SOSYALİST DÜŞÜNCE DERGİSİ
Kış | 2012 -
1
SOSYALİST DÜŞÜNCE DERGİSİ SEKİZİNCİ SAYI 2012 KIŞ
Sahibi ve yazı işleri müdürü Atakan Çiftçi (Enternasyonal Yayıncılık)
Yönetim yeri Şehit Muhtar Mah. Süslü Saksı Sok. No: 19/6 Beyoğlu - İstanbul
1 yıllık abonelik Yurtiçi: 25 TL • Yurtdışı: 25 €
Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta ve web adresimiz mesafedergisi@gmail.com www.enternasyonalyayincilik.net
Baskı Estet Ajans Matbaacılık Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı - İstanbul Fiyatı: 6.00- TL
2
Sosyalist Düşünce Dergisi
SOSYALİST DÜŞÜNCE DERGİSİ SEKİZİNCİ SAYI | 2012 KIŞ
İçindekiler
Mesafe Yusuf Barman Atakan Çiftçi Murat Yakın Dicle Nadin Simon Assaf Oktay Benol Hakkı Yükselen
Bu Sayı Arap Devrimi ve Olasılıklar Suriye’de Devrim ve Karşıdevrim Ortadoğu Devrimleri ve İşçi Sınıfı: Tunus/Mısır İran’da Rejim ve Muhalefet Libya Yol Ayrımında Arap Devrimleri ve Türkiye’nin Ortadoğu Politikası Bir Devrimi Tanıyabilmek
Kış | 2012 -
5 8 19 32 40 53 68 78
3
4
Sosyalist Düşünce Dergisi
Bu sayı
Bu Sayı
Mesafe’nin Sekizinci sayısını oldukça gecikmeli olarak çıkartıyoruz. Bunun, hemen tüm Devrimci Sol yayınlar için geçerli olan bir nedeni var: mali güçlükler. Bu bizler için de böyle. Elbette bizleri kağıt ve basım masraflarından kurtaracak bir çözüm olarak İnternet yayımcılığına başvurmamız olanaklı, ama bilgi birikiminde kağıt üzerine basılı sözcüklerin zamanının henüz geçtiğini düşünmüyoruz, en azından şu anda kitap, dergi, gazete, vb. okuma yaşında olan kuşaklar için. Sanal ortamın gücünü, özellikle de onun haber ve bilgi alışverişine kattığı muazzam hızı bilmekle birlikte, bilginin “birlikte işlenmesi ve geliştirilmesinde” basılı ortamın üzerine çıktığını, hele onu geçersiz kıldığını söylememiz olanaksız. Bu konuda yapılan tartışmaları burada yenileyecek değiliz, sadece bir örnekle ne demek istediğimizi anlatmış olalım: Öğretmen sınıfa girip, “çıkarın kitapları defterleri” yerine, “çıkarın tabletleri” demeye başladığında, bizler de “Devrimci yayının öneminde” basılı ortamın alt sıraya geçmeye başladığına kanaat getirebiliriz. O zamana kadar da mali sorunlarla boğuşmaktan başka çözüm göremiyoruz. Ama itiraf edelim ki, mali sıkıntılar derginin gecikmesinde asıl neden değildi. Asıl neden, “Arap Baharı” ya da “Arap Devrimleri” diye adlandırılan Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerindeki devrimlerin hızı ve derinliği oldu. Gerçi bir önceki sayımızda bu devrimlerin niteliği üzerine ve Libya devrimine ilişkin yazılar yayımlamıştık.1 Ama devrimler o denli büyük bir hızla yaygınlaştı ve derinleşti ki, tahlillerimiz ve kestirimlerimiz olguların gerisinde kaldı. Bunu yadırgamamamız gerekiyor, zira Lenin’in ünlü “yalnızca gerçeklik devrimcidir” deyişi tahlilin, teorinin, tüm kestirim güçlerine karşın olguların önüne geçemediğine işaret eder. Gerçi devrimler karşısındaki politik tutumumuz daha başından itibaren açık ve kesindi: Tüm desteğimizi, emperyalizmin işbirlikçisi diktatörlük rejimleri karşısında mücadele eden işçi ve emekçi kitlelerin, ezilenlerin ve yoksulların safında yoğunlaştırdık. Ama tüm devrimler gibi, Arap halkların isyanı da sorunsuz değildi, düz bir hat izlemiyordu ve her gün yanıtlanması gereken yeni sorular ve durumlar yaratıyordu. Arap devrimlerinin devrimci Marksist kuramın, özellikle de emperyalist çağın henüz tüm geçerliliğini korumakta olan devrim kavrayışının, Sürekli Devrim 1 Mesafe, Yedinci Sayı, Bahar 2011; “Arap Devriminin Öğrettikleri”, s.10, “Libya’da Devrim ve Emperyalist Müdahale”, s.7. Kış | 2012 -
5
Bu sayı kuramının ışığında incelenmesinin, onlardan gerekli derslerin çıkartılmasının önemini kimse inkâr edemez. Biz de bu çabaya giriştik ve “uzaktan” hazır reçeteler ilan etmek yerine, Arap halkların mücadelesinden öğrenmeye çalıştık. Ama her seferinde, daha yazdıklarımız kurumadan, devrimlerde yeni olgular ve durumlar ortaya çıktı. Örneğin, Libya’ya bir emperyalist askeri müdahale tehlikesini değerlendirirken bu müdahale gerçekleşti; yeni kurulan hükümetin niyetlerini ve bunun devrimci süreç üzerinde etkilerini incelerken ülke aşiretler ve bölgeler arası iç savaşa doğru yuvarlanmaya başladı. Bu ve benzeri gelişmelerin “olabileceğini” söylemek yetmiyordu; bunlar gerçekleştiğinde, iç dinamiklerini kavrayabilmek, gerçekliği en devrimci haliyle değerlendirebilmek gerekiyordu. Zira Mesafe yazarları, katılımcıları ve okurları olarak amacımız salt kuramsal ve politik irdelemeler yapmak değil, bunları uluslararası düzeyde Devrimci Partinin inşasının hizmetine sunabilmek. Böylece, koskoca bir bölgede sürmekte ve yayılmakta olan güçlü devrimci yangını her seferinde bir kez daha yeni baştan tahlil etmek durumunda kaldık, ve Mesafe gecikti. Bu gecikmeye karşın okurların ve eleştirmenlerin karşısında tamamlanmış bir dosyayla çıkabildiğimizi düşünmüyoruz. Sadece belirli bir anda, tahlillerimize şimdilik kaydıyla nokta koymaya ve dergiyi yayımlamaya karar verdik. Kuşkusuz, bu satırların yazıldığı an ile derginin dağıtıma girdiği gün arasında Arap devrimi yeni bir mesafe daha kat etmiş olacak. Belki Esat rejimi yıkılmış, belki Mısır’da kitleler askeri konseyi işbaşından uzaklaştırmış, belki Filistin’de yeni bir koalisyon (FKÖ-Hamas) hükümeti kurulmuş... olacak. Kuşkusuz bütün bu gelişmelerin devrimci süreç üzerinde etkileri ve sonuçları olacak. Öte yandan bu sayımızda iki önemli eksiğimiz var: Birincisi, Arap yarımadasındaki devrimci gelişmelerin (özellikle Sudan ve Bahreyn) tahlilini Mesafe’nin bu sayısına yetiştiremedik. Oysa bu iki ülkedeki gelişmelerin Arap dünyasındaki dengeler üzerinde çok önemli bir etkide bulunduğunu, bulunacağını düşünüyoruz. İkincisi ise, Arap devrimlerini emperyalizmin bir komplosu olarak görüp isyan eden kitlelerin karşı safında, düşman cephede yer alan Chávez/Castro kökenli akımlarla, bu sayıda yayımlanan yazılarda yer alanın ötesinde daha derin ve keskin bir polemiğe girmemiz gerekiyordu. Daha doğrusu bu akımlarla politik arenada süren mücadelemizi bir dergi yazısı haline dönüştürmeliydik, ama buna zamanımız yetmedi, üstelik derginin sayfaları mali imkânlarımızı aşan bir kabarıklığa ulaşmaya başlamıştı. Bu eksiklerimizi gelecek sayılarda telafi etmeye çalışacağız. Elinizdeki sayıya gelince: “Arap Devrimi ve Olasılıklar” başlıklı yazısında Yusuf Barman, Ortadoğu ve Kuzey Afrika devrimlerinin kökenlerine işaret ettikten sonra, sürecin öğrettiklerini “tezler” biçiminde topluyor. Devrimci Troçkist akımımızın geliştirdiği “demokratik gericilik”, “Şubat devrimleri”, “Bonapartizm” gibi kavramların yardımıyla, özellikle de Sürekli Devrim kuramının demokratik devrim/sosyalist devrim bağlamından hareketle devrimlerin niteliğini çözümlüyor ve olasılıklara ve devrimci Marksizmin bu aşamadaki görevlerine el atıyor. Mesafe’nin baskıya girdiği günlerden Arap devriminin odaklaştığı Suriye’deki durumu ise Atakan Çiftçi, “Suriye’de Devrim ve Karşıdevrim” başlıklı yazısında inceliyor. Rejimin ve Baas partisinin bu ülkedeki tarihçesini veriyor, ardından Suriyeli kitlelerin ayaklanmasının altında yatan nedenleri irdeliyor, devrimin ve halk güçlerinin temel özelliklerini anlatıyor. Bu temellerden hareketle de Suriye devriminin önündeki olasılıkları sergiliyor. Aynı tür bir incelemeyi de Murat Yakın Mısır ve Tunus devrimleriyle ilgili olarak “Bastırılanın Geri Dönüşü” adlı makalesinde yapıyor. Bu iki ülkedeki devrimin, tüm süreci başlatan olgular olması, Mısırlı ve Tunuslu emekçi yığınların mücadelesini kavrayabilmemiz büyük öneme sahip. Ortadoğu’daki devrimci ateşten ürkenlerin arasında kuşkusuz İran’daki karşıdevrimci molla rejimi de var. Kitleler karşısında oldukça zayıflamış durumdaki Ahmedinejad hükümeti çareyi ülkedeki milliyetçi duyarlılığı körüklemekte arıyor, bu 6
Sosyalist Düşünce Dergisi
Bu sayı amaçla da zahiri bir “nükleer tehlike” hayaleti yaratıyor. Emperyalizmin ve Siyonizmin de son derece işine yarayan bu “şimdilik diplomatik” çekişme bir ortaoyununa dönüşmüş durumda. Ama oyun binlerce insanın hayatına mal olacak acı bir trajediye dönüşebilir. Mesafe’nin bu konudaki politik tutumu net ve açık: İran’a herhangi bir emperyalist ve/veya Siyonist müdahaleye karşı mücadele ve İran halkının desteklenmesi. Ama bu bizi molla rejimine karşı mücadeleden men etmediği gibi, bu mücadeleyi daha da zorunlu kılıyor. İran emekçilerinin emperyalizme karşı mücadelesi ancak molla diktatörlüğünün yıkılmasıyla güçlenecektir. Bu bağlamda, İran rejiminin karakterini ve muhalefet güçlerinin niteliğini Dicle Nadin, “İran’da Rejim ve Muhalefet” adlı yazısında inceliyor. Libya devrimi, bölgedeki devrimlere ilişkin olarak Dünya Solu içinde ortaya çıkan bölünmeyi derinleştirdi, onu iki düşman kampa böldü. Başlangıçta ayaklanan kitleler karşısında Kaddafi’yi destekleyen emperyalizm, devrimin geri dönüşsüz olduğunu kısa sürede farketti ve çapsal bir dönüşle rejime karşı askeri müdahaleyi gündemine aldı. Bu onun aynı zamanda tüm bölge devrimlerini denetimine alma girişiminin ilk adımı oldu. Libyalı kitlelerin devrimci bir önderlikten yoksun olmaları emperyalizmin inisiyatifi ele geçirmesini kolaylaştırdı, bu da Chavez/Castrocu Solun, Arap devrimlerinin birer “emperyalist komplo” olduğu yolundaki savına güç verdi. Bu konuya ilişkin tartışmayı Simon Assaf’ın, International Socialist dergisinin 133. sayısında (Ocak 2012) yayımlanan “Libya Yol Ayrımında” başlıklı makalesiyle aktarıyoruz. Arap devrimleri dünya kamuoyunda “Türk modeli” diye bir politik kavramın doğmasına neden oldu. Bu model, sözde, “ılımlı” olduğu sürece İslamcılığın “Batı tipi” demokrasi ile birarada var olabileceğine işaret ediyormuş; bu anlamda AKP hükümeti, muhafazakâr ve dindar bir toplum ortamında laik demokratik bir rejimin nasıl kurulabileceğini gösteriyormuş. Dolayısıyla da diğer müslüman Arap ülkeleri de bu modelden yararlanmalıymış... Bu söylem Recep Tayyip Erdoğan hükümeti için eşi bulunmaz bir propaganda, ama itiraf etmek gerekir ki AKP’nin izlediği dış politika da hep bu imgenin yaratılmasına yönelikti. Arap devrimlerinin Türkiye’nin dış politika çizgisinde yarattığı yansımaları Oktay Benol, “Arap Devrimleri ve Türkiye’nin Ortadoğu Politikası” makalesinde irdeliyor. Tunus ve Mısır’da başlayan devrimci gelişme, epeyce uzun bir süreden beri kendini “devrime susamış” addeden (çoğu, Küba ve/veya Vietnam devriminden beri) Sol cenahta bir “devrim şaşkınlığı” yarattı, zira devrim “beklenmedik bir yerde, beklenmedik bir zamanda” patlak vermişti, üstelik savunulan kalıplardan hiçbirine benzemiyordu. Bu tartışma çoğu Marksiste “tuhaf” gelse bile, yaşadığımız dönemi kavrayabilmemiz açısından öğretici de olabilir. Arap devrimlerinden hareketle devrim olgusunu tartışan Hakkı Yükselen’in “Bir Devrimi Tanımak” başlıklı yazısını sadece öğretici bulmakla kalmayıp keyif alarak okuyacağınıza inanıyoruz. Gelecek sayımızda buluşmak dileğiyle...
Kış | 2012 -
7
Dosya
Arap Devrimi ve Olasılıklar
Yusuf Barman
1. Ocak 2011’deki muzaffer Tunus devrimiyle açılan ve dünya basınında “Arap Baharı” olarak adlandırılan, Arap ülkelerindeki devrimler süreci sadece Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki politik coğrafyayı altüst etmekle kalmadı, dünya politik durumunda yeni bir dönemin açılmakta olduğunun sinyallerini vermeye başladı. Arap kitlelerin despotik tek parti diktatörlüklerine ve monarşik rejimlere karşı başkaldırısı bir yandan bölge halklarını cesaretlendirirken, diğer yandan da etkilerini başka kıtalara da duyumsatır hale geldi. Başta İspanya olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinde yaygınlaşan gençlik ve “öfkeliler” hareketi, politik olarak doğrudan Arap devrimleriyle bağlantılı olmasa bile, mücadele biçimleri açısından bu devrimleri kendine örnek aldığını ifade etmekten kaçınmamakta. İsrail’de yüz binlerce göstericinin katıldığı yeni seferberlikler, hatta ABD’de gelişmekte olan protesto hareketleri (Occupy Wall Street) için de aynı şeyi söylemek olanaklı. Bu arada Arap devrimleri Filistin halkının mücadelesine de yeni bir dinamik kazandırmakta, uzlaşmacı diktatörlüklerin yıkılması emperyalizmi ve Siyonizmi bölgede tecrit olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmakta. Kısacası, Arap devrimleri dünya ölçeğindeki sınıflar mücadelesi dengelerini etkilemekte, sarsmakta, köklü değişiklere gebe bırakmakta. 2. Tunus’un ardından Şubat 2011’de Mısır’da zafere ulaşan devrimci süreç sadece dünya burjuvazisini değil, kendini sosyalist ya da radikal sol olarak tanımlayan geniş bir sol yelpazede de önce şaşkınlık doğurdu, ardından politik yalpalamalara yol açtı ve neticede farklı tutumlar alınmasına neden oldu. Sosyal demokrasi ve resmi sosyalist partiler kuşkusuz karşıdevrimci bir yönelişle kendi ülke burjuvazilerinin bölgedeki petrol zenginliklerine ve jeostratejik konumlanışa yönelik kaygılarını paylaştı ve emperyalist dünyayla birlikte, önce Bonapartist rejimleri destekledi, ardından bu rejimlerin devrim karşısında dayanamayacağını anlayınca kerhen muhalefet hareketlerini “onaylayıp” devrimi ve al8
Sosyalist Düşünce Dergisi
ternatif önderlikleri denetim altına alma çabasına yöneldi. Burjuva solun emperyalizm yanlısı politikası devrimci Marksizm açısından her ne kadar şaşırtıcı olmasa da, resmi sosyalizmin –gecikmeli de olsa- savunusunu üstlendiği “demokrasi” söylemi uluslararası işçi hareketi içinde sürmekte olan bilinç karmaşasına katkıda bulunmakta, özellikle ileri ülke proleterleri arasında Arap devrimlerini toplumsal kurtuluşa doğru ilerletecek önderliklerin oluşmasına yardım ve katkı konusunda atalete neden olmakta. Uzlaşmacı sendika yönetimleri ile yeşilinden pembesine kadar değişen renklerdeki her türlü “Sol” ve “Yeniden Kuruluş” partileri, cepheler, platformlar, vb. Arap devrimlerinin burjuva demokrasisinin inşasıyla “tamamlanıp” sonuçlanması için ellerinden geleni yapıyorlar. Ama yapmakla da kalmayıp, kitleler arasında bu önerilerinin insanlığın en “yüksek yönetim biçimi” olduğu yanılgısını yaymaya uğraşıyorlar. Bu anlamda emperyalist sosyal demokrasi ve liberal sosyalizm Arap devriminin önündeki en önemli uluslararası politik engeller arasında yer almaktadır. 3. Öte yandan kendini “devrimci sol” olarak tanımlayan Castro/Chavezci eski Stalinist ulusalcı sol partilerin ve akımların tutumu daha da içler acısı olmuş, bu hareketler özellikle Libya’da Kaddafi ve Suriye’de Esad’ın burjuva asker-polis rejiminin yanında ve ayaklanan kitlelerin karşısında yer almışlardır. “XXI. yüzyıl sosyalizmi” kendini Chavez’in ulusalcı burjuva rejiminin dünya petrol politikalarının hizmetine sunmuş, geliştirmekte olduğu “Çin tipi kapitalizm” için Venezüella’nın yardımına muhtaç Castro rejimi de bu politikalara “antiemperyalist” ideolojik kılıf sağlama görevini üstlenmiştir. Yıllardan beri petrol yataklarını çok uluslu emperyalist şirketlerin sömürüsüne açmış ve emperyalizmle “anti-terörizm” mücadelesinde sıkı işbirliğine girmiş halk düşmanı Kaddafi ailesinin terörist Bonapartist diktatörlüğünü; iktidarda kalabilmek için Şii bağlamı üzerinden İran’daki molla diktatörlüğünden destek alan, ama bir yandan da liberal politikalarla devlet işletmelerini dünya kapitalizminin emrine sunan ve böylece emperyalist kampa yaltaklanan Esad ailesinin insafsız asker-polis rejimini, bütün bu ve benzeri karşı devrimci iktidarları “antiemperyalist” göstermeye çalışan ulusalcı sol böylece bir yandan Arap emekçilerinin mücadelesinin karşısında yer alırken, diğer yandan da devrimci sürecin ihtiyaç duyduğu uluslararası dayanışma ve işbirliği çabalarını ağır biçimde baltalamaktadır. Ulusalcı solun Kaddafi ve Esad rejimlerini desteklemesi, Chavez ve Castro iktidarlarının küçük burjuva, bürokratik ve Bonapartist niteliğini de açığa vurmaktadır. 4. 1980’lerin sonlarından itibaren dünya Stalinist imparatorluğunun emekçi kitlelerin isyanı ve basıncı altında yıkılması sırasında da benzer bir durum yaşanmıştı. Ulusalcı sol bürokratik diktatörlüklerin çöküşünü bir “uluslararası felaket” olarak algılamış ve yığınların ayaklanmasını emperyalizmin komplolarına bağlamıştı. Oysa Doğu Avrupa devrimleri, eski işçi devletlerinde on yıllardan beri kapitalizmi inşa etmekte olan ve bunun faturasını sadece ekonomik olarak değil ama aynı zamanda toplumsal ve politik olarak da emekçilere ödeten; diğer ülkelerdeki temsilcilerini (komünist partiler) bu ulusal politikalarına alet edip dünya devrimci sürecini sistematik olarak frenleyen Stalinist bürokrasiyi alaşağı ederek, dünya emekçi yığınlarını tarihsel bir cendereden kurtarmıştı. Öyle ki, eğer bugün Stalinist diktatörlük ve onun ulusal uzantıları hâlâ var olsaydı, belki de Arap kitlelerin ayaklanması mümkün olamayacak ya da kolayca yolundan saptırılıp bastırılabilecekti. Arap ülkelerindeki Stalinist partiler bürokratik tek parti diktatörlükleriyle sürekli işbirlikleri yapmışlar ve kitlelerin arasındaki güçlerini bu diktatörlüklerin emrine sunmuşlardı. Bugünkü devrimler sürecinde bu partilerin artıklarının artık kitle mücadelelerini saptırma ve durdurma gücüne sahip olmaması, devrimlerin başarıya ulaşabilmesindeki en büyük etmenlerden biridir. Bu anlamda Doğu Avrupa devrimlerinin Arap baharının yolunu hazırladığını söylemek hiç de abartma sayılamaz. Kış | 2012 -
9
5. Stalinist imparatorluğun yıkılması dünya proletaryası ve emekçi yığınları açısından ne denli olumlu olmuşsa, Arap halkları ekonomik, toplumsal ve politik köleliğe mahkûm eden ve onları sürekli bir bölünmüşlük altında tutan Bonapartist askerpolis rejimlerinin yıkılması da bölge devrimi ve dünya devrimci süreci açısından devasa bir ilerleme anlamına gelmektedir. Her şeyden önce emperyalizm bölgede Mübarek, Bin Ali, Kaddafi gibi koçbaşlarını yitirmiştir. Bugün Arap ülkelerinde kitleleri baskı, şiddet ve katliam yöntemleriyle denetim altında tutacak asker-polis rejimleri yıkılma sürecine girmiştir ve bu gelişme emperyalizmi tedirgin etmektedir. Tam da bu nedenle emperyalizm önce bu rejimleri ayakta tutmaya çalışmakta, bunun mümkün olmadığın¡ gördüğü andan sonra devrimin saflarına sızmaya ve kendine onun içinde yeni önderlikler aramaya yönelmektedir. Bu, Arap devrimleri açısından büyük bir tehlike oluşturmakla birlikte, emperyalizmin bölgede dengesini yeniden bulması kolay olmayacaktır. Devrimler Arap dünyası içindeki Siyonizm işbirlikçilerini de temizlemekte ve Filistin mücadelesinde yepyeni bir dönemin açılmasına yardımcı olmaktadır. Kaddafi’nin Trablus’tan kaçtığı gün Mısırlı kitlelerin İsrail’in Kahire büyükelçiliğini işgal etmeleri; Filistin’in Birleşmiş Milletler’e bağımsız devlet olarak tanınma başvurusunda bulunması; Filistin Kurtuluş Örgütü ile Hamas arasında birleşme doğrultusunda adımların atılması Arap devrimlerinin çizmeye başladığı yeni çerçevede gelişen olgulardır. Ve kuşkusuz bu devrimler dünya emekçilerinin uzun bir zamandan beri tatmadığı zafer duygusunu yeniden canlandırmakta, mücadelelerden olumlu sonuçlar alınabileceğini anımsatmakta ve yeni bir uluslararası işbirliğinin ve inşanın olanaklarını yaratmaktadır. 6. Emperyalizm karşısındaki “ulusalcı” niteliklerini onlarca yıl önce yitirip –değişen tempolarda- onun bölgedeki ajanları haline gelen ve emperyalizm tarafından çizilen “ulusal sınırları” emekçi yığınlar için birer hapishaneye dönüştüren militaristdespotik Arap rejimleri yıkılmayı çoktan beri hak ediyorlardı. 1950-60’larda hemen hepsi askeri darbeler aracılığıyla iktidara gelen Arap ulusalcı akımları (1954’te Mısır’da Nasır’ın Özgür Subaylar hareketi, 1958’de Irak ve 1963’te Suriye’de BAAS darbeleri, 1962’de Cezayir’de Ulusal Kurtuluş Cephesi iktidarı ve ardından 1965’te Bumedyen’in askeri darbesi, 1969’da Libya’da Kaddafi’nin “İslami Sosyalist” rejimi, 1967’de Güney Yemen’de iç savaş ve Ulusal Kurtuluş Cephesi iktidarı, vb.) ilk aşamada petrol zenginliklerini ulusallaştırarak ve Siyonist İsrail devleti karşısında tutum alarak emperyalizmle aralarına mesafe koymuşlar ve böylece Arap halklar arasında ulusal kurtuluşçu ve toplumcu umutların doğmasına neden olmuşlardı. Özellikle 1956’da Mısır’da Nasır’ın Süveyş Kanalı’nı ulusallaştırması ve Asuan barajı inşaatına ilişkin İngiltere ve ABD’nin önerilerini reddedip ihaleyi SSCB’ye devretmesi Arap dünyasının uluslararası konumlanmasında köklü bir değişiklik yaratmıştı. Irak, Suriye, Mısır ve Libya arasında çeşitli tarihlerde başlatılan birleşme girişimleri de Arap ulusalcılığının emperyalizm karşısındaki atılımının işaretleri olmuştu. 7. Ama bu Arap birliği girişimleri (1958’de Mısır ve Suriye; 1963’te Mısır, Suriye ve Irak; 1970’lerde Libya’nın Arap Cumhuriyetleri Federasyonu ve Arap İslam Cumhuriyeti kurulması çabaları) sadece öbür Arap ülkelerinin bu tür bir niyete sahip olmaması değil, aynı zamanda bizzat girişimci ülkelerin rejimlerinin özel çıkarları nedeniyle başarısızlığa uğradı. Arap ulusunun emperyalizm tarafından bölünmüşlüğünün halen sürmesinin ana nedeni, bu ülkelerdeki burjuva ulusalcı iktidarların sınıfsal ve politik niteliğidir. Ulusalcı Arap iktidarları dünya jeostratejisinde emperyalizmle aralarına mesafe koyup dönemin SSCB’siyle daha yakın diplomatik ve askeri ilişkiler geliştirmekle birlikte, kapitalist dünyanın birer parçası olarak kalmışlar ve ülkelerindeki toplumsal biçimlenişte burjuva mülkiyet ilişkilerini temel almaya devam etmişlerdir. SSCB’deki Stalinist bürokrasinin işçi devletinin temellerini adım adım yıkıma uğrattığı bir süreçte, onunla stratejik işbirliği kuran “Arap sosyalizminin” kapitalist mülkiyeti lağvedip işçi devleti inşasına geçmesi beklenemezdi ve nitekim Sovyet bürokrasisinin “kapitalist olmayan yol” diye ad10
Sosyalist Düşünce Dergisi
landırdığı strateji Arap ülkelerinde sınırlı bir devlet kapitalizminin ötesine geçmedi. Bu tip bir ekonomi üzerine yükselen rejim, komprador burjuvazi ile devlet bürokrasisinin (askeri ve sivil) çıkarlarına hizmet eden kendine özgü (sui generis) Bonapartist1 bir nitelik kazanarak kitleler üzerinde işleyen müthiş bir baskı mekanizmasına dönüştü. Tek parti diktatörlüğü, kitlelerin demokratik haklardan yoksunluğu, emekçiler üzerinde sistematik baskılar, dini ve ulusal azınlıklar üzerinde jenosit düzeyine varan devlet terörü uygulamaları, lider tapınması, işkenceler ve idamlar rejimin yer yer faşizan nitelik kazanan temel özellikleri haline dönüştü. 8. Petrolün ulusallaştırılmasından kaynaklanan gelirler ve ulusal kalkınma programları bu ülkelerde ilk elde üretici güçlerde hızlı bir gelişmeye neden olmakla birlikte bu gelişme toplumsal refahın artması ve yaygınlaşmasına dönüşmek yerine rejimi elinde tutan Bonapartist bürokrasi ile onun çevresinde kümelenen komprador burjuvazinin kendini zenginleştirmesinin ana kaynağı haline geldi. Bürokratik rejimler kırsal bölgelerde egemen olan feodal ilişkileri de tasfiye etmek yerine aşiret ilişkilerini ve ağalık sistemini kendi egemenliklerini sürdürmenin araçları olarak kullanmaya devam ettiler. Böylece emekçi ve yoksul yığınlar üzerindeki sömürü ve baskılar, politik olmanın yanı sıra toplumsal ve ekonomik düzeylerde de katmerleşerek sürdü. Ancak bu yarısömürge ülkelerde bir yandan bürokrasi ve burjuvazi tarafından yağmalanan devlet kaynaklarının tükenmeye başlaması ve ardından 1974 krizi sırasında petrol fiyatlarındaki ani ve ciddi düşüş devlet gelirlerinin daha azalmasına yol açarak, devlet kapitalizmi ekonomilerini şiddetli bir krize sürükledi. Emekçilerin gelir düzeylerinin iyiden iyiye düşmesi, artan işsizlik, iç göçler nedeniyle büyük kentlerin çevresine yığılan yoksul orduları krizin toplumsal ve siyasi boyutlar kazanmasına yol açtı. Öte yandan İsrail ile girişilen savaşlarda alınan yenilgiler (özellikle 1967 ve 1973’te) Nasırcılığın ve genel olarak Arap ulusalcılığının kitlelerin nezdinde iflas etmeye başlamasına katkıda bulundu. 9. Bütün bu dönem boyunca Bonapartist diktatörlüklerin Sovyet Birliğince desteklenmesi ve Moskova yanlısı Stalinist partilerce “antiemperyalist ve ilerici” olarak tanımlanması, baskı ve sömürü altındaki hoşnutsuz kitlelerin proleter devrimci bir seçenekten yoksun kalmasının en önemli nedeni oldu. Komünist partiler sadece “halk cephesi” stratejisiyle diktatörlük hükümetlerine katılmakla ve böylece asker-polis rejimlerinin uyguladığı baskı ve sömürünün suç ortakları olmakla kalmadılar, ulusalcı yönetimlerin zaman zaman bizzat komünist hareket üzerine yönelttiği tasfiye girişimleri karşısında sessiz kalarak binlerce devrimci kadronun ve militanın telefinin sorumlusu oldular. Öte yandan rejimler tüm bağımsız işçi örgütlerini tasfiye edip doğrudan partiye bağlı tek sendika aracılığıyla işçi sınıfını dolaysız denetim altına aldılar, sendika bürokrasisine karşı en ufak muhalefeti veya bağımsız işçi girişimini şiddetle ezdiler. Emekçi yığınlara kitle inisiyatifi olanağı verecek en ufak bir demokrasi alanı bırakmadılar. Ulusalcı Arap partilerinin bağlı oldukları II. Enternasyonal (dünya sosyal demokrasisi), Moskova bürokrasisi ve Stalinist komünist partiler Bonapartist diktatörlüklerin Arap halklar üzerinde uyguladığı baskı ve sömürünün temel araçları olmuştur. Onların bu çizgisini bugün toplumsal hareketçilerin, ulusalcı sol akımların ve XXI. yüzyıl sosyalizmcilerinin üstlendiği görülmekte. 10. Bu koşullar altındaki kitlelerin diktatörlük rejimlerine ve ağır sömürü ve yoksulluğa karşı hoşnutsuzluklarını ve tepkilerini örgütleyip önderlik boşluğunu doldurmaya yönelenler İslami akımlar oldu. Özellikle I. Dünya Savaşı sırasında İngiliz sömürgeciliğine karşı dirençli bir mücadele vermiş, ama Arap ulusalcılığı karşısından gücünü büyük oranda yitirmiş olan İslamcı akım, 1970’lerin ortalarından itibaren özellikle yerel burjuvazinin önderliğinde tekrar canlanmaya başladı. 1 Kendine özgü Bonapartizm konusuna ilişkin olarak bak., Yusuf Barman, “Rejim Nereye Gidiyor?”, Mesafe, 7. sayı, Bahar 2011. Kış | 2012 -
11
Bunların arasında özellikle, güçlü bir hatip ve İslamcı entelektüel olan Hasan elBenna’nın 1927’de kurmuş olduğu Müslüman Kardeşler (İhvan) örgütü, devlet kapitalizminin efendisi olan asker-sivil bürokrasi karşısında ekonomik açıdan zenginleşme olanaklarından yoksun kalan yerli yatırımcıların, pazar burjuvazisinin ve ticaret erbabının önderliğini üstlenmekle kalmadı, İslami popülist söylemiyle eğitimli genç işsiz yığınlar, proleterleşme (dolayısıyla işsiz kalma) korkusu yaşayan küçük burjuva kesimler, kent varoşlarına yığılmış yoksullar ve lümpen proleter kitleler arasında kendisine geniş bir destek buldu. Mısır’ın yanı sıra Suriye, Sudan, Ürdün, Kuveyt gibi ülkelere de yaygınlaşan Müslüman Kardeşler ayrıca diğer Arap ülkelerinde benzer İslamcı siyasi akımların kurulmasına da referans oluşturdu.2 1979’da İran’daki işçi-halk devrimini bir karşıdevrimle ezerek iktidarı ele geçiren mollaların kurduğu İslamcı rejim de, bu akımların giderek daha da güçlenmesinde etkili oldu. Arap milliyetçiliği artık iflas etmişti ve İslamcı burjuva ve karşıdevrimci akımlar ondan boşalacak yeri almaya hazırlanıyorlardı. 11. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren dünya kapitalizminin yeni bir krize sürüklendiği, neoliberalizmin “küreselleşme” saldırısını başlattığı ve Stalinizmin SSCB’den başlayarak tüm eski işçi devletlerinde çökmeye yüz tuttuğu koşullarda Arap Bonapartizmleri de derin bir bunalıma girdi. Asker-sivil bürokrasiler için devlet kapitalizminin kaynakları tükenmişti ve toplumsal ve ekonomik ayrıcalıklarının devamı için yeni bir yönelişe ihtiyaç duyuluyordu. Bu arada bir yandan yerel burjuvazilerin talep ve baskıları, öte yandan İslamcı örgütlerin politik tehditleri bu ihtiyacı daha da şiddetlendiriyordu. Bu koşullar altında rejimler politik ve ekonomik düzeylerde –ve farklı tarihler ve tempolarda- iki önemli açılıma yöneldiler: Politik düzlemde, içerde baskı sistemini yoğunlaştırırken uluslararası arenada emperyalizmle daha iyi ilişkiler kurmaya giriştiler. Öncelikle Mısır ve Ürdün, ardından Filistin Kurtuluş Örgütü Siyonist devletin meşruiyetini tanıyarak emperyalizmle barış anlaşmaları imzaladılar (1979 Camp David, 1993 Oslo). Suriye bu anlaşmaları sessizce destekledi ve bunun karşılığında Lübnan’daki askeri işgaline emperyalizmin ses çıkarmamasını sağladı. 1980-88 arasında Irak, emperyalizmin jandarması rolüyle İran’a karşı tüm bölgeyi yangın yerine çeviren ve kitlelere sefalet getirmekten başka bir işe yaramayan kanlı bir savaşa girişti. 1988’de Cezayir, Fas üzerinden eski sömürgecisi Fransa ile diplomatik ilişkilerini yeniden tesis etti. 2003’ten itibaren Kaddafi emperyalizmin dünya ölçeğindeki “anti-terör” savaşında ajan ve işkenceci olma görevi üstlendi. Bütün bu gelişmeler yarısömürge Arap devletlerinin emperyalizme olan bağımlılığına daha doğrudan ve derin bir nitelik kazandırdı. 12. Ulusalcı Arap rejimlerinin ekonomik alanda gerçekleştirdikleri dönüşüm ise, liberalleşme ve ulusal kaynakları emperyalizmin dünya örgütlerine (Uluslararası Para Fonu –IMF- ve Dünya Bankası) ve çokuluslu şirketlerine açmak oldu. 1980’ler boyunca Mısır, Sudan, Fas, Tunus, Ürdün, onu izleyen on yıl içinde Lübnan, Cezayir ve Yemen IMF ve DB ile teknik ve mali anlaşmalar imzaladı, nihayet 2000’lerde Libya ve Suriye aynı doğrultuda adımlar attı. Bu anlaşmalara ülke ekonomilerindeki özelleştirmeler eşlik etti. Mısır 1990’ların ikinci yarısında kamu sektörünün üçte birlik bölümünü özel sermayeye devretti; Fas, ABD ile serbest bölge anlaşmaları imzaladı; Ürdün yabancı şirket yatırımlarını kolaylaştırdı; Tunus, yabancı sermaye kârlarının yurt dışına çıkarılması işlemlerini kolaylaştırdı; Libya, petrol zenginliklerini İtalyan ve Fransız şirketlerinin hizmetine açarken Cezayir doğalgaz kaynaklarına ilişkin aynı kolaylıkları Fransız ve İspanyol çokuluslularına gösterdi. Suriye özelleştirmeler ve diğer ekonomik liberalleşme politikaları doğrultusunda kararlılıkla ilerlemeye başladı. Böylece 2002-08 döneminde başta Mısır ve Tunus olmak üzere Arap ülkelerine yönelik doğrudan yatırımların hacminde (esas olarak ABD, AB ve petrol zengini Arap ülkeleri sermayesi) tarihte görülmemiş bir artış gerçekleşti. 2 Necmettin Erbakan’ın 1970’de kurduğu Milli Nizam Partisi de bunun bir örneği olmuştur.
12
Sosyalist Düşünce Dergisi
13. Bu dönemde emperyalist sermaye, doğrudan yatırımlar, şirket satın almaları ve birleşmeler, işletme anlaşmaları, vb. yollarıyla yarısömürge Arap ülkelerine doğru akarken kuşkusuz, devrimler başladıktan epeyce bir süre sonra üstlenmek zorunda kaldığı “demokrasi” gündemine asla değinmiyordu. Örneğin emekçi kitleler üzerinde canice baskı uygulayan Kaddafi, Lockerbie bombacısı AbdelBaset al-Megrahi’yi İngiltere’ye bahşettiği ekonomik ayrıcalıklar sayesinde Tony Blair’in elinden kurtarabiliyor, Berlusconi tarafından dost ilan ediliyor, İspanya ve Almanya’dan kolaylıkla silah satın alabiliyordu. Tunus’u kendi şirketiymişçesine işleten Bin Ali ailesi, Fransız hükümet temsilcilerini özel uçaklarla getirip lüks yatlarda ve yazlıklarda ağırlayabiliyor, bu sayede kendi denetimindeki ülke ihracatının yüzde 50’sini Avrupa’da pazarlayabiliyor ve AB’li yatırım şirketlerine cazip pazarlar sunabiliyordu. Gelir dağılımı, yoksulluk düzeyi ve işsizlik oranı rakamları insanlık dışı korkutucu düzeylere ulaşan Fas’ta monarşi, serbest ticaret bölgesi için ayırdığı Tanca limanının inşaatı için 1 milyar dolar harcayabiliyordu. Ürdün ve Bahreyn monarşileri de ABD ile benzer serbest ticaret anlaşmaları imzalamışlardı. 2009’da Mısır, Uluslararası Finans Korporasyonu ve Dünya Bankası tarafından kendisine verilen en yüksek kredi notunu kutlarken, aynı zamanda bu kuruluşların raporlarında ülkedeki işsizlik oranına, gelir adaletsizliğine ve Kahire’nin çevresine yığılmış milyonlarca yoksulun yaşadığı gecekondulara değinilmemesine seviniyordu. 14. Ticaret ve yatırım imkânlarını geliştirebilmek için Bonapartist yönetim elitleri ve monarşilerle doğrudan ilişkiye giren ve onlara sorgusuz destek sunan ABD ve AB burjuvazileri için bu ülke halklarının yaşadığı politik baskılar ve toplumsalekonomik sorunlar ciddi bir engel oluşturmuyordu. Çünkü bu ülke halkları esas olarak Batı ürünleri için potansiyel alıcılar değil, onların üretiminde taşeron görevi üstlenen imalathanelerde kolayca sömürülecek ucuz ve örgütsüz (ya da rejime bağlı sözde sendikalarca denetlenen) emek gücü oluşturmaktaydı. Öte yandan yabancı sermaye yatırımlarının temel alanlarını oluşturan hidrokarbon ve turizm sektörlerinin ürünlerinin (hizmetler dâhil) potansiyel alıcıları da Batı pazarlarıydı. Emperyalist sermayenin yarısömürge Arap ülkelerine yönelik geliştirdiği bu sömürü ilişkisi, kendi ülkesinin kaynaklarından daha fazla yararlanıp zenginleşmek isteyen yerli burjuva kesimlerimin İslami çerçevede geliştirdiği “antiemperyalist” söyleme ve emperyalizmle işbirliği içindeki asker-polis rejimleri karşısında kullandığı “demokrasi” savlarına zemin oluşturmaktaydı. Emperyalizm işbirlikçisi rejimlerin “laik” niteliğinin ve İslamcı hareket üzerinde uyguladıkları baskıların nedeni de, asker-sivil bürokrasi ve kompradorlar ile yerli burjuvazi arasında süregiden bu mücadeledir. 15. Ancak tarihsel açıdan en önemli olgu, Arap ülkelerindeki devrimlerin yerli-yabancı egemen kesimler arasındaki çekişmeden değil, onların bir bütün olarak sömürü nesnesini oluşturan gençliğin ve emekçi kitlelerin bir anda politika sahnesine sıçramasından patlak vermiş olmasıdır. Arap halklarını ırkçı bir bakış açısıyla demokrasiye lâyık olmayan “uyuşuklar sürüsü” gibi göstermeye/görmeye çalışmış/ alışmış emperyalist “politika mühendislerini”; tebaasını kırbaç ve lider posterleriyle devlet karşısında ilelebet iki büklüm halde tutabileceğine inanan Bonapartları ve Sultanları; müminlerini dualarla ve efsunlu demeçlerle istedikleri yere sürebileceklerine inanan İslamcı politika kurtlarını ve “aydınlarını”; bunların hepsini şaşırtan, onları devrim karşısında ilk anda felçleştiren de bu olgu olmuştur. Arap devrimleri, geleneksel ulusalcı veya İslamcı önderliklerin etkisi veya doğrudan müdahalesinin dışında, kitlelerin bağımsız girişimleri sonucunda birer halk devrimi olarak başlamıştır. Yerel önderlerin dışında herhangi bir örgütlü önderliğe sahip olmaması bu devrimlere kendiliğinden bir karakter kazandırmıştır. Arap devrimlerinin gücünü olduğu kadar sınırlarını ve onları bekleyen tehlikeleri belirleyen, işte bu karakterleridir. Kış | 2012 -
13
16. 2010 sonunda Tunus’ta Muhammed Bouzazi’nin kendini şehit etmesiyle başlayıp hızla Mısır, Yemen, Bahreyn, Libya ve Suriye’ye yayılan Arap devrimi kendiliğinden bir nitelik taşımakla birlikte, kendi mücadele öncüllerinden yoksun değildir. Tunus’ta ekonominin liberalleştirilmesi sonucunda doğan yoksulluğa karşı 1984’te “Ekmek Ayaklanması” gerçekleşmiş; 1987’de UGTT’nin (Tunus Genel İş Sendikası) düzenlediği protesto gösterilerine güvenlik kuvvetleri ateş açmış (“Kara Perşembe”); 2008’de güneydeki Maden Havzası’nda madenciler ücret ve sosyal hakları için grev ve direnişler düzenlemiş; 2010 Ağustosu’nda Ben Guerdane’de hükümetin sınır kapatma uygulamasını protesto eden göstericiler ile polis arasında çatışmalar yaşanmıştı. Mısır’da da protestolar son dört yıl içinde yoğunlaşmış, özellikle Nisan 2008’de Mahallet el-Kübra’daki devlet tekstil fabrikası işçilerinin mücadelesiyle yeni bir aşamaya ulaşmıştı. 2011 devrimi sırasında etkin olan 6 Nisan gençlik hareketi de o dönemde, Mahalletli emekçilerle dayanışma kampanyası olarak kurulmuştu. Cezayir ve Yemen’de kanlı iç savaşlar yaşanmış, Suriye’de Kürt ve Sünni (1982 Hama) kitleler katliamlara maruz kalmış, Libya ve Fas’ta zindanlar politik tutuklularla dolmuştu. Ancak bugünkü devrimci ayaklanmaları bu mücadelelerden ayırt eden, -salt ekonomik veya salt politik talepler çerçevesinde- kısmi ya da -belirli bölgelere özgü- yerel kalmayıp ülke çapında yaygınlaşmaları ve ulusal düzeyde kitlelerin katılımıyla gerçekleşmekte olmalarıdır. Devrimler “iş, ekmek ve özgürlük” taleplerini ve emekçi kitleleri birleştirmektedir. 17. Devrimin ateşleyicisi Tunus ve Mısır’daki işsiz gençlik kitleleri oldu. Zaten kronik bir işsizlik sorunu yaşayan bu ülkelerde liberal ekonomi uygulamaları işsizlik oranını dayanılmayacak boyutlara ulaştırdı.3 Sadece 10 milyon nüfuslu Tunus’ta üniversite diplomalı işsiz gençlerin sayısı 150 binin üzerine, 24 yaş altı gençler arasındaki işsizlik oranı ise %31 düzeyine ulaşmış durumda. Fas, Suriye, Irak ve Mısır’da da benzer rakamlar söz konusu. 24 milyon nüfuslu Yemen’de ise gençler arasındaki işsizlik oranının yüzde 60 düzeylerinde olduğu belirtilmekte. Tunus’ta devrimi ateşleyen Bouzazi de, seyyar satıcılık yapan bir üniversite mezunu idi; tezgâhına polisin el koymasını kendini yakarak protesto eden Bouzazi, bu eylemiyle öfkeli genç kitleleri harekete geçirmiş ve protestolar hızla tüm ülkeye yayılmıştı. Aynı gençlik kitleleri Mısır’da da Tahrir meydanını işgal etmişti. Her iki ülkede de rejimin silahlı güçlerinin protestocu genç yığınlara saldırması bu kez daha geniş kitlelerin eyleme geçmesine ve protestoların diktatörlük rejimine karşı genel bir ayaklanmaya dönüşmesine yol açmış; böylece gençliğin işsizliğe karşı talepleri ile Bonapartist rejime karşı demokrasi talebi birleşerek devrimci durum yaratmıştı. Facebook ve Twitter’ın Tunus ve Mısır gençliği arasındaki etkisinin tartışıldığı bir anda da, üniversiteli gençlik arasında İnternet’e erişim oranı %10’u bulmayan Yemen’de aynı yığınlar aynı taleplerle Saleh diktatörlüğüne karşı seferber olmuşlardı. Libya ve Suriye’de ise devrimler, rejim muhafızlarının Tunus ve Mısır devrimlerini kutlamak isteyen genç kitlelerin üzerine saldırması ve katliamlara girişmesine karşı protestolar ve ayaklanmalar biçiminde ve doğrudan demokratik taleplerle başlayacaktı. Özetle: Arap devriminin başlatıcıları, yoksul ve işsiz gençler ile üniversite gençliği (özellikle Tunus’ta liseliler de dâhil olmak üzere) olmuştur. 18. On yıllardan beri tek partinin denetimindeki dikey sendikalar hapishanesine mahkûm edilen ve her türlü demokratik haktan mahrum bırakılan işçi sınıfının devrimlere katılması, ayaklanmaların ikinci aşamasında gerçekleşmiş olmakla birlikte, devrimlerin kaderinde belirleyici olmuştur. Tunus proletaryası rejime karşı öğrenci ve gençlik seferberliklerinin süreklilik kazanmasının ve ordu içinde rejimin baskı politikasına karşı direnişin başlamasının ardından yaygın bir grev 3 Resmi istatistikler %7 gibi inanılması zor rakamlar verirken, gerçek işsizlik oranlarının %25– 30 düzeylerinde olduğu, bu oranın genç nüfus arasında %50’nin üzerindeki boyutlara ulaştığı kabul edilmekte.
14
Sosyalist Düşünce Dergisi
dalgası yaratmış ve bu yolla ayaklanmalara katılmıştı. Onun bu girişimi rejim yanlısı UGTT önderliği içinde çatlamalara yol açmış, pek çok yerel sendika örgütünün bürokrasiden koparak devrime aktif olarak ve hatta belirli bölgelerde öncü örgütleyici güç olarak katılmasını sağlamıştı. Mısır’da da işçi sınıfı sürece gecikmeli olarak katılmış ve Tahrir meydanına kitlesel olarak ancak Şubat’ın ikinci haftasında girmişti. Gene Tunus’takine benzer biçimde grevler yaygınlaşmış ve bağımsız sendikalar Mısır Sendikaları Federasyonu’nun (FETU) kurulduğunu ilan etmişlerdi. Bu iki ülkede de grevler ve işçi mücadeleleri devrimden sonra da sürmüştür ve halen de sürmektedir. 19. Rejimin doğrudan iç savaş yöntemlerine başvurduğu Libya, Sudan ve Suriye’de ise işçilerin mücadelelere sınıfsal kitle halinde katılımından –en azından şimdilik- söz etmek olanaklı görünmüyor. Libya’da petrol ve inşaat sektörlerinde çalışanların ana gövdesini oluşturan yabancı işçilerin (diğer Arap ülkeleri, Afrikalılar, Güneydoğu Asyalılar, Türkler, vb.) hemen tamamı çatışmaların yaygınlaşmasıyla birlikte ülkeden ayrıldılar. Herhangi bir sendikal veya politik örgütlenmeden yoksun Libyalı emekçiler ise isyancı birliklere katılarak bölge, aşiret, vb. temelinde örgütlenen milislerin içinde dağınık biçimde yer aldılar. İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadelesinde büyük deneyimler edinmiş ve Sudan İşçi Sendikaları Federasyonu (SWTUF) içinde militan bir örgütlülüğe kavuşmuş olan Sudan işçi hareketi ise, 1989’da Ulusal İslami Cephe hükümetinin saldırıları ve SWTUF’yi yasadışı ilan etmesi sonucunda oldukça zayıflamış ve yeni döneme sendikal ve politik örgütlenmeden yoksun biçimde girmek zorunda kalmıştı. Öte yandan muhalefet içindeki aşiret önderlerinin seferberlikleri kendi denetimleri altına alma çabaları ve emekçi yığınları bölgecilik temelinde bölmeleri Sudan proletaryasının devrim sürecine damgasını vurma olanaklarını daha da güç hale getirmektedir. Benzer bir durum Suriye için de geçerlidir. 1968’de BAAS tarafından tek ve dikey sendika haline getirilen Genel Sendikalar Federasyonu tümüyle rejim tarafından denetlenmektedir ve gerek sendika bürokrasisi gerekse Bonapartist hükümet ülkedeki kitle seferberliklerini İslamcı ayaklanmalar biçiminde göstererek sınıfın devrimci mücadeleye katılımını engellemeye çalışmaktadır. Buna karşılık, özellikle ülkenin kuzeyinde Sünni önderliğin gelişen seferberlikler üzerinde denetim kurma girişimleri, Suriye işçi sınıfının rejimin denetiminden kopmasını ve birleşik bir örgütlenmeye girebilmesini güçleştirmektedir. 20. Tunus ve Mısır’da devrim önce öğrenci-gençlik ayaklanmaları biçiminde başlamış ve bu ayaklanmalar rejimin tüm baskı girişimlerine karşın süreklilik kazanmış; bunu bir süre sonra rejimin içerden parçalanması ve özellikle ordu kanadında doğan itaatsizlikler izlemiş; nihayet işçi sınıfının devrime kitlesel biçimde katılması sonucunda Bin Ali ve Mübarek iktidardan uzaklaştırılmıştır. Bu, gerek izlediği yol gerekse ileri sürülen taleplerin içeriği (iş, ekmek, özgürlük) bakımından klasik bir Şubat devrimini andırmaktadır.4 Ondan ayrıldığı nokta (Rusya’da Şubat devriminin otokrasiyi tümüyle çökertmesine karşılık), Bonapartist rejimin başını kopartmakla birlikte gövdesini henüz tümüyle ortadan kaldıramamış olması. Bu durum, devrime “devrim” olma niteliğini kaybettirmemekle birlikte, onun yarıda kalma ve hatta rejimin eski unsurları tarafından tasfiye edilmesi tehlikesini doğurmaktadır. Libya’da devrim doğrudan iç savaş halini almış ve kitlelerin öndersizlik halinden yararlanan eski rejim muhafızları Geçici Ulusal Konsey biçiminde yönetimi ellerine geçirmiştir. Sudan’da da rejimin muhalif generalleri ile iktidardakine düşman aşiret reisleri kitle seferberliklerini denetleme gayretindedir. Benzer bir manevra Türk hükümeti aracılığıyla Suriye üzerinde de uygulanmaya çalışılmaktadır. Kısacası, bütün bu ülkelerde devrimci sürecin kazanımları emperyalizm yanlısı burjuvazi tarafından tasfiye edilme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bununla birlikte bu 4 Bu konuya ilişkin tartışma için bak.: “Arap Devriminin Öğrettikleri”, Mesafe, 7. sayı, Bahar 2011. Kış | 2012 -
15
burjuva karşıdevrimci önderliklerin devrimleri tümüyle durdurabilmesi ve kendi “istikrar” ortamlarını yaratabilmeleri için kitlelerle kaçınılmaz olarak çatışmaya girmeleri gerekecektir. Bu anlamda Arap sürecinin önünde ciddi bir devrim ile karşıdevrim çatışması dönemi bulunmaktadır. 21. İşsiz ve gençlik kitlelerinin deneyimsizliği ve örgütsüzlüğü, öte yandan ülke proletaryalarının politik ve toplumsal açılardan dağınık ve önderlikten yoksun olması, bu ülkelerde yıllardan beri sağlam örgüt ağları –ideolojik, politik ve toplumsal açılardan- kurmuş olan İslamcı akımın müthiş bir oportünist dönüş gerçekleştirerek önderliğe yükselmeye çalışmalarının yolunu açmıştır. Tunus ve Mısır’da İslamcılar, bırakın başı çekmeyi, devrimci ayaklanmalara son ana kadar katılmamışlar, hatta rejimi desteklemişler ve ancak mücadelenin zafere yaklaştığını gördüklerinde ve o da çoğunlukla bayraklarını bir yana bırakarak kitlelerin yanına katılmışlardır. Buralarda hükümetler düştüğünde ise, Tunus’ta En Nahda geçici hükümete bakan vererek, Mısır’da ise Müslüman Kardeşler askeri cuntanın anayasa tadilatını onaylayarak, rejimden geri kalanın kurtarılmasına yardımcı olmuşlardır. İslamcı akımın stratejisi, kitle hareketinin diktatörlük rejimlerini tümüyle tasfiye edecek ve dolayısıyla daha ileri hamleler yapacak güce ulaşmasını engellemek; militarist rejim üzerinde kendi yolunu açacak bazı anayasal “düzeltmeler” gerçekleştirmek; bu yolla emperyalizmin ve tüm burjuva kesimlerin güvenini de kazanarak ve kitlelerin örgütsüzlük halinden yararlanarak kendisini bir “parlamenter seçenek” halinde iktidara taşımaktır. Tunus ve Mısır’da düzenlenen seçimlerde bu yolda ileri adımlar atan İslamcı hareketin bu stratejisi bir “demokratik karşıdevrim” gibi gözükmekle birlikte yürürlüğe koymaya çalışacağı her program, kitlelerin “iş, ekmek, özgürlük” istemleriyle kaçınılmaz olarak çatışmaya girecektir. Öte yandan Libya’da Geçici Ulusal Konsey kitleleri daha şimdiden şeriat çemberi içine sıkıştırmaya çalışmakta; Suriye’de ise İslamcılar kitle ayaklanmasını –tam da rejimin istediği biçimde- Sünni-Şii çatışmasına dönüştürmeyi istemekteler. Dün görünürde diktatörlük rejimlerinin en dişli muhalifleri olan İslamcılar, bugün Arap devriminin en tehlikeli düşmanları haline gelmiş durumdadır. 22. Kimi sol akımların İslami harekette antiemperyalist özellikler bulduğu son yirmi yıllık dönem boyunca biz devrimci Marksistler, İslamcılığın Batı karşıtı söyleminin onun antiemperyalist olduğu anlamına gelmediğini, İslamcı yelpazenin çok geniş bir kesiminin (başta Müslüman Kardeşler ve türevleri olmak üzere) burjuva karşıdevrimci bir karakter taşıdığını ve bu akımın asıl düşmanının emperyalist burjuvazi değil proletarya ve emekçi yığınlar olduğunu ısrarla belirtmiştik. Bu gerçeği, bırakın Arap Yarımadası’nda, Bush ve Obama’nın dostu tarafından yönetilen “stratejik NATO müttefiki” Türkiye’de ya da ABD işbirlikçisi Şii şeriatçıların iktidarı altındaki Irak’ta göremeyenler, bugün ulusal ekonomilerini dünya kapitalizminin hizmetine açacaklarını daha şimdiden duyurmuş olan İslamcı önderliklerce yönetilmeye hazırlanan Mısır ya da Tunus’ta ya da emperyalistlerin uçakları altına sığınmış şeriat vaatçilerinin eline düşme tehlikesiyle karşı karşıya olan Libya’da umarız görmezlikten gelemeyeceklerdir. Arap devrimleri İslamcı hareketi tüm çıplaklığıyla açığa çıkartarak son evresine taşımaktadır. Bu hareketler iktidara gelmeyi başardıkları her yerde en yalın neoliberal uygulamalara girecekler ve bu çabaları kitlelerin tepkisiyle karşılaştığı oranda, İslami ideolojiden ödünç alacakları surelerle baskıcı yöntemlere başvuracaklardır. Böylece bu hükümetler yarı Bonapartist bir özellik kazanabilecek ve devrimci atılımları “şeran ve cebren” ezmeye girişebileceklerdir. “Türkiye modeli” onlara bu görevlerini nasıl ifa edebileceklerini öğretmektedir. 23. Bin Ali, Mübarek, Kaddafi, vb. gibi dostlarının rejimlerini ayakta tutmayı başaramayan emperyalizm İslamcı hareket özelinde kendine yeni ve etkili müttefikler bulmuştur. Ama bu emperyalizmin bölgede sorunsuz olduğu anlamına gelmiyor. Her şeyden önce bu diktatörlükler politik, ekonomik ve sosyal beklentileri olan 16
Sosyalist Düşünce Dergisi
genç ve emekçi yığınlar tarafından yıkılmaktadır. Devrim yolunda fedakârlıklara katlanmış, binlerce ölü vermiş yığınların bu taleplerinin, emperyalizmce desteklenen iktidarlarca uygulanacak neoliberal ve baskı politikalarıyla tahrip edilmeye çalışılması, onları doğrudan emperyalizmle çatışmaya sürükleyecektir. Öte yandan sömürgeciliğin tarihini ulusal belleklerinde taşıyan bu kitleler kendi topraklarında Birleşmiş Milletler üniforması içinde bile olsa hiçbir yabancı asker görmeyi istememektedirler. Bu anlamda, kadim diktatör dostlarını yitirmiş olan emperyalizm bölgede güç yitirmiş durumdadır ve yeni Arap ve İslamcı önderlikler aracılığıyla eski dengesine kavuşması kolay -ya da hiç mümkün- olmayacaktır. Kitleler ile emperyalizm arasındaki gerginliğin sıcak noktaları, çokuluslu şirketlerin Libya petrolünü ve Tunus’un turizm ve hizmetler sektörünü yağmalamaya, Mısır’ın yarı mamul ürünler sanayisini tahrip edip ülkeyi ucuz emek cenneti haline çevirmeye, Bahreyn ve Sudan’da yeni askeri üsler kurmaya, vb. giriştiği anlarda yaşanacaktır. İslamcı akım ise kitlelerin talepleri ile emperyalizm arasında olanaksız köprüler kurmaya çalışacak, hareket alanı daraldıkça da emperyalizm yanlısı karakteri kitlelerin nezdinde daha bariz hale gelecek ve içinden parçalanma, ayrışma ve dağılma süreçleri yaşayabilecektir. 24. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşanmakta olan devrimler, azgelişmiş ve yarısömürge ülkelerde kitlelerin en temel demokratik ve acil taleplerinin dahi, devrimin demokratik ve sosyalist aşamalara bölünmesiyle değil, sürekli bir nitelik kazanarak toplumsal kurtuluşa doğru ilerlemesiyle mümkün olabileceğini bir kez daha kanıtlamaktadır. En belirgin örnekler olarak ele alacak olursak, Tunus’ta ve Mısır’da “demokratik aşama”, İslamcı En Nahda ile Müslüman Kardeşler’in yarı parlamenter bir rejim altında devrimci seferberlikleri durdurmaları, bu seferberlikler sırasında doğan kitle özörgütlenmelerini tasfiye etmeleri (Libya’da ayrıca kitleleri silahtan arındırmaları); eski rejimin temel organları olan ordu ve polis teşkilatlarını, onların ekonomik ve toplumsal ayrıcalıklarına fazlaca dokunmadan, yeni yürütmenin çıkarları doğrultusunda seferber etmeleri; yönetim organlarında radikal bir personel arındırmasından kaçınarak devlet aygıtını kitlelerin basıncından ve denetiminden uzak tutmaları; örgütlenme ve ifade özgürlükleri alanlarındaki sınırların devrimci toplumsal dönüşüm taleplerinin serpilip gelişmesine olanak verecek bir çizgiye kadar yayılmasını tüm ideolojik ve politik/polisiye araçlarla engellemeleri; sendikaların devlet ve hükümet denetiminden bağımsızlaşmalarını engelleyici yeni yasal ve politik önlemler icat etmeleri; diplomasi alanında eski rejimin stratejik ittifaklarına sadık kalarak bunlara “uluslararası piyasaların”, yani emperyalizmin talep ettiği yeni biçimler kazandırmaları; ve nihayet, bu uygulamaları yeni bir “anayasal” temele bağlamaları anlamına gelecektir. Böylece kitlelerin seferberlikler sırasında ellerine geçirdikleri politik ve demokratik haklar yeni anayasal düzen altında tasfiye edilecek; demokratik gericilik stratejisiyle devrimci atılımın gerçekten demokratik bir toplumsal dönüşüme doğru ilerlemesi durdurulacaktır. Köylü kitleleri sefaletten ve kölelikten kurtaracak köklü bir toprak ve tarım reformundan uzak durulacak; Arap milliyetçiliği ve İslamcı söylemlerle, ezilen ve baskı altında tutulan ulusların, etnik ve dini grupların özgürlük ve kendi kaderlerini tayin hakları inkar ve reddedilecektir. Bütün bunlar şimdi Suriye ve Yemen’de, bizzat Bonapartist rejimin kendisi tarafından vaat edilmekte, buna karşılık “muhalefetten” uzlaşma ve rejimin içine dahil olmaları talep edilmektedir. Özetle: Arap devrimlerinin önce demokratik bir aşamada tamamlanıp sağlamlaştırılması ve daha sonra ileri toplumsal ve ekonomik dönüşüm taleplerine doğru ilerlenmesi yolundaki her türlü politik anlayış, gerçeklerle çelişmektedir. Devrimlerin önlerine koydukları demokratik hedeflere bu ülkelerdeki burjuva önderlikler ve hükümetler altında ulaşmak olanaklı değildir. Yarısömürge ve emperyalizme bağımlı bir ülkede demokrasi ancak bir işçi-emekçi hükümeti altında mümkündür. 25. Arap devrimleri, devrimci Marksistler olarak onlarca yıldan beri kendimizi hasKış | 2012 -
17
rettiğimiz önderlik inşası çabasının ve görevinin ne denli yakıcı olduğunu bir kez daha açığa çıkarmıştır. Kitleler ne denli kahramanca bir tarihi mücadele içine girseler de, kendi örgütlülüklerini yaratamadıkça veya mücadeleler içinde doğan özörgütlenmelere kalıcı, demokratik ve iktidara yürüyen bir özellik kazandıramadıkları sürece, tüm devrimci atılımlarının karşıdevrim tarafından frenlenip ezilmesi tehlikesi bulunmaktadır. Ama bu tip örgütlenmeler devrim ve savaş koşullarında örgütlenme ihtiyacı duyan kitlelerce kendiliğinden biçimde kurulsa bile, mücadelenin hangi doğrultuda ve hangi program çerçevesinde ilerleyeceği, emekçi kitlelerin sahip olabileceği politik önderliğin niteliğine bağlıdır. Eğer Arap kitlelerin “iş, ekmek ve özgürlük” taleplerinin hayata geçirilebilmesi için bu ülkelerde sadece diktatörlük bürokrasisinin değil, ama bir bütün olarak burjuvazinin iktidardan uzaklaştırılması gerekiyorsa, emekçilerin kendilerini böylesi bir program çevresinde birleştirebilecek bir politik önderliğe ihtiyaçları var demektir. Yani devrimi ve kitle seferberliklerini sürekli kılacak, ekonomiyi emekçilerin istekleri doğrultusunda ve onların denetiminde planlayabilecek, işçi demokrasisine dayalı bir yönetim sisteminin kurulmasını olanaklı kılacak, ülkeyi emperyalizmin tahakkümünden çıkarıp gençliğin ve emekçi yığınların ellerine teslim edecek bir program ve önderlik. Ayaklanmalarla sarsılan Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinin politik ve toplumsal gerçekleri bu görevin hiç de kolay olmadığına işaret ediyor. Arap milliyetçiliğinin yanı sıra, belki de ondan daha önemlisi İslami ideolojinin basıncı altındaki ve etnik, dini ve aşiret bölünmeleriyle paramparça halde tutulan toplumlarda işçi sınıfı bilincinin şekillenmesi, kendisini gölgeleyen kültürel kavrayışlardan ve ideolojilerden ayrışması ve emekçi yığınların pratiğini belirler hale gelmesi zaman alacak. Ama önemli olan bu “zamanın” devrimci Sol tarafından iyi kullanılabilmesi ve şekillendirilebilmesi. Bu açıdan önümüzdeki dönemde sendikal etkinlik büyük önem taşıyacak. Ve daha da önemlisi emekçi kitlelerin bir sınıf partisine sahip olabilmeleridir. Bu ülkelerde kurulacak kitlesel işçi partileri sınıf bilincinde hızlı sıçramalar yaratabilecek ve devrimlerin sürekliliği bakımından temel öznel öğe haline gelecektir.
18
Sosyalist Düşünce Dergisi
Dosya
Suriye’de Devrim ve Karşıdevrim
Atakan Çiftçi
Tunus’ta 17 Aralık günü Muhammed Bouazizi’nin kendini yakma eylemiyle başlayan isyanın devrime dönüşmesi ve Tunus Devrimi’nin kısa bir süre sonra Mısır’a yayılmasıyla; bu devrim sürecinin bütün Arap coğrafyasında yeni bir sayfa açacağı açık bir hale geldi. Çok geçmeden Fas’tan Bahreyn’e, Irak’tan Yemen’e bütün bir Arap coğrafyası kitlesel seferberliklerle sarsılıyordu. Bu seferberlikler bazı ülkelerde zaman içinde sönümlenir veya geri çekilir gibi gözükürken, bazı ülkelerde ilerleyerek yeni devrimler doğuruyordu. Arap Devrimi’nin Tunus ve Mısır’da diktatörlerin devrilmesiyle sağladığı atılım, devrimin Libya, Yemen ve Bahreyn’de yeni mevziler kazanmasını sağladı. Bu ülkelerde diktatörlerin, kitlesel seferberliklere karşı katliamlara girişmesi ise Arap Devrimi sürecinde yeni bir evreyi başlatacaktı. Fakat, tüm bu süreçte merak edilen soru, Arap Devrimi’nin bölgenin kilit ülkelerinden Suriye’ye ulaşıp ulaşmayacağı idi. Bu sorunun yanıtı çok geçmeden Suriyeli kitleler tarafından verilecekti. Şam’da küçük çaplı gösteriler Şubat 2011 ayından itibaren gerçekleşmeye başlamışken; 15 Mart 2011’de Deraa kentinde Tunus ve Mısır devrimlerinden ilham alarak rejim karşıtı yazılama yapan çocuk ve gençlerin tutuklanması, Suriye Devrimi’nin kıvılcımını çaktı. Tutuklanan çocuk ve gençlerin serbest bırakılması için seferber olan kent halkına güvenlik biriminlerinin ağır bir şiddetle karşılık vermesi, öfkenin ülke çapında yayılmasına neden oldu. Mart 2011 ayının sonlarından itibaren ülkenin belli başlı bütün şehirlerinde rejimde reformlar yapılması; Baas Partisi’nin iktidarı ele geçirdiği 1963 yılından beri yürürlükte olan ve herhangi bir muhalefete, ifade, basın ve örgütlenme özgürlüğüne izin vermeyen Olağanüstü Hal Yasası’nın kaldırılması; politik yaşamda Baas Parti tekelinin kaldırılması; yolsuzluklara karşı mücadele edilmesi ve yolsuzluğa bulaştığı aşikar yöneticilerin görevden alınması, gibi taleplerle kitlesel gösteriler düzenlenmeye başladı. Rejimin buna yönelik tepkisi Kış | 2012 -
19
ise, bir yandan “reform süreci”nin ilerletileceğini vaat etmek, bir yandan da kitlelere dönük ağır bir devlet terörü uygulayarak, korku ve baskıyla süreci sönümlendirmeye çalışmaktı. Beşar Esad’ı Baas rejiminden ayrı tutma eğiliminde olan ve onun rejimi reforme edebileceğine henüz inanmakta olan kitleler, barışçıl gösterilere yönelik rejimin giriştiği katliamlar karşısında, bu inancını yitirdi ve reform taleplerinin yerini rejimin yıkılması ve Esad’ın gitmesi talepleri aldı. Devrimin başlamasından bu yana geçen on aylık sürede, rejimin uyguladığı baskı ve terör sonucunda dört binden fazla insanın yaşamını yitirdiği, binlerce insanın tutuklandığı veya “kaybolduğu” tahmin ediliyor. Öte yandan, rejim Suriye halkının çoğunluğu nezdinde meşruiyetini yitirmekle birlikte, seferberlikler henüz rejimi yıkma noktasına gelmiş değil. Rejim ve kitleler arasında bir pat durumunun yaşandığı bu süreçte, Suriye’deki mevcut durum Arap Devrimi sürecinin de kilit noktası haline gelmiş durumda. Arap Devrimi’nin ilerlemesi veya gerilemesi, Suriye’deki sürecin gelişimiyle doğrudan bağlantılı olacak. Sürecin Evrimi Tunus ve Mısır Devrimlerinin ardından gerçekleşen Suriye Devrimi, bu ülkelerdekinden ziyade, Libya, Yemen ve Bahreyn’de yaşananlarla benzerlik gösteriyor. Bunun ardında yatan birçok sebep var. Öncelikle, Tunus ve Mısır’dakinden farklı olarak, Arap Devrimi sürecinde ilk defa Kaddafi’nin iç savaş ve ülkenin bölünmesi de dahil olmak üzere, her ne pahasına olursa olsun, kitlesel seferberlikleri şiddetle, katliamlarla bastırma girişimi ve bu çabanın bir süreliğine de olsa sonuç vermesinin, Arap Devrimi sürecinde yeni bir evreyi başlattığını söyleyebiliriz. Kaddafi’nin Şubat ayında, bölgenin bütün diktatörleri, monarkları için örnek teşkil eden girişiminin ardından; örneğin Yemen’de Ocak ayından itibaren süren seferberliklere, ilk defa Mart ayında ateş açılmaya başladı. Bahreyn monarkı ise, kitleleri bastırmak için yeterli asker-polis gücü bulunmadığından, bu ihtiyacını Nisan ayında Suudi Arabistan’dan on bin asker ithal ederek, sokakları teslim almaya girişti. Bunda Tunus ve Mısır’dan farklı olarak, bu ülkelerde devlet aygıtının bir bütün olarak, diktatörün veya monarkın kişiliği etrafında yapılandırılmasının belirleyici bir payı vardı. Tunus ve Mısır’da ise, polis kitle seferberliklerine dönük olarak yaygın bir şiddet uygularken, ordu, kitleleri karşısına doğrudan almamış, diktatör ve halk arasında bir “arabulucu” şeklinde konumlanmış ve diktatör ülkeyi yönetme kapasitesini yitirdiği anda ise, onun ipini çekmiştir. Suriye’deki durum da, bu yönüyle Tunus ve Mısır’dan ayrılmaktadır. Suriye’de Muhaberat olarak adlandırılan karmaşık güvenlik aygıtı, diktatöre koşulsuz sadakat ölçüsünde yapılandırılmış ve güvenlik aygıtlarının mevcut haliyle devamlılığı diktatörün varlığına bağlı olduğundan, Esad ve Muhaberat, kendilerini bir “kader birliği” içerisinde bulmuşlardır. Böylelikle, Tunus ve Mısır Devrimlerinde kitlelerin temel yöntemi olan kitlesel eylemler ve şehrin en büyük meydanını ele geçirme taktiği, Suriye’de başından itibaren, kitlelere ateş açılması ve gerçekleştirilen katliamlar sonucunda önlenebilmiştir. Bu sayede, Tunus ve Mısır’da olduğu gibi, bir anda patlak veren isyanların ülkeyi yangın yerine çevirmesi sonucunda, diktatörün ülkeyi yönetme kapasitesini kısa sürede yitirip devrilme ihtimali, Suriye’de rejim tarafından engellenebilmiştir. Bunun yerine Suriye Devrimi, bitmek bilmeyen küçük ve dağınık gösterilerin rejimle uzun süreli bir yıpratma mücadelesine giriştiği bir biçim almıştır. Suriye Devrimi’nin “uzatmalı bir yıpratma savaşına” dönüşmesinin bir diğer nedeni ise, ülkenin iki belirleyici kenti olan Şam ve Halep’in, devrim sürecinden kısmen ayrık kalmış olmasıdır. Halep’in ticaret burjuvazisinin rejim tarafından özümlenmesi, 20
Sosyalist Düşünce Dergisi
Halepli orta sınıfların “istikrar” endişesiyle rejimin devamlılığından yana tavır almaları ile Şam’da Sunni burjuvazinin, devlet çalışanlarının ve Alevi ve Hıristiyan kesimlerin çoğunluğunun rejime olan desteği, şu ana dek bu şehirlerin seferberliklerde öncü rol oynamasını engellemiştir. Bu nedenlerle Suriye Devrimi uzunca bir süre, orta büyüklükteki kentler ile kırsal kesime hapsolmuştur. Devrimin başladığı yer de, bir taşra kenti olan Deraa’dır. İlk bakışta, devrimin bir taşra kentinde patlak vermesi şaşırtıcı görünse de, sürecin arka planına bakıldığında, bunun pek o kadar beklenmedik olmadığı anlaşılabilir. Öncelikle, rejimin son on yılda derinleştirdiği neoliberal uygulamalar, ülkenin kırsal nüfusunda ağır bir tahribat yarattı. Bu süreçte köylüler, kesilen devlet yardımlarının ve piyasa ekonomisinin derinleşmesinin yarattığı tahribatla topraklarını yitirirken, toprak belirli kesimlerin, özellikle bölge yöneticileri ve onlarla işbirliği içindeki kapitalistlerin elinde yoğunlaşmaya başladı. Öte yandan büyük kapitalist çiftliklerin su kaynaklarını aşırı kullanımı, köylülerin sulama olanaklarından yeterince faydalanamamaları doğal etkenlerle de birleşince, son üç yıldır devam eden şiddetli kuraklık, kırsal kesim üzerinde ciddi bir yıkım yarattı.1 Bir tarım kenti olan Deraa da, bu süreçten fazlasıyla nasibini aldı. Öte yandan, Lübnan sınırına komşu olan Deraa halkının bir diğer geçim kaynağı ise, Lübnan’da, özellikle inşaat sektöründe çalışmaktı. 2005 yılında Suriye ordusunun Lübnan’dan çekilmesi sonrasında, Suriyeli işçilerin Lübnan’da çalışma olanaklarını yitirmesiyle Deraalı işçilerin büyük bir kesimi çalışma olanaklarını yitirdi. Ayrıca, son yıllarda kente özellikle Kürt illerinden gelen göçmen işçi akışı ve bunun ücretlerde yarattığı düşüşle birlikte kentteki huzursuzluk iyiden iyiye artmıştı. Deraa kentinin Baas Partisi’nin eski kalelerinden birisi olması ve 90’lı yıllardan itibaren Baas’ın Deraa da dahil olmak üzere, kırsal kesime yönelik ekonomik ve sosyal yardımlarını aşama aşama ortadan kaldırması, kentte Baas Partisi’ne yönelik tepkiyi derinleştirmişti.2 Tunus ve Mısır Devrimlerinin yaydığı enerji, Deraa halkına ihtiyaç duyduğu itilimi verecekti. Rejim karşıtı yazılama yapan çocuk ve gençlerin tutuklanması ve işkenceye tabi tutulması, Deraa halkını ayağa kaldıracaktı. Tutuklu gençlerin salıverilmesi talebi ise kısa sürede yerini, bölge valisinin ve güvenlik şefinin görevden alınması, ekonomik ve sosyal alanlarda yaşanan tahribatın giderilmesi ve ülkede yolsuzluk ve çürümenin simgesi haline gelen, ülkenin en büyük işadamı, Beşar Esad’ın dayısı Rami Makhlouf’un tasfiye edilmesine bıraktı. Yukarıda belirtildiği gibi, rejimin eylemlere tepkisi kitlelere ateş açarak ve onlarca kişiyi tutuklayarak, seferberliği durdurmak şeklindeydi. Güvenlik güçlerinin açtığı ateş sonrası yaşamını yitirenlerin cenaze törenleri büyük protesto gösterilerine dönüşürken, cenaze törenlerine de ateş açılması sonucu onlarca insanın ölümü kitleleri çileden çıkaracak, Baas Partisi binaları ve rejimin sembolleri ateşe verilecekti. Rejimin Deraa’daki tutumu, ülke çapında rejime karşı öfke dalgasının yayılmasına neden oldu. Deraa’daki eylemler kısa süre sonra rejimle tarihsel ihtilafları bulunan Hama ve Humus gibi kentlerin yanı sıra, Kürt kenti Qamışlı ve Kuzeybatı’daki Lazkiye, Banyas gibi kentlere yayıldı. Rejim bir yandan kapsamlı reformlar vaat ederken, devlet terörünü de giderek arttırdı. Nisan ayı içinde yüzlerce insan güvenlik güçlerinin kurşunları altında yaşamını yitirmişti. Eylemlerin başladığı ve devrimin sembolü haline gelen Deraa’ya ise, bizzat ordu birliklerini sevk ederek rejim, bir yandan seferberlikleri bütünüyle ezme iradesini ortaya koymaya çalışırken, bir yandan da 1982’de gerçekleştirilen ve on binlerce insanın öldüğü Hama katliamının anılarını tazeliyordu. 1 “Popular Protest In North Africa and The Middle East (VI): The Syrian People’s Slow-Motion Revolution”, s. 16, International Crisis Group, 6 Haziran 2011, bak.: http://www.crisisgroup. org/en/regions/middle-east-north-africa/egypt-syria-lebanon/syria/108-popular-protest-innorth-africa-and-the-middle-east-vi-the-syrian-peoples-slow-motion-revolution.aspx 2 Age., s. 12 Kış | 2012 -
21
Mart ayında yaygınlaşan ve Nisan ayının ortalarında kapsamlı reform taleplerinin öne çıktığı eylemlerde, rejimin uyguladığı yoğun terörün ardından, bu tarihten itibaren reform talepleri yerini rejimin yıkılması ve Esad’ın gitmesi taleplerine bıraktı. Kokuşmuş her diktatörlükte olduğu gibi Baas rejiminin yöneticileri de, devrimin öncesi ve sonrasında olayların gelişimini anlamaktan fazlasıyla acizdiler. “Militan” dış politikası ve Esad’ın popülerliği sayesinde, Arap Devrimi’nin Suriye’ye uğramayacağından emindiler. Ocak ayının sonunda, The Wall Street Journal’a verdiği mülakatta Beşar Esad, dış basınçlardan ötürü herhangi bir kapsamlı reform paketinin gündemde olmadığını, ülkenin dış politikasının halk ve rejim arasında güçlü bir birlik yarattığından bahsediyordu.3 İlk seferberlikler başladığında da rejim yetkilileri olayların yerel ve Arap Devrimi sürecinden bağımsız olduğunu düşünüyorlardı. Seferberliklerin ülke çapında yaygınlaşması ve taleplerin netlik kazanmaya başlamasıyla, bu düşünceleri değişmeye başlayacaktı. 18 Mart’ta Deraa’da başlayan eylemlerin diğer bölgelere de yayılması karşısında 24 Mart günü hükümet sözcüsü, hükümetin işçi ücretlerini artıracağını, sağlık sisteminde reforma gideceğini, seçimlere Baas partisi dışındaki partilerin katılmasına izin verileceğini, basına uygulanan sınırlamaların kaldırılacağını ve yolsuzlukla mücadele için yeni bir mekanizma kurulacağını açıkladı.4 29 Mart günü hükümet istifa ederken, başta başkent Şam olmak üzere birçok kentte rejim yanlısı gösteriler organize edildi. 30 Mart’ta ise kitlelerin, henüz taleplerine kulak vermesini umduğu Beşar Esad, parlamentoda beklenen konuşmasını yaptı. Konuşmasında, Suriye’nin uluslararası bir komplo karşısında olduğunu, olaylardan İsrail’in sorumlu olduğunu ve rejimin olaylar çıkmasa da reformları zaten gerçekleştireceğini belirtti.5 Kitlelerin o gün için temel beklentisi olan OHAL yasasının kaldırılmasının ise sözünü etmedi. Esad’ın konuşması, kendisine umut besleyen kitlelerde hayal kırıklığı yaratırken, eylemlerin yaygınlaşmasını ve taleplerin rejimin yıkılması ve Esad’ın gitmesine dönüşmesi sürecini hızlandırdı. Eylemlerin giderek yaygınlaşması karşısında rejim Nisan ayında ikinci bir reform dalgasını hayata geçirdi. “Kayıtsız” durumdaki yaklaşık 300 bin Kürte vatandaşlık hakkı tanındı, gözaltına alınanların serbest bırakılacağı duyuruldu, ardından 48 yıllık OHAL yasası ve devlet güvenlik mahkemeleri kaldırıldı. Rejimin reform manevralarına ise, şiddeti giderek artan devlet terörü eşlik ediyordu. Olayların başlamasının ardından bir ay içerisinde ölü sayısı 200’ü aşmıştı. Rejimin en ironik icraatı ise, OHAL yasasını kaldırmasının bir gün ardından en kanlı saldırısını gerçekleştirmesi ve yaklaşık 70 kişiyi katletmesiydi.6 Bu süreçte rejim, devlet terörünü meşrulaştırmak adına, “dış güçlerin” kışkırtması sonucu silahlanan terör gruplarına ve radikal islamcılara karşı mücadele verildiği söylemini kullanıyordu. Haziran ayında devletin resmi yayın organları, Cizr el-Şuhur’da 120 askerin silahlı gruplar tarafından öldürüldüğünü bildiriyor ve bu haberin ardında ülkenin kuzeyi ordu tarafından abluka altına alınıyor, yüzlerce kişi katledilirken on binden fazla Suriyeli Türkiye’ye sığınıyordu. Rejimin, silahlı terör grupları ve radikal İslamcılar heyulası yaratarak yapmak istediği, başta Aleviler ve Hristiyanlar olmak üzere azınlık kesimlerin ve “istikrar”ın bozulmasından ürken orta sınıfların desteğini korumaya devam etmekti. Mayıs ve Haziran aylarında Esad rejimi, gecikmiş ve işlevsiz “reform paketlerini” açmaya devam etti. Kapsamlı bir genel affın yanı sıra, çok partili seçimlere olanak veren seçim yasası taslağı yayımlandı (yasa taslağı Temmuz’da mecliste kabul edildi); 3 Bak.: http://online.wsj.com/article/SB10001424052748703833204576114712441122894. html 4 Bak.: http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/03/110324_syria_reform.shtml 5 Bak.: http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/03/110330_assad_update.shtml 6 Bak: http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/04/110422_syria_deaths.shtml
22
Sosyalist Düşünce Dergisi
yolsuzluğun ve çürümenin sembol ismi, Esad’ın kuzeni ve ülkenin en zengin patronu Rami Makhlouf ticari faaliyetlerini durdurduğunu açıkladı; muhalefetle “ulusal diyalog” toplantıları düzenleneceği ilan edildi. Temmuz ayında düzenlenen “ulusal diyalog” toplantılarına Baas Partisi’yle birlikte Ulusal İlerici Cephe’yi oluşturan (Suriye Komünist Partisi’nin de dahil olduğu) “resmi” muhalefet kesimleri katılırken, Yerel Koordinasyon Komiteleri ve diğer muhalif kesimler toplantıyı boykot etti. Bu süreçte, sürgündeki muhaliflerin ağırlığını oluşturduğu bir kesim ise Türkiye’nin himayesinde Antalya’da bir toplantı gerçekleştirdi ve Esad’a istifa çağrısı yaptı. Öte yandan devlet terörünün ve katliamların artışına paralel olarak seferberlikler de yaygınlaşıp kitleselleşti. Temmuz ayında eylemlerin yaygınlığı ve kitleselliği doruk noktasına ulaştı. 15 Temmuz günü gerçekleşen “Cuma gösterileri”ne Hama ve Humus kentlerinde yüz binlerce kişi katılırken, ülke çapında bu sayı bir milyonu buldu. Rejim, Ramazan ayında seferberliklerin daha da derinleşeceğinden endişelenerek Ramazan’ın arifesinde devrimin merkez üsleri haline gelen Hama ve Humus kentlerini ordu birlikleriyle kuşattı ve geniş çaplı katliamlar gerçekleştirdi. Ağustos ayında rejim üzerindeki dış basınç da iyiden iyiye arttı. İlk aşamada rejime destek çıkan, Esad önderliğinde “demokrasiye düzenli geçiş” politikasını hayata geçirmeye çalışan ve çeşitli reformları gerçekleştirmesi için rejim üzerinde basınç oluşturan ABD ve diğer emperyalistler, rejimin meşruiyetini giderek yitirdiği ve bir iç savaş tehlikesinin ufukta belirmeye başladığı bu süreçte, politikalarında makas değişikliği yaptılar ve ilk defa Obama tarafından Esad’a çekilme çağrısı yapıldı. Kısa bir süre öncesine kadar rejimin yakın müttefiği Türkiye de, bu süreçteki “reform telkinleri”nin sonuç vermemesiyle birlikte Esad’a olan desteğini geri çekti. 26 Ağustos’ta Kaddafi’nin Libya’da devrilmesi ise, Esad rejimi üzerindeki baskıları yoğunlaştıran bir başka etken oldu. Kaddafi’nin devrilmesi bir yandan, Arap coğrafyasında bir diktatörün daha yıkılması bağlamında moral destek verir ve rejimin endişelerini artırırken (Baas rejiminin resmi yayın organları Kaddafi’nin devrildiğini, devrilişinin ancak üç gün sonrasında ilk kez duyurur) diğer yandan, emperyalistlerin dikkatini bu süreçte devrimin merkez noktası haline gelen Suriye üzerine yoğunlaştırmasına da neden oldu. Öte yandan, Kaddafi’nin düşüşünün ardından, Suriye’de emperyalist müdaheleyi destekleyen kesimlerin güç kazanması, sürecin başka bir çelişkili yönüydü. Temmuz ayının sonundaki yoğun baskının ardından Ağustos ayında seferberliklerde kısmi bir geri çekilme yaşanırken, Rejime muhalif siyasi parti ve hareketlerin bir kesimi ise Ağustos ayının sonunda, İstanbul’da rejimin devrilmesi hedefi çerçevesinde Suriye Ulusal Konseyi’nin kuruluşunu ilan ettiler. Eylül ayında okulların açılması ve öğrencilerin eylemlerde önemli bir rol üstlenmesiyle seferberliklerin tekrar ivme kazandığı görüldü. Öte yandan bu dönemde, ordudan firar eden askerlerin sayısı azımsanamayacak bir noktaya ulaştı. Bu askerlerin bir bölümü tarafından kurulan ve rejimin silahlı güçleriyle mücadeleye girişen Özgür Suriye Ordusu, düzenlediği ses getirici eylemlerle, kırsal kesimin bazı bölgelerinde ve Humus, İdlib gibi şehirlerin bazı mahallelerinde kontrolü ele geçirdi. Ekim ayından itibaren ise, mücadele yeni biçimler kazanarak yaygınlaştı. Kepenk kapatma eylemleri giderek sıklaşırken, Aralık ayında Yerel Koordinasyon Komiteleri genel grev çağrısında bulundu. Genel grev çağrısı sonucunda, sokaklar boşalır ve dükkânlar kepenk kapatırken, okullarda ders yapılmadı, ulaşım araçları çalışmadı ve birçok atölyede işbaşı yapılmadı. Grev çağrısı sanayinin kilit sektörlerini ve büyük fabrikalardaki isçileri kapsamaktan aciz kalmış olsa da; devrim başladığından bu yana süreçten kısmen yalıtık kalan ülkenin iki belirleyici kenti Şam ve Halep’te de çağrının yankı bulmuş olması devrim adına önemli bir ilerlemeyi gösteriyordu. Rejim ve kitleler arasında bir yenişememe durumunun meydana geldiği bu döKış | 2012 -
23
nemde, her gün onlarca kişinin ölümü bir rutin haline gelirken, emperyalizmin yaşanan süreci kontrol altına alma çabaları da giderek yoğunlaştı. Askeri müdahele imkanlarının oldukça kısıtlı olduğu bir ortamda, rejim üzerindeki ekonomik yaptırımlar iyiden iyiye sıkılaştırıldı, diplomatik baskılar yoğunlaştırıldı ve pro-emperyalist ve burjuva bir muhalefetin inşasına aktif destek verildi. Baas Rejimi Arap devrimleri sosyalist hareket içerisinde ciddi tartışmaları da beraberinde getirdi. Sosyalist hareketin bir kesimi, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşananların devrim olduğunu reddederken, süreci emperyalizmin bölgeyi yeniden yapılandırması olarak okudular. Başka bir kesim ise, daha temkinli bir biçimde, Tunus ve Mısır’daki süreci desteklediklerini açıklarken, Libya’daki ve Suriye’deki gelişmelere rejimlerin antiemperyalist olduğu ve olayların emperyalizmin komplosu sonucu patlak verdiği gerekçesiyle karşı çıktılar, Esad ve Kaddafi’nin yanında tavır aldılar. Castro ve Chavez’in Tunus ve Mısır devrimlerine kayıtsızlıkları ve ardından Suriye ve Libya’da açıktan diktatörlükleri desteklemeleri uluslararası sol hareket içerisindeki kafa karışıklıklarını artırdı. Türkiye’de de Birgün gazetesi ve TKP’nin yayın organları, Castro-Chavez çizgisinin sadık takipçileri oldular. Bu noktada, Baas rejiminin yapısı ve tarihsel süreci üzerinde kısaca durmak gerekiyor. Baas Partisi (Arap Sosyalist Diriliş Partisi) 1943 yılında iki milliyetçi aydın önderliğinde Şam’da kuruldu. Sömürgeciliğe karşı mücadelenin ve yükselen işçi hareketinin damgasını vurduğu bir dönemde, Baas Partisi küçük burjuva milliyetçi bir hareket olarak ortaya çıktı. Baasçılar Arap ulusunun tek bir devlet çatısı altında birleştirilmesini ve ulusal bağımsızlığı savunuyor, Marksizmden kendilerini titizlikle ayrıştırarak Arap sosyalizmi adı altında, devlet kapitalizmi temelinde gerçekleştirilecek ulusal kalkınmayla sınıf karşıtlıklarının yumuşatılmasını hedefliyorlardı. Suriye 1946 yılında Fransa’dan bağımsızlığını kazandıktan sonra, devlet erki geleneksel Sünni elitin hakimiyetindeydi. Şehirli ticaret burjuvazisi ve büyük toprak sahiplerinden oluşan bu egemen kesim, baskıcı bir diktatörlük eliyle, emperyalizmle işbirliği içerisinde ülkeyi yönetiyordu. Bölge, mezhep ve aşiret bağlarının iktidar ilişkilerinde belirleyici önemi olan, etnik ve dini kimliklerin çoğu kez sınıfsal konumlarla örtüştüğü ülkede, özellikle azınlık kesimler ağır bir yoksulluk ve sömürü içerisindeydi. Böyle bir dönemde, Baas Partisi’nin ideolojisi yoksul köylülere, kırsal kesimde yaşayan azınlıklara, klientelist devlet yapısından zarar gören küçük burjuvazi ve aydınlara ve giderek de işçi sınıfına cazip geliyordu. Zamanla, ordu içerisindeki etkisini de artıran Baasçılar, 1963 yılında gerçekleştirdikleri askeri darbeyle iktidarı ele geçirdiler. İktidarı eline almasının ardından Baas Partisi, bir yandan rakip partileri temizleyip Olağanüstü Hal Yasası’yla ülkeyi yöneterek Bonapartist bir tek parti diktatörlüğünün inşasına girişirken, diğer yandan işçi ve köylü tabanının basıncı altında ve Sünni Müslüman elitin gücünü kırmaya dönük olarak çeşitli sektörlerde kamulaştırmalara gitti, radikal bir toprak reformunu gerçekleştirmeye koyuldu. Birkaç yıl içinde finans sektörü, yabancılara ait petrol şirketi, sanayi ve ticaret sektöründeki belli başlı şirketlerin çoğu, devlet mülkiyetine geçirilmişti.7 Öte yandan, Sovyetler Birliği ile ilişkiler geliştirildi ve zamanla Suriye, Sovyetler Birliği’nden en fazla ekonomik ve askeri yardım alan ülkelerden biri haline geldi. Arap ulusunun birleştirilmesi hedefi dahilinde, Mısır ve Irak’la “Birleşik Arap Devletleri”nin kurulması için görüşmelere başlandı. Fakat bu görüşmeler tahmin edileceği üzere, her bir ülke burjuvazisinin ve egemenlerinin kendi çıkarlarını ön planda tutmasından dolayı başarısızlığa uğrayacaktı. 7 Özkoç, Özge, Suriye Baas Partisi: Kökenleri, Dönüşümü, İzlediği İç ve Dış Politika (19431991), s. 119., Mülkiyeliler Birliği Yayınları, Ankara, 2008.
24
Sosyalist Düşünce Dergisi
İktidara gelişinin ardından Baas Partisi, içindeki farklı politik eğilimlerin şiddetli mücadelesine sahne oldu. İlk olarak, partinin “geleneksel” kanadıyla, ekonomi ve dış politika alanında daha “radikal” bir çizgi talep eden kanadı arasında bir mücadele ortaya çıktı. Bu süreç, “radikal” kanadın 1966 yılında gerçekleştirdiği darbeyle sonuçlandı. Daha sonra, özellikle İsrail’le 1967 yılında yapılan Altı Gün Savaşı’nın kaybedilmesiyle, otoritesini yitirmeye başlayan “radikal” kanatla, Hafız Esad önderliğindeki pragmatik ve “liberal” kanat arasında bir mücadele başlayacaktı. Bu mücadelenin sonucu da, Esad önderliğinde 1970 yılında gerçekleştirilen darbe tarafından belirlendi. Esad, 1970 darbesiyle dizginleri eline almasının ardından, patronaj sistemine dayalı yapıyı kendi kişiliği etrafından yeniden örgütlerken, tek parti diktatörlüğü de giderek tek adam diktatörlüğü görüntüsü kazandı. Esad, yeniden örgütlemeyi başardığı devlet erki sayesinde, Muaviye dönemi de dahil olmak üzere, Suriye tarihinde iktidarda en uzun süre kalmayı başaran devlet adamı olacaktı. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından oluşan yeni dünya durumunda Baas Partisi gibi küçük burjuva milliyetçi hareketler; Doğu Bloku’nun varlığının dış politikada manevralara olanak verdiği, dünya kapitalizminin ciddi bir ekonomik büyüme yaşadığı ve ulusal bağımsızlık mücedelerinin ivme kazandığı bir dönemde yukarıda anılan kimi “ilerici” önlemleri gerçekleştirebilmişti. Fakat yetmişli yıllardan itibaren dünya kapitalizminin krize girdiği, emperyalizmin neoliberal karşıdevrim saldırısını hayata geçirmeye başladığı, kitle hareketlerinin Stalinist, sosyal demokrat ve milliyetçi önderliklerinin ihaneti sonucunda yenilgiye uğradığı bir dönemde; Baas rejimi türünden popülist-Bonapartist rejimler, geçmiş dönemdeki manevra olanaklarını yitirecek, ya dünya emperyalist sistemine eklenmek ya da onu tümüyle karşısına almak seçenekleri arasında kalacaktı. Sınıf doğaları gereği de bu rejimler, 1970’li yıllardan itibaren dünya kapitalizmiyle bütünleşme stratejisini hayata geçirmeye başlayacaklardı. Bu dönemde bu rejimlerin “popülist” ve “ulusalcı” nitelikleri tasfiye edilirken, Bonapartist baskı mekanizmaları güçlendirilecek, rejimler tamamen gerici ve yer yer faşizan nitelikler gösteren bir yapıya bürünecekti. Bu politikaları Mısır’da 1970’te iktidara gelen Enver Sedat, Irak’ta Saddam Hüseyin uygulamaya koyarken, Suriye’de bu süreç Hafız Esad tarafından hayata geçirilicek, oğlu Beşar Edad tarafından da kararlılıkla sürdürülecekti. Bu çerçevede, Esad’ın iktidarıyla beraber ilk olarak, geleneksel Sünni elitle rejim arasındaki ilişkiler restore edildi, Baas iktidarıyla beraber devletin “mülkiyetini” elinde bulunduran Alevi ağırlıklı asker-sivil bürokrasi ile bu kesim arasında bir “tarihsel blok” oluşturmaya girişildi. Piyasa ilişkileri geleneksel ticaret burjuvazisi ve büyük toprak sahipleri lehine adım adım yeniden düzenlendi, bu süreçte giderek burjuvalaşan yüksek bürokrasi ve yakın çevresi ile bu kesimlerin bütünleşmesi sağlandı. Esad’ın ikinci hedefiyse, yabancı yatırımların ülkeye çekilmesiyle ekonomik büyümenin artırılması ve bu sayede dünya kapitalizmiyle bütünleşmenin ilerletilmesiydi. Bu bağlamda, Arap monarşileriyle ilişkiler yeniden geliştirildi ve bu ülkelerin petro-dolarları Suriye’ye çekilmeye başlandı. Emperyalizmle ilişkileri onarmak içinse, İsrail’e yönelik tutum yumuşatıldı, Lübnan’daki iç savaş sürecinde, Filistinli gerillalar ve Lübnan solunun karşısında Lübnanlı Hıristiyan faşistler lehine ülkeye müdahele edildi. Baas rejiminin Lübnan İç Savaşı’nda oynadığı karşıdevrimci rol, Stalinizmin etkisiyle dünya solunda bu rejimin “ilerici” olduğu yönündeki yanılsamaya karşın, rejimin gerçek yüzünü açıkça ortaya koyuyordu. Bütün bu sürece kamu mülkiyetinin ve sosyal hakların adım adım tasfiyesi eşlik ediyordu. Öte yandan, 1970’li yılların ortalarından itibaren, dünya ekonomisindeki krizin bir sonucu olarak ülkenin derin bir ekonomik bunalıma sürüklenmesiyle birlikte, kentte ve kırda giderek yoksullaşan kesimlerde oluşan memnuniyetsizlik, orta ölçekli pazar burjuvazisinin devlet kapitalizmi rejimine kronik muhalefeti ve bu süreçte rejimin ideolojik iflası ile Stalinizmin rejime olan desteği; rejime karşı Müslüman KardeşKış | 2012 -
25
ler önderliğinde, radikal İslamcı bir muhalefetin gelişimine neden oldu. Arap milliyetçiliğinin çöküşü ile rejimin dünya kapitalizmiyle bütünleşme stratejisini ve neoliberal politikaları hayata geçirmeye başlaması, Stalinistlerin ve diğer Arap milliyetçisi hareketlerin, Baas Partisi ile birlikte Ulusal İlerici Cephe’yi oluşturup rejimin payandaları haline geldiği bir ortamda, yoksullaşan, marjinalleşen orta sınıfların ve emekçi kitlelerin liderliğini İslami hareketler üstlenmeye başladı. Müslüman Kardeşler’in 1970’lerin ortalarından itibaren silahlı eylemlerle rejime karşı giriştiği mücadele, doruk noktasına 1982 yılında Hama’daki ayaklanmayla vardı. Müslüman Kardeşler’in önderliğinde bütün kentin katıldığı, yaklaşık bir ay süren bu silahlı ayaklanma, rejimin bölgeye uyguladığı soykırım yöntemleriyle, en az on bin kişinin öldürülmesi ve şehrin neredeyse tamamen tahrip edilmesiyle bastırılabildi. Bu döneme dek, büyük bir ekonomik ve siyasi bunalım içerisindeki rejim, Hama’da gerçekleştirdiği korkunç katliamlarla isyanı bastırması ve muhalefetin bu sürecin ardından yaşadığı demoralizasyonla, 1980’li yıllarda kendisini yeniden konsolide etmeyi başardı. 1970’lerijn ikinci yarısında başlayan Lübnan İç Savaşı sürecinde, kendi güdümünde olmayan bir Lübnan devriminden duyduğu korku ve bu ülkede gerçekleşecek muzaffer bir devrimin İsrail’le yeni bir savaş başlatabileceği kaygısıyla Lübnan’da Hıristiyan karşıdevrimcileri destekleyen ve bu nedenle, o döneme dek önemli mali yardımlar aldığı Arap devletleriyle arası bozulan Baas rejiminin; 1979 İran Devrimi’nin ardından iktidara gelen İslam rejimiyle sıcak ilişkiler kurması ve Irak-İran Savaşı’nda İran’ı desteklemesi, Suriye’yi Sünni Arap rejimlerinden daha da tecrit etti. Bölgedeki Sünni Arap rejimlerine karşı “Şii bağlamı” temelinde gelişen Suriye-İran yakınlaşması ise, Suriye Baas rejiminin Irak Baas rejimiyle yaşadığı ihtilaf, Irak’ın emperyalizmin koçbaşı olarak İran’a saldırması ve Suriye’nin Sovyetler Birliği ile yakın ilişkilerinin de etkisi sonucunda savaşta İran’ın tarafında yer almasıyla, giderek gelişti. 1980’lerin ortalarından itibaren Sovyetler Birliği’nin çöküş sürecine girmesi, Baas rejimi için yeni bir bunalımın başlangıcı olacaktı. Hafız Esad bu duruma çabuk bir tepki gösterecek ve “Yeni Dünya Düzeni”nde yer edinebilmek için oldukça aktif davranacaktı. Esad rejimi, Körfez Savaşı sırasında ABD’nin oluşturduğu koalisyon içinde yer aldı ve ABD’nin Irak işgalini aktif bir biçimde destekledi, İsrail’le diplomatik ilişkiler kurdu, ülkenin uluslararası kapitalizme eklemlenme çabalarını hızlandırdı, ülkesindeki neoliberal süreci ilerletti. Fakat emperyalizmin, gerek İsrail’le ilişkiler konusunda Suriye’nin tam teslimiyetini dayatması, gerekse ülkede “devlet kapitalizmi”nin tümüyle tasfiye edilerek neoliberal ve parlamenter bir rejimi talep ederek, bir anlamda Baas rejiminin tasfiyesini istemesi, Esad’ın emperyalizme tümüyle entegre olma çabasını başarısızlığa uğrattı. Dolayısıyla, Baas rejiminin bölgede emperyalizm ve İsrail’le yaşadığı, bugüne dek süren ihtilafları, rejimin “antiemperyalist” karakterinden ziyade, onun emperyalizm ve İsrail’le devam eden müzakere sürecinde bir pazarlık kozu ve bir anlamda kendi varlığını devam ettirme çabası olarak okumak gerekir. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümünün ardından iktidara geçen Beşar Esad’la birlikte, dünya kapitalizmiyle bütünleşme stratejisi yeni bir ivme kazandı. Siyasi alanda Esad’ın giriştiği siyasi reformlar rejimin Eski Muhafızları’nın engeliyle karşılaşırken, ekonomi alanında askeri-sivil bürokrasinin çıkarlarına temelde zarar vermeden, neoliberal programın ilerletilmesi sağlandı. Bankacılık sistemi kamunun tekelinden çıkarıldı, Şam’da menkul kıymetler borsası kuruldu, kur politikaları serbestleştirildi, yabancı sermayeye yönelik önemli teşvik programları uygulanmaya başladı. Fakat Esad’ın iktidara gelişinin kısa süre ardından Filistin’de başlayan İkinci İntifada, ardından gerçekleşen 11 Eylül olayları, Afganistan ve Irak’ın işgali, Lübnan’da yaşanan Hariri suikastı gibi gelişmeler ve bu dönemde Bush yönetiminin Baas rejimini diplomatik yöntemlerden çok baskı ve/veya şiddet yoluyla düşürme perspektifi, rejimin emperyalizmle ilişkilerinin ilerlemesini engelledi. Obama yönetiminin uygulamaya gi26
Sosyalist Düşünce Dergisi
riştiği “demokratik gericilik” yöntemleriyse, henüz mantıki sonuçlarına ulaşmadan rejim devrim sürecinin girdabına girecekti. Emperyalizmin ve Bölge Ülkelerinin Tutumu Suriye’deki rejimin “antiemperyalist” ve “ilerici”, dolayısıyla Suriye’deki ayaklanmanın emperyalistlerin ve İsrail’in bir komplosu olduğunu iddia edenler, emperyalizmin ve İsrail’in neden uzun bir süre boyunca ayaklanmalar karşısında Esad rejimini desteklediklerini açıklamakta kuşkusuz epey zorlanacaklardır. Arap devrimci sürecine hazırlıksız yakalanan, Tunus ve Mısır’daki pro-emperyalist diktatörlüklerin devrilişi sürecinde inisiyatifi yitirme tehlikesiyle karşılaşan emperyalizm, zaman içerisinde “demokrasiye düzenli geçiş” konseptini öne çıkarmaya başladı. Bunun anlamı, mevcut Arap rejimlerinde, rejimlerin temel karakterine halel gelmeksizin, iktidardaki diktatörlerin veya monarkların önderliğinde ve kontrolünde, rejimlere parlamenter demokratik bir görünüm kazandırarak kitle hareketlerini yatıştırmak ve seferberlikleri sönümlendirmek, ekonomik açıdan da ülkeleri dünya kapitalizmine tümüyle entegre etmeye çalışmaktı. Suriye özelinde ise bunun anlamı, emperyalizm tarafından yıllarca “reformcu” kişiliğiyle övülen ve teşvik edilen Beşar Esad’ın önderliği altında rejimin reforme edilmesi ve “kontrol edilemez” bir devrim tehlikesinin önüne geçilmesiydi. Esad rejimiyle var olan çeşitli çatışma alanlarına karşın, rejimin kitle hareketiyle yıkılması sonucu bölgede kontrolü tümüyle yitirmekten endişelenen emperyalistler ve Siyonist rejim, bu nedenle uzun bir müddet boyunca -halkına katliam uğradığı resmi gerekçesiyle NATO’nun Kaddafi’ye bomba yağdırdığı bir dönemde- Esad’a çekil çağrısı yapmaktan dahi imtina ettiler ve onu rejimi reforme etmesi yönünde ikna etmeye çalıştılar. Bu noktada, özellikle Libya’daki müdahele bağlamında kendi ülke kamuoylarında ciddi bir tepkiyle karşılaşan emperyalist kamp, dikkatini Suriye’ye yoğunlaştırmakta ciddi bir sıkıntı yaşarken, Suriye’deki sürecin kontrolünde Türkiye’ye önemli bir misyon yükledi. AKP hükümetinin “komşularla sıfır sorun” konsepti dahilinde, Ortadoğu coğrafyasına nüfuz etme stratejisindeki temel ülke olan Suriye’de devrim sürecinin başlaması, Türkiye’de de alarm zillerinin çalmasına neden olmuştu. AKP hükümetinin Baas rejimiyle ekonomik ve politik olarak oldukça yakın ilişkiler geliştirdiği, yakın zamana dek Erdoğan’ın Esad’a “kardeşim” diye hitap ettiği bir dönemde Baas rejiminin düşme ihtimali, Türkiye hükümeti için de bir kabus anlamına gelmekteydi. Bu bağlamda AKP hükümeti, emperyalizmin de inayetini alarak, Suriye’deki “düzenli geçiş”in koordinatörlüğüne soyundu. Bu süreçte Türkiye, Suriye rejimi üzerinde yoğun bir diplomatik baskı uygulayarak, Esad’a baskıları durdurması ve reformları hayata geçirmesi yönünde vaaz verirken bir yandan da rejimi sıkıştırmaya dönük çeşitli adımlar attı. Suriyeli mültecilere kapılarını ardına kadar açtı (yaklaşık 19 bin Suriyelinin Türkiye’ye giriş yaptığı tahmin ediliyor), Suriyeli muhaliflere ev sahipliği yaptı ve Suriye Ulusal Konseyi’nin kurulmasında önemli bir rol oynadı. Ayaklanmanın giderek yaygınlaşması ve Esad’ın yönetim kapasitesini yitirdiğine ikna olduktan sonra ise, emperyalistler önce rejim üzerindeki ekonomik ve diplomatik yaptırımları artırdı, ardından ilk kez Ağustos ayında Obama’nın ağzından Esad’a çekilme çağrısı yaptı. Bu dönemecin ardından Türkiye de, Suriye’yle diplomatik ilişkilerini kesti ve dikkatini pro-emperyalist, burjuva bir alternatifin inşasına yoğunlaştırdı. Özellikle son dönemde, Suriye ordusundan ayrılan askerlerin kurduğu Özgür Suriye Ordusu’na da Türkiye açık destek vermektedir. Oluşumun kurucularından ve liderlerinden Albay Riad Al As’ad Türkiye’ye sığınmış olup, Türk güvenlik güçlerinin koruması altında faaliyetlerini sürdürmektedir. Ve yine, Ekim ayı içerisinde Hatay’da gerçekKış | 2012 -
27
leştirdiği askeri tatbikatla Türkiye hükümeti, Esad rejimine yeni bir mesaj yollamıştır. Öte yandan Türkiye, Suriye’ye yönelik olası bir askeri müdahale senaryolarında da baş aktör olarak tasarlanmaktadır. Bu senaryolarda Suriye hava koridorunun kapatılması ve Suriye’nin kuzeyinde Türkiye tarafından bir “tampon bölge” oluşturulması dile getirilmektedir. Kaddafi döneminde Libya’yla önemli ekonomik ilişkileri bulunan ve Kaddafi’nin yıkılmasının ardından buradaki nüfuz alanlarını büyük ölçüde ABD, İngiltere ve Fransa’ya kaptıran Rusya ve Çin’in Suriye’yle ilgili temel pozisyonu ise, Libya’da yaşadığı “yenilginin” bir benzerini Suriye’de yaşamamak üzerine kurulu. Suriye’yle tarihsel olarak yakın ilişkilere sahip Rusya ve Çin, bu süreçte Esad rejimini açıktan destekledi, BM Güvenlik Konseyi’ndeki yaptırım kararlarını veto etti ve rejimin devrimi bastırarak düzeni yeniden tesis etmesini umdu. Fakat, gelinen noktada Libya’da olduğu gibi treni kaçırmaktan endişelenerek, rejimin giderek sona yaklaştığını gördükleri bir dönemde, rejime yönelik eleştiri dozunu yükselttiler ve Eylül ayında ilk kez, rejimin gerekli reformları yapmadığı takdirde istifa etmesi gerektiğini açıkladılar. Buna karşın, emperyalizmin Avrupa Birliği ve Arap Birliği üzerinden Suriye’ye yönelik diplomatik baskıyı yoğunlaştırdığı ve BM Güvenlik Konseyi’nin müdahelesi talebinin giderek daha sık dillendirildiği son aylarda, Güvenlik Konseyi’nden bağlayıcı bir kararın çıkmasının karşısında durmayı sürdürdüler. Rejimin “stratejik” müttefiği İran ise, Arap devrimci sürecini bir “İslami uyanış” olarak selamlayıp rejim değişikliklerini desteklerken, tahmin edileceği üzere Suriye’deki devrimci ayaklanmayı ABD’nin ve İsrail’in bir kışkırtması olarak ilan etmiş ve olayların başladığından bu yana Esad rejimine koşulsuz destek sunmuştur. Arap coğrafyasındaki nüfuzu, özellikle Filistin ve Lübnan’daki direniş hareketlerine ulaşması açısından hayati önem taşıyan Suriye’de Baas rejiminin düşmesi, İran’daki İslami rejim açısından büyük bir kayıp olacaktır. Aynı şekilde rejimin bir diğer tarihsel müttefiki Hizbullah da, bu süreçte Esad rejiminin koşulsuz bir biçimde arkasında durmuş ve hatta bazı iddialara göre, milislerinin bir kısmı devrimin bastırılması için Suriye’de Esad rejiminin hizmetinde görev almıştır. Öte yandan, Arap devrimci süreci başladığından bu yana yolsuzluk karşıtı ve “iş ve ekmek” talepleri ekseninde seferberliklere sahne olan Irak’ta, İran’ın nüfuzu altındaki Şii ve İslamcı hükümet de Esad rejimine arka çıkmıştır. Fakat, “Şii eksenini” oluşturan bu hükümetler ve hareketler, Esad rejiminin etrafındaki çemberin giderek daralmasıyla, son dönemlerde rejime yönelik eleştiri dozunu artırmış, Esad sonrası dönemin hazırlıklarına girişmişlerdir. Esad rejimine dönük olarak bir emperyalist müdahele ihtimali ise, şimdilik zayıf görünmektedir. Öncelikle, emperyalizmin Afganistan ve Irak’taki askeri yenilgisi ve ardından Libya’daki müdahalenin ülke kamuoylarında yarattığı önemli tepkinin yanısıra, dünya ekonomik krizinin emperyalist ülkeler üzerinde yarattığı baskı ve yeni bir kapsamlı askeri müdaheleye girişmenin getirdiği zorluklar; Rusya ve Çin’in Suriye’ye yönelik bir askeri müdahelenin kararlılıkla karşısında olması ve belki de en önemlisi; Suriye’nin bölgedeki kilit konumundan ötürü, olası bir askeri müdahelenin getireceği riskler, emperyalizm açısından bu ihtimali şu ana dek ve yakın bir vade dahilinde de devre dışı bırakmıştır. Fakat özellikle son aylarda, inisiyatifi ele geçirebilmek amacıyla emperyalizm, siyasi, diplomatik ve ekonomik araçları giderek daha aktif kullanmaya başladı. Suriye’nin önemli bir ticari ortağı olan ve petrol ihracatının büyük bir kısmını gerçekleştirdiği Avrupa Birliği, Suriye üzerindeki ekonomik yaptırımları giderek sıkılaştırdı ve son olarak Suriye’den petrol ithalatını da durduracağını ilan etti. Öte yandan, pro-emperyalist Körfez ülkelerinin kontrolündeki Arap Birliği kullanılarak, rejim üzerindeki siyasi ve diplomatik baskılar pekiştirildi. BM Güvenlik Konseyi’nden rejime yönelik yaptırımlar içeren bir kararın alınması için Rusya ve Çin üzerindeki basınç artırıldı. 28
Sosyalist Düşünce Dergisi
Kitle Hareketi ve Siyasal Muhalefet Arap devrimci sürecinin bütününde olduğu gibi, Suriye’de de kitle hareketi işsiz, yoksul ve genç kitlelerin öncülüğünde, kendiliğinden bir halk hareketi olarak ortaya çıktı. Fakat Suriye’de kitleler ne Mısır ve Tunus’ta olduğu gibi kitlesel seferberlikler gerçekleştirme, ne de Libya’da olduğu gibi bir silahlı ayaklanma başlatma imkanına sahipti. Dolayısıyla, Hama, Humus, Qamışlı gibi kentlerde, kimi zaman on binlerce insanın katıldığı seferberlikler düzenlenebilmişse de, genel olarak seferberlikler küçük çaplı ve yalıtılmış bir biçimde fakat sürekliliğini hiç yitirmeden gerçekleşti. Suriye’de kitlelerin özörgütlenmesi adına, Tunus’ta olduğu gibi direniş komiteleri veya sendikal örgütlenmeler, Mısır’da olduğu gibi bağımsız sendikalar veya Libya’daki milis komiteleri gibi etkin özörgütler kurulamamışsa da, gençlerin başını çektiği çeşitli özörgütlenmelerin olduğu -bunlardan en bilineni Yerel Koordinasyon Komiteleri- ve bunların seferberliklerin örgütlenmesinde önemli rol oynadığı bilinmektedir. Suriye’deki devrimci sürecin en önemli zaaflarından biriyse, seferberliklere ana rengini veren emekçi halk kitleleri olmakla birlikte, işçilerin ve emekçi kitlelerin örgütlü bir sınıf hareketi yaratmaya henüz muktedir olamamaları. Tunus ve Mısır’da kitlesel seferberliklerin diktatörlükleri sarsmaya başlamasının ardından, diktatörlerin ipini çeken belirleyici etmenin işçi sınıfının yaygın politik grevlere girişmesi olduğu düşünüldüğünde, Suriye’de bu etmenin eksikliği yakıcı biçimde kendini gösteriyor. Henüz grev ve fabrika işgalleri gibi işçi sınıfı temelli seferberliklere rastlanamasa da, küçük işyerlerinin ve esnafların gerçekleştirdiği ses getirici ve yaygın “kepenk kapatma” eylemleri, özellikle Hama, Hums, Deraa, İdlib gibi kentlerde sıklıkla başvurulan bir yöntem. Halk hareketine yönelik gerçekleştirilen devlet terörüne karşı kitlelerin özsavunmasını oluşturması ise, Suriye devriminin bir başka acil ihtiyacı. Bu noktada, kitlelere ateş açmayı reddederek ordudan binlerce askerin ayrılması ve bunların önemli bir kısmının direniş saflarına geçmesi önemli bir gelişme. Ordudan ayrılarak direniş saflarına geçen veya silahlı direniş hareketine katılan milislerce oluşturulan en bilinen örgütlenme ise Özgür Suriye Ordusu. Özgür Suriye Ordusu, özellikle Hama, Hums gibi vilayetlerde etkin ve şu ana dek güvenlik güçlerinin çeşitli operasyonlarını engellemeyi başarmış durumda. Özgür Suriye Ordusu gibi örgütlenmeler, eğer rejimin terörüne karşı kitlelerin özsavunma birliklerinin oluşturulmasında bir kaldıraç işlevi görürse, bu durum devrimin ilerlemesinde önemli bir adım olabilir. Fakat, bu gibi örgütlenmeler sekter yapılanmalar halinde örgütlenip özellikle de mezhep temelli bir ideoloji ve örgütlenmeyle hareket ederlerse, devrimin önünde ciddi birer engel haline de gelebilirler. Her halükarda, rejimin uyguladığı terör karşısında devrimin yalnızca “barışçıl” gösterilerle ilerlemesinin mümkün olmadığı bir süreçte; ezenin ve ezilenin uyguladığı şiddet arasında ayrım gözetmeden mutlak bir “şiddet karşıtlığı” temelindeki anlayışın, son tahlilde karşıdevrime hizmet ettiği, tarihsel deneyimler tarafından sabitlenmiş açık bir gerçek olarak önümüzde duruyor. Yaklaşık elli yıldır olağanüstü hal kanunlarıyla yönetilen otokratik bir sistemde, Ulusal İlerici Cephe dahilinde faaliyet gösteren rejimin işbirlikçisi milliyetçi ve Stalinist partilerle, radikal İslamci konspiratif örgütler dışında bir politik hareketten bahsetmek ise, pek mümkün değil. Harekete “kendiğilinden” niteliğini veren temel etmenlerden birini de bu durum oluşturuyor. Çeşitli kesimlerin dillendirdiği, harekete İslamcılar tarafından önderlik edildiği iddiası ise, nesnel gerçeklerle uyuşmadığı gibi rasyonal bir mantık yürütmesine de dayanmıyor. Sekter ve yalıtık radikal İslamcı örgütleri bir yana bırakırsak, ülkede en geniş muhalif tabana sahip olduğu tahmin edilen Müslüman Kardeşler örgütü, bir burjuva siyasal hareket olarak, uzun yıllar önce silahlı mücadeleyi bıraktığı gibi, uzunca bir süredir de rejimle uzlaşı arayışı içerisine girmiş
Kış | 2012 -
29
durumda.8 Böyle bir durumda, Müslüman Kardeşler’den kitlesel seferberlikler yoluyla rejimin yıkılması sürecinin önderliğine soyunmasını beklemek, belki birtakım toplum mühendislerinin ve ideologların fantezisinde yaşanacak bir gelişme. Devrimin başlamasından itibaren Suriye muhalefeti rejime karşı birleşik bir cephe oluşturabilmek için çeşitli girişimlerde bulundu. Bunlardan en bilineni ve kapsayıcı olanı, Suriye Ulusal Konseyi. Konsey, Müslüman Kardeşleri, çeşitli burjuva liberal partileri veya oluşumları, çeşitli Kürt örgütlenmelerini, Yerel Koordinasyon Komiteleri’ni ve çeşitli gençlik örgütlenmelerini kapsıyor. Kendine Libya’daki Ulusal Geçiş Konseyi’ni referans alan ve ağırlıkla sürgündeki hareketler tarafından oluşturulan Konsey’in, Suriye’deki etkinliği ve kapasitesi henüz epey tartışmalı. Zaten Konsey şimdilik, temel olarak “uluslararası tanınma”, diplomatik lobi faaliyetlerine yoğunlaşmış durumda. Burjuva partilerin ana rengini verdiği Konsey, programını “demokratik ve sivil bir devlet”in inşasıyla sınırlıyor. Deklarasyonunda bir dış müdaheleye karşı olduğunu ilan etse de, içerisinde dış müdahele yanlısı önemli bir kesimi barındırdığı da biliniyor. Suriye Ulusal Konseyi dışında bir diğer önemli muhalefet koalisyonu ise, Şam’da kurulan Ulusal Koordinasyon Komiteleri. Daha çok Suriye içerisinde faaliyet yürüten milliyetçi ve seküler partiler tarafından kurulan bu oluşum, dış müdaheleye kesinlikle karşı olmasının yanı sıra Konsey’den ayrılan bir diğer yönü, rejimle kesin bir kopuştan kaçınması ve rejimle diyalog geliştirmeye eğilimli olması. Bu iki oluşumun da ortak noktası ise, burjuva bir programa sahip oluşu ve emekçi kitlelerin ekonomik ve sosyal taleplerine kayıtsızlığı. Olasılıklar Devrimin başlamasının ardından temel stratejisini, bütün olanaklarını seferber ederek baskı ve şiddet yöntemiyle devrimi ezmek üzerine kuran Baas rejimi, oynadığı kumarı kaybetti ve devrimi ezmeyi başaramadı. Baas rejiminin düzeni yeniden tesis etmesi ve varlığını eskisi gibi sürdürebilmesi artık mümkün değil. Suriye halkı maruz kaldığı yoğun teröre rağmen, kahramanca bir mücadele yürüttü ve rejimin bu stratejisini boşa çıkardı. Diktatörlük rejiminin siyasi olarak iflas etmesi, Suriye devrimi adına önemli bir zaferken, devrimin önünde fırsatlarla ve tehlikelerle dolu yeni bir dönem bulunuyor. Mevcut hali ve kapasitesiyle devrim, rejimin meşruiyetini büyük ölçüde yitirmesini sağlamasına rağmen, rejimi yıkmaya muktedir olamadı ve mevcut yöntemleriyle bunu başarması de mümkün görünmüyor. Zira, rejim halen hatırı sayılır bir kitle desteğine sahip ve güvenlik aygıtları yekpare niteliğini korumayı sürdürüyor. Öte yandan, siyasi kriz ve ekonomik yaptırımlara birlikte gelen ve etkisini günden güne artıran ekonomik kriz, burjuvazinin rejime olan desteğini zaman içinde çekmesine neden olabilir, maaşlarını alamaması halinde devlet çalışanları rejimden kopabilir, güvenlik aygıtları ve paramiliter çeteler -Şabiya- paralize olabilir. Bu noktada, devrimin önündeki temel tehlikelerden birisi sürecin sekter bir iç savaşa sürüklenmesi. Devletin Alevi ve diğer azınlıklar arasındaki etkisini koruyabilmek için sistematik olarak kışkırttığı “Sünni-Şii” ayrımı, ve yine radikal İslamcı Sünni grupların tutumları, devrimin mezhepsel bir savaşa dönüşerek yozlaşmasına neden olabilir. Öte yandan, sistematik terörün sürdüğü ve her gün onlarca kişinin öldüğü mevcut pat durumunda, kitlelerin giderek yılgınlığa düşmesi, emperyalist müdahale talebini güçlendirebilir ve yeni bir emperyalist müdahale gündeme gelebilir. Devrimin başlangıcında kitleler herhangi bir dış müdahaleye kesinlikle karşı iken, son aylarda belirli bir kesimin bir kara operasyonuna olmasa da, hava sahasının kapatılmasına dönük bir NATO müdahalesine giderek daha sıcak baktığı bilinmekte. Kitlelerin giderek 8 Orhan, Oytun, Suriye’de Demokrasi mi İç Savaş mı? Toplumsal-Siyasal Yapı, Değişim Senaryoları ve Sürecin Türkiye’ye Etkisi, sf. 15-16, bak.: http://www.orsam.org.tr/tr/raporgoster. aspx?ID=1805.
30
Sosyalist Düşünce Dergisi
BM’den, NATO’dan medet umar noktaya gelmesinde, uluslararası sınıf hareketinin ve sosyalist hareketin devrimle dayanışma örmedeki zayıflığı veya kayıtsızlığı ve hatta sosyalist hareketin hatırı sayılır bir kesiminin Esad rejimine arka çıkmasının yol açtığı etkiyi de ayrıca belirtmek gerekiyor. Devrimin önündeki bir diğer tehlike de, sınıf hareketinin ve devrimci bir sınıf partisinin yokluğunda burjuva önderliğin giderek konsolide olması, emekçi halkın “iş, ekmek ve özgürlük” taleplerini “demokratik ve sivil bir devlet” programı çerçevesine hapsetmesi ve devrimi kitlelerin elinden “çalması”. Bu noktada uluslarası devrimci Marksist hareketin önünde, Suriye devrimini desteklemek, bu konuda uluslararası kampanyalar düzenlemek, Suriye devrimcileriyle dayanışma halinde, onlara devrimci bir önderliğin inşasında yardımcı olmak gibi ağır bir sorumluluk duruyor. Suriye’de emekçi halkın “iş, ekmek ve özgürlük” talepleriyle başlattıkları devrim, rejimin terörüne karşı özsavunma birliklerinin oluşturulabilmesi, koordinasyon komiteleri gibi özürgütlenmelerin gelişip yaygınlaşması, burjuvaziden ve emperyalizmden bağımsız bir sınıf hareketinin sahneye çıkmasıyla zafere ulaşabilir. Suriye’deki muzaffer bir devrim, Arap devrimi süreciyle bölgede sarsılmaya başlayan emperyalizmin ve Siyonizm’in hakimiyetine ağır bir darbe indireceği gibi, Arap devrimci sürecine de muazzam bir itilim verecektir.
Kış | 2012 -
31
Dosya
Ortadoğu Devrimleri ve İşçi Sınıfı: Tunus/Mısır
Bastırılanın Geri Dönüşü
Murat Yakın
“Marksizm Bayrağı Altında”ya katkıda bulunanlar, Hegel diyalektiğinin, yani Marx’ın pratik olarak “Kapital”inde, tarihsel ve siyasal çalışmalarında uyguladığı ve de artık Doğu’da (Japonya, Hindistan ve Çin) yeni sınıfların –yani dünya nüfusunun büyük bir kısmını oluşturan ve tarihsel edilginlikleri ve uyuşuklukları şimdiye kadar birçok ileri Avrupa ülkesinin durgunluğunu ve çürümesini koşullandıran milyonlarca insanınhayata ve mücadeleye uyanışının her gününün, yeni halkların ve yeni sınıfların hayata uyanışlarının her gününün Marksizmin yeniden onaylanmasına hizmet etmesini sağlayacak şekilde başarıyla uyguladığı diyalektiğin, materyalist bir bakış açısından sistematik bir incelemesi için hazırlanmak zorundadır. Vladimir Ilyiç Lenin
Tüm Ortadoğu ve Mağrip ülkelerinde devrimciler bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde sermayenin mutlak egemenliği gerçeğiyle yüzleşiyor. Hareketin açıkça antikapitalist bir karakter kazanması ihtimali korkusu, bölgeyi onlarca yıldır bir dehşet dengesiyle yönetmeye alışmış çokuluslu finans kurumlarını ve Batılı emperyalist hükümetleri, rejimlerin alaşağı olduğu ülkeleri küresel kapitalist sistemin içinde tutmayı garanti altına almak için olağanüstü bir çabanın ve çelişkilerle yüklü bir dönemin eşiğine getirdi. Özellikle bugün, devrimci sürecin zirve yaptığı Tunus ve Mısır’ı emperyalist yörüngede tutmanın başlıca yolu, bu ülkeleri bir borç sarmalına mahkûm etmek ve sefalet koşullarındaki emekçi yığınların ayaklanmalarına karşı her iki ülkede silahlı kuvvetlerin ve müttefik yerel burjuvazilerin hegomonyasını kuvvetlendirmekten geçiyor. Bu önlemlerin, örneğin Mısır’da ve Tunus’ta, devrilen rejimlerin ardından güvenli bir 32
Sosyalist Düşünce Dergisi
“geçiş dönemi”, yoksullara ekonomik yardım ve “özgür ve adil parlamento seçimleri” kisvesi altında vücut bulduğundan şüphe yok. Bu nedenle, Batı emperyalizmleri ve onların Mısır ve Tunus içindeki müttefikleri, halk ayaklanmalarını “ehlileştirme” ve devrimin Ortadoğu toplumunu yeniden şekillendirme potansiyelini dizginleme gayretindeler. Tunus’un, neoliberal programın en modern görünümleriyle birlikte Kuzey Afrika’ya ve tüm Ortadoğu’ya taşınmasında bir köprübaşı vazifesi üstlenmiş olması belki de ilk kıvılcımın bu bölgede parlamış olmasının yanıtını taşıyor. “Arap Sosyalizminin” ve korumacı devlet politikalarının Cezayir ile birlikte yürürlüğe sokulduğu ülke, 1980’li yıllar boyunca dizginsiz bir piyasa ekonomisine geçişin temel mağdurları haline dönüşecek öğretmenlerin, banka işçilerinin, üniversite profesörlerinin ve beyaz yakalı işçilerin ciddi seferberlik dalgalarına sahne oldu. Her ne kadar 1980–86 arasında iş başına gelen yeni hükümet muhalefetle çatışmasız, uzlaşıya dayalı yöntemler geliştirmeye uğraştıysa da, 1983 sonbaharında ülkeye nüfuz eden Uluslararası Para Fonu (IMF) politikalarının basıncıyla temel besin maddeleri üzerindeki devlet desteği kesilecek ve kamu harcamalarında kısıtlamalar kaçınılmaz olacaktı. Bu saldırı politikaları sonucunda gıda fiyatlarında yüzde 70’e varan ani artışlar baş gösterdi ve Gafsa şehrinde ilk “gıda ayaklanmaları” patlak verdi. 1984 yılına gelindiğinde isyan dalgası tüm ülkeyi sarmıştı. Fiyat artışları geri alınıncaya kadar süren isyanda yüzlerce kişi can verecekti. 1986 yılı boyunca sendikal harekete yönelik geniş tutuklama kampanyalarına, İMF ile imzalanan Standby anlaşması eşlik etti. Bu anlaşma uyarınca, Tunus’un borç yükü anormal ölçekte artmış, kamu harcamaları büyük ölçüde durdurulmuş, önüne geçilemeyen bir özelleştirme dalgası ve kur ayarlaması resmi tamamlar olmuştu. 1987 yılında bir darbeyle iktidara gelen Zeynel Abidin Bin Ali hükümetinin de temel önceliği emperyalizmle yürürlükteki anlaşmaların sadık bir takipçisi olmak ve IMF’nin istikrar programını kararlılıkla tamamlamaktı. Buna mukabil izlenen politik hattın yol açtığı yıkıma işçi sınıfının tepkisi, sonraki altı yıl içinde gerçekleştirilen 2586 grev olacaktı. Söz konusu grevlerin neredeyse tamamı devlet güdümlü sendika UGTT’nin (Tunus İşçileri Genel Birliği) grevlerin önüne geçme çabalarına rağmen gerçekleşmişti. Nitelikli bir genç işsizler ordusu, 2008 krizinin ciddi darbe vurduğu turizm ve hizmet gibi sektörlerdeki daralmanın yol açtığı işsizlik dalgası, temel gıda fiyatlarındaki artış, Bin Ali ailesinin estirdiği terör ve arsız yağma politikası, yaklaşmakta olan ve içten içe büyük bir uğultuya dönüşen alt üst oluşun habercisi olacaktı. Tunus’ta 2011 yılı başında ayaklanmaya yol açan kıvılcım, işsiz bir genç olan Muhammed Bouazizi’nin 17 Aralık tarihinde seyyar satıcılık lisansı olmadığı gerekçesiyle arabasına el konulmasını protesto etmek için kendini ateşe vermesiyle parlayıverdi. Beklenmedik Tunus devrimi, 2008’den beri dünyayı alt üst eden ekonomik krizin, o ana dek sınıf mücadelelerine yansımış ilk ve en belirleyici ateşleyicisi olmuştu. Hikâyenin bir öncesi olmakla birlikte kuşkusuz devrimin yolunu açan, zengin komşusu Avrupa’yı sarsan ekonomik krizin Tunus ekonomisinin esas gelir kaynağı turizme beklenmedik bir darbe vurması ve ülkede işsizliğin dayanılmaz düzeye yükselmesiydi. Hükümet yetkililerin resmi açıklamalarına göre, ülkede 700 bini aşan işsizler, toplumun çalışmaya elverişli nüfusunun yaklaşık yüzde 20’sini oluşturmaktaydılar. Ne sokakları zapt eden kitleler üzerinde rejimin uyguladığı vahşi saldırı –ki bu saldırı dalgası yüzden fazla ölüme ve pek çok yaralıya yol açtı– ne de Bin Ali’nin verdiği tavizler –önce 2014 seçimlerinde aday olmayacağını ve ardından altı ay içinde yeni seçimleri gerçekleştireceğini vaat etmişti– bu ikiyüzlü rejimin karakterini yakından tanıyan halkı ikna etmeye yetmedi. Kitle seferberliklerinin yarattığı basınç o denli etkiliydi ki, sonunda bu asker polis rejiminin sadık müttefiki UGTT’in birçok yerel örgütü protestolara destek vermeye ve isyancı güçlere koordinasyon ve toplantı merkezi ola-
Kış | 2012 -
33
rak ofislerini açmaya mecbur kaldı. Bu gelişmelere paralel olarak işçi sınıfının birçok kesimi, –özellikle sağlık, ulaşım, maden ve eğitim– demokrasi ve iş talepleriyle genel grev ilan ettiler. Ülkedeki can alıcı ekonomik sektörlerin büyük bir kısmını kontrol etmekte olan Bin Ali ve ailesinin iktidarda tutunabilmek adına verdiği her taviz sokaktaki hareketi büyüttü ve sonunda Tunus’ta o ana dek devasa bir bürokrasi aracılığıyla devletle sıkı bağları olan UGTT’nin harekete katılması, -aynı anda Mısır’da da genel grevin başlaması- ve ikinci gününde 300 bin işçinin genel greve çıkması dengeleri bütünüyle değiştirdi. Bin Ali rejiminin ayaklandırmayı savuşturma olanakları, işçi sınıfının devrimci sürece müdahil olmasıyla tümüyle tükenmiş oldu. Nihayetinde devrik başkan ve şürekâsı, 15 Ocak günü sadık müttefikliğini yaptıkları Nicolas Sarkozy tarafından reddedildikten sonra ordunun da oluruyla Suudi Arabistan’a sürgüne gönderildi. Tunus’ta devrimci sürecin yaktığı kıvılcıma dek, emperyalizm ile bölgedeki diktatörlük rejimleri arasında kurulu dengenin bir sonucu olarak açığa çıkan ve bölgede işçi hareketini ciddi ölçekte belirleyen bir dizi ortak etmen göze çarpmaktadır. Bunların başında işçi hareketinin kapalı ve yerelliklere hapsolmuş görünümü gelir. Bu nedenle sıkça patlayan mücadeleler, siyasal karakter kazanma ve ulusal ve hatta uluslararası ölçeğe sıçramakta sınırlarla karşılaşmaktadır. Genelde devletle iç içe geçmiş tek bir ulusal sendikanın hükümranlığı öne çıkar. Bu nedenle bölgedeki diktatörlük rejimleri sendikalar aracılığıyla sendikal alanı ve mücadeleleri tümüyle denetleyebilme imkânlarına kavuşmuştur. Tunus devriminin Mısır üzerinden tüm bir Ortadoğu’ya sıçramasıyla oluşan yeni koşullar, sınıf hareketini bugüne dek bir deli gömleğinin içine hapseden koşulların niteliksel ölçüde dönüşmesinin dinamiklerini de beraberinde getirecektir. Mısır; Sürekli Devrim Zincirinde Yeni ve Belirleyici Bir Halka Aslına bakılırsa Mısır devrimi, 2005 ve 2010 yılları arasında yaşanan ve ülke düzeyinde on yıllardır tanık olunmamış düzeyde bir grev hareketi süreciyle yakından ilişkili olarak değerlendirilmeli. 1982–90 yıllarında yaşanan borç krizi, Mısır egemenlerini borcun yeniden yapılandırılması için Paris Kulübü’ne gitmeye zorladığında, IMF kredi akışının devamının bir şartı olarak neoliberal yapısal düzenleme programını dayattı. IMF’nin şartları hükümetleri sosyal hizmetler üzerindeki harcamaları kesmeye, fiyat kontrollerini ve ödenekleri rahatlatmaya, sanayileri denetlememeye ve özelleştirmeye, enflasyonu hedef almaya ve sermaye akışını serbestleştirmeye zorladı. Bu program Nasır yıllarının güçlü Arap milliyetçisi bölgesel dayanışmasını yıkacak ve alt sınıfların kuyruğuna takılmış felaket sonuçlarıyla birlikte küresel sermayeye bağlı yönetici sınıfın gücünü sağlamlaştıracaktı. Söz konusu dönemde olanca vahşiliğiyle tüm dünyada uygulamaya sokulan bu köklü neoliberal dönüşümün büyüyen eşitsizlik, fakirlik ve sömürülen sınıflar için sosyal güvensizlik kadar ülke gündeminden dışlanmış milyonların sefalet sarmalına itilmesi gibi geniş ölçekli sonuçları olacaktı. Neoliberal devlet, Mısır’ın sağlık sistemini, diğer kamusal hizmetleri birçok stratejik sanayi kuruluşuyla birlikte tahrip edip özelleştirerek, toplumsal korumayı yok etti. Mübarek’in tek başına yönetimi sırasında, gıda ödenekleri yüzde 50 azaltılırken özelleştirme genellikle “daha az iş istikrarı, daha uzun çalışma ve işçiler için daha düşük sosyal hizmet standartları” anlamına geliyordu; Dayanışma Merkezi’nin yakın zamanlı bir raporu gösteriyor ki, bu işçi gücünü disipline sokmak için oldukça etkili bir yoldu.1 Hatta Uluslararası İşçi Örgütü’ne (ILO) 1 Joel Beinin, “Egyptian workers demand a living wage,” Middle East Channel, 12 Mayıs 2010,http://mideast.foreignpolicy.com.
34
Sosyalist Düşünce Dergisi
göre Mısır dünyanın işçi hakları ihlali konusunda şampiyonluğa oynayan 25 ülkesinden biriydi. Özel sektör işçileri geçici iş sözleşmeleri ve düşük ücretlerle istihdam ediliyor, güvenlik ve mesleki sağlık gereçleri olmaksızın kötü koşullar altında herhangi bir sosyal güvence olmaksızın, günde 12 saatten fazla çalışıyorlar. Bunun da ötesinde, çok sayıda işçi işe başlamadan önce istifa kâğıtlarını imzalamaya zorlanıyor. Kendi çıkarlarını korumak için sendika kurma hakları yok. Egemenler, Mısırlı işçilere hiçbir bağımsızlığı olmayan bürokratik bir sendikal örgütlenme dayatıyor. Onun da tek amacı işçiler arasında egemenlerin politikalarını savunmak ve ilerletmekle sınırlandırılmış. Bu nedenle, 25 Ocak devriminin temel güçleri arasında yer almak Mısırlı işçiler açısından doğal ve beklendik bir gelişme olarak kabul edilmeli. Ülkede 2011 yılına dek yükselen mücadeleler, neredeyse istisnasız bir biçimde sendikanın inisiyatifine karşı ya da ona rağmen hayata geçirilmişti. Son otuz yıl boyunca Mısırlı işçiler bütün uluslararası standartları ihlal eden çalışma koşullarından, son derece yakıcı şekilde etkilendiler. Ekonomik ölçekte dönemsel ve görece düzelme anları da işçilere kaybedilen mevzileri geri getirmedi. Devlet ve rejim yapısının gayrı demokratik karakterinin yanı sıra devlet güdümlü Mısır İşçi Sendikaları Federasyonu (ETUF), sözde işçilerin temsilcisi olmasına rağmen, rejim tarafından iyiden iyiye sindirildi ve emekçiler ve yoksullar için felaket olan neoliberal özelleşme şemalarını tek tek kabul etti. ETUF’un karşı çıktığı -eşi benzeri görülmemiş- grevler dalgası üretimi etkilemeye başladı: 2004 ve 2010 arasında Mısır’da 3000’den fazla işçi eylemi vardı. Giyim ve tekstil grevlerin vurduğu ilk sektörlerdi ama inşaat işçileri, ulaşım işçileri, gıda işleme işçileri ve hatta Kahire metro çalışanları bile onları takip etti. 2007’deki dünya gıda krizinde yiyecek fiyatlarının yüzde 24 oranında artışı öfkeyi büyüttü ve büyük “ekmek eylemlerini” tetikledi. 55 milyon insanın -nüfusun yaklaşık yüzde 75’i kazancının çoğunu beslenmeye harcıyor olmasıyla işçi sınıfı bilinci çarpıcı biçimde değişmeye başladı: açlık ve bunalım güvenlik güçlerine yönelik geleneksel korkuyu yenmişti. Mısır’ın Mahalla gibi sanayi kentlerinde kayda değer bir işçi hareketi şekilleniyordu. 2006’da gelişen büyük emekçi hareketinde Misr Spinning and Weaving’in 25.000 işçisi greve gitti. Yine 6 Nisan 2008’de Mahalla’daki bir gösteri saatler içinde binlere ulaştı, rejimin devlet adamlarının sözleriyle “ülkeyi perçinleyen” ve “rejimi çekirdeğine kadar sallayan” bir eylem oldu.2 Eylemciler sokaklarda Mübarek karşıtı sloganlar atarak yürüdü, polisle çatıştı, araçları ateşe verdi ve Mübarek’in resimlerini indirdi. Bu eylem inanılmaz bir başarıydı, üstelik ikramiye ve maaş zammı kazandırdı. Belki daha da önemlisi, hareketin Facebook’da birçok genç destekçiyi çeken 6 Nisan Hareketi olarak tanınır hale gelip, birkaç yıl içinde Mısır’a devrimi getirip diktatörlüğü yıkacak güçlü bir hareketin vahası olmasıydı. Hareket 2009 sonlarında vergi toplayıcıların Kahire sokaklarında 10 bin kişilik üç günlük oturma eylemiyle ve Mısır’ın tarihinde ilk defa bağımsız bir işçi sendikası kurma hakkı kazanmalarıyla güç toplamaya devam etti. Bu kritik dönem boyunca alt sınıfları doğrudan tahrip eden yıkım politikalarının sonuçlarına rağmen IMF ve Dünya Bankası sürekli olarak Mısır’ı neoliberal reformun modeli olarak öne çıkartmaktaydı. Dönemin ruhuna uygun bir biçimde yüceltilen “bireysel özgürlükler ve demokratikleşme” söylemi kurumuş bir kabuktan ibaretti. Zira ülkede iyiden iyiye kırılgan bir karakter kazanan sınıflar mücadelesinin doğası, kaçınılmaz bir biçimde işçi sınıfının hizaya getirilmesini, sefalet koşullarındaki yığınları dizginlemeyi, hassas dengelere dayalı egemen blok içindeki yarılma dinamiklerini kontrol altına almayı dayatıyordu. Bu görevin üstesinden ancak sistematik bir baskı 2 Anand Gopal, “Egypt’s Cauldron of Revolt,” Foreign Policy, 16 Şubat 2011, bak.: http://foreignpolicy.com. Kış | 2012 -
35
rejimi gelebilirdi. Eski Mısır devlet başkanı Enver Sedat’ın 1981 yılında öldürülmesiyle birlikte yürürlüğe sokulan ve o günden beri rejimin baskı ve işkenceleriyle özdeşleşen olağanüstü hal yasasına rağmen, bölgenin yakın tarihinde benzeri olmayan bir toplumsal uyanış ve mücadele dalgası 2011 yılındaki devrimci sürecin beslendiği kanallar olarak serpilip gelişti. Yeni iletişim teknolojilerinin olanakları fabrikaları birbirine bağlayıp sosyalistler, ciddi bir toplumsal ağırlık kazanan geleceksiz şehirli genç hareketi ve işçiler arasındaki ittifak şekillenmeye başladı. Bu mücadeleler zincirinin bir başka vechesi de kırda yaşanmakta. Devrimden bu yana kırsal alanda 100 bin toprak işgali gerçekleşti. Topraksız köylüler zorla el konulan topraklarını geri alabilmek için kendilerini sakınmaksızın örgütleniyor. Mısır’da son 10 yıl boyunca gelişen toprak mücadelelerinde 100’den fazla köylü öldü, bin köylü yaralandı ve en az 3 bin köylü tutuklandı. 31 yıllık Mübarek iktidarının 25 Ocak 2011 günü başlayan -ve Tahrir Meydanı’nın bir sembole dönüştüğü- kitlelerin devrimci atılımıyla son bulması, kuşkusuz büyük bir adımdı. Ne var ki, emperyalizmin ve egemen sınıfın desteğini tümüyle arkasında bulan Mısır Silahlı Kuvvetleri insiyatifin kitle hareketinin eline geçmesini önlemek için 11 Şubat 2011 tarihinde bir cunta yönetimi oluşturdu. Yönetimi üstlenen Yüksek Askeri Konsey’in dokuz ay boyunca izlediği oyalama taktiği yüz binlerce emekçinin yeniden seferberliğe geçmesine yol açtı. 17 Kasım günü Ocak ayına dek sürecek bir seçim sürecinin tam ortasında önce başkentte başlayıp süratle diğer kentlere sıçrayan isyan dalgasıyla Tahrir Meydanı ordunun tüm gözdağı verme girişimlerine karşın yeniden ele geçirildi. Özörgütlülükler pek çok semtte denetim savaşına girişti ve hatta İskenderiye gibi bazı kentlerde devlete ait silah depolarının ele geçirilmesine ilişkin girişimlere tanık olundu. Bu satırların yazıldığı günlerde “Devrim tamamlanmalı” şiarıyla Mısır emekçilerinin cunta yönetimine karşı giriştiği seferberlik olanca şiddetiyle sürmekteydi. Öte yandan, işçi hareketinin grevleri pek çok sektörde yaygınlaşmış durumda, çelik sanayisinden tekstile, belediye hizmetlerinden sağlık sektörüne kadar grevler söz konusu. İşçiler ücret artışını, emeklilik haklarının düzeltilmesini, çalışma koşullarının geliştirilmesini, iş güvenliği ve sosyal haklar istiyor, ama bunların yanı sıra sendikal örgütlenme hakkı talep ediyorlar ve birçok işyerinde ve işkolunda kendi yeni bağımsız sendikalarını örgütlüyorlar. Devlet güdümlü Mısır Sendikalar Federasyonu’na karşı Mısır Bağımsız Sendikalar Federasyonu şimdiden 14 işkolunda örgütlenmiş durumda ve bu süreç, devrimci mücadelenin en hassas noktalarından birini oluşturuyor. Zira bu örneklerin gösterdiği tek şey, devrimin siyasal ve sosyal kaynaklarının tükenmek bir yana daha da radikalleşmekte oluşu. Devrim Dersleri 1- Tunus ve Mısır’da yaşanan devrimci süreçlerin bir kez daha doğruladığı ilk önemli ders, büyük toplumsal patlamaların, isyan, halk ayaklanması ya da devrimlerin, çoğu durumda, büyük birikimler halinde mayalanan ve küçük kıvılcımlar üzerinden patlayan kendiliğinden bir dinamiğe sahip olduklarıydı. Tunus ve Mısır’da tam da bu yaşandı. Aşağıdan bir hareket talepleri şekillendirdi, mücadeleyi sürdürebilmek, ihtiyaçlarını karşılamak için örgütlendi, kendisini savundu. Devrimci sürecin geçilen ilk evrelerinin ardından, kitle hareketinin mücadele ve deneyimlerden öğrenme sürecinin halen devam etmekte olduğunu vurgulamalıyız. 2- Devrimci seferberliklerin itici gücü esas olarak emekçi sınıflar ve ağırlıklı olarak o sınıfların kapsamındaki gençler ve neoliberalizmin kronik mağduru haline dönüşmüş olan işsizlerdi. Sefalet ücretleriyle izbe atölyelere tıkıştırılmış işçiler, kadınlar, güven36
Sosyalist Düşünce Dergisi
cesizlik kuşatmasına direnen kent yoksulları ve şüphesiz devrimin sembolüne dönüşecek Muhammed Buazizi gibi diplomalı ve kalifiye işsizlerden söz ediyoruz. 3- Diğer yandan, Tunus’ta halk arasında yılgınlık ve karışıklık yaratmaya çalışan Bin Ali’nin eski muhafızlarının ve çetelerin yol açtığı yağma ve kışkırtmalara karşı birçok şehirde ve mahallede halk savunma milisleri oluşturuldu. Bu milisler aynı zamanda rejimin işbirlikçilerini bulup açığa çıkartmaya ve Bin Ali ailesinin halktan çalmış olduğu birçok mal varlığını kamulaştırma girişimlerine başladı. Kafsa, Kassarin, Sidi Bu Zeyd ve Tala şehirlerinde, yerel yönetimin ve polisin kaçışıyla, kitleler güvenlik, gıda temini, sağlık ve temizlik hizmetlerini, oluşturdukları halk komiteleriyle düzenlediler. Gençlik ve işçiler, Bin Ali rejiminin ölüm birliklerinden kendilerini korumak için mahallelerinde savunma komiteleri kurdular. Savunma komitelerini acil işleri halletmek ve günlük ihtiyaçlarını gidermek için harekete geçirdiler. Düne kadar rejimin payandası görevini gören UGTT’nin ofislerinde bir araya gelindi. Küçük, kokuşmuş bir azınlığın çıkarlarını korumak için inşa edilmiş rejimin kurumlarına karşı ayaklanıldı. 4- Özörgütlenme deneyimlerinin en açık örnekleri, Tunus’ta rejim güçlerinin özellikle devrimci kalkışmanın yoğunlaştığı güney kentlerinde uyguladığı sistematik teröre ya da Mısır’daki diktatörlük rejiminin bir taktik olarak Tahrir meydanındaki kitlelere saldırtmak için kullandığı suç çetelerine –“Baltacılar” olarak anılan paramiliter güçlerkarşı kendiliğinden oluşan “devrimi savunma komiteleri” türünden organizmalarda görülebilir. Her iki ülkedeki deneyim, düzen güçlerine karşı mücadeleden doğan bu taban yapılarının temelde temsilci sistemine dayalı, kolektif tartışma ve karar mekanizmalarıyla işleyen bir omurgaya sahip olmasıyla belirlenmekteydi. 5- Tunus ve Mısır devrimleri başta olmak üzere, bölgedeki ayaklanmalara damgasını vuran mücadele araçları ve yöntemler devrimci sürecin, tartışmaya mahal vermeyecek ölçüde işçi sınıfının kent merkezli sokak savaşları geleneğinden beslenmekte olduğunu ortaya koyuyor. Kitle seferberlikleri, genel grevler, yerel ayaklanma girişimleri, barikatlı, taşlı sokak savaşları, düzen güçlerinin devreye soktuğu üniformalı erleri emekçi yığınların saflarına geçmeye davet eden bildiriler. Tüm bunlar, bölge düzeyinde sınıf bilincinde, önceki dönemle kıyaslanmayacak bir sıçrama yaşanmakta ve eylem halindeki kitlelerin kendi dönüştürücü güçlerinden beslenmeyi öğrenmekte olduğunun açık göstergeleri. 6- Tunus ve Mısır devrimleri, tüm bir bölgeye geride kalan kırk yıl boyunca sinmiş siyasal atalet ve parçalı görüntüyü silkeleyerek, muazzam bir toplumsal enerji açığa çıkardı. Ezilen yığınların kolektif iradesince belirlenen bir sokak siyaseti yarattı. Diğer yandan, kitlelerin kendi kolektif mücadeleleriyle uzun yıllar hüküm sürmüş diktatörlükleri alaşağı etmeleri, muazzam bir siyasal özgüvenin doğuşunu da beraberinde getirdi. Son günlerde yaşanan hadiseler, Şubat günlerini andıran ve askeri yönetimi hedef alan kitle seferberliği, “sıradan insanlar” nezdinde yaşanan bu bilinç sıçraması ve özgüven hesaba katılmaksızın anlaşılamaz. Bütün büyük devrimlerde olduğu gibi, Mısır ve Tunus süreci de devrimciler nezdinde bir dizi ilkesel sorunu gündeme getirdi. Bunların başında gelen kuşkusuz yaşananların nasıl adlandırılacağına yönelikti. Bu süreçler ayaklanma ya da isyan olarak adlandırılabilir miydi? Yoksa bir devrim süreci miydi söz konusu olan? Bolşevik devriminin başlıca önderlerinden Lev Troçki Rus Devriminin Tarihi adlı muazzam kitabının ön sözünde bir devrimin en karakteristik özelliklerinin berrak bir tanımlamasını ortaya koyar: Bir devrimin en tartışma götürmez özelliği kitlelerin tarihsel olaylara doğrudan müdahaleleridir. Normal zamanlarda, ister monarşik olsun isterse de demokratik, kendisini ulusun üzerine yükseltir ve tarih bu anlayış doğrultusunda uzmanlar –krallar, bakanlar, bürokratlar, parlamenterler ve gazeteciler- tarafından yapılır. Ama bu kritik anlarda, eski düzen kitleler için artık katlanılamaz Kış | 2012 -
37
hale geldiği zaman, kendilerini siyasi arenanın dışında tutan engelleri yıkarlar, geleneksel temsilcilerini bir kenara atarlar ve kendi müdahaleleri yoluyla yeni bir rejimin ilk altyapısını oluştururlar. Bizler bunun iyi mi yoksa kötü mü olduğu konusunda hüküm verme işini ahlakçılara bırakıyoruz. Bizler olguları gelişimin nesnel akışı tarafından verildikleri halleriyle ele alacağız. Bizim için bir devrimin tarihi her şeyden önce, kitlelerin kendi kaderleri üzerindeki hükümranlık alanına zorla girmeleridir.3 Devrim biçimsel açıdan ulusal görünümlerle patlak verse de “doğası”, açığa çıkarttığı olanaklar itibariyle uluslararası bir süreci tanımlıyor. Devrimci bir süreç gelişmeye başladığı andan itibaren hızla uluslararasılaşıyor ve geniş bir coğrafyada kitleleri etkileyip ilham veren bir olguya dönüşüyor. Gerçek şu ki, Kuzey Afrika ve Ortadoğu devrimci süreci sürmekte ve değişik görevlerin iç içe geçtiği yeni bir aşamaya evrilmekte. Suriye, Cezayir, Bahreyn ve Yemen gibi ülkelerde mevcut diktatörlüklere son vermek için verilen mücadele halen devam ediyor. Mısır ve Tunus gibi ülkelerde ise, temel görev devrimci süreci dondurmak ve kapitalizm dışı alternatif arayışlarının önüne geçmek isteyen yeni hükümetlerle yüzleşme konusunda merkezileşiyor. Bu analizi doğrulayan en yeni gelişmeler, Tunus ve Mısır’da ayaklanmaların ardından işbaşına gelen yeni hükümetlere rağmen sosyal düzeylerinde en ufak bir iyileşme görmeyen ve kendilerini aldatılmış hisseden gençliğin ve işçilerin meydanlara geri dönüşünde bulunabilir. Her iki ülkede de çokuluslu tekellerin elinde bulunan stratejik işletmelerin hiç biri henüz devletleştirilmiş değil. Elde edilmiş demokratik kazanımların akıbetini ise yine bu ülkelerdeki iktidarların alaşağı olmasına yol açan kitlelerin inisiyatifi belirleyecek. Öte yandan, her iki ülkede de başta ücretler ve onurlu ve güvenceli bir iş talepleriyle art arda grevler patlak veriyor. Yalnızca Tunus’ta Bin Ali diktatörlüğünün devrilmesinden bu yana, 1.500’ü aşkın grev ve işçi mücadelesi yaşanmış durumda. Mısır’a gelince; Mübarek rejiminin ardından “halkın hamisi” kisvesine bürünen askeri cunta, iş emperyalizmle Mısır arasındaki en can alıcı ilişki noktası olan İsrail konusuna gelince, bir düzen gücü olarak en acımasız yüzünü göstermekten çekinmiyor. Siyonist İsrail ile ilişkilerin kesilmesi ve Filistin halkıyla dayanışma amacıyla İsrail elçiliğine yönelik gerçekleştirilen ve binlerce göstericinin katıldığı işgal eylemine ordunun müdahalesine ilişkin olarak “hunharca” kelimesi yetersiz kalıyor. Bu nedenle, bugünlerde devrimci sürecin yeni bir evresinin gerçekleriyle yüzleşen Tunus ve Mısır’da devrimci sosyalistlerin öncelikli görevleri, işçilerin ve geleceksizliğe mahkûm edilmiş gençliğin onurlu bir iş ve ücret, herkes için sağlık, barınma ve eğitim talepleriyle sürdürmekte oldukları seferberlikleri sahiplenmek ve devrimci bir mücadele programıyla donatmak için savaşmaktan geçiyor. Bu programın köşe taşlarını ise; kontrolü çokuluslu şirketlerde bulunan tüm stratejik işletmelerin devletleştirilmesi, habis bir ur haline gelmiş işsizliğe son vermek için acil bir kamu programının oluşturulması, eski rejimin temsilcilerinin, bugüne dek süren yağmadan beslenen yüksek rütbeli subaylar ve ailelerinin mülklerine halk adına el konulması, ayaklanan kitleleri kırıma uğratan bütün katil sürüsünün yargılanarak tutuklanması oluşturuyor. Bu programatik yaklaşımın tamamlayıcısı ise kuşkusuz, emperyalizmden ve onun tüm ayak oyunları ve anlaşmalarından kopuş temelinde yeni bir işçilerin, gençliğin ve halkın iktidarı perspektifinin adım adım hayata geçirilmesi. Bu nedenle, halk milisleri, devrimci komiteler, gençlik örgütleri ya da Tunus ve Mısır’da ortaya çıkmış olan yeni “bağımsız sendiklar” türünden tüm özyönetim nüvesi taşıyan organların güçlendirilmesi dönemin acil devrimci görevlerinden biri olarak öne çıkıyor. 3 Lev Troçki Rus Devriminin Tarihi’nin önsözünden, 14 Kasım 1930, İstanbul, Yazın Yayıncılık 1. Cilt, Ekim 1998, İstanbul.
38
Sosyalist Düşünce Dergisi
Tunus ve Mısır’da kitle mücadelelerinin geleceği açısından bir diğer öncelikli programatik hedef, emperyalizm ve Siyonist İsrail ile imzalanmış tüm anlaşmalardan süratle kopuş ve Gazze’ye yönelik ambargonun kaldırılmasına yönelik mücadelenin yükseltilmesi. Kuşkusuz bu hedeflerin hiçbirine emperyalizmin bölgede devreye sokmaya çalıştığı “demokratik gericilik” yöntemlerine karşı sistematik bir mücadele yürütmeksizin ulaşmak mümkün değil. Bunun için bir yandan kitlelerin sürekli seferberliğini gündeme getirmek, diğer yandan ise parlamenter yanılsamalara, Tunus’ta Ennahda ve Mısır’da Müslüman Kardeşler gibi kitle hareketlerinden uzak durarak emperyalizm, eski düzen güçleri ve Silahlı Kuvvetlerle kalıcı bir pakt arayışındaki düşman güçlere karşı yığınları sistematik olarak uyarmak elzem. Dünya Solu’nda, yaşanan gelişmelerden ve devrimci önderlik boşluğundan kaynaklı tehlikelere atıfla yaygın bir kötümserliğin hâkim olduğu söylenebilir. Öte yandan, mevcut siyasal panaromanın kırılgan bir karakter kazanması, gelişen mücadelelerin sindirilmesini güçleştiriyor. Siyasal ve sosyal planda kriz bağlamında gündeme gelen istikrarsızlık kitle mücadelelerinin öne çıkmasına uygun boşluklar yaratıyor. Yalnızca geçtiğimiz yıl boyunca dünyanın dört bir yanında ve elbette bu metine konu olan bölgede patlak veren mücadeleleri düşünmek yeterli. Sıçramaların, ani ve beklenmedik sosyal patlamaların ciddi anlamda hesaba katılması gereken bir dönemdeyiz. Emperyalizmin ve neoliberalizmin uzun yıllar boyunca yarattığı tahribat etkisi ideolojik ve moral olarak geniş kitlelerce mahkûm edilir hale gelse de henüz “sokakta” yenilmiş değil. Tam da bu nedenle işçi sınıfı ve ezilen kesimler nezdinde inandırıcı, bütünleştirici ve seferber edici bir antikapitalist, devrimci ve enternasyonalist siyasal alternatifin şekillenmesi bugün giderek daha acil bir ihtiyaç haline dönüşmüş durumda.
Kış | 2012 -
39
Dosya
İran’da Rejim ve Muhalefet
Dicle Nadin
“Bir gün geleceğim ve bir haber getireceğim. Damarlara ışık dökeceğim. Ve sesleneceğim: Hey, sepetleriniz uykuyla dolu Elma getirdim, güneşin kırmızı elmasını.” Sohrab Sepehri, Yeşil’in Hacmi1
Ortadoğu’da olup bitenleri anlamanın yolunun İran’dan geçtiğini söylemek herhalde abartılı bir değerlendirme olmayacaktır. Zira bölgenin siyasi tarihinde İran’ın doğrudan veya dolaylı olarak içinde bulunmadığı önemli bir gelişme hemen hemen yok gibidir. Şah döneminde ABD’nin en sadık müttefiki olan İran yerine, emperyalizme meydan okuma retoriğiyle var olan, Filistinlileri destekleyen, kendini İslam’ın koruyucusu/temsilcisi addeden, kısaca bölgede kendi siyasi-ideolojik çıkarlarına göre rol almaya çalışan yeni bir İran gelmiştir. 1979 İran İslam Devrimi’nde muhalif bir geleneğe sahip İran sınıf hareketinin başarısızlığa uğraması, ardından iktidara gelen İslamcı kanat tarafından fiziksel ve siyasi açılardan parçalanması, bugünkü “hareketsizliğin” ya da zaman zaman patlamalı hareketlerin politik arka planını oluşturur. İran İslam Devrimi’nin tahlili bu yazının konusu değildir, fakat bugün İran’da sınıflar mücadelesini analiz edebilmek için ondan söz etmek, onun İran toplumunda yarattığı ruh halinden bahsetmek durumundayız. Bu politik-psikolojiyi belki de en iyi, Abbas Kiarostami’nin Kiraz’ın Tadı adlı filmindeki hikaye anlatır. Kirazın Tadı devrimin bir kuşağın zihninde dini yıkan ve yeniden yaratan yanını bireyin varoluşsal sancılarıyla birlikte verir. Filmin baş karakteri Bedii adında biridir, intihar etmeyi düşünür ve uygun bir mezar yeri 1 İran şiir ve resminin önemli ismi Sohrab Sepehri’nin Sekiz Kitap adlı toplu şiirlerinin 7. kitabıdır Yeşil’in Hacmi. Yeşil, İran siyaset tarihinde İslam’ın değil; protesto hareketlerinin rengi olagelmiştir. “Sekiz Kitap’tan Seçmeler”, çev. Nazila Hamedan Nejad, Epos, 2008.
40
Sosyalist Düşünce Dergisi
arayarak ölümünü hazırlamaya çalışır. Mezarını kazmıştır. Aradığı tek şey, Tahran’da üzerine toprak atacak birini bulmaktır. Arabasıyla önce Tahran’da, sonra mezarının çevresinde dolaşır, büyük bir para karşılığında bu işi üstlenecek birini arar. Fakat çoğu kimse bunu dini gerekçelerden ötürü kabul etmez. Bedii, ölümünü bir yazgıyı, bir tasarıyı gerçekleştirir gibi gerçekleştirebileceğini düşünür, devrimin “uğramadığı” bir ülkede anlam taşıyabilecek tek eylemdir bu ona göre. Devrim bir anlam, bir kutsallık ve yaşamı değiştirme iddiasıydı İranlılar için. Fakat devrimin ezilenler aleyhinde yenilgisi, gelecekleri ellerinden alınmış umutsuz bir kuşağı yaratmıştır. Bu yüzden Bedii’nin hikayesinde vücut bulan bu mizansen, yaşamında kendi kendini tamamlayamayan ve ölümde, kendi ölümünde, dünyanın kendisinden saklayamayacağı, toplumun elinden alamayacağı, örgütlediğine göre molla iktidarının da reddedemeyeceği ölümünde tamamlanmayı amaçlayan insanın var olma sorunsalını ifade eder. Bedii’nin ölümünü örgütlemesi, yaşadığını göstermenin, yazgısına hakim olduğunun, yaşamına bir anlam veremediği için ölümünü inşa ettiğinin bir göstergesi olmuştur bu filmde. Tıpkı bir başka İranlı Sadık Hidayet’in benzer bir psikolojiyi anlatan romanı Kör Baykuş’ta geçen “Ölümün karşısında mezhebin, imanın, itikadın ne kadar gevşek ve çocukça olduğunu hissediyordum” cümlesinde özetlediği gibi...2 Ne var ki, dini hükümlerin güçlü bir biçimde işlediği, dikte edildiği bir toplumda yaratılan biat duygusu kalıcı ya da içselleşmiş değildir. Emperyalist devletlerin yaygın propagandası olarak kullanılan “öcü toplumu” söylemi, benzer şekilde Arap halklar için de yapılıyordu. Yüzyıllık uykuya yattığı söylenen Arap halklar bu söylemin içi boş ve anlamsız olduğunu otuz yıllık diktatörleri alaşağı ederek kanıtladı. Bugün ise, İran’a ilişkin yaygın tartışma elbette, kaderinin Arap devrimlerinin yarattığı güçlü rüzgârdan etkilenip etkilenmeyeceğidir. 2009 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde güçlü bir isyan dalgası ile gündeme gelen İran, bu dalgadan şimdilik somut bir biçimde etkilenmişe benzemiyor. Gerçekten de durum böyle mi? Bu yazıda, bu soru bağlamında üretilecek cevaplarla ilerlemeyi planlıyoruz. Siyasi Krizler Arap Devrimleri, İran’ı hem iç politikada hem de dış politikada ciddi sorunlarla karşı karşıya getirmiştir. Bu sorunlar, iç politikada “ülkede Arap halk hareketlerinden etkilenecek ciddi bir kitlenin” bulunması, dış politikada ise, Ortadoğu’da yeni oluşmakta olan devlet rejimlerinin İran halkı nezdinde rejimin meşruiyetini sorgulatacak nitelikte olmasıdır. Dış çeperinde Suriye’de yaşanan halk ayaklanması, Libya, Tunus, Mısır’da devrilen rejimler İran rejimi açısından bir tehdit oluşturmakta, iç siyasetinde yaşanan rejim krizleri ve ekonomik yolsuzluk skandalları rejimi zora sokmaktadır. Hatırlanacağı üzere geçtiğimiz bahar aylarından bu yana İran siyasetinde en çok tartışılan konulardan biri Rehber Ayetullah Hamaney ile Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad arasındaki sürtüşmedir. Mayıs ayında Ahmedinejad’ın Hamaney’e karşı çıkarak İstihbarat Bakanı Heydar Moslehi’yi görevden almakta ısrar etmesiyle birlikte anlaşmazlık su yüzüne çıkmıştı. Ardından, Hamaney’in destekçisi din adamlarının, Ahmedinejad’a ve onun yakın çalışma arkadaşı Esfendiar Rahim Mashaei’ye karşı sert bir muhalefet göstermeleri sonucu gerginlik iyice artmıştı. Bu kesim, Ahmedinejad’ı ve Mashaei’yi, Hamaney’in otoritesini sarsmak ve din adamlarının İran rejimindeki etkilerini azaltmaya çalışmakla suçlamaya devam etmektedir. Eylül ayında patlak veren İran tarihinin en büyük dolandırıcılık skandalı da, Muhafazakârlar denilen Rehber’in desteklediği kesim ile Ahmedinejad grubu arasındaki bu çatışmaya yeni bir boyut eklemiştir. Zira İran’da bir süre önce, hükümetin özellikle yükselen petrol fiyatlarından elde ettiği geliri usulsüz şekilde harcadığı ve yolsuzluklar yaptığı yönünde birtakım söylentiler ortaya çıkmıştı. 2 Sadık Hidayet, Kör Baykuş, çev: Behçet Necatigil, YKY, s.63. Kış | 2012 -
41
İran’daki finansal dolandırıcılık skandalı, gelecek sene yapılacak olan meclis seçimlerinin arifesinde siyasi hizipler arasındaki tartışmaları daha da alevlendirmiştir. İranlı yetkililerin İran tarihinin en büyük soygunu olarak niteledikleri banka skandalı, bu işin sorumlusu olmakla suçlanan Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın zor durumda kalmasına yol açmıştır. 2,6 milyar dolarlık bankacılık skandalı nedeniyle, İran yönetimi için sıkıntılı bir sürecin başladığını söylemek mümkündür. Özellikle de önümüzdeki Mart ayında yapılması öngörülen meclis seçimlerinin yaklaştığı göz önüne alınırsa, Muhafazakârlar tarafından hükümetin sorumlu tutulduğu bu skandalın Ahmedinejad’ın arkasındaki desteği azaltacağı öngörülmektedir. 2009 Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında Yeşil Hareket’in hükümet güçleri tarafından şiddetle bastırılması ve başlıca önderlerinin siyaset haklarının ellerinden alınmasıyla birlikte, yaklaşan Meclis seçimlerinde mücadelenin “İlkeciler” (Usulgera) ile Ahmedinejad’ı liderleri olarak gören “Üç Tir Söylemi” (Goftemane Sevvom Tir) grubu arasında geçeceği düşünülmektedir. Aslında her iki grup da Velayet-i Fakih (fıkıh bilgininin egemenliği) rejimine bağlılığı ile bilinmektedir.3 Velayet-i Fakih’i ve aslında rejimi anlamak için öncelikle 1979 İran İslam Devrimi’nden bahsetmemiz gerekiyor. İran İslam Devrimi ve Solun Yenilgisi Devrimden önceki yirmi yıla İran’ın ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal yapısındaki değişim ve dönüşümler damgasını vurmuştur. 1963’te Muhammed Rıza Şah Pehlevi’nin ”Beyaz Devrim” adını verdiği iddialı reform programı (toprak reformu, kadınlara yönelik hakların artırılması, sanayileşmenin hızlandırılması) sınıflar arası uçurumun genişlemesini sağladı. Özellikle bu program kapsamında gerçekleştirilen toprak reformu büyük toprak sahiplerinin eski mülkiyet yapısını kırmış, kırsal kesimden göçü yoğunlaştırmıştır. Kentlerde meydana gelen petrolden beslenen rantiyeci ekonomi yeni bir zenginlik ölçüsü olmuştur. Öyle ki 1973’te petrol fiyatının 4 kat artması devletin yıllık 5 milyar dolarlık gelirini yaklaşık 20 milyara çıkarmıştır.4 1960’lı ve 1970’li yıllarda petrol sayesinde zenginleşmiş, gitgide toplumdan kopan asalak bir yeni üst sınıf ve reformlarla güçlenen Şah rejimi söz konusudur. Öte yandan Sovyetler Birliği’nin varlığı, ABD yönetiminin Şah rejimine olan maddi desteğini de artırmıştır. Toplumsal destekten yoksun bir yönetim, aynı zamanda her türlü muhalefeti bastıran bir yapıya sahiptir. 1970’li yılların sonunda dünya çapında yaşanan petrol krizi İran’ı da etkilemiştir. İktisadi dar boğazdan doğrudan doğruya etkilenen işçi sınıfı ve orta sınıftan çeşitli kesimlerin artan hoşnutsuzluğu, küresel kapitalizme entegrasyondan olumsuz yönde etkilenen geleneksel üretici sınıfların var olma mücadelesi, ağır hasta olan ve ülkenin toplumsal gerçekliğiyle ilgisini kesen Şah’ı zayıflatır. Artık meşru kabul edilmeyen rejim kitleler tarafından reddedilmeye başlar, muhalefet baskıların, ölüm olaylarının artmasıyla şiddetlenen sokak hareketlerinde kendini gösterir ve yönetim hareketi bastıramaz hale gelir. Devrim, çok farklı güçlerin biraraya gelmesiyle oluşan geniş bir halk hareketiyle gerçekleşse de, devrimin itici gücü 1978’in son aylarında petrol endüstrisinde gerçekleşen işçi grevleri olmuştur. 1979’da Şah’ın devrilmesi ile ülkede özgürlükçü bir alan açılır, köylüler topraklara el koyar, bağımsız sendikalar ve işçi konseyleri (şuralar) oluşur, kadınların örgütlülüğü güçlenir. Fakat iktidarda büyük bir boşluk söz konusudur. O dönem Paris’te sürgünde olan Humeyni, İran sol hareketi nezdinde de “ayrı duran güçlerin uzlaştırıcısı” olarak nitelenen bir liderdir ve İran’a dönerek, geçici hükümetin kurulmasını sağlar.5 Bu sırada İran Solu kafa karışıklığı içindedir. Komünist Tudeh Partisi Humeyni rejimine koşul3 Pınar Arıkan, “İran Tarihinin En Büyük Bankacılık Skandalı ve İç Siyasetteki Yansımaları”, 25.10.2011, http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=2811 4 Olivier Roy ve Farhad Khosrokhavar, İran: Bir Devrimin Tükenişi, Metis Yayınları, 2000, s.19. 5 Ervand Abrahamian, Humeynîzm: İslam Cumhuriyeti Üzerine Denemeler, çev. Mehmet Toprak, Metis Yayınları, 2002.
42
Sosyalist Düşünce Dergisi
suz destek verdiğini söyler ve Fedailer grubu ile birlikte Humeyni’yi “antiemperyalist” burjuvazinin temsilcisi olarak gördüklerini, Stalinist aşamalı devrim anlayışından ötürü ulusal burjuvazinin demokratik devrimin görevlerini yerine getirmesini beklemek gerektiğini söylerler. Bu anlayışa göre Sol ancak ikinci, yani sosyalist aşamada görev almalıdır, bu dönemde yapılması gereken SSCB’dekine benzer bir biçimde devlet kapitalizminin inşası ve Sovyet bloğuna dahil olarak ”kapitalist olmayan” bir siyaset izlemek olmalıdır, ancak bu şekilde sosyalist aşamaya geçmek mümkün olacaktır. Bir yandan solun içinde yaygın olan gerilla stratejisi de sınıf mücadelesinin ikinci plana atılmasına neden olur, şuralara yönelik baskılara karşı sol örgütler hiçbir şey yapmaz. 1980’de Irak işgali ile sol grupların imhası için uygun bir zemin oluşur. Savaş çığırtkanlığı ülkedeki muhaliflere yönelik pogroma dönüşür. Başlatılan idam kampanyasında 1981-1985 yılları arasında 12.000 muhalif idam edilir ya da çatışmalarda katledilir. Geri kalanlarsa 1988’de idam edilir. Sonuç olarak, Stalinist “aşamalı devrim” anlayışı, sosyalist önderliklerin yalpalamaları ve bir dizi etkenin sonucu İran Devrimi İslamcı önderliklerin iktidarıyla sonuçlanır. Ve ardından geçen yıllar sürecinde de İran Solu, mollaların bu karşıdevrimi tarafından fiziksel olarak da yok edilir, örgütleri atomize olur.6 Rejimin Yapısı Devrimden sonra rejim kendisini Bonapartist bir biçimde örgütler. Sınıflar üstü tutumu, ezilenden yana ve “sosyal adalet” dağıtıcısı misyonuyla Humeyni rejimin koruyucusu ve anayasal teokrat statüsüyle Bonapartı’dır. Marx’ın On Sekiz Brumaire’de belirttiği gibi, karizmatik bir liderin farklı sınıfların hakemi olarak oynadığı rol ve devletin, burjuvazi ve işçi sınıfı arasında dengeleyici olduğu, istikrarsız nitelikli, devletin kendini egemen sınıf olarak örgütlediği bir rejimdir Bonapartizm.7 Humeyni rejimi, kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişim teorisi gereğince sermayenin “modern” gerekliliklerini “geleneksel” özelliklerle birleştirebilmiştir. İslam, burada popülizmin özel bir biçimi olup, kitle kültüründeki güçlü değerlerin sembolüdür. Humeyni, tüccarları da dahil ettiği yoksul halkı (ümmet anlayışına paralel olarak) savaş yıllarında güçlü bir biçimde seferber eder. Onun şu sözleri toplu idamlardan geriye kalan kitleleri birarada tutmaya yetecektir: “(Devrim zamanında yapılan) bütün fedakarlıkların daha ucuz karpuz alabilmek için olduğuna; genç insanlarımızı daha ucuz konutlar için feda ettiğimize; onurlu bir insanın inanabileceğini kabul etmem mümkün değildir… İran’da kitleler, dünyevi meseleler için değil; sadece Tanrı için savaştılar.” Humeyni önderlik statüsünü ve rejimin bekasını ideolojik açıdan korumak ve meşru kılmak için Rehberlik kurumunu oluşturur. Asli görevi rejimin içindeki krizleri çözmek olan ve başında devrimin koruyucusu olarak adlandırılan Rehber’in bulunduğu bu kurum denetlenemez, özerktir. Anlaşılacağı üzere, Rehberlik statüsü basitçe bir tür din bakanlığı değildir; İran’da kapitalizmin inşasında, devlet sermayesiyle burjuvazinin yaratılmasında ve silahlı aygıtların denetiminde büyük rol oynar. Dengelerin korunmasında ekonomik ve politik etkileri azımsanamayacak derecede büyüktür. Tüm sınıf örgütlerinin imhası, İran Solu’nun yenilgisi ve İslamcı retoriğin toplumu bir arada tutmaya yarayan tutkalsı işlevi sayesinde rejimin yapısına içkin olarak totalitarizm meşrulaşır/yerleşikleşir. Ancak bu “yekpare” durum, çelişkilerle doludur, rejim sürekli yeni krizlere gebedir. 1989’da Humeyni’nin ölümüne kadar yekpare bir blok olan yönetici elit, Haşimi Rafsancani’nin cumhurbaşkanı olmasından sonra Muhafazakarlar ve Pragmatistler (Reformcular, Yeşiller) olarak ikiye bölünür. Bu bölün6 İran Devrimi’ne ilişkin ayrıntılı okuma bkz. İran Devrimi: Din, Anti-Emperyalizm ve Sol, der: Serpil Üşür, Belge yayınları; Devlet, İdeoloji ve Devrim: İran, Nikaragua ve Filipinler Devrimlerinin Karşılaştırmalı Analizleri, Misagh Parsa, İletişim Yayınları, 2004; İran’da Devrim ve Karşı Devrim, Phil Marshall, www.antikapitalist.net/kutuphane/acik-kitaplik/iran/iran.pdf. 7 Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Sol Yayınları, 1976. Kış | 2012 -
43
menin nedeni, 1989 Irak Savaşı’nda oluşan karaborsa ve yolsuzluklar sayesinde bazı bürokratların servet biriktirmiş olmaları, bazılarınınsa bundan yeterli payı alamamalarıdır. Servet sahiplerinin bir kısmı bu varlığı sermayeye dönüştürmek ister ve özelleştirmelerle finans-ağır sanayi kuruluşlarının kendilerine (ya da yabancı sermayeye) devrini talep ederler. Burjuvazinin bu iki kesiminin talepleri karşısında Rafsancani liderliğinin bir kısmı bu talepleri sahiplenerek, ekonominin yeniden örgütlenmesini savunur. Özellikle rejimin baskıcı yapısından rahatsız olan orta sınıf kesimleri, öğrenciler, ekonomik serbestliği ve uluslararası sermayeyle ilişkilerin geliştirilmesini isteyen, büyük burjuvazi olma heveslisi eski Çarşı üyeleri Reformcuların tabanını oluşturur. Şu an Rehberlik kurumunun başında olan Ayetullah Hamaney ise, geleneksel üretici sınıf olarak addedilen Çarşı’nın8 yani yerli burjuvazinin yanındadır. Siyasi kamplaşmada Muhafazakarlar olarak anılan bu kesim, aslında geleneksel üretim ilişkilerinin devamında çıkarlarını gören halkın büyük bir bölümünü de kapsamaktadır. Rafsancani Dönemi: Neoliberalizme Giriş 1989’dan 97’ye kadar cumhurbaşkanlığı yapan Rafsancani, İran’da serbest piyasa politikaları uygulamaya başlar. Bu politikaları destekleyen İslamcı Modern Sağ (Pragmatistler), uluslararası entegrasyondan yana burjuvazinin belli kesimleri Reformcular olarak anılır. Rafsancani reformları, 1980’nin devlet kapitalizmi politikalarını belli ölçülerde terk etmeye dayalıdır. 1990’da IMF ve Dünya Bankası ile yapılan görüşmeler, özelleştirme, dış borçlanma, yabancı yatırımcıların özendirilmesi, bankacılık-finans sektörlerine ağırlık verilmesini kapsıyordu. Bu dönemde Rafsancani ve ailesi ticaret burjuvazisinin önemli bir bölümü haline gelmiştir. İran İslam Cumhuriyeti’nin en büyük kazanç kaynağı şüphesiz petroldür. İran, Suudi Arabistan ve Kanada’dan sonra dünyanın üçüncü büyük petrol rezervine ve Rusya’dan sonra ikinci büyük doğalgaz rezervine sahiptir. Devlet petrol fiyatındaki artıştan faydalanabildiği ölçüde zenginleşmiştir. Rakamlarla ifade edecek olursak, Tahran’ın petrol geliri 1997’de 12 milyar dolardan 2005’te 45 milyar dolara, 2009’da ise 55 milyar dolara ulaşmıştır.9 Son beş yılda bu rakamın 50-100 milyar dolar arasında değiştiğini görmek mümkün. Devletin petrol gelirleri hükümet kazancı açısından, ülke döviz gelirlerinin yüzde 80’ine ve ulusal gelirin yüzde 70’ine tekabül ediyor. Petrolden elde edilen bu büyük kazancın sağladığı ekonomik ve politik güç sanayiye olan önemi azaltmıştır. Aynı zamanda bu durumun bir tür “rantçı ekonomi” yarattığını söyleyebiliriz. Devrimden sonra ekonomik politika, devlet müdahalesini kapitalist “kalkınmaya” dayandıran ithal ikameci sanayileşme iken, 1980’lerden beri, özellikle İran-Irak Savaşı’nın 1988’de bitmesiyle, İran’da da piyasanın serbestleşmesi ve neoliberal politikalara geçiş yönünde adımlar atılmıştır. Hatta bu dönemde Batı ve ABD ile olan ilişkilerin normalleşmesi kararları alınmış, 1996’da Dünya Ticaret Örgütü’ne katılım başvurusunda bulunulmuştur. Ancak ABD vetosuyla bu iştirak engellenmiştir. Fakat ironik bir biçimde Hazar Bölgesi’ndeki sınırlı su kaynaklarının yönetilmesini desteklemek üzere Dünya Bankası İran’a 359 milyon dolar borç tahsis etmiştir.10 Şu an İran’ın ticaret ortakları Japonya, Çin, Hindistan, Güney Kore ve İtalya’dır. İran, uluslararası işbölümünde enerji üreticisi ve hammadde ve teknoloji ithalatçısıdır. Çin 2011’de 36,5 milyar dolarla, AB’yi geçerek İran’ın ticaret ortağı olmuştur. Hindistan üçüncü, Japonya dördüncü büyük ortağıdır. İran’ın ihracatı Asya ve Ortadoğu 8 Çarşı burjuvazisi, İran’ın geleneksel çarşısında faaliyet yürüten, İslami değerlere bağlı, İslam Devrimi’ne destek vermiş, Şii uleması ile finansal ve kültürel bağları olan ticaret ve finans sermayesini kapsar. 9 Iranian Students News Agengcy (ISNA). 10 Farhang Morady, “İran, İslamcılık, Küreselleşme ve Protesto Hareketi”, çev: Akın Sarı, Selime Güzelsarı, Praksis, sayı 26, 2011. Yazının orijinali için bak.: http://www.isj.org.uk/?id=585.
44
Sosyalist Düşünce Dergisi
ülkelerine kayarken, Birleşik Arap Emirlikleri, Hindistan, Irak, Japonya ve İtalya mal ithalatçılarıdır. 2007-2008’de İran ve Hindistan arasındaki karşılıklı ticaret 12.896 milyar dolara ulaşmıştır.11 Rafsancani, başkanlık yaptığı dönem boyunca yüzlerce kamu iktisadi teşekkülü kurar. Elde edilen kârlar, bakanlığın personeli olan hissedarlar arasında paylaştırılır ve çoğunlukla dini vakıflara gider. İslam devriminin bir başka “sekülerleştirici” sonucu dinsel alanın “ticarileşmesi” olmuştur. Çünkü devlet memuru ya da çok sayıda vakıf, hayır kurumlarının yöneticisi olarak devlet bütçesinden aktarılan büyük paraları yönetmektedir. Örneğin Mazlum ve Engelliler Vakfı’nın 800 ortağı, 700 bin çalışanı, 430 milyon dolara ulaşan kârı vardır. Bu kârların büyük kısmı da Devrim Muhafızları ve Çarşı tüccarlarının bazı kesimlerine aktarılmaktadır. Yolsuzluk bu sürecin parçasıdır; 1995 yılında bu vakfın başkanının kardeşi zimmetine 450 milyon dolar geçirmek suçuyla yargılanmıştır.12 Rafsancani döneminin ekonomi politikaları ve yolsuzluk skandalları rejimin istikrarsızlığını artırmakla birlikte, rejimin taşıyıcısı yönetici kesim içindeki çıkar çatışmalarını ve huzursuzlukları da artırmıştır. Özellikle Hamaney, bu iktidarı zedeleyen “İslami değerlere aykırıdır” söylemini sıklıkla dile getirmeye başlamıştır. Bu arada, ülkede uygulanan “İslami ekonomi” anlayışını açmakta yarar var. İslami bankacılık sistemi (1983’te yürürlüğe giren) aslında bütünüyle kapitalist uygulamalarla faizi yasaklayan İslami görüş arasında kağıt üzerindeki uyumdur. Bu sistemde Karzu’l-hasene ve komandit olmak üzere iki tür mevduata izin vardır. Karzu’l-hasene, bireylere ait olan faiz getirmeyen banka mevduatıdır. Ancak paranın yatırıldığı bankanın ya da sandığın mevduat sahiplerine prim sağlama izni vardır. Sistem “ortak sermaye” sistemini anımsatır. Komandit ise, vadeli yatırım araçlardır. Banka ve yatırımcıların risk ve kârlarını paylaşırlar. Faizsiz kredi veren bankalar genellikle risk ve harcamalara katılımı gerektiren bir sistemi yürürlüğe sokmakla yetinirler ve bu sistem aslında faizle borç vermeye denk düşer. Ayrıca, İran uluslararası düzlemde hiçbir zaman İslami ilkeleri dile getirmemiştir ve önemli anlaşmalar olduğunda uluslararası ticaret normlarına göre hareket etmektedir. Dış ülkelerde dondurulan sermayelerinden (Eurodif’teki hisseler, ABD’de dondurulan fonlar) faiz istemekte de bugüne kadar hiç tereddüt etmemiştir.13 Ekonomik liberalleşme, orta sınıflarda belli ölçülerde tüketim alışkanlıklarının değişmesine ve genişlemesine yol açmıştır. Rafsancani’nin orta sınıf desteğini, onun yarattığı tüketim toplumu ile ilişkilendirebiliriz. Buna karşılık, bu politikalar işçi sınıfı ve kent yoksullarının zararına olmuştur. Özelleştirilen işyerlerinde binlerce işçinin atılmasıyla işsizlik büyümüş; yoksul halk arasındaki hoşnutsuzluk 1991-1995 yılları arasında yedi ayrı ayaklanmayla kendini göstermiştir. 1991-92 yıllarında gecekondu isyanları, yükselen petrol ve otobüs fiyatlarına karşı Tahran ve İslamshar’daki protestolar şiddetli bir biçimde bastırılmıştır.14 İran’da sınıflar mücadelesini anlamak için sosyo-ekonomik verilere bakmak mühim. Dünya Bankası’nın 2006’da açıkladığı rakamlara göre, İran’da ulusal gelirden faydalanan nüfusun en zengin yüzde 10’unun payı yüzde 33,7 iken; en yoksul yüzde 20’nin payı ise yüzde 2 dolaylarında. En varlıklı kesimler gelirin yaklaşık yüzde 50’sine el koyarken, en yoksul kesimlerin yüzde 20’si gelirin yüzde 5,1’ine sahiptir.15 İran işçi sınıfının durumuna bakacak olursak, 2006-2007 verilerine göre, nüfusun yüzde 23’ü 11 Bak.: http://trade.ec.europa.eu/doclib/docs/2006/september/tradoc_11392.pdf. 12 Peyman Jafari, “İran’da Parçalanma ve İsyan”, çev: Gaye Yılmaz-Tolga Tören, Praksis, sayı 26, 2011. 13 Khosrokhavar-Roy, 2000, age. 14 A. Bayat, Activism and Social Development in the Middle East, International Journal of the Middle East Studies 34, bak.: www.merip.org. 15 Bak.: www.devdata.worldbank.org. Kış | 2012 -
45
tarımda, yüzde 32’si sanayide ve yüzde 45’i hizmet sektöründe çalışıyor. İstihdamın yüzde 81’i özel girişimler, yüzde 19’u kamudadır. Kayıt dışı sektörler de ekonominin lokomotifini oluşturmaktadır.16 Hatemi: Towse’ye Siyasi (Siyasi Kalkınma) Rafsancani iktidarından sonra, Mayıs 1997’deki başkanlık seçimlerinde yüzde 70 oyla başa gelen Muhammed Hatemi ise selefinden pek de farklı olmayan bir program ortaya koyar: “Siyasi Kalkınma” (towse’-ye siyasi). Bu proje de yine piyasa yanlısı ekonomik programı devre dışı bırakmadan, İslami değerlere “uygun”, yoksul kesimleri isyana teşvik etmeyecek fakat özelleştirmeleri hızlandıracak cinstendir. Yoksul kesimlerin ve orta sınıfın artan hoşnutsuzluğunu frenleyebilmek için Hatemi programı, belli demokratik haklar içerir. Bu dönemde örgütlenme, yürüyüş ve toplantı hakları üzerindeki baskılar azalır. Yine bu sebeple, Öğrenci hareketinin muazzam bir biçimde güçlenmesine şahit olunur. Haziran 1999’daki Öğrenci ayaklanmaları ile rejim, hareket alanında açılacak en ufak boşluğun kendi zararına olacağını kavramıştır. Hatemi’nin 2000’de tekrar seçilmesiyle başlayan ikinci başkanlık döneminde, geçen dönemden dersler çıkarılarak demokratik haklar üzerindeki baskının iyice arttığı görülür. Çok sayıda gazete kapanır, muhalifler tutuklanır. Hatemi’yi destekleyen liberaller, bu durum karşısında şaşkınlığa kapılırlar. Hatemi reformları, elbette işçilerin, öğrencilerin, kadınların protesto hareketlerine karşı cevaptır ve toplumsal hareketlerin ivmesini azaltmaya yöneliktir. Ancak uyguladığı ekonomik programın, politik söylemiyle taban tabana zıt olması ‘reformist’ imajını zedelemiştir. 2000-2004 boyunca, ücretlerin gecikmesi veya hiç ödenmemesi, iş sağlığı ve güvenliği sorunları ile taşeronlaşma sonucu meydana gelen işsizlik sonucu pek çok işçi eylemi gerçekleşmiştir. Özellikle 1998’de Hatemi iktidarının siyaset alanında açtığı görece daha az baskıcı ortamda, çelik, tekstil, cam üretim ve petrol rafinerilerinde grev ve gösteriler dahil, 90 işçi eylemi yaşandı. Bir ankete göre ise, Nisan 1999’dan 2000’e kadar 266 grev olduğu belirtiliyor. 1999 yılında İşçi Evi tabandan gelen baskılar sonucu 1 Mayıs’ı resmi olarak kutlamak durumunda kaldı. 2004’te bakır fabrikasında yaşanan grevler sonucu çıkan çatışmalarda çok sayıda işçi ölürken, 300 kadarı yaralanmıştır. Aynı ay İran Khodra’da yapılan grevin ardından 2005’te üç kez, 2006’da bir kez aynı fabrikada grevler tekrarlandı. Yani işçi grevleri ve eylemlilikleri Hatemi iktidarına damgasını vurmuştur.17 Ahmedinejad ve “Mostafazan” Siyaseti Hatemi döneminde yükselişe geçen sınıf hareketi ve rejim içindeki krizler “reformcular”ın iktidarının çanlarının çaldığının bir göstergesiydi. Burjuvazi açısından da kaygı yaratan bu durumu Tahran merkezli Finansal ve Yatırım Danışmanlığı’nın yöneticisi Atieh Bahar’ın sözleri iyi bir biçimde özetliyor: “Hatemi’nin ilk dönemi boyunca, özel sektör reformist hareketin başlıca dayanak noktasıydı fakat bu durum artık geçerli değil. Özel sektör demokrasiden çok istikrar ve düzen için kaygılı ve muhafazakarlarla ilişkiler geliştirmiş durumda. Özel sektör şimdi İran’daki sorunun parçası.”18 Burjuvazinin istikrar istediği 2005’te, oyların yüzde 62’sini alarak seçilen Ahmedinejad’ın temel retoriği yoksullardan yana, “sosyal adalet”in sağlandığı bir devlet politikası olmuştur. Özelleştirilen KİT’lerin yüzde 30’unu düşük gelirli ailelere 16 Iran Statistical Yearbook, 2006-2007. 17 Colin Barker, Devrim Provaları, çev: İrem Yılmaz-Umut Haskan, Yordam Kitap, 2010; Peyman Jafari (2011), agm. 18 Peyman Jafari, “Rupture and revolt in Iran”, bak.: http://www.isj.org.uk/index. php4?id=585&issue=124.
46
Sosyalist Düşünce Dergisi
dağıtması, “petrol gelirlerini halkın sofrasına koymak, gençlere evlilik desteği vermek, yoksullara bedava özelleştirme hissesi dağıtmak” gibi vaatlerle seçimi kazanması popülist mesajını pekiştiren bir hamle olmuştu.19 Seçimlerde yoksul köylülerden destek almasına ilişkin olarak James Petras ise, Ahmedinejad’ı “ahlaki” ekonomik arzulara sahip bir önder olarak tanımlamış, onu halkçı bulduğunu söylemiştir, tıpkı Chavez gibi. Hatta 2009 seçimlerinde çıkan protestolara “emperyal istikrarsızlaştırma” diyerek, göstericileri halkçı önderliğe karşı ayaklanan ”liberal elitler” olarak tanımlamıştır.20 Petras gerçekleri görmemek/görmezlikten gelmekte ısrar ederken; Ahmedinejad, KİT gelirlerinden geri kalan yüzde 70’i borsada satışa sunarak bundan Devrim Muhafızları Ordusu’nun (DMO) faydalanmasını sağlamıştır. Öyle ki, 2009’un Eylül ayında yatırım şirketi Etamed-e Mobin DMO’ya bağlanarak özelleştirilen ulusal telekomünikasyonun yüzde 51’ini satın almıştır. Özelleştirme hızı Rafsancani dönemini ikiye katlamış; özelleştirilen işletmeler genellikle devlet holdingleri ya da Devrim Muhafızları tarafından satın alınmıştır. The Economist’in haberine göre, Ahmedinejad’ın seçilmesinden sonraki 10 ay içinde Muhafızlara, ihale süreçlerine girmeksizin sağladığı kâr, 4 milyar dolardan 12 milyar dolara ulaşmıştır.21 Bugün İran’da Devrim Muhafızları inşaat, otomobil, gayrimenkul ve telekomünikasyona kadar uzanan pek çok sektörde etkilidir. Ahmedinejad hükümeti, yoksullara olan “yakınlığını” son olarak 40 milyar dolara ulaşan devlet sübvansiyonlarını kaldırmasıyla göstermiş oldu. Sübvansiyon meselesinin şöyle bir anlamı daha vardır: İslam Devrimi’nin temel politik argümanı ezilenden yana, sosyal adaletin tesisiydi. Hatta Humeyni’nin yaygın söylemi “İslam’ın yoksulların dini olduğu” propagandası üzerineydi. Bu yüzden Mostafazan, ezilenlerin destekçisi olarak anılırdı. Özellikle 1988 Savaşı döneminde, tepkilerin sönümlenmesine yönelik olarak ve ekonomik sıkıntıdan ötürü birçok hizmetin piyasa fiyatının altında satılması bu anlatıyı pekiştirmiştir. Bu yüzden bundan sonraki iktidarlar da sübvansiyonlara dokunmaya cesaret edememişti. Örneğin 1990’larda Rafsancani kemer sıkma politikaları uygulamaya çalışmış ve büyük tepkiyle karşılaşmıştı. Ahmedinejad’ın sübvansiyonu kaldırma planı pek kolay olmadı. 2007’deki ilk denemesinde ülkede isyanlar ve petrol istasyonlarına saldırılar patlak verdi. Ancak 2008’de enflasyonun yüzde 30’a çıkması, yoksulların ve orta sınıfın alım gücünün düşmesi, dünyadaki ekonomik kriz, bunu zorunlu kıldı. Fakat kitlenin sessiz ama keskin gücü, yine de hükümeti korkutmaktadır. Bu yüzden halen belli kesimlere ayda kırk dolar dağıtılmaktadır. Geçtiğimiz günlerde Ahmedinejad gelecek üç yılda işsizliğin sonlanacağı vaadinde bulundu. Fakat Financial Times’ın Şubat ayında yer verdiği Petrol Bakanı Mohsen Khojasteh-Mehr’in açıklaması bu vaadin ikiyüzlülüğünü açığa vurur. Mehr, hükümetin petrolden 300 milyar dolar gelir elde ettiğini fakat bu kazancın yoksulların yaşam standardını pek de etkilemediğini kabul etmiştir.22 Güncel politikada Ahmedinejad’ın ABD ve İsrail karşıtlığı, “emperyalizmden bağımsız olma” retoriği popülist siyasetinin bir parçasıdır ve gerçeklikten uzaktır. Yani İran, devrimden sonra da, günümüzde de hiçbir zaman yerel ya da uluslararası sermayeden kopmamış, Batı karşıtı söylemini toplumdaki hegemonyasını korumak adına sürdürmüştür. İslam Cumhuriyeti, bu çelişkilerin bir ürünüdür ve din, kapitalizmin gelişimine içkin bir biçimde varlığını güçlendirmiştir. Bu noktada Walter Benjamin’e kulak verelim. Benjamin, Din Olarak Kapitalizm fragmanında kapitalizmin bir din olarak görülebileceğini söyleyerek şöyle ekler: “Kapitalizm içerisinde her şey ancak doğrudan tapınma içerisinde anlam kazanır: Hiçbir özel dogma, teoloji ayırt etmez. Bu bakış açısından faydacılık onun dinsel niteliğidir. (…) Kapitalizmin tarihsel habisliği 19 Yüksel Taşkın, “İslam Devriminin 30.yılında İran’ı yeniden düşünmek”, Birikim, Sayı 242, Haziran 2009. 20 James Petras, “Iranian Elections: The ‘Stolen Elecetions’ Hoax”, 18.06.2009, www.globalresearch.ca/index.php?.context=va&aid=14018. 21 The Economist, 19 Haziran 2007. 22 FT, 14 Şubat 2011. Kış | 2012 -
47
[işte] bu noktadadır. Tanrının aşkınlığı düşmüştür, ancak tanrı ölmemiştir…”23 Rejimin Silahlı Aygıtları İran rejiminin güçlü bir biçimde kullandığı din hegamonyası, aynı zamanda rejimin baskı aygıtlarının da güçlenmesini, meşrulaşmasını sağlar. 1979 Devrimi’nden sonra İran siyasal örgütlenmesinde “devrim” ve “devlet” merkezli olmak üzere ortaya çıkan “ikili yapıya” paralel olarak askeri sistemde de iki farklı kurum ortaya çıkmıştır. Bir tarafta eski rejimden kalan Ordu varlığını korurken diğer tarafta, Ordu’nun Devrime yönelik muhtemel tehditlerini dengelemek ve totaliter rejimin yerleşmesine zorlayıcı güç olarak yardımcı olmak üzere İslam Devrimi Muhafızları Ordusu (Sipahi Pasdarani İnkılabı İslami, DMO) kurulmuştur. Paramiliter bir yapıda kurulan Devrim Muhafızları Ordusu zamanla gelişerek büyük bir askeri kuruma dönüşmüştür. Ordu profesyonelliğini koruyup siyasete uzak dururken ideolojik niteliği ön planda olan Devrim Muhafızları’nın gerek İran siyasetinde gerekse İran ekonomisinde ağırlığı giderek artmıştır. İran–Irak savaşının sona ermesi ve Ayetullah Humeyni’nin ölümü üzerine 1989 yılından itibaren İran’da yeni bir dönem başlamıştır. Bu yeni dönemde Ordu, İran’ın sınırlarını korumakla görevlendirilirken Devrim Muhafızları’nın görev alanı iç güvenliğin sağlanması ve “Devrimin korunması” olarak belirlenmiştir. Humeyni’nin yerine Rehber olan Hamaney, Devrim Muhafızları’nın görevlerini devrimin silahlı savunmasını yapmak, Besic ordusunun kuruluşunu ve örgütlenmesini sağlamak ve devrimin ideallerini korumak -ahlâk polisliği- olarak tanımlamıştır. Devrim Muhafızları Halkla İlişkiler Bürosu tarafından 1996 yılında yayınlananan bir bildiride “Devrim Muhafızları’nın devrimin, rejimin, velayet-i fakih yönetimi ile İslam Cumhuriyeti’nin temellerinin, değerlerinin ve kazanımlarının tehlikeye girdiğini hissettiği anda harekete geçeceği” belirtilmiştir.24 Yani İran’da Ordu rejimin kurucu unsurlarından biriyken, Devrim Muhafızları onu dengeleyen bir güç; DMO’ya bağlı Besic, Pasdaran, kitleler üzerinde doğrudan müdahale ve denetim sahibi, paramiliter örgütlenmeleri içeren aygıtlardır. Rejimin silahlı aygıtları olan Ordu, DMO ve ona bağlı milis grubu Besic, devasa petrol gelirlerinden faydalanır. İran’da petrol, 100 farklı kurum ve dini örgütlenmeye geniş bir harcama gücü verir. Hükümet, sübvansiyonun yanı sıra vergi muafiyeti ve yardımlarla bu kurumları destekler. Devletin korumacı destekleriyle dövize özel erişim alabilirler ve özel sektör rekabetinden korunurlar. Devrim Muhafızları, GSYİH’nın yüzde 33-40’ını meydana getirir ve ticarette büyük rol oynar. Bu rakamlar kesin değildir çünkü yalnızca Dini Lider Ali Hamaney’e hesap vermekle yükümlüdürler. Bu gruplar kendi çıkarları korunduğu ölçüde Dini Lider’e bağlı olmaya devam edeceklerdir. Devletin sübvansiyonlarıyla bu kurumlar aynı zamanda yerli burjuvaziyi oluşturmuşlardır. DMO ve Besic’in başında olan birçok isim, Ahmedinejad iktidarında devletin üst yönetimlerine yerleştirilmişlerdir.25 Rejimin silahlı yapısının kitleler üzerindeki denetimi bu denli güçlü olmasına rağmen, yine de bu güç, seferberlik durumlarında sınıflar mücadelesinin patlamalı karakterini değiştirmeye/massetmeye yetmez. Rejim, bu gerçeği çok iyi bildiğinden bu kurumları akan petrol gelirleriyle her geçen gün beslemeye devam eder. Fakat her isyan dalgası da sert bir biçimde vuku bulur; bu, tam da mücadelelerin doğasına özgün bir durumdur.
23 W. Benjamin, “Din Olarak Kapitalizm [74. Fragman]”, çev: Akın Sarı, Praksis, sayı 26, s.183184. 24 Bayram Sinkaya, “İran’da Asker-Siyaset İlişkileri ve Devrim Muhafızlarının Yükselişi”, bak.: http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/2010316_bayramsis.pdf. 25 Khosrovkhavar ve Roy (2000), age.
48
Sosyalist Düşünce Dergisi
2009 Seçimleri ve Yeşiller Hareketi Bugün İran’da aralıklarla büyük patlamalar halinde vuku bulan veya “boşanarak” taşan halk hareketlerini öfke yüklü bir kaba/bedene benzetebiliriz. Öfkenin din nosyonuyla denetim altına alınması öfkenin içe atılmasına, biriktirilmesine neden olduğu için tam da isyanlar beklenmedik bir biçimde, parçalı ve patlamalı olarak ortaya çıkar. Hatırlanacağı üzere, 2009 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de adaylardan Ahmedinejad ve Musavi arasındaki rejim içi çatışma, birden halk isyanına dönüşmüştü. Bu seçimler Ahmedinejad’ın oyların yüzde 63’ünü alarak tekrar seçilmesi nedeniyle hile tartışmalarına sebep olmuş, oyların yüzde 34’ünü alan Mir Hüseyin Musavi’nin seçime itiraz etmesi sonucu destekçileri seçimin iptali ve demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi talepleriyle sokağa dökülmüştü. 15 Haziran’da bir milyondan fazla insan izinsiz gösteriye katıldı, 19 Haziran’dan sonra yediden fazla kentte çatışmalar yaşandı. Bu çatışmalarda işkencede ölen Sohrab Arabi ve Nida Aga Sultan hareketin sembolleri haline geldi. 2.000’den fazla insan tutuklandı, işkenceye uğradı. Hareket orta sınıf karakterli olarak anılmasına rağmen, bu protestolarda çok sayıda işçi ya da çarşaflı orta yaşlı kadınlar da mevcuttu.26 Çatışmalar patlak verdiğinde Dini Lider Ali Hamaney, protesto hareketlerinin 1979 Devrimi’nin bir karikatürü olduğu benzetmesini yapıyordu. Nitekim hareket o denli heterojendi ki, bir kesim demokratik haklardan bahsederken bir kesim de “Batı yanlısı sapmalara” karşı devrim talep ediyordu. Hamaney’in bu açıklaması şu açıdan önemli: 1979’dan beri bu liderler, devrimci talepleri bulanıklaştırma gücüne sahipti. Milyonlarca İranlının devrimin 30. yılında yine aynı taleplerle sokağa dökülmesinin şiddetle bastırılması, mevcut rejimin de bir karşıdevrimle doğduğunu çok güçlü bir biçimde hatırlatmıştır.27 Seçimler vesilesiyle patlak veren protesto hareketleri dünya solu içerisinde çeşitli tartışmalara sebep olmuştu. Kimi kesimler bu olayları, rejim içi bir kriz olarak nitelerken, kimileri de “emperyalist komplo” ezberini bozmamıştır. İran’da aday olmanın zorluğu ve alternatif yokluğu nedeniyle hareketin, esasen rejimin savunucusu olan Musavi’den medet umması büyük bir çelişkidir. Ancak yüksek işsizlik, enflasyon oranları, sosyal kısıtlamalar kitleleri ayaklandıran etmenlerdir. Musavi ve Karrubi’nin bu sıkıntıları yüksek sesle dile getirmeleri bir anda kitlelerden destek bulmalarını sağlamıştır. Fakat Musavi’nin İran rejimindeki yeri ve anlamını görmek bile, iktidar olsa dahi kitlelerin taleplerini karşılamayacağını anlamaya yetecektir. Mir Hüseyin Musavi’nin Humeyni döneminde başbakan olduğu ve binlerce (kimi kaynaklara göre 30.000’den çok) solcu siyasi tutuklunun idam edilerek cenazelerinin ailelerine teslim edilmeden boş bir toprak alandan ibaret olan “Khavaran” toplu mezarlığına gömüldüğü 1988 İran Siyasi Suçlu İdamları’nın onun başbakanlığı döneminde işlendiği dikkate alınırsa, sosyalistler ve radikal değişim isteyen diğer gruplarca bir muhalif lider olarak sahiplenilmesi elbette ki beklenemez. “İmam Humeyni’nin mirasından” övgüyle bahseden Musavi, protestoların ilk haftalarında atılan “merg ber basiji” (“Kahrolsun Besiç” -gönüllü devrim muhafızları-) sloganına karşı yayınladığı bildiride de “Halkın Besiçleri kardeşleri olarak görmeleri gerektiğini” söylemişti. Yeşil Hareket Jonbesh-e Sabz, 2009 seçimleri sırasında ve sonrasında başını Musavi ve Karrubi’nin çektiği bir koalisyon hareketidir. Orta sınıflar ile işçi sınıfının belli bir kesimini ve öğrencileri kapsar. Hareketin önderliği ve onu destekleyen akademisyenler bunun bir sivil haklar siyaseti olduğunu söylerler ve Ayetullah Humeyni’ye bağlılıklarını bildirirler.28 Kendilerini sistemin bekasını sağlamaya yönelik gerekli muhalefet güç, “demokrasi savunucuları” olarak nitelerler. 26 Robert Fisk, “Iran’s Day of Destiny”, 16.06.2009, bak.: http://www.independent.co.uk/ opinion/commentators/fisk/robert-fisk-irans-day-of-destiny-1706010.html 27 Peyman Jafari (2011), agm. 28 Hamid Dabashi, İran: Ketlenmiş Halk, Metis Yayınları, 2008. Kış | 2012 -
49
Yeşil Hareket’in başını çeken Musavi ile Ahmedinejad kampları arasındaki çatışmanın sebebi, rejimin bütün kontrol yetkisinin Fakih’e, yani Hamaney’e verilmesi fikridir. Çünkü şu anda sistemin kontrolü Ahmedinejad’ın müttefikleri, DMO ve güvenlik sektörlerindedir. Ekonomik ve politik gücü elinde tutan bu merkezileşmeye karşı, liberal reformcu gelenekten gelen Hatemi, Rafsancani, Karrubi’nin egemen sınıf arasındaki eşitsiz güç dağılımına karşı tepkileridir. Bu da göstermelik de olsa onların da söz sahibi olduğu parlementer bir rejimi gerektirir. Aslında Rafsancani’nin ilgilendiği tek şey İran burjuvazisine petrol gelirlerini ve yeni kâr alanlarını açmaktır. Fakat yine de bu desteği, protestoların kontrol dışına çıkması halinde geri çekilebilecek türdendir. Esasen İran’da rejim içi çatışma ve manevralar otuz yıldan daha fazla bir süredir devam etmektedir ve bu çelişkiler hiçbir zaman rejimin doğası gereği ortadan kalkmamıştır. Ayrıca bu kesimlerin temelde, Velayeti Fakih ve onun kurumlarıyla olan bir anlaşmazlıkları yoktur. Hareketin kayda değer bir sonuca ulaşamamasının bir diğer sebebi ise güçlü protestoların Tahran, İsfahan, Şiraz gibi merkezi bölgelerle sınırlı kalması. Özellikle İran tarihinde her zaman devrimlerin lokomotifi olan Azerbaycan bölgesinin, Musavi’nin de Azeri kökenli olmasına rağmen, nispeten sessiz kalması anlamlıdır. Aynı şekilde ülkede en muhalif bölgeler olan ve hatta 1979’daki referandumun en yüksek oranda boykot edildiği Kürdistan ve Belucistan eyaletleri de sessiz kalmıştır. Ancak sonraki süreçte beş siyasi mahpusun idam edilmesinin ardından Kürdistan eyaletinde yapılan geniş çaplı eylemler ve grevler, ya da 2006’da resmi gazetede yayınlanan ırkçı bir karikatür ve yazı nedeniyle Azerbaycan bölgesinin bütün şehirlerindeki ayaklanma, bu halkların aslında muhalif güçler arasında sayılmaları gerektiği anlamına geliyor. Fakat Musavi’nin Farsî olmayan halkların anadilde eğitim, federasyon gibi taleplerini dikkate almaması, Yeşiller Hareketi’nin İran nüfusunun yarısından fazlasını oluşturan Azerilerin, Kürtlerin, Belucilerin ve diğer etnik azınlıkların beklentilerini görmezden gelmesi bu durumu açıklıyor. Ayrıca İran İslam Devrimi’nde en çok baskı ve zulüm gören azınlık nüfusunun Musavi’yi desteklemeyeceği de şaşırtıcı olmasa gerek.29 Öte yandan, İran-Irak Savaşı’nda ülkeyi yöneten Musavi’nin gerçek anlamda reformcu olması beklenemez. Musavi’nin vadettiği reformlara gelince, bu “reformlar” nispeten daha imtiyazlı ve dar bir toplumsal kesimi hedefliyordu. Reform denilen şey de esasında Ahmedinejad’ın söylemlerinin yumuşatılarak Washington’la daha iyi ilişkiler kurulmasının yolunun açılması, ABD desteğiyle uygulanan yaptırımların gevşetilerek ülkeye yabancı sermaye akışının kolaylaştırılmasından ibaretti. Aynı zamanda bu reformlar neoliberal ekonomik paket ve işçilere, kır yoksullarına yönelik toplumsal yardım programlarına karşıtlıkla özdeşleşiyordu. Bu türden kemer sıkma önlemlerinin, İran toplumunun çoğunluğunu oluşturan yoksulların benimseyemeyeceği açıktır.30 Bu da yoksul köylülerin neden Ahmedinejad’ın sadaka politikalarını desteklemek zorunda kaldığını açıklar. Seçim kampanyasına ilişkin diğer bir husus, rejimin kendi kurumları arasındaki çatışmanın bir göstergesi olmasıdır. İran’da bir kişinin aday olması için Devrim Muhafızları Konseyi tarafından onaylanması gerekir. Bu kurumun onayladığı kişiler de, rejime sıkı bir biçimde bağlı olanlardır. Buna rağmen bu denli bir çatışma rejimin farklı kamplarının şiddetli bir çatışması olarak okunabilir. Ayrıca kendi döneminde “sertlik” yanlısı olarak bilinen Musavi şimdi İran orta sınıflarının gözünde yükselmek için reformist ve yenilikçi kılığa bürünmüş görünüyor. Oysa kampanyasının destekçileri arasında mollalar hiyerarşisinin sağcı unsurları ve daha da önemlisi İran’ın en zengin 29 Sevda Zenjanlı, “İran Yeşil Hareket’in 1. Yıldönümünü geride bırakırken, 14.06.2010, bak.: http://bianet.org/bianet/toplum/122717-iran-yesil-hareketin-1-yildonumunu-geridebirakirken. 30 Bill Van Auken, “Musavi “Kemer Sıkma” Programı Savunmanın Bedelini Ödüyor”, 16.06.2009, bak.:http://bianet.org/bianet/bianet/115246-musavi-kemer-sikma-programi-savunmaninbedelini-oduyor.
50
Sosyalist Düşünce Dergisi
insanı olduğu söylenen eski cumhurbaşkanlarından Ali Ekber Haşimi Rafsancani var. Son Sözler İsyan geleneğine sahip İran sınıf hareketinin karşısında, önemli finansal kaynaklardan beslenen ve herhangi bir muhalefeti acımasızca bastırmaktan çekinmeyecek totaliter bir rejim söz konusudur. Bugünse, Arap Devrimlerinin Yeşiller üzerinde basınç yarattığını ancak Mart ayında yapılacak seçimler öncesinde Hükümet’in muhalefete yönelik baskılarını arttırması ve İsrail’le yaşanması muhtemel nükleer savaş senaryolarını milliyetçi duyarlılıkları körükleme amaçlı kullanması, olası protesto hareketlerinin başlamadan sönümlenmesini amaçlayan hamlelerdir. Geçtiğimiz sene, Şubat ve Mart aylarında sübvansiyonların kaldırılmasına yönelik güçlü protestolara şahit olmuştuk. İran Meclisi’nde de günler süren tartışmaların ardından onaylanan önergede, buğday, un, ekmek, pirinç, yağ, su, süt ve şeker gibi temel gıda maddeleri ile doğal gaz, elektrik, telefon ve benzindeki sübvansiyonların aşamalı olarak 5 yıl içinde kaldırılması kararlaştırılmıştı. Bu durumun yarattığı tahribat ve artan enflasyon toplumsal muhalefeti yeniden körükleyebilir. Öte yandan, son seçimlerde yaşanan deneyimden ötürü, gelecek ayki seçimlerde de Yeşil Hareket’in politik programının ve yaratacağı seferberlik düzeyinin ne olacağını merak konusu haline gelmiştir. Nitekim Zizek de, geçtiğimiz İran seçimlerini değerlendirdiği makalesinde, protesto hareketini ‘bastırılanın geri dönüşü’ olarak niteliyor. Sonucu ne olursa olsun, hareketin Batı karşıtları ile yanlıları çerçevesine sığmayacak türden ‘özgürleştirici’ bir deneyim olduğunu savlıyor.31 Nihayetinde, İran’da bugün yaşanan temel sorun rejimin değişmesini isteyen kitlesel muhalefetin oluşturduğu taban ile onları temsil etme iddiasındaki “reformcu” hareketin üstlenmeye talip olduğu burjuvazinin önderlikleri arasındaki uçurumdur. İşçi sınıfının, demokrasi ve ekonomik hakları için bağımsız bir rol oynayamadığı her dönemde, kitlelerin hareketin başını çeken önderliklerin sınıf çıkarlarının peşinden sürüklenmesi her şart ve koşulda mümkün olmuştur. Bu açıdan, var olan rejimler ve İslamcı hareketler toplumsal mücadelelerin her zaman karşısında yer almışlardır. Ne var ki, Arap ve Mağrip devrimlerinin etkisiyle yeni olasılıklar belirmiştir. Hatta İran yönetimi devrilen rejimlerin hemen ardından halk hareketlerini desteklediklerini, diktatörlerin halklara yönelik zulümlerinin kabul edilemeyeceği yönünde mesajlar iletmiştir. Öte yandan, özellikle yanı başında baş müttefiki Beşir Esad’a yönelik isyanlar ve Suriye devrimi İran’ı tedirgin etmektedir. Esad’ın bugün halkına yönelik ağır zulmü bizzat İran tarafından sessiz fakat güçlü bir biçimde desteklenmektedir. Bir yandan da yönetici sınıfların, mücadelelerin İran topraklarına sıçramadan diğer ülkelerde massedilmesine yönelik olarak maddi destek verdiği bilinmektedir. Çünkü rejim krizleriyle cebelleşen burjuvazi, olası bir halk ayaklanmasını kesinlikle taşıyamayacak durumdadır. 2 Mart’ta yapılacak milletvekili seçimleri de Ahmedinejad ve ekibini ekonominin kötüye gitmesi, enflasyonun artması ve yolsuzluk skandalları sebebiyle zorlamaktadır. Bu yüzden, olası basınçlar şimdiden törpülenmeye çalışılmaktadır. Seçimlerin “kazasız belasız” atlatılması için rejim, muhalefet üzerindeki baskıyı da arttırdı. Tutuklu gazeteci ve aktivistlere yenileri eklendi. Yeni yıldan bu yana on gazetecinin tutuklandığı gelen haberler arasında ve son iki yılda 250 gazeteci tutuklandı. Halen 30 gazeteci ve 24 blog yazarı içeride. Sonuç olarak siyasi baskılar, ekonomik kriz, devlet sübvansiyonlarının kaldırılması ve kapitalist sınıfların muazzam bir biçimde şişmesi; sınıflar arası uçurumu artırmakta, İranlı emekçilerin belini bükmekte, kinlerini bilemektedir. 31 Slavoj Zizek, “Populism, Democracy and Iran: Will the Cat Above the Precipice Fall Dow?”, 25.06.2009, bak.: http://www.payvand.com/news/09/jun/1280.html. Kış | 2012 -
51
İran için bugün başka bir tehdit ise, İsrail’in İran’a nükleer silah üretimi bahanesiyle saldırı olasılığıdır. İran’ın nükleer silah üretimi çalışmaları yapması (9-15 ay içinde bu silahların tamamlanacağı iddia ediliyor) başta İsrail ve dünya emperyalizminin bölgedeki çıkarları açısından büyük bir tehdit oluşturuyor. Bu yüzden, son olarak Avrupa Birliği (AB) ülkeleri de İran’a petrol ambargosu konusunda anlaştı ve bu yaptırım İran ekonomisine ciddi bir darbe vuracaktır, Çünkü AB’nin petrol ambargosu, İran ekonomisinin en iyi müşterilerinin kaybetmesi anlamına gelmektedir. Ancak Ahmedinejad hükümeti bu nükleer savaş tartışmasını yaklaşan seçimler sebebiyle kendi lehine çevirme telaşındadır. Batı’ya ve İsrail’e nükleer tesisleriyle ‘meydan okuyan’ ve bunun karşılığında ekonomik yaptırımlara maruz kalan İran yönetimi -ki bu yaptırımlar en çok da halkı zorlamaktadır- ‘dış güçlere’ karşı kenetlenme argümanını gündeme getirecektir. Bu durum da, hem ülkedeki insan hakları ihlallerinin görmezden gelinmesine hem de muhalefetin sesinin kısılmasına uygun bir zemin oluşturacak ve süreci Ahmedinejad’ın lehine çevirecektir. İsrail ile İran arasında yaşanacak nükleer bir savaş olasılığı; Suriye rejiminin kaderi, ABD’deki seçimler, dünya ekonomik krizi ve Ortadoğu’daki devrimlerin kaderi gibi belli parametrelere bağlı. Özellikle İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine karşı füze saldırısında bulunmasının zamanlamasında birkaç olasılık konuşuluyor. Bunlardan birincisi, Kasım 2012 ABD başkanlık seçimleri ve Cumhuriyetçi adayların kazanması durumunda bu ihtimalin güçleneceği. İkincisi, Suriye’de Esad rejiminin çökmesi ve Suriye üzerinde İran etkisinin bitmesi veya azalması. Fakat başka bir şekilde, Avrupa Birliği’nin öncülüğünde ve ABD’nin onayında İran’a karşı nükleer bir savaşın başlatılması da söz konusu olabilir. Sonuç ne olursa olsun, Devrimci Marksistler olarak tutumumuz İran’a herhangi bir emperyalist ve/veya Siyonist müdahaleye karşı mücadele ve İran halkının desteklenmesi olacaktır. Çünkü İranlı emekçi sınıfların emperyalizme karşı mücadelesi molla diktatörlüğünü güçsüzleştirecek dinamikleri içinde barındırmakta ve bu mücadele, ancak molla diktatörlüğünün yıkılmasıyla güçlenebilecektir. Tüm bu politik atmosferin altında başlangıçta sorduğumuz soruya, yani Arap Devrimleri bağlamında İran’daki emekçi sınıfların kaderine dönecek olursak; güçlü bir sınıf partisinden yoksun İranlı emekçilerin Ortadoğu’da yaşanan bu muazzam itkinin yörüngesine girip girmeyeceği öngörüsünde bulunmak için erken olsa da, sürecin her ülkede kendi dinamiklerini yaratarak devam ettiği bilinen bir gerçek. Geçmişin derslerinden hareketle, İran’da işçi sınıfının ve yoksul azınlık halkların, kendi sınıf çıkarlarına dayalı, burjuvaziden ve emperyalizmden bağımsız bir hareketin öznesi olabilmeleri elzem. Ancak böylesi bir hareket, sadece İran’da değil, tüm Ortadoğu ve dünyada sınıflar mücadelesinin dengelerini değiştirmeye muktedir olacaktır.
Şubat 2012
52
Sosyalist Düşünce Dergisi
Dosya
Libya Yol Ayrımında
Simon Assaf
Ortadoğu'da devrimler, değişmez zannedilen bütün bir bölge boyunca ve kendi çıkarları adına hareket etmekten aciz sayılan insanların müdahalesiyle, bir gök gürültüsü gibi patladı. Devrimlerin tarihe gömüldüğü fikri artık inzivaya çekildi. Gençlerin eylemleri ve protestoların cesurluğu, on yıllardır baskı ve retorik üzerine kurulu rejimleri paramparça etti. Bu “gençlik devrimleri” tüm bölgeyi ortak talepler etrafında birleştirdi: iş, onurlu bir yaşam, özgürlük, demokrasi; baskıya, yolsuzluğa ve yozlaşmaya karşı mücadele. Devrimler, Arap işçi sınıfının büyük bir kesimini sarsarak, onu uykusundan uyandırdı. Arap rejimlerinin, onlara uzun bir yaşam süresi sağlayan üç temel dayanağı bulunuyordu. Rejimler kendi halklarıyla, kalkınma ve belirli düzeyde bir ekonomik güvenlik vaat eden bir toplumsal sözleşme yaptılar. Bu toplumsal sözleşme, neoliberal reformlarla sarsıldı ve zayıfladı. Rejimlerin ikinci dayanak noktası, monarşiler ve cumhuriyet yönetimleri için aynı şekilde geçerli olmak üzere, emperyalizmle barışmak adına Filistin için iki devletli çözüm önerisini kabul etmiş olmalarıydı. Ekonomik kargaşa ve politik başarısızlık, rejimlerin elinde tek bir dayanak bırakıyordu: baskı ve şiddet mekanizmaları. Şüphesiz, rejimlerin dayandığı bu üç sütunun temelleri, son on yılda gerçekleşen derin sosyal ve ideolojik değişimlerle sarsıldı. Mısır ve Tunus’taki dramatik gelişmeler, ayaklanan kitlelerin seferberlikleriyle kitle grevlerinin bileşiminin rejimleri ve iktidarları devirebileceğini kanıtladı. Bu süreç Libya için de geçerliydi fakat, rejimin doğası ve örgütlü bir muhalefetin bulunmayışı, güvenlik aygıtlarının kesin bir yenilgisine imkan vermedi. Libya devrimi zor koşullar altında yükseldi. Rejime göbekten bağlı da olsa sendikaların var olduğu ve devrimin çekim merkezleri haline geldiği Tunus'tan veya muhalefetin siyasi hareketler ve güçlü bir işçi sınıfı etrafında birleştiği Mısır'dan farklı olarak Libya, örgütlü bir iç muhalefete sahip değildi. Libya devrimi örgütlenmenin en ilkel biçimleriyle işe başlamak zorundaydı. Herhangi bir muhalefetin bulunmayışı aynı zamanda, rejimin diyalog ve reform yöntemleriyle Kış | 2012 -
53
uzlaşma arama imkânlarını da daralttı. Bölgedeki devrim güçlerinin gelişmesindeki gelgitleri belirleyebilmek için elimizde lineer ölçüler bulunmuyor. Bu gelgitler -Tunus ve Mısır'da başarı, Libya ve Bahreyn'de yenilgi- devrimin acil görevleriyle kitlelerin devrimden beklentileri arasında bir uçurum yarattı. Ve bu belirsizlikler, başarısızlığın bir kuşak için yenilgi haline geleceği ölüm kalım anlarında ortaya çıktı. Bingazi’de 17 Şubat 2011 tarihinde başlayan ayaklanmanın amacı, ülkeyi Batı emperyalizmine teslim etmek değildi. Fakat, özellikle emperyalizme karşı olan sol için, Libya Devrimi biri dizi karmaşık soru ortaya çıkardı. Tunus, Bahreyn, Mısır ve Yemen emperyalizmin çeperi altındaki ülkelerdi. Buradaki devrimler Batı'nın pençesinden kurtuluşun bir parçası olarak görülebilirdi. Ama devrimciler Suriye ve Libya’daki ayaklanmalar karşısında nasıl bir tutum almalıydı? Zira, baskıcı diktatörlükler olmalarına rağmen bu rejimlerin, emperyalizme karşı bazı muhalif çıkışları söz konusuydu. Libya devrimi ikinci bir sorun daha yarattı. Ayaklanmalara dönük yaygın bir sempati ve destek olmasına rağmen, emperyalizm bir kez sürece dâhil olduktan sonra, solun bir kesimi Kaddafi'nin rejimine destek sunmaya başlarken, bir diğer kesimse yeniden piyasaya sürülen “insani müdahale” dogmasından medet umarak emperyalizmin gerçek hedeflerini göz ardı etti. Aralarında benim de olduğum devrimin çoğu destekçisi, devrimin emperyalizmle lüzumsuz bir anlaşmaya zorlandığını ve panik içinde Batı'ya askeri müdahale çağrısı yapıldığını savundu. O dönemde, zorluklarına rağmen Libya devriminin destek adına komşularına dönmesi gerektiğini belirttik. Mevcut durumda ise bu tartışma artık soyut bir nitelik taşıyor: Bir müdahale gerçekleşti ve Batı, devrimi rayından çıkardı. Fakat Kaddafi'nin ölümü ve rejiminin sonlanmasını takiben, devrimin önderliği sorunu yeniden su yüzüne çıktı. Devrim bir süreçtir. Eski düzen ile giderek büyüyen değişim arzusu arasındaki dolaysız çatışmanın bir ifadesidir. Devrimler yeni sosyal ilişkilerle birlikte yeni bir çağın habercisidir. Doğası gereği bir devrim, sokaklar, fabrika, ofis, okul, ekonomi ve kaynaklar üzerindeki kontrol için bir dizi krizin yol açtığı bir meydan okumadır. Devrim sürecinde milyonlar kendi çevresindeki dünyayı değiştiren ve şekillendiren bir faaliyet içine girer ve bunu yaparken kendi bilincini yükseltir. Bu süreç Libya'da ayaklanmanın ilk günlerinde işlemdeydi ve iç savaşın sonu olarak görülen Trablus’taki ikinci ayaklanmayla birlikte tekrar ortaya çıktı. Ama yol boyunca devrim, sürecin komşu ülkelerindeki gibi gelişmesini engelleyecek ve kendisini kısıtlayacak uzlaşmalara zorlandı. Bu makale, Libya tarihinin veya ayaklanma ve iç savaş sürecinin eksiksiz bir tarihi değildir. Göstermeyi umduğum şey, Kaddafi rejiminin Libya'nın bağımsızlığını kazandığı dönemin ardından gelişen bir kitle hareketi üzerinde yükseldiğidir. Onun darbesi bu devrimci dalgaya bir son verdi ve rejimin kullandığı söylemlere rağmen inşa ettiği rejim, yeni bir egemen sınıf yaratmaya dönük politikalarına muhalif bütün kesimleri ezip geçti. 1980'lerde Libya'nın Batı'yla yaşadığı gerilimlerde devrimci sosyalistler, emperyalizmin ülkeye dönük planlarına karşı çıktılar fakat, Kaddafi’nin anti-emperyalizmi Filistin ve Lübnan'da özgün direniş hareketlerinin gelişmesinin önünde bir engel oldu ve bütün söylemlerine rağmen, gerçekte daima Batı'yla petrol anlaşmalarını devam ettirmeye çalıştı. Benzer şekilde, kullandığı Pan-Afrikacı söylemin ardında yatan gerçek neden, Çad'ın kuzeyini işgal etme hedefiydi. Ve George Bush'un “terörizme karşı savaş” ilanını takip ederek Kaddafi, Fransa, Britanya ve ABD'yle tekrar barıştı. Huzursuzluğun ilk işaretlerinin ortaya çıktığı dönemde, Kaddafi ve ailesi Batı başkentlerinin düzenli bir ziyaretçisiydi ve rejimi emperyalizmle barış içerisindeydi. İtalyan İşgali: “Dördüncü Kıyı” Şu anda Libya olarak ifade edilen bölgenin sınırları, yirminci yüzyılın başında Batılı sömürgeci güçler tarafından çizildi. Modern Libya birbirinden farklı üç bölgeden oluşmaktadır: Batıda, başkenti Trablus olan Trablusgarp; doğuda başkenti Bingazi 54
Sosyalist Düşünce Dergisi
ile Sirenayka; ve güneyde uçsuz bucaksız çölleriyle Fezzan. Farklı kültürel ve etnik tarihleriyle bu bölgeler, Osmanlı İmparatorluğu'nun unutulmuş sınır bölgelerinin parçalarıydı. Bu imparatorluk parçalandıkça, sömürgeci güçler devreye girdi. Bugünkü modern Libya'yı oluşturan bu geniş ve fakir bölgeler (bölgenin sadece yüzde biri tarım için elverişliydi)1, başlangıçta sömürgeci güçler için pek de çekici yerler değildi ve Afrika'daki sömürgecilik yarışında uğruna mücadele edilecek en son bölgelerdi. Sömürgecilik yarışına geç dâhil olan İtalya, imparatorluk inşa etme stratejisinin bir parçası olarak, 1911 yılında “Dördüncü Kıyı” [Trablusgarp ç.] olarak bilinen toprakları ele geçirme şansı yakaladı. 70 bin İtalyan sömürgeci, çoğunluğu Trablus'a olmak üzere Trablusgarp'a yerleşirken, 40 bin kadarı da doğu bölgesine kuruldu.2 Sömürge yönetimi doğulu aşiretler arasında, Suudi Arabistan'daki Vahabizm'e yakın Senusiye tarikatının takipçisi Ömer Muhtar tarafından yönetilen bir isyanın kıvılcımını çaktı. Muhtar 1931'de yakalanıp 20 bin taraftarının önünde asılana dek, 8 yıl boyunca sömürgecilere karşı yürütülen gerilla savaşının önderliğini yaptı.3 İtalya'nın Libya'da yürüttüğü savaş, faşist diktatör Benito Mussolini döneminde giderek daha kanlı bir hal aldı. Baskının özellikle vahşileştiği bir dönemde, İtalyan faşistleri 12 bin Sireneykalıyı infaz ettiler.4 Yaklaşık bir milyon Libyalının yaşadığı sanılan 1912–1943 yılları arasında, tahminen 300 bin Libyalı İtalyan birlikleri tarafından katledildi. İtalyan sömürge yönetimi İkinci Dünya Savaşı sırasında, müttefiklerin işgali ile sona erdi. Kral İdris'in yönetimindeki Libya Birleşik Krallığı, Birleşmiş Milletler tarafından 1951 yılında ilan edildi. Senusiye tarikatının kurucularının soyundan gelen Kral, yarım yüzyıl süren sömürgecilik tarafından zayıflatılmış ve dünya savaşında enkaz haline getirilmiş bir ülkeyi devraldı (Kuzey Afrika'da süren savaş boyunca Bingazi binden fazla bombardımana maruz kaldı). Bağımsızlık döneminde ülkede kişi başına düşen yıllık ortama gelir 16 sterlin düzeyinde iken, nüfusun yüzde 95'inden fazlası okuma yazma bilmiyordu.5 Ulusal gelir, Britanya ve ABD'nin, ülkenin Akdeniz kıyısı boyunca uzanan askeri üsleri için ödedikleri kiraya bağımlıydı. 1952 yılında Sirte havzasında keşfedilen petrol, Libya'yı dünyanın en büyük dördüncü petrol üreticisi konumuna taşıdı.6 Kral ülkeyi Batılı petrol şirketlerine açtı. Keşfedilen ucuz ve yüksek kaliteli petrol ülke ekonomisinin dönüşümüne neden oldu fakat, elde edilen yeni zenginlik kralın yakın çevresini kapsayan bir patronaj ağı tarafından paylaşıldı. 1960'lı yıllarda ülke petrol gelirleri sayesinde ciddi bir ekonomik yükseliş yaşarken, halktaki huzursuzluğun ilk kıpırtıları da hissedilmeye başlıyordu. 1960'ların ilk yıllarındaki öğrenci eylemleri ve isyanları, krala karşı bir muhalefetin oluşumunu müjdeliyordu. Bu hareket büyük ölçüde, Cemal Abdül Nasır'ın Mısır'da gerçekleştirdiği devrimin etkisi altındaydı. 1952'de iktidarı ele geçirdikten sonra Nasır, stratejik önemdeki Süveyş Kanalı da dâhil olmak üzere, Mısır ekonomisinin önemli bir bölümünü kamulaştırmıştı. Nasır'ın ulusal kalkınma modeli ve Fransız ve İngiliz emperyalizmlerine meydan okuması, petrolün bulunmasıyla oluşan yeni zenginliğin ülkenin ekonomik kalkınması için kullanılmasını talep eden Libyalılar arasında da yankı buldu. 1969'daki kitlesel seferberlikler, petrol sektöründe gerçekleşen bir genel grevin tetikleyicisi oldu. Gelişen hareket güvenlik güçleriyle açık bir çatışmaya girdikçe, kralın otoritesi çöktü ve birlikleri onu terk etti. 1 Eylül 1969'da, Özgür Subaylar olarak bilinen (resmi adı Devrimci Komuta Konseyi) Kaddafi'nin önderliğindeki bir grup subay kralı tahtından indirdi. Darbenin liderleri Libya'nın, emperyalizme ve İsrail'e karşı muhalefet eden Arap cephesinin bir parçası olacağını ilan etti. Subaylar, Amerikan ve İngiliz birliklerinin derhal ülkeden çekilmesini ve askeri üslerinin kapatılmasını talep etti. 1 2 3 4 5 6
Vanderwalle, Dirk, A History of Modern Libya, Cambridge University Press, 2006, s.51 Age, s. 34 Age, s. 32 Age, s. 31 Age, s. 42 Age, s. 54 Kış | 2012 -
55
Cemahiriye Efsanesi Darbe kitlesel törenlerle kutlandı ve darbenin ardından insanlar, Libya’nın Mısır’ın izinden gideceği beklentisi içindeydi. Fakat darbe, devrimci hareketin gelişimine kısa zaman içinde set çekti. Kaddafi’nin çevresindeki genç subaylar başta petrol olmak üzere, ülkenin doğal zenginliklerine dayanarak bağımsız bir ulus devlet ve modern bir toplum inşa etme hevesindeydiler. Darbe liderleri önce İtalyan mülkleri, sigorta şirketleri ve bankalarıyla başlayan ardından Batılı petrol şirketlerinin çoğunu da kapsamına alan bir kamulaştırma programını uygulamaya soktular. Libya devrimi, o dönemde gelişmekte olan ülkelere yayılan rejim değişikliği biçiminin bir parçasını oluşturuyordu. Bu sömürge karşıtı mücadelelerin özelliklerinden birisi, eksi düzen kendi iktidarını daha fazla sürdürme imkânını yitirirken, genellikle zayıf durumdaki işçi sınıfının iktidarı alma kapasitesinden yoksun olmasıydı. Bu durum, kendini mücadelenin liderliğine yükseltmesi için, yeni orta sınıftan gelen başka bir güce açık kapı bıraktı. Özgür Subaylar devrimi geniş kitleleri kapsamıyordu; bunun yerine Libya ordusundan gelen küçük bir grubun etrafında merkezileşiyordu. Dirk Vanderwalle'ye göre, “bu Özgür Subayların tamamı Askeri Akademi'ye katılmıştı çünkü, monarşinin kısıtlayıcı politikaları altında, özel bir diploma gerektiren üniversite eğitimini almaya hak kazanamamışlardı”.7 Özgür Subaylar kendilerini iktidara getiren devrimi, Arap Sosyalist Birliği (ASU) içinde massetmeye çalıştı. ASU, Nasır'ın Mısır'daki partisinden esinlenerek bir tek parti diktatörlüğü oluşturuyordu. ASU tek resmi parti ilan edildi ve 1972'de grev hakkı yasadışı ilan edildi, bağımsız sendikalar yasaklandı ve örgütlü muhalefete girişenlerin idam cezasıyla yargılanacağı ilan edildi.8 Özgür Subayların bir kısmı da dâhil olmak üzere, darbeye katılanların birçoğu, ASU'nun eylemlerini halk devrimine karşı bir ihanet olarak gördü. Büyüyen huzursuzluk, başarısızlığa uğrayan bir darbe girişimini tetikleyen Devrimci Komuta Konseyi içinde gerilimi artırdı.9 Büyüyen rahatsızlıktan ürken Kaddafi, rejimi “devletsiz halk hükümeti” biçiminde yeniden örgütleyerek, başka bir muhalefetin gelişimini engellemeye çalıştı. ASU'yu tasfiye etti ve Yeşil Kitabı'nda açıkladığı, “sosyalizm”, “demokrasi” ve “İslam” üzerine yeni doktrinini ortaya koydu. Devletin fonksiyonlarını devrettiği “halk komiteleri”ni (daha sonra Devrimci Komiteler adı verildi) oluşturdu. Seçim yoluyla inşa edilmemiş bu komiteler, “Cemahiriye” adında biçimlenen yeni rejimin belkemiğini oluşturdu. Cemahiriye diye anılan bu sistem, halkın sistemi demokratik bir biçimde denetlediği efsanesine dayanıyordu. Komiteler tüm dergi ve televizyon istasyonlarını ele geçirdi, fabrikaların, okulların ve devlet dairelerinin yönetimlerini devraldı. Fakat, devlet gelirlerinin yüzde 99'unu oluşturan petrol sanayii, yeni egemen kliğin etrafındaki küçük çeperin sıkı denetimi altında kalacaktı. Devrimci Komiteler retoriği ve Yeşil Kitap'ta ifade edilen felsefenin örttüğü gerçek ise, Kaddafi'ye sadık bir patronaj rejiminin yaratımıydı. Kaddafi kendisini “kardeş lider” ilan ederken, petrol gelirlerini geleneksel aşiret yapılarının dışında bir destek tabanı yaratmak için kullandı ve bunları halkın gerçek bir demokratik denetiminden bağımsızlaştırdı. 1970'lerde petrol sektöründeki hızlı yükseliş, Libya'ya büyük miktarlardaki nakit para akışının, kalkınma programı fonlarının ve aynı zamanda yeni bir kamulaştırma dalgasının önünü açtı. Petro-dolarlar, rejimin egemenliğini halkın belirli kesimleri arasında pekiştirmesini sağladı. “Halk denetimi” sloganı altında gerçekleştirdiği ılımlı kamulaştırma programı dâhilinde Kaddafi, Trablus'ta yanmış, haczedilmiş en önemli taşınmaz mülkleri kendi yakın çevresine dağıttı. Petrol gelirlerini, komşuları Tunus'ta 7 Age., s. 79 8 Age., s. 83 9 Age., s. 99
56
Sosyalist Düşünce Dergisi
alışveriş çılgınlığına devem etmeleri için, düzenli olarak destekçileriyle paylaşırdı (Tunuslular bu duruma “Yeşil çekirgelerin istilası” adını vermişlerdi).10 Fakat, politik pasiflikten imtina eden Libya halkı, tepkisini rejimi çeşitli biçimlerde boykot ederek ortaya koydu. Devrimin başarılarını kutlamak için düzenlenen “Yeşil mitingler”e katılım oldukça sınırlıydı. Halk desteğini gösteren büyük gösteriler, yalnızca katılımın zorunlu kılındığı zamanlarda gerçekleşebiliyordu. Bu cüretkar sessizlik hali, Kaddafi'nin sıklıkla gerçekleşen eksantrik beyanlarına verilebilen tek cevaptı. Gelişmiş bir petrol altyapısına dayanan Libya ekonomisi ciddi bir büyüme gerçekleştirdi, eğitim ve diğer sosyal alanlarda da ilerlemeler sağlandı. Fakat petrol gelirlerine aşırı derecede bağımlı olan ekonomi, petrol fiyatlarındaki ani yükseliş ve düşüşlerin basıncı altındaydı. Yıllar boyunca zenginliğin giderek artmasına rağmen, Libyalıların büyük çoğunluğu, gençler arasındaki yüksek işsizlik oranları ve düşük ücretlerle birlikte, zor koşullar altında yaşamaya devam etti.11 Anti-Emperyalizm, Pan-Arabizm ve Pan-Afrikanizm Nasır 1970'te öldüğünde, Kaddafi kendisini onun politik mirasçısı ilan etti. Bu unvan, Arap direnişinin rehberi haline gelmek isteyen biri için uygun görünüyordu. Kaddafi'nin ilan etmiş olduğu “kardeş lider” rolü, Mısır'ın yeni lideri Enver Sedat, Mısır'ın müttefiki Sovyetler Birliği'ne sırtını dönüp ABD'yle anlaşmaya varınca, güç kazandı. Sedat’ın anlaşmasına yanıt olarak Kaddafi, Varşova Paktı içerisinde bulunan ülkeler ile bir dizi silah anlaşması yaptı. Fakat, “sosyalizm”e dair estirilen bütün o gösterişli havaya rağmen, ilk olarak kral tarafından anlaşma yapılmış Batılı küçük petrol şirketleri ağı aracılığıyla Avrupa'ya petrol tedarik etmeyi sürdürdü. Batı-karşıtı direnişin bir kalesi görünümüyle Libya'nın itibarını güçlendirmek için, 70’ler ve 80’ler boyunca Kaddafi, Arap ulusalcılığı söylemini kullandı. Gerçekte ise, Libya'nın bölgedeki direniş hareketlerine müdahil olması pek hoş karşılanmadı. Kaddafi'nin ajanları, suikastçılar ve araba bombacıları olarak ün kazanmıştı. Libya, İsrail'le ile olan mücadelelerinde Filistinlilere silah ve para yardımında bulundu fakat, bu yardımların çoğu, Filistin hareketinin geneli tarafından bilinmeyen çevrelere gidiyordu. Libya, Filistin lideri Yaser Arafat'in ziyaret etmeyi reddettiği tek Arap ülkesiydi.12 [Kaddafi'nin yönlendirdiği ç.] bu gruplar genellikle, Batılı hedeflerin yanı sıra, Kaddafi'nin politikalarına muhalefet eden Filistinlilere ve Lübnanlılara saldırı düzenlemek için kullanıldı. Bu müdahale, popüler ve saygın Lübnanlı reformist Şii din adamı Musa El-Sadr’ın öldürülmesiyle doruk noktasına ulaştı. Sadr ve birkaç yoldaşı, 1978'de görüşme için Trablus’a çağırılmış ve kısa bir süre sonra ortadan kaybolmuştu (Kimileri Sadr ve yoldaşlarının Kaddafi’nin ofisinde öldürülmüş olduğuna inanmaktadır). Onların kaderi halen bilinmezliğini koruyor, fakat İmam'ın ortadan kaybolması Lübnan direnişinde derin bir yara açtı. Sadr, sonradan Hizbullah'ı kuracak olan, Lübnanlı Şii Müslümanların çoğunluk örgütü EMEL hareketinin lideriydi. Kaderin bir cilvesi olarak, Lübnan, 2011'in Ocak ayında BM Güvenlik Konseyi'ne dâhil olduğunda, Hizbullah'ın Lübnan kabinesi üzerindeki etkisi en yüksek seviyesine çıkmış durumdaydı. BM'deki Lübnan delegasyonu, Libya'ya uygulanan uçuşa yasak bölge kararının alınmasında önemli bir araç haline geldi.13 10 Vanderwalle, 2006, s. 143 11 Schwettmann, Jürgen, Youth Employment and Social Dialogue in the Maghreb Region (International Labour Organisation), www.ilo.org/public/english/region/eurpro/brussels/downloads/youthemploymentafrica.pdf, 2011. 12 Otman, Waniss A, ve Erling Karlberg, The Libyan Economy: Economic Diversification and International Repositioning, Springer, 2007, s. 36. 13 Glass, Charles, “Hizbullah’s Part in Gaddafi’s Downfall”, The London Review of Books (24 Ekim), www.charlesglass.net/archives/2011/10/hizbullahs_part.html, 2011 Kış | 2012 -
57
Kaddafi'nin Filistin ve Lübnan direnişlerine müdahalesinin feci sonuçları artık ortaya çıkmıştı ve diğer Arap rejimleri emperyalizmle barıştıkça, Kaddafi'nin Arap dünyasındaki nüfuzu yerle bir oldu. 1980'lerde, Pan-Afrikanizm'de yeni bir cevher keşfederek, dikkatini Afrika'ya yöneltti. Fakat bu yeni söylemin ardında da, kaba bir ihtiras yatıyordu: uranyum da dâhil olmak üzere zengin maden kaynaklarına sahip olan Çad'ın kuzeyini ele geçirmek. Libya'nın Çad'daki savaşı, Libya destekli Çad birlikleri (ve Libya birlikleri) tarafından Fransız destekli Çad birliklerine karşı gerçekleştirilmişti. Kaddafi'nin Çad'daki üslerinin, Fransız destekli güçler tarafından istila edilmesiyle, bu savaşlar rejim için felaketle sonuçlandı.14 Yenilgi rejim için fazlasıyla küçük düşürücüydü. Afrika macerasının çöküşü -bir başka baskı dalgasıyla karşılanacak olan- yeni bir muhalefet dalgasının gelişini müjdeliyordu. Libya'nın emperyalizmle sürtüşmesi, Libya'nın artan bir biçimde, uluslararası alandan izolasyonuna neden oldu. ABD tarafından öncülük edilen yaptırımlar dizisiyle yeni yatırımlar durdu, petrol sanayii yedek parça eksikliğiyle durma noktasına geldi. 1986'da ABD Başkanı Ronald Reagan, Trablus ve Bingazi'ye hava saldırısı emri verdi ve bu saldırıda Kaddafi'ye başarısız bir suikast girişiminde bulunuldu. Bu saldırı, ABD hükümetinin “Vietnam sendromu”nun üstesinden gelme girişiminde, önemli bir köşe taşını simgeliyordu. Cevap olarak Libya rejiminin 1988’de bir Pan Am 103 yolcu uçağını Lockerbie'de bombaladığı iddia edildi.15 Ne var ki, Irak'la yaşanan çatışmalar emperyalizmin önceliklerini değiştirdi ve Lockerbie şüphelilerinin teslim edilmesi için Kaddafi'yle anlaşmaya varıldı ve Batı'yla olan gerilim hafifledi. Kaddafi rejimi gerçekte, Batılı hedeflere dönük operasyonlarının hesabını, saldırı kurbanlarına verilen cömert tazminatlarla ödedi. 1990'larda Kaddafi, ülkesini yeni bir rotaya soktu. İnfitah (Açılım) olarak bilinen yeni politika, Sedat'ın 70'li yıllardan Mısır'da uygulamaya koyduğu neoliberal politikaları örnek alıyordu.16 İslamcı Muhalefet 90’lı yıllarda ülkenin doğusunda İslamcıların önayak olduğu isyan, Batı ile tam bir uzlaşmanın kapısını açtı. Bu modern İslamcı akım, 1980’li yıllarda Afganistan’da savaş veren Libyalı grupların içinden çıktı. Bu gruplar ülkeye döndüğüne, Libya İslami Savaş Grubu (LİSG)’nu kurdu. Grup Afganistan direnişi içerisinde kök salmış olsa da, LİSG “küresel cihat” çağrısında bulunmaktan uzak durmuş ve kendisini Kaddafi diktatörlüğünü yıkmaya adamıştı.17 İslamcılar, Kaddafi’yi neredeyse öldürecek iki suikast girişimi dâhil olmak üzere, rejim güçlerine karşı etkili saldırılar düzenledi. Bu isyan, 90'ların ortasında ülkenin doğusundaki ayaklanma girişimiyle doruk noktasına ulaştı fakat, rejim hareketin kilit konumundaki liderlerinin bir bölümünü tutuklamayı ve öldürmeyi başardı. Sonuçta hareket, kalesi olarak nitelenen bölgelerden sökülüp atıldı. Militanların birçoğu Sudan'a kaçarken, diğerleri Irak'taki ABD işgaline karşı mücadele eden direniş hareketine katıldı. Nihayetinde, Seyfülislam Kaddafi ve etkili din adamı Şeyh Ali Sallabi -şimdilerde devrimin liderlerinden ve ayaklanma için Katar desteğinin alınmasında başlıca aracılardan biri- arasında yapılan anlaşmanın bir parçası olarak İslamcılardan bazıları serbest bırakıldı.18 11 Eylül'ü takiben, ABD LİSG'i El-Kaide ağının bir parçası olarak sınıflandırdı19 — LİSG'in şiddetle reddettiği bir itham.20 “Teröre karşı savaş”, Kaddafi'ye Batı'yla nihai 14 Vanderwalle, 2006, s. 194-196. 15 Basketter, Simon, “Lockerbie: Cynicism, Hypocrisy and Deceit”, Socialist Review (Eylül), www.socialistreview.org.uk/article.php?articlenumber=10923, 2009. 16 Vanderwalle, 2006, s. 63 17 Al-Hayat, 20 Ekim 1995. 18 Oman Tribune, “Jibril ‘Stealing Revolution’: Sallabi” (9 Kasım), www.omantribune.com/index.php?page=news&id=100824&heading=Other%20Top%20Stories, 2011. 19 National Counterterrorism Center, “Current List of Designated Foreign Terrorist Organizations”, www.nctc.gov/site/other/fto.html, 2011. 20 Oman Tribune, 2011.
58
Sosyalist Düşünce Dergisi
barışını yapma fırsatı sunmaktaydı. Kaddafi bu fırsatı, 2004'te Tony Blair'la yaptığı gizli ve utanç verici “çöl görüşmesi” ile değerlendirdi. Batılı güçler için, Irak ve Afganistan'daki savaşlarda işler kötü gitmeye başladığında, Kaddafi'nin rejimi, uzlaşılması gereken ülkelerden bir haline geldi. Çöldeki görüşme, Irak işgalinin başarısının bir kanıtı olarak görüldü. Kaddafi rejimi teröre karşı savaşta artık Batı'yla işbirliği yapıyordu.21 Jamestown Kuruluşu'nun Terörizm Gözlemcisi'ne göre: [11 Eylül] saldırılarından sadece haftalar sonra, bir CIA ekibi 1988 Lockerbie bombardımanını planladığı düşünülen kişi (Libya istihbarat örgütünün lideri Musa Kusa) ile yüz yüze görüşmek için Londra’ya uçtu. Kusa CIA’ya (ve ayrıca İngiltere MI6 dış istihbarat servisine) LİSG ajanlarının isimleri ve Afganistan’da eğitim almış diğer Libyalı İslamcıların isimlerinin yanı sıra İngiltere’de yaşayan LİSG liderlerinin dosyalarını da verdi. El-Kaide içinde Libyalı Afganların merkezi rolü düşünüldüğünde, istihbarat bilgilerinin ele geçirilmesi açısından Bush yönetimi için bu, beklenmedik bir talih kuşuydu. Amerikan hükümeti, LİSG'i resmi olarak terör örgütü ilan etti.22 CIA ve Britanya'nın istihbarat örgütü MI6 LİSG'in Libya'daki kilit üyelerini kaçırdılar ve tutukladılar -bunlar arasında şu anda Trablus'taki silahlı isyancıların komutanlarından Abdül Hakim Belhac da bulunuyordu. Bingazi ve Derma kentinin doğu kesimi, İslamcı hareketin kalbi olmayı sürdürüyor ve özellikle ayaklanma sürecinde silah depoları yağmalandıktan sonra, Batılı istihbarat örgütleri arasında derin endişeler yaratmaya devam ediyor.23 İçi Boş Reformlar 2004'te BM yaptırımlarının bitişini takiben, Kaddafi oğlu Seyfülislam'ın hamiliğinde gerçekleştirilecek reform vaatlerinde bulundu. Seyfülislam'ın tedrici bir biçimde gerçekleştirilecek demokratikleşme görüşü, Libya Batı'ya açıldıkça, muazzam petrol gelirlerinin bir kısmının hakiki değişiklikler yapmak için kullanılabileceği beklentisini artırdı. Rejim, değişim üzerine yaptığı ucu-açık fakat temelsiz konuşmalarla birçok muhalifin sempatisini kazanırken, uyguladığı baskıyı da kısmen hafifletti. Gerçek iktidar ise, Kaddafi'nin etrafındaki dar bir çevrenin kontrolünde kalmaya devam etti. Özelleştirmeler ve neoliberal reformlar, 70'lerde kamulaştırılan önemli şirketleri satın alan rejimin işbirlikçileri için önemli bir kazanç kapısı haline geldi. Kaddafi, Yeşil Kitap'ın resmi ideolojisiyle tutarlı olabilmek için, neoliberal reform programını “halk denetiminin genişlemesi” olarak sundu. Financial Times durumu şöyle özetliyordu: “Kaprisli liderin dramatik dönüşümünün yeni Batılı dostlarından çok kendisine kazanç sağladığı, tartışmaya açık bir konu. 1988 Lockerbie bombalaması için aranan iki ajanı teslim etmesi ve 2003'te kitle imha silahlarına sahip olmaktan vazgeçtiğini açıklamasından itibaren, Amerikalı ve Avrupalı petrol şirketleri, yeni sözleşmeler imzalamak için Trablus'a akın etmiş durumdalar. Küresel krizden muzdarip Batılı finans kurumları da, Libya'nın yeni kurulmuş bağımsız varlık fonu nezdinde zengin ve cömert bir müşteri keşfetmiş oldular.”24 BM yaptırımlarının kaldırılmasıyla büyük petrol şirketleri, adeta çıldırmış bir şekilde, yüz milyarlarca dolarlık yeni petrol sözleşmeleri, rafineri yenilemeleri, petrol arama an21 New Yorker, “Eighty-Nine Questions: What did Libya do for The CIA?” (3 Eylül), www.newyorker.com/online/blogs/closeread/2011/09/eighty-nine-questions-what-did-libya-do-forthe-cia.html, 2011. 22 Jamestown Foundation Terrorism Monitor, “The Libyan Islamic Fighting Group (LIFG)”, volume 3, issue 6, www.jamestown.org/single/?no_cache=1&tx_ttnews%5Btt_news%5D=308, 2005. 23 Stratfor Global Intelligence, “Jihadist Opportunities in Libya” (30 Ağustos), www.stratfor. com/weekly/20110223-jihadist-opportunities-libya, 2011. 24 Financial Times, “West’s Policy Exposed as ‘Mad Dog’ Finds Bite” (21 Şubat), www.ft.com/ cms/s/0/f068d70e-3ddd-11e0-99ac-00144feabdc0.html#ixzz1cuoOrXLc, 2011. Kış | 2012 -
59
laşmaları yapmaya koyuldu.25 Silah şirketleri de bu durumdan geri kalmış değildi. Yalnızca 2009 yılında, Fransız, İtalyan, Alman ve İngiliz şirketleri rejime üç yüz milyon sterlin değerinde silah satmıştı. Satılan silahlar arasında jet uçakları, askeri teçhizatlar, cep telefonlarının kapsama alanını engelleyen elektronik ekipmanlar ve göz yaşartıcı bombalar da vardı. Silah Ticaretine Karşı Kampanya (CAAT)'ya göre, devrimin başlangıç tarihi kabul edilen 17 Şubat'ta, “farklı türden çeşitli askeri teçhizatları bölgedeki otoriter rejimlere satmasının yanı sıra Britanya hükümeti, Libya ve Bahreyn'e yapılan -göz yaşartıcı bomba ile eylemleri bastırmak için kullanılan teçhizatlar ve keskin nişancı tüfeklerini de kapsayan- mal ticaretini onayladı.” Britanya hükümeti, İngiliz silah şirketleri için “üst-düzey politik müdahaleler” gerçekleştirdiği Libya'yı “ayrıcalıklı bir pazar” olarak görüyordu.26 Bu işbirliği, Libya rejiminin Avrupa’nın güney kıyılarının sınır polisliğini yapmasına dayanıyordu. İtalya'yla yapılan karşılıklı anlaşmalar, İtalya'ya giden Sahraaltı ülkelerinden Afrikalı göçmenlerin derhal “Libya'ya iadesini” garanti altına alıyordu.27 Bu anlaşmalar, rejimin 2000 yılında Afrikalı siyah göçmenlere karşı vahşi bir pogrom düzenlediğinin bilinmesine rağmen yapılıyordu. 17 Şubat Halk Ayaklanması Tunus ve Mısır Devrimleri on yıllar boyu bastırılmış olan öfke ve kinin açığa çıkmasını sağladı. Libya Devrimi'nin başlangıcı; Bingazi'de aralarında saygın avukatlar ve hâkimlerin de bulunduğu kentin ileri gelen kişilerinin, 17 Şubat günü için adliye binasının önünde gerçekleştirilecek barışçıl eylem çağrısına, genç aktivistlerin gevşek bir ağının dâhil olmasına dayanıyor. Taleplerin sınırlılığına rağmen bu gösteriler, bir nesil için, rejime karşı ilk kez açık bir muhalefet sergileme imkânı sağlıyordu. Eylemciler, ayaklanmayı sezen polisin kendilerini püskürteceğini tahmin ederken, bir yandan da şehir meydanına çadır kurma girişiminde bulundular. Fakat polisin yerine rejimin silahlı çeteleri sahneye çıktı ve göstericilere ateş ederek, çok sayıda barışçıl aktivisti öldürdü. Bir sonraki sabah, öldürülen gençlerin cenaze töreni için büyük bir kitle bir araya geldi. Kitle, güvenlik binalarının önünden geçerken rejim destekçileri tekrar ateş açtı. Bir döngü halinde, insanlar öldükçe cenaze törenleri düzenleniyor ve bu sırada daha fazla insan öldürülüyordu. Olayların başlamasının ardından gelen ilk Cuma günü, protestolar öfke gününe dönüştü. Kalabalık cenaze törenleri, güvenlik güçlerinin silahsızlandırıldığı ve devlet güvenlik binalarının ateşe verildiği, Bingazi'nin tümüne yayılan kitlesel ve öfkeli eylemlere dönüştü. Benzer sahneler ülkenin dört bir yanında tekrarlandı; Trablus'a yakın Zaviye kentinde öfkeli kalabalıklar Kaddafi’nin saraylarından birini ateşe verdiler. Ertesi hafta protestolar başkent Trablus’a ve kuzey batıdaki stratejik bir sanayi şehri olan Misrata’ya sıçradı. Milyonların katıldığı eylemlilikler, rejimi kuşatmaya başladı. Libyalı diplomatlar görevlerinden istifa edip bulundukları ülkelere iltica ediyor, birçok subay gelen emirlerin uygulanmaması doğrultusunda çağrılar yapıyor, birçok kent ve kasaba devrimin yanında olduğunu ilan ediyor ve petrol sektöründeki işçiler greve çıkıyordu. Tunus ve Mısır’da hayret verici zaferler yaratan süreç, burada da işbaşındaydı: Küçük gösteriler kitlesel eylemlere dönüşmüş ve güvenlik güçleri sokaklardan silinmişken, ordu birimleri taraf değiştiriyor ve en önemlisi, kitlesel grev dalgaları rejimin kaderini tayin ediyordu. Kaddafi’nin oğlu Seyfülislam ise devlet televizyonuna çıkarak, şiddetten ötürü “uyuşturucu bağımlısı ve kahve müptelası 25 Gulf News, “Libya Reaches Out to Multinationals” (2 Haziran), http://gulfnews.com/business/oil-gas/libya-reaches-out-to-multinationals-1.182575, 2007. 26 O’Huiginn, Dan, “EU arms sales to Libya: fleshing out the figures” (25 Şubat), http://ohuiginn.net/mt/2011/02/eu_libya_arms_press_review.html, 2011. 27 Noll, Gregor, Mariagiulia Giuffré, “EU Migration Control: Made by Gaddafi?”, Open Democracy (25 Şubat), www.opendemocracy.net/gregor-noll-mariagiulia-giuffré/eu-migration-controlmade-by-gaddafi, 2011.
60
Sosyalist Düşünce Dergisi
Arapları, göçmenleri ve diğer yabancıları” suçlayan, tutarsız, ipe sapa gelmez bir konuşma yaptı.28 Konuşması bittiğinde, Trablus'taki televizyon kanalı öfkeli kalabalıklar tarafından baskına uğradı. Kaddafi'nin kaçmış olduğu söylentileri arasında, şehrin merkezindeki Yeşil Meydan, zafer sarhoşu kitlelerin akınına uğradı. Fakat, aslında tuzağa düşürülmüşlerdi. Silahlı güçleri ve destekçileriyle Kaddafi başkenti istila etti. Trabus'taki ayaklanma yenilgiye uğramıştı.29 UGK’nın Kuruluşu Ulusal Geçiş Konseyi (UGK) Bingazi’de devrimin doğum yerinde kuruldu. Konsey ilk olarak ayaklanmanın liderlerinden, güvenilir yargıç ve tanınmış simalardan, isyancı ordu birliklerinin komutanlarından ve isyancı kabilelerin temsilcilerinden oluşuyordu.30 Konsey, doğu kentinde meydana gelen ayaklanmanın acil ihtiyaçlarından doğdu. Rejim güçlerinin çöküşünü takiben, hapishaneler, ordu, polis, mahkemeler ve Mısır'la olan sınırın denetimi de dâhil olmak üzere, devletin yönetim organlarını ve/veya işlevlerini halk denetimi altında idare eder hale geldiler. Yiyeceğin ve paranın dağıtımını Konsey örgütlemeye başladı ve işlerinden atılan, yokluk içindeki binlerce göçmen işçinin koşullarının iyileştirilmesiyle ilgilendi. Bir televizyon ve radyo istasyonu kurdu ve ilk devrimci gazetenin yayımına başladı. İşçi ve yönetici komiteleri, elektrik istasyonları, liman ve havalimanı gibi kilit önemdeki yerlerin yönetimini devraldı. Batılı gazetecilerin de dâhil olduğu pek çok gözlemci, konseylerin gücünden ve verimliğinden, şehirdeki “özgürlüğün” rahatlatıcı havasından bahsetmekteydi. Bingazi'de yiyecek kıtlığına rağmen, en yoksul vatandaşlar, devrimden öncesine oranla çok daha iyi beslendiklerini söylemekteydiler. UGK, doğudaki şehirlerin yanı sıra Misrata, Batı Dağları ve Trablus'un batısındaki şehirler de dâhil olmak üzere, kurtarılmış bölgelerde ortaya çıkan benzer yapılarla bağlantılar kurdu. Yalnızca bir günde, sekiz kent bu komiteleri kuruyor ve devrimden yana olduğunu ilan ediyordu. UGK'nin yapılanma şekli, tüm ülke çapında, halk denetimi altında devrimin genişletilip yayılabilmesine olanak sağlıyordu. Fakat UGK, yepyeni bir gelişmeyle karşı karşıya kaldı. Ayaklanmanın ilk günlerinde hükümetten istifa eden eski adalet bakanı Mustafa Abdül Celil, Bingazi'de ortaya çıkarak kendisini “Geçici Hükümet”in lideri ilan etti. Onun arkasında ise, eski diplomatlar ve ayaklanmanın desteklenmesi için ABD ve Avrupa'yla uzlaşma arayan kesimler toplanmaktaydı. Celil'in deklarasyonundan hemen sonra, geçici hükümetin hiçbir meşruiyeti olmadığı açıklaması yapan UGK, Celil'in tutumuna şiddetli bir tepki göstermişti. Konsey, rejimin mal varlıklarının dondurulması ve paralı askerlerin ülkeye getirilmesinin engellenmesinin ötesine geçen her türlü dış askeri müdahaleyi reddetti. Konsey Batı'nın, eski rejimden geriye kalanların tecrit edilmesine yardım maskesi altında, devrimi yapan kitlelerin arkasından bir anlaşmaya girişmesinden korkuyordu. Bingazi'de bulundan UGK, 28 Şubat'ta, ülkeye herhangi bir dış müdahale istemediğini net bir biçimde ortaya koydu.31 Devrimcilerin askeri stratejisi yabancı askerleri veya Batılı savaş uçaklarını yardıma çağırmak değil; onları ezmek için gönderilen kuvvetleri, taraf değiştirmeye ikna etmekti. Bu strateji, zorunlu askerliğini yapan kesimler üzerinde çoğu kez başarıya ulaşmış olsa da, rejimin silahlı kuvvetlerini oluşturan asıl kesimler, Kaddafi'nin oğullarının komutasındaki iyi silahlanmış müfrezelerle kaldı. 28 Al-Jazeera, “Gaddafi’s son talks of conspiracy” (20 Şubat), http://english.aljazeera.net/ news/africa/2011/02/2011220232725966251.html, 2011. 29 New York Times, “Terror Quiets Libyan Capital as Rebels Battle in the East” (3 Mart), www. nytimes.com/2011/03/04/world/africa/04libya.html?_r=3&ref=global-home, 2011. 30 Al-Jazeera, “Defiant Gaddafi confined to Tripoli” (27 Şubat), www.aljazeera.com/news/afric a/2011/02/201122792426740496.html, 2011. 31 Al-Jazeera, “Libya opposition launches council” (27 Şubat), http://english.aljazeera.net// news/africa/2011/02/2011227175955221853.html, 2011. Kış | 2012 -
61
Kaddafi’nin Karşıdevrimi Seferberliğin kapsayıcılığına rağmen, Kaddafi rejimi halen güçlü bir destek tabanına sahipti. Halen destekçilerini seferber edebiliyor, onlara silah dağıtabiliyor ve ordu ve güvenlik güçlerinde tasfiye operasyonlarına girişebiliyordu. Sivil idarenin kilit isimlerinin yansıra, yüzlerce asker ve subay idam edildi. Binlerce sivil tutuklandı veya öldürüldü. Kaddafi’nin karşıdevrimi, rejimin kaba kuvvet kullanarak ayakta kalabileceği fikri üzerine kuruluydu. Bu vahşi saldırı, barışçıl hareketi silahlı bir ayaklanmaya dönüşmeye zorladı. Bu eşitsiz bir savaştı. Karşı saldırının büyüklüğü, devrimin, askeri örgütlenmenin en temel unsurlarını tamamlaması için dahi ihtiyaç duyduğu zamanı dramatik bir biçimde kısaltmıştı. Ayaklanma halindeki 15 günün ardından, devrim artık var olma savaşı veriyordu. Devrimcilerin birinci önceliği, doğudaki kurtarılmış bölgelerle batıda, kuşatma altındaki şehir ve kasabalar arasındaki bağlantıyı kurmaktı. Devrimciler için oldukça çetrefilli bir zamandı. Ayaklanmanın ilk günlerinde, rejim güçlerine karşı imkânsız bir zaferin inancıyla silahlanan ve ateş eden doğulu gençlik, batıya doğru taarruza girişti. Kötü silahlanmış ve oldukça sınırlı bir askeri eğitim almış halde, Kaddafi'nin kalesi konumundaki Sirte şehrinin dışında tuzağa düştüler. Devrim artık yalnızca ülkenin batısında değil, kurtarılmış doğusunda da tehlikedeydi. Rejim ülkenin kilit otoyollarının kontrolünü ele aldı ve küçük ama iyi silahlanmış birliklerini, bir şehirden diğerine ilerletebildi. Bingazi'ye doğru büyük geri çekiliş başladı. Kaddafi'nin birlikleri isyancı şehri kuşattığında, Kaddafi, “Onlara karşı merhamet göstermeyeceğiz”, açıklamasında bulundu.32 Batı Dağları'nda ve Misrata'da isyancılar rejimin saldırısını püskürtmeyi başardılar fakat, bunun için ödedikleri bedel çok yüksekti. Bingazi, rejimin temel hedefi olarak kalmaya devam etti. Kaddafi, şehrin düşüşünün ayaklanma için parçalayıcı bir yenilgi olabileceği ihtimaline oynuyordu. Tunus ve Mısır devrimleri, Libya'daki olayların gerisinde kalmış durumdaydı. Libya Devrimi'nin hayatta kalabilmesi için, komşularının acil pratik desteğine ihtiyacı vardı. Kısıtlı miktarda yardım ve silah, Tunus ve Mısır'dan gelebildi fakat, devrimcilerin gelen yardımları dağıtma kapasiteleri de oldukça sınırlıydı. Mevcut eksiklikler Batı müdahalesine kapıyı açtı. Devrimin başarılı olabileceğine ikna olan Batılı liderler, isyana destek olmak üzere manevra yaptılar. Etrafları sarılmış durumdaki devrimciler, Batı'nın insafına sığınmaktan başka bir çareleri olmadığını hissettiler. UGK'nın dış müdahaleye karşı olan tutumuna rağmen, Kaddafi'nin saldırısını durdurabilmek için, Konsey önce uluslararası yaptırımlar ve hava sahasının kapatılması ve ardından hava saldırısı çağrısı yapmaya zorlandı.33 Askeri yenilgiler UGK'yı, devrimi Batı'nın çıkarlarına ipotek etmeye zorladı. Mustafa Abdül Celil artık UGK'nın yeni lideriydi ve komitelerin yapıları değişmeye başlamıştı. Gasp Edilmiş Devrim Pek çok Libyalı, zaferlerini koruduğu için Batı'yı övmektedir. Oysa, ABD, Fransa ve Britanya'nın eylemlerinde cömertlikten, fedakarlıktan bahsetmek, pek mümkün değildir. Bu aynı güçler, devrimin gerçek anlamda başarıya ulaşmasını imkânsız hale getirmişlerdi. Ayaklanmanın ilk günlerinde UGK bir acil talepler listesi hazırlamıştı. İsyancılar uluslararası tanınma ve silah ve diğer ihtiyaçların tedarik edilmesi için, rejimin el koyulan milyarlarca dolarlık fonlarına erişim hakkı talep etmişlerdi. Batı ise “hükümetleri” değil, yalnızca ülkeleri tanıdığını ilan etmiş, Kaddafi'nin ülkeye paralı asker getirmesini sağlayan uçuşları engellemeyi reddetmiş, “teröristlerin” eline geçe32 Al-Arabiya, “Gaddafi tells Benghazi his army is coming tonight” (17 Mart), www.alarabiya. net/articles/2011/03/17/141999.html, 2011 33 Huffington Post, “Libyan Rebels Plead For No-Fly Zone” (12 Mart), www.huffingtonpost. com/2011/03/12/libyan-rebels-plead-for-n_n_834886.html, 2011
62
Sosyalist Düşünce Dergisi
bileceği korkusuyla, silah yardımında bulunmaya karşı çıkmışlardı.34 Son olarak da, el koyulan fonların “yasal zeminlerde” kullanılmasını reddettiler.35 Bunun yerine Batılı güçler UGK'nın önüne birtakım koşullar koydular. İleride kurulacak herhangi bir Libya hükümetinin, Kaddafi döneminde imzalanmış bütün sözleşmeleri aynen kabul etmesini talep ettiler. Libya İstikrar Takımı Başkanı Ahmed Cehani, Ağustos 2011'de bu vaadi defalarca tekrarladı. Bir basın toplantısında belirttiği üzere, “Petrol sektöründeki sözleşmeler dokunulmazdır... Herhangi bir sözleşmenin iptali söz konusu değildir.”36 Yeni kurulacak Libya hükümeti, aralarında Sahraaltı ülkelerinden Güney Avrupa'ya yönelik göçü durdurmak üzere İtalya'yla yapılmış ikili sözleşme de olmak üzere, bütün “uluslararası sözleşmelere” saygı duymak zorundaydı. Konsey ayrıca, yayınladığı bir bildiride, “terörizme karşı” verilmiş olan taahhütlere de sadık kalacağını vurguladı.37 Yeni Libya tıpkı eski Libya gibi olmalıydı, tek fark Kaddafi ve rejimin önemli isimlerinin devre dışı kalacak olmasıydı. Bu, UGK'nın reddedemeyeceği bir teklifti. İç Savaş ve İkinci Ayaklanma NATO'nun hava saldırısının etkisi fazla abartılmamalıdır. Savaş uçakları rejim güçlerini püskürttü fakat, kesin sonucun belirleneceği yer, karadaki savaştı. Savaşın esas yükü silahlı milislere devredilmişti ve doğuda isyancıların hücumu bir petrol limanı olan Brega'da duraklayınca, savaşın ağırlık noktası Misrata ve Batı Dağları'na kaydı. Batı Dağları, Kaddafi rejimi altında uzunca bir zamandır baskı altındaki Berberi azınlığın yurduydu. İsyancıların Kaddafi'nin cephesini yarıp ilerlemeleri, yaz döneminde, Batı Dağları'ndaki Berberi isyancıların Tunus'la olan sınır bölgesinin kontrolünü ele geçirmeleriyle mümkün oldu. Trablus ve diğer batı şehirlerindeki baskıdan kaçmış olan binlerce Libyalı, savaşa katılmak için akın etti. Önemli sayıdaki eğitmen ve Katar'dan gelen özel birlikleri de kapsayan dış yardım sayesinde isyancılar daha örgütlü ve etkili hale gelmişlerdi. En kanlı savaşlar Misrata’nın kontrolü için verildi. Bu sanayi şehri, başkent ile rejimin kalesi konumundaki Sirte arasındaki stratejik sahil yolu üzerine yer alıyordu. Bingazi'den farklı olarak Misrata, modern çelik fabrikalarında çalışan güçlü bir sanayi proletaryasına sahipti. Misrata'nın savunucuları; doğudan silah ve diğer ihtiyaç ürünleri temin ettikleri yaşamsal önemdeki deniz yolu, Libya donanmasının ve silah ambargosunu dayatan NATO savaş gemilerinin ablukası altındayken, fabrikaları zırhlı araçlar üretme koşullarına uyarlayarak, ablukadan kurnazca sıyrılmışlardı.38 İsyancılar esasında, NATO hava saldırılarının öncesinde rejim güçlerini kuşatmış ve yenilgiye uğratmıştı. Zafer Misrata'daki önderliğe isyancılar arasında büyük bir etki kazandırmıştı ve Misrata'daki önderliğin Bingazi'deki UGK'ye karşı eleştirel bir tutumu vardı. UGK'nin Batı destekli liderliğini reddettiler ve rejimin eski simalarını saflarından temizlemelerini talep ettiler. Şehir Bingazi'den doğrudan emirler almayı reddetti ve Kaddafi'nin düşüşünü takiben, Trablus'taki yeni hükümetten yarı-bağımsız konumunu sürdürebi34 Asian Tribune, “Libyan rebellion has radical Islamist fervor: Benghazi link to Islamic militancy: US Military Document Reveals” (17 Mart), www.asiantribune.com/news/2011/03/17/ libyan-rebellion-has-radical-islamist-fervor-benghazi-link-islamic-militancyus-milit, 2011. 35 Wall Street Journal, “Rebels Fight US for Funds It Seized”, (9 Nisan), http://online.wsj.com/ article/SB10001424052748704503104576251160239688124.html, 2011. 36 Reuters, “Libya to honour all legal oil deals” (24 Ağustos), uk.reuters.com/article/2011/08/24/ uk-libya-oil-contracts-idUKTRE77N24820110824, 2011 37 National Transitional Council, “Statement of the Transitional National Council on CounterTerrorism” (30 Mart), www.ntclibya.org/english/counter-terrorism/, 2011. 38 Daily Telegraph, “Libya: perilous voyage to help besieged rebels in Misurata” (11 Nisan), www.telegraph.co.uk/news/worldnews/africaandindianocean/libya/8444041/Libyaperilous-voyage-to-help-besieged-rebels-in-Misurata.html, 2011. Kış | 2012 -
63
leceğini ilan etti.39 İç savaştaki rollerine rağmen Misrata güçleri, rejim kuvvetlerine karşı saldırıya geçmek için hala NATO hava gücüne bel bağlıyordu. Başkentin düşüşünün ardından Misrata, siyah Afrikalıları hedef almakla kötü bir ün kazandı ve rejimin destekçisi olmakla suçlandı.40 20 Ağustos'ta Trablus tekrar ayaklandı. Bu sefer isyancılar şehrin içine girmişlerdi. Reuters haber ajansına göre, şehrin denetimi için verilen savaşta özel yabancı güçler kilit bir rol oynamışlardı: İsyancılar yalnız değildi. ABD ve müttefiklerin kaynaklarına göre, İngiliz casuslar Trablus’a sızdı ve hava saldırılarına yardımcı olmak ve sivillerin ölümünü engellemek için radyo cihazları kurdular. Fransızlar yeni silahların kullanımının öğrenilmesi ve taşınmasında yardımcı oldular. Washington kritik bir son aşamada, Trablus semalarına iki insansız hava uçağı daha gönderdi ve NATO'nun saldırı kapasitesini artırarak yardımda bulundu. Batılı yetkililerle isyanın resmi liderleri, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar gibi Arap devletlerinin örtülü desteğinin de yaşamsal önemde olduğunu belirtiyorlar. Doha [Katar'ın başkenti ç.] isyancılara silah, para ve askeri eğitim verdi.41 Fakat son savaştaki kilit unsur kitlelerin rolüydü. Bir UGK yetkilisi, son saldırı tarihinin başkentteki direniş tarafından belirlendiğini açıkladı: “Trablus'ta ayaklanmanın, camilerden çağrı yapılarak o gün gerçekleştirileceğine dair halkın hazırladığı bir plan vardı. Bu askeri ya da resmi bir plan değildi; bu halkın planıydı. Trablus'taki halk, bunu bizimle eşgüdüm halinde gerçekleştirdi.”42 Kente doğru yalnızca birkaç yüz isyancı ilerlerken başkentin ele geçirilmesinde belirleyici olan, kitlelerin yeniden sahneye çıkmasıydı. Kalabalıklar Yeşil Meydan'da birleşti, mahallelerde barikatlar kurdu ve artık demoralize olmuş rejim güçlerinin silahlarına el koydu. Rejimin geriye kalan son unsurlarının da mağlup edilmesi, artık bir an meselesiydi. 20 Ekim'de Kaddafi ve rejimin diğer kilit isimleri yakalandı ve infaz edildi. Kaddafi'nin ölümü, onun adına savaşan güçlerin nihai çöküşünü simgeliyordu. İnsani Savaş ve “Yumuşak Askeri Güç” Batı'nın Libya'ya müdahalesinin önemli bir amacı vardı: “insani müdahale” ve onun daha modern biçimleri olan “yumuşak askeri güç” ve “adaleli liberalizm”e (muscular liberalism)43 prestijini yeniden kazandırmak. Bu doktrin ilk olarak 1990'lardaki Balkan Savaşları'nda, Srebrenitsa'da Bosnalılara yönelik korkunç katliamın durdurulamayışını takiben, Batı müdahalesini meşrulaştırmak için geliştirildi. Ve daha sonraki Afganistan ve Irak işgallerinin ideolojik meşrulaştırma aracı haline geldi. İnsani müdahalenin dayanağı, liberal insani değerlerin hayata geçirilmesinin Batı'nın çıkarlarıyla örtüştüğü efsanesine dayanıyordu. Sol kesimler arasında da etkili olan bu fikir, Batı'nın askeri işgallerine kitle desteği sağlıyordu. Fakat, Irak ve Afganistan'daki yıkımlarla gerçek amacı ortaya çıkan insani savaş söylemi için, Libya Devrimi'nin patlak vermesi onun yeniden canlandırılabilmesi için bir fırsat yarattı. Öte yandan, isyancıların bizzat kendilerinden yardım çağrısı gelmesi, Arap Birliği'nin desteğini alması ve Lübnan Hizbullahı gibi anti-emperyalist hareketlerin örtülü desteği gibi etkenler, bu müdahaleyi Irak ve Afganistan savaşlarından farklılaştırıyordu. Daniel Serwer bu konuyu ele almakta oldukça hızlı davrandı. Etkili bir Amerikan 39 Guardian, “Misrata rebels defy Libya’s new regime” (29 Ağustos), www.guardian.co.uk/ world/2011/aug/29/misrata-rebels-defy-libya-regime, 2011. 40 Human Rights Investigations, “Libyan rebel ethnic cleansing and lynching of black people” (7 Temmuz), http://humanrightsinvestigations.org/2011/07/07/libya-ethnic-cleansing/, 2011. 41 Reuters, “Special report: The secret plan to take Tripoli” (6 Eylül), www.reuters.com/ article/2011/09/06/us-libya-endgame-idUSTRE7853C520110906, 2011. 42 Age. 43 İngiltere Başbakanı David Cameron’ın çokkültürlülüğe karşı öne çıkardığı, yabancı ve göçmen karşıtı yeni konsept (ç.n.).
64
Sosyalist Düşünce Dergisi
dergisi olan Atlantic'te şöyle yazdı, “gönüllüler koalisyonu bir Arap ülkesine saldırıyor. Fransız savaş uçakları zırhlı askeri araçları vuruyor. Amerikan cruise füzeleri hava savunma teçhizatlarını imha ediyor. Bütün bu olanlar fazlasıyla, Irak'ta yaşananları çağrıştırıyor. Ama aslında Libya örneği, Irak'tan ziyade Srebrenitsa örneğiyle benzeşiyor. Uluslararası topluluk uluslararası yasalar altında, kitlesel katliamları önlemek için hareket ediyor.”44 Serwer'in cümleleri o dönemdeki hâkim hissiyatı yansıtıyordu. Fakat bu aynı zamanda bir risk de barındırıyordu. Amerikan strateji dergisi Stratfor, biraz ironik bir biçimde şöyle bir not düşüyordu: Avrupa'da “yumuşak güç” doktrini, merkezi bir doktrin haline geldi. Libya olayında ise yumuşak güçten bahsetmek bir hayli zor. Yaptırımlar ve verilen sert demeçler Kaddafi'yi durduracak gibi görünmüyor, askeri harekât ise yumuşak güç anlayışına aykırı düşüyor. İşte bu koşullar, yumuşak askeri güç doktrinini ortaya çıkardı. Libya hava sahasının kapatılması, Libyalı pilotlar dışında kimseye zarar vermeyecek türden bir askeri eylem biçimiydi. Bu yöntem, Libya'yı istila ve işgal etmeden Kaddafi üzerinde ezici bir baskı kurmaya imkân vermesiyle, Libya ve Irak örneklerini ayrıştırma ihtiyacına da yanıt vermiş oldu. Elbette, tek başına hava sahasının kapatılmasının etkisiz ve önemsiz olduğu anlaşıldı ve aynı gün Fransızlar Kaddafi güçlerini bombalamaya başladılar. Karada ölenler ise İngiliz, Fransız ya da Amerikalılar değil, Libyalılardı. Hava sahasının kapatıldığı resmi olarak ilan edilirken, net bir bitiş tarih belirtilmeden hava saldırıları gerçekleşmeye devam etti. İnsan hakları aktivistleri için bu durum, onları hava saldırılarının her zaman istenmeyen ölümlere neden olduğu kaygılarını dile getirmekten alıkoydu. Hükümetler içinse bu durum, öncesinde “lekesiz müdahale” olarak ifade ettiğim bir şekilde görülmelerini sağlayacak bir durum yaratmıştı.45 Askeri müdahalenin desteklenmesi ya da karşı çıkılmasına dair argümanlar, sağ kanat eleştirmenleri Müslüman bir ülkede başka bir savaş ihtimalinden ötürü ikiye bölmüştü. Fakat bu tartışma, Kaddafi'nin ayaklanmayı ezmesi durumunda, bunun devrimlerle yüzleşen diğer diktatörlere de örnek olacağı kaygısı duyan sol içinde de meydana geldi. Bu yaygın ve güçlü olmakla birlikte, emperyalizmin niyetlerini önemsizleştiren bir görüştü. Tutarlı bir emperyalizm karşıtı olan Gilbert Achcar, solun müdahaleyi desteklemekten başka bir şansı olmadığını iddia etti. Znet için hazırladığı yazının etkileyici bir bölümünde, şöyle diyordu: Solda olduğunu iddia eden herhangi biri, emperyalist haydutların araçlarıyla olsa dahi, bir halk hareketinin korunma talebini görmezden gelebilir mi, eğer ki talep edilen korunma emperyalistlerin ülkelerini denetim altına almalarını engelleyecek bir biçimdeyse? Benim sol anlayışıma göre şüphesiz ki, hayır. Hiçbir gerçek ilerici, ayaklanmanın korunma talebini görmezlikten gelemez.46 Müdahalenin destekçileri, Bingazi'nin yeni bir Srebrenitsa olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu iddia ediyorlardı. Eğer Batı katliamı engellemekte başarısız olursa, Libya devriminin başkentinin maruz kaldığı tehdit durumunda, suçlu, kabahatli duruma düşecektik. Bu şartları en katı yürekli insanın önüne dahi koysanız, böyle bir müdahaleyi reddedemezdi. Ama bu, hikâyenin yalnızca yarısını oluşturuyordu. Kanlı Balkan Savaşları'ndan doğan insani müdahale, bir milyondan fazla insanın öldüğü, çok daha kanlı Irak işgalinin bir mazeretine dönüştü. Bu çerçevede yapılan ahlaki 44 Atlantic, “The Strikes on Libya: Humanitarian Intervention, Not Imperial Aggression” (19 Mart), www.theatlantic.com/international/archive/2011/03/the-strikes-on-libyahumanitarian-intervention-not-imperial-aggression/72740/, 2011. 45 Stratfor Global Intelligence, “Libya: A Premature Victory Celebration” (30 Ağustos), www. stratfor.com/weekly/20110829-libya-premature-victory-celebration, 2011 46 Achcar, Gilbert, “Libya: a legitimate and necessary debate from an anti-imperialist perspective”, Znet (25 Mart), www.zcommunications.org/libya-a-legitimate-and-necessary-debatefrom-an-anti-imperialist-perspective-by-gilbert-achcar, 2011. Kış | 2012 -
65
tartışma, ölümlerin sayıldığı bir tartışma haline geliyor. Bunun yerine, emperyal güçlerin insani müdahalenin meşruiyetini kullanarak bu fırsatları, başka savaşları haklı göstermek için nasıl kullandıklarını anlamak zorundayız. Batı müdahalesini reddetmek için çok daha temel bir neden var. İki kilit Arap ülkesinde patlak veren devrimle sarsılan Batılı güçler, Kuzey Afrika'ya yeniden yerleşmek için bir fırsat gördüler. Yalnızca petrol güvenliğini sağlamak için değil ama aynı zamanda Tunus ve Mısır devrimleri arasında Batı-yanlısı yeni bir rejim yaratmak için de, Libya cazip bir ödüldü. Bu kumar şimdilik tutmuş görünüyor. Amerikan dergisi Foreign Affairs bunun ABD için önemli bir zafer olduğundan emindi, fakat dergi bir uyarıya da yer veriyordu: Libya lider Muammer Kaddafi'nin düşüşü, ABD Başkanı Barack Obama için önemli bir dış politika zaferidir. Bütünlüklü bir strateji çerçevesinde, bu işlemin yerine getirilmesi sorumluluğunu başkalarının üstlenmesini sağlarken, Obama yönetimi kısa vadeli hedefi olan Kaddafi'nin katliamlarının durdurulması ile uzun vadeli hedefi olan iktidardan devrilmesini de gerçekleştirmeyi başardı. Bütün bunlar, karada hiç ABD askeri kullanılmadan ve hiçbir askeri kayıp verilmeden, makul bir finansal maliyetle halloldu. Bu sırada, [BM] Koruma Sorumluluğu ilkesinin ilk net askeri uygulaması olarak Kaddafi'nin kesin yenilgisi, insani müdahale yelkenini rüzgârla dolduracak, görünüyor. Bununla birlikte, Libya deneyimi derslerini fazla abartmamak konusunda dikkatli olunmalı. Libya, tekrarlanması pek de mümkün olmayan tekil bir örnekti.47 Libya'da sergilenen “yumuşak askeri güç”ün, bölgenin geri kalan yerlerindeki hareketler için de belirli sonuçları oldu. Libya'da isyancıların zaferi, Suriye muhalefetinin de “uçuşa yasak bölge” talebinde bulunması48 ve kendilerine UGK'yi referans alarak hareket etmeleriyle birlikte,49 Suriye'ye de benzer bir müdahale beklentisini artırdı. Suriye'deki karmaşık koşullar ve riskler, Batılı güçlere çağrı yapma imkânını daraltmakla birlikte, müdahale konusu Suriye hareketi içerisinde de tartışılmaya başlandı. Suriyeli isyancıları desteklemek için devreye giren ve büyüyen bölgesel gücünü dışa vuran ülke, Türkiye idi. Suriye ayaklanması, bir yandan Kaddafi-sonrası Libya'da meydana gelen yeni gerilimlerle NATO'nun askeri başarısı törpülenirken, Batı emperyalizminin yenilenen güveninin sınırlarını gösterdi. Libya'nın Yeni Kırmızı Çizgileri Şimdi yeni Libya'nın önderliği için verilen bir mücadele var. Kaddafi rejiminin düşüşünün ardından UGK'nin Batı destekli liderleri, isyancıların saflarının “Katar tarafından finanse edilen” İslamcılarla dolu olduğu uyarısında bulunarak, eski müttefiklerine sırtlarını dönmüş durumdalar. İslamcıların yakın bir zamanda iktidarı ele geçirebileceklerine ve Libya'nın “Talibanlaşması”na dair kulak tırmalayıcı uyarılar, İslamcı hareketlerin çelişkili doğasının üzerinden atlıyor. İslamcılar otokratik rejimlere karşı tepki gösterebilir ve Batılı güçler onlara destek çıkar ama İslamcılar aynı zamanda istikrarlı kapitalist ekonomiler inşa etmeye çalışırlar. İslamcılar köklü toplumsal değişimleri engellemek için bu devrimi frenlemek ve yönlendirmek istiyorlar. Libya'yı Türkiye modelini referans alarak biçimlendirmek hedefindeler.50 LİSG'in 1990'lardaki “terörist” 47 Stewart, Patrick, “Libya and the future of humanitarian intervention” Foreign Affairs (26 Ağustos), www.foreignaffairs.com/articles/68233/stewart-patrick/libya-and-the-future-ofhumanitarian-intervention, 2011. 48 Los Angeles Times, “Syria protesters reportedly demand ‘no fly’ zone” (28 Ekim), http:// articles.latimes.com/2011/oct/28/world/la-fg-syria-protests-20111029, 2011. 49 BBC, “Q&A: Syrian opposition alliance” (16 Kasım), www.bbc.co.uk/news/world-middleeast-15155804, 2011. 50 Daily Telegraph, “Libyan cleric announces new party on lines of ‘moderate’ Islamic democracy” (10 Kasım), www.telegraph.co.uk/news/worldnews/africaandindianocean/libya/8879955/ Libyan-cleric-announces-new-party-on-lines-of-moderate-Islamic-democracy.html, 2011.
66
Sosyalist Düşünce Dergisi
stratejisi, o dönemde çatıştıkları rejimin doğası tarafından biçimlendirilmişti. Halk ayaklanması bir kez patlak verince İslamcılar, özellikle doğuda, kendi ideolojilerini paylaşmayan halkla beraber mücadeleye katıldılar.51 UGK için yeni Libya tıpkı eski Libya gibi olacaktır, yalnızca Kaddafi'nin etrafındaki küçük klik tasfiye edilecek ve gelecekte bir seçim yapılacağının vaadi verilecektir. Trablus'ta ikinci ayaklanma patlak verdiğinde, UGK eski rejimin bürokratlarının, memurlarının işlerine devam etmesini kesinleştirme gayretindeydi.52 Buna karşılık, Batı destekli liderler yeni hükümette, Berberilerin temsilcileri de dâhil olmak üzere isyancı hiziplerin temsilcilerine yer vermeyince, Şeyh Sallabi gibi önemli İslamcı liderler UGK liderlerini “devrimi çalmakla” suçladılar. İsyancıların çoğu için Batı ile ittifak uygun koşullardan kaynaklanıyordu. Batılı güçler yeni hükümetin düzenlemesine giriştiğinde, “Rejime sadık kesimlerle isyancılar” karşıtlığı “sekülerlere karşı İslamcılar” söylemiyle yer değiştirdi.53 Batı müdahalesinin savaşta iki temel amacı vardı. İlki, rejimin düşüşünü hızlandırmak ve Kuzey Afrika'daki merkezi rolünü güvence altına almak. İkincisi, Irak ve Afganistan facialarının ardından insani müdahale doktrinini yeniden saygınlığa kavuşturmak. İki amaçlarını da belirli bir noktaya kadar başardıkları bir gerçek. Fakat, Libya'daki dayanak noktaları güvenilir olmaktan henüz oldukça uzak. Devrim toplumsal güçleri, ağır silahlarla donanmış milisler biçiminde açığa çıkardı. UGK bugün bu güçleri denetim altına almakta oldukça zorlanıyor. Batı, kara birliklerine sahip olmadığı bir durumda, UGK'deki müttefiklerinin, zaferini koruyacağına güvenmek zorunda. Bu, gerçekleştirilmesi bomba yağdırmaktan daha zorlu bir görev. UGK'nın Batılı destekçileri, halkın ayaklanmayla açığa çıkan beklentilerini paylaşmıyorlar. UGK'nın tasarladığı neoliberal reform programlarına veya iç savaşta merkezi bir rol oynayan milislerin silahsızlandırılması kampanyasına ne gibi tepkiler geleceğini kestirmek güç. Fakat bu uygulamaların halkın tepkisini çekeceğine şüphe yok. Libya Devrimi tamamlanmış olmaktan çok uzak. Trablus'taki ikinci ayaklanma kitleleri yeniden sokağa çekti ve rejimin düşüşünü takiben, Libya petrol işçileri, Mübarek'in düşüşünün ardından Mısır'ı girdabına alan grev dalgasıyla benzerlik içinde, eski rejimin yöneticilerinin tasfiyesi talebiyle greve çıktı. Arap dünyasındaki devrimler henüz kararsız yapıdaki birinci aşamalarındalar, fakat değişimi sağlayacak ve denetim altına alınması oldukça zor güçleri açığa çıkarmış durumdalar. Libya Devrimi'nin kat ettiği yol, Tunus ve Mısır'ınkilerden farklılık gösteriyor fakat, bu devrimlerin dikkate değer benzerlikleri de var. Bütün bu devrimlerde meydana gelen sonuçlar, beklentilerin uzağına düşmüş durumda. Mısırlılar, eski rejimin yapısını devam ettirmekte oldukça kararlı yeni bir askeri yönetim buldular. Bu yönetim nefret edilen olağanüstü hal yasasını, neoliberalizmi ve polisin baskın konumunu sürdürmekte de kararlı. Mısır'da devrimin derinleşmesinde belirgin bir gelişme olmakla birlikte, Libya için de benzer bir durumdan söz edilebilir (Petrol işçilerinin grevi bunun örneklerden biridir). Libya'daki devrimin geleceğinin kaderi, Mısır ve Mısır'daki devrimin gelişimine bağlı. UGK ve silahlı milisler arasındaki gerilim Libya'daki çelişkinin bir parçasını oluştururken, emperyalizmin genel hedefleri bu çelişkinin bir diğer parçasını meydana getiriyor. Kaddafi-sonrası Libya gerçeği gün yüzüne çıkarken, devrim kimin içindi sorusu da tekrar gündeme gelecek. 9 Ocak 2012 51 New York Times, “Diverse character in city Qaddafi calls Islamist” (7 Mart), www.nytimes. com/2011/03/08/world/middleeast/08darnah.html?_r=3, 2011. 52 Reuters, “Special report: The secret plan to take Tripoli” (6 Eylül), www.reuters.com/ article/2011/09/06/us-libya-endgame-idUSTRE7853C520110906, 2011. 53 Los Angeles Times, “Islamists take aim at Libya rebels’ secular leaders” (13 Eylül), http:// articles.latimes.com/2011/sep/13/world/la-fg-libya-factions-20110914, 2011. Kış | 2012 -
67
Dosya
Arap Devrimleri ve Türkiye’nin Ortadoğu Politikası
Oktay Benol
Ortadoğu -tarihsel olarak- Türk dış politikasının önemli alanlarından birini oluşturmaktadır. Son yirmi yılda bu önem daha da arttı ve son on yılda merkezi bir nitelik kazandı. Ortadoğu -güncel olarak- Türk dış politikasının en hayati unsurlarından biri haline geldi. Giderek artan bu güncel merkezi önem, Irak-Kürtler bağlamında (1990–91 Körfez Savaşı) Özal-Anavatan Partisi (ANAP) hükümeti döneminde ivme kazandı.1 Erdoğan-Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetleri döneminde ise yine Irak-Kürtler bağlamında (2003 Irak işgali) ama çok daha geniş bir çerçeve (geniş Ortadoğu) ve gereklilik (değişim dinamikleri) üzerinden yeni bir evreye sıçradı.2 Saddam rejiminin yıkılması, ülkenin fiilen üç temel gücün (Şiiler, Sünniler ve Kürtler) kapışmasına sahne olması, Irak’ın kuzeyinde Federe Kürdistan Devleti’nin kurulması, Irak’ın tüm bölgeyi etkileme gücüne sahip jeostratejik/politik önemi, bu yeni evrenin ilk yansımalarıdır. Bu bağlamda Ortadoğu artık Türk dış politikasının tamamı üzerinde belirleyici bir merkezi etkiye sahiptir. 2011 yılında Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da art arda gerçekleşen devrimler (“Arap Baharı”) ve devam eden devrimci süreç ise bu belirleyici merkezi etkinin kuşkusuz en yüksek belirleyicisidir. 1 Turgut Özal’ın “bir koyup beş alma” politikası (Ağustos 1991) Türk dış politikasında “maceraya” yer olmadığının kanıtı niteliğindedir. Türkiye’nin “bir koyup beş alma” politikasından orta vadede 40 ile 100 milyar dolar arasında zarar ettiği ileri sürülmektedir. 2 Bu ifade, Türk dış politikasının değişen hükümetlerle birlikte değiştiği anlamına gelmez. Her hükümetin kendine özgü bir dış politika üslubu olsa da Türk dış politikası bir devlet politikasıdır. Nitekim Türkiye’nin Ortadoğu politikası, tarihsel-güncel bir perspektif üzerinden karşılaştırmalı olarak bakıldığında, 1923–2011 aralığında konjonktürel değişimler dışında temel olarak aynı felsefi çizgiye bağlıdır.
68
Sosyalist Düşünce Dergisi
Ortadoğu Bağlamında Türkiye-ABD ilişkileri Türkiye’nin Ortadoğu politikası –geçmişte olduğu gibi bugün de-, ABD-Türkiye ilişkilerinden ayrı düşünülemez. Türk dış politikasında ABD olgusu daima merkezi bir öneme sahip olmuştur. Geniş anlamda bu merkezi önem Türkiye’nin emperyalist-kapitalist dünya sisteminde bağlı olduğu bloğun da bir sonucudur; NATO ve AB’yi de kapsamaktadır. Kuşkusuz bu, Türkiye’nin ABD’nin her dediğini yaptığı, “taşeronu” olduğu anlamına indirgenmemelidir. Nedenlerine ileriki bölümlerde değinilecek olmakla birlikte; 1 Mart Tezkeresi3; Tahran Anlaşması4; BMGK’nın İran yaptırımlarına karşı tutum5; Mavi Marmara sorunu6, Hamas7 benzeri İslami hareketlerle ilişkiler gibi son döneme ait konuları bu bağlamda zikretmek yerinde olacaktır. Dolayısıyla Türkiye’nin Ortadoğu politikası doğrudan ABD ile ilişkileri bağlamında ama bu olgular çerçevesinde analiz edilmelidir. ABD-Türkiye ilişkilerini, Berlin Duvarı’nın 1989’da yıkılmasına kadar, büyük oranda “Soğuk Savaş” dönemi politikaları belirledi. 1989 sonrası süreçte ise başta SSCB olmak üzere bürokratik işçi devletlerinin fiilen ortadan kalkmasıyla birlikte TürkiyeABD ilişkileri -dünya güçler dengesinin değişmesine paralel olarak- yeni bir tanımlanma sürecine girdi. Sürekli değişim gösteren ve güncellenen bu ilişki büyük oranda ABD’nin Ortadoğu’ya yüklediği stratejik önem, NATO’nun yeni işlevi ve Türkiye’nin AB’ye entegrasyonu üzerinden şekillenmektedir. ABD-Irak-Türkiye Son on yıla bakıldığında ise George W. Bush yönetiminin (2001–2009) izlediği Ortadoğu politikası Türkiye-ABD ilişkilerini genelde olumsuz etkiledi. Başta gelen sebeplerden biri Türk parlamentosunun, Irak’ın 2003 yılında ABD tarafından işgaline yardımı amaçlayan 1 Mart hükümet tezkeresine hayır diyerek karşı tutum almasıydı. Aslında hem Türk Genelkurmayı hem de Başbakan Erdoğan işgale doğrudan destek vermeye niyetliydi. Nitekim oylama öncesi Başbakan Erdoğan fire vermeden AKP grubunun evet diyeceğini beyan ediyordu. Buna mukabil AKP’li 363 milletvekilinin yaklaşık üçte biri hayır oyu kullandı. Başbakan yaşadığı hayal kırıklığını birçok defa ifade etti: Denklemin dışında kaldık. Keşke 1 Mart tezkeresi geçseymiş. Tezkerenin bu şekilde neticelenmesini doğru bulmadım. Bunlardan ibret alıp gelecekte aynı hataya düşmemek gerekir.8 Bu tutum Irak’ın işgal edilmesine karşı olmaktan öte büyük oranda işgalle istikrarsızlığa sürüklenecek Irak’ın parçalanması ve kuzeyinde bir Kürt devletinin kurulacak olması korkusuna dayanmaktaydı. Türkiye’nin karşı tutumuna rağmen ABD Irak’ı işgal etti. Ardından Türkiye-ABD ilişkileri tarihsel bir gerginlik ve soğuma yaşadı. Aynı yıl yaşanan “çuval hadisesi”9 mevcut gerginliği pekiştiren bir işlev gördü. 3 ABD’nin 2003’de Irak’ı işgal etmek için Türkiye üzerinden Kuzey Irak’ta bir cephe açmasına ve ABD savaş uçaklarının bombalama yapmak için Türkiye’deki askeri üslerini kullanmasına onay verilmemesi… 4 İran-Türkiye-Brezilya arasında imzalanan, İran’ın, Türkiye üzerinden uranyum takası yapmayı kabul ettiği anlaşma… 5 Obama yönetiminin başını çektiği İran’a yeni ve katı yaptırımlar uygulanmasını içeren Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) kararına hayır denmesi… 6 Gazze ablukasını kırmak için tamamı sivillerden oluşan yardım gemisine uluslararası sularda İsrail askerlerinin müdahale etmesi sonucu biri ABD vatandaşı 9 Türk’ün ölmesiyle Türkiyeİsrail ilişkilerini en alt düzeye indiren süreç… 7 ABD, Hamas’ı terör örgütü olarak nitelerken, AKP hükümetinin onu seçilmiş meşru hükümet olarak tanıması… 8 Bak.: http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=509579, son erişim 26 Ocak. 9 Bak.: http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%87uval_olay%C4%B1 , son erişim 26 Ocak. Kış | 2012 -
69
Bütün bu gelişmelere rağmen, Ortadoğu’nun ABD için olan stratejik önemi nedeniyle, ABD-Türkiye ilişkisi geleneksel stratejik niteliğini kaybetmedi. Diğer bir ifadeyle Türkiye, ABD ulusal güvenlik politikasında kilit öneme sahip ülkelerden biri olmaya devam etti. Bütün bu gerginlik dönemlerinde dahi ABD kamuoyunda Türkiye algısının hatırı sayılır oranda olumlu olmasını dikkate değer bir veri olarak kayıt altına almak gerekir.10 Nitekim Obama’nın 2009 yılında ABD başkanı olmasıyla birlikte Türkiye-ABD ilişkileri güncel olarak yeniden yakınlaşmaya başladı. Obama’nın Başbakan Erdoğan’ı Ortadoğu’da en güvendiği lider olarak işaret etmesi de bu yakınlaşmayı teyit etmekte: Bence Angela Merkel ya da Başbakan Singh ya da Başkan Lee ya da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ya da David Cameron’a sorduğunuz zaman onlar, Başkanlığa karşı yüksek düzeyde güven ve inanca sahip olduklarına söyleyeceklerdir. Söylediklerine inanıyoruz. Taahhütlerinin doğrultusunda ilerleyeceklerine inanıyoruz. Onların bizim çıkarlarımız ve ilgilerimiz için dikkat göstereceklerini düşünüyoruz.11 ABD-İsrail-Türkiye Bu noktada Obama’nın Ortadoğu’da ABD’nin jandarmalığını yapmakta olan İsrail başbakanı Netenyahu’yu zikretmemesi ayrıca dikkate değer. Kuşkusuz bu durum, dünyanın jandarması ABD’nin, bölge karakolu İsrail’i gözden çıkardığı ya da ikinci sıraya attığı anlamına gelmemeli. Bunu daha çok mevcut Netenyahu hükümetiyle konjonktürel bir “uyumsuzluk” (özellikle Filistin sorunu bağlamında) ve ona karşı (Dökme Kurşun Operasyonu gibi dünya kamuoyunun nefretine yol açan saldırıları nedeniyle) politik bir “güvensizlik” olarak görmek yerinde olacaktır. Bütün bunların ABD-İsrail stratejik ortaklığı açısından yine de tali olduğunu belirtmek gerekir. Ortadoğu’nun dünya hâkimiyeti açısından hayati önemi ABD-İsrail stratejik ortaklığını beslemeye devam etmektedir. Özellikle İran’ın varlığını bu çerçevede zikretmek gerekir. İran 1979’dan bu yana bölgede (ve muhtemelen dünyada) ABD ve İsrail’in bir numaralı düşmanı olarak görülmekte. Bu açıdan İran İslam rejiminin zayıflatılması ve/veya yıkılması ABD ve İsrail’in bölge politikalarında merkezi önemini korumaktadır. Bir anlamda ABD ve İsrail, bölge ülkeleriyle ilişkilerini onların İran ile ilişkilerine göre de şekillendirmekte. Bu politika dünya ülkeleriyle ilişkide de devam etmekte. ABD-İran-Türkiye Buna mukabil Türkiye ise özellikle AKP hükümetleri döneminde İran ile ticari ilişkilerini arttırmaya niyetli bir çizgi izlemekte. İran-Türkiye ticaret hacminin büyümesiyle Bush’un ardından Kasım 2008’de Obama’nın ABD Başkanı olması arasındaki zaman benzerliği de dikkate değer bir konu. Genel dış politika anlayışı ile uyumlu olarak, Türkiye’nin İran ile ilişkileri de büyük ölçüde ticareti artırmayı ve Türkiye’nin ekonomik büyümesini olumsuz etkileyebilecek gerilimleri önlemeyi amaçlamaktadır.12 Nitekim Türkiye-İran ticaret hacmi Kasım 2010’da 9,6 milyar dolar iken Kasım 2011’de 15 milyar dolara yükseldi. Üstelik gelecek yıllar için 30 milyar dolar gibi he10 2009, CNN, %61 olumlu, bak.: http://www.tesev.org.tr/UD_OBJS/PDF/DPT/OD/YYN/Matthew_Duss_TR.pdf, son erişim 26 Ocak. 11 Bak.:http://www.sabah.com.tr/Dunya/2012/01/20/obamanin-en-guvendigi-liderlerdenbiri-erdogan, son erişim 26 Ocak. 12 Bak.: http://www.tesev.org.tr/UD_OBJS/PDF/DPT/OD/YYN/Matthew_Duss_TR.pdf, son erişim 26 Ocak.
70
Sosyalist Düşünce Dergisi
defler konuyor.13 Bununla birlikte İran’ın uyguladığı ithal ikameci ekonomi politikası nedeniyle Türkiye İran’dan ithal eden ama aynı oranda ihracat yapamayan bir konuma da sahip. MÜSİAD Genel Başkanı Ömer Cihad Vardan’ın ifadesiyle: Türk işadamları gümrük vergisi, bankacılık sistemi ve çalışma vizesi uygulamalarında yaşanan sıkıntılardan dolayı İran’la ticaret yapmaktan kaçınıyor. Şayet bu sorunlar çözülürse İran, Türkiye’nin en büyük ticaret partnerlerinden birisi olacaktır.14 Görüldüğü üzere güvenlik ve ticaret algısı Türkiye’nin, İran’a hayati önem atfetmesine yol açıyor. Muhtemelen Türkiye bunun bir sonucu olarak izlediği bıçak sırtı politikanın meşruiyetini sağlamak adına dünya ile İran arasında bir tür arabuluculuk rolüne soyunmaktadır. Türkiye’nin bu minvaldeki İran politikasının Bush yönetiminin hoşuna gitmediği aşikârdı. Obama yönetimi ise Erdoğan hükümetine karşı İran politikası çerçevesinde memnuniyetsiz ama daha ihtiyatlı bir tutum takınmaktadır: …Söylediklerine inanıyoruz. Taahhütlerinin doğrultusunda ilerleyeceklerine inanıyoruz. Onların bizim çıkarlarımız ve ilgilerimiz için dikkat göstereceklerini düşünüyoruz.15 Sonuç olarak Bush yönetimi 2003 Irak işgaliyle hem Irak’ı siyasi olarak parçaladı hem de İran’ın bölgesel gücünün artmasına yol açtı. 2011 yılı sonunda ABD askeri işgal güçlerinin Irak’tan ayrılmasıyla birlikte İran’ın Irak üzerindeki nüfuzunun daha da artması söz konusudur: Türkiye ile İran arasında büyüyen ikili ekonomik işbirliğinin yanı sıra Irak üzerinden bir rekabet de söz konusudur. Her iki ülke de Irak’ta siyasi ve ekonomik etkisini artırmak istemektedir. Türkiye’nin 2003 yılından yakın zamana kadar ekonomik etkisi büyük ölçüde Kuzey Irak ile sınırlı idi –Irak Kürdistan özerk bölgesinde yabancı şirketlerin %55’i Türkiye’dendir. Ancak son zamanlarda Türkiye ekonomik varlığını ülkenin diğer bölgelerinde de yaygınlaştırmaktadır. 2010’da TPAO ile (Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı), İran nüfuzu altındaki önemli bir alan olan Güney Irak’taki Siba doğalgaz sahasının geliştirilmesi için anlaşma imzalanmıştır. Ekim 2010’da Irak Başbakanı Nuri El-Maliki hem Türkiye hem İran’ı ziyaret etmiş ve söylendiğine göre kuracağı hükümete destek karşılığında büyük yatırım anlaşmaları teklif etmiştir.16 Türkiye’nin İran ile işbirliği ve rekabete dayalı bu “karmaşık” ilişkisinin Ankara ve Tahran’da farklı algılandığına dair yorumlar da söz konusudur: Türkiye, merkezinin İstanbul olduğu ekonomik olarak birbirine bağımlı bir Ortadoğu istemektedir. Bu İran’ın vizyonu değildir.17 Bu görüşe rağmen özelikle 2008’den bu yana Türkiye-İran ticaret ilişkilerinin ciddi şekilde arttığı görülmektedir: 2007 ve 2008’de ise İstanbul’da kurulan İranlı şirket sayısı parmakla sayılacak kadar azdı. En fazla şirket sayısına sahip 10 ülkenin sıralandığı İstanbul Ticaret Odası verilerine göre 22 şirketli Lüksemburg, 26 şirketli Belçika, 17 şirketli Güney Kore listede yer alırken, İran yoktu. (…) 2010’da kurulan 3 bin 44 yabancı 13 Bak.: http://www2.irna.ir/tr/news/view/menu-444/1201043782090117.htm-. 14 Bak.: http://www.musiad.org.tr/sube/detayHaber.aspx?id=4075&subeID=1. 15 Bak.: http://www.sabah.com.tr/Dunya/2012/01/20/obamanin-en-guvendigi-liderlerdenbiri-erdogan, son erişim 26 Ocak. 16 Bak.: http://www.tesev.org.tr/UD_OBJS/PDF/DPT/OD/YYN/Matthew_Duss_TR.pdf, son erişim 26 Ocak. 17 Age. Kış | 2012 -
71
yatırımcının yüzde 22’sini İranlılar oluşturdu. İstanbul’da kurulu yabancı şirket sayısı bakımından ilk sıraya İran otururken şirket sayısı da bir önceki yıla oranla 2,5 kat arttı ve 636’ya ulaştı. Kurulu sermaye gücü bakımından ise İranlı şirketler 15,7 milyon TL’den 64 milyon TL’ye çıktı. Sermaye gücüne göre ise 4’üncü sırada yer alan İran’da artış yüzde 400’ün üzerinde oldu. İranlı şirketlerin en fazla girdikleri sektör elektronik eşya ve tekstil oldu…18 Bu noktada bir kez daha, yazının giriş bölümünde belirttiğimiz üzere, Türk dış politikasında Ortadoğu’nun belirleyici merkezi etki kazanmasında özellikle Irak’ı başta anmak gerekir. Kuşkusuz bunun en önemli nedenlerinden biri de Türkiye nüfusunun yaklaşık dörtte birini oluşturan Kürtlerin Irak’ta müstakil bir federal devlet inşa ediyor oluşu ve İran ve Suriye’de de hatırı sayılır bir nüfusa sahip olmasıdır. Bu dört ülkede 30 milyonu aşan bir Kürt nüfusundan bahsedilmektedir.19 Dolayısıyla Türkiye için Irak, İran ve Suriye’nin toprak bütünlüğü ve siyasi geleceği bir ulusal güvenlik sorunu ve daima bir iç politika unsurudur. Arap devrimleriyle birlikte başlayan süreç bu anlamda Türkiye için bölgenin tamamını “Irak” haline getirmiştir. “Sıfır Sorun” Türkiye’nin oynayabileceği rol tartışmalı olsa da, devrimler sürecinin farklı ülkeleri içine alarak devam etmesi, ilk şok dalgalarının ardından, AKP hükümetini belirli bir pozisyon almaya zorladı. “Sıfır sorun” politikasının mimarı Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun birkaç ay sonra basına yansıyan demeçleri bu gecikmiş pozisyonu ifade etmekteydi: Ortadoğu sömürgecilik döneminde ve Soğuk Savaş yıllarında yapay olarak yanlış bir yola sokuldu, bugün yaşananlar ‘normale dönüş’tür.20 Bu açıklama, AKP hükümetinin sadece Arap devrimlerini destekleyen, sahiplenen değil esin kaynağı olarak kendisini gösteren bir pozisyonda karar kıldığını ifade etmektedir. Nitekim Davutoğlu’na göre ”normale dönüş”ün önü Türkiye’nin son 8–9 yıldaki demokratikleşme hamleleri sayesinde açıldı. Ortadoğu’da ”bahar” bu şekilde yaşanabildi. Yine Davutoğlu’na göre bu nedenle; “Arap Baharı aynı zamanda Türk Baharı’dır.”21 AKP hükümetinin Arap devrimleri karşısında aldığı bu tutum geleneksel Türk dış politikasından bir kopuş mudur? Dışişleri Bakanlığı’nın açıklaması bu sorunun yanıtı niteliğindedir: Gelinen aşama geri döndürülemez tarihi bir dönüm noktasını oluşturmaktadır. Bu süreç, büyük fırsatları olduğu kadar ciddi güçlükleri de barındırmaktadır. Bölgede istikrarın tesisi için, meydana gelen olaylara temel teşkil eden halkın meşru taleplerinin diyalog ve uzlaşı ortamı içerisinde barışçıl bir şekilde karşılanması gerekmektedir. Türkiye, Orta Doğu’daki gelişmelerin demokrasi, özgürlük ve insan haklarının hiçbir grubun tekelinde olmadığını ortaya koyan, birleştirici bir yönü olduğunu düşünmektedir. Bu bağlamda etnik, mezhepsel ve dini ayrılıkların tetiklenmesi veya ülkelerin toprak bütünlüğünün zarar görmesini, olayların ruhuna aykırı ve önlenmesi gereken tehditler olarak görüyoruz. Şiddete başvurulmasından her hal ve karda kaçınılmalıdır. Dönüşümlerin barışçıl biçimde gerçekleştirilmesine büyük önem veriyoruz. Ayrıca, halk hareketlerinin meşruiyetinin korunması bakımından dış müdahalede bulunulmaması, olası 18 Bak.: http://www.sabah.com.tr/Ekonomi/2011/02/07/iran_dunyaya_istanbuldan_aciliyor, son erişim 25 Ocak. 19 Bak.: http://tr.wikipedia.org/wiki/K%C3%BCrtler, son erişim 26 Ocak. 20 Bak.:http://www.stargazete.com/yazar/sedat-laciner/ortadogu-da-turk-bahari-haber354302.htm, son erişim 24 Ocak. 21 Age.
72
Sosyalist Düşünce Dergisi
destek faaliyetlerinde de azami özenin gösterilmesi yerinde olacaktır.22 Görüldüğü üzere AKP hükümeti geleneksel Türk dış politikasının devamından yanadır. Olayların kontrol altına alınmasını temenni etmekte, çığırından çıkma ihtimalinden duyduğu endişeyi dile getirmektedir. Yeni yönetimlerden beklentisi başta sınırların korunması olmak üzere geniş Ortadoğu’nun eski görünümünün muhafazasıdır: “Bu bağlamda etnik, mezhepsel ve dini ayrılıkların tetiklenmesi veya ülkelerin toprak bütünlüğünün zarar görmesini, olayların ruhuna aykırı ve önlenmesi gereken tehditler olarak görüyoruz.”23 Nitekim bölgenin Bonapartist rejimlerinin neredeyse tamamı, ister hanedanlık, ister tek adam yönetimi olsun, açık zorbalığa dayalı bir uygulamayla ayakta durmaya devam etmektedir. AKP hükümeti de bunun farkındadır: …Ankara Ortadoğu’da eski aktörleri gözden çıkarmadan yeni aktörlerle ilişkiler kurmaya çalışmaktadır.24 Bu nedenle Dışişleri Bakanlığı’nın açıklaması Türkiye’nin halen yönünü tayin etmeye çalıştığının bir göstergesidir: Türkiye, esasen bu gelişmelerin Soğuk Savaş’ın bitiminin ardından 90’larda yaşanması gerektiğini, değişim rüzgârlarının Orta Doğu’ya gecikmeli olarak ulaştığı görüşündedir.25 Arap Devrimleri ve Türkiye AKP hükümetlerinin Ortadoğu politikası temel olarak bölgesel statükonun korunması üzerine kuruludur. Bu politika geleneksel Türk dış politikasının da devamı niteliğindedir. Dışişleri Bakanlığı web sitesinde “sıfır sorun” temelinde bu politik süreklilik şöyle teyit edilmektedir: “Türkiye’nin ‘Komşularla Sıfır Sorun’ politikası, ülkemizin kuruluşundan bu yana dış politikasında ilke edindiği ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ şiarının bir yansımasıdır.”26 Libya-Türkiye Ortadoğu özelinde “sıfır sorun” politikasının pratik karşılığının Bonapartist bölge rejimleriyle iyi ilişkiler kurmak anlamına geldiği açıktır. Nitekim Türk inşaat şirketlerinin Kaddafi Libyası’nda 20 milyar dolara yaklaşan iş anlaşmalarına sahip olması bu “iyi ilişkilere” bir örnektir. Kasım 2010’da Kaddafi İnsan Hakları Ödülü’nü bizzat Kaddafi’nin elinden alan Başbakan Erdoğan, sadece 45 gün sonra Libya’da ayaklanmaların başlayacağından habersiz şunları söylemektedir: Şahsımdan ziyade, ülkem ve milletim adına teslim aldığım bu ödülün, bölgesel ve küresel ölçekte, insan hakları noktasındaki mücadelemizi teşvik edeceğinden emin olabilirsiniz. Bu vesileyle bölgesel ve küresel ölçekte işbirliğinin geliştirilmesi yönünde gösterdiği gayretlerden ötürü Libya Lideri Muammer Kaddafi’ye
22 TC. Dışişleri Bakanlığı, “Sorularla Dış Politika”, bak.: http://www.mfa.gov.tr/sorular.tr.mfa , son erişim 24 Ocak. 23 Age 24 Bak.: http://www.tesev.org.tr/UD_OBJS/PDF/DPT/OD/YYN/Meliha_Altunisik_TR_FINAL.pdf, son erişim 24 Ocak. 25 TC. Dışişleri Bakanlığı, “Sorularla Dış Politika”, bak.: http://www.mfa.gov.tr/sorular.tr.mfa, son erişim 24 Ocak. 26 Bak.: http://www.mfa.gov.tr/sorular.tr.mfa, son erişim 24 Ocak. Kış | 2012 -
73
şükran ve takdirlerimi ifade etmek isterim.27 Başbakan Erdoğan bu şükran ve takdirlerini sunduktan üç ay sonra, Kaddafi yönetiminin elinde sadece başkent Trablus, Sabha ve Sidra kentleri kaldı. Ardından Fransa’nın ısrarı, ABD, İngiltere ve İtalya’nın onayıyla başlayan NATO bombardımanıyla (19 Mart 2011) birlikte Kaddafi yönetimi geri dönüşsüz bir yola girmiş oldu. Ekonomik-siyasi yatırımlarını Kaddafi yönetimine göre yapan AKP hükümeti ise iki milyar dolar maliyetli olduğu söylenen NATO bombardımanına kadar eski statükonun korunmasına dayalı “sonuçsuz” bir politika izledi: Ankara’nın çıkarları eski bölgesel düzene göre ayarlanmıştır. Bunun sonucu olarak da, insanların gücünün ve demokrasinin Ortadoğu’yu kasıp kavurduğu, daha önce benzeri görülmemiş bir bölgesel değişim zamanında, Türkler ürkek, sakar ve etkisiz gözükmektedir.28 Bölgenin “kutup yıldızı” olarak anılan ve “lider ülke” vasfı atfedilen Türkiye için bu “ürkek, sakar, etkisiz” ülke görüşü abartılı mıdır?: …bu açıklama her ne kadar abartılı olsa da Türkiye, özellikle Libya ve Suriye’de yaşananlar karşısında ekonomik ve siyasi yatırımlarını koruma çabası ile hareket etmiştir. Bu da Türkiye’nin, Ortadoğu’daki devrim niteliğindeki değişimlere ilham verebilecek bir aktör olabileceği iddialarını rafa kaldırmayı gerektirmektedir.29 Suriye-Türkiye Türkiye-Suriye ilişkileri Türk dış politikasının oturduğu “sıfır sorun” eksenini tanımak açısından oldukça öğreticidir. Başbakan Erdoğan’ın şimdi düşman ilan ettiği Beşar Esad ve rejimiyle geçmişte kurduğu ilişki Kaddafi ile yakınlığının da ötesindeydi. Türkiye, Suriye ile bir yandan siyasi ve ekonomik olarak yakınlaşırken diğer yandan Esad-Erdoğan ailesi de kardeşlik fotoğrafları veriyordu. Türk dışişlerinin “sıfır sorun” politikasına rağmen Esad’ın bugün düşman kardeş durumuna gelmesi Ortadoğu sürecinin AKP hükümetini nasıl terse yatırdığının bir yansımasıdır. Hatırlanacağı üzere Türkiye ile Suriye, Şam’da ikamet etmekte olan Abdullah Öcalan dolayısıyla savaşın eşiğine gelmişti. Mesut Yılmaz’ın başbakanlığındaki koalisyon hükümeti Hafız Esad’a, Öcalan’ın teslimi ya da Suriye’den çıkarılması dışında üçüncü bir seçenek bırakmadı. 1998 yılı Ekim ayında dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş sınır bölgesine giderek Suriye’ye ültimatom verdi. Bütün bu gelişmelerin sonucunda Öcalan Suriye’den ayrılmak zorunda kaldı. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümünün ardından yerine oğlu Beşar Esad geçti. Türkiye-Suriye ilişkileri 2000’li yılların ortalarından itibaren gelişmeye başladı. Lübnan Savaşı30 (2006) Türkiye-Suriye ilişkilerinde yeni bir dönemin başlangıcı olarak görülebilir. Türkiye, İsrail Başbakanı Ehut Olmert’in çağrısıyla, İsrail-Suriye arasında “arabulucu” rolüne soyunarak geleneksel dış politikasını Ortadoğu’da daha aktif uygulama imkânına da kavuşmuş oluyordu. 1 Mart Tezkeresi ile Irak’a müdahale fırsatını kaçırdığını düşünen AKP hükümeti bu şekilde İran-Suriye-Hizbullah hattına “arabulucu” olarak müdahil olmayı planlamaktaydı. Burada Türkiye-İsrail ilişkileri için bir parantez açmak gerekir. 2006 yılı SuriyeTürkiye ilişkilerinde iyileşme yolunda adım olurken Türkiye-İsrail ilişkilerinin ise bozulmaya başlamasının miladı olmuştur: 27 Bak.:http://www.cnnturk.com/2010/dunya/11/29/basbakan.erdogana.kaddafi. odulu/597813.0/, son erişim 24 Ocak. 28 Bak.: http://www.tesev.org.tr/UD_OBJS/PDF/DPT/OD/YYN/Matthew_Duss_TR.pdf, son erişim 24 Ocak. 29 Age. 30 İsrail’in Hizbullah saldırılarını bahane ederek Lübnan’ı işgal girişimi.
74
Sosyalist Düşünce Dergisi
İsrail ile Türkiye arasında zaman zaman gerilimler yaşansa da, iki demokrasi arasındaki mevcut kırılmanın başlangıcının 2006 Lübnan Savaşı olduğu söylenebilir. O dönem Erdoğan, Hizbullah ile ilişkilerdeki gerilimi azaltma çabalarının İsrail tarafından hiçe sayıldığını düşünmüştür. Benzer şekilde Erdoğan, Suriye’ye yönelik açılımı tartışmak üzere İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in Türkiye’ye gelmesinden yalnızca günler sonra Gazze’ye yönelik başlatılan 2008–09 Dökme Kurşun Operasyonu’na şahsen alınmıştır.31 Bu çerçevede Davos’ta Başbakan Erdoğan’ın Gazze’ye yönelik Dökme Kurşun Operasyonu katliamı nedeniyle İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e yönelik “One Minute” çıkışını da anmak gerekir. Türkiye-İsrail ilişkilerinin bozulmasının tersine Suriye ile ikili ilişkiler 2006 yılından itibaren giderek yoğunlaştı. 2009 yılına gelindiğinde Üst Düzey Stratejik İşbirliği Konseyi kuruldu. (Benzer bir anlaşma aynı yıl Irak ile de yapıldı.) Türkiye-Suriye artık ortak bakanlar kurulu toplantısı yapan, vizeleri karşılıklı kaldıran, serbest ticaret bölgeleri oluşturan bir konuma geldi. Nitekim bunun sonucu olarak Türkiye-Suriye İşadamları Derneği Başkanı Oktay Tarhan’a göre; 2007 sonu itibarıyla 995 milyon dolar olan ticaret hacmi, 2010 sonunda 3 yıl gibi bir sürede 2,5 milyar dolar seviyesine yükseldi. Yapılan karşılıklı açıklamalara göre, 2011 yılı için iki ülke arasındaki ticaret hacminin 3 milyar dolara çıkarılması hedefleniyordu.32 Türkiye-Suriye ilişkilerinin bozulması ise Oktay Tarhan’a göre; Suriye ile yapılan ticaretin azalması, Suriye üzerinden yapılan transit ticaretin azalması, bu iki husus Türkiye için 7–8 milyar dolar gibi çok büyük kayba işaret etmektedir.33 Önemli ekonomik kayıplar yaşandığı bir gerçek. “Sıfır sorun” gibi referans kabul edilen dış politik argümanların işlemez hale geldiği de ortada. Lakin bunlar Suriye özelinde Türkiye’nin en son hayıflanacağı konulardı. Arap devrimleri ile Pandoranın kutusunun açıldığının bilincinde olan AKP hükümeti, geleneksel dış politikasının tüm gereklerini yerine getirmesine rağmen, en son isteyeceği bir Ortadoğu tablosuyla karşı karşıya kalmış durumdaydı. Tam da bu nedenle Dışişleri Bakanlığı’nın açıklaması hem Suriye hem de Arap devrimleri sürecini nasıl kavradığının anahtarını sunmaktadır.: Bu bağlamda etnik, mezhepsel ve dini ayrılıkların tetiklenmesi veya ülkelerin toprak bütünlüğünün zarar görmesini, olayların ruhuna aykırı ve önlenmesi gereken tehditler olarak görüyoruz.34 Arap Devrimleri Türkiye’yi Zorluyor Tunus, Mısır ve Libya’da Bonapartist rejimlere dayanan diktatörlük yönetimleri yıkıldı. Suriye örneğinde olduğu gibi bir kısmı kaçınılmaz sonlarını geciktirmeye çalışmakta. Türkiye ise Arap devrimleri nedeniyle Ortadoğu politikasını revize etmeye çalışmakta. Devam eden devrim ve ayaklanmalar bu revizyonun devam etmesini kaçınılmaz kılmakta. Bu açıdan bakıldığında AKP hükümetlerinin son on yıl içinde -aynı geleneksel dış 31 31Bak.: http://www.tesev.org.tr/UD_OBJS/PDF/DPT/OD/YYN/Matthew_Duss_TR.pdf, son erişim 26 Ocak. 32 Bak.: http://www.t24.com.tr/haberdetay/186749.aspx, son erişim 25 Ocak. 33 Ibid. 34 TC. Dışişleri Bakanlığı, “Sorularla Dış Politika”, bak.: http://www.mfa.gov.tr/sorular.tr.mfa , son erişim 24 Ocak. Kış | 2012 -
75
politik stratejiye (dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmama anlayışı) bağlı olmak üzere- iki farklı konjonktürel (fırsatlardan azami oranda yararlanma, asgari maliyet gözetme) Ortadoğu politikası izlediğini söyleyebiliriz. Kasım 2002’de hükümet olan AKP, büyük beklentilerle (eski rejimleri/yönetimleri merkezine alarak) bölgeye siyasi ve ekonomik yatırımlar yaptı. Bununla birlikte AKP hükümetleri döneminde Türkiye’nin Ortadoğu politikası yine de tutarlı bir seyir izleyemedi. Bunun en önemli nedeni Türkiye’nin –niyetinden bağımsız olarak- olayları yönlendirebilen, kontrol edebilen değil mevcut tabloya uyum sağlamaya çalışan bir konumda olmasıdır. Tunus’ta 17 Aralık 2010 tarihinde kendini yakarak isyan bayrağını ateşleyen Muhammed Bouazizi’nin ardından ayaklanma ve devrimler peşi sıra geldiğinde Türkiye’nin işi iki kat zor oldu. Dışişleri Bakanı Davutoğlu devrimlerin belli bir aşamasından sonra, “Arap Baharı aynı zamanda Türk Baharıdır” dese de Ortadoğu’ya “model ülke” olarak sunulan Türkiye’nin “bölgenin kutup yıldızı” olmaktan uzak olduğu görüldü. Türkiye’nin “komşularla sıfır sorun”, “aracı ülke” ve “diplomasiyle çözüm” politikaları konusunda girişimleri olsa da, bunlar kalıcı çözümler olarak karşılık bulmadı. Kuşkusuz bu noktada Türkiye’nin “model ülke” olarak sunulmasında AKP hükümetlerinin neoliberal ekonomik-politik başarısının hatırı sayılır payı bulunmaktadır (G20 üyesi olması gibi.) Üstelik bunu Milli Görüş geleneğinin bir uzantısı olmasına rağmen, emperyalist-kapitalist dünyanın ihtiyaçları doğrultusunda, kendisini de uluslararası emperyalist-kapitalist sisteme entegre ederek yapmış olması nedeniyle Ortadoğu için bir model olarak sunulması söz konusu oldu. Bu arka plan bağlamında AKP hükümetleri döneminde Türkiye’nin, Arap kamuoyunda belirgin bir popülerlik kazanmış olması ayrıca anlamlıdır. Kuşkusuz bu popülerlikte Türk parlamentosunun 1 Mart Tezkeresi’ne hayır diyerek ABD’nin Irak’ı işgalini desteklememesinin (2003) ve AKP hükümetinin İsrail’in Dökme Kurşun Operasyonu adını verdiği Gazze katliamına karşı tutum almış olmasının ve Davos’ta “One Minute” çıkışının payı vardır (2008–2009). Lâkin bu tutumların ilkesel olmaktan öte bir hesap hatası sonucu ve oportünistçe olduğu açıktır; birinci tutumun ABD, ikinci tutumun İsrail ile stratejik öneme haiz ittifakı çatırdatmasının ardından söz konusu kararların hem hükümet hem de sermaye çevrelerinde fazlasıyla tartışıldığı ortadadır. Yukarıda değindiğimiz üzere Başbakan Erdoğan’ın 1 Mart Tezkeresi’nin geçmesinden yana olduğu açıkça bilinmektedir. Nitekim 7 Kasım 2003’te AKP hükümeti önderliğinde Türk parlamentosu, ABD öncülüğündeki işgal güçlerine katılmak üzere Irak’a asker gönderme kararı aldı; ama Iraklı Kürtler ve Şiiler istemediği için, ABD bu kararın hayata geçmesine izin vermedi. Türkiye’nin Afganistan ve Lübnan’a asker gönderdiği ayrıca hatırlanmalı. Filistin ve Gazze meselesinin insani boyutun ötesinde başta ve özellikle İran ile bir rekabet alanı olduğunu da belirtmeliyiz. Değişen Roller Ortadoğu’da politika yapmak buzda dans etmeye benzer. Niyet ne olursa olsun hareketlere yön veren son tahlilde basılan kaygan zemindir. Ortadoğu’da politika yapan yerel/yabancı tüm güçlerin aldığı ilk ders budur. Davutoğlu’nun formüle ettiği ‘sıfır sorun’ politikasının pratik iflası buzda dansın en güncel örneklerinden biridir. Bütün dünyada, özellikle dış politikada, “düşmanımın düşmanı dostumdur” ilkesi en güçlü tutumlardan biri olmaya devam ediyor. “Edebi dostluklar değil, çıkarlar vardır” ilkesi devletlerarası ilişkileri tanımlamakta halen güncelliğini koruyor. Bu anlayışı devletlerarası ilişkilerin konjontürel niteliğine dair temel bir saptama olarak görmek gerekir. Söz konusu Ortadoğu bölgesi olduğunda ise bu ilke daha da dinamik bir hal 76
Sosyalist Düşünce Dergisi
almaktadır. Mevsimlerin değişmesi gibi Ortadoğu’nun politik iklimi de sürekli bir değişkenlik göstermektedir. Kuşkusuz Türkiye’nin Ortadoğu politikasının ana direklerinden birisi bölgede Kürtlerin müstakil bir yapı kazanmasının önlenmesi oldu. Bu anlamda Irak’ın 2003’te işgali sonrası Kuzey Irak’ta bir Kürt federe bölgesinin oluşmasının engellemesi için savaş/işgal dâhil tüm senaryolar devreye sokuldu. Bu çerçevede ABD ile ilişkilerin bozulması, hatta çatışması söz konusu oldu. Oysa gelinen noktada Kürdistan Federe Bölgesi, Türkiye’nin bölgedeki en önemli ticari ortaklarından birine dönüşmüş durumda. Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın Erbil İş Forumu’nda yaptığı konuşma (18 Ocak 2012) bu dönüşümün kanıtı niteliğinde: Bu ziyarette bana ve arkadaşlarıma gösterdiğiniz ilgi için de ayrıca teşekkür ederim. Onun için Erbil ez Malemine dedim. Kendimi burada evimde hissediyorum.35 Söz konusu Ortadoğu olduğunda pratik gerekliliklerin daima resmi politikaları anlamsız kıldığına/belirlediğine tanık oluyoruz. Halen Türk dış politikasına göre Kürdistan Federe Bölgesi, Kuzey Irak Yerel Yönetimi olarak adlandırılsa da bu “resmi görüş” Bakan Çağlayan’ın coşkusuna engel teşkil etmiyor: Bölgede toplam bin 200 yabancı şirket var. Bunun 740’ının Türk şirketi olması, buraya verdiğimiz önemin ve Irak halkının konukseverliğinin göstergesidir. Türk firmaları tarafından son 3 yılda bölgeye 5 milyar dolar müteahhitlik yatırımı yapıldı. Bugüne kadar Türk firmalarının yaptığı müteahhitlik yatırımları 12 milyar doları geçmiştir. Sadece geçen yıl Türk müteahhitlerinin burada aldığı iş 2,5 milyar doları geçti. Türkiye’nin ikinci büyük limanı olan Mersin Limanına gelen konteynırlardan dörtte biri Erbil’e mal taşıyor. Irak’la olan ticaretimizi bu rakamlar fazlasıyla anlatıyor.36 Irak süreci-deneyimi bir anlamda Türkiye’nin Arap devrimleri sürecinde izlediği politik rota hakkında da turnusol işlevi görmektedir: Engelleyemiyorsan yararlan! Bu aynı zamanda geleneksel Türk dış politikasıdır. Türkiye’nin, AKP hükümetleriyle birlikte Ortadoğu’daki temel politikası da bu geleneksel Türk dış politikasına paralel bir seyir izlemektedir. Algısal farklılıklar Türkiye’nin bölgede parlatılan imajıyla gerçek görüntüsü arasındaki farktan kaynaklanmaktadır. Empoze edilen imaj Türkiye’nin, Ortadoğu’nun lider ülkesi olmaya aday olduğu şeklindedir. Gerçek görüntü, olayların ve olguların ışığında, böyle olmadığını sürekli kanıtlamaktadır. AKP hükümeti bu durumun farkındadır. Bu nedenle Türkiye’nin geleneksel dışişleri politik felsefesine uygun olarak; yerini sağlamlaştırmak, risksiz şekilde payını büyütmek, gücü nispetinde dengeleyici/arabulucu bir ülke olmak rotasını izlemektedir. Türkiye Ortadoğu’da taşeron bir ülke değildir; ama bir başrol oyuncusu da değildir. Mutlaka bir rol atfetmek gerekirse ancak bir karakter oyuncusu olabilir. Her karakter oyuncusunun rolünü oynayabilmek için daima bir başrol oyuncusuna ihtiyaç duyacağını sanırız belirtmek gereksizdir. Üstelik Arap devrimleri bölge halklarını tarih sahnesinin en önüne birer başrol oyuncusu olarak fırlatırken… Ortadoğu’da hiçbir rol dün olduğu kadar kolay oynanamayacaktır… Ocak 2012
35 http://www.akparti.org.tr/site/haberler/muteahhitlik-sektorunde-dunya-ikincisiyiz/19031, erişim 26 Ocak 36 Age. Kış | 2012 -
77
Dosya
Bir Devrimi Tanıyabilmek
Hakkı Yükselen
1989-91 döneminde “Soğuk Savaş” namıyla da maruf bloklar sisteminin yıkılmasına neden olan Doğu Avrupa’daki kitlesel halk hareketlerinden bu yana sosyalistler pek alışık olmadıkları bir durumla yüz yüzeler. Durum, bir yönüyle esas olarak SSCB’nin, bir dış güç eliyle değil de, ülkeye 1920’li yıllardan başlayarak hâkim olan Stalinci bürokrasinin “iç dönüşümü” yoluyla çözülüp tasfiye edilmesinin ardından ortaya çıktı. Yeni dönemin en tipik özelliği, ideolojik olarak “küreselleşme” adıyla anılan ve mali sermayenin ileri derecede uluslararasılaştığı bir dönemde, ulusal kurtuluş hareketlerinin, bağımsızlık savaşlarının veya yıllanmış diktatörlüklere karşı demokratik hak ve özgürlük mücadelelerinin “uluslararası toplumla”, yani emperyalizm ve özellikle de ABD ile gönüllü veya mecburi, epeyce samimi ilişkiler içinde olması. Böyle bir dünyada, öyle doğrudan “Amerikan uşağı” olmasalar bile kitlelerin ve önderliklerinin, savaştıkları gücün baskı ve direnci oranında “gözü dışarıda” olması, “dış dünyadan” medet umması adeta kaçınılmaz bir durum. Bu durumun ortaya çıkmasında yukarıda belirtilen dış koşulların yanı sıra yeni dünya durumunun ulusal planda bir izdüşümü olarak, devrimci ve reformist işçi sınıfı önderliklerinin ideolojik, politik ve örgütsel iflasının da önemli bir rol oynadığını söyleyebiliriz. (Neo)liberalizmin Şuuraltı Etkisi! Hiçbir saltanatın sonsuza kadar süremeyeceği ilkesi, neoliberalizm için de geçerlidir! Nitekim “tarihin sonunun” liberallerce ilanından kısa bir süre sonra başlayan bir dizi kapitalist krizin ardından (1987, Meksika, G. Kore, Rusya, Türkiye, Arjantin vb.) ortaya çıkan, kapitalizmin dünya çapındaki uzun dönemli yapısal krizi, adeta bir tabiat kanunu hükmündeki bu ilkeyi bir kez daha kanıtladı. Ancak bu, mali sermayenin dünya çapındaki egemenliğinin, yani kapitalist emperyalizmin egemenliğinin otomatik olarak sona erdiği anlamına gelmiyor; aynen burjuvazinin ideolojik-politik gerilemesinin, hatta kapitalizmin iflasının proletaryanın ve 78
Sosyalist Düşünce Dergisi
sosyalizmin kendiliğinden yükselişi anlamına gelmediği gibi. Kabul etmek gerekiyor ki, neoliberalizmin tarihsel zaman açısından kısa, ancak bir insan ömrü düşünüldüğünde uzunca sayılabilecek bir dönem boyunca tesis ettiği hegemonya henüz sona ermiş değil. Aksi yönde pek çok alametler belirmiş olsa da, bu hegemonyanın özellikle ideolojik plandaki etkisinin sürdüğü açıkça ortada. Üstelik bu etki, zannedildiği üzere ortalama bir insanın zihin dünyası veya sol liberalizmle de sınırlı değil. Neoliberal hegemonyanın gücü, çoğu zaman, çelişkili bir biçimde, “her şeye kadir”, neredeyse “mistik” ve şuuraltı etkileri itibariyle “yenilmez” bir emperyalizm anlayışı olarak solun liberal olmayan bölümlerini de etkiliyor. Bu etkiyi en son, geçen yılın başlarında başlayıp kısa sürede birçok Mağrip ve Maşrık ülkesine yayılan kitlesel devrimci hareketlere ilişkin tutumlarda gördük. Gerçekte devrimlerden ve devrimci olan her şeyden nefret eden (Buna tarihteki kendi devrimci anıları da dahil!) ancak Kuzey Afrika-Ortadoğu çapındaki devrimci dalgayı çeşitli adlar ve sıfatlarla kendine yontmanın yollarını arayan liberalleri bir kenara bırakacak olursak solun çeşitli eğilimlerinin büyük bir bölümünün, mesela Nikaragua Devrimi’nden bu yana geçen 32 yıl içinde “devrim”le olan “somut” ve “tarihsel” bağlarının koptuğu anlaşılıyor. Devrim sorununa “olayları öncelikle oldukları gibi kavrama” biçiminde değil de “nalıncı keseri” yöntemiyle bakmayı tercih edenler, bölgede yükselen, kapitalist dünya krizinin ilk sonuçlarından biri olan ve gelecek on yıl içinde uluslararası planda birçok devrimci süreci etkilemesi muhtemel bir toplumsal kabarışı neredeyse yok hükmünde ilan etmiş durumdalar. Kimileri için Tunus, Mısır, Bahreyn, Yemen, Libya ve Suriye’de yaşananlar neredeyse baştan sona emperyalizmin bölgeyi yeniden şekillendirmeyi amaçlayan bir komplosundan başka bir şey değil. Sürecin halihazırda yeterince “Atatürkçü-laikçi” veya “proleter devrimci” neticeler vermek bir yana, bir dizi ülkede emperyalizmin müdahalesine ve/veya Müslüman Kardeşler iktidarına yol açmasını bu iddialarının kanıtı olarak sunuyorlar! Öyle ki, “ulusalcı” bir Cumhuriyet köşe yazarı, daha da ileri gidip Tahrir’de tecavüze uğrayan iki kadın gazeteci haberini öne çıkararak Mısır’da yaşananlara bambaşka bir bakış açısı getiriyor. Yazıdan çıkan sonuca göre, Mısırdaki kitlesel hareketin bir devrimle o kadar ilgisi yok ki, ilerideki günlerde Tahrir’in ortasına bir sözde devrim kahramanı olarak “Tecavüzcü Coşkun” (veya Mısır’daki muadili kimse!) heykeli dikilse yeridir! Ve Millici Şuuraltımız! En azından şuuraltlarında Mısır’da hâlâ Cemal Abdülnasır iktidarının sürdüğü veya Mısır ve Suriye’nin emperyalizme karşı laik birer Arap Sosyalizmi kalesi olduğu inancını besleyen ulusalcıların tutumu bir yana, mesele daha sola doğru biraz daha “devrimci ciddiyet” kazanıyor. Bu nedenle de bazen son derece “soğuk” ve “uzak” ifadelerle bir “önderlik” ve “sosyalizm” sorgulaması biçimini alıyor. Geçmişte SSCB veya ÇHC veya her ikisi tarafından desteklenen, muzaffer “Halk Kurtuluş Orduları” veya “Ulusal Kurtuluş Cepheleri” tarafından gerçekleştirilen ve uzun süreli bir “halk savaşının” ardından gelen sömürge devrimleri; veya ilk gününden başlayarak bir çeşit “süper irade” tarafından planlandığı düşünülen (!) devrimci işçi ayaklanmaları şablonuna uymayan her yeni örnek bu kesim tarafından yok sayılıyor, en azından kuşkulu bulunuyor! Bu tutumun temelinde kısmen nostaljik bir “ulusalcı antiemperyalizmin” izleri bulunsa da, ileri sürdüğü itirazların, açık bir biçimde tartışılmasında yarar var; özellikle de uzun süreli ve nice büyük “baharlara, yazlara ve muhtemelen kışlara” gebe bir dünya krizi şartlarında. Kitlesel bir halk hareketinin, sınıfsal bileşimi, biçimi, izlediği yol, hedefleri, talepleri, önderliği, özörgütlenme düzeyi, işçi sınıfının hareket içindeki rolü, ilk aşamasının (kimileri için son aşaması) sonuçları, uluslararası rolü, geleceğe etkisi vb. açısından ele alınıp bir “devrim” olup olmadığına “karar verilmesi” ve buna göre devrimci görevlerin neler olduğunun saptanması belli ki önemli bir sorun olarak önü-
Kış | 2012 -
79
müzde duruyor. Sadece bugünümüz açısından değil, yarınımız açısından da… Hiçbir devrimin kendini devrimcilere ifade etme, kanıtlama ve onlara “layık olma” zorunluluğu yoktur. Aksine, tarihsel olayların gidişatını ve çapını, nedenlerini ve muhtemel sonuçlarını, kitlesel mücadelelerin gündeme getirdiği sorunları ve görevleri kavrama sorumluluğu devrimcilere aittir. Elbette bu bir çeşit gördüğünü “tanıyabilme” sanatıdır ve bakış açılarının tarihsel, toplumsal, ideolojik temellerine ve nihayetinde program ve strateji meselelerine yaklaşım biçimlerine bağlıdır. Kitlelerin Rolü Meseleye bir devrimi “tanıyabilmede” kitle hareketinin rolü boyutuyla girelim. Troçki, “Rus Devriminin Tarihi” adlı kitabında, “Devrimin en tartışma götürmez özelliği, kitlelerin tarihsel olaylara doğrudan müdahaleleridir” der ve devam eder: Eski düzen artık onlar için katlanılamaz hale geldiğinde, kitleler kendilerini siyaset arenasından ayıran duvarları birer birer yıkarlar, geleneksel temsilcilerini yerlerinden ederler ve bu müdahaleleriyle yeni bir düzenin başlangıç ortamını yaratırlar. Elbette “aniden” ortaya çıkan “beklenmedik” durumları ve “başlangıç ortamlarını” hele ki bunlar uzun yıllardır toplumsal olarak bir yaprağın bile kıpırdamadığı zannedilen Ortadoğu-Arap dünyasında meydana geliyorlarsa, hemen kavramak zor olsa da imkânsız değildir. Mesela Marksizmin maddeci bakış açısından kaynaklanan “Olguları, nesnel gelişmeleri içinde, kendilerini nasıl sunuyorlarsa öyle alma” formülü, aslında birçoğu tartışmalı şablonlardan ve benzetmelerden çok daha fazla işe yarayabilir. Malum, ne de olsa “Rus Devriminin Tarihi”nde belirtildiği gibi “Devrimin tarihi, her şeyden önce, kendi kaderlerinin karara bağlandığı sahaya kitlelerin aniden (abç) dalmalarının öyküsüdür.” Bütün tarihsel tecrübeler, olayların dinamiğini belirleyen temel unsurun, uzun zamandır korku ve tutuculuğun cenderesinde kısılıp kalmış kitlelerin psikolojilerinde meydana gelen “hızlı, yoğun ve coşkulu” bir dönüşüm olduğunu gösterir. “Moleküler” birikimler, bir sıçrama noktasında bütün şiddetiyle sonuç vermeye başlar. Burada ifade edilmeye çalışılan husus, kimi çevrelerin son zamanlarda üzerine yine methiyeler düzmeye başladığı neredeyse “saf bir kendiliğindenlik” değil, bir devrimin başlangıç noktasının“bireylerin ve partilerin iradesinden bağımsız son derece istisnai koşulları”dır. (Troçki) Yine “Rus Devriminin Tarihi”nden devam edecek olursak: Kitleler devrime dört başı mamur bir toplumsal dönüşüm planıyla değil, artık eski rejime tahammül edemeyeceklerini gösteren ham bir duyguyla girişirler. Yalnızca sınıfların önder çevreleri siyasal bir programa sahiptir, ama o da olaylar tarafından doğrulanmaya ve kitlelerce onaylanmaya muhtaçtır. Bütün kitlesel devrimci ayaklanmalarda bu kural geçerlidir. Bu noktada vurgulanması gereken, bir devrimin birinci şartının, “artık tahammül edemedikleri” bir rejimi devirerek özgürleşmeyi hedefleyen kitlelerin doğrudan eylemi olduğudur. Yenilmiş Devrimler Tarihi Devrimler tarihi baştan aşağı bir “başarı hikâyesi” değildir. Aksine bu tarihin sayfaları, insanlık tarihinde çok önemli roller oynamış olsalar da daha başlangıç aşamalarında söndürülmüş, yarım kalmış, yenilmiş hatta birer karşıdevrime dönüşmüş devrimlerle doludur. Bir devrimin başarısının nihai ölçütü kuşkusuz siyasi ve sosyal sonuçlarıdır. Ancak kitlesel bir mücadelenin “devrim” olarak tanımlanmasının esas ölçütü, eylemin nihai 80
Sosyalist Düşünce Dergisi
sonuçlarından bağımsız olarak tarihsel, toplumsal ve uluslararası etkileridir. Burada asıl kriter “başarı” değil, “nesnel” unsurlardır. “Öznel” unsurların eksikliği (önderlik, bilinç, mücadele geleneği, görevlerin kavranması, öz örgütlenme düzeyi vb.) devrimin sınırlarını ve sonuçlarını belirler. Zaten “başarısız” devrimler gerçeği (Yani devrimlerin büyük bir çoğunluğu) bu temel sorundan kaynaklanır. Evet, toplumsal mücadeleler tarihi aynı zamanda yenilmiş devrimlerin de tarihidir. Bu nedenle “yeni bir düzenin başlangıç ortamını yaratmak” anlamındaki kitlesel devrimci ayaklanmalarda öncelikle “başarı” ve “sonuç” şartını aramak bir nevi “sağlamcılık” olmanın yanı sıra gerçek siyasete karşı kronik bir ilgisizliğin de işaretidir. Bu ilgisizliğin çoğu zaman aşırı bir “doktrinerlik” ve sekter bir “devrimcilik” veya “armudun sapı, incirin çöpü” biçiminde zuhur ettiği de malumdur. Yine Rus Devriminin Tarihi’nde belirtildiği gibi, Bir devrimin asli siyasi süreci, kesinlikle sınıfın toplumsal krizin ortaya koyduğu sorunların bilincine varması ve kitlelerin aktif olarak ardışık yaklaşıklıklar yöntemi uyarınca yön bulmalarından oluşur. (…) Bu ileriye doğru atılış nesnel engellere toslayıp kırılmadığı müddetçe kitlelerin sola doğru sürekli biçimde daha güçlü olarak itilmelerini yansıtır. Bu kırılma gerçekleştiğinde gericilik başlar. Devrimci sınıfın bazı çevrelerinde hayal kırıklığı, kayıtsızların sayısındaki artış, ardından karşı devrimci güçlerin pekişmesi. Bu gerçeklik, yenilgiyle sonuçlansalar da dünya tarihinde derin izler bırakmış birçok tarihsel örnekle kanıtlanmıştır. Mesela, “zincirleme” özelliklerinden dolayı bugünün Kuzey Afrika-Ortadoğu devrimci dalgasıyla bir benzerlik kurabileceğimiz ve kısa zamanda Avrupa’nın birçok ülkesine yayılmış olan 1830 (30-32) ve 1848 devrimleri, bazı kısmi başarılarına rağmen hepsi de yenilgilerle sonuçlanmış birer devrimci ayaklanmalar dizisidir. Üstelik bütün bu devrimci ayaklanmaların yenilerek geri çekilmesini, uzun yıllar süren politik gericilik dönemleri izlemiştir. Ancak bunlar yine de dünya tarihine birer devrim olarak geçmiştir. Kısacası şimdilik Tunus ve Mısır’da ortaya çıkan Müslüman Kardeşler iktidarı, bu ülkelerdeki ayaklanmaların birer devrim olmadığını değil, sadece bu devrimlerin önündeki nesnel ve öznel engelleri işaret etmektedir. (Aynı geçmişteki İran Devrimi’nde olduğu gibi.) Üstelik bu ülkelerde yaşananlar, seçimlerin sonuçları ne olursa olsun bazı “hayal kırıklıklarına” rağmen “kırılmanın” henüz gerçekleşmediğini göstermektedir. Hareket, iniş çıkışlar, yükseliş ve duraklamalar, kazanım ve gerilemelerle “olağan” bir seyir izlemektedir: Tunus ve Mısır’da, ülkemiz burjuva medyası tarafından kısa bir haber haline getirilmediği sürece kimi sosyalistlerin dikkatine mazhar olamayan kitlesel işçi eylemleri, grevler, yürüyüşler, protestolar, bağımsız örgütlenme, sendikalaşma mücadeleleri; Mısır’daki ikinci ve üçüncü dalga Tahrir işgalleri, devlet yanlısı “Baltacıların” kanlı saldırılarına karşı alanların savunulması, asker ve polisle çatışmalar, askeri yönetime karşı kanlı gösteriler, İsrail elçiliğine yönelik büyük saldırı vb… Bütün bunlar, mücadelenin, “birinci devrimin” kitle hareketinin üzerindeki eğitici rolünün de etkisiyle, sonraki dönemde neoliberal-İslamcı iktidarlara ve emperyalizme karşı, daha bilinçli ve sınıfsal biçimlerde yürütülme ihtimalini ortaya koymaktadır. Uluslararası Etki Bir devrim sürecinin belirleyici özelliklerinden biri de uluslararası planda yarattığı etkidir. Bu uluslararası etkinin iki boyutu vardır. Birincisi yaşananların başka ülke halkları arasında da baskı rejimlerinin, hatta “demokratik gericilikle” tanımlayabileceğimiz “normal” burjuva rejimlerinin yıkılabileceği umudunu yeşertmesi, korku ve umutsuzluk duvarlarının aşılmasını sağlamasıdır. Tarih boyunca bütün devrimler benzeri bir etkiyi yapmıştır. Kuzey Afrika-Ortadoğu bölgesinde tarihsel, sosyal, ekonomik vs. farklarına rağmen birçok ülkede kitlelerin, bazısı kendine özgü, bazısı da benzer Kış | 2012 -
81
nedenlerle başkaldırı yoluna girmeleri bu etkinin kanıtıdır. Tunus ve Mısır emekçileri, mücadeleleriyle Arap (Irak Kürdistanı’ndaki olayları da ekleyelim.) dünyasındaki rejime yönelik kitle eylemlerini tetiklemişlerdir. Dünya çapındaki gelişmeler bu etkinin, içinde yol alınan kapitalist dünya krizi şartlarında “Araplıkla” ve açık bir diktatörlükle ilgisi olmayan (Sınıf diktatörlüğü meselesi bir yana!) ülkelere de yayılabileceğini göstermektedir. Mısır’daki “Tahrir Ruhu”nun ABD, İspanya gibi ülkelerin yanı sıra İsrail’de “sosyal adalet” ve “eşitlik” talebiyle ayağa kalkan yüzbinleri de etkilemesi (Hem de “Burası Tahrir!” sloganlarıyla!) bu gerçeğin kanıtıdır. Uluslararası etkinin ikinci boyutu ise, meselenin bir anda uluslararası çapta bir önem kazanması, özellikle de emperyalist ülkeleri bir dizi girişime zorlamasıdır. Emperyalizm, hiç de hesapta olmayan gelişmeler karşısında şaşkınlığını atlatır atlatmaz, Tunus ve Mısır’da diplomatik manevralar ve hükümet değişiklikleri yoluyla devrim sürecini “kuşatma” ve “soğutma” faaliyetlerine ve Bahreyn’e yönelik Suudi askeri müdahalesini organize edip bütün gücüyle omuz vermeye girişmiş, Libya’ya “insaniahlaki” bahanelerle saldırmıştır. Emperyalist müdahalenin temelinde ne ulusalcılarımızın iddia ettiği üzere “BOP” veya “GOP”, ne de liberallerimizin iddia ettiği gibi “insani ve demokratik” amaçlar vardır. Amaç, kitlelerin, mücadeleleriyle “yeni bir düzenin başlangıç ortamını yaratmalarını”; başlangıç halindeki bölge devriminin daha ileri aşamalara ulaşmasını engellemektir. Yani sorun, emperyalizm açısından sadece bir “petrol” sorunu değildir… Burada vurgulanması gereken bir önemli nokta da bölgedeki diktatörlüklere karşı hareketlerin tümünün aynı “ayarda” olmamasıdır. “Arap” diye anılıp geçilen bu ülkelerin, tarihsel, kültürel, siyasi ve sosyoekonomik farklılıklarının yanı sıra farklı mücadele gelenekleri vardır. Bu farklar, kitle hareketlerinin boyutlarını, harekete katılan kitlelerin bilinç ve örgütlenme düzeylerini, “dış dünyaya” bakışlarını ve her ülkenin toplumsal yapısı bağlamında işçi sınıfının etkisini önemli ölçüde belirlemektedir. Dünya devriminin veya bir bölge devriminin, o alandaki tüm kitlelerin aynı vakit ve saatte ve aynı biçimde ayağa kalkması anlamına gelmediğini bilenler açısından bu doğal bir durumdur. Yukarıda tarihsel örnekler olarak gösterdiğimiz eski Avrupa devrimleri de bunu kanıtlar. Mesela Sicilya’da başlayıp Fransa, Almanya, İtalya ve Avusturya’ya yayılan 1848 Devrimleri, İngiltere’de Chartist bir gösteri, İrlanda’da cumhuriyetçi bir çalkantı olarak kalırken, Belçika, Hollanda ve Danimarka’da bazı reformlarla sınırlı kalmıştır. Önderlik Sorunu Burada Ortadoğu’daki diktatörlüklere karşı ortaya çıkan halk hareketlerini “soyut” bir devrimci bakış açsından “kuşkulu” bir duruma düşüren “kendiliğindenlik-iradi unsur diyalektiğine” kısaca da olsa girmek gerekiyor. Evet, her şeyin başında “kitlelerin eski rejime artık tahammül edemeyeceklerini gösteren ham duyguları” vardır. Bu, elbette mutlak anlamda olmasa bile bir nevi “kendiliğindenlik” anlamına gelir. (Çünkü o ana kadar bazıları nispeten güçlü, hazırlıklı, planlı programlı, birçoğu küçük ve cılız da olsa örgütlü ve bilinçli unsurlar her zaman vardır.) Zaten “korku duvarının aşılmasıyla” giderek büyüyen ve kitleselleşen bir “kendiliğindenlik” olmasa devrimci yükselişlerde her “bilinçli unsur” kendi üye ve taraftar kitlesinden ibaret kalırdı. Kendiliğinden ayağa kalkan, herhangi bir dönüşüm planından yoksun kitlelerin ham duyguları, eylemlerini, bilinçlerini ve sloganlarını da sınırlar. Ayağa kalkan kitlelerin siyasi bilincinin en azından olayların başlangıç dönemindeki bulanıklığı, taleplerinin sınırlı yapısı ve kitle hareketinin çeşitliliği, devrimin “saflık derecesine” de yansır! Bu nedenle hiçbir devrim karşımıza en saf ve sınıfsal haliyle çıkmaz. (Bürokratik tarih kitaplarındaki anlatımları saymazsak!) Lenin de bu nedenle “Saf bir devrim aramayın, 82
Sosyalist Düşünce Dergisi
hiçbir yerde bulamazsınız!” der. Bu kendiliğindenlik, önderlik sorununun önemini azaltmak bir yana sorunu daha da yakıcı bir hale getirir. Ancak önderlikler tarihsel rollerini kitleler içindeki siyasi süreçler yoluyla ortaya koyabilirler. Yani önderliklerin yokluğunda kitlelerin enerjileri Troçki’nin deyişiyle “pistonlu bir silindir içinde sıkışmayan buhar misali” uçup gider, ancak “hareket silindir ya da pistondan değil, buhardan ileri gelir” (Troçki) Kısacası bir devrimin hammaddesi her şeyden önce kitle hareketidir. Ancak, tarihin yönünü belirleyecek o kritik döneme uzun süredir hazırlanan, sadece ayağa kalkan kitleleri değil, kendini de eylem içinde eğiten ve en önemlisi onların devrimci enerjisini gerçek anlamda işleyecek, programı, taktik ve stratejisiyle iktidara yöneltecek bir önderlik yoksa, devrim, en azından uzun bir süre için kitlelerin yenilgisiyle sonuçlanacaktır. Çağımızın krizinin esas olarak proletaryanın önderlik krizi olduğuna dair Devrimci Marksist “vecize” bu nedenle tarihsel bir öneme sahiptir. Elbette bir önderliğin veya önderliklerin varlığı devrimin başarısını garantilemez. Önderliklerinin aymazlığı, bürokratik yapısı, bağımlılığı ve “bağlantıları”, program, taktik ve strateji, cephe ve ittifak anlayışı, yabancı sınıfların baskılarından etkilenme dereceleri ve bütün bunlardan dolayı çıkıp gelen bir devrimi “tanıyamamaları” nedeniyle yenilgiye uğrayan birçok devrim vardır. Bu gaflet birçok örnekte “değerlendirme hatası” olmanın ötesine geçip sınıfsal bir ihanete dönüşmüştür. Bürokratik tarih kitaplarında bunların bazılarından pek söz edilmezken, bazıları kahramanca kaybedilmiş “iç savaşlar” olarak yer alırlar. ( İspanya, Yunanistan vb.) Elimizdeki en büyük tarihsel örnek olarak, üzerinden sosyalizmin bütün önemli sorunlarını hâlâ tartışmaya devam ettiğimiz Sovyet Devrimi ise, devrimci olanın sadece somut gerçeklik olduğunu bilen Lenin’in, kendi partisinin merkez komitesindeki “Leninistlere” karşı mücadelesi sayesinde başarıya ulaşmıştır. Bu perspektiften bakıldığında, mesela işçi sınıfının görece ağırlığını hissettirdiği Tunus ve Mısır’da, artık tahammül edemez hale geldikleri yıllanmış dikta rejimlerini devirmek için büyük bir kararlılıkla harekete geçen kitlelerin eylemini bir “devrim” olarak kabul etmemenin gerekçesi olarak “önderlik” sorununu öne sürmek, tarihsel tecrübeden hiçbir sonuç çıkarılmadığı anlamına gelir. Devrimci kitlelere, emekçilere iktidarı ele geçirmeleri yolunda önderlik edecek örgütlü bir gücün yokluğu her şeyden önce solun, sosyalistlerin eksiğidir. Bunun hesabını vermek yerine hem ülkeler, hem bölge, hem de bütün dünya için tarihsel öneme sahip kitle hareketlerini “küçük görerek” devrimden saymamak ve “devrim eksperliğine” soyunmak bir nevi “pişkinlik” ifadesidir. Bütün “enternasyonalizm” iddialarına rağmen, adı geçen ülkelerin uzaklığını gerekçe göstererek, “önderlik” sorununu üzerine alınmamak ise, başka ülkelerin sorunları ve toplumsal mücadeleleri konusunda Fethullah Gülen Cemaati kadar bile ilgili davranılmadığına işaret eder. Devrimci bir önderliğin yokluğu, her şeyden önce bir devrimin değil, “olaylara” müdahale edecek ve devrimi ileri aşamalara taşıyabilecek bir devrimci gücün yokluğuna delalet eder. Emperyalizmin Rolü! Birçok farklı neden öne sürülse de Ortadoğu ülkelerini saran devrimci dalgaya ilişkin kuşkular aslında “emperyalizmin rolü” meselesinden kaynaklanmaktadır. Emperyalizmin doğrudan müdahalesinin yaşandığı Libya örneği veya Suriye’ye yönelik emperyalist tehdit ve baskı, Ortadoğu’da yaşananların devrimci bir dalga değil de emperyalist bir tezgâh olduğunun kanıtı olarak gösteriliyor. Ancak, yaşanan gelişmelerden ve “iletişim çağında” hızla yayılan bilgi ve haberlerden anlaşılan, olayların emperyalist güçleri gafil avladığı yönündedir. Destek verdikleri baskı rejimlerinin veya varlığından her zaman pek hoşlanmasalar da iyi kötü “idare ettikleri” diktatörlüklerin büyük çaplı halk hareketleri tarafından yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya Kış | 2012 -
83
kalması büyük güçler açısından (Bunlara bölgesel planda Türkiye’yi de katabiliriz.) bir sürpriz olmuş gibidir. Emperyalist müdahale, şaşkınlık ve kararsızlık aşamasının ardından şekillenmeye başlamıştır. Libya’ya yönelik emperyalist askeri müdahale, önceden planlanmış bir tezgâhtan, “dizayn” hedefinden ziyade, ortaya çıkan şartlarda (Libya’nın özel “ekonomik değerinin” yanı sıra) öncelikle bütün bölgeyi etkileyebilecek bir devrimler dalgasının durdurulup söndürülmesi amacıyla gerçekleştirilmiştir. Bir takım Batılı vakıfların, “demokrasinin geliştirilmesi” niyetiyle Mısırdaki bazı “sivil toplum kuruluşlarına” uzunca bir süredir eğitim ve destek vermesi ve bu STK’ların “olaylarda” rol alması, emperyalizmin oyununun bir delili olarak öne sürülebilir. Ancak bu faaliyetler emperyalizmin dünyanın hemen her “hassas” bölgesinde rutin olarak sürdürdüğü ilişki biçimlerinden biridir ve daha çok bir “B planı” niteliği taşırlar. Bu planların asıl amacı, desteklenen diktatörlüğün yıkılmasının kaçınılmaz bir hal alması durumunda, ilişki kurulacak potansiyel “önderliklerle” erken ve eğitici bir temas sağlamak ve bu yolla süreci denetlemek, muhtemel tehlikeleri önlemektir. Bir yönüyle, devrimci sosyalistlerin, işçi öncüsünü eğitip örgütleyerek burjuva düzenine yönelik “tehlikeleri” büyütme göreviyle yüz yüze olmaları gibi! Sosyalistlerin çoğunun, dünya haline ve meselelerine bir “dünya devrimi” perspektifiyle bakmadıkları sürece emperyalizmin “dünya karşıdevrimi” perspektifini sadece “dizayn” ve “komplo” boyutuyla algılaması kaçınılmazdır. Açıkça görülen, emperyalizmin halihazırda “dünya devrimine” ilişkin meselelerde soldan daha hassas davrandığıdır! Taktik ve Strateji Bu bağlamda üzerinde durulması gereken bir diğer husus da emperyalizmin dünyanın bazı bölgelerinde pürüz veya engel olarak gördüğü rejimleri yıkmaya yönelik politikaları karşısında alınması gereken tutumdur. Emperyalizmin askeri müdahalelerine, işgallerine karşı çıkmak devrimci bir ilkedir. Emperyalizmin saldırısına maruz kalan bürokratik (Hatta K. Kore örneğinde olduğu gibi “monarşik”) işçi devletlerini, geri ve bağımlı kapitalist ülkeleri, rejimleri ile olan bütün sorunlarımıza ve uzlaşmaz çelişkilerimize rağmen savunuruz. Emperyalizmin alacağı her yenilginin, dünya devrimi için bir kazanım olacağı çok açıktır. Ancak bu destek, o ülkenin rejimine, iktidarı elinde tutan sınıfa, siyasi zümreye hatta “hanedana” değil, o ülkenin işçi ve emekçilerine, yoksul halklarına kurtuluşları yolunda verilen bir destektir. Bu önemli bir ayrımdır. İster bir sömürgede olsun, isterse siyasi olarak bağımsız, ancak emperyalist sisteme ekonomik olarak bağımlı geri bir ülkede, sömürgeciliğe, emperyalist saldırıya karşı mücadelede, o ülkenin burjuvazisiyle ittifak, sadece taktik sınırlar içinde geçerlidir; yani, sınırları, süresi, amacı belirli bir eylem birliği olarak. Bu “eylem birliğinin” asıl hedefi, burjuva düzeninin tasfiyesi, emperyalizmden sadece “anlaşmazlık” ve savaş dönemlerinde değil, gerçek anlamda kopmayı sağlayacak bir toplumsal devrimin gerçekleştirilmesidir. Ancak bu yolla, bir biçimde (hatta biraz da sosyalistlerin desteği sayesinde) kelleyi kurtarmış olan “ulusal burjuvazinin” iktidarda kalarak bir süre sonra emperyalizmle yeniden bağlantı kurması, kapitalist sistem içinde yer alması engellenebilir. Tarihsel deneyime bakıldığında bu konuda birçok olumsuz örnek olduğu görülür. Bu örneklerde, komünist önderliklerin bürokratik yozlaşması ve yabancı sınıfların basıncı altında kalması oranında burjuvaziyle (hatta bazen sadece “avukatlarıyla”) ittifaklar stratejik bir nitelik kazanmıştır. Bu durum, proletaryanın iktidar alternatifi olduğu yerlerde çok ağır yenilgilere neden olurken, işçi sınıfı partilerinin yeterince güçlü olmadığı veya gelişmesinin henüz başında olduğu ülkelerde bütün gelişme potansiyellerini kaybetmelerine yol açmıştır. Bu çizginin bir başka biçimi de, bir zamanlar ülkemizde de yaşandığı üzere, burjuva devletinin açık polisiye baskısına rağmen, sırf “antiemperyalist” olduğu tespitiyle “ilerici” burjuvazinin “gölgesiyle” ittifak kurma anlayışıdır. Bazı Arap ülkelerindeki komünist partiler de bugünkü acıklı durumlarını 84
Sosyalist Düşünce Dergisi
büyük ölçüde, zamanın SSCB bürokrasisinin paralelinde, bu tür “ilerici” ittifaklara borçludurlar! İlkeler ve Gerçekler İlkeler elbette çok önemlidir, ancak hiçbir ilke boşlukta durmaz. Her ilkenin bir sınıfsal temeli vardır ve devrimci sosyalizm için işçi sınıfının birliği, bağımsızlığı ve toplumsal kurtuluşunun üzerinde hiçbir ilke olamaz. Sınıf mücadelesi (eğer gerçekten böyle bir amaç varsa) soyut ilkelerle değil, gerçek programlar ve politikalar aracılığıyla yürür. Ancak bütün program ve politikalar gibi devrimci program ve politika da gerçek hayattaki güç ilişkileri temelinde bir anlam kazanır. Soyut ilkelerin ve genellemelerin ötesinde, somut gerçekler ve güç ilişkileri üzerinden gidecek olursak, bugünün Ortadoğu’sunda yaşanan “devrimci önderlik” ve neredeyse “hiçlik” sorununun temelinde, yukarıda da kısaca değindiğimiz gibi, bu ülkelerdeki komünist partilerin bürokratik intihar politikalarının çok önemli bir yeri vardır. Somut bir Ortadoğu politikasından söz edilecekse, öncelikle var olan “hiçlik” durumundan yola çıkılmalıdır. Ortadoğu’da, sosyalist hareket açısından bugünkü gerçek durum genel olarak “Adın ne: Mülayim; sert olsan ne yazar!” durumudur. Yani, sosyalist örgütlenmelerin mevcut siyasi-askeri güçleriyle emperyalist müdahalelere karşı mücadelede “antiemperyalist burjuva hanedanlara” destek verip vermemesinin ne emperyalizm açısından, ne de müdahaleye uğrayan rejimler açısından bir kıymeti harbiyesi yoktur. Var olan rejimlerin bazılarının uzak geçmişlerinden kalma mitolojik bir hikâye olmanın ötesinde (Arap sosyalizmi, İslam sosyalizmi vb.) sosyalizmin devrimci, hatta reformist biçimlerinin ideolojik, siyasi ve toplumsal etkisinin çok zayıf olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda sosyalistlerin benzer ülkelerde “vatanı kurtarmaktan” öte işçi sınıfı ve emekçileri örgütleme, hem kendilerini, hem de işçi sınıfını ideolojik, politik ve örgütsel açıdan bağımsız bir güç haline getirme görevi vardır. Bu görev, işçi sınıfı içindeki günlük ve rutin faaliyetin yanı sıra politik mücadeleyi de zorunlu kılar. Bu mücadele ancak bağımsız bir program ve siyasi çizgiyle yürüyebilir. İşçi sınıfının bağımsızlığının ön şartı, öncüsünün bağımsızlığıdır. Bu aynı zamanda, ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelesinde sınıfın diğer emekçi kesimlere önderlik edebilmesinin de temel şartıdır. Sonuç olarak, proleter olmayan herhangi bir hükümete ve rejime karşı bağımsız davranamayan, kaderi rejimin iki dudağı arasında belirlenen bir işçi sınıfı örgütünün devrimci anlamda gelişme ve güçlenme şansı yoktur. Devrimci Gerçekçilik Zannedilenin aksine, gerçekçi politika, eğer burjuva veya küçük burjuva tipi bir gerçekçilikten söz etmiyorsak, “politik destek” adı altında iki taraftan birinin gölgesine sığınmak değildir. Emperyalist bir saldırı durumunda alınması gereken tutum, bazı taktik öncelik ve incelikler hesaba katılmak şartıyla, stratejik olarak tabiri caizse “Hem nalına, hem mıhına vurmak”tır! Bu pratik olarak, gücümüz oranında, hem emperyalizme hem de varlığıyla emperyalizme karşı mücadeleyi zayıflatan, zaman zaman emperyalist müdahaleye “meşruiyet” fırsatı sağlayan “milli” burjuva rejimine karşı örgütlenme ve ajitastasyon yapmak anlamına gelir. Kitleler arasında kale alınabilir bir etkiye ve siyasi-askeri bir güce sahip olunması durumunda da temel çizgi stratejik özü itibariyle aynı olmalıdır. Böyle bir durumda, devrimci gücün sırtında taşıdığı “yumurta küfesi” nedeniyle sürecin hassas bir analizi ve doğru taktiklerin saptanması çok daha büyük bir önem kazanır. Ancak hiçbir şart altında, var olan siyasi-askeri gücü, “antiemperyalizm” adına mesela somut olarak Libya gibi bir ülkede Kaddafi hanedanı ve yandaş kabilelerin yanında; Suriye’de “Muhaberat” ve genelkurmayla birlikte, siyasi demokrasi ve özgürlük talebiyle ayaklanmış kitlelere ateş açmakta kullanmak devrimci ve antiemperyalist bir tutum olamaz. NaKış | 2012 -
85
sıl ki Afganistan’da ABD emperyalizmine karşı savaşta “ilkesel” nedenlerle Taliban’ın yanında yer almak hem ulusal bağımsızlık ve sosyalizm, hem de en maddi anlamıyla “beden sağlığı” açısından doğru bir tutum değilse… Bütün bunlar, sadece o ülkelerde var olan gerçek veya bugün için muhayyel güçler için değil, onlara ilkesel ve politik tavsiyelerde bulunan veya uzaktan da olsa kendi adına bir tutum almaya çalışan (Hatta zaman zaman bu nedenlerle bölünebilen) çeşitli uluslararası devrimci güçler açısından da önemlidir. “Orada Bir Köy Var Uzakta..!” “Olaylar” çok uzağımızda da cereyan etse sorumluluğumuz büyüktür. O nedenle dünya devriminin meselelerine soyut genellemeler ve kulaktan dolma bilgilerle değil, “olayların” cereyan ettiği ülke ve bölgelerin tarihsel gerçeklerinin, gerçek şartlarının ve oralarda gerçekte neler olduğunun kavranması temelinde bakmak gerekir. Bu noktada en büyük sorumluluk, devrimin uluslararası güçlerini aydınlatacak ve doğru olarak yönlendirecek olan, o ülkenin devrimcilerine aittir. “Enternasyonalizm” her şeyden önce dünya devriminin ulusal ve uluslararası parçalarının birbirlerini karşılıklı olarak eğitmelerine ve birbirlerinden öğrenmelerine dayanır; elbette aralarında bürokratik bir hiyerarşi yoksa. Devrimci sosyalistlerin görevi “devrim eksperliği”, “diplomatlık” veya “devlet adamlığı” değil devrimci öncünün rolünü, devrimci kitle hareketinin görevlerini, programını ve her düzeyde örgütlenme sorunlarını devrimci bir bakış açısıyla ortaya koymaktır. Bu aynı zamanda, emperyalizm meselesine sadece “devletlerarası” bir sorun olarak değil, esasında bir üretim ilişkileri sorunu, bir sınıfsal sorun olarak da bakmamızı sağlayacaktır. Olaylara devrimci Marksist bakış, her şeyden önce meseleleri en somut biçimiyle ele almak; zorba iktidarları yıkmaya yönelik devrimci kitle hareketlerinin nedenlerini ve niteliklerini ve emperyalizmin rolünü “komplocu” değil, maddeci-sınıfsal bir bakış açısıyla kavramak demektir. Bu aynı zamanda devrimlerin temel sorunu olan “kendiliğindenlik- devrimci önderlik” diyalektiğinin doğru biçimde ortaya konulması ve çözümlenmesi anlamına gelir. Diyalektik maddecilik, meseleleri bir “fotoğraf karesi” olarak değil, bir “film şeridi” olarak görmeyi gerektirir. Bir devrimi “tanıyabilmenin” temel şartı budur. Ve en önemlisi, film yeni başlamıştır…
Ocak 2012
86
Sosyalist Düşünce Dergisi
Kış | 2012 -
87
88
Sosyalist Düşünce Dergisi