İnatçı köstebek, çevik lokomotiften uzun yaşar. Çalışkan ve mütebessim sabrıyla o çelikten sırıtışa üstün gelir. Deliğini kazar, eşeler ve aşındırır. Gelmekte olan krizi hazırlar. Kriz, apansız gün yüzüne açılan bir köstebek deliğidir.
k e b e t s ko ÜNİVERSİTE
Bologna isyan›
YÖK karşıtlığının değişen karakteri
Sol liberalizm
e i için Y
Demokras osyalist
S
M: 2009 eki KASI z i s t e r üc niyol’un
ÖZERK DEGİL ÖZGÜR ÜNİVERSİTE! YÖK’ün yıldönümünde en cok atılan slogan her zaman özerk demokratik üniversite oluyor. Ancak bir sloganın en çok atılması, onun en doğru olduğu anlamına gelmiyor. Ne demek özerklik? Tanımlayanlar üç özerklik alanından söz ediyor: İdari, mali ve bilimsel özerklik. Tek tek ele alalım: İdari özerklik, en genel olarak üniversitenin bugünkü yapısıyla mütevelli heyetinin ya da doğrudan kamu olmayan başka kurulların aracılığıyla yönetilmesi anlamına geliyor. Konu bir özel üniversite olduğunda örnegin, üniversitenin özerk olmadığını söylemek zor. Ya da YÖK kendisi özerk bir kurum olarak üniversiteyi yönetiyorsa kimden özerklik talep edeceğiz? Mali özerklik ise üniversitenin kendi kaynaklarını kendisinin belirli bir oranda kullanmaya karar verme yetisi anlamını taşıyor. Yani üniversite bütçeden aldığı payın en azından bir kısmını kimseye sormadan kullanabilsin demek oluyor. Peki üniversite kaynaklarının bir kısmını da kendi yaratsın mı? Mesela günümüzde bu mali özerklik teknokentler, döner sermayeler, üniversitenin gelirini arttırıcı diğer faaliyetler aracılığıyla gercekleşmis durumda mı acaba? Son özerklik talebi ise bilimsel alanda. İşte bu, ne tarihsel ne de kuramsal olarak kabul edilebilecek bir nokta hiçbir zaman olmadı. Zira bilim ve özerklik kelimeleri yan yana gelemez. Bilim ya özgürdür ya da esir. Ya bir sınıfın emrindedir ya da insanlığın ve doğanın. Özerk demokratik üniversite, 1970’li yılların siyasal ikliminde, YÖK’ün de olmadığı bir dönemde ve üniversitelerin tamamı kamuya aitken özerk üniversite talebi şimdikinden birazcık daha anlaşılır olabilirdi. Yine de bu slogana ilişkin bir dizi çekincemiz olurdu. Hem de hiç yabana atılmayacak cinsten. Özellikle bilimsel Özerklik türünden “yaratıcı uydurmalara” karşı… Ama hem özel üniversitelerin bu kadar çok
olduğu bir dönemde, hem üniversiteler bir “bilim yuvası” olmaktan çok çeşitli yöntemlerle bir ticaret mekanizmasına dönüşmüş durumdayken. Fakat daha da önemlisi, neoliberalizmi ayakta tutan denetim mekanizmalari tamamen özerk kurumlar üzerine kurulmuşken. Artık rekabete uyulup uyulmadığına karar verilmesi kamuya bırakılamayacak kadar ciddi bir iş mesela. Bankacılık sektörünü de özerk bir kurum yönetmekte. Hatta sağılığımız bile özerk bir kuruma emanet. Bütün bunlar da gösteriyor ki özerklik devrimci bir talep olmanın çok gerisinde, aslında her zaman da öyleydi. O zaman ne? Nasıl bir üniversite istiyoruz sorusunun yanıtı nerede saklı? Herşeyden önce bilimin özgür ve üniversitenin herkese eşit biçimde açık olmasında. Bu açıklığın da birkaç anlamı var. Öncelikle üniversiteye girişin herkes için bir hak olduğunun altını çizmek gerekiyor. Ama Anayasa’yla güvence altına alınmış ve bunun dışında hiçbir şey yapılmamış olduğu için hiçbir işe yaramayan bir hak degil. Gerçekten parasız, gerçekten burslu ve gerçekten çalışmak dışında bir yatırım gerektirmeyen bir hak. Ayrıca demokratik değil, özyönetimci bir üniversite olmalı bizim talebimiz. Biz kimin kimi seçtiği belli olmayan ve kararların denetlenmediği, herhangi bir sonucunun olmadığı bir demokrasi istemiyoruz. Biz, yönetimde söz sahibi olmak değil, yani yönetime göstermelik bir öğrenci temsilcisi sokmak değil, kendi kendimizi yönetmek, kendi temsilcilerimizi seçmek, hesap vermek, hesap sormak, kendi yaşam alanımızda, bizi ilgilendiren kararlara katılmak, müdahil olmak istiyoruz. Sonuç olarak, bize ne teknokentleri kimin yönettiğinden, biz kendi kendimizi yönetmek, özgür, katılımcı, parasız bir üniversite, özgür bir hayat, özgür ve başka bir dünya istiyoruz!
Bologna isyanı
Bu yazının yazıldığı sıralarda Avusturya’da
yapılmaya çalışılmaktadır? Adeta bir “yapısal
tümüyle yakalama gücü verir. Bizler, kazanılan
öğrenciler harçların tekrar yürürlüğe konmasına
uyum programı” gibi işleyen Bologna Süreci tam
ilk yeterlikleri arttırmanın yanı sıra, hükümetlerin,
karşı birçok büyük üniversitede isyana kalkışmış
da üniversitelerin neoliberal hegemonik strateji
yükseköğretim kurumlarının, sosyal ortakların ve
durumdalar. Viyana Üniversitesi’nin işgali ile
alanına dahil edilmesidir diye özetlersek hiç de
öğrencilerin birbirleriyle yakın işbirliği içerisinde,
başlayan hareket ülke çapında birçok diğer
yanlış bir laf etmiş olmayız. Bologna Süreci resmi
vasıflı işgücünü korumayı ve yenilemeyi de
üniversiteye de sıçramış durumda. Her ne kadar
olarak 1999 yılında Bologna Bildirisi’nin 29 Avrupa
hedefliyoruz. Böylelikle kurumlar iş piyasasının
harçlara karşı başlamış bir hareket olarak görünse
ülkesinin yükseköğretimden sorumlu Bakanları
ihtiyaçlarına daha fazla cevap verebilir durumda
de öğrencilerin taleplerine ve tartışmalarına
tarafından imzalanması ve yayımlanması ile
olacak, işverenler de eğitime dayalı bakış açısını
baktığımızda genel olarak üniversitelerin
başlamıştır. Türkiye ise bu sürece 2001 yılında dahil
anlayabileceklerdir. Yükseköğretim kurumları,
neoliberal program altında yaşadığı dönüşümlere
edilmiştir. 1999 yılından günümüze kadar çeşitli
hükümetler, hükümet ajansları ve işverenlerle
değinilmekte. Bunlardan biri de Bologna Süreci ile
Avrupa şehirlerinde yapılan toplantılarla programı
birlikte, öğrencilerin ve mezunların kariyerleri
hızlanan ve sistematik bir şekilde uygulanmaya
iyice netleşen Bologna Sürecinin temel hedefi
ile ilgili rehberlik hizmetlerinin sağlanmasını
çalışılan üniversitedeki bilgi üretiminin sermaye
üniversitedeki bilgi üretim sürecinin yaşadığımız
geliştirmelidirler.”
ya da iş dünyası için yeniden yapılandırılmasıdır.
koşullara göre esnekleştirilmesi üniversiteler arası
Kısacası üniversitedeki bilgi üretim sürecinin
Üniversitenin iş dünyasının değil de bilimsel ve
hareketin hızlandırılması ve “ortak bir Avrupa
bilimsel amaçlarla değil de sermaye birikiminin
toplumsal ihtiyaçların merkezi olması hareketin
Üniversite ağının sağlanması” olarak beyan
ihtiyaçlarına göre şekillendirilmesi yani bilimsel
en önemli taleplerinden biri olarak ortaya
edilmektedir.
üretimin metalaşması Bologna süreci kapsamında
çıkmaktadır. Elbette Bologna Sürecine karşı öğrenci
Burada özellikle değinmemiz gereken noktalardan
sistematik hale gelmekte; üniversite, sermayenin
hareketi Viyana’da ortaya çıkmış, yeni bir vaka
biri Bologna Sürecinin en önem verdiği
etkin katılımı ile neoliberal yönetişim stratejisinin
değil. Özellikle İspanya, İtalya, Yunanistan ve
meselenin üniversite eğitiminin emek piyasasının
parçası olmakta, bunlarla birlikte üniversite
Fransa gibi Avrupa ülkelerinde yıllardır öğrenci
ihtiyaçlarına göre yeniden yapılandırılmasıdır.
öğrencilerinin ders ödevi ise kendilerini emek
hareketinin yükseldiği temel meselelerden biri
Leuven Üniversitesi’nde Nisan 2009 tarihinde
piyasasının gerekliliklerine göre hazırlamak
olarak görebiliriz Bologna sürecini. Türkiye’de
yüksek öğretimden sorumlu bakanlarca yapılan
olmaktadır. Üniversite öğrenimi ve emek piyasası
zaten cılız olan öğrenci hareketi ise bu süreci henüz
toplantı sonucunda çıkarılan bildirgede yer alan
arasındaki çizgilerin bulanıklaştığı hatta yok
detaylı bir tartışma maddesi dahi yapmamıştır ya
aşağıdaki ifade meseleyi açıkça biz söylemeden
olduğu böyle bir sürece karşı öğrenci hareketinin
da gündemine getirmemiştir. Her ne kadar öğrenci
söylemektedir:
de tek tek maddelerle değil bütünsel bir
hareketine dair söz söyleme niyetinde olan her
“İş piyasası giderek yüksek beceri düzeyi ve
programla mücadele etmesi zorunlu olmaktadır.
örgüt ya da her aktör tarafından neoliberalizmin
yeterliklere sahip elemanlara ihtiyaç duymaktadır.
Bu nedenle öğrenci hareketimizin Bologna
üniversiteleri de teğet geçmediği söylense de
Bu sebeple yükseköğretim, öğrencileri, mesleki
sürecini bir mesele haline getirmesi, tartışması ve
Türkiye’nin de dahil olduğu Bologna Sürecinin
hayatları boyunca ihtiyaç duyacakları ileri düzeyde
buna karşı ortak, birleşik bir mücadele inşa etmesi
gündeme alınmaması ancak bir talihsizlik olarak
bilgi, beceri ve yetkinliklerle donatmalıdır. İstihdam
tez zamanda yapılması elzem olan bir iş haline
değerlendirilebilir. Peki Bologna Süreci nedir ne
edilebilirlik, bireye değişen iş piyasasındaki fırsatları
gelmektedir.
KISA KISA… KISA KISA… KISA KISA… KISA KISA… Kent AŞ işçisi yalnız değildir İzmir Karşıyaka Belediyesi’nde çalışırken CHP li belediyenin hizmetleri taşerona devretmesiyle işten çıkarılan Kent AŞ işçileri İzmir’den Ankara’ya 32 günlük uzun bir yürüyüşün ardından ulaştı. Emek ve meslek örgütleri ile çeşitli sol gruplar kendilerini karşıladı ve yapılan mitinge destek verdiler. İşçiler haklarını aramak için Abdi İpekçi Parkı’nda çadır kurarak eylemlerine devam etme kararı aldılar. 25 Ekim günü polisin kışkırtmasıyla BBP li yaklaşık 400 kişinin durduk yerde saldırısına uğrayan işçilere yine emek-meslek örgütleri ile sol gruplar destek verdiler. Kent AŞ işçilerinin direnişi sürüyor.
Hacettepe Ünisversitesi’nde ÖGB ve polis şiddeti
26 Ekim günü Hacettepe Üniversitesi Beytepe Yerleşkesi’nde sol grupların stand açması ve ÖGB’lerin standlara saldırması sonucu stand açanlara diğer öğrencilerin de destek vermesi sonucu okula giren çevik kuvvet ekipleri okulu biberli hava sahası ilan ederek 69 öğrenciyi gözaltına aldı. Gözaltındaki öğrencilerin 59’u ertesi sabah emniyetteki ifadelerinin ardından serbest bırakıldı. 10 öğrenci tutuklama istemiyle Ankara Sulh Ceza Mahkemesi önüne çıkarıldı. Mahkeme öğrencilerin tutuksuz yargılanmasına karar vererek 10 kişiyi daha 27 Ekim akşamı serbest bıraktı.
Kürt kadın sanatçı ‘Rojin’i dağa kaldırmak ve seks kölesi yapmaktan’ bahsetmiş , kadına ve Kürt sorununa bakışının ne kadar sığ olduğunu gözler önüne sermişti. Sanatçı Rojin, bu yazıya istinaden Serdar Turgut hakkında savcılığa suç duyurusuna bulundu. Kadın örgütleri yaptıkları eylemlerde Turgut’u ‘ÇÜŞŞŞ’ yazan pankartla protesto ettiler.Akşam Gazetesi sanatçıdan ve kadınlardan özür dilediyse de özür muhataplarınca kabul edilmedi.
Serdar Turgut’a: ‘ÇÜÜÜŞŞŞ’
SDP’nin resmi yayın organı Sosyalist Demokrasi Gazetesi 84. Sayısında yayımlanan ‘Tarihi Yaşamaya Geliyoruz’ başlıklı yazı nedeniyle ‘bölücülük yapmak
Akşam Gazetesi yazarı Serdar Turgut 24 Ekim tarihli yazısında ‘PKK Teröristi Olmadığım İçin Pişmanım’ başlıklı yazısında
Sosyalist Demokrasi gazetesinin kapatılması
ve terör örgütünü övmek’ suçlamasıyla, İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği karar gereğince 1 ay süreyle kapatıldı.
Meğer Bandista provakatörmüş! Yıldız Teknik Üniversitesi’nde ilerici akademisyenlere karşı yürütülen yıldırma amaçlı çalışmalara karşı okulda eylem ve etkinlik düzenlemek isteyen gruba destek vermek için okula girmek isteyen Tayfa Bandista grubu okul yönetimince ‘provakasyona yol açarlar’ diyerek okula alınmadı.
Avusturya’da Öğrenci İşgalleri Yayılıyor Harçlara karşı Viyana Üniversitesi büyük anfisinin işgaliyle başlayan öğrenci ha-
YÖK KARŞITLIĞININ DEĞİŞEN KARAKTERİ Öncelikle, geleneği bozmayıp toplumsal hafızamızı da her daim canlı tutmak adına yazımızın girizgahında YÖK’ün 12 Eylül darbesinin çocuğu olduğu ve mizacı dolayısıyla baskıcı bir kurum olduğu gerçeğini teslim edelim. Şimdi rahatlıkla YÖK karşıtlığının evriminden, ya da evrilmesi gerektiğinden bahsedebiliriz. Bugün artık sadece biz değiliz YÖK’ü istemeyen, Yusuf Ziya Özcan da istemiyor. Buyrun gelsin 6 Kasım da bekleriz kendisini. Ama evdeki hesap çarşıya uymazsa bilemeyiz, çünkü biz bu kez 6 Kasım da YÖK’e ve YÖK’ün katalizörlüğünü yaptığı Bologna sürecine karşı sokaklarda olacağız. Bugün üniversitelerde Bologna süreci ile birlikte gelen piyasalaşmanın bu kadar hızlı ve kolay gerçekleşmesi, YÖK’ün ezelden beri varolan baskıcı karakteri ile mümkün oldu. Eğitimde piyasalaşma dediğimiz, bilginin üretimini ve ulaşılabilirliğini egemen sınıfın hizmetine sunan, kapitalizmin ekmeğine yağ süren bir süreç. Üzgünüz ama onların hayali bizim hayalimiz değil! Teknokentleri ve
danışma kurulları ile “kendi kendine yetebilen” üniversitenin kim için, ne için bilgi üretmekle yükümlü olacağını biliyoruz biz. Özel üniversitelerin önünü açmalar, performansa dayalı sistemler, öğrencilere kısmi zamanlı çalışma “imkanları”, sözleşmeli istihdamlar... Üniversiteyi bir şirkete dönüştürmek için gerekli olan her şey hazır. Har(a)ç zamları bir YÖK klasiği olarak refleks yoklama amacına hizmet ediyor ve şartlar yeterince olgunlaştığında şirketleşmenin adımları bir bir atılıyor. Nihai amaç üniversitelerin sermaye baskısı karşısında tamamen savunmasız ve korunmasız bırakılması ve sermayenin hizmetine koşturulması. Zaten nihai amaç gerçekleştiğinde YÖK’ün kendi kendini imha edeceği sinyalleri de demeçlerde şimdiden veriliyor. Bütün bunlar bize muhalefetimizin saflarını sıklaştırırken YÖK karşıtlığını piyasalaşma karşıtlığı üzerine inşa etmemizin gerekliliğini hatırlatıyor.
Özgür Üniversite “Özgürce” Özgür Sevgi Göral’ın İşine Son Verdi!
İki yıl boyunca sözleşmeli öğretim görevlisi olarak çalıştığı Yıldız Teknik Üniversitesi’nde kadrolu olmaya hak kazanan Özgür Sevgi Göral, “Kürt sorunu”nun tartışıldığı bir bir televizyon programına katıldıktan sonra üniversite yönetimi tarafından işine son verildi. Üniversite, sınava giren diğer adayları tekrar değerlendirme ihtiyacı, -yasal bir hak olmasına rağmen- öğretim üyelerinin siyaset yapamayacağı, Özgür Sevgi Göral’ın öğrencilerini Atatürk ilke ve inkılaplarına uygun, milli birlik beraberliği kuvvetlendirici şekilde yetiştiremeyeceği gibi hepimizin aklına, vicdanına ve ahlakına hitap eden gerekçeler sıraladı. Öyle etkilendik ki bu gerekçelerden, ifade özgürlüğü gibi temel bir insan hakkını bile unutturuverdi bize. Öyle bilimseldi ki bu gerekçeler, Kürtlerin kışları kar üstünde gezip kart kurt diye sesler çıkaran has Türkler ve “rahat batan çılgınlar” olduğuna inanasımız geldi. Hele eski İstanbul Emniyet Müdürü Celalaettin Cerrah’ın kişisel bilgi notunun Üniversitenin bu kararında etkili olduğunu öğrendiğimizde göz yaşlarımızı tutamaz hale geldik bu emniyet-üniversite dayanışması karşısında (yemin ederiz göz yaşartıcı bombalara gönderme yapmıyoruz). Hatta, keşke dedik, üniversiteler Özgür Sevgi Göral gibilerini cezaladırmak için emniyet birimlerimizin cezalandırma konusundaki yaratıcılıklarından, yargı-hak-hukuk demeyip hemen inisyatif alma becerilerinden esinlense... Mesela, yol parasını bile karşılamayan ücretlerle, her türlü sosyal haktan mahrum bırakarak –yani sözleşmeli olarak- sonsuza kadar çalıştırsaydı daha rasyonel bir tutum olmaz mıydı. Hem yargı yolu da açılmamış, hakim ve savcıların iş yükü artmamış, milletin parası heba olmamış olurdu. Yanlış anlaşılmasın tek derdimiz gençliğimizin aklı hür, vicdanı hür yetişmesi, gerisi boş... YTÜ’deki dini bütün kadrolaşma, insanların işsiz kalması, “uygun” gerekçelerle ayrımcılığa uğraması, işten atılması, ifade özgürlüğü, Kürtlerin dertleri önemsiz ayrıntılar! Özgür Sevgi Göral’ın görevine iade edilmesi için yürütülen imza kampanyasına katılmak için: http://ytu.yurttas.tv
KISA KISA… KISA KISA… KISA KISA… KISA KISA… reketi ülkenin diğer üniversitelerine de yayılmaya başladı. Klagenfurt, Linz, Graz ve Salzburg kentlerindeki üniversitelerde anfiler işgal edilirken Viyana’dabinlerce öğrencinin katıldığı bir yürüyüş düzenlendi. İşgalin nedeni yabancı değil: 2008’de kaldırılan harçların yeniden getirileceğinin ilan edilmesi. Sonu ne olur bilinmez ama Avusturya 1968’den bu yana tarihinin en büyük üniversite işgallerini yaşıyor.
Adalete bak sen! Bu da oldu. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, haftalık 8 sayfalık Özgür Görüş gazetesini 17-23 Ekim 2009 tarihli sayısında yayımlanan içeriklerde “PKK örgütünün açıklamalarına yer verildiği” ve “örgüt propagandası yapıldığı” iddiasıyla bir ay süreyle durdurdu. Fakat mahkeme
gazeteye olmayan 9. Sayfasındaki bir yazı yüzünden ceza verdi. suça yazı ve haberlerin mi gerekçe yapıldığına veya hangi yazı veya haberlerin suç oluşturduğuna dair herhangi bir bilgi vermedi. AİHM bu tür yasaklama kararlarını daha sonradan mahkum etmesine rağmen mahkemeler gerekçesizlikte ısrarlı davranmaya devam ediyor.
Aleviler hakları için alanlara çıkıyor 8 Kasım 2009 günü Alevi Bektaşi Federasyon’unun çağrısıyla Kadıköy’de yüzbinlerce alevi eşit yurttaşlık ve diğer hakları için sokağa çıkıyor.
Stajyer ve Genç Avukatlar Rahatsız
1 Kasım 2009 günü Ankara Yüksel Caddesi’nde toplanan stajyer ve genç avukatlar hukukun piyasalaştırılmasına karşı toplumcu bir adalet, bağımsız savunma, nitelikli staj, ruhsat harçlarının kaldırılması ve diğer taleplerini duyurmak içinb buluşarak meclise kadar yürüdüler. Burada ortak bir basın açıklaması yapan Stajyer ve Genç Avukatlar Platformu (Ankara), Piyasalaşmaya Karşı Avukatlar (İstanbul) ve Piyasalaşmaya Karşı Hukukçular Platformu (İzmir) üyeleri TBB ve büyük şehir barolarının taleplerine duyarsız kaldıklarını, kendi haklarını savunmayan hukukçuların başkalarının haklarını da savunamayacaklarını söylediler.
Halkın Sağlığını Kim Takar? GDO’lara izin veren “Gıda Ve Yem Amaçlı
Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar Ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol Ve Denetimine Dair Yönetmelik” 26.10.2009 tarih ve 27388 sayılı Resmi Gazete ’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Avrupa’da birçok ülkede yasak olan GDO’lu ürünlerin anlaşılmaması için çıkarılan yönetmelikte hükümet GDO’lu olduğunu belirten ibarelerin yazılmasını da yasakladı.
Psikologlar Eyleme Hazırlanıyor 22 Kasım 2009 günü psikologlar mesleki mevzuatlarının olmaması ve bunun sorunlara neden olması nedeniyle eylem kararı aldılar. YeniYol 35. Sayı Çıktı
İnatçı köstebek, çevik lokomotiften uzun yaşar. Çalışkan ve mütebessim sabrıyla o çelikten sırıtışa üstün gelir. Deliğini kazar, eşeler ve aşındırır. Gelmekte olan krizi hazırlar. Kriz, apansız gün yüzüne açılan bir köstebek deliğidir.
k e b e t s ko ÜNİVERSİTE
009 KASIM: 2 i k e z i s ücret niyol’un
e i için Y
as t Demokr Sosyalis
Sol liberalizm
Hayatın gerçekleri şiarıyla sınıfsal çıkarını koruyan bir burjuvanın veya bir siyaset esnafının yaptıkları bir yana, kitlelerin siyasallaşması, ezilenlerin tabandan siyaseti kendi kaderlerinin iplerini ellerine alma çabası olarak değerlendirilebilir. Bertolt Brecht, Avrupa Türkiye’li Toplumcular Federasyonu (ATTF) İşçi Korosu tarafından da ‘Dayanışma’ adıyla seslendilmiş, Solidaritatslied adlı şiirinde şu kritik soruyu sorar: “Nereden biz gücü alırız?”. Siyasallaşmaların kökü nerededir? Gücümüzü işçi sınıfının dayanışmasından, emeğimizden, daim öznesi olduğumuz tarihimizden mi alırız? Bu sorunun sorulduğu günlerin ideolojik-politik halesi içerisinde cevap vermek hiç güç değilse de, sınıf mücadelelerinin ve toplumsal hareketliliklerin deyim yerindeyse suyunun çekildiği bu zamanlarda, hele hele Türkiye gibi bir ülkede, muhalif kesimler bile bu soruya pratik bir cevap vermekten çok uzaktalar. İktidarsızlık, aşamacılık, ortasınıf halet-i ruhiyesi gibi pek çok mefhum bu acziyetin analizinde kullanıldı, kullanılmakta. Ama açık olan bir şey varsa, toplum için, toplum adına, ‘toplumcu’ siyaset yürütenler, bunu o ahali olmaksızın, bütün ‘halka karşı’ büyük güç ve yapılarıyla yürütmek üzere adeta sözleşmiş gibiler. Ve bu tarz-ı siyasetin, ezilenlerin tarihini veya (madem Brecht’i andık) “halkın durdurulamayacak coşkun akan seli”ni açığa çıkarmak bir yana, egemenlerin hegemonyasını pekiştirmekten, kitleleri sisteme yedeklemekten başka bir işe yaramadığı açık. Dışsal, muğlak bir emperyalizme karşı mücadeleyi veya en az onun kadar muğlak askeri vesayet hayaletine karşı mücadeleyi tarihin en büyük önceliği olarak ortaya koyanlar, işte tam da böyle bir acziyet içerisindeler. Çünkü, kendilerine en büyük öncelik olarak belirledikleri meseleler hallolana kadar hangi tarihsel bloğun parçası olduklarının, gücü kimden aldıklarının veya bir takım sosyal meselelerin ne durumda olduğunun önemi yok; onlar bir şekilde kendi kendilerine hallolurlar artık! 2007’den bugüne dek, TSK’nın hükümete muhtıra vermesi; Ulusalcı olarak anılan
grubun orduyu kendi siyasi öznesi ve hamisi belleyerek, ordunun hamlelerine rıza üretmeye çalışması; Liberal olarak anılan grubun Akp ve şürekasına yaslanarak demokrasi mücadelesine girişmesi; 367 pazarlıkları üzerinden kamuoyu diplomasisi yürütülmesi; Dolmabahçe Mutabakatı olarak da bilinen kurumsal mutabakatla Ulusalcı ve Liberal siyasetlerin dımdızlak ortada bırakılması; %47’lik seçimin Liberallerce demokrasinin zaferi ilan edilmesi; ardındaki Tsk desteğini yitiren Ulusalcıların Yargı seferberliğindeki başarısızlığıyla, Akp desteğini yitiren Liberallerin Tsk tarafından hırpalanması; sınırötesi harekat; türban ve yeni anayasa tartışmaları; devletin ve burjuvazinin yekun olarak Kürt illerindeki yerel seçim seferberliği; krizin teğet geçip geçmemesi; Ergenekon davası ve son olarak da hikmet-i hükümet üzerinden yürüyen Kürt/Demokratik/Milli-birlik ile Ermeni açılımları üst siyasetin gündemini oluşturdu. Toplumsal hareketlerin bileşenleri gerek sağ, gerek de sol cihet tarafından yukarıdaki bu çatışmanın içine çekilmeye çalışıldılar -kimi zaman başarılı olundu. Sivilleşme, Liberal-Demokrat münhasırlaşma veya Emperyalizm’e Karşı 2. Kurtuluş Savaşı gibi zırvalıklara yedeklenmemiz, tepedekilere kanaat üretim alanından liberal baskı veya kafakola alma siyaseti yapmamız beklenirken, işçi sınıfı içinde sendikasızlaşma, güvencesizleşme, taşeronlaşma, esnekleşme, iş kazaları gibi durumlar had safhaya ulaştı. Tuzla tersaneler bölgesinde 128 işçi hayatını kaybetti. Kapitalizmin küresel krizde olduğu bir dönem dolayısıyla da reel işsizlik %26’yı aştı. Pek çok işyeri kundaklamasıyla linç vakası ve pompalı vatandaş örneğinden de görüldüğü üzere, Kürt halkına ve arada pek tabii ki işçi hareketine karşı örgütlü şiddet teşvik edildi, sınırötesi harekata rıza imal edildi. Kürt hareketi bilindik inkar ve imha politikalarının yanısıra, ordu-cemaat el ele ‘barışçıl’ yollarla tasfiye edilmeye çalışıldı. Sonuç hüsran olunca, Dtp ve çatışmasızlık sürecinde olan Pkk’ye karşı operasyon üstüne operasyon yapıldı. Askeri vesayet tasfiye ediledursun, değişikliğe
gidilen Polis Salahiyet ve Vazife Kanunundaki yeni yetkilerle şahlanan polis şiddeti, sadece 2008 yılında 39 ‘sivil’in canına mal oldu. Toplumsal hareketlerin en ufak eylemliliği şiddetle bastırıldı. Emniyete akıl almaz gözetim yetkileri tanındı. SSGSS ve imar yasalarındaki değişikliklerle kadınlar, (kentli) yoksullar ve pek çok kesim sağlık ve barınma gibi en temel insan haklarından mahrum bırakıldılar. Tohumculuk yasası gibi doğayı mülkiyetin nesnesi haline getiren, GDO kullanımı teşvikiyle ekolojik katliama kapı açan uygulamalar peşisıra geldi. Eğitimi sermaye birikiminin isteklerine göre şekillendirecek, ezilenleri eğitim hakkından mahrum bırakacak Bologna süreci gibi düzenlemelerin önü açıldı. Lgbtt bireyler Kabahatler Kanunu ile “genel ahlaka mugayır”lığa binaen açılan davalar, nefret söylemleri ve cinayetleriyle terörize edildi. Velhasıl-ı kelam, insanlar sağdansoldan bütüncül söylemlere taraf edilmeye çalışılırken, arka planda, ezilenlerin bu tür korkunç deneyimler yaşamaları ve kendi kaderlerinin ipinin ucunu iyice kaçırmaları gibi demokrasi ve emperyalizme dair pek de “önemli” olmayan durumlar yaşandı. Vesayet rejimine veyahut Amerikan emperyalizmine karşı birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz bugünlerde, aykırı laflar eden İşçi Sınıfı örgütlerine, Sosyalistlere, Feministlere, Ekolojistlere, Kentsel Dönüşüme karşı ve Lgbtt hakları için mücadele edenlere, Kürt Hareketine, parasız ve sermayenin taleplerine göre şekillenmeyen bir eğitim talebini seslendiren Öğrenci Hareketine had bildirildi. Gücünü büyük güçlerden aldığını sanan, cehenneme baka baka kendi içleri de kararan had bildiriciler piyasa ve sosyalizm evliliğine, paralı eğitimin erdemlerine dair ağızlarından laf kaçırarak niyetlerini belli etmeden duramadılar. Tüm parametreler göstermektedir ki, sistemden politik bağımsızlığını kazanmış, “gücünü kendi dayanışmasından alan”, bütüncül bir perspektifle mücadele eden bir harekete ihtiyacımız vardır. “Çünkü işçileri kurtaracak olan kendilerinden başkası olamaz” (B.Brecht, Die Einheisfront)