve insanlığın şirketlerin ürettikleriyle yetinmesi gerek. Bunları satın almak için de bol dövize ihtiyaç var. İhracatla bu dövizi kazanabilmek için rekabetçi olmak şarttır.

Maliyetler ucuzlatılmalıdır. Bunun en pratik yolu da iş gücünün üretim maliyetindeki payını en aza indirmektir. Milyonlarca aile kendi iş alanlarını kaybedip mülksüzleşerek işsizler ordusuna katıldığından ucuz iş gücü temini de sorun olmayacaktır. Taşeronluk sistemi, iş güvencelerinin kaldırılması, esnek çalışma uygulamaları, sendikaların işlevsizleştirilmesi hep bu sorunu çözmek için değil midir? Yani hükümetler sanıldığı gibi sistemin tıkandığı durumlarda çözüm getirmiyor değiller. Küreselleşen egemen ekonomik sisteminin önündeki engelleri kaldırma yolunda gerekenleri en hızlı biçimde yapıyorlar. Tohuma serbestçe ulaşma hakkı tohum yasasıyla engellendi. Toprak betonlaşmayla ya da tarımın ekonomik nedenlerle yapılamaz hale gelmesiyle kullanılamaz duruma geliyor. Su kaynakları büyük ölçüde özelleştirildi. Yani gıda egemenliği ve gıda güvenliğinin üç temel bileşeni toplum için her geçen gün daha da ulaşılmaz hale geliyor. İşlerin daha kötüye gidip gidemeyeceği konusuna gelince, Fırat ve Dicle'nin özelleştirilme, daha doğrusu şirket malı haline getirilme projesi bu konuda bir fikir verebilir. İnsanlığın gelişiminde kilit rol oynayan bu iki nehir yerleşik topluma öncülük eden Sümer medeniyetine kaynaklık etmişti. Sümerler bu nehirleri tanrıların bir armağanı olarak görüyorlardı. Beş bin yıl sonra dolar tanrısına teslim edilmeleri gündemde. Yani artık her şey mümkün demektir... Dünya zenginlerinin elinde tüm nehirleri, tüm gölleri, su kaynaklarını, tüm verimli arazileri satın alabilecek kadar para birikmiş durumda. Satın alarak tek seferde toplu ödeme yapmak yerine ülke borsalarını manipüle ederek tatlı kârlar sağlamayı tercih ederlerse yine sorun yok. Gerekli kolaylık sağlanabilir. Kırk dokuz yıllığına kiralama seçeneği de var. Paranın imparatorluğu tarihteki bütün imparatorluklardan daha büyük ve artık sınırları da yok... Fikret Başkaya: Doğrusu çok teşekkür ediyorum. Durumu gayet net ve çarpıcı bir şekilde ortaya koyduğun için...

~ 31 ~


Komünist Zemin

Sadaka, Yardım ve Dayanışma Üzerine Düşünceler… Sadaka kültürü, gerek İslamiyet’te, gerekse de diğer semavi dinlerde mevcuttur. İlk Hıristiyanlık sadaka kültürünü reddedip, doğrudan mülk edinmeyi hırsızlık olarak kabul etmiş olsa da, daha kısa bir zaman sonra o da diğer dinlerle aynı yerde buluşmuş ve sadaka kültürünü kabul etmiştir. Peki, sadaka ve yardım bir ve aynı şey midir? Esasında her ikisinin de kültürel ve psikolojik kodlaması aynıdır. Sadaka daha dini ve uhrevi bir arka plana sahipken, yardım ise daha modernist bir kavramdır ve daha az rencide edici bir tınıya sahiptir. Ama her ikisinin de anlamı, arka planı ve karşı taraftakinde yarattığı etki ve örgütlenme biçimi aynıdır. Örneğin her ikisinde de asıl ön planda olan, karşı taraftakinden çok, sahip olanın yani verenin iç huzurudur.

Örneğin her ikisinde de kimse kendinde olandan vazgeçmez, vazgeçilen artık kullanılmayan, fazlalık olan ya da önemsiz olandır. Mesela kimse demez ki, “bu kötü ayakkabı ve ince mont bana kalsın, sıcak tutan parka ile su geçirmeyen ayakkabılarım benden daha çok ihtiyacı olana gitsin.” Mesela kimse kendi çocuğunu erteleyip de, önceliği bir kış için de olsa Kobanê’deki ya da Somali’deki çocuğa vermez. Yapılan yardım ya da verilen sadaka ihtiyaç sahibinin gözle görülen yarasını sarsa da, onda gözle görülmeyen bir başka yara açar. Her ikisi de vereni yüceltir, verenin kendine olan özgüvenini çoğaltır, alanı ise ezik duruma düşürür. İki tarafın eşit ilişki kurabilmesinin koşullarını ortadan kaldırır.

~ 32 ~


Komünist Zemin Gerek sadaka gerekse de yardım olayı, taraflardan birinin kuşaklar boyu minnet borcu altına girmesine sebep olur. Ve Her Zaman Mutlu Son Her yardım ve sadaka seferberliğinden sonra bir mutluluk tablosu çıkar ortaya. Tablonun bir tarafında ezik ama sevindirilmiş insanlar yer alırken, bir tarafta ise bu mutluluğun mimarı olan kurtarıcılar yer alır. Çadırların ya da yardım tırlarının önünde pozlar verilir, teşekkür konuşmaları yapılır, yardımın mimarlarına şükran plaketleri verilir ve kamera kapanır. Sadaka, Yardım ve Rant Evet, artık sadaka ve yardım söz konusu olduğunda akla gelen ilk şeylerden biri de ranttır. Zira bu alan artık bir rant endüstrisi olmuştur. Bu alan devletlerin, siyasi partilerin, şirketlerin, dini kurumların, dernekler ve şahısların bir rant alanına dönüşmüştür. Kurban derisinden elbiseye, ayakkabıdan gıda maddesine, paradan sağlık malzemesine kadar para getirecek her şey yardım ya da sadaka adı altında toplanmaktadır. Toplanan yardım ve sadakanın çoğu kayıt altına alınmadığı gibi, kayıt altına alınanın da kontrolü mümkün değildir. Zaten bu tür kampanyalara katkı sunanların da verdiklerinin takibini yapmak gibi bir dertleri bulunmamaktadır. Örneğin İslami cemaatin bilinen iki kuruluşu Islamic Relief ve Deniz Feneri’nin sicilini hatırlamak bile olayın boyutunu anlamak bakımından yeterlidir. Elbette ki bu istismar yalnızca İslami çevrede mevcut değildir. Benzer örneklere dünyanın her yerinde ve her türden kesimde rastlamak mümkün.

Rant olayı dini, ideolojik ve etnik bir sınır tanımamaktadır ve bu alanda herkes birbirine benzer. Öyle ki, bu hususta en ahlaklı durması gereken sol cenah bile karşı çıktığına benzemekten kurtulamamıştır. Örneğin “cezaevlerine yardım” maksadıyla gerek yurt dışında, gerekse de bu coğrafyalarda son 35 senedir toplanan paranın haddi hesabı yoktur ve bunların kime ve nasıl intikal ettiği belli değildir. Herkes verdiğini bilir ama kimseler verdiğinin nereye gittiğini bilmez. Sadaka ve Yardım Değil, Dayanışma Dayanışma demek, artık ihtiyacımız olmayanı ihtiyacı olana vermek değil, bizde olanı paylaşmaktır, çoğu vakit ötekini öncelikli kılmaktır, ötekine omuz vermektir. Bir bakıma karşımızdakiyle kader birliği yapmaktır, kendimizi onun yerine koymaktır. Bir tür aynılaşmak ve kader birliği etmektir. En önemlisi de, yardım ve sadaka kültüründe esas olan “iyilik yapmak” iken, dayanışma kültüründe esas olan, herkesin payına düşeni yapma zorunluluğudur. Mağdurun mağduriyetinden, mahrum olanın mahrumiyetinden kendimizi sorumlu tutmaktır. Evet, ihtiyacımız olan sadaka ve yardım değil, bir dayanışma kültürüdür. Bu ise yoktan var olmayacaktır; zira tarihte zaten hayat bulmuştur. Ne yazık ki zamanla bu kültür yozlaştırılarak, bunun yerine sadaka ve yardım kültürü ikame edilmiştir. Şimdi ise ihtiyacımız olan, dayanışma kültürünün köklerine geri dönmektir.

Ji sedeqe û alîkarîyê re na,

~ 33 ~

piştevanî!


Komünist Zemin

Kadınlar Neden Kolay Vazgeçer? Evet, kadınlar ailelerinden, arkadaşlarından, yaşadıkları şehirden, dini inançlarından, çalıştıkları işten, daha doğrusu kendi hayatlarından kolay vazgeçiyorlar. Tabii ki bunu her durumda değil, sadece ve sadece iki durumda yapıyorlar. Bunu ya bir erkek için ya da çocukları için yapıyorlar. Mesela bir kadın bir erkekle evlenmeye kalkışırsa, kolayca kendi arkadaş çevresinden, işinden, ailesinden, yaşadığı kentten vazgeçerek evleneceği erkeğin hayatına eklemlenmeyi kabul edebiliyor. Örneğin evlendiği adam istemiyor diye yıllarca arkadaşlık yaptığı insandan vazgeçebiliyor, gerektiğinde ailesiyle bile görüşmemeyi kabul edebiliyor.

Erkek kıskanıyor diye çok değer verdiği ve arkadaşlık yaptığı bir erkekle artık görüşmez oluyor ya da erkek istemiyor diye çalıştığı işi bıkarak evde oturmayı kabul edebiliyor. Birlikte olduğu erkekten dolayı hiç bilmediği ülkelere, kentlere gidip yaşamayı kabul edebiliyor. Erkekler bunu pek yapmazlar, erkek evlendiği vakit ne ailesinden vazgeçer, ne işinden, ne yaşadığı kentten, ne arkadaşlarından, ne de alışkanlıklarından. Zaten erkek vazgeçtiğini söylese bile, onun denetlenebilme şansı yoktur. Peki, kadınlar bunu neden yapar? Elbette ki bunun “sevgi” gibi ısmarlama bir söylemle açıklanabilmesi mümkün değildir.

~ 34 ~


Komünist Zemin Eğer bu biçimde açıklanacak olursa, o vakit kadınların ailelerini, arkadaşlarını sevmedikleri gibi bir sonuç çıkar ortaya. Mesela 20 yıl yediği içtiği ayrı gitmeyen iki kadın arkadaştan biri ayrı bir kente gidecek olsa, hiçbir zaman diğeri gidenin peşinden yaşadığı kenti terk etmez. Kadınlar bunu genellikle anneleri, babaları, kardeşleri için de yapmazlar ama 3 ay önce tanıdıkları bir adam için bunu rahatça yaparlar. Bir erkek de arkadaşının ya da ailesinin peşinden başka bir kente göç etmez ama bunu bir kadın söz konusu olduğunda da yapmaz. (İstisnai durumlar vardır mutlaka ama genel kural bu değildir…) Kadınların kolay vazgeçme nedeni, elbette ki onlara kaç bin yıldır verilmiş olan “kadınlık rolü” ile alakalıdır. Bu, yaradılış teorisinde bile böyledir, nihayetinde Havva da kendi başına bir varlık olarak değil, Âdem için yaratılmıştır. Elbette ki Âdem ile Havva’nın hikâyesi bir başlangıç değildir ama bu hikâyenin ağırlığı hayati bir öneme sahiptir. “Her kadın vakti gelince gider, kocası nereye giderse, kadın da oraya gider.” Tarihin cinsiyeti olduğu günden bu yana kadına öğretilen, günün birinde gitmek zorunda olduğudur. Her kız çocuğu, henüz daha çocukluk çağındayken “yarım elma” olarak görülür ve ancak bir erkekle tamamlanacağına, sonra da meyve verecek bir ağaca dönüşerek huzura ereceğine ikna edilir. Evet, kadına öğretilen budur; vazgeçmektir. Şahmeran Hikâyesinde Gehverengin ne de güzel resmeder bunu:

“Sen erkeksin, gömlek değiştirmeyi bilmiyorsun. Bense kadınım; senin rengini almakta güçlük çekmem. Sana erkek olduğun için öğretilmeyen şey, bana kadın olduğum için öğretili

yor. Hepsi bu.” (Murathan Mungan’ın Şahmeran’ın Bacakları isimli hikâyesinde Gehverengin ile Cihanşah arasında geçen konuşmadan bir bölüm...) O halde ne yapmalı? Bir tür “kadınlık hali” olan bu durumun bir kaç bin yıllık bir geçmişi ve maddi temelleri mevcuttur. Bu “kadınlık hali”ni var eden maddi temel erozyona uğradıkça, aşınma da başlamıştır. Özellikle de Batılı ülkelerde önemli bir aşama kaydedilmiştir. Elbette ki batılı ülkelerde de ille de taraflardan birinin vazgeçmesi gerekiyorsa, vazgeçen genellikle kadın olmaktadır; ama genellikle bu noktaya pek gelinmez. Yani taraflardan birinin vazgeçmesini gerektirecek bir paradigma mevcut değildir. Yaşadığımız coğrafyaya gelecek olursak, bu coğrafya da halen daha bir beraberlik için çoğu zaman taraflardan birinin büyük ölçüde kendi sahip olduklarından vazgeçmesi gerekmektedir ve vazgeçen hep kadındır. Kadınların çoğunluğu açısından “hayır” diyebilmenin maddi koşulları mevcut olmadığından, bu durumu anlayabilmek pekâlâ mümkündür; lakin “hayır” diyebilmek için gerekli maddi koşullara sahip olan kadınların kolayca vazgeçebilmeleri anlaşılabilecek, en azından anlayışla karşılanabilecek bir durum değildir. Elbette ki “hayır” diyebilmenin zorlukları olacaktır. “Hayır” demek, bir yığın çatışmayı göze almak demektir. Lakin kadınların kendilerine saygı duyabildikleri bir kimlik (hayat) edinebilmelerinin, daha “eşit” bir beraberlik sürdürebilmelerinin ve gelecek kuşaklara, hiç değilse kendi kız çocuklarına doğru bir miras bırakabilmelerinin başka bir yolu da yoktur.

~ 35 ~


Komünist Zemin

“Hrant İçin Adalet!” Hrant Dink davasında nelerin yaşandığı herkesin malumudur. Devletin tutumu ise açıktı. Devlet, başından buyana Hrant Dink cinayetinin üç beş Türk milliyetçisi tarafından işlendiğini, devletin bu cinayetle organik bağının olmadığını, en fazla birkaç devlet memurunun ihmalinin olabileceğini ispat etmeye çalıştı. Nihayetinde mahkemenin kararı da bu yönde oldu. Hrant Dink davasının takipçisi olan ve kendilerini "Hrant'ın dostları” olarak tanımlayan çevreler ise, işlenen cinayetin organize bir suç örgütünün işi olduğunu, bu suç örgütünün elebaşlarının Ergenekon sanığı olarak yargılandıkları halde ve bütün deliller bunları işaret etmesine rağmen, bu şahısların Hrant Dink cinayetiyle olan bağının koparıldığını ifade ettiler. Peki, eğer mahkeme Hrant cinayetinin üç beş milliyetçi lümpenin değil de, organize bir suç örgütünün işi olduğuna ve bu suç örgütünün de Ergenekon adlı örgüt olduğuna kanaat getirmiş olsaydı ne değişecekti? Bu durumda adalet yerini bulmuş mu olacaktı? Hrant davası bu minvalde görülmüş olsaydı ve karar da bu yönde olsaydı değişen ne olacaktı? Evet, belki Hrant’ın ailesi geçici olarak "huzur" bulacaktı. "Hrant'ın Dostları" ise, Hrant'a karşı görevlerini yerine getirdiklerini düşünmüş olacaklardı. Peki ya sonra? Sonrası kocaman bir boşluk. Zira geçici yanılsama yerini yeniden çıplak gerçeğe bıraktığında hep birlikte görecektik ki, Hrant artık yok ve onu öldüren devlet varlığını sürdürmeye devam ediyor. Üstelik de, adaleti sağlamış, Hrant'ın katillerini bularak layıkıyla yargılamış ve bu “cinayetin devletin

değil, devletin içine sızmış çetelerin işi olduğunu" ispat ederek, kendini temize çekmiş bir devlet olarak. "Hrant İçin Adalet" istemek bu mudur? Hrant için istenmesi gereken bu olabilir mi? Hrant için adaleti sağlayacak olan, onu katleden devletin kendisi olabilir mi? Hrant’ı katleden devlet varlığını sürdürdükçe Hrant için adalet mümkün olabilir mi? O Halde Ne Yapmalı? Yapılması gereken, devletten suçluları bulmasını ve yargılamasını istemek değil, doğrudan devleti teşhir ve mahkûm etmek olmalıdır. Çünkü Hrant'ın katledilmesi bir devlet projesidir. Eğer biz buna rağmen devletten suçluyu bulmasını istersek, hem asıl suçlunun devlet olduğu gerçeğinden uzaklaşmış oluruz, hem de devletin eline kendisini temize çekme imkânı vermiş oluruz. Bundan dolayıdır ki yapılması gereken, devletten adalet istemek ya da suçluları bulmasını istemek değil, asıl suçlunun devletin kendisi olduğunu ortaya koymak olmalıdır. Bu neyi mi çözer? Bir şeyi çözmez ama en azından katilin kendi ellerini mağdur üzerinden yıkamasının ve kendisini yeniden var etmesinin önünü keser.

~ 36 ~


Soykırım suçunun özrü olmaz! Öldürülenler adına yaşayanlar özür kabul edemez!

Komünist

KOMÜNİST ZEMİN Üç ayda bir yayınlanır

Zemin

Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü:

www.komunistzemin.org

Yıldız Pınar

Adres: r Zemin Yayıncılık Osmanağa Mahallesi Söğütlüçeşme Caddesi No: 64, Kat 5/138 Kadıköy/ İst. www.komunistzemin.org komunistzemin@yahoo.com komunistzemin@gmail.com Baskı: Özdemir Matbaacılık Davutpaş Cad. Güven Sanayi Sitesi C Blok No: 242 Topkapı / İstanbul


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.