MESAFE2011bahar.fh11 4/3/11 10:53 PM Page 1
Ü Ç
A Y L I K
S O S Y A L ‹ S T
D Ü fi Ü N C E
D E R G ‹ S ‹
Mesafe'nin elinizde tuttu¤unuz say›s›n›n haz›rl›¤›na tüm Kuzey Afrika ve Ortado¤u'da yaflanan tarihsel dönüflümler efllik etti. Tunus'ta ad›n› devrim tarihi sayfalar›na yazd›ran Muhammed Bouzazi'nin kendini feda etmesiyle bafllayan sürecin, Ma¤rip'ten Ortado¤u'ya kadar yay›lan bir dizi ülkede devrimci durumlar yarataca¤› 2011 bafl›nda söylenseydi bu ço¤umuza pek inand›r›c› gelmeyebilirdi; ama gerçek bu. Tunus'ta, rejimi denetlemenin yan› s›ra ülkenin en büyük burjuva ailesini oluflturan klan›n da ülkeden kaçmas›na neden olan kitlesel devrimci at›l›m, hemen ard›ndan, M›s›r'› on y›llardan beri pençesi alt›nda tutan asker-polis rejiminin önderli¤ini, Mübarek iktidar›n› devirdi. Libya'da ise Kaddafi'nin ancak ordu birlikleri ve iç savafl yöntemleriyle bast›rmaya çal›flt›¤› bir demokratik devrim sürecini ateflledi. Yemen'de ve Bahreyn'de katliamlarla ezilmek istenen kitle ayaklanmalar›, Sudan'da, Suriye'de, Cezayir'de tam da sürekli devrimin çelik yasalar› alt›nda ilerlemeye devam ediyor. Arap ülkelerini saran ayaklanmalar ve devrimler süreci, bir yandan da dünya kamuoyunda “Türkiye modeli” diye adland›r›lan bir rejim anlay›fl›n›n geliflmesine neden oldu. Bat› medyas›ndan Ortado¤ulu bir dizi ‹slami hareket liderine kadar yay›lan bir yelpazede pek çok politika üretim ve analiz çevresi, “›l›ml› ‹slamc›” diye tabir ettikleri AKP hükümetinin Türkiye'yi tüm Müslüman dünyaya örnek oluflturabilecek bir demokratik dönüflüme u¤ratt›¤›n›, u¤ratmakta oldu¤unu ifade etmekteler. Üstyap› kurumlar›n›n ifllerlik tarifinden hareket eden ve gene bu kurumlar›n biçimlerine iliflkin yarg›larla tamamlanan bu tip analizler, rejimlerin gerisinde yatan ve onlar› belirleyen s›n›f mücadelelerini ve sosyoekonomik dinamikleri hesaba katmad›¤› sürece, gerçekli¤i aç›klayabilmekten uzak kalacakt›r. Bir dizi rejim ve hükümet biçimi, politik hiyerarflinin protokoldeki s›ralan›fl› aç›s›ndan birbirine benzeyebilir; ama örne¤in M›s›r'da ulusal kapitalist ekonominin neredeyse yar›s›na yak›n bir bölümünü denetleyen ve bir dizi savafla girip ç›km›fl olan ordu ile Türkiye'de devleti kurduktan sonra var gücüyle ulusal bir burjuvazi gelifltirmeye çal›flm›fl olan ve savafl deneyimi kendi ülkesindeki bir ulusal mücadeleyi bast›rma -kendisinden çok daha zay›f bir güce karfl› gerçeklefltirdi¤i k›sa süreli K›br›s ç›kartmas›n›n d›fl›nda- gayretiyle s›n›rl› asker-sivil bürokrasinin rejim içindeki a¤›rl›klar› ve ondan beklentileri oldukça farkl›d›r. ‹flte bu bak›mdan, Mesafe'nin bu say›s›n›n dosya konusunun “Rejim” olmas› bizce önem tafl›yor ve bu önemin Türkiye'nin önündeki genel seçimler ve yeni Anayasa tart›flmalar›yla birlikte daha da artaca¤›n› düflünüyoruz.
Composite
ÜÇ AYLIK SOSYAL‹ST DÜfiÜNCE DERG‹S‹
YED‹NC‹ SAYI | 2011 BAHAR
2011 BAHAR
7 YED‹NC‹ SAYI | 2011 BAHAR
Ü Ç
A Y L I K
S O S Y A L ‹ S T
D Ü fi Ü N C E
D O S Y A | R E J ‹ M EK: Arap Devrimleri Üzerine Yaz›lar Rejim Nereye Gidiyor?
Yusuf Barman
‹spanya Modeli ve Kürt Sorunu
Murat Yak›n
Rusya ve Bolivya'da Kurucu Meclis Deneyimleri Sedat D.
Bonapartizm ve Faflizm
Lev Troçki
fiubat Devrimleri ve Kurucu Meclis Üzerine Nahuel Moreno
AKP ‹ktidar›nda Kad›n Cinayetleri Canan Y›lmaz
E¤itim Politikalar› ve Ö¤renci Hareketi Üzerine D. Nadin/G. Duru
Herkesin Bildi¤i S›r
Oktay Orhun
D E R G ‹ S ‹
ÜÇ AYLIK SOSYALİST DÜŞÜNCE DERGİSİ YEDİNCİ SAYI | 2011 BAHAR
İçindekiler
UBK Mesafe Yusuf Barman Murat Yakın Sedat Durel Lev Troçki Nahuel Moreno Canan Yılmaz D. Nadin/G. Duru Oktay Orhun
Bu Sayı 3 Libya’da Devrim ve Emperyalist Müdahale 7 Arap Devriminin Öğrettikleri 10 Rejim Nereye Gidiyor? 20 İspanya Modeli ve Kürt Sorunu 46 Rusya ve Bolivya’da Kurucu Meclis Deneyimleri 54 Bonapartizm ve Faşizm 63 Şubat Devrimleri ve Kurucu Meclis Üzerine 68 AKP İktidarında Kadın Cinayetleri 74 Eğitim Politikaları ve Öğrenci Hareketi Üzerine 79 Herkesin Bildiği Sır 92
Bahar 2011 -
1
ÜÇ AYLIK SOSYALİST DÜŞÜNCE DERGİSİ YEDİNCİ SAYI 2011 BAHAR
Sahibi ve yazı işleri müdürü Atakan Çiftçi (Enternasyonal Yayıncılık) Yayının Türü Üç aylık, yerel, süreli yayın Yönetim yeri Şehit Muhtar mah., Süslü Saksı sok., No:19/6 Beyoğlu/İstanbul 1 yıllık abonelik Yurtiçi: 25 TL • Yurtdışı: 25 € Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için eposta ve internet adresimiz mesafedergisi@gmail.com www.enternasyonalyayincilik.net Baskı Estet Ajans Matbaacılık Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı - İstanbul Fiyatı: 6.00- TL
2
Sosyalist Düşünce Dergisi
Bu sayı
Mesafe’nin elinizde tuttuğunuz sayısının hazırlığına tüm Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşanan tarihsel dönüşümler eşlik etti. Tunus’ta adını devrim tarihi sayfalarına yazdıran Muhammed Bouzazi’nin kendini feda etmesiyle başlayan sürecin, Mağrip’ten Ortadoğu’ya kadar yayılan bir dizi ülkede devrimci durumlar yaratacağı 2011 başında söylenseydi bu çoğumuza pek inandırıcı gelmeyebilirdi; ama gerçek bu. Mesafe’nin önceki sayılarında da ifade ettiğimiz gibi, her geçen gün sınıf mücadelesi yeni, eşitsiz ve patlamalı bir sürece doğru evriliyor. Henüz ilk çeyreğini tamamladığımız yeni yılın şimdiden sınıf mücadelesinin dinamiklerini ciddi oranlarda belirleyecek bir dönem olacağını söylemek artık hiç de şaşırtıcı olmayacak. Tunus’ta kendiliğinden patlak veren mücadelelerle başlayan devrimci süreç, halk komitelerinin bir tür ikili iktidar yaratmasına yol açtı. Devrimin başladığı yer olan Sidi Bouzid’de hükümetin atadığı valileri kitlelerin itirazı nedeniyle defalarca değiştirmek zorunda kalması, bu ikinci iktidar odaklarının kendilerinde gördükleri meşruiyetin en önemli kanıtlarından biri. Tunus’ta, rejimi denetlemenin yanı sıra ülkenin en büyük burjuva ailesini oluşturan klanın da ülkeden kaçmasına neden olan kitlesel devrimci atılım, hemen ardından, Mısır’ı on yıllardan beri pençesi altında tutan asker-polis rejiminin önderliğini, Mübarek iktidarını devirdi. Libya’da ise Kaddafi’nin ancak ordu birlikleri ve iç savaş yöntemleriyle bastırmaya çalıştığı bir demokratik devrim sürecini ateşledi. Yemen’de ve Bahreyn’de katliamlarla ezilmek istenen kitle ayaklanmaları, Sudan’da, Suriye’de, Cezayir’de tam da sürekli devrimin çelik yasaları altında ilerlemeye devam ediyor. Yıllardır bu bölgedeki burjuva diktatörlüklerine yaslanan uluslararası tekeller ise kitle hareketlerinin dinmesi ve ayaklanmaların başarısızlığı için uğraşılarını, en son Libya’da ülkenin ikiye bölünmesine kadar varabilecek bir askeri müdahale biçiminde sürdürüyor. Devrimci Troçkistler olarak biz bu müdahaleye cepheden karşıyız; ama bunun nedeni barışseverlerin “savaşa hayır” sloganında özetlenen pasifist tutumları değil. Zira emperyalizmin bu müdahalesi doğrudan bir devrim sürecini frenlemeye, yaygınlaşmasını engellemeye yönelik. Arap devrimleri karşısında emperyalizmin politikası hep önce susarak rejimi desteklemek; kitle mücadelesinin belirli bir taşma noktasına geldikten sonra da rejimin sembollerinden kurtulup devrimin denetim altına alınmasına, bu amaçla emperyalizm yanlısı rejimin “barışçıl” yöntemlerle ve kısmi değişiklilerle korunmasına ya da reforme edilmesine yönelmek oluyor. Kaddafi’nin bir iç savaşa Bahar 2011 -
3
Bu sayı
dönüştürmeyi başardığı Libya devriminde ise bu politika askeri müdahale biçiminde somutlanmış durumda. Libya’da devrim ile karşıdevrim çarpışmakta; emperyalizm ise, her iki tarafı da denetleyerek bu ülkedeki yatırımlarını ve çıkarlarını garanti altına almaya çalışıyor. Ama daha da önemlisi, Libya’ya dayatmaya çalıştığı “çözümün” tüm Arap devrimi süreci için bir “örnek” olmasını istiyor. Libya’nın yakın geleceği, Ortadoğu ve Kuzey Afrika devrimlerinin de kaderine damgasını vuracaktır. Bu yüzden Mesafe’nin bu sayısını, Dördüncü Enternasyonal’in yeniden inşası için mücadele eden Uluslararası Birlik Komitesi’nin “Libya’da Barış ancak Kaddafi’nin ve Emperyalist Yağmacıların Kovulmasıyla Mümkündür” başlıklı bildirisiyle açıyoruz. Bildiride dile getirilen politik çizgi, devrimci Troçkizmi Stalinizm sonrası Sol’dan ve sonuçta emperyalizmin yanında saf tutmaya kadar varan barışseverlikten net biçimde ayırıyor. Daha sonra bir ortak çalışmanın ürününü yayımlıyoruz: “Arap Devriminin Öğrettikleri”. Tunus ve Mısır devrimlerinin hemen ardından hazırlanan bu yazı (Şubat 2011) sonrasında pek çok yeni gelişme olmasına karşın, çalışmada incelenen devrim dinamikleri halen geçerliliğini koruyor; korumakla da kalmıyor, devrim yaygınlaştıkça daha da güncel hale geliyor. Arap devrimleri emperyalizm ve devrimler çağının sınıf vurgularını öne çıkarıyor, çağın sınavından geçen Sürekli Devrim kuramının temel sosyo-politik öncüllerini doğrulamaya devam ediyor ve bir yandan da, yazıda dendiği gibi, “tarihe yepyeni bir zenginlik katıyor, devrimci Marksist kuramı ve yöntemi ciddi bir deneyden geçiriyor”. Mesafe’nin gelecek sayılarında bu doğrultudaki incelemelerimiz sürecek. Arap ülkelerini saran ayaklanmalar ve devrimler süreci, bir yandan da dünya kamuoyunda “Türkiye modeli” diye adlandırılan bir rejim anlayışının gelişmesine neden oldu. Batı medyasından Ortadoğulu bir dizi İslami hareket liderine kadar yayılan bir yelpazede pek çok politika üretim ve analiz çevresi, “ılımlı İslamcı” diye tabir ettikleri AKP hükümetinin Türkiye’yi tüm Müslüman dünyaya örnek oluşturabilecek bir demokratik dönüşüme uğrattığını, uğratmakta olduğunu ifade etmekteler. Bu çevrelere göre Tayyip Erdoğan ekibi ordunun politika üzerindeki ağırlığını azaltmakta, güçler ayrılığı ilkesine dayalı parlamenter demokrasiyi hayata geçirmekte, insan hakları ile ifade ve örgütlenme hak ve özgürlüklerine ilişkin Batılı normları uygulamaya sokmakta, bütün bu uygulamalarıyla Müslüman bir ülkede demokratik kurumların var olabileceğini kanıtlamakta. Özetle, bu görüşe göre, Müslüman ülkelerdeki yaygın Bonapartist diktatörlüklerin ve monarşilerin yegâne alternatifi El Kaide benzeri şeriatçı akımlar olmayabilir; Türkiye’de inşa edilmek istenen rejim, bu ülkelerde Batı tipi demokrasinin olanaklı olduğunu kanıtlamaktadır ve onlar için asıl örnek bu olmalıdır. Üstyapı kurumlarının işlerlik tarifinden hareket eden ve gene bu kurumların biçimlerine ilişkin yargılarla tamamlanan bu tip analizler, rejimlerin gerisinde yatan ve onları belirleyen sınıf mücadelelerini ve sosyoekonomik dinamikleri hesaba katmadığı sürece, gerçekliği açıklayabilmekten uzak kalacaktır. Bir dizi rejim ve hükümet biçimi, politik hiyerarşinin protokoldeki sıralanışı açısından birbirine benzeyebilir; ama örneğin Mısır’da ulusal kapitalist ekonominin neredeyse yarısına yakın bir bölümünü denetleyen ve bir dizi savaşa girip çıkmış olan ordu ile Türkiye’de devleti kurduktan sonra var gücüyle ulusal bir burjuvazi geliştirmeye çalışmış olan ve savaş deneyimi kendi ülkesindeki bir ulusal mücadeleyi bastırma –kendisinden çok daha zayıf bir güce karşı gerçekleştirdiği kısa süreli Kıbrıs çıkartmasının dışında- gayretiyle sınırlı asker-sivil bürokrasinin rejim içindeki ağırlıkları ve ondan beklentileri oldukça farklıdır. İşte bu bakımdan, Mesafe’nin bu sayısının dosya konusunun “Rejim” olması bizce önem taşıyor ve bu önemin Türkiye’nin önündeki genel seçimler ve yeni Anayasa tartışmalarıyla birlikte daha da artacağını düşünüyoruz. Dosyanın ilk yazısını oluşturan “Rejim Nereye Gidiyor?” başlıklı makalesinde Yusuf Barman önce, kendine özgü Bonapartizm olarak adlandırdığı Türkiye’deki rejimin tarifini yapıyor ve bu rejimin 4
Sosyalist Düşünce Dergisi
Bu sayı
hangi ulusal dinamikler çerçevesinde kurulup geliştiğini anlatıyor. Ardından, bu rejimin uğradığı “demokrasi kesintilerinin” temelinde yatan sınıf mücadeleleri dinamiğini izah ediyor ve onu ülkede gelişip değişen toplumsal yapıyla ilişkilendiriyor. Ve nihayet, özellikle 1980’lerden itibaren dönüşüme uğrayıp küresel kapitalizmle bütünleşen yeni bir sermaye birikimi ve ekonomik yapılanma modelinin etkisiyle rejimin içine sürüklendiği krizi ve yeniden inşa sürecini tahlil ediyor. Barman’ın bu tahlillerinin, Türkiye’nin içinde bulunduğu sınıflar mücadelesinin daha iyi anlaşılmasına ve doğru devrimci Marksist politikaların üretilebilmesine katkıda bulunacağını umuyoruz. Türkiye’de asker-polis rejiminden kurtulmanın ve politik üstyapıyı köklü bir demokratik dönüşüme uğratabilmenin en önemli başlıklarından birini Kürt ulusal sorunu oluşturuyor. Bu bağlamda son dönemde politik edebiyatta “Katalan çözümü”, ulusal soruna getirilebilecek bir hal çaresi olarak yaygınlaşmış durumda. Ama pek az kişi İspanya’da Katalan sorununun gerçekten çözüme ulaşıp ulaşmadığını merak ediyor. İspanya’da monarşik bir arka plan üstünde burjuva demokratik bir kurumsallaşma oluşturulmuş olmakla birlikte, günümüz Katalonya’sında işçi örgütlerinden bazı Katalan burjuva kesimlere kadar yaygınlaşan bir yelpazede, hâlâ bağımsızlıkçı programlara rastlanıyor ve bu kesimleri “marjinal” olarak tanımlamak olanaklı değil; tam tersine bugünkü Katalan otonom bölge politikasına yön veriyorlar. Murat Yakın, “İspanya Modeli ve Kürt Sorunu” başlıklı makalesinde bu bağlamda İspanya’daki ulusal sorunun tarihsel köklerini ele alıyor, ardından Franco sonrası “Demokratik Geçiş” dönemiyle birlikte ulusal sorunun nasıl çözümsüz kalacak biçimde politik gündemden düşürülmeye çalışıldığını açıklıyor. Yakın’ın bu yazısının, reformist ve liberal çevrelerin çözüm önerilerinin nasıl gerçek çıkmazlara yol açabileceğini göstermesi açısından, ulusal sorun üzerindeki tartışmalara katkıda bulunacağını umuyoruz. Bonapartist rejimlere karşı devrimci demokratik ve proleter sosyalist mücadelenin en önemli şiarlarından biri “Kurucu Meclis” sloganıdır. Troçki, Geçiş Programı’nda bu talebin önemini şöyle belirtir: “Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin merkezi görevi tarım devrimi ve ulusal bağımsızlıktır; tarım devrimi ile feodalizmin mirasının tasfiyesi, ulusal bağımsızlık ile emperyalist boyunduruktan kurtulmak. Bu iki görev birbirine sıkıca bağlıdır. Demokratik programın bir başına reddi mümkün değildir; kitlelerin kendilerinin mücadele içinde bu programı aşmaları zorunludur. Ulusal (ya da Kurucu) Meclis sloganı, Çin Hindistan gibi ülkeler için bütün geçerliliğini korur. Bu slogan ulusal bağımsızlık ve tarım reformu sorunlarına kopmazcasına bağlanmalıdır.” Buna karşılık bu talep farklı konjonktürlerde ve politik ortamlarda farklı biçimler ve işlevler kazanabilmekte. Biz, günümüz Arap devrimleri sürecinde Kurucu Meclis talebinin büyük önem kazandığı inancındayız ve Mısır burjuvazisinin bu talepten kaçıp Anayasa’ya bazı eklemeler yapmakla yetinmeye çalışmasının bunu bir kez daha kanıtladığını düşünüyoruz. Dolayısıyla bu talebi daha yakından inceleyebilmemiz gerekiyor. Sedat D., “Rusya ve Bolivya’da Kurucu Meclis Deneyimleri” başlıklı yazısında bu talebin iki uygulanış biçimini inceliyor ve aynı şiarın bir devrim sürecini ileri çekmek için olduğu kadar frenlenmesi amacıyla da kullanılabileceğini gösteriyor. Sedat D., “Türkiye’de çoğunlukla sıcak bakılmayan, hatta ne olduğu pek de bilinmeyen Kurucu Meclis talebinin bir geçiş talebi olarak neyi ifade ettiği hususunda bir katkı sunabileceğimizi umuyoruz”, diyor. Gene bu amaçla Troçki ve Nahuel Moreno’dan iki metin aktarıyoruz: Troçki’nin “Bonapartizm ve Faşizm” başlıklı makalesi rejime ilişkin Bonapartizm tartışmalarımıza ışık tutuyor; Moreno’nun “Şubat Devrimleri ve Kurucu Meclis Üzerine” tezleri ise, örneğin bugün Arap devrimlerini değerlendirebilmemiz ve ilgili talepleri bulabilmemiz ve inceleyebilmemiz açısından bizleri son derece zengin politik araçlarla donatıyor. Dosya konusu dışı gündeme ilişkin yazılarımız da var. Canan Yılmaz, “Türkiye’de her gün en az üç kadın sokak ortasında katlediliyor… Son yedi yılda kadın cinayetleri Bahar 2011 -
5
Bu sayı
yüzde 1400 arttı” diyor ve sistematikleşen bu cinayetlerin AKP hükümetinin politikalarıyla ilişkisini inceliyor. Onun, “AKP İktidarında Kadın Cinayetleri” başlıklı bu incelemesinin, “Yüzyıllardır kadınların verdiği mücadelenin ürünü olan kazanımlarımıza sahip çıkma ve yaşam hakkımız için dahi mücadele etmemiz gerekiyor. Ve Emeğimiz Kimliğimiz Bedenimiz Bizimdir demek hayati bir önemle bir kez daha acil bir talep haline geliyor” cümlelerinde somutlanan çığlığın yaygınlaşmasına önemli bir katkıda bulunduğuna inanıyoruz. Dicle Nadin ve Görkem Duru da, “Eğitim Politikaları ve Öğrenci Hareketi Üzerine” başlıklı makalelerinde, benzer bir biçimde ama bu kez öğrenci hareketi üzerine yeni bir politik açılım getiriyorlar. Nadin ve Duru, son otuz yılın liberal politikalarının eğitim alanında neden olduğu “piyasalaştırma” süreçlerini inceliyorlar ve bunun öğrenciler ile işçi sınıfının acil taleplerini nasıl birbirine yakınlaştırdığını, benzeştirdiğini gösteriyorlar. Buradan hareketle de öğrenci hareketinin geleceğine ilişkin yeni politik perspektifler oluşturmaya yöneliyorlar. Yazarların konuya ilişkin bir “Giriş” olarak tanımladıkları bu incelemelerinin, Arap devrimlerindeki gençlik ve öğrenci katılımını ve hatta “önderliğini” de dikkate aldığımızda, önümüzdeki dönem tartışmalarına önemli bir katkıda bulunacağını düşünüyoruz. Dergimizin tartışma sayfalarında ise Oktay Orhun’un “Herkesin Bildiği Sır” başlıklı makalesine yer veriyoruz. Orhun WikiLeaks’in yaratmış olduğu gündem üzerinden gizli diplomasi, bilişim teknolojisi, internet haberciliği ve sanal örgütlenmeleri tartışmaya açıyor. Tunus, Mısır ve diğer Arap devrimlerinde bilişim teknolojisinin oynadığı rol üzerine süren tartışmalar düşünüldüğünde bu yazının ilgiyle karşılanacağını umuyoruz. *** Bu arada okurlarımıza bir duyuruda bulunmak istiyoruz: Bir yandan ekonomik zorluklar, ama öte yandan –ve daha da önemlisi- işlemek istediğimiz konuların genişliği ve derinliği, aynı zamanda daha geniş yazar çevrelerine açılma gayretimiz, bizleri Mesafe’nin yayınlanma sıklığını seyrekleştirme zorunluluğu ile karşı karşıya bırakmakta. Olasılıkla yılda iki ya da üç sayı olarak yayımlamayı düşündüğümüz dergimizi, daha çok sayıda çeviriyle, daha uzun ölçekli inceleme ve makaleyle destekleme ve dergi-kitapçık formatları altında birleştirme gayreti içinde olacağız. *** Mesafe’nin hazırlığı sırasında geleneğimizin duvarcı ustalarından bir yoldaşımızı kaybettiğimiz haberini aldık. Bu ülkede devrimci Marksist akımın kurulması için yaşamında ona engel çıkaran onca sağlık sorununa karşın mücadele eden ve yaşamının son anlarına kadar hâlâ devrimden bahseden yoldaşımızı, Rıfat Ucur’u Mart ayı içerisinde yıldızlara uğurladık. Son birkaç aydır yaşanan alt üst oluşlar nasıl burjuva ideologlarının “devrim dönemi kapandı” laflarını onların yüzüne çarptıysa ve çarpmaya devam ediyorsa, Rıfat Yoldaş’ın yaşamı da devrimciliğin bir çocukluk hastalığı olmadığını tekrar tekrar gösteriyor. Elinizde tuttuğunuz Mesafe ile Ortadoğu’da devrimi bir kez daha selamlarken Rıfat’ın bize yıldızlardan gülümsediğini biliyoruz. Ve bu Mesafe’yi, Rıfat Yoldaş’ın yaşamı, direngenliği anısına ithaf ediyoruz.
6
Sosyalist Düşünce Dergisi
Gündem
Libya’da Barış Ancak Kaddafi’nin ve Emperyalist Yağmacıların Kovulmasıyla Mümkündür
Uluslararası Birlik Komitesi
Kaddafi’nin Libya’da oynadığı –ve bunun bir sonucu olarak emperyalizmin müdahalesine yol açan- en belirleyici rol, Bin Ali ve Mübarek’in düşürülmesinin ardından, onların hepsinin de uygulamış olduğu ayrımsız baskıları devrime karşı bir iç savaşa dönüştürmeyi tercih eden ilk diktatör olmasıdır. Bölgede emperyalizm yanlısı düzeni kormaktaki azmi, Tunus’ta Bin Ali’ye uygulamakta olduğu baskılara yardım teklif etmekle, ne de tıpkı 15 yıl önce Abu Salim cezaevinde 1,200 kişiyi katletmesine benzer biçimde başlattığı acımasız baskıyla sınırlı kalmamış, bölgedeki demokratik devrimlerin önüne ateşten bir duvar örmeye kalkışmaya kadar varmıştır. Kaddafi sadece iktidarda kalmyı değil, ama aynı zamanda gelecekteki bölge devrimleri için de bir örnek olmaya çalışmaktadır. Onun bu karşı devrimci rolünde başarıya ulaşabilmesi için emperyalizm haftalarca Kaddafi’nin ağır silahlarla donatılmış kara ve hava birliklerinin, paralı milislerinin devrim kampını hırpalamasını, devrim güçlerini telef etmesini bekledi. 1990’ların ortalarından beri terörizm, göçmen sorunu ve petrol ticareti konularında emperyalizmle tam bir işbirliği yapan Kaddafi’nin onun adına üstlendiği yeni görev budur. Emperyalizm askeri müdahale kararını, 1) Kaddafi Bingazi’ye “tıpkı Franko’nun Madid’e girdiği gibi” girme tehditinde bulunduğu; 2) devrimin isyanın başkentine sıkışmasıyla durumun sürüncemeli bir hal almaya başladığı –Kaddafi bir haftadan beri Misrata’yı bombardıman etmekle birlikte henüz zapt edemiyordu-; ve 3) hareketin yaygınlaşmaya ve radikalleşmeye başladığı anda aldı: Bahreyn emirliği İnci Meydanı’ndaki katliamını gerçekleştirebilmek için Suudi birliklerini çağırmış, Yemen’de durum iyiden iyiye gerginleşmiş, Fas, Ürdün ve Suriye’de de seferberlikler başlamıştı... Emperyalizm durumun kontrolünü doğrudan kendi ellerine almak, yani Kaddafi’yi frenlemek ve zayıflatmak, bu arada uyguladığı silah ambargosuyla da devrimin rejimin birliklerini yenilgiye uğratBahar 2011 -
7
Libya
masını engellemek için müdahale etmeye karar vermiştir. Emperyalizm bu yolla, kendi çıkarlarının koruyucusu olan rejimi yeniden biçimlendirebilmek ve bölgede kendi adına istikrar temin etmek amacıyla taraflara görüşmeler yoluyla anlaşmaya varma politikasını dayatmaya çalışmaktadır. Libyalı devrimcilere kendi devrimlerini savunmak için silah sağlamayı amaçlamayan hiçbir politika, hangi iddiayla olursa olsun, bölgede statükoyu, yani emperyalist egemenlik düzenini korumaktan başka bir anlam taşımaz. Bu iddiaların başında müdahalenin “insani amaçlarla” yapıldığı yalanı gelmektedir. Uçuş yasağı konusunun görüşülmeye başlandığı daha ilk andan itibaren, bizzat Pentagon yetkilileri böyle bir yasağın uygulanabilmesi için Libya hava savunma sisteminin çökertilmesi gerektiğini ve bunun da hava bombardımanlarının gerçekleştirilmesini zorunlu kıldığını, yani kaçınılmaz olarak sivillerin ölmesine neden olunacağını söylemişlerdi. Şimdi bu uygulanıyor ve “sivilleri korumak” adına sivil insanlar katlediliyor. Kaldı ki daha iki gün önce Yemen’de Ali Abdullah Salih’in canileri silahsız kitlenin üzerine ateş açıp elli kişiyi katlettiler; Bahreyn’de monarşi sivil insanların kanını akıtmaya devam ediyor; ya Bin Ali ve Mübarek’in eşkıyaları sivilleri öldürürken emperyalistler neredeydi? İsrailli Siyonistler on yıllardan beri Filistinli sivilleri katletmekle meşguller, neden Obama, Sarkozy veya Cameron İsrail üzerinde uçuş yasağı uygulamayı düşünmüyorlar? Avrupa Parlamentosu’nda “insani amaçlarla” Libya’ya askeri müdahalede bulunulması yönünde oy kullanan, başta 1968’in anarşist önderi ve şimdi Yeşiller grubunun önder durumundaki Daniel Cohn-Bendit olmak üzere Sol Birlik (Almanya), Sol Cephe (Fransa), Sol Blok (Portekiz) gibi partiler de, Libya halkının değil kendi emperyalizmlerinin yanında saf tuttuklarını bir kez daha açığa vurdular. BM Güvenlik Konseyi’nde Libya üzerinde uçuşa yasak bölge oluşturulmasına yönelik 1973 sayılı kararın oylanmasında Çin, Rusya, Almanya, Brezilya ve Hindistan’ın çekimser oy kullanmaları, üstelik daimi üyeler Çin ve Rusya’nın kararı veto etmemeleri de tamamen bir ikiyüzlülük. Yeni pazarlara ve petrol kaynaklarına ulaşabilmek için Arap halklarının tepkisini çekmemek amacıyla ABD, İngiltere ve Fransa’nın arkasına gizlenen bu ülkelerin hiç biri devrim dalgası Libya’ya ulaştığında Libya halkının yanında yer almamıştı. Üstelik Libya’nın bölünmesi ve Kaddafi’nin olası bir “Trablusya”nın başında kalması halinde onun denetimine bırakılacak petrol yataklarından uzakta kalmaktan korkuyorlar ve ellerindeki “çekimserlik faturası” ile Kaddafi’yle çektirdikleri boy boy resimleri muhafaza etmek istiyorlar. Aynı ikiyüzlülük Türk hükümeti için de geçerli: Kaddafi’ye telefonda iktidardan çekil ricasında bulunmak ya da NATO’nun Libya’ya müdahalesi konusunda başlangıçta çekimser kalmak –ve sonradan onaylamak- yerine Bingazi’ye yeni bir militan “Mavi Marmara” göndermesi Kaddafi’nin düşürülmesinde çok daha etkili olurdu. Fidel Castro ve Hugo Chavez’in başını çektikleri Alba grubu “21. yüzyıl sosyalistlerinin” daha başından itibaren devrim karşısında Kaddafi’nin diktatörlük rejimini desteklemiş olmaları daha da utanç verici bir durum. Bu grubun tutumu, farklı partilerin ve grupların dilinde farklı gerekçeler almakta: - Savaşın, emperyalizmin “petrol için kan” saldırısı olduğunu söyleyenler var. Emperyalizmin Kaddafi’ye saldırısı onun bir anti-emperyalist olmasından ya da –Saddam’a yönelik politikasında olduğu gibi- petrol kaynakları üzerinde doğrudan denetim elde etmek istediğinden değil, onun emperyalizm adına bölgedeki ekonomik ve politik istikrarı sağlamayı güvence altına alamamasından kaynaklanmaktadır. Kaddafi ve emperyalizm karşı-devrimci saldırının iki yüzüdür. Birincisi, 17 Şubat’ta Kaddafi’nin Bingazi’deki göstericileri katletmesiyle, ikincisi ise 18 Mart’ta emperyalist müdahaleyle başlamıştır. - Libya’da bir devrim olmadığını iddia edenler de var; bunlardan bazıları emperyalizmin desteğindeki bazı muhaliflerin darbe girişiminden, diğerleri ise, gene emperyalizm yanlısı olarak tanımladıkları aşiretler arasındaki bir savaştan söz etmekteler. 8
Sosyalist Düşünce Dergisi
Libya
Oysa tam tersine, ordunun içinde bölünmelere yol açan ve bazı kesimlerinin devrimcilerin safına geçmesine neden olan, Trablus ve Bingazi gibi kentlerde göstericilerin katledilmesi olmuştur. Öte yandan, eğer Bingazi bölgesindeki aşiretler açıkça emperyalizm yanlısıysa, neden emperyalizm tüm gücüyle Kaddafi’yi tamamen yıkıp iktidarın bunların eline geçmesini sağlamamakta? Sonuçta emperyalizm yanlısı kesimlerin durumun denetimini ellerine geçirebilmeleri olasılığı bir gerçekliktir, ama durum henüz bu noktaya gelmemiştir ve emperyalizm direnişin hırpalanmasına bu nedenle izin vermektedir. Emperyalizmin müdahalesine karşı çıkan, ama Kaddafi’ye karşı çıkmayanlar emperyalizmin sol kanadıdır; diktatörün manevralar yapmasını meşrulaştıran bu tutuma karşı mücadele edilmelidir. Burjuva hükümetlerin askeri müdahalesini destekleyen, Kaddafi’ye arka çıkan, her iki tarafa da silah ambargosu uygulanmasını kabul eden ve tarafların karşılıklı görüşmeler yoluyla anlaşmaya varmasını hedefleyen her türlü anlayış, Libyalı devrimcilerin daha başından beri savundukları bir talebe karşı çıkmak anlamını taşır: devrimin savunması için silah. Zapatero hükümetinin yaptığı gibi, kendisinden silah talebinde bulunulmasına karşılık BM kararının her iki tarafa da silah ambargosu uygulanmasını öngördüğü yanıtını veren hükümetlerin bu tutumu teşhir edilmelidir. “Libya devrimine silah yardımı” talebi uğruna mücadele edilmelidir. Kendisini solda tanımlayan tüm partilerin bu doğrultuda başlatacakları bir kampanya sadece Avrupa işçi sınıfını harekete geçirmekle kalmaz, ama aynı zamanda hükümetler üzerinde oluşturacağı basınçla etkili ve somut sonuçlar da verirdi. Şimdi emperyalistler Libya’nın geleceğini kendi aralarında ve Libya’daki Ulusal Geçici Konsey (UGK) ile tartışıyorlar, pazarlıklar yapıyorlar. Kaddafi ile mi, onsuz mu? Tek bir Libya mı, yoksa iki parça mı? Hangi yataklar hangi kesimde kalacak? Bu kesimlerin emperyalist hamileri kimler olacak? Gerçekleştirdikleri bombardımanlarla Libya’nın kaderi Libya devriminin elinden alınıyor ve gizli diplomasiye havale ediliyor. Emperyalizmin hakemliğinde yapılan bu pazarlıklar Kaddafi rejimine son vermeye değil, demokratik bir dönüşüm olmaksızın devlet aygıtının kısmi reformlarla ayakta tutmaya yöneliktir. UGK’nin emperyalist müdahaleyi talep eden kesimlerinin, rejimi yıkmadan bir anlaşmaya varılmasını talep etmeleri çok muhtemeldir; nitekim UGK’nin bir kesimini rejimin eski kadroları oluşturmaktadır. Sınırlar, bir kez daha emperyalist politikacıların ve generallerin masasında ve cetvelle çizilecek ve “insani yardım” olarak Libya halkının önüne sunulacak. Dünya halkları, özellikle de Arap emekçiler ve işçi sınıfı bu oyunu görmeli ve bozmalıdır. Libya’nın kaderini tayin hakkı sadece ve sadece Libya halkına, demokratik hedeflerini başından beri ilan etmiş olan Libya devrimine aittir. Bütün gücümüzle emperyalizmin Libya’ya her türlü askeri müdahalesini, bu yolla Arap halkların devrim surecini frenlemesini engellemeliyiz. Bugün Libya, yarın Yemen, öbür gün Suriye… Sıra hepsine gelecek. Kaddafi Defol! Libya devrimine silah yardımı! Emperyalist müdahaleye hayır! Ne pazarlık, ne Libya’nın bölünmesi! Yaşasın Libya devrimi! Yaşasın Arap devrimi!
23 Mart 2011
Bahar 2011 -
9
Gündem
Arap Devriminin Öğrettikleri
Mesafe
Tunus’ta başlayan kitle ayaklanması başta Mısır olmak üzere bir dizi başka Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkesine sıçrayarak tüm Arap dünyasında devrimci bir durumun ortaya çıkmasını tetikledi. Ürdün, Yemen, Bahreyn, Cezayir ve Libya’da kitleler asker-polis rejimlerine karşı seferberlik halindeler. Hepsi monarşik ya da Bonapartist diktatörlüklerle yönetilen bu ülkeleri sarmalayan Arap devrimi ilk politik başarılarını Tunus ve Mısır’da elde etmiş durumda. Tunus’taki devrimci isyan Bin Ali’nin iktidarı bırakıp kaçması, Muhammed Gannuşi’nin ulusal birlik hükümetinin aşırı derecede zayıflaması ve ordu saflarında dağılma eğilimlerinin belirmesine yol açtı. Mısır’da ise Mübarek’ten boşalan boşluğu, onun iktidardaki son günlerinde başbakanlığa atamış olduğu Ahmet Şefik hükümeti ve daha önemlisi, silahlı kuvvetler doldurmaya çalışıyor. Devlet başkanları -Ali Abdulah Saleh (Yemen), Muammer Kaddafi (Libya), Abdülaziz Buteflika (Cezayir), hatta İran’da Ahmedinecad- ve krallar –Abdullah (Ürdün), Hamad Bin İsa El-Halife (Bahreyn)- kitleleri asker-polis baskısıyla ve kendi “taraftarı” sivil katilleri harekete geçirerek caydırmaya çalışıyorlar. Her tarafta yüzlerce ölü, binlerce yaralı ve tutuklu var, ama Arap devrimi hâlâ ayakta, hâlâ devam ediyor. Ortadoğu bir bütün olarak yepyeni bir döneme giriyor. Bütün bu devrimci ayaklanmalar ve bir bütün olarak Arap devrimi süreci, çoğu emperyalizm tarafından icat edilip, bir süreliğine Arapların kendisini bile inandıracak derecede dünya kamuoyuna propaganda edilen bir dizi efsaneyi yerle bir etti: Arap gençliği ve emekçi kitleleri başlarındaki 30-40 yıllık diktatörlere lâyık olmadıklarını muhteşem isyanlarıyla gösterdiler, gösteriyorlar; Araplar İslam’ın uyuşturucu etkisiyle evrensel bir uykuya dalmadıklarını ve otokratik yönetimlerin yerine Şeriat rejimleri değil demokrasi istediklerini tüm dünyaya duyuruyorlar; Arap halkı, büyük bir tarihsel uygarlığın çocukları olarak dayanışmanın ve örgütlenmenin ne olduğunu yedi düvele öğretiyor. Arap insanı için uydurulan bütün aşağılayıcı söylemler ve yalanlar artık geride kalıyor, çünkü gündemde Arap 10
Sosyalist Düşünce Dergisi
Arap Devriminin Öğrettikleri
devrimi var ve özgürlük için devrim, insan soyunun erişebileceği en yüce ahlaki değerdir. Devrim farklı ülkelerde, farklı dinamiklerle ve farklı aşamalardan geçerek ilerliyor. Sınıf mücadelelerinden çıkarılmış devrimci kuramı pek çok yönüyle sınıyor, sorguluyor, zorluyor. Bu haliyle elbette devrimci kurama katkıda bulunacak pek çok da ders içeriyor. Devrimin politik açıdan en gelişmiş ve kısmi başarıya ulaşmış iki örneği olan Tunus ve Mısır deneyimlerinin Arap devriminin niteliğini belirleyen bir dizi ortak yanı var, ama farklı özellikler de içeriyor bu iki süreç. Her ikisinde de rejim karşıtı gösterilerin, modern iletişim yöntemleriyle (Internet, twitter, facebook, cep telefonları, vb.) haberleşen, bu tip haberleşme yetisine sahip –eğitimli ya da özbecerili- gençlerin çağırılarıyla başladığını biliyoruz. İki ayaklanma sırasında da kitlelerin kendiliğinden eylemlerinin ağır bastığını, belirli bir önderlikten yoksun olduklarını ve “kısmi başarı” diye adlandırdığımız öncelikli hedeflerine (Bin Ali ve Mübarek’in iktidardan uzaklaştırılması) ayaklanmaya işçi sınıfının katılmasıyla ulaştıklarını da gördük. Her iki deneyimde de kitleler polise ve rejimin istihbarat güçlerine nefretle, orduya, daha doğrusu sokakta karşılaştıkları askerlere ise sempatiyle yaklaştıklarını ve ordu saflarında bölünme emarelerinin doğduğunu izledik. Bu iki devrimci süreci birbirinden ayıran yanlar ise –özgün demografik ve ekonomik özelliklerinden doğanlarının yanı sıra-, ortak özelliklerinin iç gelişmişlik düzeyleri, devrimin girmiş olduğu yeni aşamaların niteliği ve kitlelerin örgütlenme kapasiteleri ve olanakları arasındaki farklarla ilgili. Ama önce bir soruya yanıt vermemiz gerekiyor: Tunus 14 Ocak’ı ve Mısır 11 Şubat’ı birer devrim miydi, yoksa “yumuşak darbeyle” sonuçlandırılmış isyanlar mı? Lenin’in “saf devrim yoktur” uyarısı doğrultusunda sınıf mücadelesinin somut, gerçek olgularını, hayallerimizin ve arzularımızın kıvrımlarında bulmaya çalışmadan, Marksist kuramın sınanmış araçları ve yöntemiyle inceleyebilmek zorundayız. Devrim mi, Darbe mi? Troçki, bir devrimi şöyle niteler: Bir devrimin en kuşku götürmez özelliği, kitlelerin tarihsel olaylara doğrudan müdahale etmesidir. Olağan bir dönemde, monarşik ya da demokratik olsun, her devlet ulusun üzerine yükselir ve tarihi, bu çerçevede faaliyet gösteren uzmanlar –krallar, bakanlar, bürokratlar, parlamenterler, gazeteciler- yapar. Ama eski düzenin artık kitlelerce dayanılmaz hale geldiği o kritik anlarda, kitleler kendilerini politik alanın dışında tutan engelleri yıkarlar(...). Bizim için bir devrimin tarihi her şeyden önce kitlelerin kendi kaderlerin yönetimi alanına güçlü bir şekilde girişlerinin tarihidir.1 Troçki’nin bu yalın Marksist tarih anlayışı çerçevesinde baktığımızda, Tunus ve Mısır’da milyonlarca erkek ve kadın gencin ve emekçinin kendi gelecekleri üzerinde söz sahibi olmak üzere ayaklanması hiç kuşkusuz bir devrimdir. Nasıl bir devrim? İşsizliğin ve yoksulluğun dayanılabilirlik sınırlarının ötesine geçtiği her iki ülkede de kitle seferberlikleri, emperyalist sömürünün ve Bonapartist yağmanın sonucunda doğan bu toplumsal vebanın etkisi altında kalan kitlelerin, özellikle de gençliğin bütün kesimlerini bir araya toplayan politik bir slogan doğrultusunda gelişti: Diktatör, defol! Halk yığınları içinde bulundukları artık dayanılmaz koşulların sorumlusunun, üzerlerine geçirilmiş olan asker-polis diktatörlüğü olduğunu tespit ettiler ve kendi gelecekleri üzerinde söz sahibi olabilmek için ilk elde devrimci enerjilerini bu rejimin efendisi olan devlet başkanı üzerinde yoğunlaştırdılar. Her iki ülkede de devrim tamamen politik ve demokratik tek bir hedef doğrultusunda başladı ve gelişti. Rejimin başlangıçtaki şaşkınlığını derhal müthiş bir polis baskısı, ardından kısmi politik tavizler ve nihayet rejime bağlı milislerin, çetelerin, her türlü toplumsal süprüntünün kitlelerin üzerine 1 Lev Troçki, Rus Devriminin Tarihi I, Yazın Yayıncılık, İstanbul, 1998. Bahar 2011 -
11
Arap Devriminin Öğrettikleri
saldırtılması izledi. Kitleler bu saldırılara direnmeyi başardı ve işçi sınıfının mücadele alanına güçlü bir biçimde katılmasıyla da Bin Ali ve Mübarek devlet başkanlığını emanetçilerine bırakarak başkenti terk ettiler. Kitlelerin altında toplanmış olduğu “Diktatör, defol!” hedefinin ulaşıldığı 14 Ocak ve 11 Şubat tarihlerini Tunus ve Mısır’daki demokratik devrimlerin ilk başarısı olarak kabul etmemek olanaklı değil. Ama Tunus ve Mısır halkları bu slogan altında esas olarak her iki diktatörün temsil ettiği Bonapartist rejimlerin bizzat kendisini hedeflemişlerdi ve halen de –farklı düzeylerde ve biçimlerde de olsa- bunda ısrar ediyorlar. Tunus’ta Bin Ali’den boşalan yeri Gannuşi hükümeti doldurmakta güçlük çekiyor; kitlelerin baskısı sonucunda kabinede rejimin partisi Anayasal Demokratik Oluşum’un (RCD) üyesi olarak neredeyse bir tek başbakanın kendisi kalmış durumda; hükümetin atadığı valiler kent emekçilerince reddedilebiliyor; henüz bir yasal düzenleme olmamasına rağmen “Devrimi Savunma Komiteleri” serbestçe faaliyet gösterebiliyor. Ama eski rejim aygıtı hâlâ ayakta: Devlet bürokrasisi temizlenmiş, RCD yasaklanmış ve kapatılmış, silahlı kuvvetlerin yapısı değiştirilmiş ve -3 bin polisin görevlerini bırakıp “ortadan yok olmalarına” karşın, polis teşkilatı ve gizli istihbarat servisi dağıtılmış değil. Mısır’da da benzer bir durum söz konusu; parlamentonun lağvedilmiş ve Anayasanın askıya alınmış olmasına karşın, rejimin temel direği Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi yönetimde; Konsey, Ahmet Şefik hükümetini işbaşında tutmaya devam ediyor; bazı polisler görünürde saf değiştirip kendi ücretleri için greve çıkmakla birlikte, teşkilatları varlığını sürdürüyor; Tahrir meydanındaki kitleleri kurşunlayan gizli servis üyelerinin hiçbiri ne soruşturulmuş, ne de cezalandırılmış durumda; Kahire’deki merkez binası kitlelerce yakılmış ve önderliği tümüyle parti yönetimini bırakmış olan rejim partisi Ulusal Demokratik Parti (NDP) halen ilga edilmiş değil, bürokrasi cihazı da öyle. Eğer Tunus ve Mısır’da rejimin başı koparılmış olmakla birlikte gövdesi hâlâ ortadaysa ve kendini toparlamaya çalışıyorsa, demokratik devrimin politik açıdan tamamlanmış olduğunu söylememiz olanaklı değil (“Politik açıdan” sözcüklerinin altını çiziyoruz, zira Tunus ve Mısır gibi yarısömürge bir ülkede demokratik devrimin toplumsal görevlerinin tamamlanması ancak bir işçi-emekçi hükümeti altında kapitalist mülkiyet sınırlarının ötesine geçilmesiyle mümkündür; buna aşağıda geri döneceğiz). Devrimin içinde bulunduğu aşamayı daha iyi kavrayabilmemiz açısından, tarihsel bir kategori olarak “Şubat devrimi” referansına başvurabiliriz. Şubat devrimlerinin özelliği, kitlelerin genellikle demokratik sloganlar etrafında kendiliğinden bir şekilde ya da küçük burjuva önderliklerin etkisiyle harekete geçerek kurulu sistemi tahrip etmeleri, devlet aygıtının karşısında kendilerine ait ikinci iktidar odakları oluşturmaları ve bir işçi-emekçi hükümetinin nesnel politik koşullarını yaratmasıdır. Nahuel Moreno, bu tip devrimleri şöyle tarif ediyordu: Bilinçsiz2 birer işçi ve halk devrimi olarak her Şubat devrimi, burjuvazinin iktidar organlarından (devlet, ordu ve polis) farklı iktidar organlarına yol açar. Bunun anlamı, her Şubat devriminin kendi zaferinden önceki ve hemen sonraki aşamalarda kaçınılmaz olarak, az ya da çok gelişmiş, potansiyel veya gerçek, ama zorunlu olarak bir ikili iktidara yol açmasıdır. Diğer bir deyişle, Şubat devrimi işçi ve halk iktidarı kutbunun gelişmesini başlatır.3 1917’de Rusya’da Şubat devrimi, üç yıllık bir savaşın ardından askerlerin, köylülerin ve işçilerin savaşın yaratığı müthiş kıyıma, açlığa ve patronların sömürüsüne 2 Moreno “bilinçsiz” tanımını, devrimci ayaklanmanın proletaryanın devrimci bilincinden ve somut bir devrimci iktidar programından yoksun halde başlamasını ifade etmek için kullanır. 3 Nahuel Moreno, Geçiş Programının Güncelleştirilmesi, ”Tez:26”. Mesafe’nin bu sayısında Moreno’nun bu çalışmasının Şubat Devrimleri ve Kurucu Meclisle ilgili tezlerini bulabilirsiniz. Çalışmanın tümü için, bak.: http://morenist.blogspot.com/ s e a r c h / l a b e l / G e % C 3 % A 7 i % C 5 % 9 F % 2 0 P r o g ra m % C 4 % B 1 % 2 7 n % C 4 % B 1 n % 2 0 G%C3%BCncelle%C5%9Ftirilmesi%20i%C3%A7in%20Tezler.
12
Sosyalist Düşünce Dergisi
Arap Devriminin Öğrettikleri
yeter demeleri üzerine patlak vermişti. 23 Şubat’ta Petrograd’da çeşitli tekstil fabrikası işçileri grev ilan etmişler, Bolşeviklerin ağırlıklı olduğu Viborg bölgesi işçileri de bu greve dahil olmuştu. Kentin merkezine “Kahrolsun Otokrasi! Kahrolsun Savaş!” sloganlarıyla yürüyen işçilere öğrenciler de katılmıştı. Polisle çatışmalar olmuş, buna karşılık askerler göstericilere katılmaya başlamış, Çarlığın en berbat baskı gücü olan Kazaklar ise göstericilere ateş açmayı reddetmişti. Ordunun içinde başlayan dağılma devrimin kaderi üzerinde belirleyici olmuş, onların katılmasıyla genel grev ayaklanmaya dönüşmüştü. Çarlık yanlısı komutanlarını infaz etmeye başlayan askerler işçilerle birlikte kentin sinir merkezlerini (posta ve telefon idareleri, tren istasyonları ve ordu mühimmat deposu) ele geçirmişlerdi. 27 Şubat’ta, her 1,000 işçiye bir delege ve her garnizondan bir temsilci temelinde yeni Sovyet oluşturulur. Böylece ortaya bir ikili iktidar durumu çıkar: Bir yanda, burjuvazinin ve toprak ağalarının denetiminde bir Geçici Hükümet, öte yanda ise tüm Rusya İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti. Daha ilk andan itibaren Sovyet, Yürütme Komitesi aracılığıyla kendi iktidarını uygulamaya başlar; gıda maddeleri ve mühimmat dağıtımını denetler, devlet bankası, para basım fabrikası ve hazineye el koyar, taşımacılık sistemini yönetimi altına alır. İşçiler, askerler ve köylüler sadece Sovyete güveniyor, Geçici Hükümete ise kuşkuyla bakıyorlardı. Mart ayı başından itibaren de tüm fabrikalarda, mahallelerde ve eyaletlerde sovyetler kurulur ve bunlar Tüm Rusya Sovyeti’ne delegelerini gönderir. Bu örnek açısından bakıldığında Tunus ve Mısır devrimlerinin klasik bir “Şubat” devrimine henüz ulaşamadığını görürüz. Her iki devrimci ayaklanma sırasında da kitleler belirli bir özörgütlenme süreci içine girmişler, ama bunu Bonapartist rejimin ya da kurulan geçici hükümetlerin karşısında bir ikinci iktidar odağı olarak değil, rejimin saldırılarına karşı savunma aracı amacıyla gerçekleştirmişlerdir. Bu açıdan Tunus’taki sürecin Mısır’dakine oranla daha ileri bir noktada olduğunu söylemek olanaklı. Bin Ali’nin katillerinin saldırılarına karşı on üç vilayette kurulan “Halk Direniş Komiteleri”, diktatörün ülkeden kaçmasından sonra “Devrimi Savunma Komitelerine” dönüştürülmüş ve 6 Şubat’ta Sidi Bu Zeyd’de (devrimin patlak verdiği kent) on üç vilayetin komitelerinin ulus ölçeğindeki koordinasyon toplantısı gerçekleştirilmişti. Bununla birlikte bu komiteler sınıf temelinde değil, çok sınıflı bir yapıda ve seçim temelinde değil kendiliğinden bir biçimde oluşmakta ve en önemlisi de kendilerini hükümetin icraatını “denetlemek” göreviyle sınırlamakta. Özellikle küçük burjuva ve çoğunlukla örgütsüz aydın kesimlerce (öğretmenler, avukatlar, tabipler, üniversite hocaları, vb.) üstlenilen komite önderlikleri, hükümetin “demokratik ve çoğulcu” bir parti sistemi hazırlayarak kurucu meclis seçimlerini düzenlemesini beklemekte ve iktidar üzerindeki baskısını bu doğrultuda kullanmak istemekte. Benzer bir durum devlete ait işyerlerinde de geçerli; işçiler komiteleri aracılığıyla, Bin Ali klanına ait işyeri yöneticilerini fabrikalardan kovmakta, ama işyerinin yönetimini üstlenmek yerine hükümetin daha “temiz ve tarafsız” yöneticiler atamasını istemekte ve beklemekte. Ayaklanma sırasında kitleler üzerine ateş açmayı reddeden orduya ise sempatiyle bakıldığından, askerler arasında resmi hiyerarşi karşısında herhangi bir örgütlenme gerçekleşmemekte. Orduya ilişkin bu durum Mısır’da daha da belirgin. Tahrir meydanını dolduran kitlelerin bilinci silahlı kuvvetler konusunda oldukça karmaşık. Mübarek’ten boşalan yeri dolduran Yüksek Askeri Konsey’in parlamentoyu feshedip Anayasayı askıya alması, onun “demokratik bir anayasal sistem” kurma doğrultusunda samimi olduğu biçiminde yorumlanmakta, beklentiler çoğunlukla Konsey’in görevlendirdiği “Akiller Grubunun” hazırlayacağı yeni anayasa taslağına, Konsey ile partiler ve gruplar arasında gerçekleştirilecek görüşmelere ve Eylül’de düzenleneceği vaat edilen seçimlere havale edilmiş durumda. Rejim katillerinin 2 ve 3 Şubat günlerinde Tahrir meydanına saldırması ve çeşitli kentlerde yağmalamalara girişmesi karşısında savunma amacıyla kurulan komiteler ise kalıcı olmamış, yerini iktidarla görüşmelerde sözcülük görevi üstlenen “platformlara” bırakmış halde. Bahar 2011 -
13
Arap Devriminin Öğrettikleri
Bu çerçevede Tunus ve Mısır devrimlerinin henüz birer Şubat devrimi halinde olgunlaşmadığını söyleyebiliriz. Ama kuşkusuz sınıf mücadelesi tarihsel kalıplar uyarınca değil, canlı sınıf güçlerinin aktif katılımıyla ilerler. Şubat devrimi tanımı bize sadece Tunus ve Mısır devrimlerinin şu an içinde bulunduğu aşamayı daha iyi anlayabilmemiz ve potansiyellerini görebilmemiz açısından yardımcı olur, yoksa onu yargılamak için değil. Bölgede sürmekte olan devrimci isyanlar, tüm Arap dünyasında doğan devrimci durum ve Tunus ve Mısır’da kitlelerin edinmiş olduğu özgüven düzeyi, Şubat devrimlerinin başlamış ve sürmekte, ama henüz tamamlanmamış olduğuna işaret etmekte. Mısır’da Askeri Konsey iktidarda ve Tunus’ta ordu “tarafsız hakem” gibi görünmekle birlikte, her iki ülkede de silahlı kuvvetler kitlelerin üzerine saldırabilme ve rejimi Bonapartist temellerde yeniden inşa edebilme kapasitesine sahip değil. Dolayısıyla, devrimlerin birer askeri darbeyle sona erdirildiğini henüz söylemekten uzağız; ama devrim ve karşıdevrim kamplarının, tüm bölgedeki ve tek tek her ülkedeki mücadele koşullarınca belirlenecek olan, barışçıl ya da kanlı bir nihai hesaplaşmaya doğru sürükleneceğini söylemek kehanet olmaz. İşçi Sınıfı Tunus’ta olduğu kadar Mısır’da da kitle ayaklanmaları her ne kadar gençliğin çağrılarıyla alevlenmiş olsa da bunların ilk önemli başarılarına ulaşmalarında (Bin Ali ve Mübarek’in başkanlığı bırakmaları) belirleyici etmen, işçi sınıfının devrime katılması oldu. Rejim ve emperyalizm bu noktada sadık Bonapartlarını kurban etmeye karar verdi. Tunus’ta Bin Ali’nin devrilmesinden bir hafta kadar önce çeşitli vilayetlerde bölgesel grevler yaygınlaşmaya başladı. Ülkenin özellikle orta ve doğu kesimlerinde işçiler, öğrencilerle birlikte kitle gösterileri düzenleyerek kolluk kuvvetleriyle İntifada tipi çatışmalara girdiler. Rejime bağlı Tunus İşçileri Genel Birliği (UGTT) sendika konfederasyonunun yönetimi sessiz kalmakla birlikte, konfederasyona bağlı bazı sendikalar (eğitim, sağlık, basın, telekomünikasyon ve posta işçileri sendikaları), özellikle de yerel sendika temsilcilikleri ayaklanmanın yanında yer aldı ve konfederasyon bürokrasisi üzerinde baskı uygulamaya başladı. Safakes ve Kasserin sanayi kentleri işçilerinin mücadeleye girmesi bir anlamda devrimin dönüm noktasını oluşturdu. 9 Ocak’ta Safakes UGTT temsilciliği bölgesel genel grev ilan etti; hastane ve fırın işçilerinin dışında, greve katılım yüzde 100 oldu. Bunun ardından pek çok vilayette UGTT şubeleri grevler ilan etmeye yöneldiler ve şube binaları ayaklanmanın koordinasyon merkezleri haline dönüştü. Bin Ali’nin 14 Ocak’ta ülkeden kaçmasının ardından da işçilerin seferberliği durulmadı ve bu kez bütün önemli bakanlıkları (savunma, dışişleri, maliye, içişleri, vb.) RCD üyelerince işgal edilen Gannuşi hükümetine karşı yöneldi. Gannuşi, hükümetine UGTT’den de üç bakan almıştı, ama sendika şubelerinin ve kitle seferberliklerinin basıncıyla bu üç bakan görevlerini bırakmak zorunda kaldılar. Süren bölgesel grevler 26 Ocak’ta Safakes işçilerinin genel grevi ve kentte düzenledikleri 100 bin kişilik dev gösteriyle doruk noktasına ulaştı. Onu ertesi gün Sidi Bu Zeyd’deki 20 bin kişilik gösteri izledi. Bunun üzerine Gannuşi, kendisi dışındaki tüm RCD’li bakanları kabineden ayırarak yeni bir hükümet kurdu ve bunu UGTT’nin Yönetim Konseyi’nin “onayına” sundu. Konsey çoğunluk oyuyla yeni hükümete meşruluk kazandırdı, ama bununla birlikte konfederasyon üyelerinin çoğunluğunu temsil eden pek çok federasyon ve bölge temsilciliği (Ortaöğrenim Öğretmenleri Sendikası, Posta İşçileri Federasyonu, Kamu Sağlık İşçileri Sendikası, Safakes, Bizerte ve Jendouba Bölge Federasyonları, vb.) yeni geçici hükümete karşı oy kullandı ve onun meşruluğunu tanımayı reddetti. Öyle ki Bin Ali’nin devrilmesini izleyen iki hafta boyunca UGTT rejim karşısında ikinci bir iktidar odağı haline gelmiş, ama bürokrasi iktidarı burjuvaziye teslim etmekte ısrar etmişti. Benzer bir durum Geçici Hükümet 3 Şubat’ta kentlere yeni valiler atamaya karar 14
Sosyalist Düşünce Dergisi
Arap Devriminin Öğrettikleri
verdiğinde de ortaya çıktı. Devrim sırasında pek çok eyalette pratik olarak devlet yönetimi yok olmuştu ve kamu yönetimi komitelerce düzenleniyordu. Gannuşi hükümeti devlet yönetimini yeniden tesis etmek için 24 ile yeni vali atadığında, bunlardan 19’una RCD üyesi olmaları nedeniyle kitlelerden büyük tepki geldi. Bu kentlerde kitle gösterileri ve grevler düzenlendi, Kebili, Gabes, Becaye, Nebil, Sidi Bu Zeyd, Zaguvan gibi kentlerde valiler ilden kovuldu. Gafsa maden havzasındaki Redeyef’te grev ilan edildi, Kassarin, El Kâf, Kebili de göstericiler ile polis arasında çatışmalar çıktı, devrim Bin Ali sonrası ilk şehitlerini verdi. Bu mücadelelerde UGTT temsilcilikleri etkin rol üstlendi ve direnişin gücü sonunda hükümetin 8 Şubat’ta atama emrini durdurup bundan sonraki vali atamalarını UGTT’ye “danışarak” yapacağını duyurmasına yol açtı. Bütün bu gelişmeler işçi ve emekçi yığınların seferberlik gücünün yanı sıra Devrimi Savunma Komiteleri’nin ve UGTT’nin devrimci süreçte işgal ettiği merkezi rolün önemine işaret etmekte. Tunus devriminin iç çelişkisi de tam bu noktada yatmakta: fabrikalarda işyeri komiteleri rejimin eski yöneticilerini, illerde ise devrimci komiteler yeni hükümetin atadığı valileri kovmakta, ama ne işyerlerinde ne de illerde yönetimi kalıcı bir biçimde üstlenmeyip bunu hükümetin faaliyetlerini “denetlemek” hedefiyle gerçekleştirmekteler. Bütün bu mücadelelerde ve grevlerde UGTT yerel yönetimleri önemli rol oynamakta, ama eski rejimden kalma merkezi yönetim bir işçi-emekçi hükümetinin kurulmasına öncülük etmek yerine burjuva hükümete “denetimli” meşruiyet sağlama işlevini üstlenmekte. Dahası, Devrimi Savunma Komiteleri önderlikleri ve UGTT yönetimi, devrimi demokratik aşamasında (burjuva demokratik parlamenter sistemin kurulması) tutmaya çalışmakta ve grevlerin bu süreci tehlikeye soktuğunu ileri sürmekteler. Bu, 14 Ocak önderliğinin bizzat kendisinin yakın gelecekte devrimin önünde bir engel haline dönüşebileceğine işaret etmekte. Devrimci program ve önderlik sorunu Tunus’ta kendini bütün acilliğiyle açığa vurmakta. Mısır’da da işçi sınıfı, rejimin Mübarek’in başkanlıkta kalma ısrarını kırarak kurbanlık taşına yatırılması kararı vermesinde belirleyici oldu. Aslında Mısır proletaryası asker-polis rejimi karşısındaki korkusunu iki buçuk yıl kadar önce Mahallet elKübra’daki devlet tekstil fabrikası işçilerinin mücadelesiyle aşmaya başlamıştı. Nisan 2008’de, Mahallet işçilerinin yanı sıra daha küçük ölçekli özel işletmelerde çalışan on binlerce işçi ücret talebiyle yarım milyonluk kentin sokaklarını doldurmuşlar, polisin ateş açarak iki işçiyi öldürmesi üzerine de gösteriyi binaların ve Mübarek posterlerinin yakıldığı bir ayaklanmaya dönüştürmüşlerdi. 6 Nisan gençlik hareketi de o dönemde, Mahalletli emekçilerle dayanışma kampanyası olarak kurulmuştu. Mısır işçi sınıfı Tahrir Meydanı merkezli ayaklanmaya Şubat ayının ikinci haftasında katılmaya başladılar. Menoufeya, Kafr El Zayat ve Süveyş Kanalı bölgesinde demiryolları, tekstil fabrikaları, hastaneler ve bir dizi başka kamu ve özel sektör işletmesini içeren 20’yi aşkın grev patlak verdi.4 Mahalletli 1,500 işçi yollara barikatlar kurdu, Kesna’da ise 2,000 kimya işçisi greve çıktı. Asyut’ta kent üniversitesinin 7 bin çalışanı güvencesiz çalıma sistemine ve düşük ücretlere karşı protestolar düzenlediler. Asyut Petrol Şirketi’nin 200 işçisi de güvenceli iş sözleşmesi talepleriyle şirket merkezinin önünde kamp kurdular. Grevler ve işgaller kimya, taşımacılık, haberleşme ve demir-çelik sektörlerinde de yaygınlaşarak Kena, İsmailiye, İskenderiye, Asuan, Kafr el-Dauar, Süveyş ve nihayet Kahire’ye sıçradı. Ülkenin çeşitli yerlerine dağılmış haldeki petrol işçileri de grevler dalgasına katıldılar. Bütün bu grevler boyunca, Bonapartist rejimin yegâne legal ve resmi sendikası ETUF (Mısır Sendika Federasyonu)5 Mübarek’e bağlılığını sürdürdü, ama grevleri engelleme ya da yönlendirebilme yeteneğini tamamen yitirdi. 30 Ocak günü ise Tahrir Meydanı’nda, bağımsız sendikalar Mısır Sendikaları Federasyonu’nun (FETU) kurulduğunu ilan ettiler. 4 CTUWS (Center for Trade Union and Workers’ Services), bak.: http://www.ctuws.com. 5 Bağlı 23 sendikada toplam 2,5 milyon üyesi bulunuyor. Mısır’da 21 milyon civarındaki toplam işgücünün yüzde 32’si tarımda, yüzde 51’i hizmetler alanında ve yüzde 17’si imalat sektöründe faal. Bahar 2011 -
15
Arap Devriminin Öğrettikleri
11 Şubat zaferinin ardından ise işçi gösterileri ve grevler durulmadığı gibi, Yüksek Askeri Konsey’in uyarılarına karşın ve kimsenin beklemediği bir hızla tüm ülkeye yayıldı. Temel talepler ücret artışı ve güvencesiz çalışmaya son verilmesiydi. Kamu taşımacılığı, metro ve haberleşme sektörü işçileri, petrol, tekstil, elektrik dağıtım ve nükleer santral işçileri, hastane, üniversite ve banka çalışanları, tarım emekçileri, eğitim görevleri, hatta Eğitim Bakanlığı görevlileri ve polisler… 11 Şubat öncesi Tahrir Meydanı’nda ve başka kentlerde kurulmuş olan bir dizi “devrimci, halk ve savunma” komitelerine işçi ve işyeri komiteleri de eklendi ve bunların bir bölümü sol eğilimli örgütlerin önerisiyle Devrimi Savunma Konseyi Sekreterliği oluşturarak komiteler arasında eşgüdüm gerçekleştirilmesine karar verdiler. Helwan Demir ve Çelik Fabrikası işçilerinin, işçi komiteleri kurulması doğrultusundaki çağrısı, bu doğrultuda önemli bir adım oldu. 14 Şubat’ta, Helwan, Mahallet, 10 Ramazan ve Sedat kentlerinden gelen 2 bin kadar öncü işçi Kahireli sendika aktivistleriyle birlikte ETUF önünde sendika bürokrasisini yolsuzlukla suçlayan gösteriler düzenlediler. 16 Şubat’ta Mahallet’teki Mısır Eğirme ve Dokuma Fabrikası’nın 24 bin işçisi, ETUF üyeliğinden istifa etmiş olmalarına karşın şirketin bu sendikaya üyelik aidatı kesmeye devam etmesini kınayarak greve çıktılar. Devrimci sürece kentler ve işçi sınıfı ağırlığını koymuştu. Tunus’ta olduğu gibi Mısır’da da işçi sınıfı rejime vurulan ilk darbenin ardından seferberliklerini iş ve ücret talepleri doğrultusunda yoğunlaştırmış durumda. Askeri Konsey’in ve Ahmet Şefik hükümetinin bu taleplerine yanıt vermesini istiyorlar ve mücadeleler, hatta devrimin kendisi bu noktada düğümleniyor. Nüfusunun yüzde 40’ı yoksulluk sınırının altında yaşayan, işgücünün yarısından fazlası “enformel” sektörde çalışan, yani gerçekte işsiz olan6 ve ortalama işçi aylık ücreti 80 doları, kişi başına yıllık geliri ise 4,400 doları geçmeyen 80 milyonluk bir ülkede, üstelik ülke ekonomisi çokuluslu şirketlerin ve IMF’nin kontrolü altındaysa, kitlelerin iş ve ekmek talebine kapitalist ekonomi çerçevesinde çözüm bulmak olanaklı değil. Özel mülkiyetin ve toprak ağalığı sisteminin ilgası, ekonominin işçi denetiminde merkezi biçimde planlanması, dış borç ödemelerine son verilerek emperyalizmle olan ilişkilerin koparılmasını ise ancak bir işçi-emekçi hükümeti gerçekleştirebilir. Yani devrimin, en temel demokratik ve ekonomik taleplere bile yanıt verebilmek için, -daha henüz tamamlanmamış olandemokratik aşamasından sosyalist çözümlere doğru sıçrama yapması gerekiyor. Daha açık bir ifadeyle, demokratik devrimin görevlerini de ancak, bunların çözümü için gerekli olan sosyalist önlemlere başvurmak zorunda kalacak olan bir işçi ve emekçi hükümeti yerine getirebilecektir. Karşıdevrimin Stratejisi İspanya’da parlamento başkanlığı ve Avrupa Komisyonu başkan yardımcılığı yapmış olan Sosyalist Parti önde gelenlerinden Manuel Marin, Arap ülkelerinde gelişen ayaklanmalara ilişkin olarak 22 Şubat günü kendisiyle görüşme yapan İspanyol televizyonu 1. kanalına şunları söylüyordu: Bugüne kadar Müslüman ülkelerdeki diktatörlüklerle ilgili olarak Avrupa Birliği’nin politikası ABD çizgisinde oldu. Diktatörlükler bize güvenlik sağlıyordu. Dünya petrol yataklarının yer aldığı bu bölgelerde, İslamcı hareketlerin tehdidi karşısında bu rejimler bizimle işbirliği yapıyordu… Baba Bush’un dediği gibi, onlar “bizim” o… çocuklarımızdı. Ama şimdi görüyoruz ki bu işlemedi… Bu politika ikiyüzlülük değil miydi? Evet, öyleydi, ama güvenlik karşılığında bunu tercih ettik.7 Kuşkusuz “İslamcı hareketlerin tehdidi” bir aldatmacaydı, zira baba Bush’un “bizim o… çocuğumuz” dediği Nikaragua diktatörü Somoza, ne de ABD’nin başından 6 Resmi işsizlik oranı yüzde 10! 7 Bak. http://www.rtve.es/mediateca/videos/20110222/tarde-24-horas-primera-hora-22-0211/1027292.shtml.
16
Sosyalist Düşünce Dergisi
Arap Devriminin Öğrettikleri
sonuna kadar desteklediği Pinochet, Videla, Nguyen Van Thieu benzeri onlarca eli kanlı diktatör El Kaide üyesi Müslüman şeriatçılardı. Emperyalizm kendi etkisi altındaki bölgeleri bu diktatörlük rejimleri aracılığıyla denetliyordu. Denetleyemediği ülkelere ise, Huntington’un “uygarlıklar çatışması” kuramı uyarınca “demokrasi ihraç” ediyordu: Afganistan, Irak, Somali, mümkünse İran, vb. Ama emperyalizmin bu politikası sınıf mücadelesinin gelişmişlik düzeyiyle ilgiliydi ve onunla sınırlanıyordu; nitekim 1980’lerde örneğin Latin Amerika’da emekçi halk kitlelerin diktatörlüklere karşı mücadelesi şiddetlendikçe ve bu rejimlerin sonu görünmeye başlayınca ABD’nin politikası “demokratik gericilik” çizgisine doğru kaymaya başladı: Bonapartist rejimlerin yerine denetimli yarı Bonapartist parlamenter sistemin geçirilmesi ve kitlelerin bu kez reformist önderlikleri aracılığıyla denetlenmesi. Şimdi aynı politikayı Arap devrimi karşısında da uygulamak istiyor. Arap devriminin aniliği ve hızla yayılması karşısında emperyalizmin, tabii bu arada CIA, Mossad, MI5 (İngiltere) ve DGSE (Fransa) gibi güçlü istihbarat servislerinin bu gelişmeleri pek de beklemedikleri ve evladiyeliklerinin bu hızda devrilebilecekleri olasılığı karşısında fazlaca hazırlıklı olmadıkları açığa çıktı. Bin Ali’ye ve Mübarek’e son ana kadar destek vermeleri, onların kitlelere yönelik katliamlarını yarım ağızla kınayıp bu ülkelerde “yönetimin kim olacağına biz karar veremeyiz” bahaneleriyle gelişmelerin ne yönde olacağını beklemeleri ve nihayet “barışçıl ve düzenli geçiş” gibisinden kimliksiz ve muğlâk bir formül savunmaları, bu hazırlıksızlıklarının işaretiydi. Sonuçta, doğan Gannuşi ve Ahmet Şefik hükümetleri emperyalizmin bulduğu bir çözümden çok, Tunus ve Mısır’daki Bonapartist rejimlerin gücü ile devrimin sınırlılıklarının bir ürünü oldu. Kitle seferberlikleri nihai olarak durdurulup burjuva “düzen ve istikrarın” sağlanması sürecinde bu yönetimlerin geçici olacağı aşikâr. Emperyalizm mutlaka, eski rejimin kalıntılarından çok, bu kalıntılardan en kısa sürede kurtulmak isteyen kitlelerin desteğine sahip “yeni” önderliklerle işbirliği yapmayı tercih edecektir. Emperyalizm için Tunus ve Mısır’da kapitalist düzenin ve çokuluslu şirketlerin bu ülkelerdeki yatırımlarının güvence altına alınabilmesi açısından zorluk, bu “geçiş” sürecine önderlik edebilecek gücün ya da güçlerin bulunmasında yatıyor. Kitlelerce nefret edilen eski rejim partilerinden bu görevi üstlenmeleri beklenemeyeceğinden, son dönemde Batılı çevrelerde politik İslam’ın “o kadar da ürkütücü olmadığı” keşfedilmekte, kamuoyu “oluşturucuları” Müslüman Kardeşler’in radikal özelliklerini bırakarak Türkiye’deki AKP benzeri “reformist” bir çizgiye geçmiş olduklarına ilişkin makaleler yazmakta, TV demeçleri vermekteler. Kendi cephelerinden İslamcı gruplar da bu görüşleri onaylayıcı açıklamalarda bulunarak, devrimlerin doğurduğu iktidar boşluğunu emperyalizmin koltuk değnekliğini yaparak doldurmaya talip olmaktalar. Bununla birlikte 22 yıllık İngiltere sürgününden sonra Tunus’a dönen Raşid Gannuşi’nin Ennahda (“Diriliş”) partisinin; Mısır’da Mübarek’in atadığı Ömer Süleyman hükümetiyle alelacele pazarlık masasına oturarak kitlelerin tepkisini çeken, şimdilerde de Özgürlük ve Adalet Partisi’ni kuran Müslüman Kardeşler’in, devrime öncülük etmiş olan ve politik İslam’la pek yakın bağı bulunmayan kent gençliğini, grev seferberliği içindeki işçi sınıfını ve komiteler hareketini parçalayarak kendine kazanabilmesi oldukça güç. Mısır’da devrimci ayaklanmanın en sıcak günlerinde ortadan kaybolan El Baraday ise kendi güçsüzlüğünün farkında, bu nedenle de rejimden seçimler için altı ay yerine bir senelik hazırlık süresi istiyor. Her iki ülkede de devrimin karşısındaki en önemli ve en büyük güç, kitlelerin hâlâ biraz sempati biraz da çekinceyle baktıkları silahlı kuvvetler. Sempati, sıradan –ücretsiz mecburi askerlik hizmetine alınmış- Mısırlı ve Tunuslu erlerin kendilerinden sadece üzerlerinde üniforma olmaması nedeniyle ayrılan gençlere, işçilere, yoksul insanlara ateş açmaya gönüllü olmamalarından; bunun ayırtında olan komutanların, silahların kendilerine çevrilebileceği endişesiyle ateş açma emri vermekte tereddüt etmelerinden; ve nihayet, ordunun parçalanması halinde rejimin tamamen çökeceğine kanaat getiren genel kurmayların, rejimi kurtarabilmek için devlet başkanlarını Bahar 2011 -
17
Arap Devriminin Öğrettikleri
kurban etmeye karar vermelerinden kaynaklanıyor. Çekince ise, her iki ordunun da onlarca yıldan beri diktatörlük rejiminin temel direği olduğunu bilen ve komutanların rejimlerin kendilerine sunmuş olduğu sosyal ve ekonomik ayrıcalıklardan kolayca vazgeçmeyeceklerini hisseden kitlelerin ordu ile demokrasi kavramlarını –haklı olarak- aynı çerçeveye yerleştirmekte güçlük çekmelerinin bir sonucu. Bu yüzden de her iki ülkede de, ordu koruması altındaki eski rejim artığı hükümetlerin derhal lağvedilerek yerlerine yeni ve “sivil” geçici hükümetlerin kurulmasını talep eden kitle seferberlikleri halen sürmekte. Burjuva devletin tamamen çökmesini engellemek için feda edilenler sadece Bin Ali ve Mübarek ya da onların devlet hazinesini kendi özel kasaları haline çeviren aileleri değildi. Her Bonapartist rejimde olduğu gibi Tunus ve Mısır’da da diktatörler, ellerinde bulundurdukları rejim aygıtları sayesinde toplumun üzerinde ayrıcalıklı ve sömürücü bir toplumsal kabuk oluşturan sivil ve asker bürokrasinin temsilcileriydi. Şimdi Bin Ali ve Mübarek yok ve yarın belki bunların “tek partisi” RCP ve NDP de olmayacak; ama bu partilerin eski iktidar üyeleri ve ileri gelenleri bürokrasinin sadece birer temsilcisi ya da avukatı idi, zengin burjuvalardan oluşan bir erkân, ama sadece bir avuç insan. Oysa rejimin aygıtlarını, devlet dairelerini, yargı organlarını, kamu işletmelerini, polis ve gizli servis teşkilatlarını, askeri karargâhları, üniversiteleri, resmi yayın basın organlarını, vb. dolduran on binlerce rütbeli ve rütbesiz ayrıcalıklı “devlet memuru”, yani bizzat bürokrasinin kendisi halen yerinde. Sadece bürokrasi de değil; onun sayesinde toplumsal artık değeri kendi özel sermaye birikimlerine ve yatırımlarına yönlendiren, ucuz devlet kredisi olanaklarından yararlanan, devlet ihaleleri aracılığıyla milyonlar kazanan, özelleştirmeler sayesinde eski kamu işletmelerini kendi mülki envanterlerine geçiren, bankaları aracılığıyla devlete “borç” verip faizler üzerinden halkın soyulmasına katkıda bulunan ve bu yolla milyarderler haline gelen, yüzlerce ve binlerce kapitalist ve mali silahşor da rejimin bütün bütün çökmesini istemeyecektir. Mısır’da, mülkiyetinde bulundurduğu devasa araziler üzerinde alışveriş merkezleri, konut kentler, turistik yatırımlar, lokantalar, eğlence siteleri kuran ve ülke ekonomisinin yaklaşık yüzde 40’ını denetlediği belirtilen silahlı kuvvetlerin, sırf “ahali istedi diye” görevlerinin birliklerindeki ”barışçıl” talimlerle sınırlandırılmasını kabul etmesi beklenemez. Tunus ve Mısır’da kitleler demokrasi istiyor, ama bunu ideolojik bir hevesle değil, toplanma, gösteri, grev ve ifade özgürlüklerinden, partilerden ve parlamentodan, toplumsal ve ekonomik haklarına kavuşmakta yararlanabilmek amacıyla yapıyorlar. Demokratik hakların kazanılmasında ulaşılacak her mevzi Arap emekçilerinin yoksulluğa ve sömürüye karşı talepleri uğruna mücadelede yerleşecekleri ve kullanacakları birer siper haline gelecektir. İşte tam da bu nedenle devrim, her iki ülkede de grevlerde ve diğer işçi mücadelelerinde yepyeni ve devasa bir dalganın patlamasına yol açtı. Her kesim, on yıllardan beri talep etmek istediği, ama asker-polis rejiminin baskıları nedeniyle bunu yapamadığı ekonomik ve sosyal istemlerine ulaşabilmek için harekete geçmiş durumda. Geçici hükümetler ve generaller, bir yandan demokrasi tavizleri vaat ederken öte yandan gençlerin evlerine, işçilerin de işyerlerine dönmelerini istiyorlar. Kitlelerin demokratik atılımı bir sürekli devrim haline dönüşme eğilimi gösterirken, rejim burjuva mülkiyeti kurtaracak yeni bir düzenleme arıyor. Yani, devrim ve karşıdevrim karşı karşıya geliyor. Karşıdevrimin Tunus ve Mısır’daki stratejisi, emperyalizm ile işbirliği içinde yeni kurulacak olan burjuva demokratik aygıtlar (çok partili parlamenter sistem, politik ve sendikal örgütlenme ve ifade özgürlükleri içeren bir Anayasa, sivil yargı, vb.) aracılığıyla rejimin temel direklerini ve finans kapitalin egemenliğini koruma altına almak (yarı Bonapartizm); gene onların aracılığıyla ve tabii başta İslamcı burjuva partiler olmak üzere uzlaşmacı kitle önderliklerinin işbirliğiyle kitlesel seferberliklere son vermek, olacaktır. Bu strateji, demokratik kazanımlarını yoksulluğa ve toplumsal eşitsizliğe karşı mücadelelerinde araç olarak kullanacak kitlelerin talepleriyle kaçınılmaz 18
Sosyalist Düşünce Dergisi
Arap Devriminin Öğrettikleri
olarak çatışmaya girecektir. Tunus ve Mısır’da dış borç ödemeleri durdurulmadan, özelleştirilen tüm işletmeler tekrar kamu mülkiyeti haline dönüştürülmeden, bankalar ve stratejik sanayi kuruluşları devletleştirilmeden, askeriye dâhil devletin ve kapitalistlerin mülkiyetindeki işletmelerde işçi denetimi kurulup emekçi halk lehine merkezi bir ekonomik planlama yapılmadan, çokuluslu şirketler ülkeden kovulmadan, yoksul Arap emekçilerinin günde üç defa karınlarını doyurup, insanca sağlık ve eğitim hizmetlerinden yararlanabilmesi, kentleri dolduran ve nüfusun büyük bir bölümünü oluşturan milyonlarca eğitimli eğitimsiz gencin iş bulabilmesi, aşiret reislerinin baskısı altında kan kusan köylülerin geçimlik araziye kavuşması olanaklı olmayacaktır. Ama bunların gerçekleştirilmesi, rejimin elindeki her şeyi ondan almak, yani rejimi yıkmak demektir. Arap devrimi bütün cepheleriyle tarihe yepyeni bir zenginlik katıyor, devrimci Marksist kuramı ve yöntemi ciddi bir deneyden geçiriyor. İnsan iradesinin ve gençlik ateşinin devrimci proletaryanın programı ve örgütü ile buluştuğu nokta insanlığın kurtuluşu yolunda yepyeni bir sıçrama noktası olacaktır. “İnsanlık kültüründe yaşanan bugünkü kriz, proletarya önderliğinin krizidir.” (L. Troçki)
Şubat 2011
Bahar 2011 -
19
Dosya
Rejim Nereye Gidiyor?
Yusuf Barman
Türkiye’de bir rejim krizinin yaşanmakta olduğunu herkes söylüyor. Bu konuya ilişkin olarak kendisini demokrasi ve sosyalizm kampında tanımlayan çevreler içinde ve arasında bir süreden beri yaşanan tartışmalar özellikle hükümetin bazı Anayasa maddelerinde öngördüğü değişiklikleri referanduma sunması sırasında iyiden iyiye yoğunlaştı. Bu anlaşılabilir bir durumdu, zira her seçim ya da halk oylaması sadece politik çevrelerde değil, kitleler arasında da politik tansiyonun yükselmesine ve ülkedeki en önemli sorunların acil gündeme çekilip tartışılmasına fırsat yaratır. Ne var ki, bugün bu tartışmalarda ciddi bir düşüş göze çarpıyor. Referandum öncesi üç ana tutumun –Evet, Hayır, Boykot- savunucuları kendi iddialarının bilançosunu çıkarmakla birlikte, halk oylamasıyla birlikte bazı Anayasa maddelerinde gerçekleştirilen değişikliklerin rejimin yapısında ne tür bir değişiklik yarattığını veya yaratacağını pek açıklamıyorlar. Üstelik ne Evetçiler rejimin demokratikleşmesi doğrultusunda önemli bir adımın atıldığı, ne de Hayırcılar “sivil diktatörlüğe” geçildiği iddiasındalar. Kürdistan’da Boykot oylarının beklenildiği gibi yüksek çıkmasının da rejimin niteliğinde bir dönüşüm yarattığını iddia edene rastlanmıyor. Oysa oylama öncesi tartışmaların şiddeti, karşılıklı suçlamaların keskinliği, 12 Eylül 2010’un Türkiye’deki rejim için bir Milat oluşturacağı sanısını uyandırıyordu. Ama bugün her politik çevre 12 Eylül öncesi politik söylemini tekrarlamaya devam ediyor. O halde bunca tartışmaya ne gerek vardı? Kuşkusuz devlet kurumlarındaki her düzenleme sonuçlarını bugünden yarına vermeyebilir. Örneğin Anayasa Mahkemesinin üye bileşiminin belirlenmesinde hükümetin söz sahibi olmasının rejimin niteliğinde ne türlü değişikliklere yol açacağını görebilmek için, bu üyelerin atanmasını beklemek ve yeni üye bileşimiyle Mahkemenin Anayasayla ilgili önemli konularda alacağı kararları görmek gerekebilir. Ama bugünden sorulabilecek sorular da var. Örneğin, bazılarının iddia ettiği gibi, hükümet atamalarının Mahkemenin üye yapısında belirleyici olması yargı erkini yürütmenin 20
Sosyalist Düşünce Dergisi
Rejim Nereye Gidiyor?
denetimine tabi kılmak anlamına mı geliyor? Eğer öyleyse, rejimin karakterinde burjuva demokrasisinden Bonapartizme doğru bir kayma mı söz konusu olmakta? Yoksa bu değişiklik, “yeterli olmamakla birlikte” tam tersine, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun gözetimi altındaki diktatoryal bir rejimden burjuva demokrasisine doğru atılmış bir adımı mı temsil ediyor? Bir başka soru ise şu: Eğer CHP ve MHP’yi Kemalist baskı rejiminin savunucuları olarak görüyorsak, ileride bu partilerin iktidarda olacağı bir dönemde Anayasa Mahkemesinin üye yapısını kendi tercihleri doğrultusunda belirlemeleri durumunda, bu kez burjuva demokrasisinden Bonapartizme doğru bir “barışçıl” dönüş mü yaşanacak, yoksa “sivil diktatörlük” daha da mı ağırlaşacak ve/ veya faşizan bir karakter mi kazanacak? Bu sorular bizce önemli ve rejimin niteliğinin doğru bir biçimde belirlenmesiyle ilgili. Proletaryanın ve özellikle de onun öncüsünün önündeki görevler bu sorulara verilecek doğru yanıtlarla belirlenecektir. Biz Türkiye’deki rejimin Bonapartist olarak tanımlanmasının doğru olduğunu düşünüyoruz. Esasen, Kemalizm olarak adlandırılan sistem Marksist literatürde Bonapartizm olarak ifade edilen geniş bir asker-polis denetimli rejimler yelpazesinin içinde yer alıyor; tabii, kendine özgü nitelikleriyle birlikte. Bu açıdan, önce Bonapartizmin temel özelliklerini sıralamak, ardından da “kendine özgü” bir Bonapartizm türü olarak Kemalizmi tanımlamak, günümüzde sürmekte olan rejim krizinin nereye doğru evrilmekte olduğunu kavrayabilmek açısından yararlı olacaktır. “Klasik” ve Gerici Bonapartizm Marksizm açısından taşlaşmış genellemeler son derece tehlikeli olmakla birlikte, olguların niteliğinin belirlenmesinde tarihin deneyiminden başarıyla geçmiş kavramların ve tanımların araç olarak kullanılması oldukça aydınlatıcı olabiliyor. Örneğin, rejimlerin tanımlanmasında yararlanılan liberalizm, burjuva demokrasisi (parlamenter demokrasi), faşizm gibi kategoriler, o rejimlerin genel niteliklerinin tarifinde olduğu kadar, onlara karşı yürütülen sınıf mücadelesinin önündeki tarihsel sorunların ve hedeflerin belirlenmesinde de son derece işlevseldir. Kuşkusuz hiçbir rejim bir diğer benzerinin tıpatıp aynısı değildir. Dolayısıyla Marksistler aynı kategori altında toplanabilecek çeşitli ülke rejimlerinin aralarındaki farklılıkları, her birinin tarihsel ve özgün yanlarını tahlil edebilmek zorundadırlar. Emperyalist Britanya krallığının burjuva demokrasisi ile emperyalist basın tarafından “dünyanın en büyük demokrasisi” olarak adlandırılan, ama son on yıldır GSMH’sındaki devasa büyümeye rağmen hâlâ yarısömürge olan ve kast sistemine mahkûm durumdaki Hindistan’ın parlamenter sistemi arasında doğu ile batı kadar fark vardır. Modern sınıfların oluşum ve gelişim tarzıyla birlikte sınıf mücadelelerinin tarihsel özellikleri, aynı kategori altında toplanabilecek rejimlerin kurumsal, politik, toplumsal, kültürel, vb. açılardan farklı özellikler kazanmasına neden olur. Her burjuva rejimi gibi demokrasi de bir burjuva diktatörlüğü olarak baskı öğesini içinde taşır; buna karşılık, faşizmin yarattığı “özgürlüklerden” yararlanan egemen sınıf kesimleri de vardır. Ama yegâne burjuva rejim türleri bu ikisiyle sınırlı değildir. Nahuel Moreno’nun ifadesiyle, demokrasi ile faşizmi bir tren hattının iki uç istasyonu olarak düşünecek olursak, arada bir de Bonapartizm durağı bulunur. Bonapartizm, faşizm ile burjuva demokrasisinin bir karışımı değil, sınıfsal ve kurumsal yapılanma açısından farklı bir rejim biçimidir. Politik bir kategori olarak bu kavramın Karl Marx’ın Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i adlı yapıtından miras kaldığını biliyoruz. Marx bu yapıtında, uygulamalarıyla görünürde sınıfların üzerine yükselen, bütün sınıflar adına hareket eden, ama “birinden almadan diğerine veremeyen” bir rejim biçiminin doğduğunu anlatır. “İkinci Bonaparte altında devlet tamamen özerkmiş gibi bir görünüm kazanır.”1 Marks bunu şöyle açımlar: 1 Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, (düzeltilmiş çeviri), bak.: http://www.kurtuluscephesi.com/marks/18brumaire.html. Bahar 2011 -
21
Rejim Nereye Gidiyor?
Bağımsız bir güç haline dönüşmüş yürütme erki olarak, Bonaparte, misyonunun “burjuva düzenini” güvence altına almak olduğuna inanıyor. Ama bu burjuva düzeninin gücü orta sınıfta yatar. Bu nedenle kendisine orta sınıfın temsilcisi gözüyle bakıyor ve bu anlayışla kararnameler yayınlıyor. Ama Bonaparte’ın kendisi bir şeyse eğer, bu, orta sınıfın siyasal etkinliğini kırdığı ve her gün de kırmakta olduğu içindir… Zatın bu çelişik görevi, onun hükümetinin çelişkilerini, sağa sola yalpalamalarını, şimdi bu sınıfı sonra bir ötekini, bir yanına çekip bir aşağılamasını, böylece hepsini birden karşısına almasını açıklar. Uygulamadaki kararsızlıkları, amcasını taklit ederek özendiği buyurgan ve kategorik yönetim tarzıyla son derece komik bir tezat oluşturmakta.2 “Tüm sınıfların üzerine yükselmiş gibi görünen” bir rejim türü olarak Bonapartizm tanımını Lev Troçki, Louis Bonaparte’ın amcası Napolyon Bonaparte’ın iktidarını da içerecek biçimde geliştirir ve o dönemde bu rejimin üstlendiği işlevi izah eder: Küçük Korsikalı’nın (Napolyon Bonaparte-Y.B.) kendisini genç bir burjuva ulusun üzerine yükseltebilmesi için devrimin temel görevini –toprakların köylülere devri- tamamlamış ve yeni toplumsal temel üzerinde muzaffer bir ordunun yaratılmış olması gerekiyordu. 18. yüzyılda bir devrim daha öte bir noktaya gidemezdi: ancak bu noktadan sekip geriye doğru gidebilirdi. Ama bu geri sekme onun temel kazanımlarını tehlikeye sokuyordu. Bunlar her ne pahasına korunmalıydı. Burjuvazi ile proletarya arasındaki giderek derinleşen ama henüz çok ham haldeki antagonizma, temellerine kadar sarsılmış haldeki ulusu müthiş bir gerilim altında tutuyordu. Bu koşullar altında bir ulusal “hakem”in varlığı zorunluydu. Napolyon büyük burjuvaziye zenginleşme, köylülere kendi toprak parçalarını elde etme, köylülerin çocuklarına ve serserilere de savaş ganimetleri kazanma garantisi verdi. Hakemin elinde kılıç vardı ve aynı zamanda infaz memuru görevini üstlenmişti. Birinci Bonaparte’ın Bonapartizmi sağlam bir biçimde kurulmuştu.3 Troçki’nin bu tarifi 18. ve 19. yüzyılların Bonapartizmine aittir. Burjuva devrimleri yaygınlaşmakta ve ama feodal gericiliğin ve monarşilerin tepkisiyle çatışmakta, elde ettiği kazanımlardan her an geri dönme tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır. Bu sadece kapitalizm öncesi sınıfların gericiliğinden değil, burjuvazi arasında “henüz tam olgulaşmamış olmakla birlikte giderek derinleşen” çelişkilerin ulusu temellerinden sarsmasından kaynaklanmaktadır. Devrimin öncülüğünü yapan burjuvazi yönetim aczi içindedir, proletarya ise bütün isyanlarına karşın kendi rejimini kurma tarihsel gücüne henüz ulaşamamıştır: burjuva devriminin kazanımları tehlikededir. Bu noktada, “burjuva düzeni” koruyacak, devrimin kazanımlarını garanti altına alıp kapitalist özel mülkiyet sistemini “herkese rağmen” ve görünürde “herkesin üzerinde ve ötesinde” sağlamlaştıracak bir baskı rejimine, bir “hakeme” ihtiyaç doğar. Bonapart(lar) ve onların adıyla anılan rejim türü bu ihtiyacın ürünü olarak doğar. Bu, “klasik” Bonapartizmdir. Amacı, burjuva devrimlerin kazanımlarını feodal gericiliğe karşı korumak ve yaygınlaştırmaktır. 20. yüzyılda açılan emperyalist çağda ise Bonapartizmin bu göreli “ilerici” niteliğinde ve işlevinde köklü bir değişiklik gerçekleşir. Bu çağda kapitalizm çürümeye yüz tutmuş, burjuvazi ilerici niteliğini yitirmiş, burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişkiler tam anlamıyla olgunlaşmış ve proletarya kendi devrimini yapma tarihsel düzeyine ulaşarak kapitalizmin mezar kazıcısı haline gelmiştir. Burjuva düzen artık feodal gericiliğin “geri dönüş” tehdidi değil, proletaryanın toplumu özel mülkiyetin ve ulusal sınırların ötesine doğru ileri çekme isteği ve bilinciyle karşı karşıyadır. Bu dinamik altın2 Ibid., (düzeltilmiş çeviri). 3 Lev Troçki, Rus Devriminin Tarihi, c.2, Yazın Yayıncılık, İstanbul, 1998, s.164 (düzeltilmiş çeviri).
22
Sosyalist Düşünce Dergisi
Rejim Nereye Gidiyor?
da demokratik parlamenter rejimin yıkılma tehlikesi karşısında (ve faşizmin henüz bir seçenek haline gelmediği ya da getirilmesinin daha büyük tehlikelere yol açabileceği durumlarda), Bonapartizm bir kez daha kendini burjuva düzenin koruyucusu olarak öne sürer. Ama bu kez işlevi, önceki yüzyıllardakinden daha farklıdır: Bu çürüme çağı Bonapartizmi ile, sadece burjuva devrimin politik ilkelerinin mezar kazıcısı olmayıp aynı zamanda onun toplumsal kazanımlarının savunucusu olan genç, ilerleyen Bonapartizmi her zaman net bir biçimde birbirinden ayırdık.4 Tarihsel olarak Bonapartizm burjuva toplumun kriz dönemlerinde ortaya çıkan burjuva yönetimiydi ve halen de öyledir. Burjuva devrimin saf kapitalist kazanımını sağlamlaştıran “ilerici” Bonapartizm ile kapitalist toplumun çürüme döneminin Bonapartizmi, çağımızın çalkantılı Bonapartizmi (von Papen, Schleicher, Dollfuss ve Hollanda Bonapartizminin adayı Colijn, vb.) arasında ayrım yapılabilir ve yapılmalıdır.5 Dolayısıyla emperyalist çağda Bonapartizmin niteliğini ve işlevini yeniden ve bu kez ortaya çıkan yeni tarihsel örneklerinin ışığı altında tanımlamak gerekiyordu. Troçki bunu şöyle yapar: Bonapartizmden, ekonomik olarak egemen sınıfın, demokratik yöntemlerle hükümet etmek için gerekli araçlara sahip olmakla birlikte, -mülkiyetini elinde tutabilmek için- iktidarın bir asker ve polis aygıtının, taçlandırılmış bir “kurtarıcı”nın denetimsiz egemenliğinde olmasına göz yummak zorunda kaldığı rejimi anlıyoruz. Bu tip bir durum, sınıf çelişkileri özel bir keskinlik kazandığı zaman doğar; Bonapartizmin hedefi, patlamaları önlemektir. Burjuva toplumu bu tip dönemlerden birden çok kez geçmiştir; ama bunlar, deyim yerindeyse, sadece denemelerdi. Kapitalizmin bugünkü çürümüşlüğü sadece demokrasinin tüm destek temelini nihai olarak yok etmekle kalmadı; aynı zamanda eski Bonapartizmin tamamen yetersiz olduğunu açığa çıkardı; onun yerini faşizm aldı. Bununla birlikte, demokrasi ile faşizm arasında bir köprü olarak (1917’de Rusya’da demokrasi ile Bolşevizm arasında bir “köprü” olarak), demokrasinin üzerine yükselen ve her iki kesimle uzlaşan, bir yandan da aynı zamanda egemen sınıfın çıkarlarını koruyan bir “kişisel rejim” ortaya çıkmakta. Bonapartizm teriminin tamamen aydınlatılabilmesi için bu tanım yeterlidir.6 Troçki’nin Bonapartist rejime ilişkin olarak yaptığı, “kurtarıcının denetimsiz egemenliği”, “her iki kesimle uzlaşma” gibi tanımlamalardan bu yönetim tarzının sınıf temelinden yoksun olduğu, tümüyle sınıfların üzerine yükseldiği ya da salt bir küçük burjuva diktatörlüğü olduğu sonuçlarını çıkarmamak gerekiyor. Hükümet, parlamento çoğunluğunun yürütme gücü olarak değil, mücadele halindeki iki tarafın arasındaki bir hâkim-hakem biçiminde karşımıza çıkıyor. Bununla birlikte, ulusun üzerine yükselmiş bir hükümet havada asılı halde değildir. Mevcut hükümetin gerçek ekseni polisten, bürokrasiden ve askeri zümreden geçmektedir. Parlamentarizm dekoru ardında kötü bir biçimde gizlenmiş bir asker-polis diktatörlüğü ile karşı karşıyayız. Ulusun hâkimi-hakemi olarak kılıcın yönetimi: Bonapartizm işte tam da budur. Kılıcın kendi başına bağımsız bir programı yoktur. O, “düzenin” aracıdır. Var olanı korumak için çağırılmıştır. Bonapartizm, kendi öncülü Sezarizm gibi ken4 Writings of León Trotsky-1934-35, Pathfinder Press, New York, 1974, s.181. 5 Writings of León Trotsky-1933-34, Pathfinder Press, New York, 1972, s.107. 6 L. Trotsky, Otra vez sobre la cuestión del bonapartismo; El bonapartismo burgués y el bonapartismo soviético, Mart 1935, bak.: http://www.marxists.org/espanol/trotsky/ceip/escritos/libro4/T06V203.htm. Bahar 2011 -
23
Rejim Nereye Gidiyor?
dini politik olarak sınıfların üzerine yükselterek, toplumsal açıdan her zaman ve bütün çağlarda sömürenlerin en güçlüsünün ve en kararlısının temsilcisi olmuştur; bu nedenle günümüz Bonapartizmi, bürokrasinin, polisin, subaylar kastının ve basının en üst kesimlerini yönlendiren, esinlendiren ve yozlaştıran mali sermayenin hükümeti olmaktan başka bir şey olamaz. Mali sermayenin gücü, herhangi bir anda ve herhangi bir biçimde kendi isteğine uygun bir hükümet oluşturabilmek yeteneğinde yatmaz; o bu yeteneğe sahip değildir. Onun gücü, proleter olmayan bütün hükümetlerin mali sermayeye hizmet etmek zorunda kalması olgusunda yatar; daha iyi bir deyişle, mali sermaye, kendisine ait çürüyen her egemenlik sistemini, değişen koşullara daha uygun bir başka sistemle değiştirme olanağına sahiptir.7 Troçki’nin emperyalist çağ Bonapartizmine ilişkin bu söyledikleri bu rejim tipinin tanımlanması açısından oldukça aydınlatıcı ve yeterlidir. Üstelik emperyalist çağın asker-polis-bürokrasi diktatörlüğü olarak, Kemalist rejimi bu genel tanım içine yerleştirmemize yardımcı olur. Ama biraz daha ilerleyelim. Sui Generis Bonapartizm Olarak Kemalizm Troçki’nin yukarıda yaptığı, Bonapartizmin “ulusun üzerine yükselen”, “denetimsiz egemenlik sahibi”, “hâkim-hakem” rolü üstlenen bir “asker-polis-bürokrasi” diktatörlüğü olduğuna ilişkin açıklamaları, Kemalizmin tarifine neredeyse tamamen denk düşmektedir. Bununla birlikte bu rejim tanımının iki unsuru, yani “mali sermayeye hizmet ediyor” olması ve hâkim-hakem rolünü “çarpışmakta olan iki kampın arasında” oynaması, kuruluş anında (daha sonra kazanacağı biçimiyle değil; buna daha sonra değineceğiz) bu tip bir burjuvaziden yoksun olan ve burjuvazi ile proletaryanın arasındaki mücadelenin değil, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılma koşullarının ve I. Dünya Savaşı’nın ürünü olan Kemalist yönetim sistemini ortaya çıkaran toplumsal ve politik dinamiklere karşılık gelmez. Aslında, Troçki’den yukarıda alıntı yaptığımız tanımlamalar, daha çok Almanya, İtalya ve Fransa gibi emperyalist Avrupa ülkelerinde beliren Bonapartist rejimlerin genel karakterine ilişkindir. Troçki, 1929-33 arasında İstanbul’da sürgünde bulunmuş olmasına karşın -sürgünlüğünün temel koşulu olarakTürkiye’nin iç politikasına ilişkin bir değerlendirmede bulunmamış, Kemalizme ilişkin bir tarif getirmemiştir. Bununla birlikte daha sonra, özellikle 1937 başında Meksika’ya geçişinden itibaren, Latin Amerika’daki sömürge ve yarısömürge ülkelerdeki rejimleri yakından incelemiş ve Bonapartizmin bu ülkelerde aldığı biçime ilişkin görüşler geliştirmiştir. Onun bu yeni tanımlamaları bizi Kemalizm olgusunun doğru tarifine bir adım daha yaklaştırır. Bu tip sömürge ve yarısömürge ülkelerde ulusal burjuvazi son derece zayıftır ve asıl sömürücü unsur emperyalizmdir. Ulusal sermaye birikiminin son derece sınırlı ve burjuvazinin halk kitleleri arasında henüz “çözünük” halde bulunduğu bir evrede, sömürücü emperyalizm ile ulusal burjuvazi dâhil halk kitleleri arasında bir “hakeme” ihtiyaç doğar ve böylece sui generis (kendine özgü) bir Bonapartizm tipi ortaya çıkar. Bu tip hükümetler esas olarak emperyalizmin aracı olarak gerici bir karakter taşırlar. Ama bazı örneklerinde, tarihsel uzaklıklarına karşın, 19. yüzyılın klasik Bonapartizmi işlevini üstlenerek görece “ilerici” bazı özellikler üstlenirler. Buna karşılık, bütün bu Bonapartist ya da yarı Bonapartist rejimlerin esas işlevi, proletaryanın iktidara doğru ilerlemesini frenlemek ve emperyalizm ile olan sürtüşmeleri burjuva mülkiyetin sınırları içinde tutmaktır. Sanayi açısından geri ülkelerde yabancı sermaye belirleyici bir rol oynar. Ulusal burjuvazinin ulusal proletaryaya ilişkin olarak görece zayıflığı buradan kaynaklanır. 7 Lev Troçki, Bonapartizm ve Faşizm, 15 Temmuz 1934, Mesafe sayı 7, s.64.
24
Sosyalist Düşünce Dergisi
Rejim Nereye Gidiyor?
Bu durum devlet yönetiminde özel durumlara yol açar. Hükümet yabancı sermaye ile ulusal sermaye arasında, görece zayıf ulusal burjuvazi ile görece güçlü proletarya arasında salınır. Bu, hükümete kendine özgü Bonapartist bir nitelik, özel bir doğa kazandırır. Diyebiliriz ki, onu sınıfların üzerine yükseltir. Gerçekte yönetimini, ya kendini yabancı sermayenin bir aracı haline dönüştürerek ve proletaryayı bir polis diktatörlüğünün zincirleri altında boyun eğdirerek, ya da proletarya karşısında manevralar yaparak, hatta ona tavizler vererek, böylece yabancı sermayedarlar karşısında belirli bir özgürlük elde etme olanağına sahip olarak sürdürebilir.8 Troçki’ye göre Meksika’da demiryollarını ve petrol şirketlerini millileştiren Cardenas hükümeti ikinci seçenek içinde yer alıyordu. Bu haliyle “kendine özgü ve görece ilerici” diye tarif edilebilecek olan Cardenasçı Bonapartizm, desteğini aradığı köylü yığınlara toprak dağıtarak, ulusal sermayeyi emperyalist mali sermaye karşısında korumaya çalışarak ve proletaryaya kısmi demokratik ve politik tavizler vererek demokratik devrimin belirli sınırlar içinde de olsa ilerletilmesinde etkin olabilmekte ve bir anlamda 19. yüzyıl klasik Bonapartizminin üstlendiği işlevi anıştırmaktadır. Ama bu sadece bir anıştırmadır, zira emperyalist çağda, emperyalizmle olan bütün diplomatik ve politik sürtüşmelerine karşın yarısömürge bir kapitalist ülkede burjuvazinin ya da herhangi bir Bonapartist rejimin demokratik devrimin temel sorunlarını (toprak devrimi, uluslar sorunu, ulusal bağımsızlık, demokrasi) nihai bir biçimde çözmesi olanaklı değildir. Günümüz Meksika’sının olduğu kadar “ilerici” Bonapartizme gösterilebilecek diğer örnekler olan Nasırcılığın ya da Peronculuğun egemenliği altında ileri atılımlar yapan Mısır’ın ve Arjantin’in bugün hâlâ emperyalizme bağımlı yarısömürge ülkeler olmaları gerçeği, emperyalist çağda demokratik devrimin görevlerinin ancak proletaryanın iktidarı altında yerine getirilebileceğini öngören Sürekli Devrim kuramının tüm geçerliliğini korumakta olduğuna işaret eder. Türkiye’de ise Kemalist rejim tamamen farklı bir dinamik içinde ve Troçki’nin tarif ettiği “kendine özgü” Bonapartizmin birinci biçimi halinde, “kendini yabancı sermayenin bir aracı haline dönüştürerek” ve proletaryayı ve halk kitlelerini asker-polis diktatörlüğünün zincirleriyle bağlayarak kuruldu. Bu nokta, Kemalist rejimi klasik ya da “ilerici” Bonapartizmden ayıran ve onu “kendine özgü” kılan özelliklerini anlamamıza yardımcı olur. Öncelikle Kemalizmin birdenbire ve salt askeri nedenlerle 1919-23 döneminde ortaya çıkmış bir politik-ideolojik akım değil, ama Genç Türk hareketinin ve ardından İttihat ve Terakki’nin Cumhuriyet rejimi altında devamı olduğunu anımsamalıyız. Bu akımın mutlakıyetçi Sultanlık rejimine karşı modern bir devlet yaratma doğrultusundaki mücadelesi, Osmanlı İmparatorluğu içinde burjuva demokratik devrimin “tarihsel bakımdan” ileri doğru bir atılımı olmakla birlikte, bir politik rejim olarak onun burjuvazi ile proletarya arasında keskinleşen sınıf mücadelesinin bir ürünü olarak her iki kampın da üzerine yükselen ve demokratik devrimin sorunlarını burjuvazi adına ve kılıç zoruyla çözen bir “hâkim-hakem” işlevi üstlendiğini söylemek olanaklı değil. İttihatçıları ve ardından Kemalistleri yaratan toplumsal ve politik dinamik, ekonomik açıdan egemen sınıf olarak burjuvazinin politik yetersizliği değil, Saltanat bürokrasisinin (askeri ve sivil) önemlice bir kesiminin bizzat kendi toplumsal var oluşunu sürdürebilmek için, kendi “mülkiyetini”, yani devleti ayakta tutabilme girişimi ve çabasıydı. Genç Türklerin ve İttihatçıların (ve daha sonra Kemalistlerin) kapitalist özel mülkiyet ve sonunda ırkçı anlayışa gelip dayanan ulusal devlet anlayışları ve bu temelde geliştirdikleri politik yönelişleri elbette burjuva ideolojisinin kapsamı dâhilindedir. Ama bu tarihsel perspektif, Osmanlı burjuvazisinin dayatmasıyla değil, bir anlamda bizzat doğabilecek bir modern burjuva sınıfın tahribine yönelik olarak doğmuş ve gelişmiştir. Yarısömürge bir imparatorlukta dönemin koşulları altında birikebilecek yegâne ser8 León Trotsky, La industria nacionalizada y la administración obrera, 12 Mayıs 1939, bak.: http://www.archivoleontrotsky.org/phl/www/arquivo/dossies/industrianac.pdf. Bahar 2011 -
25
Rejim Nereye Gidiyor?
mayeyi elinde bulunduran Yahudi, Ermeni ve Rum burjuvaziyi politik açıdan hadım, ekonomik açıdan tahrip ve hatta fiziki açıdan imha eden bir politik akımın iktidarı tabii ki havada asılı kalmış, “devleti kurtarma” çabalarının toplumsal temeli boşalmış ve sonuçta ayakta durma çabaları, Alman emperyalizminin yanında halk kitlelerini kırıma süren bir macera ve devletin dağılmasıyla sonuçlanmıştır. Böyle bir akımın devamcısı olan Kemalizmin kurduğu “modern ulusal devlet” her şeyden önce kendine bir toplumsal temel yaratma zorunluluğuyla karşı karşıya kalmıştır. Kemalizm, sivil ve asker bürokrasinin ulusun üzerine yükselen diktatörlüğü olarak doğmamış, bu bürokrasinin elinde tutmayı başardığı topraklarda kendisi için bir “ulus yaratma” girişiminin aracı olmuştur. Türk Bonapartizminin en ayırt edici öğelerinden biri, Kürtlerin imhası ve inkârı, Ermenilerin soykırıma uğratılması, Rumların zorunlu göçe maruz bırakılması ve Yahudilerin toplumdan dışlanması temeline dayalı, ırkçı ulus inşası projesi ve uygulamasıdır. Bu uygulama aynı zamanda rejimin modern bir burjuvazi yaratma çabalarının da temeli olurken, özellikle Yahudi, Ermeni ve Rum sermayedarların yağmalanan mülkiyeti “Türk burjuvazisinin” ilksel sermaye birikimini oluşturmuştur. Bütün bunlar dikkate alındığında Kemalizmin, burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişkilerin itmesiyle ulusun üzerine yükselen değil, elinde bulundurduğu devlet aracıyla yukarıdan aşağıya bir ulus ve burjuvazi inşa etmeye girişen ve bu yönleriyle kendine özgü bir Bonapartizm olduğunu söyleyebiliriz. Onun bu tarihsel özelliği emperyalizmle olan ilişkisini de belirlemiştir. Kemalizm kurmaya çalıştığı devleti gerçekleştirebilmek için halk yığınlarını askeri açıdan seferber etmekle birlikte, bunu elde ettikten sonra onları her bakımdan, özellikle politik açıdan “terhis” etmiştir. Osmanlı’dan kendi payına düşen dış borçları emperyalist ülkelere imanı yerinde bir yarısömürge ülke olarak ödemeye devam eden ve daha başından itibaren ülkenin kapılarını emperyalist sermayeye açan Türk Bonapartizmi, “kendini yabancı sermayenin bir aracı haline dönüştürerek ve proletaryayı bir polis diktatörlüğünün zincirleri altında boyun eğdirerek” sürdürmüştür. Rejimin 1930’larda gerçekleştirdiği devletleştirmeler ise emperyalizme olan karşıtlığının değil, askeri stratejik gerekçelerin yanı sıra, kapitalizmin dünya krizi koşulları altında yabancı sermayenin bir türlü ülkeye gelmeyişi ve ulusal burjuvazinin sermaye birikimi yetersizliği karşısında bir seçenek olarak yöneldiği devlet kapitalizmi inşası projesinin temelini oluşturmuştur. Bir “bağımsız ülke” görünümüne en fazla yaklaştığı bu dönemde bile Kemalist rejim Nazilerin yönetimi altındaki Alman emperyalizmiyle olan ilişkilerini daha da güçlendirmiş, ülke ithalatının ve ihracatının neredeyse yarısını bu ülkeye endekslemiştir. Özetle, Türk Bonapartizminin bir diğer ayırt edici özelliği de, dış borç ödemeleriyle başlayıp NATO ittifakına girişle perçinlenen emperyalizme bağımlılığıdır. “Demokrasi” Kesintileri Türkiye’deki politik söylemde zaman zaman kullanılan “demokrasinin kesintiye uğraması” ifadesinin aslında tersinden okunması daha açıklayıcı olur: Türk Bonapartizmi zaman zaman parlamenter demokrasi denemeleriyle kesintiye uğramak durumunda kalmıştır. Mustafa Kemal’in inşa edilen rejimin temel felsefesini ifade etiği “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış tek bir kitle olarak Türk milleti” sloganı devlet iktidarının ancak 21. yüzyılın eşiğinde çatlamaya başlayan zeminini oluşturmuş, burjuva demokrasisinde birbirinden ayrı olması gereken üç asal gücün (yasama, yürütme, yargı) sürekli bir biçimde ulusun –ve tabii sınıfların- üzerinde konumlanan asker-polis diktatörlüğünün elinde toplanmasının ideolojik ve politik gerekçesi olmuştur. Bu Bonapartist rejimin belirleyici özellikleriyle birlikte günümüze kadar süregelmiş olması kuşkusuz bizi, ulusal ve uluslararası ölçekteki sınıf mücadelelerinin basıncından ve etkisinden bağışık bir “sürekli Bonapartizm” kuramı icat etmemizi gerektirmez. Ama rejimin parlamenter işlerlikle donatıldığı dönemlerde bile siyasi partilerin ve Meclis’in perde arkasında, Bülent Ecevit’in deyişiyle “düdük çalıp oyunu bitirmeye hazır” silahlı muhafızların 26
Sosyalist Düşünce Dergisi
Rejim Nereye Gidiyor?
beklemekte olduğunu anımsayacak olursak, sistemin burjuva demokrasisinden çok yarı Bonapartist (ya da yarı demokratik) olmanın ötesine geçmediğini görebilmemiz gerekiyor. Dolayısıyla, dün olduğu gibi bugün de rejimin ana ekseninin Bonapartizm olduğunu, bu eksenin sınıf mücadelelerinin etkisiyle eğilip bükülmesine karşın bugüne değin kırılmadan varlığını sürdürdüğünü söylemek yanlış olmaz. “Demokrasi kesintileri”, değişen ve gelişen toplumsal dokunun ve sınıf mücadelelerinin etkisi altında Kemalist rejimin kendisini yeni koşullara uydurma ve farklı sınıfsal kesimlere tavizler vermek zorunda kaldığı dönemler olmuştur. 1945’e değin süren (birkaç aylık sahte Serbest Fırka ve Terakkiperver Fırka denemelerinin dışında) tek parti diktatörlüğü devrinde Bonapartizm en arı biçimiyle karşımıza çıkar. Bu dönemde rejim, tüm “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış kitle” söylemine karşın toplumsal ayrışmasını sürdüren “ulusun” içinde kendi sınıfsal dayanaklarını da oluşturmaya yönelir. Bunların başında elbette başta büyük kentler olmak üzere devlet yönetiminin ve ekonomik etkinliğin yoğunlaştığı merkezlerde toplanmış, “laik ve modern” bir yaşam kültürü geliştirmekte olduklarını düşünen küçük burjuvalardan oluşan sivil ve asker bürokrasi kitlesi geliyordu. Ama “devlet biziz” diyen bu bürokratlar yığınına zamanla, el koydukları azınlık mallarıyla gerçekleştirdikleri ilk sermaye birikimlerini devlet kapitalizminin ihsan ettiği olanaklarla büyüten işadamlarının oluşturduğu bir burjuvalar yığını da eklenmeye başlamıştı. Bu iki kesimin (bürokratlar ve işadamları) kesişim alanı ise tabii ki iktidar partisi olan CHP ve Meclis idi. Dr. Hikmet Kıvılcımlı o dönemde 28 sanayi şirketinde 20, 38 bankada ise 31 milletvekili bulunduğunu, “yani hemen hemen her büyük şirketin Millet Meclisi’nde bir mebusu” olduğunu söyler.9 Rejimin kendisine toplumsal taban haline getirmeye çalıştığı üçüncü kesim ise, ekonomik açıdan Toprak Mahsulleri Ofisi, ideolojik ve politik açılardan ise Köy Enstitüleri aracılığıyla yöneldiği “milletin efendileri”, yani kır küçük burjuvazisi köylülerdi. Ne var ki, TMO’nun devlet sübvansiyonlu hububat alımları sadece toprak ağalarını ve tarım burjuvazisini memnun edecek, savaş ekonomisi altında iyiden iyiye hırpalanan yoksul köylü yığınların toprak reformu gereksinimini gideremeyecek; Enstitüler ise, yüzyıllardan beri süregelen kapalı ekonominin ürünü muhafazakârlığın yerini salt resmi ideolojinin propagandasıyla laik modern toplum kültürüne bırakmayacağı gerçeği karşısında yok olup gidecekti. Türk Bonapartizminin başlangıçtaki bu “arı” biçiminde ilk değişikliğe yol açan, II. Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin emperyalist kampın önderliğini eline geçirmesiyle oluşan yeni dünya durumu oldu. Savaştan kendisini pekiştirerek çıkan, Avrupa’nın doğu yakasını denetimi altına alan ve bu arada Türkiye’den de toprak talep etmeye başlayan Sovyetler Birliği karşısında ABD emperyalizmiyle askeri ve politik ilişkilerini güçlendiren Kemalist rejim, “Batı” dünyasındaki bu yeni konumlanışını onun demokratik normlarına en azından görünürde uygun hale getirmek gereğini hissedecekti. Bunların başında da, Batı Avrupa’da faşizme karşı direnişten muzaffer çıkan proletaryanın çok güçlü biçimde temsil edildiği parlamenter sistem geliyordu. Böylece Kemalist tek parti rejimi “çok partili sisteme” geçmeye, Bonapartist yapıya parlamenter bir görünüm kazandırmaya; ardından emperyalizme olan bağımlılığını askeri olarak da takviye etmek amacıyla 1949’da kurulan NATO emperyalist askeri ittifakına katılmaya; ve nihayet aynı yıl (1952) işçi sendikalarının kurulmasını “serbest bırakmaya” karar verecekti. Rejimin kendi çıkarlarına işlerliğini güçlendirebilmek amacıyla “tek parti” CHP’den ilk kopan “öncü” kesim, bazı toprak ağaları, Ege ve Güney Anadolulu tarım burjuvazisi ve kırsal kesimde devlet kapitalizmi karşısında “serbest ticaret” talep eden ticaret burjuvazisi oldu. Rejimin içinden gelen –Celal Bayar gibi bazıları onun kuruluşuna aktif olarak katılmış olan- milletvekillerinin, sivil kıyafet giyinmiş bazı askerlerin ve sivil bürokratların başını çektiği Demokrat Parti politik açıdan tüm güçsüzlüğüne kar9 H. Kıvılcımlı, Emperyalizm: Geberen Kapitalizm, Tarih ve Devrim Yayınları, İstanbul, 1974, s.71. Bahar 2011 -
27
Rejim Nereye Gidiyor?
şın, bürokratik diktatörlük karşısındaki ezilmişliğini sandığa attığı oylarla protesto eden milyonlarca köylünün itmesiyle bir anda kendisini iktidarda buldu. Bonapartist sistem ilk kez böyle bir “demokratik” basıncın altına girmiş oluyordu. DP, bu basıncın sayesinde –ve hevesiyle- temsil ettiği sınıfsal kesimlerin çıkarlarını güçlendirmek için elinden geleni yaptı, ama emperyalist dünya sistemi çözülmeye başlayan Türk devlet kapitalizmi karşısında alanı, tarım ve ticaret burjuvazisine değil, Bonapartist rejimin kendi elleriyle büyüttüğü ve sanayi ile birlikte ticaret ve finans dünyasını kendi denetiminde yoğunlaştırmaya başlayan tekelci burjuvaziye açıyordu. Demokrasi oyunuyla iktidara gelen DP’nin bu gelişmeye verdiği yanıt ise, resmi Bonapartizme kendi baskı yöntemleriyle direnmeye, bu amaçla “vatan cepheleri” vb. kurmaya yönelmesi oldu. 1960’ta Türk Bonapartizmi iktidarın “Anayasal düzenin dışına çıkmış” olduğunu ilan ederek başbakan ile dışişleri ve maliye bakanlarını darağacına yolladı. Rejimin ilan etmiş olduğu 1961 Anayasasının Cumhuriyet’in “en demokratik” dönemini başlattığı iddiası esas olarak Bonapartizmin DP deneyiminden hareketle, sivil yürütmenin bürokratik diktatörlük karşısında “haddinden fazla” güçlenmemesi için aldığı önlemler çerçevesinde Anayasada parlamenter işlerliğe ve dolayısıyla da “demokratik özgürlüklere” özel bir önem vermiş olmasından kaynaklanır. Burada esas hedef, yarı demokratik rejimin Bonapartist ekseninin herhangi bir kırılmaya uğramamasıdır. Yoksa ne 1960 öncesinde rejimin içinden gelen DP (tarım ve ticaret burjuvazisi) Bonapartizm karşısında demokratik devrimin öncüsüydü, ne de ırkçı Cemal Gürsel ile faşist Türkeş’in başını çektiği darbeci subaylar kendi rejimlerini demokratik dönüşüme uğratma hevesindeydiler. Öyle ki, Gürsel diktatörlüğü Kürt halkına karşı en vahşi saldırılardan birini daha başlatırken, köylü kitleler 27 Mayıs darbesinin “demokrasi” söylemine karşı bu kez, DP’nin devamı görünümü veren “demir kırat” Adalet Partisi’ni iktidara itecekti. AP kendisine DP’nin devamı süsü veriyordu, ama değişmekte olan dünya ve Türkiye konjonktürleri ondan daha fazlasını talep ediyordu. “Amerikan yaşam tarzının” yanı sıra, proletaryanın baskısıyla Batı Avrupa’da gelişmekte olan “sosyal devletin” yarattığı tüketim toplumları, emperyalizmle iç içe haldeki Türkiye tekelci burjuvazisi için yepyeni ufuklar açıyordu. 1963’te başlatılan planlı dönem kalkınma sürecinde bir yandan ithal ikamesi sanayinin (özellikle makine, imalat, kimya, elektrikli malzemeler ve ardından otomotiv alanlarında) özel sektör aracılığıyla yoğunlaştırılmasını öngörülürken, bir yandan da yatırımların finansmanında yabancı sermayenin ülkeye girişini kolaylaştırmanın önlemleri alınıyordu. Dolayısıyla, gene rejimin içinden gelen bürokratların önderliğinde kurulmuş olan AP, kaçınılmaz olarak emperyalizm-tekelci burjuvazi ittifakının antikomünist ve “Atatürkçü kalkınma” programının uygulayıcılığını üstleniyordu. Aynı dönemde kendisi de dev bir tekelci şirket halinde büyüyen askeri bürokrasinin esasen bu sürece bir itirazı yoktu; tam tersine, kendi ayrıcalıklarının da güçlenmesine katkıda bulunuyordu kapitalist gelişme. AP’nin “modern” burjuvazinin önderliğini üstlenmesi, eski DP’ye hayat veren bazı sınıfsal kesimlerin rejim ve kitleler içindeki konumunu zedelerken, egemen sınıflar arasındaki parçalanmaların da sinyallerini veriyordu. 1961’de DP’nin “boşluğunu” doldurmak için kurulan Yeni Türkiye Partisi toprak ağalarının sözcüsü olarak AP dışında kalmayı tercih edip 1973’te varlığına son verirken, “Demirel liberalizmine” karşı tepki duyan tarım ve ticaret burjuvazisinin kimi kesimleri 1970’te AP’den kopup gene kısa ömürlü Demokratik Parti’yi kuracaklardı. Bununla birlikte Silahlı Kuvvetler’in 12 Mart 1971 darbesine zemin oluşturan temel dinamik, sadece burjuva partilerin yarı demokratik rejime önderlik etme yetersizliği değil, daha önemlisi 1960’lar boyunca gelişip güçlenen işçi sınıfı seferberlikleri oldu. Rejim ve İşçi Sınıfı Kemalist rejim, çatışan burjuva ve proleter kampların üzerine yükselen bir diktatör28
Sosyalist Düşünce Dergisi
Rejim Nereye Gidiyor?
lük olarak değil, eski Osmanlı bürokrasisinin (asker ve sivil) cumhuriyetçi kanadının, dünya savaşının yaratığı özel koşullarda asker üniforması giydirilmiş köylülerin sayesinde elinde tutmayı başardığı topraklarda, bir “ulus devlet” yaratmaya yönelen Bonapartist iktidarı olarak kurulmuştu. Osmanlı döneminin burjuva sınıfı ağırlıklı olarak Hıristiyan ve Yahudi kökenli etnik unsurlardan oluştuğu gibi, sanayi proleterleri ve vasıflı işçileri de benzer nitelik taşıyordu. “Sanayi işçilerinin en niteliklileri, işin sevk ve idaresinden sorumlu olanlar genellikle yabancı uyruklulardı, ustalar ve vasıflı işçiler genellikle Osmanlı gayrimüslimleriydi. Müslüman Osmanlılar ise genellikle vasıfsız ve geçici işçileri oluşturuyordu.”10 1915 sanayi sayımına göre sermayenin ve emeğin yalnızca yüzde 15’i Türktü, yüzde 60’ını Rumlar, yüzde 15’ini Ermeniler ve yüzde 10’unu Yahudiler oluşturuyordu. Sanayinin bir bölümünün yitirilen Balkan topraklarında kalmasının yanı sıra, Kemalistlerin gayrimüslim burjuvaziye uyguladığı ırkçı politikalardan aynı kökenli proleterlerin de nasiplerini alması sonucunda, Bonapartist diktatörlüğün altında yaratılmaya çalışılan ulusun sınıf bileşenleri de (ulusal burjuvazi ve işçi sınıfı) başlangıçta son derece zayıftı ve bu bileşenler diktatörlüğün kanatları altında gelişecekti. Türkiye’de gelişen Bonapartist rejimin bu “kendine özgü” niteliği, onun sömürge ve yarısömürge ülkelerde benzer rejim tiplerinin işçi sınıfıyla kurdukları ilişkinin bir benzerini kendi özelinde inşa edebilmesini kolaylaştırmıştır. Troçki, sömürge ve yarısömürge ülkelerde Bonapartist rejimler ile proletarya arasındaki ilişkiyi, özellikle sendikalar bağlamında şöyle açıklar: Emperyalist kapitalizm gerek sömürge gerekse yarısömürge ülkelerde bir işçi aristokrasisi ve bürokrasisi yarattığı gibi, bunlar da bir koruyucu, patron ve bazen de hakem olarak sömürge ve yarısömürge hükümetlerin desteğine ihtiyaç duyarlar. Sömürgelerdeki ve genel olarak geri ülkelerdeki hükümetlerin Bonapartist ve yarı Bonapartist niteliğinin en önemli toplumsal temelini oluşturur. Bu aynı şekilde reformist sendikaların devlete bağımlılığının temelini de oluşturur… Böylece, ulusal burjuvazinin zayıflığı, yerel özyönetim geleneğinin bulunmaması, yabancı kapitalizmin basıncı ve proletaryanın görece hızlı gelişimi, herhangi türden istikrarlı bir demokratik rejimin altındaki zemini yok eder. Geri, yani sömürge ve yarısömürge ülkelerin hükümetleri, büyük oranda Bonapartist ya da yarı Bonapartist bir nitelik kazanır ve bunlar birbirlerinden, bazıları demokratik doğrultuya yönelip işçiler ve köylüler arasında kendine destek ararken, diğerlerinin asker-polis diktatörlüğüne yakın bir biçim üstlenmesiyle ayrılırlar. Bu aynı şekilde sendikaların da kaderini tayin eder. Bunlar ya devletin özel koruması altına girerler, ya da acımasız bir takibata uğrarlar. Devletin sunduğu koruma iki amaca yöneliktir: Birincisi, işçi sınıfını yakınına çekerek ondan emperyalizmin aşırı emellerine karşı direnebilmek için destek almak ve aynı zamanda, işçileri bürokrasinin denetimi altına sokarak disipline etmek.11 Kemalist rejim, Troçki’nin yukarıdaki anlattığı tarzda geri ülkelerdeki Bonapartist rejimlerin işçi sınıfını “yakınına çekmek” çabaları gibi bir zorunluluğa maruz kalmadan, doğrudan bir asker-polis diktatörlüğü olarak işçi sınıfını kendi “altında ve denetiminde” oluşturmanın koşullarına sahip olmuştur. Devlet kapitalizmi uygulaması altında, memurların yanı sıra vasıflı işçilere ve teknik elemanlara ülke koşulları açısından bakıldığında ayrıcalıklı ücretler ve sosyal olanaklar sundu, devlet işletmelerine işçi alımı politikalarıyla “devlete” (kendisine) bağlı ve bağımlı bir “işçi aristokrasisi” oluşturmanın koşullarını yarattı. Bu “aristokrasiyi” kendi denetiminde oluşturduğu “işçi 10 Yıldırım Koç, Türkiye İşçi Sınıfı Tarihinden Yapraklar, Ataol Yayınları, İstanbul, 1992, s.74-5. 11 Lev Troçki, Emperyalist Çürüme Çağında Sendikalar, Yazın Yayıncılık, İstanbul, 2009, s.1923-24, (düzeltilmiş çeviri). Bahar 2011 -
29
Rejim Nereye Gidiyor?
örgütlerinin” başındaki bürokratlarca yönlendirdi, “sandık” tipi yardımlaşma derneği biçiminde çalışan bu örgütlerle korporatif “dikey sendikacılık” uygulamasını yaygınlaştırdı. Ama II. Dünya Savaşı ve sonrasında oluşan dünya koşulları bu modelde gedikler açacaktı. Savaş ekonomisi emek gücünün neredeyse militarizasyonunu gerektiriyordu; nitekim 1940’ta rejimin çıkardığı Milli Koruma Kanunuyla pek çok “hak” bir kalemde silindi: Ücretler yarı yarıya düşürüldü, günlük çalışma süresi 11 saate çıkarıldı, hafta tatili kaldırıldı, zorunlu çalışma uygulaması yürürlüğe girdi. Bu uygulamalar askeri seferberlik koşullarında sınıf mücadelesi patlamalarına yol açmamış olmakla birlikte, eşitlikçi ve sosyalist düşüncelerin genç işçi sınıfı içine sızmaya başlamasının zeminini hazırlayacaktı. Nitekim 1946’dan itibaren seferberlik döneminin kapanmasıyla birlikte Türkiye Sosyalist Partisi ve Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi gibi örgütlerin girişimleriyle, rejimin denetimi dışında sendikal örgütlenme deneyimleri yaşanacak, ama bu gelişme yukarda andığımız “demokrasi kesintisi” ile akamete uğrayacaktı. II. Dünya Savaşı sonrasında önce CHP, ardından DP iktidarları altında geliştirilmeye çalışılan yarı demokratik rejim, o döneme kadar uygulanan korporatif dikey işçi örgütlerine emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfının demokratik kazanımları çerçevesinde gelişen sendikal normlara daha uygun bir biçim kazandırabilmek için 1947’de bir sendikalar yasası çıkardı. Ama bunu yapmadan önce tabii, sınıfın kendi çabalarıyla zayıf da olsa geliştirmeyi başardığı devletten bağımsız tüm sendikal örgütlenmeleri ve bu mücadelelerde belirli bir etkiye sahip olan TSP ve TSEKP’yi kapatacaktı. Yeni yasa uyarınca devletin koruması ve denetimi altında kurulan, ama toplu sözleşme ve grev yapma haklarından yoksun yeni sendikalar ise, 1952’de Türk-İş konfederasyonu altında birleştirilerek proletarya üzerindeki Bonapartist egemenliğe ABD “sendika uzmanlarının” yardımıyla “modern” bir görünüm verilecekti. Sümerbank tekstil, Türk Petrolleri, şeker, demir-çelik, kâğıt fabrikaları ve maden işletmeleri gibi devlet işletmelerindeki istihdam politikalarıyla yaratılan işçi aristokrasisinin içinden çıkıp sendikaların yönetimine getirilen bürokratlar ve onların bir bütün olarak oluşturduğu Türk-İş bürokrasisi daha ortaya çıktığı andan itibaren Bonapartizmin proletarya üzerindeki denetim aracı olacak, sadece gündelik emek yaşamında değil, her ciddi kriz anında rejimin yanında yer alacaktı. Konfederasyonun içinde zaman zaman ortaya çıkan sosyal demokrat ya da muhafazakâr görünümlü ayrışmalar ise, rejimin içinde birbirine muhalif politik grupların sendikalar içindeki izdüşümünden öteye geçmeyecekti. Türk-İş içindeki ilk ciddi çatlak ise, proletaryanın rejimden bağımsızlaşma eğilimine girdiği 1960’ların sonlarında Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) kurulmasıyla ortaya çıkacaktı. Rejimin 1961’de kendisine, Sovyetler Birliği’ne karşı NATO’ya bağlı antikomünist ve/ama demokratik bir ülke görünümü vermenin yanı sıra, DP deneyiminde olduğu gibi kendi denetiminden çıkma eğilimi gösteren hükümetlere karşı kitleleri kendi etrafında (özellikle dönemin CHP’si etrafında) toplamayı gözeterek oluşturduğu Anayasa’da işçi sendikalarına grev hakkı da tanınmıştı. Bununla birlikte bu hakkın ancak yüz bin kişilik Saraçhane mitingi (1961) ve Kavel Kablo (1963) direnişinin ardından Temmuz 1963’te 274 ve 275 sayılı toplu sözleşme ve grev yasalarının kabulüyle yürürlüğe girmiş olması, rejim ile işçi sınıfı arasındaki denetim/bağımlılık ilişkisinin tam da bürokrasinin istediği biçimde olmayacağının ilk işaretini oluşturuyordu. İşçi sınıfının ideolojik ve politik açılardan rejimden tam olarak kopmamakla birlikte, devlete bağlı sendikal yapıda ciddi bir gedik açmasına zemin hazırlayan en önemli etmenlerden biri de, devlet eliyle büyütülen burjuvazinin iyiden iyiye tekelci bir nitelik kazanarak ve korumacı ekonomi politikalarının yardımıyla özellikle imalat sanayisinde hızlı bir yatırım ve üretim süreci başlatmış olmasıydı. Her yıl yüz binlerce köylünün gelişen emek pazarının ihtiyaçlarına yanıt vermek için kentlere akması, ama daha 30
Sosyalist Düşünce Dergisi
Rejim Nereye Gidiyor?
önemlisi bu yığınların yeni proleterler olarak ciddi büyüklükteki özel sektör işletmelerinde yoğunlaşması, bunların örgütlenip denetlenmesi açısından sendikalar üzerinde büyük basınçlar yaratıyordu. Ama önemli bir etmen daha bulunuyordu: Birbiri ardına kurulan yeni ve modern fabrikaların işletimi için kalifiye işgücüne ihtiyaç vardı ve bunun kaynağı da yaygınlaşan teknik meslek okullarının yanı sıra devlet işletmelerindeki yetişmiş işgücüydü. Yabancı ürünlere karşı yüksek koruma duvarlarıyla çevrelenmiş iç pazara yönelik üretim yapan işletmelerin yüksek kârlılık oranları bu maliyeti karşılayacak düzeydeydi, ama bu durum aynı zamanda sendikal mücadelede yeni yüksek ücret imkânlarının doğmasına ve buna yönelik grev ve direnişler sürecinin açılmasına neden olacaktı. Hızla büyüyen işçi sınıfının, henüz kır kökenli muhafazakâr geleneklerini sürdürmekle birlikte, mücadele ve bilinç düzeylerinde bağımsız sınıf eğilimleriyle temas etmeye başlamasının altında, Türk-İş bürokrasisi içinden çıkıp 1961’de Türkiye İşçi Partisi’ni kuran ve hemen sonra onlara katılan sol sosyal demokrat aydınların ve halk cepheci Stalinistlerin hep birlikte oluşturdukları ve tüm halkçı ve “Atatürkçü” içeriğine karşın rejimin ana partilerinkinden farklı “sosyalist” söylemin ve propagandanın da etkisi vardı. 1965 genel seçimlerinde yüzde 3 oy oranına karşılık Meclis’e 15 milletvekili sokması, TİP’in etkili bir muhalefet gücüyle emekçi yığınlar içinde önemli bir öncü güç olmasını sağlamıştı. Bu etmen yaygınlaşan grev ve direnişlerle birleşince (özellikle 1963 Kavel, 1964 Berec, 1965 Zonguldak, 1966 Paşabahçe), rejimin sendikal çerçevesi çatladı ve 1967’de metal, maden, lastik, gıda ve basın sektöründeki sendikaların öncülüğünde Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) kuruldu. Türk-İş’in devlete tamamen bağımlı katı Bonapartist yapısının dışına çıkmış olmakla birlikte DİSK yönetimi, rejimin “demokratik” (yarı Bonapartist) öğelerine tutunan bir “sol bürokrasi” olmanın ötesine geçemeyecekti. Bununla birlikte DİSK’in en önemli özelliği, militan bir işçi seferberliği üzerinde kurulmuş olmasıydı ve bu, bürokrasi üzerinde çok büyük bir basınç yaratıyordu. Bu basınç nihayet 1970’te 15–16 Haziran patlamasına neden olacaktı. DİSK’in hızla güçlenmesini engellemek için rejimin ana partilerinin (CHP ve AP) Meclis’te kabul ettikleri sendikalar ve iş yasalarındaki değişikliğe tepki gösteren DİSK yönetiminin çağrısıyla İstanbul’u bir anda işgal eden proletarya (Ankara, Adana, Bursa ve İzmir’de de seferberlikler yaşanacaktı), nesnel olarak bir devrimci durumun doğmasına yol açacak ve ancak kendi bürokratlarının ısrarlı yalvarmaları ve ihaneti sonucunda geri çekilecekti. DİSK bürokrasisi kendi “aristokrasisinin” çıkarlarını rejimin sınırları içinde savunacağını belli ediyordu. Soruna Anayasa Mahkemesi bir çözüm bulmalıydı! DİSK bürokrasisi bu ihanetinin sonuçlarından asla ders çıkartmayacaktı, ama rejim daha deneyimliydi. Anayasa Mahkemesi daha sonra yasalardaki değişiklikleri iptal edecekti, ama hükümet DİSK bürokrasisinin yardımıyla işçi hareketinin geri çekilmesini sağlamış ve pek çok öncü işçi işten atılmıştı. Bu arada 1968’de Sovyet bürokrasisinin Çekoslovakya işgali karşısında farklı tutumlar nedeniyle içinden bölünmeye uğrayan, seçim yasasındaki değişiklik sonucunda 1969 seçimlerinde aynı oy oranına karşılık Meclis’e ancak iki milletvekili sokabilen ve nihayet küçük burjuva radikal solun darbeleri ve yarattığı kopuşlar nedeniyle TİP ölümcül yaralar alarak gücünü yitirmişti. Bu koşullar altında Bonapartizmin rejimin yapısında yeni bir “düzeltme” gerçekleştirmesi zor olmayacak ve bu görevi 12 Mart darbesiyle gerçekleştirecekti. Bir Birikim Sürecinin Sonucu 1961–1971 arasındaki gelişmeler 1973–1980 döneminde de bir bakıma tekrar edecek, ama bu kez sürece, egemen sınıflar arasında ortaya çıkan yeni toplumsal ve politik oluşumlar, dünya ekonomik krizi, emperyalizmin yeni yönelişleri gibi başka etmenler de katılacak ve bunların sonucunda Bonapartist rejim, 1980 askeri diktatörlüğüyle çıplak yüzünü bir kez daha açığa vuracaktı. Bu sürecin altında yatan temel Bahar 2011 -
31
Rejim Nereye Gidiyor?
ekonomi politikaları dinamiğini ve onun tükenişini anımsamamız, bize 12 Eylül’ü daha iyi anlamamızın yanı sıra rejim ile burjuvazi arasındaki ilişkileri daha iyi kavramamıza yardımcı olacaktır. Türkiye’de 1960–80 arasında uygulanan ithal ikameci sanayileşme politikası, emperyalizmin II. Dünya Savaşı sonrasında kurduğu yeni birikim süreci ve sömürü sistemiyle yakından ilişkiliydi. Emperyalizm, savaşın yaratığı müthiş yıkımın kendisine yaratığı “fırsattan” yararlanarak, kâr oranlarını yeni baştan yüksek düzeylerde tutabilecek alanlara yatırım yapmaya yönelmişti. Bunların başında da, “komünizm tehdidine” karşı hızla uygulamaya konan “high-tec” savaş sanayisi ile “uzay yarışı” olarak adlandırılan rekabetin sonucunda geliştirilen uzay ve havacılık sektörlerinin yanı sıra, üretim malları ve ara mallar alanlarındaki yatırımlar geliyordu. Bu, dünya kapitalizminin yeniden organizasyonunda azgelişmiş yarısömürge ülkeleri –ya da bunlardan, Türkiye’nin de içinde bulunduğu bazılarını- özellikle tüketim mallarının üretimine yönelik yeni bir sanayileşme yoluna itecek; bu ülkeleri, teknoloji, makine ve ara malları ithalatçısı olma konumuna doğru yönlendirecekti. Bu dönemde Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD12) ABD’nin öncülüğünde “kalkınmakta olan ülkeleri” sanayileşmeye ve bu doğrultuda hükümetleri merkezi planlamalar geliştirmeye özendirmiş olmasının temelinde de, emperyalist ülkelerin kendilerine yatırım malları ve ara mallar pazarları yaratma gayreti yatıyordu. Geri kalmış ülkelerin kendi iç tüketim malları pazarlarını geliştirmeleri, hatta bu amaçla kendi ürünlerini yüksek gümrük duvarlarının ardında korumaları ve paralarının değerlerini “serbestçe” belirleyebilmeleri sadece hoş görülmekle kalmıyor, teşvik bile edilebiliyordu. Emperyalizm, kendisi yeni ve yüksek teknolojili yatırım malları üretimine yönelirken, çevre ülkeleri bu ürünlere ihtiyaç duyan geleneksel sektörlerde sanayileşmeye çağırıyordu. Bu strateji elbette yetersiz birikimin söz konusu olduğu bağımlı ülkelerde devletin sermaye birikimi ve üretim alanlarına aktif müdahalesini zorunlu kılıyordu. Türkiye’de devlet eliyle geliştirilen finans kapitalin ihtiyacı da tam bu doğrultudaydı: DP’nin tarım ve ticaret burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda uyguladığı “serbest pazar” politikalarının yerine bir sanayi düzenlemesinin geçirilmesi; kıt kredi ve döviz kaynaklarının siyasi otorite tarafından seçmeci bir biçimde finans kapitalin hizmetine sunulması; iç pazarın geliştirilebilmesi için güçlü gümrük ve kota sistemlerinin uygulanması. Bütün bunların gerçekleşebilmesi devletin ekonomik yaşama aktif müdahalesini gerektiriyordu; yani finans kapital Bonapartist rejimi “göreve çağırıyordu”. Bu açıdan, 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin, DP iktidarı döneminde toplumsal konumu zedelenmiş asker-sivil bürokrasinin çıkarları ile yeni bir birikim sürecine gereksinim duyan burjuvazinin beklentilerine bir kez daha birlikte yanıt vermiş olduğunu söyleyebiliriz. Böylece 1960’ların başlarından itibaren, beş yıllık kalkınma planları çerçevesinde ithal ikameciliğine dayalı sanayileşme süreci başlatılacaktı. İthalata sıkı kotalar kondu ve yerli sanayinin gerektirdiği üretim mallarının ve bazı hammaddelerin dışındaki malların girişi çok yüksek gümrük vergileriyle neredeyse tümüyle engellendi; yatırım yapılacak sanayi alanları kredilerle ve diğer teşviklerle desteklendi; “devlet kapitalizmi” döneminde yaratılan imalat sanayisi yeni sanayileşme atılımının teknoloji ve kısmen ara mal (özellikle metal, tekstil ve inşaat sektörlerinde) ihtiyaçlarının hizmetine sunuldu. Bütün bu mekanizmalar, finans kapitalin egemen bileşeni olan sanayi burjuvazisinin iyiden iyiye güçlenerek kendini tekelci burjuvazi halinde perçinlemesini olanaklı kıldı. İç pazara yönelik ithalat korumalı bu üretim ve birikim sistemi aynı zamanda ülke 12 OECD, Avrupa’nın Marshall yardımı çerçevesinde yeniden inşası amacına yönelik olarak 1948’de kurulan Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü’nün (EECD) uzantısı olarak 1961’de kurulmuştur.
32
Sosyalist Düşünce Dergisi
Rejim Nereye Gidiyor?
içi tüketim kapasitesinin de artırılmasını gerektiriyordu. Yukarıda 27 Mayıs anayasasının ülke tarihinde görülen en geniş hak ve özgürlükleri sağlamış olan anayasa olduğu yolundaki yaygın kanının temelinde, Bonapartist rejimin kendinden bağımsızlaşma eğilimi gösteren politik iktidarlar üzerinde denetim araçlarına sahip olma ihtiyacı yattığını söylemiştik. Bu tip bir anayasanın ikinci bir işlevi de, yeni sanayileşme sürecinin gereksinim duyduğu iç talep yaratma zorunluluğuna, yeni bir gelir bölüşümüne olanak sağlayarak yanıt vermek olmuştur. Yeni sanayi alanlarında sendikalar aracılığıyla yüksek ücret taleplerine izin verilmesi ve bu taleplerin önemli ölçüde karşılanması; bu ücret artışlarının kısmen de olsa devlet işletmelerine yaygınlaştırılması; memur maaşlarında yapılan iyileştirmeler; yeni üretim ve tüketim kalıplarıyla özellikle büyük kentlerde orta sınıfların güçlendirilmesi; ve nihayet kırdaki küçük üreticilere sağlanan sübvansiyonlar, tekelci burjuvazinin arzuladığı iç tüketiciler topluluğunun oluşmasına ve güçlenmesine olanak sağlayacaktı. Kuşkusuz bu yeni birikim ve sanayileşme süreci çelişkilerden arınmış değildi; bu çelişkilerden bazıları rejim tarafından üstesinden gelinebilir türdendi, ama bazıları da sistemin kendisi için ölümcül özellikler taşıyordu. Bunlardan birisi, “Batılı normlara” uygun görünümde kurulacak parlamenter bir sistemde burjuvazinin iktidarının, yeni birikim sürecinden olumsuz olarak etkilenen özellikle kır küçük burjuvazisinin oylarına ihtiyaç duymasıydı. Geniş köylü yığınlar, tabii bu arada tarım ve ticaret burjuvazisi sadece kendi iktidarı olarak bakmış olduğu DP hükümetinin askeri darbeyle devrilmiş olması karşısında rejime yönelik bir hınç duymakla kalmıyor, ama aynı zamanda yeni sanayileşme sürecinin tüm finansman ağırlığını omuzlarında hissediyordu. Zira sanayinin gerektirdiği ve bağımlı olduğu tüm yatırım malları ve ara malların ithalatında kullanılacak döviz, dış borçlanmanın ve o dönemde çok sınırlı olarak giriş yapan yabancı sermayenin dışında, esas olarak ülke tarım ürünlerinin ihracatından elde edilen dövizden sağlanıyor; bu durum, tüm sübvansiyonlara rağmen köylü yığınların kendine yeterli ekonominin dışına çıkarak yoksullaşmasına neden oluyordu. Öte yandan, “serbest piyasa” kurallarının dışında işleyen, kredilerin dağıtımından kâr hadlerinin belirlenmesine kadar pek çok alanda ekonomi dışı etmenlerin yürürlükte olduğu ve bunun sonucunda tekelci burjuvazinin iyiden iyiye ekonomik yaşamın denetimini eline geçirdiği bir süreç, küçük sermaye kesimlerini tepki vermeye itiyordu. Bu tepkiler kendisini parlamento ve hükümetler düzeyinde belli edecekti. Köylülüğün “27 Mayıs’ın rövanşı” olarak iktidara ittiği AP, ithal ikameci sermaye birikimi sürecinden olumsuz olarak etkilenen sınıf kesimlerinin basıncını kendi içinde ağır olarak hissetmekle birlikte, tekelci burjuvazinin programını icra ederek Bonapartist rejime bağlılığını ispat edecek, ama aynı zamanda bu çelişkinin kurbanı olacaktı. Bir yandan 1960’ların ikinci yarısından itibaren yükselen işçi sınıfı mücadeleleri, öbür yandan küçük burjuvazinin hoşnutsuzlukları, CHP’yi de etkileyerek burjuva partilerinin iktidar yeteneğinde kriz yaratacak, politik kutuplaşmayı sanayi sürecini tehlikeye sokacak bir düzeye çıkartacaktı. Bu koşullarda 12 Mart 1971 darbesi, bu keşmekeşi bir süreliğine önleyip tekelci burjuvazinin birikim sürecinin önündeki engelleri temizleme girişimi olarak gündeme gelecekti. İki yıllık çıplak bir Bonapartizm uygulamasının ardından, aynı birikim ve rejim sürecine tekrar parlamenter bir görüntünün ardında devam edilecekti. İthal ikameci sanayileşmenin ölümcül çelişkisi ise, kendisine yaşam veren dinamiğin bizzat kendisiydi. Sanayi üretiminin sürmesi ve yeni yatırımlar dışarıdan ithal edilecek yatırım malları ile ara mallarının -hatta bazı sektörlerde hammaddelerin- elde edilebilmesine ve bunun için gerekli olan döviz kaynaklarının varlığına bağlıydı. Bu ihtiyaç 1970’lerin başına değin tarım ürünleri ihracatı, devlet borçlanmaları, yabancı ülkelerde yaşayan işçilerin yolladığı dövizler ve ABD yardımları ve ucuz kredileriyle karşılandı. Ama dünya ekonomisinin 1960 sonlarındaki krizi ve 1974 petrol bunalımıyla birlikte bu kaynaklar erimeye, hatta kurumaya başladı. Türk lirasının değerinde yapılan oynamalarla tarım ürünleri ihracat sistemi bir süre daha ayakta tutulmakla Bahar 2011 -
33
Rejim Nereye Gidiyor?
birlikte, bunun sonucunda doğan hiperenflasyon yoksullaşan kitlelerin tüketim kapasitesini sınırladığı gibi toplumsal tepkilerinin yoğunlaşmasına da neden oldu. Dünya kapitalizminin içine sürüklendiği bunalım nedeniyle ABD yardımlarında ve kredilerinde ciddi düşüşler görülürken, özellikle Almanya’da yaşayan işçilerin gönderdikleri döviz miktarı erimeye yüz tuttu.13 1977’ye gelindiğinde sanayi üretimi durma sinyalleri vermeye başladı, hükümetler ve halk pek çok malın kıtlığıyla karşı karşıya kaldı. Merkez Bankası’nın döviz rezervleri 1977’de tükendi ve kamu ve özel sektörün dış borçları ödenemez hale geldi. Sanayiciler üretimlerini bir süre daha sürdürebilmek için kaçak ithalat yoluna başvurdular, ama bu da genel olarak kaçakçılığın ve karaborsa piyasanın dehşet verici şekilde yaygınlaşmasına, tekelci burjuvazinin denetimi dışına taşan bir rant ekonomisinin doğmasına yol açtı, gelir dağılımında bozulmalara neden oldu. Burjuvazi hızla eriyen kâr oranlarını koruyabilmek için işçi ücretlerine saldırdı ve tensikatlara yöneldi, ama bir yandan işçi sınıfına göreli koruma sağlayan iş mevzuatının sınırlamaları, öbür yandan militan sendikal mücadele bu saldırıları belirli oranda engelledi.14 1978’de hükümet Uluslararası Para Fonu’nu (IMF) yardıma çağırdı, ne var ki IMF yönetimi ve tekelci burjuvazi artık Türkiye’de ithal ikameci birikim düzeninin sona erdiğine karar vermişti. Böylece, 24 Ocak 1980’de hükümet ihracata yönelik yeni bir birikim ve üretim modelini yürürlüğe soktu. Ama öncelikli olarak bu yeni modelin önündeki yapısal engellerin temizlenmesi gerekiyordu: örgütlü işçi sınıfı direnişi ezilmek ve dağılan burjuva önderliğe yeni bir çeki düzen verilmek durumundaydı. Bu görevi gene Bonapartizm üstlenecek ve 12 Eylül 1980’de iktidara doğrudan el koyarak tüm muhalefet ve “iktidarsızlık” odaklarını ezecek, asker-polis rejimini bir kez daha emperyalizmin ve finans kapitalin ihtiyaçlarını karşılamak üzere tüm çıplaklığıyla işlerliğe sokacaktı. Yeni Birikim Modeli, Yeni Rejim Yukarıda anlatageldiğimiz gibi Türkiye’deki Bonapartist rejim sadece finans kapitalin oluşup güçlenmesinde aktif, öncü bir rol oynamakla kalmamış, ülkede kapitalizmin biçimlenerek gelişmesinde ve sermaye birikimi süreçlerinin şekillendirilmesinde belirleyici bir görev üstlenmiştir. Bu, 1980 sonrasında da aynen sürecek ve bir kez daha kapitalist ekonominin yanı sıra toplumsal dokunun değişmesinde etkili olacaktı. 1970’lerin sonlarında yapısal kriz yaşamaya başlayan dünya kapitalizmi, kâr oranlarındaki düşüş eğilimini frenleyebilmek ve eğrinin yönünü yukarıya doğru çevirebilmek için emeğin üretim sisteminde köklü değişikliler yapmaya yöneldi. Artık değer oranlarını yükseltebilmek için bir yandan ücretlerde ve çalışma saatlerinde esneklik uygulamasını gündeme getirmek, öbür yandan da örgütlü emeği fiziksel mekânda parçalayarak sendikal mücadeleyi zayıflatmak amacıyla, “post-Fordizm” diye adlandırılan taşeronluk sistemine doğru bir dönüşüm başlattı. Hükümetler birbiri ardına “reformlar” yaparak verili ücret, sosyal haklar ve sözleşme düzenlerini işçiler aleyhine değiştirirken, işletmeler de üretimin tüm yönleriyle aynı işletme bünyesinde gerçekleştirilmesine son vererek üretimi farklı aşamalara böldüler ve her aşamayı taşeron firmalara ihale etmeye başladılar. Üretimin bu farklı aşamaları sadece o ülke içindeki başka işletmelere devredilmekle kalmadı, emek sömürüsünün çok daha yoğun olduğu geri ülkelere doğru kaydırıldı, hatta bir bütün olarak fabrikalar bu “taşeron ülkelere” taşınır oldu. 13 İşçi dövizlerinin ithalatı karşılama oranı 1974’te yüzde 38’den 1977’de yüzde 17’ye gerilemişti. 14 Grevler nedeniyle kaybolan işgünü sayısı, 1973–76 döneminde yılda ortalama 1 milyondan, 1977–80 arasında 3.7 milyona yükselmişti. Bak.: Yakup Kepenek, Türkiye Ekonomisi, Ankara, 1983, s.570.
34
Sosyalist Düşünce Dergisi
Rejim Nereye Gidiyor?
Ve tabii bütün bu uygulamalar, sermayenin küreselleşmesi çerçevesinde gerçekleştiriliyordu. IMF ve Dünya Bankası’nın öncülüğünde ve zorlamaları altında devletler arasındaki mal, sermaye ve para hareketliliğini sınırlayan tüm engeller ortadan kaldırılıyor, her ülkenin iç pazarı dünya pazarının bir parçası haline getiriliyordu. Ürünlerin fiyatı artık iç piyasanın arz ve talep dengeleri ve hükümet müdahaleleriyle değil, dünya piyasalarındaki rekabet koşulları altında belirleniyordu. Devlet korumacılığı ve Keynesçi ekonomi politikalarının görünürde artık sonu gelmişti (görünürde diyoruz, zira 2008’de başlayan yeni dünya krizi hükümetlerin nasıl korumacı ve müdahaleci politikalara baş vurmaya hazır olduklarını ortaya çıkarmıştır). Küreselleşme kuşkusuz yeni bir sermaye birikimi modeli yaratacak ve sermayenin yoğunlaşmasında ve merkezileşmesinde yeni bir evre başlatacaktı. Döviz kaynakları tükenmiş ve üretimi durma noktasına gelmiş Türkiye kapitalizminin de bu küreselleşme ve yeni sermaye birikimi sürecine katılmaktan başka seçeneği yoktu. 24 Ocak kararları, 12 Eylül askeri diktatörlüğü ve onun ardından Özal’ın (önce başbakan, ardından cumhurbaşkanı olarak) önderliğindeki ANAP hükümetleri bu sürecin uygulayıcılığını üstlendiler. İthalat üzerindeki kotalar kaldırılmaya başlandı ve yerli ürünler dünya rekabetine açıldı. Yatırımlar ve ekonomik faaliyetlerin sürdürülebilmesi için gerekli döviz kaynaklarının elde edilebilmesine yönelik olarak ihracat teşvikleri kondu, bu teşviklerle birlikte yatırımların yüksek kâr oranlı alanlara sevk edilmesi sağlandı. İlk aşamada turizm, uluslararası taşımacılık ve ticaret alanlarında bir canlanma yaşanacaktı. Ama o döneme değin ciddi büyüklüklerde işletmeler kurmuş olan üretici sermayenin faaliyetlerini sürdürebilmesi için, sadece üretim süreçlerindeki yenilikler yetmiyordu; teknolojik yenilenmelere ve sermayenin büyümesi zorunluluğuna yanıt verebilmek için yeni finans kaynaklarına ihtiyacı vardı. Bu, finans kapitalin en büyük kesimlerince belirli oranda çokuluslu şirketlerle kurulan ortaklıklarca sağlanmaya çalışılıyordu, ama yabancı sermayenin Türkiye’ye gelmekte hâlâ çekingen davrandığı bir evrede bu yeterli değildi. Burjuvazinin bu yeni finans kaynağı gereksinimini gene devlet karşılayacaktı. Finans kapital daha 1940’ların ortalarında bankacılık sektörüne girmiş ve en büyük holdingler kendi bankalarına sahip olmaya yönelmişlerdi. Akbank, Pamukbank, Yapı Kredi Bankası, Garanti Bankası bunların önde gelenleriydi ve bu bankalar iştirakler ve ucuz kredilerle holdinglerin sermaye birikimine katkıda bulunmaktaydılar.15 Holdinglerin bu kendi bankalarını kurma ya da satın alma yoluyla sahip olma süreci 1980’lerde hızla yaygınlaşmaya başladı, öyle ki 1990’ların sonlarında 40’a yakın holdingin kendisine ait bir bankası vardı. Bu bankalar holdinglerinin sermayesini uluslararası sermaye ile bütünleştirmekte aracı işlevi görüyorlar ve negatif faiz yoluyla holding işletmelerine ucuz kredi aktarıyorlardı. Ama bu bankaların asıl para kaynağı sınırlı bireysel mevduatlar değildi. Asıl kaynak devletti. Bankalar “toptancı” para piyasalarından elde ettikleri sermaye ile devletin iç borçlanma amacıyla çıkardığı yüksek faizli tahvilleri topluyorlar ve bu yolla elde ettikleri fonları holding şirketlerine aktarıyorlardı. Yani, “devlet hortumlanıyordu”, bunun yükünü ise bu borçlanmayı ödemek zorunda bırakılan emekçi yığınlar üstleniyordu. Rejimin finans kapitalin hizmetine sunduğu bu yoğun devlet soygunu sürecinin sonuna 1990’ların sonlarında, devletin artık iç borç yükünü kaldıramaz hale geldiği ve iflasın eşiğine sürüklendiği dönemde ulaşılacaktı. Ama o döneme değin, finans kapitalin önemli bir ihtiyacı, ihracata yönelik üretim yapabilme olanağı sağlanmış oluyordu. Holdingler bankalarından elde ettikleri fonları, üretkenliği artırıcı teknolojik dönüşümleri gerçekleştirmekten çok, mutlak artık değer sömürüsüne dayalı yatırımlarda kullandılar. Kısa sürede kâr getiren bu tip bir üretim tarzı, düşük ücret ve sendikal örgütsüzlük ortamında, dünya piyasalarında rekabet edebilecek mal ve hiz15 Finans kapitali oluşturan holdingler ile bankalar arasındaki ilişkilerin ayrıntılı bir anlatımı için, bak.: Derya Gültekin-Karakaş, Hem Hasımız, Hem Hısımız; Türkiye Finans Kapitalinin Dönüşümü ve Banka Reformu, İletişim, İstanbul, 2009. Bahar 2011 -
35
Rejim Nereye Gidiyor?
metlerin sağlanabilmesini olanaklı kılıyordu. Bu sürece kamu işletmelerinin özelleştirilmesi eşlik ediyordu: Devlet kaynaklarını soğuran finans kapital, bu fonlarla devlet işletmelerini “satın alıyordu”; yani rejim aslında kamu işletmelerini “bedava” finans kapitale aktarıyordu. Bu yağmadan pay almak isteyen başkaları da vardı. İhracat teşvikli üretim, dünya ölçeğinde yaşanan taşeronlaşma dönüşümünü Türkiye ölçeğinde de gerçekleştiriyor, sanayi imalatı sürecinin çeşitli aşamaları, Anadolu’nun belirli bölgelerinde öne çıkmaya başlayan orta ve küçük ölçekli sermaye kesimlerine aktarıyordu. Gaziantep, Kahramanmaraş, Kayseri, Malatya, Denizli, Konya gibi kentlerde belirli bir yoğunlaşma göstermiş olan ticari sermaye, ulaşabildikleri belirli ölçüdeki kredilerle birlikte, KOBİ olarak adlandırılan küçük ve orta büyüklükteki işletmeler kuruyor ve imalat sanayisi alanında yeni yatırımlara yöneliyordu. “Yerel” ya da Anadolu burjuvazisi olarak adlandırılan bu burjuvazi, bölgelerinde sadece ekonomik canlanma yaratmakla kalmayacak, imalat sanayisinde ve ihracattaki paylarını da zamanla artıracaktı. En büyük avantajları ise, işçi sınıfının en yoğun, en örgütlü kesimlerinden coğrafi olarak uzak, sendikal mücadele geleneğine henüz ulaşamamış emek gücünden son derece yoğun artık değer soğurumu yapabilmeleriydi. Bu kesimler zamanla, sadece büyük holdinglerin taşeronluğunu yapmakla kalmayacak, kamu ihalelerine katılacak, yerel yönetimlerin kentsel dönüşüm planlarından paylarını almaya yönelecek, kamu tesislerinin işletimlerini üstlenmeye çalışacaktı. Kuşkusuz bütün bu faaliyetler yerel burjuvazinin rejim ve hükümetle belirli bir ilişki, mümkünse işbirliği gerçekleştirmesini zorunlu kılacaktı. Yani, Anadolu burjuvalarının finans kapitalin egemenliğindeki ekonomi sürecinde varlıklarını gelişerek sürdürebilmek için bir “sınıf olarak” örgütlenmesi gerekiyordu. Bunu iki düzeyde gerçekleştirdi Anadolu burjuvazisi. Birincisi, en büyük holdingleri bünyesinde toplamış olan TÜSİAD’ın –cepheden karşısında olmasa bile- yanı sıra kendi sınıfsal ekonomik taleplerini dile getirebilmek, ayrıca üyeleri arasında kredi ve pazar konularında dayanışma ağı örmek amacıyla 1990’da Müstakil İşadamları Derneği’ni (MÜSİAD) kurdu. Özellikle Özal iktidarının 1980’lerin ikinci yarısında hız verdiği neoliberal ekonomi politikaları döneminde taşrada serpilip gelişen, bir yandan büyük holdinglerin taşeronluğunu yapan, ama bununla yetinmeyip ihracat teşviklerinden yararlanarak özellikle Ortadoğu ve ardından eski SSCB kalıntısı yeni Türkî devletlere mal satmaya yönelen Anadolu kökenli kapitalistler, yirmi yıl içinde 30’u aşkın ilde MÜSİAD şubeleri kurmayı ve 3 bin kadar üyeyi birleştirmeyi başardılar. Bugün MÜSİAD, kendisi hakkında verdiği bilgiye göre, “GSMH’ya yaklaşık 35 milyar dolar, ihracata ise yaklaşık 10 milyar dolar katkısı olan, yaklaşık 750.000 kişiye istihdam sağlayan ve yıllık ortalama 3 milyar dolara yakın yatırım yapan 15.000 işletmeyi temsil etmektedir”.16 Bu işletmelerin bir bölümü bugün TÜSİAD ölçeğine erişen holdingler haline gelmiş olsa bile MÜSİAD esas olarak KOBİ’lerin toplandığı sermaye grubunu temsil etmektedir. Anadolu burjuvazisinin ikinci örgütlenme düzeyi ise politik alandaydı. Yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi Türkiye’de burjuvazi rejimin sağladığı devlet olanaklarıyla gelişip güçlü bir finans kapital haline dönüşmüştü ve neoliberal evrede de sermaye birikimini ve sürekliliğini devletin sunduğu kaynaklardan yararlanarak sürdürüyordu. Bu açıdan taşra burjuvalarının bu kaynaklara ulaşabilmeleri, rejim ve hükümetler üzerinde politik etkiye sahip olabilmelerine bağlıydı. Taşra burjuvazisi bu arayışını, İslami politik kimlik altında, muhafazakâr ve İslamcı ideolojiye dayanan partiler aracılığıyla sürdürmeye yöneldi. Asker-polis rejimi altında korunan devlet yapısına sızabilmenin yolu –eğer bu bir İslami devrim olmayacaksa- parlamentoya kendi temsilcilerini sokabilmekten ve mümkünse iktidara gelebilmekten geçiyordu. İşte bu zorunluluk Anadolu burjuvazisini rejim karşısında bir demokrasi söylemi kurmaya itecek ve Bonapartist rejimin karşısındaymış gibi görünen bir konum almaya zorlayacaktı. Taşra kentlerinde 16 Bak.: http://www.musiad.org.tr/Tarihce.aspx. Son erişim: 01.02.2011.
36
Sosyalist Düşünce Dergisi
Rejim Nereye Gidiyor?
toplanan muhafazakâr kitlelerin oylarını yönlendirme kapasitesi, yerel burjuvalara politik partiler ve hükümetler üzerinde baskı oluşturma olanağı yaratıyordu; yeşil renkli bir demokrasi ve sosyal adalet söylemi de büyük kentlerin yoksul yığınlarından yanıt buluyordu. 2000’lerin başlarına değin devlet yağmalı kredi olanaklarını, finans kapitalin en büyük holdinglerinin elinde bulundurduğu bankalar denetliyor ve para sermayeyi kendi holding şirketlerine aktarıyordu; bu koşullarda da KOBİ’ler yağmadan kendilerine yetecek kredileri çekip alamıyorlardı. Gerçekleştirilen özelleştirmelerde Anadolu sermayesi, kamu şirketlerinin büyüklüğü karşısında birikim ve kredi gücü açısından yeterli şansa sahip değildi ama taşeron firma olarak işlev üstlenebilirdi; öte yandan hükümet ihaleyi kazanan firmaların taşeron şirketler seçiminde söz sahibiydi ve yerel sermayenin bu politik alana sızabilmesi gerekiyordu. Diğer bir kaynak da, kamu yönetimleri, özellikle de belediyelerdi. Kamu yönetimleri yeni yasal düzenlemeler sonucunda şirket kurma olanağına kavuşmuştu ve özellikle büyük kent belediyeleri merkezî yönetimin bazı yetkilerini kullanarak özel sektöre kaynak aktarımında bulunabilmekte, yerel işadamlarının sermaye birikimlerine katkıda bulunabilmekteydiler. Yerel müteahhitler de Toplu Konut İdaresi Başkanlığı’nın (TOKİ) projelerinden yararlanma olanaklarını aramaktaydılar. Devlet kaynaklarının hükümetler tarafından burjuvaziye dağıtıldığı bu ortamda ve koşullarda, yerel burjuvazi politik partiler ve rejim üzerindeki baskılarını yoğunlaştırdı ve görünürde “İslamcı demokratlar” ile “Kemalist statükocular” arasında bir gerilim ortaya çıktı.17 Burjuva Önderliğin Yeniden Örgütlenmesi “İslami sermaye” olarak adlandırılan yerel burjuvazinin devlet kaynaklarına ve olanaklarına ulaşabilmek amacıyla rejim üzerindeki baskıları önce geleneksel burjuva partileri üzerinde dağıtıcı bir etki yarattı. Finans kapitale doğrudan bağlı, ama iktidarda olabilmek için Anadolu’nun oy deposuna başvurmak durumunda olan, bu arada Bonapartist rejimin sürekliliğini üstlenmiş halde bulunan ANAP ve DYP gibi partiler, Anadolu burjuvazisinin taleplerine yeterli yanıtı getiremedikleri oranda, İslami kesimin “has” partisi görünümündeki Refah Partisi (daha sonraları Fazilet ve Saadet partileri) aleyhine kitleler arasında oy ve parlamento içinde güç yitirmeye başladılar. Asker-polis rejiminin politik partisi görünümündeki CHP ise (DSP ve diğer merkez sol varyasyonlarıyla birlikte) bir dizi parçalanma sonucunda politik haritadan silinir duruma geldi. Burjuva partilerindeki bu dağınıklık bir dizi güçsüz koalisyon hükümetinin kurulmasına yol açıyor, bu da finans kapitalin olduğu kadar Anadolu burjuvalarının da ihtiyaçlarına yanıt verecek ekonomik bir istikrarın yakalanmasını engelliyordu. 1995’te Refah Partisi 6 milyon oy alarak (%21,38) parlamentoya güçlü bir biçimde girdi ve ertesi yıl Necmettin Erbakan’ın başbakanlığında “Refahyol” hükümetini (RP-DYP koalisyonu) kurdu. Ne var ki, RP’nin militan İslamcı kesimlerinin baskısı bu partiyi, sadece finans kapital için değil, Anadolu burjuvazisi açısından da yeterince “pragmatik” olmayan, rejim ile olan çelişkiyi sermayeyi rahatsız edecek bir düzeye sürüklüyordu. Sonuçta Bonapartist “arka plan” 28 Şubat 1997 darbesiyle Erbakan’ı iktidardan uzaklaştıracak ve partisini de Anayasa Mahkemesi kapatacaktı. Ama rejimin “istikrarını” bozan asıl (veya sadece) öğe İslamcı akım değildi. Gerekli ekonomik temellerine oturtulamamış liberal politikalar yalnızca holding bankalarının değil, devletin içinde veya çevresinde çöreklenmiş, politik partiler ve şahsiyetler aracılığıyla hükümetlerin ve bakanlıkların karar merkezlerine kadar sızmış pek çok 17 “Görünürde” sözcüğünün altını çizmek isteriz, zira bu tip bir nitelendirme, sürecin taraflarını sınıfsal değil ideolojik ölçütlerle açıklayan bir yaklaşımın ürünüdür. Bu tip tanımlamalar belirli tarihsel kesitlerde sınıfsal nesnellikle çakışabilir, ama günümüz Türkiye’sinde bu geçerli değildir. İslamcı akımları demokrat olarak tasvir etmek ne kadar yanlışsa, Kemalistleri de tarihlerinin her evresinde statükocu olan bir kesim olarak sunmak o derece hatalı olur. Hele bu iki kesim de kesin ve ortak ideolojik bir tariften uzak bir dizi farklı kanattan oluşuyorsa. Bahar 2011 -
37
Rejim Nereye Gidiyor?
mafya grubunun devlet olanaklarını soğurabilmesini olanaklı kılıyordu. Öte yandan Kürt ulusal hareketine karşı rejimin sürdürdüğü savaş, silah ve uyuşturucu kaçakçılığından Kürt illerinde (hatta İstanbul’da) ekonomik ve toplumsal yaşamı ekonomi ve politika dışı yöntemlerle teslim almaya kadar uzanan bir yelpazede faaliyet gösteren ırkçı-faşizan çetelerin oluşmasına yol açıyordu. Özetle, güvenlik kurumlarının içine kadar sızmayı ve bu kurumların belirli parçalarını kendi yönelişleri doğrultusunda kullanmayı bile başaran bu mafya tipi örgütlenmeler ve çeteler, baskı, denetim ve “özgürlükler” aygıtlarını kullanma tekelini elinde bulunduran –ya da hep öyle olmasını isteyen- Bonapartist rejimin dengelerini sarsıyor, ipleri elinden kaçırarak, nasıl sonuçlanacağı pek belli olmayan bir krize doğru sürüklenmesine neden oluyordu. Emperyalist sermayeyle işbirlikleri arayan ve onu kendi iç birikim sürecine katmaya çalışan, bu yolla dünya pazarlarında rekabet olanakları arayan finans kapitalin en güçlü kesimlerinin; ayrıca, birikimleri, yatırımları ve faaliyet süreklilikleri bakımından devlet desteğine, erişilebilir krediye ve istikrarlı üretim ve piyasa ortamlarına ihtiyaç duyan yerel burjuvazinin bu kaotik politik ve toplumsal dinamikten şikâyet etmemesi olanaklı değildi ve sürecin ardında “laik-dinci” çekişmesi gören kesimleri oldukça şaşırtan bir biçimde, TÜSİAD ile MÜSİAD rejime yönelik olarak ortak talepler ileri sürmeye başladılar. Bunların başında, “hortumlama” sonucunda iç borçlanmasını artık ödeyemez konuma sürüklenen devletin, tüm sistem kendi ağırlığıyla çökmeden önce banka-holding ilişkilerine bir son vermesi, işlevleri kendi holdinglerine para aktarma mekanizması olmaktan öteye geçmeyen “sahte” bankaları piyasadan temizlemesi, “gerçek” bankaları gerçek bankacılıkla uğraşan ve piyasada rekabet edebilecek güvenirlikte tüm işletmelere kredi sağlayan kurumlar haline dönüştürmesi geliyordu. Kısacası, devlet ile finans sektörü arasındaki ilişki yeniden düzenlenmeli, sermayenin istikrarlı büyüme ortamı yaratılmalı, bir yandan küresel ekonomi normları hayata geçirilirken (TÜSİAD) bir yandan da KOBİ’lere mali destek ve piyasa yardımı sunulmalıydı (MÜSİAD). Finans kapitalin ve yerel burjuvazinin bu baskıları, Türkiye ekonomisinin dünya piyasalarıyla tam bütünleşmesini amaçlayan IMF’nin basıncıyla da birleşerek, hükümetler üzerinde yaptırım gücüne dönüştü ve IMF ile Haziran 1998’de (Anasol-D hükümeti) “Yakın İzleme”, 2000 başında da (DSP-ANAP-MHP hükümeti) üç yıllık stand-by anlaşmaları imzalandı ve nihayet aynı hükümet Mayıs 2001’de “Türkiye’de Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”nı ilan etti. Bütün bu anlaşmalar ve programlar sonucunda, bankacılık sektöründe devasa bir “temizlik” süreci başlayacak ve ülkedeki sermaye birikimi modeli bir kez daha ve bu sefer uluslararası piyasa normları uyarınca yeniden düzenlenecekti. Önlemlerin başlıca amacı piyasadaki banka enflasyonuna son verip finans kapitalin en güçlü kesimlerinin çıkarına olarak sermayenin yoğunlaşmasını ve merkezileşmesini gerçekleştirmek, bankaları holding besleyicisi “hortumlama” kuruluşları olmaktan çıkarıp dünya finans sektörüyle bütünleşmiş ve gerçek bankacılık faaliyeti sürdüren kurumlar haline getirmek, sanayi yapısında “bilgi ve teknoloji yoğun mallara doğru”18 bir dönüşüm gerçekleştirerek imalat sanayisini küresel rekabetin ihtiyaçlarına uygun bir yapıya kavuşturmaktı. MÜSİAD’ın bu programa bazı itirazları vardı. Dönemin Ekonomi Bakanı Kemal Derviş’in TÜSİAD kökenli dar bir finans kapital kesimiyle çalıştığından yakınıyor, IMF’nin faiz dışı bütçe fazlasının artırılması talebini eleştiriyor, vergi artırımlarının geri çekilmesini istiyor ve kaynakların bankacılık sistemi aracılığıyla tüketime ve yatırımlara aktarılmasını istiyordu. Ama dönüşümün hedefleri konusunda hemfikirdi ve sürecin hızlandırılarak devlet ile bankacılık sektörü arasındaki çarpık ilişkinin radikal önlemlerle düzeltilmesinden yanaydı. Devlet, özelleştirmelerden, vergi gelirlerinden ve kamu harcamalarındaki kesintilerden elde edilen gelirleri borç faizi ödemelerine –dolayısıyla finans kapitalin en güçlü ve rejimle iç içe olan holdinglerine- yönelttiği 18 Devlet Planlama Teşkilatı, Türkiye Sanayi Politikası, 2003, bak.: http://ekutup.dpt.gov.tr/ sanayi/tr2003ab.pdf.
38
Sosyalist Düşünce Dergisi
Rejim Nereye Gidiyor?
sürece orta ve küçük ölçekli sermaye kredi ve birikim olanaklarından mahrum kalmaya devam edecekti. Farklı büyüklükteki sermaye gruplarını ve dolayısıyla sınıf kesimlerini temsil etme iddiasındaki bu iki çevre arasındaki bir başka ortaklaşma noktası da, emeğe yönelik saldırının niteliğiydi. Gerek finans kapital dünya pazarlarında rekabet edebilmek ve yabancı sermayeyi ülkeye daha kolay davet edebilmek amacıyla; gerekse KOBİ’ler, sınırlı ölçekteki sermayelerinden en yüksek verimi elde edebilmek ve mümkünse Ortadoğu ve Orta Asya pazarlarına ihracat olanağına kavuşabilmek hedefiyle, emek gücünün değerinin düşürülmesi ve göreli ve mutlak artık değer sömürüsü oranlarının artırılmasından yanaydı. Toplu işten çıkarmalar, zorunlu ücretsiz izinler, kısmi ya da kısa süreli çalışma gibi “esnek işgücü piyasası” uygulamalarıyla işçi sınıfının örgütlü hak arama olanaklarına darbe indiren ve reel ücretlerde indirim sağlayan 4857 sayılı yeni Çalışma Yasası da Mayıs 2003’te (I. Erdoğan hükümeti) parlamentoda kabul görecekti. Birikim sisteminin yeni bir düzene oturtulması konusunda görüş birliğinde olmakla birlikte, İstanbul kökenli finans kapital ile Anadolu kökenli yerel burjuvazinin rejim ve hükümet konusuna yaklaşımları farklı oldu. Bonapartist rejimin doğrudan ürünü olan finans kapital, geleneksel partilerin farklı hükümet bileşimleriyle siyasi önderlik sorununa rejimi sarsmadan çözüm getirmesini bekliyordu; ne var ki, 1990’ların sonlarında ağırlaşan krizin ve 2001’deki mali çöküntünün kitleler nezdinde yol açtığı sonuçlar, bu partilerin iktidar olabilmesini olanaklı kılan küçük burjuva kitlelerin o önderliklere olan güvenini hemen tümüyle yerle bir etmişti. Anadolu burjuvazisi ise, kendisini kredi ve birikim olanaklarından uzak tutan holdinglerin ve bankaların rejimle olan içiçeliğini doğru olarak tespit ederek, bu ittifakı bozmaya çalışıyor ve bu amaçla da “mazlumcu İslami” kimlik altında oklarını rejimin belirli kurumlarına yöneltiyordu. Devlet kaynaklarına ulaşabilmesinin yegâne yolu hükümet olmak –ya da onun üzerinde etkili bir konuma yükselmek- olduğundan parlamenter araçlara sarılıyor, bunun önüne dikilen “perde arkası” silahlı ve silahsız muhafızları Kemalist demokrasi karşıtları, kendisini de İslamcı liberal demokratlar olarak ilan ediyordu. Ortaya tuhaf bir “cephe” çıkmaya başlamıştı: Tamamen burjuva sınıfsal amaçlarla iktidar katına yükselmek isteyen ve bunun için elinde tuttuğunu düşündüğü Anadolu “oy deposunu” kullanmak arzusundaki Anadolu kökenli sermaye grupları ve tarikatları; bu grupların İslami söylemini ve küçük burjuvazinin muhafazakâr eğilimlerini, Türkiye’de demokrasinin önünde engel oluşturan Bonapartist rejimi -yıkmasa bile- aşındırabilecek temel güç olarak gören liberal sol aydınlar; “siyasallaşma” kararı doğrultusunda rejimin askeri ağırlığına karşı kendisine müttefik arayan Kürt ulusal hareketi kesimleri; yaşam koşullarında, kamu hizmetlerinde ve sosyal güvenlik sistemindeki bozulma ve kötüleşmeleri, burjuvazinin saldırısından ziyade “devleti hortumlayanlara” ve onun politika alanındaki temsilcilerinin yozlaşmışlığına bağlayan kentli yoksul sınıflar… Bu karmaşık sürecin içinden “istikrar, demokrasi ve gelişme” söylemiyle öne çıkarak hemen her kesime hitap eden AKP, tamamen burjuva liberal bir program çerçevesinde (kuşkusuz kitlelerin diliyle konuşmayı beceren karizmatik ve popülist önderinin de etkisiyle) 2002’de iktidar olmayı başardı. AKP iktidarını esas olarak rejimin neredeyse yüzyıllık baskıları altında ezilip horlanmış, demokratik katılım ve mücadele olanaklarından sistematik olarak ve cebren uzak tutulmuş; bütün kanatlarıyla burjuvazinin sermaye birikimi hırsını ve zorunluluğunu “vatan, millet” söylemleri altında kendi yoksulluğuyla beslemek zorunda bırakılmış; paşasından eşrafına, polisinden mafyasına kadar bütün zorbaların her türlü gaddarlığına maruz kalmış; seçtiği politikacıların çürümüşlüğüne ve ikiyüzlülüğüne her seferinde tanık olmuş kitlelerin oylarına borçluydu ve iktidar olma gücünü bu kitlelerin biraz daha iyi bir yaşam özlemlerinden alıyordu. Demokratik işlerlik içinde bu güç onu rejim karşısında sağlam bir konuma yerleştiriyordu. Ama iktidarının sürekliliği, asker-polis aygıtı, finans kapital ve yerel burjuvaziyi kendi çevresinde birleştirip birleştirememesine bağlıydı. AKP işte Bahar 2011 -
39
Rejim Nereye Gidiyor?
bunu gerçekleştirerek kendisini burjuvazinin yeni önderliği olarak pekiştirmeyi başaracaktı. Zayıf koalisyonlar sonucunda doğan hükümet krizleri ve böylece ağırlaşan politik bunalım sürecinde denetimin elinden kaçmakta olduğunu gözlemleyen asker-sivil bürokrasi aygıtının, İslami eğilimleri belli olan bir partinin ciddi bir oy ve milletvekili yüküyle iktidar olması karşısında tedirgin olmaması mümkün değildi. Devletin burjuvazinin talepleri doğrultusunda “küçültülmesinin” rejimin silahlı ve sivil muhafızlarının ekonomik ve toplumsal ayrıcalıklarını zedeleyecek kerteye varması, bizzat o rejimin ilgası anlamına gelecekti ve bu, darbeden iç savaşa kadar uzanabilecek bir olasılıklar yelpazesi yaratıyordu. Bu kaygıyla hareket eden bürokrasi, asker kesimin Web sayfasında yayımlanan bildirilerden yüksek mahkeme başkanlarının, üniversite rektörlerinin vb. demeçlerine, parti kapatma ve parlamentoda Cumhurbaşkanı seçimi iptali davalarına, hatta hükümetçe düzenlenen kutlama kokteyllerinin boykotuna kadar uzanan bir “uyarılar” sistemine başvuracaktı. Rejimin halk tarafından seçilmeyip kendisince atanmış muhafızlarının, burjuva demokrasisi kurallarınca seçimle işbaşına gelmiş bir hükümet üzerindeki tehditleri, öte yandan AKP’nin “mazlum demokrat” popülizmi, “Kemalist statükocular” ile “İslamcı demokratlar” çekişmesi görüntüsünü güçlendiriyordu. Bu görüntüyü politik bir gerçeklik olarak algılayanların gözden kaçırdıkları ise, emperyalizme bağımlı, Bonapartist rejimle yönetilen bir yarısömürge ülkede, liberal demokrasinin tarihsel sınırlılığıydı. Kitlelerin demokratik devrimci atılımıyla yıkılmadığı ve yerini bir işçi-emekçi hükümetine bırakmadığı sürece, burjuva demokrasisinin sınırlarının da Bonapartist sistemin taşıyıcı sütunlarınca çevrelenip çizileceği gerçeği görülemiyordu. Finans kapitalin AKP iktidarı karşısındaki tutumu ise bir hayli çelişkiliydi. Teknoloji yoğun artık değer sömürüsüne yönelik ve dünya piyasalarında rekabet etme gücüne dayalı ekonomi politikaları finans kapital içinde yer alan ama devlet rantıyla beslenen grupları açıkça rahatsız ediyordu. Bu kesimler, kendi bankalarından KİT’lere yüksek faizlerle kredi vermeyi ve KİT’lerden kendi işletmelerine ucuz girdi almayı sürdürebilmek amacıyla özelleştirmelere karşı çıkıyor, bunun sonucunda da Bonapartist rejimin geleneksel “devletçi” çizgisini destekler bir görünüm alıyorlardı. Gene bu kesimler, yurt dışındaki kendi şirketlerine para aktarımı yapıyor, sonra bu şirketlerden yurt içindeki işletmeleri için “borç” alıyorlardı (back to back borç sistemi); ardından da hükümetten bu ağır borçların ödenebilmesi için yardım talep ediyorlar, bu amaçla IMF’den devletin borç almasını istiyorlardı. Kredi olanaklarına kavuşmayı arzulayan Anadolu kökenli yeni sermaye gruplarının tepkisini çeken ve finans kapitalin en güçlü kesimlerinin ekonominin küresel normlara uygun olarak çalıştırılması arzusuna ters düşen bu rant soğurumu uygulamaları, finans kapitalin rantiye kesimleri ile birikim sürecini burjuvazi arasında “sosyalleştirmeye” yönelik politikalar izlemek hevesindeki AKP arasında çatışmalı bir ortam doğuruyordu. Ve bu gerginlik kamuoyuna bürokrasiTÜSİAD ittifakı ile AKP arasındaki bir kapışma olarak yansıyordu. Oysa AKP hükümeti finans kapitalin sermaye, teknoloji ve pazar kapasiteleri bakımından en güçlü kesimleri ile KOBİ’ler dâhil Anadolu kökenli yerel burjuvazinin ortak taleplerini harfiyen yerine getirmekteydi. Erdoğan, Kemal Derviş ile IMF’nin hazırlamış olduğu programı aynen uygulamayı sürdürdü. Daha ayağının tozuyla emekçilerin aleyhine olan yeni Çalışma Yasası’nı meclisten geçirdi, kamu harcamalarını kısarak bütçe açığını geriletti, reel faiz oranlarını düşürdü, özelleştirmelere devam etti, Avrupa Birliği ile bütünleşme sürecini ilerletti, bu politikaları sayesinde yabancı sermayenin ülkeye akmasını sağladı ve böylece firmalarının değeri düşen finans kapital kesimlerinin servetlerini kurtardı, daha da zenginleşmelerine katkıda bulundu. Türkiye kapitalizmini küresel işleyiş normlarına yaklaştıran bu uygulamalar ve öte yandan Anadolu kökenli belirli sermaye gruplarının güçlenerek finans kapitalin içinde yer almaya başlaması, devlet rantıyla birikim yapmaya alışmış ve işletmelerini uluslararası piyasalarda rekabet edebilecek biçimde dönüştürmeyi başaramayan bazı geleneksel 40
Sosyalist Düşünce Dergisi
Rejim Nereye Gidiyor?
sermaye gruplarının eski güçlerini yitirmeye başlamalarına neden oluyor ve bu kesimleri AKP karşıtı bir tutum almaya itiyordu. Bu grupların baskılarıyla TÜSİAD’ın zaman zaman hükümet karşıtı çıkışlar yapması ise statükocu (TÜSİAD) burjuvazi ile liberal (MÜSİAD) burjuvazi arasındaki çekişme görüntüsünü pekiştiriyordu. Oysa AKP, finans kapitalin dinamik kesimleri ile giderek güçlenen ve artık “Anadolu” ya da “yerel” sıfatlarını yitirmeye başlayan yeni sermaye gruplarının ortaklığı üzerinden politikalar izlemekteydi. AKP için sorun TÜSİAD değil, onun içindeki devlet rantçısı grupların direnişiydi. Kaldı ki, finans kapitalin en büyük geleneksel (ama dinamik dönüşümcü) kesimleri AKP hükümetince dışlanmak bir yana, tam tersine ekonomik dönüşümün en önemli olanaklarından yararlandırılmayı sürdürüyorlardı. Örneğin, en önemli ihaleleri gene bu kesimler kazanıyor, TÜPRAŞ Koç grubuna, Erdemir OYAK’a, elektrik dağıtım ihaleleri TÜSİAD’lı işadamlarına gidiyordu. Öte yandan TÜSİAD yerel girişimcilerle ilişkilerini güçlendirmek amacıyla kurduğu TÜRKONFED (Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu) aracılığıyla Anadolu’ya yayılıyor ve bünyesinde 10 binin üzerinde üyesi bulunan 105 yerel girişimci derneğini topluyordu. Finans kapitalin bu yeniden yapılanma sürecinin diğer ayağı ise –tüm İslamcı söylemine karşın- artık AB ile bütünleşmeyi savunan MÜSİAD’ın pek çok üyesinin finans kapitalin içinde yer almaya başlamasıydı. 2008 itibariyle 25 MÜSİAD üyesi firma İstanbul Sanayi Odası’nın “Türkiye’nin ilk 500 sanayi kuruluşu” listesine girmiş, 30 üye ise ikinci beş yüz içine yerleşmişti. Bu grupların talepleri ve eğilimleri, finans kapitalin geleneksel örgütünün beklentilerinden farklı değildi, sınıf çıkarları açısından olamazdı da. Türkiye ekonomisinin küreselleşme doğrultusunda yeniden yapılanması sürecinde, güçten düşen belirli sermaye gruplarının AKP hükümetine karşı tutum almalarını, hatta bu amaçla asker ya da sivil bürokrasiyi kendi yanlarında hareket etmeye çağırmalarını, AKP ile Bonapartist rejim arasındaki bir savaş olarak yorumlamak yanlış olacaktır. Bu kesimler AKP dışındaki başka partiler aracılığıyla iktidar olanaklarını aramayı sürdüreceklerdir. Sınıf mücadelesi perspektifi açısından görülmesi gereken, AKP’nin finans kapitalin ihtiyaçları doğrultusunda Bonapartist rejimi bir yeniden yapılanma içine sokmuş olduğudur. Kendi üyelerinin en güçlü, dinamik ve uluslararasılaşmış kesimlerini temsil eden TÜSİAD ve MÜSİAD yönetimleri bu sürecin parçası ve destekçidir. AKP iktidarının “tek bayrak, tek vatan, tek dil” söyleminin ardında bir başka program saklamadığını Kürt ulusuna yönelik saldırılarıyla kanıtlaması; “laik ve demokratik Türkiye” iddiasının doğruluğunu emperyalist basına “İslam’ın demokrasi ile uyuşabileceğinin en güzel örneği” olarak onaylatması; silahlı bürokrasinin ekonomik ve toplumsal konumuna zarar vermeyeceğini OYAK’ı “İlk 500” arasında 3. konuma çıkararak ispat etmesi; işçi ve emekçi kitleler üzerindeki şiddet uygulamalarından vazgeçilmeyeceğini her seferinde kanıtlaması… bütün bunlar, rejimin silahlı ve silahsız bekçilerinin AKP iktidarının mevcut düzene olan sadakatinin “samimiyetine” inanmaya başlamalarına yardımcı olmaktadır. AKP’nin finans kapitalin ihtiyaçları doğrultusunda ekonomi dışı rant kesimlerini tasfiyeye yönelmesi (Ergenekon, vb. davaları), kapitalist işleyişe istikrar kazandırabilmek amacıyla Kürt sorununa bir “çözüm” araması, baskıların yanı sıra demokratik gericilik politikaları doğrultusunda “istikrara ve barışa” katkıda bulunacak bazı demokratik yasal değişiklikler gerçekleştirmesi, Bonapartist rejimi çökertip yerine artık çağımızda olanaksız bir liberal demokrasi kurmaya değil, o rejimi dönemin emperyalist ihtiyaçlarına ve finans kapitalin çıkarlarına uygun hale getirecek bir reforma tabi tutmaya yöneliktir. AKP’yi burjuvazinin yeni önderliği haline getiren, onun üstlenmiş olduğu bu misyondur. Nereye Doğru? Teori gerçekliği hep bir adım geriden izler. Biz devrimci Marksistler için ise teori, politik öngörülerde bulunabilmemiz için bir araçtır. Yukarıdaki bölümlerde, Türkiye’deki Bahar 2011 -
41
Rejim Nereye Gidiyor?
rejimin niteliğine ilişkin sınıf temelli bir teorik kurguyla onu “kendine özgü Bonapartizm” olarak tanımladık ve özellikle AKP iktidarıyla birlikte yeni bir yapı kazanmaya yöneldiğini söyledik. AKP’yi de, asker-sivil bürokrasi, finans kapital ve Anadolu kökenli yeni sermaye kesiminin tarihsel çıkarlarına yanıt getiren, onları rejim içinde ve çevresinde yeniden toplayan yeni burjuva önderlik olarak tarif ettik. Kuşkusuz bu süreç tamamlanmış değildir, çelişkilerle doludur ve geleceği sınıf mücadelesine bağlıdır. Ama bunun devam eden bir dinamik olması, politik öngörülerde bulunmayı yasaklamaz; tam tersine, sınıf mücadelesine doğru taktik ve sloganlarla müdahale edebilmek ve kitlelerin mücadelesi içinde devrimci partiyi inşa edebilmek için bu zorunlu bir görevdir. Öncelikle liberal sol ve İslamcı akımlar arasında yaygın olan, hatta kendini devrimci sol olarak tanımlayan kesimlerin bile içine sızan, Türkiye’de son yıllarda sürmekte olan “demokratik açılımların”, Anadolu burjuvazisinin önderliği olan “İslami liberal” AKP’nin eseri olduğu yolundaki yargıya karşı mücadele etmek zorundayız. Bu yargı, içerdiği bütün önermelerle yanlıştır. Her şeyden önce, “Anadolu burjuvazisi” ya da “yerel burjuvazi” gibi ifadeler, eğer son yirmi yıl içinde taşra kentlerinde serpilip gelişen orta ve küçük ölçekli sermaye gruplarının belirtilmesinde bir kolaylık sağlamak amacıyla kullanılıyorsa, bunun “kökenleri” -Anadolu’da biriken ticari sermayenin, devletin de yardımıyla sanayi sermayesine dönüşmesi- itibariyle kabul edilebilir olduğunu belirtsek bile (ki biz de zaman zaman bu amaçla kullandık bu ifadeyi), bu durumun coğrafi açıdan da artık pek geçerli olmadığını görmemiz gerekiyor. Bugün, İstanbul, Kocaeli gibi büyük sanayi merkezlerinin çevresinde de daha küçük ölçekli imalat birimleri yaygınlaşmış durumdadır. Öte yandan pek çok Anadolu sermaye grubu merkezini İstanbul’a taşımakla kalmamış, sermaye birikimlerinde gerçekleştirdikleri sıçramalar sonucunda geleneksel finans kapitalin bir parçası haline gelmiştir. Kuşkusuz Anadolu’nun pek çok eyaletinde KOBİ’ler kurulmaya ve yaygınlaşmaya devam ediyor, ancak bu sermaye gruplarının sınıf çıkarlarının ve beklentilerinin İstanbul ve Kocaeli gibi metropol bölgelerin benzer ölçekteki sermaye kesimlerinden farklı olduğunu düşünmemize neden olacak bir gereklilik bulunmamaktadır. Biz, KOBİ’lerde toplanmış sermayeyi, burjuvazinin finans kapital dışındaki kesimi olarak tarif etmenin daha doğru olduğuna inanıyoruz. Bu kesimin, finans kapitalin aksine emperyalist sermayeyle iç içe olmaması ve onun piyasa baskısına maruz kalması bakımından “ulusal sermaye” veya “ulusal burjuvazi” olarak da adlandırılabileceğini düşünüyoruz.19 İkincisi, Anadolu kökenli sermaye gruplarının, devlet eliyle ve onun koruması altında zenginleşen finans kapitalin tersine, “liberal piyasa” koşullarında rekabet ederek kendisini oluşturmuş ve güçlenmiş burjuvazi olduğu da gerçeklikle uyuşmamaktadır. Bu kesimler de, özellikle ilk ANAP ve daha sonraları AKP hükümetlerince desteklenmiş, teşviklerle, ihalelerle beslenmiştir. Bu konuda Halkın Sesi Partisi yöneticilerinden Mehmet Bekaroğlu’nun, MÜSİAD kurucularından Erol Yarar’ın iddialarına verdiği yanıt oldukça açıklayıcıdır: (MÜSİAD’çılar…) Anadolu’dan yola çıkıp Türkiye toplumunun sosyolojisine yaslanarak merkeze doğru yürüyen, merkezde toplanan iktidar nimetlerine uzanan, daha evvel merkezde yuvalananlara ortak olan, onların elinden bazı imkânları alan yeni zenginlerdir, Yarar’ın “değişimi yapanlar” diye yücelttiği. “TÜSİAD’ın devletten nemalandığı” doğrudur, ancak MÜSİAD’ın farklı bir yerden nemalandığını kim söylüyor! “Sermaye birikiminde devlet gücünün kullanılmadığı bir zaman ve yer var mı?” diye sorabiliriz. Türkiye pratiğinden konuşursak sermaye birikimi, her zaman devlet gücü kullanılarak olmuştur. TÜSİAD’çılar da MÜSİAD’çılar da devlet gücünü arkalarına alarak sermaye bi19 Bu kesimi ulusal burjuva olarak tanımlamamız, onun ulusalcı ya da antiemperyalist olduğuna işaret etmez. Bu konuya ilişkin tartışmamız için, bak.: http://iscicephesi.net/tartisma/ sizden-gelenler/312-turkiyenin-son-500-gunu-sorular-cevaplar. Son Erişim: 08.02.2011.
42
Sosyalist Düşünce Dergisi
Rejim Nereye Gidiyor?
riktiriyor. Dün merkezi hükümetin kontrolündeki imkânları yağmalıyorlardı; neo-liberal dönüşüm ve “Derviş uygulamaları”ndan sonra imkânlar ve rant alanları yerel yönetimlere kaydırıldı, şimdi sermaye birikimi daha çok yerel yönetimler aracılığı ile oluyor. Yarar, TÜSİAD’a gönderme ile “sermaye devlet eliyle oluşturuldu” derken merkezi yönetimlerin dağıtımını kast ediyor. Doğru, o dönem daha çok İstanbul sermayesi semiriyordu. Şimdi de yine devlet eliyle, yani yerel yönetimlerin oluşturduğu rantlar paylaşılarak sermaye birikimi yapılıyor. Yarar her halde yerel yönetimleri ‘devlet’ olarak görmüyor. “MÜSİAD çevresinin çalışarak, şükrederek, azken çok vererek, Allah’ın lütfüyle büyüdüğü” palavradır.20 Bu gerçeklik, finans kapitalin olduğu kadar yerel sermaye gruplarının da “demokrasi yanlısı” olmalarının sınırını belirler. Anadolu kökenli ulusal sermaye, rant ve kredi imkânlarına ulaşabilmek için finans kapitalin asker-polis rejimiyle olan yakın ilişkisini zayıflatmaya çalışmış, bu amaçla muhafazakar İslamcı bir söylemle AKP’yi iktidara itmiş ve bu durum finans kapital ile Bonapartist bürokrasinin tepkisiyle karşılaşıp bir “mevzi savaşı” başlatmıştır. Ama zamanla, yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi (sermaye birikimi modelinin değişikliğe uğraması, yerel sermayenin mali kaynaklara ulaşmaya başlaması, onun güçlü kesimlerinin finans kapital ile bütünleşmesi, vb.) bu çatışma, 2000’lerin olumlu dünya ekonomik konjonktürünün ve ulusal ekonomide yaşanan büyümenin de etkisiyle genel olarak burjuvazinin bir çıkar birliğine dönüşmüş, yerini “iki cephenin” değil, finans kapital içindeki farklı sermaye gruplarının rekabetine ve çekişmesine bırakmıştır. Erdoğan hükümetlerinin Kürt ulusal sorunu karşısındaki Türk milliyetçisi tutumunun, rejimin temel silahlı kurumlarına sadakatinin ve emekçi kitlelerin mücadelesi karşısında aldığı baskıcı rejim yanlısı uygulamalarının her gün biraz daha belirginleşmesiyle birlikte de, AKP Bonapartist rejime onun bir parçası, hatta bugün için en önemli bekçisi olduğunu kanıtlamıştır. Farklı kesimlerin (finans kapital, ulusal burjuvazi, asker-sivil bürokrasi) AKP iktidarı altındaki bu tarihsel kavuşumunun, bu birlikteliğin çelişkilerden ve muhtemel yeni çatışmalardan muaf olduğu anlamına gelmiyor. Sermaye grupları ve çıkar çevrelerinin aralarındaki rekabetler, onların hükümetler düzeyinde etkili olma mücadeleleri sürecek ve her egemen grup kendisi için “demokrasi” isteyecek, bazıları ise rejimin seçimle işbaşına gelmemiş ya da gizli aygıtlarına başvurmaya yönelebilecektir. Her hükümet idari ve yargı organlarında kendi taraftarlarıyla egemen olmaya çalışacak, bu organlar içinde çoğunlukta olanlar azınlıktaki kesimleri “devlet karşıtı” olarak karalamaya girişebilecektir. Ama bunların hiçbiri, birinin öbüründen daha “hakiki demokrat” olduğu anlamına gelmeyecek, kendileri için talep ettikleri demokrasi, kitlelerin karşısında rejimin ortak ve koşulsuz savunusuna dönüşecektir. Egemen sınıfların demokratlığının ortak paydası nedir, hangi düzeydedir? Yeni sermaye birikimi modeli ve Türkiye ekonomisinin giderek daha fazla küreselleşme sürecine katılması, sermayeler arasındaki rekabet hırsını ve zorunluluğunu kamçılamakta ve taraflar “ekonomi dışı” faktörlerin en aza indirilerek bu yarışa eşit koşullar altında katılmak istemektedirler. Dolayısıyla, iktidara gelen hükümetlerin, temsil ettikleri sermaye gruplarını kayırmakla birlikte, devletin kaynaklarını burjuvazi arasında daha “adil” dağıtmaya zorlanacakları bir partiler, parlamento ve denetim sisteminin kurulması istenmektedir. Burjuvazinin bu “iç demokrasisi” elbette kitlelere, emekçi sınıflara kapalı olacak, ama burjuvazinin farklı gruplarının küçük burjuva ve halk yığınlarının oylarını toplama rekabetine izin verecek kertede şekillenecektir. Öte yandan, yeni üretim ve gelişme modelleri yerel idarelerin kaynak dağıtımı açısından önemini güçlendirmektedir; bu da, rejimin bugüne kadarki merkeziyetçi yapısının gevşetilmesini getirecek, sermaye grupları arasındaki yarış çevreye doğru gelişerek Ankara merkezli politik rekabetin yerini daha geniş ölçekli ve “katılımcı” görünümlü yerel mücadeleler alacaktır. 20 Bak.: www.fikirzamani.com. Son erişim: 08.02.2011. Bahar 2011 -
43
Rejim Nereye Gidiyor?
Bütün bu gereklilikler burjuvazinin bir bütün olarak “istikrar” talebiyle birleşmektedir. Bu konuda Türkiye burjuvazisinin önündeki en büyük sorun, Kürt illerindeki kitlelerin ulusal ve kültürel hakları konusunda ulaştıkları bilinç ve seferberlik düzeyidir. AKP iktidarı, rejimin silahlı güçleriyle birlikte, bu “sorun”u “tek vatan, tek bayrak, tek ‘resmi’ dil” şiarı altında, bazı kültürel hakların tanınması ve yerel yönetimlerin –“hizmet içerikli özerkliğe evet, idari ve siyasi özerkliğe hayır”21 perspektifiyle- güçlendirilmesi çerçevesinde çözmeye çalışmaktadır. Bu doğrultuda uzunca bir dönemden beri ulusalcı Kürt hareketinin önderliğinin rejimin yanına kazanılmış olduğu biliniyor; sorun, Kürt kitlelerin seferberliğinin sona erdirilmesinde yatıyor. Kitleler arasındaki tarikat faaliyetlerinin ve Kürt önderliğinin rejimle olan pazarlıklarının bu seferberliklerin sona erdirilmesinde ne denli başarılı olacaklarını zaman gösterecektir; ama onların gayretlerinin bittiği yerde Kürt halkı üzerindeki “uzlaşmacı demokrasinin” ya da “demokrasi açılımlarının” sınırına ulaşılmakta, oradan itibaren de rejimin baskı ve kıyım politikaları tüm çarpıcılığıyla karşımıza çıkmaktadır. İşçi hareketi açısından ise, dikey sendikacılık dönemi aşılmış durumdadır. Rejim, sınıf mücadelesini “polis sendikacılarla” değil, kapitalist ekonominin kitlelerin tüketim kapasitelerini de dikkate alacak biçimde geliştirilmesine katılan, burjuvazi açısından “yapıcı ve sorumlu” sendika bürokratlarına ihtiyaç duymaktadır. Ama bu tip bir bürokrasinin, ücret ve sosyal hak mücadelelerini o çerçevede tutup rejime karşı bir savaş haline dönüşmesini engelleyecek düzeyde sağlam ve “inandırıcı” olabilmesi gerekiyor. Son Tunus ve Mısır demokratik devrimleri sırasında, polis sendikacılığının birkaç gün içinde nasıl çökebileceği çok açık görülmüştür. Dolayısıyla “çağdaş sendikacılık” çerçevesinde bürokrasiyi güçlendirmek burjuvazinin hedefleri arasındadır ve işçi sınıfı içinde yaratılabildiği orandaki bir “işçi aristokrasisini” temsil eden, onu kitlelerin gözünde ekonomik ve politik haklar bakımından bir referans haline dönüştüren sendika önderliklerini sistemin içine yerleştirmeye gayret etmektedir. Bu, büyük sanayi merkezlerinde sendikal demokrasinin genişlemesi gibi görünebilecek, ancak gerek taşeron ve esnek üretim sistemi, gerekse bürokrasinin ilgisizliği ve rejimin baskılarıyla örgütsüzlüğe mahkûm edilen milyonlarca işçi ve emekçi, bu patron-sendikacı ittifakının kurduğu “demokrasinin” sınırları dışında kalacaktır. Özetle, rejimin sınırlarının burjuvazinin istekleri ve ihtiyaçları doğrultusunda yeniden belirlendiği bir “demokratik gericilik” dönemine girmiş bulunuyoruz. Asker-polis rejimine burjuva demokratik, parlamenter bir çerçeve kazandırılmakta, ekonomi dışı etmenler devletin merkezinden dışarı doğru itilmekte, sivil bürokrasinin burjuva rekabeti köstekleyen işlerliği dönüşüme uğratılmakta, kitle önderlikleri bu sistemin içine davet edilmekte, legal silahlı güçler güvenirliklerinin daha az yıpranacağı bir mevziiye konumlandırılma ve bu işlerliklerin yeni bir Anayasayla şarta bağlanması öngörülmektedir. Bütün bu değişikliklerin sadece “göstermelik” olduğu iddia edilemez, zira rejimin niteliğinde bir farklılaşmaya işaret etmekte ve ona yarı Bonapartist (ya da yarı parlamenter) diye adlandırabileceğimiz bir özellik kazandırmaktadır. Önemli olan rejimin bu yeni işleyişinin çarklarını, doğrultusunu ve hedeflerini iyi tespit edebilmektir. Gerçekleşmekte olan değişim süreci ne bir demokratik devrimdir, ne de onun sonucunda ortaya çıkacak olan bir burjuva demokrasisidir. Rejimin temel kurumları, parlamenter işleyişin biraz arkasına itilmekle birlikte, “tek vatan, tek bayrak, tek dil” şiarı doğrultusunda birleşmiş, laik ya da İslamcı milliyetçiliğin silahlı ve silahsız tüm kurumları, yani rejimin temel direkleri, hâlâ kitlelerin denetiminden uzak bir yerde ayaktadır ve burjuvazi bunların yıkılmasına asla izin vermek istemeyecektir. Türkiye’de demokratik devrimin temel sorunları –ulusların kendi kaderini tayin hakkı, emperyalizmden bağımsızlık, toprak sorunu ve demokrasi- “sorun” olarak kalmaya devam etmektedir ve burjuvazi bunları çözme kapasitesini artık tamamen yitirmiş durumdadır. 21 Zaman, 27 Aralık 2010.
44
Sosyalist Düşünce Dergisi
Rejim Nereye Gidiyor?
Kaldı ki, Tunus ve Mısır devrimleri demokratik devrimci süreçlerin, Bonapartist rejimler üzerinde dağıtıcı bir etki yaratmakla birlikte, devrim ilerleyemediği ve işçi ve emekçi hükümetleri altında sosyalist tedbirler almaya yönelmediği sürece, rejimi bütünüyle yıkamayacağını, temel sorunları çözümleyemeyeceğini bir kez daha göstermektedir. Bununla birlikte, Mısır ve Tunus devrimlerinden çıkaracağımız bir ders daha var: Bin Ali ve Mübarek’in kitlelerin basıncına, ayaklanmaya işçi sınıfının katılması anına kadar dayanmış olmaları ve ama proletaryanın genel greve yöneldiği günün ertesinde bavullarını toplayıp başkentten kaçıvermeleri. Türkiye’de de Bonapartist özlü rejim de ancak kitlelerin atılımıyla aşılabilecek, demokratik devrimin, tarihin çarkları arasına sıkışmış kalan sorunları ise proletaryanın örgütlü önderliği altında çözüme kavuşabilecektir. Şubat 2011
Bahar 2011 -
45
Dosya
İspanya Modeli ve Kürt Sorunu
Murat Yakın
“Hemen yarın İngiliz ordusunu defedip Dublin Kalesi’ne yeşil bayrağı çekseniz bile, sosyalist bir cumhuriyet kurmadıkça, tüm çabalarınız boşa gidecektir. Ve İngiltere toprak sahipleri, kapitalistleri ve ticari kurumlarıyla size hükmetmeye devam edecektir.”
James Connolly1
18–19 Aralık 2010 tarihinde toplanan Demokratik Toplum Kongresi’ne sunulan özerklik modeli taslağı, bir yandan devlet ve hükumetin çeşitli kanatlarında şiddetli bir tepkiye yol açtı, diğer yandan ise yeniden “İspanya modeli“ tartışmalarını alevlendirmiş oldu. Kamuoyunda özerklik taslağının en netameli başlığı, “Özerk Kürdistan” önermesiydi. Gerek Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ve gerek Kürt hareketinin diğer bileşenleri öneriyi Kürtleri de kapsayan, fakat daha geniş bir Türkiye projesi olarak sunmaktalar. Aslına bakılırsa, AKP hükümetinin “Kürt açılımı” yönelişiyle bir kez daha alevlenen bu tartışmanın, Kürt hareketinin taleplerinin geride kalan 10 yıl boyunca geçirdiği evrimle sıkı sıkıya ilişkili olduğu aşikâr. 1 James Connolly, 5 Haziran 1868–12 Mayıs 1916. İrlandalı devrimci Marksist önder. İrlandanın İngiliz sömürüsünden kurtuluşunun ancak işçi sınıfının toplumsal kurtuluşuyla olanaklı olabileceğini savunan enternasyonalist devrimci bir pozisyona sahipti. Önderliğini üstlendiği Paskalya ayaklanması 23 Nisan 1916 tarihinde İngiliz sömürge güçlerince yenilgiye uğratıldı. Uluslararası sosyalist hareket içinde büyük etki yaratan bu ayaklanmayı, Rus sosyal demokratlarından Plehanov, “zararlı bir hareket” olarak nitelerken, Troçki, “işçiler öclerini Lyod George’un cellâtlarından alacaklardır” diye selamladı. Lenin ise ayaklanmanın bir “darbe” olduğu iddiasını kınadı ve “İrlandalıların asıl talihsizliği, bu gelişmeye Avrupa proletaryasının isyanının henüz olgunlaşmamış olduğu bir sırada yakalanmalarıdır,” diye değerlendirdi. Connoly, başarısız kalkışmanın ardından, İngiliz işgal güçlerince kurşuna dizildi.
46
Sosyalist Düşünce Dergisi
İspanya Modeli ve Kürt Sorunu
Özerklik arayışını uluslararası kamuoyuna deklare eden ise, İspanya’nın El Mundo gazetesine konuşan KCK Yürütme Konseyi başkanı Murat Karayılan oldu. Karayılan, bölgesel otonomi alanında aradıkları modelin İspanya modeli olduğunu belirtiyordu. İspanyol anayasasını incelediklerini ifade eden Karayılan, farklı bölgelere değişen derecelerde otonomi verildiğine dikkat çekiyor, “yerel hükümetlerin merkezi hükümetle uyum içinde olduğu, kendi polis gücü ve parlamentosunun olduğu bir ülkenin takip edilecek model” olduğunu vurguluyordu. Abdullah Öcalan yaklaşık 10 yıldır ısrarla Kürt hareketinin bir devlet kurma talebinden vaz geçmiş olduğunu vurgulamakta. Türkiye’deki duruşmalarından itibaren geliştirdiği “demokratik cumhuriyet” projesi, önce demokratik konfederalizme ve ardından demokratik özerklik arayışına evrildi ve dahası Kürt hareketinin başlıca bileşenlerince temel bir talep/yöneliş olarak benimsendi. Söz konusu üç şiar arasında dönemin siyasi basınç ve ihtiyaçlarına dair bir dizi fark göze çarpsa da, her üç önermenin de ardışık bir siyasal eksene sahip olduğunu görmek mümkün: Kürt hareketi öncelikle mevcut merkezi devlet yapısını ademi merkeziyetçi bir tarzla aşabilmeyi umuyor, dahası bu çizginin yaygınlaşmasıyla Kürt halkının parçalı bir halde yaşamakta olduğu diğer ülkelerdeki baskı rejimlerinin de dönüştürülebileceğini ileri sürüyor. Bölgede mevcut ulus devlet modelleri nedeniyle birbirinden uzaklaştırılmış Kürt kitlelerin maruz kaldıkları asimilasyoncu politikaların son bulmasının yegâne yolu buradan geçmekte. İkinci nokta, bölgesel otonomi kurumları aracılığıyla Kürt halkının kendi kendini yönetmesi. Üçüncü noka, Kürtçe eğitim hakkının tanınması ve gelişmesine yönelik. Dördüncü nokta ise, neoliberalizmin özellikle Kürt illerinde yol açtığı ekonomik sefaletin etkilerinin hafifletilmesine yönelik bir dizi ekonomik tedbirin hayata geçirilmesi. Kürt sorunun çözümüne yönelik olarak “İspanya modeli” önerisini destekleyenlerin, Kürt ulusal hareketinden, TÜSİAD çevrelerine ve bir dizi sol liberal kesime dek yaygın bir profil çizdiği aşikâr. Bu kadar hassas bir konuda, farklı politik metotlara sahip olması beklenen bu kesimlerin, İspanya’da ulusal sorunun geçirdiği evrime ilişkin olarak son derece izlenimci bir ortak paydaya sahip oldukları söylenebilir. Bu izlenimci yaklaşımın başlıca vurgusu, İspanya’da demokratik taleplerle seferber olan kitlelerin baskıcı, çağın gereklerine yanıt vermekten uzak, hantal, bürokratik ve merkeziyetçi bir rejimi alaşağı etmiş olduğu, sivil toplum örgütlerinin belirleyici bir rol üstlendiği çok sesli, örnek bir Avrupa demokrasisi tesis ederek ve ancak bu sayede ulusal demokratik sorunun çözümünde tatmin edici kazanımlar sağlandığı var sayımına dayanmaktadır. Böylelikle özel mülkiyet sorunu ve ayrılma hakkı bu tartışmalardan buharlaştırılmış olacaktır. İspanya’da Ulusal Sorun; Tarihsel Kökler 16. yüzyılın ilk çeyreğinde İspanya, Avrupa’da tek bir devlet çatısı altında biçimsel birliğini tamamlamış başlıca ülkelerden biri konumuna erişmiş gözükse de, gerçekte tek bir ulus yaratmayı asla başaramadı. 19. yüzyıl boyunca gündeme gelen sayısız kitle hareketi ve ayaklanmalara karşın, İspanyol burjuvazisi başta tarım reformu ve ulusal birlik olmak üzere bir dizi acil demokratik görevi üstlenme ve böylelikle aristokrasiyi yenilgiye uğratacak modern bir burjuva devletin inşasını gerçekleştirmede yetersiz kalacaktı. Doğuştan yozlaşmış ve zayıf İspanyol burjuvazisinin, proletaryanın elde ettiği ilerlemeler ve yoksul köylü ayaklanmalarının yarattığı dehşetle belirlenen bu koşullar altında büyük toprak sahipleri ve monarşiye boyun eğmesi, devrimci bir sınıf olarak kaçınılmaz sınırlarını belirleyecektir. 19. yüzyılın sonunda temelde bir tarım ülkesi konumundaki ülke, 20. yüzyılın başında tüm eski kolonilerini kaybetmiş, bizzat kendisi yabancı sermaye tarafından kolonileştirilmiş olarak bir yandan ağırlıkla tarımsal ve geri ekonomik düzeyle, diğer yandan özellikle Bask ülkesi ve Katalonya merkezli ve yabancı sermaye ağırlıklı güçlü endüstriyel ilişkilerin bileşiminden oluşan bir deneyimi yaşamaya başlar. Bu haliyle Bahar 2011 -
47
İspanya Modeli ve Kürt Sorunu
ülke, Troçki’nin geliştirdiği “eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının” belirgin bir prototipi görünümündedir. Güneyde ve merkezde geri kalmış tarım ağırlıklı ekonomik ilişkiler, Bask ülkesi ve Katalonya’da yoğunlaşan, gelişkin endüstri ilişkileriyle iç içe geçerken, bu eşitsiz ve bileşik seyir, söz konusu endüstriyel ilişkilerin ağırlıklı olduğu bölgelerde bir yandan ulusal uyanışın, diğer yandan ise ciddi oranda bir proleter yoğunlaşmasının kapılarını aralar. Ülkenin güneyindeki lâtifundialarda2 toprak sahibi azınlık işlenebilir arazilerin üçte ikisini elinde bulundurmakta ve bir milyon civarındaki topraksız köylüyü ancak hayatta kalmaya yetecek sefalet koşullarında çalıştırmaktadır. Öyle ki, toprak reformu ve iç pazarın canlandırılması, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesi için hayati bir faktör teşkil etmesinin yanı sıra, ülkede liberal burjuva demokrasisinin gelişmesi açısından da belirleyici öneme sahiptir. Bask ülkesi ve Katalonya’da kapitalizmin süratli gelişimi bu topraklardaki burjuvazinin sınıf bilincinin paralel bir şekilde ilerlemesini beraberinde getirecektir. Söz konusu burjuvaziler temel olarak, elektrik enerjisi, tekstil, denizcilik, kimya endüstrisi ve yabancı şirketlerle –özellikle İngiliz- ortak işletilen madenlerden ve demiryollarından zenginleşmeye başlarlar. İspanyol merkezi burjuvazisinin 19. yüzyıl sonlarında tüm kolonilerini yitirmesiyle başlayan bunalıma, Bask ve Katalan burjuvazilerinin aynı dönemde kaydettikleri ekonomik ilerlemelerin eşlik etmesi, beraberinde kaçınılmaz politik çatışmaları gündeme getirecektir. O döneme dek ağırlıkla bölgedeki aristokrasinin temsilcileriyle ilişkili Bask büyük burjuvazisi, bölgedeki çıkarlarını kollamak için hızla erimekte olan Bask küçük burjuvazisinin huzursuz kaynaşmasından da yararlanarak 1895 yılında PNV’yi (Bask Milliyetçi Partisi) kurarak Katolik muhafazakarlığı öne çıkartan merkezi bir politik aparata kavuşur. Diğer yandan Katalonya’daki gelişmeler bir dizi belirgin farkı içerir. 19. yüzyılda süratle gelişen Katalan milliyetçi akımlarını belirleyen faktör, merkezi burjuvaziyle yürütülen açık işbirliğine dayanmaktadır. Lliga Catalana (Katalan Birliği) bu güçleri bir araya toplayan ilk ses getirici girişimdir. Ne var ki, merkez güçlerin Katalan burjuvazisinin ekonomik çıkarlarını koruyabilmesindeki belirleyici önemi nedeniyle Katalan ulusçuluğu daha doğuştan iki eğilime bölünür. Katalan büyük burjuvazisi, yaygınlaşan sınıf mücadeleleri karşısında sistematik olarak merkezi hükümeti destekleyecek, bunun en gerici örneklerini, Primo de Rivera’nın işçi düşmanı darbe girişiminde3 ve cumhuriyetçiliğe karşı Monarşiye sunduğu ittifakla gösterecektir. Buna karşılık Katalan küçük burjuvazisi, köylülük ve özellikle emekçi yığınlarda daha halkçı, “sol” bir söylem gelişecektir. Öte yandan Bask burjuvazisi Rivera’nın dikta hükümetine katılmasa da gerçekte bu diktanın politikalarından en karlı çıkan kesimlerden olur. Bask (Bask dilinde Euskadi), Katalan ve daha küçük bir ölçekte Galiçya burjuva milliyetçiliğinin, merkezî burjuvazi ve devlet karşısında ve Latin Amerika’da 19. yüzyıl boyunca gündeme gelen bağımsızlık savaşları ve cumhuriyet ve monarşi yanlıları karşısındaki politik tutumları son derece öğretici örnekler içerse de, bu bir başka yazının konusunu oluşturmaktalar. Söz konusu burjuvazilerin, sömürgelerini 1892 yılından 2 Latince geniş topraklar anlamına gelen bu terim tarihsel olarak, Roma’da soylu sınıfın elindeki geniş mülkleri tanımlamak için kullanılmaktaydı. 19. ve 20. yüzyıl boyunca İspanya ve Latin Amerika’da ilkel tarım yöntemlerine ve köle emeğine dayalı tarım ilişkilerini vurgulamaktadır. 3 Miguel Primo de Rivera, 1870–1930. İspanyol aristokrat ve diktatör. İspanyol işçi sınıfının yaygınlaşan mücadelelerini bastırmak için 1923 ve 30 yılları arasında süren milliyetçi diktatörlüğün lideri. Temel sloganı, “Devlet, Din ve Monarşi”ydi.
48
Sosyalist Düşünce Dergisi
İspanya Modeli ve Kürt Sorunu
itibaren tek tek kaybederek muazzam bir yıkıma uğrayan İspanya’nın I. Dünya Savaşında tarafsız kalarak her iki savaş kampıyla da geniş bir ticaret yapma olanağına kavuşmasından fazlasıyla nemalandığı açıktır. Gerek Bask, gerekse Katalan burjuvasinin geliştirdiği milliyetçi söylemin belirgin özelliği, en azından kârlı ticaret koşulları sürdüğü sürece, İspanyol oligarşisiyle birlikte derin bir sömürü ve şiddet döngüsüne mahkûm ettikleri emekçi yığınları mevcut sistemin deli gömleğine hapsetme arayışıdır. Bu nedenle keskin bağımsızlıkçı söylemlerin yoğun bir biçimde gündeme geldiği anlarda dahi, her iki burjuvazinin de İspanyol devletinden tam bağımsızlaşma girişimlerine tanık olunmaz. Modern Katalan ulusçuluğunun başlıca kurucularından Prat de la Riba’nın sözleri sanki bu savımızı özetler gibidir; “Katalanlar, ne ayrılıkçıdır ne de ayrılıkçı olacaklardır; yeter ki, Katalonya İspanya içinde mutlu olsun...” Bu dönem diyalektik bir çelişkinin açığa çıktığı bir aşamayı temsil eder, zira İspanyol, Bask ve Katalan burjuvazilerinin çıkarları, ezilen yığınlar karşısında ortaklaşmış ve fakat devlet pastasından dilim kapma mücadelesi -vergi oranları, vergiden muafiyet, dış ticaret ve yürütme erki üzerinde denetim-, yani bölüşüm sorunu, aynı sektörleri çatışmalı bir pozisyonun içine sürüklemiştir. Bu diyalektik çelişki İspanya’da ulusal sorun tartışmalarına damgasını vuracak ve varlığını değişik görüntüler altında günümüze dek sürdürecektir. Bask ve Katalan burjuvazilerin milliyetçi ufuklarının sınanacağı asıl tarihsel kesit, 1931 ve 37 yıllarını kapsayan devrimci süreç olur. Bu büyük devrimci kalkışmalar döneminde Bask, Katalan ve Galiçya burjuvazileriyle ittifak kuran ve halk cephesi politikalarıyla proletaryanın özel mülkiyeti ilga etmesini engellemek için garantör görevi üstlenen Stalinizmin, burjuvazinin bu “ilerici sektörleriyle” geliştirdiği ayrıcalıklı ilişki, üzerinde durmayı ayrıca hak etmektedir. Stalinizmin ve burjuva liberalizmin İspanyol iç savaşı ve cumhuriyet deneyimine ilişkin yarattığı tüm yanılsamalara karşın tarih farklı bir seyir izler. Bu anlamda İngiltere ile geliştirilen ticari ilişkilerin de yardımıyla iyice serpilmiş durumdaki Bask burjuvazisinin gerici karakterinin en açık örneklerinden biri iç savaşın ortalarında tek kurşun dahi atmadan Bilbao’yu ve San Sebastian’ı Franco’nun faşist güçlerine teslim etmelerinde gözlenebilir. O ana dek destekçisi oldukları cumhuriyete ihanet etmelerinin başlıca nedeni, faşist güçlerin tüm İspanya kapitalizmi açısından hayati önem taşıyan ve bu iki büyük sanayi kentinde yoğunlaşmış durumdaki ağır sanayi kuruluşlarını imha etmeyeceklerini garanti etmeleriyle varılan gizli bir anlaşmadır. Katalan burjuvazisi ve Generalitat4 hükümeti ise proletarya devriminin yoğunlaştığı Katalonya’da merkeziyetçi İspanyol cumhuriyetinin temsilciliğini üstlenerek ve özellikle, 1937 ayaklanmasını5 bastırarak sinik ve gerici yüzünü gösterir. Öte yandan bu büyük devrimci süreç boyunca mevcut işçi partilerinin ne işçi sınıfının burjuvazinin tüm kesimlerinden politik bağımsızlığı, ne de ulusların kendi kaderini tayin hakkı konusunda berrak bir tutum takınmış olduğu ileri sürülebilir. Çarpıcı bir örnek Fas’a otonomi sorunudur.6 Burjuva cumhuriyetçi kesimler ve sol güçler, faşist hareketin cumhuriyet rejimine karşı ayaklanma üssü olarak kullandıkları bu ispanyol sömürgesine daha ilk andan itibaren bağımsızlık tanımayı reddederek hem ulusal 4 Kökleri 13. yüzyıla dayanan Katalan yerel yönetim organı. Otonomi ve geçiş döneminin ardından varlığını günümüzde de sürdürmektedir. 5 1937 Barselona ayaklanması; iç savaşın bu en yoğun günlerinde başta anarkosendikalist CNT, Durutti dostları, POUM ve Troçkist militanların önderliğinde gerçekleştirilen ayaklanma. Stalinizmin burjuvazinin “ilerici” kanatlarıyla gerçekleştirdiği ittifakın, adım adım proletarya devrimini imha ettiğini savunan bu kesimler merkezî hükümet ve Generalitat güçlerinin büyük terörüne uğrarlar. İç savaş içinde iç savaş olarak adlandırılan bu kalkışmanın ardından İspanya’da işçi devrimi adım adım yok edilir. 6 Bu konuda detaylı bilgi için bak., G.Munis, España, 1930-39, Mexico City, 1948. Ayrıca, P. Broue ve E. Temime, İspanya İç Savaşı, Hürriyet Yayınları, İstanbul, 1976, s 214. Bahar 2011 -
49
İspanya Modeli ve Kürt Sorunu
sorun karşısında burjuva milliyetçiliğinin sınırlarını açık bir biçimde ortaya koymuş, hem de faşistlerin tahminlerin ötesinde bir süratle ilerleyerek cumhuriyetin mezarını kazmasına olanak sağlamışlardır. İspanya’da sınıf mücadelesinin hedefleriyle, köklü ulusal kurtuluş mücadeleleri arasında programatik bir ilişkinin kurulamamış olmasıyla boşalan alan, propagandif anlamda son derece radikal bir söylem geliştirmiş olan ve fakat uluslararası pazarlardaki keskin rekabet koşullarında kesin bir biçimde İspanyol merkezî devletinin korumasına ve lojistik desteğine muhtaç durumdaki Bask ve Katalan burjuva milliyetçi önderlikleri tarafından doldurulacaktır. Ulusal Sorunda İkinci Perde; Faşizm ve Geçiş Dönemi İç savaş koşullarına yol açan İspanyol devrimi, bizzat cumhuriyet rejimi tarafından kapitalist mülkiyetin etkin merkezlerine dokunulmasına yol açmadan durdurulmuş oldu. Devrimci kazanımları ellerinden alınan İspanyol işçi sınıfı, köylüler ve Bask ve Katalan ulusundan emekçiler açısından yeni ve merkeziyetçi burjuva cumhuriyeti ile monarşistlerin ve falanjistlerin önerdiği rejim arasında temelde bir fark kalmamıştı. Burjuva cumhuriyet ve halk cephesi, devrimle birlikte savaş alanlarını da altın tepside general Franco’ya teslim edecekti. Franco rejimi ilk andan itibaren sınıf mücadelesine ait tüm kurumlarla birlikte ulusal demokratik hakları da imha eden merkeziyetçi bir şiddet rejimi olarak kendini inşa etti. Şüphesiz bu durumun ilk adımları Bask ülkesi, Katalonya ve Galiçya’ya cumhuriyetle birlikte tanınan sınırlı otonominin ilga edilmesiyle atılacaktı. Söz konusu şiddet rejiminin ezilen uluslara yönelik uyguladığı terör, en az işçi sınıfı üzerinde uygulananki kadar dehşetliydi. Yeni rejimin sağlamlaşmasıyla birlikte bu uluslara ait tüm kültürel, folklorik ve dilsel öğeler, bu öğeleri sahiplenen örgütlenmelerle birlikte yasaklanacak, bu yasakların çarpıcı bir sonucu olarak örneğin Bask ülkesinde cumhuriyet döneminde yaklaşık bir milyon civarında Baskça konuşan insan bulunmasına karşın 1954 yılına gelindiğinde bu oran yaklaşık 520 bin düzeyine inecekti. Bu noktada ikinci bir politik gelişmeyi de hatırlamak yararlı olacaktır. Falanj partisinde merkezileşen burjuvazi, kilise ve büyük toprak sahipleri blokunun ve Franco rejiminin İberya yarımadasındaki işçi sınıfı üzerindeki baskısının ve sefaletin yoğunlaşmasıyla, başta Bilbao ve Barselona olmak üzere ulusal mücadelenin en yoğunlaşmış olduğu sanayi kentlerine akın eden göçmen İspanyol işçileri adım adım rejime karşı yürütülen mücadelede ulusal demokratik hakları da sahiplenme eğilimine yönelir. Rejim tarafından ezilen uluslara yönelik ulusal demokratik talepler giderek işçi hareketinin düşünce, toplanma ve örgütlenme özgürlüğü istemleriyle birleşerek, yalnızca Franco rejimi için değil, ama aynı zamanda bizzat burjuva devletin varlığına yönelik ciddi bir tehdit içerecek boyutlar kazanır. İspanyol işçi sınıfı, faşizm karşısında uğradığı yıkımın ardından 1950’li yıllarla birlikte uyanışa geçer. Bir yandan tüm ülke genelinde gizlilik koşullarında İşçi Komisyonları (CC.OO.) inşa edilmiş, diğer yandan işçi hareketine ve yükselen grevlere paralel olarak Bask ülkesi ve Katalonya’da Franco tarafından tüm tarihsel hakları ve dilleri inkâr edilerek baskı altına alınmış halkların başını çektiği güçlü bir ulusal hareket açığa çıkmıştır. İspanya politik tarihinde “geçiş dönemi” olarak adlandırılan süreci hazırlayan koşulların başında, Bask ülkesinde ve Katalonya’da daha iyi yaşam şartları istemiyle başlayıp politik tutsaklara af talebiyle bütünleşen ve süratle ülkenin diğer bölgelerine yayılan bir kitle seferberliği ve grevler dalgası gelmektedir. 70’li yılların başına gelindiğinde, ulusal demokratik taleplerle işçi sınıfının toplumsal kurtuluş taleplerinin büyük ölçüde bütünleşmiş olduğu ve Franco’nun merkeziyetçi politikasını iyiden iyiye tehdit eden bir politik atmosfer söz konusudur. İspanyol sömürgesi Sahra’nın Fas’ın eline geçmesi Franco rejiminin kaçınılmaz çözülüşünü hazırlar. 50
Sosyalist Düşünce Dergisi
İspanya Modeli ve Kürt Sorunu
Geçiş Döneminde Ulusal Sorun General Franco’nun 1975 yılında ölümüyle ilk kez PSOE7 hükümetinin kurulduğu ve kısaca “geçiş dönemi”8 olarak adlandırılan süreç temelde, yeni monarşik rejimin Franco’nun emriyle işbaşına geçirilen bir kral ve onun kurumlarının iskeletini korumakla yükümlü bir rejimle sağlamlaştırılmasından başka bir şey değildi. İşçi sınıfı ve halkların köklü bir demokratik yeniden inşa doğrultusundaki heyecanı, hakiki bir işçi devriminin gerçekleşemediği koşullarda, diktatörlüğün mirasçısı durumundaki rejimin meşrulaştırılmasına çabalayan güçlü politik ve sendikal aygıtların ağırlığı altında paramparça oldu. Frankoculuğun suçları, işbirlikçi parlamenter solun önderlerinin suskunluğu altında halının altına süpürüldü. Yargıçlar, sistematik baskının ve işkencenin sorumlusu polisler, mevkilerini korudu. Monarşi sorgulanamadı ve cumhuriyetin gerekliliği olgusu sol açısından bir tabuya dönüştü.9 Gerçekte, işçi sınıfının ve ezilen ulusların taleplerinin bütünleşmesiyle yükselen bu büyük devrimci dalgalanmanın ilk ürünü, merkeziyetçi rejimin kitlelere dayattığı yeni merkezi monarşik yapının fiilen kabul edilmemesiydi. Ne var ki, Stalinist PCE10 ve sosyal demokrat PSOE önderlikleri merkezî rejimin kitleler nezdinde meşrulaştırılarak kabul görmesine yönelik bir ihanet çizgisini adım adım hayata geçirdiler. Bu süreci belirleyen Anayasa metni, 6 Aralık 1978 tarihinde referanduma sunulduğunda, PSOE, PCE, CCOO ve UGT11 anayasaya evet çağrısı yapmalarına karşın, halkın %33’ü çekimser oy kullandı ve bu nedenle “evetler“ (15,7 milyon) tüm nüfus içinde % 58’lik bir oy oranına ulaştı, “hayırlar” (1.4 milyon) ise % 8’lik bir oy oranına tekabül etmekteydi. Bask ülkesinde “evetler” oyların % 50’sine ulaşmamıştı. Monarşi sürecin başında ciddi şekilde sorgulanmakta ve meşruiyet kriziyle karşı karşıya kalmaktaydı Bu karşıdevrimci önderliklerin rejimi restore etmeye dönük çizgilerinin başarıya ulaştığı oranda, işçi sınıfı ve İspanyol devleti topraklarında yaşayan halkların taleplerine ihanet edildi, monarşinin talepleri benimsendi, devrimci süreç nihai hedeflerine ulaşamadan rejim sağlamlaştırıldı. Baskı altındaki ulusların ve halkların demokratik sorunları reddedildi, monarşinin, toprak ağalarının ve bankaların işçi sınıfı ve yoksul köylülük üzerindeki ayrıcalıkları garanti altına alınmış oldu. Anayasa Tartışmaları ve Ulusal Sorun Geçiş döneminde ulusal sorunun kilit önem arz ettiği en önemli alan anayasa tartışmaları oldu. Franco’nun varisi sıfatıyla ülke yönetimini üstlenen kral Juan Carlos’un monarşi rejimini yığınlara kabul ettirebilmek kadar, politik ve ekonomik merkezileşmeyi garanti altına alabilecek güvenilir bir burjuva partisinin yaratılması yeni rejimin ilk ciddi sınavıydı. Katalonya’da CiU12 ve Bask ülkesindeki PNV rejim açısından bu güveni vermekten uzaktı. Bu koşullarda eski rejimin aparatlarından bürokratlarca UCD13 inşa edildi ve bu parti geçiş döneminin önderliğini üstlendi. UCD’nin bölgeler bakanı Clavero bu döneme damgasını vuracak bir politik formülasyon geliştirdi; “herkese kahve politikası” (café para todos). İspanya’da ulusal sorunun bugünkü panaromasını oluşturan bu politikanın ana amacı, Türkiye’de var sayıldığı gibi Bask ve Katalan halklarına özgürlük bahşetmekten çok, esas olarak bu ulusların tarihsel hakları olan kendi kaderini tayin hakkını monarşi rejiminin deli göm7 İspanyol Sosyalist İşçi Partisi. 8 İspanyolca, Trancisión. 9 Josep Lluis, “İspanya’da Geçiş Dönemi: Bir İhanetin Tarihi”, Mesafe sayı 5, s.52, İstanbul, 2010. 10 İspanyol Komünist Partisi. 11 Genel İş Birliği; PSOE’ye yakın sosyal demokrat çizgideki tarihsel sendika. 12 “Katılım ve Birlik”, Katalan burjuva partisi 13 “Demokratik Merkez Birliği”. Bahar 2011 -
51
İspanya Modeli ve Kürt Sorunu
leğine hapsederek nihai olarak olanaksız kılmaktan ibaretti. “Herkese kahve” çizgisi temelde üç tarihsel ulusu –Katalan, Bask ve Galiçya- bölgesel yönetimler üzerinden diğer bölgesel yönetimlerle –başkent Madrid ve hatta Kuzey Afrika’daki iki Fas sömürge kenti Ceuta ve Melilla- içiçe geçirmeye dayanıyordu. Bu sayede söz konusu tarihsel ulusların kendi kaderini tayin hakkı doğrultusundaki talepleri anayasa karşısında tüm diğer otonomilerin eşitliği yanılsamasına sıkışıp kalacak, dahası bu uluslarla diğer sonradan yaratılmış otonomiler arasında sık sık çatışma çıkması kışkırtılarak kendi kaderini tayin doğrultusunda yükseltilebilecek herhangi bir talebin, diğer 17 otonomiden oluşan bir okyanusta boğulması hedeflenecekti. İspanya Modelinin İflası İspanyol burjuvazisinin öncülüğünde (Komünist Parti’nin ve sosyal demokratların açık desteğiyle) gerçekleştirilen “demokratik geçiş” aslında Frankocu kurumların (özellikle ordu, devlet bürokrasisi ve adalet mekanizması) sürekliliğinin parlamenter biçim altında korunması ve Bonapartist devlet yapısının monarşi çatısı altında yeniden biçimlendirilmesinin ötesine geçmedi. Nitekim ülkedeki farklı uluslara (Basklıların yanı sıra Katalanlar, Galiçyalılar, Endülüslüler, vb.) belirli bir yönetsel otonominin ötesinde varlık hakkı tanımayan 1979 “demokratik” anayasası, ülkenin bütünlüğünü tehdit eden girişimlere karşı kralı orduyu harekete geçirmekle yükümlü kılıyordu. Bugün Kürt sorununa kalıcı çözüm modeli olarak sunulan İspanyol Anayasası, devlet içinde bir tek ulusu (“İspanyol” olarak adlandırılan Kastilyalılar) ulus olarak tanımlamakta, öbür tarihsel halkları “topluluk”, “vatandaşlık”, “‘bölge” gibi kavramlarla geçiştirmektedir. Anayasaya göre, tüm bu halklar İspanyol Ulusu’na dâhildir. Diğer dillerin varlığı anayasaca kabul edilmiş, ama bunlar “diğer İspanyol dillerinin” altında bir kategori olarak tarif edilmiştir. Ulusal bütünlüğün garantörü, İspanyol silahlı kuvvetleri ve rejimin önderi sıfatıyla İspanya kralıdır. Toplanma ve gösteri hürriyeti, anadilde eğitim ve sendikal haklar türünden bir dizi demokratik hak, ancak özel mülkiyet ve ulusal bütünlük söz konusu edilmemek kaydıyla tanınmıştır. İspanya’nın Avrupa Birliği’ne girişi ve AB adına Bask ve Katalan burjuvazisiyle birlikte Latin Amerika’nın sömürülmesi projesinde üstlendiği rol, ülkeye çekilen yabancı sermayenin ve emlak balonunun yol açtığı kırılgan ekonomik şişkinlik süreci, yalnızca böylesi koşullarla yaratılabilecek bir işçi aristokrasisi ve karşıdevrimci aparatların gönüllü desteğiyle işçi sınıfının paralize edilmesine dayalı bir yirmi yıllık altın çağ yaratmıştır. Oysa bu satırların kaleme alındığı dönemde Bask ve Katalan ulusal sorunları bir dizi temel faktörle belirlenen yeni bir boyut kazanmaktaydı. Bu faktörlerin ilki 1958’de Franco’nun faşist diktatörlüğüne karşı “bağımsızlık ve sosyalizm” hedefleriyle silahlı bir örgüt olarak doğan ETA’nın14 bir yandan Bonapartist monarşi rejiminin devlet terörü yöntemleriyle, diğer yandan Fransız emperyalizminin sistematik yardımlarıyla belirleyici askeri darbeler alarak nihai ve koşulsuz olarak silah bıraktığını açıklamasıydı. Burjuva milliyetçi önderliklerin desteğini de arkasına alan monarşi rejiminin, Bask davasının şimdi Kürt sorunu için model olarak sunulan “demokratik anayasanın” sınırlayıcı cenderesine hapsolmasını sağlaması, ETA’nın politik etki alanını tedrici olarak daraltmıştır. Öte yandan ETA’nın, geçiş sürecine paralel olarak sosyalizm mücadelesinden uzaklaşarak kendini salt ulusal kurtuluş mücadelesiyle sınırlaması, gelinen sürecin bir başka sac ayağını oluşturur. ETA politikalarının son yirmi yılına damga vuran hedef artık, İspanya’daki tüm diğer ezilen uluslarla ve işçi sınıfıyla değil, Bask burjuvazisiyle stratejik bir ittifak kurabilmektir. Bu anlamda, mücadelesini belirleyen eksen onun sınıf karakteri değil, 14 Euskadi Ta Askatasuna, “Bask Ülkesi ve Özgürlük”.
52
Sosyalist Düşünce Dergisi
İspanya Modeli ve Kürt Sorunu
“Basklı” olma özelliğidir. Mücadele benzer birçok örnekte yaşandığı gibi iki askeri güç arasında sıkışıp kalmıştır. Bask sorunu merkeziyetçi devlet hegomonyası arttıkça bir “terör” sorununa indirgenmiş, İspanyol, Katalan ve Bask proletaryası arasında ciddi bir politik yarılma gerçekleşmiştir. ETA’nın programını yasal düzlemde savunan Herri Batasuna (Halkın Birliği), yasaklanmadığı dönemlerde girdiği seçimlerde Bask bölgesinde aldığı yüzde 10 ile 15 arasında değişen oy oranını giderek düşen bir eğilimle korumakla birlikte, kitlelerin seferberlik öncüsü olma işlevini yitirmeye ve devlet ile ETA arasında arabulucu rolü oynayan bir aygıt haline dönüşmeye başlar. Bu yasal aparat, geride kalan beş yıl içinde uygulanan “anayasaya dayalı” devlet terörü neticesinde daha önce öngörülemeyecek bir hızla darbeler alacak ve yasaklanacaktır. İspanya, 2008 yılında patlak veren ekonomik kriz dalgasından derin biçimde etkilenen ülkeler listesinin başında yer alıyor. Yunanistan ve İrlanda devletlerinin ardından, iflas sırasının İspanya’ya geldiği sıkça konuşulur hale geldi. Ülke, İspanyol merkez bankasının “resmi” hesaplamalarına göre 200 milyar Avro düzeyinde bir krediyi batırmış vaziyette. Dahası IMF verilerine göre dünya ekonomik üretkenlik sıralamasında bu yıl içinde 33’üncülükten 42. sıraya geriledi. Yüzde 20’nin üzerinde seyreden ve bir türlü aşağı çekilemeyen işsizlik oranları ise İspanyol “mucizesi” resmini tamamlıyor. Başbakan Zapatero’nun sosyal demokrat hükümeti bir yandan sosyal pakt adı altında İspanyol işçi sınıfına yönelik muazzam bir ekonomik karşıdevrim ilan ederken, diğer yandan yükselen ulusal demokratik ve emek eksenli hak mücadelelerine, meşruluğunu örnek olarak gösterilen anayasadan alan askeri tehditleri devreye sokmaktan imtina etmiyor. Bunun son örneğini hava kontrolörlerinin ülke geneline yayılan grevine, “ulusal güvenliği tehdit” gerekçesiyle orduyu devreye sokarak müdahale etmesinde görmek mümkün. İspanya’daki kırılgan ulusal ve ekonomik omurgayı besleyecek mali atardamarlar kesildikçe monarşi rejiminin “demokratik anayasasının” Bonapartist yüzü belirginleşmeye başlamakta. Yakın geçmişte sağcı PP (Halk Partisi) ve PSOE hükümeti arasında imzalanan “terörizm karşıtı anlaşma”, partiler yasası, Bask davasının savunusunu sahiplenen Egin ve Egunkaria gazetelerinin kapatılması, başta Batasuna olmak üzere pek çok partinin yasadışı ilan edilmesi ve Bask mücadelesinin liderlerinden Arnaldo Ötegi’nin, bulunduğu sendikada kabul edilemez bir devlet terörü baskınıyla tutuklanması meşruluk kaynaklarını hep bu anayasadan aldılar. Öte yandan merkezî burjuvazi, uzun yıllar sonra ilk kez -9 Mart 2008 seçimlerinde- o tarihe dek Bask ve Katalan parlamentolarında hükümet konumunda bulunan milliyetçi önderliklere üstünlük sağlayarak söz konusu parlamentolarda iş başına geçti. Bask ülkesinde PNV ve Katalonya’da sağcı CiU halen kilit bir konuma sahipler, buna karşın her iki burjuva milliyetçi partinin ikiyüzlü çizgisi gerçekte merkezî burjuvaziyle yürütülen otonomi tartışmalarının arkasında İspanyol burjuvazisinin güvencesinde özellikle enerji, ulaşım, kamu kaynaklarının kullanımı vb. konulardaki kaynak paylaşım savaşını her geçen gün berraklaştırmakta. Geçiş döneminin ve işçi ve halklar nezdinde yarattığı umutların üzerinden 30 yıl geçtikten sonra bugün, İspanya bir halklar hapishanesi olmaya devam ediyor. İspanyol devleti ve kapitalist işleyiş yakıcı ulusal sorunun görevlerinin üstesinden gelebilmiş değil. Ulusal baskının son bulabilmesinin başlıca yolu dün olduğu gibi bugün de, toplumun sosyalist dönüşümünde yatmakta. Bu amaca yaklaşabilmek için, ulusal kurtuluş mücadelesinin görevleri ile sosyalizm hedefini bütünleştiren bir perspektif her zamankinden daha acil bir ihtiyaç. Önümüzdeki dönem, böylesi bir perspektifle donanmış devrimci sol bir inşa çizgisinin Bask ve Katalan yurtsever soluyla birlikte örülebilmesi oranında belirleyici olacaktır.
Bahar 2011 -
53
Dosya
Rusya ve Bolivya’da Kurucu Meclis Deneyimleri
Sedat Durel
Devrimci Marksist akım içerisinde en fazla tartışılan konulardan biri de Kurucu Meclis talebi ve bu talebin hangi koşullar altında kullanılacağı olmuştur. Akımımız içerisindeki kimi eğilimler, kurucu meclis talebini bütünüyle bir burjuva demokratik talep olarak ele alıp, işçi sınıfının bilincinde demokrasi yanılsaması yaratacağı fikrinden hareketle kategorik olarak reddederken; kimi eğilimler ise onu antiemperyalist içeriğiyle çağımızdaki en belirgin mücadele talebi olarak kabul edip, yine kategorik olarak hemen her koşul altında savunmuşlardır. İşçi Cephesi ve onun bağlı olduğu enternasyonal inşa yapıları da sıkça Kurucu Meclis talebini Türkiye’de ve dünyanın kimi bölgelerinde kullandı, kullanıyor. Aynı zamanda inanıyoruz ki akımımız Kurucu Meclis’i hep, bir geçiş talebi mantığıyla verili koşullara bağlı olarak seferber edici bir formül biçiminde algıladı ve hiçbir zaman iktidar perspektifini yitirmedi. Pratik tarafından sınanmış kimi önemli dönemeçlerde ise, işçi sınıfının iktidara bir adım daha yaklaşmasını sağlayacak yeni taleplere yönelmeyi bildi ve bize göre tarihin bazı önemli sınavlarından geçmeyi başardı. Mesafe’nin Rejim dosya konulu bu sayısında da, Kurucu Meclis talebini 1917 Rusya ve 2003-2007 Bolivya örnekleri üzerinden inceleyerek biraz daha somutlamanın faydalı olacağına inanıyoruz. Ancak şimdiden şunu belirtmemiz gerekir ki, bu makale ne Rusya ne de Bolivya’nın içerisinden geçtiği dönemleri ayrıntılandırmak amacını taşımakta, yalnızca Kurucu Meclis talebinin bu iki örnek içerisinde ne şekilde kullanıldığını biraz olsun açma çabasını gütmektedir. Türkiye’de çoğunlukla sıcak bakılmayan, hatta ne olduğu pek de bilinmeyen Kurucu Meclis talebinin bir geçiş talebi olarak neyi ifade ettiği hususunda bir katkı sunabileceğimizi umuyoruz. Bunun için Rusya ve Bolivya örneklerine geçme54
Sosyalist Düşünce Dergisi
Rusya ve Bolivya’da Kurucu Meclis
den önce, Kurucu Meclis talebinin Geçiş Programı içerisindeki yerini incelemekte fayda görüyoruz. Geçis Programı ve Kurucu Meclis Talebi Kurucu Meclis talebi geçiş programı içerisinde, “Geri Ülkeler ve Geçiş Talepleri Programı” başlığı içerisinde şu şekilde geçmektedir: Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin merkezi görevi tarım devrimi ve ulusal bağımsızlıktır; tarım devrimi ile feodalizmin mirasının tasfiyesi, ulusal bağımsızlık ile emperyalist boyunduruktan kurtulmak. Bu iki görev birbirine sıkıca bağlıdır. Demokratik programın bir başına reddi mümkün değildir; kitlelerin kendilerinin mücadele içinde bu programı aşmaları zorunludur. Ulusal (ya da Kurucu) Meclis sloganı, Çin Hindistan gibi ülkeler için bütün geçerliliğini korur. Bu slogan ulusal bağımsızlık ve tarım reformu sorunlarına kopmazcasına bağlanmalıdır. [...] kitlelerin devrimci demokrasi sloganlarıyla seferber edilmelerinin belli bir aşamasında sovyetler kurulabilir ve kurulmalıdır. Sovyetlerin her bir dönemindeki tarihsel rolünü, özellikle ulusal meclis ile ilişkilerini belirleyecek olan, proletaryanın politik düzeyi, köylülükle arasındaki bağ ve proleter partinin politikasının niteliği olacaktır. Sovyetler burjuva demokrasisini er geç devirmelidir. Demokratik devrimin sonuna kadar götürülmesini ve böylece sosyalist devrim döneminin açılmasını yalnızca sovyetler sağlayabilir. Tek tek demokratik ve geçiş taleplerinin proletaryanın mücadelesi içindeki ağırlığı, karşılıklı ilişkileri ve sunuluş sıraları, her geri ülkenin özellikleri ve özgül koşullarına ve önemli ölçüde ülkenin geriliğinin düzeyine göre belirlenir. Bununla beraber bütün geri ülkelerde devrimci gelişmenin genel eğilimi, Rusya’daki üç devrimin (1905, 1917 Şubat, 1917 Ekim) sürekli devrim formülüne verdiği kesin anlam çerçevesinde belirlenir.1 Bu uzun alıntıdan yola çıkarak Kurucu Meclis talebinin, sömürge ve yarısömürge ülkelerde, ancak her ülkenin gerilik düzeyine göre, “tarım devrimi” ve “emperyalizmden bağımsızlık” sorunlarına karşı, “kitlelerin devrimci demokrasi sloganlarıyla seferber edilme”si için formüle edildiğini söylemek mümkündür. Bu slogan kitlelerin seferberliğinin ikili iktidar organları yaratılmasına yönelmesi ve iktidarın zaptı için kurgulanmış ve uygulanmıştır. Ancak Troçki’nin yukarıdaki alıntısı kimi çevreleri Kurucu Meclis talebini hiç kullanmamaya götürür. Argümana göre, Troçki bu formülü yalnızca, “Çin ve Hindistan” tipi ülkeler için dile getirmiştir. Ve günümüzde bu tipteki sömürge ülkelerinin sayısı azalmıştır. Sömürge tanımlarındaki ayrışmaları bir kenara bırakacak olursak dahi, bu “temkinli” yaklaşımının Geçiş Programındaki “demokratik program” (yani düzeyleri ne olursa olsun, geri ülkelerin ihtiyaç duyduğu demokratik sorunlara cevap verecek bir programa duyulan ihtiyaç), tarım devrimi ve mali açıdan emperyalizme alternatif olamayan ve bağımlı olan ülkelerdeki ulusal bağımsızlık sorunlarına dair ve hatta Kurucu Meclis’in seferber edici niteliğine dair tek kelime ile değinmedikleri ve çözümü sosyalist devrime havale ettikleri görülebilir. Kurucu Meclis talebinin işbirlikçi totaliter rejimlere yönelik olarak da artan bir önemi olduğunu belirten Moreno’daki ifadesi ise şöyledir: Emperyalizmin ve tekellerin olduğu kadar bürokrasinin de en derin eğilimlerinden ötürü, demokratik sloganlar ve görevler giderek daha büyük önem kazanmaktadır. Bu üçü de totaliter devletlere doğru sürekli bir eğilime sahiptir... 1 L. Troçki, Geçiş Programı, Kardelen Yayınları, İstanbul, sayfa 35-36. Bahar 2011 -
55
Rusya ve Bolivya’da Kurucu Meclis
Kurucu Meclis sloganı (veya ona benzer bir organ lehindeki sloganlar) bu nedenden ötürü dünya ölçeğinde devasa bir önem kazanmıştır. Ama Şubat devrimine öncül olan bu görev, işçiler ve halk için çok daha önemli ve belirleyici olan başka bir görevle bağlantılı olarak ele alınmalıdır: Kahrolsun Bonapartist hükümet veya diktatörlük!. Şubat devrimi, illa Kurucu Meclis olması gerekmeyen çok daha temel bir slogan çerçevesinde gerçekleşir: Kahrolsun diktatörlükler!. Bu slogan, aynı Portekiz’de Caetano’ya ve Yunanistan’da Albaylar Cuntası’na karşı kullanıldığı gibi Fransa’da, İngiltere’de, İspanya’da ve Hıristiyan Demokrat İtalya’da da veya Kahrolsun Somoza örneğinden de görüldüğü üzere geri kalmış ülkelerde de kullanılabilir... Yalnızca işçileri değil tüm halkı bu totaliter, diktatoryal veya en azından Bonapartist ve aşırı gerici hükümetleri yıkmaya sevk eden bu slogan esas bir önemdedir. Ancak ulaşılır ulaşılmaz bu hedef, pek çok ülkede (özellikle de yıkılan iktidarın totaliter bir rejim olduğu ülkelerde) derhal demokratik mücadelenin en yüksek ifadesi olan Kurucu Meclis hedefiyle birleşir. Yine de bu sloganın burjuva bir slogan olduğunu bir an için bile unutmamalıyız, zira bu slogan herkesin bir oy hakkına sahip olduğu bir anayasa için çağrıda bulunur. Ama bu sloganın seferber edici bir slogan olduğunu ve çoğunlukla burjuva demokratik karakterinden farklı sonuçlara yol açtığını da kabul etmeliyiz. Bu en son bahsettiğimiz özellik, geniş bir orta sınıfın, özellikle de köylülerin mevcut olduğu ülkeler için bu sloganın en önemli özelliğidir.2 “Bu sloganın seferber edici bir slogan olduğunu ve çoğunlukla burjuva demokratik karakterinden farklı sonuçlara yol açtığını” ifade eden Moreno, sloganın kullanılışına ilişkin bazı önşartlar da sunar: Slogan, burjuvaziyle mücadele etmenin, kitle hareketini eğitmenin ve işçi sınıfı ile köylülerin birliğini geliştirmenin aracıdır. Ama Kurucu Meclis sloganı, bir sloganlar bütününün parçası olmalıdır. Örneğin, Kurucu Meclisi köylülere toprak dağıtımının ve proletaryanın silahlanmasının oylanması için, işçi ücretlerinin ve çalışma saatlerinin belirlenmesi için ve tekellerin mülksüzleştirilmesi için talep ediyoruz. Kurucu Meclis talep ediyoruz ama şöyle diyoruz: Biz eğer gerçek demokratlarsak, iktidardaki diktatörlüğü yıkan tüm politik akımlara radyo ve televizyonu kullanma hakkının verilmesini savunmalıyız. Bu sloganların hiçbiri, herhangi bir devrimci aşamanın, ister Şubat öncesi ister Şubat sonrası olsun, temel eksenini ve ana sloganını gölgelememelidir: işçilerin ve halkın iktidarının geliştirilmesi. Kurucu Meclisi devrimci bir aşamada temel slogan olarak ele almaya yönelik her girişim, Troçkist politikaya doğrudan bir ihanet olacaktır, zira Troçkist politikanın hedefi bir demokratik devrim değil, devrimci örgütlenmesi eşliğinde işçi sınıfını ve müttefiklerini iktidara taşıyacak bir devrimi gerçekleştirmektir.3 Şimdi, kimi baskıcı rejimlere dair devrimci demokratik bir talep olarak, çeşitli sorunlara odaklanmış, seferber edici bir slogan içeriğinde kullandığımız Kurucu Meclis talebini, iki somut örnek üzerinden inceleyebiliriz. Rusya’da Kurucu Meclis Devrimci sosyal demokrasinin Kurucu Meclisin toplantıya çağrılmasını kendi programına yazması son derece haklı idi. Çünkü o, burjuva cumhuriyette, demokrasinin en yüksek biçimidir ve çünkü Kerenski tarafından yönetilen emperyalist cumhuriyet, ön parlamentoyu kurarak seçimlerin bu tahrifini ve demokrasiye karşı bu saldırılar dizisi hazırlıyordu.4 2 N. Moreno, Geçiş Programının Güncellenmesi, Tez 27: Demokratik Sloganlar ve Görevlerin Temel Önemi. Kurucu Meclis, bak. Mesafe içinde, s. 68. 3 Moreno, age. 4 Lenin, Kurucu Meclis Üzerine Tezler, Aralık 1917, bak.: http://www.kurtuluscephesi.com/
56
Sosyalist Düşünce Dergisi
Rusya ve Bolivya’da Kurucu Meclis
Lenin Aralık 1917’de, tarihsel Kurucu Meclis talebinin savunulmasının haklılığını bu biçimde dile getiriyordu. Kurucu Meclis talebi, “burjuva demokrasisinin en yüksek biçimi” olarak, önce Çarlık Rusyası’na karşı, sonrasında da Kerenski’ye karşı Bolşevik program içerisindeki yerini korumaktaydı. Ancak sovyetlerin güçlendiği ve özellikle Kornilov ayaklanmasının ardından kitlelerin karşıdevrimin nefesini ensesinde hissettiği koşullarda, parti içerisindeki Kurucu Meclis tartışmaları iktidarın işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesi ya da bir Kurucu Meclis ile burjuvaziye teslim edilmesi olarak kendisini ifade etti. Devrimden iki hafta önce, başını Zinovyev ile Kamanev’in çektiği bir grup bütün iktidarın sovyetler tarafından ele geçirilmesi fikrine şiddetle karşı çıkarak, güç toplamak gerekçesiyle Kurucu Meclis’in derhal toplanması için bir çağrıda bulunulması gerektiğini söyler.5 Parti içersindeki, iktidarı burjuvaziye devretme ve bu sırada partinin daha da büyümesini bekleme taraftarları yalnızca Zinovyev ve Kamanev’den ibaret değildir. Aynı zamanda bu eğilim kendisini, yalnızca 11 Ekim tarihli “İçersinde bulunduğumuz durum üzerine” başlıklı mektupta değil, 4 ve 5 Kasım tarihli (devrimden iki gün önce!) kimi yazılarında da derhal bir Kurucu Meclis’in toplanılmasından yana bir çağrıda bulunarak ifade ediyordu. Buna karşılık Lenin partisinden çok, halet-i ruhiyesini çok iyi kavradığı işçi sınıfına yaslanarak parti merkez komitesi ve parti organlarına bu konuda uyarılar gönderdi ve partiyi tarihsel bir hatanın eşiğinden döndürdü. Böylece 7 Kasım 1917’de kansız bir ayaklanma ile bütün iktidar sovyetlerin elinde toplanmış oldu. Ancak bu durum, Kurucu Meclis talebinin Lenin tarafından programatik olarak da taktiksel olarak da reddedildiği anlamına gelmiyordu. Moskova, Petrograd ve cephede Bolşevikler çoğunlukta olmalarına rağmen, ülkenin geri kalan kısmında halen güçsüzdüler, Sosyal Devrimciler’in6 (SR) güçlerini henüz kıramamışlardı. Tam bu koşullar altında Kurucu Meclisin toplanması gündemdeydi. 1918’de parti içerisinde yapılan bir tartışmada Lenin Kurucu Meclis’in toplanmasının ertelenmesi ve Bolşevik Parti’nin seçmen listelerinin güçlendirilmesinden yanaydı. Buna karşılık, ülkenin geri kalan kısmında yeterince güçlü olunmadığını söyleyen Bolşevikler, Kurucu Meclis’in toplanmasının çok faydalı olacağını ve bunu ertelemenin mümkün olmadığını ileri sürüyorlardı. Parti ve devrim büyük bir ikilemin içerisindeydi. Bir yanda Bolşevikler ülke genelinde güçsüz olduklarından Kurucu Meclis’te yeterli güce sahip olamayacaklardı. Öte yandan, Bolşeviklerin güç kazanabilecek zamanları yoktu. Partinin Sverdlov gibi önderleri de Kurucu Meclis’in bir an önce toplanmasından yanaydılar. Çünkü, bunun Bolşeviklere bir prestij getireceğini ve de ertelemenin kitleler tarafından kabul görmeyeceğini düşünüyorlardı. Lenin, Severdlov’un desteğini alan parti MK’sının karşısında geri adım atmak durumunda kalmıştı. Ancak şunu hatırlamak gerekir: Lenin, kategorik olarak Kurucu Meclis’in toplanmasına karşı değildi. Bunun zamanlamasının Sovyet iktidarına zarar vermeyecek bir döneme denk getirebileceğini düşünüyordu. Troçki ise bu sırada Brest-Litovsk’ta olduğundan tartışmanın bir parçası olamamıştı.7 Sonuç olarak, 18 Ocak 1918 tarihinde Kurucu Meclis toplanabildi. 703 vekilin lenin/kurucu.html. 5 Bak.: http://www2.cddc.vt.edu/marxists/turkce/trocki/1924/eylul/ekim/6.htm 6 Sosyal Devrimciler: Çeşitli Narodnik (Çarlığın yıkılıp Rusya’nın dönüştürülmesi mücadelesinde, önderlik için gözünü köylülüğe diken, Marksist olmayan bir akım) eğilimlerin kaynaşmasıyla 1900’lerin başında kurulan köylü partisi. 7 Parti içerisindeki Kurucu Meclis tartışmalarına ilişkin daha ayrıntılı bilgi için bak.: http:// www.marxists.org/archive/trotsky/1925/lenin/05.htm Bahar 2011 -
57
Rusya ve Bolivya’da Kurucu Meclis
370’i SR ve ancak 175’i Bolşevikti. Bolşevikler güçsüzdü ve Kurucu Meclis’in prestiji karşısında işler daha da kötüye gitmekteydi. Ancak Kurucu Meclis tüm meşruiyetini yitireceği bir adım atmıştı. Daha ilk toplantısında ve ilk kararında Sovyet iktidarını tanımadığını ilan etmişti. Bu bile artık kitlelerin Kurucu Meclis’i desteklemeyeceğinin bir göstergesiydi. İşçi ve köylülerin taleplerinden bu denli uzak olduğunu ispatlayan Kurucu Meclis’i dağıtmak için Bolşeviklerin yalnızca toplantı salonunun elektriklerini kesmesi ve toplantıyı ertesi güne bırakması yetecekti. Ertesi gün de toplantı salonunun kapalı olması, Kurucu Meclis’in ömrünün 13 saat ile sınırlı olduğunu gösterecekti. Sonrasında Lenin Troçki’ye: “Kurucu meclisi toplanmasını ertelememek bizim için büyük bir riskti”, diyecektir ve ekleyecektir: “Fakat sonunda olabilecek en iyi şey olmuş oldu.” Çünkü bu olay herhangi bir burjuva modelin, sovyetlerin varlığından yana olan kitlelerin gerçek devrimci taleplerini karşılayamayacağını somut olarak ispatlamıştı. Hemen ardından SR’ler ve Menşevikler içerisinde büyük yarılmalar yaşandı ve Bolşeviklere katılım gerçekleşti. Kitleler için ise, sovyetlerin tek savunucusunun Bolşevikler olduğu görüldü ve “Kurucu Meclis” bahsi bir daha açılmayacaktı.8 Rusya’daki Kurucu Meclis deneyiminin bizlere kattığı üç temel dersten bahsetmek mümkündür. Birincisi Kurucu Meclis talebi çarlık gibi baskıcı bir rejime karşı dile getirilebilecek bir taleptir. Aynı zamanda çarlığın yıkılmasının ardından da Kurucu Meclisi toplamak işbirlikçi bir hükümetin (Kerenski hükümeti) yerine getiremeyeceği bir talep haline gelmiştir. Bu sorunun çözümü ise, tüm iktidarın sovyetler elinde toplanması olmuştur ve Ekim devrimine rağmen Kurucu Meclisin toplanmasının ilkesel bir zararı yoktur. İkincisi, Kurucu Meclis talebinin kitlelerin zihninde bir karşılığının olabileceği ve yaratılan seferberlikten pekâlâ proletarya diktatörlüğünün fayda görebileceği de Rus Kurucu Meclisi’nden çıkan bir derstir. Üçüncü ve sonuncusu ise, tarih bu pratikle bizlere, genç ve henüz kendini ispatlayamamış bir proletarya diktatörlüğünün dahi, burjuvazinin en gelişmiş demokrasisinden daha demokratik olduğunu ispatlamıştır. Bolivya’da Kurucu Meclis Rusya’da Kurucu Meclis, hem tarihin tanıdığı bir şans (ya da burjuvazinin çürümüşlüğünün proletarya diktatörlüğüne bir armağanı) hem de burjuvazi için bir tuzak olmuştu. Ancak 1952 devriminde iktidarın eşiğine gelen ve buna rağmen iktidarı ele geçiremeyen Bolivya işçi sınıfı için 2003 devrimi ve sonrasında gerçekleşen süreçte, Kurucu Meclis bu kez işçiler için bir tuzak olacaktı. Yoksul Bolivya’da 2002 yılında hükümet, ABD ile doğalgaz satımı konusunda bir anlaşmaya varır. Yoksul halkın ve işçilerin doğalgaza ulaşamadığı koşullarda hükümetin bu adımı büyük bir tepki doğurmuştur. IMF ile yapılan anlaşmalar uyarınca ücretlerin düşürülmesi, su gibi doğal varlıkların özelleşmesi ve işsizliğin patlaması üzerine Bolivya’da “Gaz Savaşları” olarak bilinen dönem başlar. İşçi ve köylü örgütleri ve Bolivya işçi sınıfının tarihsel sendikal mevzisi Bolivya İşçi Merkezi’nin (COB) yoğun protestolarıyla 17 Ekim 2003 günü devlet başkanı Gonzalo Sanchez de Lozada istifasını verir. Böylece Bolivya’da devrim başlamıştır.9 Hükümetin istifa etmesinin hemen ardından başkan yardımcısı Carlos Mesa, COB’dan hizmet yemini edebilmesi için destek ister. Yani bu süreç içerisinde yönetim fiili olarak COB’un elindedir. Ancak COB, başından itibaren bir iktidar perspektifiyle hareket etmediğinden ötürü genel grevleri sonlandırarak Mesa’ya desteğini sunar. Bu sırada, politik taleplerin demokrasinin önüne geçeceği savıyla hareket eden, bir koka 8 Rus Kurucu Meclisine ilişkin kronolojik bilgi için bak.: http://tr.wikipedia.org/wiki/Kurucu_Meclis_%28Rusya%29, ayrıca Lenin’in ilgili konuşmaları için bak.: http://www.marxists.org/archive/lenin/works/1918/jan/06b.htm ve http://www.marxists.org/archive/lenin/ works/1917/sep/28.htm 9 Süreci daha ayrıntılı incelemek için, bak.: http://www.antimai.org/bn/bnbolivya.htm.
58
Sosyalist Düşünce Dergisi
Rusya ve Bolivya’da Kurucu Meclis
yetiştiricisi olan Evo Morales de bu süreci destekler.10 Ancak yeni kurulan hükümet de kitlelerin taleplerini karşılayamaz hale gelir. Mesa hükümeti istifa edince yoğun işçi desteği alan Evo Morales de Kurucu Meclis talebini desteklemeye ve bunun için mücadele etmeye başlar. Çünkü tehlike büyüktür: Ya, işçiler, işsizler, köylüler ve yerli halklar içerisinde örgütlü olan COB iktidara gelecek ya da kitlelerin bu basıncı bir Kurucu Meclis ile soğurulacaktı. Tam bu süreçte Uluslararası İşçi Birliği’nin (LIT-CI) 8. Dünya Kongresinde Bolivya’daki Kurucu Meclis tuzağına ilişkin şu görüşler dile getirilir: Burjuvazinin ve emperyalizmin temel kaygısı, devrimci süreci nasıl parçalayabileceği ve yıkıntı halindeki burjuva rejimini ve iktidarını nasıl yeniden ayağa kaldırabileceğidir. Bu amaçla Mesa hükümeti “demokratik gericilik” diye adlandırdığımız politikaya baş vurarak bir Kurucu Meclis çağrısında bulundu. Bundan amaçlanan, Bolivya işçilerinin seferberliğini ve mücadelesini köklü bir dönüşüme yönelik olmaktan saptırıp, her şeyin bu mecliste tartışılması gerektiği savlarıyla seçim mekanizmalarının ve burjuva kurumlarının tuzağına düşürmektir. Öyle ki, Santa Cruz’da düzenlenen Toplumsal Alternatif Zirvesi adlı toplantıda, biraraya gelen farklı halk kesimlerinin hükümetin petrol ve gaz yataklarını emperyalizme peşkeş çeken yasalarla özelleştirmelerinin iptal etmesine yönelik baskıları karşısında, hükümet yetkilileri bütün bunların burjuva demokratik kurumlar içinde tartışılması gerektiğini ileri sürerek işin içinden sıyrılmaya çalıştılar. İşin en kötüsü, Kurucu Meclis önerisinin, Bolivya halkının politik açıdan güven duyduğu önderlerden Evo Morales tarafından da şiddetle destekleniyor olmasıdır. Ve ne yazık ki bu politika Latin Amerika’da kendini Troçkist ve devrimci olarak adlandıran akımların çoğunluğunca da savunulmaktadır. Bütün bunlar, burjuva kurumlarının krizi karşısında temel görevin, kimilerince “devrimci” ya da “halk” öntakılarıyla makyajlanarak da olsa, bir Kurucu Meclis çağrısında bulunmak olduğunu iddia etmektedirler. Arjantin’de olduğu gibi Bolivya devrimi de kendini Troçkist olarak adandıran pek çok akımım programatik açıdan ne tip bir bozulmaya uğradıklarını açığa çıkarmaktadır. En derin devrimci süreçlerin içinde bile çözümü burjuva demokratik rejimin içinde aramaya kalkmaktadırlar. Biz ise, bunun tam tersinin üstlenilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Ülkedeki krizden çıkışın yolu burjuva demokrasisi çerçevesindeki çözümlerden değil, işçi, köylü ve halk alternatifine dayalı tutarlı bir mücadeleden geçmek durumundadır. Bu, başını COB’un çektiği ikili iktidar durumunun göstermiş olduğu bir çözümdür. Bu nedenle merkezi görev, bu organın güçlendirilerek burjuva Kurucu Meclisin karşısına dikilmesi ve işçi iktidarının olanaklı kılınmasıdır.11 LIT’in bu doğru programının yanında, seçim sonuçlarında Morales’in devlet başkanı olması ve kitlelere yönelik pek çok taviz vermesi, seferberliklerin kontrol altında alınması adına atılmış bir adım olur. Ancak tavizler gerçekten de kitlenin taleplerini dizginlemekte yeterli kalmaz. Söz gelimi, reklamı çok yapılan millileştirmelerinin dahi ciddi sınırlılıkları vardır: Bolivyalı kitlelerin zaferini kutlamakla birlikte, Evo Morales hükümetinin millileştirme kararındaki yetersizliklere ve tehlikelere de işaret etmek gerekiyor. Her şeyden önce 28701 no’lu kararname, bir yıl kadar önce Carlos Mesa’nın başkanlığı sırasında liberal hükümetin kitleleri aldatmak için çıkardığı 3058 sayılı yasanın derinleştirilerek uygulanmasının pek ötesine geçmiyor. Tek yenilik, işletim ve taşımacılık şirketleri hisselerinin küçük bir bölümünü satın alıyor ol10 Bak.: http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=2666. 11 LIT-CI 8. Dünya Kongresi, Bolivya: Gündeme Gelen Sosyalist İşçi Devrimi, Kasım 2003. Bahar 2011 -
59
Rusya ve Bolivya’da Kurucu Meclis
ması (sırasıyla %3 ve %17). Morales’in kararnamesi sadece yatakların mülkiyetini çokuluslu şirketlerin elinden alıyor, gaz ve petrolün çıkarılması, işlenmesi ve taşınması süreçlerini 180 gün içinde “yeniden pazarlık etmek” kaydıyla bu şirketlere bırakıyor. Dolayısıyla, en iyimser kestirimle Bolivya’nın gelirlerinde vergilerden kaynaklanan 750 milyon dolarlık bir artış olacak, buna karşılık şirketlerin gelirleri yıl başına 3,5 milyar dolar olmaya devam edecek. Petrol ve Gaz Yatakları bakanı Andres Soliz, bu durumu basın konferansında açıkça kabul etmiş ve millileştirmeden beklenen yararın, çokuluslu şirketlerin vergilerinde oluşacak bir artışın ötesine geçmeyeceğini söylemişti.12 Bu gibi kısmi tavizleri bir an önce burjuvaziye iade etme derdindeki Morales, kitlelerin hoşnutsuzluğunu gidermek için, 2 Temmuz 2006’da bir Kurucu Mecis toplamak zorunda kaldı. Ancak toplanan Kuru Meclis’e damgasını vuran yine Molares’in uzlaşmacı politikaları oldu. Oyların %55’ini alıp, parlamentoda mutlak çoğunluğa sahip olan Molaras’in partisi MAS (Movimiento al Socialismo – Sosyalizme Doğru Hareket), sağ partiler ile Kurucu Meclis’ten bir kararın çıkabilmesi için vekillerin 2/3’ünün onayının gerektiği hususunda anlaşmıştı. Bu durum Bolivya sağına hibe edilmiş bir veto hakkı anlamına gelmekteydi. Ve yalnızca bu olgu dahi toplanan Kurucu Meclis’in halkın en acil ihtiyaçlarını çözmeye muktedir olmadığını göstermekteydi. Peki son üç yıl içerisinde ikinci kez gündeme gelen Kurucu Meclis talebine dair devrimci Marksistlerin tavrı ne olmalıydı? İşin doğrusu, 2003’te olduğu gibi, 2006’da da Devrimci Marksist çevreler bu konuda birbirinden farklı tavırlar sergilemişlerdi. Öte yandan, 2003 ile 2006 Bolivya’sı arasında derin farklar mevcuttu. Öncelikle COB ikili iktidar organı olma niteliğini yitirmişti ve işçi sınıfının Molares’e duyduğu derin bir güven vardı. Bir Kurucu Meclis’in toplanması ve halkın temel taleplerinden yola çıkarak yeni bir anayasanın hazırlaması yığınların istekleri arasındaydı. Ayrıca bu kez tartışma değişmiş ve bir Kurucu Meclis toplanmıştı. Mesele bu noktadan sonra onu destekleyip ile desteklememek arasında idi. Bu hususta 2006’da LIT’in öğretici tavrı şu olmuştu: Burjuva devletin bu yapısına bakarak, Evo’nun [Morales-çn.] ve sağın anlaşmaları üzerinden söyleyebiliriz ki, bu meclis ülkenin ve halkın ciddi hiçbir sorununu çözemeyecektir. Ancak otonomilerin seferberliği ve kitlelerin örgütlenmesi bu sorunları çözebilir. Bu iki olay da, kitlelere Kurucu Meclis’in gerçek sınıf karakterini sabırla anlatmamızın gerekliliğini açıklamaktadır. Ancak devrimci siyaset yalnızca burjuva kurumlarının yetersizliğini açığa çıkarmakla sınırlandırılamaz. Devrimciler aynı zamanda, Kurucu Meclis’in ülkenin temel sorunlarına odaklanarak çalışması için, Bolivya halkının demokratik haklarını savunmalıdır. Özellikle sağın kotasına karşı, seferberlikleri Kurucu Meclis’i savunmaya teşvik etmek ve meclisin yalnızca kitlelerin taleplerini yerine getirmekle yetkili olduğunu söylemek çok gerçekçi bir yaklaşımdır. Ana fikir olarak ‘Hükümetin sorunları çözmesi imkânsızdır’ diyeceğiz; fakat bu gerçeklikle beraber, seferberlikler ve çatışmalar farkındalığı yaratacak unsur olacaktır ve bunların birlikteliği Evo’nun empoze edilen kotasını yenerek, devrimci sürecin gelişimini belirleyecektir.13 Özetleyecek olursak LIT, COB’un iktidar alternatifi olduğu bir süreç içerisinde, demokratik gericilik yöntemi olarak ve seferberlikleri sönümlendirmeye dönük bir Kurucu Meclis talebine cepheden karşı çıkmıştı. Ancak seferberliklerin eski düzeyinin gerisine düştüğü ve kitlelerin Morales’e duyduğu güvenin arttığı koşullarda toplanan 12 Arif Benol,”Bolivya’da millileştirme ve sınırlılıkları”, Haziran 2006, İşçi Cephesi Yeni Dönem, Sayı: 28. 13 Bak.: http://www.litci.org/en/index.php?option=com_content&view=article&id=109:artigo 109&catid=7:bolivia.
60
Sosyalist Düşünce Dergisi
Rusya ve Bolivya’da Kurucu Meclis
Kurucu Meclis’i de, bu kez seferberlikler lehine, burjuva uzlaşmacı karakterini ifşa ederek, ama toplanma gerekçelerini savunarak (doğal kaynakların kamulaştırılması ve özellikle yerli halkların özlük haklarının tanınması) desteklemiştir. Ancak bu destek LIT’in Kurucu Meclis’e verdiği doğrudan bir destek anlamına gelmemektedir. LIT, Kurucu Meclis’in toplanma gerekçelerini sahipleniyordu. Buna karşılık, sağın sahip olduğu fiili veto hakkından ötürü (kota sorunu) Kurucu Meclis’in bu sorunu çözemeyeceğini ifade ediyordu. Buna karşı kitleleri, “Kurucu Meclisi savunma lehine, Meclis’teki kota sorununa karşı” seferber ediyordu. Sonuç olarak, Bolivya deneyimi Kurucu Meclis talebinin hangi koşullarda gericileşebileceği hususunda önemli bir örnek sunmaktadır. Bunun yanı sıra Bolivya deneyimi, değişen koşullar karşısında Kurucu Meclisin Troçkist politika içerisindeki yeri konusunda, bugün için de eğitici bir örnek olmayı sürdürmektedir. İki Örnek Işığında Tunus ve Mısır Bugün Kurucu Meclis talebinin yeniden ön plana çıktığı iki ülke Tunus ve Mısır’dır. Bu iki ülkede yaşanan devrimlere baktığımızda, Kurucu Meclis talebinin tam da Troçki ve Moreno tarafından formüle edildiği gibi kullanılabildiğini görmekteyiz. Dahası Kurucu Meclis talebi önderliğin yokluğu altında dahi, “seçimlerin derhal yapılması” ve sonuç olarak rejimin yeniden tesis edilmesi içeriğindeki karşıdevrimci talebe karşılık, devrimci bir talep olarak kitleler tarafından savunulmakta.14 Bu iki ülkeye baktığımızda “Kahrolsun Bin Ali!” ve “Mübarek Defol!” sloganlarıyla başlayan seferberlikler, Kurucu Meclis talebi ile sürekliliklerini koruyabiliyorlar. Dahası henüz ikili iktidar organının ancak bir embriyonu olabilen komitelerin iktidarı ellerinde toplama gücüne sahip olmadığı koşullar altında “Kurucu Meclis” talebi, gerçek anlamda rejime yönelmiş bir talep haline geliyor. Bugün bu iki Arap devriminin salladığı Bonapartist rejimler “kendilerini değiştirmemek için her şeyi değiştiriyorlar.” Hükümetler, bakanlar, devlet başkanları... Bunların yetmediği noktalarda ise kitlelerin seferberliklerini dizginlemek için ilk elde baş vurdukları taktik derhal seçimlere gitmek ya da seçimlerin hazırlığına girişmek oluyor. Bu doğrultuda emperyalizm ve Arap burjuvazisi, muhalefetteki kimi burjuva ve küçük burjuva partilerinin de yer aldığı bir koalisyon hükümetiyle rejimin bekasını hedefliyorlar. Buna karşılık, genel grev gibi geleneksel mücadele araçlarını yeniden kullanmayı öğrenen ve bir devrimin deneyimine sahip olan Arap işçileri ise, emperyalizm ve Arap burjuvazisinin karşısına Kurucu Meclis talebiyle çıktıklarında, bu durum emperyalizmin tüm dengelerini altüst eden bir niteliğe bürünüyor. Bu iki devrimin kaderini tayin edecek olan şey de, Arap işçilerinin rejimi karşılarına alan talepler ve sloganlar çevresindeki seferberliklerini sürekli kılmalarıdır. Devrimci Marksistler -maalesef ki- bu iki devrime son derecede hazırlıksız yakalandı. Arap işçileri güçlü bir siyasi önderlik olmaksızın devrimi başlatmak zoruna kaldılar. Ancak önümüzdeki süreçte, küçük bir devrimci Marksist öbek dahi, eski rejimlerin tamamen parçalanması için derhal bir Kurucu Meclisin toplanması gibi, rejime doğrudan yönelen talepler etrafında güçlü bir partinin inşa edilmesini sağlayabilir ve ilerleyen süreçte tüm iktidarı işçi sınıfı örgütlerine geçmesini sağlayarak devrimi bir adım, hem de koca bir adım daha ileriye taşıyabilir. 14 Tunus’taki Sidi Boizid Halk Direniş Komitesi’nden Garbi Lazar’ın yayımladığı destek çağrısında, Kurucu Meclis talebi şu şekilde ifade ediliyor: “Biz, halkın demokratik bir kurucu meclisi için mücadele veriyoruz. Biz halk tarafından demokratik yöntemlerle seçilmiş meclisin yeni bir anayasa hazırlamasından yanayız. Talebimiz: Yasadışı Gannuşi hükümetinin yıkılması ve Bin Ali’nin parçalanması gereken faşist partisinin yok olmasıdır!”. Bak: http://www.iscicephesi.net/gundem-analiz/guncel-haber-akisi/1168-tunustan-destek-cagris. Bahar 2011 -
61
Rusya ve Bolivya’da Kurucu Meclis
Sonuç Yerine: Türkiye’de Kurucu Meclis Sloganına Bir Örnek Yazımız boyunca Kurucu Meclis sloganının seferber edici bir geçiş talebi olma niteliği üzerinde durmaya çabaladık. Aynı zamanda Kurucu Meclis talebinin bir fetiş haline gelmemesi için, ancak belirli amaçlara yönelik olarak (yoksulluk sorunun çözülmesi, ulusal hakların tanınması vb.) dile getirilebileceğini ifade ettik. Bunun yanı sıra, kimi devrimci koşullarda Kurucu Meclis talebinin gericileşebileceği (Bolivya 2003), ancak kimi devrimci koşullarda ise, iktidarın fethi talebinin yanında ve hatta iktidardan sonra dahi yine de bir Kurucu Meclis talebinin dile getirilebileceğini (Rusya, Ekim 1917) örneklemeye çabaladık. Tüm bunlara rağmen okuyucunun kafasını en sık kurcalayan meselenin verilen örnekler ile Türkiye arasında bir analoji kurmak olduğunu sanıyoruz. Hatta Kurucu Meclis talebine itiraz eden okuyucunun, referandum döneminde tekrar dile getirdiğimiz Kurucu Meclis talebini düşünerek: “Türkiye Rusya, Boliya, Mısır ya da Tunus ile aynı konumda değildir ki Kurucu Meclis talebi savunulsun” savını öne süreceğini de sanıyoruz. Bugün bir taktik olarak Türkiye’de Kurucu Meclis talebinin dile getirilip getirilemeyeceği sorusu bizim yazımızın sınırlarını aşmaktadır. Ancak buna rağmen, sunduğumuz bu tarihsel perspektife ek olarak, akımımızın Türkiye’de Kurucu Meclis talebini ifade ettiği öğretici örneklerinden biri ile yazımızı sonlandırmanın faydalı olacağını düşünüyoruz: Burjuva düzenin bugünkü siyasal iktidarı ANAP hükümetidir. Kitleler ANAP hükümetinin ardında yatan dev burjuva sistemi ve devlet düzenini henüz yeterince kavrayabilmiş ve mücadelelerini buna yöneltmiş değildir. Ama içinde bulundukları olumsuz koşulların sorumlusu olarak ANAP hükümetini görmektedirler. Oysa biz devrimciler biliyoruz ki, ANAP hükümetinin devrilip bir başka burjuva partisinin işbaşına gelmesi antidemokratik baskı rejiminde pek bir değişikliğe, devlet düzeninde ise hiçbir değişikliğe yol açmayacaktır. Ama bunu kitlelere propaganda araçlarıyla anlatmak yetmez, çünkü kitleler kendi eylemleri içinde bilinçlenir. O halde devrimci önderliğe düşen görev, kitlelerin eylemine yön vermektir. Bu yön verilirken de onların verili bilinçlerini hesaba katmak, oradan hareket etmek ve bu bilinç düzeyini mücadele içinde yükseltmektir. Bu ancak somut taleplerle olanaklıdır. Eğer bugün işçi sınıfı ve emekçi yığınlar ANAP hükümetinin gitmesini istiyorlarsa, onların bu talplerini desteklememiz ama alternatif burjuva çözümler yerine onların mücadelelerini ilerletecek somut sloganlar üretmemiz gerekir. [...] Özetle ANAP Hükümetine karşı muhalefet ile proletaryanın devrimci iktidarı arasında bir köprü kurulabilmelidir. ANAP iktidarı yalnızca genel olarak burjuva düzenin değil, aynı zamanda özel olarak 12 Eylül rejiminin siyasal temsilcisidir. Dolayısıyla ANAP hükümetine karşı mücadelenin 12 Eylül rejiminin süregiden antidemokratik uygulamalarına karşı mücadeleyle birleştirilmesi gerekir. Öbür burjuva çözümlere mahkûm olmayıp, ANAP hükümetine karşı mücadeleyi, antidemokratik baskıcı yarı parlamenter rejime karşı mücadeleye dönüştürmenin yolu, buna uygun ve işçi sınıfının ve emekçi yığınların kendi iktidarına doğru yürüyüşlerinin önünü açıcı bir iktidar alternatifinin geliştirilmesinden geçmektedir. Proletaryanın devrimci iktidarı sloganının verili mücadele ve bilinç düzeyine uygun olmayan propagandif bir talep olduğu ortadadır. İşte Sosyalizm gazetesi bu siyasal alternatifi Kurucu Meclis sloganı ile ifadeye kavuşturmuştur.15
15 Yusuf Barman, “İşçilerin Partisi ve Kurucu Meclis”, Sınıf Bilinci 9-10, s. 117-118.
62
Sosyalist Düşünce Dergisi
Dosya
Bonapartizm ve Faşizm
1
Lev Troçki
Keskin toplumsal çatışmalar, hızlı politik kaymalar ve durumdaki ani değişmelerle dolu bir dönemde, doğru bir teorik yönlenişin muazzam pratik önemi, en belirgin biçimiyle ortaya çıkar. Böyle dönemlerde, politik kavramlar ve genellemeler hızla eskirler ve yerlerine ya büsbütün yeni kavramların konulması gerekir (bu daha kolaydır), ya da somutlaştırılmalı, netleştirilmeli ve kısmen düzeltilmelidirler (bu ise daha zordur). Geleneksel yapıları altüst eden ve çok daha ısrarlı teorik dikkat isteyen geçişsel ve ara durumların ve bir yığın bileşimin zorunlu olarak ortaya çıkışı, işte tam böyle dönemlere rastlar. Tek kelimeyle; (savaştan önceki) düzenli ve barışçıl bir dönemde, insan birkaç hazır soyutlama ile yetinebiliyorduysa da, zamanımızda her yeni olay diyalektiğin şu en önemli yasasını bir kez daha doğruluyor: Gerçek her zaman somuttur. Stalinist faşizm “teorisi”, hiç kuşkusuz, pratikte korkunç ve trajik sonuçları ifade etmektedir. [Bu teori], diyalektik tahlilin yerine; gerçekliğin bütün somut evrelerinde, bütün geçiş aşamalarında, yani devrimci (ya da karşıdevrimci) sıçrayışlarda olduğu kadar tedrici değişmelerde de, kısmi ve yetersiz bir tarihsel deney ya da dar ve yetersiz bir dünya görüşü temelinden üretilmiş soyut kategorileri geçirmiştir. Stalinistler, fınans kapitalin kendini çağdaş dönemde parlamenter demokrasiye uyduramayacağı ve faşizme başvurmak zorunda kalacağı görüşünü benimsediler. Belli sınırlar içinde tümüyle doğru olan bu görüşten salt tümdengelimci, biçimsel mantığa uygun bir tarzda bütün ülkeler ve bütün gelişme aşamaları için aynı sonuçları çıkardılar. Onlara göre, Primo de Rivera, Mussolini, Çan Kay Şek, Masaryk, Brüning, Dollfuss, Pilsudski, Sırbistan kralı Alexander, Severing, MacDonald, vb. faşizmin temsilcileriydiler. Böyle düşünürken ise, şunları unutuyorlardı: (a) geçmişte de kapitalizm kendini hiçbir zaman “katıksız” demokrasiye uydurmadığı gibi; şimdi 1 Lev Troçki, Faşizme Karşı Mücadele, Yazın Yayıncılık, İstanbul, 1998, Türkçesi: Orhan Koçak-Orhan Dilber. Anlamayı kolaylaştırmak için çeviri üzerinde bazı düzeltmeler yapılmıştır. Bahar 2011 -
63
Bonapartizm ve Faşizm
de onu ya açık bir baskı rejimiyle tamamlıyor, ya da yerini tamamen böyle bir rejime bırakıyor; (b) “katıksız” fınans kapitalizm hiçbir yerde yoktur; (c) fınans kapital hakim bir durumdayken bile bir boşlukta hareket etmez ve burjuvazinin öteki tabakaları ve ezilen sınıfların direnişiyle hesaplaşmak durumunda kalır; (d) nihayet bir dizi geçiş biçimi parlamenter demokrasi ile faşist rejim arasına, bazen “barışçı” bir tarzda, bazen da iç savaş yoluyla karşı durulmaz bir tarzda araya girer. Eğer ilerlemek ve geri püskürtülmemek istiyorsak, bu geçiş biçimlerinin her biri proletaryanın doğru bir teorik değerlendirmesini ve buna eşlik edecek bir politikasını gerektirecektir. Bolşevik-Leninistler Alman deneyine dayanarak (her ne kadar İtalyan deneyimi temelinde kurulabilecek veya kurulmuş olması gereken) Bonapartizm adını verdiğimiz geçişsel hükümet biçimini ilk kez kaydettiler (Brüning, Papen, Schleicher hükümetleri). Bundan sonra, Bonapartist rejimi daha açık ve daha gelişmiş biçimde Avusturya’da gördük. Bu geçişsel biçimin determinizmi tescil edilmiştir, tabii kaderci anlamda değil diyalektik anlamda, yani faşizmin artan bir başarıyla, proletaryanın ciddi bir direnişiyle karşılaşmadan, proletaryayı boğmak amacıyla parlamenter demokrasinin mevzilerine saldırdığı ülkeler ve dönemler için [tescil edilmiştir]. Brüning-Schleicher döneminde, Manuilski-Kuusinen “Faşizm zaten vardır” diyorlardı, aradaki Bonapartist aşama teorisinin, sosyal demokrasinin “ehven-i şer” politikasını kolaylaştırmak için faşizmi maskelemek ve üzerini boyamak çabasından başka bir şey olmadığını ileri sürüyorlardı. O dönemde sosyal demokratlara sosyal faşistler deniliyor ve Zyromski-Marceau, Pivert-Just türü “sol” sosyal demokratlar (“Troçkistler”den sonra tabii) en tehlikeli sosyal faşistler sayılıyordu. Bütün bunlar şimdi değişmiştir. Stalinistler, bugünkü Fransayla ilgili olarak “Faşizm zaten mevcuttur” sözünü tekrarlamaya cesaret edemiyorlar artık; tam tersine, Fransa’da faşizmin zaferini engellemek amacıyla dün reddettikleri birleşik cephe politikasını kabul ediyorlar. Stalinistler, Doumerge rejimini faşist rejimden ayrı tutmak zorunda olduklarını gördüler. Ama Marksistler gibi değil, ampiristler gibi vardılar bu ayrıma. Doumerge rejiminin bilimsel bir tanımını vermeye çalışmadılar bile. Teori alanında soyut kategorilerle iş gören kimse, olgulara körce teslim olmaya mahkumdur. Ama işte Fransa’dadır ki parlamentarizmden Bonapartizme geçiş (daha doğrusu bu geçişin ilk aşaması) özellikle çarpıcı ve öğretici bir nitelik kazanmıştır. Doumerge hükümetinin, faşistlerin iç savaş provası (6 Şubat) ile proletaryanın genel grevi (12 Şubat) arasında sahneye çıktığını hatırlamak yeter. Uzlaştırılamayacak kampların kapitalist toplumun iki kutbundaki savaş mevzilerini almalarıyla birlikte, parlamentarizm denilen hesap makinasının bütün önemini yitirdiği açıkça anlaşıldı. Doumerge hükümetinin de, Brüning ve Schleicher hükümetleri gibi, ilk bakışta parlamentonun onayı ile hükümet eder göründüğü doğrudur. Ama bu, yetkilerinden vazgeçmiş, direnç gösterdiği takdirde hükümetin kendisini dağıtacağını bilen bir parlamentodur. Saldıran karşı devrim kampıyla kendini savunan devrim kampı arasındaki nisbi denge sayesinde, iki tarafın da geçici karşılıklı etkisizlikleri sayesinde, iktidar ekseni, sınıfların ve onların parlamento temsilcilerinin üstüne çıkarıldı. Hükümetin başını, parlamentonun dışında, “partilerin dışında” aramak gerekiyordu. Hükümetin başı iki generali yardımına çağırdı. Bu üçlü, simetrik bir biçimde düzenlenmiş parlamento rehineleriyle sağdan ve soldan destekledi kendini. Hükümet parlamento çoğunluğunun yürütme organı gibi değil, mücadele eden iki kampın arasındaki hakem gibi görünüyordu. Bununla birlikte kendini ulusun üstüne çıkaran bir hükümet, havada asılı değildir. Şimdiki hükümetin gerçek ekseni polisten, bürokrasiden, askeri klikten geçer. Karşımızdaki parlamentarizmin süsleriyle güç bela örtünen bir askeri-polis diktatörlüğüdür. Ama ulusun hakemi rolünde bir kılıç hükümeti: Bonapartizm, işte budur. Kılıcın kendi başına bağımsız bir programı yoktur. Bir “düzen” aletidir. Varolanı korumak için çağrılmıştır. Politik bakımdan kendini sınıfların üstüne çıkaran Bonapartizm, denebilirse atası Sezarizm gibi, toplumsal bakımdan her zaman ve her çağda sö64
Sosyalist Düşünce Dergisi
Bonapartizm ve Faşizm
mürücülerin en güçlü ve en sıkı kesiminin hükümetini temsil eder. Şu halde, bugünkü Bonapartizm de bürokrasinin, polisin, ordunun ve basının zirvelerini yöneten, etkileyen ve satın alan finans kapitalin hükümetinden başka bir şey olamaz. Son aylarda sık sık sözü edilen “anayasa reformu”nun tek görevi, devlet kurumlarının Bonapartist hükümetin ihtiyaçlarına uyarlanmasıdır. Finans kapital, sözde parlamentonun cebri onayı ile, en uygun hakemi her seferinde millete zorla kabul ettirme olanağını kendisine verecek yasal yolları aramaktadır. Doumerge hükümetinin ideal bir “güçlü hükümet” olmadığı açıktır. Daha uygun Bonaparte adayları vardır yedekte. Eğer sınıf mücadelesinin seyri vakit bırakırsa, bu alanda yeni deneyler ve bileşimler olabilir. Tahminde bulunurken, Bolşevik-Leninistlerin bir zamanlar Almanya için söylediklerini tekrarlamak zorundayız: Bugünkü Fransız Bonapartizminin şansı fazla değildir; istikrarı proletaryanın ve faşizmin kampları arasındaki geçici ve aslında kararsız dengeyle belirlenecektir. Bu iki kamp arasındaki güçler ilişkisi, kısmen ekonomik konjonktürün etkisi altında, esas itibariyle de proleter öncüsünün politikasına bağlı olarak hızla değişmesi gerekir. İki kamp arasındaki çarpışma kaçınılmazdır. Bu sürecin zaman ölçüsü yıllar değil aylardır. Dengeli bir rejim ancak çarpışmadan sonra, sonuçlara bağlı olarak kurulabilir. İktidara geçen faşizm de, Bonapartizm gibi, finans kapitalin hükümeti olabilir ancak. Bu toplumsal anlamda sadece Bonapartizmden değil, ama parlamenter demokrasiden bile ayırt edilemez. Toplumsal sorunların politika alanında çözüldüğünü unutan Stalinistler, her seferinde bunu yeni baştan keşfettiler. Finans kapitalin gücü istediği zamanda ve yerde, istediği gibi bir hükümet kurma yeteneğinde yatmaz; bu yeteneğe sahip değildir. Finans kapitalin gücü, proleter olmayan her hükümetin ona hizmet etmek zorunda kalışı gerçeğinde yatar; ya da daha iyisi, finans kapitalin, her çürüyen egemenlik sisteminin yerine değişen şartlara daha iyi uyan bir sistem koyma olanağında yatar. Ama, bir sistemden ötekine geçiş, politik bunalım demektir. Bu bunalım, devrimci proletaryanın faaliyetiyle birlikte, burjuvazi için bir toplumsal tehlikeye dönüşebilir. Fransa’da parlamenter demokrasiden bizzat Bonapartizme geçiş, iç savaşın patlamasıyla birlikte yürümüştü. Bonapartizmden faşizme geçişin perspektifleri ise, karşılaştırılamayacak ölçüde daha sert altüstlüklere ve dolayısıyla da devrimci olasılıklara gebedir. Düne kadar Stalinistler, bizim “başlıca yanlışımızın”, faşizmde finans kapitali değil küçük burjuvaziyi görmek olduğunu söylüyorlardı. Burada da, sınıfların diyalektiğinin yerine soyut kategorileri geçiriyorlar. Faşizm, küçük burjuvaziyi, finans kapitalin çıkarları için seferber etmenin ve örgütlenmenin özgül bir yoludur. Demokratik rejim döneminde, sermaye zorunlu olarak işçilere, reformist ve barışçı küçük burjuvaziye karşı güven duygusu aşılamaya çalıştı. Oysa, küçük burjuvazinin içinde proletaryaya nefret daha önceden yaygınlaşmamışsa, faşizme geçiş olanaksızdır. Aynı üst sınıfın, finans kapitalin egemenliği, bu iki sistemde ezilen sınıflar arasında taban tabana zıt ilişkilere dayanmaktadır. Ama küçük burjuvazinin proletaryaya karşı politik seferberliği, büyük burjuvazi için ateşle oynamak demek olan şu toplumsal demagoji olmadan düşünülemez. İplerini koparmış küçük burjuva irticasının “düzen” açısından tehlikesi, Almanya’daki son olaylarla da doğrulandı. İşte bunun için Fransız burjuvazisi gerici haydutları kendi kanatlarından biri gibi destekler ve masraflarını karşılarken, bir yandan da işleri faşizmin politik zaferine kadar götürmek istememekte ve son çözümlemede, iki aşırı kampı da disiplin altına alacak bir “güçlü” iktidarın kurulmasını amaçlamaktadır. Şimdiye kadar söylenenler, Bonapartist iktidar biçimini faşist biçimden ayırt etmenin ne kadar önemli olduğunu yeterince göstermektedir. Bununla birlikte karşı uca sıçramak, yani Bonapartizmi ve faşizmi iki bağdaşmaz mantıki kategori haline getirmek de bağışlanmaz bir yanlış olur. Nasıl Bonapartizm parlamenterizmi faşizmle birleştirerek Bahar 2011 -
65
Bonapartizm ve Faşizm
başladıysa, zafere ulaşmış faşizm de, sadece Bonapartistlerle bir bloka girmek zorunda olduğunu değil, ama üstelik Bonapartist sisteme iç yapı bakımından yakınlaşmak zorunda olduğunu da görür. Finans kapitalin egemenliğinin gerici toplumsal demagoji ve küçük burjuva tedhişi yoluyla uzatılması olanaksızdır, iktidara geçen faşist şefler kendilerini izleyen kitleleri, devlet aygıtı aracılığıyla susturmak zorunda kalırlar. Aynı nedenlerle, küçük burjuvazinin geniş kitlesinin desteğini de yitirirler. Bu kitlenin küçük bir bölümü, devlet aygıtı içinde erir. Bir başka bölümü ilgisizliğe, umursamazlığa kapılır. Bir üçüncüsüyse, çeşitli bayrakların altında muhalefete geçer. Ama, toplumsal kitle tabanını yitirirken, bürokratik aygıta dayanarak ve sınıflar arasında gidip gelerek faşizm, Bonapartizm biçiminde yenilenir. Burada da, tedrici evrim, şiddetli ve kanlı olaylarla kesintiye uğramıştır. Çatışan kampların arasındaki son derece kararsız ve kısa süreli dengeyi yansıtan faşizm öncesi ya da engelleyici Bonapartizmden (Giolotti, Brüning-Schleicher, Doumerge vb.) farklı olarak her iki kitle kampının yıkılmasından, hayal kırıklığından ve yılgınlığından doğan ve yükselen faşist kökenli Bonapartizm (Mussolini, Hitler vb.) çok daha dengeli oluşuyla gösterir kendini. “Faşizm mi, Bonapartizm mi?” sorunu, Polonyalı yoldaşlarımız arasında, Pilsudski rejimi konusunda, bazı ayrılıklar doğurdu. Bu tür ayrılıkların olabilmesi bile katı mantık kategorileriyle değil, farklı ülkelerde ve farklı çağlarda son derece belirgin özellikler gösteren canlı toplumsal formasyonlarla uğraşmakta olduğumuzun en iyi kanıtıdır. Pilsudski, küçük burjuva kitle haraketine dayanan bir ayaklanmanın sonunda iktidara geldi ve doğrudan doğruya, “güçlü devlet” adına geleneksel burjuva partilerine hakim olmayı amaçladı; bu, harekete ve rejime özgü olan bir faşist özelliktir. Ama, Polonya faşizminin özgül ağırlığı, yani kitlesi, İtalyan faşizminin kendi zamanındaki ağırlığına göre çok zayıftı; hele Alman faşizminkinden çok daha zayıftı. Pilsudski, İtalya ve Almanya’da olduğundan çok daha büyük ölçüde askeri komplo yöntemlerini kullanmak ve işçi örgütleri meselesine çok daha ihtiyatlı bir tarzda yaklaşmak zorunda kaldı. Pilsuds-ki’nin coup d’état’sının Polonya’daki Stalinist partinin sempatisi ve desteğiyle meydana geldiğini hatırlatmak yeter. Buna karşılık Ukraynalı ve Yahudi küçük burjuvazisinin Pilsudski rejimine artan düşmanlıkları, onun işçi sınıfına karşı genel bir saldırı düzenlemesini zorlaştırdı. Böyle bir durumun sonucunda, Hitler ve Mussolini’nin benzer dönemleriyle karşılaştırıldığında sınıflar arasında ve sınıfların çeşitli ulusal kesimleri arasındaki bocalama büyük, kitle tedhişi ise çok daha küçük bir yer tutar; Pilsudski rejimindeki Bonapartist öge budur. Ama, Pilsudski’yi Giolitti ya da Schleir’le karşılaştırmak ve yeni bir Polonyalı Mussolini ya da Hitler tarafından düşürülmesini beklemek, açıkça yanlış olacaktır. Bir “ideal” faşizm görüntüsü yaratmak ve bunu bütün özellikleri ve çelişkileriyle, Polonya devletindeki sınıf ve milliyet ilişkileri alanında gelişen bu gerçek faşist rejimin karşısına dikmek yöntemsel olarak yanlıştır. Pilsudski proleter örgütlerinin yıkılması eylemini sonuna kadar götürebilecek mi (Durumun mantığı, karşı konulmaz bir biçimde bu yola sürüklüyor onu)? Bu sorunun cevabı, “bizatihi faşizmin” biçimsel tanımına değil, gerçek güçler dengesine, kitlelerde oluşan politik süreçlerin dinamiklerine, proleter öncüsünün stratejisine, nihayet, Batı Avrupa’da ve her şeyden önce Fransa’da olayların aldığı yöne bağlıdır. Tarih, Polonya faşizminin, “totaliter” bir görünüm almayı başaramadan önce yıkıldığını ve yok edildiğini yazabilir. Yukarda, faşist kökenli Bonapartizmin, faşizmin yol açacağı kanlı kavgadan kaçınmak için büyük burjuvazinin başvurduğu engelleyici Bonapartist deneylerden çok daha dengeli olduğunu söylemiştik. Gene de bizzat faşizmin Bonapartizm biçiminde yenilenmesi olayının faşizmin sonunun başlangıcı demek olduğunu vurgulamak (teorik ve pratik açılardan) daha önemlidir. Faşizmin yok olup gitmesinin ne kadar zaman alacağı ve hastalığının hangi anda can çekişmeye dönüşeceği birçok içsel ve dışsal nedenlere bağlıdır. Ama, küçük burjuvazinin karşı devrimci faaliyetinin sönümlendiği, hayal kırıklı66
Sosyalist Düşünce Dergisi
Bonapartizm ve Faşizm
ğına uğradığı ve parçalandığı gerçeği ve onun proletaryaya yönelik saldırılarının zayıflaması, yeni devrimci olanaklara yol açıyor. Bütün tarih, sadece polis aygıtının yardımıyla proletaryanın zincire vurulmuş bir halde tutulamayacağını gösteriyor. İtalyan deneyi yaşanılan felaketin psikolojik kalıntılarının işçi sınıfı içinde felaketi yaratan güçler ilişkisinden daha uzun sürdüğünü göstermiştir. Doğru! Ama, yenilginin yarattığı psikolojik atalet zayıf bir dayanaktır. Sert bir sarsıntının etkisiyle bir darbede yıkılabilir. Fransız proletaryasının mücadelesinin başarısı, (İtalya, Almanya, Avusturya ve öteki ülkeler için), bu türden bir sarsıntı olabilir. Avrupa’daki ve bütün dünyadaki durumun devrimci anahtarı şimdi her yerden çok Fransa’da! 15 Temmuz 1934
Bahar 2011 -
67
Dosya
Şubat Devrimleri ve Kurucu Meclis Üzerine
Nahuel Moreno
Tez 15 – Hiçbir Ekim Devriminin Gerçekleşmediği Aşama: Şubat Devrimleri Aşaması Rus Ekim Devrimi’nden sonra ne muzaffer olan ne de yenilgiye uğrayan bir Ekim devrimi daha gerçekleşmedi; bu, tüm tahminlerimize karşıt bir durumdur. İkinci Dünya Savaşı sonrası, tarihin gördüğü en devrimci aşama olmasına rağmen sadece Şubat devrimlerine yol açmıştır. Bazılarının muzaffer, bazılarının mağlûp ve bazılarının da dondurulmuş olmasına rağmen tüm bu devrimler sadece Şubat devrimleridir. Bu konuya devam etmeden önce bir Ekim devrimi ile burjuvazinin mülksüzleştirilmesi arasındaki farkı vurgulayalım, çünkü İkinci Dünya Savaşı öncesinde burjuvaziyi mülksüzleştiren tek devrim 1917 Ekim Devrimi olmuştur ve bu gerçek de bizi yanlış bir analojiye, iki terimin de aynı anlamda olduğunu kabul etmemize götürebilir. Oysa İkinci Dünya Savaşı sonrasının deneyimi, bir Ekim devrimi ile burjuvazinin mülksüzleştirilmesinin aynı şey olmadığını göstermiştir. Her devrim gibi Ekim devrimi de esasen, ekonomik sonuçları olan sosyal ve politik bir süreçtir. Ekim devriminin, kendisini diğer herhangi bir devrimden açıkça ayırt eden iki temel özelliği vardır. Bu özelliklerden ilki, işçi ve kitle iktidarının devrimci organlarının, örneğin sovyetlerin, ortaya çıkışıdır. İkinci özellik ise ilkiyle yakından ilgilidir ve aslen belirleyici olan özelliktir: ayaklanmayı ve silahlı mücadeleyi yöneten, kitlelerin seferberliğini ve uluslararası sosyalist devrimi geliştirmenin sadece bir aracı olarak iktidarı alan devrimci Marksist bir partinin varlığı. Bu iki koşul olmaksızın Ekim devriminden bahsedilemez. Şubat devrimi, Ekim devriminden farklıdır ama ona yakından bağlıdır. Şubat devriminin ilerleyebilmesi için bu devrimin ancak Ekim devriminden önceki zorunlu bir giriş niteliğinde olması gereklidir. Şubat devrimi, emperyalizmin sömürücüleriyle, 68
Sosyalist Düşünce Dergisi
Şubat Devrimleri ve Kurucu Meclis
burjuvaziyle ve burjuvaziye bağlı toprak sahipleriyle yüzleşen bir işçi ve halk devrimidir; bu devrim, burjuva devlet aygıtını tahrip eder ve onu krize sürükler. Sınıf dinamikleri ve yüzleştikleri düşman açısından her iki devrim de, Şubat devrimi de Ekim devrimi de, sosyalisttir. Aralarındaki fark, kitle hareketinin farklı bilinçlilik düzeyinde ve esas olarak devrimci Marksist parti ie kitle hareketi ve sürmekte olan devrimci süreç arasındaki ilişkide yatmaktadır. Özetlersek, Şubat devrimi, bilinçsiz bir sosyalist devrim iken Ekim devrimi bilinçli bir sosyalist devrimdir. Biraz Hegel ve Marks gibi konuşursak şöyle diyebiliriz: Şubat devrimi “an sich” (kendinde) bir sosyalist devrimdir ve Ekim devrimiyse “für sich” (kendisi için) bir sosyalist devrimdir. Şubat devrimleri, devrimci yükselişin bu aşamasındaki işçi ve kitle hareketini yansıtan bir mantığa sahiptir. Neredeyse bütün devrimler, kitle hareketinin derin nesnel ihtiyaçları tahammül edilemez bir hâl aldıklarında ortaya çıkmışlardır. Ama proletaryanın ve onun önderlerinin bilinçlilik seviyesi, devrime yol açan nesnel durumla kıyaslandığında geri bir seviyede kalmaya devam etmektedir. Lakin bu geriliğe rağmen devrimler gerçekleşmektedir. Bu durumun şu gerçekle bir bağlantısı vardır: Feodalizmin iktidarı altındaki burjuvazinin sahip olduklarının aksine proletarya, kapitalizm koşullarında bilincinin olgunlaşması için hiçbir olanağa sahip değildir. Evrimci değil devrimci bir süreç yaşamaktayız; ve proletarya, hakimiyet altındaki sınıf olarak bilincini iktidar için başka bir sınıfla savaşırken kazanmaktadır. Proletaryanın düşük bilinç seviyesinin ve bir devrim yapmayı başaracak kadar yaygınlaşmış olan devrimci seferberliğinin bu bileşimi Şubat devrimini yaratmaktadır. İşçi hareketinin devrim esnasında bile mevcut olan bu düşük bilinci, karşıdevrimci aygıtların ve programlarıyla yaklaşımları açısından reformist olan küçük burjuva akımların devrime uyum sağlamasını ve bir aşama boyunca bu devrimi yönetmelerini olanaklı kılmaktadır. Bilinç seviyesi ve önderliği açısından Şubat devrimi, Ekim devriminden tamamıyla farklıdır. Ekim devriminin belirleyici özelliği, devrimci Marksist bir önderlikçe gerçekleştirilmiş olmasıdır. Oysa Şubat devrimi, kitle hareketinin bürokratik ve küçük burjuva aygıtları tarafından yönetilir. Bilinçli karşıdevrimci kesim, Şubat devriminin anlamını net bir şekilde kavrar ve devrimin sosyalist bir devrime doğru gelişmesini engelleyerek, devrimi o düşük bilinç seviyesinde, ulusal çerçeveyle sınırlanmış burjuva demokratik bir aşamada tutmak için devrime kesinlikle müdahale eder. Bunun anlamı, bu kesimin kendi ölümcül düşmanını, kitlelerin sürekli seferberliğini dizginlemek için devrime müdahale ettiğidir. Bu durumu olanaklı kılan, Şubat devriminin karşılaştığı görevlerin genellikle demokratik görevler olmasıdır. Kitle hareketinin geriliğinin ve sınıf mücadelesinin nesnel durumunun bir sonucu olarak bu devrimler her zaman, can çekişmesi aşamasında kapitalizmin tipik özellikleri olan despotik diktatörlükleri, totalitarizmi ve Bonapartizmi yıkmak üzere gerçekleşmişlerdir. Dolayısıyla, oportünist önderlik, seferberliği dizginleyebilmek için devrimi bu demokratik veya ulusalcı amaçlar aşamasında durdurmayı savunabilir. Troçki, Şubat devrimini ve onun Ekim devrimiyle olan ilişkisini mükemmel bir şekilde tahlil etmiştir. Şubat devriminin oportünist önderlikler sayesinde iktidarı ulusal burjuvazinin ellerine veren sosyalist bir devrim olma niteliğini vurgulamıştır. Lenin’in 1917 yılındaki yazılarında yaptığı gibi Troçki de çalışmalarında bir Şubat devriminin, en imkânsız varyant olarak, nasıl oportünist partileri programlarının ve amaçlarının ötesine gitmeye zorlayabileceğini göstermiştir. Oportünist partiler, kitle hareketinin zorlamasıyla bunu yapmaktadırlar ama amaçları kitle hareketini kesinkes denetim altına alabilmektir; dahası kapitalizmin mülksüzleştirilmesi ve bir işçi devletinin kurulması yönünde bir adım olarak burjuvaziyle ilişkisini koparma noktasına kadar ulaşabilirler. Ama bu politik ve teorik sonuç, dediğimiz gibi, had safhada imkânsızdır. Troçki’nin ve Enternasyonalimizin Şubat devrimine dair klasik analizi şu olmuştur: Bahar 2011 -
69
Şubat Devrimleri ve Kurucu Meclis
Şubat devrimi Ekim devriminin öncülü olabilir, Ekim devrimi olmaksızın, ne burjuvaziden kopmak ne de onun mülksüzleştirilmesi gerçekleşemez ve hatta mevcut burjuva demokratik görevler dahi gerçekleştirilemez. Bu görevlerin gerçekleştirilmesi konusunda klasik analizimizde biz haksız çıktık çünkü Sovyetler Birliği hariç insanlığın üçte biri, hem burjuvazinin mülksüzleştirilmesini hem de diktatörlüklerin yıkılması, toprak sahiplerinin mülksüzleştirilmesi, toprağın köylülerin arasında dağıtılması vb. gibi önemli demokratik görevleri, bir Ekim devrimi olmaksızın gerçekleştirmiştir. Ama tarihsel bir bakış açısından, sosyalist devrimin gelişiminin bakış açısından Troçki tamamen haklı çıkmıştır: eğer Şubat devriminin ertesinde bir Ekim devrimi gerçekleşmezse, diğer bir deyişle kitle hareketinin devrimci organlarınca desteklenen bir devrimci Marksist parti tarafından iktidarın gaspı gerçekleşmezse, o zaman devrimin ivmelenmesi ve sürekli bir nitelik kazanması için hiçbir olasılık yoktur. Şubat devrimlerini burjuva demokratik devrimlerle karıştırmış olmamız gerçeği bizi Şubat devrimlerine sadece küçük bir önem vermeye sürüklemiştir. Şubat devrimlerinin aslında temel ve belirleyici bir önemi bulunmaktadır; reformist çağdaki büyük sendikalar kazanımı kadar önemlidirler. Her ne kadar Rus Devrimi’nde birbirleriyle birleşmiş dahi olsalar içinde yaşadığımız yüzyıl, biri burjuva demokratik devrim diğer ise Şubat devrimi olarak iki farklı kategoriyle uğraştığımızı kanıtlamıştır. Şubat devrimi sosyalist bir devrimdir; işçilerin silahlı devrimci mücadelesi sayesinde kapitalist devlet aygıtını tahrip eden ve kesinlikle sosyalist olan bir devrimdir. Bu devrimin programının temel ekseninin demokratik görevler olup olmadığı Geçiş Programı’na ilişkin bir sorundur. Şubat devrimine yol açan geçiş süreci, demokratik görevlere devasa bir ağırlık verir ama bu Şubat devriminin burjuva demokratik bir devrim olduğu anlamına gelmez. Rus Devrimi gibi bazı istisnalar dışında yüzyılımızda artık daha fazla burjuva demokratik devrim gerçekleşemez. Gerçekleşen devrimler sadece sosyalist devrimlerdir, ister öznel etkenin olgunlaşmışlığı eşliğinde olsun ister olmasın. Rusya’daki Şubat Devrimi’nde sosyalist bir devrim ile burjuva demokratik bir devrimin bileşimi bulunmaktadır. Ama bu durum, Çarlığın ve onu destekleyen toprak sahiplerinin varlığından kaynaklanıyordu. Ne olursa olsun, feodal artıklara karşı mücadele anlamına gelen burjuva unsur belirleyici olan unsur değildi çünkü Çarlık dünya emperyalist rejiminin bir parçasıydı ve Rus kapitalizmine de sımsıkı bağlıydı. Birkaç istisnanın dışında bu durum artık dünya üzerinde mevcut değildir. Artık ne çarlar ne de egemen feodal toprak sahipleri kalmıştır. Artık dünyanın her yerinde emperyalizmin, kapitalizmin, kapitalist toprak sahiplerinin ya da işçi bürokrasilerinin iktidarı bulunmaktadır. Karşılaştıkları düşman açısından, burjuvazi ve onun devlet aygıtı, ve bu devrimleri gerçekleştirenlerin sınıfsal karakteri (işçiler) açısından, tüm çağdaş devrimler sosyalist devrimlerdir. Proletarya, zorunlu Ekim devrimine giriş olarak bir Şubat devrimini gerçekleştirmeye zorlanmıştır. Bu durum bir taraftan kapitalizmin can çekişmesinin, çürümesinin ve insanlığa dayattığı genel gerilemenin ve diğer taraftan da önyargılı fikirlerin, proletaryanın düşük politik seviyesinin ve de bunları güçlendiren bürokratik ve küçük burjuva önderliklerin varlığının sonucudur. Bunun anlamı, proletaryanın kendi bilincindeki bu geriliği ve kapitalizmin çürümesini çifte fedakârlıkla ve çift kat bir tarihsel gayretle ödemiş olduğudur. 1905 ve 1917 Şubat devrimlerine devasa bir önem vererek Rus Devrimi’nin tahlilini zenginleştirmeliyiz. 1917 Şubat Devrimi’nin Ekim Devrimi’yle olan ilişkisi üstünde çalışmalıyız; çünkü gerçekleşen devrimler bizim tüm inançlarımıza rağmen 1905 devrimleri ve Şubat devrimleriydiler, Ekim devrimleri değil. Şubat Devrimi’nin yarattığı ama Ekim zaferiyle beraber yarı yolda kalan tüm öngörüler ve varsayımlar, İkinci Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşmiştir. Şunu iddia edebiliriz ki İkinci Dünya Savaşı sonrası, bilinçsiz sosyalist devrimlerin aşamasıdır, tüm gezegen çapında genelleşmiş olan Şubat devriminin aşamasıdır. Eğer geniş bir tarihsel teorik çerçeveden bakarsak 70
Sosyalist Düşünce Dergisi
Şubat Devrimleri ve Kurucu Meclis
Şubat devriminin derin bir mantığı ve önemi bulunmaktadır. Devrimi ancak Marksist bir partinin önderlik ettiği sanayi proletaryasının gerçekleştirebileceğini iddia etmiş olsaydık o zaman devrimci kitle hareketi sürecinin felçleşmiş olduğunu, bilincinin ve partisinin yeterince olgunlaşmasından önce sınıfın devrim yapamayacağını, sınıf mücadelesinin durmuş olduğunu ve işçilerin herhangi bir kazanım elde edemeyeceğini ileri sürmüş olurduk. Ama bu böyle olmamıştır. Kitlelerin devrimci mücadeleleri, yeterli olarak olgunlaşmamış olmalarına rağmen büyük tarihi zaferler elde etmeye ve muzaffer devrimler gerçekleştirmeye devam etmiştir. Dolayısıyla, yeni Ekim devrimlerinin gerçekleşmesi için ne tür olasılıklar bulunmaktadır sorusuna geliyoruz. Revizyonizmin tüm saldırısı, burjuva sosyolojisinden aldıkları ifadeler eşliğinde nihai olarak “Ekim Devrimi modeli” dedikleri şeye karşı yönelmiştir. Revizyonistler, bu modelin İkinci Dünya Savaşı sonrasında bir daha gerçekleşmediğine işaret edip tam da Pablo’nun yaptığı gibi şu revizyonist sonucunu çıkarmışlardır: Bu tip devrimler artık geçmişte kalmıştır ve bir daha gerçekleşmeyecektir. Devrimin yeni bir teorisinin oluştuğunu savunmaktadırlar ama aslında her revizyonist akım gibi, mutlakıyetçiliğe karşı demokratik halk devrimlerinin zorunlu olduğu, Marksizm öncesi çağın teorilerini yeni teoriler olarak nitelemektedirler. Ekim Devrimi öncesinde gerçekleşen tüm demokratik devrimlerin çok eskilerde kalmış olan modelini yeni bir devrim modeli diye lanse etmektedirler. Biz, revizyonistlerin dediklerinin tam tersine inanmaktayız. Yeni Ekim devrimlerinin gerçekleşmemesi için kesinlikle ortada hiçbir neden yoktur. Şubat devrimleri, proletaryanın bilincinde olgunlaşacak ve bu da partilerimizin güçlenmesine yardımcı olacaktır. Ve bu iki süreç kaçınılmaz olarak Ekim devrimine yol açacaktır, tıpkı 1905 Devrimi’nin ve 1917 Şubat Devrimi’nin Bolşevik Ekim’e yol açmış olduğu gibi. Bu durum, devrimci yükselişin kaçınılmaz bir sonucudur. Tabii ki Ekim zaferinin Şubat zaferinden çok daha zor olduğu ve Şubat devrimlerinin gerçekleştikleri ve nesnel koşullara bağlı olarak öngörülerimizden çok daha büyük bir oranda ilerledikleri kabul edilmelidir. Ama bu durum, Marksist düşünceden yan çizmek için ve Ekim devrimini bir daha gerçekleşemeyecek bir istisna olarak kabul edip Şubat devrimlerini mevcut devrimci aşamada gerçekleşebilecek yegâne devrimler olarak kuramsallaştırmak için bir mazeret olamaz. Diğer yandan, kendini Ekim devrimine dönüştürmeyen her Şubat devrimi zorunlu olarak yozlaşır. Hiçbir Şubat devrimi, sürekli bir ritmi muhafaza edemez çünkü bu devrime önderlik eden küçük burjuva ve bürokratik önderliklerin rolü hep aynıdır: sürekli devrim sürecini dondurmak, kitle hareketini dizginlemek, kuşatmak ve bozguna uğratmak. Dolayısıyla, her Şubat devrimi, burjuvaziyi mülksüzleştirmiş olsun veya olmasın, tekrar ve tekrar ortaya çıkacak mükerrer Şubat devrimlerinin kökenini oluşturur. Bunun anlamı, Şubat devriminin devrimci sürece yönelik nihai bir çözüm olmadığıdır. Şubat devrimi, hain önderliklerin yarattığı kaçınılmaz gerilemeyi durdurabilmek için, her zaman yeni Şubat devrimlerini veya büyük kitle seferberliklerini dayatır. Bu olgunun fevkalade bir örneği, Menşeviklerin ve Sosyal Devrimcilerin ihanetinin kitleleri Kornilov’a karşı büyük bir seferberlik gerçekleştirmeye zorlamış olmasıdır. Bir diğer örnek, 1974 Portekiz Devrimi’dir; bu devrim, kendisini bir Ekim devrimine dönüştürememiş ve sonunda da Eanes’in sağ kanat hükümetini iktidara taşımış olan büyük bir Şubat devrimidir. Şubat devrimi, büyük zaferler elde etmesine rağmen hiçbir şeyi çözmediği için tekrar ve tekrar yeni Şubatlar yaratır. Bu mevcut devrimci aşamada Şubat devrimi sadece pek çok ülkede gerçekleşmekle kalmaz aynı zamanda Ekime doğru ilerlemediği sürece aynı ülkede de birçok kez kendini tekrar eder. Dolayısıyla biz bu aşamayı daha da kesin bir şekilde devrimci bir aşama olarak tanımlamalıyız. Bu, öznel etmen bulunsun ya da bulunmasın, nesnel devrimler aşamasıdır. Devrimci yükseliş o kadar güçlüdür ki devrim öznel etmenlerin tam olarak olgunlaşmamış olmasına rağmen Bahar 2011 -
71
Şubat Devrimleri ve Kurucu Meclis
gerçekleşmektedir. Şubat devrimleri, mevcut aşamanın karakteristik özelliğidir ve muhtemelen, Ekim devrimlerinin koşulları olgunlaşırken uzunca bir süre de öyle olmaya devam edecektir. Ama şu kesin ki, her ne kadar İkinci Dünya Savaşı sonrasının bütün örneklerinde yaşandığı gibi pek çok durumda engellenmiş ve Ekim devrimine ulaşamamış da olsalar veya süreç çok zaman alsa da, Şubat devrimleri Ekim devriminin başlangıcıdır. (...) Tez 26 – Şubat Devrimleri, İkili İktidar ve İşçi ve Halk İktidarının Gelişimi Kitle hareketini denetleyen küçük burjuva önderliklerin varlığı ve Şubat devrimini olanaklı en kısa sürede gerçekleştirebilmek için eylem birliğine duyulan ihtiyaç nedeniyle, partilerimizin gerekli demokratik sloganları ileri sürebilmeleri için Şubat öncülü bir devrimci durumun varlığını tespit edebilmelidirler. Bunu gerçekleştirmenin kaçınılmaz olduğunu ve bu aşamayı atlamamız gerektiğini kavramalıyız; tam tersine bu aşamadan gerekli tüm stratejik ve taktik sonuçları çıkarmalıyız, bu Şubat devriminin öncüsü olmalıyız ve ona bütün gücümüzle müdahale etmeyi savunmalıyız. Ama bu durum, Şubat devrimini gerçekleştirmeye zorlandıklarında onu sınırlamaya, ona ulusal ve demokratik bir karakter vermeye çalışacak olan küçük burjuva önderliklere teslim olmalıyız anlamına gelmez. Bilinçsiz birer işçi ve halk devrimi olarak her Şubat devrimi, burjuvazinin iktidar organlarından (devlet, ordu ve polis) farklı iktidar organlarına yol açar. Bunun anlamı, her Şubat devriminin kendi zaferinden önceki ve hemen sonraki aşamalarda kaçınılmaz olarak, az ya da çok gelişmiş, potansiyel veya gerçek, ama zorunlu olarak bir ikili iktidara yol açmasıdır. Şubat devrimi diğer bir deyişle, işçi ve halk iktidarı kutbunun gelişmesini başlatır. Şubat devriminin her sürecinde, devrimin öncesinde veya sonrasında, temel görevimiz işçi ve halk iktidarının durmaksızın gelişmesidir. Elbette Şubat devrimini gerçekleştirmek için eylem birliğini savunuyoruz, kitle hareketini yöneten oportünist önderlikler üzerinde basınç kurulması gerektiğini savunuyoruz, çünkü ancak bu sayede kitleler burjuvaziden kopabilirler. Şubat devrimini gerçekleştirmeyi ve derinleştirmeyi olanaklı kılan bu geniş perspektifi terk etmemeliyiz. Ama politikamızın temel ekseninin, seferberliği ve işçi ve halk iktidarının devrimci organlarını geliştirilmek olduğu gerçeğinden hareketle kendimizi bu oportünist önderliklerden en açık şekilde ayrıştırmaya da devam etmeliyiz. Kitlelerin devrimci demokratik özyönetim organlarını geliştirmeye dair bu politika, ister Şubat öncülü ister Ekim öncülü olsun her devrimci durumda politikamızın temel eksenidir. Aynı zamanda, kitlelerin devrimci demokratik özyönetimini, sürekli örgütlenmesini, seferberliğini ve kitlelerin doğrudan devrimci eylem organlarının inşasını her nasıl olursa olsun mutlaka önlemeye çalışan oportünist önderliklerden bizi net bir şekilde ayrıştıran da bu eksendir. Eğer politikamızın bu temel eksenini terk edersek, oportünist önderliklere teslim olur ve işçi sınıfını kendi kaderine terk ederiz. Ancak, işçi ve halk iktidarının organlarının geliştirilmesi ve bulunmadıkları yerlerde de yaratılmalarına yönelik bir politikayla gerçek amacımız olan Ekim devrimine doğru bir köprü kurabiliriz. Tez 27 – Demokratik Sloganların ve Görevlerin Temel Önemi. Kurucu Meclis Emperyalizmin ve tekellerin olduğu kadar bürokrasinin de en derin eğilimlerinden ötürü, demokratik sloganlar ve görevler giderek daha büyük önem kazanmaktadır. Bu üçü de totaliter devletlere doğru sürekli bir eğilime sahiptir. Kitle hareketinin sürekli yükselen çizgisini dizginlemenin tek yolu budur. Kapitalist ülkelerde tekellerin devlet üzerindeki etkisi ve bürokratik işçi devletlerinde de devletin bürokrasi ile özdeşleş72
Sosyalist Düşünce Dergisi
Şubat Devrimleri ve Kurucu Meclis
mesi totalitarizme yol açmaktadır. İşte bu nedenden ötürü tüm halkı ilgilendiren en önemli demokratik sloganlar ve görevler, giderek daha güncel hale gelmektedir. Çağdaş Şubat devrimlerinin genel demokratik niteliğini açıklayan şey de budur. Bu görevlerin karakteri, burjuva demokratik devrimlerin söylemini akla getirmektedir; ama Şubat devrimlerin karşılarına aldığı bürokrasi, emperyalizm, tekeller ve bu kesimlerin ihtiyaçlarına yanıt veren devletler olduğu için, bunlar ulusal sosyalist devrimin ve dünya sosyalist devriminin bir parçasıdırlar. Bu durum, küçük burjuva ve bürokratik önderliklerin kendi devrimlerine burjuva karşıtı değil tekel karşıtı ve geri kalmış ülkelerde feodalizm karşıtı bir nitelik vermeye çalışıp devrimlerinin halkçı demokratik karakterinde ısrar etmelerini açıklar. Bu önderlikler, demokratik nitelikli olsa dahi bu görevlerin karşı karşıya olduğu gücün gerek kapitalist ve emperyalist rejimler, gerekse de bürokratik rejim olduğunun farkına varmamaktadırlar; ve bu durum demokratik görevlere, bizim ele aldığımız yeni bir boyut kazandırmaktadır. Görevlerin niteliği açısından bu (Şubat devrimi) bir Fransız Devrimi’dir ama savaştığı sınıflar itibariyle bir sosyalist devrimdir. Bu demokratik sloganları ve görevleri hayata geçirebilmek için kapitalist ülkelerdeki kapitalizmi veya bürokratikleşmiş işçi devletlerinde bürokrasiyi yıkmak zorundadır. Kurucu Meclis sloganı (veya ona benzer bir organ lehindeki sloganlar) bu nedenden ötürü dünya ölçeğinde devasa bir önem kazanmıştır. Ama Şubat devrimine öncül olan bu görev, işçiler ve halk için çok daha önemli ve belirleyici olan başka bir görevle bağlantılı olarak ele alınmalıdır: Kahrolsun Bonapartist hükümet veya diktatörlük. Şubat devrimi, illa Kurucu Meclis olması gerekmeyen çok daha temel bir slogan çerçevesinde gerçekleşir: Kahrolsun diktatörlükler. Bu slogan, aynı Portekiz’de Caetano’ya ve Yunanistan’da Albaylar Cuntası’na karşı kullanıldığı gibi Fransa’da, İngiltere’de, İspanya’da ve Hıristiyan Demokrat İtalya’da da veya Kahrolsun Somoza örneğinden de görüldüğü üzere geri kalmış ülkelerde de kullanılabilir. Bu slogan aynı zamanda bürokratik Bonapartist hükümetlere karşı da uygulanabilir: Kahrolsun Brejnev diktatörlüğü. Yalnızca işçileri değil tüm halkı bu totaliter, diktatoryal veya en azından Bonapartist ve aşırı gerici hükümetleri yıkmaya sevk eden bu slogan esas bir önemdedir. Ancak ulaşılır ulaşılmaz bu hedef, pek çok ülkede (özellikle de yıkılan iktidarın totaliter bir rejim olduğu ülkelerde) derhal demokratik mücadelenin en yüksek ifadesi olan Kurucu Meclis hedefiyle birleşir. Yine de bu sloganın burjuva bir slogan olduğunu bir an için bile unutmamalıyız, zira bu slogan herkesin bir oy hakkına sahip olduğu bir anayasa için çağrıda bulunur. Ama bu sloganın seferber edici bir slogan olduğunu ve çoğunlukla burjuva demokratik karakterinden farklı sonuçlara yol açtığını da kabul etmeliyiz. Bu en son bahsettiğimiz özellik, geniş bir orta sınıfın, özellikle de köylülerin mevcut olduğu ülkeler için bu sloganın en önemli özelliğidir. Slogan, burjuvaziyle mücadele etmenin, kitle hareketini eğitmenin ve işçi sınıfı ile köylülerin birliğini geliştirmenin aracıdır. Ama Kurucu Meclis sloganı, bir sloganlar bütününün parçası olmalıdır. Örneğin, Kurucu Meclisi köylülere toprak dağıtımının ve proletaryanın silahlanmasının oylanması için, işçi ücretlerinin ve çalışma saatlerinin belirlenmesi için ve tekellerin mülksüzleştirilmesi için talep ediyoruz. Kurucu Meclis talep ediyoruz ama şöyle diyoruz: Biz eğer gerçek demokratlarsak, iktidardaki diktatörlüğü yıkan tüm politik akımlara radyo ve televizyonu kullanma hakkının verilmesini savunmalıyız. Bu sloganların hiçbiri, herhangi bir devrimci aşamanın, ister Şubat öncesi ister Şubat sonrası olsun, temel eksenini ve ana sloganını gölgelememelidir: işçilerin ve halkın iktidarının geliştirilmesi. Kurucu Meclisi devrimci bir aşamada temel slogan olarak ele almaya yönelik her girişim, Troçkist politikaya doğrudan bir ihanet olacaktır, zira Troçkist politikanın hedefi bir demokratik devrim değil, devrimci örgütlenmesi eşliğinde işçi sınıfını ve müttefiklerini iktidara taşıyacak bir devrimi gerçekleştirmektir. Bu sloganı işçi hareketine karşı işte böyle beyan etmeli ve böyle uygulamalıyız.
Bahar 2011 -
73
Kadın
AKP İktidarında Kadın Cinayetleri
Canan Yılmaz
Türkiye’de her gün en az üç kadın sokak ortasında katlediliyor. Bu satırları yazmaya başlamadan önce, “boşanmak için üç yıldır adliye koridorlarını aşındıran 4 çocuk sahibi Arzu Odabaş’ın, ayrı yaşadığı eşine şiddet uygulamaktan 9 ay hapis almasına rağmen para cezasıyla serbest kalan eşi tarafından, sokak ortasında öldürüldüğü”1 haberini işitiyorum.
Son yedi yılda kadın cinayetleri yüzde 1400 arttı. Bunu devletin kendi resmi kurumları; Emniyet Genel Müdürlüğü, Türkiye İstatistik Kurumu ve Adalet Bakanlığı açıklıyor.2 Bu kurumlar hangi ölümleri, kadın cinayeti, kadın intiharları diye gruplandırıyor, bilemiyoruz. Ama kabul ettikleri bu oran dahi kadın katliamlarından bahsedebilmek için fazlasıyla yeterli. Rakamları resmi olarak açıklayan Türk Hükümeti’nin bu ölümlerden habersiz olmadığı muhakkak. Oysa AKP hükümeti iktidarı boyunca istihdam sorunundan kadına yönelik şiddet, eğitim, sosyal güvenlik meselelerine kadar kadınların sorunlarıyla ilgili pek çok adımlar attığı iddiasında hayli ısrarcı.3 Yazımın genelinde, bu iddiaların gerçekliğini sorgulamak ve kadın kimliğinin AKP’nin çizdiği çerçevede neyi ifade ettiğini açıklamaya çalışacağım. Özelde ise, yazının girişinden anlaşılacağı üzere, sistematikleşen kadın 1 http://www.sondakika.com/haber-esi-tarafindanoldurulen-arzu-odabas-son-2558408/. 2 Adalet Bakanı Sadullah Ergin, DTP Van Milletvekili Fatma Kurtulan’ın verdiği bir soru önergesine yanıtında, sadece 2009’un ilk 7 ayında kadın cinayeti sayısının 953 olduğunu belirtti. Böylece rakamlar, son 7 yılda kadın cinayeti oranının yüzde 1400 arttığını ortaya koydu. Ergin, yıllar itibarıyla kadın cinayetleri sayılarını şöyle açıkladı: 2003’te 83, 2005’te 164, 2005’te 317, 2006’da 663, 2007’de 1011 ve 2008’de 806. Ergin, kadınlara yönelik şiddet ve cinayetlere ilişkin yargılama istatistiklerini de açıkladı. Verilere göre, 2002’den Temmuz 2009’a kadar; kadına yönelik şiddet ve cinayetler nedeniyle toplam 12 bin 678 dava açıldı. Bu davalarda 15 bin 564 kişi yargılanırken, bunlardan 5 bin 736’sı mahkum oldu. Detaylı bilgi: http://kadincinayetlerineisyandayiz.blogspot. com/2010/10/kadn-cinayetlerine-isyandayz.html. 3 http://kadinkollari.akparti.org.tr/.
74
Sosyalist Düşünce Dergisi
AKP İktidarında Kadın Cinayetleri
cinayetlerinin bu politikalarla ilişkisini irdelemek gayretindeyim. Bir Eşitlik Sorunsalı Kadın ve erkek eşit olamaz. Farklıdır. Mütemmimdir. Ben kadın ve erkeğin eşit olduğuna inanmıyorum. Ben fırsat eşitliğinden yanayım. Biz muhafazakâr demokratız...4 Bu sözler başbakanın ağzından kadın örgütleriyle yaptığı Anayasa Kadın Platformu toplantısında dökülmüştü. Başbakanın bu vecizine, kişisel fikirleri olmaktan öte, yürütülen politikanın somut ifadesi olarak bakıldığında, iktidarca kurgulanan kadın kimliğini tanımaya bu sözlerden başlamak yerinde olacaktır. Bu vecizle ilgili yanlış anlaşılmaları önlemek adına olsa gerek, AKP Ankara milletvekili ise “Kuran ayetleri incelendiğinde, kadın-erkek farklılığında, taraflardan herhangi birine üstünlük tanınmadığını” söylüyor. Bu “bazıları daha eşittir” minvalinde konuşma, iktidarca tarif edilen kadın kimliğinin gündelik bir yansıması adeta. Oysa 12 Eylül referandumunda oylamaya sunulan maddelerden birisine göre, kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz idi. Bu; akıllara kadın-erkek eşitliğinin artık çağın gereklerine uygun olarak anayasal güvence altına alındığı fikrini getirebilir. Ancak referandum sonrası pozitif ayrımcılık anlamına gelecek etkili hiçbir tedbir alınmadığından bunun eşitlik ilkesine de zeval getirmediğini gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz.5 Anayasadaki bu hükmün kadın-erkek eşitliğini mi, yoksa neoliberal yüzüne ağır bir makyaj yapılan patriyarkanın ideolojik meşruiyetini mi güvence altına aldığını sorgulamamız gerekiyor. 1980’lerle birlikte Reagan, Thatcher ve Kohl’da simgeleşen muhafazakâr politikaların son yılların modası haline gelerek eşitlik adına ilk elde kadınların kazanımlarını ideolojik bombardımana tutması bir başka yazının konusu olurdu. Ancak, aşağıda örnekleyeceğim bilhassa kriz sonrası kadın emeğine yönelik esnekleşme, güvencesizleştirme politikalarıyla birlikte düşünüldüğünde bu maddenin de, kadın erkek eşitliği açısından soyut kaldığını, esas olarak neoliberalizmi daha çok güvence altına aldığı görülecektir. Yazının kapsamı açısından bir bütün olarak neoliberal kadın politikalarından bahsedemesek de, kadınların kazanımlarının uğradığı ideolojik bombardımanı gündelik hayattan görebilmek mümkün. Gazetelerde huzurevlerinde yaşanan şiddet haberlerinin polisiyeleştirilerek verilmesiyle; yaşlı bakımının ücretli şekilde gerçekleştirilmesinin nasıl kötülendiğini biliriz. Popüler kültürdeki örneklerinde, cani çocuk bakıcısı filmleri ile anneliğin kutsandığını, AİDS’in eşcinsel hastalığı olduğunu ve cinsel özgürlüklerin hastalığın yayılmasının ana nedeni olduğu propagandalarından tanıyabiliriz.6 Bu örneklerle neoliberalizmin; kreşler, yaşlı bakım evleri gibi kadınları özgürleştiren uygulamaları karalayarak, bunların kadınların evdeki ücretsiz emeğiyle karşılanması için yarattığı ideolojik zemini görebiliriz. Bu politikaların AKP üzerinden Türkiye’deki yansımasına bakalım. 4 http://www.ucansupurge.org/index.php?option=com_content&view=article&id=835:basba kan-kadinlari-dikkatle-dinledi-her-turlu-oneriyi-reddetti&catid=51:diger&Itemid=115. 5 Hatta bu konuda alınması önerilen tedbirler dahi, meselenin nasıl algılandığının göstergesi oluyor. Örneğin Kadın Merkezi (KA-MER) Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da 23 ilde yaptığı araştırmalara dayanarak devlet yetkililerine yaptıkları sunumda, imamların fetvalarının da cinayetleri önlemede etkili olacağını ifade etmişlerdi. 6 Bu kısımda yararlandığım makaleye daha fazla detay için bakabilirsiniz: “Yeni Muhafazakarlık ve Kadın Emeği”, Hülya Osmanağaoğlu, Feminist Politika, sayı 1, 2009. Bahar 2011 -
75
AKP İktidarında Kadın Cinayetleri
AKP’nin Emek ve Beden Politikalarıyla Kurgulanan Kadın Kimliği AKP iktidarı boyunca gerek başbakanın sözlerinde, gerek çıkarılan yasalarda ve uygulamalarda kadın kimliğinin, daima aile içinde kurgulandığını görmemek imkânsızdır. Öyle ki, AKP iktidarı kadınlar için attığı en büyük adımları Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın kurulması ve Aile Mahkemelerinin hayata geçirilmesi olarak gösteriyor.7 Kadına yönelik şiddet davalarında uygulanan yasanın adı, Ailenin Korunmasına Dair Kanun. Hatta AKP kadın kollarının yayınladığı kitapçıkta da (AKP İktidarında Kadın) iktidarın kadınla ilgili atılacak adımlarda ailenin sürekliliğinin sağlanması niyetiyle yola çıktığı açıkça beyan ediliyor. Anneler gününde verdiği mesajda başbakan; “Anneler, saf bilginin, sevgi ve şefkat duygularının, hoşgörünün tükenmez kaynağıdır. Yeni nesillerimizle birlikte gelenek ve değerlerimizin yaşatılması ve geleceğe taşınmasının en önemli güvencesi de yine annelerdir” diyerek de aile içinde kurguladığı kadını çoklukla anne-kadın üzerinden kutsadığını ve buna neden özel önem atfettiğini de anlamış oluyoruz. Zira anne, evdeki işleri ve soyları yeniden üretmekle kalmayıp aslında toplumsal cinsiyeti ve hatta genel ahlakı da yeniden üretmesi beklenir durumda. Peki, gündelik söylemlerden okuduğumuz niyetler, bütünüyle yasa koyucu meclis ve uygulayıcısı hükümet cephesinde nasıl bir politik hat yaratıyor? En güncel örnekten yola çıkarsak yaklaşık iki hafta önce çıkarılan Torba Yasa’da kadınlara bazı “sosyal haklar” tanındı. Örneğin verilen doğum izinleri 16 haftalık annelik izni ve 10 günlük babalık izni olarak yeniden düzenlendi. Ücretsiz doğum izinleri ise 24 aya çıkarıldı. Öbür taraftan, işçilere, “bakmaya mecbur olduğu ana, baba, eş ve çocukları ile kardeşlerinden birinin bazı özel hallerinde 6 aya kadar ücretsiz izin hakkı” tanındı. Sosyal hak diye verilen ve çoğu gerçekte başta ücretsiz olduğundan ötürü kullanılması çok güç olan bu haklara bir de cinsiyetçi bir gözden bakmakta fayda var. Açıktır ki, anneye tanınan 16 haftalık iznin yanında babaya 10 günlük izin, kadın işçinin doğumdan sonra da bebeğin tüm bakım işlerinin anneye kalması anlamına geliyor. Bebeğin ebeveyni yalnızca anneymişçesine verilen bu hak, 24 aylık ücretsiz izinle birlikte, kadının doğumdan sonra evinde 2 yıllık bir süre çocuğunu büyütmesini yasallaştırıp, normalleştiriyor. Oysa bizler, gerçekten bir sosyal haktan bahsedilecekse, dileyen tüm ebeveynlerin yararlanabileceği ücretsiz kreşleri ve babaya da aynı ölçüde çocuğuyla vakit geçirmesini sağlayacak devredilmez ebeveyn iznini öneriyoruz. Refakat iznini düzenleyen yasada da genel “işçiler” ibaresi gündelik hayatta kadın işçileri ifade ediyor ki bu da kadının yaşlı, hasta bakımında üstlendiği geleneksel rolün yasayla da pekişmesi anlamına geliyor. Kısaca AKP’nin kurguladığı anne-kadın kimliğinde tanınan tüm haklar dahi kadını, evine ve erkeğe bağımlı kılar nitelikte. Herkesin malumu “üç çocuk doğurun” söylemi ise, iktidarın kadına yüklediği en temel görevin anne olmak olduğunun net bir ifadesi. Bu söylem, yasalarda yerini aile yardımında iki çocuk sınırının kaldırılmasıyla buluyor. Çocuk yapmanın bu denli teşvik edilmesi bu şartlarda kadının evde çocuklar hatta hasta ve yaşlılarla bütün vaktini geçirmesi anlamına geliyor. Buna karşıt olarak, son dönemde TUSİAD’ın kadın istihdamının artması konusunda onlarca konferans düzenlediği ve AKP’nin de bu konuda bazı düzenlemelere gittiği söylenebilir. Ancak TUSİAD’ın bu önerilerinin de sosyal olarak kadın-erkek eşitliği maksatlı olmadığını hükümete önerdiği istihdam politikalarından anlaşılacaktır. Torba Yasa Taslağı’nda çalışan kadınların sayısının artması için “evden çalışma”, “çağrı üzerine çalışma” gibi esnek bazı istihdam biçimleri TUSİAD tarafından çok önceden hükümete önerilmişti. Halihazırda kayıtdışı ev eksenli çalışma biçimi, dönemsel olarak parça başına yapılan işler kadınlar için oldukça yaygınken, yasalarda böyle bir 7 http://kadinkollari.akparti.org.tr/dosya/AKPARTI_Iktidarinda_Kadin.pdf.
76
Sosyalist Düşünce Dergisi
AKP İktidarında Kadın Cinayetleri
düzenlemenin yapılması ise var olan esnek ve güvencesiz çalışma biçimini yasallaştırmış oluyor. Bu çalışma biçimiyle kadınların ekonomik bağımsızlığını kazanarak özgürleşeceğini diğer bir deyişle eve ya da kocaya bağımlı olmadan kendi hayatını idame ettireceğini düşünmek safdillik olurdu. Çok açık ki, Bugün git, yarın gel biçiminde çağrı üzerine çalışma ya da evden çalışma diye anılan eve verilen parça başı işleri yapma türünden işler kadınlar için sendikasız, sigortasız, emeklilik gibi sosyal haklar olmaksızın güvencesiz çalışmak anlamına geliyor. Kadının bu işlerden kazandığı para “ev ekonomisine katkı” oluyor. Özetle neoliberalizmden yola çıkan bu “eşitlik” politikaları kadın işçiler için sadece işgücüne katılım sayısında eşitlik hedefi demek oluyor. Bunun bedeli ise özetle daha düşük ücretler, esnek çalışma ve bakım emeğinin tüm yükünü üstlenmek oluyor. Kurgulanan Kimliğin Dışında Kalan Kadınlar Yapılan düzenlemelerle anne-kadın kimliğinin yeniden üretilmesi, başkaca birçok sonucu doğurmakla birlikte; kadına yönelik şiddetin ve artan cinayetlerin sebepleri hakkında bize ipucundan fazlasını veriyor. Üretilen bu kimliğin bize ancak sistem-içi, hatta var olan statükoyu ve “genel ahlak”ı yeniden ürettiği ölçüde, “kutsallığa” bürünebileceğini söylüyor. Eğer cumartesi annesiysen terörist ilan edilebilirsin.8 Ya da hamile bir kadınsan ve eyleme gittiysen doğmamış çocuğunun başına gelebilecekler tamamen senin suçun olabilir. Bu örnekler, devletin ve ana akım medyanın bu kurguyu bozan kadınlara uyguladığı şiddet ve bu şiddeti meşrulaştırma şekli... Bir de bunun “özel alan”da aile tarafından uygulanan boyutu var. Her gün en az üç kadını katledenler çoğunlukla kocalar, sevgililer ya da babalar, ağabeyler. Yani kadınların hayatındaki en yakın, bağımlı oldukları erkekler. Öldürülme sebepleri ise çoğunlukla boşanmak veya ayrılmak istemek veyahut “namus”, “iffet” gibi kavramlar. Başka bir deyişle, kadın ailenin sürekliliğini sağlamak üzerinden hareket etmediğinde, yani kadın kendi kimliğini daha fazla aile içinde tarif edemediğinde mesela boşanmak istediğinde, hayatlarındaki erkekler de kadınların yaşama hakkının üzerinde mutlak bir tasarruf yetkisi olduğunu hissediyorlar. Zira sistemin ürettiği bu kimlik rollerinde, bizim payımıza çokça namuslu hizmetkâr eş, fedakâr anne olmak düşüyor. Erkeklerden ise, sokakta delikanlı güçlü, işinde dürüst evinde namus bekçisi olmaları bekleniyor. İşte tam bu noktada kadına yönelik şiddeti ve cinayetleri haklı gördüren, ona kılıf olan aile kurgusu karşımıza çıkıyor: silah veren amcalar, katili cinayet yerine getiren yengeler, cinayeti sessizce onaylayan yakın akrabalar... Bu durumda ailesinden, hayatındaki erkeklerden bağımsız bir özne olmaya çalışan bütün kadınlar bu kimliği yeniden üretmediği için artık yaşamları konusunda gelebilecek her türlü tehditle yüzleşmek zorunda kalıyorlar. Kadınların kimlikleri, bedenleri ve hayatları erkeklere ait oluyor. Bu sonuca bizi yalnızca yasamanın ve yürütmenin bu politik çerçevesi götürmüyor. Tam da bu noktada yargıçların şiddet gören kadına veya kadın katillerine olan tavrının bize hükümet ve meclisin bu politikalarının yargı kanadınca pratikte nasıl olumlandığını gösteriyor. Bir olay üzerinden gidelim. Öldürülüşüyle bizler için kadın cinayetlerine karşı mücadelenin bir sembolü olan Ayşe Paşalı’yı düşünelim. Ayşe Paşalı sürekli şiddet gördüğü eşinden polislerin, savcıların güçlü ısrarlarına rağmen boşanabilmiş bir kadındı. Eşinden boşanmış olması kafalarda artık şiddete maruz kalmayacağı yanılsamasını oluşturmuş olabilir; oysa, Ayşe tam da boşandığı için, eski eşi ölüm tehditlerini gitgide artıyordu. Bu yanılsama bir tek mahkemede oluşmuş olacak ki aldığı ölüm tehditleri üzerine korunma talebinde bulunduğunda mahkeme Paşalı’yı artık boşanmış olduğu için geri çevirmişti. Çünkü yasaya göre korunacak bir aile kalmamıştı! Oysa 8 Başbakan Cumartesi Anneleri için “Onlar kim? Ne yapıyorlar? Sadece oturuyorlar. Tüzel kişilikleri yok. Arkalarında kimler var biliyor musunuz” sözlerini sarfetmişti: http://bianet.org/ bianet/azinliklar/125138-anneler-yureklerinin-yarisini-kaybetti-devlet-vicdanini. Bahar 2011 -
77
AKP İktidarında Kadın Cinayetleri
Ayşe’nin kocasıyla birlikte çekilen fotoğrafı bile her şeyi o denli açıklıyordu ki; Ayşe duvara yaslanmış yüzü gözü morluk içinde, katili ise elini Ayşe’nin üzerinden duvara dayamış ve hem suçlu hem güçlü pozunda.9 Ailenin değil Ayşe’nin korunmaya ihtiyacı vardı, korunmadı. Ve Ayşe öldürüldü. Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Aliye Kavaf bu cinayetin münferit olduğunu belirtti. Oysa, Paşalı’nın duruşmasının ertesi günü Arzu Yıldırım, ayrılmak istediği eşi tarafından öldürüldü. Yine devlet koruması talep edilmişti, yine katiller savcılığa “öldürebilirim” diye ifadeler vermişlerdi. Evli kadınlar potansiyel katillerinden o şahıs kocası olduğu için korunamıyorlar; boşananlar ise katilleri artık kocaları olmadığı için. Resmi nikâh olmaksızın eşleriyle birlikte yaşayan kadınlar ise zaten bunu hak ettikleri için (!) katillerinin tehditlere boyun eğmesi gerektiğini söyleyen bir düzenleme var adeta. Kavaf bu fikirden hoşlanmamış olacak ki, “hukuken aralarında evlilik bağı sona ermiş olanlar için de koruma talep ettiklerinde ve gerçekten böyle bir ve tehdit söz konusuysa, korunma kararı verilebileceğine dair düzenleme getirdik. Önümüzdeki günlerde Mecliste görüşülecek. Maalesef uygulama hemen sabahtan akşama olmuyor” derken bugün Paşalı’nın katli üzerinden üç ay geçti ve bu yazı yazılırken dahi, onlarca kadının sokaklarda katli devam ediyor. Mahkemeler koruma talebini geri çevirdikleri kadınlar katledildikten sonra da katilleri korumaya devam ediyorlar. Kadın cinayetlerine dair davaların birçoğunda, “namus”, “iffet” gibi soyut kavramlar üzerinden katillere açıkça haksız tahrik, iyi hal gibi ceza indirimleri uygulanıyor. Yine Ayşe Paşalı’nın davasında, cinayette kullanılan 26 santimetre uzunluğundaki bıçak, ilgili adli tıp raporunda, bıçağın 6136 sayılı yasaya göre, İçişleri Bakanlığı’nca kullanımına ve yapımına izin verilen aletlerden olduğu belirtilerek, suç aletinden sayılmadı. Bu demek oluyor ki, “sevişmek istemeyen”, “ayrılmak isteyen” eşlerini öldürmek erkeklerin bir boyun borcu oluyor. Bu borçlarını ödediklerinde de yargı onları ödüllendirmiş oluyor. Sonuç Olarak Kadınlar yalnızca kadın oldukları ve kendilerine verilen cinsiyet rolünün dışına çıktıkları için katlediliyorlar. Kadın; iktidarın kimlik, emek, beden politikalarının bir sonucu olarak, hayata tek başına tutunamayan sistematik olarak nesneleştirilen bir cins haline geliyor. Ve sonuç olarak bir kadının hayatı, gündelik söylemlerden yasal düzenlemelere kadar erkek-egemen sistemin elinde basitçe kurgulanır ve sona erdirilebilir hale geliyor. Yasama, yürütme, yargı, yani bizzat devletin kendisi; tüm mekanizmalarla kadın cinayetlerini olumluyor. İşte bu yüzdendir ki kadın cinayetleri politiktir. Yüzyıllardır kadınların verdiği mücadelenin ürünü olan kazanımlarımıza sahip çıkmak ve yaşam hakkımız için dahi mücadele etmemiz gerekiyor. Ve “Emeğimiz Kimliğimiz Bedenimiz Bizimdir” demek hayati bir önemle bir kez daha acil bir talep haline geliyor.
Mart 2011
9 Fotoğraf için: tuzagi-mi.
78
http://www.haberturk.com/yasam/haber/594447-26-santim-mi-kostebek-
Sosyalist Düşünce Dergisi
Gençlik
Eğitim Politikaları ve Öğrenci Hareketi Üzerine
Dicle Nadin/Görkem Duru
Neoliberal politikaların hayata geçirilen uygulamaları gündelik yaşamın birçok alanında kendisini en derin şekilde hissettirmekte. Tabii bunda derinleşen ekonomik krizi de göz ardı etmemek gerek. Bu politikaların ıskalamadığı alanlardan bir tanesi de üniversiteler. Bu yazıyla birlikte bu konuya bir giriş yapmaya çalışırken; aynı zamanda güncel durumdan hareketle eğitim politikalarına ilişkin bir analiz sunacağız. Üniversiteye neoliberal düzende biçilen yeni rol ve bu dönüştürme süreci şu an için öğrenci-gençlik muhalefetini şekillendiren kilit bir nokta. Bu dönüşüm sürecinde eşit ve parasız eğitim hakkının gasp edilmesi bir yana, kronikleşen işsizlik neticesinde üniversite mezunlarının büyük bölümünün oluşturduğu “diplomalı işsizler”, devletin kamu üniversitelerine yaptığı harcamaları kısıp üniversiteleri sanayi çevrelerine açması, eğitimin ticarileşmesinin önünün açılması, eğitimin niteliğinin sermayenin ihtiyaçlarına göre şekillendirilmesi var. Bunlar “üniversitenin sorunları” dendiğinde ilk akla gelenler. Biz de bu yazı kapsamında öncelikle, neoliberal eğitim politikalarından hareketle üniversitenin yeni niteliğini inceleyip, Bologna süreci ile birlikte ülkemizde de tamamlanmış olacak yeni üniversitenin nasıl bir eğitim anlayışının ürünü olduğunu aktarmaya çalışacağız. Saymış olduğumuz sorunların büyük bölümü, henüz Türkiye’de tam anlamıyla uygulamaya geçmediyse de, Avrupa’da önemli öğrenci eylemliliklerine neden olmuş durumda. Tüm bu hareketliliğin en önemli göstergesi üniversiteye verilmeye çalışılan yeni role kârşı ayaklanan öğrencilerin taleplerinin neredeyse büyük bölümünün emekçi kitlelerin talepleriyle uyuşması ve ortak bir mücadele hattının örülebilir olduğunun görülmesi. Yoğunlaşan proleterleşme ise bunun en önemli tetikleyeni olmakta. Ortak mücadele hattının örülebilir olmasını göstermesi açısından birkaç örnek vermek yararlı olacaktır. Fransa’da Emeklilik Yasası’na kârşı eylemlilikler döneminde üniversite öğrencileri esnek Bahar 2011 -
79
Eğitim Politikaları ve Öğrenci Hareketi
ve güvencesiz çalıştırmaya, eğitimin büründüğü piyasacı modele kârşı üniversitelerini işgal ettiler, işçi-emekçi kitlelerle birlikte sokağa döküldüler. Almanya, Avusturya gibi ülkelerde üniversite işgalleri, Yunanistan, İtalya, İngiltere gibi ülkelerde ise kitlesel eylemlerle eğitimin ticarileşmesini ve çalışma koşullarını protesto ettiler. Tunus devriminde de “diplomalı işsiz” bir seyyar satıcının yaktığı kıvılcımla başlayan devrimde de öğrenci-gençliğin öncü rolü bir kez daha kârşımıza çıktı. Tüm bu örnekler işçi-emekçi kesimlerin acil talepleri ile üniversitenin talepleri arasında çok da fazla uçurum olmadığını, hatta neoliberal kârşıdevrimin sınıf uzlaşmazlıklarını daha da keskinleştirdiğini kanıtlar nitelikte. Yazının son bölümünde ise tüm bu örneklerden de yararlanarak, neoliberalizmin öğrencilik deneyiminin niteliğinde meydana getirdiği değişiklikleri de göz ardı etmeden, Türkiye’de öğrenci hareketinin kârakterini analiz etmeye çalışacağız. Bu analizi yaptıktan sonra ise politik bir öğrenci hareketinin hangi temeller üzerinde kurulması ve nasıl bir niteliğe sahip olması gerektiğini sorgulayacağız. Neden “Yeni Üniversite”? Genel olarak eğitim, özel olarak üniversite eğitimi kapitalizmin dönemsel ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırılan, toplumsal ilişkileri yeniden üreten bir kisveye sahiptir. Eğitim bir yandan egemen ideolojinin özümsenmesinde, bir yandan da üretim ilişkilerinin benimsettirilmesinde kapitalizmin işlerliği noktasında oldukça kritik bir role sahiptir. Bu rol değişen ihtiyaçlar ve konjonktürle birlikte yeniden tanımlanabilir ve dönüştürülebilir olmalıdır. Bu bağlamda üniversiteler de tarihin akışı içerisinde dönemsel olarak farklı kârakterler taşımışlardır. Örneğin T.C. devleti ilk kurulduğu dönemde üniversite sistemi, resmi ideolojiyi benimseyen, onun yaygınlaşmasına katkı sağlayan “makbul, elit, burjuva vatandaşı” yaratmaya odaklanan biricik kurumdur. Diğer dönemlerde ise bu rolüne ek olarak “klasik üniversite”; “entellektüel-aydın vatandaşı” yaratmaya çalışırken “bilim üretmek için bilgi” düsturundan hareket etmiştir. Ancak teknolojinin hızlı gelişimi ve sermaye birikiminin yoğun artışı bir yerden sonra toplumsal ilişkilerin yeniden tanımlanmasını gerektirmiştir. Bu ilişkilerin yeniden tanımlanması eğitimden bağımsız bir süreç olamayacağından ötürü, neoliberal dönemle birlikte yeni eğitim politikaları üretilmeye başlamıştır. Eğitim sürecinin sermayenin ihtiyaçlarına göre şekillendirildiği yeni düzende, üniversiteler artık ticari bir meta olarak bilgi üretmeye odaklanmışlardır. Böylelikle eğitim-piyasa arasındaki ilişki derinleşirken, sermayenin ihtiyacına cevap verebilecek öğrenciler yetiştirebilmek adına da üniversite-öğrenci ilişki de yeniden tanımlanmaya başlamıştır. Öncelikle bu sürecin başlangıcını irdeleyip, sonrasında ise tüm bu derinleşmeyi görünür kılmaya ve öğrencinin toplumsal konumundaki değişimi vurgulamaya çalışacağız. Yeni Dönem, Yeni Paradigmalar: Neoliberal Dönemde Üniversiteler ve Eğitim Politikaları Eğitim sistemindeki değişimlerin irdelenmesi için 1970’lerden beri kapitalizmin içine girdiği yeni sürecin ve buna yönelik geliştirilen politikaların anlaşılması gerekiyor. 70’li yılların görece “refah” çağının miadını doldurduğuna işaret eden krizleri, dünyanın ekonomi politikasının eskisi gibi sürdürülemeyeceğini göstermişti. Artan rekabet sonucu düşen kâr eğilimleri, aşırı biriken sermayenin değersizleşmesi ve artık değerin kendini gerçekleyememesi, değersizleşen sermayelerin hareket alanının daralması yapısal bunalımları tetikleyen etmenlerdi. Burada detaya girmeyeceğimiz bu krizler sonucunda sermaye, hem işgücü piyasasında nitelikli bilgiye ihtiyaç duymuş, hem de yeni yatırım alanları arayışına girmişti. Bu doğrultuda geliştirilen neoliberal ekonomik modelin, eğitim bağlamında okullar ve üniversitelerle kesişmesi kaçınılmaz olacaktı. 80
Sosyalist Düşünce Dergisi
Eğitim Politikaları ve Öğrenci Hareketi
Neoliberalizm, dağıtım, dolaşım ve mübadele uğraklarının kârlılık ve büyüme açısından stratejik bir hale geldiği ve metaların imajla kuşatılmasının temel satış politikası olduğu bir dönemdir. Dolayısıyla bir piyasa hizmeti olarak kurgulanan eğitim de bu pazarlama politikasından payını almıştır. Neoliberallere göre, devlet kaynakları hem rasyonel kullanılmamakta hem de tüketicilerin tercihlerini yeteri kadar kârşılayamamaktaydı. Oysa ancak piyasa koşullarında yapılacak eğitimle “insan sermayesi” verimli biçimde işletilebilirdi. Dolayısıyla eğitim, sermaye için kârlılığı temel alan bir alan olarak görülmeli ve bu yüzden devletin eğitim hizmetlerinden çekilmesi, hatta eğitim hizmetlerinin verimli olabilmesi için eğitim hizmetlerinin piyasa işlerliğine açılması istenmeliydi. Eğitimin bir yatırım alanı olarak değerlendirilmesinde rakamlar anlamlı olacaktır. Merill Lynch & Co. eğitime ilişkin Yıllık Raporu’nda “1970’li yıllarından itibaren eğitim endüstrisinin özel sektör için en fazla piyasa olanakları sunan sektör olduğu” belirtilirken, Massachusetts Eğitim Birliği’nin raporunda ABD’de Eğitimin “737 milyar dolarlık bir piyasası olduğu ve bu piyasanın mülti-milyarderler için yeni ve çok kârlı olanaklar sunduğu” ifade edilmekte.1 Öte yandan eğitim, dünya çapında 50 milyondan fazla öğretmen, 1 milyar öğrenci ve binlerce doğrudan ve dolaylı kuruluşla yaklaşık iki trilyon dolarlık bir sektördür. Eğitimde yaşanan yapısal değişimleri dönemsel olarak algılamak ya da hükümetlerin politikalarına indirgemek sorunu anlamamızı engeller. Eğitim de dâhil olmak üzere, birçok kamu hizmetinin piyasa hizmeti haline getirilmesi dünya çapında GATS anlaşmaları ile başlar.2 Dünya Ticaret Örgütü içinde oluşturulan ve 1995 yılında yürürlüğe giren GATS, kamusal hizmetler alanının uluslararası sermayeye kârlılık alanı olarak açılmasının temel yasal düzenlemesidir. Türkiye 1995 yılında kurucu üye olarak GATS Antlaşmasını imzalamıştır. Özellikle kapitalizmin 70’lerin ortalarından bu yana girmiş olduğu yeniden yapılanma süreci düşünüldüğünde, bu anlaşmalar, sosyal devlet döneminin kapandığının resmi belgeleri niteliğindedir. GATS Antlaşması’nın, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumların ülkelerin önüne koydukları eğitimde yapısal “uyum” programlarının temel amaçlarını şöyle sıralayabiliriz: i) Sermayenin doğrudan ihtiyacı olmayan (bununla birlikte toplumun ihtiyacı olan) bilginin üretilmemesi, ii) üniversite içindeki istihdam biçimlerinin sermayenin değişen ihtiyaçlarına göre kısa zamanda yeniden düzenlenmesi (tüm emek süreçlerinde olduğu gibi esnek çalıştırma ve taşeronlaşmanın hızlanarak üniversite içinde yayılması), iii) kârlılığı gözeten zihniyetin üniversite içinde daha da hızlı yayılması ve çoğu yarının emekçileri olacak olan öğrencilerin toplumsal sorumluluk, dayanışma gibi değerlerden uzaklaşarak rekabet, kâr gibi değerlerle hareket eder hale gelmeleri, iv) ve nihayet, kamusal bir hizmet olan eğitim ve bilimin tümüyle sermayenin konusu haline gelmesi.3 Neoliberalizm, ekonomi-politiği gereği piyasa ilişkileri dışında hiçbir şeyin var olmamasını düstur edinen bir anlayışa sahiptir. Bu anlayış yalnız üretim ilişkilerinde 1 Fuat Ercan, “Yol Ayrımındaki Türkiye: Kurumsallaşan Sermaye Egemenliği ve Yeni YÖK Yasa Taslağı Üzerine”, http://fuatercan.wordpress.com/2006/05/27/kurumsallathan-sermayeegemenlidhi-ve-yeni-yok-yasa-tasladhy-uzerine/. (Erişim Tarihi: 17.02.2011). 2 GATS (The General Agreement on Trade in Services) Hizmet Ticareti Genel Anlaşması’dır. 1947 yılında imzalanan GATT- Tarifeler ve Ticaret Genel Anlaşması kapsamında 1986-1994 yıllarında yapılan Uruguay Görüşme Turunda GATT’a dahil edilmiş ve 1.01.1995 tarihinde resmi olarak faaliyete geçirilen Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) bünyesine aktarılmış olan hizmet ticaretini düzenleyen ilk çok taraflı anlaşmadır. GATS’ın amacı, diğer DTÖ anlaşmaları gibi sermaye çevreleri için ticaretin dünya ölçeğinde serbestleşmesini ve yabancı yatırım ve ihracat gibi ekonomik etkinlikleri kolaylaştırmak ve engelleri ortadan kaldırmaktır. 3 Açalya Temel, C. Taylan Akdağ, Ümit Akıncı, “YÖK’ün Yeni Yönetmelik Taslağı”, http:// asistangirisimi.blogspot.com/2009/10/yokun-yeni-yonetmelik-taslag.html. (Erişim Tarihi: 17.02.2011). Bahar 2011 -
81
Eğitim Politikaları ve Öğrenci Hareketi
kendisini göstermez, eğitimi de içine alan bu egemenlik biçimi toplumsal ilişkileri de bu minvalde belirler. Özellikle sermayenin tercih ve stratejileri doğrultusunda biçimlenen süreci, sermayenin gerçek anlamda toplumsal ilişkilerde egemenliğini inşa ettiği bir süreç olarak okuyabiliriz. Bu dönüşümün ideolojik etkilerini, gençlik üzerindeki genel eğilimlerini tespit edebilmek politika geliştirebilmek açısından da gereklidir. Dolayısıyla ilerleyen bölümlerde bu dönemin öğrenci-gençlik profilini hem birey bazında hem de kitle olarak irdelemeye çalışacağız. Neoliberal Eğitim Politikalarının Yapısı Neoliberalizmin burjuva-ekonomik açıdan anlamı, piyasa ve fiyat sisteminin verili kaynakların dağılımını en iyi düzeyde sağlayacağı ve bunu sağlarken de piyasada üretici ve tüketici kimlikleriyle var olan insanların yarar ve kârlarını maksimum kılacağı yönündeki vurgudur. Ne var ki biz Marksistler açısından, tek başına toplumun sınıflardan oluşması gerçeği dahi; genel refahtan, yarar ve kârın eşit dağılımdan söz edilemeyeceğini açıklar. Bununla birlikte, eğitimin piyasa işlerliğine açılması, eğitim sürecindeki öznelerin yeniden tanımlanmasını ve bu sürece bir dizi aktörün de dâhil olmasını gerektirir. Bu üniversite modelinde öğrenci, öğretmen, bilgi bir üretim faktörü haline gelir ve üniversitenin kendisi bu ilişkiler ağında yeni roller üstlenmelidir. Bu süreçte ise, bu ilişkileri düzenleyecek, daha doğrusu sermayesini aktarabilecek sanayicilere ihtiyaç duyulacak ve sürece dâhil olan tüm paydaşlar4 üniversite yönetiminde söz sahibi olacaktır. Kısacası üniversitenin ticarileştirilmesi, iç örgütlenmesinde şirket modelini esas alınmasını ve eğitim faaliyetlerinin kârlılık, verimlilik, bireysel fayda/ getiri, performans, etkinlik gibi ölçütler çerçevesinde değerlendirilmesini gerektirir. Üniversitelerin endüstriyel-otoriter komplekslere dönüşmesinin hedefi, öncelikle kârlılığı arttıracak bilgi üretimi ve nitelikli insan gücü yetiştirilmesini sağlamaktır. Burada önerilen yeni model, “girişimci üniversite” olarak ifade edilmektedir. Artık üniversiteler geliştirdikleri projelerle (şirketlere sağladıkları yarar ve kârşılığında edindikleri getirilerle) değerlendirilmeli, bilgi toplumsal fayda olarak sunulan kâr getirisi ölçüsünde üretilmelidir. Dolayısıyla üniversiteler artık bilim insanlarına değil, şirket profesyonellerine ve doğru bir yönetişime ihtiyaç duymaktadır.5 Bu konuya ilişkin YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın sözleri niyeti açıkça özetliyor: Akademi dışından bir insanın rektör olacağına kimse inanmıyor. Sanılıyor ki akademiden gelirse bir hikmet var. İşletme özellikleri olan bir insan gelse daha iyi idare edebilir. ABD’de birçok dünya ülkesinde bu iş böyle yürüyor. Her okulun başında profesyonel işletmeciler var. En önemli işimiz şimdi bu... Bakın vakıf üniversitelerinde kavga çıkıyor mu? Mütevelli heyetinin istediği isim rektör oluyor... Biz de devlet üniversitelerinde seçici bir kurul olsun istiyoruz... İsterse sanayi odasından biri alınsın, isterse belediye başkanı veya sivil toplumdan isimler. Bu heyet rektörü belirlesin...6 Girişimci üniversite, tıpkı bir şirket gibi kendi kaynaklarını yaratmalı, sanayiciler, kâr ortakları, yönetimde söz sahibi olmalıdır. Bu söz hakkı üniversite yönetimine, akademik personel hakkında ihtiyaca göre düzenlemeler yapma ve kâr-zarar hesabına göre işletme yetkisinin verilmesi anlamına gelir. Kendi kaynaklarını yaratma, sermayenin gereksinimlerine ve “kalite” ölçütlerine yanıt verebilmesi için üniversitelerde 4 Paydaş, Bologna sürecine ilişkin raporlarda da sıklıkla geçen, içerik olarak öğreni, öğretmen, sanayici, devlet yetkililerini üniversite yönetiminde söz sahibi olmasına istinaden kullanır hale gelmiştir. 5 TDK sözlüğünde yönetişim “Resmi ve özel kuruluşlarda idari, ekonomik ve politik otoritenin ortak kullanımı” olarak tanımlanıyor. Bu terimle, üniversitenin mütevelli heyetler vasıtasıyla yönetilmesine vurgu yapılıyor. 6 Akşam, “Sandıktan çıkan rektör dönemine son” ; http://aksam.medyator.com/2010/06/14/ haber/13421/guncel/haber.html. Erişim: 17 Şubat 2011.
82
Sosyalist Düşünce Dergisi
Eğitim Politikaları ve Öğrenci Hareketi
Tekno Parklar, Araştırma ve Geliştirme Merkezleri, Kalite Güvence Ajansları kurulmuş ve kurulması gündemdedir. Hatta devlet, teşvik amaçlı üniversitelere bu kurumlarını geliştirmesi için fon dağıtmakta; bu sayede firmaların ar-ge faaliyetleri ve işgücü masrafları bu fonlardan karşılanmaktadır. Bu vasıtayla, hem üniversitenin ticarileşmesine hız verilmekte hem de sermaye, üretim ve ticaret politikalarını geliştirecek insan kaynağını düşük maliyetle buralardan sağlamaktadır. Bilginin, kârın basit fonksiyonuna dönüşmesi, onun üretimini ve üretim sürecinin öznelerini de sermayenin kendisine güdümlü kılar. Devletin kaynak aktarmadığı ve kendi kaynaklarını bulan üniversite ancak belli alanlarda çalışabilir. Bu da hem kârlılık getirmeyen bölümlerin işlevsizleşmesini getirir -sosyal bilimler gibi-, hem de öğretim görevlilerini yaşamlarını sürdürebilmek için bu projelere bağımlı kılar. Bununla birlikte belli sayıda insana ihtiyaç duyan projeler, sözleşmeli personel alımını gerektirir, bu da güvencesiz istihdam biçimleri olan öğrenci asistanlığı ya da proje asistanlığı gibi uygulamaların yaygınlaşması anlamına gelir. Burada hedef tahtasında olan en başta asistanlardır. Bu projelere bağlı yaşayan, esnek ve güvencesiz çalışma koşullarıyla hayatlarını devletin veya sanayicilerin aktaracağı fona bağlı olan bir kesim söz konusu olacaktır.7 Böylece devlet, öğretim görevlilerinin maaşlarını yükseltmeksizin, performansa dayalı çalışma düzeninin koşullarını hazırlamaktadır. Eğitimde yaşanan bu değişiklikler öğretme-öğrenme süreçlerini etkilemiş, öğrenci profilini değiştirmiştir. Öğretmenin değil de öğrenmenin egemen olduğu bu yeni modelde, bilgi edinme girişimsel/bireysel bir edimdir. Bu yüzden öğrenciden, “beşeri sermayesini” geliştirmeye yönelik yatırımlar yapması beklenir. Esnek üretim ve esnek emek kavramlarını içselleştiren birey, girişimci bir yapıya, yaratıcı düşünme ve eyleme kapasitesine, işbirliği yapabilme, takım halinde, uzun ve her yerde çalışabilme özelliklerine sahip olmalıdır. Böylece öğrenci-öğretmen ilişkisi önemli ölçüde değişirken, aynı zamanda öğrenciler, özellikle proje yönelimli girişimci üniversitelerde işgüçlerinden yararlanılan işçiler olarak sürece eklemlenmektedir. Bu özellikler neoliberal ekonominin gereksinim duyduğu işgücünün sahip olması gereken niteliklerin hâkimiyetini yansıtmaktadır.8 Türkiye’nin istihdam alanında yeni yönelimi olan Yeni Ulusal İstihdam Stratejisi Belgesi bunun bir örneğidir. Devlet Bakanı Ali Babacan 6.11.2010 tarihinde yaptığı açıklamada, strateji belgesinin mesleki eğitim, işgücü piyasasının esnekleştirilmesi, kadın ve gençlerin istihdamının artırılması ve istihdam ile sosyal koruma politikaları arasındaki ilişkinin güçlendirilmesini vurguluyor. İşsizlik karşısında mesleki eğitimi ön plana çıkaran anlayış, işsizliği mezun gençlerin kişisel yetersizliğine bağlamakta, güvencesizliği kurallaştırmakta; öte yandan “yetkin mühendislik” türünden esnek istihdam biçimleri yaratan yasaların çıkarılmasına gerekçe hazırlamaktadır.9 Girişimci öğrencinin edindiği becerilerin sözde kendi geleceği için, “fayda” unsuru haline gelmesi, onun istihdam edilebilme koşullarını da belirleyen bu anlayış, devletin yeni istihdam politikalarının niteliğini gösteriyor. Yani istihdam, devletin kamusal bir yükümlülüğü olmaktan çıkıp, bireysel bir yeterlilik meselesine indirgenmiş, diplomalı işsizliğin açıklaması haline gelmiştir. Oysa rakamlar bunun hiç de doğru olmadığını, eğitim hayatı boyunca geleceği için mesleki ödevlerini layıkıyla yerine getiren milyonlarca öğrencinin işsizlikten payını aldığını, iş bulabilenlerin ise güvencesiz ve esnek işlerde istihdam edildiğini gösteriyor.10 7 Ülkemizde de çıkarılmaya çalışılan 50-d yasası asistanların iş güvencelerini ellerinden alıyordu. Ayrıntılı bilgi için: http://www.gaxxi.com/asistan/. (Erişim Tarihi: 3 Mart 2011). 8 Naciye Yıldız, “Neoliberal Küreselleşme ve Eğitim”, D.Ü.Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi Dergisi, 11, 2008, s.13-32. 9 Serkan Öngel, “Gençlere İnsana Yaraşır İş Kapısı Kapalı”, http://www.soldefter. com/2010/12/16/genclere-insana-yarasir-is-kapisi-kapali-f-serkan-ongel/. (Erişim Tarihi: 19.02.2011). 10 2009 Mayıs döneminde 15-34 yaş arasında yer alan işgücü, eğitim hayatını tamamlayıp iş Bahar 2011 -
83
Eğitim Politikaları ve Öğrenci Hareketi
Eğitimde Yeniden Yapılandırma ve Türkiye Eğitimde neoliberal yapılanma 24 Ocak Kararları ve 1980 askeri darbesinin “reformları” ile başlar. Darbe, devletin baskı araçları doğrultusunda yeniden yapılandırılması için gerekli düzenlemelerin alt yapısını hazırlarken, YÖK gibi otoriter kurumların varlığıyla eğitimde yaşanacak dönüşümlerin devlet aracılığıyla gerçekleşmesini sağlayacaktı. Türkiye’de 1980’lerden bu yana IMF ve DB’nin önerdiği yapısal uyum programlarıyla eğitimin yapılandırılması üç aşamada meydana geldi: 1) Eğitimin amacını ve içeriğini belirleyen reformlar (1981, Üniversite Reformu ve YÖK’ün kuruluşu); 2) eğitimin ve yetiştirmenin finansmanına yönelik reformlar (1999 GATS, 2001 Bologna); 3) eğitimin toplumsal hareketlilikteki rolü ve politik işlevinin yeniden düzenlenmesine yönelik reformlar.11 Türkiye tarihsel olarak, kuruluşu ve rejim yapısı itibariyle eğitimde devletin belirleyiciliğinin gelişmiş olduğu ülkelerden biridir. Yani devletin tarihsel olarak, kapitalist ilişkilerin yerleşmesinde eğitim vasıtasıyla bir dizi ilerici politika izlediği görülmüşken; bir yandan da yine kendi ideolojik yapısını koruyabilmek adına geleneksel, dinsel, şoven, cinsiyetçi eğitim politikalarını sürdürmeye önem göstermiştir. Bu dinamik göz önüne alındığında, son yıllarda ülkemizde gerçekleşen değişim eğilimlerine baktığımızda devletin eğitim üzerinde sürekli belirleyiciliğinden, sermayenin belirleyiciliğine geçiş bile yine devlet ve devletin sahip olduğu olanaklar dolayımında gerçekleşiyor.12 Bu yüzden sermaye gruplarının bu konuda sürekli olarak raporlar hazırlamaları, devletin bu rolünden sıyrılması ve sermaye gruplarının daha fazla müdahil olma istemleriyle ilintilidir. Devlet, kriz ve sermaye gruplarının söz ettiğimiz istemleri doğrultusunda eğitime kamu finansmanını her geçen yıl azaltarak kamu üniversitelerine ya özel üniversiteler gibi olmalarını ya da durumlarına razı olmalarını dikte etmektedir. Kitlesel kamu üniversitelerinde devlet, ideolojik altyapının sağlamlaştırılması amacıyla, yurttaşlık bilgisi verme, ahlâk ve din eğitimi, inkılap tarihi ve Atatürkçülük dersi gibi daha çok toplumsal ve tarihsel yaşam bilgilerini empoze ederken; sermaye özel vakıf üniversitelerinde piyasa bilgisini, bilimsel ve teknik donanımı, teknoloji eğitimini öne çıkarmaktadır. Dolayısıyla, özel elit üniversiteler içerdiği müfredatıyla, uygulama biçimi ve yetiştirme tarzıyla öğrencilerini yarının yönetici pozisyonlarına hazırlamaktadır; oysa kamu üniversitelerinde öğrenciler daha kolay nasıl yönetilecekleri üzerine yetiştirilmektedir.13 Türkiye’deki dönüşümü anlamak için özel üniversiteler konusunu açmakta yarar var. Eğitimin önemli bir yatırım alanı olduğunu keşfedenler, yeni düzene uyum sağlayabilmek için vasıflı insan gücüne ihtiyaç duyduklarını ve bu yüzden yapısal uyum programları aracılığıyla hantal yapıdaki kamu üniversitelerini finanse etmek yerine, eğitimin daha nitelikli ve ihtiyaca göre yapıldığı özel üniversitelere bütçe ayırmanın daha işlevsel olacağını da keşfettiler. Anayasanın 130. maddesine göre kâr amacı gütmeyen vakıflarca özel yüksek öğretim kurumları açılabilmektedir. Finansmanı özel sektör tarafından karşılansa da, hayatına dahil olduğunda, yüzde 39 oranında işsizlik, yüzde 23 oranında ise geçici işlerde çalışmak durumunda kalmışlardır. Kaynak: DİSK Araştırma Dairesi için hazırlanan 22/11/2010 tarihli istihdam raporu. 11 Fevziye Sayılan, “Küresel aktörler (DB ve GATS) ve Eğitimde neoliberal dönüşüm”, http://www. jmo.org.tr/resimler/ekler/1e03cc77d4bbd6b_ek.pdf?dergi=HABER%20B%DCLTEN%DD. (Erişim Tarihi: 19.02.2011). 12 Fuat Ercan, “Yol Ayrımındaki Türkiye: Kurumsallaşan Sermaye Egemenliği ve Yeni YÖK Yasa Taslağı Üzerine”, http://fuatercan.wordpress.com/2006/05/27/kurumsallathan-sermayeegemenlidhi-ve-yeni-yok-yasa-tasladhy-uzerine/, (Erişim Tarihi: 10 Mart 2011). 13 Kemal İnal, “Yeni İlköğretim Müfredatının Felsefesi,” Zil ve Teneffüs, sayı 1, Ekim 2005: 3740 , akt. Fevziye Sayılan.
84
Sosyalist Düşünce Dergisi
Eğitim Politikaları ve Öğrenci Hareketi
vakıf üniversiteleri idari özerkliğe sahip değildir. Mütevveli heyeti, personel alımı gibi idari konularda, yeni bölümler açılması gibi akademik konularda karar yetkisine sahip olsa da, bu kararlar YÖK kanununa uymak zorundadır. Özel yüksek öğretim kurumlarının finansmanı da önemli ölçüde devletçe karşılanmaktadır. Devlet, kamu üniversitelerine göre özel vakıf üniversitelerine daha fazla yardım (aslında yatırım) yapmaktadır. 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu’nda 1991 yılında yapılan bir değişiklikle vakıf üniversitelerinin bütçelerinin %45’inin devletçe karşılanması kararlaştırılmıştır. Bu yüksek yardım oranına rağmen, toplam eğitim etkinlikleri içerisinde sermayenin eğitim arzı %1 civarındadır.14 Türkiye’de vakıf üniversite sayısı şu anda 47’dir. Üniversitelerin farklılaşmasını ve farklı işbölümleri üzerinden uzmanlaşmasını da sağlamak amacıyla artması hedeflenmektedir. Bu anlamıyla bazı üniversiteler öğrencilere eğitim pazarlamayı temel almakta ve öğrencileri de bu anlamda müşteri olarak görürken, bazı üniversiteler de tam anlamıyla piyasanın istekleri doğrultusunda proje üretme ve bu anlamda nitelikli bilgi pazarlaması konusunda uzmanlaşma eğilimi içine girmişlerdir. Yusuf Ziya Özcan da bu durumu ve yakın vadedeki muhtemel dönüşümleri şöyle özetliyor: “Artık vakıf üniversitelerini açarken butik ve tematik olmasına dikkat ediyoruz. Mesela birinin sadece sosyal bilimlerle, birinin güzel sanatlarla, birinin moda ve dizaynla ilgili olmasını istiyoruz. Bundan sonra açtıklarımızda bunlara dikkat edeceğiz... Özel üniversite Türkiye’de yok. Türkiye’de özel üniversiteler de olsun istiyoruz. Ama bu Anayasa değişikliği gerektiriyor. Onu yapmak lazım, o olsa iyi olur.”15 Yukarıda değindiğimiz ikinci seçenek olan, devlet üniversitelerine özel üniversite gibi olmalarını dikte etme mantığı, Türkiye’nin “Avrupa Yüksek Öğretim Alanı”na katılımı olan Bologna Süreci’ne dahil olmasıyla hızlanacaktır. Bologna Süreci ve Türkiye 1999 yılında 29 üye ülke ile başlayarak yeni katılımlarla bugün 46 Avrupa ülkesini kapsayan ve adını dünyanın ilk üniversitesinin bulunduğu kentten alan Bologna Süreci’nin amacı, kendi içinde uyumlu, birbirini tamamlayan ve rekabet gücü yüksek bir “Avrupa Yüksek Öğretim Alanı”nın kurulması olarak özetleniyor. Bu girişim, Avrupa üniversitelerinin Japonya ve ABD’nin bilim ve teknoloji alanındaki ilerlemesine yetişebilmek, bu sermayelerle rekabet edebilir hale gelmek için hazırlanan uzun vadeli bir plandır. Bologna Deklarasyonu’nda ifade edilen hedefi gerçekleştirebilmek üzere her imzacı ülkenin kendi eğitim sisteminde yapacağı reform kapsamına giren konular belirlenmiştir.16 Bologna sürecinde ülkelerin taahhüt ettiği yapısal uyumun genel amaçlarını şöyle özetleyebiliriz: i) Devlet üniversitelerinde proje yönelimli ya da girişimci üniversite modelinin hayata geçirilmesi (rekabeti geliştirebilecek ar-ge faaliyetlerini geliştiren, sermaye kaynaklarını yaratan ve işleten bir yer olarak üniversite); ii) yeni yatırım alanı ve üretim masraflarının toplumsallaştırılmasının bir aracı olarak üniversite; iii) ‘beşeri sermaye’ kavramıyla da tanımlanan girişimci insan modelinin yeni eğitim formasyonu aracılığıyla yaratılması. Türkiye’nin sürece dâhil olmasının ardından sürecin önerdiği temel ilkeleri “ete kemiğe büründürmek” adına YÖK, TÜSİAD, bu konuda bir dizi raporlar yayınladılar. Bu raporlarda üniversite bütçelemesinden, üniversitenin yönetimine; öğrenci temsiliyetinden üniversite özerkliğine ve YÖK’ün değişmesine kadar bir dizi öneri geliştirdiler. 14 Fuat Ercan, et al., Eğitim Ne İçin, Üniversite Nasıl, YÖK Nereye?; Ankara, Ütopya Yayınevi, 1999, s. 77. 15 “Türkiye 200 üniversiteyi rahat kaldırır”, http://www.attabot.com/haber-oku/ozel-universiteicin-yasa-gerekiyor-1975626/. (Erişim Tarihi: 03.03.2011). 16 Ayrıntılı bilgi için bkz. www.bologna.gov.tr. Bahar 2011 -
85
Eğitim Politikaları ve Öğrenci Hareketi
Daha önce 2010 olarak belirlenen ve sonrasında 2020’ye uzatılan Türkiye’nin Bologna sürecini tamamlama tarihi de hesaba katılırsa, sanayi örgütlerinin sunduğu önerilerin bir kısmı hayata geçerken, bir kısmının da yakın zamanda bir gerçeklik halini alacağını söylemek abartılı olmaz. Üniversite Özerkliği ve “Yönetişim” TÜSİAD’ın Türkiye’de Yükseköğretim: Eğilimler, Fırsatlar ve Sorunlar (2008) raporunda akademik ilke olarak sahiplenilen “özerklik” kavramını, yine aynı ilkeleri güçlendireceğini söyleyerek şöyle tanımlıyor: ... özerklik kavramı daha sonra, yönetimin etkililiğini (kurumsal rekabet edebilirliği sağlamak için), girişimciliği (yenilikçi yöntemlerle gelir sağlamak için) ve stratejik kurum profili inşasını da (sınırlı kaynakların, her bir üniversitede diğer üniversitelerden ayırt edici olarak, tanımlanmış uzmanlık alanlarında yoğunlaşmasını sağlamak için) kapsamak üzere genişletilmiştir. Yine aynı raporda verilen kurumsal özerklik şemasında kurumsal yönetişimden; faaliyetlerin ticarileştirilmesi, akademik personelin seçimi, atanması, terfisi ve işten çıkarılması, çalışma koşullarının ve ücretlerin belirlenmesinin üniversite yönetimine ait olmasının anlaşıldığı belirtilir. Finans konusunda ise öğrenim harçlarının belirlenmesi ve farklılaştırılması, sermaye piyasasından borç alınması, varlık portföyü inşa etme ve mali sermaye biriktirme hakkının bulunması; akademik yapının, araştırma ve ders içeriklerinin belirlenmesi yönünden üniversite özerkliğe sahip olmalıdır.17 Yukarıda saydığımız özerklik kriterlerine göre karar hakkı ise, üniversite yönetiminde söz sahibi olan paydaşlarına (kâr ortakları olarak da anlayabiliriz), vakıf üniversitelerinde olduğu gibi mütevelli heyetine ya da danışma kurullarına ait olacaktır. TÜSİAD’a göre, bu sayede, “artık üniversite personeli kamu görevlisi statüsünde olmayacak; kurumlar devletten bir torba bütçe alacak ve paralarını yönetmekte ve yatırım yapmakta bir özel şirket kadar serbest olacaklardır.”18 Üniversite kaynaklarına erişimi arttırma amaçlı tavsiye edilen mali esneklik ve performansa dayalı bütçeleme, üniversitenin iş ve sanayi dünyasıyla bağlarının güçlenmesine yarayacaktır. Bu bağın güçlenmesinin ancak daha bağımsız bir mali yönetimle mümkün olduğu ifade ediliyor. Öte yandan, üniversite personeline de performansa dayalı teşviklerin öngörülmesi, ticarileşme faaliyetlerinin ve güvencesiz çalışmanın zeminini hazırlıyor. İstihdama Göre Eğitim ve Yaşam Boyu Öğrenme Yüksek işsizlik grafiklerinde geniş yer tutan üniversite mezunu gençlerin varlık nedeni eğitimin niteliksizliğiyle açıklanmaktadır. Sermaye sözcülerinin okullarda düzenlenen kariyer günlerinde sıklıkla dile getirdiği argümanlar, “tecrübe arıyoruz, okulda gördüğünüz eğitim bizim ihtiyaçlarımıza yanıt vermiyor” şeklindedir. Tecrübe grafiğini doldurmak için ücretsiz stajyerliği tercih eden, niteliklerini artırmak içinse çeşitli sertifika programlarına yönlendirilen öğrencilerin çalışma ve eğitim hayatları iç içe geçmektedir. Hatta eğitimin nitelikli bir işgücü olmanın aracı haline gelmesi üniversiteler tarafından müjdelenen bir gelişmedir. Bologna raporlarının ve sermayedarların dile getirdiği de kamu üniversitelerinin bu konuda özel üniversiteleri daha fazla örnek alması gerektiği yönündedir. Bahçeşehir Üniversitesi’nin istihdama yönelik eğitim kavramını yerine getiren ve 21. yüzyılın eğitim modeli olarak sunulan CO-OP (Cooperative Education) programı buna örnektir. Öğrenciler normal derslerinin yanında bu programın ücretli, 17 “Thematic Review of Tertiary Education”, OECD, 2008, akt. “Türkiye’de Yükseköğretim:
Eğilimler, Fırsatlar ve Sorunlar” (2008), TÜSİAD, s.69.
18 Agy. s. 75.
86
Sosyalist Düşünce Dergisi
Eğitim Politikaları ve Öğrenci Hareketi
sertifikalı ve firmalar tarafından geliştirilen “Markalı Dersler” ini seçerek, asgari 30 iş günü sürecek olan uygulamalı eğitimlerini hafta sonları ya da yaz ayları içerisinde yapabilirler. Elbette bu ücretsiz stajlar karşılığında kariyer sınavlarını firmaların istediği biçimde tamamlarlarsa “cooper” olma unvanı kazanırlar.19 Bologna Süreci’nin savunduğu kavramlardan biri de Yaşam Boyu Öğrenme’dir (Life Long Learning-LLL). Bu kavramla öğrencilerden ve emekçilerden beklenen yaşamları boyunca çeşitli kurslara giderek bilgi ve becerilerini geliştirmeleridir. Buradaki amaçsa, sermayenin gelişen ve değişen ihtiyaçlarına cevap getirebilen esnekliğe sahip bireyler yetiştirme ve LLL programlarından bir sektör yaratmaktır. Bu esneklik öylesine geniş bir yelpazede ifade olur ki; öğrenci kulüplerinin düzenledikleri kariyer günlerinden yaşam koçluğuna kadar uzanır. Yaşam Boyu Öğrenim, Sürekli Eğitim Merkezleri ve Mesleki Gelişim Kursları’nın yanı sıra “mesleki yetkinlik” yasalarıyla da -yetkin mühendislik uygulaması gibi- sömürünün ideolojik kılıfı haline gelir. Öte yandan yine bu esnek öğrenmenin en süslü aracı olarak sunulan öğrenci değişim programları vasıtasıyla da öğrenci/öğretim üyesi hareketliliği hedeflenerek, ülkeler arasında işgücü değişimini de amaçlar. “Sınırsız yükseköğrenim pazarı” anlamına da gelen bu süreçte ülkeler arası hareketlilik, emekçiler arasında rekabet koşullarını pekiştiren, diğer yandan da Avrupa sermaye alanını genişleten bir dizgeye sahiptir. Bir AR-GE Faaliyeti Olarak Teknokentler ya da Masrafların “Toplumsallaştırılması” Sakarya Üniversitesi’nde kurulan Sakarya TeknoKent’in (SAÜTEK) sitesindeki Teknopark; yeni fikir ve buluş sahiplerinin başarılı olabilmeleri için büyük ve küçük şirketlerin, yeni girişimcilerin ve akademik personelin iyi tasarlanmış uygun bir çalışma ortamı sunan bir yaşam ve yerleşim yerinde bir araya gelerek üniversite ve sanayi arasında işbirliği kurmalarını sağlayan bir sistem olarak tanımlanıyor. Teknoparkların amaçları arasında; bölgeye yabancı sermaye çekerek uluslararası ticarette rekabet gücünü arttırmak, şirketler için yeni teknolojik ürünler üretmek, akademik personel ve öğrenciler için iş ve danışmanlık fırsatları yaratmak gibi bir dizi “yarar” sayılıyor.20 Devlet kaynakları ile finanse edilen teknokentler, bir üniversite şirketi gibi birçok firmaya hizmet veriyor. Böylece sermaye ar-ge çalışmalarının masraflarını devletin fonları aracılığıyla karşılarken, aynı zamanda üniversitedeki öğrenci ve akademisyenleri ucuz işgücü kaynağı olarak kullanıyor. Sakarya Ticaret ve Sanayi Odası ile Sakârya Üniversitesi Teknokent işbirliğiyle düzenlenen bir konferansta Teknokent Genel Müdürü Erkal Etçioğlu ticarileşmenin boyutu ve niteliği hakkında şu bilgiyi veriyordu: Sanayicilerimizin Ar-Ge’ye dayalı ihtiyaçlarının karşılanması ve toplumsal düzeyde Ar-Ge talebi oluşturmak için ihtiyaçlara bağlı araştırma programları oluşturulması ve sanayicinin Ar-Ge ve teknolojiye dayalı ihtiyaçlarını üniversitelerle işbirliği içerisinde çözüme ulaştırılması da önemli bir gereklilik... İlimizin Ar-Ge faaliyetlerini bir araya getirerek kamu desteklerinden yararlanmak... ve üniversite tez ödevinin -ürüne dönmesi- sanayileştirilmesi konusunda daha çok çaba gösterilmesi gerektiğinin farkındayız.21 Bologna Süreci kapsamında teşvik edilen teknokent kurulumu, üniversiteler için bir kalite ölçütü olarak sunuluyor. 11 Ocak 2005 tarihinde Türkiye adına Bologna Süreci’nde kaydedilen gelişmelere ilişkin sunulan raporda, TC’nin attığı adımlara değinen Prof. Dr. Aybar Ertepınar’ın bu süreçte sanayinin akademik çalışanlarla işbirliğinin sağlandığı, on altı Teknolojik Kalkınma Bölgesinin kurulduğu ve üniversite-sanayi 19 http://coop.bahcesehir.edu.tr/coop. (Erişim Tarihi: 15.03.2011) 20 http://www.teknokent.sakarya.edu.tr/teknokent-nedir.php. (Erişim Tarihi: 19.02.2011) 21 Bak.: http://www.teknokent.sakarya.edu.tr/haberler8.php. (Erişim Tarihi: 19.02.2011). Bahar 2011 -
87
Eğitim Politikaları ve Öğrenci Hareketi
bağlarının geliştirildiğini vurguluyor. Sonuç olarak, üniversitelerde Bologna anlaşmasıyla hızlandırılan ve öğrenciler nezdinde de içselleşen ticarileşme pratikleri, üniversiteyi bir bütün olarak, öğrencilik deneyimini ise yeni baştan inşa etmeyi hedefliyor. Ne var ki, kriz, işsizlik gibi somut gerçekler, parlak ambalajlarda sunulan gelecek yanılsamasını öğrencilerin bir kesimi için bertaraf etmeye yetmiştir. Öğrenciliğin Dönüşümü Yukarıda ayrıntılı bir şekilde eğitim politikalarını ve bu kapsamda üniversitenin yeniden yapılandırılmasını ele aldık. Ancak şu anda öğrenci-gençlik hareketinin mevcut durumunu incelemeden önce, tüm bu eğitim politikalarının öğrenciler üzerinde nasıl bir dönüşüme neden olduğunu tespit etmek gerekir. Böyle bir tespit hem mevcut durumun kavranmasında kolaylık sağlayabileceği gibi hem de olası bir öğrenci hareketinin ne yöne evrilebileceği, nasıl bir karakter taşıyabileceğini öngörebilmek adına da oldukça önemli. Üniversitenin yapısında meydana gelen/gelmeye devam edecek köklü değişikler öncelikle öğrenciliğin toplumsal konumunda önemli değişiklileri de beraberinde getirmekte. Neoliberal evreden önce, “klasik üniversite” döneminde, (entelektüel-aydın yetiştiren üniversite mezunu olmanın “ayrıcalık” olduğu dönemde) öğrencilik, kapitalist üretim ilişkilerinin dışında yer alan ve bu nedenle emekçi kesimlerin yaşadığı yabancılaşmanın etkisinin çok fazla hissedilmediği, “ayrıcalıklı” bir dönemdi. Öğrenci hareketlerinin tarihsel örneklerine baktığımızda da bu hareketliliklerin sınıf mücadelesiyle bağ kuramama ya da geçici bir “öğrenci kimliği” üzerinden yola çıkıp orada sıkışıp kalmak gibi sorunlarla karşı karşıya kaldığını görebiliriz. Peki, neoliberal düzenle birlikte eğitimin ticarileşmesinin ve “üniversite-sanayi işbirliğinin” önü kesilmez bir şekilde ilerlemesi günümüzde öğrenciliği nerede konumlandırmakta? Yukarıda verili örnekleri çok fazla tekrarlamadan bir profil çizmek gerekirse; “beşeri sermayeyi” sürekli geliştirip destekli bir CV sahibi olabilmek için sertifika programları, stajyerlik vb. faaliyetlerle öğrenciler üniversite hayatlarının başından itibaren emek piyasanın içine girmiş bulunmaktalar. Aynı zamanda, bu uygulamalarla öğrenciler arasında kıyasıya bir rekabet ve başarı hırsı yaratan sistem, bir noktadan sonra üniversite içerisinde kendi politikalarını içselleştirmiş, “yaşam boyu öğrenecek”, “neoliberal öğrenci” modelini de yaratmış oluyor. Ayrıca öğrencilere “müşteri” sıfatıyla yaklaşan eğitim sisteminin bir sonucu olarak öğrenim masraflarının sürekli artışı öğrencilerin önemli bir kesimini okurken çalışmak zorunda bırakıyor. Esnek ve güvencesiz çalışmanın kural haline geldiği, üniversiteyi bitirdikten sonra iş bulabilenlerin bu şartlar altında çalışacağı dönemde, bir bölüm öğrenci, iş yaşamını öğrencilik hayatı sırasında deneyimlemiş oluyor. Bu iki özellik öğrenci-gençlik muhalefetinin aldığı karakter açısından bizi oldukça kritik bir noktaya ulaştırmakta. Yeni eğitim düzeni, öğrenciliğin sorunlarıyla emekçi kesimlerin sorunları arasında doğal bir bağ kurmakta. Öğrencilere kapitalist üretim ilişkileri henüz üniversitedeyken dayatılırken, buna ek olarak işsizlik ya da esnek ve güvencesiz çalışma gibi şu an için sınıf mücadelesinin temel eksenini şekillendiren sorunlarla da öğrencilik döneminde yüzleşmek zorunda kalıyorlar. Kısacası, aynı talepler altında ortak mücadelenin temelleri kendiliğinden örülmüş oluyor. Fransa’da Emeklilik Yasası’na karşı eylemlilikler döneminde ya da Tunus devriminde öğrenci-gençlik hareketinin mücadele içerisindeki konumu bu konuyu somutlamak adına iki önemli örnek olarak karşımızda bulunuyor. Bu bölümde değineceğimiz bir başka ayrım ise, öğrencilik deneyimlerinin olabildiğine farklılaşmış bir karakter kazanması. Üniversitenin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırıl88
Sosyalist Düşünce Dergisi
Eğitim Politikaları ve Öğrenci Hareketi
masıyla birlikte daha çok çevreye açılması, eğitimin sınıfsal karakteri bağlamında üniversiteler arasında da bir çeşitlenmeyi beraberinde getiriyor. “Elit” sayılabilecek üniversiteler bir yana, “yenitüredi” özel üniversiteler, taşra özel üniversiteleri ve de kamu üniversiteleri oldukça farklı öğrencilik deneyimlerini de ortaya koyuyor. Bu da, ortak bir öğrenci muhalefetinin örülebilmesinde önemli bir engel teşkil ediyor. Neoliberal yeniden yapılandırmanın öğrencilik üzerindeki etkilerinden biri de üniversitelerde artan baskı ki, bu baskıyı üniversitenin dönüştürülmesinden bağımsız bir süreçmiş gibi düşünmemek gerekiyor. Siyasal alanı daraltmak ve bu dönüşüm sürecinde muhalifi sindirebilmek için uygulanan bu baskının en açık örnekleri, üniversitelerde sürekli hale gelen soruşturmalar ve polisin öğrencilere karşı uyguladığı şiddet olarak karşımıza çıkıyor. Üniversitenin sermayenin gereksinimleriyle bağlantılı olarak sanayi çevrelerine açılması sürecinde öğrencinin konumundaki dönüşümü yukarıda ana hatlarıyla ele almaya çalıştık. Bu süreçte eğitimin ticarileşmesine, “diplomalı işsizliğe” ve eğitim ve çalışma şartlarının esnekleştirilmesine karşı özellikle Avrupa’da önemli öğrenci hareketlilikleri yaşandı. Ancak Türkiye’de böyle bir hareketlilikten söz etmek bir yana, devrimci Marksist yazın içerisinde Bologna süreci, üniversite-sanayi işbirliği ve öğrencilik üzerine yapılan çalışma sayısı bile oldukça sınırlı. Şimdi, yukarıda sıralamış olduğumuz noktalardan hareketle, politik bir öğrenci-gençlik hareketinin temelinin nasıl olması gerektiğini tartışalım. Nasıl Bir Öğrenci Hareketi? Bu bölüme Türkiye’de mevcut öğrenci hareketinin nitelendirmesini yaparak başlamak, politik bir öğrenci örgütlenmesinin gerekliliğini vurgularken cevap üretebilmek adına yararlı olacaktır. Burada yapılabilecek ilk tespit, politik bir öğrenci örgütlenmesinin şartlarının önemli bir bölümü kendiliğinden oluşurken Türkiye’de böyle bir öğrenci hareketinin henüz olmadığıdır. Üniversiteler içersinde son dönemde bir hareketlilik yaşanmış olsa da bu aynı zamanda bir yanılsama da yaratmaktadır. Son dönem eylemliliklerinin büyük bir bölümü, YÖK ve polis şiddeti gibi devletin üniversite üzerinde tesis etmeye çalıştığı baskının araçlarına karşı bir reaksiyon niteliği taşımakta. Devletin üniversite üzerinde arttırdığı bu baskıyı, üniversitenin dönüşüm sürecinden bağımsızmış gibi düşünmek de ayrıca bir hata olur. Bir yandan üniversitenin yeniden yapılandırılmasına çalışılırken öte yandan da bu dönüşüme karşı yükselebilecek muhalefeti tam doğmadan sindirmek adına baskı ve şiddetin pompalandığına tanık oluyoruz ki, bu aynı zamanda hükümetin her türlü muhalefeti bastırmak için izlediği politikalara bir örnek teşkil etmesi açısından da oldukça önemli. Böylece var olan öğrenci hareketi de üniversitenin dönüşümüne karşı değil de artan baskıya ve şiddete karşı, savunmacı bir karaktere bürünmekte. Eylemliliklerin “öncücü” bir nitelik taşıması ve kitlenin taleplerine yönelmektense inisiyatifi kendi eline alan grupların ikameci tutumlarını açığa çıkarması öğrenci kitlesi içerisinde de bir geri adıma neden oluyor. Buna ek olarak bir başka sorun da, üniversite içersinde muhalefeti sadece AKP karşıtlığından yola çıkarak temellendirmeye çalışmak. Evet, şu an için karşımızda neoliberal politikaların uygulayıcısı olarak AKP hükümeti duruyor ve devlet aygıtlarının yeniden yapılandırılması sürecinde demokratik gericilik politikalarına işlerlik kazandırarak tüm sorunları burjuvazi ve kendi iktidarı lehine çözebilmek için her türlü baskı politikasını uyguluyor. Ancak sorunu sadece “muhafazakârlaşma”, “gericileşme” ya da AKP karşıtlığı şeklinde tanımlamak, “AKP giderse rejimin baskıcı niteliğinde köklü bir değişiklik olacak” algısını yaratmak bir yana AKP’nin sınıfsal karakterini de göz ardı etmesinden ötürü yavan ve sinik bir analiz olmaktan öteye geçmiyor. Tüm bunlar öğrenci hareketinin içinde bulunduğu açmazları gösterirken, politik bir öğrenci örgütlenmesinin de temel çıkış noktalarının belirlenmesi açısından önüBahar 2011 -
89
Eğitim Politikaları ve Öğrenci Hareketi
müze önemli dersler sunmakta. Tabii ki üniversitede artan baskıya ve şiddete, AKP hükümetinin uygulayıcısı olduğu politikalara karşı durmak şu an için kendisine bunu dert edinen öğrenci kitlelerin en temel görevi. Ancak uygulanan bu politikaların arka planlarını göz ardı edip sadece o an karşımıza çıkanla mücadele etmek hareketliliğin sürekliliğini kısıtladığı gibi kitleselleşmesini de engellemekte. Bu nedenle politik bir öğrenci örgütlenmesi bir yandan o an karşısına çıkan can alıcı sorunla mücadele ederken bir yandan da bu olgunun (üniversitede artan baskının) neoliberal karşıdevrimin üniversite içerisindeki yansımasının bir ürünü olduğunu da görmek ve öğrenci kitlesi içerisinde bu politik duruşu yaymanın araçlarını yaratabilecek donanımına sahip olmak durumunda. Uygulanan politikaların arka planını da teşhir edebilmek, olası bir “hareketçiliğe” sapmayı engellemesi açısından önemliyken, örgütlenmenin kitleselleşmesini sağlayabilmek de “dar grupçuluğa” düşmemek adına atlanmaması gereken bir başka nokta. Peki, bu politik savunu nasıl öğrenci kitleleri tarafından sahiplenir hale gelir? Üniversitenin yeniden yapılandırıldığı bu dönemde, birçok üniversite kendi içerisinde bu dönüşümün farklı örnekleriyle yüz yüze gelmiş durumda. Her üniversite özelinde, örgütsel dayatmaların olmadığı, bulunulan üniversitenin sorunlarından hareketle politik arka planın kavranabilmesine dayalı çalışma yürüten bir “öğrenci birliği” üniversiteler arasında bağ kurabileceği gibi, öğrenciler arası dayanışmanın oluşturabilmenin ilk adımı olacaktır. Kısacası, üniversiteler özelinde oluşturulacak taleplerin, genel olarak üniversitelerin sorunlarıyla bağdaşır bir nitelik taşıması politik bir öğrenci örgütlenmesinin temel çıkış noktası olmalıdır. Sorunun düzlemini biraz daha genişletecek olursak da, neoliberal karşıdevrimin kapitalizmin sınıf uzlaşmazlıklarını daha da keskinleştirdiği bir dönemle karşı karşıyayız. Bu noktada, eğitimin ticarileşmesi ve “üniversite-sanayi işbirliği” gibi uygulamalar öğrenci kitlelerin hızla proleterleşmesinin de nedeni olmaktadır. Bu proleterleşme de “diplomalı işsizlik”, güvencesiz ve esnek çalışmayı yaygınlaştırmakta ve sınıf mücadelesinin acil talepleri ile öğrenci kitlelerin talepleri arasında bir örtüşmenin yaşanmasının önünü açmaktadır. Böylelikle politik bir öğrenci örgütlenmesinin sürekliliğini sağlayacak bir noktaya ulaşıyoruz; Sınıf mücadelesinden özerk bir öğrenci politikası yürütülebilir ancak bu politika kesinlikle sınıf mücadelesinin gündemine bağımlıdır. Öğrenci hareketinin yükselmesi sınıf mücadelesinin yükselişinden önce ortaya çıkabilir. Ancak öğrenci hareketinin kazanacağı ivmeyi belirleyen sınıf mücadelesinin de yükselişidir. Ve öğrenci hareketi sınıf mücadelesiyle bağ kuramadığı takdirde “yalıtılmışlığa” sürüklenir ve kapitalist sistemin baskı aygıtları hareketin sönümlendirilmesinde kendilerine rahat bir alan bulurlar. Bunun aksini iddia etmek ise Marksizmin temeline dinamit yerleştirmekten farksızdır. Üniversiteler özelinde aciliyet teşkil eden sorunlara karşı, sorunların politik arka planlarıyla birlikte üretilen ortak taleplerle, dar grupçuluğa ve ikameciliğe düşmeden bir araya gelebilmek politik bir öğrenci örgütlenmesinin ilk ayağını oluştururken, yine bu talepler etrafında üniversiteler arası bir “öğrenci birliği” inşasına odaklanmak hareketin kitleselleşebilmesi için kaçınılmazlığını korumaktadır. Bu kitleselliğin sürekliliğini koruması, “dönüştürücü” bir karaktere bürünmesi için de sınıf mücadelesiyle bağ kurabilmek üçüncü ayağı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu anlayışlarla hareket eden politik bir öğrenci örgütlenmesinin üniversite için nihai hedefi ne olmalıdır peki? Özgür Emekçiler Üniversitesi İçin Mücadele Türkiye solunda, üniversite için talep dendiğinde ilk söylenen “özerk-demokratik üniversite” olmaktadır. Peki, mevcut durumda bu talep neye tekabül etmektedir? Öncelikle, üniversite özerkliği, üniversitenin neoliberal dönüşümünde burjuvazi tarafından 90
Sosyalist Düşünce Dergisi
Eğitim Politikaları ve Öğrenci Hareketi
da dillendirilmekte, ancak bu, “yeni üniversite” anlayışı içerisinde sadece ve sadece “mali özerklik” olarak formüle edilmektedir. Onun dışında, tek başına özerklik kavramı da kendi içerisinde belli noktalarda sisteme bağlılığı kabullenmekte ve buna paralel olarak, üniversite içi demokrasi de yine kapitalizmin sınırları içerisinde vaat edilen alanı tasavvur etmektedir. Kısaca, “özerk-demokratik üniversite” talebi burjuva demokrasisine biatın alenen ilanı olmaktan öteye geçmemektedir. Özgür emekçiler üniversitesini ise üniversitenin gerçek anlamda dönüştürülmesini içinde barındıran bir hedef olarak görmek gerekiyor. Ancak ve ancak doğrudan demokrasiyi, öğrencilerin ve üniversite çalışanlarının üniversite üzerinde söz ve karar sahibi olmasını sağlayacak olan demokrasiyi tesis edebildiğimiz oranda devlet aygıtı karşısında özerklik kazanmış oluruz ve bu özerkliği de doğrudan demokrasiyi işletebildiğimiz ölçüde koruyabiliriz. Ayrıca eğitimdeki sınıf eşitsizliğini çözebilmek adına, işçi sınıfına, kadınlara, ezilen ulusa ve diğer ezilen kesimlere eğitim/öğretim önceliği vermesinden ötürü özgür emekçiler üniversitesi için mücadele etmek gerekir. Ve son olarak, üniversitenin üretime yabancılaşmış çalışanlar yetiştiren bir kurum olmaktan çıkarılıp her türlü yeteneğin geliştirileceği, toplumun sürekli eleştirisinin yapılacağı ve kafa ile kol emeği arasındaki farkın yok edileceği bir üniversitenin tesisi için de özgür emekçiler üniversitesi hedefini de gündemine alan politik bir öğrenci örgütlenmesini sağlayabilmek oldukça önemli. Neoliberal karşıdevrimle birlikte üniversitenin dönüştürülmesine karşı durabilecek, özel olarak üniversiteler içerisinde ve genel olarak üniversiteler arasında faaliyet yürütecek ve aynı zamanda sınıf mücadelesiyle bağ kurup mücadele alanını genişletecek bir öğrenci birliği inşasının şartları Türkiye’de kendisini hissettirmekte. Avrupa’da son iki senedir yaşanan eylemlilikler, hem üniversiteler arası bir koordinasyonun işlerliğini, hem de öğrenci hareketinin sınıf mücadelesiyle ortak talepler altında bir araya gelebileceğini göstermesi açısından önemli deneyimler olarak karşımızda duruyor. Devrimci süreçlerde öğrenci-gençlik muhalefetinin konumlanışını Tunus örneğinde görmüş olduk. Tam olarak bir öğrenci hareketinin varlığından söz edemeyeceğimiz Türkiye’de ise böyle bir örgütlenmenin politik altyapısını oluşturmak öğrencigençlik için en acil ihtiyaçlardan biri olarak önümüzde duruyor. Mart 2011
Bahar 2011 -
91
Tartışma
Herkesin Bildiği Sır
Oktay Orhun
Kaynaklarının gizliliğini koruyarak hükümetlerin ve diğer kurumsal örgütlenmelerin gizli belgelerini yayınlayan, İsveç merkezli bir uluslararası kuruluş olan WikiLeaks’in ABD Dışişleri Bakanlığı ile dünya genelindeki ABD büyükelçilikleri arasındaki ayrıntılı yazışmalardan oluşan iki yüz elli binin üzerindeki gizli belgeyi yayınlamasının ardından, her ne kadar Radikal gazetesinin deyimi ve beklentisi ile “diplomasi tarihinde bir deprem” patlak vermese de, politik anlatı içerisinde çok da ön planda tutulmayan bir dizi konu en azından bu vesileyle dile getirilir oldu. Kuşkusuz bu konuların başında; gizli diplomasi, bilişim teknolojisi, internet haberciliği ve dolaylı yoldan da olsa gündeme gelen sanal örgütlenmeler var. Bunlara, toplumsal hareketlerin gerek örgütlenmesinde gerekse yönlendirilmesinde internetin oynadığı yeni rolü de ayrıca eklemek gerek. Yine de bu konu başlıklarına değinmeden önce sürecin nasıl bir seyir izlediğine bakalım. Bilindiği üzere, WikiLeaks, 2006 yılından beri işlerlik göstermesine karşın, dikkatleri ancak, Irak ve Afganistan savaşlarıyla ilgili gizli belgeleri yayınladıktan sonra, üzerine çekmişti. Farklı ülkelerden beş büyük gazetenin (El País, Le Monde, Der Spiegel, The Guardian ve The New York Times) desteği altında dağıtılan son belgelerse, her şeyden önce, burjuvazinin iktidarı daha ilk eline alışından bu yana özendiği o aristokratik kendini beğenmişliğinin altında gizlediği ve üstünden nedense bir türlü atamadığı küçük mülk sahibi korkaklığını ve ikiyüzlülüğünü, “diplomasi” maskesi altında nasıl da sürdürdüğünü açık etti. Öte yandan, dünya medyasının ana akımında ve periferisinde yer alan geniş cenah, kamuoyunun ilgisini belgelerdeki dedikodu mahiyetli yorumlara çekmekte gecikmedi. Ardından bu ilgi WikiLeaks’in kurucu editörlerinden olan Avustralyalı gazeteci ve internet aktivisti Julian Assange’nin adli davasına yönlendirildi. WikiLeaks’e yönelik karalama ve yalnızlaştırma kampanyasının geri püskürtülmesi dahi, aslında bu yazışmaların içeriklerinin kamu nezdinde tartışılmasının 92
Sosyalist Düşünce Dergisi
Herkesin Bildiği Sır
önüne geçti. Belgeleri yayınlayan bu beş büyük gazete gibi görece saygın olan medya kuruluşları ise süreci WikiLeaks ile ABD arasındaki bir çatışma olarak sunmaktan geri durmadılar. Ünlü Sloven Marksist düşünür Slavoj Žižek de London Review of Books’da yayımlanan “WikiLeaks Çağında Görgü” başlıklı makalesinde bu noktaya her zamanki kışkırtıcı biçemiyle dikkat çekti: ABD’nin gizli resmi belgelerini bilgi edinme özgürlüğünü destekleyen bir eylem mahiyetinde yayınlamak gerçekten bu amaca mı hizmet ediyor, yoksa durağan uluslararası ilişkilere terörist bir müdahale ile mi karşı karşıyayız? Peki ya asıl sorun bu değilse? Ya can alıcı ideolojik ve politik savaş bizzat WikiLeaks içinde süregidiyorsa; gizli devlet belgelerini yayınlamak gibi radikal bir eylemle bu eylemin hegemonik ideolojik-politik alanda diğerleriyle, diğerleri tarafından ya da bizzat WikiLeaks olarak ne şekilde yeniden-yazıldığıyla ilgiliyse? Bu yenidenyazma meselesi “kurumsal gizli anlaşma”nın, yani WikiLeaks’in beş büyük gazeteyle istedikleri belgeleri yayımlamaları doğrultusunda yaptığı anlaşmanın öncelikli derdi değil. Çok daha önemli olan WikiLeaks’in komplocu yöntemi: ABD’de cisimleşen “kötü”ye saldıran gizli bir “iyiler” grubu. Sorunlara bu biçimde bakacak olursak, düşmanın, kamuyu manipüle etmelerinin yanı sıra kendi çıkarlarını korumak adına müttefiklerini aşağılamaktan sakınmamak suretiyle hakikati saklayan ABD diplomatları olduğu açık.1 Bu noktada Julian Assange’nin kendisinin de, tıpkı Žižek gibi, WikiLeaks’ın yönteminin komplocu olduğuna ilişkin bir ön kabule sahip olduğunu ve kavramı her ikisinin de nötr anlamı ile kullandığını (kavramın o kurgucu “komplo teorisi” ile bir ilişkisi olmadığını) belirtmek yerinde olur.2 Žižek’in işaret ettiği noktaya değinen diğer önemli bir isim, belgelerin yayımlanmasını genel olarak olumlu karşılamasına karşın Noam Chomsky. Chomsky, belgelerin açığa vurduğu en vahim şeyin, mevcut devletlerin demokrasiye duydukları nefret olduğu belirtiyor ve karşıt bir ufku görmemiz gerektiğini dile getiriyor: Bunun karşılığında hükümetlerin bu gayri meşru uygulamalar konusunda saflarını sıklaştıracaklarını düşünüyorum. Burada belirtmem gereken bir ironi var. O da, hükümetlerin bir yandan vatandaşlarının kendi yaptıklarına sınırlı bir erişim kazanmalarından yakınırken eş zamanlı olarak da vatandaşlarının yaşamlarının her yönü hakkında son derece güçlü gözetim ve bilgi toplama sistemleri kurmaları.3 Aslında, kapitalizm için durum Nietzsche’nin dile pelesenk olan aforizması kadar yalın: “Beni öldürmeyen her şey beni güçlendirir.” Oysa tüm dünyada olduğu gibi Türkiye sol/sosyalistleri arasında da WikiLeaks belgeleri gereğinden fazla bir heyecan yarattı ve çoğunlukla bu belgelerin yayınlanmasına “yeni küresel kapitalizmin demokratikleşme sürecinin bir parçası olarak” büyük önem atfedildi. Oysa bu söylemin kendisi, ideolojik göstergeleri açısından mevcut sistemi meşrulaştırmaktan ileri gitmiyordu/gidemezdi. Žižek’e dönecek olursak: Hüküm süren ideolojinin esas güç gösterisi, güçlü eleştiri gibi görünen şeye izin vermesi. Günümüzde anti-kapitalizmden yana kıtlık yok. Aksine kapita1 Slavoj Žižek, “Good Manners in the Age of WikiLeaks”, London Review of Books, Cilt 33, Sayı 2, Ocak 2011, s. 9-10. 2 Akt. Andreas Müllerleile, “WikiLeaks’in Politikası: İktidarı, Gazeteciliği ve Siyaseti Yeniden Tanımlamak”, çev. Kübra Kelebekoğlu, F. Büşra Helvacıoğlu, Birikim, Sayı 262, Şubat 2011, s. 67. 3 Selin Girit (söyleşen), “Chomsky: WikiLeaks belgeleri demokrasiye duyulan nefreti gösteriyor”, BBC Türkçe, 6 Aralık 2010, url: http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2010/12/101206_ chomsky_WikiLeaks.shtml (Erişim Tarihi: 1 Mart 2011). Bahar 2011 -
93
Herkesin Bildiği Sır
lizmi kitaplarda, derinlemesine araştırmacı gazetecilik örneklerinde ve çevremizi hoyratça kirleten şirketleri, bankaları halkın parasıyla kurtarılırken şişkin ikramiyeler almaya devam eden yozlaşmış bankacıları, çocukların köle misali çalıştığı tekstil atölyelerini gösteren televizyon belgesellerinde tekrar tekrar olanca vahşetiyle görüyoruz. Ama işte zurnanın zırt dediği yer de burası: Tüm bu eleştirilerde sorgulanmayan şey, bu ihlallere-aşırılıklara karşı mücadelenin oturtulduğu demokratik-liberal çerçeve. (Açık ya da üstü örtülü) amaç kapitalizmi demokratikleştirmek, demokratik denetimi medya baskısı, parlamenter sistem, daha katı kanunlar, dürüst polis soruşturmaları vs. üzerinden ekonomiyi genişletmek. Fakat (burjuva) demokratik devletin kurumsal yapısı asla sorgulanmıyor. En radikal “etik anti-kapitalist” eylem biçimlerinde bile (Porto Allegre forumu, Seattle hareketi vb.) bu kutsallık sorgulanmadan kalıyor.4 Türkiye’de bunun istisnalarından biri olarak Türkiye Komünist Partisi’ni anmak gerek. Partinin genel sekreteri Kemal Okuyan, “WikiLeaks Belgelerinden Neden Heyecanlanmıyoruz?” başlıklı yazısında şunları dile getirmişti: “Hesabı sorulamayan her suç, teşhir edildiğinde suçu meşrulaştırır, toplumu çürütür. (…) Örgütlü, tutarlı bir karşı koyuş olmadan ne bir ülkede egemen sistemi değiştirebilirsiniz ne de dünyada kurulu sistemi. Bu anlamda skandallara, ortaya çıkartılacak belgelere bel bağlamak devrimcilerin işi olamaz.”5 Elbette, dile getirilen bu yalın tespit, belgelerin yayınlanmasına burun kıvırmayı gerektirmezdi. Tersine bu türden “skandallar” toplumsal devrim savaşımını verenlerin omuzlarına bir vazife daha yükler, o kadar: Bir bütün olarak bu ve benzeri sızıntılar aracılığı ile açığa çıkan belgelerinin tasnifi ve yorumlanmasını sağlamanın ve bunları daimi olarak işçi sınıfının politik bilincinin gelişmesinde bir araç olarak kullanmanın yollarını aramak. Bunu yaparken bir taraftan da gizli diplomasiye ve burjuva ikiyüzlülüğüne karşı, her türlü gizli görüşmenin, yazışmanın ve anlaşmanın kamuya duyurulmasını talep etmek; tıpkı Bolşevikler gibi. “Gizli diplomasinin ortadan kaldırılması”, toplumsal devrim savaşımının enternasyonalist karakterinin doğal bir sonucu olarak, 1917 Devrimi’nden önceki talepler programı içinde haklı yerini almıştı. Nitekim devrimden sonraki ilk bildiri olan Bütün Savaşan Ulusların Halklarına ve Hükümetlerine Bildiri’de, gizli diplomasinin kaldırıldığı açıklanıyordu: Hükümet gizli diplomasiyi kaldırmıştır. Hükümet bütün konuşmaları açıkça halkın gözü önünde yürütmek, (…) toprak sahipleriyle ve kapitalist hükümetin onayladığı ya da imzaladığı bütün gizli anlaşmaları derhal olduğu gibi yayınlamak konusunda kesinlikle kararlı olduğunu bütün ülkeler karşısında ilan eder. Gizli anlaşmaların, birçokları Rus emperyalistlerine çıkar ve imtiyaz sağlamak amacıyla konulmuş olan maddelerini hükümet hemen ve tartışmaksızın reddeder.6 Devrimden sonra Izvestiya’da Birinci Dünya Savaşı sırasında Çarlık rejimi ile İtilaf devletleri arasında imzalanan anlaşmaların yayımı 1917’den Şubat 1918’e dek sürdü. Anlaşmalar yayınlanmaya başlanırken, Troçki belgelerin başına kısa bir sunuş ekledi ki bu sunuş günümüz için, gizli diplomasiye karşı yöntemsel bir uyarıyı da içermektedir: Gizli diplomasi, çoğunluğu, kendi çıkarlarına tâbi kılmak için aldatmak zorunda olan mülk sahibi azınlık için gerekli bir araçtır. Karanlık işgal planları ve soygun 4 Slavoj Žižek, Agm. 5 Kemal Okuyan, “WikiLeaks belgelerinden neden heyecanlanmıyoruz?”, soL Portal, 3 Aralık 2010, url: http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kemal-okuyan/WikiLeaks-belgelerinden-nedenheyecanlanmiyoruz-36457 (Erişim Tarihi: 1 Mart 2011). 6 Akt. John Reed, Dünyayı Sarsan On Gün, çev. Rasim Gürkan, Ağaoğlu Yayınları, İstanbul, 1967, s.130
94
Sosyalist Düşünce Dergisi
Herkesin Bildiği Sır
amaçlı ittifakları ve anlaşmaları ile emperyalizm gizli diplomasi sistemini en yüksek düzeye ulaştırmış bulunuyor. Avrupa halklarının varını yoğunu elinden alan ve onları mahveden emperyalizme karşı mücadele, aynı zamanda, gün ışığına çıkmaktan haklı nedenlerle korkan kapitalist diplomasiye karşı mücadele de demektir. Rus halkı ve onunla birlikte Avrupa halkları ve bütün dünya, bankerler ve sanayicilerin parlamenter ve diplomatik ajanlarıyla birlikte gizli kapaklı hazırladıkları planlar hakkında belgelere dayanan gerçeği öğrenmelidir… Gizli diplomasinin ortadan kaldırılması, onurlu, halka dayalı, gerçekten demokratik bir dış politikanın birinci koşuludur.7 Evet, emperyalizme karşı savaşım aynı zamanda kapitalist diplomasiye karşı da bir savaşım demektir. Bu aslında temel Marksist ilkeden kaynaklanır, yine Troçki’den alıntılayacak olursak: Bizim programımız milyonlarca işçi, asker ve köylünün yakıcı özlemlerini dile getiriyor. Biz halkların onurlu bir biçimde bir arada var olması ve işbirliği ilkelerine dayalı en hızlı barışı istiyoruz. Sermayenin egemenliğinin en hızlı biçimde alaşağı edilmesini istiyoruz. Egemen sınıfların gizli diplomasi belgelerinde ifade edilen işlerini bütün dünyaya ifşa ederek, dış politikamızın değişmez temelini oluşturan meydan okumayla emekçilere dönüyoruz: Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!8 Peki, kapitalizmin alaşağı edilmesinde WikiLeaks ve benzeri (GlobaLeaks, OpenLeaks, WikiSpooks, vb.) siteler sahiden tek başına belirleyici olabilir mi, ya da gelişen iletişim/bilişim teknolojisi ve yeni sosyal ağlar (sosyal paylaşım siteleri, internet günlükleri, vb.) yeni örgütlenme modelleri yaratabilir mi ya da daha doğru bir ifade ile geleneksel örgütlenme biçimlerine alternatif teşkil edebilirler mi? Kabul etmek gerekir ki, bu sorulara, orta sınıf gerçekliği içinde yetişmiş, genç ve orta yaş skalası içinde yer alan hemen hemen her kentli (çoğunlukla erkek) insan; gerçekçi bir aklın irdelemesi ile değil, güdülenmiş itkinin saf kabulü ile yanıt verseydi, arzulu bir doyumu betimleyen “Evet!”, duyacağımız ilk coşkulu ses olurdu; ardından “Yaşasın Konformizm”(!) Bu satırların yazarı için ne V for Vendetta’daki tarihsel/distopik boyut, ne Matrix’deki bilimkurgu/felsefi boyut, ne de 24 dizisindeki güncel/polisiye boyut, sibernetik nümayişi arzu edilir bir nesne, prefrontal korteksin yeni doyum tasrifi olarak imledi; bunu ilk açığa çıkaran, Stephen King’in kısa bir öyküsünden uyarlanan 1992 yapımı Brett Leonard’ın The Lawnmower Man filmi olmuştu: Filmde benzetim (simülasyon) teknolojileri üzerinde çalışan bir biliminsanının zeka geriliği olan bir bahçıvanı denek olarak kullanması anlatılır. Bahçıvan (yeni-kötü) bir taraftan “akıllanırken” bir taraftan da gerçeğe karşı gerçekliği arzulamaya başlar. Buna karşın “ana bilgisayar”a (yeni-odak) bir saldırıyı planlayarak, günümüz sisteminin can damarı olarak kabul etmemiz öğütlenen yeni metaforu bize sunar. Kuşkusuz, The Lawnmower Man, türünün ilk örneği değildi, ama sistemin yeni-kötü, yeni-odak tasvirlerinin katışıksız bir örneğiydi, üstelik arzu edilir bir kötü, arzu edilir bir odak. Dahası, birbirine içkin kötü ve odak tasfirlerinin, fantezi öğesi olarak ortaya çıkardıkları bu “yeni-sistem” imgesi bu kadar ilkel bir biçimde pek az filmde dile geldiydi. Şimdi, WikiLeaks belgelerinin ardından atılan kimi manşetleri anımsayın, sözgelimi Batıda sıkça dillendirilen “siber terörizm”, bu noktada (gerek ilkellik gerekse metaforik bağlamda) bir benzerlik kurmak zor olmayacaktır. “Yeni-Sistem Karşıtları” için de durum farklı değil. Geleneksel dramaturgi içinde yer alan, muhakeme ve eylemlerinde yaptığı hataların sonunda kaçınılmaz olarak 7 Akt. E. H. Carr, Bolşevik Devrimi 1917-1923, Cilt 3, çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, İstanbul, 2004, s. 23. 8 Akt. E. H. Carr, Age. Bahar 2011 -
95
Herkesin Bildiği Sır
kendi mahvına sebep olan edebi karakterlerin, yani trajik kahramanların (belki de sonuncusu, Che Guevara), günümüzün popüler kültüründe idealleri, amaçları ve kişiliği alışılageldik kahramanların tam zıddı olan ve dahası olumsuz nitelikleri kendilerini tanımlayan anti-kahramana dönüşmesinin ardından, ideolojik betim; pasif, dışsal, arzu nesnesi olarak, sisteme karşı gelen, onu bozan/sekteye uğratan/ifşa eden yeni kimseleri bir fantezi öğesi olarak öne çıkarır oldu. Bu konuyu WikiLeaks bağlamında dile getirenlerden biri de SETA Washington Direktörü Nuh Yılmaz. Yılmaz ilgili yazısında şunları ifade etmişti: Şimdi WikiLieaks’i bedeninde temsil eden Julian Assange da adeta bir anti-kahraman olarak bu saldırıya devam ediyor. (…) Assange’ın havası sadece görüntüden ibaret değil. Kendine güveni, geri adım atmaması, başına bir şey gelirse açıklanmasını istediği belgelerin bulunduğu internet adresinin şifresini dağıtması, gözaltına alınmaktan korkmaması, avukatının kurukafa sembollü kravat takması vs. hepsi biraz film, biraz gerçek. Adeta son yılların en anti-kahramanı. Hep arzuladığımız o kadir-i mutlak devlet aygıtını “indirecek,” bize o coşkuyu yaşatacak, temaşayı önümüze serecek bir anti-kahraman. O nedenle herkes ağzı açık bir şehvetle seyrediyor Assange’ın yaptıklarını. Zira gerçek olamayacak kadar fantezi Assange.9 Kabul etmek ve bundan memnuniyet duymak gerekiyor: Dünya değişiyor. Geçen ayların birinde bir tanıdığımın (CMS olarak açık kaynak kodlu WordPress’i kullanan NeoEase arayüzündeki XHTML 1.1 ve CSS3’ün geçerli olduğu blog tarzındaki)10 internet sitesinde ABD Kongresi’nin Çin’in interneti 18 dakikalığına ele geçirdiğini açıklayan raporuna ilişkin bir haber okudum. Haberin can alıcı kısmını aynen aktarmak istiyorum: İnternet dolaşım protokolünün en çekirdeğinde Border Gateway Protocol (BGP) denilen sistem vardır. BGP en sade anlatımıyla ağlar, şebekeler ve otonom sistemler arasında veri akşına izin verir. Bir başka deyişle o anda internet trafiğinin durumuna göre sitenizin ağlar arasında paslanarak, bir nevi en uygun en hızlı şebekeye yönlendirerek internetteki veri akışını en iyi şekilde gerçekleşmesini sağlar. BGP’de şebeke IP’leri listesi vardır ve sistem o an için en verimli akışı sağlayacak dolaşım yolunu çizer ve buna göre şebekelere yönlendirir. Telekom şirketleri ve servis sağlayıcılar kendi aralarında BGP dolaşım yollarını paylaşırlar. Global dolaşımın %15′inin Çin’e yönlenmesinin sebebi China Telecom Corp’un o anda en hızlı ve verimli dolaşımın kendilerinde olduğunu duyuran mesaj göndermesi. Sonuçta global dolaşım, telekom servis sağlayıcıları arasındaki güvene dayalı olduğu için de diğer ülkelerdeki servis sağlayıcılar akışlarını gelen mesaja göre China Telecom’a yönlendirmekte sakınca görmediler(!)11 “Vah, Vah!” mı? Hayır, çoğunluğumuz için bu haber, anlaşılmaz (üstelik okuyucuyu düşünen neyin ne olduğunu açıklamaya yönelik yöntemsel tutumuna karşın) ve dahası bu haberin hayatımızda görünür hiçbir karşılığı yok.12 Ama internetle ilgili 9 Nuh Yılmaz, “Aşırılığın ‘yeni ikonu’”, SETAV, 12 Aralık 2010, url: http://www.setav.org/public/ HaberDetay.aspx?Dil=tr&hid=57185&q=asiriligin-yeni-ikonu (Erişim Tarihi: 1 Mart 2011). 10 Bu paranteze gereksinim duydum, çünkü kişisel bir internet sitesinin dahi görece özgür bir platform içindeki yapılanışın aslında ne denli özelleşmiş bilgi ve teknik dil gerektirdiğini, bu yanıyla, sanal demokratikleşmenin gerçekten de ne kadar “sanal” olduğunu, zira “kültürel sermaye”nin bu denli özelleşmiş bir alanına ulaşmanın zorluğunu ve bunun olsa olsa teknokratik bir elitizmi işaret edeceğini başka türlü açıklayamazdım. 11 Hayri Sezer, “Çin Internet Trafiğini Ele Geçirdi!”, url: http://www.hayrisezer.com/cin-internettrafigini-ele-gecirdi.html (Erişim Tarihi: 1 Mart 2011). 12 Aslında mesele, ziyadesiyle mühim; zira bu son gelişmeler üzerine ABD’de ve Almanya’da siber savunma/komutanlık merkezlerinin kurulması kararlaştırıldı. Lizbon’daki NATO zirvesinin 10 yıllık stratejisinde terörizm ve kitle imha silahlarının yanı sıra endüstriyel kontrol sistemlerinin kullanıldığı her alanda etkili olan bir siber savunma mekanizmasının geliştirilmesi için araştırmaların yapılması karara bağlandı, vb.
96
Sosyalist Düşünce Dergisi
Herkesin Bildiği Sır
bunun tam zıddı bir algıyı besleyen yaygın bir söylem var, internete herkesin “gerçekten” ulaşabildiği, dahası ona herkesin “gerçekten” müdahil olabildiği. Bir bütün olarak dünyayı saran ağın yeni demokratik alan oluşu… Bu söylemin ilk örneklerini 1994 yılında liderliğini Esther Dyson ve Alvin Toffler’in üstlendiği bir grup; coğrafyanın değil, ortak ilgilerle belirlenmiş “elektronik komşuluk”un yükselişini vaat ederek gerçekleştirmişti.13 1997 yılında (bugün 30 araştırma grubu ile 400 civarında proje üzerinde çalışan 26 milyon dolar bütçeye sahip çoklumedya ve sayısal teknolojilerinin insan algılama, iletişim deneyimlerinde kullanımına yönelik araştırma ve uygulama yapan) Massachussetts Institute of Technology Media Labaratory (MIT Media Lab) internetin uluslararası sınırları ortadan kaldırarak yeni bir dünya barışına eşlik edeceğini duyurmuştu.14 Örnekler çoğaltılabilir, işin saçmalık boyutunu, yaptığı düzmece haberlerle hem bir politik duruş hem de keyifli bir mizah üreten Zaytung sitesinin bir son dakika haberinden alıntılayalım: “Twitter ve Facebook hesabı olmayan Mısırlı genç, nihayet 20 gün sonra isyandan haberdar oldu...”15 (Aslında buraya gülümseyen bir “smiley” girmeliydi. Ama hayır, bir makaleye yakışmadığı için değil, 1971 yılında Franklin Loufrani tarafından geliştirilmiş ve bugün dünya çapında 800’ün üzerinde lisans anlaşması imzalamış bu markanın Evrensel Telif Hakları Konvansiyonu ile korunmakta olan haklarına tecavüz etmemek için, yine de :p ) Öte yandan neredeyse inanmamızı istedikleri de bu; smiley’lerin anonim olduğu ve kimsenin bu işten maddi bir kazanımı olmadığı ve nihayet tweet’lerin diktatörleri devirdiği… (Yaklaşık 3.5 Milyar Avro’luk yıllık gelire sahip olan Google’ın reklamlardan günlük yine yaklaşık 10 milyon Avro kazandığını da ayrıca unutun!) The Net Delusion: The Dark Side of Internet Freedom (İnternet Sanrısı: İnternet Özgürlüğünün Karanlık Tarafı) kitabının yazarı Evgeny Morozov, Foreign Policy’de yayınlanan makalesinde sanal örgütlenmeler konusuna değiniyor: Şimdiye değin öğrendiğimiz bir şey varsa, o da sosyal ağların, otoriter rejimlerde faaliyet gösteren eylemcilere her yararlı hem de zararlı olabildiğidir. (…) İnternet heveskârları Web’in örgütlenmeyi kolaylaştırdığını savunur. Fakat bu ancak kısmen doğrudur; sayısal örgütlenmenin tüm olanaklarından yararlanmak, tanımlanmış açık seçik amaçları, hiyerarşiyi ve operasyonel süreçleri talep eder. Şayet bir siyasi hareket örgütlü değilse, odaklanmamışsa, internet olsa olsa savunmasız yönlerini ifşa ve ilan edebilir ve öldürücü çatışmalara kapı aralayabilir.16 Yine de internetin yukarıda sıralanan gerek-koşullar yerine getirildiğinde etkili bir araç olacağı da çok açık. Bunu belki de en iyi şekilde Obama’nın seçim kampanyasında gördük: 8,5 milyon kişi tarafından ziyaret edilen bir internet sitesi, YouTube üzerinde yaklaşık 2000 resmi video, 13 milyon kişilik eposta listesi, sosyal ağlarda 5 milyon destekçi. Ki bu kampanya sürecinin bilişim ayağında o dönemde 25 yaşlarında olan Chris Hugles (Facebook’un ortak kurucularından) ve Joe Rospars (Blue State Digital adlı ünlü iletişim ajansının kurucusu) da var.17 İsimlere yapılan bu vur13 Ayrıntılı okuma için bak. Esther Dyson, Alvin Toffler, vd., “Cyberspace and the American Dream: A Magna Carta for the Knowledge Age”, The Progress & Freedom Foundation, url: http://www.pff.org/issues-pubs/futureinsights/fi1.2magnacarta.html (Erişim Tarihi: 1 Mart 2011). 14 “Negroponte: Internet is way to world peace”, CNN, 25 Kasım 1997, url: http://edition.cnn. com/TECH/9711/25/internet.peace.reut/ (Erişim Tarihi: 1 Mart 2011). 15 “Son Dakika”, Zaytung, url: http://zaytung.com/sondakika.asp?newsid=81478 (Son Erişim Tarihi: 1 Mart 2011). 16 Evgeny Morozov, “Think Again: The Internet”, Foreign Policy, Sayı 179, Mayıs/Haziran 2010. 17 Sosyal medyanın siyasi gücüne ilişkin Obama örneğini inceleyen teknik bir makale olarak bak. Jennifer Aaker ve Victoria Chang, “Obama and the power of social media and technology”, The European Business Review, url: http://www.europeanbusinessreview.com/?p=1627 (Erişim Tarihi: 1 Mart 2011). Bahar 2011 -
97
Herkesin Bildiği Sır
gu, teknokratik elitizme bir örnek teşkil ettiği kadar aynı zamanda sınırlı sayıdaki gönüllünün (sözgelimi Sol/Sosyalistler için) sayısal alanda yaratabileceği farklılığa da işaret ediyor… Ekmek&Özgürlük dergisinde yayınlanan “WikiLeaks Neden Önemli?” başlıklı yazısında Gülseren Adaklı, medyadaki güç/iktidar ilişkilerine değindiği kısımda birbirleriyle bağlantılı üç düzeyden bahsediyor: Erişim, sömürü ve temsil düzeyleri. Erişim sorununun sınıfsal bir sorun olduğunu dile getirerek bu makalede de irdelenen işin kültürel sermaye boyutuna değiniyor. Sömürü kısmında, medyanın bizatihi sömürü ilişkilerinin önemli bir parçası olduğundan dem vuruyor. Benim kendisinden aktarmak istediğim kısım ise temsil düzeyine ilişkin: Temsil, kitlesel iletişim ortamlarında dolaşıma giren ve yoğun olarak kullanılan içeriklerle ilişkili bir soyutlama düzeyi. Hâkim medya içerikleri genellikle aynı ayrımcı dilin, belli formatların, terimlerin, belli toplum kesimlerine ait sorunların ağırlık taşıdığı materyallerden oluşuyor.18 İnternetin sağladığı en önemli olanak işte bu temsil düzeyinde yarattığı geniş alan. Açık Kaynak Kodu, Genel Kamu Lisansı gibi görece yeni süreçlerin/eğilimlerin kendisi alternatif medyanın oluşumu ve dağıtımı üzerinde kolaylık yaratıyor. Öte yandan bu dağıtım üzerinde sermayenin ciddi bir basıncı var: “Eğer bir internet sitesi, Apple’da kendisine yer bulmak istiyorsa yüzde otuz komisyon ödemek, Google’da görünmek için reklam gelirlerinin yarısını vermek ve Amazon’un Kindle e-kitap okuyucusuna erişim için de yüzde yetmiş ödeme yapmak zorunda.”19 Elektronik kitap demişken, 2009 yazında Amazon, hiçbir açıklama yapmaksızın bazı kitapları sayısal kütüphanesinden silmişti. Ama mesele sansür sorunu da içinde barındıran daha büyük riskler taşıyor, konu ile ilgili bir makaledeki şu satırlar dikkat çekici: “Mahkeme kararıyla sansürlenen bir eser kütüphanenizde varsa bu onu illa yakacağınız anlamına gelmez değil mi? Ama söz konusu e-kitap okuyucular olduğunda servis sağlayıcı firma sorgusuz sualsiz kitabınızı silebilir, veya bir kitaba eklediğiniz notlara erişebilir, bu bilgileri sizin aleyhinize kullanabilir veya kullanmaya zorlanabilir. Amazon’un Gawronski ile vardığı anlaşmaya ‘aksini gerektiren bir mahkeme kararı olmadıkça’ ibaresini koyması bu sansürcü yaklaşımın hayata geçme olasılığına tehlikeli bir işaret ediyor.”20 Evet, açık kaynak felsefesi ve özgür yazılım hareketi, internetteki Twitter ya da Facebook’tan çok daha önemli bir potansiyel içeriyor, önemli bir sorunsa bu alanın yalnızca bu felsefeden/hareketten olan kimseler tarafından kullanılmıyor oluşu. Dünya üzerindeki internet erişimi, İngilizce root-server olarak adlandırılan, 13 adet kök sunucu tarafından idare ediliyor. İnternet trafiğini yöneten bu dev bilgisayarların yalnızca 3 tanesi Amerika dışında. Washington 1998 yılında aldığı bir kararla internetin yönetimini Kaliforniya eyalet hukukuna tabi, ICANN olarak anılan İnternet Tahsisli Adlar ve Sayılar Otoritesi’ne verdi. Mevzuata göre, ABD başkanı “ulusal siber güvenlik acil durumu” ilan edebilecek bir güce sahip. İnternet bağlantı noktalarının sınırlandırılması, tüm dünyadaki eposta yazışmalarını ve içeriklerini okuyabilecek bir altyapı da cabası.21 Bu noktada unutmadan; “Ancak iktidar denilen karmaşık ilişkiler bütününün esasen hedef aldığı, kendisine nesne yaptığı, matematiksel kontrol ve sistemik iletişim teorisiyle açıklayamayacağımız insan-özne.”22 18 Gülseren Adaklı, “WikiLeaks Neden Önemli?”, Ekmek&Özgürlük, Sayı 14, Ocak 2011, s. 21. 19 Marie Bénilde, “The end of newspapers”, Le Monde Diplomatique, English Edition, Mart 2010. 20 Binnaz Saktanber, “Kitap 2.0: Okumanın Geleceği”, Birikim, Sayı 247, Kasım 2009, s. 111. 21 Ayrıntılı okuma için bak. Tom Burghard, “The Secret State’s Mad Scheme to Control the Internet”, Global Research, 27 Haziran 2010, url: http://www.globalresearch.ca/index. php?context=va&aid=19934 (Erişim Tarihi: 1 Mart 2011). 22 Burçe Çelik, “WikiLeaks’ten sızanlar, internet teknolojisi ve iktidar”, Birikim, Sayı 261, Ocak 2011, s. 44.
98
Sosyalist Düşünce Dergisi
Herkesin Bildiği Sır
İnsan-özne, kendi türünün tarihi boyunca hiçbir zaman bu kadar yoğun bir şekilde saldırıya uğramamıştı. Yeni öjenik hareketlerden genetik manipülasyonlara, izleme/ denetleme mekanizmalarının ürkütücü gelişiminden tüm kontrol mekanizmalarının yittiği olası küresel çevresel felaketlerin yaratabileceği yıkım potansiyeline… *** WikiLeaks’le başlayan bu makale gizli diplomasiye uzandı. Ardından bilişim teknolojisi, internet haberciliği ve sanal örgütlenmeler arasında gidiş gelişler yaparak meramını dile getirmeye çalıştı. İnternet doğası gereği eklektik bir yapıyı barındırır. Dahası son derece bilimsel bir makaleden bir anda bir internet günlüğündeki son derece kişisel bir sayfaya (çoğunlukla arama motorunun yönlendirmesi ile – kontrolünüzü yarı yarıya kaybetmiş bir halde) geçebilirsiniz, bu yanıyla yorucu olduğu kadar da baş döndürücüdür. Bu makale de kendi anlatısı içinde öznel yargıları ile nesnel vargılarını bir arada sunma cüretini gösterdi, iptidai bir çıkarım ise onun haddi değil. Sınıf savaşımına (ve onun geleneksel araçlarına) entegre edilecek yeni yöntemleri muştulamak dışında bir arzusu olmadan yine de bir son söz söyleyebilir, dünyayı değiştirmek isteyenlerin müphem sırrını, herkesin içten içe bildiği sırrı, Oscar Wilde’ın o veciz deyişini: “Hepimiz bir bataklıkta yaşıyoruz, ama bazılarımız yıldızlara bakıyor.”
Bahar 2011 -
99
100
Sosyalist Düşünce Dergisi
MESAFE2011bahar.fh11 4/3/11 10:53 PM Page 1
Ü Ç
A Y L I K
S O S Y A L ‹ S T
D Ü fi Ü N C E
D E R G ‹ S ‹
Mesafe'nin elinizde tuttu¤unuz say›s›n›n haz›rl›¤›na tüm Kuzey Afrika ve Ortado¤u'da yaflanan tarihsel dönüflümler efllik etti. Tunus'ta ad›n› devrim tarihi sayfalar›na yazd›ran Muhammed Bouzazi'nin kendini feda etmesiyle bafllayan sürecin, Ma¤rip'ten Ortado¤u'ya kadar yay›lan bir dizi ülkede devrimci durumlar yarataca¤› 2011 bafl›nda söylenseydi bu ço¤umuza pek inand›r›c› gelmeyebilirdi; ama gerçek bu. Tunus'ta, rejimi denetlemenin yan› s›ra ülkenin en büyük burjuva ailesini oluflturan klan›n da ülkeden kaçmas›na neden olan kitlesel devrimci at›l›m, hemen ard›ndan, M›s›r'› on y›llardan beri pençesi alt›nda tutan asker-polis rejiminin önderli¤ini, Mübarek iktidar›n› devirdi. Libya'da ise Kaddafi'nin ancak ordu birlikleri ve iç savafl yöntemleriyle bast›rmaya çal›flt›¤› bir demokratik devrim sürecini ateflledi. Yemen'de ve Bahreyn'de katliamlarla ezilmek istenen kitle ayaklanmalar›, Sudan'da, Suriye'de, Cezayir'de tam da sürekli devrimin çelik yasalar› alt›nda ilerlemeye devam ediyor. Arap ülkelerini saran ayaklanmalar ve devrimler süreci, bir yandan da dünya kamuoyunda “Türkiye modeli” diye adland›r›lan bir rejim anlay›fl›n›n geliflmesine neden oldu. Bat› medyas›ndan Ortado¤ulu bir dizi ‹slami hareket liderine kadar yay›lan bir yelpazede pek çok politika üretim ve analiz çevresi, “›l›ml› ‹slamc›” diye tabir ettikleri AKP hükümetinin Türkiye'yi tüm Müslüman dünyaya örnek oluflturabilecek bir demokratik dönüflüme u¤ratt›¤›n›, u¤ratmakta oldu¤unu ifade etmekteler. Üstyap› kurumlar›n›n ifllerlik tarifinden hareket eden ve gene bu kurumlar›n biçimlerine iliflkin yarg›larla tamamlanan bu tip analizler, rejimlerin gerisinde yatan ve onlar› belirleyen s›n›f mücadelelerini ve sosyoekonomik dinamikleri hesaba katmad›¤› sürece, gerçekli¤i aç›klayabilmekten uzak kalacakt›r. Bir dizi rejim ve hükümet biçimi, politik hiyerarflinin protokoldeki s›ralan›fl› aç›s›ndan birbirine benzeyebilir; ama örne¤in M›s›r'da ulusal kapitalist ekonominin neredeyse yar›s›na yak›n bir bölümünü denetleyen ve bir dizi savafla girip ç›km›fl olan ordu ile Türkiye'de devleti kurduktan sonra var gücüyle ulusal bir burjuvazi gelifltirmeye çal›flm›fl olan ve savafl deneyimi kendi ülkesindeki bir ulusal mücadeleyi bast›rma -kendisinden çok daha zay›f bir güce karfl› gerçeklefltirdi¤i k›sa süreli K›br›s ç›kartmas›n›n d›fl›nda- gayretiyle s›n›rl› asker-sivil bürokrasinin rejim içindeki a¤›rl›klar› ve ondan beklentileri oldukça farkl›d›r. ‹flte bu bak›mdan, Mesafe'nin bu say›s›n›n dosya konusunun “Rejim” olmas› bizce önem tafl›yor ve bu önemin Türkiye'nin önündeki genel seçimler ve yeni Anayasa tart›flmalar›yla birlikte daha da artaca¤›n› düflünüyoruz.
Composite
ÜÇ AYLIK SOSYAL‹ST DÜfiÜNCE DERG‹S‹
YED‹NC‹ SAYI | 2011 BAHAR
2011 BAHAR
7 YED‹NC‹ SAYI | 2011 BAHAR
Ü Ç
A Y L I K
S O S Y A L ‹ S T
D Ü fi Ü N C E
D O S Y A | R E J ‹ M EK: Arap Devrimleri Üzerine Yaz›lar Rejim Nereye Gidiyor?
Yusuf Barman
‹spanya Modeli ve Kürt Sorunu
Murat Yak›n
Rusya ve Bolivya'da Kurucu Meclis Deneyimleri Sedat D.
Bonapartizm ve Faflizm
Lev Troçki
fiubat Devrimleri ve Kurucu Meclis Üzerine Nahuel Moreno
AKP ‹ktidar›nda Kad›n Cinayetleri Canan Y›lmaz
E¤itim Politikalar› ve Ö¤renci Hareketi Üzerine D. Nadin/G. Duru
Herkesin Bildi¤i S›r
Oktay Orhun
D E R G ‹ S ‹