Komünist Zemin 12

Page 1

Komünist

BU SAYIDAKİLER

Zemin Üç Ayda Bir Yayınlanır Süreli-Yaygın / Politik Dergi Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Tuncay İldem Adres: Zemin Yayıncılık Piyale Paşa Mah. Akman Sk. No: 75/A Okmeydanı Beyoğlu / İstanbul Web Adresi: www.komunistzemin.org Elektronik Posta Adresi: komunistzemin@yahoo.com komunistzemin@gmx.net Baskı: Can Ofset Davutpaşa Cad. İpek İş Hanı No: 4/7 Bayrampaşa/İst. Tel: 0212/61310771

“Yol Haritası“ Üzerine

3

1980 Öncesi ve 12 Eylül Askeri Darbesi Sonrası Sosyalist Sol Üzerine

11

Seksen Öncesi/Seksen Sonrası veya Rejimin niteliği Konuk Yazar: F. Başkaya

20

“Troçkizm“ Üzerine

28

1 Mayıs`ta Taksim “Fethedildi“ mi?

37

Doğal Felaket Değil, Kapitalist Yıkım

39

IMF Karşıtı Eylemler Üzerine

42


Komünist Zemin

PKK’nın “Yol Haritası“ Üzerine Dipnot Yerine Öncelikle iki noktanın altını çizmek istiyoruz ki, doğru anlaşılabilelim. Altını çizmek istediğimiz birinci nokta şudur; bu yazıda sıkça telaffuz edeceğimiz “Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi” tanımlamasından kastettiğimiz Kürt ulusunun kurtuluşu mücadelesi değil, PKK’dır. Yani siyasallaşmış olan harekettir. PKK, gelinen aşamada Kürt ulusal kurtuluşunun iradesi olarak kabul görmüş olsa bile, onun üzerinden bir bütün olarak ne Kürt ulusal kurtuluş davasını tartışmak, ne de Kürt ulusal kurtuluşunu PKK üzerinden bir yere oturtmak doğru olur. Hatta ve hatta PKK, Kürt ulusunun çoğunluğunun onayını alsa bile, Kürt bağımsızlık mücadelesini bu sonuç üzerinden mütalaa etmek doğru olmaz. Altını çizmek istediğimiz ikinci nokta ise şudur: Biz bu yazı çerçevesinde devletin “Kürt Açılımı”nı ve bunun ne anlama geldiğini değil, PKK’nın “Yol Haritası’nı ve bunun ne anlama geldiğini ele alacağız. Nihayetinde devlet devletliğini yapmakta ve yalnızca Kürdistan’ın değil, bir bütün olarak bölgenin en devrimci dinamiği durumunda olan Kuzey Kürtlerini merkeze çekerek elimine etmeye, daha da önemlisi, bir Truva Atı olarak kullanmaya hazırlanıyor. Devlet, bugün bunu yapabilmesinin yolunun PKK’dan geçtiğini biliyor ve ona göre hareket ediyor. Dolayısıyla da önemli olan devletin ne yapmaya çalıştığı değil, PKK’nın ne yapmaya çalıştığıdır; bizi ilgilendiren budur ve biz bunu tartışacağız. “Birleşik Kürdistan” Düşünden Lozan Kâbusuna Uzanan Bir Hazin Hikâye Son aylarda Kürt meselesi merkezli ciddi bir trafik oluşturulmuş durumda. Kürt hareketinin tanımıyla “Yol haritası“, devletin tanımıyla ise “Kürt açılımı“ olarak tanımlanan bir süreç yaşanıyor. Öyle ki, neredeyse bütün bir gündem buna kilitlenmiş durumda. Peki, nedir bu olup bitenler, ya da bu süreç nasıl okunmalıdır? Bu sorunun cevabını vermeden önce, mevcut Kürt hareketinin, yani PKK’nın analizini

ve tanımını doğru yapmak gerekiyor ki, bu soru da doğru cevaplanabilsin. Bilindiği gibi Kürt hareketinin siyasal önderliğini ve askeri gücünü ifade eden PKK, esasen 1978 yılı itibariyle bir siyasal güç olarak tarih sahnesine çıkmıştır.

PKK, başlangıçta, nihai olarak sosyalizmi hedeflediğini ama önceliğinin bağımsız bir Kürdistan olduğunu ilan etmiştir. Daha doğrusu, PKK, Kürdistan’daki mücadelesini öncelikli olarak bir “Milli Demokratik Devrim” olarak tanımlamıştır. PKK’nın amacı, kuruluş kongresinde aynen şu şekilde izah edilmektedir: “Kürdistan’da partinin yürüttüğü devrim bir ulusal demokratik devrim olup, başlıca özellikleri şunlardır: a) Devrimin 2 temel yanı vardır. Milli ve demokratik yanı. Milli yanı, sömürgeciliğin siyasal, askeri, ekonomik, kültürel alandaki hâkimiyetini hedef almaktadır. Devrimimiz ilk planda bu yanı ön plana alarak gelişmiştir. Milli çelişki baş çelişki olup, diğer toplumsal çelişkilerin çözümünde tayin edicidir. Devrimin ikinci yanı demokratik yanıdır. Demokratik devrim, toplumda orta çağdan kalma çelişkileri temizlemeyi hedef almaktadır. Bunlar feodal, komprador sömürüsü, aşiretçilik, mezhepçilik, kadının kölece bağımlılığı gibi çelişkilerdir. Bu çelişkiler çözüldükçe toplum demokratik bir nitelik kazanmaktadır.

3


Komünist Zemin Devrimin bu iki yanı arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Demokratik devrim hâkim yan olan milli devrime bağlı olarak gelişmektedir. Milli devrimin gelişmesi de toplumdaki demokrasinin gelişmesine çok yakından bağlı olmaktadır.” Özetle, 1978 yılında PKK’nın kuruluş kongresinde, Kürdistan’da yürütülen ya da yürütülecek olan mücadelenin öncelikli amacı, “BAĞIMSIZ BİRLEŞİK KÜRDİSTAN’IN KURULMASI”; Stratejisi ise, “UZUN SURELİ HALK SAVAŞI” olarak açıklanmıştır. PKK’nın kuruluş programında “Kürdistan Devriminin Görevleri” ise şu şekilde ortaya konmaktadır: “Devrimimizin en yüce amacı, sınıfsız topluma doğru ilerlemektir. Bu toplumun ilk evresi olan sosyalizme varmak zorunlu bir aşama olup, devrimimiz esas olarak şu görevleri gerçekleştirecektir.” PKK’nın, 1978–80 arası dönemde Kürdistan’da etkili bir hareket olduğu söylenemez. 1980 Askeri Darbesi ile birlikte ise PKK, ağır bir fiziki darbe almış ve kurucu kadrolarının neredeyse tamamı tutsak düşmüştür.

A. Öcalan ve onunla birlikte Suriye’ye geçmeyi başaran dar bir grup ile kısa sürede yeniden örgütlenen PKK, 1982 yılı itibariyle Kuzey Kürdistan’a dönüş kararı almış ve 1984 yılında ise yeniden tarih sahnesine çıkmıştır. PKK, 1984 yılında yeniden tarih sahnesine çıktığında, 1978 yılında ilan etmiş olduğu amaç ve stratejisinde herhangi bir değişiklik yapmamış olmasına rağmen, 1984 yılındaki

4

PKK, 1978 yılındaki PKK’ya göre daha ulusalcı bir söyleme sahiptir. Aslında 1978 yılında yapılan 1. Kongre’de nihai hedef olarak savunulan sosyalizm fikri, 1995 yılında yapılan 5. Kongre’ye kadar olduğu gibi korunmuştur. Ama buna rağmen PKK, özellikle 1984 yılı itibariye, gerek söylemi bakımından, gerek kitle bileşimi bakımından, gerek izlediği politika bakımından, gerekse de kurduğu ittifaklar bakımından, klasik anlamda ulusal bir örgüttür. Ama gerek ilk kurucu üyelerinin sosyalist kökenli oluşları, gerek kurulduğu yıllarda sosyalist hareketin yükseliş döneminde oluşu, gerekse de Sovyetler Birliği’nin varlığı, PKK’daki sosyalizm söyleminin varlığını sürdürmesine neden olmuştur. 1995 yılına gelindiğinde ise, PKK’nın sosyalist kökenli kadrolarının önemli bir kısmının devlet tarafından katledilmiş olması, bir kısmının ise PKK tarafından tasfiyesi ve Sovyetler Birliği ile Doğu Bloğu ülkelerinin çöküşüyle birlikte sosyalizm düşüncesinin bir çekim merkezi olmaktan ziyade, bir kaçış merkezi olması dolayısıyla PKK, hızla sosyalist söylemini terk etmiş ve kelimenin tam anlamıyla ulusal bir örgüte dönüşmüştür. Aslında iyi de olmuştur. Çünkü ulusalcılıkla sosyalizmi aynı potada eritmeye ya da harmanlamaya çalışmak, eşyanın tabiatına aykırıdır. Ne var ki Komintern’in ulusal kurtuluş hareketleriyle kurmuş olduğu pragmatik ilişki, ulusal hareketlerin de sosyalizm hareketiyle fiziki ve pragmatik ilişki kurmasına yol açmış ve bu ilişkinin sonucu olarak da sömürgeci devletlerle çatışma halinde olan birçok ulusal kurtuluşçu hareket, ulusalcı programlarını sosyalist söylemlerle harmanlamak durumunda kalmıştır. Öyle ki, Arap milliyetçiliğinin ideolojik ve siyasal ifadesi olan BAAS milliyetçi hareketi bile amacını “Birleşik sosyalist Arap devleti” olarak ifade etmiştir. Bu tarihsel arka plandan PKK’nın da etkilenmesi kaçınılmazdı, öyle de oldu. Sovyetler Birliğinin dağılmasına bağlı olarak sosyalist hareketin de ciddi bir geriye çekilme dönemine girmesi, PKK’nın da programında sosyalizmin ayak izlerini taşıyan yanları programından çıkarmasına ve daha ulusalcı bir söylem benimsemesine yol açmıştır. 1999 yılına gelindiğinde ise artık başka bir PKK söz konusudur. 1999 yılında Abdullah


Komünist Zemin Öcalan’ın ABD tarafından Türkiye’ye teslim edilmesiyle birlikte PKK, gerek bu tarihe kadarki amaç ve stratejisinden, gerekse de temel tezlerinden köklü bir biçimde kopmuş ve gelinen aşamada artık bir ulusal kurtuluş hareketi olmaktan da uzaklaşmıştır.

lık masasına oturması yadırganacak bir durum değildir. PKK’nın gerek kuruluş dönemine, gerekse de yeniden doğuş olarak adlandırılan 1984 çıkışına baktığımızda, klasik bir ulusal kurtuluş hareketi tanımlamasına uygun bir programa ve davranışa sahip olduğunu görürüz. Kuruluşunu 1978 yılında ilan eden PKK, öncelikli amacını ve nihai amacını çok net bir biçimde şöyle ortaya koyuyordu: “Kürdistan İşçi Partisi'nin nihai amacı, her türlü sınıf egemenliğine, sömürü ve zulme son vererek, sınıfsız toplumu gerçekleştirmektir. Kürdistan’ın bütünlüğünü sağlamayı hedef edinen Kürdistan İşçi Partisi ilk aşamada, Türk sömürgeciliğini, onunla uzlaşan Kürt komprador burjuvazisi ile feodal gericiliği ve bu güçleri ayakta tutan emperyalizmin yurdumuz üzerindeki egemenliği yıkıp Kürt ulusunun KENDİ KADERİNİ BİZZAT KENDİSİNİN TAYİN HAKKINI gerçekleştirecektir.”

Peki, eğer PKK”nın siyasal önderliğindeki Kürt hareketi bir ulusal kurtuluş hareketi olmaktan çıktıysa, o halde nedir ya da neyin hareketidir? Bu soruya doğru cevap verebilmek için, öncelikle ulusal kurtuluş hareketinin ne olup, ne olmadığını belirlemek gerekiyor. Ulusal kurtuluş hareketlerinin en temel özelliği, karşı tarafı yani egemen olan ulusu ve ulus devleti sömürgeci olarak ilan etmek, sömürgeci gücün siyasi, ideolojik, kültürel, ekonomik ve fiziki varlığını reddederek sömürgeci gücü kendi coğrafyasından söküp atmak ve nihayetinde bir ulus devlet kurmaktır. En özlü biçimiyle ulusal kurtuluş hareketlerinin nihai hedefi, ayrı devlet kurmaktır. Ezilen bir ulus hareketinin nihai amacı ayrı devlet kurmak, en asgari hedefi ise, sömürgeci devlet ile eşit koşullarda bir ortaklık kurmaktır. Yoksa bir ulusal kurtuluş hareketinden beklediğimiz, antikapitalist bir tutuma sahip olması, egemen devleti devirmesi değildir. Ulusal kurtuluş hareketlerinin bu türden bir misyonu olamaz. Dolayısıyla da ulusal bir hareketin, yeri geldiğinde düşmanıyla pazar-

PKK, 1978 yılında ilan ettiği bu amacına 1995 yılında yapılan 5. Kongre’ye kadar bağlı kalmış, Sovyet Rusya ve ona bağlı uydu devletlerin Batı ile bütünleşmesinin etkisiyle 5. Kongre’de Program üzerinde kimi değişikliklere gidilmiş, bunun dışında programın temel ruhuna, yani “Bağımsız Kürdistan” anlayışına bağlı kalınmıştır. Gerek PKK’nın niteliksel bir değişikliğe gitmesi, gerekse de Kürt ulusal hareketinin nitelik değiştirmesi Abdullah Öcalan’ın ABD tarafından Türk devletine teslim edilmesi ile olmuştur. Eğer PKK’nın 1984 çıkışını Kürtler açısından bir Milat olarak kabul edecek olursak, aynı şekilde Abdullah Öcalan’ın Türk devleti tarafından teslim alınması da gerek PKK açısından, gerekse de Kürt ulusal kurtuluş hareketi açısından tersinden bir Milat olmuştur. Bu tarih itibari ile gerek PKK, gerekse de siyasal Kürt ulusal hareketi, günden güne bir ulusal hareket olma özelliğini yitirmiş, bir ulusal hareket olmaktan ziyade, eşit haklar eksenli sosyal bir harekete dönüşmüştür. Nasıl mı? Bir hareketi ulusal hareket olarak tanımlayabilmek için, o hareketin bileşenlerinin aynı milletten olmalarından yola çıkamayız. Hareketin niteliğini belirleyen, talepleri ve nihai olarak hedeflediği amaçtır.

5


Komünist Zemin Bu nihai amaç ise, egemen olan ulustan ayrılma hakkıdır. Bu ayrılığın ille de ayrı bir devlete dönüşmesi gerekmiyor, önemli olan ayrılma hakkının kabulüdür. Ezilen ulusun ayrılma ve eğer isterse ayrı devlet kurabilme hakkı kabul gördükten sonra, ezilen ulus isterse ayrı devlet kurar, isterse de egemen olan ulusun bir eşiti olarak onunla ortak bir devlet örgütlenmesine gider; bu kısmı önemli değildir. PKK ve onun siyasal önderliğindeki Kürt ulusal hareketi de, 1999 yılı Kasım ayına kadar, yani A. Öcalan, ABD tarafından Türk devletine teslim edilinceye kadar bu çerçeveye uygun bir davranış içerisinde olmuştur. Bu tarihe kadar PKK, bağımsız bir Kürdistan fikrine hep bağlı kalmış, Türk devletini işgalci güç olarak görmüş, Lozan antlaşmasını Kürdistan’ın yeniden sömürgeleştirilmesi olarak tanımlamıştır. 1999 yılı Kasım ayına kadar PKK tarafından savunulan bütün bu görüşler ve talepler, klasik anlamda ulusal bir hareketin söylemidir. Ama 1999 yılı itibariyle savunulanlara baktığımızda, savunulanların ulusal bir hareketle alakasının olmadığını görürüz. Bu son on yıllık zaman zarfında PKK adına Abdullah Öcalan tarafından savunulan fikirler ve ileri sürülen teklifler oldukça çelişkili ve değişkendir. Daha da önemlisi, A. Öcalan tarafından savunulan ve ileri sürülen fikirlerin ve tekliflerin hiç birisi ulusal ve ulusal bağımsızlıkçı değildir. Son on yıl boyunca neler savunmuş Abdullah Öcalan, bir göz atalım. A. Öcalan, Türk devletine teslim edildikten sonra ilk olarak "Demokratik Cumhuriyet" projesini ortaya attı. Kürtler, “Demokratik Cumhuriyet” projesinin ne olup, ne olmadığını anlamakla meşgullerken, A. Öcalan, bu kez de "Demokratik Konfederalizm” fikrini ortaya attı. Bu da olmadı, bu kez “Anayasal Yurttaşlık" fikrini ortaya attı, bu da olmadı, bu kez "Üçüncü Alan Teorisi" fikrini ortaya attı, bu da olmadı, bu kez "Demokratik Ortadoğu Federasyonu" fikrini ortaya attı, bu da olmadı, "Demokratik Ekolojik Toplum" fikrini ortaya attı, bu da olmadı, bu kez "Demokratik Özerklik" fikrini ortaya attı ve en son olarak ta “1921 Anayasası’na dönüş” fikrini ortaya attı. Bütün bunlar, son on yıl içinde A. Öcalan tarafından savunulmuş ve devlete teklif olarak sunulmuştur. Burada sormak gerekiyor, yu-

6

karıda sıralananlardan hangisi ulusal bağımsızlığı hedefleyen ya da ulusal nitelik taşıyan bir içeriğe sahiptir? A. Öcalan tarafından ortaya atılan bu projelerin ne anlama geldiğini tek tek inceleyecek olursak, bu projelerden hiç birisinin ulusal bağımsızlıkçı olmadığını pekâlâ görebiliriz. Öncelikle şu “Demokratik” sıfatı taşıyan önerilerinden başlayacak olursak, bunlar tek kelimeyle burjuva saçmalıklardır. Yani burjuvazinin sınıf egemenliğinin birer biçiminden başka bir şey değildir. Çünkü sınıflı bir dünyada esas olan sınıfın egemenliğidir ve her devlet nihayetinde bir sınıfın tahakküm aracıdır. Dolayısıyla da, söz konusu rejimin hangi sıfatla tanımlandığının bir önemi yoktur, burada önemli olan onun sıfatı değil, niteliğidir. Burada bir başka yanılgı ise, “Demokratik Konfederalizm” ve “Demokratik Ortadoğu Federasyonu” önermeleriyle ilgilidir. Birincisi, her iki önermede de devletin sınıfsal karakteri saklıdır. İkincisi ise, her iki önerme de ulusal bağımsızlık hedefiyle alakasızdır. Çünkü bu formasyonlardan biri, farklı ulusal devletlerin ortak bir devletler birliğini, diğeri ise, ortak devletini gerektirir. Ve her ikisinin gerçekleşebilmesinin ön şartı ise, öncelikli olarak güçlerin karşılıklı olarak birbirlerini ve ayrılma haklarını tanımasıdır. Keza, A. Öcalan tarafından önerilen “Üçüncü Alan Teorisi” de, tıptı “Demokratik” takısı taşıyan diğerleri gibi, bir burjuva uydurmadır. A. Öcalan tarafından yeni bir buluşmuş gibi sunulan bu programın adı: Sivil toplumculuktur. Dolayısıyla da Öcalan tarafından önerilen bu projelerin hiç birisinin Kürt ulusal kurtuluş mücadelesiyle alakası yoktur. “Demokratik Ekolojik Toplum” projesi ise, A. Öcalan’ın Murray Bookchin’in Ekolojik Toplum anlayışından çalınmış kimi fikirlerin tahrifatına dayanan bir burjuva uydurmadır. Bu projenin de Kürtlerin ulusal kurtuluş talepleriyle alakası olmadığı gibi, Murray Bookchin’in anlayışıyla da uzaktan da olsa bir alakası yoktur. Çünkü Murray Bookchin’in anlayışı, hem insanın insan üzerindeki, hem de insanın doğa üzerindeki her türlü tahakkümünü doğrudan reddeder. “Demokratik Özerklik” ve “1921 Anayasası’na dönüş” projelerine gelecek olursak, bu iki proje Kürtlerin ulusal haklarıyla doğrudan


Komünist Zemin alakalı olanlardır. Ama Kürtlerin ulusal kurtuluşlarına hizmet etmeyen projelerdir. “Demokratik Özerklik” diye adlandırılan proje, Kürtlerin özlük ve ulusal egemenlik haklarıyla alakası olmayan bir projedir. Bunun böyle olduğunu DTP’nin yetkili ağızları da teyit etmektedirler. DTP yetkilerinin de deyimiyle, “Demokratik Özerklik” Kürt bölgesi için değil, bir bütün olarak Türkiye için önerilen bir projedir. Aslında “Demokratik Özerklik”ten kastedilen, yerel yönetimlerin güçlendirilmesidir. Bu projenin ulusal bir talep olmadığı tartışma götürmez bir gerçektir. Bu da yeni bir şey değil, on yıllardan bu yana özellikle birçok Batılı ülkede, kimi ülkelerde “Federal” adı altında, kimi ülkelerde ise “Eyalet” adı altında uygulanan bir projedir. 1921 Anayasası ise, Kürtler açısından hiç de temel alınabilecek bir metin olmadığı gibi, Kürtlerle Türkler arasında yapılmış bir anlaşmanın metni de değildir. 1921 Anayasası, İttihatçı kadrolar ile Kürt ağaları ve aşiret reisleri arasında yapılmış bir mutabakattır.

1921 Anayasası’nda Kürtlerin varlığının kabul edilip, Kürt bölgeleri üzerinde Kürt beylerinin muhtariyetinin tanınmasından başka bir şey olmayan 1921 Anayasası’nın, bugün bir zemin olarak kabul ediliyor olması Kürtler açısından bir ironiden başka bir şey değildir. Kaldı ki, öyle söylenildiği gibi 1921 Anayasası’nda, Kürtler ile ilgili herhangi bir özel madde de yoktur. 1921 Anayasası’nın dili biraz farklıdır hepsi bu. Örneğin 1921 Anayasası’nda devletin dilinin ne olacağı belirtilmezken, 1924 Anayasası’nda devletin dili “Türkçedir“ denilir. Yine aynı şekilde, 1921 Anayasası’nda “Millet“ kavramına yer verilip, “Türk Milleti kav-

ramı yer almazken, 1924 Anayasası’nda “Millet“ kavramı yerini “Türk Milleti“ kavramına bırakır. Ya da 1921 Anayasası’nda “Milliyetçilik” kavramı yer almazken, 1924 Anayasası’nın 2. Maddesinde: “Türkiye Devleti Milli-

yetçi, Halkçı, Devletçi Laik ve Devrimcidir. Devlet dili Türkçedir…” diye yazar ve ilk kez milliyetçilik sıfatı da burada ortaya konulmuş olur. Keza 1921 Anayasası’nda devletin dili tanımlanmazken, 1924 Anayasası’nda devletin dilinin “Türkçe” olduğu da belirtilmiş olunur. Özcesi, 1921 Anayasası, öyle söylenildiği gibi Kürtleri kurucu unsur olarak kabul eden ve iki milletli bir cumhuriyetin anayasası değildir. Cumhuriyetin kurucu kadrolarının gündemine Kürtler birkaç kez ve ama bir tek nedenden dolayı girmiştir. Nedeni ise, bağımsız bir Kürt devleti olasılığını bertaraf etmektir. Bilindiği gibi cumhuriyetin kurucu kadrolarının gündemine Kürt meselsi ilk kez 1919 yılında girmiş ve ilk yazılı beyan da bu tarihte ortaya çıkmıştır. Tarihe “Amasya Tamimi” olarak geçse de, bu belgenin “Amasya Tamimi” ile alakası yoktur. Mustafa Kemal ve diğer İttihatçı kadroların baskısıyla İstanbul’daki Damat Ferit Paşa hükümeti istifa etmiş ve yerine İttihatçılara yakınlığı ile bilinen Ali Rıza Paşa, hükümeti kurmakla görevlendirilmiş ve bunun akabinde 20–23 Ekim 1919 tarihinde İstanbul Hükümeti ile İttihatçı kadrolar arsında siyasi bir uzlaşma metni imzalanmıştır. İşte bu uzlaşma metinini oluşturan unsurlardan bir tanesi de Kürt meselesi ile ilgilidir. Hazırlanan metnin Kürtlerle ilgili kısmında şöyle denilmektedir: "Beyannamenin birinci maddesinde Osmanlı Devleti'nin düşünülen ve kabul edilen sınırının (Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsadığı ve Kürtlerin Osmanlı toplumundan ayrılmasının imkânsızlığı izah edildikten sonra bu sınırın) en asgari bir talep olarak kabul edilmesinin temini lüzumu müştereken kabul edildi. (Bununla birlikte, Kürtlerin gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırk hukuku ve sosyal haklar bakımından desteklenmelerine, daha iyi duruma getirilmelerine izin verilmesine ve yabancılar tarafından) Kürtlerin bağımsızlığını gerçekleştirme amacını güder gibi görünerek yapılmakta olunan karıştırıcı-

7


Komünist Zemin lığın önüne geçmek için bu hususun şimdiden Kürtlerce bilinmesi hususu uygun görüldü..." Burada yazılandan da anlaşılacağı gibi, Kürtlerle ilgili güdülen asıl amaç, bağımsız bir Kürt devletinin oluşabilme ihtimalini ortadan kaldırmaktır. Yani daha başından beri Cumhuriyet kadrolarının, iki uluslu bir devlet kurmak gibi bir niyetleri yoktur. Bu kadroların maksadı, Kürtlerin önünü kesip, ellerini ve ayaklarını bağlamak, sonrada tabi kılmaktır. Zaten olan da budur. Özcesi, A. Öcalan tarafından dile getirilen ve DTP ve Kürt kitlesinin ezici çoğunluğu tarafından da kabul edilen projelerin hiçbirinin ulusal bağımsızlık ya da ulusal kurtuluşla alakası yoktur. İşte tam da bu nedenlerden dolayıdır ki biz, özellikle 1999 yılı sonrası Kürt hareketinin siyasal önderliği tarafından izlenen politika ve anlayış itibariyle mevcut olan hareketi ulusal bir hareket olarak tanımlamak mümkün değildir diyoruz. Bu hareket, bugün durduğu zemin itibariyle bir eşit haklar ya da “azınlık hakları” hareketine dönüşmüştür. Öyle sanıyoruz ki, bugün Kürt hareketinin bulunduğu zemine düşmüş olan bir başka ulusal hareket yeryüzünde yoktur ve mevcut olmamıştır. En uzlaşmacı ulusal örgütlenmelerden biri olan FKÖ bile, “İki ayrı devlet”te ısrar etmektedir. Yani İsrail’in varlığını tanımakla birlikte, “Bağımsız Filistin Devleti”nden vazgeçmemektedir. Yine yeryüzünde hiçbir ulusal hareket yoktur ki, kendi katiline âşık olsun ve katilinin işlediği cinayetlerden dolayı kurbanları sorumlu tutsun. Yeryüzü ezilenleri bu vesileyle bir ilk ile de tanışmış oldular; demek ki “haklı zulüm” de mümkün imiş! Demek ki ezilenin her isyanı haklı olmayabilirmiş! Demek ki, egemenlerin de kendi egemenliklerini sürdürebilmek için esaret altında tuttukları toplulukları katletmeleri de anlaşılır bir durum imiş! Tıpkı Abdullah Öcalan’ın Şeyh Said ayaklanmasını kanla bastıran Mustafa Kemal Cumhuriyeti’ni anlayışla karşılayıp, aklaması gibi. Bakın, A. Öcalan Seyh Said isyanıyla ilgili nasıl bir değerlendirmede bulunuyor: “Ben Şeyh Sait ve Seyit Abdulkadir’e İngiliz ajanı diyemem, demem ancak İngiliz oyunlarını görememişlerdir, İngiliz politikalarına

8

alet olmuşlardır. Bildiğiniz gibi Seyit Abdulkadir de oyuna getirilerek İngilizlerle görüştüğünü sanırken Mustafa Kemal’in gönderdiği kendine İngiliz ajanı süsü veren şahıslarla görüşmüştü. Bu nedenle idam edilmişti. Aslında Mustafa Kemal o kadar Kürt düşmanı değildir. Mustafa Kemal gerçekte Türk toplumundan da gizlenmiştir. İzmir’deki konuşmasında Kürtler için muhtariyet düşünülebileceğini söylemiştir. İngilizler Mustafa Kemal’den intikam almaya çalışıyorlardı. İngilizler o zaman Musul Kerkük’te petrol olduğunu keşfetmişlerdi, bu nedenle buraları almak istiyorlardı. Mustafa Kemal’in iradesi iki yerde kırılmıştır. Bunlardan birincisi Musul ve Kerkük’ün elden çıkarılmasıdır. Aslında Musul ve Kerkük’ün alınması İngilizlerin Mustafa Kemal’den aldığı intikamdır. İngilizler Mustafa Kemal’e ‘Sen Samsun’a 1919’da bizim iznimizle bir Osmanlı Paşası olarak gittin ama bizim politikalarımızın ve bizim söylediklerimizin dışına çıktın’ diyordu. Bunun için Mustafa Kemal’in iradesini kırmaya çalıştılar. Çünkü Mustafa Kemal İngiliz oyunlarını görüyor, bozmaya çalışıyordu. Ben de bu gün İngiliz oyunlarını görüyorum ve bozuyorum. Hatta Musul ve Kerkük’ün ayrılma sürecinde Meclisteki Kürt milletvekilleri buna karşı çıkmıştır, ‘bizi bölmeyin’ demişlerdir. Mustafa Kemal ‘yapabileceğim bir şey yok’ demiştir. Şeyh Sait İsyanı’nın çıkması da Musul ve Kerkük’ün elden çıkmasını, Kürtlerin bölünmesini hızlandırmıştır.” (A. Öcalan’ın 3 Aralık 2008 tarihinde Avukatlarıyla yapmış olduğu görüşme notlarından.) Yine aynı şekilde, yeryüzünde hiçbir ulusal hareket yoktur ki, kendini sömürgeleştirmiş bir devlet ile ortak “misak-i milli” sınırlar oluşturmaktan, sömürgeci güce başka devletler tarafından sömürgeleştirilmiş topraklarını da peşkeş çekmeye kalkışsın.


Komünist Zemin Abdullah Öcal’ın Avukatlarıyla yaptığı görüşme notlarından okuyalım: “Lozan güncelleştirilmeli. Kürtler demeli ki ‘biz Sevr’i kabul etmiyoruz. Kendi Lozan’ımızı yapmak ve güncellemek istiyoruz”. Biliniyor, Lozan imzalanırken İsmet İnönü, yanında iki Kürt milletvekili de götürerek, ‘bunlar Kürt’tür, Kürtlerin temsilcisidir’ diye tanıtmış; ‘Biz sorunu kendi içimizde çözeceğiz” demiştir. İsmet İnönü’nün yanında götürdüğü milletvekilleri Diyarbakır milletvekilleriydiler. Biz Lozan’ı güncelleyerek İkinci Lozan’ı hayata geçirmeliyiz.” Buradan da anlaşılacağı gibi Öcalan, geçmişte Osmanlı İmparatorluğu işgalinde olan Kürdistan vilayetlerini, Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olan bugünkü Türk Devleti’nin “Misak-i Milli” sınırlarının bir parçası yapmayı öneriyor.

Öcalan’ın yürüttüğü mantık şu: “Türk devleti Kuzey Kürtleri ile bütünleşirse, Kürt nüfusunun çoğunluğu da Kuzeyde yaşadığından, bu çoğunluğa dayanarak Güney Kürdistan’ı da Misak-i Milli olarak ilan edip, Musul ve Kerkük üzerinde hak iddia edebilir.” Tabii ki Öcalan bütün bunları iş olsun diye dillendirmiyor, bunu yaparken, Osmanlı İmparatorluğu’nun geçmişte işgal ettiği coğrafyalar üzerinde her daim bir plana sahip olan Türk devletinin ve Turan ülküsü güden Türk ırkçılarının gizli emellerine hitap etmek ve onlarla, “ortak vatan, ortak ülkü” anlayışı üzerinden bir ortaklık kurmak istiyor. Kürt hareketinin siyasal önderi, hangi nedenlerden dolayı bu tür şeyler söyler, biz

bunun tartışmasına girmeyeceğiz; çünkü bu konudaki söylentiler muhteliftir ve spekülatif kalmaya mahkumdur. Bizi ilgilendiren nedenleri ve niçinler değil, bütün bunların ulusal bir hareket olma çerçevesinde mütalaa edilip edilemeyeceğidir. Bizim hareket noktamız budur. Ve biz buradan hareketle, gerek talepleri, gerek hedefleri, gerek anlayışı bakımından bu hareketi ulusal bir hareket olarak tanımlamanın artık mümkün olmadığını düşünüyoruz. Hareketin son on yılına baktığımız zaman bu hareket, kimi zaman bir eşit haklar hareketi olarak, kimi zaman ise bir sosyal hareket olarak karşımıza çıkmaktadır. Hareketin söylemi her ne kadar Kürt ulusu vurgusu taşıyor olsa da, hareketin talepleri sömürgeci gücün bir bileşeni olmaya endekslidir. Kürt hareketinin Türk devleti ile olan görüşmeleri açmaza girdiğinde, Kürt hareketi zaman zaman yeniden çıtayı yükseltse de, hareketin temel talepleri ulusal bağımsızlıkçı talepler değildir. Kürt halkının varlığını tanınmak ve bunu anayasal güvence altına almak, Kürtçe dilini serbest bırakmak, Kürt enstitüleri açmak, Kürt yerleşim yerlerine Kürtçe adlarını yeniden vermek ya da anayasaya, “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes Türk’tür”, yerine “Herkes Türkiyelidir” diye yazmak, nasıl ki Kürtlerin varlık hakkını tanımak anlamına gelmez ise, aynı şekilde bu talepleri savunmak da bir hareketi ulusal hareket yapmaz. Bir hareketi ulusal yapan, kendi egemenlik hakkını savunmak, dolayısıyla da bir başka devletin kendi yaşamı ve coğrafyası üzerindeki egemenliğini kayıtsız şartsız reddetmektir. Peki, PKK’nın Kürt halkı adına bütün bunları yapma ya da Kürtlerin geleceğini belirleme hakkı var mıdır? Tabii ki hayır. PKK, Kürt ulusal mücadelesi ile özdeşleşmiş ve Kürt ulusal kurtuluşuna çok şey katmış bir güç olabilir, ama bu, ona bir halkın kaderini belirleme hakkını vermez. Hiçbir güç, “Biz kazandık, biz kaybederiz” diyebilme hakkına sahip değildir. Kaldı ki, ne PKK yoktan var olmuştur, ne de Kürt ulusal mücadelesi PKK ile var olmuştur. Bu, tarihi bir süreçtir, bu tarihi süreç nasıl ki PKK’yı var

9


Komünist Zemin etmiş, ona çok şey katmış ise, aynı şekilde PKK da Kürt halkının varoluş mücadelesine çok şey katmıştır. Yani PKK çevrelerinin iddia edip, Kürt halkını da inandırdıkları gibi PKK, Kürt halkını yoktan var etmiş değil. Ne tarih böyle oluşuyor ne de tarihsel olaylar böyle gelişiyor. PKK, “barış” projesine Kürt halkının çoğunluğunu ikna etmiş olsa bile, bu ona ve yaptığı “barış”a bir haklılık kazandırmaz. Yapılan şeyin meşru olabilmesinin yolu, sürece çoğunluğu kazanmaktan değil, ilke ve prensiplere uygun davranılıp davranılmadığından geçiyor. Kürt meselesinin biricik ilke ve prensibi ise, ayrı bir halk olarak geleceğini özgürce tayin etme hakkıdır. Bir başka sorun ise, 40 Milyon Kürdün geleceğini ilgilendiren bir meselede PKK’nın ya da Kuzey Kürtlerinin herkes adına karar verip veremeyeceğidir. Çünkü Kuzey Kürtlerinin Türk devletinin Misak-i Milli sınırlarını ve Lozan’ı kabul etmek demek, Kürdistan’ın sömürgeleştirilmesinin de kabulü demektir. Özcesi, Lozan’ı reddedip, Kürdistan’ın yok sayılan coğrafyasını ve bu coğrafyada yaşayan halkın kendi geleceğini özgürce belirleme hakkını içermeyen hiçbir anlaşma meşru değildir ve hiçbir gücün Kürtler adına ve gelecek kuşaklar adına bu tür bir anlaşma yapma hakkı yoktur. Peki, bu durumda Komünistlerin tutumu ne olmalıdır? Komünistlerin ezilen ulusların mücadelesi karşısındaki tutumları açıktır; ezilen ulusun mücadelesi meşrudur ve komünistler bu mücadelede ezilen ulustan yana taraftırlar. Ama bu, ezilen ulusun ya da onun siyasal önderliğinin her davranışının da meşru olduğu ya da komünistler tarafından savunulacağı anlamına gelmez.

10

Örneğin, Güney Kürtlerinin mücadelesi her daim haklı bir mücadeleydi, ama en son Irak’ın ve bölgenin ABD tarafından işgaline ortak olma yoluyla kendi kurtuluşlarını sağlama yoluna gitmiş olmaları meşru değildir ve bu durum komünistlerin taraf olacağı bir durum değildir. Bir ulusun bağımsızlık mücadelesi bir başka ulusun ya da halkın esaretiyle sağlandığı taktirde, o ulusun bağımsızlık mücadelesi meşruiyetini yitirir. Aynı şekilde Kuzey Kürtlerinin sömürgeci Türk devletine karşı yürütmüş oldukları ulusal kurtuluş mücadelesi de meşrudur. Ama eğer Kuzey Kürtleri, Kürdistan’ın sömürge statüsünü onaylayıp, sömürgeci devletin bir bileşeni olma yoluna girerlerse, bununla da yetinmeyip, Türk devletinin bölgesel emperyal bir güç olmasına katkı sunmaya, Kürdistan’ın diğer parçalarını Türk devletine peşkeş çekmeye soyunacak olurlarsa, bu durumda Kuzey Kürdistan’daki ulusal kurtuluş mücadelesi de meşruiyetini yitirmiş olurlar. Esasen Kuzey Kürtleri adına PKK’nın yapmaya çalıştığı ya da PKK’nın Kuzey Kürtlerine yaptırmaya çalıştığı tam da budur. O halde; komünistler, sömürgeciliği meşrulaştıran ve ona eklemlenerek onunla özdeş olmaya aday hareketlerle aralarına mesafe koyarlar ve bu tür siyasal girişimlerin destekçisi olmak yerine, bu tür siyasal yönelişleri teşhir ederler. Bu noktadan hareketle, bugünkü Kürt siyasal hareketinin yönelişi karşısında Komünistlerin tutumu, Kürtlerin meşru haklarını Kürt hareketinin siyasal önderliğine rağmen savunmak, sömürgeci Türk devletinin bölgedeki varlığına karşı çıkmak ve Lozan’da parçalanarak uluslar- arası sömürge durumuna getirilen Kürdistan’ın işgalini kırmaya dönük mücadelelerle omuzdaş olmaktır.


Komünist Zemin

Sosyalist Solun 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi Öncesi, Darbe Karşısındaki ve Darbe Sonrası Tutumu Üzerine Biz bu yazıda 12 Eylül Askeri Darbesi’nin değil, gerek askeri darbe öncesi süreçte, gerek askeri darbe karşısında, gerekse de askeri darbe sonrası süreçte sosyalist solun tutumunun muhasebesini yapmaya çalışacağız. Çünkü askeri darbe ve askeri darbenin nedenleri üzerine neredeyse 30 yıldır yazılıyor ama bu sürecin en başlıca aktörlerinden olan sosyalist solun gerek askeri darbe öncesi süreçteki, gerek askeri darbe karşısında, gerekse de askeri darbe sonrası süreçteki tutumu üzerine bir muhasebe yapılmadı. “Bir dönemin muhasebesi” adı altında yazılanlar ise, bir muhasebeden ziyade, ya günah çıkarmaya dönüktü ya da iman tazelemeye dönük. Biz ise bugüne kadar yapılmayanı yapmaya çalışacağız. Burada bir noktanın daha altını çizmek istiyoruz. Bu yazı kapsamında sosyalist sol başlığı altında yalnızca ve yalnızca Türkiye’deki sosyalist solu tartışacağız, Kürt solu ve Kürt ulusal hareketi bu tartışmanın kapsamı dışındadır. Çünkü Kürtler ve Kürdistan’da verilen mücadele kendi içinde özgünlüklere ve farklı dinamiklere sahiptir. Bunun da ötesinde Kürtler için 12 Eylül’ün anlamı ve sonuçları oldukça farlıdır. Bu nedenlerden dolaylıdır ki Kürdistan coğrafyasını ve bu coğrafyanın ulusal kurtuluşçu ve devrimci güçlerini tartışmamızın dışında tutacağız. 12 Eylül 1980 Öncesi Süreç ve Sosyalist Sol Bilindiği gibi 12 Mart 1971 yılında askeri bir darbe yapılmış ve sosyalist solun üç ana akımı olarak henüz daha yeni tarih sahnesinde yerini almış olan THKO, THKP/C ve TKP/ML fiziki olarak etkisiz duruma getirilmişti.

Bu üç hareketin lider kadrolarının nerdeyse tamamı devlet tarafından katledilmiş, sağ kalan az sayıdaki lider kadro ise hapsedilmişti.

12 Mart 1971 yılında yapılan askeri darbe sonrası tutuklanan devrimci kadroların önemli bir kısmı, 1974 yılında bir af yasası sonucunda serbest bırakıldı. 1974 affıyla serbest bırakılan bu kadrolar, 12 Mart 1971 öncesi bağlı oldukları akımları yeniden yapılandırmak için harekete geçtiler. Özelikle 1976 yılı sonrası yükselmeye başlayan toplumsal muhalefeti de arkasına alan bu devrimci kadrolar, 12 Mart 1971 Askeri Darbesi ile fiziki olarak etkisiz kılınan örgütlerini, çok kısa bir zamanda yeniden ve daha güçlü olarak kurmayı başardılar. Öyle ki, 12 Mart 1971 Askeri Darbesi’nin arifesinde ortaya çıkan ve kadro ve taraftarları bakımından sayıları birkaç yüzle ifade edilebilen THKO, THKP/C ve TKP/ML akımlarının mirasçısı olan yapılanmalar, 1977 yılında sayıları binlerle, on binlerle ifade edilen kadro ve taraftarlarıyla yeniden tarih sahnesindeki yerini almıştı. Aslında bu düzeyde bir büyüme ne sosyalist solun, ne de devletin öngörebileceği bir durumdu.

11


Komünist Zemin Dolayısıyla da bu beklenmedik büyüme egemen güçleri paniğe düşürürken, sosyalist solu ise, kazanılmamış bir zaferin sarhoşu yapmıştı. Dolayısıyla da sosyalist sol, ne 12 Mart 1971 öncesi sürecin bir muhasebesini yapmış, ne 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi öncesi yükseliş sürecinin nedenlerini analiz edebilmiş, ne de bu sürece bağlı olarak gelişen ya da gelişebilecek karşı saldırıların ne anlama geldiğini anlayabilmişti. Ve 12 Eylül 1980 yenilgisinin ilk adımı da bu yolla atılmış olmuştu. 1974 yılında çıkan bir “af yasası” sonrası cezaevlerinde bulunan 12 Mart öncesinin kadroları, kısa bir zaman içerisinde yeniden bir araya geldiler ve yeniden ayrıştılar. Bu yeniden ayrışmanın sonucunda ortaya, hem de 2–3 yıl gibi oldukça kısa sayılabilecek bir zaman zarfında, neredeyse birbirleriyle hiçbir uzlaşma zemini kalmayan siyasi gruplar ya da örgütler çıktı. 1977 yılına gelindiğinde ise, her biri kendini 12 Mart öncesinin üç ana akımı olan THKO, THKP/C ve TKP/ML örgütlerinin mirasçısı olduğunu iddia eden onlarca grup mevcuttu. Ve tabii ki bu gruplar arasında anlaşılması ve izah edilmesi güç bir düşmanlık ta mevcuttu. Öyle ki, aynı geleneğin mirasçısı olduğunu iddia eden ve aynı geleneğin temel tezlerini savunan gruplar arasında bile izah edilemeyen bir “düşmanlık” vardı. Bu gruplar, birbirleriyle olan ayrılıklarını ne ideolojik olarak, ne de politik olarak izah edebiliyorlardı. Ama her grup bir diğer grubu, “mirasa ihanet”le ya da “revizyonist, oportünist, pasifist” olmakla suçluyordu. 12 Mart öncesi tarih sahnesine çıkmış bu üç akımı eleştirmek ihanetle eşanlamlıydı, dolayısıyla da ayrılıklar, 12 Mart öncesi ortaya çıkmış olan bu üç yapılanmanın eleştirisi üzerinden değil, bu üç akımın çizgisine ve pratiğine koşulsuz bağlılık yarışı üzerinden oluyordu. Yani bir grup, var olan yapılanmadan koparken, mevcut yapılanmayı mirasa uygun davranmamakla suçlayıp ayrılıyordu. Sosyalist solun önemli bir kısmını biri birine düşman kamplara bölen nedenler ne ideolojikti ne de politik. Ama buna rağmen her ayrılık kendisine bir taban bulabiliyordu. Bunun en büyük nedeni ise, sosyalist solun kendisini politik olarak kazanılmış değil, sosyal bağlar yoluyla etkilenebilen bir kitleye dayanma özelliğine sahip oluşuydu.

12

Bundan dolayıdır ki sosyalist sol, 12 Eylül öncesi devasa bir kitleselleşmeye ulaştığı halde, kitlesel olarak siyasallaşamamıştır. Sosyalist solun 12 Eylül sonrası çok kısa bir süre zarfında ani çöküşünün en önemli nedenlerinden biri de işte bu siyasallaşamamış kof büyümedir. 12 Eylül öncesi sosyalist solun durumu bu merkezdeyken, kitle hareketlerinde muazzam bir kabarış ve kendi sorunları eksenli de olsa bir siyasallaşma söz konusuydu. Bir yandan 12 Mart Askeri Darbesi’nin yaratmış olduğu cendereyi kırmaya çalışan emekçi kesimlerin yeniden mevzi kazanma mücadelesi, bir yandan 70’li yıllara damgasını vuran kırsaldan şehirlere göç olayı dolayısıyla şehirlerde kendilerine yer açmaya çalışan yeni proleterler, bir yandan yeni liberal politikalar dolayısıyla ekonomi içerisindeki önemi gittikçe azalmış olan tarım sektörünün yıkımı dolayısıyla mağdur olan küçük üretici ve tarım emekçilerinin direnişi, bir yandan 12 Mart Askeri Darbesi’nin askeri kışlalara çevirdiği üniversitelerden yükselen ve “özgür üniversite, özgür eğitim” talep eden öğrenci hareketi, bir diğer yandan ise, yeniden muazzam bir yükselişe geçmiş olan sosyalist ve ulusal Kürt uyanışı tarih sahnesinde yeniden yer almaya başlamıştı. Özcesi; toplumun neredeyse bütün taşları yerinden oynamış durumdaydı. Sosyalist solun ise bütün bu kitlesel uyanışa öncülük edebilecek vizyonu ve yeterliliği mevcut değildi. Aslında sosyalist sol bu sosyal hareketlerin neredeyse tamamında yer almaktaydı ama bu hareketlerin birbirleriyle bağını kurmaktan ve bu sosyal hareketlerin kendilerinden menkul taleplerini siyasal iktidara karşı örgütleyebilmekten yoksundu. 1 Mayısı 1977, gerek sosyalist sol ile kitleler arasındaki organik kopukluğun anlaşılması bakımından, gerekse de gelişen kitlesel yükselişin uluslararası sermaye açısından ileride yol açacağı sıkıntıların anlaşılması bakımından bir milat olmuştur. Ama ne yazıktır ki 1 Mayıs 77’nin bir milat olduğunu uluslararası sermaye anlamış, sosyalist sol ise anlamamıştır.


Komünist Zemin Sosyalist solun bir kesimi, kitleler akın akın şehirlere göç ederken, onlar, savaşmak için kırlara çekilmeye hazırlanıyordu; bir diğer kesim ise, şehirleri esas almakla birlikte, kitlelerle birlikte değil, kitlelerden kopuk ve ayrı durup, ayrı vurmayı tercih etmekteydi. Kitlelerle kurulan bağ ise, kitlelerin dar ihtiyaçları üzerinden kurulmaktaydı. Örneğin; “hazine arazisi” diye adlandırılan araziler kırsaldan şehirlere göç etmiş yeni proleter ordunun neferlerine dağıtılıyordu, yeni oluşan gecekondu mahallerinin güvenliği sağlanıyordu, buralara yol yapılıyordu, yiyecek taşınıyordu vs. vs… Daha sonra ise, oluşan yeni mahalleler örgütler tarafından bölgelere ayrılıp, taksim ediliyordu. Böylece her örgütün bir bölgesi ve tebaası olmuş oluyordu. Hal böyle olunca da her örgüt kendi bölgesinin devleti gibi hareket ediyordu; istediğini bölgesine sokuyor, istemediğini sokmuyordu, mahkemeler kurup insanları yargılıyor, kurallar ya da yasalar koyarak tebaanın bunlara uymasını istiyordu. Asıl trajik olanı ise, itaat eden ya da “eyvallah” diyen bu tebaa, kazanılmış topluluk olarak görülüyordu. Aslında mevcut durumu ve yönelişi bakımından sosyalist sol, sermayeyi tehdit edebilme potansiyeline sahip değildi. Bu anlamıyla sosyalist solun fiziki olarak büyümesi tek başına bir tehdit oluşturmuyordu. Ama sosyalist solun kısa sürede bu derece büyüme göstermesi, toplumsal uyanışın devasa bir boyut almasıyla bir arada düşünüldüğünde, bu durum uluslararası sermaye açısından ciddi bir tehdit oluşturma potansiyeli taşımaktaydı. Emperyalizmin ve onun yerli ortaklarının ihtiyacı, Türkiye’nin uluslararası sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırılmasıydı. Daha özlü bir ifadeyle, Türkiye’nin uluslararası sermayeye uyumlanması gerekiyordu. Bu uyumlanma programının adı daha sonraları konulacaktı; bunun adı: 24 Ocak Kararları idi. Ama bu uyum programının, devasa kitle hareketlerinin ve kitlelerle çarpık bağına ve kitlelerden kopukluğuna rağmen oldukça kitlesel bir sosyalist solun olduğu koşullarda uygulanabilme şansı pek yoktu. Bir başka önemli nokta ise, Türkiye’nin emperyalizm için bölgesel önemiydi. Zira Türkiye, gerek ABD, gerekse de diğer Batılı devletler için göz ardı edilebilecek bir ülke değildi. Çünkü Türkiye, gerek jeostratejik, ge-

rek jeopolitik olarak Batılı egemen devletler için hayati bir öneme sahipti. Türkiye, emperyalizmin bölgedeki üç ileri karakolundan birisiydi, bir diğer ileri karakol olan Şah Rıza Pehlevi kontrolündeki İran kaybedilmek üzereydi ve İran ve Türkiye olmaksızın üçüncü ileri karakol olan İsrail’in yaşama şansı yoktu; bu ise emperyalizmin felaketi demekti. Emperyalizmin, enerji kaynakları üzerindeki kontrolünü kaybetmesi demek, onun felaketi demekti. O halde felaketin esiri olmak yerine, felaketin efendisi olmak gerekiyordu. Bunun yolu ise Türkiye gibi bir işbirlikçi ülkeyi her ne pahasına olursa olsun kaybetmemekten geçiyordu. Strateji belliydi, her ne pahasına olursa olsun Türkiye kaybedilmeyecekti. Bu stratejinin başarıya ulaşabilmesi için uygulanacak yol ise, bilinen bir yoldu; önce bir kargaşa ve terör ortamı yaratılacak, geniş topluluklarda bir umutsuzluk ve korku hâkim kılınacak ve her zaman ki gibi “kahraman Türk ordusu, aziz Türk milletinin huzuru ve güveni için” sahnedeki yerini alacaktı. Öyle de oldu. NATO merkezli Gladio’nun Türkiye kolu olan Kontrgerilla ve sivil Faşist güçler devreye sokuldu. Kontrgerilla güdümlü silahlı faşist ve paramiliter komandolar üzerinden devrimci harekete, işçi sınıfına, öğrenci gençliğe, çeşitli meslek örgütlerine, alevi toplumuna ve düzenle barışık olmayan kimi tanınmış şahsiyetlere karşı sistemli saldırılar örgütlendi.

Bu saldırılar üzerinden hem sosyalist solun enerjisi tüketildi, hem sosyalist sol bu saldırılar dolayısıyla yerel mevzilere hapsedilerek bir savunma hattına hapsedildi, hem bu yolla sosyalist solun işçi sınıfı ve diğer ezilenlerle

13


Komünist Zemin bütünleşmesi engellendi, hem de sosyalist sol bu terör ortamının bir parçası haline getirilerek sınıftan ve kitlelerden izole edildi. Devlet eliyle örgütlenen terör o derece başarılı oldu ki, örgütlü terörün sonucunda iyiden iyiye demoralize olan mücadele içindeki kitlelerin önemli bir kısmı bir askeri darbenin gerekliliğine bile ikna oldular; yalnızca ikna olmakla da kalmadılar, 12 Eylül Askeri Darbesi yapıldığında bu kitlelerin bir kısmı darbeye aktif destek verirken, önemli bir kısmı da pasif destek verdi. Böylece 12 Eylül Askeri Darbesi’ne karşı direnişin öznesi olabilecek iki temel güçten biri olan işçi sınıfı, daha darbe yapılmadan büyük ölçüde saf dışı bırakılmıştı. Bir diğer temel özne olabilecek Kürt halkı ise, bu sürecin kendisi için ne anlama geldiğini kavramaktan ve direnişi örgütleyebilecek bir örgütten yoksundu.

12 Eylül 1980 Darbesi’ni örgütleyenler o derece başarılı olmuşlardı ki, darbe günü geldiğinde darbeye karşı direnebilecek olan kesimlerin direnebilecek takati ve enerjisi kalmamıştı, bundan dolayıdır ki bir toplum bu kadar kolay teslim alınabildi. Öyle ki, cezaevlerinde işkence altında inleyen devrimcilerin aileleri bile, cezaevlerindeki zulme rağmen, “buna da şükür, hiç değilse çocuklarımız yaşıyor” diyebilmekte ve bu yolla 12 Eylül paşalarına üstü örtülü minnet duyabilmekteydiler. Peki, kitlelerdeki bu ruh haline ve askeri cuntanın kitleler üzerindeki muazzam terö-

14

rüne ve ideolojik etkisine rağmen devrimci hareket direnebilir ve darbeye karşı bir direniş örgütleyebilir miydi? Evet, devrimci hareket buna rağmen direnebilirdi. Peki, başarı şansı var mıydı? Kesinlikle hayır. Ama buna rağmen direniş gerekiyordu. Bu konuya girmeden önce, devrimci hareket, “12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nin hazırlık sürecinin bir parçası olmaktan kurtulup, darbe planının boşa çıkarabilir miydi?” sorusunu cevaplamak gerekiyor. Bu sorunun cevabını kesin bir dille verebilmek mümkün gözükmemektedir. Ama şurası kesin bir gerçektir ki en azından, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi geçici bir başarı sağlamış olsa bile, uzun vadede kaybetmeye mahkûm olurdu. Ve 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi aracılığıyla, hem de hiçbir direnişle karşılaşılmadan hayata geçirilen ve gelinen aşamada artık hâkim hale gelmiş olan politikaların ve değerlerin bu ölçüde kabul görmesi engellenebilirdi. Örneğin Güney Amerika ülkelerinde de benzeri darbeler örgütlenmiş ve bu darbeler üzerinden sermayenin varlığı idame ettirilmiştir ama darbeler aracılığıyla ezilen örgütlü mücadeleler, her seferinde daha güçlü olarak tarih sahnesine yeniden çıkmıştır. Bu yüzden, aynı şeyin Türkiye’de olmamasını ya da askeri darbenin bu derece başarılı olmasını ve sonuçlarının kalıcı olmasını tek başına 12 Eylül 1980 Darbesi aracılığıyla uygulanmış olan sistemli şiddet, sistemli manipülasyon vb. gibi nedenlerle açıklamak doğru olmaz. Eğer 12 Eylül Askeri Darbesi’nin bu derece başarılı olmasının nedenlerini doğru anlamak istiyorsak, bu durumda, aynı zaman da devrimci hareketin gerek 12 Eylül’ün örgütlenme sürecinde izlemiş olduğu politikayı ve bu süreç karşısındaki tutumunu, gerekse de 12 Eylül sonrası izlemiş olduğu politikayı ve bu süreç karşısındaki tutumunu da hesaba katmamız gerekmektedir. Zira devrimci hareketin bir toplumsal kurtuluş programına sahip olmayışı ya da programsızlığı, beslendiği uluslararası referanslar, perspektifsizliği, politik kültürü, demokrasi kültürü, sınıfa ve sınıf mücadelesine ilişkin yaklaşımı, faşizm ve faşizme karşı mücadele kavrayışı vb. faktörler, hem 12 Eylül Darbesi’ni hazırlayanların ve gerçekleştirenlerin işlerini muazzam derecede kolaylaştırmış, hem de 12 Eylül As-


Komünist Zemin keri Darbesi’nin başarılı olmasında oldukça önemli bir rol oynamıştır. Muhakkaktır ki sosyalist sol oldukça doğru bir politika izlemiş olsaydı bile, bir askeri darbe kaçınılmazdı. Zira 1976–80 arası sürece damgasını varan fiili durumun uzunca bir dönem devam etmesi mümkün değildi ve bir kırılma mutlaka yaşanacaktı. Bu süreç ya bir devrimle aşılacaktı ya da bir askeri darbeyle kırılacaktı. Sosyalist solun hiçbir sektörü, bir devrim programına ve toplumsal bir harekete önderlik yapabilecek yeteneğe ve hazırlığa sahip değildi. Dolayısıyla da bu sürecin bir askeri darbe ile kırılması kaçınılmazdı. Ama buna rağmen, en azından 12 Eylül Askeri Darbesi’nin sonuçlarının bu derece yıkıcı ve bu derece kalıcı olmasının önü alınabilirdi. Nasıl mı? Sosyalist solun yapması gereken ilk şey, 12 Eylül öncesi sürecin ne anlama geldiğini ve egemenler tarafından başarılmak istenenin ne olduğunu doğru analiz etmekti. Örneğin MHP’nin misyonunun çok iyi kavranması gerekiyordu. MHP, klasik bir faşist hareketin karakteristik özelliklerini taşıyor olmakla birlikte, ne 1980 öncesi, ne de 1980 sonrası süreçte iktidarı isteyen bir hareket olmamıştır. Örneğin 20. Yüzyılın ilk yarısında tarih sahnesine çıkmış olan Batı Avrupa’daki faşist hareketlere baktığımızda, bu hareketlerin tek hedeflerinin iktidara yürümek olduğunu görürüz. Ama MHP, bütün tarihi boyunca merkezi devletin disiplini içerisinde hareket etmiş ve bir an olsun bağımsız davranmamış, her daim devletin hizmetinde olmuş, devlet ne görev vermişse onu yapmıştır. MHP’nin 1980 öncesi misyonu ise, gelişen kitle mücadelesine saldırmak ve yükselen toplumsal hareketi ezmek, en azından terörize etmek ve bir kaos ortamı yaratarak askeri darbenin koşullarını hazırlamaktı. MHP, kendisinden istenileni layıkıyla yerine getirmiştir. MHP gibi oldukça kitlesel olan faşist bir hareketi de yedeğine alan Kontrgerilla, dört yıl gibi oldukça kısa sayılabilecek bir sürede bir askeri darbenin koşullarını fazlasıyla hazırlamakta hiç de zorlanmamıştır. Dört yıl gibi bir sürede binlerce cinayet işlenmiş, Maraş ve Çorum örneklerinde olduğu gibi toplu kıyımlar örgütlenmiş ve bütün

bunların sonunda da bir askeri darbenin gerekliliği fikri geniş kesimlerde kabul görür duruma gelmiş ve darbe yapılmıştır. Uluslararası oyunun senaryosu egemen güçler tarafından yazılmış, ortaya konulmuş ve karşı ya da taraf olan her kesim bu oyunun bir parçası haline getirilmişti. Bu oyunu bozabilecek tek güç, sosyalist sol idi. Eğer sosyalist sol, MHP’nin misyonunun ne olduğunu doğru kavrayıp, MHP üzerinden neyin başarılmak istendiğini doğru kavramış olsaydı, bu bile ortaya konulmak istenen oyunun bozulması için kâfi gelebilirdi. Ama sosyalist sol, MHP üzerinden tezgâhlanan tuzağa kolay düşmüş ve bütün bir enerjisini faşistlerle çatışarak tüketmiştir. Hâlbuki mesele faşist bir yükselişin önünü kesmenin ötesinde bir karaktere sahipti ve asıl tehdit olan, faşist bir yükselişten ziyade, bu yükselişin ardına saklanan maksat idi. Asıl maksat ise devletin, sermayenin ve toplumsal güç dengelerinin uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına uygun olarak yeniden yapılandırılmasıydı. Eğer sosyalist sol bunu kavrayabilmiş olsaydı ve buna uygun bir politika ve strateji geliştirebilseydi; işçileri, meslek guruplarını, Alevileri ve Kürtleri bu zeminde mücadele etmeye kazanabilseydi, ne faşist hareket, dolayısıyla da devlet bu kadar kolay başarılı olabilirdi, ne de sosyalist sol 12 Eylül Askeri Darbesi karşısında bu derece yalnız ve savunmasız kalırdı. Ama sosyalist sol bunu yapmak yerine, yanlış yönde, üstelikte kitlelerden kopuk ve kitleler adına davranmayı tercih etti. Her devrimci grup kendi “kurtarılmış” mahallesine kapanarak, kendini bu mahallenin hükümdarı ilan etti. Bırakalım devlet güçlerini ya da faşistleri bir yana, diğer devrimci grupların bile bu mahallelere girmesi yasaklandı. Sanki herkes kendi küçük devletini ilan etmişti. “Kurtarılmış bölge” olarak tanımlanan bu mahallelerde yasa koyucu ve yargı, bu bölgenin hâkimi olan devrimci gruptu. Hâkim olan grup yasaları belirliyor, mahkemeler kuruyor, kimlik kontrolü yapılıyordu. Asıl trajik olan ise, bütün bunlar “Halk adına”, halksız ve halka rağmen, çoğu zaman da halka karşı yapılıyordu. Sosyalist solun işçi sınıfı ve ezilen diğer topluluklarla bağları yok denecek kadar azdı ama buna rağmen negatif anlamda işçi sınıfı

15


Komünist Zemin ve ezilen diğer kesimler üzerindeki etkisi oldukça fazlaydı. Çünkü sosyalist sol kendi içinde düşman kamplara bölünmüştü. Ve sosyalist gruplar birbirlerini “Sosyal Faşist”, “Goşist”, “Maocu Bozkurt” olarak tanımlayarak, birbirlerinden rahatça insan öldürür olmuştular. Sosyalist solun emekçi kitleleri ve ezilenleri örgütleyebilecek yeteneği ve bir programı yoktu ama buna rağmen emekçi ve ezilen kitleler sosyalist sola yakınlaşabilir ve onun dayanışmasını talep edebilirlerdi. Ama sosyalist solun bu derece düşman kamplara bölünmüş olması ve emekçilerin dağınık gücünü merkezileştirmek için değil de, onları kendi düşmanlıklarına taraf yapma yönünde bir davranış içinde olması, emekçiler ile sosyalist solun arasındaki kopukluğu daha da aşılmaz hale getirmiştir. Emekçiler ve ezilenler hem sosyalist sola, hem de kendi çıkarlarına o derece yabancılaşmıştılar ki, 12 Eylül Askeri Darbesi’nin en temel hedeflerinden biri örgütlü işçi sınıfını ve ezilenleri atomize etmek olduğu halde, işçi sınıfının ve ezilenlerin büyük bir çoğunluğu darbeye aktif, pasif ya da kerhen destek sunmuştu. Bu bakımdan, 1982 Anayasası’nın %92’lik bir kabul oyu alması bile, darbecilerin ne derece başarılı olduklarının bir kanıtıdır. Demek ki darbeden 2 yıl sonra bile, yani grevlerin yasaklanmış olmasına, toplu sözleşme hakkının ve her türlü örgütlenme özgürlüğünün ortadan kaldırılmış olmasına, ücretlerin dondurulmuş olmasına ve her türlü özgürlüğün ortadan kaldırılmış olmasına rağmen işçi sınıfı ve ezilenler darbecilere güvenoyu vermiştir. Bunun tek nedeni, işçi sınıfının ve ezilenlerin 12 Eylül Askeri Darbesi’nin “terörü önlemek, kardeş kavgasına son vermek ve vatandaşın refah ve huzuru için” yapıldığına inandırılmış olması değil, aynı zamanda kendi sınıf ya da topluluk çıkarlarına yabancılaştırılmış olmalarıdır. Darbeciler başarılı olmuşlardır derken, kastettiğimiz budur. Ama en başta da belirttiğimiz gibi, darbecileri başarılı kılan, sosyalist sol çevrelerin tam da egemenlerin istediği

16

biçimde bir davranış sergilemiş olmalarıdır. Aksi davranış bile bu oyunun bozulması için yeterdi. Tabii ki buna rağmen bir askeri darbe yapılacaktı, ama bu durumda ne darbe karşısında sosyalist sol yapayalnız kalacaktı, ne de 12 Eylül Askeri Darbesi üzerinden hâkim kılınan düzen hâkim kılınabilirdi. Egemenler planlarını iki aşamalı olarak hayata geçirdiler, ilk aşama, sosyalist solu kitlelerden tecrit edebilecek bir zemine çekmek ve orada tutmak ve örgütlenen terör ortamı vasıtasıyla kitleleri paralize ve demoralize etmekti ki, MHP üzerinden bunu gayet iyi başardılar; ikinci aşama, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi ile hedefleneni başarabilmek için, devrimci güçleri tutsak alarak etkisizleştirmek ve dışarıdaki kitleleri kolayca itaate zorlamaktı ki, bunda da başarılı oldular. Peki, bütün bu olumsuzluklara rağmen sosyalist sol 12 Eylül Darbesi karşısında direnebilir miydi? Ya da bir direniş gerekli miydi? Her iki soruya da bizim cevabımız, “Evet”tir. 12 Eylül Askeri Darbesi Karşısında Sosyalist Sol Sosyalist sol, her ne kadar da 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nin hazırlanma sürecince kendisinden beklenen devrimci rolü oynayamamış, dolayısıyla da darbe karşısında hem işçi sınıfının ve ezilenlerin örgütsüz olarak darbecilerin cenderesine düşmesine yol açmış, hem de kendisi darbeyi yalnız başına karşılamak zorunda karşılamış ise de; her şeye rağmen darbeye karşı bir direniş örgütleyebilirdi. Ama bu da olmadı. Darbenin yapıldığı gün itibariyle, sanki sosyalist sol da darbenin arkasındaki güçler tarafından kontrol ediliyormuşçasına bir anda sokakları terk etti. Silahlı eylemler, suikastlar, kitlesel ya da dar grup gösterileri, işgaller bir anda son buldu. Kimi sosyalist örgütler “savaşa devam” kararı aldılar ama savaşmadılar. Kimi örgütler ise “geri çekilme” kararı aldılar. Kimi örgütler ise, “önce bekleyip görelim, bakalım cunta sağcı mı yoksa solcu mu” diyerek, adeta devlet tarafından ortadan kaldırılmayı beklediler. Nihayetinde direniş kararı alan örgütün de, bekleyip görmeyi tercih eden örgütün de, geri çekilme kararı alan örgütün de pratikteki tutumları ve akıbetleri aynı oldu. Sosyalist


Komünist Zemin solun ana gövdesi hapishanelere dolduruldu, önemli sayılabilecek bir parçası Avrupa’ya sığındı, dışarıda kalmayı başaranlar ise ya izlerini kaybettirdiler ya da kazanacak olanın baştan belli olduğu çarpışmalarda adeta birer intihar eylemcisi gibi öldüler. Hâlbuki sosyalist sol, kitlelerden kopuk olmasına ve kitle desteğinden yoksun olmasına rağmen, en azından kendi seksiyonları arasında büyük cephe örgütlenmeleri oluşturabilir, büyük ve örgütlü bir direniş gösterebilir ve bu yolla en azından cuntayı yıpratıp, onu teşhir ederek uzun vadede kitlesel bir destek sağlayabilirdi. Henüz daha kitlesel tutuklamalar olmadan ve sosyalist solun ana gövdesi dışarıdayken bunu başaramayan sosyalist sol, bunu ana gövdesi cezaevlerine hapsedildiğinde yapmaya çalışmıştır. Daha doğrusu sosyalist solun bir kısmı bunu yapmaya çalışmıştır. Sosyalist solun en önemli kitle gücüne sahip sektörü olan Devrimci Yol ise, bunu bile yapmamış, özellikle Ankara Mamak’ta devlete teslim olmuştur.

Ne büyük bir trajedidir ki sosyalist sol, kitlelerin içindeyken bütünleşemediği ve kazanamadığı kitleleri, kitlelerden fiziki olarak tecrit edildiği bir mekânda, cezaevlerinde kazanmaya çalışmış, kitlelere olan çağrısını tutsak edildiği mekânlardan, hem de militanlarının bedenlerini ölüme yatırarak yapmaya çalışmıştır. Ve ne yazıktır ki sosyalist solun zindanlardan yaptığı çağrı bir kuğu çığlığından öteye gidememiştir. Ve zamanla durum öyle bir hal almıştır ki, sosyalist solun cunta karşısındaki tavrı, cuntanın cezaevlerindeki teslim alma politikasına karşı direnip direnmemeye endekslenmiştir. Artık söz konusu olan, “devrimci onuru”

koruma mücadelesidir. Sosyalist sol, sınıf mücadelesinin esas alanları fiziki olarak bulunduğu cezaevleriymiş gibi davranmaya başlamış ve her şey bu merkeze göre örgütlenmeye başlamıştır. 12 Eylül Askeri Darbesi’nden önce olduğu gibi, darbeden sonrada sosyalist sol fiilen sınıf siyasetinin gereklerini anlayamamış ve buna uygun davranamamıştır. Örneğin 1980–2009 yılları arasında cezaevlerinde yüzlerce eylem yapılmış, onlarca açlık grevi ve ölüm orucu örgütlenmiştir ama bu eylemlerin hiçbirisi sınıf mücadelesini eksenine alan eylemler değildir. Eylemlerin hepsi ya hapishanelerdeki işkenceye ya da kötü hapishane koşullarına karşı yapılmış, bu uğurda binlerce insan sağlığını, onlarca insan ise yaşamını yitirmiştir. Ama bir gün olsun cezaevlerinde siyasi gündeme karşı bu tür eylemler yapılmamıştır. Örneğin 12 Eylül Anayasası 1982 yılında referandum adı altında kitlelere onaylattırılıp, bu yolla cuntaya bir meşruiyet kazandırılırken, sosyalist sol bu olaya karşı cezaevlerinde kitlesel eylemler yoluyla tepki verip, bu yolla mevcut anayasanın teşhirini yapmayı düşünmemiştir. Yine aynı şekilde toplu sözleşme ve grev hakkı ortadan kaldırılıp, işçi sınıfı tamamen silahsızlandırılarak burjuvaziye teslim edildiğinde, cezaevleri bu olayla da ilgilenmemiştir. Zonguldak’da madenciler, maden ocaklarının kapatılmasına karşı adeta şehirdeki yaşamı durdurduklarında, cezaevlerindeki sosyalist sol bu sürecin de dışında kalmıştır. Özcesi sosyalist sol, mücadelenin merkezine cezaevlerini, dolayısıyla da cezaevleri koşullarını ve kendisini koymuştur. Sosyalist solun 12 Eylül karşısındaki tutumu bundan ibarettir. Tabi ki 12 Eylül Askeri Darbesi karşısında silahlı bir takım direnişler de olmuştur. Kırsal alana çekilen kimi örgüt militanları, kırlarda bir direniş cephesi örgütlemeye çalışmışlardır. Ama bu tür münferit girişimler sosyalist solun genel tutumu olarak değerlendirilemez. Sosyalist solun sektörlerinin darbe karşısındaki asıl tutumları, esas olarak cezaevi sürecinde şekillenmiş ve cezaevi merkezli olmuştur. Bu bakımdan her bir örgütün cezaevlerindeki tutumu ne ise, darbe karşısındaki tutumu da odur.

17


Komünist Zemin Örneğin Devrimci Yol militanı guruplar da kırsal alana çekilip, bir gerilla mücadelesi girişiminde bulunmuşlardır, ama bu girişimi Devrimci Yol’un cunta karşısındaki tutumu olarak değerlendirmek doğru olmaz. Devrimci Yol’un cuntadan hemen sonra cunta karşısındaki tutumu ve daha sonraki süreçte Mamak Cezaevi’ndeki ve merkezi davanın görüldüğü mahkemedeki tutumu ne ise, Devrimci Yol’un tutumu da odur. Tabii ki devrimci örgütlerin cezaevlerinde ortaya koydukları tutum da oldukça önemliydi. Aynı şekilde cunta yönetimi için devrimci hareketin cezaevlerindeki tutumu hayati bir önem taşımaktaydı. Çünkü cunta yönetimini için devrimci hareketi etkisiz kılmak yeterli değildi. Cunta yönetimi, hem devrimci hareketi etkisiz kılmak, hem de onu teslim almak istiyordu. Bu bakımdan da cezaevlerindeki tavır çok önemliydi. Bundan dolayıdır ki cunta yönetimi için Mamak Askeri Cezaevi’nde aldığı sonuç çok önemliydi. Mamak Askeri Cezaevi’nde devrimciler ile faşistler aynı hücrelere kapatılmış, barıştırılmış ve onlara birer asker olduğu kabul ettirilmişti. Mamak Askeri Cezaevi’nden çekilen görüntüler her yana dağıtılmış ve bunun üzerinden cuntanın şefleri, “Bakın, biz kardeş kavgasına son verdik. Daha düne kadar birbirleri öldüren bu kandırılmış gençler, artık bir arada yaşıyorlar” mesajları vermişlerdi. Bundan dolayıdır ki hem cuntanın şefleri için hem de sosyalist sol için cezaevlerindeki tutum çok önemliydi. Eğer Mamak Askeri Cezaevi’ndeki utanç verici tutumu bir yana bırakırsak, esas olarak sosyalist solun cezaevlerindeki tutumu devrimcidir ve direnişçi bir geleneğin yaratılması bakımından hayati bir rol oynamıştır. Eğer sosyalist solun genel tutumu Devrimci Yol’un Mamak’taki merkezi tutumu gibi olsaydı, 12 Eylül Askeri Diktası’nın sosyalist sol üzerindeki tahribatı çok daha onarılmaz olacaktı. En azından cunta yönetimi bunu başaramamıştır. Devrimci Yol merkez davasında yargılananların aksine, genel olarak sosyalist solun militanları, asker değil, devrimci olduklarını, teslim alınamayacaklarını ilan etmiş, mahkemelerde ise, amaçlarını savunmaktan çekinmemişlerdir.

18

12 Eylül Askeri Cuntası karşısında sosyalist solun tutumu tartışılırken, Devrimci Yol’un, sosyalist solun bütününden ayrı tutularak değerlendirilmesi gerekir. Birincisi, Devrimci Yol, cunta öncesi temsil ettiği kitle bakımından neredeyse sosyalist solun üçte birini temsil ediyordu. Dolayısıyla da 12 Eylül Cuntası karşısında takınacağı tavır oldukça belirleyiciydi. İkincisi, Devrimci Yol, 1977–1980 sürecini örtülü ve ilan edilmemiş bir “içsavaş” olarak tanımlamış, bu sürece uygun olarak bir hazırlık yapmak gerektiğini ilan etmiş, bu süreçte yaşanan çatışmalarda ve cunta sonrası süreçte yüzlerce militanını yitirmiş bir hareket olmasına ve merkezi bir yürütmesi, direniş komiteleri, il, ilçe ve bölge komiteleri olan bir yapılanma olmasına rağmen, 12 Eylül 1980 Cuntası’na karşı direnmediği gibi, 12 Eylül Askeri Mahkemeleri’nde ne yaptıklarını, ne de yapmak istediklerini savunabilmiştir. Dolayısıyla da diğer örgütlerin aksine, ideolojik bir mevzi savaşı bile verememiştir. Bu örgütün militanları dağlarda, şehirlerde ve idam sehpalarında kahramanca ölüme gidip, düşmanın yüzüne karşı amaçlarını haykırmaktan sakınmazlarken, Devrimci Yol’un yöneticileri, adeta nedamet getirircesine, kendilerinin bir “örgüt değil, bir dergi çevresi” olduğunu ilan etmekte bir sakınca görmemişlerdir. Tabii ki 12 Eylül Cuntası karşısında gerek cezaevlerinde, gerekse de kırsal alanda direniş göstermiş yüzlerce Devrimci Yol militanı da vardı, ama bu direnişleri Devrimci Yol’un bir duruşu olarak mütalaa etmek doğru olmaz. Ama şu da bir gerçektir ki, Devrimci Yol militanlarının kırsal alana çekilerek bir direniş örgütleme girişimleri, Devrimci Yol’un merkezi olarak çökertilmesinden çok sonra olmuştur. Dahası kırlara yöneliş, merkezi bir inisiyatifin değil, yerel inisiyatiflerin bir yönelişidir. Ve kırlara çekilme hareketi, planlı ve merkezi bir gerilla savaşı başlatmaktan ziyade, şehirlerde tutunamamaktan kaynaklanan zorunluluktan dolayı gündeme gelmiştir. Daha sonraları bu zorunlu kırsala yönelme, merkezi bir harekete dönüştürülmek istenmiş ama dönüştürülemeden dağıtılmıştır. Devrimci Yol, bu yazının kapsamı dışında ele alınması gereken bir fenomen olduğundan ve yalnızca siyasi değil, aynı zamanda, hatta ve hatta daha ziyade sosyal bir


Komünist Zemin fenomen olduğundan, Devrimci Yol ile ilgili söylenecekleri burada noktalamak istiyoruz. Özetleyecek olursak: Yukarıda da belirttiğimiz gibi, sosyalist sol, 12 Eylül Cuntası tarafından bir sürecin öznesi olarak ilan edilmiş olsa da, durum bu değildir ve sosyalist sol, 12 Eylül öncesi sürecin bir öznesi değildir. Sosyalist sol, 12 Eylül Cuntası’nı hazırlayan güçler tarafından maniple edilmiş, dolayısıyla da kendi tarihsel misyonunu oynayamamıştır. 12 Eylül sonrası ise yine aynı şekilde sosyalist sol, askeri cunta karşısında doğru bir tutum takınamamış ve bu tutumuyla cuntacıların işini, cuntacıları bile şaşırtacak ölçüde kolaylaştırmıştır. Ama hiç değilse sosyalist sol, bütün yanlışlarına ve sınıf mücadelesi eksenli olmayan özelliğine rağmen, cezaevlerinde geliştirdiği direniş çizgisiyle ve Devrimci Yol merkezinin teslimiyetine rağmen ideolojik bir direniş hattı oluşturmuş ve hiç değilse bu alanda cuntacıları durdurmayı başarmıştır.

Bu bakımdan 12 Mart dönemi devrimcilerinden devralınan direnişçi mirasa sahip çıkılmış ve bu miras yaşatılmıştır. Bu bakımdan sosyalist solun hakkını teslim etmek gerekiyor. Sonsöz Yerine Eğer sosyalist sol, gerek sınıf mücadelesi, gerek toplumun yeniden yapılandırılması, gerekse de sosyalist hareket açısından bir

kırılma ve dönüm noktası olan 12 Eylül Askeri Darbesi’nin muhasebesini yapmak ve nihayetinde de bu süreci aşmak istiyorsa bunun yolu, kendisiyle hesaplaşmaktan geçmektedir. Ne darbecilerin yargılanması ve mahkûm edilmesi, ne darbecilerin günün birinde özür dilemesi 12 Eylül Askeri Darbesi’nin yol açtığı sonuçları ortadan kaldırmayacaktır. Daha doğrusu, tarihin tekerleğini geriye çevirmek mümkün olmadığından, yeniden başa dönmek mümkün değildir. Sosyalist sol, öncelikle yenildiğini kabul etmek zorundadır. Yenilgi de nihayetinde sınıf mücadelesinin bir gereğidir. Önemli olan yenilginin nedenlerini iyi kavrayabilmek, onları mahkûm edebilmek ve en nihayetinde de aşmaktır. Kendi küllerinden yeniden doğabilmenin biricik yolu budur. Ne yazıktır ki, aradan 30 yıl geçmiş olmasına rağmen sosyalist sol ne 12 Eylül öncesi süreçteki talihsiz tutumu, ne darbe karşısında, ne de darbe sonrası süreçteki tutumu üzerine pek tartışmamaktadır. 12 Eylül Askeri Darbesi’nin uluslararası sermaye ve sınıf mücadelesi açısından yol açtığı sonuçlar ve sosyalist solun bu süreçteki talihsiz tutumu yerine, 12 Eylül Cuntası döneminde yapılan zulüm ve bu zulüm karşısında zindanlardaki kahramanca direnişler konuşulmaktadır. Biz bu yaklaşımın siyasi bir yaklaşım olmadığı kanaatindeyiz. Nihayetinde düşman, düşmanlığını yapmış, düşmanlığının gerektirdiği gibi davranmış ve nihayetinde de büyük ölçüde maksadına ulaşmıştır. Maksadına ulaşamayan ve asıl yenilen ise sosyalist hareket ve sınıf mücadelesi olmuştur. Dolayısıyla da sosyalist solun yapması gereken, darbecilerin yargılanmasını talep etmek değil, kendi 12 Eylülünün bir muhasebesini yapmak ve kendisini yargılamaktır. Aksi takdirde, tarihsel misyonu tarihin akışını değiştirmek olan sosyalist sol açısından tarih bir tekerrürden ibaret olmaktan öteye gitmeyecektir.

19


Komünist Zemin

Seksen öncesi / seksen sonrası veya rejimin niteliği* Fikret Başkaya 1980 sadece Türkiye’nin değil, kapitalist dünya sisteminin tarihinde de bir kırılma noktasıdır. Genel bir çerçevede 1970’li yılların sonu, 1980’lerin başı, II. emperyalist savaş sonrasında geçerli paradigmaların da sonuydu. Savaş sonrasında sömürülen sınıflar ve ezilen halklar lehine oluşan güç dengesinin yön değiştirmesi anlamına geliyordu. Başka türlü söylersek, emperyalist sistem savaş sonrasında kaybettiği mevzileri geri almak üzere kapsamlı bir saldırıya geçmişti ve saldırının adı ‘neoliberalizmdi’. 1945 sonrasında emperyalist sistem üç odak [Üçüncü Dünya halkları, Sovyet sistemi ve emperyalist ülkelerdeki işçi hareketi ve sol muhalefet] tarafından sıkıştırılmakta ve tavizler vermek zorunda kalmaktaydı.. Koloniyalizm statüsüne baş kaldıran sömürge halkları, kapitalizmin tarihinde ilk defa 1955 yılında Endonezya’nın Bandung kentinde toplanan ünlü Bandung Konferansıyla bir aktör olarak dünya sahnesine çıkmışlar ve dünya siyasetinin belirleyicilerinden biri olma niyetini ilân etmişlerdi. Sovyet sistemi emperyalist savaştan etkinlik alanını ve prestijini artırarak çıkmış, hem yeryüzünün lânetlilerinin, hem de emperyalist ülkelerdeki işçi sınıflarının gözünde bir çekim merkezi haline gelmişti. Nihayet emperyalist metropollerde savaşın yoksulluk ve sefalete mahkûm ettiği işçi sınıfı kapitalist sistemi ödün vermeye zorluyordu. Bazı ülkelerde [Fransa, İtalya...] komünist partileri iktidarı ele geçirip rotayı değiştirme potansiyeli taşıyorlardı. Velhasıl kapitalizmin yaklaşık 450 yıllık tarihinde ilk defa ezilen halklar ve sömürülen sınıflar lehine göreli bir güç dengesi durumu ortaya çıkmıştı. Böyle bir güçler dengesi demek, kapitalist sistemin baronları için tehlike çanlarının çalması demekti. Emperyalist sermaye güç dengesini lehe çevirmek için biri ideolojik planda [neoliberal tezlerin oluşturulup-yayılması veya ideolojik savaş], diğeri de jeostratejik, jeopolitik planda [komünizmi çökertme ve Üçüncü Dünya rejimlerini yeniden kompradorlaştırma, emperyalist ülkelerdeki ‘sosyal

devlet’ veya ‘refah devleti’ denilen modeli aşındırma] olmak üzere ikili saldırıya geçti. 1970’li yılların sonuna gelindiğinde artık güçler dengesi emperyalist cephe lehine döndürülmüştü. Sovyet sisteminde aşınma derinleşmiş, Üçüncü Dünya’da ‘ulusal kalkınmacı’ paradigma iflas etmiş, Bandung Konferansıyla kabaran dalga sönmüş, emperyalist ülkelerde geçerli ‘refah devleti modeli’ aşınma sürecine girmişti. İdeolojik planda da neolibiralizm tek düşünce mertebesine yükseltilip alternatifsiz ilân edilmişti. Türkiye’de seksen ve sonrasında neler oldu, neden oldu, olanlar kimin için ne anlama geliyordu sorusuna cevap arama iddiasında olan biri, Türkiye’nin bir parçası olduğu kapitalist dünya sistemindeki eğilimleri, kırılmaları, dönüşümleri, hegemonik gücün jeopolitik, jeostratejik stratejisini dikkate almak zorundadır. Böyle bir şey, bilimsel yöntemin de bir gereğidir. Zira, parçayı bütünden soyutlayarak tahlil etmek uygun değildir. Bütünle parça arasındaki karşılıklı belirleyicilik ilişkisini dikkate almayan bir tahlil fotoğrafın tamamını kapsamaz. Aslında kapitalizmin karşı saldırısı, 1970’lerin ortasından itibaren genelleşen yapısal krizden çıkmanın da bir aracı olarak gündeme gelmişti. Başka türlü ifade etmek istersek, kapitalizmin krizden çıkması, güç dengelerini yeniden kendi lehine çevirmesiyle mümkündü ki, bu da dünyanın her yerinde emekçi kitlelerin sömürüsünün derinleştirilmesi, çevreden merkeze değer transferinin yoğunlaştırılması velhasıl işçi sınıfının ve yeryüzünün lânetlilerinin bulundukları mevizelerin gerisine püskürtülmesini gerektiriyordu... Fakat hegemonik güç olan ABD’nin Türkiye’ye ve Türkiye’nin içinde yer aldığı bölgeye “ilgisini“ artıran başka nedenler ve gelişmeler de söz konusuydu. OPEC petrol üzerindeki denetimi ele geçirmiş, peş peşe önemli oranlarda zamlar yapmıştı. Petrol kartelinin bu tür bir etkinlik sağlaması, benzer oluşumları teşvik edebilir, başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelere ucuz enerji, maden ve tarım ürünleri akışını problemli hale getirebi-

20


Komünist Zemin lirdi. 1970’lerin ortalarından itibaren Üçüncü Dünya Ülkeleri ‘yeni bir uluslararası ekonomik düzen’ talebini gündeme getirmişlerdi ki, bu tür girişimler, söz konusu ülkelerin ‘eşitsiz ticareti’, eşitsizlik temeli üzerine kurulmuş ekonomik ve politik ilişkiler bütünün sorun eder hale gelmeleri demekti. Emperyalizmin en güvenilir “müttefiki” olan İran’daki Şah Rıza Pehlevi rejimi düşmüş [1979], yerini İmam Humeyni önderliğindeki ‘İslam Cumhuriyeti’ almıştı. Bu durum ABD’nin bölgedeki üç kalesinden birinin düşmesi demekti [diğerleri Siyonist İsrail ve Türkiye]. Sovyetler Birliği Afganistan’a girmişti [1979]... Bir başka gelişme başta Müslüman Ortadoğusunda olmak üzere, İslam Fundementalizmi de denilen ‘politik islamın’ bölge halklarının gözünde bir çekim merkezi haline gelmesiydi. Elbette ‘Politik İslam’ denilen başta bizzat ABD tarafından peydahlanmış, komünizmi kuşatma stratejisinin bir aracı olarak gündeme gelen ‘güdümlü’ bir hareketti ama güdümlü hareketler her zaman güdümlü olmaktan çıkma potansiyeline sahiptirler... Bütün bunlar emperyalizmin ‘enerji çeşmesi’ Ortadoğu denilen bölgedeki konumunu sarsıcı gelişmelerdi ve ‘Kollektif emperyalizmin’ lideri olan ABD’nin bu gelişmelerden kaygılanmaması mümkün değildi... Bölgeyi ‘istikrara kavuşturmak gerekiyordu ama bölgede ‘istikrar unsuru’ olması gereken ve Emperyalizmin bölgedeki iki kalesinden biri olan Türkiye de istikrarsızlık istenmeyen bir istikâmete yönelirse, emperyalizmin bölgedeki uzantısı ya da ‘bölgedeki emperyalizmden‘ başka birşey olmayan Siyonist İsrail’in güvenliği de tehlikeye girebilirdi... Fakat, Türkiye’deki ‘istikrarsızlık durumunun’ nüanse edilmeye [eşelenmeye] ihtiyacı vardır. Türkiye’de 1960’lı yıllarda kabaran sol dalga 12 Mart 1971 askerî müdahalesiyle söndürülmek istenmişse de tam başarılamamıştı. Sol hareketin üstüne devlet destekli faşist milisler sürülüp, katliamlar ve devlet cinayetleri tırmandırıldı, Türkiye tam bir kaos ve şiddet sarmalına sokularak, halk bezdirildi. Bir tür ‘iç savaş’ ortamı yaratılmıştı. Bu yüzden 12 Eylül darbesiyle çatışma ve şiddet ortamı arasındaki ilişkinin yönü ve mahiyeti farklıydı. Darbeyi ‘gerekçelendirip’, mümkün hale getirmek için kaos ve şiddet tırmandırılıyordu. Dolayısıyla darbenin gerekçesi olan ‘Türkiye’nin bölünmenin ve parçalanmanın eşiği-

21

ne gelmişti’ söylemi gerçek durumu ifade etmiyordu. Hem emperyalizmin, hem de onun uzantısı olan Türkiye’nin komprador egemen sınıflarının çıkarına uygun bir ‘tanzimatın’ yapılabilmesi için şiddet ve terör ‘bilinçli olarak’ tırmandırılmıştı. Nitekim 11 Eylülde devam eden şiddet ve terör eylemlerinin 12 Eylülde bıçak gibi kesilmesi, ilişki tersliğinin kanıtıdır. Askerî darbe terör ve şiddeti önlemek için yapılmadı, askerî darbeyi ‘gerekli’ kılmak için terör ve şiddet tırmandırıldı. Aslında askerî darbe kapsamlı bir projenin sadece bir bileşeniydi ve söz konusu projenin ‘başarısı’ için gerekliydi. Bilinçli ve sistematik olarak yaratılan terör ve şiddet sarmalı, devlet terör rejimini yerleştirmek içindi... Netice itibarıyla 12 Eylül darbesi bilinen anlamda bir askerî müdahale değildi. Kapsamlı bir modelin dayatılmasıydı ki, söz konusu model, Türkiye’nin komprador egemen sınıf ittifakının ve emperyalizmin çıkarını güvence altına alan bir düzenlemeler, tanzimatlar bütünü olacaktı. İkinci emperyalist savaş sonrasında geçerli paradigmanın yerine yenisini ikâme etmek anlamına geliyordu. Başka türlü ifade etmek istersek, belirli aralıklarla [20-30 yıl] yapılan ve her seferinde farklı adlar alan düzenlemelerden, tanzimatlardan, ıslahatlardan, reformlardan biriydi. Bir tür ‘genel’ tekrardı... ‘Yenilikçilik’ döneminde Türkiye’de yapılan bu tür düzenlemelerin birbirine bağımlı ve birbirini tamamlayan başlıca iki işlevi vardı: egemen sınıfın iktidarını pekiştirip iktidarın temelini takviye etmek ve emperyalizmle uyumlanmak. Tam bir uyum-takviye operasyonu. Türkiye’de egemen sınıflar ittifakının varlık nedeni emperyalizmle uyumlanmaktan geçiyor. Dolayısıyla egemen ittifakın iktidarının varlığı ve kalıcılığı, onun emperyalizmle uyumlanma yeteneğine bağlıdır... 12 Eylül, emperyalizmin yeni stratejisiyle uyumlanmayı, egemen sınıf ittifakını restoretakviye etmeyi amaçlıyordu ve restorasyon rejimin tüm veçhelerini kapsayacaktı. Bu niteliğinden ötürü de önceki iki darbeden [27 Mayıs ve 12 Mart] hem amaç hem de kapsam itibariyle farklıydı. Nitekim 12 Eylül öncesinin iki darbesi de [27 Mayıs 1960, 12 mart 1971] iktidarın temelini güçlendirici düzenlemeleri dayatsa da bir paradigma değişikliğini amaçlamıyordu. Darbeden 30 yıl sonra 12 Eylül rejiminin sarsılmadan yola


Komünist Zemin devam ediyor oluşunun nedenlerinden biri ve başlıcası, sadece yapılan düzenlemelerin derinliği değil, geçerli paradigmayı yenisiyle ikâme etmesinden, rotayı değiştirmesindendir... “Ulusal kalkınmacı” paradigmadan yeniden kompradorlaşmaya giden yol: 24 Ocak-12 Eylül 1980... Politik ve akademik literatürde açıkça dillendirilmese de İkinci emperyalist savaş sonrasında Türkiye’de adı konmamış bir ‘ulusal kalkınmacılık’ geçerliydi. Aslında bu Türkiye’ye özgü bir şey de değildi. Global planda sınıfsal güç dengelerinin bir sonucu olarak, Türkiye’nin de içinde yer aldığı Üçüncü Dünya’da geçerli model ulusal kalkınmacılıktı. Bu modelin mahiyeti, çelişkileri ve sınırlarına dair başka yerde yeterince yazdığım için burada bu soruna girmeyeceğim ama geçerken şu kadarını hatırlatmak uygun olabilir. Çoğu koloniyalizmden yeni kurtulmuş Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki ‘genç devletlerin’ yönetici sınıfları, kapitalizmden kopmadan, karşılıklı bağımlılık ilişkileri dahilinde sanayileşebileceklerini, kalkınabileceklerini, yüzyıllardır uzak tutuldukları sofraya dahil olabileceklerini, velhasıl yakalamanın mümkün olduğunu düşünüyorlardı. Bir taraftan kapitalizmin içine girdiği genişleme trendi, diğer taraftan koruyucu ve düzenleyici ‘milli politikaların’ bu yöndeki beklentileri teyit eder mahiyette sonuçlar doğuruyor gibi görünmesi, ‘ulusal kalkınmacı’ denilen modele haklılık ve prestij kazandırıyordu. Fakat içe dönük, ithal ikâmeci büyüme modeli, yüksek oranda ithalata bağımlı bir modeldir. Yüksek ithal girdi oranıyla üretim yapar ama ürettiğini iç pazarda sattığı için kendi ihtiyacı olan dövizi kendisi sağlayamaz. Ve belirli bir eşikten sonra ödemeler dengesi krizi kaçınılmaz olarak gündeme gelir. Türkiye’de de 1970’li yılların sonuna gelindiğinde ithal ikâmeci model tıkanmış, Türkiye dış [emperyalist] müdahalelere daha da açık hale gelmişti. Emperyalist finans kurumlarının ‘yardımı’ olmadan yola devam etmesi artık mümkün değildi ama söz konusu emperyalist kurumların “yardım etmesi” için ‘yapısal uyum’ gerekiyordu ve ‘yapısal uyumun’ içeriği de en ince detaylarına varıncaya kadar söz konusu finans kurumları tarafından belirleniyordu... Uyum startı Turgut Özal’ın başbakanlık ve DPT müsteşarı ol-

duğu dönemde 24 Ocak Kararlarıyla [1980] verildi. Lâkin verili ideolojik-kurumsal yapı ve işleyiş ve geçerli sınıfsal güç dengeleri, uyum için uygun değildi. En ufak kırıntıları da dahil, sınırlı demokrasiye dair ne varsa tasfiye edilmesi gerekiyordu... Ekonomik planda ‘uyumun’ sağlanabilmesi, sosyal, politik, ideolojik ve kültürel, kurumsal planda ‘uyumlanmayı’ gerektiriyordu ki, bunu geçerli ‘parlamenter’ sistem içinde gerçekleştirmek mümkün değildi. Ekonomi dışı alanlarda köklü tanzimatlar yapılmadan ekonomiye istikrar getirmek, velhasıl paradigmayı değiştirmek imkânsız gibiydi. Dolayısıyla 12 Eylül cuntası söz konusu paradigma değişikliği için “gerekliydi“. Tam bir kompradorlaşma programı demek olan yeni paradigma, ancak devlet terör rejimiyle dayatılabilir, kabullendirilebilir, kalıcılaştırılabilirdi. 24 Ocak Kararlarının ‘yerli mimarı’ [aslında asıl mimarlar Washington’daydı] Turgut Özal, 12 Eylül darbesiyle birlikte başbakanlığa terfi ettirilmişti. Ama başbakanlık ve DPT müsteşarı olmadan önce MESS [Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası] başkanı olduğunu hatırlamak gereksiz bir ayrıntı değildir. Bu, 12 Eylül askerî cuntasının gerisindeki ‘asıl iç mimarlar’ hakkında fikir verecektir. 12 Eylülle birlikte ekonominin direksiyonuna geçirilen Turgut Özal, 1983 Kasım başında ‘demokrasiye’ geçildiğindeyse artık “sivil” başbakandır... Daha sonra da ‘sivil cumhurbaşkanı’ olarak ünlenecekti... Siyasi kültürün bu kadar geri, kavram kargaşasının bu kadar yaygın olduğu bir ülkede ‘sivil’ kavramıyla ilgili kafa karışıklığı da anlaşılır bir şeydir. Cuntanın Başbakan yardımcısı üç yıl sonra ‘sivil başbakan’ olarak arz-ı endam ediyor ve insanlar ‘sivil” bir seçim yaptığını sanıyordu... Özal “tabu yıkıcı”, “ufuk açıcı”, “kalıp parçalayıcı” olarak sunulacaktı ama ufuğun nereye açıldığı, parçalanan kalıbın aslında ne olduğu hiçbir zaman gerektiği gibi tartışılmadı. Bu vesileyle bir gerçeği hatırlamamak olmaz: Özal ‘işbitiriciliğin’ tartışmasız timsâliydi. Bilindiği gibi işbitiricilik iki tarafı varsayar: işi bitiren ve işi bitirilen... Velhasıl Özallın seksenli yıllar boyunca, başbakan yardımcısı, başbakan ve cumhurbaşkanı olarak sahnede kalması, sermaye sınıfının rövanşıydı... Ekonomik sistemi yerli komprador oligarşinin ve emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirmek üzere saldırıya geçildi. İşçi hakları askı-

22


Komünist Zemin ya alındı, sendikaların yasaklanıp- yöneticileri hapse atılmayanının [Türk İş Konfederasyonu] genel sekreteri cunta hükümetinin çalışma bakanıydı... Aslında bu durum Türkiye’deki sendikal geleneğin niteliği hakkında fikir vermeye yeterdi... Sadece işçi ücretleri bastırılmadı. Tarım sektörü de baskı altına alınarak ihraç edilebilir bir mal stoku oluşturuldu. 24 Ocak-12 Eylülle dayatılan ekonomik modelin başlıca amaçlarından biri, dış borçların ödenmesini güvence altına almaktı. Bunun için de 1950’li yılların sonundan beri geçerli içe dönük [ithal ikâmeci] model yerine ‘dışa dönük’, ihracat öncülüğünde büyüme modeli denilen, yeni bir sermaye birikimi modeli dayatılıyordu. Dışa açılma, dışa dönük model denilen, ekonomiyi sonuna kadar dış sömürüye açmak demekti. Bilindiği gibi emperyalist finans örgütleri [IMF, Dünya Bankası, [WB], Dünya Ticaret Örgütü [WTO], OECD, vb.] tarafından Türkiye ve benzer gelişmişlik düzeyindeki ülkelere önerilen, bilimsel literatürde ‘ihracat öncülüğünde büyüme’ denilen dışa açık model, yeniden kompradorlaşmanın hizmetinde tam bir sömürü-yağma ve talan modeliydi. Çokuluslu şirketlerin etkinlik alanını genişletip, kâr marjlarını yükseltmeyi, azgelişmiş ülkelerin ihracat ürün fiyatlarını çökertmeyi, bankaların [finans sermayesi densin] yayılmasının önünü açmayı ve dış borçların düzenli ödenmesini sağlamayı amaçlıyordu. Elbette asıl amaç söz konusu ülkeleri koloniyalizm dönemindeki statüye benzer bir duruma zorlayan bir ‘düzeltme operasyonu, kapsamlı bir yoksullaştırma saldırısıydı ve kapitalizm koşullarında yoksulluk sefalet demekti. 1983 Kasımında seçimlerle demokrasiye geçildiği söylendi. Buna inanmak isteyenler inandı ve maalesef inananlar çoğunluktaydı... Aslında 1982 anayasasının kabulü demek [kabul ettirilmesi], askerî darbenin dayattığı devlet terör rejiminin kurumsallaşıpkalıcılaştırılmasıydı. “Zira, yeni rejimin çatısı-

nı oluşturan anayasa, darbe rejiminin fiilî kıldığı düzeni hukuksal bir çerçeveye yerleştirip ülkenin kalıcı ve olağan rejimi olarak meşrûlaştırmaktan başka bir şey yapıyor değildir. Oysa darbe düzeni hiç değilse adı üstünde, darbe düzenidir; yani demokratiklik iddiası olmayan olağanüstü bir ara rejimdir.”1 Söz

23

konusu olan, devlet terör rejimini ‘görünmez’ kılan bir dizi kurumsal düzenleme ve ideolojik bir manipülasyondan ibaretti... Kadir Cangızbayın da ifade ettiği gibi, 1982 anayasası, askerî rejimi yasal hale getiripkurumsallaştırmak, kalıcılaştırmak demekti. Yapılan ve yapılmak istenen politikanın yasaklanmasıydı ama sisteme yamanan siyasî parti-seçim-temsil-meclis-hükümet oyunu, gerçek durumu gizliyordu. Kaldı ki, siyasetin yasak olduğu bir ortamda en bıktırıcı bir şekilde ‘demokrasinin vazgeçilmezi’ denilen siyasi partiler siyasi partiye benzer, ne de seçimlerin ve parlamentonun bir kıymet-i harbiyesi olurdu... Siyasi partiler ve seçimler kendi varlık nedeninin ve misyonunun tersini gerçekleştirmek için sahnedeydi. Amaç askerî rejimi görünmez kılmaktı. 12 Eylül modelinin dayatılması demek, zaten yasak olan siyasetin üzerini betonlamak gibi bir şeydi. Askerin sahneden çekilmesi bir yanılsamaydı. Zira değişiklik biçimle, görüntüyle ilgiliydi. Cunta döneminin ‘Milli Güvenlik Konseyi’, sadece MGK’ya [Milli Güvenlik Kurulu] taşınmakla kalmamış, cunta kültürü devlet aygıtına ve devletin ideolojik aygıtı denilenlere de derinlemesine sinmiş, toplum vicdanı kirletilmişti... Bu arada ideolojik planda da resmi ideoloji olan Atatürkçülüğün Türk-İslam sentezi denilen yeni bir versiyonu üretilmişti. Yeni Atatürkçülük versiyonu sadece TC egemenlerinin hizmetinde değildi. Komünizmi çökertmenin ve Üçüncü Dünya Rejimlerini kompradorlaştırmanın hizmetindeki ABD’nin Yeşil Kuşak Doktriniyle de uyumlanmak anlamına geliyordu... O halde bu durum nasıl açıklanmalı-anlaşılmadır? Neden moderniteye, modernliğe onca gönderme yapıldığı halde devlet hâlâ kutsal sayılıyor? Neden böylesine köşeli, böylesine bağnaz bir resmi ideoloji geçerli? Neden rejimin bir sürü tabusu var? Neden parlamento parlamentoya, siyaset siyasete, siyasi partiler siyasi partiye, yargı yargıya, üniversite üniversiteye, medya medyaya benzemiyor ama hepsi gibi? Neden insanlar bir türlü ‘yurttaş’ olamıyor ve sanki ortalama insanın taşıdığı bilinç bir tür misafir, mülteci, sığıntı bilincinin ortalaması?


Komünist Zemin Neden askerî darbeler rejimin ‘olağan’ halidir? Neden 12 Eylülde üretilen makine aradan üç on yıl geçtiği halde hâlâ yerinde duruyor ve çalışmaya devam ediyor? Neden siyaset bir türlü adına lâyık olamıyor? Neden aradan geçen otuz yılda parlamento defalarca ‘yenilendiği’, defalarca mahalli seçimler yapıldığı halde ‘siyaset erbabı’ 12 Eylül’ün dayattığı kurumsal, yasal, ideolojik yapıyı sorun etmiyor, hiçbir şey olmamış, hiçbir şey yokmuş gibi davranabiliyor? Sadece siyaset erbabına değil topluma da sirayet etmiş ‘omerta kültürü’ nasıl açıklanabilir? Neden bu ülkede devlet tarafından yapılan katliamlara ‘faili meçhul cinayetler’ deniyor? Neden farklı düşünen hain muhalif düşman sayılıyor, özgür düşünceden ve sınırlı demokratik açılımlardan bu ölçüde korkuluyor? Neden Kürt sorunu onca zamanda bir türlü çözülemiyor? Neden hesap sorma-hesap verme diye bir gelenek yok. Neden yargı ikiliği var ve o kadar zamandan sonra ‘suçun kişiselliği’ ilkesine bile itibar edilmiyor? Neden rejim ‘kendi’ çocuklarını terörist ilan edebiliyor? Soruları çoğaltmak mümkün... Bu ve benzer sorularla ilgili verimli bir tartışma yürütmenin koşulu, TC’ye dair yaratılmış efsanelerden, resmi tarih, resmi ideoloji ve Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmanın tahribatından kurtulmadan mümkün değildir. Aksi halde ekseri yapıldığı gibi sorunları tartışıyormuş gibi yapanların safına savrulmak kaçınılmazdır... TC’nin modernite ve aydınlanmayla imtihanı veya rejimin niteliğini tartışabilmek... Herhangi bir toplumsal olayı veya süreci açıklamak için bir dizi neden sıralamak adettendir ve aslında bu gereklidir de. Zira, inceleme konusu yapılan toplumsal olay, olgu veya süreç farklı nedenlerin, kertelerin, belirleyiciliklerin diyalektik bir bütünlüğü olarak tezahür eder. Lâkin, bir dizi nedeni sıralamak, toplumsal gerçekliğe nüfûz edip bilince çıkarmak için yeterli değildir. Sorunu yetkin bir tarzda ele alıp- netleştirmenin, gerçekliği ortaya çıkarmanın yolu, asıl nedeni tespit edip, nedenler hiyerarşisinin tepesine yerleştirmeyi gerektirir. Nedenler ‘bütünü’ içinde asıl nedeni seçip-ortaya çıkarmak son derecede önemlidir. Aksi halde sorun tahlil ediliyormuş gibi yapılsa da gerçeği yakalamak pek mümkün olmaz.

Böyle bir durumda ideolojik- entellektüel etkinlik zaafa uğrar ve asıl amaca yabancılaşır, başka amaçlara hizmet eder hâle gelir... Dolayısıyla, araştırmacının, tarihçinin, ‘bilim insanı’ denilenin, sosyal düşünce alanında etkin olma iddiası olanın yöntem ‘üstünlüğüne’ sahip olması gerekir ama bir başına yöntem üstünlüğü gerçeği yakalamanın güvencesi değildir. Yöntem üstünlüğü araştırmacıyı sadece avantajlı duruma getirir. Kendisinden beklenen yüksekliğe de çıkabilmelidir. Türkiye’deki rejimin niteliği tartışılırken, yukarıda sorduğumuz sorulara cevap aranırken, nedensellik hiyerarşisinin tespiti büyük önem taşıyor... Öyleyse sorun nasıl ele alınıptartışılabilir? Kritik olan, belirleyici olan nedir veya ne ile ilgilidir? Tartışmayı, Türkiye sosyal formasyonunun yakın tarihinde yaşananların ne anlama geldiğiyle başlatabiliriz. İmparatorluğunun ‘yenilikçilik’ denilen döneminde yapılanların tarihsel anlamı ne idi? Yenilikçilik [teceddüt] denilenler aslında neyin hizmetindeydi? Osmanlı sosyal formasyonu hem kendi iç çelişkilerinin hem de ilk defa tarih sahnesine çıkan, orijinal bir üretim tarzı olan kapitalizmin aşındırmasına maruz kaldığında, bürokratik yönetici elit başa dönerek, başlardaki gücü ve ihtişamı ihya ederek ‘krizi’ aşmanın mümkün olduğunu sandı. Aslında bu ister birey isterse toplum olsun, yeni bir durumla karşılaşanların olağan tepkisidir: geriye bakmak, çözümü geride aramak. Fakat tarihte geriye dönüş hem mümkün değildir hem de arzulanır bir şey olmaması gerekir. Zira, bugünün sorunlarını düne ait yöntem ve araçlarla çözmek mümkün değildir. Osmanlı yönetici eliti katında selâtini maziye denilen bir ‘altın çağ’ yaşandığına inanırlardı ve geçmişteki altın çağı ihyâ ederek içine sürüklendikleri durumdan çıkabileceklerini umuyorlardı. Bunun imkânsızlığı anlaşılınca, durumu kurtarmak için Batı Avrupa’dan [koloniyalist-emperyalist Avrupa] bazı kurum, kural, teknoloji, üslûp, vb. ithal ederek, oraya benzeyerek, kutsal devletlerini koruyacaklarını düşündüler. Amaçları yeni ve farklı bir şey yapmak değil, mevcut durumu, status quo’yu koruyup-sürdürmekti. Dolayısıyla yenilikler, kapitalist-emperyalistkoloniyalist Batı’dan ithal ettikleri şeyler, yeniyi yaratmanın değil, eskiyi koruyupyaşatmanın hizmetindeydi. Bunun anlamı, bu topraklarda bir modernite devriminin hiçbir

24


Komünist Zemin zaman yaşanmamış olmasıdır. Yenilikçilerin asıl amacı Eski Rejimi yıkıp, yeniyi ikâme etmek değildi. Eksiyi Batı’dan ithal ettikleri şeylerle koruma yoluna girmişlerdi. Oysa, kapitalizmin tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte artık ‘klasik’ iktibas yolu kapanmıştı... Önceki dönemlerde iktibas yolu açıktı ve bir uygarlığın ‘ilerlemesi’ diğerinin ilerlemesini mümkün kılıyordu. Kapitalizmin tarih sahnesine çıkıp egemen üretim tarzı haline geldiği dönemde iktibas demek, kapitalizmin etki alanına girmek, kapitalizm tarafından biçimlendirilmek- biçimsizleştirilmek, velhasıl sömürgeleşmek demekti. Osmanlı İmparatorluğu söz konusu olduğundaysa bu yarısömürgeleşme biçiminde tezâhür edecekti. Koloniyalist-emperyalist Batı’dan ithal edilen şeyler [düşünce, kurum-kural, teknoloji, militer yöntem ve araçlar, yaşam üslûbu, giyim-kuşam tarzı...] ve oluşturulan ‘yeni kurumlar’, umulanın aksine ve çelişik olarak, yönetici bürokratik elitin iktidarını sürdürmesine imkân vermekle birlikte, imparatorluğun sosyal dokusundaki aşınma daha da derinleşti. Batıyla uyumlanmak üzere yapılanlar, neoliberal küreselleşme çağında Üçüncü Dünya Ülkelerine önerilen- dayatılan yapısal uyum programlarının bir versiyonuydu. Osmanlı imparatorluğunda XIX’uncu yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan muhalefet de rejimin bir iç muhalefeti olması itibariyle farklı bir zihinsel-entellektüel-politik paradigmayı veya perspektifi temsil etmiyordu. Yönetici elit katında kimsenin yeni ve farklı bir şey yapmak, Eski Rejimle hesaplaşmak, onu aşmak gibi bir sorunu yoktu. Bu tür kaygılara ve hedeflere onların zihinsel dünyasında yer yoktu... Bürokrasinin her çeşidi mutlaka tutucudur, bu durum onun sınıfsal yapısının [karakterinin densin] bir gereğidir. Bürokrasinin yegane kaygısı varolanı koruyupsürdürmektir. Oysa sosyal süreç sürekli değişen, yenilenen, dinamik bir süreçtir. Yenilik denilen kurumsal düzenlemelere ve onlara eşlik eden söylemlere zihinsel, düşünsel, entellektüel bir devrim öncelik etmiyordu. Osmanlı egemen elitinin zihinsel dünyasında gelenekle hesaplaşmak diye bir şey söz konusu değildi. Böylesi koşullarda yenilikler Eski yapıya yama yapmak anlamına geliyordu. Oysa modernite radikal bir zihinselentellektüel devrimdi ve Eski Rejimi hedef almıştı. Eski Rejimin [Ancién Régime] üç da-

25

yanağı olan prens [hükümdar], kilise [din] ve gelenek üçlüsüyle tarihsel bir hesaplaşmaydı. Osmanlı yenilikçileriyse [mütecedditler] Eski Rejimi yıkmak, ona cepheden savaş açmak bir yana, onu nasıl yaşatırız sorusuna cevap aramakla meşguldüler... Padişah’ın da, ona muhalif olduğu sanılanların da [ki, gerçek bir muhalefet söz konusu değildi, zaten mümkün de değildi] ortak kaygısı, kendi varlık nedenlerini, statülerini, her şeyleri olan kutsal devletlerini koruyup-yaşatmaktı. Yeniliklerin mimarı olan Osmanlı egemen eliti, politik bir felsefe ve aynı zamanda ekonomik bir doktrin olan liberalizmden de habersizdi. Bilindiği gibi politik bir felsefe olarak liberalizm insanı esas alan, insan özgürlüğüne vurgu yapan, insanların eşit ve özgür olduğunu, olması gerektiğini ilân eden bir düşünce akımıydı. Osmanlı İmparatorluğunda sadece pratik politika alanında değil, düşünselentellektüel, estetik alanda da yeni ve özgün bir muhalif akım hiçbir zaman ortaya çıkmadı... Dolayısıyla Türkiye’nin yakın tarihine damgasını vuran ‘yenilikçiliğin’, ‘modernleşmenin’, modernleşmeye yapılan aşırı vurgunun mahiyeti ve misyonu hakkındaki yanılsama ve kafa karışıklığından kurtulmadan, rejimin niteliği ve yaşananların anlamına dair bilinç açıklığına ulaşmak mümkün değildir. Türkiye’nin tarihinde ve o tarihin hiçbir döneminde bir modernite devrimi ve aydınlanma söz konusu olmadı. Söylem [retorik] gerçeğin kendisi sanıldı. Bunun anlamı Eski Rejimden kopuşun hiçbir zaman gerçekleşmemesidir. Dolayısıyla Cumhuriyet aydınlanması denilen tam bir safsatadır ve bu dünyada reel bir karşılığı da yoktur. Bu kritik sorun gözden kaçtığı, dikkate alınmadığı sürece, bu yöndeki kafa karışıklığını aşmak da mümkün olmayacaktır. Türkiye’de modernleşme ve modernite kavramları arasındaki önemli fark hep gözden kaçtı. Kapitalistleşmenin sonuçları ve/veya kapitalist üretim tarzının işlerliği için gerekli kurumsal yapıların ve görüntülerin varlığı ve/veya kapitalist teknolojinin ürünlerine sahip olmak modernite değildir. Modernite zihinsel, düşünsel, entellektüel bir devrim, aydınlanma da uzun insanlık tarihinin en önemli kırılma anlarından biriydi. İnsanlığın önünü açan, perspektifi, devlet- toplum ilişkisinin yönünü ve mahiyetinin değiştiren bir devrimdi. Zira modernite, insanlar ta-


Komünist Zemin

rihlerini yaparlar, yapabilirler, yapmalıdırlar

demekti. Elbette, teker teker bireyler olarak değil, örgütlü bir topluluk, sınıfsal, etnik bir zatiyet olarak, vb.... Orada devlet de dahil kutsallıklara yer yoktur. İnsanlık tarihinde moderniteyle birlikte ilk defa gerçek anlamda politika da ete kemiğe bürünmüş, gerçek bir anlam ve içerik kazanmıştır. Bilindiği gibi politika alternatiflerin imkân dahilinde olması demektir... Kimilerinin modernleşme, çağdaşlaşma, muasır medeniyet seviyesini yakalama, vb. dedikleri yenilikçiliğin modernite ve aydınlanmayla gerçek bir ilgisi hiçbir zaman söz konusu olmadı... Yegane kaygıları Eskiyi korumak, kutsal devleti yaşatmak olanların kullandıkları kimi ‘modern’ kavram ve söylemlerin anlamına ve işlevine dair yanılsamaya kapılmamak gerekir. Anlaşılabilir nedenlerden ötürü Osmanlı İmparatorluğunda devlet kutsanırdı. Devlet her şeydi... Boşuna devlet başa kuzgun leşe denmemiştir. Yenilikçilik dönemindeki Tanzimat, Islahat, Meşrutiyetler ve Cumhuriyet rejiminin süreklilik arzeden ortak misyonu, devleti kurtarmak, yaşatmak, güçlendirmekti... Dolayısıyla resmi tarih ve resmi ideoloji tarafından yaratılan efsaneye itibar edilmezse, son tahlilde bir darbeyle ‘kurulan’ Cumhuriyet rejiminde de devlet, kutsal devlet olmaya devam etti. Bunun anlamı devlet-toplum ilişkisinin yönünün ve mahiyetinin değişmediğidir. 1945 sonrasında ‘çok partili sisteme’ geçildiğinde de durumda kayda değer bir değişiklik ortaya çıkmadı. Zira söz konusu olan tam bir muvazaa idi. 1820’li yıllardan beri yapılanlar gibi bir ‘yamaydı’. Buna rağmen merkez [asıl devlet partisi densin] kitlelerin sürece sınırlı katılımını bile kendi statüsüne ve varlık nedenine bir teh-dit saydığı için 27 Mayıs 1960’da bir darbeyle ‘durumu düzeltme’, raydan çıktığını düşündüğü aracı raya sokma girişiminde bulundu. Onu 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 darbeleri izleyecekti. Türkiye’de geçerli rejim, oldum olası halkı, ayak takımını işe karıştırmama temel yaklaşımına dayandı, dayanıyor. Ama halk işe karışıyor, karıştırılıyor izlenimi ve yanılsaması yaratmak üzere bir dizi ‘modern’ kurum, ‘kural’ mekanizma ve söylem devreye sokulmuş durumda.

Türkiye’de teorik olarak modernitenin kurum ve mekanizmaları gibi görünen şeyler aslında

varlık nedenlerinin ve normal misyonlarının tersini gerçekleştirmenin hizmetindedir... Bu

durum, Türkiye’de siyasetin önünün kapalı olması demektir. Başta 12 Eylül askerî darbesi olmak üzere, 29 Ekim 1923 deki Cumhuriyet darbesi de dahil tüm darbeler ve darbelerle oluşturulan kurumsal-ideolojikhukukî çerçevenin asıl işlevi siyasetin önünü kapatmaktır. Bu terslik anlaşılıp, aşılmadan şeylerin yerli yerine oturması mümkün değildir. Böyle bir rejimin moderniteyle, aydınlanmayla ilgisi tartışılıp netleştirmeyi gerektirmiyor mu? Devlet kutsal devlet olarak kaldıkça, devlet-toplum ilişkisinin yönü ve mahiyeti değişmedikçe, hiçbir şeyin olması gerektiği olması da mümkün olmazdı ve olmadı. İşte bu yüzden rejimin niteliğini tartışabilmek hayâti önem taşıyor... Söylediklerimize açıklık getirmek için geriye doğru bir hatırlatma uygun olabilir. Tanzimat Fermanı [1839], Islahat Fermanı [1856], Birinci Meşrutiyet [1876] demokrasi güçlerinin, demokrasiye ve özgürlüğe ihtiyacı olan ezilensömürülen sınıfların ve/veya Eski Rejimi tasfiye edip kendi sınıfsal çıkarlarını gerçekleştirmek isteyen bir burjuva sınıfının marifeti değildi. Kadim Osmanlı egemen bürokratik elitinin eseriydi ve daha önce ifade ettiğimiz gibi, amaç yeni ve farklı bir şey yapmak, devlet/ toplum ilişkisinin yönünü ve mahiyetini sınırlı da olsa değiştirmek değildi. İlk modern parlamento sayılması gereken, Heyet-i âyan ve heyet-i meb’usan’dan oluşan Meşrutiyet Meclisi [1876] merkez dışı halk sınıflarının kazandığı bir mevzi değildi. Merkezî bürokrasinin manevra alanını genişletmek, emperyalizmle uyumlanmak üzere bizzat egemen merkez tarafından gündeme sokulmuştu.2 Bilindiği gibi, devletin konjonktürel bir ihtiyacına cevap vermek üzere açılan imparatorluk Meşrutiyet Meclisi, açıldıktan bir yıl kadar sonra [14 şubat 1877] yine devletin ihtiyacı gerekçesiyle kapatılacaktı. Aslında Türkiye’de meclis kapatma bir gelenektir ama asıl önemli olan böyle bir geleneğin neden yerleştiğine açıklık getirmektir...

26


Komünist Zemin 1908'de İttihatçı darbesiyle Kanun-i Esâsî raftan indirildi, Meşrutiyet Meclisi yeniden açıldı ama 1913 sonrasında artık bir kıymet-i harbiyesi kalmamıştı. Milli Mücadele dönemindeki Büyük Millet Meclisi başlarda az-çok bir burjuva parlamentosu görüntüsü verse de, Mustafa Kemal’in iktidarını güçlendirdiği Saltanatın tasfiyesi sonrası dönemde artık ortada parlamento tanımına uygun bir şey kalmamıştı. Değişiklik devlet- toplum ilişkisiyle ilgili değil, yönetici bürokratik elitin ‘geleneksel’ kanadının tasfiye edilmesiyle ilgiliydi. Aslında Cumhuriyet rejimi halkı değil, devleti angaje eden bürokratik bir düzenlemeler bütününden, bir hükümet darbesinden [coup d‘état] ibaretti. Devlet- toplum yabancılaşması İmparatorluğun son dönemindekinden farklı değildi. Bilindiği gibi, imparatorluk mantığının bir gereği olarak, Osmanlı’da keskin bir devlet-halk yabancılaşması söz konusuydu. Cumhuriyet bu durumu değiştirmedi, durumun değişmesi için sosyal-

*

entellektüel bir dönüşüm olması, kitlelerin sınırlı da olsa sosyal-politik sürece dahil olması, politikanın mümkün hâle gelmesi gerekirdi. Cumhuriyetle birlikte devlet-halk yabancılaşması kaldığı yerden devam etti ama bir farkla: ‘modern’ cumhuriyet rejimi halkı adam etmek istiyordu. Bir dizi ‘inkılap’ bu amaçla gündeme gelmişti... Bilindiği gibi halkı adam etme koloniyalizme özgü bir misyondur... Sanıyorum Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmanın tahribatına neden dikkat çektiğim açıklığa kavuşmuş olmalıdır. Eğer realiteyi anlamak istiyorsak, resmi tarih ve resmi ideolojiden, Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmadan, bir de zihnimizi esir alan ‘ölü bilgilerin’ tahribatından kurtulmamız gerekiyor. Eğer söz konusu tahribatlardan kurtulmayı başaramazsak, aradan otuz yıl geçmesine rağmen neden hâlâ 12 Eylül rejiminde yaşadığımızı bilince çıkarmak mümkün olmayacak...

Bu yazı, 4 Eylül 2009 tarihinde Fikret Başkaya tarafından Karaburun Bilim Kongresine sunulmuştur.

1

Kadir Cangızbay, Komprador Rejimin Anatomisi, s. 65, Özgür Üniversite Kitaplığı 02, Genişletilmiş 2. Baskı. Ankara 2000. 2

Okuyucu, Kanun-i Esâsînin ilanının özel ve genel nedenleriyle ilgili olarak, YEDİYÜZ, Osmanlı Beyliğinden 28 Şubata: Bir Devlet Geleneğinin Anatomisi adlı kitabıma bakabilir.

27


Komünist Zemin

“Troçkizm“ Üzerine Neredeyse bir asır boyunca Troçkizm, kimi zaman bir efsane, kimi zaman bir kurtarıcı, kimi zaman bir hastalık, kimi zaman her derdin devası, kimi zaman ise her derdin sebebi bir olgu olarak hep var olageldi siyasal arenada. Bugün de, Troçkizmi sonradan keşfeden geçmişin sabık Stalinistleri hariç, geçmişte olduğu gibi çok uç noktalarda bir şey ifade etmiyor olsa da, birileri için halen daha bir şey ifade ediyor ve varlığını bir biçimde sürdürmeye devam ediyor. Komünist Zemin’in arkasında duran ve Troçkist gelenekle bir çok ortak referanslara sahip olan ama kendilerini Troçkist olarak tanımlamayan komünistler olarak, Troçkizm meslelesine iliişkin görüşlerimizi ortaya koymadan önce, Troçki’nin Marksizm içindeki özgünlüğüne ve inkar edilemez önemine değinmek istiyoruz.

Fakat Troçki yukarıda sözünü ettiğimiz tutumuyla Marksizmin bu klasik ilerlemeci yaklaşımıyla esasta ayrışmıyor, aksine, gelinen tarihsel süreç itibariyle başta Fransa (1789) olmak üzere burjuvazinin Avrupa ülkelerinde üstlendiği “devrimci” misyonunu artık yerine getiremeyeceğini ve bu nedenle de proletaryanın onun tarihsel görevlerini de bizatihi yüklenmek zorunda kalarak sosyalizme geçişte bu ara aşamanın yükümlülüklerini de yerine getirerek iktidara yöneleceğini söylemektedir. Rus Marksistleri arasındaki ayrışma, tarihsel ve toplumsal ilerlemecilik anlayışı noktasında değildi.

Troçki’nin Özgünlüğü Troçki’nin Marksizm içindeki en özgün yanını, Marksizme egemen olan ve esasen kökleri Marks’taki ilerlemeci tarih ve toplum anlayışına dayanan aşamalı devrim anlayışı karşısında geliştirmiş olduğu sürekli devrim anlayışı oluşturur. Sürekli devrim anlayışı hem Marks’taki ilerlemeci anlayışa, hem de sosyalist harekete egemen olan aşamalı devrim anlayışına karşı bir devrim niteliğindedir. Ama ne yazıktır ki bu anlayış, Troçki tarafından mantıki sonuçlarına vardırılamamıştır. Çünkü Troçki, sürekli devrim anlayışını savunurken, aşamalı tarih ya da ilerlemecilik anlayışını reddetmek yerine, bu süreçlerin proletaryanın devrimci diktatörlüğü altında yaşanacağını söylüyor. Nedenini ise, burjuvazinin artık bu tür bir misyonunun kalmamış olmasıda görüyor. Bilindiği gibi Marksizm, burjuvazinin tarih sahnesine çıkarak feodal rejimleri tasfiye edişini devrim olarak nitelemiş ve tarihsel bakımdan oynadığı bu rolü ile onu devrimci bir rol oynayan ilerici bir sınıf olarak addetmişti.

28

Rus Marksizminin iki ana akımı olan Bolşevikler ve Menşevikler ile bunların dışında olan Troçki arasındaki görüş ya da anlayış farklılığı devrimin karekteri üzerine değil, devrimin izlemesi gereken yol ve devrime hangi sınıfın önderlik edeceği üzerineydi. Her üç yaklaşım da, sıradaki ya da gündemdeki devrimin burjuva karekterde bir devrim olması gerektiği hususunda aynı noktada birleşiyordu.


Komünist Zemin Bu bakımdan her üç anlayış ta, Marksizm’deki kategorik toplumsal gelişme anlayışına, bir başka deyişle, aşamalı gelişme ve dönüşme anlayışına bağlıydı. Her ne kadar Troçki, Rus Marksizminin iki ana akımıyla bu zeminde bir ortaklığa sahip olsa da, Troçki’yi özgün kılan bir yan da yok değildi. Troçki, devrimin karekteri konusunda klasik Marksizme bağlılığını sürdürmeye devam ettiğini beyan etse de, kendi görüşlerini açıklarken referans olarak aldığı Marksizm’le çatışmaya girmektedir: “İşçilerin ileri bir ülkeden önce, ekonomik olarak geri bir ülkede iktidara gelmeleri mümkündür. ... Proletaryanın diktatörlüğünün teknik gelişmeye ve ülkenin kaynaklarına şu veya bu şekilde otomatik olarak bağlı olduğunu düşünmek, saçmalığa varıncaya kadar basitleştirilmiş ‘ekonomik’ maddeciliğin önyargılarından biridir. Bu bakış açısının Marksizm’le bir ilişkisi yoktur.” (Troçki, Sonuçlar ve Olasılıklar, Kardelen Yay., s.48)

Hâlbuki Troçki’nin “Marksizm’le ilişkisi yoktur” diye adlandırdığı durum, tam da klasik Marksizm’dir. Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı gibi Troçki, hem Marksizm’deki ekonomizme, hem de ilerlemeci tarih anlayışına ağır bir eleştiri yöneltmektedir. Ama Troçki bütün bunları söylerken Marksizm’le çatıştığını aklının ucundan bile geçirmemektedir. Troçki’nin daha 1905 gibi erken bir tarihte söylediklerinin ete kemiğe bürünmesi ve bu kez adı konularak yapılabilmesi için, Walter Benjamin ve onunla aynı ekolden olan kimi Marksistlerin tarihe not düşmelerini beklemek gerekiyordu. Özcesi; Troçki, farkında olarak ya da olmayarak klasik Marksizm’e yönelik eleştirel bir anlayışı ifade etmekteydi. Ama Troçki, bu anlayışını mantıki sonuçlarına vardırmak yerine, kendi anlayışını klasik Marksizm’e entegre etmeyi yeğlemiş, bu anlamıyla da klasik Marksizm’in sınırlarına hapsolarak tutuculaşmıştır. Ama Troçki’nin bu handikabı, Troçki’nin klasik Marksizm karşısında sahip olduğu özgünlüğü görmemizi engellemez. Çünkü gerek Troçki’nin sürekli devrim anlayışı, gerekse de Troçki’nin kuramlaştırdığı teorinin bir sağlaması anlamına da gelen

1917 Ekim Devrimi, Troçki bunu böyle görmese de, aslında Marksizm’deki aşamalı gelişme yasasına ya da kategorik gelişme yasasına bir meydan okumadır. Bu konuda, Troçki’nin hakkını Troçki’ye teslim etmek gerekiyor. Troçki’nin hakkını teslim ederek, Gramsci’nin yarım bıraktığı notu biz tamamlamış olalım. Bilindiği gibi A. Gramsci, 1917 Bolşevik Devrimi’ni “Kapitale karşı devrim” olarak tanımlamıştı. Gramsci’yi bu sonuca götüren, Marks’ın tarihsel ve toplumsal ilerlemeci anlayışının bir sonucu olan, sosyalist devrim için önce kapitalist gelişmenin yani “burjuva devrimi”nin tamamlanmış olmasını şart koşan anlayışına rağmen, kapitalist gelişmesini tamamlamamış ve “burjuva devrimi”ni gerçekleştirmemiş bir ülke olan Rusya’da, sosyalist nitelikte bir devrimin gerçekleşmiş olmasıdır. Gramsci, Rusya’da gerçekleşmiş olan devrimi “Kapitale karşı devrim” olarak tanımlarken, burada Troçki’nin hakkını teslim etmekten kaçınmıştır. Çünkü 1917 Devrimi, aynı zamanda Troçki’nin doğrulanması anlamına da gelmekteydi. Bundan dolayıdır ki biz bir adım daha öteye giderek, esasen Marks’ın bu alandaki anlayışını mahkum eden 1917 Ekim Devrimi’nin teorik ve programatik zeminini oluşturan Troçki’nin devrim anlayışı olmuştur diyoruz. Çünkü 1917 Ekim Devrimi’nin siyasal gücü olan Bolşevikler bile, 1917 Nisan’ına kadar tarihsel ilerlemecilik tezinin bir ürünü olan aşamalı devrim anlayışını savunmakta ısrar ediyorlardı. Başından beri aşamacılığı reddeden Troçki olmuştur ve aşamacılık karşısında sürekli devrim anlayışını savıunmuş ve 1917 yılında devrimin izlediği yolu hem önceden görmüş hem de devrime ilham olmuştur. 1917 Ekim Devrimi bir sonuçtur. Ama devrimden önce, Rusya gibi bir ülkede devrimin izleyeceği yolun ve niteliğinin ne olması gerektiğini Troçki, gerek Bolşevikler karşısında, gerekse de Menşevikler karşısında neredeyse tek başına ortaya koymuş ve savunmuştur. Bu bakımdan 1917 Ekim Devrimi, yalnızca Marks’ın bu alandaki anlayışına karşı değil, aynı zamanda Marks’ın bu alandaki görüşlerinin sadık savunucuları olan

29


Komünist Zemin Bolşeviklerin ve Menşeviklerin de bu alandaki anlayışlarına karşı bir devrimdir. Daha 1905 gibi erken bir tarihte RSİDİP içinde yer alan akımlar, gelecekteki devrimin niteliğinin bir “burjuva devrimi” olmak zorunda olduğunda ısrar ederlerken, aslında Marks’ın ilerlemeci tarih anlayışında ısrar etmekteydiler. Troçki ise, “burjuva devriminin gerçekleşmediği ülkelerde, işçi sınıfı, kendi devrimini yapmakla kalmayıp, burjuva devriminin gereklerini de yerine getirecekti” diyordu. Ve Troçki, bu özgün anlayışını şu sözlerle taçlandırıyordu: “Başarı sağlanana dek sürekli devrim."

Troçki, aşamalı devrim anlayışının Marks’ın ilerlemecilik anlayışının bir ürünü olduğunu ortaya koymaksızın ve hatta kendi görüşlerinin Marks’ın anlayışının bir devamı olduğuna inanarak, özellikle 1905 sonrası geliştirdiği teorik anlayışıyla, Marks’ın ilerlemecilik anlayışının bir tezahürü olan RSİDİP içindeki akımların görüşlerini mahkûm etmiştir. Nihayetinde tarih karşısında haklı çıkan da Troçki olmuştur. Her ne kadar Troçkist hareket, “1917 Şubat Devrimi sonrası Lenin, daha önce savunduğu aşamalı devrim anlayışından vazgeçerek, Troçki’nin bu alandaki anlayışını kabul etmiştir” iddiasında bulunsa da, bu külliyen yalandır. Bilakis, Lenin, eski görüşlerine bağlı kalarak Troçki’nin anlayışının uygulayıcısı olmuştur. Lenin, aşamalı devrim anlayışını, dolayısıyla da sürekli devrim anlayışını 1917 Devrimi’nden sonra kabullenmiş ve savunmuştur. Ama 1917 Nisan’ında kaleme aldığı meşhur “Nisan Tezleri” adını taşıyan broşürde, “Devrimimizin burjuva aşaması tamamlanmıştır, şimdi sıra sosyalist aşamada” diye yazıyordu

30

ve bu yazdıklarıyla, aşamalı devrim anlayışında ısrarlı olduğunu gayet açık ortaya koyuyordu. Yani Lenin’i, “Bütün iktidar Sovyetlere” şiarını benimseme aşamasına getiren, bu alandaki anlayışını reddedip, Troçki’nin görüşünü kabul etmesi değil, devrimin burjuva aşamasının tamamlanmış olduğuna ilişkin anlayışıydı. Troçki tarafından reddedilen aşamalı devrim anlayışı pratik olarak 1917 Ekim Devrimi’yle aşılmış, 1918 yılı itibariyle Bolşevizm’in resmi anlayışı haline gelmiş, 1919 yılında toplanan Komintern’in ilk kongresinde ise dünya komünist hareketinin görüşü haline gelmiştir. Troçki’nin bir başka özgünlüğü ise, Sürekli Devrim teorisini bir dünya devrimi olarak formüle etmiş olmasıdır. Sürekli Devrim Teorisi’nin bir ayağını ise, devrimin uluslararası karakteri oluşturmaktadır. Troçki’ye göre devrimin bir ülkede başlaması ile onun tamamlanması bir ve aynı değildir. Tabii ki devrim bir ülke sınırları içerisinde başlayabilir ve proletarya iktidarı zapt edip, kendi devrimci diktatörlüğünü kurabilir. Ama bu, devrimin yalnızca başladığı anlamına gelir. Troçki’ye göre “Devrim ulusal arenada başlar, uluslararası arenada sürer ve dünya arenasında son bulur.” Troçki, Sürekli Devrim Teorisi’ni geliştirirken, yalnızca bir devrimin diyalektiğini ortaya koymakla kalmamış, aynı zamanda, bir ülkedeki devrimin dünya devriminin bir bileşeni olduğu müddetçe bir anlam ifade edebileceğini de ortaya koymuştur. Eğer 1848 tarihini, yani Komünist Manifesto’nun ilanını Marksist gelenek açısından bir milat olarak alacak olursak, Troçki’ye gelinceye dek hiçbir Marksist, ne devrimin sürekliliğini bir diyalektik kural olarak ele almış, ne de bir ülkedeki devrimi dünya devriminin bir bileşeni olarak ele almıştır. Tabii ki Marks ve Engels’de tek ülkede sosyalizm ya da öncelikli olarak kendi ülkelerinde devrimi örgütlemek türünden zırvalıklar yoktur. Onlar, sosyalizmi bir dünya sistemi olarak öngördüler ve tasavvur ettiler ve ömürlerini buna armağan ettiler. Onların eksikliği, dünyayı Batı’dan ibaret görmüş olmalarıydı. Onlar, gerek dünyanın, gerekse de eylemlerinin merkezine Batı’yı koymuşlardı. Ne olacaksa Batı’da olacaktı ve Batı, dünyanın geri kalanına da yol gösterecekti.


Komünist Zemin Dolayısıyla da, onlar için dünyanın geri kalanı bir başka zamana kadar kayıp bir kıtadan başka bir şey değildi. Marks ve Engels’in doğal mirasçısı olan II. Enternasyonal önderliği ise, devraldıkları mirası daha da ırkçı ve şoven bir noktaya çektiler. Bunun da ötesinde, II. Enternasyonal liderliğinin dünya devrimi gibi bir maksadı da olmadı. II. Enternasyonal’in en devrimci kanadını oluşturan Bolşeviklere gelince, 1914 yılına kadar hem bu şoven örgütlenmenin içinde yer aldılar, hem de bütün bir teorilerini ve stratejilerini Rus devriminin ihtiyaçları üzerine kurdular. Gerek Bolşeviklerin, gerekse de Spartakistler ve kimi başka Marksist örgütlerin gündemlerinin merkezine dünya devriminin yerleşmesi için, 1917 Ekim Devrimi’nin arifesini beklemek gerekecekti. Bu bakımdandır ki Troçki’nin, daha 1905 gibi erken bir tarihte tarihe bu kaydı düşmüş olması oldukça özgün ve önemlidir. Troçki’nin ve Troçkist Hareketin Tarihsel Önemi Troçki’nin, dolayısıyla da Troçkist geleneğin, komünizm hareketi açısından hayati bir önem taşıdığı tartışılmaz bir gerçektir. Troçki ve Troçki sonrası Troçkist hareket, bütün günahlarına rağmen Marksizm’in devrimci damarını 70 yıl boyunca temsil etmiş ve savunmuştur. Troçkizm, bir bakıma, karşı devrimci Stalinizm’in, Marksizm’in devrimci özünü ve değerlerini tahrif ve tahrip etmesi karşısında devrimci değerlerini savunmaya adanmış bir politik ve ideolojik duruşun da adıdır. Bundan dolayıdır ki Stalinizm’e karşı mücadele Troçkizm’le özdeşleşmiştir. Öyle ki, Marks ve Engels tarafından ilk temelleri atılan, 1917 Ekim Devrimi ile ete kemiğe bürünen ve Komünist Enternasyonal ile birlikte ayağa dikilen Komünist teori ve eylemin temel düşünce ve ilkelerini, 1924 sonrası ısrarlı bir şekilde savunan yegâne akım Troçkist hareket olmuştur. Dolayısıyla da Troçkist gelenek, bütün hata ve sapmalarına rağmen 1924’ten günümüze

dek, teorik bakımdan Marksizm’in en son devrimci damarını temsil etmiştir. Neredeyse bir asır boyunca Marksizm’in devrimci özünü oluşturan Enternasyonalizm, devrimin sürekliliği, tek ülkede sosyalizmin (ulusal ve devletli sosyalizm) kurulabileceği safsatasına karşı sosyalizmin ancak dünya çapında kurulabileceği ve bunun da devletsiz ve sınıfsız olacağı, partinin diktatörlüğü değil sınıfın diktatörlüğü ve hem tek tek ülke devrimlerinin birbirine bağlanabilmesi hem de dünya devriminin örgütlenebilmesi için dünya partisinin olmazsa olmazlığı bütünsel bir anlayış olarak neredeyse yalnızca Troçkist hareket tarafından ısrarla savunulmuş ve yaşatılmıştır. “Troçkizm”in Sorunlu Yanları Üzerine “Troçkizm”i tek bir süreç olarak algılamak ve anlamak oldukça sakıncalı bir yaklaşım olacağından, biz bu dönemi, Troçki dönemi “Troçkizm” ve Troçki sonrası “Troçkizm” olarak iki ayrı dönem olarak ele alacağız. Troçki Dönemi “Troçkizm”: Bir Adım İleri Hiç kuşkusuz Troçki dönemi “Troçkizm”i, sürekli devrim anlayışını bir kuram olarak ortaya koymasıyla Marksist gelenek içinde ileri bir adımı temsil etmektedir. Ama ne yazıktır ki Troçki, aşamalı devrim anlayışını mahkûm ederken, aşamalı ve ilerlemeci tarih anlayışıyla bir hesaplaşmaya girememiş, aşamalı devrim anlayışını reddederken, aşamalı ve ilerlemeci tarih anlayışına bağlı kalmayı sürdürmüştür. Dolayısıyla da Marks dönemi Marksizm’in en önemli handikabı olan tarihsel ve toplumsal aşamacılık ve ilerlemecilik, Troçki ve Troçkist hareket tarafından da savunulmaya devam edilmiştir. Troçki, her ne kadar aşamalı devrimi reddetse de, burada aşamalı “gelişme”yi ve tarih anlayışını reddetmemiş, bilakis onu teyit etmiştir. Troçki, devrimin sürekliliğini savunurken, anlayışını şu sözlerle gerekçelendiriyordu: “Çağımızda burjuvazi devrimci karakterini yitirmiştir, dolayısıyla da işçi sınıfı, kendi devrimini yapmakla kalmayıp, burjuva devriminin gereklerini de yerine getirecekti.”

31


Komünist Zemin Bu satırlardan da anlaşılacağı gibi Troçki, aşamalı tarih anlayışını değil, aşamalı devrim anlayışını reddediyor. Bunun nedeni ise, Marksizm’de zorunlu bir tarihsel/toplumsal aşama olarak görülen kapitalist (burjuva) aşamanın görevlerini yerine getirebilecek güç (sınıf) olan burjuvazinin, bu aşamayı gerçekleştirecek yetenekten yoksun olmasıdır. Dolayısıyla da reddedilen aşamalı toplumsal geçiş değil, aşamalı siyasal geçiştir. Daha doğrusu bu aşamanın hangi sınıfın hegemonyası altında aşılacağıdır. Troçki, Marksizm’e egemen olan ilerlemeci ve aşamalı gelişme “yasa”sına bağlı kalmış olması dolayısıyla kendi içinde bir çıkmaza sahiptir. Ama buna rağmen Troçki ve Troçki dönemi “Troçkizm”i, gerek devrimin sürekliliği, gerekse de uluslararası karakterini ortaya koyması bakımından Marksizm içinde bir adım ileri çıkışı temsil etmektedir. Troçki dönemi “Troçkizm’ini devrimci kılan ve onu bir ileri adım olarak öne çıkaran bir başka yan ise, Marksizm içinde bir başka ileri adımı temsil eden ve Komintern’in ilk dört kongresinde ete kemiğe bürünmüş olan Bolşevik çizgiyi, karşı devrimci Stalinizm karşısında savunmuş olmasıdır. Tabii ki bu süreçte Troçki’nin ölümcül hataları ve öngörüleri de oldukça fazladır. Örneğin, Sovyet Devleti’nin sınıf karakterini “yozlaşmış işçi devleti” olarak tahlil etmiş, dolayısıyla da bu devleti yıkmaya dönük devrimci bir örgüt inşa etmekten ve faaliyetten kaçınmıştır. Bunu yerine, devleti ve devlete egemen olan partiyi dönüştürmeye çalışmıştır. Bu açıdan baktığımızda diyebiliriz ki Troçki, devrimden önce de, devrimden sonra Sovyetler Birliği’nden sürüldükten sonra da devrimci örgüt meselenin hayati önemini bir bütün olarak kavrayamamış, dolayısıyla da bu bakımdan Leninist olamamıştır. Troçki, nasıl ki bir devrimciler örgütünün hayati önemini 1917 Ekim Devrimi’nin arifesinde kavramışsa, bu sefer de bir devrimciler örgütünün gerekliliğini 1933 senesinde, yani II. Emperyalist paylaşım savaşının arifesinde kavrayabilmiştir. Troçki’nin doğru bir noktaya gelebilmesi için 1933 yılına kadar beklemesi gerekmiştir.

32

Ne vakit ki 1933 yılında Almanya ‘da Naziler iktidar olmuştu, ancak ondan sonra Troçki, “yeni bir dünya savaşının kaçınılmaz olduğunu, dolayısıyla da dünya işçi sınıfının devrimci bir dünya partisinden yoksun bu savaşa karşı koyamayacağını ve bu savaşı devrimci bir savaşa dönüştüremeyeceğini” söyleyerek, bir dünya partisinin inşası için harekete geçmiştir.

Troçki’nin bu noktadaki zayıflığının iki ana nedeni olduğunu düşünüyoruz. Birinci neden, Troçki’de neredeyse her zaman için egemen olmuş olan klasik Marksist örgüt anlayışıdır. Troçki, 1917 Ekim Devrimi’nin arifesinde fiilen bu anlayıştan kopup, Leninist örgüt anlayışını kabul etmiş olsa da, öyle sanıyoruz ki bunu yeterince içselleştirebilmiş değildir. “Koşullardan bağımsız olarak, merkezi olarak örgütlenmiş bir devrimciler örgütünün zorunluluğu” anlayışını kabul etmek, Leninist örgüt anlayışının kavrandığı anlamına gelmez. Leninist örgüt anlayışını kavramak demek, tıpkı 1917 Ekim Devrimi’nin arifesinde Lenin’in yaptığı gibi, gerektiğinde kendi örgütünü karşına alarak, ona karşı da mücadele etmek demektir. Ve Troçki’de eksik olan budur. Tam da bundan dolayıdır ki “Lenin’in son mücadelesi”nde Lenin’le birlikte Bolşevik Parti’ye egemen olan bürokrasiye karşı birlikte mücadeleye girişmemiştir. İkinci neden ise, Troçki’nin Sovyetler Birliği’nin sınıf karakterini yanlış analiz etmiş olması ve buna bağlı olarak geliştirdiği program ve stratejidir.


Komünist Zemin Bilindiği gibi Troçki, Sovyet Devleti’ni “yozlaşmış işçi devleti” olarak tanımlamış ve bundan dolayı da bütün bir mücadelesini devleti değil, onu kontrol edenlerin iktidarını yıkmak için vermiştir. Yine aynı şekilde Komintern’i uzun yıllar dünya devriminin örgütü olarak gördüğünden, yeni bir dünya partisi inşa etmek yerine, Komintern’i kurtarmaya çabalamıştır. Bu ölümcül hatalar, aslında Stalin için bulunmaz fırsat sunmuştur, dahası bu fırsatı Troçki, hem kendi katiline hem de dünya sosyalizminin katiline altın tepside kendi elleriyle sunmuştur. Troçki, katledildiği güne kadar Sovyet Devleti’nin sınıf karakterine ilişkin düşüncesinden vazgeçmemiş ve bu devlete karşı doğrudan bir mücadeleyi reddetmeye devam ettiği gibi, Sovyet Rusya’da devrimci bir örgüt kurmayı da reddetmiştir. Troçki, dünya devrimi açısından ölümcül bir öneme sahip olan bir dünya partisinin olmazsa olmaz zorunluluğu düşüncesini savunmakla birlikte, 1933 yılına kadar karşı devrimci bir örgüte dönüşmüş olan Komintern’den umudunu kesmemiş, yeni bir dünya partisi için ancak 1933 yılında harekete geçebilmiştir. Ama bu tarih, artık hiçbir şeyi kurtarmaya yetmeyecek kadar geç kalınmış bir tarihtir. Bütün bu yanlarına rağmen Troçki dönemi “Troçkizm”i Marksizm’de bir ileri çıkışı temsil etmektedir.

Ne sendika kuyrukçusuydu, ne de sendikaların bağımsızlığı fikrini savunuyordu. Troçki, adeta tek başına bir devrim ateşi gibiydi, gittiği ve ulaşabildiği her alanı tutuşturmaya kilitlenmişti. Troçki’nin şahsında somutlaşan hareket, fiziki olarak değilse de, teorik ve politik olarak oldukça etkili olabilmiştir. Zaten Troçki’nin öldürülme nedeni de budur. Troçki, bütün bir teorik, politik ve stratejik paradigmasını dünya devrimi üzerine kurmuş, son nefesine kadar da bu hedefe kilitlenmişti. Troçki sonrası Troçkist hareket ise, her geçen gün Troçki tarafından temsil edilen devrimci çizgiyi terk ederek, zamanla sosyal demokrasinin sol kanadına dönüşmüştür. Bu hareket kimi zaman gerillacılığın, kimi zaman Kastroculuğun, kimi zaman sendikaların, kimi zaman İran’daki “Anti Amerikancılı Mollaların”, kimi zaman Nikaragua’daki Sandinistlerin kuyruğuna takılmıştır. Batılı zengin ülkelerde, yoksullaştırılmış dünyanın açlığıyla finanse edilen Batılı işçilerin ayrıcalıklarını savunmuş, Brezilya gibi yoksullaştırılmış ülkelerde ise, gelişen devrimci dinamiği Lula gibi sendika bürokratlarının peşine takarak sistemin yenilenmesine hizmet etmiştir.

Troçki Sonrası “Troçkizm”: İki Adım Geri Troçki dönemi “Troçkizm”ini Troçki sonrası “Troçkizm” döneminden ayıran bir yığın yan mevcuttur. Örneğin: Troçki hayatta iken fiziki gücü ve etkisi oldukça sınırlı olan Troçkist hareket, sınırlı gücüne rağmen etkili bir duruşa ve söyleme sahipti. Troçki, ayak bastığı her alanda “Devrimci Savaş” diyordu ve her alanda sınıf uzlaşmacı girişimleri sabote ederek, bu alanları sınıf savaşının alanlarına dönüştürmek için mücadele ediyordu. Bir dünya devrimi fikri onun en temel ve sabit düşüncesiydi.

Özellikle de 1989 yılı itibariyle, Sovyet Rusya ve Doğu Avrupa’daki Stalinist devletlerin kapitalist dünya ile fiziki olarak bütünleşmesiyle beraber, esasen Stalinizme ve onun Marksizm’i tahrif ve tahrip etmesine karşı koyuşu üzerinden kendini var eden ve bu anlamda da devrimci bir duruşa sahip olan Troçki

33


Komünist Zemin sonrası Troçkist hareket, Stalinizmin çöküşüyle birlikte bu zemini de kaybetmiş ve kendisini farklı kılan ayrım çizgilerini her geçen gün biraz daha yitirerek kendini tüketmiştir. Tabii ki bu hareket halen daha dünya devrimi, sürekli devrim, dünya partisi, enternasyonalizm gibi Marksizm’in devrimci değerlerini kâğıt üzerinde savunmaya devam etmektedir, ama hepsi bu kadar. Var olabildiği hemen bütün ülkelerde ise, ideolojik ayrım çizgileri dışında, gündelik gelişmeler karşısındaki politik tutumlarıyla burjuva sosyal demokratlardan, sendikalistlerden, reformistlerden ve Marksizm’in kazanımlarını tahrif ve tahrip eden Stalinistlerden ayırt edilemeyecek kadar çizgileri silikleşmiştir. Bu bakımdan Troçki sonrası “Troçkizm”, artık sosyal demokrasinin sol kanadına dönüşerek hem Marksizm’in gerisine, hem de Marksizm içinde ileri bir adımı temsil eden Troçki dönemi “Troçkizm”inin gerisine düşerek, iki adım geri düşüşü temsil etmektedir. Komünist Zemin’in “Troçkizm”le Ortaklığı ve Ayrılığı Üzerine Daha önce yayınladığımız yazılarda gelenek sorununa nasıl yaklaştığımızı belirtmiştik. Bundan dolayıdır ki burada yeniden bu meseleye girmeden, “Troçkizm” ile olan yakınlığımızı ve uzaklığımızı ortaya koyacağız. Eğer Troçkizm’i iki ayrı dönem olarak ele alacak olursak -ki biz iki ayrı dönem olarak ele alıyoruz-, Troçki’nin yaşadığı dönem ile Troçki sonrası dönemi ayrı ayrı ele almak gerekiyor.

Eğer bunlardan dolayı Troçkist olarak adlandırılacak olursak da, bunu bir övünç kaynağı sayarız. Troçki Sonrası “Troçkizm”le Uzaklığımız Üzerine Bizim açımızdan Troçki sonrası “Troçkizm”inin sahiplenilecek özgün yanları yoktur. Troçki sonrası Troçkist hareket sürekli olarak oradan oraya savrulmuş, hiçbir vakit tutarlı bir duruş ortaya koyamamış ve zaman içerisinde Troçki’nin devrimci mirasını da tüketmiştir. Buna rağmen bu hareket hem kapitalist devletlerin, hem de Stalinizmin ağır terörüne maruz kalmış ve ağır bedeller ödemek pahasına da olsa, hiç değilse Marksizm’in teorik mirasını büyük ölçüde günümüze dek taşımıştır. Bu durumu bakımından Troçkist hareketi, bir devrim hareketi olarak görmekten ziyade, Marksizm’in devrimci mirasına bağlı kalan bir misyon taşıyıcısı gelenek, bir başka deyişle de Marksist gelenekte tarihsel olarak devrimci bir hafıza işlevi gören bir akım olarak görmek daha doğru olur. Bu bakımdan bu hareketin savunmuş olduğu değerleri ve göstermiş olduğu kararlı tutumu geleneğimiz olarak görmekle beraber, bu hareketin bir parçası olarak görülmek istemeyiz.

Troçki Dönemi “Troçkizm”le Yakınlığımız Üzerine Bizim açımızdan Troçki, Marksizm’in 160 yıllık tarihi içerisinde oldukça özgün ve müstesna bir yere sahiptir, bu bir. İkinci olarak, Komintern’in ilk dört kongresinde somutlaşan komünist çizginin en son neferi olması bakımından Troçki, ayrıca bir öneme sahiptir. Bundan dolayıdır ki Troçki tarafından kuramlaştırılan sürekli devrim ve dünya devrimi anlayışını ve Marksizm’in tahrip edilmesi karşısındaki yılmaz mücadeleci yanını kendi geleneğimiz olarak görürüz.

34

Çünkü günümüzde enternasyonalizm, dünya devrimi, dünya partisi, sürekli devrim vb.


Komünist Zemin Marksist değerleri savunuyor olmak, bir ortaklık kurmak için yeterli olmadığı gibi, komünist anlamda devrimci olmak için de yeterli değildir. Ve Troçki sonrası Troçkist hareket, bütün bu değerleri programatik olarak savunuyor olmasına rağmen, komünist anlamda devrimci bir çizgiyi temsil etmemektedir. Düne kadar sosyalist hareketin ayrım noktaları ya da devrimci olmanın yolu, “Tek ülkede sosyalizmin reddi, enternasyonalizm, proletarya diktatörlüğü, hegemonya sorunu, dünya partisi, devrimci örgüt anlayışı, demokratik merkeziyetçilik, devrim anlayışı” gibi, Bolşevizm’de billurlaşmış olan Marksizm’in temel tezlerini savunmaktan geçiyordu. Günümüzde ise bu noktalar üzerinden devrimci bir hatta olabilmek mümkün olmadığı gibi, sosyalist solun kümelenmesi ya da ayrışması bu noktalar üzerinden şekillenmemektedir. Stalinizmin fiziki olarak etkisinin ortadan kalkması, sosyalist hareket içinde bu eski iktidar odağının yaratmış olduğu ideolojik ve politik tazyiki de ortadan kaldırmış, Stalinizm-Troçkizm ayrışması sosyalist hareketin ortaklıklarının ya da ayrılıklarının ana ekseni olmaktan çıkmıştır. Dahası, Stalinizmin fiziki olarak etkisizleşmesi ile birlikte, daha önceleri sosyalist harekete egemen olan ideolojik temelli ayrışmalar da, yerini şimdilerde politik ve stratejik temelde ayrışmalara bırakmıştır. Tabii ki sosyalist hareketin ayrışmasının ve yeniden yapılanmasının somut politik sorunlar üzerinden şekilleniyor olması, yeniden yapılanmanın bununla sınırlı kalacağı anlamına gelmemektedir. Bugün için, mevcut ayrışmalar ve birliktelikler daha çok politik meseleler üzerinden yaşanıyor gibi görünse de, mesele bununla sınırlı değildir. On yıllar boyunca sosyalist harekete yön veren paradigmalar da yeniden sorgulanmakta ve paradigmalar yeniden oluşturulmaktadır. Sosyalizm hareketinin temel taşlarını oluşturan ilerlemecilik anlayışı, enternasyonalizm, proletarya diktatörlüğü, dünya işçi sınıfının bölünmüşlüğü ve birliği, devrim anlayışı, ulusların kendi kaderini tayin hakkı, yeni toplumsal hareketler, burjuva demokrasisi ya da demokrasi sorunu, parlamentarizm,

sendikalar sorunu ve daha bir yığın mesele yeniden tartışılmakta ve bu tartışmalar üzerinden yeni bölünmeler ve birliktelikler örgütlenmektedir. Özcesi, geçmişteki bölünmelere ya da birlikteliklere temel teşkil eden, dünya devrimi, sürekli devrim ya da aşamalı devrim, devletli ya da devletsiz sosyalizm, proletarya diktatörlüğü ya da partinin diktatörlüğü, örgüt anlayışı, sosyalist demokrasi vb. gibi meseleler, artık birliktelikler ya da ayrılıklar örgütlemek için yetmemektedir. Örneğin Batı Avrupa’da faaliyet gösteren Troçkist bir parti ile Stalinist bir parti, adına “Sosyal Devlet” denilen olguyu savunmak konusunda bir ve aynı düşünmekte ve birlikte hareket edebilmektedirler. Çünkü her iki akım da “Sosyal Devlet”i bir kazanım olarak görmektedir. Üstelik “Sosyal Devlet”in bir kazanım olarak algılanması sadece Batı Avrupa’da faaliyet sürdüren bu iki akımın temsilcilerine özgü bir durum değildir. Aynı zamanda, bahsi geçen bu iki akımın geleneğinden olan ve dünyanın herhangi bir ülkesinde faaliyet sürdüren çeşitli parti ve örgütler de, Batı’daki “Sosyal Devlet”leri burjuva rejimler içinde işçi sınıfının bir kazanımı olarak görmekte ve kendi bulundukları ülkelerde de “Sosyal Devlet” talep etmekte hiçbir sakınca görmemektedirler.

Biz ise, “Enternasyonalizme ve dünya devrimine giden yol, dünya işçi sınıfını bölen ve burjuvazinin savaş stratejilerinden olan ‘Sosyal Devlet’e karşı mücadeleden geçiyor” diyoruz. Bunu söylediğimiz andan itibaren de, enternasyonalizm söylemi üzerinden Troçkist akımla bir ortaklığa sahip olmamız imkânsız hale geliyor.

35


Komünist Zemin Yaşadığımız coğrafyadan bir örnek verecek olursak; Örneğin yaşadığımız coğrafyada faaliyet gösteren neredeyse bütün Troçkist çevrelerle, dünya devrimi, sürekli devrim, enternasyonalizm, hegemonya meselesi, sosyalist demokrasi, demokratik merkeziyetçilik, dünya partisinin olmazsa olmazlığı gibi bir yığın ortak referansa sahibiz. Ama bütün bunlar birlikte yürüyebilmek bakımından neredeyse hiçbir şey ifade etmemektedir. Bütün bu noktalarda bu çevrelerle teorik olarak anlaşmış olsak bile, bütün bunlara yüklemiş olduğumuz anlamlar bakımından ciddi ayrılıklara sahibiz. Örneğin bu çevreler de, biz de diyoruz ki “dünya devriminin öznesi dünya işçi sınıfıdır”, ama “bu öznenin enternasyonalist birliği nasıl sağlanacaktır?” tartışmasını yapmaya başladığımızda görüyoruz ki bir adım önce ne kadar yakınlığa sahipsek, bu noktadan sonra en az bir o kadar uzak düşmüşüz. Onlar, işçilerin karşılıklı dayanışması yoluyla işçi sınıfının enternasyonalist birliğine ulaşılacağını söylerlerken, biz, bunun gerçekçi olmadığını söylüyoruz. Çünkü işçi sınıfı yekpare bir sınıf olmadığı gibi, çıkarları da tek ve aynı olan bir sınıf değildir. Hatta ve hatta çoğu zaman çıkarları bakımından kendi içinde çatışan bir sınıftır. Dolayısıyla da işçi sınıfının enternasyonalist birliğine giden yol, işçi sınıfının ayrıcalıklı olan kesimi karşısında kaybedecek hiçbir şeyi olamayan kesiminin yanında yer tutmaktan geçiyor.

36

Tam da bundan dolayıdır ki yaşadığımız coğrafyadaki Troçkist çevreler, Batı’daki işçi mücadelelerini selamlarken, biz bu mücadeleleri selamlamadığımız gibi, bir de teşhir ediyoruz. Çünkü bu mücadeleler, Batı işçi sınıfı ile burjuvazi arasında on yıllar boyunca devam eden ortaklığın burjuvazi tarafından kısmen ihlal edilmesine karşı mücadelelerdir ve maksadı önceden üzerine anlaşılmış olan statükonun korunması amacıyla tarafların eski anlaşmaya sadık kalmalarını sağlamak ve anlaşmayı bir kez daha teyit ederek aralarındaki barışı yeniden tesis etmektir. Bundan dolayıdır ki bu mücadeleler bizim açımızdan dünya işçi sınıfının genel çıkarlarına karşı bir karaktere sahiptir ve teşhir edilmelidir. Buna benzer bir yığın nedenden dolayıdır ki Komünist Zemin’in arkasında duran komünistler, Komintern’in ilk dört kongresi tarafından savunulan enternasyonalizm, sürekli devrim, dünya partisi ve dünya devrimi gibi temel noktalarda Troçkist gelenek ile bir ortaklığa sahip olmakla birlikte, bu gelenekle ortak hareket edememekteyiz. Teorik olarak Troçkistlerle ortak referanslara sahip olsak da, enternasyonalizmin ya da dünya devriminin pratik olarak nasıl mümkün kılınacağını tartışmaya başladığımızda, Stalinistlere ne kadar yakınsak, Troçkistlere de bir o kadar yakın ya da uzak düşüyoruz. Yani geçmişteki ortaklıklar bugün için bir birlikteliğe yetmediği gibi, geçmişteki ayrılıklar da, bundan sonra ayrı durmak için yetmemektedir.


Komünist Zemin

1 Mayıs’ta ‘Taksim Fethedildi’mi? 1 Mayıs 2009 değerlendirmelerine baktığımızda, neredeyse gerek bütün devrimci çevrelerin, gerekse de Taksim’e çıkmaktan yana olan sendikaların Taksim’in bir mevzii olarak yeniden kazanıldığı noktasında mutabık olduklarını görüyoruz.

Öncelikle belirtmek isteriz ki, Taksim, 1 Mayıs’ın devrimci değerlerine ve mesajına sahip çıkanlar için bir amaç olmasa da, mutlaka savunulması gereken bir mevzidir ve Taksim’de ısrar etmek gerekiyor. Yeniden 1 Mayıs 2009 sabahına dönecek olursak, karşımaıza çıkan tablo şudur: Bir yandan devlet icazetli güçler Taksim’e çıkmak için yürüyüş halindeyken, diğer yandan Taksim’e sokulmak istenmeyen militan devrimciler ve varoşlardan gelmiş binlerce emekçi Taksim 1 Mayıs Alanı’na girmek için devlet güçleriyle çatışıyorlardı. Taksim’e sokulmak istenmeyen binlerce devrimci ve işçi polis tarafından devlet şiddetine maruz kalırken, diğer yandan devlet icazetli güçler, polisle pazarlık yaparak Taksim’e yürümeye devam ediyorlardı. Pazarlığın konusu ise, daha fazla insanla Taksim’e çıkmaktı.

Ve nihayetinde, günlerce süren pazarlıkların sonunda Taksim’in kapıları 5 bin kişilik bir topluluğa açıldı ve bu topluluk Taksim alanına girdi. Ama biliniyor ki bu topluluk devlete rağmen oraya girmedi. Sendikalar ile devlet güçlerinin danışıklı dövüşü dolayısıyla Pangaltı’dan Taksim’e olan mesafe ve polis ile yürüyüş korteji arasında itiş kakış dolayısıyla 3 saat gibi bir zamanda ancak aşılmış olsa da, Taksim’e giriş devlet icazetli olmuştur. Burada önemli olan kaç kişinin Taksim’e girmiş olması değil, Taksim’e hangi koşullarda ve hangi pazarlıklar sonucu olarak girildiğidir. Taksim’e giriş konusunda bir pazarlık yapıldığı herkesin bildiği bir gerçektir ve Taksim’e devletin giriş izini vereceği 1 Mayıs gününden günlerce önce belli olmuştu. Pazarlık konusu yapılan Taksim’e girilip girilmeyeceği değil, kimlerin Taksim’e ne kadar güçle gireceği ve Taksim’e giriş izini verildikten sonra, alana girenlerin nasıl davranacaklarıydı. Pazarlığın bu kısmının çerçevesinin ne olduğu, ancak bu topluluklar Taksim’e girdikten sonra ortaya çıktı. Taksim’e ancak ‘seçkin’ler ve devletin veto etmediği gruplar girecekti ve Taksim’de bir takım konuşmalar yapıldıktan sonra devletin belirlediği zaman diliminde topluluk Taksim’i terk edecekti. Zaten öyle de oldu. Taksim 1 Mayıs Alanı’na çıkanlar arasında sendikalar, devlet icazetli sol ve sırf Taksim’de kendi bayraklarını sallandırıp, kendi gruplarının reklamını yapmak için Taksim’e çıkmaya izinli olanların içine sızmış tek tek kişiler vardı. Bu topluluk, ne Taksim’e çıkmak için yürüyüş halindeyken, ne de Taksim’e çıktıktan sonra, Taksim civarında bloke edilen binlerce devrimcinin ve işçinin önündeki polis engelinin kaldırılması yönünde bir davranış göstermemiştir.

37


Komünist Zemin Polis, binlerce devrimciyi ve işçiyi, devlet icazetiyle Taksim’e çıkmaya izinli olan bu topluluğun gözlerinin önünde dövmüş ve gözaltına almış, ama bu topluluk herhangi bir tepki göstermemiştir. Özcesi, binlerce işçi ve devrimci düşman barikatlarında devlet şiddetine ve terörüne maruz kalırken, Taksim meydanına izinle çıkan bu topluluk „kardeşlerini“ düşman barikatlerında terketme pahasına zaferlerini ilan ediyordu. Gerçek şudur ki, yıllardan beri Taksim 1 Mayıs Alanı’na girebilmek için bedel ödemiş olan devrimcilerin ve varoş işçilerinin kararlı mücadelesi sayesindedir ki, Taksim meydanının sınırlı olarak da olsa 1 Mayıs gösterileri için açılması devlet tarafından kabul edilmiş, ve icazetli bu topluluk, direnen devrimci toplulukların ve varoş işçilerinin açtıkları yoldan Taksim alanına girmişlerdir. Ama bu icazetli topluluk, buna rağmen, kendilerine Taksim’in yolunu açan devrimcilere ve varoş işçilerine sırtlarını dönerek, onları devletin şiddetine terketmiş ve iki sokak ötede polis terörüne maruz kalan binlerce insan söz konusuyken, Taksim alanında sevinç gösterielri yapmıştır. Bu topluluğun devletle olan anlaşmaları Taksim’e çıkıldıktan sonra da devam etmiş ve Taksim’de bir takım konuşmalar yapıldıktan sonra, devletin emriyle alan terk edilmiştir. Bu topluluk yürüyüş halindeyken yapmadığı gibi, alana çıktıktan sonra da, Taksim 1 Mayıs Alanı’nın herkese açılması için ısrarlı olmamış, Taksim civarında polis terörüne maruz kalan devrimciler ve işçiler de Taksim 1 Mayıs Alanı’na gelinceye kadar alanı işgal etmeyi bir an olsun tartışma konusu bile yapmamıştır. Çünkü bu topluluk için önemli olan Taksim 1 Mayıs Alanı’na nasıl çıkıldığı değil, Taksim’e çıkmaktı. Evet, Taksim’e çıkılmıştı ama bu durumu bir Zafer olarak addetmek mümkün değildir.

38

Çünkü bu bir zafer değil, 1 Mayıs’ın devrimci geleneğine sürülmüş bir lekedir.

Nasıl ki 1 Mayıs 77, devrimci 1 Mayıs geleneği açısından bir öne çıkma ise, 2009 1 Mayıs’ında bu icazetli topluluğun ortaya koymuş olduğu tavır da bir geriye düşüştür. 1 Mayıs 77 tarihteki onurlu yerini aldığı gibi, 2009 1 Mayıs’ında bu topluluğun bu tutumu da tarihte hak ettiği yeri alacaktır. En başta da belirttiğimiz gibi, önemli olan her ne durumda olursa olsun Taksim’e çıkmak değil, 1 Mayıs’ın devrimci geleneğine uygun olarak Taksim 1 Mayıs Alanı’na çıkmaktır. Meseleye buradan baktığımız içindir ki, Taksim 1 Mayıs Alanı kazanılamamıştır diyoruz.


Komünist Zemin

“Doğal Felaket” Değil, Kapitalist Yıkım Eylül ayının ilk yarısında Trakya ve İstanbul’da yaşanan sel baskınlarından sonra ortaya çıkan tablo, kapitalist devletin ikiyüzlülüğünü bir kez daha ortaya koyduğu gibi, insanların, diğer canlıların ve bir bütün olarak doğanın kapitalizm ve onun biricik iktidar aygıtı olan kapitalist devlet için ne anlam ifade ettiğini, ya da hiçbir önem ve anlam ifade etmediğini bir kez daha çok net bir biçimde ortaya koymuştur.

Eğer dikkat edilecek olursa hem kamu kurumlarının açıklamalarında, hem de medyanın yaptığı haberlerde asıl öne çıkan şey, canlı yaşamın değil, ekonominin gördüğü zararıdır. Timsah gözyaşları arasında anlatılan insan hikayeleri ise resmi değerlendirmelerin ve haberlerin süsüdür. Bu sel baskınıyla ortaya çıkan durum karşısında öncelikle şu noktanın altını çizmemiz gerekiyor; hem kapitalist devlete ait ilgili organların, hem kapitalist medyanın ve hem de “bilim adamı” unvanlı egemen ideoloji üreticilerinin bu sel baskınlarını bir “doğal felaket” olarak adlandırmaları doğru değildir.

Zira, artık günümüzde ortaya çıkan ya da çıkabilecek olan hiçbir yıkımı, ne depremleri, ne tusunamileri, ne selleri, ne orman yangınlarını, ne de kuraklıkları birer doğal felaket olarak adlandırmak mümkün değildir. Bir felaketin doğal olması için, ya da doğal bir felaket olarak kabul edilebilmesi için, öncelikle onun doğanın kendi iç dengeleri içinde ortaya çıkmış bir şey olması gerekir. Karşılaştığımız şeyin her gün görmeye alışık olmadığımız “olağan dışı” bir şey oluyor olması bu gerçeği değiştirmez. Bugün, ister bu coğrafyada olsun, isterse de dünyanın başka bölgelerinde olsun, ortaya çıkabilecek olan jeofizik ve meteorolojik hareketlerin hiç birisini artık doğal olaylar olarak ya da doğa olayları olarak adlandırmak hem mümkün değildir, hem de doğru değildir. Kapitalizm öncesi çağlarda bütün bunları birer doğa olayı olarak adlandırmak pekâlâ mümkündü, ama artık değil. İnsanlığın kapitalizm öncesi tarihi boyunca insan, her vakit doğanın bir parçası olarak kalmış ve büyük ölçüde doğa tarafından belirlenmişti. Ama kapitalizmle birlikte insan ya da iktidar sahibi güçler diyelim, her geçen gün doğaya biraz daha fazla müdahale etmeye başlamış, her geçen gün onu biraz daha tahrip etmiş ve onun dokularıyla rahatça oynamaya başlamıştır. Kapitalizm doğanın doğal yapısını büyük oranda tahrip etmiştir. Milyonlarca yılda oluşmuş ekolojik denge, Kapitalizmin son iki yüz yılda yarattığı tahribatla yıkımın eşiğine gelmiştir. Doğayı ve yeryüzü yaşamını yıkımın eşiğine getiren şey kapitalizmin kar ve mülkiyet hırsıdır.

39


Komünist Zemin

Kapitalizm, doğal kaynakların aşırı tüketimine bağlı olarak bütün dünyayı koca bir fabrika/şantiye halinde getirmiştir. Bunun sonucu olarak bütün dünyada ormanlar ve bitki örtüsü büyük ölçüde yok edilmiş, kalanları ise büyük tahribatlara maruz kalmıştır. Kapitalist üretim için gerekli olan hammadde ihtiyacının temini için ve üretilen metaların dünya pazarlarına ulaştırılabilmesi için milyonlarca yılda oluşmuş yeryüzü şekilleri ile oynanmış ve değiştirilmiştir. Hem hammaddeyi işleyip mamul haline getirmek için gerekli olan enerjinin temini, hem de üretilen mamullerden enerjiye bağlı olarak çalışanlarının enerji ihtiyacının karşılanabilmesi için fosil atıklara dayalı yer altı enerji kaynaklarının çıkarılması ile yeryüzü yaşamının altı kelimenin gerçek anlamıyla oyulmuştur. Kapitalist sanayinin ve kapitalist sanayiye bağımlı bir yaşam süren insanlığın doğaya bıraktığı atıklar çevreyi ve suları kirletmiş, atmosfere saldığı gazlar ise ozon tabakasının delinmesine ve meteorolojik hareketlerin normal (doğal) seyrinin farklılaşmasına ve iklimlerin değişmesine yol açmıştır.

Bu nedenlerledir ki, bugün dünyanın herhangi bir bölgesinde ortaya çıkan ya da çıkabilecek olan bir felaketin doğal bir

40

felaket olarak adlandırılması doğru değildir. Bütün bu felaketler için yapılması gereken doğru teşhis, bunun bir kapitalist cinayet ve yıkım olduğudur. Peki, o halde kapitalistler, kapitalist devlet yetkilileri, kapitalizmin “bilim adamları”, yazarları ve medyası bu felaketi adlandırırken neden doğal felaket olarak adlandırmaktadırlar? Burada hemen şunu belirtmemiz gerekiyor; yukarıda saydığımız bu egemen unsurlar, meseleyi farklı gördükleri ya da farklı yorumladıkları için bu felaketlerin adını böyle adlandırmamaktadırlar, özelde kendilerinin genelde de sistemlerinin sorumluluğunu saklamak ve yükü sırtlarından atmak için bilinçli olarak felaketin adını yanlış koymakta ve yalan söylemektedirler. Yukarıdaki bahsi geçenler olarak bugünün dünyasında ortaya çıkan bir felaketi eğer doğal bir felaket olarak adlandırırsanız, bununla iki şey yapmış olursunuz. Birincisi, bunun sizin dışınızda gelişen ve “hükmedilemez” olan doğayla alakalı bir şey olduğunu ve bunun mağduru olan bireylerin doğa karşısında kendi önlemlerini kendilerinin alması gerektiğini ve eğer bu önlemleri almamışlarsa bundan kendileri dışında hiç kimsenin ya da kurumun sorumlu tutulamayacağını söylemiş ve her zaman olduğu gibi faturayı bütün bir toplumun, dahası bu felaketin mağduru olan yoksulların sırtına yüklemiş olursunuz. İkincisi, yeryüzü yaşamının ve doğanın yıkıma uğratılmasındaki ve tek tek bütün felaketler karşısındaki asıl sorumluluğun kendi sınıf ve zümre çıkarlarınızdan kaynaklandığını saklamış olursunuz. Bir yalanı kolay ve en etkili bir biçimde söyleyebilmenin yolu, yalan söylenmesini istediğiniz konu ile ilgili “uzman” birilerine söyletirsiniz bu yalanı. Kapitalistler her yol açtıkları her felaketten sonra yaptıkları gibi bu felaketin ardından da ilgili uzmanlarını devreye soktular.


Komünist Zemin

Özel televizyon programlarında, haberlerde, köşe yazılarında çeşit çeşit “bilim adamı” ve yazar felakete yol açan meteorolojik ve jeolojik nedenler ile ilgili bir sürü şey anlatarak günlerce bombardımana tuttular toplumun dimağını. Eğer bir şeyi anlatan bir uzmanlık sıfatı taşıyorsa onun anlattıklarından nasıl şüphe edilir ki? İşte zaten egemenlerde bunun farkındalar. Yüzlerce hatta binlerce yıldır egemenler ezilenleri bu mürekkep yalamış konunun uzmanları aracılığı ile ikna etmediler mi kendi düzenlerine? Çünkü uzman sıfatla adlandırılmış biri eğer bir konu hakkında bir şey söylüyorsa mutlaka bir bildiği vardır. Eğer o yaşadığımız bu felaketi böyle adlandırıyorsa, bunun böyle olduğunu kim ondan daha iyi bilebilir ki?

Kapitalist devlet kurumlarının yöneticilerinin, medyanın ve konunun uzmanı “bilim adamları”nın günlerce anlattıkları hikaye ne olursa olsun, bütün bunların gizleyemediği bir gerçek var.

O da bütün diğer felaketlerde olduğu gibi, bu felakette de zengin ve ayrıcalıklılara bir şey olmamış, felaket yoksulları evlerini, yaşamlarını ve canlarını vurmuştur. Peki, bu bir tesadüf müdür? Elbetteki hayır. Kapitalizmin yoksullaştırdığı ve yoksunlaştırdıklarının bu sonuçtan kaçınabilmesi, ya da bu sonuçtan kaçınabilecekleri fiziki önlemleri alabilmeleri mümkün değildir. Zira kapitalizmin egemenliği altında hem kendileri için güvenlikli bir yaşam oluşturabilecekleri ekonomik koşullara sahip olamazlar, hem de dünya üzerinde yarattığı fiziksel tahribatları ortadan kaldıramazlar. Ezilen ve sömürülen insanlığın, yalnızca ezilmelerine ve sömürülmelerine yol açtığı için değil, aynı zamanda, yeryüzü yaşamını yok oluşa sürüklediği ve yeryüzü yoksullarının yaşamlarını yol açtığı felaketlerle cendere içindir ki kapitalizm ve kapitalist sanayileşme bir daha ortaya çıkamayacak bir biçimde ortadan kaldırılmalıdır. Kapitalizm ortadan kalkmadıkça, hem dünya ve yeryüzü üzerinde yıkım, hem de yoksulların yaşamında felaket ortadan kalkmayacaktır.

41


Komünist Zemin

IMF Karşıtı Eylemler Üzerine Uluslararası Para Fonu (IMF) ile Dünya Bankası 2009 yıllık toplantısı 6–7 Ekim tarihlerinde İstanbul’da yapıldı. Tabii ki IMF karşıtı güçlerde boş durmadılar. IMF karşıtları, aylarca süren hazırlıklar yaptılar ve neredeyse üç hafta boyunca IMF karşıtı gösteriler, toplantılar ve eylemler yaptılar. IMF karşıtlarının perspektifleri, programatik olarak durdukları yer ve politik duruşları bir yana bırakılsa bile, yine de başarılı oldukları söylenemez. Öyle ki, IMF ve Dünya Bankası toplantılarına katılan bürokrat, uzman ve politikacı sayısı bile, IMF ve Dünya Bankası karşıtı gösterilere katılanlardan daha fazlaydı. Bu durum bile meselenin vahametini anlamak bakımından oldukça anlamlıdır.

Nihayetinde kapitalizmin varlığı, başlı başına bir savaş ve saldırı nedenidir. Dolayısıyla da ona karşı herkes kendi bildiği tarzda kavga etme hakkına sonuna kadar sahiptir. Ve biz bu insanların kapitalizm karşıtı eylemlerini her daim savunuruz. Ama bu da, yapılan eylemlerin ezilenlerin kurtuluşu davası bakımından yapılması gereken eylemler olup olmadığını sorgulamamızı ve bu noktadan hareketle bu eylemlerin devrimci bir eleştirisini yapmamızı engellemez. Çünkü bir eylemin ya da hareketin kapitalizm karşısındaki haklılığı, onun aynı zamanda ezilenlerin kurtuluşu davasına uygun ve doğru bir eylem olduğu ve ezilenlerin kurtuluşu davasının ihtiyacı olan bir eylem olduğu anlamına gelmez. Peki, o halde IMF karşıtı eylemlerde eksik olan neydi?

IMF karşıtı eylemlerin eleştirisine geçmeden önce, daha en baştan belirtmeliyiz ki, yapılmış olan IMF karşıtı eylemlerin karşısında değiliz; bizim nazarımızda kapitalizmin egemenliğine karşı yapılan her eylem meşrudur. Bizim nazarımızda palyaço kılıklı ve düdüklü insanların eylemi de, sermayenin sembolü sayılan markalara ve şirketlere dönük saldırı yapan insanların eylemi de meşrudur. IMF karşıtı eylemlere ve bu eylemleri örgütleyen güçlere yönelik eleştirilerimiz, bu eylemlerin meşruluğuna helal getirmez.

42

IMF karşıtı eylemlerde asıl eksik olan, asıl öznenin bu eylemlerde olmamasıydı. IMF karşıtı eylemlerin en kitlesel olanına yaklaşık beş bin kişi katılmıştı ve bu eyleme katılanların bile çoğu ya sendika ve parti bürokratı, ya orta halli ailelerden gelen antikapitalist aktivistler, ya marjinal sayılabilecek devrimci gruplar ya da öğrenciler idi. Bu gösteride bile varoşlardan gelen insan sayısı parmakla sayılacak kadar azdı. Yani asıl özne bu gösteride yoktu. IMF karşıtı diğer onlarca eylem ise, işçilerin ve yoksulların değil, ayrıcalıklı kesimlerin eylemleriydi. IMF politikalarının asıl mağduru oldukları gibi, IMF politikalarını ve IMF’nin dünya düzenini ortadan kaldırabilecek yegâne özne olan yoksullar ise bu eylemlerde yoktu. “İstanbul’u onlara dar edeceğiz” parolasıyla sokaklara çıkanlar içinde Sosyalistler, Anarşistler, Otonom gruplar, Çevreciler, Eşcinseller, Sendika bürokratları, Meslek örgütleri ve bilumum IMF karşıtları vardı, ama yoksullar yoktu.


Komünist Zemin O halde ne yapmalıydı? Toplumsal ya da sosyalist bir devrimden yana olan güçlerin yapması gereken, toplumun yoksullarının ve yoksunlarının yerine kendilerini koyup, bunlar adına marjinal topluluklar olarak davranmak değil, yoksulların ve yoksunların örgütlü eylemini örgütlemektir. Örneğin IMF ve Dünya Bankası toplantısı yapılmadan aylar öncesinden doğrudan varoşlara gidilerek, oralarda aylarca sürecek bir çalışma yapılarak, varoşlarda yaşayanlara IMF ve Dünya Bankası’nın ne anlama geldiği ve kendileri için ne ifade ettiği anlatılabilir, varoşların da katılımıyla çok farklı eylemler yapılabilirdi. Örneğin Taksim’de zil takıp oynamak yerine, varoşlardan gelecek birkaç bin yoksulla birlikte bir ya da birkaç finans merkezi işgal edilebilirdi. Yine aynı şekilde, sendika bürokratlarının peşine takılıp Taksim’e yürümek yerine, sendikalar üzerinde baskı oluşturarak, sendikaların da katılımıyla sembolik olarak birkaç fabrikada bile olsa grev örgütlenebilirdi. Ya da IMF ve Dünya Bankası toplantılarının yapıldığı binaların bulunduğu bölgeye karnaval elbisesi giyinmiş toplulukların değil de, varoşlardaki aç ve yoksulların öfkesi taşınabilirdi. Ama bunların hiçbiri yapılmadı, daha doğrusu yapılmak istenmedi. Bunun yerine, aklı evvel bir takım gruplar aylarca kendi aralarında konuşup, cellâtlara sürprizler hazırlamakla meşgul oldular. İstanbullu yoksullara ise, “direnişe katıl” çağrısı yapmakla yetindiler. Sonuç olarak ne bir direniş oldu ne de “İstanbul’u onlara dar edeceğiz” sözü hayat bulabildi. Peki, eğer varoşların öfkesi örgütlenebilseydi, o vakit IMF toplantılarının yapılması engellenebilir miydi? Kesinlikle hayır. Ama en azından sınıflar savaşının adabına uygun bir davranış ortaya konulmuş olurdu. Bunun da ötesinde, hem yoksulların ve yoksunların kendi kurtuluşlarının öznesi olma sürecine katkı sunulmuş olunurdu, hem de IMF ve Dünya Bankası cellâtları, kendi sonlarını hazırlayacak olan gücün öfkesini enselerinde hissetmiş olurdular.

Bunların hiç birisi yapılamadı ve katilerin İstanbul geçidi, bir ayakkabı fırlatma meselesi etrafında tartışıldı. Artık tartışılan, “Misafire ayakkabı fırlatmak doğru mudur yoksa yanlış mı?” idi. Bir ayakkabı fırlatıldı ve her şeyin merkezine adeta bu olay oturtuldu. Bu konuda, “ayakkabı fırlatma eylemini doğu mu buluyorsunuz yoksa yanlış mı? Ya da “bu eylemi yaratıcı buluyor musunuz?” türünden anketler bile yapıldı. Sonuçta bir IMF toplantısı daha yapılmış oldu, cellâtlar alenen toplanıp görevlerini icra etiler, kurbanlar cellâtlarının görüntülerini televizyon ekranlarından, sanki tartışılan kendi kaderleri değil de, bir başka gezegenin insanlarının kaderiymiş gibi uzaktan ve alabildiğince kaygısız gözlerle izlediler. IMF karşıtları, karşıt olmaktan kaynaklanan “demokratik” haklarını kullandılar, polis ise, yapması gerekeni yaptı. Bu tabloya bakan IMF ve Dünya Bankası’nın patronları ise “Böyle düşman dostlar başına” demekten kendilerini alıkoyamadılar. IMF karşıtı gösterilere ilişkin bir başka not IMF karşıtı eylemlerde dikkat çeken bir başka özellik ise, özellikle “direnistanbul” çatısı altında hareket eden topluluğun temsil ettiği politik kültür idi. Bu platformun temsil ettiği politik kültür yaşadığımız coğrafya için pek alışılmış sayılmaz ise de, yeni değildir. Bu politik kültür Batı’dan ithal edilmiştir. Gerek “direnistanbul” platformunun temsil ettiği politik kültür, gerekse de bu platformun eylemleri, Batı’dan ithal edilmiştir. Evet, gerek bu politik kültür, gerekse de bu eylemler Batı’dan ithal edilmiştir. Özellikle 1970’li yıllar itibariyle Batılı ülkelerde boy göstermeye başlamış olan bu politik kültür ve bu tür eylemler, her geçen gün artan bir kabul görmüş ve zamanla, özelikle de Dünya Sosyal Forumu denilen örgütlenme aracılığıyla dünya çapında hâkim olan politik bir kültür ve davranış biçimi olmaya başlamıştır. Dünya Sosyal Forumu üzerinden dünya çapında bir etki sağlamaya başlayan bu politik kültürün en ayırt edici özelliklerinden biri, yıkıcı değil, yapıcı olmasıdır. Yani kapitalist sistemi tamir etmeye dönük olmasıdır. Bir başka özelliği, çok sesli ve çok renkli olmasına rağmen, öznesinin olmayışıdır. Bu yeni hare-

43


Komünist Zemin ketin öznesi hem herkestir, hem de hiç kimsedir; aslında bir özne yoktur. Bu yeni hareketin bir diğer özelliği, ademi merkeziyetçi ve oldukça atomize oluşudur. Dikkat edilecek olursa, özellikle IMF karşıtı son eylemlerde ortaya çıkan sokak hareketinin sahip olduğu özellikler, Dünya Sosyal Forumu üzerinden günbegün daha bir egemen olmaya başlayan politik kültürle örtüşmektedir. Aslında bu politik kültür her daim egemenlerin tercih edecekleri türden bir özelliğe sahiptir. Zira, demokrasi bunu gerektiriyor, yani kapitalist sistem bir suç işlerken, karşı taraf ta demokrasinin gereği olarak tepkisini gösterebilmeli ki, oyun kurallarına göre oynanmış olsun. İstanbul’daki IMF karşıtı gösterilerin, egemen güçler tarafından büyük ölçüde hoşgörüyle karşılanmış olmasının nedeni tam da budur. Yani demokrasinin kurallarına uygun bir muhtevaya sahip olmasıdır.

O halde ne yanmalı? Biz bu noktada neredeyse sınıfların ortaya çıkışıyla aynı yaşta olan bir gerçeği tekrar etmekten başka bir şey söylemeyeceğiz. Yeterince yaşlanmış olsa bile, henüz ömrünü doldurmamış olan gerçek şudur: Bir egemenlik biçimini ortadan kaldırabilecek yegâne özne, o egemenlik biçiminin doğrudan mağduru olan güçlerdir. Bu güçlerin doğrudan eylemi olmaksızın başarı sağlamak imkansızdır. Bu gerçekten hareketle diyoruz ki, günümüzde egemen olan güç, kapitalizmdir. Ve kapitalizmi bütün yarattığı sonuçlarla birlikte ortadan kaldırabilecek yegâne güç, onun yoksul ve yoksun bıraktığı güçlerdir. Yani yeryüzünün yoksulları ve yoksunlarıdır. Dolayısıyla da, kapitalizmi tahrip etme potansiyeli taşıyan bu güçlerin doğrudan eylemi örgütlenemediği müddetçe kapitalizmi imha etmek olası değildir.

IMF karşıtı gösterilerin bir başka sorunlu yanı üzerine Eylemlerin bir başka sorunlu yanı ise, nerdeyse bütün IMF karşıtlarının eylemlerini protestocu bir söylemle izah etmiş olmalarıdır. Bu izah tarzı üzerine yeniden düşünmekte fayda olduğu kanaatindeyiz. Zira protesto, aynı cephede olanlar arasındaki bir ilişki biçimidir ve yapılan protesto ile iki ayrı şey hedeflenir: Birincisi, karşı tarafın kural dışı davranışının önüne geçmek, ikincisi ise durumu düzeltmek, yani karşı tarafın yeniden kurallar dâhilinde davranmasını sağlamak. Dolayısıyla da birbirini yok etmeye mahkûm güçlerin bir birlerini protesto etmesi olacak iş değildir. Kurbanın kendisini yok ederek varlığını sürdürmeye mahkûm katilini protesto etmesi ne kadar akla uygunsa, IMF’nin toptan bir yok oluşa mahkûm ettiği güçlerin de IMF’yi protesto etmesi o kadar akla uygundur.

44

Bundan dolayıdır ki devrimci güçlerin yapması gereken, sendikaların ya da kapitalizmi insancıllaştırmak isteyen sistem tamircilerinin kuyruğuna takılmak ya da öznenin yerine kendilerini koymak değil, bizzat öznenin öz eylemini örgütlemektir. Kapitalizmi mezara gömmenin biricik yolu, onun mezar kazıcılarını harekete geçirmektir.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.