İnatçı köstebek, çevik lokomotiften uzun yaşar. Çalışkan ve mütebessim sabrıyla o çelikten sırıtışa üstün gelir. Deliğini kazar, eşeler ve aşındırır. Gelmekte olan krizi hazırlar. Kriz, apansız gün yüzüne açılan bir köstebek deliğidir.
k e b e t s ko an 4 Hazir : ı y a S n -bülte eniyol e Y n i ç i emokrasi
t D
Sosyalis
Siyasal Simyacılık ve İnşa Edilemeyen ÖDP 1 Mayıs’ın Kendinden Menkul Varlığı ve İşçi Hareketi Avrupa Seçimleri: Aşırı Sağın Yükselişi
2009
Antikapitalist bir Antiemperyalizm için… Son zamanlarda sosyalist kesimlerde “antiemperyalizm” (bazıları buna “yurtseverlik” meselesini de ekliyor) vurgusu öne çıkıyor. Bunda tek başına bir sorun yok elbette. Ancak kapitalist küreselleşmenin karşısına çıkartılan “antiemperyalizm” söyleminin çoğu zaman emperyalizm konusunda yaygın bir yanlış anlayıştan hareket etmesi bazı hususları hatırlatmayı kaçınılmaz kılıyor. Bu yaygın yanlışlığa göre emperyalizm sanki bazı bölgelerin dışında olan ve onlara “dışardan” dayatılan bir şeydir. Buna göre emperyalizm, milli bünyeye dışardan saldıran “yabancı” bir güçtür. Antikapitalist vurgusu hayli zayıf olan bu anlayış, toplumsal sınıfları ve sınıf mücadelesini esas almaz; onun öznesi ezen ve ezilen uluslardır. Bu bağlamda, emperyalistler ve onların yerli uzantılarınca “ulusal sömürüye” tabi tutulan “ulusumuz” neredeyse doğası itibariyle antiemperyalisttir. Oysa emperyalizm, dış mihraklarca dayatılan dışsal bir hâkimiyet biçimi olmaktan ziyade her kapitalist toplumsal formasyona zaten içkindir. Kapitalizm-emperyalizmin her kapitalist toplumsal formasyonda mevcut ortak yapısal unsurları vardır ve bu anlamda her kapitalist ülke emperyalist zincirin bir “halkasıdır”. Herhangi bir kapitalist ülke emperyalistlere kölece boyun eğen “işbirlikçiler” tarafından yönetildiği için değil, emperyalist sistemin doğrudan bir parçası olduğu için bu ilişki içseldir. Çoğu kez ima edilenin aksine, emperyalizm kapitalizmin bir boyutu ya da üstyapısal bir biçimi değildir. Kapitalizmi “tamamlayan” bir gerçeklik de değildir. Emperyalizm, kapitalist dünya hâkimiyetinin askeri ve siyasi mekanizmalarından ibaret de değildir. Emperyalizm, gelişiminin belirli bir aşamasındaki kapitalizmden başka bir şey değildir. Lenin’in kapitalist üretim tarzının özgül bir aşaması olarak emperyalizm analizi, sermaye birikiminin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, sermaye ihracı, tekelleşme gibi iktisadi-toplumsal süreçleri esas alır. Yani dikkat edilmesi gereken husus, emperyalizmin sermaye ilişkilerinin dünya çapında yaygınlaşması,
sermaye ilişkilerinin bütün dünyada içselleşmesi sürecine denk düştüğüdür. Dolayısıyla emperyalizm ile azgelişmiş ülkeler ya da “mazlum milletleri” iki karşıt kutupmuşçasına birbirinden net çizgilerle ayırmak mümkün değildir. Emperyalizm hiyerarşik bir dünya sistemidir; ancak öğeleri arasında yer değiştirmeler her zaman mümkündür. Kalıcı olan sistemin hiyerarşik ve eşitsiz doğasıdır. Dolayısıyla antiemperyalizm, yurtseverlerin dış mihraklara ve onun yerli uzantılarına ya da emperyalizmin uşaklarına karşı verdikleri bir mücadelenin, yani bir nevi vatan müdafaasının adı değildir. Antiemperyalizm, küresel ölçekteki sömürü ve tahakküm ilişkilerine ve bu ilişkilerin bir “halkası” olan ulusal kapitalizme karşı verilen mücadeledir. Burada önemli olan, dış güçlerin komplolarına direnmek şeklinde kavranan antiemperyalizm biçiminin, sahici bir enternasyonalist içeriğe sahip olmadığı zaman rahatlıkla bir tür “sol milliyetçiliğe” dönüşüvermesidir. Sosyalizmin kurtuluşçu iddiası ulusal sınırlara ve ulusal çıkarlara, yani esasında hâkim sınıfların çıkarlarına tabi kılınınca ezilenlerin düşmanının önce kendi ülkelerinde olduğunu reddedilmiş olur. Böylece sahici bir antiemperyalizmin antikapitalist içeriği boşaltılır. Emperyalizme bağımlı “çarpık” kapitalistleşmenin karşısına bağımlı olmayan, bağımsızlıkçı ve kalkınmacı bir kapitalizm, “işbirlikçi” ve “komprador” burjuvazinin karşısına ise “ulusal” burjuvazi konulur. Hâkim sınıflar ya da ordu içerisinde işbirlikçi olmayan kanatlar keşfedilmeye, daha doğrusu icat edilmeye başlanır. Antiemperyalizmi ulusal çıkarları ve vatanı savunmaya dönük bir yurtseverlik olarak algıladığımız takdirde kendimizi bir gün örneğin Musul ve Kerkük’te yurt savunmasında, daha doğrusu kendi “milli” emperyalist hayallerimizin peşinde bulmamız işten bile değildir. Oysa antiemperyalizm bir sınıf mücadelesi meselesidir; emperyalizme karşı mücadele etmek önce kendi burjuvazimizle cebelleşmek demektir: “Asıl düşman içtedir!”
Siyasal Simyacılık ve İnşa Edilemeyen ÖDP Sosyalist hareketin yeniden inşa sürecinin uzun sürmesinin temel nedeni, sosyalist hareketin toplumsal mücadeleler içerisinde kökleşememesidir. Sosyalist hareketin toplumsal karşılığının çok cılızlaştığı, adeta yok hükmünde olduğu bir sır değil. Bu karşılığı yeniden, adım adım ve sebatla inşa etmenin yolu ise ancak yeni mücadele deneyimleri içerisinde yer almaktan ve buralarda kökleşmekten geçiyor. Oysa sosyalist solun önemli bir bölümü kendi mevcut reel durumu ile barışık hale gelememiştir; yani kendi güçleri ile beklentileri arasındaki açı bir hayli büyüktür, adeta bir uçuruma dönüşmüştür bu mesafe. Bunun sonucunda sosyalistlerin gücüyle ve mevcut durumuyla hiçbir ilgisi olmayan “büyük” projeler sol kamuoyunda ısıtılıp ısıtılıp yeniden sofraya konmakta, olmayan güçleri birleştirmiş gibi yaparak sol bir “alternatif” yaratma hevesi bir türlü kırılamamaktadır. Eskiden değişik elementlerden altın yaratma işine, daha doğrusu hevesine simyacılık denirdi. Şimdi de sosyalistlerimizin olmayan güçleri varmış gibi göstererek kendi etraflarında birleştirme tasavvurlarına “siyaset simyacılığı” diyebiliriz. ÖDP’nin kökleşememesi, daha doğrusu organik bir parti haline gelemeyişinin ardında yatan belki de en önemli neden bu zihniyet dünyasıdır. ÖDP kendini örgütsel ve politik olarak inşa etmemek hususunda büyük bir ısrar içerisinde olmuş ve maalesef bu ısrarında da başarılı olmuştur. Partinin kurumsal işleyişi demokratik, açık ve her üyeyi söz, yetki ve karar sahibi kılan bir mecrada yürütülmemiş, eski aidiyetler temelli “ilişkiler” daima esas belirleyici olarak kalmıştır. Bilginin parti içerisinde demokratik paylaşımından ısrarla kaçılmış, bunun mekanizmaları inşa edilmemiş ve parti içi bilgi dolaşımında bahsettiğimiz “ilişkilere” dayanan bir tekelleşme ortaya çıkmıştır. Bu durumun “sıradan” üyeyi pasifize eden ve onu dışlayan karakteri ortadadır. Bu “ilişki” ağlarına dahil olmayan “sıradan” üyeye biçilen yegane rol seyirci kalmaktır. ÖDP bu anlamda örgütsel olarak kendini inşa edememiş, dahası “bürokratsız bürokratizm” gibi ilginç bir özelliği de dünya siyasal literatürüne armağan etmiştir. Parti içerisinde karar alma süreçlerini ve bilginin dolaşımını
kendi ellerinde toplayıp denetleyenler parti bürokratları bile değil, çeşitli paralel ilişki ağlarında saf tutanlar olmuşlardır. Böylesi bir parti yapısı ya da hayatının “sıradan” üyeler düzeyinde ciddi bir güven erozyonuna yol açması ve kopuşları doğurması karşısında şaşırmak şaşırtıcı olur.
ÖDP kendisini organik bir parti haline getirememiştir Yani toplumsal mücadeleler içerisinde kökleşmeye dönük sistemli ve bütünlüklü bir faaliyet ile kendisini inşa etmeye ve büyütmeye yönelmemiştir. Toplumsal mücadele alanları ile parti arasında, birinin diğerine tahakkümünü içermeyen sağlıklı bir ilişki tanımlanamamış, alanlar da parti içi hayat gibi paralel ilişki ağlarının insafına terk edilmiştir. Ancak organik bir parti haline gelemeyince, yani mücadele alanlarına ilişkin bütünlüklü bir faaliyetin olmadığı koşullarda her siyasal dönemeç krizlere yol açmış, her siyasal eşik ayrışmalarla, tasfiyelerle noktalanmıştır. Dahası, ayrılıkların kalanlara faydası olmadığı gibi gidenlere hiç olmamıştır. ÖDP’nin kendisini organik bir parti olarak inşa edemeyişinin belki de en belirgin göstergesi, her ayrılığın ancak geçmiş aidiyetler hesaba katılarak anlaşılabilmesi, her krizin ancak geçmiş aidiyetler etrafında kopuşma ya da konsolidasyonlara yol açmasıdır. ÖDP, üyelerinin içerisinde yer tuttuğu yeni mücadele deneyimleri neticesinde o mücadelelere dayanan yeni bir kimlik ve kültür inşa edeceğine giderek eski aidiyetlere ait kültürel kodların ve dilin yeniden üretildiği bir alan halini almıştır. Gelenek ancak yeni mücadeleler içerisinde yeniden anlamlandırılabilir. Yeni mücadelelerle bağı kurulamayan geleneğe iman tazeleme düzeyinde sahip çıkmak geleneği kurutur, yavan kılar. Yeniyol daha 2007 kongresi öncesinde parti içerisinde yeni bir “sözleşme”ye ihtiyaç olduğunu, bunun da ancak tabanda gerçekleşecek bir siyasal-örgütsel tartışma
ve yeniden dizilişin sonucu olabileceğini belirtmişti. Bu anlamda Yeniyol, tabandan gelişecek demokratik bir tartışmanın partinin temel ilkeleri, önümüzdeki dönem için temel öngörüleri hususlarında bir açıklığa yol açacağını öne sürmüştü. Son kongre sürecine damgasını vuran ise aşağıdan ve demokratik bir tartışma değil, ÖSP ve DD arasındaki kutuplaşma oldu. Taraflar kendi pozisyonlarını açık seçik hale getirmektense karşı tarafın pozisyonu üzerinden kendi tutumlarını belirmeye yönelik bir kutuplaşma çizgisi izlediler. Böylesi bir ortamda birarada varoluşun temeli daha da zayıflamış oldu. Önümüzdeki süreçte ÖSP’den bir dizi arkadaşın yeni bir oluşum arayışı içerisinde olacağı anlaşılıdı. Bu arayışın sosyal demokrasinin “küskün” kesimleriyle (SHP, 10 Aralık) ya da Yeşiller gibi grupları da kapsamaya çalışması mümkün. Bu kesimin metinlerinde sık sık sosyal demokratları, Kürtleri, Alevileri biraraya getirecek bir alternatiften bahsediliyor. Yukarıda andığımız anlamda tipik bir “siyaset simyacılığı” olan bu arayış, olmayan güçleri var göstermekle ya da zaten temsiliyet mekanizmaları çoktan kurulmuş kesimleri temsil etmeye soyunmakla, yani tabiri caizse “mış gibi yapmak” ile maluldür. Dahası bu girişim sosyalist hareketin önemli bir kesimini hiç değilse fikri düzeyde sosyal demokrasiye yedeklemek gibi bir riski de barındırmaktadır.
Yeniyol, sosyalist hareketin derlenişini antikapitalist zeminde tarif etmektedir Şaraba fazla su katmanın şarabı şarap, suyu da su olmaktan çıkaracağı anlayışıyla bir “kopuş” perspektifine sahip ve açık seçik bir sosyalist perspektif temelinde bir yeniden harmanlanmayı önüne koymaktadır. Bahsettiğimiz sosyalizm, ekolojist, feminist, enternasyonalist ve özyönetimci bir sosyalizmdir, tıpkı ÖDP programında ifade edildiği gibi. Dolayısıyla Yeniyol “daha geniş bir sol alternatif” yaratmak iddiasındaki kesimlerin bu girişimine en hafif tabiriyle kuşku ile yaklaşmaktadır. Ancak yanılsamaya da kapılmıyoruz. Sanki “reformistler” ÖDP’den ayrılmış da “devrimciler” parti içerisinde safları sıklaştırmış gibi bir hava yaratmanın anlamı yok. Parti içerisinde şimdiye değin yaşanan
saflaşma ve ayrışmaların neredeyse tamamı, fikri bir berraklıktan uzaktır. Önce ayrım ya da gerilim açığa çıkmış, sonra da bu ayrımlara bir politik tarif arayışına girilmiştir. Son süreçte parti içerisinde açığa çıkan politizasyon da esas olarak bu gerilimin bir ürünüydü. Ayrılıkların yaşanması ve doğal olarak da gerilimin yatışmasıyla söz konusu politizasyon, daha radikal bir tutum arayışı, yerini rahatlıkla eski, bildik örgütsel ve düşünsel gevşekliğe bırakabilecektir. Bu anlamda rehavete kapılmanın zamanı değil. Sosyalist hareketi antikapitalist zeminde yeniden inşa etmenin bütün olanakları aranmalıdır. ÖDP böylesi bir inşa faaliyetinde hâlâ önemli rol oynayabilir. Yeter ki sorunları ve arazlarıyla açıkça yüzleşebilsin. Yapılması gerekenler partinin demokratik, açık ve aşağıdan karar alma süreçlerini önemseyen bir yapıya büründürülmesidir. Üyeler pasifliğe ve apolitikliğe terkedilmiş ve ancak kongreden kongreye oy deposu olarak kullanılan “ilişkiler” değildir. Parti toplumsal mücadeleleri kışkırtmaya, onlar içerisinde yer almaya dönük bir mücadele programı temelinde güçlerini yeniden tanzim etmelidir. Üyelerin depolitizasyonuna set çekebilecek canlı bir fikri hayatın örülebilmesi amacıyla yayın faaliyeti bütünüyle yeniden ele alınmalıdır. Ayrılık ve gerilimler, sanıldığının aksine, fikri canlılık ortamında değil, tam tersine fikri tembellik ve kayıtsızlık bağlamında yeşerir. Partinin alanlara müdahalesi demokratik ve bütünleşik bir mahiyet kazanmalı, alanın özerkliği tanınırken partinin siyasal “ortak akıl” olma işlevi “alan ilişkilerinin” insafına terk edilmemelidir. Sosyalist hareketin yenilenmesinin toplumsal mücadeleler içerisinde yer almaktan geçtiği bir an için bile unutulmamalı; ancak siyasal olanı da toplumsal olana teslim eden bir “dernekçilik” anlayışından kaçınılmalıdır. Aksi tutum sizi, örneğin emek hareketinde ya da başka bir mücadelede mangalda kül bırakmazken dönüp seçimlerde CHP’ye oy vermeye götürür. Bu tür “devrimcilik” örneklerine Türkiye sosyalist hareketinde maalesef sıkça rastlanır. Bütün bu sayılanlar ÖDP’nin son program konferansında yenilenen (ve elbette sonra hemen hızla unutuluveren) programatik yönelimine içkindir. Yeniden keşfe çıkmaya gerek yok, elimizde inşa için yeterince alet edevat var. Yeter ki bunları kullanmayı bilelim. Her siyasal dönemeçte suni bir siyasallaşma yaşayan bir parti olmaktan çıkmanın yegâne yolu gerçekten siyasallaşmaktan geçer. ÖDP’nin adı geçen programatik yönelimi ekolojist, feminist, enternasyonalist ve özyönetimci bir sosyalist odağın inşası için çok değerli malzeme sunmaktadır. Yeniyol önümüzdeki süreçte bu programatik tercihin savunulması ve geliştirilmesi yönünde saf tutacak, parti hayatına müdahalesi bu yönelim doğrultusunda gerçekleşecektir. Yeniyol 1990’ların ortasından itibaren, işçi sınıfının ve ezilenlerin neoliberal saldırı karşısında hiç değilse bir dizi savunma mevzi oluşturmalarını kolaylaştıracak, sosyalist hareketin birleşik eylem zeminlerini çoğaltacak ve onun yeni mücadeleler temelinde yeniden harmanlanmasını sağlayacak birleşik parti deneyimlerini savundu ve bunların içerisine yer aldı. Bundan sonraki tutumumuz da bu anlayış çerçevesinde sosyalist hareketin ve dolayısıyla ÖDP’nin antikapitalist temelde yeniden yapılanması ve toplumsal mücadelelere dayanarak yeniden inşası yönünde emek harcamak olacaktır. Çoğulcu, enternasyonalist, ekososyalist ve feminist bir birleşik sosyalist parti fikrini ÖDP’nin içinde de dışında da bütün gücümüzle savunmaya devam edeceğiz.
1 Mayıs’ın Kendinden Menkul Varlığı ve İşçi Hareketi Kimsenin 1 Mayısları bir bayram havasında kutlama lüksünün olmadığı bir dönemdeyiz. Dünya ve memleket, krizle sallanıyor. İşçilerin en düşük ücretli, en güvencesiz, en yaralanabilir kesimleri, krizden en çok nasibini alanlar… Bu kesimler genellikle sendikasız da çalıştıkları için, sendikaların ilgi alanına da girmeyi başaramamakta. Bu ve benzeri nedenlerle, sendikaların henüz krizin basıncını tüm yakıcılığı ile hissettiğini, buna uygun bir gündem ve mücadele programı oluşturduğunu ileri sürmek mümkün gözükmemekte. Taksim, bunun en açık örneği bir yandan. Son dönemin en kitlesel buluşmaları olan “Krizin Bedelini Zenginler Ödesin” temalı Ankara ve Kadıköy mitingleri de 1 Mayıs kesintisine uğramış durumda. Sendikaların ve genel olarak Türkiye solunun 1 Mayıs’ı kendinden menkul bir gün olarak Taksim’de kutlama talepleri, ne yazık ki krize yönelik mücadele talepleri ile birleştirilemedi. Böyle yakıcı bir dönemde, talebin sembolik anlamı bir yana, sadece “Taksim talebi” etrafında sendikaların bir kısmının solla bir araya gelmesinin ve “Taksim zaferi”nin yarattığı rehavetin, işçi sınıfını kriz karşısında daha da zayıflattığını görmek gerekmekte. 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması, işçilerin, daha da genel olarak “kenar mahallelerin” Taksim’e çıkması, 50 yılı bulan bir mücadelenin ürünü. 2007’de, 1 Mayıs 1977’nin otuzuncu yılında Taksim’e yine “makul sayıda” bir kitle çıkmayı başarmıştı. Ama o zaman bu sayıyı makul yapan, Emniyet’le yapılan pazarlık değil, herkesin eşit koşullardaki arayışı olmuştu. DİSK ve KESK’in “makul sayıda” anlaşmaları, bu 1 Mayıs’ta, ana korteje katılmak üzere harekete geçen “makul olmayan”, “radikal” kalabalığın ara sokaklarda şiddete uğraması ile sonuçlandı. Elbette, bu şiddetten pazarlığı yapanlar sorumlu değil, bizzat devlet sorumlu, ama Taksim’e çıkışın “makul sendikacılarla”, “makul olmayan” sosyalistler arasında bir ayrım varmış gibi gösterilmesi de, pazarlığı yapanlar tarafından öngörülemeyen bir sonuç olmasa gerek. Taksim, sembolik bir zafer olabilir. Ama bu zaferi zafer yapan, devlet ve burjuvazinin Taksim meydanını emekçilere kapatma yolundaki inadıdır. Gelecek sene, Hak-İş ve AKP, “Kürt halkının bahar bayramını” devlet erkânı ile ateş üzerinden atlayarak kutladığı gibi, bu sefer de “işçi sınıfının bahar bayramını” Taksim’de kol kola kutlarsa, buna da şaşmamak gerekir. İşte o zaman, bu “sembolik” zaferin politik anlamı üzerine düşünmek için elimizde daha çok malzeme olur. Arkası düşünülmemiş bir Taksim adımı, sendikaların Taksim talebini anlamsızlaştırmamakta. Ancak, bu talebin gerçekleşmesinin anlamını ortadan kaldırma tehdidini taşımakta. Diğer yandan, krize karşı yapılan mitinglerdeki katılım ile karşılaştırıldığında, sendikaların iki ay boyunca bütün gündemlerini bırakıp uğraştıkları bu mitinge, ne Kadıköy’de ne de Taksim’de ve Kızılay’da kendi işçi kitlelerini dahi getiremedikleri de gözden kaçırılmamalı. Her iki olayda da inisiyatif sendikalarda olduğuna göre, bu konu değerlendirme dışıdır, diyenler olabilir. Fakat “sendikacıların” 1 Mayıs’ta Taksim için ikna, lobi ve değerlendirme faaliyetlerine ayırdıkları zamanı, işçileri 1 Mayıs’ta Taksim’e taşımak için ayıracakları zamandan feda ettikleri de göz ardı edilemez. Aynı nedenle, bu taleplerini işçi sınıfının en azından örgütlü kesiminin talebi haline getirdikleri de söylenemez. Taksim, önemli ve siyasal bir talep olabilir. Siyasallaşmaktan çok uzak bir işçi sınıfı hareketinden bahisle, sendikaların ve siyasi örgütlerin bu harekete kuyrukçuluk yapması da beklenmez. Ama Taksim talebi ne yazık ki, işçi hareketini siyasallaştıracak başka ve yakıcı taleplerle birlikte değil, kendinden menkul biçimde, bir adım sonrası düşünülmeden öne sürülmüştür ve yine ne yazık ki, gelecek senelere bırakılmış bir “zafer” olup olmadığı da ancak gelecek senelerde görülecektir. “Krize karşı finansal merkezin merkezine” bir yürüyüş olarak kurgulanacak bir 1 Mayıs, gelecek sene de gündemimiz olmayı sürdürecek. Ama maalesef daha çok işsiz, daha çok yoksul ve daha az sendikalı işçi ile…
İnatçı köstebek, çevik lokomotiften uzun yaşar. Çalışkan ve mütebessim sabrıyla o çelikten sırıtışa üstün gelir. Deliğini kazar, eşeler ve aşındırır. Gelmekte olan krizi hazırlar. Kriz, apansız gün yüzüne açılan bir köstebek deliğidir.
k e b e t s ko an 4 Hazir : ı y a S n -bülte eniyol e Y n i ç i emokrasi
2009
t D
Sosyalis
Avrupa seçimleri
Aşırı sağın yükselişi Haziran ayı başında gerçekleştirilen Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerine ilişkin ilk vurgulanması gereken seçmenlerin yaklaşık yüzde 60’ının sandık başına gitmemesi. Bu kesimin büyük bir çoğunluğunu ise genç nüfus oluşturuyor. Her ne kadar iktidardaki sağ partiler Almanya, Fransa, İtalya, Belçika, Hollanda, Polonya, Avusturya ve Macaristan’da seçimleri kazanmış olsa da katılım oranlarının bu denli düşük olması, Avrupa Birliği’nin ve neoliberal politikaların meşruiyet krizini bir kere daha teyit etmiş oldu. Katılım oranlarının bu denli az olduğu bir seçimin sonuçlarına bakarak kıta ölçeğindeki siyasal ve toplumsal güç ilişkilerinin sağlıklı bir analizini yapmak pek mümkün olmasa da farklı ülkelerdeki benzer sonuçlardan hareketle belirli eğilimlerden söz edebiliriz. AP seçimlerinin en kayda değer sonucu hiç şüphesiz, sağ hükümetlerin yanı sıra popülist ya da aşırı sağ olarak tanımlayabileceğimiz siyasal güçlerin yaptığı çıkış. Başta Hollanda olmak üzere Avusturya, Finlandiya ve Macaristan’da göçmen karşıtı ve İslamofobik kampanyalar düzenleyen siyasal partilerin güçlenmesi, İngiltere’de aşırı milliyetçi BNP’nin yüzde 6.7 oy alarak AP’ye 2 milletvekili seçtirmesi ve Yunanistan’da faşist parti LAOS’un yüzde 7.2 gibi bir oyla gücünü ikiye katlaması, AP seçimlerinin en kaygı verici sonucu. Diğer bir belirgin eğilim ise Avrupa’nın tarihsel sosyal demokrat partilerinin yaşadığı oy kaybı. Sosyal demokrat partiler iktidarda oldukları İngiltere, İspanya ve Portekiz’de seçimi kaybederken Almanya’da SPD yüzde 21 oy alarak tarihinin en kötü seçim sonuçlarından birini aldı. Fransa’da ise beklenen gerçekleşti
ve Sosyalist Parti (PS), Sarkozy karşısında çok ciddi bir yenilgi yaşayarak geriledi. Merkez solun düşünsel ve örgütsel anlamda “sosyal-liberal” bir çizgiye doğru yaşadığı evrimin yarattığı “kimlik krizi”, kriz sonrası yeni bir Keynesyen dalga beklentisine rağmen aşılmış değil. Sosyal demokrasinin buhranının açığa çıkardığı boşluğun “solun solu” tarafından doldurulabildiğini söyleyebilmek ise mümkün değil. Bu noktada yüzde 10.73’lük oy oranıyla sadece Portekiz’deki Sol Blok bir istisna teşkil ederken kıta ölçeğinde radikal, anti-kapitalist solun oy oranları yerinde saymakta. (Fransa’da yüzde 5 oy alan Yeni Antikapitalist Parti, 2004’teki LO-LCR ittifakına kıyasla oylarını artırmasına rağmen bir önceki ulusal seçimdeki oyunu korumuş durumda.) Öte yandan Yeşiller hariç reformist sol güçlerin de ciddi bir atılım yapabildiğini söyleyebilmek güç. Daniel Cohn-Bendit’in önderliğini yaptığı Fransa’daki ittifak olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde Yeşiller seçimlerden güçlenerek çıkarken Almanya’daki Die Linke, Hollanda’daki SP ve Fransa’daki Sol Cephe (Komünist Parti + Sol Parti) gibi oluşumlar oylarını korumuş durumda. Seçim sonuçları, iktisadi krizin sosyoekonomik etkilerinin (işten çıkarmalar, işsizliğin patlak vermesi, alım gücünün düşmesi) otomatik olarak sol ya da antikapitalist anlamda bir radikalleşmeye dönüşmediğini açık bir şekilde gösteriyor. Son zamanlarda krizin “bilinçlendirici” etkisine umut bağlayanlar çok olmuştu. Kapitalist buhranın solun yelkenlerine rüzgâr olabileceği beklentisi açıkça ifade edilse
de edilmese de yaygındı. Seçim sonuçları böyle bir beklentinin ne derece beyhude olduğunu da ortaya koydu. Aksine iktisadi krizin belirlediği bir siyasal alanda ilk tepkinin muhafazakârlaşma, yani eldekini kurtarma kaygısı temelinde olduğu açık. Böylece de “krizi iyi yönetmeyi” vadeden iktidar partileri, çoğunlukla da merkez sağ kazançlı çıkıyor. Kriz ortamında bir başka refleks ise göçmen karşıtlığına, ırkçılığa ve İslamofobiye dayanan aşırı sağın büyümesi şeklinde ortaya çıkıyor. Artık kendi sağında daha dişli, daha agresif bir alternatifin gölgesini hissedecek olan merkez sağın da giderek daha reaksiyoner ve atak hale gelebileceğini öngörmek yanlış olmaz. Radikal solun esas itibariyle yerinde saydığını, çok büyük kayıplara uğramasa da, son dönemde yaşanan kimi önemli toplumsal mücadelelere rağmen (Yunanistan Aralık isyanı, Fransa’da genel grevler vs.) bir sıçramanın eşiğinde olmadığını söylemek mümkün. Sosyal mücadeleler ile siyasal olan arasındaki açının nasıl kapatılabileceği meselesi radikal solun önünde durmaya devam ediyor. Kriz koşullarında neoliberalizmin fikrî itibarını yitirmesi yanılgıya yol açmamalı. Sermaye zorbalığının dünya ölçeğindeki bir karşı saldırısı olan neoliberalizmin geriletilmesi, ancak siyasal ve toplumsal düzeylerde mağlup edilmesiyle mümkün olacak. Ancak büyük kitle seferberlikleri ve toplumsal mücadelelerin ortaya çıktığı koşullarda neoliberalizmin böylesi bir mağlubiyetinden ve güçler dengesinde radikal bir değişimden bahsetmek olanaklı hale gelecek.