Komünist
Zemin
Kapitalizm ile suç ve çıkar ortaklığı olmayanlar; kapitalizmi yıkıp, özgürlükçü ve eşitlikçi bir dünya kurmak için,
savaşın!
Yeryüzü yoksullarının serbest dolaşım hakkı savunulmadan dünya işçi sınıfının enternasyonalist birliği savunulamaz, sağlanamaz!
Erdoğan'ın "Dersim Açılımı" Vesilesiyle Bir Kez Daha Dersim Jenosidi Üzerine
Kimdir Bu Kemal Burkay, Ne İster, Ne Yapmak İster?
SAYI
18
HAZİRAN / TEMMUZ / AĞUSTOS 2012
2 TL.
Ücretli Burjuvazinin Başkaldırısı
8 Mart Nedir, Ne Değildir?
İÇİNDEKİLER
Mülteciler, Batı İşçi Sınıfı ve Batılı Sosyalist Hareket Üzerine.........................3 Avrupa İşçi Sınıfının Mücadelesi ve Sosyalist Hareketin Tutumu Üzerine..................7 Ücretli burjuvazinin başkaldırısı ......................11 Konuk Yazar: Slavoj Žižek 8 Mart Nedir, Ne Değildir?................................15 Kimdir Bu Kemal Burkay, Ne İster, Ne Yapmak İster?..............................18 Erdoğan'ın "Dersim Açılımı" Vesilesiyle Bir Kez Daha Dersim Jenosidi Üzerine...................................23 TC’nin genetiği veya vicdanı kirlenmiş toplum Konuk Yazar: F. Başkaya .................................28 Devrimci Siyaset Alanı Üzerinden Rantçılık..........................................31
Ulrike Meinhof Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim..
Ulrike Marie Meinhof, RAF militanı olarak 1972 yılında yakalandı. 9 Mayıs 1976'da Stuttgart-Stammheim'daki hücresinde ölü bulundu. Ulrike Meinhof'un ölüm nedeni, "İntihar" diye açıklandı. Bu açıklamaya kimse inanmadı...
Komünist Zemin
Mülteciler, Batı İşçi Sınıfı ve Batılı Sosyalist Hareket Üzerine Mülteci diye tanımlananın ne olduğunu, nasıl tanımlanması gerektiğini ve Mülteciler karşısında dünya işçi sınıfının ve sosyalist hareketin aldığı pozisyonu tartışmadan önce; Mülteci kavramının etimolojik kaynağına ve anlamına değinmekte fayda olduğu kanaatindeyiz. Mülteci kavramı, Arapçada yer alan İltica fiilinden türetilmiş ve Türkçeye de buradan geçmiş bir kavramdır. En genel anlamıyla karşılığı ise, sığınmacı ya da sığınmış insandır. Bu kısa hatırlatmayı yaptıktan sonra, şimdi asıl meselemize, yani Mültecilere ve gerek sosyalist hareketin, gerekse de işçi sınıfının Mültecilere ilişkin tutumuna geçebiliriz.
kendilerinden çaldığı zenginliğin peşinden Batılı ülkelere doğru göç etmektedirler. Kısacası, yoksullaştırılmış dünyanın işçilerinin Batıya doğru göçü tesadüfi bir durum değil, emperyalist talanın kaçınılmaz sonucudur. Bu talanın sonucunda Batıya doğru göç halinde olan dünya yoksullarının bir kısmı henüz daha Batı’nın sınırlarını aşamadan yok olmaktadır. Öyle ki, Akdeniz’in, Ege’nin, Atlantik’in dibi on binlerce mültecinin ölüleriyle doludur.
Mülteciler Üzerine Mülteciler, bir başka deyişle "sığınmacılar" günümüz dünyasında hızla büyüyen ve bu büyümeye bağlı olarak da birçok ülkenin, özellikle de zengin Batılı ülkelerin temel politikaları üzerinde etkili olmaya başlayan bir güce dönüşmüştür. Öyle ki, özellikle NATO tatbikatları ya da İsviçre gibi NATO dışında olan ülkeler askeri tatbikatlarını Mülteci dalgasını önlemeye dönük olarak yapmaya başlamışlardır. Zira dünyanın yoksulları olan mülteciler, yaşama tutunabilmek, daha refah, daha güvenceli ve güvenli bir yaşam sürebilmek için her geçen gün artan bir oranda hareket halindedir ve mümkün olduğunda Batı’nın merkezlerine göç etmektedir. Batılıların talan ettikleri ve yaşanmaz duruma getirdikleri coğrafyaların insanları, bir bakıma kendilerinden çalınan hayatın izini sürmekte, emperyalist Batılıların
Keza Sahra Çölü’nün de on binlerce mülteciye toplu mezar olduğu bilinmektedir. Fiziki olarak yok olmaktan kurtulabilen mültecilerin önemli bir kısmı ise daha Batı’ya ulaşamadan, ya parasızlıktan yarı yolda kalmakta ya da tampon ülkelerin kolluk kuvvetleri tarafından durdurulmaktadır. Avrupa’ya gitmek isteyen göçmenler Türkiye, Fas, Libya gibi ülkelerde, ABD ve Kanada’ya gitmek isteyen göçmenler ise Meksika’da oluşturulan toplama kamplarında tutulmaktadır.
3
Komünist Zemin
Batı’nın içlerine kadar sızabilenleri ise, eskiden askeri kışla olarak kullanılan ve şehir merkezlerinden oldukça uzak yerlerde topluca tutulmaktadırlar. Daha da kötüsü, Yunanistan ve İtalya gibi ülkelerde, mültecilere toplama kampları bile lüks olarak görülmekte ve mülteciler sokağa terk edilmektedirler.
Tam da bundan dolayıdır ki Batılı işçiler, siyasetin zeminine yabancı ve göç karşıtlığını oturtan sağ partilere daha fazla destek veriyor. Batılı işçilerin "aşırı sağ" partilere destek veriyor olması gibi, "aşırı sağ" partilerin en çok da işsizlerden, düşük ücretli ve garantili olmayan işlerde çalışanlardan oy alıyor olması da tesadüfi bir durum değildir. Özcesi; Batılı işçilerle dünya işçi sınıfının yoksul kesimi arasında bir dayanışma ve ortak mücadele kültürünün objektif ve subjektif koşulları mevcut değildir. Batı işçi sınıfı, faturası yoksullaştırılmış dünyanın işçilerine ödettirilen kendi ayrıcalıklı durumunu savunmaktan ve dünyanın yoksullarını kendi ayrıcalıklı durumunu tehdit eden bir güç olarak görmekten imtina etmedikçe de, bu iki farklı dünyanın işçileri arasında ortak bir mücadele kültürünün oluşturulması mümkün değildir.
Örneğin Yunanistan ve İtalya’da on binlerce mülteci Batı’nın daha içlerine sızabilmek için aylarca limanlarda, tren garlarında ve geçiş yerlerine yakın noktalarda beklemekte; çoğu zaman dışarıda ve karton ya da şilte üzerinde yatmaktadır. Keza on binlerce mülteci, Atina, Selanik ve Milano gibi şehirlerde “karın topluğuna” çalıştırılmakta ya da karınlarını doyurabilmek için günde 14-15 saat sokak sokak gezerek seyyar satıcılık yapıp bu yolla hayatta kalabilmek için çabalamaktadırlar.
Mülteciler ve Batılı Sol Hareket Batılı sol hareketin mültecilere ilişkin tutumu, Batı işçi sınıfının tutumundan pek de farlı değildir. Batılı sol hareket, mümkün olduğunca mültecileri yok saymakta, adeta kayıt dışı olarak kabul etmektedir. Bundandır ki, Batılı ülkeleri sarsan işçi eylemlerinde yalnızca ve yalnızca Beyaz işçilerin varlığından, yaşam koşullarından, gelecek kaygısından ya da yaşam standardından ve taleplerinden söz edilirken, bırakın mültecilerin hayatta kalmak için karşı karşıya kaldıkları yaşamsal zorluklardan ve dolayısıyla taleplerinden söz etmeyi varlıklarından bile söz edilmemektedir. Batılı sol hareketin mültecilerden söz etmesi için, herkesin gözüne batan çok uç noktada bir takım olayların vuku bulması gerekmektedir ki, Batılı sol hareket de mültecilerin varlığını telaffuz etsin. Bu durumda bile Batılı sol hareketin göstermiş olduğu reaksiyon tamamen formeldir.
Mülteciler ve Batı İşçi Sınıfı Batı işçi sınıfı ile dünya işçi sınıfının en yoksul kesiminin bir parçası olan mülteciler arasında herhangi bir ortaklıktan söz etmek mümkün olmadığı gibi, bu iki kesim arasında bir ortaklık bağı kurabilmek de olası değildir. Zira Batı işçi sınıfı, dünya yoksullarının bir parçası olan mültecileri rakip ve kendi ayrıcalıklı durumunu tehdit eden bir güç olarak görmektedir.
4
Komünist Zemin
Bunun en çarpıcı örneği, Atina’da geçen yıl altı mültecinin linç edilerek öldürülmesi olayıdır. Mesele şuydu: 2010 yılında üç mülteci ile bir Yunan vatandaşı arasında tartışma çıkmış ve bu tartışmanın neticesinde Yunan vatandaşı bıçaklanarak öldürülmüştü. Bu olayın akabinde Yunan sağcıları mülteci avına çıkarak, karşılarına çıkan her mülteciye saldırmış ve bu saldırılarda altı mülteci linç edilerek öldürülmüştü. Bu olay karşısında “sosyalist” ve anarşist hareketin tavrı ise, basın açıklaması yapmak ve yürüyüş yaparak mültecilere yönelik linç kampanyasını protesto etmek olmuştu. Ne garip ki, Yunan işçilerinin daha fazla ücret ve daha iyi koşullarda yaşam talebi ya da hükümetin “tasarruf”, dolayısıyla kemer sıkma politikaları karşısında göstermiş olduğu reaksiyonu kahramanca sahiplenip, sokakları ateşe veren “sosyalist” ve anarşist hareket, altı mültecinin linç edilerek öldürülmesi olayı karşısında gayet “metanetli” davranmayı tercih etmiştir.
dece protesto yürüyüşleri yapmakla yetinmişti. Bu durum yalnızca Yunanistan ve İspanya işçi sınıfı ve solu için geçerli bir durum değil, bir bütün olarak Batılı ülkelerin işçi sınıfının ve Batılı solun tümü için geçerli bir durumdur. Aynı şey yaşadığımız coğrafyanın işçi sınıfı ve “sosyalist” hareketi açısından da geçerlidir; zira bu coğrafyada da ciddi bir mülteci nüfusu bulunmaktadır ve gerek işçi sınıfının, gerekse de “sosyalist” hareketin gündeminde bu nüfus hemen hiçbir yere sahip değildir. Ama burada tartıştığımız esas olarak Batı'da cereyan eden durum olduğundan, yalnızca bir kayıt düşmekle yetiniyor ve geçiyoruz. Evet, mülteciler dünya işçi sınıfının en dinamik ve en yoksul kesiminin bir parçasıdır. Ama ne yazıktır ki meselenin bu yanı “sosyalist” ve anarşist güçler tarafından ısrarlı bir biçimde yok sayılmakta ve göç meselesi genel olarak “insan hakları” çerçevesinde değerlendirilip ele alınmaktadır. Hal böyle olunca da, Batılı sol hareketin mültecilerle olan alakası, genel olarak "insan hakları" çerçevesinin ötesine gitmemektedir. Bu yaklaşımın günlük yaşamdaki karşılığı ise, mültecilere karşı saldırıların ayyuka çıktığı durumlarda protesto eylemi yapmak ve mülteciler için “daha iyi koşullarda barınma” talep etmektir. Bu tutum, sınıfsal bir tutum değildir ve siyasal olarak devrimci bir yaklaşımı ve tutumu da ifade etmemektedir. Örneğin hiçbir “sosyalist” akım, mültecileri dünya işçi sınıfının en dinamik kesimi olarak tanımlamamakta, dolayısıyla yoksullaştırılmış dünyanın yoksul işçilerinin serbest dolaşım hakkını savunmamaktadır. Oysa aynı durum Batılı işçiler için geçerli değildir; çünkü eğer tercih ederse ortalama Batılı bir işçi dünyanın herhangi bir bölgesinde kolayca istihdam olabilmektedir. Yani, emeğin serbest dolaşımı hakkı, fiilen Batılı ülkelerin işçileri için geçerliyken, yoksullaştırılmış dünyanın yoksul işçileri için bu mümkün değildir.
Bilindiği gibi benzer bir durum 1992 yılında İspanya’da cereyan etmişti. Orada da Faslı bir mültecinin İspanyol bir kadına tecavüz ettiğini iddia eden İspanyollar, sokaklarda mülteci avına çıkmış, İspanyol solu ise bu durum karşısında sa-
5
Komünist Zemin
Özcesi; Batılı sol, dünya yoksullarının Batılı işçilerle aynı koşullarda çalışma, sosyal güvence ve yaşama hakkını propaganda etmek yerine, "Yabancı işçiler zaten Batılı işçilerin yapmak istemedikleri işleri yapıyorlar" biçimindeki yarı utangaç ve gizli ırkçı anlayışı benimsemektedir. Bununla da yetinmeyen Batılı sol, mültecileri bir özne olarak görmek yerine, onları diktatörlüklerden, savaşlardan ve açlıktan kaçan zavallılar olarak göstermeyi tercih etmektedir.
dıkları gibi “insani” değil, sınıfsal bir olgudur. Günümüzde yaşanmakta olan "yerel" savaşları, kuraklığı, açlığı ve "doğa felaketi" diye adlandırılan yıkımları kapitalizmin yol açtığı talan ve yıkımdan bağımsız olaylar olarak mütalaa etmek mümkün olmadığı gibi, bunların bir sonucu olarak ortaya çıkan mültecilik olgusunu da kapitalizmden bağımsız bir olgu olarak ele almak mümkün değildir. Batılı solun ihmal etmemesi gereken bir başka şey, emeğin dünya çapında serbest dolaşımını savunmak ve bunda Batı işçi sınıfına rağmen ısrar etmektir. Batılı sol açısından ihmal edilmemesi gereken en önemli, en temel husus ise, dünya işçi sınıfını bölen ve kader birliği yapmasına engel olan Batı işçi sınıfının ayrıcalıklarını değil, dünyanın yoksullarının yüz yüze bırakıldığı durumdan yola çıkarak hareket etmektir. Zira Batılı solun sınıf eksenli bir siyaset oluşturabilmesinin ve devrimci bir zemin üzerinde kendisini yeniden inşa edebilmesinin yolu buradan geçmektedir.
Batılı Solun Devrimci Bir Zemine Oturabilmesinin Yolu Nedir? Batılı solun mevcut durumunu aşarak devrimci bir zemin üzerinde yeniden var olabilmesi için, Batı’daki mültecilerle kuracağı bağ hayati bir öneme sahiptir. Batılı solun mültecilerle doğru bir zeminde bağ kurabilmesi için ise, göç olgusunun tanımını doğru yapması bir ön şarttır. Zira göç ve mültecilik, gerek Batılı solun, gerekse de egemenlerin adlandır-
Yeryüzü yoksullarının serbest dolaşım hakkı savunulmadan dünya işçi sınıfının enternasyonalist birliği savunulamaz, sağlanamaz! ●●● Batı işçi sınıfının ayrıcalıkları savunularak devrimci bir sınıf hareketi yaratılamaz!
6
Komünist Zemin
Avrupa İşçi Sınıfının Mücadelesi ve Sosyalist Hareketin Tutumu Üzerine Dipnot yerine: Özellikle 1990 yılı sonrası Avrupa işçi sınıfında bir huzursuzluk baş göstermeye başlamış ve bu huzursuzluk her geçen gün gittikçe artan bir biçimde sokak hareketlerine dönüşmüştür. Sosyalist hareket ise bu durumu, "İşçi sınıfı kılıcını çekti" ya da "Avrupa işçi sınıfı nihayet geçmişteki şanlı tarihine uygun davranmaya başladı" türünden ifadelerle selamlamış ve buradan hareketle kendine vazife çıkarmıştır. Hâlbuki ne Avrupa işçi sınıfı ne de Burjuvazi, söz konusu olan çatışmayı sosyalist solun mütalaa ettiği gibi değerlendirmektedir. Yani sosyalist solun ifade ettiği ile var olan arasında hiçbir paralellik söz konusu değildir. Sosyalist sol, önce kendi elleriyle bir ikon yaratmış, ona bir anlam yüklemiş, sonra da onun büyüsüne kapılmıştır. Bu yazı kapsamında biz işte bu ilişkiyi, yani Avrupa işçi sınıfının sokaklara inen bu hareketinin niteliğinin ne olduğunu ve sosyalist hareketin bu gelişmeler karşısındaki tutumunun ne anlama geldiğini tartışacağız.
tirmez. Zira Avrupa işçi sınıfının mücadelesi, sınıfa karşı sınıf mücadelesi değil, uluslararası sömürü sonucu Batı’nın elinde toplanan zenginlikten kendi payına düşeni korumaya ya da artırmaya endeksli bir mücadeledir.
Bu mücadeleyi veren güç işçi sınıfı olsa da, bu mücadelenin bir sınıf karakteri yoktur. Çünkü söz konusu mücadeleler, dünya işçi sınıfının tümünü kapsayan taleplere ve ortak kesenlerde buluşturan bir amaca bağlı mücadeleler değil, aksine, ayrıcalıklarını koruma ve geliştirme amacında olan, burjuvazi bu ayrıcalıklara dokunmadığı sürece de onunla barış halinde olan, dünya işçi sınıfının zaten ayrıcalıklı kesimini oluşturan Batılı işçilerin kendi ayrıcalıklarını korumaya endeksli mücadelesi olduğu için genel olarak bir sınıf karakteri taşımaktan uzaktır. Dolayısıyla Batılı işçilerin bu mücadelesi bir sınıf mücadelesi olarak değil, en fazlası bir işçi mücadelesi olarak mütalaa edilebilir.
Avrupa’daki İşçi Mücadeleleri Üzerine Son 20 yıldır, Avrupa işçi sınıfı sürekli hareket halindedir. Bu hareketlilik, sosyalist solun aksine, ne işçi sınıfı tarafından, ne de onun tarihsel düşmanı tarafından bir “sınıf savaşı” olarak mütalaa edilmemektedir. Zizek, Batılı ülkelerde cereyan eden hareketleri tanımlarken, “Ücretli Burjuvazinin Başkaldırısı” ifadesini kullanmaktadır. Zizek'in kullandığı "Ücretli burjuvazi" kavramı Marksizm açısından kabul edilebilir bir kavram değildir. Ama bu, Zizek'in meselenin esasına ilişkin oldukça doğru bir tespitte bulunduğu gerçeğini göz ardı etmemizi gerek-
7
Komünist Zemin
Ama Batılı işçilerin bu mücadelesi, yoksullaştırılmış dünyanın işçi mücadeleleri gibi kendi sömüreni karşısında bir haklılığa sahip haklılar mücadelesi olarak mütalaa edilemez. Zira yoksul dünyanın yoksullaştırılmasıyla finanse edilen refahlarını korumaya ya da daha fazla pay almaya endeksli bir mücadeledir ki bu, bunun da anlamı, daha fazla pay almak adına yoksullaştırılmış dünyanın işçilerine karşı işlenen suçların suç ortağı olmaktır. Dolayısıyla da yoksullaştırılmış dünyanın işçilerine karşı işlenen suçların suç ortağı olanların mücadelesinin, mücadelenin unsurları işçiler olsa da bir haklılar hareketi olarak mütalaa edilmesi olanaklı değildir. Yukarıda belirttiğimiz gibi bu mücadelenin kalkış noktası, dünyanın geri kalanının talanına dayalı olarak Batı’da toplanmış zenginlikten daha fazla pay almaktır. Bir bakıma bir paylaşım savaşıdır bu. Avrupa işçi sınıfının mücadelesi, gerek karakteri, gerekse de talepleri bakımından 19. yüzyıla, hatta ve hatta 20. yüzyılın ilk yarısına damgasını vuran işçi mücadeleleriyle hiçbir otaklığa sahip değildir.
ya işçi sınıfının genel çıkarlarına bağlı bir mücadele yürütüyor olması değil, aksine dünya işçi sınıfının genel çıkarlarına karşı bir tutum sergiliyor olmasıdır. Özcesi; Komünist Manifesto’nun, “Zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur” diye tanımladığı Batılı işçiler, artık kaybedecek çok şeye sahiptir ve Batı işçi sınıfının dünyanın yoksul işçileriyle hiçbir ortaklığı kalmamıştır. Örneğin Batı işçi sınıfının temel talebi daha az çalışıp daha fazla tüketmek, daha çok seyahat etmek, daha sağlıklı beslenmek ve rahat bir yaşlılık sürmek iken, yoksullaştırılmış dünyanın işçilerinin temel talebi, daha iyi koşullarda daha rahat ve daha az çalışacağı bir iş değil, yaşamlarını idame ettirebilecek bir işe sahip olmak, daha sağlıklı beslenmek ve daha çok tüketmek değil, yaşamlarını sürdürebilecek kadar yiyecek bulmaktır. Zizek’in deyimiyle, “İşçi olabilme lüksüne sahip olmaktır”. Hal böyle olunca da, bu iki ayrı dünyanın işçilerinin ortak bir gelecek için birlikte mücadele edebilmeleri imkânsızdır. Avrupa’daki İşçi Mücadeleleri Karşısında Sosyalist Hareketin Tutumu Üzerine Avrupa’daki işçi mücadeleleri, sosyalist solun neredeyse tamamını etkisi altına almıştır. Bu mücadelelerin belirleyicisi sosyalist hareket değil, bizzat işçi sınıfı ve sendikalardır. Sosyalist hareket ise mevcut olana tabi durumdadır. Bunun en önemli nedeni, sosyalist hareketin dayandığı tarihsel referanslardır. Zira daha en baştan, yani Komünist Manifesto aracılığıyla sosyalist hareketin amaç ve ilkeleri ilan edilirken, “Komünistlerin işçi sınıfının çıkarlarından ayrı çıkarları yoktur” belirlemesi yapılmış ve sosyalist hareket ipotek altına sokulmuştur. Aradan 164 sene geçmiş ama bu ipotek halen daha kırılabilmiş değildir. 1917 Ekim Devrimi arifesinde ve hemen sonrasında Komünist Manifesto'nun ila-
Batı işçi sınıfının bugünkü mücadelesine damgasını vuran şey, 19. yüzyılda ya da 20. yüzyılın ilk yarısında olduğu gibi dün-
8
Komünist Zemin
nıyla başlayan ipotek kırılmaya çalışılmış ama bu girişim devam ettirilememiştir; çünkü bu sefer de sosyalist hareket Stalinist bürokrasinin ipoteği altına sokulmuştur.
zey Amerika’da mevcut olmadığı gibi, talepleri bakımından da bir aynılığa ve ortaklığa sahip değildir. Dahası, Komünist Manifesto’da, “Zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur” diye tanımlanan Batılı işçiler, artık kaybedecek çok şeye sahiptirler. “Zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur” tarifine uygun olan ise, Komünist Manifesto’da bahsi bile geçmeyen Asyalı, Afrikalı ve Güney Amerikalı işçiler ve dünya işçi sınıfının her geçen gün artan bir kesimini oluşturan göçmen işsizlerdir. Sosyalist hareket ise, Komünist Manifesto'nun ilanıyla konulmuş olan ipoteği görmek ya da kabul etmek istemediği gibi, Batı işçi sınıfının da geçirmiş olduğu yapısal değişikliği görmek ya da kabul etmek istememektedir. Sosyalist hareket, Batı işçi sınıfının, en azından günümüzde devrimci bir özne olmaktan çıktığını ve onun taleplerinin bir devrimci sıçramaya yol açmaktan uzak olduğunu, Batı işçi sınıfının günümüzdeki mücadelesinin, sistemle daha sıkı bağlar kurmaya dönük olduğunu kabul etmemektedir. Sosyalist hareket, işte tam da bu nedenden dolayıdır ki, işçi sınıfının kendiliğindenci mücadelesine devrimci bir etki yapmak yerine, onun peşine takılmış ve işçi sınıfı tarafından yönlendirilmektedir. Sosyalist hareket ile sendikalar arasındaki mesafe, sendikalar lehine gitgide kapanmış ve sosyalist hareket, sol bir sendikacılık zeminine oturmuştur. Esasında bu, İkinci Enternasyonal solculuğudur.
Bu yaklaşım, daha en baştan paradigmanın sorunlu kurulmasına neden olmuştur. Komünist Manifesto'da yer alan bu belirlemenin yanlışlığını bir yana bırakacak olsak bile, bu anlayış günümüz dünyasında bir anlam ifade etmemektedir. Bir an için Komünist Manifesto'da yer alan bu belirlemenin doğru olduğunu kabul etsek bile, Komünist Manifesto'nun ithaf edildiği Batılı işçiler ile günümüz dünyasının Batılı işçileri arasında gerek talepleri bakımından, gerekse de yapısal durumları bakımından bir ortaklık mevcut değildir. Zira ne Batı işçi sınıfının kendisi, ne de talepleri 164 sene öncesi ile aynı değildir. Aradan geçen bu süre zarfında Batı işçi sınıfı yapısal bir değişikliğe uğradığı gibi, talepleri de dünya işçi sınıfının genel çıkarlarına karşı olduğu, hatta dünya işçi sınıfının mağduriyetinden beslendiği için masum değildir, dolayısıyla da devrimci bir rol oynamaktan uzaktır. Bundandır ki, dünya işçi sınıfı, Komünist Manifesto’nun yazıldığı tarihte olduğu gibi, ağırlıklı olarak artık Avrupa ve Ku-
O halde Ne Yapmalı? Sosyalist hareketin yapması gereken ilk şey, tıpkı 164 sene önce olduğu gibi, “Bütün ülkelerin işçileri birleşin!” çağrısını yapmaya, nerede bir işçi hareketi varsa onun peşinden sürüklenmeye ve ondan devrimci bir sonuç çıkarmaya çabalamaktan vazgeçmek olmalıdır. Zira bu bir yanılsama ve nafile bir çabadır.
9
Komünist Zemin
Bunun da ötesinde, Batı’da cereyan eden işçi mücadelelerinin, gerek talepleri, gerekse de karakteri bakımından dünya işçi sınıfının genel çıkarlarına karşı olduğunu ve dünya işçi sınıfının genel çıkarları bakımından bölücü bir karakter taşıdığını kabul ve ilan etmektir. Bu iki tespitten çıkan sonuç ise şudur: Bu da demek oluyor ki, dünya işçilerinin birliğine giden yol da, kapitalist sistemin karşısında devrimci bir sınıf mücadelesi örgütleyebilmenin yolu da Batı işçi sınıfından ve onun sürdürmekte olduğu mücadeleden geçmemektedir. Dünya işçilerinin birliğine giden yol, Batılı işçilerin bu ayrıcalıklı durumunun yoksullaştırılmış dünyanın talanı ile finanse edildiğini ilan etmekten, bu ayrıcalıklı durumlarının üzerine yatarak dünyanın yoksullarına karsı kapitalizmle suç ve çıkar ortaklığı yapan tutumunu teşhir etmekten ve bu ayrıcalığın mağduru olan yoksul dünyanın emekçileriyle aynı yerde durarak mücadele etmekten geçmektedir. Cereyan eden olaylar karşısında devrimci bir tutum takınabilmek, devrimci bir rol oynayabilmek ve hatta geleceğe devrimci bir miras bırakabilmek için bu bir zorunluluktur.
Zira 164 sene evvel karşılığı olan bu parolanın günümüz dünyasında bir karşılığı yoktur. Bu çağrı, ancak ve ancak kapitalizmle suç ve çıkar ortaklığı olmayanlara yapılırsa bir anlam ve karşılık bulabilir. Eğer çağrı bu şekilde yapılırsa, Batı işçi sınıfının bu çağrının muhatabı olmadığı hemen görülecektir. Yapılması gereken ikinci şey, günümüzde Batı’da cereyan eden işçi mücadelelerinin devrimci bir potansiyel taşımadığını ve buradan hayırlı bir sonuç çıkmayacağını kabul ve ilan etmektir.
Kapitalizm ile suç ve çıkar ortaklığı olmayanlar; kapitalizmi yıkıp, özgürlükçü ve eşitlikçi bir dünya kurmak için, devrimci bir dünya partisinin politik önderliğinde birleşerek savaşın!
10
Komünist Zemin
Ücretli Burjuvazinin Başkaldırısı Konuk Yazar: Slavoj Žižek Bill Gates, nasıl Amerika’nın en zengin adamı oldu? Zenginliğinin, Microsoft’un sattığı ürünlerin üretim maliyetleriyle hiçbir ilgisi yok: yani bu durum, rakiplerinden daha ucuza iyi yazılım üretmesinin ya da işçilerini daha başarılı sömürmesinin sonucu değil (Microsoft, bilgi işçilerine göreceli yüksek maaşlar veriyor). Olay bu olsaydı, Microsoft çoktan iflas etmiş olurdu: insanlar, Microsoft ürünleri kadar iyi ya da onlardan daha iyi olan Linux gibi ücretsiz sistemleri tercih ederlerdi. İnsanlar hâlâ Microsoft yazılımlarını satın alıyor, çünkü Microsoft kendisini, Marx’ın toplumsal bilgi dediği ve bilimden pratik uzmanlığa kadar bütün biçimlerinde kolektif bilgi anlamına gelen şeyin somut bir örneği olarak neredeyse tüm alanı tekeli altına alıp adeta evrensel ölçüt olarak dayatmış durumda. Gates, toplumsal bilginin bir kısmını etkili şekilde özelleştirdi ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan ranta el koyarak zengin oldu. Toplumsal bilginin özelleştirilmesi ihtimali, Marx’ın kapitalizme dair yazılarında asla öngörmediği bir şeydi (büyük ölçüde, toplumsal boyutunu gözden kaçırmasından dolayı). Oysaki bu, bugün entelektüel mülkiyete dair mücadelelerin merkezindedir: nasıl ki toplumsal bilginin -kolektif bilgiye ve toplumsal işbirliğine dayanan- görevi sanayi sonrası kapitalizmde artmışsa, servet de bu bilginin üretiminde harcanan emekle orantısız biçimde birikir. Sonuç, Marx’ın umuyor göründüğü biçimde kapitalizmin kendi kendini tasfiyesi değil, emek sömürüsüyle yaratılan kârın, bilginin özelleştirilmesi vasıtasıyla el koyulan ranta aşamalı dönüşümüdür. Aynı durum, sömürülmesi dünyanın başlıca rant kaynaklarından olan doğal kaynaklar için de geçerli. Sonrası, rantı kimin elde edeceğine dair sürekli bir mücadele: Üçüncü Dünya yurttaşları ya da Batılı şirketler. Emekle (kullanımıyla artı değer
yaratan) diğer metalar (tüm değerini kullanımıyla tüketen) arasındaki farkı açıklamada Marx’ın petrolü “sıradan” bir meta örneği olarak vermesi ironiktir. Şu anda petrol fiyatındaki iniş çıkışla üretim maliyetlerindeki ya da sömürülmüş emek bedellerindeki iniş çıkış arasında bağlantı kurmaya dair her teşebbüs anlamsız olacaktır: üretim maliyetlerinin petrole verdiğimiz bedeldeki oranı göz ardı edilebilir düzeydedir -ki bu bedel, kaynak sahiplerinin, petrolün sınırlı kaynak olmasına gerçekten şükranlarını sunabilecekleri bir ranttır. Kolektif bilginin etkisindeki katlamalı büyümeyle birlikte gelen verimlilik artışının bir sonucu, işsizliğin rolündeki değişimdir. Giderek artan biçimde işçiyi faydasız hale çevirmesi, işsizliği üreten kapitalizmin korkunç başarısıdır: nimet olması gereken şey -daha az ağır iş ihtiyacı- bela haline geliyor. Ya da bir başka deyişle, uzun vadeli bir işte sömürülmüş olma ihtimali, bugün ayrıcalık olarak görülüyor. Fredric Jameson’ın ifade ettiği gibi, dünya pazarı şu anda “herkesin bir zamanlar üretken işçi olduğu ve emeğin her yerde kendisine sistem dışında paha biçmeye başladığı bir alandır.” Devam eden kapitalist küreselleşme sürecinde, işsizlik kategorisi artık Marx’ın “yedek emek ordusu” ile sınırlı değil; Jameson’ın açıkladığı gibi, dünya genelindeki adeta tarihin dışına çıkarılmış, kasıtlı biçimde Birinci Dünya kapitalizminin modernleştirme projelerinin haricinde tutulmuş, umutsuz ya da ölümcül vaka olarak değersiz kılınan muazzam yığınları da içeriyor: sözüm ona başarısız devletler (Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Somali), kıtlık ya da ekolojik felaketin kurbanları, sahte kadim “etnik nefret”in tuzağına düşürülmüşler, hayırseverliğin ve sivil toplum örgütlerinin amaçları ya da “terörle savaş”ın hedefleri. İşsiz kategorisi bu nedenle geniş insan yelpazeleri-
11
Komünist Zemin
ni kapsayacak kadar genişlemiştir; geçici işsizlerden, artık istihdam edilemez durumdakilerden, sürekli işsizlerden getto ve gecekondu mahallesi sakinlerine (tüm bunlar çoğu kez Marx tarafından “lümpen proletarya" olarak reddedilmiştir) ve nihayetinde tarihi haritalardaki boş alanlar gibi küresel kapitalist sürecin dışında bırakılmış bütün halklara ve devletlere kadar. Birileri, kapitalizmin bu yeni biçiminin yeni özgürleşme olanakları sağladığını söyleyebilir. Bu, her halükarda Marx’ı radikalleştirmeye çalışan ve kapitalizmin kellesini uçurursak sosyalizme erişeceğimizi savunan Hardt ve Negri’nin “Çokluk” tezidir. Onlara göre tarih boyunca Marx, merkezileştirilmiş, otomatikleştirilmiş ve hiyerarşik olarak örgütlenmiş mekanik endüstriyel emek kavramıyla sınırlanmıştır, netice itibariyle Marx, toplumsal bilgiyi, daha çok merkezi planlama organı gibi bir şey olarak algıladı; devrimci bir dönüşüm “maddi olmayan emeğin” ortaya çıkmasıyla birlikte ancak bugün “nesnel biçimde olası” hale gelmiştir. Bu maddi olmayan emek, iki kutup arasında uzanır: entelektüel emekten (fikir, metin ve programların üretimi vb.) duygusal emeğe (doktorlar, bebek bakıcıları, hostesler tarafından icra edilen). Bugün maddi olmayan emek, Marx’ın 19. yüzyıl kapitalizminde büyük endüstriyel üretimin hegemonik olduğunu ilan ettiği biçimiyle “hegemonik”tir: kendisini rakamların gücü üzerinden değil, kilit ve simgesel bir yapısal rol oynayarak dayatıyor. Ortaya çıkan, “müşterek” denilen uçsuz bucaksız bir alandır: paylaşılmış bilgi ve iletişim ve işbirliğinin yeni biçimleri. Maddi olmayan üretimin ürünleri nesneler değil, yeni toplumsal veya kişilerarası ilişkilerdir; maddi olmayan üretim biopolitiktir, toplumsal hayatın üretimidir. Hardt ve Negri burada, günümüz “postmodern” kapitalizm ideologlarının maddi üretimden sembolik üretime, merkeziyetçi-hiyerarşik mantıktan öz-örgütlü ve çok merkezli işbirliği mantığına geçiş olarak kutladıkları süreci tarif ediyor. Fark şu ki, Hardt ve Negri,
Marx’a etkileyici bir şekilde sadık: Marx’ın haklı olduğunu, toplumsal bilginin ortaya çıkışının, kapitalizm ile uzun vadede uzlaşmaz olduğunu ispatlamaya çalışıyorlar. Postmodern kapitalizmin ideologları tam aksini iddia ediyor: İddiaları şu ki, Marksist teori (ve pratik), merkezileştirilmiş devlet kontrolü biçimindeki hiyerarşik mantığın kısıtlamaları dahilinde kalıyor ve bu nedenle enformasyon devriminin toplumsal etkileriyle baş edemez. İddianın sağlam gözlemsel gerekçeleri var: komünist rejimleri etkili bir biçimde yıkan şey, enformasyon devrimiyle ayakta tutulan yeni toplumsal mantığa uyum sağlama konusundaki yetersizlikleriydi: devrimi, bir başka geniş çapta merkezileştirilmiş devlet planlama projesine dönüştürerek yönlendirmeye çalıştılar. Çelişki şu ki, Hardt ve Negri’nin kapitalizmi alt etmek için emsalsiz bir şans olarak kutladıkları şey, enformasyon devriminin ideologları tarafından yeni, “sürtünmesiz” bir kapitalizmin ortaya çıkışı olarak kutlandı. Hardt ve Negri’nin, onu köhnemiş hale çeviren yeni bir üretim biçimi olması gerekirken kapitalizmin nasıl ayakta kalabildiğini açıklayan analizlerinin bazı zayıf noktaları mevcut. Günümüz kapitalizminin, toplumsal bilginin kendisini başarıyla (en azından kısa vadede) özelleştirmesinin yanı sıra işçilerin gereksiz hale gelmesini (giderek artan sayıda işçi, sadece geçici işsiz değil, aynı zamanda yapısal olarak çalıştırılamaz hale geliyor) küçümsüyorlar. Eski kapitalizm, organize ve idare ettiği, sonrasında da kârı topladığı bir üretime para (kendi parası ya da borç para) yatıran girişimciyi en iyi şekilde içerdiyse, bugün yeni ideal model ortaya çıkıyor: artık kendi şirketine sahip olan yatırımcı yok, bankaların ya da dağınık yatırımcıların sahip olduğu şirketi idare eden uzman müdür (ya da bir CEO’nun başkanlık ettiği yönetim heyeti) var. İşlevsiz hale gelmiş olan eski burjuvazi, kapitalizmin bu yeni ideal modelinde maaşlı idareci olarak yeniden işlevli hale getirilmiştir: yeni burjuvazi maaş alıyor ve kendi şirketlerinin bir
12
Komünist Zemin
kısmına sahiplermiş gibi, yaptıkları işlerin bedelinin bir parçası olarak hisse senedi kazanıyorlar (“başarı”ları için “bonus”). Bu yeni burjuvazi, hâlâ artık değerin üstüne yatar, ama “artı(k) ücret” denilen (anlaşılması güçleştirilmiş) şey biçiminde: bunlara, proleterin “asgari ücret”ine (günümüz küresel ekonomisinde yegâne gerçek örneği Çin veya Endonezya’da kötü atölyelerde çalışan emekçiler olan efsanevi bir referans noktası) göre bayağı fazlası ödenir ve işte sıradan proleterlerden ayrım noktaları durumlarını belirleyen bu şeydir. Klasik anlamda burjuvazi, bu nedenle yok olma eğilimi gösterir: kapitalistler, maaşlı çalışanların altkümesi olarak, yetkinliklerinden dolayı daha fazla kazanmaya uygun nitelikte müdürler olarak yeniden belirir (sözde bilimsel “değerlendirme”nin elzem olmasının sebebi şudur: kazançlardaki eşitsizliklere meşruiyet kazandırır). Müdürlerle sınırlanmış olmak şöyle dursun, artık ücret kazanan çalışanlar grubu, uzmanların, yöneticilerin, devlet memurlarının, doktorların, avukatların, gazetecilerin, entelektüellerin ve sanatçıların her türlüsüne dek uzanır. Elde ettikleri artık iki şekildedir: (müdürler vb. için) daha çok para, daha az iş ve (bazı entelektüeller ve yanı sıra devlet yöneticileri vb. için) daha çok boş zaman. Bazı çalışanlara “artık ücret” elde etme hakkı kazandıran değerlendirme yöntemi, iktidar ve ideolojinin asli yetkinlikle ciddi bir bağı olmayan keyfe keder bir mekanizmasıdır; artık ücret, ekonomik sebeplerle değil, politik sebeplerle var olur: toplumsal istikrar gayesiyle “orta sınıf”ın devamlılığını sağlamak. Toplumsal hiyerarşideki keyfiyet bir hata değil, piyasa başarısındaki keyfiyetle benzeşen bir rol oynayan yetkinliğin keyfiyeti ile birlikte en önemli noktadır. Şiddet, toplumsal alanda çok fazla tesadüfilik olduğunda patlama tehdidinde bulunmaz, birileri bu tesadüfiliği ortadan kaldırmaya çalıştığında bu tehditte bulunur. Fransız filozof Jean-Pierre Dupuy, “La Marque du sacré” eserinde, hiyerarşiyi, işlevi, üstünlük ilişkisini onur kırıcı olmayan bir hale getir-
mek olan dört yöntemden biri (‘sembolik araçlar’) olarak yazar: hiyerarşinin kendisi (daha düşük toplumsal konumumu, esas değerimden bağımsız olarak hissetmeme izin veren dışarıdan dayatılmış düzen), aydınlığa kavuşturma (toplumu, bir meritokrasi –yeteneğe, liyakata dayalı yönetim ve görevlendirme biçimi; ç.n.değil, nesnel toplumsal mücadelelerin bileşkesi olarak gösteren ideolojik yöntem; bu, başkalarının üstünlüğünün bu fazilet ve başarılarının sonucu olduğuna dair can sıkıcı neticeden sakınmama fırsat verir), tesadüfilik (sayesinde, toplum düzeyindeki konumumuzun, doğal ve sosyal bir rastlantıya bağlı olduğunu anladığımız benzer bir mekanizma; şanslı olanlar zengin ailelerde doğru genlerle doğanlardır) ve karmaşıklık (kontrol edilemeyen güçlerin öngörülemez sonuçları vardır, örneğin piyasanın görünmez eli, daha fazla çalışsam ve çok daha zeki olsam bile benim başarısızlığıma ve komşumun başarısına neden olabilir). Görünüşlerinin aksine, bu mekanizmalar hiyerarşiye karşı koymaz ya da onu tehdit etmezler, kıskançlık kıyametine zemin hazırlayanın diğerlerinin onun iyi şansını hak ettiği fikri olduğundan onu makulleştirirler. Dupuy, kendini aynı zamanda adil hisseden makul surette adil bir toplumun, böylece bütün kırgınlıklardan kurtulmuş olacağını düşünmenin büyük bir hata olacağı hükmüne dair önermeden yararlanır: aksine, böylesi bir toplumda, alttaki konumlarda bulunanların, kırılmış gururları için çıkış noktasını kırgınlıkların şiddetli infilakında bulacağı açıktır. Bunun ile bağlanılan şey, günümüzde Çin’in karşı karşıya olduğu kördüğümdür: Deng’in (Deng Xiaoping: Çin’i piyasa ekonomisine doğru sürükleyen reformların yaratıcısı Eski Çin Komünist Partisi Başkanı; ç.n.) reformlarının ideal hedefi, kapitalizmi burjuvazi olmadan uygulamaktı (yeni egemen sınıf olacağından dolayı), gel gör ki, şu anda Çin’in liderleri, kapitalizmin kalıcı bir hiyerarşi (bir burjuvazinin varlığınca meydana getirilen) olmaksızın sürekli istikrarsızlık yarattığını acı bir biçimde keşfediyor. Eee,
13
Komünist Zemin
Çin hangi yolu izleyecek? Bu arada eski komünistler, kapitalizmin en etkili yöneticileri olarak ortaya çıkıyor, çünkü bir sınıf olarak burjuvaziye karşı tarihsel husumetleri, günümüz kapitalizminin bir burjuvazi olmaksızın yönetimsel kapitalizm haline gelme eğilimine kusursuz biçimde denk düşüyor –Stalin’in uzun zaman önce ifade ettiği gibi, her iki durumda da, “her şeye kadrolar karar veriyor.” (Günümüz Çin’i ve Rusya arasında ilgi çekici bir fark: Çin’de uysallıklarını garanti etmenin bir yöntemi olarak rahatça artık ücretler sağlanırken, Rusya’da, üniversite hocalarına komik biçimde düşük ücret verilir –zaten fiilen proletaryanın parçasıdırlar.) Artık ücret kavramı, devam eden “antikapitalist” protestolara da yeni bir ışık tutar. Kriz zamanlarında, “kemer sıkma”nın bariz adayları, ücretli burjuvazinin alt kademeleridir: politik protesto, proletaryaya katılmaktan sakınıyorlarsa onların tek başvuru mercileridir. Protestoları, sözde piyasanın vahşi mantığına yönelmiş olsa da, aslında bu kişiler (siyaseten) imtiyazlı ekonomik mevkilerinin yavaş yavaş aşınmasına karşı protestoda bulunurlar. Ayn Rand’ın “Atlas Silkindi” kitabında, grevdeki “yaratıcı” kapitalistlere dair bir fantezisi vardır; günümüz grevlerinde, genellikle imtiyazını (asgari ücretin üzerindeki artıklarını) yitirme korkusuyla dürtülenen “ücretli burjuvazi” tarafından yapılan grevlerde gerçeğe dönüşen şeyi sapkın gören bir fantezi. Bunlar proletarya protestoları değil, proletarya konumuna düşme tehdidine karşı protestolardır. Kendisini imtiyazlı hale getiren daimi bir işe sahip olan hangi kişi bugün greve yeltenir? Tekstil endüstrisindeki vb. düşük ücretli işçiler değil, garantili işlere (öğretmenler, toplu taşıma çalışanları, polisler) sahip imtiyazlı işçiler. Bu, öğrenci protestoları dalgasının nedenini de açıklar: başlıca güdüleri, yüksek öğrenimin bundan böyle gelecekteki yaşamlarına kendilerine artık ücreti garanti etmeyeceğine dair tartışmalı korkudur.
Aynı zamanda, son yıllarda Arap Baharı’ndan Batı Avrupa’ya, Wall Street’i İşgal Et hareketinden Çin’e, İspanya’dan Yunanistan’a protestolardaki muazzam dirilişin sadece ücretli burjuvazinin bir isyanı olarak reddedilmemesi gerektiği de açıktır. Her durum, kendi değerleriyle ele alınmalıdır. İngiltere’deki üniversite reformuna karşı öğrenci protestoları, yıkımın tüketici karnavalı ve dışlanmışların gerçek patlaması olan Ağustos isyanlarından net biçimde farklıdır. Birileri, Mısır’daki ayaklanmaların kısmen ücretli burjuvazinin (beklentisizliklerini protesto eden eğitimli genç insanlar) isyanı olarak başladığını iddia edebilir, ancak bu, baskıcı rejime karşı daha büyük bir protestonun tek bir yönüydü. Öte yandan protesto, yoksul işçileri ve köylüleri neredeyse hiç harekete geçirmedi ve İslamcıların seçim zaferi, gerçek seküler protestoların dar toplumsal tabanının bir işaretidir. Yunanistan özel bir vakadır: son on yıllarda, Avrupa Birliği’nin finansal yardım ve kredilerinin yardımıyla yeni bir ücretli burjuvazi (özellikle aşırı genişlemiş devlet idaresinde) yaratıldı ve protestolar, büyük oranda bu imtiyazların yitirilmesi tehdidiyle güdülendi. Bu arada, alt kademe ücretli burjuvazinin proleterleşmesine, üst düzey yönetici ve bankacılara irrasyonel derecede yüksek ödemeler şeklindeki aşırı zıttı durum eşlik etti. ABD’de soruşturmaların gösterdiği şekliyle, bu ödeme, ekonomik bakımdan irrasyoneldir, çünkü bir şirketin ekonomik başarısıyla ters orantılı olma eğilimi gösterir. Bu yönelimlere ahlâk dersi veren eleştirellik olarak boyun eğmektense, bunları, kapitalizmin kendisinin, artık kendi kendini düzenleyen istikrarın herhangi bir düzeyini bulamadığının –bir başka deyişle kontrol dışına çıkma tehdidinde bulunuyor- işaretleri olarak okumalıyız.
14
Komünist Zemin
8 Mart Nedir, Ne Değildir? Her yılın 8 Mart günü "Dünya Kadınlar Günü" ya da "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" adı altında çeşitli etkinlikler, mitingler ve kutlamalar yapılsa da, 8 Mart gününe ilişkin ciddi bir anlam ve kavram kargaşası söz konusudur. Zira 8 Mart, kimi kesimler için bir "Anma Günü", kimi kesimler için “Dünya Kadınlar Günü", kimi kesimler için "Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü", kimi kesimler için ise "Kadın Bayramı"dır. Gerek bu anlam ve kavram kargaşasının son bulması, gerekse de 8 Mart'ın tarihsel zeminine oturtulabilmesi için, öncelikle 8 Mart'a ruh ve anlam veren hareketle, genel olarak kadın hareketinin çıkış noktalarının bir ve aynı olmadığını belirlemek bir zorunluluktur.
Evet, belirttiğimiz gibi kadın hareketi hem tarihsel olarak daha eski, hem de talepleri ve dayandığı dinamikler bakımından, 8 Mart'a ilham veren işçi kadınların hareketinden farklıdır. Politik bir hareket olarak Feminizmin tarihi 16. yüzyıla dayanır. Feminizmin temel talebi, eşit haklardır. Feminizm düşüncesi, sonraları ise feminist hareket, kadınlar için erkeklerin sahip olduğu hakları talep eden bir düşünce ve hareket olarak doğmuştur. Bu hareket heterojendir ve öznesi kadınların tamamıdır. 8 Mart'a ilham veren hareket ise işçi sınıfının bir kesimini oluşturan kadın işçilerin hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Bu hareket, feminist hareketin aksine bütün kadınlar için hayatın her alanında erkeklerle eşit haklar değil, işçi kadınların koşullarının iyileştirilmesini hedefleyen ve sınıflar üstü bir hareket olarak değil, bir sınıf hareketi olarak doğmuştur. Bilindiği gibi, 8 Mart 1857 tarihinde ABD'nin New York kentinde dokuma işçisi 40.000 kadın işçi daha iyi çalışma koşulları talebiyle bir tekstil fabrikasında greve başlamıştı. Grevci işçilerin en temel talepleri, 16 saatlik işgününün 10 saate indirilmesi ve ücretlerin yükseltilmesiydi. Bu grev, tekstil ve tütün fabrikalarında birbiri ardına grevlerin başlamasına da öncülük etti. 8 Mart'ın tarihe kayıt düşülmesi için bu yetmedi, bunun için yarım yüzyıl daha beklemek gerekecekti. 8 Mart 1857'de meydana gelen grevlerin yıldönümünde, yani 8 Mart 1908 yılında yine New York'ta "Cotton" tekstil fabrikasında kadın işçilerin daha iyi çalışma koşulları için öne sürdükleri taleplerle grev başladı. Patron, grevci kadınlarla, diğer işçilerin dayanışmasını engellemek için kadın işçileri fabrikaya kilitledi. Fabrikada çıkan yangında, 129 grevci kadın işçi yanarak öldü.
Tarihte kadın direnişlerinin ve hareketlerinin tarihi, erkek egemenliğinin ve sınıfların tarihi kadar eskidir. Ama burada tartışılan kapitalizmin tarihi içerisinde kadın hareketi olduğundan, biz de kadın hareketi, yani feminist hareket derken, esasen kapitalizmin tarihi içerisinde ortaya çıkmış olan kadın hareketini kastetmekteyiz.
15
Komünist Zemin
Bu olaydan sonradır ki 8 Mart bir milat olarak kabul edilir oldu, ama işçi sınıfı saflarındaki egemen erkek zihniyeti nedeniyle işçi sınıfının tamamı açısından bir milat olarak kabul görmedi. Zira bunun için erkek işçilerin öncülük ettiği bir hareket gerekiyordu. 1910'da Kopenhag'da toplanan İkinci Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı, 8 Mart'ı birleşik uluslararası eylem günü olarak kararlaştırdı. Ve 1911 yılı itibariyle 8 Mart, ilk defa çok kitlesel olarak anılır oldu. Bu hareketin en önemli talepleri: Kadınlara oy hakkı, eşit işe eşit ücret, sekiz saatlik işgünü, analık hakları ve emperyalist savaşların son bulması idi. 8 Mart anısına yapılan etkinlik ve eylemlerde ön plana taşınan bir başka nokta ise, Mart ayına denk gelmesi dolayısıyla Paris Komünü'nün anılmasıydı. 1911 yılı itibariyle uluslararası çapta bir sınıf hareketi olan 8 Mart, 1921 yılına kadar Mart ayının çeşitli günlerinde bir eylem günü olarak varlığını sürdürdü. Komintern bünyesinde 1921 yılında Moskova'da toplanan II. Uluslararası Komünist Kadınlar Konferansı'nda alınan kararla 8 Mart tarihi resmen kabul edildi ve bu tarih itibariyle de dünyanın her tarafında 8 Mart, "Uluslararası Kadınlar Günü" ya da “Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü" olarak kabul gördü.
Bu anlamıyla da gerek 1910 yılında Kopenhag'daki İkinci Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı'nda, gerekse de 1921 yılında Moskova'da yapılan II. Uluslararası Komünist Kadınlar Konferansı'nda 8 Mart'ın bu niteliği doğru kavranmıştır. Her iki Kadın Konferansı'nın gerek "Kadınların Kurtuluşu" meselesine ilişkin anlayışında, gerekse de bu konferanslarda alınan kararlarda ciddi sıkıntılar olduğu muhakkaktır. Örneğin her iki konferans da, “Kadınların Kurtuluşu” ile emeğin kurtuluşunu bir ve aynı görmektedir. Her iki konferansın da örgütleyicilerinden olan Clara Zetkin, meseleyi şu şekilde özetlemektedir: "Yönergeler, cinsiyet köleliğinin ve sınıf köleliğinin nedeninin son tahlilde özel mülkiyet olduğu ve kadınların tam kurtuluşunun ancak ve yalnızca üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması ve onların toplumsal mülkiyete dönüştürülmesi ile güvence altına alınabileceği tespitinden yola çıkmaktadır. (...) Proletaryanın devrimci sınıf mücadelesi olmaksızın kadınların gerçek ve tam kurtuluşu olanaksızdır, kadınlar bu mücadeleye katılmaksızın kapitalizmin parçalanması, sosyalist yeniyi yaratma olanaksızdır." (Inter Yayınları: C. Zetkin, KADIN ÜZERİNE SEÇME YAZILAR, s. 123)
8 Mart'a İlham Veren Hareket, Genel Bir Kadın Hareketi ya da İşçi Sınıfının Genel Bir Hareketi değil, İşçi Kadınların Bir Hareketidir
SORUNU
Clara Zetkin'in bu yazdıkları, esasında dönemin komünist kadınlarının ve tabii ki bir bütün olarak komünist hareketin “Kadınların Kurtuluşu” meselesine ilişkin yaklaşımını ifade eder. Bu yaklaşım bir yanıyla doğru olsa da, bir yanıyla da yanlıştır. Zira, nasıl ki 8 Mart olarak tarihe geçen işçi kadınların hareketi, genel olarak “Kadınların Kurtuluşu” ile bir ve aynı şey değilse, aynı şekilde genel olarak “Kadınların Kurtuluşu” da işçi kadınların kurtuluşu ile bir ve aynı şey değildir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, sınıf mücadelesinde bir milat, bir başka anlamda "Kadın İşçilerin 1 Mayıs'ı" olan 8 Mart, genel anlamda “Kadınların Kurtuluşu”nu ya da kadın erkek eşitliğini esas alan bir kadın hareketi değil, işçi kadınların hareketidir. Kadın hareketi gibi sınıflar üstü toplumsal bir hareket değil, öncelikli olarak bir sınıf hareketidir.
16
Komünist Zemin
İşçi Kadınların Kurtuluşu ile Kadınların Kurtuluşu Bir ve Aynı Şey Değildir
eşitlikçi bir dünya kurabilme mücadelesinin vazgeçilmezidir. Bu anlamıyla da kadınlara, "Kurtuluş için devrimi bekleyin" demek, doğru olmadığı gibi, gerçekçi de değildir. Zaten kadın hareketi de bunu gerçekçi bulmadığı içindir ki beklemek yerine, "Hemen şimdi" şiarını benimsemiş, harekete geçmiş ve hem önemli mevziler kazanmış, hem de bu meseleyle ilgili olarak sosyalist hareketin kendi görüşlerini gözden geçirmesine katkı sunmuştur.
Clara Zetkin'in ifade ettiklerinden de anlaşılacağı gibi, sosyalist hareketin yaklaşımı şudur: "Kapitalizm yıkılmadan kadınlar kurtulamaz!" Eğer kadınların kurtuluşundan, gerçek anlamda kurtuluşu anlayacak olursak, bu anlayış doğrudur. Gerçek ve tam kurtuluşun ön koşulu, kapitalist sistemi imha etmektir. Gerçek ve tam kurtuluş ise, ancak komünist bir toplumda mümkündür. Ama "Kadınların Kurtuluşu"nu esas alan kadın hareketinin kadınların kurtuluşundan anladığı bu değildir. Kadın hareketinin "Kurtuluş" derken kast ettiği, kelimenin dar anlamında bir kurtuluştur, yani erkekler kadar efendi ya da köle olmaktır.
Sonuç Yerine 8 Mart'ın tarihsel anlamı ve niteliğinin doğru anlaşılması ve onun temsil ettiği çizginin geliştirilebilmesi için en öncelikli olan, kadın işçiler açısından bir milat olan 8 Mart'ın genel kadın hareketinin bir parçası ya da kendisi olmadığını açık etmek gerekmektedir. Bu demek değildir ki işçi sınıfının bir kesimi olan kadın işçiler, kadın hareketi ile aralarına mesafe koymalıdırlar. Bilakis, kadın işçiler kadın hareketiyle daha doğrudan bağ kurmalı, onun aktif bir bileşeni olmalıdırlar; ama bunu yaparken ne bu hareketin genel ve sınıflar üstü kimliği içinde erimelidirler, ne de kadın hareketini işçi sınıfının ya da emeğin kurtuluşu davasına tabi kılmaya kalkışmalıdırlar. İşçi sınıfının bir parçası olmayan, hatta ve hatta burjuva sınıfının bir parçası olan kadınlar, nasıl ki kadın hareketinin içinde yer alırken, kendi sınıfsal ayrılıklarını ve çıkarlarını muhafaza ediyorlarsa, aynı biçimde kadın işçiler de sınıf olmaktan kaynaklanan ayrılıklarını ısrarla korumalıdırlar. Bu yapılmadığı takdirde, özellikle 1960'lı yıllar itibariyle gittikçe etkisini hissettiren genel kadın hareketinin etkisiyle her geçen gün biraz daha silikleşip, zamanla genel kadın hareketinin bir parçası olarak kabul görmeye başlayan 8 Mart, sınıfsal niteliğini tamamen yitirerek tarih olmaktan kurtulamayacaktır.
Kadın hareketi, erkek egemen yaşam karşısındaki duruşu itibariyle "özgürlükçü" bir hareket olmasına rağmen, hedefleri itibariyle bir eşit kölelik ya da eşit efendi olabilme hareketidir. Yani özgürleşme yürüyüşünü kendi ezenine erişmeye, ezeni kadar “özgür” olmaya, eşit köle olmaya, eşit efendi olmaya endekslemiş bir harekettir. Kadın hareketi, (bu hareketin bir parçası olan sosyalist feministler hariç) haklılar hareketi olmasına rağmen, tam eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal yaşam projesine sahip değildir. Ama buna rağmen
17
Komünist Zemin
Kimdir Bu Kemal Burkay, Ne İster, Ne Yapmak İster? Eline geçen her fırsatı kendi haklılığını ve PKK'nin haksızlığını ispat etmek için kullanan Kemal Burkay’ın maksadı nedir? Günlük basını takip eden herkesin ezber ettiği şeyleri tekrarlamaktaki maksadı nedir, Kemal Burkay’ın?
Kemal Burkay, her nerede konuşursa konuşsun, sanki bir bant kaydı gibi neredeyse aynı şeyleri tekrarlıyor. Üstelik de bir adım önce söylediklerini bir adım sonra tekzip ettiği halde. Kişisel serüveni boyunca hiç bu derece kararlı olmayan bu adam, neden bu derece kararlı şimdi? İyi de, neden yapıyor bunu? Bu soruların cevabı, büyük ölçüde Kemal Burkay’ın son elli senesinde saklıdır. Kemal Burkay, “elli küsur seneden beri siyasetin içinde” olduğunu söylese de, hiçbir vakit onun siyasi bir duruşu olmamıştır. Zira kendisi 1989 senesine kadar Rusya'nın bir memuru gibi çalışmış ve amirlerinin emrettikleri neyse onu yapmıştır. TKP'nin İsmail Bilen'i ne kadar siyasi bir duruşa sahip idiyse, Kemal Burkay da o kadar siyasi bir duruşa sahiptir. Özcesi Kemal Burkay, hangi dönem kimin memuruysa, memuru olduğu gücün görüşlerini savunmuştur. Dün Rusya tarafından memur ilan edilmişti ve Rusya’nın çıkarlarını savunuyordu. Bugün ise AKP tarafından memur ilan edilmiştir ve AKP’nin verdiği görevi icra ediyor. Savunduklarında bir tutarlılığın olmamasının ve bir iki cümle önce söylediklerini bir iki cümle sonra tekzip etmesinin ve de bu derece kararlı olmasının nedeni bundandır. Kemal Burkay’ın söylediklerinin siyaseten bir önemi yoktur, zira onu kendi kendine vurdurtmak için kendisi tarafından telaffuz edilenleri yan yana getirmek yeterlidir.
Kemal Burkay, aylardan beri sürekli bir yerlere çağrılıyor ve gittiği her yerde, sanki bant kaydından nakleder gibi özetle şunları söylüyor: "Ülkenin demokrasi ve barış ortamına ulaşamamasının nedeni, son 30-40 yıllık çatışmalı süreçtir. …Türkiye, yaşanan olaylarda yüz milyar dolarları ve 40-50 bin dolayında insanını kaybetmiş, çatışma ortamı en başta insanların yaşam hakkını yok etmiştir. Ve bu, telafisi en zor olan şeydir. …Karanlık dönemin üzerindeki örtünün açığa çıkması gerekiyor. Barışa ulaşmamızın gerçek bir demokrasiye ulaşmanın koşulu da budur.
Gelelim Kemal Burkay’ın İncilerine Ne diyor Kemal Burkay? "Legal parti olmasına karşın TİP’e yapılan saldırılar, engellemeler ve legal çalışma yapmanın
…PKK Devlet Projesidir" ve "Öcalan 12 yıl boyunca Ergenekoncuların denetimindeydi."
18
Komünist Zemin
şartlarını ortadan kaldırdığı içindir ki, solun belli kesimleri silahlı mücadeleye yönelmiştir. Aynı şey Kürt hareketi için de geçerli olmuş, en masum talepler bile büyük tepki görmüş, bu taleplere askeri komando hareketleri ile karşılık verilmiştir" derken, bir adım sonra; "PKK’nin silahları susturması Kürt halkının yararınadır. Öteden beri şu andaki kazanımları bile PKK’nin silahlı mücadelesine bağlayan kesimler var. Bu iddiaları doğru bulmuyorum. Bu son derece yanlış bir görüş. PKK silahlı eylemleri başlatalı 30 yıl oldu. Kürt halkı bir şey kazanmadı. Bence hem Kürt halkı hem Türkiye çok şeyler kaybetti" diyebilmektedir. Bu söylediklerinden de anlaşılacağı gibi, bir yandan, "Kürtlerin en masum taleplerine bile devlet komando hareketleri ile karşılık vermiş ve Kürtlerin legal alanda kendilerini ifade etmeleri ve örgütlenmeleri engellenmiştir" derken, diğer yandan, "Öteden beri silahlı mücadeleye karşıydım (Bu arada Kemal Burkay, 1993 yılında Güney Kürdistan’da gerillacılığa soyunduğunu, bu maksatla Avrupa’dan Güney Kürdistan’a militan taşıdığını, sonra da onları oralarda perişan edip soluğu yeniden İsveç’te aldığını unutmuş olmalı.) ve silahlı mücadelenin Kürtlere hep zararı olmuştur" demektedir.
yapmak ölüm demekti” derken, öte yandan silah zoruyla Kürtlere siyaset yapma ve kendilerini ifade etmek imkânı yaratan PKK için, “PKK’nin silahlı mücadelesi Kürtlere zarar veriyor” demektedir. Zira Kemal Burkay’a göre, artık zaman saklanma zamanı değil, siyaset yapma zamanıdır. Neden mi? Neden olacak, Devlet böyle buyurmakta da ondan. Ne diyor Kemal Burkay? "Ülkenin demokrasi ve barış ortamına ulaşamamasının nedeni, son 30-40 yıllık çatışmalı süreçtir. Barışa ve demokrasiye ulaşabilmemizin yolu, karanlık dönemin üzerindeki örtünün kaldırılması, barışa ulaşmamızın gerçek bir demokrasiye ulaşmanın koşuludur.” İster tarihi bilerek çarpıttığı için olsun, isterse de tarihten bihaber olduğu için; her iki durumda da Kemal Burkay, Kürdistan coğrafyasında bin yıldır hüküm süren Türk istilasını 30-40 yıllık bir sürece, işgali ise bir "demokrasi" sorununa indirgemektedir. Bir sömürge siyasetini ve işgalciliği, “demokrasi” sorununa indirgemek demek, fiilen misak-i milli anlayışını kabul etmek ve Kürdistan’daki işgali kabul etmek demektir. Bu, Kürtler meselesini bir “iç mesele” olarak görmek demektir. Meseleyi bu biçimde izah eden PKK de olsa bu böyledir. Ne diyor Kemal Burkay? " …Türkiye, yaşanan olaylarda yüz milyar dolarları ve 40-50 bin dolayında insanını kaybetmiş, çatışma ortamı en başta insanların yaşam hakkını yok etmiştir. Ve bu, telafisi en zor olan şeydir.” Yukarıda olduğu gibi burada da Kemal Burkay, meseleyi bir “iç mesele” olarak görmekte, Türk devletinin savaşta tükettiği kaynaklardan dem vurmaktadır. Daha da vahim olanı ise, “bu savaş insanların yaşama hakkını yok etmiştir” demektedir. Kemal Burkay’a göre Kürtlerin yaşama hakkı var idi ve son 30 yılda bu yok edildi. İyi de, sana sormazlar mı, madem Kürtlerin yaşama hakkı var idi, ne diye 30 yıl boyunca İsveç’de kaldın?
Bu örnekten de anlaşılacağı gibi, bir yandan “Kürtler için açık alanda siyaset
19
Komünist Zemin
Ne diyor Kemal Burkay? “…PKK devlet projesidir. Öcalan 12 yıl boyunca Ergenekoncuların denetimindeydi." Burkay'ın en çok önemsediği ise, “PKK'nin bir devlet projesi" olduğunu ispat etmektir. Şimdi varsayalım ki "PKK bir devlet projesidir." Peki, bu durum son 30 yıla damgasını vuran Kürt dirilişine gölge mi düşürür? Onu anlamsız mı kılar? Ya da onun kazandırdıklarını ortadan mı kaldırır? Ya da Burkay'ı haklı mı çıkarır? Şimdi biz de bir an için Burkay gibi düşünelim ve diyelim ki "PKK bir devlet projesidir." Ve diyelim ki, "Devlet, 1970'li yıllarda yükseliş göstermiş olan ve ileride ortaya çıkması kaçınılmaz olan Kürt dirilişini kendi kontrolüne almak ve onu kullanmak için PKK'yi kurdurdu ve planını da hayata geçirmeye muvaffak oldu." Peki, sonuçta ortaya çıkan tablo ne olmuştur?
Kürt Özgürlük Hareketi, neredeyse kayıt dışı kabul edilen kadın nüfusunu gündelik yaşamın en ön saflarına taşımıştır. Kürt Özgürlük Hareketi, yalnızca Kuzey Kürdistan'da değil, bir bütün olarak bütün Kürdistan coğrafyasında bir ulus bilincinin örgütlenmesine yol açmıştır. Kürt Özgürlük Hareketi, bütün bunlarla da kalmamış, o coğrafyada yok kabul edilen onlarca kimliğin ve topluluğun kendi kimlikleri ve talepleriyle tarih sahnesine çıkmasının önünü açmıştır. Varsayalım ki "PKK bir devlet projesidir." Ve varsayalım ki Kemal Burkay, başından beri doğruları söylemektedir. Ve buradan hareketle soralım, Kürtler neye sahiptiler ve ne kaybettiler? Kürt halkı bir ulus bilincine sahipti de, onu mu kaybetti? Kürt halkı örgütlü bir güç idiydi de, bu örgütlü güç mü yok oldu? Kürt halkı bir tarih bilincine sahipti de, onu mu yitirdi? Kürt halkı kazanılmış haklara ve mevzilere sahipti de, bunlarımı kaybetti? PKK’yı tarihsel olarak doğru bir yere oturtabilmenin yolu, bu soruların cevabında yatmaktadır. Bunun dışında kalan bütün çabalar, spekülasyondan öte bir şey ifade etmez. Bu arada Kemal Burkay’a da sormak lazım, “Abdullah Öcalan ve PKK’nin devlet merkezli kontrol edildiğini bilebilecek istihbarat bilgilerine sen nereden sahipsin? Devletin bakanlarının, çoğu zaman başbakanlarının bile sahip olma şansına sahip olmadıkları bilgilere sen nasıl sahipsin? Spekülasyon spekülasyonu doğurur ve buradan hiçbir yere varılamaz. Bundan dolayıdır ki bunları bir kenara bırakıp, meselenin esasına gelmek gerekir. Zira dünyanın her yerinde istihbarat örgütleri başka istihbarat örgütlerine ya da devlete karşı örgütlere sızarlar; bununla da kalmaz, bu örgütler üzerinde zaman zaman etki sahibi de olabilirler. Son yüzyılın en sıkı örgütlerinden Bolşevik Parti’ye bile Çarlık Rusya gizli polisinin sızdığı ve bu ajanlardan birinin Al-
Kürtler, tarih boyunca ilk kez bir ulus bilinciyle ve bir ulusal özgürlük hareketi olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Kürt Özgürlük Hareketi, yalnızca bir ulus olarak örgütlenmekle kalmamış, Türk devletinin bütün resmi paradigmasını da tarihin çöplüğüne göndermiştir. Kürt Özgürlük Hareketi, bununla da kalmamış, Kürdistan coğrafyasında egemen olan ve Kürtlerin özgürleşmesinin önünü kesen din olgusunu, aşiret yapısını, ataerkil yapılanmayı önemli ölçüde işlevsiz kılmıştır.
20
Komünist Zemin
manya Üzerinden Rusya’ya doğru mühürlü trenle yola çıkan Lenin’in yanında olduğu artık herkes tarafından bilinmektedir. Bolşevik Parti’ye sızan bu ajanlar Parti’nin ve işçi hareketinin tarihsel haklılığına ve mücadelesine gölge mi düşürmüştür ki Kürt Özgürlük Hareketi’ne sızan ajanlar da Kürtlerin özgürlük mücadelesine gölge düşürsün. Son olarak diyor ki Kemal Burkay, “Silahlar sussun, PKK tek taraflı silah bıraksın!” İyi de bunu söylemeyen ya da istemeyen kim kaldı ki? Ama önemli olan bunu söylemek değil, bunun nasıl olacağına ilişkin bir zemin sunmaktır. Zaten PKK ve BDP ile Devletin, Kemal Burkay ve İbrahim Aksoy gibi AKP Kürtlerinin ayrıldıkları nokta da buradadır. PKK ve BDP zemininde duran Kürt hareketi diyor ki, “Silahlar karşılıklı sussun, Kürtlerin temel hakları ve siyaset yapma hakları garanti altına alınsın, sonra PKK silah bıraksın.” Buna karşılık Devlet ve Devletin Kürtleri diyorlar ki, “PKK, hiçbir koşul ileri sürmeden silah bıraksın, sonrasını sonra konuşuruz.” Yani, siz kendinizi devletin insafına terk edin, gerisini devlet düşünsün. İyi de sömürge bir halkın bunu kabul etmesi için akıl tutulmasına yakalanması gerekir. Bu tür bir davranış, ancak yenilmiş bir tarafa dayatılabilir. Karşılıklı olarak çözüm arayan iki güç arasında bu türden bir şart ileri sürülemez. Tarihte bunun bir örneği yoktur. Kemal Burkay’a sorarsanız, ona göre artık siyaset yapmanın koşulları oluşmuştur ve Kürtlerin silahlı bir gücün garantisine ihtiyacı yoktur. Kemal Burkay’ın bu biçimde düşünmesi normaldir, zira ona göre başından beri silah kullanmaya gerek yoktu. Madem 12 Eylül Darbesi sonrası siyaset tatil edilmişti, Kürtler de ikinci bir emre kadar ya İsveç’e iltica edeceklerdi ya da ülkede kalıp devletin yeniden siyaset
yapma hakkı tanıyacağı günü bekleyeceklerdi. Bu arada boş durmaları da gerekmezdi, mesela onlar da, “Bir Kedimiz Bile Yok” makamında şiirler yazabilirlerdi.
Geç bunları Kemal Efendi, geç. Eğer sen bugün bir protokol ile havaalanında karşılanıp, televizyon kanallarında boy gösterebiliyorsan, bunun nedeni “Kopenhag Kriterleri” değil, “Botan Kriterleri”dir. Öyle senin dediğin gibi, artık iklim değişmedi. Generaller tutuklanıyor diye ne iklim değişir, ne de rejim. Değişen ne rejimdir, ne de iklim; değişen, rejimin ihtiyaçları ve buna uygun olarak, rejimin bekçileri arasında bir nöbet değişimidir. Esas Olan Nedir? Birinci esas şudur: PKK'nin kimin projesi olduğu değil, yol açtığı sonuçlardır önemli olan. Zira bir siyasal ya da toplumsal hareket değerlendirilirken, belirleyici olan, onun liderliği ya da arkasında olan güçler değil, onun yol açtığı siyasal ve toplumsal etkidir. İkinci esas: PKK, Kürt ulusal mücadelesinin örgütleyicisi ve biricik örgütlü gücüdür. Eğer bir başka hareket ortaya çıkacaksa, bunun da zemini yine burası olacaktır. Zira Kürt hareketinin bütün dinamiklerini içinde barındıran yegâne zemin bu zemindir. Üçüncü esas: PKK’ nin tasfiyesi demek, Kürt direnişinin tasfiyesi demektir. Dolayısıyla da hangi gerekçeyle olursa olsun
21
Komünist Zemin
PKK’nin tasfiyesini talep etmek, Kürt direnişinin tasfiyesini talep etmektir.
Sonsöz Yerine “PKK bir devlet örgütü” müdür yoksa Kürt dirilişinin örgütleyicisi, dolayısıyla da siyasi ve askeri gücü müdür? Bu tartışmanın maddi hayat karşısında hiçbir önemi yoktur. Zira Kemal Burkay, İbrahim Güçlü ve onlarca yeminli PKK düşmanının karalama kampanyalarına rağmen, Kürt özgürlük hareketinden yana olan Kürtler, PKK’nin iradesini tanımaya, her saldırıda bu irade ile daha fazla kenetlenmeye devam etmiştir. Çünkü Kürt halkı, PKK’nin ne olup ne olmadığından değil, kendi bilincinde ve günlük yaşamında yol açtığı sonuçlar üzerinden hareket etmektedir. Kürt halkı bu denklemi kuracak bir politik bilince ve tarih bilincine sahiptir. Dolayısıyla da ne Kemal Burkay’ın kanal kanal dolaşıp, sömürgeci devletin uzmanlarına ve savaşın suç ortağı Türklere, “PKK kötü Kürdü, biz iyi Kürdü temsil ediyoruz” demesinin ve İbrahim Aksoy’un sömürgeci devletin savcısına PKK ile ilgili suç duyurusunda bulunmasının Kürt özgürlük hareketi açısından bir önemi yoktur. Çünkü Kürt halkı, Öcalan’ın mahkemedeki tutumuna rağmen PKK’ye daha çok sahip çıkmış ve onun iradesi etrafında daha sıkı kenetlenmiştir. Kürt halkı, PKK’nin bir örgüt olmaktan öte, Kürtlerin tek örgütlü gücü ve seçeneği olduğunun, PKK’yi savunmanın aslında kendi tarihsel kazanımlarını ve geleceğini savunmak olduğunun bilincindedir. Kemal Burkay ve diğerlerinin anlayamadığı da burdur. Ya da bu taifenin bilerek yapmaya çalıştıkları, tam da Kürt halkının sahip çıktığını imha etmektir.
Dördüncü esas: Toplumlar arası bir sözleşme olmadan ve mevcut cumhuriyet Kürtlerin de temsiline, hak ve güvenliklerini garanti altına alacak bir biçimde yeniden kurulmadan, Kürtlerin silahsızlanmasını istemek demek, Kürt direnişinin tasfiyesi demektir. Beşinci esas: Kürtlerin de temsil edildiği ya da yerel anlamda kendi kendilerini yönettikleri otonomi ya da federasyon gibi durumlarda bile Kürtlerin kendi askeri güçlerinden vazgeçmelerini istemek demek, Kürt halkını savunmasız bırakmak demektir.
22
Komünist Zemin
Erdoğan'ın "Dersim Açılımı" Vesilesiyle Bir Kez Daha Dersim Jenosidi Üzerine Ve Erdoğan bir ilke daha imza attı. Erdoğan, 1938'de Dersim'de yapılanlar için devlet adına özür diledi. Etkili de oldu; zira Erdoğan'ın özründen sonra, "Özür yetmez ama anlamlıdır" sesleri yükselmeye başladı. Dersim meselesi üzerinde bir kez daha gördük ki, katilin mirasçısı ile kurbanın mirasçısı zamanla birbirlerine benzemişlerdir. At izi ile it izi birbirine karışmış, bu da asıl meselenin tartışılmasını daha da zora sokmuştur. Bundan dolayıdır ki Erdoğan'ın "Özür diliyorum" çıkışının ve bu çıkışına Dersim tarihinin mirasçısı olduğunu iddia eden çevrelerin verdiği tepkinin ne anlama geldiğini ve Erdoğan'ın devlet adına özür dileme hakkına sahip olup olmadığını ortaya koymak gerekiyor. Aksi taktirde ne Dersim jenosidinin, ne de AKP'nin örgütlemeye çalıştığı sürecin asıl anlamı doğru kavranabilir.
hareketi, yalnızca bir iktidar gücü olmakla kalmamış, aynı zamanda Türk İslam sentezi zemininde ırka dayalı bir ulus ve ulus devlet inşa etmeye de girişmiştir. Irka dayalı bir ulus ve ulus devlet inşa etmek maksadı güden İttihat ve Terakki hareketinin ilk açık savaşı, 1914 yılında başlayan Birinci Emperyalist Savaşın da yaratmış olduğu muazzam imkânların gölgesinde, hiçbir biçimde Türkleştirilemeyecek olan topluluklara karşı olmuştur. Mayıs 1915'de çıkarılan Tehcir Kanunu’nun hemen ardından Ermenilere ve Süryanilere karşı soykırım başlatılmış, uygulamanın sonucu olarak bu topluluklar büyük ölçüde imha edilmiş, hayatta kalanları ise Tehcir edilmişlerdir. Bugünkü Türk Cumhuriyeti'nin öncülü olan İttihatçı hareket, Ermenileri ve Süryanileri etkisiz kılmaya muvaffak olmuştu ama bu, ırka dayanan bir ulus yaratmak için yeterli değildi. Türkleştirerek bir ulus yaratma projesinin önünde engel teşkil eden diğer bir topluluk da Rumlardı. Bu da "mübadele" adı ile uygulamaya konan Tehcir yoluyla gerçekleştirildi. Ve sıra Kürtlerdeydi. Kürtler en sona bırakılmıştı; çünkü Kürtlere rağmen bir Ulus Devlet kurulamazdı ve çünkü Kürtlerin önemli bir kısmı Türkler gibi Müslüman'dı. Bundan dolayıdır ki Ermenilere ve Süryanilere karşı uygulanan soykırım, Kürtlere karşı da uygulanamazdı. Devletin sahibi olan güç açısından Kürt jenosidi kaçınılmazdı ama bu bir anda değil, peyderpey olacaktı. Kürtler İslamiyet üzerinden büyük ölçüde asimile edilecek, asimile edilemeyenler zor yoluyla sindirilecek, buna rağmen ortaya çıkabilecek Kürt ayaklanmaları ise izole edilerek bastırılacak, en nihayetinde de, gerek fiziki imha, gerekse de asimi-
Devlet Açısından Dersim'in Önemi Neydi? Dersim'i devlet açısından önemli kılan şey, ne Dersim'in Kızılbaş ve Kürt oluşu idi, ne de Dersim halkının bir kısmının devlete vergi ve asker vermeyi reddetmesi idi. Tabii ki bunlar da önemliydi ama Dersim meselesini tek başına bu nedenlerle açıklamak mümkün değildir. Dersim'i devlet açıcından önemli kılan nedenleri doğru anlayabilmek için İttihat ve Terakki'nin iktidarı kontrol etmeye başladığı sene olan 1908'e kadar uzanmak gerekiyor. Bilindiği gibi 1908 yılına gelindiğinde artık bir iktidar gücü olan İttihat ve Terakki
23
Komünist Zemin
lasyon yoluyla Kürt jenosidi peyderpey tamamlanmış olacaktı. Ankara Meclisi'nin açılış tarihi olan 1920 senesini esas alacak olursak, bu tarihten Dersim'e yönelik imha planının hayata geçirildiği tarih olan 1937’ye kadar 24 Kürt ayaklanması cereyan etmiş ve bu ayaklanmaların her biri, önce izole edilmiş, sonra da kanlı bir biçimde ezilmiştir. Ve her Kürt ayaklanması ile birlikte bir Kürt Jenosidi ve Tehciri hayata geçirilmiştir.
Hal böyle olunca da, devlet otoritesini hiçbir vakit gönüllü kabul etmemiş, Türkleşmemiş, Müslümanlaşmamış, Ermenileri devlete teslim etmeyi reddetmiş ve de nüfusunun yarısı Ermenilerden oluşan bir Dersim resmi ortaya çıkmaktaydı. Üstüne üstlük Dersim, başarıya ulaşmamış Koçgiri Kürt Ayaklanması'nın ruhunu temsil ediyordu. Özetleyecek olursak: Bir; Dersim nüfusunun yarısına yakını Ermeniydi, daha doğrusu bunlar, yok edilmek istenen ama Dersim Kürtleri tarafından devlete teslim edilmeyen Ermenilerdi. İki; Dersim Kürtleri Müslüman olmadığı gibi, Bektaşilik üzerinden İslamiyet'e entegre edilemezdi ve bu yolla Türkleştirilemezdi. Üç; Dersim, Koçgiri İsyanı'nın ruhunu temsil ediyordu; bir bakıma Koçgiri'de bastırılan ayaklanmanın ruhu Dersim'de yeniden ayağa kalkmıştı ve sindirilmiş Kürt halkının yeniden ayağa kalkmasına yol açabilirdi. Dört; Devlet otoritesinin bir bütün olarak sağlanamadığı tek bölge Dersim'di. Ancak bu dört neden bir araya getirildiğinde Dersim'in devletin sahipleri açısından önemi ve Dersim Jenosidinin nedenleri doğru anlaşılabilir. Burada bir diğer önemli nokta ise, Dersim Jenosidi'nin tarihidir; zira 1938 yılı herhangi bir tarih değildir. 1938 yılı da tıpkı 1915 yılı gibi tarihsel bakımdan özelliği olan bir yıldır. 1938 yılı, İkinci Emperyalist Savaş'ın arifesidir. İkinci Emperyalist Savaş henüz resmen ilan edilmemiş olsa da, fiilen başlamıştır. Japonya, Çin ve Moğolistan'ı işgale başlamış, Almanya, Avusturya'yı kendisine dahil etmiş, İspanya'da ise İç Savaş devam etmektedir. Yani her egemen devlet kendi ayrık otlarını temizlemekle ve kendi egemenliğini yaymakla meşguldür. Türk devletinin 1938 yılında Dersim’e karşı harekete geçmesinde işte bu konjonktürün de önemli bir yeri olduğunu kayıt düşmek gerekir.
1937 yılına gelindiğinde ise Kürt bölgeleri içinde diri bir güç olarak varlığını korumaya devam eden bir tek Dersim kalmıştı. Ve Dersim için emir kesindi: "Dersim haritadan silinecek!" Dersim yalnızca Kürt değil, aynı zamanda da Kızılbaş'tı; Kızılbaşlığın ise İslamiyet ile bir akrabalığı yoktu, dolayısıyla da İslam sosuna batırılmış Türklük, bu noktada bir işlev görmezdi. Devletin dini İslam, etnisitesi ise Türk idi. Dersim halkı ise hem Kızılbaş, hem de Kürt. Üstelik de devlet otoritesi Dersim'de bir bütün olarak tesis edilemiyordu. Ama dahası da vardı. Dersim halkı 1915 Ermeni Jenosidi'nde Dersim'de yaşayan ya da Dersim'e sığınan Ermenileri devlete teslim etmemiş, kimi kaynaklara göre 20 bin, kimi kaynaklara göre ise 40 bin Ermeni'yi saklamıştı. Yani bu rakamlara göre Dersim nüfusunun neredeyse yarısı Ermeni'ydi.
24
Komünist Zemin
"Özür diliyorum" demek, "Dersim halkı haklıydı" anlamına gelir mi?
Bu açıdan bakıldığında Türk devletinin zihniyetinde ve siyasetinde de bir değişiklik söz konusu değildir. Türk devleti, dün olduğu gibi bugün de ırkçıdır; fiziki olmasa da, "asimilasyon” adı altında kültürel jenoside ve işgalciliğe devam ediyor. 1938'de Dersim işgalinin nedeni, işgal, "ıslah" ve jenosit idi. Bugün de Dersim'de işgal ve kuşatma devam ediyor. Jenosit ise başka bir kılık altında da olsa devam etmektedir.
Bir an için de olsa Türk devletinin maksadının Jenosid değil, Dersim'i kontrol (işgal) ve "ıslah" etmek olduğunu varsayarak tartışalım. Ve soralım: AKP'nin lideri, "Özür diliyorum" derken, "Dersim'in işgali ve "ıslah"ı fikri yanlıştı" mı demek istemiştir? Tabii ki "hayır!" Zira AKP ve onun lideri, Dersim'e yapılan devlet harekâtından dolayı değil, Dersim'de katliam yapılmasından dolayı" özür diliyor. Bir an için AKP'nin, Jenoside karşı olduğunu varsaysak bile, AKP Dersim'in ilhakına ve "ıslah"ına karşı değildir. Bu durumda sormak gerekiyor, katliamsız ve zulümsüz işgal ve "ıslah" mümkün müdür? Ya da o tarihlerde iktidarda olan güç AKP olsaydı ne yapardı? Dersim halkı kendi rızasıyla işgal ve "ıslah" siyasetini kabullenmeyeceğine göre, AKP ne yapardı? İşgal ve "ıslah" siyasetinden vazgeçip, Dersim'in muhtariyetine saygı mı gösterirdi? Eğer bu soruya ilişkin yanıt "Evet" ise, bu durumda sormak gerekir, Dersim, neden halen işgal altındadır? Dersim, neden halen Türkleştirilmek istenmektedir? Bir bütün olarak Kürdistan'da Türk işgal güçlerinin işi nedir? Hayır, AKP'nin savunmadığı Dersim'in işgal ve "ıslah" edilmesi değil, bunun yöntemi ve sonuçlarıdır. Bunun ise bir hükmü yoktur. Zira bütün egemen devletler geçmişte başvurdukları yöntemleri bugün savunmuyorlar. Örneğin Alman devleti de Nazi Almanyası döneminde başvurulan yöntemleri bugün kendince mahkûm ediyor ama ne o dönemde elde ettiği zenginliklerden, ne de yayılmacı zihniyetinden vazgeçiyor. Afganistan'dan Somali'ye kadar Alman askerleri kol gezmektedir. Günümüzde Alman devleti Nazilerin yöntemlerini kullanmıyor ama zihniyeti ve siyaseti aynıdır. Alman devletinin zihniyeti ve siyaseti 1933-45 arası ne idiyse, bugün de odur; yayılmacı ve sömürgecidir.
Eğer Dersim "Misak-i Milli"nin bir parçası olarak görülmeye devam ediliyor ise ve eğer Türk devleti Dersim'e müdahale etme hakkını kendinde görüyor ise, eğer Dersim halkı buna karşı koyduğunda devletin zulmüne maruz kalıyor ise, Dersim halkı "ıslah" ve asimile edilmeye çalışılıyor ise; Türk devletinin Dersim kuşatması devam ediyor demektir. Dün olup da bugün olmayan; kurulan darağaçları ve toplu katliamlardır. Zaten Erdoğan'ın "Yanlıştı" dediği de Dersim'in ilhakı değil, Dersim'de uygulanan soykırımdı. Yani, Dersim’de güdülen amaç değil, uygulanan yöntemdi. Zira Erdoğan'a göre, asimilasyon yoluyla soykırım, bir halkı toptan ortadan kaldırmaya dönük fiziki soykırımdan daha etkili ve daha az sorunludur. Erdoğan'ın "özür" açıklamasının özeti budur.
25
Komünist Zemin
Erdoğan Devlet Adına Özür Dileyebilir mi?
"yakınları" olarak bu pazarlığın içinde olanlar için de geçerlidir. Dersim halkı adına konuşan çevreler, eğer bir rant peşinde değil iseler, devletin sahibi olan güçlerin iç hesaplaşmalarının, resmi tarihin temize çekilmesinin ve mevcut Kürt özgürlük hareketinin sabote edilmesinin değil, mirasçısı olduğunu iddia ettikleri Dersim tarihinin bir parçası olarak hareket etmelidirler. Her şey bir yana, bugün artık hayatta olmayan bir insan adına, yaşayan birinin, hangi sıfatla olursa olsun pazarlık yapması ya da helalleşmesi nasıl mümkün olabilir ki? Zulmün, katliamın ve acının bedeli nasıl ödenebilir ki?
Kişilerin devletler adına özür dilemesinin bir kıymeti harbiyesi yoktur. Kişiler devlet değildir ve kişiler her daim adına konuştukları devletler tarafından aforoz edilebilmiş ya da darağacına gönderilebilmişlerdir. Menderes'in, geçmişte Türk devleti adına söylediklerinin nasıl ki bugün bir hükmü yoksa, Erdoğan'ın bugün söylediklerinin de dün için olduğu gibi yarın için de bir hükmü yoktur. Devletin özrü ise, ancak ve ancak kendi varoluş nedenlerinin reddiyle mümkündür. Bu ise devletin devletliğine son vermesi anlamına gelir ki, devletin doğası bakımından bu olacak iş değildir. Erdoğan'ın yapması gereken özür dilemek değil, devlet tarafından işlenmiş suçların mirasçısı olup olmadığını ilan etmektir. Eğer devletin ve onun değerlerinin mirasçısı ise, bu durumda işlenen suçları da tıpkı MHP gibi savunmak zorundadır. Yok eğer bu devletin ve onun değerlerinin mirasçı değil ise, bu durumda da özür dilemek yerine, devlet güçlerini Dersim'den çekmek ve Dersim'in muhtariyetini tanımak zorundadır. Zira Dersim, Cumhuriyetin kanunlarına göre yönetilmek için işgal edilmişti; bugün de Dersim işgal altındadır ve Dersim'de geçerli olan nizam, 1938'de tanzim edilen nizamdır. O halde neyin özrü? Eğer AKP, kendi öncüllerinin mirasçısı değilse, o halde neden 1938'de gasp edilenlerin bekçiliğini yapıyor? Yok, eğer AKP, öncüllerinin mirasçısı ise, bu durumda ne diye özür diliyor?
"Dersim'de İsyan Var mıydı, Yok muydu?" Tartışmaları Üzerine Bir Not: Ne vakit Dersim vukuatı tartışma konusu olsa, devlet tarafı, "Dersim'de bir isyan vardı ve devlet isyanı bastırmak için bu harekâtı yaptı" tezini ileri sürer ve bu tezin doğruluğunu ispat etmeye çalışır. Bu, işgale ve katliama meşruiyet kazandırma çabasıdır. Devletin bu tezine karşı çıkan çevreler ise, "Dersim'de bir isyan yoktu ve devlet buna rağmen katliam yaptı" tezini ileri sürer ve bu tezi ispat etmeye çalışır. Bu ise, istemeyerek de olsa, işgale ve katliama meşruiyet zemini oluşturma peşinde olan devletin çabasına hizmettir. Neticede ise her iki taraf, "Eğer Desim'de bir isyan var idiyse, bu durumda devletin de buraya müdahalesi anlaşılabilir" noktasında buluşmaktadır. Dersim meselesi bu zemin üzerinden tartışıldıkça, at iziyle it izini birbirinde ayırt edebilmek mümkün olmadığı gibi, meselenin doğru kavranabilmesi de mümkün değildir. At iziyle it izini birbirinden ayırt edebilmek ve Dersim meselesini doğru kavrayabilmek için, cevaplanması gereken soru şudur: Hangi gerekçeyle olursa olsun, devlet Dersim'e ve Dersim'deki yaşama müdahale etme hakkına sahip midir, değil midir?
Dersim Adına Konuşan Kişi ve Çevreler Devletin Özrünü Kabul Etme Hakkına Sahip midir? Artık hayatta olmayan on binlerce Dersimli adına ne pazarlık yapmak ne de özür kabul etmek bugün hayatta olan hiç kimsenin işi olamaz. Aynı şey, Dersim'in ilhakı sürecinde katledilen Dersimliler'in
26
Komünist Zemin
Bu soruyu cevaplamadan, ne 1938 Dersim Jenosidi'ni, ne de bugün devam eden işgali doğru tanımlayabilmek mümkün değildir. Bu zemin dışında yapılacak tüm tartışmalar, maksadı ne olursa olsun, Devletin meşruiyet arayışına hizmet etmekten başka bir işlev görmeyecektir.
Kemalist devlet sınıfı ile olan tarihi hesaplaşmasında İslami harekete yeni bir mevzi daha kazandırmaktadır. Bir bakıma AKP, bir taşla iki kuş vurmaktadır. Bir yandan Kemalist devlet sınıfını biraz daha kuşatarak kendi iktidarını daha da pekiştirmekte, diğer yandan da bu hesaplaşmayı doğrudan kendisi yapmak yerine, olayların mağdurları üzerinden yapmaktadır. AKP, her konuda olduğu gibi, Dersim meselesinde de takiye yapmaktadır. Mesela bir yandan Cumhuriyete ve onun değerlerine sahip çıkıp, Mustafa Kemal'i kurucu lider olarak kabul ederken, Cumhuriyet dönemi uygulamalarını Mustafa Kemal dışında, özellikle de adı Cumhuriyet ile özdeş kabul edilen CHP'ye ve adı CHP ile özdeş kabul edilen İsmet İnönü gibi şahsiyetlere mal etmektedir. Böylece bir yandan Mustafa Kemal'i katliamların tarihi olan Cumhuriyet tarihinin dışında tutarak geniş kitlelerin tepkisini almaktan kurtulmakta, diğer yandan ise Cumhuriyet tarihinin ipliğinin pazara çıkarılmasına, en azından kendi hesabına hizmet ettiği sürece göz kırpmaktadır. Tıpkı 12 Eylül 2010 yılında yapılan Anayasa Referandumu'nda yaptığı gibi. Bilindiği gibi AKP, bu süreçte de kendi iktidarını sağlamlaştırmak için 12 Eylül Askeri Darbesi'nin mağdurlarının mağduriyetlerini kullanmış, kendisini iktidar yapan 12 Eylül Rejimi’nden hesap soracağını vaat etmiş ama 12 Eylül Darbe Anayasası'nın bir parçası olan seçim yasasının sağladığı imkânları sonuna kadar kullanarak kendisini üçüncü dönem tek başına iktidar bu yapan seçim yasasını korumaya devam etmişti. Daha önce yayınladığımız yazılarda da belirttiğimiz gibi AKP, takiyeci bir zihniyetin ürünü ve Makyavelizm'in Türk ve İslam sosuna batırılmış halidir.
AKP'nin Yapmak İstediği Nedir? AKP'nin derdi Dersim'de yapılan soykırımın hesabını vermek değildir. Zira AKP, tabiatı gereği bunu yapmaya uygun değildir. AKP'nin de ötesinde, hiçbir egemen güç bunu yapamaz, yapmaz. Bu maksatla yapılanlar ise bir gösteriden ve geçmişte işlenen suçların bir sonucu olarak vücut bulan mevcut egemenliklerini meşrulaştırmaktan öte bir şey değildir. Meselenin özü şudur: AKP, temsil ettiği gelenek açısından Kemalizm'le bir tür kan davasına sahiptir. En nihayetinde Kemalist rejim din düşmanı değilse de, dini devlet denetimine almış bir rejimdir. Bunu yaparken de İslami hareketi hep devlet kontrolünde tutmuş ve bu kesim üzerinde de ciddi tahribatlara ve kıyımlara yol açmıştır. Zira İslami hareketin fikriyatı, devletin dini esaslara göre yönetilmesi iken, Kemalizm'in mutlak devlet olduğu koşullarda, dinin devlet tarafından yönetilmesi esas alınmıştır. Dolayısıyla da İslami hareketle Kemalist devlet sınıfı arasında bir çatışma ve ilan edilmemiş bir savaş hep varlığını korumuştur. İlan edilmemiş bu savaş bugün de devam etmektedir. Erdoğan'ın Kemalist dönemde işlenen devlet cinayetlerinden dolayı bu derece kolay özür dileyebilmesinin nedeni de budur. Zira Kemalist devlet sınıfının mutlak iktidar olduğu dönemlerde işlenen cinayetlerin teşhiri, İslami hareketin
27
Komünist Zemin
TC’nin genetiği veya vicdanı kirlenmiş toplum Konuk Yazar: Fikret Başkaya
Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olarak varoldu. Tevatür edildiği gibi bir “kopuş” söz konusu değildi. Osmanlı İmparatorluğunda devlet kutsaldır. Elbette bu sadece Osmanlı’ya mahsus bir “ özellik” veya “orijinallik” değildi. Bu, premodern dönemin Eski Rejimlerinin genel durumuydu. Devletin kutsal sayılması demek, devlet dışında hiç bir şeyin bir önemi ve değeri olmaması demektir. Mevzubahis olan devletse, gerisi teferrüattır ve orada kendi başına bir değeri, kıymet-i harbiyesi olan başka hiç bir şey yoktur. Devlet çıkarı her şeyi mübâh kılar. Devletin çıkarı ve bekâsı için her türlü cinayet, katliam, suikast, komplo, hile, yalan... gerekli ve meşru sayılır. Bırakın halktan insanları, devletin çıkarı için padişah ailesi mensuplarının katli de son derece olağan bir şeydir. Kardeş, çocuk, ana, baba, hepsi devlet çıkarı için katledilebilir. Başka türlü ifade edersek, Osmanlı İmparatorluğu’nun da dahil olduğu “Eski Devletler ailesinde’ devletin bekâsı, aile içi temizliği varsayar ve başka türlü yapması mümkün değildir. Zaten herkes padişahın kuludur. Kulun hakkı yoktur, sadece kulluk yükümlülüğü vardır. Dolayısıyla ilişki yönetenden yönetilene, efendiden kula ve tebaya doğru ve tek yönlüdür. Kaldı ki, Osmanlı İmparatorluğu ve benzerleri “savaş devletleridir”. Bu tür devletler varlıklarını savaşa borçludurlar. Varlıkları düşmanın varlığına bağlıdır. Düşmanın da iç-düşman veya dış-düşman olmasının bir önemi yoktur.
Bu tür devletler savaş yetenekleri aşındığında tarih sahnesinden silinirler... Savaşla fethedilen yerler yağmalanır, talan edilir, birikmiş hazinelere el konur ve egemenlik altına alınan topluluk bir haraç ödemeye zorlanır. Fakat “büyümeyayılma ” paradoksunun bir sonucu olarak, bir zaman sonra, üretici sınıf olan köylüden alınan haraç ihtiyacı karşılayamaz hale gelir. Bu durum hem köylü kitlesi [toplum] üzerindeki baskının artmasını hem de yeni savaşları dayatır. Devlet kendi iç çelişkileri sonucu zayıflar ve çöker. Osmanlı İmparatorluğunun tarih sahnesine çıkışının, aynı zamanda kapitalizmin de tarih sahnesine çıktığı tarihsel döneme rastlaması, imparatorluğun evrimi üzerinde etkili oldu. Kapitalist üretim süreci kendi dışındaki sosyal formasyonları “biçimlendirme, biçimsizleştirme, şartlandırma, kendi mantığıyla uyumlandırma” dinamiğine sahiptir. Bu dinamiğin bir sonucu olarak, Osmanlı sosyal formasyonundaki aşınma derinleştikçe, yönetici elit, varlığını sürdürmek için kapitalist dünyadan bir dizi kurum, kural, teknik, yöntem, tarz, vb. ithal etme yoluna gitti. Bu “ona benzeyerek kendini koruma”, devleti yaşatma refleksiydi... Batıdakinden farklı olarak, Osmanlı yenilikleri yeninin, yeniyi yaratmanın değil, eskiyi korumanın ve sürdürmenin hizmetindiydi. Dolayısıyla yenilik denilenler eskinin üstündeki yamaydı...
28
Komünist Zemin
Yeni ve yenilik denilen düzenlemelerin, kurumların, söylemlerin bir temeli yoktu. Batı’da yenilikler Eski Rejimle ve onun geleneksel idieolojisiyle bir hesaplaşmanın araçları ve sonuçlarıyken, bizde “eskiyi nasıl yaşatabiliriz ” sorusunun cevabı olarak varoldu... Dolayısıyla, eski rejimle ve onun geleneksel ideolojisiyle gerçek bir hesaplaşma ve eskiyi aşma-yeniyi yaratma girişimi hiç bir zaman söz konusu olmadı... Başka türlü söylersek, Cumhuriyet döneminde de devlet Osmanlı İmparatorluğundaki gibi kutsal sayılmaya devam etti. Devletin kutsandığı bir rejimin modernliği de tabii bir retorik olmanın ötesine geçemeyecekti ve geçemedi... Velhasıl retorikle realite arasında bâriz bir uyumsuzluk varlığını sürdürmeye devam etti.
ettiğim geri planı dikkate almadan mümkün değildir. Son on-onbeş yılda, son otuz kırk yılda yapılan katiamları, işlenen siyasî cinayetleri bir hatırlayın, ne demek istediğimi anlayacaksınız... Bu durum, dünün reayasının ve kulunun] bu günün yurttaşı olamayışıyla açıklanabilir. İnsanlar seçimlerde oy kullanmayı matah bir şey sanıyorlar... Seçimlerin bir aldatmaca olduğunun farkında değiller. Seçim oyunu aslında insanları oyuna getirmek için oynanıyor... Oyun kurucular da mâlûm olduğuna göre... Hırsızın kabahati... Bir ülkede yaşayan insanların yurttaş bilincinden yoksun oluşu, hak, özgürlük, eşitlik ve adalet bilincinin yetersizliği, devletin katliamlar yapma, insanlık suçu işleme konusunda hareket alanını genişletiyor. İnsanlar yapılan her katliam veya işlenen her siyasi cinayet karşısında sessiz ve tepkisiz kaldıklarında, hem gelecek katilamlara ve cinayetlere ‘onay’ vermiş oluyorlar hem de her katliam ve siyasi cinayetle vicdanları kirleniyor... Bu vesileyle vicdan kirletmeye memur edilmiş, vicdanları en çok kirlenmiş politikacı, akademisyen, gazeteci, yazar, “konunun uzmanı” denilenlerin pis misyonunu da hatırlamamak olmaz. Bu kesim, yapılan her katliamı, her siyasi cinayeti “haklı” ve “gerekli” göstermek için seferber oluyor... Son Uludere katliamında ortalama insanın, ortalama tavrı utanç vericiydi. En utanç verici olanı da her halde bir kısım ‘pişkin politikacı, hükümet erkanı, televizyonlarda boy gösteren “yorumcu” ve gazete köşelerine çöreklenmiş akl-ı evvellerdi... Söylediklerinin özeti şuydu: “Devlet katliam yapmaz... Benim devletim katliam yapmaz. Benim atalarım katliam yapmaz...” Bu bir kazadır, böyle şeyler olur, zaten her yerde oluyor... ABD bunu her zaman yapıyor... Eğer bütün bu katliamları, sizin devletiniz yapmadıysa, eğer tüm bu cinayetleri sizin devletiniz işlemediyse o zaman bunlar
Devletin kutsal sayıldığı yerde “gerisi teferrüat” sayılacağına göre, kullanılan modernist dilin de bir karşılığı olması mümkün değildi. Devletin kutsal sayıldığı yerde yurttaş olmaz. Devlet ricâlinin insanlara ‘yurttaşmış’ gibi davranması, öyle bir söylemin varlığı, insanların da kendini ‘yurttaş’ sanmasının reel bir karşılığı yoktur... Orada söz konusu olan ikiyüzlülüğün içselleştirilmesinden başka bir şey değildir... “Yurttaşlık durumu” ancak bir mücadele ile kazanılabilir ve korunabilir... Birileri size: “artık bundan sonra yurttaşsınız” dedi diye yurttaş olunmaz. Zira yurttaşlık, yurttaş bilincini var sayar... İmparatorluğun reayası 1923 de yurttaş olmadı. O zamana kadar ‘padişahın kulu’ olan halk kitlesi, 1923’den sonra artık “vatanın kulu” olacaktı ki, garp cephesinde yeni bir şey yoktu... Vatanın ne olduğu, sahibinin kim olduğu da bilindiğine göre... Lâkin “eskiyi” yeniymiş gibi sunmayı, daha doğrusu dayatmayı başardılar. Bu işi de esas itibariyle okul ve öğretmen, velhasıl eğitim sistemi sayesinde kotardılar... Dolayısıyla, TC’nin yaklaşık doksan yıldır kolaylıkla irili ufaklı katliamlar yapabilme ve siyasî cinayetler işleyebilme rahatlığını anlamak, sözünü
29
Komünist Zemin
kimin eseridir? Fransa parlamentosunda ‘Ermeni katliamı olmadı’ diyenin cezalandırılmasıyla ilgili yasa teklifi gündeme geldiğinde, başbakan Erdoğan: “ Ben atalarıma katliam yaptı dedirtmem, asıl Fransızlar Cezayir bağımsızlık savaşı sırasında yaptıkları katliamın hesabını versinler” demişti. Başbakanın bu sözleri bana bir şey hatırlatmıştı. 1967 yılında, Pariste, Albert Chatelet öğrenci restoranında, yemek masasında karşımda oturan iki öğrenciyle sağdan soldan konuşurken, bana hangi ülkeden olduğumu sordular, Türkiyeliyim deyince, “biz Cezayirliyiz ve size kırgınız” demişlerdi... “hayırdır, bu da nerden çıktı” dediğimde, “sizin hükümetiniz Birleşmiş Milletler’de Cezayir’in bağımsızlığının oylandığı oturumda Fransa lehinde oy kullandı” karşılığını verince, ben de “kırgın olmakta haklısınız, lâkin o ayıpta benim bir dahlim yok” karşılığını vermiştim. Sonra isimleri Muhammed ve Abdu olan bu iki sevimli Cezayirliyle yıllarca sürecek dostluğumuz başlamıştı... Eğer Fransızlar Cezayir’de katliam yaptıysalar, Türk hükümeti Fransa’nın tarafını tuttuğunda o katliamı onaylamış, insanlık suçuna ortak olmuş olmuyor muydu? Fakat bu bir istisna değildir. Ne zaman mazlum halklar emperyalizme, koloniyalizme karşı ayaklansalar, özgürlük, bağımsızlık ve haysiyet mücadelesine girişseler, TC yöneticileri tartışmasız kolonyalistlerin, emperyalistlerin safında yer aldı. Neden aldığının, neden almak zorunda olduğunun tahliline burada girmeyeceğim...
gerekçe hiç bir katliamı haklı göstermeye yetmez. Adı üstünde insanlık suçunun gerekçesi olur mu? İnsanlık suçunu gerekçelendirmek ne nemem bir küstahlık ve alçaklıktır? Bu vahşeti ‘haklı’ göstermek için seferber olanlar, vicdanları en çok kirlenmiş olanlardır. Kirlenmiş vicdanlılar toplumun vicdanını da kirletmeyi şimdilik başarıyorlar... Lâkin bu dünyada her şey sonludur... Katliam ve siyasî cinayet TC için istisna değil, kuraldır ve rejimin genlerinde mündemiçtir... Osmanlıda en büyük katliamları yapanlar devlet katında en yükseğe çıkanlardı... Maalesef bu “gelenek”, Cumhuriyet döneminde de geçerli olmaya devam etti... Lâkin şimdilerde bir yenilik de söz konusu... Artık katliamın yolu ‘insansız hava araçlarından’ geçiyor ve bu “yenilik” “çağdaş” Türkiye’ye ne kadar da yakışıyor... İnsansız araçlar insanlara kimin katledileceğini gösteriyor. Bundan âlâ modernlik, kalkınmışlık mı olur! Artık Türkiye’yi yönetenler “muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıktıklarından” emin olabilirler... Şu utanç verici manzaraya bir bakın. Toplum ne hallere düşmüş... Görünen o ki, bu kepazelik, bu utanç verici durum, TC bir operasyonla [devrimle] temizleninceye kadar devam edecek... Kimse kendini aldatmasın, “hukuk devleti” mavalına aldanmasın... Zaten bu işleri kotarmak için işte böyle bir “hukuk devleti” gerekiyor... Hukuk devletinin ne olduğunu merak edenler Hrant Dink davasına baksınlar... Siz ‘hukuk devleti’ denileni ne sanıyorsunuz? Bütün mesele işlenen cinayetlerin, yapılan katliamların üstünü örtmekten ibaret değil mi? Bundan âlâ hukuk devleti mi olur? Sevsinler hukuk devletinizi... Devlet tarafından yapılan katliamların, işlenen siyasi cinayetlerin üstünü örtmeye çalışanlar insanlık suçu işleyenlerdir ve bu vicdanı kirlenmişlerin iflah olmaları da, islah olmaları da mümkün değildir...
Uludere katliamını haklı göstermek için büyük çaba gösteren akl-ı evveller “ sınırın ötesinde işleri neydi” diyorlar. Bu kuş beyinlilerden bir teki o sınırları kimin çizdiğini sorun ediyor mu dersiniz? Asıl insanlık suçu bizzat o sınırın varlığı değil miydi? Bir aileyi, bir topluluğu ikiye bölen bir sınırın ne gibi bir kıymet-i harbiyesi olabilir? İnsanı yaşam araçlarından mahrum eden, açlığa mahkûm eden bir sınırın meşruiyeti olur mu? Kaldı ki, hiç bir
30
Komünist Zemin
Devrimci Siyaset Alanı Üzerinden Rantçılık Rantçılık derken ilk akla gelen, avanta ya da çıkar sağlamak olur. Ama daha geniş anlamıyla rantçılık şu biçimde tanımlanmaktadır: "Devletin çeşitli uygulamalarla bireysel, endüstriyel veya sektörel olarak özel teşebbüs lehine herhangi bir çıkar avantajı yaratması; bu avantajın realizasyonu ve paylaşımıdır.
Kimileri “Sokak Çocukları”nı sahiplenmek adı altında, kimileri aile ve koca baskısından dolayı evini terk eden kadınlarla dayanışma adı altında, kimileri uyuşturucu bağımlılarını rehabilite etme adı altında, kimileri mültecilerle dayanışma adı altında, kimileri insan hakları ihlallerine karşı mücadele adı altında, kimileri organik tarım adı altında uluslararası fonlardan büyük paralar almış ve bu paralar ile kendilerine ayrıcalıklıitibarlı yaşamlar organize etmişlerdir. Emperyalist kuruluşlarca finanse edilen uluslararası fonlar, bu derece büyük paraları aktarırlarken, elbette ki toplumun ötekileştirdikleri için yeni bir hayat örgütlemek niyetinde değildir. Buradaki maksat, toplumdaki patlama noktalarını emniyete almak ve zaman içerisinde, en azından geçici bir süre için stabilize etmektir. Bu projenin Türkiye ayağını oluşturan partner organizasyonları ise, bu alan üzerinden kendileri için bir hayat örgütlemek niyetindeydiler ve bunda da oldukça başarılı oldular. Bir anlamıyla yalnızca öteki olarak tanımlananları değil, aynı zamanda uluslararası finansörlerini de kandırmış oldular. Bu nedenle mahkemelik oldukları bir yığın dava halen sürmektedir. Bizim esas olarak tartışmak istediğimiz rantçılığın bu ayağı değil, devrimci siyaset alanındaki ayağıdır. Bundan dolayıdır ki "sosyal sorunlar" alanındaki rantçılığın ayrıntılarına burada girmiyoruz.
(Korkut Boratav, Yeni Dünya Düzeni Nereye, İmge Kitabevi Sy. 141)
Özcesi rantçılık, sistem ve devletle alakalı olarak ele alınır ve ne vakit rantçılık üzerine bir şey duyulsa, akla hemen sistem ve devlet gelir. Bizim tartışacağımız ise ne sistem, ne de devlet bağlantılı rantçılıktır. Tam tersi, bizim tartışacağımız, “sistem dışı” alandaki rantçılıktır. Bütün dünyada olduğu gibi yaşadığımız coğrafyada da sistem hayatın her alanında mağdurlar topluluğu yaratmış, yaratmaya devam etmektedir. Bizim kastettiğimiz de sistemin dışına attıkları ya da sistemin merkeze entegre edemediklerinin yaşadığı mağduriyetler üzerinden çeşitli sıfatlarla devreye girerek kendilerini tanımlayanların elde ettiği rantçılıktır. Örneğin sokakta yaşayan çocuklar, savaş mağdurları, işkence mağdurları, tutuklu yakınları, uyuşturucu bağımlıları, koca ya da aile baskısından kaçan kadınlar, mülteciler ve daha onlarcası… Kısacası, nerede bir mağduriyet ortaya çıkmışsa, bu alanda bir topluluk ortaya çıkmış, bu alandaki mağduriyeti ortadan kaldırmak adına bu alanı bir rant alanına dönüştürmüştür. 1990’lı yıllar itibariyle Batılı ülkelerden kimi projeler kopya ya da ithal edilerek, hızlı bir biçimde dernekleşme süreci başlamış ve birbiri ardına çeşitli dernekler, inisiyatifler ve STK’lar (Sivil Toplum Kuruluşları) kurulmuştur.
Bir Rant Alanı Olarak Devrimci Siyaset Alanı "Devrimci-Demokrat Avukatlar"
Evet, özelikle 12 Eylül Darbesi sonrası süreçte devrimci siyaset alanı kimileri açısından bir rant alanına dönüştürülmüştür.
31
Komünist Zemin
İlk önce devrimci tutsakların davalarına bakan avukatlar çıkmıştır alana. Bu süreç, önceleri bir tür siyasi sahiplenme, bir tür vicdani sorumluluk olarak başlamış olsa da zamanla hem ekonomik anlamda hem de itibar anlamında ciddi getirisi olan bir alana dönüşmüş, bir zaman sonra ise bu getiri tarafından belirlenen bir alan olmuştur. Bu alanda avukatlık yapanların niyeti ne olursa olsun, sonuç olarak koşullar tarafından belirlenmişlerdir. Nihayetinde bu alan üzerinden önce geçimlerini sağlamak zorunda kalmışlar, zaman içersinde geçimlerine yetecek paradan daha fazlasını kazanmaya başladıklarında, yeni gelir durumuna göre bir yaşam örgütlemişler, zamanla da yeni yaşamlarının ihtiyaçları için daha çok kazanmak zorunda kaldıklarını fark etmişler ve daha çok kazanmışlardır. Bir zaman sonra, bu alanı artık isteseler de terk edemez olmuşlardır. Artık onlar devrimci tutsakların avukatı olmaya tutsak olmuşlardı. Devrimci tutsakların sayısı azalınca, bu kez de AİHM davaları başlamış; “Haksız yere cezaevinde tutulma, uzun tutukluluk ve gözaltı süreleri ve işkence” gerekçeleriyle birbiri ardına davalar açılmış ve bu alan ciddi bir endüstriye dönüştürülmüştür. Rejimin mağdur ettikleri bu alandan kendi koşulları ölçeğinde büyük paralar almış, avukatları ise kazandıkları her davadan küçümsenemeyecek paylar almaya başlamışlardır. Deyim yerindeyse, eski tutuklular ile avukatları artık iş ortağı olmuşlardır. Şimdilerde ise en gözde gelir kapısı, 1990’lı yıllarda devlet tarafından yakılıp yıkılan ve boşaltılan köyler ile ilgili davalardır. Öyle ki, bu davalarda avukatların aldıkları ücret (pay), tazminat olarak kazanılan miktarın dörtte biri, bazen de yarıya yakın kısmıdır.
ve başkaları bağıra bağıra acı çekenlere, hem de acı çekenlerin kendi acılarını pazarlamaya başladılar. 1970’li yılların arabesk ortamı yeniden geri gelmişti adeta. 1970’li yıllara egemen olan arabesk dönemin aktörleri Orhan Gencebay, Bergen, Ferdi Tayfur ve daha onlarcası idi; hedef kitle ise, kendi durumlarını “kader kurbanı” biçiminde izah eden dışlanmışlar. 1980’li yıllarda ise 1970'li yılların arabeskçi aktörlerinin yerini Ahmet Kaya, Ferhat Tunç, Edip Akbayram vb. “politik kimlikli” arabeskçiler almıştı. Yeni dönemin hedef kitle ise 12 Eylül Askeri Cuntası’nın gazabına uğramış, yıkıma uğramış olanlar, özellikle de devrimci tutsakların yakınları idi. Bir anda meyhanelerden kahvehanelere, türkü barlardan öğrenci evlerine, düğünlerden tertip edilen gecelere, konserlerden tatil merkezlerindeki barlara; her yanda “Beni Burada Arama Anne”, “Şu Metrisin Önü”, “Özgürlük Mahkûmları” makamında şarkılar duyulmaya başlandı. Cuntacılar başarılı bir darbe yapmış ve nerdeyse bütün direniş güçlerini tutsak etmişti. Geriye az sayıda çaresiz devrimci ve zindanlarda olan ve sayıları yüz binlerle ifade edilen devrimci militanların peşinden ağır faturalar ödemek zorunda bırakılmış tutsak yakınları kalmıştı; çaresiz, yorgun, umutsuz ve acılı milyonlarca insan. Belki de daha en başında ne Ahmet Kaya, ne Ferhat Tunç, ne Edip Akbayram, ne de diğerleri bu yola çıkarlarken hiç de bu alandan rant elde etmek niyetinde değildiler. Ama zamanla bu alan onları belirlemeye başladı ve sonra da onlar bu alanın örgütleyicisi oldular. Belki de hesap daha en başından yapılmıştı. Ama artık bunun bir önemi yok; zira esas olan ortaya çıkan sonuçtur. Sonuçta Askeri Cunta'nın yaratmış olduğu öfkeli, yaralı ve yıkım yaşamış kitle, Ahmet Kaya, Edip Akbayram vb. aktörlerin sahneye koydukları sol sosa batırılmış arabesk üzerinden etkisiz kılındı.
"Devrimci-Demokrat Sanatçılar"
Daha sonra ise “devrimci, demokrat sanatçı” kişiler ve gruplar çıktı alana. Ahmet Kaya, Ferhat Tunç, Edip Akbayram
32
Komünist Zemin
Bu aktörlerin başlangıçtaki niyetleri bu olmasa da, bu sürecin sonunda hem kendilerini yola çıkaran nedenlere, hem yol arkadaşlığı ettikleri kitlelere, hem de önceki kendilerine yabancılaşarak, yolun başında düşman olarak tarif ettiklerine benzediler. Zamanla başka hayatlar edinen bu figürler, ötekilerden yana gözüküp, ötekiler üzerinden bu yeni hayatlarını idame ettirmeye mahkûm oldular.
sadüf değildir. Ama 12 Eylül Darbesi sonrası, eğer Kürt hareketini ayrı tutarsak, bir toplumsal dibe vuruş söz konusu olduğu için, 12 Eylül Darbesi’nin sol hareket ve bu hareketin ilişki içinde bulunduğu kitlede yol açtığı sonuçlar bir istismar aracı olmaktan kurtulamamıştır. "Sivil Toplum Örgütleri" Üzerinden Rantçılık
12 Eylül Darbesi sonrası ortaya çıkan, 2000’li yıllarda tavan yapan bir başka alan ise, hiç kuşkusuz ki “Sivil Toplum Örgütleri”dir. Bu alandaki ilk girişim, “İnsan Hakları İhlalleri” zemininde şekillenmiştir. Bu alandaki girişimlerin ilk ortaya çıkışı, Askeri Cunta döneminde uygulanan “insanlık dışı muamele” ve “hukuk ihlalleri”ni gündeme taşımaktı. Başlangıçta oldukça masum görünen bu girişimler, zamanla bir rant alanına dönüşmekten kurtulamamıştır. Ne vakit ki bu alan çeşitli fonlar üzerinden finanse edilmeye ve bu kuruluşların kasasına büyük paralar girmeye başlamış, buralardan nemalanmak isteyen kişi ve ekipler de ortaya çıkmıştır. Tıpkı 1968 yükselişinden sonra Avrupa’da ortaya çıkan, 68 yükselişinin içinde yer almış kişiler tarafından kurulan, devlet tarafından finanse edilen ve asıl işlevi supaplık olan “sosyal” kuruluşların benzeri örgütlenmeler, yaşadığımız coğrafyada da ortaya çıkmıştır. Bu örgütler, devletin ihlallerine ilişkin raporlar hazırlamışlar, şikâyet davaları açmışlar ve sistemin yarattığı öfke ve tepkiyi kontrol altına alarak, sistemin yine sistemin yarattığı kurumlara şikâyet edildiği bir politik kültürün yaratılmasına katkı sağladılar. Zamanla bu durum öyle bir hal aldı ki, ineğini kaybeden köylüden tarlası yanan çiftçiye, cezaevinde haksız yere yatığını düşünenden işkence görene ya da işkencede “gereğinden fazla” kaldığını düşünene kadar neredeyse herkes bir takım
"Devrimci-Demokrat Yazar ve Şairler"
12 Eylül Darbesi'nin ortaya çıkardığı bir başka kurum ise yazarlık kurumudur. Önce masum cezaevi anıları ortaya çıktı; oldukça duygulu ve içten anılardı bunlar. Ama zamanla durum değişti, yazanlar, "yazar" olmanın bir ayrıcalık olduğunu ve ayrıcalıklı bir hayata tekabül ettiğini fark ettikçe, bütün anıları ve bütün bir süreci kendi zimmetlerine geçirip, sonra da satmaya başladılar. Asıl tuhaf olan ise, anıları ve acıları gerçek sahiplerine sattılar. Bunun en tipik örneklerinden biri Nevzat Çelik denilen lümpendir. Bu lümpen, 1980 öncesinin etkisiyle hasbelkader sola bulaşmış, tutuklanıp yargılanmış ve Ahmet Kaya’nın şarksını yaptığı "Beni Burada Arama Anne" şiiri üzerinden meşhur olmuş, hapisten çıktıktan sonra ise devletten değil, bir zamanlar kendisinin de bir parçası olduğu sol hareketle gönül bağı kurmuş topluluklardan intikam almış ve bu alanı tam bir işgalci mantığıyla talan etmiştir. Aynı durum 12 Mart Askeri Darbesi sonrası dönemde de ortaya çıkmıştı ama 12 Mart Darbesi'nden kısa bir süre sonra devasa bir toplumsal yükseliş ya da altüst oluş ortaya çıkınca, 12 Mart Askeri Darbesi'nin yarattığı yıkımı bir rant alanına çevirmek isteyenlerin önü tez elden kesilmiş oldu. 1968 diye tabir edilen ve 12 Mart Askeri Darbesi ile anılan sürece ilişkin külliyatın yayınlanmasının da 1980'lerin sonlarına denk gelmesi bir te-
33
Komünist Zemin
ulusal ya da uluslararası kurum ve kuruluşlara müracaat ederek “hak arama”ya koyuldu. Öyle ki, artık her şey pazarlık konusu yapılır oldu, her şeye bir bedel biçilir oldu. Köyün mü yandı? İşkence mi gördün? Ömrünün bir bölümü hapiste mi geçti? Bir yakının mı devlet tarafından öldürüldü? Aç davanı, al paranı ve yoluna devam et. Bu politik kültürün mimarı ya da taşeronu, işte bu “Sivil Toplum Örgütleri” olmuştur. Muhtemeldir ki bu işe girişenler başlangıçta buradan bir kanal açıp, sonra da bu kanaldan beslenmeyi tasarlamamışlardır; onlar da sol harekette her daim mevcut olan “düşmanı kendi silahıyla vurmak” diye ifade edilen anlayıştan hareketle bu yolu örgütlediler, ama bu arada önce av, sonra da avcı oldular. Bu alan artık öyle bir hal almıştır ki, binlerce, on binlerce insan bu alan üzerinden beslenmektedir. Bu alan, ne iş yaptığı tam olarak ifade edilemeyen, ama bu alanda “çalışan” ve oldukça dolgun maaş alan profesyonellerle doludur. Bu profesyoneller, artık istemeseler de bu alanı örgütlemeye ve çekilen kolektif acıları bu alan üzerinden istismar etmeye devam edeceklerdir.
sosyalist hareketin neredeyse tamamına yakın kısmına egemen örgüt anlayışını tartışmak değildir. Asıl konumuza geçmeden önce, iki noktanın daha altını çizmemiz gerekiyor. Birinci nokta şudur: Bu alan üzerinden yapılan rantçılığın, yukarıda zikredilen alanlarda olduğu gibi, ille de ekonomik anlamda bir ayrıcalığa tekabül etmesi gerekmez. Zira ayrıcalıklı olabilmenin birden fazla yolu vardır. İkinci nokta ise şudur: Profesyonel örgüt yöneticiliği üzerinden rantçılığı tartışırken, bu meseleyi tek tek sektörlerin değil, bir bütün olarak sosyalist hareketin bir meselesi olarak ele alacağız. Zira bu politik kültür, devrimci bir politik kültürün yaratılmasının önünü kesmektedir; dolaysıyla da bir bütün olarak devrimci hareketi ilgilendiren bir olgudur. Ama bu demek değildir ki devrimci hareketin bütün sektörlerini bu kapsamda değerlendiriyoruz. Bu hatırlatmaları yaptıktan sonra, şimdi asıl konumuza dönebiliriz. Bilindiği gibi sosyalist solun önemli bir kısmına egemen olan anlayış, devlet karşısında olduğu kadar, örgüt bileşenleri karşısında da gizliliktir. Devrimci bir örgütün devlet karşısında gizliliğe ihtiyaç duyması anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir durumdur. Lakin devrimci bir örgütün örgüt kitlesi ve örgüt üyeleri karşısında bir gizliliğe ihtiyaç duyması, bu derece peşinen kabul edilebilecek bir durum değildir. Zira bu gizlilik ilkesi, kendini örgütün yerine koyan yönetici kesim için muazzam bir alan yaratmaktadır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, esasında bu anlayışın beslendiği kaynak, devrimci harekete egemen olan örgüt anlayışı ve politik kültürdür. Kökleri Stalinizme dayanan bu anlayış, özellikle 1970'li yıllarda yaşadığımız coğrafyada kendisine muazzam bir taban bulmuş ve nihayetinde de onarılması imkansız tahribatlara yol açmıştır. 1970'li yıllarında devrimci bir örgüt olmanın en önemli kriteri, gizliliği esas
Devrimci Siyasetin Profesyoneli Olmak Üzerinden Rantçılık
Bu alan, yukarıda ele alınan alanlar kadar kolay geçiştirilmesi mümkün olmayan bir özelliğe ve öneme sahiptir ve oldukça da hayatidir. Aynı şekilde bu alan, sosyalist solun artık iyileşmesi mümkün olmayan ve mutlaka koparıp atılması gereken bir yanıdır. Örgüt yöneticiliği ya da "profesyonel devrimcilik" üzerinden rantçılık, esasen örgüt anlayışı üzerinden tartışılması gereken, ancak bu açıdan ele alınırsa anlaşılması mümkün olan bir olgudur. Haliyle biz de yeri geldikçe sosyalist solun örgüt anlayışlına gönderme yapacağız ama bu yazının esasını oluşturan,
34
Komünist Zemin
almaktı. Buradan çıkan sonuç ise şuydu: "Devrimci örgüt gizli olmak zorundadır!" Gizli örgüt, zaten başlı başına kendi bileşenleri tarafından da denetlenebilmeye çok müsait olmayan, denetlenebilse de, çok fazla suistimale açık bir alandır. Bu alan bir de "profesyonel devrimcilik" gibi birçok anlama gelebilecek olan, daha doğrusu asıl anlamından saptırılarak suistimale açık bir olguyla birleşince; işte o vakit ciddi tahribatların ortaya çıkması kaçınılmaz olmaktadır. Yaşadığımız coğrafyada devrimci olmaya karar veren ve devrimci bir örgüt inşa etmek için yola çıkan militanlar, elbette ki başlangıçta oldukça masumdular. Zaten "profesyonel devrimcilik" kavramı da bir davaya bağlanmayı ifade etmekten öte bir anlama gelmiyordu. Özellikle 70’li yıllarda devrimci mücadeleye katılmış devrimciler iyi bilirler, 1970’li yılların en revaçta “mesleği” ve kavramı, “profesyonel devrimcilik” idi. Neredeyse her devrimcinin hayali, bir gün “profesyonel devrimci” olmaktı. O yıllarda bunu ifade etmek ya da istemek oldukça masumdu ve tamamen bir davaya bağlılığı ifade etmekten başka bir maksat taşımıyordu. 12 Eylül Askeri Darbesi’ne kadar, hatta ve hatta 80'li yıllar boyunca hep de masum kaldı. Ve aynı masumiyetle binlerce devrimci, Askeri Cunta’nın mahkemelerinde, “Mesleğin nedir?” sorusuna, “Profesyonel devrimciyim” cevabını verdi. 60'lı yılların ikinci yarısı itibariyle ortaya çıkan militan devrimci geleneğin mirasçısı olarak 70'li yıllarda devrimci mücadeleyi sırtlamış militanlar elbette ki oldukça masumdular ve onların "profesyonel devrimci" olmaktan anladıkları, bir anlamıyla devrimciliği bir iş olarak görmek ve bir başka iş yapmamaktı. O vakitler belki de hiç kimse bunun bir tür yozlaşmaya ve bir zaman sonra da devrimci hareketi vuracak bir silaha dönüşeceğini bilebilecek durumda değildi. O vakitler herkes çok fazla genç, çok fazla idealist idi.
Devrimci olmak ile materyalist olmak bir ve aynı şey olarak algılansa da, pratikte herkes çok fazla idealist idi. Buna bir de 70'li yılların devasa yükselişinin yaratmış olduğu hülyalı durumu ekleyecek olursak, "profesyonel devrimcilik" olgusunun bir gün nasıl bir silaha dönüşerek sahibini vuracağını görebilmek neredeyse mümkün değildi. Tabii ki her siyasi hareketin profesyonel çalışanları olabilir; bu da bir siyasal faaliyetin ihtiyacı olarak ortaya çıkabilir. Ama bu, aynı insanların on yıllarca aynı işi yapması demek değildir. Hep aynı insanların profesyonel bir faaliyetin işçisi olması iki nedenden dolayı sakıncalıdır: Bir, zamanla bu insanlar siyaset ve örgüt üzerinde hegemonya sahibi olurlar. İki, bir zaman sonra bu insanlar bu alana bağımlı hale gelirler ve örgütü kendi kişisel varlıklarını sürdürebilmenin bir aracı olarak görmeye başlarlar. Nitekim öyle de oldu. 80”li yılların sonlarında gözle görülmeye başlanan bozulma, 90”lı yıllarda kokmaya başlamış, 2000’li yıllara gelindiğinde ise artık baş edilmez ve iflah olmaz bir hal almıştır. Bu süre zarfında örgütler 1980 öncesi kadrolarının çoğunu kaybetmiş ve iyiden iyiye marjinalleşmiştir; bu da zaten kaçınılmaz olan sonu daha da çabuklaştırmıştır. Örgütlere katılım 1980 sonrası süreçte de devam etmiş olsa da, bu katılım 1980 öncesi gibi kitlesel değil, daha küçük çapta olmuştur. Örgütlere yeni katılan az sayıdaki militanın örgüte ilişkin ortak bir hafızaya sahip olması ise, gerek 60'lı ve 70'li yıllardan kalma kadroların örgütü ipotek altına almış olmaları nedeniyle, gerekse de yeni katılan militanların örgütlü faaliyet içindeki ömürlerinin kısa olması nedeniyle hiçbir vakit mümkün olmamıştır. Gelinen aşamada ise bu durumda bir kırılma olmadığı gibi, bu durum iyiden iyiye oturdu ve artık değişmez bir hal aldı.
35
Komünist Zemin
Öyle ki, 1970’li yıllarda örgütün yöneticisi olan kişiler, 40 sene sonra da aynı örgütlerin yöneticisi olmaya devam ettiler, ediyorlar. Bu örgütler defalarca yenilgi almış, defalarca çizgilerini değiştirmişler ama bu kişiler örgütlerin her dönemine egemen olmayı sürdürmüşlerdir. Söz konusu kişiler, bu süre zarfında ne kendilerinin kontrolündeki yenilgilerin, ne çizgi değişikliklerinin, ne de yol açtıkları yıkımların hesabını vermişlerdir. Can almışlar, can feda etmişler, istediklerini devrimci, istemediklerini karşıdevrimci ilan etmişler ama olumlu ya da olumsuz verdikleri hiçbir hükmün hesabını vermemişlerdir. "Dün dündür, bugün bugündür" demeseler de, fiilen böyle davranmışlardır ve böyle davranmaya devam etmektedirler. Yukarıdan aşağıya doğru her şeyin denetimini yapmış, raporunu almış ama kendilerinin denetlenebilmesi hiç bir vakit mümkün olmamıştır. Bu tür girişimlerde bulunanlar ise çeşitli bahanelerle etkisiz hale getirilmiştir. Zamanla durum öyle bir hal almıştır ki, bu kişiler için örgütün varlığını korumak ile kendi kişisel imtiyazlı durumlarını ya da varlıklarını korumak bir ve aynı şey olmuştur. Artık öyle bir noktaya gelinmiştir ki, bu insanların kurban mı, yoksa kıyıcı mı olduklarını anlamak mümkün değildir. Bir yanıyla kurbandırlar, zira bu insanların artık ne yapabilecekleri başka bir iş, ne de gidebilecekleri bir başka yer mevcuttur. Kıyıcıdırlar, zira hiçbir gerekçe onların bu durumunu yani başkalarının fedakârlığıyla ve mağduriyetiyle kendilerine hayat edinmelerini haklı göstermez.
değildir. Her şeyden önce profesyonel kadrolar, imtiyazlı olmadıkları gibi, doğrudan iktidar sahibi de değildirler. Dolayısıyla da iktidar olmaktan kaynaklanan bir güce ve imtiyaza sahip değildirler. Bu kadrolar her ne kadar bulundukları alanlarda sınırlı bir iktidar gücüne sahip olsalar da, bu gücü asıl iktidar sahibi olandan alırlar ve iktidar sahibi olan adına kullanırlar. Ama bütün bunlar, profesyonel kadroları, devrimci siyaset zemininde var olan rantçılıktan muaf tutmamızı gerektirmez. Zira “profesyonel devrimcilik”ten anlaşılan, uzun yıllar boyunca örgüt üzerinden geçimini sağlayarak mücadele yürütmek olunca, bu insanlar için kişisel varlıklarını sürdürmek ile örgütün varlığını sürdürmek aynı anlama gelmektedir. Yalnızca ekonomik olarak değil, sosyal olarak da bu böyledir. Hal böyle olunca da, hem ekonomik, hem de sosyal olarak kendilerini örgüt üzerinden var eden kadrolar, bir zaman sonra yaşamlarını tek başlarına sürdürebilme imkânından fiilen mahrum kalmaktadırlar; bu da onları, istemeseler de mevcut olanın bir parçası olmaya zorlamaktadır. Nereden Başlamalı?
Hiç kuşkusuz ki, yukarıda tartışma konusu yaptığımız sorunların asıl kaynağı, Stalinist politik kültürdür. Dolayısıyla da başlanılacak yer de burasıdır. Zira bu politik kültürden radikal bir kopuş gerçekleştirmek ya da bu politik kültürü alt etmek, bütün bu sorunları aşabilmenin bir ön şartıdır. Stalinist politik kültür, burjuva uygarlığının değerlerinin sol sosa batırılmış halinden başka bir şey değildir ve mutlaka mahkûm edilmelidir. Örgütlü yapı bünyesinde ve devrimci siyaset zemininde var olan ya da oluşabilecek her türlü ayrıcalıklı durumun yegâne panzehiri budur.
Yönetici Olamayan Profesyonel Kadrolar Üzerine Bir Not
Profesyonel yöneticilikle kurum olan aynı şekilde yöneticilikle lenmektedir
kadro olmak, profesyonel bir ve aynı şey değildir. Bir profesyonel kadroluk, yine bir kurum olan profesyonel aynı politik kültürden besama onunla bir ve aynı şey
36
“Şimdi menzili yurt tutanlar ne yollar, ne yıllardan geçeceksiniz çiçek atın yenilmiş asilere güvenin her çağda ve her yerde uzakları iyi bilen çocuklara ateş insanlarına...”
www.komunistzemin.org
Komünist
KOMÜNİST ZEMİN Üç ayda bir yayınlanır
Zemin
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü:
Tuncay İldem
Adres: Zemin Yayıncılık Piyale Paşa Mah. Akman Sk. No:75/A Beyoğlu ‐ İstanbul
www.komunistzemin.org komunistzemin@yahoo.com komunistzemin@googlemail.com Baskı: Ceylan Matbaacılık Güven İş Merkezi, B Blok, No: 318 Topkapı‐İstanbul Sertifika No: 23352 Tlf: 0212 613 10 79