Mesafe09

Page 1

SOSYALİST DÜŞÜNCE DERGİSİ

BAHAR | 2013 -

1


SOSYALİST DÜŞÜNCE DERGİSİ DOKUZUNCU SAYI 2013 BAHAR

Sahibi ve yazı işleri müdürü Atakan Çiftçi (Enternasyonal Yayıncılık) Yönetim yeri Şehit Muhtar Mah. Süslü Saksı Sok. No: 19/6 Beyoğlu - İstanbul 1 yıllık abonelik Yurtiçi: 25 TL • Yurtdışı: 25 € Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta ve web adresimiz mesafedergisi@gmail.com www.enternasyonalyayincilik.net Baskı Gülmat Matbaacılık Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi E Blok 1NE4 Topkapı - İstanbul Tel: (0212) 5651774 Fiyatı: 10.00- TL YEREL SÜRELİ YAYIN

2

Sosyalist Düşünce Dergisi


SOSYALİST DÜŞÜNCE DERGİSİ DOKUZUNCU SAYI | 2013 BAHAR

İçindekiler

Mesafe Yusuf Barman Hakkı Yükselen Uluslararası Birlik Komitesi Uluslararası Birlik Komitesi UIT-CI / UBK UIT-CI / UBK / GSI UIT-CI / UBK UIT-CI / UBK / GSI UIT-CI

Bu Sayı 5 Avrupa’da Genel Grev, Ortadoğu’da Devrim 8 İlgisizliğin Halleri 20 Avrupa’da Kriz ve Sınıf Mücadeleleri 30 Ortadoğu ve Kuzey Afrika Devrimleri Üzerine 53 Koordinasyon Komitesi Kuruluş Deklarasyonu 64 Avrupa’da Kriz ve Gelişen Mücadeleler Üzerine 66 Suriye devriminin desteklenmesi üzerine deklarasyon 69 Venezuela Deklarasyonu: İşçiler Yönetmeli 72 Uluslararası Perspektifler 74

BAHAR | 2013 -

3


4

Sosyalist Düşünce Dergisi


Bu sayı

Bu Sayı

2009’da ilk sayısıyla okuyucularıyla buluşan Mesafe dergisi, şu an elinizde tuttuğunuz 9. sayıyla birlikte tam dört yılı geride bıraktı. İlk sayımızdaki “Sunuş” metnimize, “bu yayın, ‘dünyayı değiştirmek’ için gerekli olan teorik ve politik tahlil çabasının, dönüştürülmesi gereken gerçekliğin daha iyi anlaşılması gayretinin bir ürünüdür” diyerek söze başlamıştık. Bu sayı da, kuşkusuz ardımızda bıraktığımız sekiz sayıyla birlikte gerek üzerinde yaşadığımız topraklarda gerekse dünya ölçeğindeki toplumsal ve politik koşulların kavranması ve gerçekliğin doğurduğu yeni görevlere yeni yanıtlar verebilme uğraşının bir sonucu. Ardımızda bıraktığımız süreç içerisinde, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da mücadelelerin keskinleştiği bir döneme tanık olduk, olmaya devam ediyoruz. Bilhassa Libya Devrimi’nden sonra Suriye’de de devrimin iç savaşa dönüşmesi ve bu ülkenin devrimlerin merkezî noktası haline gelmesiyle birlikte Arap devrimleri bölgede tüm dengeleri alt üst eden yeni bir aşamaya girdi. Bu noktada emperyalizm, işbirlikçi kitle önderlikleriyle müzakere aracılığıyla devrimlerin rotasını saptırmaya dönük girişimlerde bulunmakta. Bu girişimlerin henüz başarıya ulaştığını söyleyemiyoruz. Ancak gelinen noktada Esad diktatörlüğü devrilmediği gibi yenişememe durumu sürüyor, iktidar krizi giderek derinleşiyor. Benzer bir kriz, Mısır devriminin de akıbetini değiştirmek üzere. Devrimden sonra yönetime gelen Müslüman Kardeşler, kendi iktidarını sağlamlaştırma adına devrimin taleplerini hasıraltı etmeye çalışarak eski rejimin temel kurumlarını tamamen tasfiye etmek yerine onların, kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde yeni bir görünüm altında devam etmesine olanak sağlamıştı. Ancak devrimin taleplerinin gerçekleşmediğini gören kitlelerin öfkesi bu önderlikleri de sarsmaya kararlı. Geçtiğimiz günlerde Mısır’da emekçi kitlelerin devrimin taleplerine sahip çıkarak Müslüman Kardeşler iktidarına karşı Tahrir’e dökülmesi Mısır’da devrimin sürdüğünün güçlü bir kanıtı. Cumhurbaşkanı Mursi’nin yetkilerini genişleten kararnamesine karşı ayaklanan kitleler; referandumun iptali, mevcut kurucu meclisin lağvedilmesi ve kararnamenin geri çekilmesi gibi taleplerle Mursi yönetimine çekilme çağrısında bulundu. Mevcut iktidarın meşruiyetini yitirdiğini gösteren bu durum, politik krizin giderek tırmandığını gösteriyor. Arap coğrafyasında keskinleşen bir dönemin açıldığını söyleyebiliriz. Sınıf mücadelesinin Avrupa boyutunda ise, emBAHAR | 2013 -

5


Bu sayı peryalist kapitalist krizin yoğunlaşması ve birikmiş borçların ağırlığı altında kalan devletlerin çöküşü tehdidi ile işçilere yönelik uygulanan kemer sıkma politikaları söz konusu. Avrupalı işçiler kendilerine karşı uygulanan bu politikalara karşı güçlü grevler ve eylemlilikler örgütledi. Avrupa gençliği, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşanan devrimci yükselişin de etkisiyle, Öfkeliler hareketi benzeri seferberlikler geliştirdi. Ancak Avrupa çapında gelişen bu seferberlikler, örgütlülük, süreklilik ve ulusal eksenli kalma gibi sorunlar yaşamakta. Tıpkı hükümetler tarafından uygulanan politikalar gibi, bu politikalara karşı sürdürülen direnişlerin de enternasyonal olması bir zorunluluk halini aldı. Ancak var olan bürokratik ve sendikal önderlikler, bu direnişleri sürdürmeye niyetli olmadıkları gibi iktidara talip olmak ve mücadeleyi enternasyonal düzeyde örgütlemek gibi bir perspektife de sahip değiller. Sözünü ettiğimiz bu durum, uluslararası ölçekte bir önderlik krizinin varlığına işaret etmekte. Troçki’nin deyişiyle, “İnsanlığın krizi devrimci önderlik krizine indirgenmiştir.” Var olan işbirlikçi ve bürokratik önderliklere karşı alternatif bir önderlik yaratmak politik bir süreç. Bu, enternasyonal düzeyde kapitalizmden kopan bir işçi alternatifi anlamına geliyor. Bugün krizden en fazla etkilenmiş ülkelerde işçiler, Arap halklar, Latin Amerika’da Chavezcilik gibi burjuva-milliyetçi önderliklerden kopmaya başlayan emekçiler, yeni bir alternatif aramaya başlamış durumdalar. Görevimiz bu çabalara katkıda bulunarak yeni bir devrimci işçi enternasyonalini olanaklı kılmaktır; bu bizim için, Dördüncü Enternasyonal’in yeniden inşası anlamına geliyor. Bu inşanın ise salt ideolojik propagandayla değil, sınıf mücadelesine politik müdahaleyle kitle seferberlikleri içinde olanaklı olduğunu düşünüyoruz. Avrupa’da sınıf mücadelesinin şiddetlenmekte, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da ise devrimci dönüşümler sürecinin açılmış olduğu bir dönemde, enternasyonal inşa, zaruri ve vazgeçilmez bir öneme sahip. Tüm bu sözünü ettiğimiz saiklardan hareketle, 2–4 Kasım’da İstanbul’da, Uluslararası Birlik Komitesi (UBK) bileşenleri İşçi Cephesi ve Enternasyonalist Mücadele’nin (LI, İspanya) çağrıcısı olduğu bir buluşma gerçekleştirdik: Uluslararası İstanbul Buluşması. Bu buluşmaya İşçilerin Uluslararası Birliği-Dördüncü Enternasyonal (UIT-CI) yönetimi ve Almanya sempatizan seksiyonu İşçi Demokrasisi İçin Komite (KRD) temsilcileri ile Enternasyonalist Sosyalist Grup (GSI, Fransa) ve Yunanistan Enternasyonalist Komünistler Örgütü (OKDE) temsilcileri katıldılar. Buluşmaya fiziki olarak katılamayan Suriyeli, Filistinli ve Tunuslu devrimci çevreler de mesajlarıyla desteklerini sundular. Bu buluşmanın Enternasyonal’in yeniden inşası yolunda mütevazı ama nitel açıdan ileri ve gerekli bir adım olduğunu düşünüyoruz. Çünkü şu anda tek tek ülkelerdeki grup ve partiler kendi ülke sınırları içinde gelişmekte olan sınıf mücadelesi sorunlarına kendi başlarına yanıt getiremezler. Bu, o örgütlerin politik ve örgütsel güç düzeylerinden bağımsız bir gerçeklik ve Marksizm’in daha ilk doğuş anından itibaren enternasyonalist olmasının altında yatan neden. Tekil ülkelerdeki ulusal dinamikler, sadece yerel değil, ama daha önemlisi bölgesel ve uluslararası koşulların etkisi altında gelişir; dolayısıyla bu dinamiklerin devrimci kavranışı ve çözümü enternasyonalist politik ve örgütsel müdahaleyi gerektirir. Dolayısıyla, Mesafe’nin bu sayısını İstanbul Buluşması’na hasrettik. Bu sayımızda, bu buluşmada yapılan tartışmalar neticesinde vardığımız sonuçların dokümanlarına ve güncel duruma ilişkin yaptığımız analizlere yer veriyoruz. Yusuf Barman, Kasım ayında gerçekleştirilen İstanbul Buluşması metinlerine, metinlerin bıraktığı yerden bir güncelleme katkısı yapıyor. “Avrupa’da Genel Grev, Ortadoğu’da Devrim” başlıklı yazısında 14 Kasım’da çeşitli Avrupa ülkesi sendikalarının düzenledikleri grevlerin yapısını, içeriğini ve sonuçlarını aktarıyor. Öte yandan Mısır ve Tunus’ta Aralık 2012 ve Ocak 2013 aylarında gerçekleştirilen kitle seferber6

Sosyalist Düşünce Dergisi


Bu sayı liklerini inceliyor. Barman bu iki ülkedeki işçi-emekçi mücadelelerinin devrimi yeni bir aşamaya sıçratmakta olduğunu belirtiyor ve bu yeni atılımın çıkış noktalarını araştırıyor. Hakkı Yükselen, “Suriye: İlgisizliğin Halleri” başlıklı yazısında, Arap Devrimleri ve özel olarak da Suriye Devrimi’ne yönelik sol/sosyalist cenahın aldığı tutumların analizini yaparak, gerçek anlamda anti-emperyalist ve bağımsız bir devrimci tutum için, küçükburjuva milliyetçiliği ve her türlü liberalizmden kesin bir kopuşun şart olduğunu vurguluyor. Uluslarası Birlik Komitesi’nin (UBK) hazırladığı “Kuzey Afrika ve Ortadoğu Devrimleri” dokümanı, Arap coğrafyasında patlak veren devrimlerin kökenlerini inceleyerek, sürecin sonuçlarını çeşitli olasılıklar dâhilinde değerlendiriyor. Metin, önderlik krizi diye bahsettiğimiz olguyu ve Dördüncü Enternasyonal’in inşasına duyulan yakıcı ihtiyacı şu sözlerle aktarıyor: “Arap devrimleri, devrimci Marksistler olarak onlarca yıldan beri kendimizi hasrettiğimiz önderlik inşası çabasının ve görevinin ne denli yakıcı olduğunu bir kez daha açığa çıkarmıştır. Kitleler ne denli kahramanca bir tarihi mücadele içine girseler de, kendi örgütlülüklerini yaratamadıkça veya mücadeleler içinde doğan özörgütlenmelere kalıcı, demokratik ve iktidara yürüyen bir özellik kazandıramadıkları sürece, tüm devrimci atılımlarının karşıdevrim tarafından frenlenip ezilmesi tehlikesi bulunmaktadır. Yani, devrimi ve kitle seferberliklerini sürekli kılacak, ekonomiyi emekçilerin istekleri doğrultusunda ve onların denetiminde planlayabilecek, işçi demokrasisine dayalı bir yönetim sisteminin kurulmasını olanaklı kılacak, ülkeyi emperyalizmin tahakkümünden çıkarıp gençliğin ve emekçi yığınların ellerine teslim edecek bir program ve önderlik. İşte bu amaçla Dördüncü Enternasyonal’i yeniden inşası acil bir görev olarak önümüzde duruyor.” UBK’nın Avrupa dokümanı ise, Avrupa ekonomik krizinin nedenlerini ve bir sermaye ittifakı olarak AB’nin gidişatını tartışırken, kriz karşısında uygulanan kemer sıkma politikalarına karşı gelişen toplumsal hareketlerin karakterizasyonunu yapıyor. Avrupa’da aşırı sağın yükselişi ve teknokrat hükümetler bu bağlamda değerlendiriliyor. Uluslararası İstanbul Buluşması’nda kabul edilen “Suriye Devrimi”, “Avrupa’da Kriz ve Gelişen Mücadeleler Üzerine”, “Venezuela: İşçiler Yönetmeli!” deklarasyonları süreçleri politik olarak tahlil etmesinin yanı sıra, bir eylem programı özelliğini taşıyor. Uluslararası İstanbul Buluşması sürecinde yaşanan bir diğer önemli gelişme ise, UBK ve UIT-CI arasında bir koordinasyon komitesinin kurulması ve bu iki uluslararası oluşumun ortak bir enternasyonal örgütlenme altında birleşmesi adına önemli bir adımın daha atılmış olmasıydı. Bu sayımızda, UIT-CI’nin 2012’nin Haziran ayında gerçekleşen 4. Dünya Kongresi’nde kabul edilen Uluslararası Perspektifler dökümanına da yer veriyoruz. Döküman Stalinist imparatorluğun çöküşüyle açılan yeni dünya durumunu; Irak ve Afganistan yenilgileri ve dünya ekonomik krizinin tetiklediği sınıf mücadeleleriyle birlikte gelişen emperyalizmin egemenlik krizini; içinden geçmekte olduğumuz dünya ekonomik krizini; Çin’in emperyalist sistem içindeki konumunu ve Çin’de gelişen sınıf mücadelelerini; Arap devrimini, Avrupa’da gelişen işçi ve gençlik hareketlerini, Castro-Chavizm’in içine girdiği krizi ve Latin Amerika’da gelişen seferberlikleri analiz ediyor ve devrimci önderlik krizinin aşılmasına dönük bir yöneliş hattı ve eylem programıyla tamamlanıyor. Dökümanın bu konulara dönük tartışmaları zenginleştirici bir işlevi olacağına inanıyoruz. Gelecek sayıda görüşmek dileğiyle. 8 Şubat 2013

BAHAR | 2013 -

7


Dosya

Avrupa’da Genel Grev, Ortadoğu’da Devrim

Yusuf Barman

İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya politik dengelerini (kökten değiştirmemekle birlikte) sarsan ve uzunca bir süre belirleyen olgular 1949 Çin ve 1959 Küba devrimleri ile 1973’te Vietnam devriminin zafere ulaşması olmuştu. Dünya devrimi süreci açısından çok önemli olan bu ileri adımlar, ne var ki Sovyetler Birliği’ndeki Stalinist bürokrasinin karşıdevrimci etkisiyle yalıtılmış kazanımlar olarak kalmış, Moskova yönetiminin elinde ABD emperyalizmine karşı kullanılacak “denge kozlarına” dönüşmüştü. (Mao Zedong liderliğindeki Çin bürokrasisinin Sovyet yönetimiyle olan çelişkileri ve ona yönelik artan düşmanlığı, Stalinist imparatorluğun karşılıklı ihanetlere varan iç çatışması olmanın ötesine geçmemişti.) Sovyet Stalinizmi ile ABD emperyalizmi arasında Yalta ve Potsdam’da kurulmuş olan, dünya coğrafyasının etki alanlarına bölünmesine ve her iki bloğun “barış içinde birlikte yaşamasına” dayalı uluslararası dengeyi asıl değiştiren olay 1989’da Berlin duvarının yıkılmasıyla birlikte Sovyet Stalinizminin irili ufaklı tüm uydularıyla birlikte tarihe gömülmesiydi. Böylece –Çin’in de kapitalist dünyaya katılmasıyla birlikte- ABD emperyalizmi dünya egemenliğinde rakiplerinden kurtulmuş oluyordu. Doğu Avrupa devrimleri dünya proletaryasını ve emekçi halklarını Stalinist boyunduruktan kurtarırken, emperyalist egemenliğin tek boyutlu hale dönüşmesi, uluslararası devrim ve karşıdevrim süreçlerini iç içe geçiriyordu. Bu yeni uluslararası statüko neoliberal ideologlar tarafından “tarihin sonu” olarak tanımlanıyordu. Dünya halkları artık küresel pazarın özgür bireyler topluluklarına dönüşmüştü. Politik ve toplumsal ideolojilerin de öneminin kalmadığı bu yeni çağda herkes artık işine gücüne bakmalı, fırsat eşitliklerinden yararlanarak zenginleşmenin yolunu aramalıydı. Tarihin motoru artık yeni pazar ve yatırım arayışları, borsa ve spekülasyon mühendislikleri, para kazanma hırsıydı. Neoliberalizmin kurduğu bu hayal dünyası gerçeklere sadece yirmi yıl dayanabildi. Fukuyama’nın adıyla anı8

Sosyalist Düşünce Dergisi


lan muhafazakar yeni liberal politik ideoloji, belki de tarihin gerçeklere çarpıp dağılan en kısa ömürlü düşünce sistemi oldu. Dünya kapitalizminin 2008’de patlak veren derin yapısal krizi ve emperyalizmin sevgili evlatları olan Kuzey Afrika ve Ortadoğu diktatörlerinin birbiri ardına halk isyanlarıyla yıkılmaya başlaması, tarihin sonunun gelmiş olduğuna değil, tarihin yeni bir evreye doğru yöneldiğine işaret ediyordu. Bu yeni evre 1989 sonrası dünya durumunda nitel bir dönüşüme yol açacak mı? Bunu, her zaman tarihin motorunu oluşturan sınıf mücadeleleri belirleyecek. Bizim bugün yapabileceğimiz, bu mücadeleleri tahlil ederek sınıf seferberliklerine müdahalenin politik ve toplumsal araçlarını inşa etmek olabilir.1 Günümüzde aşırı sağ muhafazakar ideologlardan, sivil toplum savunucusu sözde solcu profesörlere kadar yayılan bir yelpazede konumlanan tüm politologların inkâr etmeye cüret edemedikleri bir gerçek var: işçiler ve emekçiler her yerde mücadele diyorlar. Avrupa’da sendikaların 14 Kasım’da gerçekleştirdikleri genel grev ve Tunus ve Mısır’da devrimin yeni bir evreye sıçramış olması, burjuvazinin toplumsal çalkantıları soğurma ve eritme mekanizmalarının yetersiz kalmakta olduğuna işaret ediyor. Avrupa’da burjuva demokratik kurumların işlerliğinin, devletin üzerinde yükseldiği toplumsal refahın düzeyiyle ilişkili olduğu açığa çıkıyor; refah devleti burjuvazinin ekonomik ve toplumsal saldırıları altında aşındıkça, demokratik kurumlar da kitle inisiyatiflerini kuşatıp içermekte etkisiz kalıyor. Hükümetler, azgelişmiş ülkelerdeki darbeci cuntaları anımsatır tarzda kararnameler çıkarıp tüm toplu sözleşmeleri askıya alırken, parlamentolara sadece faşistler sızmakla kalmıyor, burjuvazinin nefret ettiği “sistem aleyhtarları” da giriyor. Batı basınında “Arap teröristler” olmaktan çıkarılıp burjuva düzeni koruyabilecek yegane güç “İslamcı liberaller” rütbesine yükseltilen Müslüman Kardeşler ve benzerleri, Arap halkların meşru temsilcileri edasıyla kapitalist dünyanın tüm kapılarının kendilerine açılmış olduğunu sandıkları bir anda, kitlelerin nefretiyle ve isyanıyla karşılaşıyorlar. Bütün bunlar dünya ölçeğinde gelişmekte olan sınıf mücadelelerinin önemli kesimlerini oluşturuyor. Bu dinamikler sanki birbirinden kopukmuş gibi işliyor; ama Avrupa ve Ortadoğu’daki gelişmelere Çin’de yaygınlaşan emekçi isyanlarını, Rusya’da güçlenen kitle muhalefetini, Arjantin’de şiddetlenen sınıf direnişlerini, vb. de ekleyerek bakarsak, bu “eşzamanlılığın” temelinde belirleyici bir dinamiğin yattığını görebiliriz: kapitalizm, yapısal krizini aşabilmek için üretici güçleri sistematik bir biçimde tahrip etmeyi sürdürüyor. Bu tahribat önlenemez salınımlar halinde kademe kademe tüm coğrafyalara ulaşıyor. Emekçi kitleler ise burjuvazinin saldırılarına karşı, kendi tarihlerinin sunduğu imkanlar ölçeğinde ama hemen her yerde çıplak ellerle mücadele ediyorlar. Mücadelelerin varlığı elbette umut kaynağı ve temel dinamik; ama kitlelerin henüz yeterli mücadele araçlarıyla donatılmamış olmaları ise, burjuva çevrelerde bu tarihsel çarpışmanın da kazanabileceği beklentisini doğuruyor. 14 Kasım Avrupa genel grevi ve Ortadoğu devriminin yeni bir aşamaya sıçraması, uluslararası düzeyde önümüze zamana karşı yarışacağımız amansız bir çalışma döneminin açıldığına işaret ediyor. 14 Kasım Avrupası Resmi rakamlara göre 26 milyon emekçinin işsiz olduğu Avrupa Birliği’nde, Avrupa Sendikaları Konfederasyonu’nun (ASK) çağırısıyla 14 Kasım’da “Kemer Sıkma Politikalarına Karşı Avrupa Eylem ve Dayanışma Günü” düzenlendi. İspanya, Portekiz, Yunanistan, İtalya ve Belçika’da genel ve kısmi grevler gerçekleştirildi, diğer pek çok ülkede on binlerin katıldığı kitle gösterileri yaşandı. Bir anlamda savaş sonrası Avrupa’sının ilk eşgüdümlü seferberliği oldu. Özellikle, Avrupa emperyalizminin ku1 Avrupa’daki kriz ve sınıf mücadeleleri ile Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki devrimler sürecine ilişkin tahlillerimizi elinizdeki Mesafe sayısında bulabilirsiniz. (Dünya krizinin daha genel bir analizi için bak. Mesafe 2. Sayı, 2009 Güz.) Bu yazımızda 2012 sonlarında Avrupa ile Tunus ve Mısır’da gerçekleşen yeni gelişmelerin altını çizmekle yetineceğiz. BAHAR | 2013 -

9


rumsal bir parçasını oluşturan ASK bürokrasisinin böylesi bir eylem çağırısında bulunma cüretini göstermesi çeşitli çevrelere şaşırtıcı geldi; ama gelişmelere biraz daha yakından bakıldığında, alttan gelen mücadele dalgasının bürokratları önüne katmaya başladığı görülebilir. Girişimin öncüsü esas olarak Portekiz sendika konfederasyonu CGTP-IN (Confederação Geral dos Trabalhadores Portugueses – Intersindical Nacional) idi. Muhafazakar Passos Coelho hükümetinin uyguladığı vahşi kemer sıkma politikalarına ve özelleştirme girişimlerine karşı Portekiz halkı 15 Eylül’de 1974 sonrasının en büyük kitle eylemlerini gerçekleştirmiş, hükümetle birlikte Portekiz Komünist Partisi eğilimli sendika bürokrasisini neredeyse köşeye sıkıştırmıştı. Böylece sendika yönetimi 14 Kasım için genel grev kararı almış, ama bu kararı için ASK’den destek istemişti. Tam o dönemde İspanya’daki sendika konfederasyonları CC.OO (Comisiones Obreras) ve UGT (Unión General de Trabajadores) yönetimleri de işçilerin basıncı altındaydı. Temmuz ayında kuzey eyaletlerindeki grevci madencilerin son derece militan eylemleri ve daha sonra düzenledikleri yürüyüşle 15 Eylül’de Madrid’e girişleri, orada on binlerce Madridlinin dev destek gösterileriyle madencileri karşılaması, ülkenin pek çok başka yerindeki seferberliklerle birlikte sendika yönetimlerini genel grev kararı almaya itmişti. Sonuçta İspanya sendikaları grevin Portekiz genel greviyle aynı güne gelmesine karar vermişler ve her iki ülke sendikacılarının baskısıyla ASK 14 Kasım’ı Eylem Günü olarak ilan etmişti. Dolayısıyla 14 Kasım ASK yönetiminin kendi bağımsız girişimiyle kitleleri seferber ettiği bir gün olmadı; tam tersine ulusal sendika bürokrasilerinin emekçi mücadelelerinin ellerinden kaçmasını önleyebilmek için harcadıkları çabanın sonucu oldu. Esasen ASK’yi Avrupa düzeyinde örgütlü bir sendika liderliği, ya da Avrupa sendikaları enternasyonali olarak görmek yanlış olur; ASK, ulusal bürokrasilerin AB’nin kurumsal yapısı içinde gerçekleştirdikleri bir koordinasyon platformu. Asıl amacı kapitalistlerin Avrupa Birliği projesini ayakta tutmak, krizin patlak vermesinden beri izlediği politika ise kemer sıkma uygulamalarının sendika bürokrasilerinin dayanağını oluşturan işçi aristokrasisini fazlaca hırpalamasını engellemek ve emekçi mücadelelerinin hükümetlerin denetim esnekliğinin ötesine taşmasına izin vermemek. Bu amaçla ASK yönetimi AB içindeki farklı kalkınmacı/yatırımcı ve maliyeci/tasarrufçu burjuva sektörlerin arasında süregiden savaşta birincilerin yanında yer alarak krize bir işçi-emekçi alternatifi geliştirmekten şiddetle kaçınmakta. Konfederasyon 14 Kasım çağrısında “kemer sıkma politikaları(nın) Avrupa’yı ekonomik durgunluğa, esas olarak resesyona, aynı zamanda Avrupa sosyal modelinin parçalanmasına sürüklemekte” tespitinde bulunduktan sonra alternatifini “sürdürülebilir bir büyüme hedefiyle ve Temel Haklar Bildirgesi’nde belirtilen değerlere sadık kalınarak, bütçe kısıntılarının hafifletilmesi ve dengesizliklerin giderilmesi” olarak belirliyordu.2 ASK’nin 14 Kasım’dan beklediği de kalkınmacı burjuva kesimleri desteklemekten pek öteye geçmiyordu. Nitekim Fransa Maliye Bakanı Pierre Moscovici 14 Kasım günü parlamentoda yaptığı konuşmada, “Bu gösterileri bugün Avrupa’da yürürlüğe koymakta olduğumuz büyüme önlemlerinin gerekçesi olarak görüyoruz”, diyordu. Bununla birlikte emekçi kitlelerin 14 Kasım’da verdiği yanıt sendika bürokrasilerinin beklentilerinin ve programatik sınırlamalarının epeyce ötesinde oldu. Portekiz’de hava ve demiryolu taşımacılığı ile Lizbon metrosu tamamen durdu. Temizlik ve sağlık sektörlerinde asgari hizmetler verilmekle yetinildi. Kırk il ve ilçede gösteriler düzenlendi, “Troyka’ya geçit yok”, “Açlık, yoksulluk ve IMF’ye Hayır” sloganları atıldı. Başlangıçta CGTP-IN’nin genel grev çağrısını “sekter” bulan ikinci büyük konfederasyon, sosyalist eğilimli UGT (União Geral de Trabalhadores) son anda katılma kararı alarak üyelerinin denetimini elinden kaçırmamaya çabaladı. Portekiz özelinde 14 Kasım öncesi bir gelişmeye de dikkat çekmek gerekiyor: 7 Kasım’da binlerce polis hükümetin kemer sıkma politikalarına karşı gösteriler düzenlemiş, üç gün sonra 2 Bak.: http://www.etuc.org/a/10439

10

Sosyalist Düşünce Dergisi


da aynı tip eylemlilikler bu kez askerler ve subaylarla birlikte gerçekleştirilmişti. Silahlı güvenlik güçlerinin bu eylemliliklerinin bitiminde okunan bildirgede ise hükümet, Portekiz halk hareketine karşı ordunun kullanılmasına kalkışmaması doğrultusunda sertçe uyarılmıştı. Nitekim 14 Kasım genel grevi ve militan gösterileri sırasında herhangi bir devlet baskısına rastlanmadı. İspanya’da ise polis baskısı son dönemlerde görülmemiş boyutlara ulaştı. Madrid’de on binlerin katıldığı kitle gösterileri güvenlik güçlerinin –gazlı ve plastik top mermili- şiddetli saldırılarıyla karşılaştı, onlarca insan yaralandı, yere yıkılan kadınlı erkekli genç yaşlı emekçiler coplarla dövüldü. Barselona’da bir kadın emekçi plastik top mermisi sonucu bir gözünü kaybetti, onlarca insan hastanelik oldu. Bu arada genel grev burjuva çevreleri şaşırtan bir başarı sağladı. Sendikalar greve katılımın %77 düzeyinde olduğunu ilan ettiler. İmalat sanayi ve taşımacılık sektörleri hemen hemen tamamıyla iş bıraktı, pek çok ticari işletme kepenk indirdi. Grev gözcüleri ve Öfkeliler hareketinin uzantıları olan mahalle konseyleri il ve ilçelerde yerel gösterilerle herkesi greve davet ettiler. Üniversitelerde ve pek çok orta öğretim kurumunda öğrenim durdu. Ülke düzeyindeki kitle gösterilerine on milyona yakın emekçi ve genç katıldı. Seferberlikler sırasında kitleler hükümeti istifaya çağırırken, gösterilerin bitiminde okunan sendikal bildirilerde Rajoy hükümeti politika değişikliğine davet edildi, aksi takdirde politikalarını referanduma sunması istendi. Günün en olumsuz özelliği ise Bask ülkesindeki ulusalcı ELA (Eusko Langileen Alkartasuna) ve LAB (Langile Abertzaleen Batzordeak) sendikalarının, “CC.OO. ve UGT çizgisinde görülmemek amacıyla” greve katılmayı reddetmeleri oldu. Ulusalcı bürokrasilerin bu sekterliğine rağmen Bask’ta pek çok sanayi kuruluşunda işçiler greve katıldı. Basklı ulusalcıların bu tutumuna karşılık CGT, Endülüs’te SAT ve Galiçya’da CIG gibi azınlık sol sendika konfederasyonları, çoğunluk sendikaların uzlaşmacı tutumunu eleştirmelerine rağmen genel greve katıldılar. Yunanistan’da, 14 Kasım’dan bir hafta önce, hükümetin Troyka memorandumunu parlamentoya sunduğu 6 ve 7 Kasım günlerinde sendikalar genel grev gerçekleştirmişlerdi, bu nedenle GSEE (Yunanistan Genel İşçi Konfederasyonu) 14 Kasım için sadece üç saatlik grev çağrısında bulundu. Ayrıca başta Atina ve Selanik olmak üzere pek çok kentte gösteriler düzenlendi, işyeri işgalleri yaşandı. İşçiler Atina Üniversitesi senatosunu işgal ettiler, il ve ilçelerde memurlar belediye meclislerinin salonlarında gösteriler düzenlediler. Göstericiler, eylemin uluslararası niteliğini vurgulamak amacıyla Portekiz, İspanya ve İtalya bayrakları taşıdılar. İtalya’da çoğunluk konfederasyonu CGIL (Confederazione Generale Italiana del Lavoro) başlangıçta mütereddit davranmakla birlikte son anda yarım günlük genel grev kararı aldı; buna karşılık azınlık sol sendika konfederasyonu CO.BAS (Confederazione dei Comitati di Base) greve tam gün olarak katıldı. Telekomünikasyon emekçileri, eğitimciler ve memurlar, CGIL üyesi olmakla birlikte grevlerini 24 saat boyunca sürdürdüler. CGIL’e bağlı FIOM (Federazione Impiegati Operai Metallurgici) metal sendikası da greve aktif olarak katıldı ve örgütlü olduğu pek çok il ve ilçede militan gösteriler düzenledi. 30’u aşkın kentte işçiler ve öğrenciler hükümetin kemer sıkma politikalarına karşı gösteriler düzenlediler. “Teknokratlar hükümetinin” gösteriler karşısındaki tutumu ise özellikle Roma ve Torino’da şiddete başvurmak oldu. Torino’da göstericiler tren istasyonu ile devlet dairelerini, Napoli’de de demiryollarını işgal ettiler, metro işçilerinin desteğiyle karşılaştılar. Avrupa’nın bu “çevre” ülkelerinin dışında grevin en etkili olduğu yer Belçika’ydı. Pek çok işletmede işten çıkarmaların yaygınlaştığı bu ülkede, özellikle Genk’teki Ford fabrikasının kapatılması sendika bürokrasileri üzerindeki taban basıncını artırmıştı. Bu nedenle büyük sendika konfederasyonlarının pek çok bölge ve sektör sendikası eşgüdümlü grev kararları almış, Liege bölgesinde ise genel grev uygulaması yapılacağı duyurulmuştu. Nitekim Liege’de genel greve çıkıldı ve sendika merkezlerinin önünde BAHAR | 2013 -

11


gösteriler düzenlendi. Kitleler daha sonra kesintilerin sorumlusu olan Sosyalist Parti binasının önünde toplanarak protestolarını sürdürdüler, buradan belediye binasına geçerek bildiriler okudular. Grev Louvière’de de başarılı oldu, tren ve otobüs taşımacılığı durdu, protestocular kente giriş yollarını kestiler. Gene Charleroi’da da taşımacılık ve metal sektörleri genel greve tam olarak katıldılar; düzenlenen gösterilerde kente giriş yolları kesildi, binlerce gösterici belediye binasını işgal etti. Fransa’da sendikalar grev kararı almayı reddettiler ama 130 kadar il ve ilçede dayanışma gösterileri düzenlediler. Sendikaların kararına karşın bir dizi fabrikada grevler gerçekleştirildi. Dayanışma gösterilerinin düzenlendiği diğer ülkeler Avusturya, İngiltere, Çek Cumhuriyeti, Polonya, Romanya, Slovenya ve İsviçre oldu. Litvanya’da başkent Vilnius’da taşımacılık sektörü greve çıktı. Bütün bu grevler ve eylemler her şeyden önce Avrupa işçi sınıfının, emekçi kitlelerin ve gençliğin ortak girişimlerde bulunabildiklerini, bunu gerçekleştirebilecek bilince ve isteğe sahip olduklarını ortaya koydu. Bunun görülmüş olması, işçi direnişlerini ve kitle eylemlerini yalıtık ve sektörsel girişimler olarak denetim altında tutmaya çalışan sendika bürokrasileri üzerindeki basıncın artmasını da olanaklı kıldı. Nitekim çeşitli ulusal konfederasyonlar 2013 Martı’nda yeni eylemlerin yapılabileceğini ilan ettiler. Emekçi yığınların ulusal ve yerel düzeyde gerçekleştirilen direnişlerle ve/veya bir-iki günlük grevlerle hükümetlerin ya da bir bütün olarak AB’nin ekonomik ve toplumsal politikalarını değiştirmenin olanaklı olmadığını görmelerine karşın 14 Kasım’a –özellikle krizin en ağır darbeler indirdiği ülkelerde- hevesle sarılmaları, moral bozukluğundan ziyade daha ileri eylem bilincine doğru evrilmekte olduklarına işaret etti. Bu aynı zamanda uzlaşmacıkları tabanda ne denli eleştirilse de sendikaların işçi sınıfı için hâlâ yegane kitle örgütleri olduğunu da gösteriyor; kitleler yeni aygıtlar geliştirilmedikçe ellerindeki araçları yitirmek istemiyorlar. Bu anlamda 14 Kasım grevi ve eylemlilikleri sendika yönetimlerinin henüz seferberlikler oluşturma yeteneklerini koruduklarını ortaya koydu. 14 Kasım aynı zamanda kitlelerin bilincinde ekonomik grev ile politik grevin arasındaki sınır çizgisinin silinmekte olduğunu gösterdi. Avrupa düzeyinde devletler, burjuvazinin şirketleri haline dönüştükçe, hükümetler de şirket yönetim kurulları niteliği kazanmakta, parlamentolar “ulusal iradenin tecelli ettiği” yerler olmaktan çıkıp finans kapitalin ve bir bütün olarak Avrupa burjuvazilerinin lobby’lerine dönüşmekte. Bu çerçevede, işçilerin ve emekçilerin mücadelesi, içinde bulundukları işletmelerin sınırları ötesine taşarak hükümetlere ve parlamentolara yönelmekte. Asgari talepler bu çerçevede politik geçiş talepleri niteliği kazanmakta, direnişler ve eylemler her aşamada biraz daha güçlü politik seferberliklere dönüşmekte. Bu anlamda devrimci sosyalistler için temel sorun ve acil görev, Avrupa proletaryası içinde sendika bürokrasilerini aşabilecek koordinasyonların kurulabilmesi, başta devrimci partiler olmak üzere emekçi kitleler için yeni politik aygıtların inşası ve bunların aracılığıyla hükümetlere ve bir bütün olarak AB’ye karşı süresiz genel greve doğru yol alınabilmesidir. Bu, kapitalistlerin Avrupa’sına karşı işçilerin ve emekçilerin Avrupa’sının sağlanmasının da yolunu açacaktır. Tunus’ta Devrimin Yeni Aşaması Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da devrimlerin patlak vermeye başladığı ilk andan itibaren, bu devrimlerin tarihsel demokratik görevlerle karşı karşıya olduğunu, ama bu görevlerin burjuva liberal önderlikler altında çözülemeyeceğini; çözümün işçi sınıfı ve emekçi yığınların önderliğinde sosyalist uygulamalara geçmekle olanaklı olacağını, bu amaçla da proleter devrimci Marksist partilerin inşasının zorunlu olduğunu söyledik. Kuşkusuz bu tip partilerin verili toplumsal coğrafyalarda inşası kolay değil ve nitekim Arap devrimlerinin bunalımı bu noktada düğümleniyor. Bu krizin en yoğun ve berrak biçimde yaşandığı ülkelerin başında da, devrimlerin kitle seferberliklerinin etkisiyle en 12

Sosyalist Düşünce Dergisi


ileri noktalarına ulaşmış olduğu Tunus ve Mısır geliyor. Tunus’ta geçtiğimiz 23 Ekim’de parlamento seçimlerinin birinci yılı doldu. Başbakan Hammadi Cibali’nin liderliğindeki İslamcı Ennahda’nın (Yeniden Doğuş) çoğunlukta olduğu; devlet başkanı Monsef Marzouki’nin CPR’si (Cumhuriyet İçin Kongre) ile meclis başkanı sosyal demokrat Mustafa Bin Cafer’in Ettakatol partisinin ise diğer çoğunluk gruplarını oluşturduğu Kurucu Meclis, yeni anayasayı hazırlamak ve genel seçimleri düzenlemek için kendine bir yıl süre biçmişti; ama bu tarih dolduğunda ortada ne bir anayasa vardı, ne de bu üç partinin oluşturduğu hükümet koalisyonunun (“Troyka”) yeni seçimleri hazırlama niyeti. Bunun yerine İslamcı neoliberal hükümet, IMF ve Katar hükümetiyle mali anlaşmalar imzalayarak çokuluslu şirketlerin Tunus’taki varlığını garanti altına aldı, işsizliği azaltmaya yönelik hiçbir girişimde bulunmadı, tüm taleplere rağmen adalet mekanizmasında en ufak bir değişiklik yapmaya yeltenmedi, kendi taraftarlarını yönetim merkezlerine yerleştirip idari sistemde yozlaşmanın önünü açtı, kırsal kesimleri yalnızlığa mahkûm etti, devrim şehitleri ve malûllerini hiçe sayıp toplum dışına itmeye girişti, kitlelere yönelik polis baskısını ağırlaştırdı ve bununla da yetinmeyip “Devrimi Savunma Birlikleri” adı altında oluşturduğu yarı faşist İslamcı çeteleri gençlerin, işçilerin ve köylülerin üzerine sürmeye yöneldi. Özetle, İslamcı Ennahda Tunus’taki halk devrimini kendi önderliği altında gasp ederek ülkede yarı Bonapartist bir rejimin inşası için elinden geleni yapmaya koyuldu. Böylece Müslüman neoliberal akım, bir yıl içinde gerçek yüzünü açığa vurmuş oldu; bu arada, “İslamcılığı demokratikleştirme” iddiasındaki devlet başkanı Marzouki ile “sosyal demokrasi” etiketli Ettakatol, Ennahda’nın kuyrukçuları olarak kitlelerin gözünde tüm inandırıcılıklarını yitirerek politik arenadan silinmeye başladılar. Hükümetin bu politikaları karşısında ise kitleler sessiz kalmadılar, seferberliklerini sürdürdüler. Sidi Bu Zeyd’deki grevler, Kasrin halkının valiyi ilden kovmaları, Tala kentinin kendi “bağımsızlığını” ilan etmesi, El Omran intifadası, Gafsa ve kömür havzasındaki işçi-polis çatışmaları, Herba’daki halk isyanı, Gabes’teki halk gösterileri ve valinin koyduğu sokağa çıkma yasağı... Sadece 2012’nin son aylarındaki bu mücadeleler bile, Tunuslu emekçilerin “halk yeni bir devrim istiyor” sloganlarıyla dile getirdikleri taleplerinde ne denli ısrarlı olduklarını ortaya koyuyordu. Bunlara 28 Kasım’da Silyana’daki müthiş mücadele eklendi. O tarihte UGTT (Tunus Genel İşçi Sendikası) bölge temsilciliği ile sol partilerin oluşturduğu Halk Cephesi, bölgedeki işsizliğe ve artan yoksulluğa karşı hükümetin yeni yatırımlarda bulunması ve Nisan ayındaki gösteriler sırasında tutuklananların serbest bırakılması talepleriyle genel grev ve kentte gösteri çağrısında bulunmuşlardı. Hükümetin, Vali ile görüşmek isteyen grevcilere ve kent halkına yanıtı, plastik misket bombalarıyla saldırmak oldu; böylece başlayan çatışmalar günlerce sürdü, çevre kentlerde de dayanışma gösterileri düzenlendi, düzinelerce gösterici yaralandı, ondan fazlası misket etkisiyle en az bir gözünü yitirdi. Saldırıyı kınamak amacıyla bölgede bir günlük grev ilan eden UGTT’nin bu çağırısı stratejik illerde, özellikle Gafsa maden havzasında, sanayi merkezi Sfax’ta, devrimin başlangıç ili Sidi Bu Zeyd’de, devrim sırasında en fazla sayıda şehit vermiş il olan Kaserin’de büyük destek gördü, greve katılım neredeyse yüzde 100 oranında gerçekleşti. Sonuçta hükümet, UGTT ile görüşmek zorunda kalarak Vali’yi görevden aldı, yaralıların tedavi masraflarını üstlendi ve bölgede yatırımlar gerçekleştirmek doğrultusunda idari adımlar atmayı kabul etti. Bu, kuşkusuz kitle mücadelesinin bir zaferiydi. Kitlelerin bu mücadelesi sürerken merkezdeki politik arenada kutuplaşma İslamcı neoliberal Ennahda ile Batıcı liberal Nida Tunus kampları arasında gerçekleşmekte. Burgibacı, Bin Alici ve “İslami teokrasi” korkusu yaşayan tüm diğer partileri kendi çevresinde toplayan Nida Tunus, sadece kitlelerin yeni hükümete karşı olan muhalefetini kendi çevresinde birleştirmeye çalışmakla kalmıyor, eski rejimin elit kesimlerinin de yeni “umudu” olarak gelişmenin yollarını arıyor. Burgiba ve Bin Ali hükümetlerinde merkezi görevlerde bulunan, daha sonra Bin Ali’nin ülkeden kaçışının hemen ardından Şubat 2011’den Aralık 2011’e kadar başbakanlık yapan Nida Tunus lideri Kaid el BAHAR | 2013 -

13


Sibsi, ordunun bir darbeyle “düzen ve barışı” tekrar kurmasını bekleyen “modernist” kesimlerin de sözcüsü durumunda. Başkent Tunus’ta bu iki kutup arasında gerginleşen ilişkiler, işçi emekçi yığınlar açısından “kırk katır ya da kırk satır” seçeneklerinin ötesinde bir çözüm önermiyor. Emek kampında esas olarak iki örgütlenme sesini duyurabilmekte: UGTT ve Halk Cephesi. Yarım milyonu aşkın üyesi olan UGTT, devrimin başlarında ikircikli bir tutum takınmakla birlikte, özellikle yerel temsilciliklerinin halk isyanına katılmasıyla birlikte devrimin başarıya ulaşmasında önemli bir işlev görmüştü. Bugün de işçi kitle örgütü olarak ülkede ağırlığı ve önemi tartışılmaz bir niteliğe sahip. Bu özelliği nedeniyle de, Ennahda’nın sadece politik olarak saldırmakla kalmayıp, çetelerini de üzerine sürdüğü bir düşmanı haline dönüşmüş durumda. Nitekim Aralık ayı başında UGTT genel merkezinde düzenlenen bir toplantıya Ennahdacı “Birlik” çeteleri saldırmış, bazıları ağır olmak üzere onlarca sendika lideri ve militanının yaralanmasına neden olmuşlardı. Bu saldırı esas olarak bütün bir yıl boyunca İslamcı akımın emek hareketi ve UGTT temsilciliklerine yönelik saldırılarının sadece bir tanesi, belki de sendikanın genel merkezine yönelik olması nedeniyle de en önemlisiydi. Ne var ki, süren seferberlikler ve nihayet genel grev çağrısı, sadece hükümeti ürkütmekle kalmadı, UGTT yönetiminin de mücadelelerin kendi denetiminden çıkması olasılığı karşısında korkuya kapılmasına neden oldu. Böylece sendika yönetimi son anda grev çağrısını geri çekti, talebini hükümetten “Devrimi Savunma Birlikleri”ni dağıtmasını istemekle sınırlarken, İslamcı hareket bu talebin “devrimi gerçekleştiren halkın dağıtılması” anlamına geleceği demagojisine sarıldı. Sonuçta her iki taraf da “ulusal diyalog” çağırılarıyla yetinmek zorunda kaldı. UGTT yönetiminin, özellikle de merkezci bürokrasinin uzlaşmacı ve reformist niteliği, kuşkusuz kitlelerin her ileri atılımının yeni rejimin sınırları içinde kalmasına neden oluyor. Şu anda UGTT içinde iki ana akım bulunmakta. Bunlardan biri, Habib Aşur çevresinde toplanmış olan reformist kanat. Aşur, Burgiba döneminde onun sendika üzerindeki politik egemenlik kurma ve sendika hareketini yönlendirme girişimlerine karşı çıkmış deneyimli bir sendika bürokratı. Sendikanın sol kanadını oluşturan Halk Cephesi bileşenleri ise, daha radikal bir söyleme, çalışma yaşamında daha mücadeleci bir tutuma sahip. Genel grev çağrısının geri çekilmesi, bu iki akım arasındaki ilişkilerin daha da gerginleşmesine ve sendika içindeki kutuplaşmanın şiddetlenmesine yol açmış durumda. Grevin iptalinin esas sorumlusu ise, sendika başkanı Hüseyin Abbasi. Abbasi kendisini politik açıdan bağımsız olarak tanımlamakla birlikte Aşurcu kanatla sürekli bir işbirliği içinde. UGTT’nin içinde yer alan diğer ideolojik akımlar ise, kendisini bağımsız olarak tanımlayan, ama Sol bir söylemle kendisini iki ana kutup arasında konumlandıran Demokratik Yurtseverler Hareketi; sosyal demokrat eğilimli Halk hareketi; gene sosyal demokrat söylemli Modernist Demokratik Blok. Bunların dışında Nida Tunus, Çebbi’nin Demokratik Halk Partisi ve Almassar (Ettahid –eski Komünist Partisi– ve Tunus Emek Partisi koalisyonu) akımı da sendika içinde temsil gücüne sahip oluşumlar. 2012’nin Ağustos ayında kuruluşunu ilan eden Halk Cephesi, bu sürecini 12 Ekim’de tanmamlayarak organlarını oluşturdu. On iki sosyalist ve Arap milliyetçisi partinin oluşturduğu cephenin en önemli oluşumu, gene geçtiğimiz yıl içinde kendini İşçi Partisi’ne (PT) dönüştürmüş olan Hamma Hammami liderliğindeki PCOT (Tunus Komünist İşçi Partisi). PT gibi kendisini Marksist kökenli olarak tanımlayan diğer gruplar, Yurtsever ve Demokratik Emek Partisi (Muhammed Cumhur), Demokratik Yurtseverler Hareketi (Şükrü Belayid), Demokratik Yurtseverler (Cemal Lahzar) ve İlerici Mücadele Partisi (Muhammed Lasued). Troçkist eğilimli Sol İşçi Birliği ve sol sosyal demokrat çizgideki Özgürlük ve İlerleme İçin Halk Partisi de cephenin üyeleri arasında. Arap milliyetçisi partiler ise, Arap birliğini savunan Birlikçi Halk Cephesi, ulusalcı ve Nasırcı Halk Hareketi ile Baasçı Arap milliyetçileri Baas Hareketi ve Demokratik Arap Öncü Partisi. Cephe kendisini, “anti-emperyalist ve anti-kapitalist olmanın yanı 14

Sosyalist Düşünce Dergisi


sıra, (Ennahda ile Nida Tunus’un karşısında) üçüncü bir kutup olarak “iktidara talip güvenilir bir alternatif” olarak tanımlıyor. Programı, kadın-erkek eşitliğinin sağlanması; işsizliğe ve hayat pahalılığına karşı önlemlerin alınması; ücretlerin artırılması; işsizlik ödentisi; eski rejimin unsurlarından devir alınan alanların ekonomik yaşama katılması; bu uygulamaların finansmanı için alınan dış borçların ödenmemesi; sosyal hareketler üzerindeki polis baskılarının durdurulması; politik tutukluların salıverilmesi; gösteri ve grev haklarına saygı gösterilmesi gibi talepler ekseni üzerinde kurulu. Cephe ayrıca, hükümetin geçici olması niteliği açısından, ABD ve AB ile gerçekleştirdiği ikili anlaşmaların ve Bin Ali ailesinden devir alınan şirketlerin özel kişilere satışının meşruiyetini sorguluyor. Kuşkusuz Halk Cephesi, gerek kitle seferberlikleri içindeki varlığı, gerekse kamuoyu yoklamalarında %16 oranında bir destek görmesi bakımından, Tunus’ta yeni bir politik kutup oluşturmakta. Cephe bileşenlerinin, Tunus emek hareketi içinde son derece önemli bir yere sahip olan UGTT bünyesindeki etkisi de hesaba katıldığında, Cephe’nin önümüzdeki dönemde Tunus’taki sınıf mücadelesinde ciddi bir öneme sahip olacağını görmek olanaklı. Bununla birlikte, mücadelenin her kritik aşamasında, bir yandan PT’nin sol merkezci sınırlılıklarının, diğèr yandan cephe içindeki milliyetçi küçük burjuva partilerin varlığının bağımsız emekçi sınıf politikaları uygulayabilmesini engelleyeceği çok açık. Örneğin, Halk Cephesi, kitlelerin yeni bir devrim sloganlarıyla seferber olduğu bir süreçte, işçi-emekçi önderliğinde devrimin sosyalist hedeflere doğru yöneltilmesi yerine, UGTT’nin başta Ennahda ve Nida Tunus olmak üzere tüm politik akımlara önerdiği “ulusal diyalog” çağrısına taraf olarak katılabilmekte. Oysa devrimin bugüne kadar gerçekleştirilemeyen temel talepleri (iş alanlarının açılması, bölgelerin ekonomik ve toplumsal açılardan geliştirilmesi, yeni bir demokratik anayasa, vb.), ekonominin işçi denetiminde millileştirilmesi, dış borç ödemelerinin durdurulması, merkezi planlama, IMF ve Dünya Bankası’nın yanı sıra ABD ve AB ile gerçekleştirilen ekonomik ve politik anlaşmaların iptali, emekçi demokrasisine dayalı yeni idari kurumların inşası, gibi uygulamalar gerektirmekte. Bu açıdan, Tunus’ta devrimin sürekliliğini sağlayacak bir devrimci işçi ve emekçi partisinin inşası hâlâ en önemli gündem maddesi konumunda. Mısır: Süren Devrim Bonapartist diktatörlüklerle yönetilen yarı sömürge ülkelerde demokratik devrimin görevlerinin çözümünün, bu arada demokrasinin inşasının, ayakta tutulmak istenen burjuva devletin çerçevesi içinde gerçekleştirilmek istenmesi durumunda, bu dönüşümün gelip dayanacağı sınırın yarı Bonapartist rejimler olabileceği gerçeğinin bir kez daha yaşanmakta olduğu ülkelerden biri de Mısır. Üstelik Mısır’da Mübarek rejimi kitle seferberlikleri sonucunda bir politik devrim aracılığıyla yıkılmıştı. Ne var ki, ülkedeki öznel politik koşullar, daha doğrudan bir deyişle, işçi emekçi yığınları kendi kitle örgütlenmeleri aracılığıyla iktidara taşıyacak sağlam ve güvenilir bir devrimci önderliğin bulunmayışı, devrimin daha ileri hamleler yapabilmesini olanaksız kıldı ve iktidarı neoliberal burjuva İslami önderliğin ele geçirmesini önleyemedi. Şimdi bu burjuvazi, eski rejimin temel direği olan Ordu ile bir yandan çekişip öte yandan anlaşmalar yaparak, seferberlikleri sönümlendirecek, kapitalist ekonomi sistemini liberalleştirip dünya pazarlarına sağlamca yerleştirecek ve toplumsal/siyasi “barış düzenini” sağlama alacak kurumlar ve idari yöntemler geliştirme çabasında. Bu çabalar, devrimi gerçekleştirmiş olan kitlelerin “iş, ekmek, özgürlük” taleplerini karşılayamadığı sürece de doğan yapı, eski rejimin halk denetiminden uzak bazı kurumları ile burjuva parlamenter işleyişin karışımından oluşan yarı Bonapartist bir yönetim biçimini alıyor. Üstelik, elinde kitle bilincini çarpıtmaya son derece elverişli güçlü bir karşıdevrimci ideolojik silahı olan İslami burjuvazinin denetimi altında gelişen yeni bir rejim bu. Ocak 2011 devriminden iki, Müslüman Kardeşler’in Mısır örgütü Özgürlük ve AdaBAHAR | 2013 -

15


let Partisi başkanı Muhammed Mursi’nin Cumhurbaşkanı seçilmesiden altı ay sonra, İslamcı iktidar tüm devlet yetkilerini elinde toplama amacında, devrimci süreç ise sona ermekten henüz epeyce uzak olduğunu ortaya koydu. İsrail’in son Filistin saldırısı sırasıda oynadığı “arabulucu” rolle sadece uluslararası arenada değil, ama aynı zamanda her seferinde Filistin halkının yanında olduğunu belli eden Mısırlı kitlelerin nezdinde de prestij kazandığını düşünen Mursi, bu momentten yararlanarak 22 Kasım’da ilan ettiği Anayasal Kararname ile Cumhurbaşkanlığını yasama, yürütme ve yargı yetkileriyle donattı. Bu girişimine devlet kurumları içindeki eski rejim unsurlarıyla mücadele görünümü vermek, yargılanan karşıdevrimci çete unsurları ve polisler hakkında mahkemelerin verdiği kararlardan son derece hoşnutsuz kitlelerin gönlünü kazanabilmek için de, istifa etmeyi reddeden Mübarek döneminde kalma Başsavcı Abdul Mecid’i görevinden uzaklaştırdı. Ama kitlelerin Anayasal Kararnameye tepkisi sert oldu ve 27 Aralık günü yüz bini aşkın kişi Tahrir meydanında toplanarak kararnameyi protestoya koyuldu; İskenderiye, Asut, Tanta, Mahalla, Mansura, Luksor, Süveyş ve Port Sait kentlerinde binlerce kişi sokaklara döküldü. Tahrir’i işgal eden kitleler 29 Aralık günü için “1 milyonluk gösteri” düzenlemeye karar verince Mursi Anayasa taslağını on beş saatlik bir oturum sonucunda hızla Kurucu Meclis’ten geçirdi ve 15 Aralık’ta referandum düzenleneceğini duyurdu. Ertesi gün Tahrir meydanı ve diğer kentlerin sokakları on binlerce göstericiyle doldu. Bu arada Müslüman Kardeşler taraftarları ve Selefiler de kendi yandaşlarını seferber etmeye başladılar ve 1 Aralık günü Kahire’nin Tahrir’den uzak bir bölgesinde Mursi için dev bir destek gösterisi düzenlediler. Muhalif kitlelerin tepkisi giderek artıyordu; 4 Aralık’ta başkanlık sarayını çevreleyen göstericiler Mursi’yi sarayın arka kapısından kaçmak zorunda bıraktılar; aynı gün pek çok kentte Özgürlük ve Adalet Partisi bürolarına saldırılar düzenlendi. Ertesi gün ise İslamcılar, bu kez kendi tabanlarını harekete geçirdiler ve iki taraf arasında taşlı, molotof kokteylli sert çatışmalar yaşandı, yedi kişi yaşamını yitirdi, yüzlerce kişi hastanelik oldu. Ordunun aktif bir tutum almadığı gösteriler sırasında güvenlik güçleri iki yüzü aşkın kişiyi gözaltına aldı. Muhalif kitlelerin tüm gösteriler boyunca attıkları en önemli sloganlar, “Ekmek, sosyal adalet ve özgürlük”, “Halk bu rejimi istemiyor” ve “Yeni bir devrim istiyoruz” idi. İslamcı neoliberal burjuvazinin inşa etmek istediği rejimin niteliği kendini yeni anayasanın içeriğinde açığa vurmakta. Kurucu Meclis’in Yüzler Komisyonu denen İslamcı kesim ağırlıklı organında (İslamcı olmayan partiler, Kıpti ve Hıristiyan topluluk temsilcileri, İslamcıların dayatmaları nedeniyle komisyonu boykot etmişlerdi) kapalı kapılar ardında hazırlanan taslak, sadece İslami ögelerle donatılmakla kalmayıp, işçi ve emekçi sınıfları, kadınları, dini ve ulusal azınlıkları demokratik ve sosyal haklardan yoksun bırakmakta. Üstelik yeni anayasa, İslamcı neoliberal burjuvazinin eski rejimin temel organı olan orduyla yaptığı bir “barış anlaşması” niteliği taşıyor. Metinde çok kısmi bazı değişikliklerin dışında, ordunun sahip olduğu özel statü aynen korunmakta. Silahlı Kuvvetlerin bütçesi (yaklaşık 5 milyar dolar) ve ekonomik faaliyetleri (ulusal gelirin yaklaşık dörtte biri) parlamentonun herhangi bir denetimine tabi değil. Devlet başkanının başkanlığında kurulan Ulusal Savunma Konseyi, bazı önemli bakanların yanı sıra istihbarat servisi başkanı, genel kurmay başkanı ve kuvvet komutanlarından oluşuyor; Konseyin görevi “ülkenin güvenliğini ve silahlı kuvvetlerin bütçesini” korumak olarak tarif ediliyor. Parlamento denetiminde olmayan Konsey, silahlı kuvvetlerle ilgili tüm öemli kararları vermeye yetkili. Anayasaya göre, genel kurmay başkanı aynı zamanda savunma bakanı. Yeni anayasaya göre iki kamaralı olarak kurulan parlamentonun üst kamarasını oluşturan Şura (Danışma) Konseyi, önemli bir iktidar odağı haline gelmekte. 264 üyeli konseyin 176 üyesi halk oylamasıyla seçilirken 88 üyesi doğrudan devlet başkanı tarafından atanıyor. Kurucu Meclisin lağvından sonra tek yasama organı haline dönüşen Şura’nın bileşimine Anayasa Mahkemesi nezdinde itiraz hakkı bulunmuyor. Kamu fonlarının ve diğer devlet organlarının, bu arada bizzat Şura’nın kendisinin denetimini 16

Sosyalist Düşünce Dergisi


üstlenen kurulların devlet başkanınca atanacak yöneticileri Şura tarafından onaylanmak durumunda. Dolayısıyla Şura Konseyi, kendisini de denetleyecek tüm devlet birimlerinin denetimini Anayasa Mahkemesi’nden alıp kendisine vermiş oluyor. Bu arada yeni anayasaya göre sivillerin askeri mahkemelerde askeri ceza yasaları uyarınca yargılanmaya devam etmesi onaylanıyor; rasgele tutuklamalara ve işkenceye karşı bazı önlemler getirilmekle birlikte, işkencecilerin cezalandırılması öngörülmüyor. Basının “bağımsız halk gücü” olarak tanınması reddedilerek, basın organlarının “ulusal güvenlik gereklilikleri” uyarınca yasaklanmasının önü açılıyor, habere ulaşma hakkı “ulusal güvenlik” kriteriyle sınırlandırılıyor. Anayasada “tüm yurttaşlar yasalar önünde eşittir” ifadesi yer almakla birlikte, buna eklenmek istenen “cinsiyete dayalı herhangi bir ayrım olmaksızın” ibaresi İslamcılar tarafından reddedilmiş durumda. Kadınlara sadece 10. maddede “anne” bağlamında değinilmekte. 2. maddede de “İslam hukukunun temel ilkeleri yasamanın temelini oluşturur” denilerek İslamiyet devletin resmi dini olarak belirlenmekte, Şeriatın da “Sünni doktrinin temel kurallarını ve hukukunu oluşturduğu” ifade edilmekte. Bu tip son derece esnek ifadeler tabii İslamcıların kendi dini doktrinleriyle ceza yasasına müdahale edebilme olasılığını ve tehlikesini yaratmakta. 15 ve 22 Aralık’ta düzenlenen oylamalar sonucunda Anayasa taslağı %64 oy oranıyla kabul edildi. Taslak karşısında muhalefet ikiye bölünmüştü; bir kesim boykot çağrısında bulunurken diğeri Red oyu kullanılmasını öneriyordu. Her ne olursa olsun, kabul oy oranı İslamcıların sevinmesine pek yeterli olmadı zira kayıtlı seçmenleri üçte ikisi oy kullanmadı; Assuan’da bu oran %86’ya varıyordu. Dolayısıyla yeni Anayasa halkın yaklaşık %22’sinin oylarıyla kabul edilmiş oluyordu. Gerçekte, iktidardaki İslamcı burjuvazinin kitleler karşısında giderek daha saldırgan bir tutum almaya başlaması –gerici Anayasa ilanının yanı sıra, hem çeteleri aracılığıyla örgütlediği 5 Aralık saldırısı, hem de 27 Ocak’ta üç kentte sıkıyönetim ilan etmesi bu tutumunun en belirgin örnekleri oldu- onun iki yıl önceki demokratik devrim ile olan ilişkisinin bir yansıması. İslamcı hareket Ocak 2011 devrimine başlangıçta katılmamış, bir süre sonra Mübarek rejiminin “uzlaşma” girişimlerine ortak olmuş ve ama kitleler buna izin vermeyip seferberliklerini sürdürünce de devrimin yanında görünmeye başlamıştı. Böylece, ülkedeki en örgütlü “muhalefet” akımı olarak da seçimler aracılığıyla iktidara yükselmiş, bir anlamda iktidarı gasp etmişti. Müslüman Kardeşler örgütünün ve onun kurduğu Özgürlük ve Adalet Partisi’nin emperyalist merkezlere gönderdiği uzlaşmacı mesajlar, ardından IMF ile düzenlediği anlaşmalar, İsrail ile yapılmış olan anlaşmaların korunacağına ilişkin verdiği vaatler, vb., bu akımın Batı basınında burjuva demokrasisinin kurallarına sadık bir “ılımlı İslam” biçiminde sunulmasına yol açmıştı. Kuşkusuz Müslüman Kardeşler, çok daha köktenci ve faşizan nitelikli El Kaide ya da Taliban tipi örgütlerden daha farklı; ne var ki, ideolojisinin ve programının gerici karakteri ve yarı sömürge bir ülkede demokrasinin esneyebileceği azami sınırlar, kısa sürede onun gerçekte devrimin hedeflerini hayata geçirmek üzere değil, ele geçirdiği bu tarihsel fırsattan yararlanarak neoliberal burjuvaziyi asker-sivil bürokrasi karşısında iktidara yükseltmek olduğunu açığa vurdu. Mısır Müslüman Kardeşler akımının gerçek önderliği aslında Mursi hükümeti ve/ veya parlamento grubu değil, hareketin en gerici gizli çekirdeğini oluşturan ve örgütün üzerinde “çelikten disiplin” uygulayan Cemaat akımı. Sahnedeki politikacılar ise, Cemaat’in öne sürdüğü sadık temsilciler. Seyyid Kutub taraftarları ve Selefiyyecilerden oluşan Camaat 2008’de akım içinde kendine yeterince bağlı görmediği kişilere yönelik bir “temizlik” yapmış, 2010’da da Muhammed Badiye’yi Baş Rehberliğe getirmişti. Ne var ki bu “operasyonlar” akım içinde bölünmeler yaratmış, Muhammed Habib, Abdulmunem Abulfutuh gibi güçlü isimlerin hareketten koparak Güçlü Mısır Partisi’ni kurmalarına neden olmuştu. Müslüman Kardeşler’in kitle desteğini yitirme eğilimi böylece başlamış, 11 Şubat 2011’de Mübarek’in iktidardan düşürülmesinden BAHAR | 2013 -

17


sonra da bu eğilime güç veren yeni bir dönüm noktası yaşanmıştı. O tarihe kadar iktidarı ele alan Ordu, devrimci dalgayı durdurabilmek ve diktatoryal tek parti rejimini ayakta tutabilmek için Kardeşler’in desteğini aramıştı. Bunun üzerine Cemaat, rejimin “derin devlet” kesimiyle iletişime geçmiş ve uzlaşma girişimlerinde bulunmuş, ama bu politikası nedeniyle de tabanındaki gençlik kesimlerinde büyük kopmalara ve akımdan uzaklaşmalara neden olmuştu. Bununla birlikte, kitlelerin baskısı ve rejimin eskisi gibi devam edemeyeceğinin ortaya çıkması sonuçta Cemaat’i devrimci dalganın üzerine yerleştirip iktidarı gasp etme politikasına itmişti. Ama tabanındaki aşınma eğilimi kendini seçimlerde göstermiş, hareket parlamento seçimleri (28 Kasım 2011 – 11 Ocak 2011) ile cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turu (23-24 Mayıs 2012) arasında geçen birkaç ay içinde seçmenlerinin yaklaşık yarısının (7 milyon seçmen) desteğini yitirmişti. Bu eğilimi, kendisi de fark eden Özgürlük ve Adalet Partisi, hareketin 84 yıllık yaşamı boyunca ilk kez elde ettiği iktidar şansını yitirmemek için şimdi rejimin “derin” kurumları ve gerici çeteleri aracılığıyla kitlelere saldırmakta. Mursi ve onun çevresi iktidara geldikleri ilk günden başlayarak, Mübarek rejiminin “derin devlet” kesimiyle anlaşmanın, işbirliğine girmenin yollarını aramaya koyuldu. Kardeşler hareketi, bu kesimlerle “barış anlaşması” yapmadığı sürece, programını ve daha sonraki seçimlerde kendisine üstünlük sağlayacak projelerini uygulama olanağının sınırlı olacağının farkındaydı. Tam da bu nedenle Mursi’nin kurduğu daha ilk hükümet bile, Cemaat’e sadık kişilikler ile geleneksel bürokrasinin kadim isimlerinden oluşan yapısıyla, Müslüman Kardeşler ile derin devletinin ortaklığını yansıtıyordu. Bir anlamda başbakan Hişam Kandil, eski rejimin sulama bakanlığında kıdemli bir teknokrat olmanın yanı sıra Müslüman Kardeşler’in Rehberlik Bürosu üyeleriyle olan sıkı dostluğuyla, bu ortaklığı kişiliğinde simgelemiş oluyordu. Askeri ve sivil güvenlik kuruluşlarının geleneksel personeli de Mursi yönetimi altında sürekliliğini korumakla kalmadı, eski rejimin tüm baskıcı, işkenceci ve anti-demokratik kurumları karanlık otonom yapılarını korumayı sürdürdü. Mursi, polis ve askeri kurumların “iş yaşamına” dokunmaktan dikkatle kaçındı, bunları parlamentonun denetiminden uzak tuttu. Özellikle Silahlı Kuvvetlerin, hükümet ya da parlamentonun değil, asker ağırlıklı Ulusal Savunma Konseyi’nin denetiminde kalmasını olanaklı kıldı. Özetle, Müslüman Kardeşler hareketi, “ılımlı İslam” etiketiyle yarı Bonapartist bir rejimin inşasına girişmiş oldu. İşte kitleler şimdi yeni bir devrim talebiyle böyle bir hükümete ve onun inşa etmeye çalıştığı yeni rejime karşı mücadele ediyorlar. Ne var ki, Müslüman Kardeşler karşıtı liberal burjuva kesimler ile eski rejim artıklarının Batı basınında ağırlıklı yankı bulan muhalefeti nedeniyle, mücadele dinciler ile laikler arasındaki bir kutuplaşma görünümü kazanmakta. “Laik muhalefet” son dönemde Ulusal Selamet Cephesi altında toplanmış durumda. Demokratik bir söylemle mücadelelere önderlik etme gayretindeki Cephenin önde gelen simaları, Birleşmiş Milletler’in eski Irak gözlemcisi Muhammed el Baradey; Özgür Mısır Partisi’nin kurucusu, milyarder işadamı Necib Saviris; Mübarek’in eski bürokratlarından ve Arap Birliği’nin eski başkanı Emir Musa; Nasırcı ve burjuva milliyetçi Asalet Partisi’nin kurucusu Hamdin Sabahi. Cepheye bazı başka laik liberal simalar, burjuva ve küçük burjuva partilerin yanı sıra, bir kısım solcu parti ve bu arada 6 Nisan gençlik hareketi de katılmış durumda. Selamet Cephesi, devrimci seferberliklerin demokratik taleplerinden yararlanarak, Mursi’nin diktatoryal kararnamelerinin geri çekilmesi, referandumun ertelenmesi ve yeni bir Kurucu Meclis’in oluşturulması taleplerini ileri sürmüştü. Şimdilerde ise, Müslüman Kardeşleri bir ulusal uzlaşma hükümetinin kurulması yolunda ikna etmeye çalışıyor ve buna karşılık hükümet ile muhalefet arasında, grevlerin ertelenmesini de içerecek bir yıllık bir “ateşkes” öneriyor. Kitlelerin devrimci seferberliklerini bekleyen tehlike de tam bu noktada, Cephenin mücadelelere önderlik etme konumunda yatıyor. Öte yandan, burjuva partilerin ve kişiliklerin denetim girişiminden kopup bağımsız sınıf temelli bir işçi-emekçi önder18

Sosyalist Düşünce Dergisi


liğinin inşası için tüm koşullar bulunmakta. 2012 yılı içinde kitleler çoğu grevler ve işgaller biçiminde olmak üzere 3.400’ün üzerinde ekonomik ve sosyal istemli eylemlilik gerçekleştirmiş durumdalar; ve bunların üçte ikisinden çoğu, Mursi’nin başkanlık koltuğuna oturduğu 30 Haziran sonrasına ait. Özellikle Kafr el Şeyh kentindeki halk hareketi, Şarkiye’deki Rostex boya fabrikası işçilerinin ücret direnişi, Giza’daki köylülerin bölge fabrikaları atıklarının çevre üzerinde açtığı kirliliğin sorumlusu patronlara karşı verdikleri savaşımlar, Minya’da eğitim görevlilerinin geçici sözleşmelere karşı seferberlikleri, İsmailiye hastaneleri personelinin gene geçici sözleşmelere karşı direnişleri ve ücret talepleri, sürece damgasını vuran eylemlilikler oldu. Bütün bu seferberlikler yaşanırken Mursi hükümeti çabalarını yasal ve yasa dışı yollarla (sendikacılara yönelik faşizan saldırılarla) sendika hareketini zayıflatma üzerinde yoğunlaştırdı. Yüzlerce işçi sendikal faaliyet nedeniyle işten atıldı, 2011 Ekiminde İskenderiye limanında greve çıkmış olan 600 işçi üç yıl hapis cezasına çarptırıldı. Mursi, Kasım 2012 kararnamesinin hemen ardından da Mısır Sendikalar Federasyonu’nun (ETUF) ve bağlı sendikalar yönetim kurullarının 60 yaş üzerindeki tüm üyelerinin görevden alınıp, onların yerine bir önceki federasyon kongresinde en çok oy almış olan ikinci adayların geçirilmesine yönelik 97 sayılı bir kararname çıkardı. Aynı zamanda, İçişleri Bakanlığı’nı boş üyeliklere atama yapma yetkisi tanındı. En son sendika seçimleri 2006’da yapılmış ve o dönemde rejimin gösterdiği adaylara hemen hiçbir alternatif aday gösterilmemişti; böylece hükümet kararname sayesinde sendikaların yönetimine 150’nin üzerinde İslamcı taraftarını yerleştirme olanağı yaratmış oldu. Bununla birlikte ETUF dört milyonun üzerindeki üyesiyle (çoğunlukla kamu sektöründe) hâlâ güçlü bir örgütlenme ve oldukça militan bir tabana sahip. Özellikle Mahalla’daki tekstil işçileri ile Helvan demir çelik işletmeleri işçileri son derece aktif bir geleneğin temsilcileri. ETUF’tan son dönemde bazı kopmalar olmakla birlikte, emeklilik hakkı ile bazı diğer sosyal haklar bu federasyonun üyesi olmayı gerektirdiğinden henüz bağımsız sendikalara doğru bir akış görülmüyor. Buna karşılık bin civarında ve toplam 2,5 milyon işçiyi kapsayan yeni bağımsız sendika kurulmuş durumda. Örneğin Kahire’de taşımacılık ve liman işçilerinin önemlice bölümü ile hekimler ve öğretmenler bu tip sendikalara üye. Ancak bu sendikalar henüz bir araya gelebilmiş değil ve çoğu, Mısır Bağımsız Sendikalar Federasyonu ile Mısır Demokratik Emek Kongresi arasında bölünmüş halde. Bu açıda sınıfın mücadele birliğinin sağlanması, Mısır’daki devrimci seferberliklerin başta gelen ihtiyaçlarından ve görevlerinden biri. Bu son satırların yazıldığı günlerde Mısırlı emekçiler ve gençler, başta Kahire, Port Said, Süveyş ve İsmailiye gibi önemli kentler olmak üzere ülkenin hemen her yerinde Mursi rejimine karşı yepyeni bir mücadele dalgası başlatmış ve son iki hafta içinde 54 şehit vermiş durumdalar. Mısır devrimi böylece yepyeni bir aşamaya ulaşmış bulunuyor. İslamcı iktidarın, ılımlı İslam söylemlerinin, burjuva, neoliberal ve baskıcı niteliği altı ay gibi kısa bir dönemde açığa çıkmış oldu. Işçi ve emekçi kitlelerin bu deneyimlerinin ötesine geçerek devrimin özgün taleplerini gerçekleştirecek yeni bir hükümetin inşasına doğru yürüyüşleri sürüyor. Bu yürüyüşün önündeki en büyük tehlike ve engel ise, hükümetin Savunma Bakanı ve Genel Kurmay Başkanı General Abdul Fettah el Sissi’nin askeri darbe kokan “düzen ve barış” istekli tehditleri ile Ulusal Selamet Cephesi altında toplanan burjuva muhalefetin seferberlikleri kendi gerici kanalına akıtma girişimleri. Tüm devrimci uluslararası çabaların, Mısır’da devrimci proleter bir önderliğin inşasına yardım noktasına odaklanması gerekiyor. 29 Ocak 2013

BAHAR | 2013 -

19


Dosya

İlgisizliğin Halleri!

Hakkı Yükselen

Kuzey Afrika-Ortadoğu bölgesinde 2010 sonlarında başlayan devrimci dalga, Mısır örneğinde olduğu gibi, ileri doğru hareketin, geçici geri çekilmeler ve durgunluklarla kesintiye uğradığı, inişli çıkışlı bir döneme girmiş görünüyor. Bu istikrarsızlık halinin başlıca nedenleri arasında, kitlelerin siyasal bilinç ve örgütlülük düzeyindeki geriliğinin yanı sıra, neoliberal polis rejimlerini yıkmaya yönelik devrimci halk hareketini örgütleyebilecek, onlara, var olan devlet yapısını parçalayacak kitle özörgütlenmeleri ve iktidar organları inşasında yol gösterebilecek, kitleleri iktidar hedefine yönlendirebilecek güçte devrimci önderliklerin yokluğunu vurgulamalıyız. Bu, sürecin “olmayanlar” bölümüne ilişkin bir sorun. “Olanlar” bölümünde ise bölgedeki dinsel gericiliğin güçlü geleneğinin (Müslüman Kardeşler vb.), uluslararası İslamcı hareketin (SelefiVahhabi, Kaideci…) silahlı rolünün, egemen sınıfların çeşitli politik görüntüler altındaki direncinin ve çok önemli bir etken olarak emperyalizmin ve kimi bölge devletlerinin, kitle hareketinin muhtemel devrimci sonuçlarını engellemek amacıyla sürece yaptıkları karşıdevrimci müdahaleyi sayabiliriz. Kısacası “nesnel şartları” olgunlaşmış ve hatta beklenmeyen kitle hareketleri biçiminde uç vermiş bir devrimci süreç, devrim meseleleriyle ilgili herkesin o çok iyi bildiği birtakım “öznel şartların” olgunlaşamaması nedeniyle, demokratik ve devrimci hedeflerine doğru tayin edici atılımını, en azından şu ana kadar yapamadı. Yukarıda sözü edilen istikrarsızlığın, zaman zaman parlayan ve sürecin devamına işaret eden kıvılcımlara rağmen yaşanan gerileme ve durgunlukların temel nedeni budur. Ancak, içinde güçlü bir potansiyeli barındıran bölgesel devrimci süreç, kimi zaman moral bozucu gerilemeler, siyasi kayıplar yaşansa da devrimci ve demokratik kitle hareketleri açısından bölge çapında ve nihai bir yenilgiyle de sonuçlanmadı. Bu, emperyalizmin ve bölge gericiliğinin bütün çabalarına rağmen böyle. Bölgenin ve “baharın” yaşandığı ülkelerin iktisadi, sosyal ve siyasal dengesizliği, eşitsiz ancak birleşik yapısı, derin fay kırıklarıyla dolu otur20

Sosyalist Düşünce Dergisi


mamış zemini, şu anda sakin (gibi) görünen bir başka ülkedeki kitlesel bir başkaldırı ve elbette dünya krizinin etkileri, hareketin geri çekildiği ülkelerde bile yeniden bir yükselişe yol açabilir. Emekçi halk hareketi eski veya “yeni” rejimler tarafından ağır bir biçimde ezilemediği sürece nihai bir yenilgiden söz etmek mümkün değil. Başta Mağrip ve Maşrık olmak üzere “Geniş Ortadoğu”nun yeni bir döneme girdiğini söyleyebiliriz. Bölgede yaşananların “dünya-tarihsel” önemi, sorunun haliyle “bizi” de ilgilendiren yönleri olduğunu düşündürüyor! Sözünü ettiğim “ilgi” konunun kaçınılmaz biçimde Türkiye’yi de içine çeken devletlerarası diplomatik ve askeri yönüyle sınırlı değil elbet; o zaten var olan şartlarda tabiri caizse “Allahın emri!” Asıl mesele, bu konuda en azından yazıp çizdikleriyle bilgi sahibi olmamızı sağlayan, bir fikri takibi sürdürmeye çalışan istisnaları dışında Türkiye solunun, gösterdiği, duruma göre “tutucu”, “kuşkucu” hatta “devrimci” ilgisizlik durumu. Bu, çeşitli branşları olan ilgisizlik, süreci dikkatle izleyip eleştirel devrimci aklın süzgecinden geçirip de karar verilmiş bir tutum olarak düşünülebilir! Ancak öyle olmadığı açıkça ortada. Anlaşılan küçük burjuva “ruh”, tarihin bütün kritik dönemeçlerinde hortlamaya devam edecek. Bu “ruh”, Türkiye’de AKP’nin “önlenemez” yükselişi karşısında paniğe kapılıp Atatürkçü-laikçi-milliyetçi şuuraltını “ulusalcılık” adıyla nasıl ortaya saçtıysa, Ortadoğu’daki devrimci kitle hareketleri karşısında da hemen hemen aynı saiklerle tutum aldı. Ben dememiş miydim! Polis neoliberalizmine dayalı, miadını doldurmuş baskı rejimlerine karşı bir emekçi halk hareketini neredeyse daha birinci gününden itibaren kuşkuyla karşılamak, sonrasına ilişkin yeterli işareti veriyordu. Devamı kolay geldi: Emperyalizmin ve rejimle bir biçimde uzlaştığı için, işçilerin, kent yoksullarının, gençlerin, proleterleşmiş orta sınıfların rejimi yıkmayı hedefleyen devrimci kitle hareketinden başlangıçta uzak duran İslamcıların, rejimin yıkılma ihtimalinin belirmesi üzerine devreye girmeye başlamasıyla birlikte küçük burjuva laik vatansever solumuz, “İşte, işte, ben dememiş miydim!” edasıyla sesini yükseltti. Bu konuda ideolojik veya metodolojik bir zorluk çektiği söylenemez! Söz konusu “ilk göz ağrıları” ve “hayallerinin rejimi” olunca, bu rejimlerin son otuz-kırk yıl boyunca nasıl bir evrim geçirdiğini düşünme zahmetine bile katlanmadan, bir nevi “ilericilik”, “laiklik” ve “antiemperyalizm” adına polis devleti ve neoliberalizm mağduru kitlelerin hareketini harcamaktan çekinmediler! Metodolojik olarak da bir sorunları yoktu. Bir tarihsel dönemecin, bir sürecin, ilk eldeki (bazen de ikincil) sonuçlarını, içine girilen dönemin asıl nedeni olarak algılamaya ve göstermeye dayalı bu metot, işin aslını hiçbir tereddüde mahal vermeyecek biçimde ortaya koymaktaydı. Yaklaşık iki yıl önce başlayan, farklı şiddet ve biçimlerde bütün bölgeyi saran, üstelik daha nerelerde nelere yol açacağı kesin olarak bilinemeyen bu süreç, “ABD emperyalizminin (ve de elbette İsrail’in) bölgeyi yeniden dizayn etme projesi”nden başka bir şey olamazdı! Bir yeniden dizayn projesi! Artık ne anlatsanız boş. Başta ABD olmak üzere emperyalizmin geleceğe ilişkin bir takım ihtimallere “teorik” ve kısmen de “pratik” olarak hazırlıklı olmakla birlikte, destek verdiği, ayakta tutmaya çalıştığı, en azından normal ilişkiler kurmaya çalıştığı Tunus, Mısır, Bahreyn, Yemen, Suriye, Libya vb. rejimlerin başına gelebilecekleri kestiremediği; kabaran devrimci dalgaya hazırlıksız yakalandığı; bugün de bir yandan kontrol altında tutmaya çalışırken diğer yandan yarına ilişkin ciddi endişeler yaşadığı, bu nedenle Esad’ı gönderip orduyu polisi, hatta BAAS’ı ayakta tutmaya çalıştığı; hareket içinde güç kazanan İslamcıların bileşimine ilişkin endişeleri nedeniyle muhalefetin BAHAR | 2013 -

21


eylemlerine sonuna kadar izin vermeyip adeta “kontrollü orman yangını” yöntemini uyguladığı, bu nedenle ağır silah kısıtlamasını sürdürdüğü, kendisi için belirsizliklerle dolu bir süreç, ABD tarafından en baştan planlanmış! Elbette “bölgenin dizaynı” amacıyla, hem de İsrail ile birlikte. Gelgelelim İsrail de dertli. Bu nedenle Suriye meselesine bir türlü balıklama atlayamadı. Sadece Arapları kışkırtmamak için değil, esas olarak, uzun yıllar kendi lehine bir denge kurmayı başardığı Suriye ile ilişkilerin, Esad’dan sonra bir belirsizliğe gireceği endişesiyle. Üstelik başta Sina’daki gelişmeler nedeniyle Mısır’la aralarındaki Camp David Antlaşması’nı da bozabileceği söyleniyor. Mısır’da ise halk, İsrail ve Siyonizm karşıtlığını Sedat ve Mübarek dönemlerinden çok daha fazla açığa vuruyor. Milliyet’te Semih İdiz yazmıştı, Roma’da İtalyan Dışişleri ile çalışan bir dış politika enstitüsünün (IPALMO) Türkiye-İsrail ilişkileriyle ilgili bir yuvarlak masa toplantısında söz alan eski bir İsrailli istihbaratçı, “Ortadoğu’daki gidişat hakkında karamsar olduğunu, bu nedenle Türk-İsrail ilişkileri hakkında iyimser olduğunu” söylüyordu. Eski istihbaratçının içini karartan şeyin, içinde nice devrimci antiemperyalist-antisiyonist veya Yahudi düşmanı İslami ihtimallerin de bulunduğu belirsiz-kaotik bir gelecek korkusu olduğunu anlayabilmek için dış politika uzmanı olmaya gerek yok. Ne “dizayn projesi” ama! O sırada Türkiye’de! “Musibetin” bir diğer ayağı ise Türkiye’nin rolü meselesi. “Dizayn” tezgâhında ABD, İsrail olacak da emperyalizmin sadık müttefiki, küçük ortağı Türkiye olmayacak! Hem de ABD’nin kendisine bölgesel roller biçtiği söylenen bir zamanda. Ancak bazı “stratejistlerin” de belirttiği üzere Türkiye “bölgesel oyun kuruculuğuna dayalı” stratejisini statüko üzerine, yani bir önceki “kurumlaşmış” durum üzerine kurmuştu. Türkiye’nin “sıfır sorun” stratejisi Arap halk hareketlerinin ve daha sonra Suriye Kürt ulusal hareketinin beklenmedik yükselişi nedeniyle altüst oldu, adeta tersine döndü. Üstelik Türkiye, bırakın ciddi bir planlamayı, tamamen yanlış öngörüleri, ham hayalleri, kibri, hataları, kavrayışsızlığı, hazırlıksızlığı ve en önemlisi de “altyapı” yetersizliği nedeniyle Suriye meselesinde ağır bedel ödemeye aday bir ülke durumunda. Bu bedel, Esad gitse de kalsa da ödenecek. Baştan planlanmış bir “dizayn” hedefi ve beklenen bir durum olsaydı, ABD’nin “model ortağı” Türkiye’ye de bir şeyler “çıtlatması” ve Türkiye’nin de biraz hazırlıklı olması gerekirdi, ancak böyle olmadı. Bu arada bir Müslüman Kardeşler iktidarına iktisadi “modellik” yapabilecek olsa da, Mısır ve Tunus örneklerinde, Türkiye’nin siyasi bir hegemonyası olamayacağı anlaşılıyor. Muhtemelen Mısır, bölgede çoktandır terk ettiği kendi “büyük devlet” rolünü oynamak isteyecek. Bir “Sünni ittifakı” durumunda bile Mısır, bu ittifak içinde öncü rolü için rekabete girecek. Üstelik ilk dış politika uygulamalarına bakıldığında Mısır’daki Mursi yönetiminin “emperyalizme hizmet”ten başka öncelikleri de var. En azından bu “hizmeti” kendi usullerince yapmak gibi bir niyetleri olduğunu söyleyebiliriz. Anlaşılmaz bir proje! Bütün bunların yanı sıra özellikle “Suriye muhalefetinin” durumu da bu “dizayn” iddiasının zaaflarını ortaya koyuyor. Hareketin bir genelleme olarak “muhalefet” adıyla anılması bu zaafların başlıca işaretlerinden biri. Çünkü bu muhalefet, bütün reorganizasyonlara rağmen ABD Dışişleri’nin bir türlü emin olamadığı, “geçiş” için Suriye ordu ve polisinden (hatta BAAS’tan) medet ummasına yol açacak kadar dağınık ve güvenilmez unsurlarla dolu. Bu nedenle muhalefet, uzun bir süre ABD ve destekçi bölge devletleri tarafından, bazen hareket içindeki farklı güçlere arka çıkılması yoluyla (para, silah, üs) kontrol altında tutulmaya çalışıldı. Bu bağlamda, muhalefete sonraki dönemde Katar ve Suudi Arabistan’ın da katılmak zorunda kaldığı ağır silah kısıtlaması uygulandı. Bunda ABD’nin tavsiyelerinin yanı sıra, bu ülkelerin içyapılarından kay22

Sosyalist Düşünce Dergisi


naklanan endişelerin de rolü vardı. Emperyalizmin iç ferahlığıyla destekleyebileceği bir iktidar alternatifi yaratmak amacıyla daha sonraki yeniden ve yeniden örgütleme/ örgütlenme hamlelerine rağmen (Mesela, Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu) gerekli güvenin/güvenilirliğin tam olarak sağlandığı söylenemez. Suriye muhalefetinin yapısı, zannedildiği veya zannettirildiği üzere sadece İslamcıların varlığı ile sınırlı değil. Suriye’de kapitalist Esad hanedanına karşı mücadele eden silahlı silahsız çok sayıda seküler-demokrat ve sosyalist unsur var. Üstelik bunların burjuva polis rejimine karşı grevler, sivil itaatsizlik eylemleri ve gösterilerle ilk hareketi başlatanlar olduğu, bir dış müdahaleye karşı çıktıkları, ancak rejimin kanlı bastırma yöntemleri ve silahlı veya silahlandırılmış İslamcıların devrimci sürece müdahalesi nedeniyle güç kaybına uğrayıp geri planda veya geri çekilmek zorunda kaldıkları biliniyor. Adı epeyce öne çıkmış ÖSO’nun (Özgür Suriye Ordusu) mutlak kontrolü olmayan ve birbirinden farklı çeşitli silahlı grupların benimsediği ortak bir “şemsiye” isim olduğu ortada.1 Örgüt bir süre önce komuta merkezini Türkiye’den Suriye’ye taşıdı. Bunun bir nedeninin de, Türkiye tarafından desteklenen ve diğer gruplar üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışan Müslüman Kardeşler ile rekabete girmesi ve Türkiye’den bağımsızlaşma isteği olduğu söyleniyor. “Çevirdiği dolaplar” nedeniyle, “emperyalist bir müdahaleye karşı olan birçok siyasi grubun öfke duyduğu” ve gerçek bir merkezi komutayı sağlayamamış olan bu “şemsiye örgütün” Suriye’ye gitmeye karar vermesinde, Suriye içindeki “silahlı muhalefetin gerçek merkezi” haline gelmeyi ve “bölgelerindeki birimleri koordine ve komuta etmeyi önemli ölçüde başarmış” olan “bölgesel askeri meclislerin” rolü olduğu ileri sürülüyor. Muhalefetin içinde Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) şemsiyesi altında gevşek bir biçimde yer alan çok sayıda silahlı gücün yanı sıra, ABD ve İsrail açısından ciddi tehlike oluşturan ve “Cihatçı” adıyla anılan Selefi-Kaideci güçler de var. Birbirleriyle ciddi bir rekabet içindeki çeşitli güçlerin, farklı talep ve gündemlerinin olduğu, yer yer silah ve para gücünü kullanarak birbirlerini tasfiye etmeye, askeri “cazibe merkezi” haline gelmeye çalıştıkları biliniyor, ancak bilinmeyen, bu ilişkilerin Esad sonrasında nasıl bir hal alacağı. Çünkü silahlı güçlerin hem maddi hem de mecazi anlamda “asıl ağır silahlarını” daha sonraya sakladığı tahmin ötesi bir kesinlikle ifade ediliyor. Bu durum Batı’nın başlıca endişe kaynağını oluşturuyor. Bu nedenle bilinenlerin dışındaki unsurlarla da temas kurmaya çalışan ABD yetkilileri, en azından çok yakın bir zamana kadar “Muhalefet içinde bir birliğin olmadığı” gerekçesiyle, “kurulacak bir geçiş hükümetini tanımanın erken olacağını” söylüyorlardı. Kısaca ifade etmek gerekirse, bu emperyalist “dizayn” projesi, bizzat projenin mimarlarının bile kafasını karıştıran, Irak’takine benzer kâbuslar görmelerine yol açan karmaşık, hatta anlaşılmaz bir proje gibi görünüyor! Emperyalist devlet politikalarında, Libya gibi daha “basit” ve Bahreyn gibi tehlikeli (Şii) örneklerde nispeten hızlı davranılmış olsa da Suriye gibi daha karmaşık örnekler1 Suriyeli Kürt gazeteci Barzan İso, Ekspress dergisinde yayımlanan söyleşisinde (Ekim-KasımAralık 2012) ÖSO hakkında şunları söylüyor: “…ÖSO’dan sanki bir örgütmüş gibi söz ediliyor. Oysa Özgür Suriye Ordusu diye bir örgüt yok aslında; çete kurmak isteyen de, hırsızlık yapan da eline silahı alınca “Ben Özgür Suriye Ordusuyum” diyor… ÖSO’ya bağlı büyük alaylar, tugaylar da var elbette. Bunların bazılarının Kürtlerle sıcak ilişkileri var. Demokratik Koordinasyona bağlı bazı silahlı gruplar bazı yerlerde YPG (Halk Savunma Güçleri) ile beraber hareket ediyor… Ayrıca ÖSO ile YPG arasında çatışma çıktığında bazı ÖSO birlikleri YPG ile çatışmak istemedi ve Kürt bölgesinden çekildi…Türkiye destekli olmayan bazı ÖSO birlikleri doğrudan Baas rejimi tarafından kuruldu. Rejim kaybedeceğini anladığı yerlerdeki silahlı güçlerini ÖSO’ya çeviriyor ve başına güvendiği bir adamı getiriyor… Geçtiğimiz günlerde Ezidi bir Kürt köyüne bazı İslamcı çeteler saldırdığında, ÖSO mensuplarıyla Kürtler bunları beraber püskürttü. Doğrusu, ÖSO’nun içinde de birbiriyle çatışan gruplar var, yağmacılar var, Kürtlerle ittifak kuranlar var. Çok parçalı trajikomik bir atmosfer hâkim burada.” BAHAR | 2013 -

23


de, genelde şaşkınlık, kararsızlık ve plansızlık hâkim oldu. Mısır, Tunus örneklerinde, süreç bu ülkelerin tarihsel-toplumsal yapısından kaynaklı olarak ve işçi sınıfının görece de olsa aktif rolü nedeniyle çok daha “normal” ve “özerk” bir gelişme göstermiş, emperyalizmin yaklaşımı, oluşan güç dengelerine adapte olma şeklinde ortaya çıkmıştı. Yemen’de ise emperyalizm uzlaştırıcı bir rol oynamaya çalışmıştı. Tunus ve Mısır’daki Müslüman Kardeşler yönetiminin, ABD açısından “planlanmış” bir tercih değil Selefilik, Kaidecilik, vb. siyasal İslami tehlikelere nazaran bir ehveni şer olduğu anlaşılıyor. Emperyalizmle uyum özelliği, seçimleri kazanan MK’cileri şimdilik kabul edilebilir kılsa da, bu modelin iç çelişkileri, her şeyden önce de uygulaması beklenen neoliberal sosyal ve ekonomi politikaları nedeniyle çöküşü halinde güç kazanabilecek Selefilik, vb., ABD ve Batı açısından ciddi bir tehlike potansiyeli içeriyor. ABD’nin “ılımlı İslam” tercihini bu bağlamda bir zorunluluk olarak ele almak gerekiyor; yoksa emperyalizm, imkân dâhilinde olduğu sürece daha “seküler” bir neoliberal politik alternatifi tercih ederdi. Epeyce tecrübeli emperyalist bir güç olarak ABD için elbette mutlak ve sonsuz bir plan-projesizlik ve tereddütten söz etmek mümkün değil. Şüphesiz emperyalist bir “dizayn” çabası var; ancak bu çabanın ABD’den ve niyetlerinden çok daha güçlü tarihsel ve toplumsal güç ve eğilimlerin etkisi altında yürütülmek zorunda olduğu çok açık. Yarının tam olarak ne tür politik ve askeri müdahalelere, emperyalizmin ne tür marifetlerine gebe olduğunu bilmek biz ölümlüler için mümkün olmasa dahi, en azından bugüne kadarki gelişmeler, “Ol deyince olduran, öl deyince öldüren” kadiri mutlak bir emperyalizm anlayışının çürüklüğünü bir kez daha kanıtlıyor… Bir emekli albayın endişelerle dolu dünyası! Emperyalist “projeye” ilişkin örnekler daha da uzatılabilir. Ancak “antiemperyalist laikçi vatanseverimizin” sıkıntıları bununla sınırlı değil. O aynı zamanda bir (nevi) “devrimci” olduğu için halk hareketlerinin devrimci karakterine ilişkin, özellikle de silahlı İslamcılığın mesela bir Suriye’de kontrolü ele almaya başladığı süreçte ciddi endişeler beslemekte. Ancak bu (bir nevi) “devrimci” endişenin kaynağı esas olarak Arap halklarının kendiliğinden eylemine daha en baştan kuşkuyla bakan Türk milliyetçisi tavrı! Bu nedenle, “Pis Araplar elleriyle devrim yapıyorlar!” esprisiyle “ti”ye alınabilecek bir küçümsemeyi de içeren aşağılayıcı bir söyleme sahip. Bu çevrelerin dili, sürecin gidişatı ve Atatürkçü-laikçi endişelerinin artması oranında, sanki ortada bu sürecin asıl kaynağını oluşturan emekçi halk hareketinden “Arap Baharı” olarak söz eden ve bu “bahardan” da otomatik olarak “sosyalizm, insan hakları ve demokrasi” çıkacağını savunan devrimci sosyalistler varmış gibi alaycı bir üsluba bürünmüştü. Bu devrimci ve hatta sosyalist kisvesine girmeye çalışan, gerçek bir devrimci-sınıfsal refleksten uzak, “cumhuriyet değerlerine” bağlı jeopolitik ve strateji uzmanı “emekli albay” veya “emekli diplomat” tavrının temelinde yatan asıl endişe, devrimci halk hareketinin geriletilmesi, proleter alternatifin zayıflığı, bir bölge devriminin İslamcılar tarafından “çalınması” veya Arap halklarının içinde yol aldığı inişli çıkışlı sürecin sonuçlarına ilişkin değil. “Emekli Albayımız”ın asıl derdi, hükümetin Ortadoğu işine burnunu sokması nedeniyle vatan ve milletimizin uğrayacağı bela ve zararlar, en başta da (sonsuz kâbusu olarak) Kürt meselesi. Elbette BAAS türü rejimlerle sınırlı “devrimci” hayal güçlerinden kaynaklanan sıkıntıları saymazsak! Unutulanlar… Burada söz konusu olan ulusalcı-milliyetçi bir dar kafalılık ve bu bağlamda bölge devriminin sorunlarına karşı yukarıda da işaret edildiği üzere gerçek bir ilgisizlik söz konusu. Bu ilgisizliğin bazen “Atatürkçü-cumhuriyetçi” bazen de “proleter devrimci” kılıklara bürünmesi fark etmemekte. Örneğin, bütün bu sürecin Tunus’ta üniversite 24

Sosyalist Düşünce Dergisi


mezunu bir seyyar satıcının (Muhammed Buazizi) tezgâhına el konulmasını protesto amacıyla kendini yakması ile başladığı unutuldu. Mısırlı işçi, emekçi ve gençlerin bütün dünyada kapitalizme karşı meydan eylemlerinin simgesi haline gelen “Tahrir” mücadelesi, Tahrir’in “Baltacılar” dâhil, düzen güçlerine karşı onca ölü ve yaralı pahasına günlerce savunulması, Mısır işçi sınıfının geçmiş yasadışı grevlerde kazandığı eylem tecrübesini konuşturması, yaygın grev eylemleriyle neoliberal Mübarek iktidarının devrilmesindeki rolü, kitlelerin daha sonra İslamcı rejime karşı da tekrar tekrar ayağa kalkışı, Tunuslu işçilerin, yöneticileri devlete bağımlı bir sendika konfederasyonunu da aşarak yaptığı eylemler ve genel grev çağrısıyla ordunun tarafsız kalmasında ve hırsız Binali yönetiminin devrilmesinde oynadığı kilit rol, Bahreyn halkının Sultan’ın Sünni-azınlık yönetimine karşı günler boyunca süren ve sonunda emperyalist-Suudi askeri müdahalesiyle şimdilik bastırılmış gibi duran mücadelesi, Suriye halkının barışçı protesto eylemleriyle başlayan, dış müdahaleye karşı çıkan, ancak BAAS’çı polis devleti tarafından kanla bastırılmaya çalışılan mücadelesi, “Öteki Suriye Muhalefeti” adıyla anılan bağımsız, seküler ve demokratik güçlerin, İslamcıların emperyalizm ve yerli gericilik desteğiyle “devrimi çalma” girişimine karşı durmaya çalışması, vb. de unutuldu. Tabii, bütün bu mücadelenin geçmişi eskilere dayalı kökleri de: Cezayir’de 1980, 86 ve 88’deki İslamcıların özellikle uzak durduğu, ancak sonuçlarından epeyce yararlandığı büyük yoksul ayaklanmaları, Mısır’daki büyük “ekmek ayaklanmaları”, 2006 ve 6 Nisan 2008’deki çok sayıda işçinin can verdiği, işçilerin günlerce polisle çatıştığı, Müslüman Kardeşlerin semtine dahi uğramadığı el-Mahalla grevleri, ilk eylem çağrısının “Öfke Günü” adıyla adını bu büyük grevle dayanışmadan alan “6 Nisan Hareketi” tarafından yapıldığı, Mısırlı işçilerin devrim sürecinde ileri sürdükleri sosyal ve ekonomik talepler, bu doğrultuda bağımsız sendika ve örgütleri inşa etme çabaları vb. de bu “solcu” ve devrimci” ilgisizliğin kurbanları arasında! Öyle ya, nasıl başladığı ve kimler tarafından başlatıldığı bizi ilgilendirmez, biz ilk eldeki siyasi sonuçlara bakarız ve o zaman da İslamcılardan ve de emperyalistlerden başka kimseyi görmeyiz! Ortada başından itibaren “devrimi çağrıştıran” herhangi bir durum ve elbette devrimci görevler yok! Zaten bir devrim söz konusu olsa bunu önce biz görürdük! O halde bütün bunlar “ABD’nin bölgeyi yeniden dizayn etme projesi”nden başka bir şey olamaz; nokta! Sorular… Ancak bu kadar “devrimci” hassasiyetin (İlgisizlik kimi zaman aşırı hassasiyet biçiminde de zuhur edebilir!) bazı sorulara cevap vermesi de beklenir. Mesela yukarıda da sorduğumuz üzere Mısır, Suriye, Tunus, Libya (yarın belki Cezayir) gibi ülkesine göre “Arap sosyalisti”, “Antiemperyalist”, “Laik”, vb. rejimler 50’li, 60’lı yıllardan bu yana nerelerden nerelere geldi? Emperyalizmle ve uluslararası mali sermayeyle ilişkileri nasıl bir seyir izledi? “Bağlantısızlar” ve “Soğuk Savaş” döneminden günümüze bu ülkeler ekonomik, toplumsal, politik olarak ne tür değişikliklere uğradı? Ülkeyi yöneten “Küçük burjuva radikalleri” zamanla neden birer kapitalist hanedana dönüştü? Bu “halkçı” yönetimler, hangi politikaları ve uygulamalarıyla halkın büyük bir bölümünün öfke ve nefretini üzerlerine çekti? Giderek güç kazanan neoliberal ekonomi politikaları ve bir piyasa toplumu inşa hedeflerinin rejime destek veren halk kesimlerinin bile bu desteği çekmesindeki rolü nedir? “Sosyalizm” adı altında halkın kendi özörgütlenmeleri ve yönetim organlarının egemenliği yerine halkı sistematik biçimde kendi kendini yönetmekten uzak tutan ve sonu gelmez bir olağanüstü hal ile yürütülen polis devleti modeli neden tercih edildi. (Kimse Libya’nın mutlak hâkimi olan bir yarı delinin “aklına öyle estiği” veya doğrudan kendi çıkarları için ilan ettiği “cemahiriyye” örneğini vermesin!) Bu “ilerici, laik, halkçı” hatta “sosyalist” rejimlerde yoksul emekçilerin, küçük çiftçilerin, işsizlerin ve gençlerin büyük bölümü neden İslamcıları desteklemekte? İslamcılar geçmişteki yoksul ayaklanmalarına uzak durdukları halde, bu hareketlerin sonuçlarını nasıl örgütleyebildiler? Bu “devrimci ve antiemperyalist” rejimlerde halkın BAHAR | 2013 -

25


büyük çoğunluğunu İslamcı hayır örgütlerine ve sonra da en gerici siyasi partilere muhtaç eden sefalet, eşitsizlik ve adaletsizliğin altında ne yatmakta? Halkın devrimci önderlik ve alternatif konusundaki çaresizliğinin nedenleri neler? Rejimin tepesindeki güçlerin ve yandaşlarının giderek artan maddi zenginliğini, yurt dışındaki servetlerini nasıl izah edebiliriz? Her şeyden önemlisi bu ülkelerin onca yıllık “komünistleri”, “sosyalistleri” nerelerde ve ne halde? Bu “antiemperyalist” rejimlerin tepe noktasındaki önemli devlet ve ordu görevlilerinin bir bölümünün kolaylıkla karşı saflara, hatta doğrudan emperyalizmin saflarına geçmesinin nedenleri neler? İslamcılara destek veren milyonlarca insan, eğer ABD’nin Arizona Çölü”nde, yeraltındaki bir askeri tesiste “klonlama” yoluyla üretilmediyse, bu rejimlerde hangi şartlarda ortaya çıkmışlardı; bu laik, vs. vs. iktidarlar altında, “emperyalizm tarafından” bu kadar kolay “harekete geçirilebilen” bunca güçlü ve gerici bir potansiyel nasıl oluşmuştu? Yoksa yoksul Arap emekçileri, kendi iradeleri ve talepleri doğrultusunda (sırf Arap oldukları için!) ayağa kalkamayacak kadar geri zekâlı mı? Arapların genetik gericiliği olgusuna (“pisliklerinin” yanı sıra!) inanmamız mı gerekiyor? “Hassasiyet” sahiplerinin bu sorulara yeterince açık ve doğru cevaplar vermesi zorunludur. “Temel İçgüdü” Elbette bu “ahiret” sorularına uzun uzun cevap vermektense, meseleyi dış güçlere, bir Amerikan komplosuna ve emperyalizmin bölgeyi dizayn projesine bağlamak en kolayı. Unutulmaması gereken, bu tutumun bir analiz hatasından ziyade sınıfsal bir içgüdüden kaynaklandığı. Bu sınıfsal içgüdü, varlığıyla her türlü emperyalist müdahaleye “demokrasi, özgürlük ve insan hakları” adına “meşruiyet” sağlayan ve artık miadı dolan çürümüş polis rejimlerine arka çıkmakta. Aynı “ruh” bir yandan bütün bir bölgeyi etkileyen dev boyutlu bir kitle hareketinin emekçi-devrimci damarını görmezden gelerek mutlak bir kontrol gücü atfettiği emperyalizme dolaylı destek verirken, devrimci bir kitle hareketinin gündeme getirdiği sorunları da görmezden gelerek karşıdevrimci bir rol oynamakta. Şundan emin olunmalıdır ki, devrimci sosyalistlerin iktidar alternatifi olduğu bir devrimci durumda dahi bu küçük burjuva ruh, aynı “soydan” gelmesi nedeniyle yine son derece “devrimci” gerekçelerle bu rejimleri desteklerdi! İlgisizliğin “Proleter Devrimci” hali! Bu noktada solun bazı devrimci kesimlerinin ilgisizliğine de değinmek gerekiyor. Daha önceki bir yazıda (“Tunus, Mısır: Devrim mi Değil mi?”, Yalansız) şunları söylemişim: “Günümüze gelince, geçmiş devrimlerden, devrimci durumlardan, devrimci hayallerden veya beklentilerden ağızlar epeyce yanmış olacak ki ‘yoğurdun üflenerek yenmesi’ gerektiğine inanan pek çok insan var! Tarihsel ve toplumsal olaylara ilişkin ‘devrim’ tanımlaması yapmak için onların içinde gizlenen adeta bazı ‘mistik’ özelliklerin veya iyice sivriltilmiş ‘uç noktaların’ ortaya çıkmasını bekliyorlar. En azından ‘hafif meşrep’ görünmekten, yanılıyor olmaktan veya ‘emperyalizmin oyununa’ gelme ihtimalinden kaçınmak için! (İçinde kendisinin yer almadığı veya ‘kitabına uyduramadığı’ hiçbir devrimi devrimden saymayanları saymıyorum!) “Elbette bu tür, aniden ortaya çıkıveren “beklenmedik” durumlara adapte olmak kolay değil. Özellikle somut bir devrim beklentisi olmadan geçen uzun ve moral bozucu yıllar boyunca oluşan bazı “düşünsel” sorunları da unutmamak gerek. Eski ve yeni tipteki “şablonculuklar” bir yana, ağırlaşan “marjinalleşme”nin daha da şiddetlendirdiği ciddi bir “teori-pratik” ilişkisi sorunu var. Tarihsel süreçler, uzunca bir süredir sanki “maddi dünyada” değil de sadece “zihinlerde” yaşanıyor; yani, düşünceyle maddi gerçeklik arasındaki “maddeci” sıralama, düşünce ve beklentiler lehine yer değiştirmiş durumda! 26

Sosyalist Düşünce Dergisi


“Elbette hiç kimse ‘devrim eksperi’ değil; yani bir devrimci gelişmeyi her zaman bütün karmaşıklığı içinde ‘gözü kapalı’ tanımak mümkün olmayabilir. O halde devrimci Marksizm’in önerdiği nispeten ‘basit’ bir yönteme başvurmakta yarar var: Gözümüzü açıp ‘Olguları nesnel gelişmeleri içinde, kendilerini nasıl sunuyorlarsa öyle almak.’ (Troçki) Bu yöntem bizi yukarıda sözünü ettiğimiz ‘ani’ durumların yol açtığı kimi kavrayış sorunlarından uzak tutabilir. Malum (veya değil) yine Troçki’nin dediği gibi ‘Devrimin tarihi, her şeyden önce, kendi kaderlerinin karara bağlandığı sahaya kitlelerin aniden (abç) dalmalarının öyküsüdür.’” Devrimin tepesindeki kutsallık halesi! “Bu kadar basit mi?” diye sorulabilir. Buradaki amaç çok önemli bir tarihsel-toplumsal sorunu “basitleştirmek” değil, anlaşılır kılmak. Devrim sorunu her şeyden önce “ilahi” değil son derece “dünyevi” yani insana ve topluma ilişkin bir sorun. Bu nedenle, eğer anlaşılır bir hale getirilmesi isteniyorsa tepesindeki “kutsallık halesi”nden arındırılmalı! Aksi durumda, Troçki’nin deyişiyle “Bizim günahlarla dolu dünyamızda”, ne bir devrimin (ne de sosyalizmin) gerçekleşmesi mümkün. Çünkü devrim, kâinatın bir yerinde, en saf haliyle devrimciler tarafından keşfedilmeyi bekleyen “dünya dışı” veya zamanı geldiğinde yine bu en saf haliyle biz ölümlülere görünen “tabiat ötesi” kutsal bir varlık değil. Devrimler, belirli nesnel koşullar temelinde, yarı bilinçli-programsız- kendiliğinden bir kitlesel hareket olarak patlayıp ancak bilinçli-örgütlü-programlı bir insan eylemiyle sürdürülebilen, bu nedenle çeşitli insani güçler ve zaaflar tarafından şekillendirilen toplumsal-politik olgulardır. Birçok örnekte nesnel koşulların bütün olgunluğuna ve kitlelerin devrimci enerjisine rağmen devrimci dalganın geri çekilmesinin, sönümlenmesinin ve yenilmesinin nedeni devrimlerin bu insani ve dünyevi yanıdır. Tarih yenilmiş, bir devrim olarak başlayıp şu veya bu ölçüde karşıdevrime dönüşmüş halk hareketleriyle dolu. 1830, 1848 Avrupa, 1905 Rus, 1918-19 Alman, 1919 Macar, 1936 İspanya ve mesela konumuzla çok yakından ilgili olarak 1978-79 İran Devrimi gibi örnekler yenilmelerine veya bazen birer karşıdevrime (Hem de İslamcı!) dönüşmelerine rağmen tarihte birer devrim olarak anılırlar. Bu nedenle işlerin yolunda gitmediği hallerde yapılması gereken, olup bitenin zaten bir devrim olmadığını söyleyerek her türlü dert ve sorumluluktan kurtulmak değil, devrimci kitle hareketinin gündeme getirdiği başlıca sorunların (kitle özörgütlenmeleri, önderlik, iktidar, vb.) devrimciler tarafından neden çözülemediğinin en açık biçimde analizidir. Bu tür bir yaklaşım, yarın öbür gün “kendi ülkemizdeki” bir kitlesel devrimci kabarış durumunda da epeyce işimize yarayabilir. Bu aynı zamanda enternasyonalizmin başlıca faydalarından biridir. Ancak bütün bunları yapmak, başka bir ülkede de cereyan etse dünyevi-insani bir eylem olarak devrimin sorunlarıyla gerçekten “ilgilenmeyi” gerektirir. “Devrimci ilgisizliğin” en önemli belirtilerinden biri, devrimlere “biz günahkârların” asla ulaşamayacağı “kutsal” anlamlar yüklemektir. “Bu O mudur?” veya bir devrimi uzaktan seyretmek! Ancak çoğu zaman bir devrime “devrim” demek de yeterli değildir. Soyut genellemeler, sabit fikirler ve değişmez kavramlar devrimci mücadelenin önündeki tehlikeli engellerdir. Bu aynı zamanda “devrimci ilgisizliğin” de bir diğer biçimidir. Devrimci ve elbette enternasyonalist “ilgi” eğer gerçekten anlamlı sonuçlara varılmak isteniyorsa, bir devrimin sadece başlangıç şartlarının analizi veya genel tanımlamalarla sınırlı kalamaz. Örnek verecek olursak, mesela Suriye konusunda, uzak ve genel soyutlamaların BAHAR | 2013 -

27


yerine daha hassas ve dakik somut bir analiz yöntemine ihtiyaç var. Konuyla gerçek manada ilgili ve en önemlisi sürecin içinde yer almak isteyen her güç ve çevre böyle bir yöntem geliştirmek zorunda. Suriye’deki devrimci süreç iki yıl boyunca nasıl bir yol izledi? Nereden nereye gelindi? Mücadeleyi başlatan güçlerin bugünkü konumu, başlangıçtaki ve bugünkü rolleri, sınıfların hâlihazırdaki mevzilenmeleri, İslamcıların ve cihatçıların başlangıçtaki ve bugünkü konumları, emperyalizmin rolünün nasıl bir seyir izlediği, vb… Neticede Suriye devriminin seyrini, ülkedeki devrim-karşıdevrim ilişkisini anlayabilmenin yolu bu! Gelinen noktada neler değişti? “Bu, o mudur?” Suriye devrimi devam ediyor mu? Bu iç savaş neyin ifadesi? Çatışma hangi önderlikleri nereye getirdi? Suriye işçi sınıfının durumu, rolü ve önderlikleri meselesi ne durumda? Ve en önemlisi bütün çelişkileri ile seyreden bu sürece devrimci sosyalist örgütlenme ve emeğin kurtuluşu meseleleri bağlamında hangi noktalardan ve ne şekilde müdahale edilebilir? Bütün bunları saptadıktan sonra ne tür bir politik-programatik çizgi izlenmeli? Somutluktan kastedilen budur! Bu, ancak doğru bir yöntemle, yani Marksist maddeci bir yöntemle mümkün. Tavrımız, gelişmelerin tamamen somut bir analizine dayalı, ilişkiyi, örgütlenmeyi ve programlaştırmayı esas alan politik bir tavır olmak zorunda. Geri kalan her tutum ve bakış açısı uzaktan seyretme sonucunu verecek ki, “ilgisizlik” bazen konu üzerine çok laf etmekle de mümkündür… Devrimciler, kendi “ulusal sınırlarının” ötesinde de olsa devrimci bir sürecin iniş çıkışlarını, ileri ve geri hamlelerini, kitle hareketinin çeşitli safhalardaki ruh halini ve moral durumunu, devrimci dalganın içinde bulunduğu aşamanın doğru tespitini, kitle hareketinin geri çekilme, sönümlenme ve yenilgisi durumlarında, bu durumun nedenlerini ve yapılması gerekenleri dakik bir biçimde analiz etmekle yükümlüdür. Bu tutum, sadece bir devrimden elde edilecek uluslararası deneyimin ötesinde, “dünya devrimine” aktif olarak katılmak, o ülke devrimcileri ve emekçileri ile somut bir dayanışma ağı kurmak açısından da önemli. Bu tür bir ilgi, kendi sorunlarımızın çözümü açısından da gerekli. Türkiye’de ve bölgede devrimci sosyalizmin, ideolojik ve politik olarak bağımsız inşası aynı zamanda bölge sorunlarına ilişkin bağımsız devrimci bir tutum ile mümkün olacak. Bu, ulusal ve bölgesel anlamda bağımsız bir sınıf hareketinin de temel taşıdır. Bağımsız bir tavır Devrimci sosyalizm, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki devrimci-karşıdevrimci gelişmelere ve halk hareketlerine yaklaşım yöntemi, ilke ve kriterleri bakımından bağımsız devrimci bir yönelişe sahip olmak zorunda. Bu, yaşananların sadece kısa vadeli ve ilk eldeki sonuçları üzerinden değil, esas olarak gerçek, yani tarihsel-toplumsal nedenleriyle ele alınması anlamına gelir. Arap dünyasındaki (ve “Geniş Ortadoğu”daki) kitle hareketleri, küçük burjuva laik milliyetçi veya liberal demokrat ölçü ve hayallerle değil, öncelikle bilinen veya bilinmeyen nice sonuçlara gebe birer “emekçi halk hareketi” olarak değerlendirilmeli. Bunlar öncelikli olarak ve en yalın halleriyle bir burjuva polis rejiminin baskısı altında giderek açlık ve sefalete mahkûm edilmiş, neoliberalizm mağduru emekçi kitle hareketleri. Bu yönleriyle ele alınmadıkları takdirde kitle hareketlerini anlamak, onların içinde etkili olmak, örgütlenmek, önderlik inşa etmek, bu hareketlerden işçi sınıfı ve emeğin kurtuluşu yararına sonuçlar çıkarmak mümkün değildir. Bu halk hareketlerinin bu aşamada neden “laik”, “demokratik” ve hatta “proleter devrimci” sonuçlar vermediğini sorgulamak, bu ülkelerin yakın tarihlerini incelemenin yanı sıra Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki “sosyalist-komünist-ilerici” hareketlerin on yıllara dayanan tarihlerini, “ilerici” rejimlerle olan (Bir bölümü hapiste geçen!) işbirliklerini ve elbette bugünlerini de sorgulamayı gerektirir. Bu sorgulamaya onlarla aynı 28

Sosyalist Düşünce Dergisi


“kan grubuna” dâhil Türkiye solunun genişçe bir kesimini de dâhil edebiliriz. Devrimci Marksizm bu konuda son derece eleştirel bir tavır içinde olmak zorunda. Bu bağlamda unutulmaması gereken bir husus da 1978-79’da emperyalizm yanlısı “laik” İran Şahı’na karşı tarihin gördüğü en büyük emekçi-yoksul kitle hareketlerinden biri olarak başlayan İran Devrimi’nin bir süre sonra nasıl bir “İslami karşıdevrim”e dönüştüğü, İran solunun ideolojik-politik tutumunun bu dönüşümde oynadığı rol ve en önemlisi Türkiye ve dünya solunun büyük bir bölümünün (ki buna bazı Troçkistler de dâhildir) rejimin “antiemperyalist” (yani Batı, özellikle de Amerikan düşmanı) tavrı nedeniyle görmezden gelinip unutulduğu. Oysa İran örneği devrimkarşıdevrim diyalektiğinin en unutulmaz örneklerinden biridir… Devrimci kopuş Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşananlara ilişkin tartışma (Eğer gerçekten böyle bir tartışma varsa!) Türkiye solunun son derece sınırlı ve dar dünyasının düşünce ve kavrayış alanı içinde özünde bir iç mesele olarak yürümekte. Bu derece bölgesel, hatta evrensel bir mesele bir devrimin sorunları ve bu sorunların çözümü bağlamında değil “milli dünyamızın” o meşhur (laik/muhafazakâr) cumhuriyetçi - (liberal/muhafazakâr) demokrat kavgası (Bütün solcu ve İslamcı versiyonlarıyla birlikte!) bağlamında ele alınıyor. Yukarılarda da belirtildiği üzere bu bir değerlendirme hatası değil sınıfsal-ideolojik bir pozisyon. Bütün bunlar, gerçek anlamda antiemperyalist (bu defa tırnak içinde değil!) ve bağımsız bir devrimci tutum için, küçük burjuva milliyetçiliği ve her türlü liberalizmden kesin bir kopuşun şart olduğunu göstermekte… 17 Ocak 2013

BAHAR | 2013 -

29


Dosya

Avrupa’da Kriz ve Sınıf Mücadeleleri

Uluslararası Birlik Komitesi

I. KAPİTALİST KRİZ 1) Yeni bir resesyonun eşiğinde: Tüm göstergeler, yeni bir durgunluk sürecine işaret etmekte. ABD, Almanya ve Fransa ekonomileri durmuş vaziyette. Yeni bir borç dalgası, finansal sistemin sorgulanmasına yol açmakta ve hükümetler, bir kez daha astronomik meblağlardaki kamu kaynaklarını bankaların emrine sunmakta. Sözünü ettiğimiz bu ikinci durgunluk dalgası tam da banka kasalarının, bir önceki dalganın sonucu olarak “Banka Kurtarma Planları” ile muazzam miktarda kamu kaynağını tüketmiş olmasının ardından tam takır olduğu bir dönemde gelmekte. Lenin “Emperyalizm; Kapitalizmin en yüksek aşaması” adlı eserinde emperyalist aşamanın, esas olarak finans kapitalin diğer sermaye kesimleri karşısındaki –endüstri ve ticaret sermayesibelirleyiciliğiyle karakterize olduğunu vurgulamaktaydı. Mevcut kriz koşullarında, bu belirleyiciliği tüm şiddetiyle gözlemlemek mümkün. Her şey bankaları memnun etmeye endekslenirken dünyanın geri kalanında işçi sınıfının büyük çoğunluğu giderek yaygınlaşan işsizlik ve sefaletle mücadele etmekte. 2) Krizin karakteri: Kapitalizme içkin bir aşırı üretim krizi ile karşı karşıyayız. Kâr oranlarında yaşanan düşüş eğilimi, üretim yoğunlaşmasını –küreselleşme– kışkırtarak ücretlerin aşağı çekilmesine yönelik korkunç bir basınca yol açıyor –neoliberalizm–. Mevcut krizin ilk belirtileri için 2000 yılına gitmek gerekiyor. Zira o yılın yaz döneminde 80’li yılların başında Reagan ve Thatcher politikalarının bir sonucu olarak kâr oranlarında yaşanmaya başlayan yükseliş eğrisi tükenmeye yüz tuttu. Bush hükümeti bu sürecin sonuçlarından kurtulabilmek için yeni bir manevraya girişecekti. Afganistan ve Irak savaşları aracılığıyla kolay ve kârlı kaynakların zaptı ve böylelikle ABD ekonomisinin çöküşten kurtuluş için gereksinim duyduğu sermayenin akışkanlığını sürdürebilmek. Hayal edilen petrodolarların geleceği beklentisiyle, Cumhuriyetçi hükümet, devletin askeri harcamalarını yoğunlaştırdı ve durma noktasına gelmiş ekonomiyi yeniden harekete geçirebilme umuduyla, kitlesel bir tüke30

Sosyalist Düşünce Dergisi


time dayalı borçlanma sürecini –özellikle konut ve otomotiv alanında– kışkırtmaya girişti. Açıkçası bu politika, başlangıçta bu taze para enjeksiyonu ile işler gibi gözüktü. Ne var ki, plan işgale karşı Afganistan ve Irak’ta gelişen direniş duvarına çarpacaktı. Çok geçmeden taze kaynaklara erişme planı, devasa bir masraf kapısına dönüşecekti. 2007 yılında durum, kitlesel borçluluk düzeyleriyle daha da yoğunlaşmış ve 2000 yılından çok daha kapsamlı yeni bir krize yol açmıştı. 3) Kriz çevrimi spiral şekilde ilerliyor ve yeniden şiddetleniyor: Mevcut kriz, 1929 yılında borsa kriziyle patlak veren ve büyük bir depresyona dönüşen 30’lu yılların kriziyle büyük paralellikler taşımakta. Kredi politikalarının bir sonucu olarak yaşanmakta olan aşırı üretim krizi, tüketim kapasitesinin süratle inişe geçtiği ve şirketlerin kitlesel şekilde kapanmaya başladığı finansal bir krize dönüşmekte. Şu anda da işletmelerin büyük bir kısmı ya kapatılmış vaziyette ya sermayenin uygulamaya soktuğu “önleyici” tedbirler çerçevesinde düşük ölçekte üretim yapar durumda ya da, fırsattan istifade ederek büyük ölçekte işçi çıkartır bir pozisyondalar ki, bu durumun durgunluğu tetiklemesi kaçınılmaz. Devletler bankaları besleyebilmek adına devasa ölçüde kamu kaynağını aktarmaya devam ediyorlar. Bankalarda birikmiş durumdaki özel borçlar, kamu borçları haline dönüşmekte. Hükümetler kamu harcamalarında muazzam kısıtlamalara gidiyor, kamu çalışanlarına yönelik kitlesel işten çıkartmalar gerçekleştiriyor ve kirizin faturası, kamu ya da özel işletmelerin kapanmasıyla birlikte işçi sınıfına ödetilmeye çalışılmakta. Bu durum, büyük bir çoğunluğun tüketim kapasitesinde yeni bir düşüş dalgasına yol açarak ekonomik büyüme imkânlarını bir kez daha durma noktasına taşıyor ve yeni bir durgunluk tehdidi, bu kez tam takır hale gelmiş kamu kaynaklarının belirlediği koşullarda gündeme geliyor. 4) Emperyalist olmayan ülkeler krizden kurtulabilir mi? Mevcut krizin geliştiği dönem boyunca, bazı ülkelerde yaşanan ekonomik gelişim, bu ülkelerin krizin etkilerinden sıyrılmayı başardığı yönünde bir izlenime yol açabilir. Ne var ki, her bir örneğe dair ritmler ve durumlar farklı olmakla birlikte, böyle olacağını söylemek mümkün değil. Bir yanda muazzam gelişmesini üretimin sınırlar ötesi boyut kazanmasına ve neredeyse köle işgücünden yararlanmaya borçlu Çin örneği durmakta. Üretiminin yaklaşık yüzde 17’lik kesimini Çin topraklarında gerçekleştiren ABD açıklayıcı bir gösterge. Öte yandan bu durum, üretiminin büyük bir bölümünü emperyalist devletlere ihraç etmekte olan Çin açısından bağımlı bir ekonomiye yol açmakta. Çin açısından özellikle ihracat boyutunda yaşanan –ki bu ihracat kaleminin yaklaşık yüzde 70’lik bir oranı başta ABD olmak üzere yabancı sermayeye endeksli– bağımlılık, dünya çapındaki kriz koşulları göz önünde bulundurulduğunda, hükümeti uluslararası rekabet gücünü canlı tutabilmek adına ulusal para birimi Yuan’ın değerini düşürmeye itmekte. ABD ve Çin arasında gerilimlere yol açarak, 2010 yılının ortasından itibaren döviz savaşları olarak adlandırılan ve sol içinde karmaşalara yol açan süreç, böyle bir zemine sahipti. Kuşkusuz Çin ve ABD arasındaki ilişki bir yandan bu iki ülke arasında da bir karşılıklı bağımlılığa yol açıyor, diğer yandan bu döviz savaşları esnasında Çin sermayesinin, ABD’nin borçlanmasını kolaylaştırmak adına 1 trilyon 160 milyar dolar karşılığı ABD hazine tahvili satın almaya zorlanmış olması, hem bu ilişkinin bariz bir biçimde bir ast üst ilişkisine tabi olduğunu, hem de artık Çin’in kaderinin her zamankinden daha çok ABD’nin geleceğine tabi olduğunu gösteriyor. Bu nedenle Çin, ABD borçlarının satın alınarak üstlenilmiş olmasının ardından bu ülkenin yaşamakta olduğu ekonomik krizin belirleyici bir halkasına dönüşmüş durumda ve şimdiden 2012 yılına ilişkin öngörüler, Çin ekonomisinin küçülecek olmasına dair alarm zillerini çalmaya başlıyor. Bir diğer parametre ise, Asya ve Çin’deki ekonomik büyümenin ve yüksek talep nedeniyle hammadde fiyatlarındaki yükselişin –soya, petrokimya ürünleri, vb.- uluslararası ölçekte faiz oranlarında yaşanan düşüşün yarattığı ılıman rüzgârların sayesinde yükselişe geçen Latin Amerika ekonomilerinin durumu. Üçüncü bir grup ise, Chesnai’nin tabiriyle, küresel sistemin dışında kalmış olan ve gezegenin geniş bir kesimini içeren Asya’nın orta kesimleri ve özellikle Sahra altı Afrika ekonomileri. Bu ekonomiler, spekülatif sermayenin özellikle temel gıda kaynaklarına yönelik politikaları nedeniyle çok BAHAR | 2013 -

31


sayıda kıtlık zinciriyle karşı karşıya kaldı. Bu sürecin zirve noktası Somali’de 20112012 yıllarında yaşanan kıtlık koşullarıydı. Tüm göstergeler kapitalizmin bir dünya sistemi olduğu gibi, bu sistemin yaşadığı krizin de bölgesel açıdan farklılıklar içermekle birlikte dünya düzeyinde olduğunu ortaya koymaktadır. 5) Krizden çıkış politik bir sorundur. Mevcut krizden çıkış yönü yalnızca sınıflar mücadelesince tayin edilebilecek politik bir sorundur. Kapitalizm düşmekte olan kâr oranlarını yeniden güçlendirebilmek ve büyüme kıvılcımlarına ulaşabilmek için muazzam boyutta ve her alanda bir sermaye yıkımına gereksinim duymakta –Fabrikalar, üretim, para, bonolar ve kadın ve erkek çalışanlar üzerinde. 30’lu yıllarda ve benzer koşullar altında çıkış ancak 2. Dünya Savaşı sayesinde mümkün olabilmişti; bedeli enkaza dönmüş bir Avrupa ve 60 milyonun üzerinde ölü idi. İşçi sınıfı ve halklar kapitalist krizin yol açtığı yıkıma dayanabilirler mi? Ne zamana dek katlanabilirler bu yıkıma? Çok yakında emperyalizmin ilk çıkış adımı olan yeni savaşlar gündeme gelecek ve bunlara ücretler, çalışma hayatı ve kamu hizmetleri üzerindeki devasa yıkım planları eşlik edecek. Nitekim tam da böyle eşitsiz ve bileşik bir süreçte emperyalizm Irak ve Afganistan’da batağa saplandı ve diğer yandan Yunanistan’ın başını çektiği Avrupa’da ekonomik yıkım planlarını durdurmak üzere işçi sınıfı yanıtlar geliştirmeye başladı. Krizin sonuçları ve yıllanmış diktatörlüklerin vahşeti karşısında Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da bileşik bir biçim altında ve bu stratejik bölgede emperyalizmin kontrolünü sarsarak birbiri ardına devrimler gündeme gelmeye başladı. 6) Etap; 2008 yılı ile birlikte inisiyatifin burjuvazinin ellerinde olduğu bir aşırı üretim krizine girdik. Gerçekleşmesinde Polonya işçi hareketinin ve politik devrim sürecinin uğradığı yenilgi belirleyici olan, Reagan ve Thatcher ile özdeşleşerek, ileride neoliberalizm ve küreselleşme olarak adlandırılacak ve 81-82 yıllarından itibaren başlayan emperyalist karşıdevrimle açılan etap, mevcudiyetini halen sürdürmekte. Neoliberal politika ile birlikte refah devleti anlayışının ve batı işçi sınıfının kazanımlarının imhasına girişilecekti. Bu dönemin bir diğer belirleyeni ise, emperyalizmin “küreselleşme” aracılığıyla gezegenin geri kalanına dönük kaynaklara devasa ölçüde yoğunlaşmasıydı. Yine de bundan yaklaşık 30 yıl kadar önce kâr oranlarında yaşanmaya başlanan toparlanma periyodunun daha berrak bir biçimde kavranabilmesi için, Rusya ve Çin’de yaşanan kapitalist restorasyon sürecinin bu sürece olan muazzam katkısını göz önünde bulundurmak gerekmekte. Özellikle bu süreç boyunca Çin’deki devlet aparatının korunmuş olması, aynı zamanda kapitalist restorasyona kontrollü geçiş planlarını olanaklı kılmıştır. Şüphesiz Doğu Avrupa ve Rusya’daki hareketler –özellikle Berlin Duvarı’nın çöküşüyle birlikte-, 2000–2010 yılları arasında Latin Amerika’da yaşanan devrimci süreçler, Afgan ve özellikle Irak direnişi bu sözünü ettiğimiz bölgelerdeki devrimci durumların çerçevesini ortaya koyan belirleyici mücadele uğrakları oldular. Öte yandan bazı örnekler siyasi duruma damgalarını vurdular. Yine de dünya ölçeğinde sınıflar mücadelesinin güç dengelerini dönüşüme uğratacak ve yeni bir etap tarifini ihtiyaç haline getirecek türden yenilgi ya da zaferler gündeme gelmedi. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşanan devrimler örneğiyle birlikte, bütün bu bölgede devrimci bir durum yaşanmaya başlamasıyla birlikte mevcut etabın karakterini değiştirecek gelişmelerin gündeme gelmesi ise ihtimal dâhilinde. 7) Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşanan devrimler etabı değiştirebilir. Tunus merkezli olarak doğan sürecin açık karakteristik özelliklerinden biri de kazandığı uluslararası ölçekteki yaygınlıktı. Bu bölge mevcut sınıf mücadelesinin merkezi noktalarından biridir. Libya’dan sonra, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki devrimci dalganın merkezi Suriye’dir. Bölgedeki devrimci hareketin başını, işsizlik ve esnek çalışma koşullarının ama aynı zamanda baskının, diktatörlüklerin zulmünün ve zayıf demokrasinin kurbanı olan gençlik çekmektedir. Bu devrimci süreçler temelde demokratik bir içeriğe sahiptirler ve emperyalizmin bu bölge üzerindeki kontrol mekanizmalarını dengesizleştirmişlerdir. Bu süreci eski rejimlerden koparak tamamlanmamış olmakla birlikte, diktatörleri yenilgiye uğratmış politik devrimler olarak değerlendirmekteyiz. 32

Sosyalist Düşünce Dergisi


Bununla birlikte ne önce demokratik devrimlerin gerçekleştirilip sosyal ve sınıfsal sorunların sonra gündeme gelmesini savunan aşamacı anlayışın temsilcilerinin ne de bu devrimlerde halihazırda sosyalist görünümler görmek isteyen sektörlerin görüşlerini paylaşmaktayız. Var olan sefalete son vermeye ve iş taleplerine yönelik sosyal ve demokratik taleplerin arasındaki ilişki, aynı zamanda kaydettiği ilerlemelerde kilit bir rol üstlenmişlerdir. Eğer gençlere yönelik işsizliğe dair bir çıkış sağlanamazsa demokratik devrimin sosyal bir devrime dönüşmesi mümkün olmayacağı gibi, büyük bir olasılıkla eski rejimin temellerini korumaya dönük bir duraklama da gündeme gelebilecektir. Politik devrim sosyal içerikli talepleri üstlenmek ya da imha olma tehdidi ile karşı karşıyadır. Bizim sürekli devrim kavrayışımızın temelini oluşturan bu yaklaşım aynı zamanda devrimin karşı karşıya kaldığı yol ayrımına işaret etmektedir. Kuzey Afrika devrimlerinin en büyük sorunu işçilerin demokrasi için mücadele etmekle birlikte henüz sosyalizm bayrağı uğruna mücadele etmekte olmayışıdır. Ve bu sınırlılık, devrimci örgütlerin yokluğu ya da mevcut zayıflığı koşullarında bütün ülkelerdeki devrimci süreçleri tehdit eden başlıca faktöre dönüşmüş durumdadır. 8) Emperyalizm yeni gerçeklik karşısında yeniden konumlanmaya çalışıyor.Emperyalizm Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki diktatörlüklere son ana dek destek sunmayı sürdürmüşlerdir. BM’nin Libya’ya müdahale kararı hiçbir anlamda halk için gündeme gelmemiş, tam tersine bölgedeki politik inisiyatifi yeniden ele geçirmek ve devrimci sürece karşı ateş açmak maksadıyla hayata geçirilmiştir (Bkz. 5. Bölüm). Suriye Ulusal Konseyi emperyalizmin politikalarına hizmet etmektedir. Emperyalist müdahalenin tüm biçimlerini reddediyoruz. Zira emperyalizm Libya’da yaşandığı gibi yalnızca askeri olarak müdahale etmemekte, Tunus ve Mısır örneklerinde gördüğümüz üzere eski rejimlerden nihai kopuşu öngörmeyen İslamcı partilerin galip çıktığı seçimlerden hareketle, devrimci süreci akamete uğratmaya çabalamaktadır. Emperyalizmin planı hemen tüm ülkelerde aynı zemin üzerinden hareket etmektedir; devrimci sürecin derinleşmesinin önüne geçmek ve fakat devrimci süreç bir kaçınılmazlık halini aldığında ise, sistemin değişime uğramaması adına rejim değişimini kontrol altına almaya çalışmak. Öte yandan bölgedeki halklar Filistin halkıyla açık bir dayanışma sergilemekteler. Devrimci süreçlerin derinleşme eğilimi kazanması İsral’e karşı Filistin mücadelesinin yeniden doğuşuna yol açabilir. Emperyalizmin stratejik planı, bölgedeki en büyük askeri güç olarak İsral’i batmayan bir uçak gemisi olarak sağlamlaştırmak ve bu yolla onu diğer rejimler üzerinde bir doğrudan kontrol aracı olmak üzerine şekillenmektedir. Bu nedenle Siyonist hükümet, önce Irak ve şimdi de İran gibi rejimlere yönelik saldırganlıkta sürekli olarak başı çekmektedir. Devrimci mücadelenin ana ekseni, Filistin halkının saflarında ve Siyonist İsrail devletinin yıkılarak yerine birleşik, laik ve demokratik bir Filistin uğruna savaşmaktan geçmektedir. II. AVRUPA FIRTINANIN ORTASINDA 9) Avrupa ve ABD. Küresel krizin ABD’de başladıktan sonra kendine özgü dinamikler üzerinden Avrupa’ya yerleşmiş oluşu bir tesadüfün eseri değil. Zira ABD askeri ve finansal olarak hegemonik güç. ABD’nin askeri hegemonyası, Dolar’ın uluslararası para birimi olma niteliğini sürdürmesini sağlıyor ve bu ayrıcalıklı pozisyon ABD’ye kendi krizini dışarıya ihraç etme şansı tanımakta. Emperyalizmin askeri müdahale ihtiyacı karşısında, diğer Avrupa emperyalizmleri Amerikan askeri kapasitesinin oldukça gerisinde seyretmekteler. Breton Woods Anlaşması -1944- İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gelişen bu hegemonyanın ve Doların uluslararası para birimi olarak kurgulanmasının bir ifadesiydi. Bu anlaşmanın hâkimiyeti oldukça uzun sürdü. 1971 yılında Vietnam savaşında alınan mağlubiyet, bu anlaşmanın etki düzeyinde bir kırılmaya yol açacak ve böylelikle ABD, doların altına olan konvertibilitesini (çevrilebilirliğini) yitirdiğini ilan etmek zorunda kalacaktı. Ne var ki bu durum, bu ülkenin hegemonik karakterini değiştirmediği gibi aynı zamanda Dolar da, dünya ticaretinin temel değişim değeri olmayı sürdürecekti. Diğer ülkeler rezervleri için, Dolar toplamayı sürdürBAHAR | 2013 -

33


düler ve bu nedenle doların değeri yalnızca Kuzey Amerika’nın zenginliğinin değil aynı zamanda diğer ülkelerin zenginliğinin de bir ölçütüne dönüştü. Ne var ki, söz konusu değeri belirleyen, gerektiğinde daha fazla kâğıt para basarak ya da devalüe ederek dolara müdahale eden ABD Merkez Bankası’nın izlemekte olduğu tüm enflasyonist politikalar, aynı zamanda bu politikaların sonuçlarının diğer ülkelere ihraç edilmesiyle sonuçlanacaktı. Bu bağımlılığın sonuçlarından kurtulmak isteyen Venezuela gibi ülkeler, rezervlerini Euro’ya dönüştürmeye çabaladılar ya da İran gibi petrol pazarı üzerinden rezervlerini kurgulamaya giriştiler. Sonuç olarak, dünya üzerindeki ticari değişimin üçte ikisinin Dolar üzerinden gerçekleşmeye devam ettiği bir dönemde, bu çabaların tümü başarısızlığa uğrarken mevcut dünya ekonomik kriziyle yüz yüze gelindi. Bugün yalnızca Almanya, İtalya ve Fransa’nın Dolar rezervlerinin toplamı – 2011 itibariyle 603 milyar Dolar– bu ülkeleri Çin ve Japonya’nın ardından, dünyanın 3. Dolar işlemcisi konumuna getirmekte. Böylelikle krizin ABD’ye ulaşmasının ardından, bu ülke de süratle rezervlerini devalüe ederek krizini diğer ülkelere ihraç etmiştir. Bu durumun etkileri Japonya’da oldukça yıkıcı bir biçimde tezahür etmiştir –üstüne üstlük bu yıkıcı ekonomik sarsıntı bir de Tsunami ve Fukushima Nükleer tesisi kazasıyla birleşmiştir. 10) Dolar ve Euro. Öte yandan bu nakledilmiş krizin AB ülkelerindeki tesiri, AB Merkez Bankası’nın, finans kapitalin basıncıyla hayata geçirdiği ekonomik tedbirlerle iki katına ulaşmış durumdadır. Bu manzara aynı zamanda bir başka belirleyici faktörün altını çizmektedir; AB’nin dünya pazarlarında ABD ile rekabet edebilmesindeki diğer bir büyük zaafı, arkasında koruyup, kollayıcı bir devletin bulunmadığı koşullarda, ortak bir pazar ve para birimi inşa etmekte oluşundan kaynaklanmaktadır. Para birimi üzerinde koruyuculuğu olan –gerektiğinde devalüe edebilecek ya da değer kazandırabilecek– bir devletin yokluğunda Euro sıska bacaklı bir dev görünümü kazanmakta; eşitsiz, hiyerarşik ve düzensiz ekonomik ve politik ilişkilerin belirlediği şartlar altında, tümüyle ekonomik krizin etkilerine ve bu koşullardan yararlanarak yüksek rantlar elde etme uğraşındaki spekülasyon hareketlerine tabi bir araca dönüşmüş durumdadır. II.a. Almanya’nın hegemonik rolü 11) Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Almanya’nın birleşmesi. 1989 yılında Berlin Duvarı’nın düşüşü, savaş sonrası Yalta ve Potsdam’da oluşturulmuş Avrupa’nın da – yani Avrupa’nın, Almanya’nın ve kıtanın en güçlü ve kalabalık proletaryasının emperyalizm ve Stalinist Bürokrasi arasında paylaşılmasının– sonu olmuştur. Almanya’nın –kitle hareketlerinin etkisiyle– yeniden birleşmesi, bir ilerleme anlamına geldiği gibi aynı zamanda Doğu Avrupa’daki Stalinist rejimlerin çöküşüyle birleşmiş ve yeni bir Avrupa gerçekliği belirmeye başlamıştır. Bir yandan Almanya Fransa’yı ikinci planda bırakarak, merkezi bir güç pozisyonunu sağlamlaştırmış, diğer yandan Alman işçi sınıfı yeniden birleşmiştir. Ama, gerçekte bu talebin kitlelerce dile getirilip burjuvazi tarafından gerçekleştirilmiş olması arasında yatan çelişki, birleşmenin burjuva karakterli olmasına yol açmıştır. 12) Alman “mucizesi”. Alman burjuvazisi birleşme sürecine öncülük etti ve Doğu kesimindeki tüm üretim aygıtının tahribine yöneldi: Treuhand’ın denetimindeki 8,500 devlet işletmesinden, 1994’te sadece 400 adeti geriye kalmış durumdaydı; bu işletmelerde çalışanların %60’ı ise -2,5 milyon işçi- işsiz kalmıştı. Bu dev işsizler ordusu, iç emek pazarında işçi ücretlerinin ve çalışma koşullarının aşağıya çekilmesinde, dolayısıyla da kârlılık oranının artırılmasında kullanılacaktı. 1997 ile 2010 arsında gerçek ücretler %10 oranında düştü ve saat başına üretkenlik %8 oranında arttı, bu da birim emek başına harcamaların genel olarak %25 oranında azalmasına, “emek esnekliğinin” güçlenmesine neden oldu. 2004’te Schröder başkanlığındaki SPD (Sosyal Demokrat Parti) hükümetinin çıkardığı “Hartz IV” yasası uyarınca işsizlik ödentisi bir yılla sınırlandı, bu dönemin ardından işsizlere önerilen herhangi işi -saat başına 1 euroluk, 34

Sosyalist Düşünce Dergisi


işçinin vasfıyla ilgisiz, ikametinin çok uzağında..) kabul etme koşulu kondu. Krizin en derin anında (2009’da GSMH –%4.7) sanayi işletmeleri işçi sayısını azaltmayıp, Kamu Istihdam Dairesi sübvansiyonu sayesinde, çalışma saatlerini kısaltmaya yöneldiler: Böylece kısmi sözleşmelerde müthiş bir artış yaşanacaktı. Bu sayede 2011’de, sabit sözleşmelerin sayısı azalırken, yarım gün ve geçici (tazminatsız işten çıkarılanlar) olarak çalışanların sayısı bir milyona yükselecekti. “400 euroluk işler” denilen bu geçici işlerde çalışan geçici işçilerin miktarı 2012’de 2,7 milyona ulşmış durumdadır. Aynı yıl, erkek ve kadın işçiler arasındaki ücret farkı, kadınların aleyhine %23’e çıkmıştır (Avrupa ortalaması %16). Yoksulların durumu umutsuzluk düzeyindedir. Üç milyonu işsiz olmak üzere 7 milyon Alman, çeşitli devlet yardımıyla geçinmektedir. 2010 sonlarında Merkel bu yardımları 364 euro’yla sınırladı. “Yeni yedekler ordusunu” oluşturan bu yedi milyon insan çalışma koşullarının daha da aşağılara çekilmesinde kullanılmaktadır. Sendika önderliklerinin suskunluğu sayesinde gelişen bu panaroma, tüm ülkelerde gerçekleştirilmekte olan mevcut iş reformlarına model oluşturmaktadır. Bu reformların hepsinde –ve bazılarında çok yüksek oranlarda– tercihli kurbanlar göçmenler –örneğin Ispanya’da göçmenler arasında işsizlik oranı %30,4– ve gençlerdir –Avrupa ortalaması %21, İspanya’da bunun iki katı–. 13) Alman bankalarının gücü: Emekçilerden elde edilen artık değer sayesinde sermaye ihracı. Birleşmenin ardından Almanya doğrudan bire bir oranında “Marka” geçişin de etkisiyle 10 yıllık bir sürece yayılacak ağır bir ekonomik bedel üstlenmek durumunda kaldı. Bütün bu on yıl boyunca ülke, bir sermaye ve kredi alıcısı görünümündeydi. Ne var ki, yukardaki bölümde değinilen vahşi çalışma koşulları altında, 2000 ve 2007 yılları arasında 99 milyar Euro’luk ek bir kârlılık gündeme gelecek, ortalama ücretlerdeki artış %1,1 düzeyinde gerçekleşirken, özel sektör ve devlet girdilerindeki yükseliş, %7,7 düzeylerine sıçrayacaktı. Bu sermaye birikim sürecinin ardından 2001 yılından itibaren Almanya 270 milyar Euro’luk bir ilk dilimle dışarıya dönük sermaye ihracatına başladı. Bu sermaye ihracı tümüyle emlak balonu ya da üretim dışı sektörler olarak tabir edilen spekülatif alanlara yönelik bir karakter kazanıyor, dahası bu krediler aracılığıyla periferideki ülkelere sonu belirsiz bir süreç boyunca Alman ürünleri satın almalarının yolu açılmış oluyordu. Böylece ilerde pek çok ülke tarafından devletleştirilmek durumunda kalacak özel bankalar aracılığıyla muazzam ölçeklerde bir özel borç –ve banka borçları– yükü yaratılmış oluyordu. Bütün bu sürecin sonunda bugün Alman bankaları korkunç bir tehlikenin kıyısındalar. Yatırmış oldukları sermayeyi geri alabilmek adına, bugüne dek iliklerine dek sömürdükleri uluslara, eşi benzeri görülmemiş bir yağmayı dayatmaktalar. 14) Yeni AB’de Almanya-Fransa. Bu durum Fransa ile Almanya arasındaki güç dengelerinde ciddi bir değişime yol açtı, Fransa’nın politik dengelerinde yeni sonuçlar doğurdu. AB’nin oluşumunda önemli bir yer tutan ve birlik bütçesinin %80’ini soğuran Ortak Tarım Anlaşması (OTA), Savaş’ta askeri olarak tahrip olmuş Alman sanayisinin Fransız tarım burjuvazisini finanse etmesi anlamına geliyordu. Almanya’nın birleşmesinden sonra bu ülke dev harcamalarla kendi gücünü yeniden biçimlendirdi ve OTA aracılığıyla gerçekleştirdiği sübvansiyonları kesmeye başladı. Küçük burjuvazinin yoksullaşmasının, diğer sosyal sınıfları da etkilemekle birlikte, aşırı sağın kendini yeniden inşa etme süreciyle doğrudan bir ilişkisi bulunmakta. Yeni güçler dengesinin bir başka unsuru da Almanya’nın AB’yi Doğu Avrupa’ya doğru hızla genişletme kararlılığı olmuştur. 15) Merkel-Sarkozy ikilisi: Almanya’nın kendisini empoze etmekte olduğu yeni hiyerarşide, Almanya ve Fransa AB’nin temel iki süper gücü olmaya devam etmektedirler. Bu durum Merkozy söylemine neden olmuştur. Bugün Avrupa devletlerinin gerçekleştirmekte olduğu cari ilişkilerin yarısından fazlası Alman dış ticaretine yönelik durumda. Ama aynı zamanda Almanya çevre ülkelere yönelik yatırımcılığında 568.600 milyar Euro ile başını çekmekte. Bu ülkeyi 440 milyar Euro’luk yatırımıyla BAHAR | 2013 -

35


Fransa, 96.400 milyar ile İtalya takip etmekte. İspanya 127.600 milyar Euro tutarının yanı sıra Portekiz’in de 99.800 milyar Euro borçlu olduğunu hatırlatalım. Demek oluyor ki, şu ana dek yürürlüğe sokulmakta olan “kurtarma paketleri” esas olarak –büyük oranda Alman ve ikincil düzeyde Fransız– büyük Avrupa bankalarının fiktif sermayelerini kurtarma çabalarından başka bir şey değil. İşte Merkel-Sarkozy ikilisinin alâmeti farikası da tam olarak bu. Bu görünüm bize AB saflarındaki hiyerarşiyi sergilemekle kalmıyor, aynı zamanda bu iki ülkedeki sınıflar arasında yaşanan güç ilişkilerinin de bir yansımasını oluşturuyor; daha savaşçı bir görünüm arz eden Fransız işçi sınıfı, Almanya’da uygulanan ölçekte şiddetli planların uygulanmasını durdurmayı başarmıştı. 16) Doğu Avrupa: Alman yayılmacılığından krize ve IMF’nin bölgeye girişi. AB’nin Doğu Avrupa’ya yönelik açılımı esas olarak, Almanya’nın birleşmesinin ardından Doğu Avrupa’daki yakın ilişkilerini derinleştiren ve ayrıcalıklı pozisyonuyla seferber olan Alman çok uluslu şirketlerinin bir talebiydi. Bu çok uluslu şirketler, temelde söz konusu coğrafyadaki kitlesel özelleştirmelerin sunduğu uygun fiyatlardan, nitelikli ve ucuz işgücünden yararlanmak, böylece hem endüstriyel yatırımlarını kaydıracak uygun bölgelere yerleşmenin hem de şirketlerinin üretim maliyetlerini düşürmenin arayışındaydılar. Almanya’nın sermaye ihracı politikası bu siyasetten beslenmekteydi ve nihayetinde ailelerin borçlandırılmasına dayalı güçlü bir büyüme sürecinin ardından, 2008 yılı ve 2009 yılının sonundan itibaren, tüm Avrupa eşi benzeri görülmemiş bir durgunluğun pençesine düşecekti. Polonya ve Çek Cumhuriyeti, bu durgunluk dalgasından sıyrılmayı ve 2010 ve 2011 yıllarında pozitif görünümlü GSMH (Gayrı safi milli hâsıla) oranlarına ulaşmayı başardılar. Ne var ki bu müspet görüntü bölgenin geri kalan ülkeleri için geçerli değildi. Bu bölgedeki pek çok ülkede ailelerin ödeyemediği ipotek kredileri nedeniyle, yığınsal emlak krizleri art arda baş gösterdi. Macaristan’daki ipotek krizi, devasa ölçekte bir borç birikmesiyle birleşerek kamu borçlarının GSMH’nin yüzde 72,9’u oranına fırlamasına ve ardından güçlü bir sosyal direnişin kaynağı haline dönüşecek –başta sağlık sektörü olmak üzere- bir özelleştirme dalgasına yol verecekti. AB Merkez Bankası’nın kaynakları, Euro bölgesindeki ülkelerin taleplerine yanıt vermekten uzaktı. Öte yandan tüm çaba, “Doğu’ya” para enjekte etmeye, böylelikle Doğu ülkelerinin “Batılı” bankalara borçlarını ödeyebilmesini garanti altına almaya kilitlenmişti. Sonuçta Avrupa kaynakları yetmeyince, devreye IMF çözümü sokuldu. G-20, “Doğu’ya” yardım gerekçesiyle kaynaklarını üç katına çıkarttı. 2008 ve 2009 yılları boyunca AB, IMF ve diğer bankaların Macaristan, Letonya ve Romanya’ya aktardıkları “yardımların” sonuçları korkunç oldu; Macaristan’da özelleştirmelerin bir sonucu olarak GSMH içinde kamu harcamaları yüzde 2,5 oranında, memur maaşları yüzde 30 oranında düşüş gösterirken, geri kalan ücretlilerin maaşları ise dondurulacaktı. Letonya’da emekli maaşları yüzde 10 oranında, öğretmen maaşları yüzde 50 oranında düşürülürken, sağlık harcamaları ise üçte bir oranında kesintiye uğrayacaktı. Romanya’ya gelince; edinilecek yardımların bedeli, ücretlerin beş yıl içinde üçte bir oranında aşağı çekilmesi, 100 bin memurun işten çıkartılması ve emeklilik haklarının tahrip edilmesi suretiyle ödenecekti. 2009 Martı ile 2010 Martı arasında Letonya’da işsizlik, yüzde 14,3 oranından yüzde 22,3’e fırlarken, GSMH iki yıl içersinde yüzde 20’den fazla düşüş gösterdi. 2012 Martında, Avrupa Komisyonu, Macaristan’a yönelik mali desteklerini bu ülkenin devasa borç oranlarını gerekçe göstererek askıya aldıklarını ilan etti ve yeni bir kesinti planı talep etti. 17) Borç denetimi ile büyüme ikilemi arasında. Bu tartışma burjuva sektörler arasında yaygınlaşmış durumda. Bir yandan kaynakların dağıtımına ilişkin burjuvazi arasındaki gerginliklere –üretken sektörler de “büyüme teşvikleri” gibisinden kamu kaynakları talep etmekteler- işaret ederken, bir yandan da borç ödemelerindeki kısmi bir gevşetmenin tüketimin belli oranda artmasını olanaklı kılacağı ileri sürülmekte. Ama aynı zamanda, kitlelerin politik kısıtlamalar karşısındaki tepkilerine yanıt olarak, kısmi bir gevşemenin doğrudan bir sınıf çatışmasını savuşturacağı belirtilmekte. Bu politikanın temel savuncusu, Hollande önderliğindeki sosyal demokrasidir; son dö36

Sosyalist Düşünce Dergisi


nemde yerel seçimlerde kazançlı çıkan Alman sosyal demokratları ve sanayi kesimleri de bu politikayı savunmaktadır. Obama’yı örnek gösteren bu kesimler artık sosyal demokrasiyle sınırlı kalmayıp, belirli burjuva sektörleri de içermektedir; örneğin İspanyol burjuvazisi de borç denetiminde esnekleşme talep etmektedir. Ancak bu durum karşısında yanılgıya düşmemek gerekir: Her iki politika da, emperyalizmin işçilere ödetmek istediği aynı kriz madalyanonunun iki ayrı yüzünden ibarettir. Üretim teşviklerinin kimin cebinden çıkacağı herkesçe bilinmiyor mu? Büyüme adına, işçilerin yaşamını daha da kötüleştirecek olan yeni iş reformu yasalarıyla karşı karşıya kalacağız. II.b. Kamu borcu krizi ve kurtama operasyonları 18) Finansal kârların garantörü olarak Avrupa Merkez Bankası. Aslına bakılırsa devlet borçlarının finansmanı kazançlı bir süreci ifade ediyor. Avrupa Merkez Bankası (AMB) devletlerin borç faizleri yüzde 6 civarında iken –ki geçtiğimiz Kasım ayında Yunan tahvillerinin 10 yıllık ödemeleri için faizler yüzde 14’leri, 3 yıllık geri ödemeleri için ise yüzde 20’ler düzeyine sıçramış durumdaydı- büyük bankalara yüzde 1 civarında bir faiz oranı ile para aktarıyor. Bu muazzam kârlılık oranlarını sürdürebilmek için büyük bankalar, mali kaynak kullanan ülkelerin hükümetleri korkunç bir kıskaca alarak gerçekte bu borçları zamanında ödenemez düzeye getirmekteler. Şu günlerde Alman hükümeti aracılığıyla Alman büyük bankalarının ve onların takipçisi durumundaki Fransız bankalarının bütün çabası, bu bol köpüklü kârların sürekliğinin garanti altına alınmasına endekslenmiş durumda. Mali anlaşma olarak adlandırılan girişim, esas olarak borçlu ülkelerin hükümetlerine gerektiğinde anayasal reformlar da yapmak suretiyle kamu harcamalarında yıkıcı sonuçları olacak kısıtlamalar getirerek ve sosyal harcamalara, emeklilik haklarına ve ücretlere saldırarak bu garantileri elde etme çabasından başka bir şey değil. 19) Yunanistan, Euro bölgesinin zayıf halkası. Kurtarma planları. Aşırı borçlanma zinciri, uluslararası finans kapitalin büyük saldırı dalgasının hemen ardından, en zayıf yerinden kopmuş durumda. Kesinti planlarının hemen ardından, çöküş tehdidi ve ilk kurtarma planları devreye sokuldu. Bu kurtarma planlarının öncelikli hedefi, Yunanistan’ı bulunduğu durumdan kurtarmak değil, esasen bu ülkeye kredi veren Fransız ve Alman bankalarının çöküşünü engellemekti. İlk kurtarma planının üzerinden 1 yıl geçtikten sonra ülkenin borcu çok daha büyümüş ve dahası bu kapsamda bir borcun ödenebilme imkânı daha da olanaksızlaşmış oldu. İşsizlik oranları yukarı doğru fırlarken, adaletsizlik yoğunlaşmış, ücretler ve emekli maaşları yerlerde sürünür olmuştu. İlk planın ardından, Yunanistan’ın mevcut borç yükü halen olağanüstü bir düzeyde seyrediyordu. Bu gelişmeler üzerine, Troyka –AB Merkez Bankası, AB ve IMF- Yunan politikası üzerinde, Latin Amerika’da 90’lı yıllar boyunca IMF ve Dünya Bankası eliyle uygulanan türden yukarıdan aşağı bir kontrol uygulamaya girişecekti. 20 Ekim 2010 tarihinde AB –IMF ile anlaşarak– Yunanistan’a ikinci bir kurtarma planı için yeni şartlar dayatmaya girişti. 2012 Ocak’ında yeni bir finansman desteği karşılığında bu şartlara daha fazla kesinti ve işten çıkartma dalgasının eklenmesi gündeme gelecekti. 20) Bankalar için daha fazla para: İkinci kurtarma planı. İlk kurtarma planları için AB üyesi devletlerin bankalara aktardığı para, AB Komisyonu Başkanı Barroso’nun aktarımına göre, yaklaşık 400 milyar Euro tutarını bulmuştu. Ne var ki, bankalara aktarılan bu tutar, finansal durumu düzeltmek bir yana, durumun daha da içinden çıkılmaz bir hal almasına yol açtı. Fransa/Belçika sermayeli Daxia bankasının çöküşü, aslında bankacılık sistemi açısından devletlerin içinde bulunduğu çıkışsızlığın ilanından başka bir şey değildi. 27 Ekim tarihli zirvede 100 milyar Euro’nun daha doğrudan ya da dolaylı olarak bankaların yeniden finansman hizmetine sunulması kararlaştırıldı. Mekanizmanın mantığı hep aynı şekilde işlemekteydi; mevcut fonların devam edebilmesi adına, bankaların üçüncül borçlularına geniş tavizler sunulması hedeflenBAHAR | 2013 -

37


mekteydi. Borç krizi artık Avrupa’nın kalbine doğru ilerlemekteydi. Fransa’nın birincil düzeyde risk taşımakta olduğunun ilanı aslında alarm zillerinin çalmaya başladığının bir göstergesiydi. Önceki çabaların yetersiz kaldığı koşullarda yaklaşan tehlikeyi durdurabilmek adına yeni planlar gündeme alındı. Ne var ki, 100 milyarlarca Euro’luk bu yeni bedel nasıl ödenecekti? Avrupa emekçi halkları bir kez daha hedef tahtasındaydı. 21) İspanya bankalarını kurtarma planı. 9 Haziran’da AB, IMF ve AMB ile birlikte, İspanyol bankaları için 100 milyar Euro değerinde bir kurtarma planı kabul etti. Planın amacı, ücretlerin ya da emekli maaşlarının ödenmesi olmayıp, bankalarını kurtarabilmesi amacıyla İspanya devletine açılmış bir kredi; kredinin geri ödenebilmesi için de İspanyol hükümetinden yeni tedbirler alması istenmekte (kamu harcamalarının kısıtlanması, memur maaşlarında indirim yapılması, KDV’nin artırılması...). Bu yeni “seçmece kurtarma planı” bankalara, daha sonra halk yığınlarınca ödenecek yeni paraların aktarılması anlamına geliyor. 22) Euro’nun sonu mu? Sermayenin emekçilere yönelik saldırısı, egemenleri güçlü bir iç çatışmadan azade kılmadı. Zira çok sayıda tartışma bu süreçte açığa çıkacaktı; Fransa ve Almanya arasında, faturanın ödenmesi ve ileriye dönük politikalar üzerine, Alman bankaları ve AB Merkez bankası arasında, AB Merkez Bankası’nın borçları satın almasını protesto ederek istifa eden iki merkez bankası üyesi üzerine, ayrıca Alman burjuvazisiyle çevre ülke burjuvazileri arasında bu dönem boyunca türlü nedenlerle çatışmalar gündeme geldi. Bu çerçevede, Alman banka sektörleri artık doğrudan Euro’da ısrarın beyhude olduğu ya da borç yükleri nedeniyle ağır bir cezayı hak eden çevre ülkelerin Euro bölgesinin dışına çıkartılması veyahut bu ülkelerde Euro’nun ikincil bir para birimi olarak kullanılması yönünde fikirleri daha yüksek sesle ifade eder oldular. Bu kesimler arasında yürütülen tartışma, esasen AB Merkez Bankasınca satın alınmış durumdaki borçların merkez ülkelerce paylaşılmasının Euro’yu zayıflatıp zayıflatmayacağı sorunu etrafında merkezileşmekte. Görüldüğü üzere kapitalist ekonomi mantığından hareketle sorunlar yumağında bir çözüm ufukta görünmüyor. Bu nedenle çözüm, bütünüyle sınıflar mücadelesinin sathına taşınmış durumda; ya sermaye işçi sınıfı ve diğer halk kesimleri üzerinde ağır bir yıkım gerçekleştirecek ya da bu sınıflar kapitalizme bir son verecek. Yönelişin kaderini büyük ölçüde bu çerçeve belirleyecek. Şüphesiz müdahaleye uğrayan ülkelerin burjuvazileri ile merkez burjuvazileri arasında ödenmesi gereken bedel konusunda bir dizi anlaşmazlık mevcut, öte yandan burjuvazinin tüm sektörleri, kemer sıkma paketleri aracılığıyla bedelin büyüğünü işçi sınıfına ödetmek konusunda anlaşmış görünüyorlar. II.c. Sosyal haklara ve çalışma koşullarına saldırı 23) İşçi sınıfına yönelik durmak bilmeyen bir saldırı. Avrupa hükümetleri ve patronları, krizin tüm yükünü işçi sınıfına yıkmak için kurumları aracılığıyla ve bankaların dayatmalarıyla şekillenen kesintisiz bir hücuma kalkmış durumda. Şirketler, hükümetlerin dayatmaları ve sendikaların pasif tutumları eşliğinde, işyerlerinde küçülmeye ve ücretlerde kesintilere gitmekteler. Mevcut hükümetler sistematik bir biçimde, kamu sektöründe çalışan memurların, emeklilerin maaşlarında, eğitim ve sağlık alanındaki kamu yatırımlarında kesintilere gidiyorlar. Devasa mücadelelerin ürünü olan kazanımlar bir anda tarihe karışıveriyor. İşçi sınıfının yaşam koşulları ciddi ölçekte gerilemeye yüz tutuyor. Eşitsizlik ve yoksulluk tüm Avrupa genelinde yaygınlaşıyor –kimi Avrupa ülkelerinde bu oran yüzde 26 oranlarına ulaşmış durumda-. Öte yandan yaygınlaşan sefalet koşullarının tehdit ettiği en önemli kesimin kadınlar olduğu vurgulanmalı. 24) Göçmenlerin suçlu düzeyine düşürülmesi, Schengen... yetmediğinde, sınırların yeniden ihsası. Schengen’in güvence altına aldığı korumalı Avrupa politikası, çeşitli Avrupa ülkelerindeki göçmenler yasalarının ve bunların daha sonraki 38

Sosyalist Düşünce Dergisi


reformlarının temelini oluşturmuştur. Ancak, krizin derinleşmesinin ve Kuzey Afrika devrimlerinin sonucunda AB sınırlarının koruyucusu durumundaki diktatörlüklerin devrilmesinin doğurduğu basıncın etkisiyle, göçmen politikasının uygulanmasında köklü bir dönüşüm gerçekleşti. Göçmen yasalarında yapılan değişiklikler, hükümetlerin sendikaların temsil ettikleri işçi aristokrasisi kesimleriyle doğrudan çatışmaya girmeksizin gerçekleştirdikleri en “iyi” iş reformları oldu. Dev kaçak (“kağıtsız”) emek orduları, her an oturma ve çalışma izinlerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya durumdaki göçmenlerle birlikte, başka ülkelere göçemeyen üretim kesimleri için –inşaat, tarım, otel-lokanta, vs. işletmeciliği) zayi edilebilecek piyonlar haline geldiler, mevcut çalışma koşullarının ağırlaştırılmasında ve özellikle de işçi sınıfının bölünmesinde ve onun saflarında yabancı düşmanlığının yaygınlaştırılmasında kullanıldılar. 2009 başlarında İngiltere’de gerçekleştirilen “İngiliz işleri İngiliz işçilere” grevi, bunun en açık yansımalarından birini oluşturdu. 2008’de kaçak göçmenleri suçlu durumuna düşüren Berlusconi, tüm AB düzeyinde kaçak avının genelleşmesinde öncü rolü gördü. 2010’da Sarkozy göçmen Romanları hiçbir suç iddiası olmaksızın yasa dışı bir biçimde yurt dışı ettikten sonra, göçmen yasalarını daha da ağırlaştırdı. Yaptığı değişikler arasında, Fransız kökenli olmayanların suç işlemeleri haline bunların yurttaşlıklarının geri alınıp yurt dışı edilmeleri yer alıyordu: aynı yıl 28 bin, ertesi yıl ise 33 bin kişi yurt dışı edildi. Göçmenler yasasındaki her ağırlaştırma, geride kalanların yeraltına itilmesine, daha krizin başında işsizler ordusunu ilk oluşturan bu kişilerin (örneğin İspanya gibi ülkelerde, inşaat sektöründe) daha da fazla köleleştirilmelerine ve marjinalliğe itilmelerine yol açmaktadır. Ancak durum daha da keskinleştiğinde –ve Schengen’in AB içinde serbest dolaşımı sınırlayacak biçimde askıya alınabilirliğinin öngörülmüş olmasına rağmen- yasalardaki değişiklikler de yetmemekte ve bu kez sınırlar güçlendirilmektedir. Tunuslu ve Libyalı göçmenlerin bu ülkelerdeki devrimler sırasında kitleler halinde Lampedusa’ya (İtalya) gelmeleri karşısında Fransa Schengen’in askıya alınıp gözden geçirilmesini istedi, Sarkozy bu talebi 2012 seçim programına aldı. Danimarka daha da ileriye giderek sınır denetimlerini yeniden tesis etti. 25) “Refah devletinin” ilgası. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından burjuva devletlerinin yeniden inşası, çeşitli ülkelerde Nazi işgaline karşı mücadele eden silahlı kitle hareketinin dağıtılmasını gerektiriyordu. Bu amaçla Stalin’in emriyle komünist partilerin ihanetine ihtiyaç vardı. Bu doğrultuda Stalin, Avrupa’yı, özellikle de Almanya’yı bölen ve Yunan devriminin ezilmesini olanaklı kılan Yalta ve Potsdam anlaşmalarını imzaladı; Batı’da da komünist partiller kitlelerin silahsızlandırılmasına öncülük ettiler. Burjuvazi küllerinden yeniden doğma olanağına kavuştu, ama buna karşılık sosyal demokrat ve komünist partiler ile onların önderliğindeki sendikalara ciddi iktidar kotaları bahşetmek durumunda kaldı. Burjuvazinin zayıflığı ve savaş sonrasında yükselen kitle mücadeleleri –sömürgelerdeki ulusal kurtuluş mücadelelerindeki şiddetlenmeyle birlikte- “Refah devleti” denen olgunun temelini oluşturdu. Tüm toplumun temel ihtiyaçlarının (emeklilik, eğitim, sağlık ve sosyal hizmetler) karşılanmasını garanti altına alan genel sosyal güvenlik sisteminin (ücretlerin her iki bölümünün –doğrudan ve dolaylı- bu amaca yönlendirilmesiyle) olanaklı kılan, savaş sonrasının işçi mücadeleleri olmuştur. Yüksek refah düzeylerinin –burjuvaziden çekip koparılarak- oluşmasını sağlayan bu koşullar, bir sonraki aşırı üretim krizinin 1970’lere değin yirmi yıl süreyle ertelenebilmesini ve ardından da, bir çöküntü spiraline girilmeksizin aşılabilmesini olanaklı kılmıştır. Ama kârlılık oranları düşmeye devam etmiş ve 1980’lerden itibaren mali sermaye kendini hükümetlere dayatmaya başlamıştır. Böylece hükümetler, yukarıda değinilen iki ücret bölümünü işçilerin kullanımından çekip alarak, onlardan elde ettiği artık değerin artırılmasına yönelmiştir. Ve böylece emeklilik ödentileri, sağlık, eğitim, vb. alanlarındaki özelleştirme saldırılarıyla bu sektörlerdeki kârlılık artırılmaya çalışılmıştır. BAHAR | 2013 -

39


Mevcut kriz koşullarında bu saldırılar daha da ötelere varmaktadır. Şimdi bu paraların dış borçların ödenmesinde kullanılabilmesi için refah devletinin tamamen ilgasına ihtiyaç duyulmaktadır. Böylece dolaylı ücretlere el koymak amacıyla, sosyal hizmetler kapatılmakta, ya da zaten ödediğimiz hizmetler bir kez daha ücretli hale getirilmekte, sağlıkta ortak ödeme sistemi yürürlüğe konmakta, üniversite kayıt ödentileri yükseltilmekte... Doğrudan ücretlere el koyma ise, işsizlik ve emeklilik ücretlerindeki kesintiler, emeklilik yaşının uzatılması, vb. biçimlerini almaktadır. Sosyal hizmetlerin ilgası ya özelleştirilmesi de, kamu hizmetlilerinin işten çıkarılması eşliğinde dolaysız ücretlere el konmasını anlamını taşımaktadır. Aynı şekilde doğrudan vergiler (gelir vergisi) ile dolaylı vergilerde (KDV) yapılan artırımlar da, ağır dış borç faizlerinin ödenmesinde kullanılmaktadır. Ve bu kesintilerin özel kurbanlarından biri gene, sosyal hizmetlerin verilmediği alanlarda (çocuk yuvalarının giderek azalması, zaten gerekli hizmeti alamayan yaşlıların bakımı, vb.) bu görevleri sırtlanacak olan kadınlar olmaktadır. Mevcut kesinti önlemlerinin temel taşlarını, farklı düzeyler ve farklı hızlarda gerçekleştirilen bu uygulamalar oluşturmaktadır. III. SERMAYENİN AVRUPASI VE DEMOKRATİK HAKLAR III.a. Polis devletlerine doğru 26) AB, sermayenin Avrupası. Finans kapitalin hizmetinde bir araç olarak AB’nin karakteri şüpheye yer vermeyecek ölçekte açığa çıkmış durumda. Büyüme, işçiler ya da işsizlik gibi diğer ekonomik sorunlar gündem dışına çıkmış durumda. Tek hedef, büyük finans patronlarının çıkarlarını garanti altına almaya endekslenmiş durumda. Avrupa pazarının, her geçen gün merkeze -Almanya- daha fazla bağımlı ve borçlu bir çevre ile üretimi besleyen ve çevreye para aktararak güçlü bir finans sistemi yaratan merkez arasında inşa edilmesinden kaynaklı farklılıklar, Euro’dan kopuşun koşullarını olgunlaştırmakta. Bu krizin gelişimi ışığında, varsayıldığı biçimde bir Avrupa emperyalizminin yokluğu, buna karşın, Alman emperyalizminin diğer Avrupa emperyalizmlerini belirlediği tartışmasız bir hiyerarşinin varlığı bir kez daha açığa çıkmıştır. Çokuluslu şirketler yeni pazarlar açabilmek ya da diğer rakipler karşısında savunma kurabilmek gereksinimleri karşısında propaganda edildiği türden, yurtsuz devletsiz kurumlar olarak hareket etmemektedirler; bu şartlar altında sermayenin Avrupası, işçi sınıfına karşı açılmış sınırsız bir savaştan başka bir anlam taşımamaktadır. 27) Egemenliğin azalması devletlerin yapısını zayıflatmamakta aksine onları güçlendirmektedir. Avrupa Komisyonu ve Konseyi öncülüğünde geliştirilen ve devletler aracılığıyla devreye sokulan Düzen ve Büyüme Paktı, Yapısal Reform Paktı ve Euro Paktı türünden anlaşmalar bir Avrupa yurttaşlığı varsayımına dayanmakta iken, ulusal egemenliğin kaybı tartışmalarının bir kez daha tartışma masasına yatırılmasına vesile olmuş durumdadır. Kimi sektörler yukarıdaki üç pakt üzerinden temellenen Avrupa ekonomik yönetiminin aslında ulusal egemenliklere karşı gerçek bir “sessiz darbe” olduğundan söz etmekteler. Bu yaklaşıma görünüşte muhalif bir tutum ise, Avrupa anayasasına dönük Fransa’daki referandumda, ulus devletlerin ağırlığının zayıflamasını ve Avrupa’nın ağırlığının artacağı varsayımından hareketle destek oyu çağrısında bulunan Negri’den gelmişti. Aslına bakılırsa her iki pozisyon da egemenliğin azalmasıyla ulus devletler karşısında Avrupa Birliği’ne niteliksel bir önem atfetmekteler. Ne var ki, gerçek durum böyle değil. Tüm belirleyicilik büyük çok uluslu şirketlerin denetiminde ve ülkelerdeki sınıf mücadelelerinin gelgitleri halen önemli bir faktör olmaya devam ediyor. Öte yandan, AB kurumlarında yapılan düzenlemeler, devletin rolü üzerinde niteliksel dönüşümler anlamına gelmiyor. Yalnızca ulus devletlerin temellerini sürdürmesine olanak sağlamıyor –Engels’in ifadesiyle sınıf 40

Sosyalist Düşünce Dergisi


egemenliğini sürdürmek için silahlanmış insanların birliği- her bir ülkedeki işçi sınıfını en baskıcı ve antidemokratik yöntemlerle bastırmak için onları güçlendirmeye olanak sağlıyor. Bu nedenle AB, daha küçülmüş bir devleti değil, sermayenin geleceğini garanti altına alabilmek için halklara karşı en vahşi ve Bonapartist yöntemleri devreye sokmaktan çekinmeyen bir devler bütününü temsil ediyor. AB bu nedenle işçi sınıfına karşı oluşturulmuş bir devletler cephesinden başka bir şey değil. Dahası bu cephe dönüştürülebilir bir cephe değil. Dolayısıyla işçilerin ve halkların Avrupa’sını inşa etmek yolunda bu cephenin yıkılması kaçınılmaz bir görev. 28) AB hiçbir zaman demokratik bir niteliğe sahip olmadı. Bu özelliği, kuruluşundan beri çok sınırlı yetkiyle donattığı Avrupa Parlamentosu’na biçtiği rolle belli olmuştu. Kararlarının merkezinde, üye devletlerin temsilcilerini bir araya getiren, bir devletler cephesi halindeki Avrupa Konseyi yer almakta. Ama bu yapının dahi, çokuluslu şirketlerin ve mali sermayenin denetimini garanti altına alabilmek için güçlendirilme ihtiyacı duymuştur. Bu amaçla Avrupa Anayasası oluşturulmak istenmiş, ama bu girişim çeşitli referandumlarda, özellikle 2005’te Fransa’da yenilgiye uğrayınca terk edilmiştir. AB’nin bizzat kendisini tehlikeye sokan bu tökezlemeyi aşabilmek için anayasa taslağı yeni bir makyaja tabi tutulmuş ve Lizbon Antlaşması biçiminde yeniden gündeme getirilmiştir. Bu kez hiçbir hükümet riske girmek istememiş ve İrlanda dışında hiçbir ülkede referanduma sunulmamıştır. Çokuluslu şirketler, istikrarsızlığa sürüklenebilecek ülkelerdeki çıkarlarını koruyabilmek amacıyla, AB işlerliği içinde konum sahibi olmak istemişlerdir. Derin bir kriz yaşamakta olan İrlanda’da ise, Nice metninin reddedilmesinin ardından 2010’da yenilenen referandumda, Antlaşma bu kez kabul edilmiştir. AB, herhangi bir yerde istediğini elde edemeyince, ona ulaşana değin süreçleri istediği gibi tekrarlayabilmektedir. 29) Demokrasi ile kapitalist kriz birbiriyle uyuşmamaktadır. Yunanistan’da referandum sözcüğünün kendisi bile Avrupa Merkez Bankası (AMB), üye hükümetler ve AB kurumları nezdinde tüm alarmların çalmasına neden olmuştur. Papandreu sözünde durmaz, sorumsuz, sorun yaratıcı olmakla suçlanmıştır... Sırf hükümeti, kitlelere yaşamlarına ilişkin önemli bir soruna, ekonomik krize verilecek yanıta ilşikin söz hakkı tanımak istediği için. Nasıl olur da –Avrupalı liderlere göre- Yunanlılara ikinci kurtarma planını kabul edip etmedikleri sorulabilirdi ki? Demokrasinin beşiğinde halka söz hakkı tanımak bir skandal anlamı taşıyordu. Tüm dünyaya demokrasi dersi verenler halkın öncelikli olanın piyasalar mı yoksa işçiler mi olduğuna ilişkin görüş belirtme olasılığı karşısında dehşete düşmüşlerdi. Ya bu istek tüm AB ülkelerinde yayılsaydı? Neticede Papandreu referandumdan vazgeçmek zorunda bırakıldı ve Troyka’nın hazırladığı müdahaleyle Papademos başkanlığında, parlamentodaki çoğunluk partilerinin desteğinin istendiği, “teknokratlar” hükümeti kuruldu. Kapitalizm ve onun tüm kurumları halkın sesinden korkmaktadır. Halkın kendi kaderini tayin hakkına tam destek! 30) Yeni bir Bonapartizm ve “ulusal birlik” politikası. Yunanistan’ın ardından İtalya da Troyka’nın denetimi ve gözetimi altına sokuldu. Kriz Cavaglieri’yi müttefiklerinden uzaklaştırıp hükümeti zayıflatırken, bir yandan da seferberlikler yaygınlaşmaktaydı. Bu durum, İtalya’nın kamu borçlarına spekülatörlerin saldırarak yağlı kârlar elde etmeleri için mükemmel bir ortam yaratmaktaydı. Neticede, AMB’nin bir dizi müdahaleyle İtalyan borç senetlerini satın almasının ardından, Berlusconi uzaklaştırılarak yerine “teknokrat” Mario Monti geçirildi. Mussolini’nin ardından ilk kez, tek bir üyesi bile seçimle gelmemiş olan bir hükümet kuruldu. Papademos örneğinde olduğu gibi, Monti hükümetinin ardından ulusal birlik dayatıldı ve hükümet Parlamentodan geçirildi. Her ikisi de eski Goldman Sachs çalışanı olan başbakanlar altındaki bu iki hükümetin de amacı, Troyka’nın belirlediği politikaları gecikmeksizin yürürlüğe koymaktı. “Teknokrat” hükümetler partiler arasındaki politik çekişmelerin ve seçim hesaplarının üzerine çıkarak, İtalyan ve Yunan burjuvazisi de dahil olmak BAHAR | 2013 -

41


üzre büyük sermayeye hizmet etmeye hedeflenmiş durumdadır. Bu, uluslararası mali sermayenin basıncı altında ve burjuvazinin onayıyla hareket eden bir Bonapartizm’dir. Dış borç yükü altındaki Latin Amerika’da olduğu gibi ulusal egemenlik ihlal edilmekte, ama buna karşılık ulusal devletin ve onun kurumlarının üzerinde yükseldiği hukuki sisteme dokunulmamaktadır (Aksi takdirde daha klasik tip bir Bonapartizm söz konusu olurdu). Bunlar, sınıf mücadelesinin keskinleşmesi karşısında polisiye önlemleri güçlendiren hükümetlerdir. III.b. Aşırı sağın yeniden biçimlenmesi 31) Aşırı sağ yeniden biçimlenmekte. Sermayenin kendi iradesini ve kararlarını işçilere dayatmak için başvurabileceği çareler sadece bununla sınırlı değildir. Yunanistan’da halihazırda kısık sesle de olsa bir hükümet darbesi olasılığından söz edilmeye başlamış ve Papandreu referandumu gündeme getirdiği günlerde Yunan genel kurmayında değişiklikler yapmıştı. Ancak bu olasılığın gerçekleşmemesi veya yetersiz kalması olasılığını göz önünde tutan mali sermaye, Avrupa’da aşırı sağın yeniden biçimlenmesini yüreklendirmekte ve finanse etmektedir. Faşizm, kapitalizmin baruthanesindeki en son fişektir. Kriz anlarında kutuplaşma artar ve aşırı sağ güçlenir. 1930’larda Almanya’da Hitler, ülkeyi büyük depresyondan çıkarabilmek amacıyla ağır ve umarsız kemer sıkma politikaları uygulayan ve güçlü işçi mücadelelerine yol açan Brüning hükümetinin ardından iktidara gelmişti. Avrupa’daki son dönem seçimlerinde aşırı sağ İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en iyi sonuçlarını elde etmiş ve bazı ülkelerde (Avusturya, Macaristan, Hollanda, İtalya, İsviçre, Yunanistan, Norveç, Danimarka) hükümetlere girmiş ya da onları koşullandırmıştır. Göçmen karşıtı, Müslümanlık karşıtı, ultraliberal ve aşırı milliyetçi söylemle aşırı sağ, krizin darbeleri altındaki küçük burjuva ve işçi kesimlerden oy toplayabilmektedir. 32) Faşizme karşı mücadele. 2011 yazında, Avrupa’da son yılların en vahşi faşist saldırısı yaşandı. Oslo’da sendikal bir alan olan Utoya adasında sosyal demokrat partinin yaz kampına katılan gençlerden 84’ü, aşırı sağcı İlerleme Partisi’nin eski bir militanı tarafından katledildi. Sosyal demokrat hükümet katili deli bir kişi olarak tanımladı ve mahkameler de davayı aynı biçimde ele alarak hapis cezasının gündemden düşme olasılığına kapı açtı. Sendikaların ve sol politik örgütlerin faşizme karşı bir cephede toplanması, bunun aracılığıyla genel grev çağrısı ve katilin devlet aygıtıyla olan bağlantılarının araştırılması talebi olmaksızın, olay sanki trajik bir felaket haline indirgenmiş oldu. Radikal solun büyük bölümü de işçi örgütlerine yönelik bu faşist saldırıya yeterli önemi göstermedi, Avrupa’daki sosyal demokrat önderliklele olan mücadelelerini ön plana çıkararak bu önderliklerin geniş işçi kitle tabanlarına ve yaygın bir etkiye sahip oldukları sendikalara yönelik somut herhangi bir politika geliştirmedi. Faşizme karşı mücadeleyi sekterlikten uzak bir biçimde ele almak ve bu amaçla sınıf bağımsızlığı temelinde işçi ve halk tabanlı politik ve sendikal örgütlerden oluşan bir geniş cephe politikası izlemek gerekmektedir. Burjuva demokrat partileri aşırı sağ akımlardan ayrıştıramayız; bu hatayı, Le Pen’e karşı Chirac’a oy çağırısında bulunan Fransız solunun bir kesimi işlemişti. Bu iki kesim birbirinin uzlaşmaz düşmanı değil tamamlayıcısıdır, tıpkı 1930’lardaki halk cepheleri döneminde görüldüğü gibi; gerektiğinde demokratlar saf değiştirmekte ve faşizmin yolunu açmaktadırlar. III.c. Ulusal sorun 33) Avrupa’da ulusal sorun mevcut devletlerin çoğundaki iç gerginliklerin temelinde yatmaktadır ve sınıf mücadelesinin temel bir bileşenidir. Tarihsel Marksist analizden hareketle sömürge kalıntıları, ayrımcılık olguları ve çözümlenmemiş ulusal sorunlar arasındaki farkları tespit edebilmek gerekmektedir, zira her durumda devrimci politika farklı nitelik kazanır. 42

Sosyalist Düşünce Dergisi


Sömürge rejiminin kalıntılarıyla ilgili olarak, örneğin Kuzey İrlanda’da, İrlanda’nın birliği uğruna mücadele kendi kaderini tayin hakkını dışlar (Kutsal Cuma Antlaşması’nın merkezi noktalarında biri), aksi takdirde maruz kaldığı sömürgeci işgalin meşruiyeti tanınmış olur. İngiltere’nin Kuzey İrlanda’dan çekilmesi ve İrlanda’nın birliğinden yanayız. Aynı şeyi İngiltere’nin sömürge kalıntıları olan Malvinas ve Cebelitarık için, İspanya devletinin sömürge kalıntıları olan Ceuta ve Melilla için talep ediyoruz; buraların kendi kaderini tayin hakkını değil, ait oldukları ülkeye iadesi savunulmalıdır. Fransa’nın deniz aşırı sömürgeleri için ise bağımsızlık talebi geçerlidir. Burjuvazinin işçiler arasında çatışma ve bölünme yaratma politikalarına ilişkin olarak - İtalya’nın yoksul güney kesimleriyle olan ayrılığını derinleştirmeye çalışan, gerici burjuva hareketi Kuzey Birliği örneğinde olduğu gibi- bu politikaları sürekli teşhir etmemiz gerekmektedir. Bir diğer durum da ezilen uluslar sorunudur (Bask, Katalunya, İskoçya, Kürdistan...) Bu, Marksizm’in ele aldığı ulusal sorundur. Kapitalizm altında demokratik sorun çözümsüz kaldığı sürece, bu sorun bir geçiş talebi niteliği kazanmaktadır, zira verili devletlerin sınırlarını tehdit etmekte ve bu nedenle de, nesnel olarak, bu devletlerde egemen olan rejimleri sorgulamaktadır, dolayısıyla da ezilen ulusun yanında yer alırız ve kendi kaderini tayin hakkını savunuruz. Ulusal hareketlerin burjuva ya da küçük burjuva önderliklerinin politikası bu değildir ya da yönlendirdikleri hareketi tutarlı biçimde sonuna değin savunmamaktadırlar. Tersine, hareketi güçlenen Bonapartizm’e hizmet politikasıyla uyuşturmaya çalışmaktadırlar ve devletlerin varlığını sorgulamadan kendilerine Bölgeler Avrupası içinde bir yer ayırmaya gayret etmektedirler. Ancak biz politikamızı onların tutumlarına göre değil, mücadelenin başını çekmesi ve küçük burjuva yığınları ardından sürüklemesi gereken işçi sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda belirleriz. Bu nedenle politikamız, ezilen ulusun mücadelesini proletaryanın önderliğine tabi kılmak ve kendi kaderini tayin hakkını devletler ve rejimlerle yüzleşmeyle bütünleştirici tutarlı bir mücadele geliştirmek ve desteklemektir. Bir yandan kendi kaderini tayin hakkını destekleyerek ulusal sorunun savunusunu işçi sınıfına ve onun örgütlerine –genellikle ezen ulus milliyetçiliğine eğilimlidirler- taşımak, bir yandan da burjuva ve küçük burjuva ulusalcı önderliklerin sınıf perspektifinden yoksun –dolayısıyla tutarsız- politikalarına karşı mücadele etmek, böylece bütün kesimleri egemen devlete ve rejime karşı tek bir mücadele içinde birleştirmeye çalışmak, akıntıya karşı mücadele etmektir. Devletlerin egemen ulus milliyetçiliğinden hareketle yaptıkları gibi sorunu inkar etmek bizim politikamız olamaz. Ulusal sorunun bulunduğu ülkelerde bu sorun devrimci programın temel bir parçasıdır; tıpkı Troçki’nin 1936’da İspanya için belirttiği gibi. Bizim tutumumuz, enternasyonalizm adına sınır duvarlarının yıkılması amacıyla ilhakları savunmaya varan genç Marx ve Rosa Luksemburg’un tutumu değil; sadece ulusal sorunu sınıfın birliğine tabi kılmakla kalmayıp, bunları diyalektik olarak birleştiren ve sorunun çözümünü devrim sonrasına ertelemeyip anın görevi haline getiren, hatta bu amaçla gerekirse “barışçıl” ayrılmayı savunan (Norveç’in İsveç’ten ayrılmasına ilişkin tavrı) Lenin’in tutumudur. 34) Emperyalizmin ulusal seferberlikleri yönlendirme politikası, ulusları çözeltip devleti ayakta tutmaya yöneliktir; tıpkı İspanya’da geçiş döneminde burjuvazinin uyguladığı “herkese kahve” politikasında olduğu gibi. Bugün AB nezdinde bu politika Bölgeler Avrupası çerçevesinde gündeme getirilmektedir (böylece ayrıca çokuluslu şirketlerin rekabet gücü artırılmakta ve emek gücü ucuzlaştırılmaktadır); zira burjuvazi ulusal sorunun bir şekilde ele alınması gerektiğinin farkındadır ve bir yandan da bunu, İspanya’da olduğu gibi, devletlerin güçlendirilip sınıf mücadelesinin denetlenmesi amacına tabi kılmaya çalışmaktadır. Bu nedenle, ulusalcı burjuva ve küçük burjuva partilerin devletlerle yüzleşmeyi savuşturmak amacıyla ulusal sorunun Bölgeler Avrupası çerçevesinde çözülebileceğine ilişkin yarattıkları hayaller yıkılmaya mahkumdur: Yegane çözüm, var olan devletleri kaçınılmaz biçimde sorgulayan kendi kaderini tayin hakkı ve bu talebin devrimci mücadeleye yaptığı katkıdır. BAHAR | 2013 -

43


Devletlerin politikası, becerebildikleri sürece ulusal mücadeleyi yönlendirmektir, bunu beceremediklerinde de şiddete yönelmektedirler: Bosna hâlâ belleklerdedir; Kosova’yı tanımayı reddetmekte olan İspanya’nın politikası da. Şubat 2008’den beri Türk ordusu PKK’ye karşı bir askeri kampanya sürdürmekte, kendi sınırları dahilindekilerinin yanı sıra Irak’taki Kürt köylerini de tahrip ederek Irak Kürdistanı hükümetini zayıflatmaya çalışmaktadır. III.c. Kadınlar üzerindeki baskılar 35) Kadın. Kilise. Laiklik. İşçi sınıfının mevcut ekonomik çerçevede maruz kaldığı özgün sorunlara işaret ettik. Bunlara, bu sorunların sonucu olarak şiddetlenen ve toplumun ataerkil yapısından kaynaklanan cinsiyetçi şiddeti de eklememiz gerekmektedir. AB’de kadınların yaklaşık %25’i olgun yaş diliminde fiziki şiddete maruz kalmaktadır (Eurostat’ın 2012 verilerine göre yılda bunların 700-900’ü yaşamını yitirmekte) ve %10’dan fazlası da cinsel tacize uğramaktadır. Ancak cinsiyetçi şiddet ne sadece ekonomik krize bağlı olarak artmakta ne de cinsiyetçi eğitimin bir ürünü olmaktadır, zira Finlandiya, İsviçre ve Almanya’da kadınların %40-%50’si bu saldırıyı yaşamaktadır. Devletlerin antidemokratik nitelikleri güçlendikçe ve hükümetler üzerinde aşırı sağın etkisi arttıkça, kadın özgürlüklerinde de ciddi kesintiler oluşmaktadır. Bu gerilemeler, egemen dinin gerici ve erkek egemen karakterine dayalı ideolojik ögelerle meşrulaştırılmaktadır. Bunun en iyi örneklerinden biri, Avrupa anayasası taslağının hazırlanışında çeşitli Katolik ülkelerin “Hıristiyan mirasa” açıkça değinilmesini talep etmiş olmalarıdır. Sonunda bu talep taslağa “dini miras” olarak yansımış olmakla birlikte, asıl amaç göçmenlerin çoğunluğunun sahip olduğu İslam dininin ayrımcılığa tabi tutulması ve marjinalleştirilmesi olmuştur. Ama her durumda, değişen oranlarda ve düzeylerde de olsa hepsi baskıya dayalı olan dinlerde kadın asıl kaybeden olmaktadır; bizim politikamız her somut durumda laikliğin sınırlarını belirlemek ve onun adına azınlıktaki kadınlara yönelik saldırılara (örneğin, İspanya’da çeşitli yerlerde çarşaf ve peçeye karşı geliştirilen uygulamalar) karşı durmaktır. Avrupalı Hıristiyanlar arasında Katoliklik, Vatikan devleti düzeyinde ve Kiliselerin İtalya ve İspanya devletleriyle olduğu gibi çeşitli devletlerle yaptığı anlaşmalar aracılığıyla giderek özel bir önem kazanmaktadır. Böylece, örneğin kürtaj hakkı devletten devlete değişmekte, ama bu hak AB ülkelerinin çoğunda yasallaşmış durumdadır. En sınırlayıcı politikalara ise İrlanda gibi Katolik ülkelerde rastlanmaktadır. Portekiz ve İspanya’da bu hak bazı koşullarla yasallaştırılmış, ama Halkçı Parti’nin (PP) tekrar iktidara gelmesiyle birlikte zaten yetersiz olan kürtaj yasasında yeni sınırlamalar yapılmaya başlanmış ve kamu sağlığı güvencesinin dışına taşınmıştır. Gene Katolik yaklaşımla Polonya’da bu hak, kırk yıllık bir yasallığın ardından tekrar yasadışı kabul edilmiştir. Her durumda kadının kendi bedeni üzerinde hak sahibi olması dışlanmaktadır. Bu durumun en açık örneğine, İslama karşın laiklik adına serbest bırakılmış olmasına rağmen, Türkiye’de rastlanmaktadır: bu hak yasaldır –1936’dan beri, annenin risk altında olması ya da ceninin bozuk oluşumu koşulları altında; diğer Avrupa ülkelerinde de 1983’ten beri benzer koşullarla-, ama eğer evliyse, kocasının kabulü şartıyla. Kadının bedeni üzerinde hak sahibi olmasının desteklenmesi, aynı şekilde devlet ile din arasındaki bağın koparılması talebi –özellikle İspanya’dakine benzer devlet-Vatikan anlaşmalarının iptali- politikamızın ayrılmaz parçalarıdır. IV- AB BURJUVAZİLERİNİN EMPERYALİST KARAKTERİ 36) Dünya jandarması ABD ile anlaşmalar temelinde askeri müdahaleler. AB‘in dış politika geliştirme konusundaki yetersizliği, genellikle bu ülkelerin burjuvazilerinin gerek AB’nin arka bahçesi olarak tanımlanabilecek bölgelerdeki müdahale44

Sosyalist Düşünce Dergisi


lerde –Bosna Savaşı, Kosova ve Belgrad bombardımanları- gerekse dış bölgelerdeki müdahalelerde –1. Körfez Savaşı ve Afganistan- ABD’nin saflarında sıralanmalarını beraberinde getirdi. Çıkarlarını ortaklaştırmak konusunda yetersiz kalan bir dizi burjuva devletin varlığı –dolayısıyla birbiriyle rekabet halindeki emperyalizmlerin varlığı- Irak savaşı deneyiminde görüleceği üzere ABD ile farklılıkların belirginleşmesi sonucunu doğuracaktı. Bu durum müdahaleciliğe dönük farklı anlayış biçimlerine –biri savaş yanlısı ve diğeri barışçıl- değil esasen, karşıt çıkarların varlığına işaret etmekteydi. Böylece Blair ve Aznar petrol hedeflerine odaklı bir biçimde Bush ile birlikte saf tutmuş oldu. Chevron, Texaco ve Halliburton gibi çok uluslu şirketlerin hizmetindeki ABD, bir yandan Irak petrol kaynaklarına gözünü dikmiş, diğer yandan ise ticari faaliyetlerini Euro üzerinde gerçekleştirmekte olan Cezayir, Libya, İran ve Venezuela ile OPEC türü bir anlaşmanın koşullarını yaratmaya hedeflenmişti. Bu amaçlara erişilmesi oranında, kârın bir miktarı hizmetleri karşılığında İngiliz Royal Dutch Shell ile daha küçük bir oranda İspanyol Repsol firması arasında paylaştırılacaktı. Diğer yandan, Fransa daha önceden Total, Fina ve Elf adına Saddam Hüseyin ile imzalamış olduğu anlaşmalar sayesinde Kuzey Irak bölgesi petrol rezervleri üzerinde elde ettiği imtiyazlar nedeniyle Irak’ın işgaline mesafeli bir görünüm çiziyordu. Bütün bunların tersine, Alman finans kapitali petrol ticaretini Euro üzerinde yürütmek isteyen ülkelere destek vermeye daha eğilimli görünmekteydi. Bu manzara, endüstri kapitalizmini –özellikle ABD’ye dönük araç ihracatında yaşanan düşüşten endişeli otomotiv sektörü- zorlu bir konuma itecekti. 37) Kuzey Afrika devrimleri karşısında emperyalist anlaşma. Eski imparatorluklar tüm Afrika boyunca geride -kendi aralarında kapıştıkları dönemlerin dışında-, eski sömürgeleri üzerinde yeni bir biçimde kurgulanmış yağma ve katliam sistematiğiyle belirlenen yarı bağımlı devletler bıraktılar. Aslına bakılırsa, Fransızların bölge üzerindeki hâkimiyeti –Fruit Company, 41 Afrika ülkesinde terminallere ve üretim alanlarına sahip endüstri şirketi Bollore, su, elektrik gibi kamu hizmetlerini üstlenen Bouygues grubu, Nijerya’ya yerleşmiş durumdaki Total, Nijer’deki uranyum üretim tesisleriyle dünya enerji devi Areva- dikensiz bir gül bahçesinden geçerek elde edilmiş değildi. Fransız çıkarlarının savunusu temelinde, diplomasiden, diktatörlere desteğe, silah ve paralı asker yollamaya geniş bir yelpaze devreye sokulmuştu. Bu araçların yetersiz kaldığı durumlarda- 1994 yılında Hutular ve Tutsiler arasındaki savaşta Fransa’nın müdahalesi ya da İspanyol ve Faslı balıkçılık sorununun çözüm sürecinde yaşandığı gibi- değişik devletlerin ordularının müdahalesi gündeme gelecekti. Öte yandan bütün bu sömürgecilik sonrası dönem boyunca karşılıklı anlaşmalar çerçevesinde Kuzey Afrika’daki diktatörlük rejimlerine destek temelinde hareket eden eski Avrupa emperyalizmleri, Kuzey Afrika’da patlak veren devrimci gelişmelerin ardından, ön saflarda yer tutmaya başladılar. –Almanya dışında- Bin Ali örneğinde, diktatör bavullarını hazırlamışken, Fransız dışişleri bakanının gerekli şiddetle isyanı bastırması için Bin Ali’ye silah aktarımı önerisinde bulunmuş olması son derece çarpıcıydı. Ama ardından Sarkozy, Büyük Britanya ve İtalya ile birlikte önüne geçilemez hale gelen Libya’daki devrimci süreçte yeniden konumlanabilmek adına bölgeye NATO müdahalesi çağrıcılarının başına geçiverdi. Sarkozy hükümeti, Cameron ile birlikte Libya’daki geçici hükümeti –Ulusal Geçiş Konseyi- ilk tanıyan yönetim olacağı gibi, Trablus’ta Kaddafi’nin düşüşünün ardından sürece müdahil olanların da başında geliyordu. Şüphesiz Libya petrol kaynaklarının yüzde 75’lik bir oranının, -İtalyan petrol şirketi ENI aracılığıyla- İtalya’ya, -Avusturya petrol şirketi OMV aracılığıyla- Almanya’ya, - Total petrol şirketi aracılığıyla- Fransa’ya ve –Repsol petrol şirketi aracılığıylaİspanya’ya taşınıyor oluşu bir tesadüfün ürünü değildi. 38) Türkiye’nin rolü ve ılımlı İslamcılık kalkanı. Türkiye bir emperyalist ülke konumunda olmamasına karşın, AB emperyalist ülkeleri açısından kilit önem taşıyan ülke olma noktasına erişti. Uzun yıllardır AB’ye giriş beklentisi içindeki Türk burjuvazisi, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki devrimler karşısında üstlendiği şemsiye göreviyle BAHAR | 2013 -

45


yükselen bir değer konumuna erişmiş oldu. Neoliberal/İslamcı hükümet, Türkiye’yi tüm bölgede AB ve ABD ile sınırlara sahip bir alt emperyalist güç haline dönüştürmenin uğraşında. İslamcı hükümet, Mavi Marmara çatışması nedeniyle yaşadığı gerginliğe rağmen gerçekte Filistin direnişi karşısında Siyonist İsrail rejiminin en iyi müttefiki olmayı sürdürüyor ve belki de bu çatışma bizzat hükümet tarafından bölge halklarının gözlerini boyamak için bilinçli olarak kışkırtılıyor. Türk hükümeti, Afgan halkının direnişine karşı, emperyalist işgale destek olmak adına bu ülkede askeri birliklerini konuşlu tutuyor ve dahası İran’a yönelik bir muhtemel saldırı karşısında Washington yönetimine açık desteğini sunuyor. Tüm bunlar gerçekte AKP hükümetinin gerici ve emperyalizm yanlısı karakterini ve aynı zamanda İslamcı partilerin burjuvazinin ihtiyaçlarına yanıt verebilme kapasitelerini berrak bir biçimde ortaya koyuyor. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşanan devrimci süreç, askerlerin de desteği ile Tunus ve Mısır’da İslamcı partileri yönetime taşıdı ve Türkiye hiç kuşku yok ki, bölgede etki kazanan yeni bir politik güç olarak devrimci süreci emperyalizmle işbirliği halinde durdurabilmenin çabasında. Türkiye’nin rolü, esas olarak işsiz gençler, sefalet koşullarındaki işçiler, yaşanmakta olan şiddetin sorumlusu olanların cezalandırılmasını talep eden örgütlerin patlamalı mücadeleleri karşısında, bu patlamaların Avrupa emperyalizmiyle bir çatışmaya dönüşmesini frenlemeye endekslenmiş durumda. 39) Mali ve ticari ortak çıkarların sürekliliği için Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP). Almanya’nın Afrika’daki yağmaya müdahil olmasının ardından, temel hammadde fiyatlarındaki artış ve bu ülkenin yatırımlarında bir sıçrama noktası teşkil eden sermaye ihracı politikası sayesinde, AB Afrika ülkeleriyle 2007 yılından itibaren serbest ticaret bölgeleri önerme çizgisine yoğunlaşmış oldu –EPA/ Ekonomik İşbirliği Antlaşması. Böylelikle, Afrika Ordusu’nun finansmanını da kapsayan bir şekilde “milyarlarca Euro’luk kalkınma desteği “ devreye sokulacaktı. Bu “kalkınma yardımı” karşılığında Avrupa’dan gönderilen göçmenlerin kovulma masrafları da üstlenilmiş olacaktı. Afrika Birliği, ticaret serbestisinden ötürü uğradığı kayıpları telafi etmeyi öneren AB yetkilileri karşısında, bölgeye yerleşme teşebbüslerini yoğunlaştıran Çin tarafından önerilen destekleri de göz önünde bulundurarak, 2011 itibariyle serbest ticaret anlaşmasını imzalamaya yanaşmamaktaydı. AB’nin benzer bir serbest ticaret bölgesi girişimi de Latin Amerika ve Karayip bölgesinde hezimete uğradı. AB tüm bu girişimleri kendi çapının sınırlılıklarıyla malul olmaktaydı. Dolayısıyla günümüze kadar hayata geçirilmeye çalışılan AGSP –ekonomik ve askeri işbirliği- politikalarının çok azının -o da özgün çıkarların iç içe geçmesi nedeniylesomutlaşabildiği görülebilmekte. Örneğin, Fransa’nın Almanya ve Belçika’nın desteğiyle, Kongo’da konuşlandırdığı ve günümüze kadar varlığını sürdüren askeri danışmanlık –EUSEC- ve polis destek –EUPOL- misyonları ve bunun yanı sıra BM’nin 2003 yılından beri bölgede konuşlu bulundurduğu 20 bini aşkın mavi bereli gücü, bunlar arasında sayılabilir. Bu birlikler, başlangıçta Ruanda’da ABD’nin doğurduğu boşluğun üstesinden gelmeye yoğunlaşmışlarsa da, 2009 yılından itibaren tüm güçlerini bölgede yaygınlaşan Çinli şirketlerin kontratlarının önüne geçmeye hasredeceklerdi. İnsani yardım ya da kalkınma desteği kisvesi altında AB tarafından Kongo’daki askeri misyonlara yapılan maddi yatırımın oranı 2008 ve 2012 yılları arasında milyarlarca Euro’yu bulmuşken, yaklaşık aynı oranda bir maddi aktarım da Britanya ve ABD tarafından Ruanda’ya gerçekleştirilmişti. Tüm bu çabanın ana eksenini Anglo–America adlı İngiliz elmas şirketi, 2001 yılından beri Fransız LVMH şirketi ile birleşerek dünya pazarının yüzde 50’sini kontrol etmeye başlayan Güney Afrika şirketi De Beers, kıtadaki Kotlan madenlerinin yüzde 80’ini işletme çabasındaki Alman Bayer firmasının iştiraki HC Starck, İngiliz ya da Belçikalı aracılar A&M Metals ve Sogem türünden maden şirketlerinin sürekliliğini garanti altına alma çabası oluşturmakta. Diğer yandan İngiliz petrol şirketleri, SOCO ve Dominion Virunga doğal parkı sınırları içinde yer alan kaynakların işletim hakkına erişmek için Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nin kendilerine yeşil ışık yakmasını beklemekteler.

46

Sosyalist Düşünce Dergisi


Benzer bir biçimde “Atalanta Operasyonu’nun” halen geçerliliğini koruduğu söylenebilir -2008 yılında Bask kökenli balıkçı teknesinin Bakio plajı yakınlarında kaçırılmasının ardından yürülüğe konan bu anlaşma, Fransa ve İspanya’nın başı çekmesiyle gündeme gelmiş ve Somali deniz kıyılarında yabancı balıkçı filolarına ve balıkçılığa ilişkin düzenlemeler getirmişti). Ama temel hedef bu görünen gerekçeden çok daha fazlasını içermekte ve bölgedeki ticari trafiği –özellikle de petrol– kontrol etmeye odaklanmaktaydı. Hürmüz Boğazı boyunca ABD eliyle hayata geçirilmeye çalışılan askeri tahkimatın uğradığı başarısızlık nedeniyle, bu operasyon sadece bölgede balıkçıların silahlandırılması ya da İspanyol hükümetinin yaptığı gibi paralı askerlerin bölgeye yerleştirilmesiyle sınırlı kaldı. Mart 2012 tarihinde Yunan birliklerini de operasyon kapsamından çekilmesiyle, bu operasyon için bölgede konuşlu yalnızca tek bir savaş gemisi kalmış olacaktı. 40) Latin Amerika’nın yağmalanmasına devam. Latin Amerika’da İspanyol emperyalizminin üstlendiği rolü kavramaksızın, İspanyol borsasında yer alan 35 firmanın kriz fırtınası karşısında nasıl olup da dayanabildiğini anlamak olanaksızlaşır. Telefonica, BBVA ya da Santander Bankası’nın 2010 yılına ait kâr oranlarının yüzde 37 ile 45’lik bir kesimi doğrudan Latin Amerika’dan elde edilmiştir. Aynı yıl Santander, Meksika’daki iştirakının tüm kontrolünü ele geçirirken, Telefonica’da aynı işi Brezilya’da Vivo adlı iştiraki üzerinden gerçekleştirecek, Repsol ise Brezilya’da daha yoğun bir hidrokarbür arayışı için yoğun bir yatırımda bulunacağını ilan edecekti. Bunun yanı sıra doğalgaz şirketi Fenol, Meksika’da gaz pazarlığına oturmaktaydı. Bu çok uluslu İspanyol şirketlerinin –ki birçoğunun gücü Latin Amerika’daki iştiraklerinden gelmekte- temel gücü bugüne dek hem PSOE hem de PP hükümetleri üzerinde belirleyici bir rol oynadı. Öyle ki, 2001 krizi ve Argentinazo’nun patlak verdiği dönemde sosyal demokrat Solchaga’nın Arjantin ekonomi bakanı Carvall’in danışmanı sıfatıyla ve Felipe Gonzales’in Fenosa’nın temsilcisi olarak müdahaleleri, ardından Aznar’ın girişimleri temelde İspanyol şirketlerinin çıkarlarını garanti altına almaya odaklanmıştı. PP hükümeti, Chavez’in petrol politikaları ardından Venezuela’da yaşanan darbe girişiminin fazlasıyla içinde görünmekteydi. 2004 yılından itibaren ABD’nin dayatmasıyla Haiti’nin işgaline yönelik olarak bu ülkeye yerleştirilen İspanyol birlikleri halen burada bulunmaktalar. Bununla birlikte ve Avrupa’nın en etkili unsurlarından biri olarak Latin Amerika’da yerleşik durumdaki İspanyol emperyalizminin yalnız olduğunu söylemek mümkün değil. Diğer Avrupa ülkelerinin, bu kıtaya dönük sermaye yatırımları esas olarak endüstriyel –Michelin, Renault, Volkswagen, Phlips, Fiat, Daymler– ya da petrokimya –Shell, BP, Philips Petroleum– kaynaklı olarak yoğunlaşmış durumda. Bu şirketlerin en belirgin özelliklerinin başında ise, çok uluslu global şirketler olmaları gelmekte. Bu Avrupalı şirketlerin Meksika’daki iştiraklerine bir göz atmak, aynı zamanda bu şirketlerin yerleşikliklerinin nasıl ABD’ye yönelik bir ihracat platformu olarak işlev gördüğünü anlamızı kolaylaştırmakta; Daimler-Chrysler, Volkswagen, Michelin, Unilever, Siemens, Philips Electronics, BASF ve Nokia. Tüm bu şirketler otomotiv ya da elektronik sektörüne yoğunlaşmış durumdadır. Ne yeni aşırı sömürü yöntemlerini uygulamaktan ne de “Mavi Altın” gibi kaynaklara da eğilmekten geri durmaktadırlar. Son on yıl içinde bir dolu çok uluslu su şirketi kıtadaki 11 bölgeye yerleşerek BM ve IMF’nin özelleştirmeci dayatmalarının yarattığı uygun zeminden yararlanma yoluna girmişlerdir. Dünya pazarının yüzde 70’ini aralarında paylaşan iki Fransız su şirketi Vivendi ve Suez Lyonnaise des Eaux, Alman RWE ve Britanya’dan United Utilities bunlardan yalnızca birkaçı ve bir kısmı aynı zamanda Barcelona su dağıtım sisteminin kontrolünü ellerine geçirmenin çabasında. Öte yandan Cochabamba’daki su savaşları gerçekte, sermayenin bu bölgedeki vahşi yağmasına karşı yığınların bir cevabıydı. Son olarak Avrupa ve ABD’nin biyoyakıt talebi Latin Amerika tarımının insan tüketimi uğruna feda edilmesinin bir adımı haline dönüşmüş durumda. Tüm bu vahşi yağma aslında biri Fransız menşeli Luis Dreyfuss olmak üzere dünya pazarını kontrol etmekte olan 4 çok uluslu şirketin çıkarlarına endekslenmiş halde.

BAHAR | 2013 -

47


V. MÜCADELELER, SEFERBERLIKLER VE ÖRGÜTLER 41) Bir AB Kurumu olarak ASK. Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ASK), Avrupa düzeyinde yaklaşık 80 milyon üyeye sahip sendikaların bir araya gelmesiyle oluşturuldu. Son kongresini geçtiğimiz yıl Mayıs ayında Atina’da gerçekleştirmesine karşın sermayenin saldırı dalgasına set çekecek bir hareket yaratmak adına bu kongrede tek bir sözcük kullanılmadı. ASK, Yunanistan için yeni bir Marshall planı ve krizden çıkış adına da faturanın işçiler ve patronlar arasında eşit olarak paylaşılmasına dayalı bir New Deal talep etmekte. Bu konfederasyona yakınlarda genel sekreter olarak atanan Fransız Bernadette Segole’nin ise hiçbir zaman bir sendikaya üye olmamış olduğunu da ekleyelim. ASK, AB’nin dikte ettiği planların hizmetinde olan bir kurum ve bu nedenle Avrupa işçi sınıfının ihtiyacı olan mücadelelerin koordine edilmesini üstlenmesini beklemek hayalcilik olur. İspanyol CC.OO ve UGT ya da Fransız CGT türünden bürokratik olarak yozlaşmış durumdaki sendikal işçi örgütleriyle aslında AB’nin planları için işbirlikçi bir araca dönüşmüş ASK türünden örgütler arasında, niteliksel bir fark olduğu çok açık. 42) İşçi mücadeleleri temel olarak savunmacı bir karaktere sahip ve büyük bir bölümü bu mücadeleleri birbirinden izole ederek mağlubiyete taşıyan sendikal ya da politik aaygıtlarca kontrol edilmekte. İşçi sınıfı, bu önderliklerle karşı karşıya kalma sürecine, kendini tüm ruhu ve bedeniyle sistemin devamlılığına adayan hain sendikal ve politik örgütlere duyduğu derin güvensizlik ve fakat devrimci referansları sahiplenen alternatif sendikal ve politik önderliklerin devasa ölçüde gecikmeli sahne alması koşullarında yakalanmıştır. Son mücadele dalgası 2010 yılı itibarıyla başlamıştır. Söz konusu yıl içinde Yunanistan’da gerçekleşen 12 genel grev, aynı zamanda bu seferberlikler sürecinin zirve noktasını teşkil eder. Yunanlı sol sendikacılara göre birlik konusunda yaşanan güçlükler ve mücadelelerin sürekliliğini sağlayacak yapıların inşasının olanaksızlığı bu döneme damgasını vuran başlıca sorunlardır. Aynı dönemde 2 genel grev İtalya’da, 1 genel grev Portekiz’de ve daha zayıf düzeyde 1 genel grev ise İspanya’da gerçekleşmiştir. Öte yandan İngiltere’de ve İrlanda’da gerçekleştirilen kitlesel seferberlikler ve parçalı sektörel grevler de mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Fransa’da 2010 yılının sonuna doğru, 1 yıl içinde 9 genel grevle belirlenen bir mücadele dalgası ve 2 ay boyunca mazot naklinin bloke edilmesiyle sendikal bürokrasinin etkisinin kırılması umutlarını da beraberinde getiren seferberlikler dizisi yaşanmışsa da bu mücadelelerin genelleştirilmesi mümkün olmamıştır. 2011 yılı içinde önce Papandreu hükümetine karşı gerçekleştirilen 5 genel grev ve ardından Papadimos’un teknokrat hükümetine karşı gerçekleştirilen 1 genel grev, Yunanistan’ı yeniden mücadelenin öncüsü konumuna yükseltmiştir. Bu yıl içerisinde İtalya’da Berlusconi’ye karşı gerçekleştirilen 2 genel grev, İspanya’da ve Portekiz’de yaşanan kitlesel seferberliklerin yanı sıra, Britanya’da kamu çalışanlarının kitlesel seferberliklerinin ülkeyi durma noktasına getirdiğini de vurgulamalıyız. Almanya’da genel grev gerçekleştirmek yasak olmasına karşın, 2011’in son aylarında ve 2012 yılı başlarında gerçekleştirilen sektörel iş bırakmalar, 2012 Martında Lufthansa gibi önemli şirketleri ve kamu sektörünü yoğun şekilde belirlemiştir. Belçika’da, 2011 yılında 1 genel grev ve Elio Di Rupo’nun sosyalist hükümetinin işbaşına geçmesinin hemen ardından gerçekleştirilen kamu çalışanları grevi ve 2012 başındaki genel grev, İtalya’da Ocak ayındaki ulaştırma grevi ve yine aynı sektör çalışanlarının Portekiz’de gerçekleştireceği grev dönemin öne çıkan mücadeleleriydi. Bütün bu gelişmelerden hareketle seferberliklerin olmadığını söylemek mümkün değil ne var ki, sorun esas olarak tüm bu mücadelelerin bürokratik önderliklerin kontrolü altında olması ve alternatif olarak adlandırılan sektörlerin sadece sayısal düzlemde değil ama aynı zamanda sekter tutumlar geliştirmelerinden hareketle tabanı örgütleme kapasitelerinin çok düşük kalmasından ileri gelmekte. Dolayısıyla bu süreci, parçalanmışlık, süreksizlik ve 48

Sosyalist Düşünce Dergisi


en ileri düzeyi temsil eden Yunan halkının yalıtılmış kalma sorununa çözümsüzlükle belirlendiğini vurgulamak doğru olacak. 43) Genel grevler elbette sonuç vermekte. Güvensizlik ve korku arasında, mücadeleler bu ölçekte bir saldırı dalgasıyla yüzleşmek noktasında güçlükler barındırmakta. “Daha fazlası yapılmalı” ya da “genel grevler bir işe yaramıyor” sözlerini pek çok yerde duymak mümkün. Saldırının düzeyinin kendisi, otomatik bir biçimde seferberliklerin düzeyine etki etmiyor. Öyle ki, İspanya’da yaşanan işsizlik oranları, Yunanistan’ın, Portekiz ve İrlanda’nın çok ilerisinde; asgari ücret sadece Portekiz’in üstünde seyretmekte ve diğer Avrupa ülkelerinin çok gerisinde kalmakta. Öte yandan, emeklilik yaşı –68 yaş- yalnızca İrlanda’dan düşük iken, Portekiz ve Yunanistan halen 65 yaşında emeklilik hakkını korumakta. Bütün bunlara karşın, seferberlikler bu sorunlar yumağına yanıt vermekten uzak kalmakta. Portekiz’de zincirlerinden boşalan bir genel grev ve seferberlik dalgası PEC 1 ve PEC 2 olarak adlandırılan kesinti planlarını hayata geçirmeye çalışan Socrates hükümetini alaşağı etti. Genel grev ve diğer sektörel grevler, 12 Mart 2011 tarihli “Çöplük Kuşağı” mitingleri, CGTP mitingi, ulaştırma grevi gündeme gelecek ve bir süre sonra Socrates hükümeti, ilk kurtarma programına alan açmak adına Nisan ayında düşecekti. Papandreu’nun gerçekleştirdiği referandum çağrısı aslında bir önceki yıl boyunca 12 kez ve bu yıl da 1 kez gerçekleştirilen ve 1 inşaat sendikası liderinin hayatına mal olan genel grev ve mücadele dalgasının dolaylı sonucuydu. Aynı gün devasa bir kesinti paketini oylamaya sunan ve tüm gücüyle işçileri bölmek ve birbirleriyle karşı karşıya getirmek için seferber olan hükümetin girişimleri başarısızlığa uğrayacaktı. Sorunun merkezinde Yunan işçi sınıfı mücadelesinin bir türlü üstesinden gelinemeyen yalıtık görünümü yer alıyor. Bu manzarayı, PASOK kontrolündeki GEES konfederasyonunun bürokratik önderliğinin ve muhalif PAME’nin sekter tutumları ve sorumsuzlukları tamamlamakta. Bu sürecin yansımalarını Berlusconi’nin son dönemlerinde İtalya’da görmek mümkün, zira “Forza İtalya” aracılığıyla parlamentoya gelen ve Sacconi yasası olarak adlandırılan girişim, kentlerin, yolların ve havalimanlarının fiziken bloke edilmesini yasaklamaya, dolaysıyla grev hakkını yasaklamaya dönük bir karakter kazandı. Bu tip önleyici/yasakçı tedbirler, mücadelelerin parçalı karakteri, grevler arasında uzayan zaman dilimleri süreç üzerinde belirleyici bir rol oynamaya başladı. Bu günlerde yeni oylanan iş reformu kanunu ile İspanya’da da grevlerin kanuni koşullara uygun olma zorunluluğu gündeme gelmiş oldu. 44) Yunanistan’da öndevrimci durum. Yunanistan Avrupa burjuvazilerinin saldırı hedefi haline dönüşürken aynı zamanda işçiler için de direnişin referans noktası durumuna gelmiştir. Yoğun mücadeleler bu ülkede derin bir politik kriz yaratmakta. Yunanistan’da, Moreno’nun öndevrimci durumlara ilişkin tanımlamasının tüm ögelerine rastlamaktayız: “...burjuvazinin krizi, orta sınıfların sola yönelişi ve proletaryanın devrimci iradesi, bir devrimin doğabilmesi için gerekli ortamı yaratmakta”. (Moreno, XX. Yüzyıl Devrimleri). Yunanistan’daki mücadeleler yalıtılmışlıklarını aşabilmeleri durumunda, kıtanın tümünde bir durum değişikliğine yol açabilir. 45) Fransa ve Britanya’da gençliğin, örgütlü işçi sınıfından kopuk patlamalı seferberlikleri. 60’lı yıllar boyunca ucuz işgücüne duyulan ihtiyaç nedeniyle inşa edilen ve çoğunlukla eski sömürgelerden getirilen emekçilerin yerleşik olduğu marjinallik ve sefaletle çevrili gettolarda yıllar boyu polis baskısı, suç, ırkçılık ve dışlanmışlıkla biriken öfke ve nefret bir patlamaya dönüştü. İşsizlik, aşırı boyutlardaki güvencesiz çalışma koşulları ve emlak spekülasyonları, gençliğe ama en çok da göçmen gençliğe ağır darbeler indirmekte. Nicolas Sarkozy’nin cumhurbaşkanlığına varıncaya dek, Clichy-Sous mahallesinde gençlerin ölümüyle sonuçlanan olayların ardından mahalle gençlerine yönelik daha içişleri bakanlığı döneminden itibaren geliştirdiği popülist BAHAR | 2013 -

49


ve ırkçı söyleminin, kışkırtma ve hakaretlerin ardı kesilmedi. Bütün bu gelişmelerin yaşandığı ve 15 gece boyunca 6000’den fazla aracın yakıldığı çatışmalar boyunca mücadelenin tümüyle kendiliğinden ve örgütsüz gerçekleştirildiği ve tek sloganının “kahrolsun Sarkozy” olduğu vurgulanmalı. Diğer yandan, sendikalar ve sol politik yapıların tepkisi ancak hükümetin olağanüstü hal durumu ilan etmesinin ardından –yani isyanın patlak vermesinden tam 3 hafta sonra– gelecekti. Temel eksen isyana müdahale ve bundan böyle bu gettolara yönelik daha fazla sosyal politika uygulanması talebinden ibaretti. Bu tutumda ne bir sınıf vurgusundan ne de gençler arasında yaygın durumdaki güvensizliği aşmaya dönük bir çabadan eser yoktu. Bu gelişmelerin ve hükümetin polisiye şiddetinin ardından –2 binden fazla tutuklama ve yüzlerce sınır dışı edilen genç– mücadele, Fransız hükümetinin işsiz ya da güvencesiz koşullarda, kağıtsız genç işçilere karşı –yerli ya da göçmen- vahşi politikasına karşı belirleyici bir başarı elde edilemeden sönümlenecekti. Bu tip patlamalı mücadeleler daha küçük ölçeklerde 2005 yılında Belçika ve Almanya’da gündeme gelecek, 2010 yılında Fransa’da tekrar ederek 2011 Ağustosunda genç Duggan’ın Londra polisinin elinde katledilmesinin ardından patlak veren Britanya gençliğinin seferberliğinin ortak hafızasına dönüşecekti. Ne var ki bu kez, mücadele çoğunluğu göçmenlerden oluşan mahallelerden –1981 ve 85 yıllarında da sosyal patlamaların yaşandığı- farklı yaşlardan ve etnik kökenlerden gençlerin yaşadığı –tutuklanan en küçük genç 11 yaşındaydı- semtlere sıçrayacaktı. Kitleler önce polise saldıracak, ardından geleceksiz bırakılmış, sistem tarafından ağır darbeler almış –işsizlik, eğitim kesintileri, vb.- şiddete maruz kalmış –polis baskısı, vb.– gençlerin dükkanlara ve ticari kuruluşlara yönelik yağma girişimleri gündeme gelecekti. Bu hareketler ve gençler de hem sendikalar hem de politik örgütlerce mahkum edilecek, Cameron’un emriyle başlayan polis operasyonunda tutuklanan ve yarısı 18 yaşından küçük 1400 kişi kurulan mahkemelerde alelacele hapse mahkum edilecekti. 46) 15M (Öfkeliler) hareketi ve Gençlik; İspanya’da 15M (15 Mayıs 2011) hareketinin ortaya çıkışı, diğer ülkelere yayılma dinamiğinde görüldüğü üzere, -ABD’de Occupy Wall Street hareketi gibi- politik sahnede önemli sonuçlara yol açtı. Bu hareketin Avrupa’da elde ettiği yansımadan hareketle –Londra’da St. Paul katedralinin 2012 Şubatı’nda boşaltılması gibi örneklerde birçok girişim zamanla etkisini yitirecekti- Yunanistan’daki örneğin, genel grevler ve var olan mücadelelerle kitlesel ölçekte bütünleşebilen tek örnek olarak öne çıktığı söylenebilir. Portekiz’de 15 M’nin muadili olan “çöplük kuşağı” hareketinin, gerçekleştirilen eylemliliklerle kesinti politikalarıyla yüzleşerek, Socrates hükümetinin düşüşünde bir rol oynadığı söylenebilir. Aslına bakılırsa daha başlangıcından itibaren hareket, bankaları, kapitalizmin mantığını ve temel sorunların kaynağı olan bu sistemi yöneten hükümetleri sorgular bir karakterdeydi. Öte yandan, biçimsel demokrasi ve onun güçlülerin yönlendirmesine açık karakteri sorgulanarak politik temsil sisteminin çürümüşlüğüne işaret edildi. Belki de “bizi temsil etmiyorlar” sloganının bu hareketle özdeşleşmiş olmasının açıklaması burada. 15M hareketi, işçi gençlik arasına nüfuz etmek noktasında sıkıntılarla karşılaşsa da, özellikle yüz binlerce genç arasında ciddi bir politik tartışmanın açılmasına vesile oldu. Ne var ki, bu devasa politik birikim somut bir mücadele hareketinin inşası, süreklilik, talepler geliştirme ve var olan somut mücadelelere eklemlenmek noktasında yaşanan sınırlılıklar nedeniyle sönümlenmeye yüz tuttu. Diğer yandan mevcut durumun diğer yüzünü, politik ve sendikal örgütlerde de üstü örtük bir biçimde sıkça yaşanan “hiç biri beni temsil etmiyor” bireyciliğinin oluşturduğunu vurgulamak gerekli. VI. BİR EYLEM PROGRAMI İÇİN ÖGELER 47) Borçların ödenmesine hayır. Kriz ve kesintiler karşısında ulusal ölçekli grevlerin taşıdığı değer ve sınırlılıkları görmüş olduk. Ama süreç kaçınılmaz olarak dış borçların ödenmemesi ve bunun sonucunda Euro’dan çıkılması türünden büyük he50

Sosyalist Düşünce Dergisi


deflere gelip dayanacak, bu tip taleplerin yaygınlaşmasıyla da devrimci durumlara dönüşme potansiyeli taşıyacaktır. Bu nedenle Yunanistan’daki gün be gün gelişen sürecin merkezi rolüne vurgu yapmak büyük önem taşıyor. Borçların ödenmemesi talebi, bankaların borçlarının toplumsallaştırılmasına karşı verilen mücadelenin eksenini oluşturmaktadır. Sağlık, eğitim ve sosyal hizmetlerin sürdürülebilmesi ve kamu iş alanlarının yaratılabilmesi için bu paralara ihtiyaç vardır. 48) Bankaların tazminatsız olarak millileştirilmesi ve emekçi halkın ihtiyaçları doğrultusunda işçi denetiminde hizmete sokulması. Kamu yaradımı almış olanlarından başlayarak bankaların tazminatsız olarak kamulaştırılması ve buna dayalı olarak işçilerin denetiminde bir kamu bankasının yaratılması. Küçük tasarrufların güvence altına alınması, diğer bankalara olan borçların reddi ve sermaye kaçışını engellemek için fonların bloke edilmesi. Bu fonlarla iş alanlarının yaratılması planlarının yürürlüğe sokulması. Kamulaştırılan bankaların gayrimenkul portföylerinden hareketle, toplumsal kira sistemine dayalı kamu konutlarının halka açılması. Ekonomik nedenlere dayalı konut tahliyelerinin durdurulması ve bu konutların derhal kamu konut parkına dahil edilmesi. 49) Hükümet istifa! İşçi ve halk hükümetleri için ileri! Bu talebi sürekli elimizde bulundurmak ve ileri sürülen ülkenin özelliklerini ve içinde bulunulan anın koşullarını dikkate alarak biçimlendirmemiz gerekmektedir. Belirli durumlarda salt propaganda değeri taşıyan bu slogan, -şu sıralarda İspanya devletinde gözlemlemekte olduğumuz üzere- giderek bir ajitasyon ögesi haline dönüşebilmektedir. 50) Seferberliklerin güçlendirilmesi ve genel grev. Mücadeleye ve genel greve çağrı, mevcut koşullar altında işçi sınıfını harekete geçirmek ve dahası hükümetler ve patronlar karşısında birleştirebilmek için temel gereksinimlerden biri olarak öne çıkmakta. Öte yandan günümüz koşullarında yalnızca resmi sendikalar sabit bir tarihte bu çağrıları hayata geçirebilme olanaklarına sahipler. Bu nedenle, grev sorununa dönük her politik tutum, aynı zamanda tüm sendikalara ama en çok da bu tip sendikalara dönük olmayı dayatıyor. Sekter tutumlara karşı durmak her dönemde elzem olmakla birlikte, şimdiki gibi “savunma dönemlerinde” her zamankinden büyük önem arz etmekte. Peki, ASK üyesi pozisyonundaki bu sendikaların bir genel grev çağrısı yapması olanak dâhilinde mi? Yunanistan’da yaşanan deneyim öğretici bir örnek teşkil ediyor; Papandreu, PASOK’un politik kontrolü altındaki GEES ve ADEDİkamu çalışanları sendikası- konfederasyonlarının önderliklerine rağmen genel grev çağrısında bulunmasının önüne geçemedi. Zira aksi bir tutum halinde bu konfederasyonlar, olağanüstü bir kitle basıncının da etkisiyle yığınsal ölçekte üye kayıplarına maruz kalabilirdi. Bu şartlar altında benzer olayların kaderin etkisiyle yenilenmesini beklemek mümkün değil. Aksine aktif bir biçimde mücadele süreçlerine müdahil olarak, işyerlerinde taban hareketleri yaratmak, tüm sendikalar üzerinden birleşik bir genel grev talebini derinleştirmek, küçük önergelerden başlayarak işçi sınıfı içinde bu talebin yaygınlaşmasını ve bu doğrultuda bir hareketin gelişimini garanti altına almak mümkün. Böyle bir hareketin gelişmesi halinde; 1- Ya çoğunluk sendikaları mücadele çağrısı yapmaya son verecek; 2- Ya bu önderliklerden bilinçli bir kopuş süreci açığa çıkacak ve hatta; 3- Ya da çoğunluk sendikalarının mücadele çağrısı yapmalarını beklemeksizin genel grev çağrısı gerçekleştirebilecek kapasitede güçlerin birleşme dinamiği doğmuş olacak. Genel grev asla bir fetiş haline getirilmemelidir. Öte yandan biz genel grevi, hükümetin politikalarını yenilgiye uğratabilmek için işçi sınıfının seferberliğine yol açan önemli bir adım olarak sahiplenmekteyiz. Genel grev, kimilerinin –24 saatlik iş bırakmadan ibaret olarak– algıladığı gibi tüm sorunları çözmeye muktedir sihirli bir değnek olarak görülmemeli. Hükümetlerin planlarını yenilgiye uğratabilmek için bir genel grevden daha fazlası gerekmekte, genel grevin onları bir adım ileriye taşıdığı ve fakat işçi sınıfına iktidarın yolunu açacak adımlarla bu genel grevlerin sürdürülmesi gerekliği bilincinin işçi hareketine nüfuz etmesi gerekmekte. BAHAR | 2013 -

51


Bu nedenle genel grevin taşıdığı önem, süreci belirlemesinden taban örgütlenmelerinde genel grevin sürdürülmesi ihtiyacının kışkırtılmasından ve sonrasında sendikal ve politik taleplerle iç içe geçmesi gerekli bir mücadele programıyla –Yunanistan ya da İzlanda’daki referandumlar türünde– sürece süreklilik kazandırılması gerekliliğinden gelmektedir. Öte yandan 12 Şubat’ta gerçekleşen Yunan genel grevinin ardından bir hastanenin işçi kontrolünde işgal edilmesi yoluyla yaygınlaşma dinamiği kazanan ve hükümetin meşruiyetini sorgulatan girişimler belirleyici önem taşımakta. İşçileri üretimin kontrolünü ellerine almaya kışkırtacak bu türden somut eylemler, objektif açıdan sosyalist bir karakter taşıdığı gibi, yaygınlaşmaları halinde sürecin niteliğinde bir sıçrama noktasını temsil etmeleri de mümkün. 51) Mücadelenin uluslararasılaştırılması için. Yunanistan sermayenin saldırısını yönetmekte olan Troyka’ya (IMF, AB ve AMB) karşı mücadelenin başını çekmektedir. Büyük sendikaların içinde, ya da onların dışında, sekterliği dışlayan bir politika ekseninde güçleri birleştirmek gerekmektedir. Avrupa genel grevine yönelik bir hareketin yaratılması gerekmektedir. Sermayenin Avrupası olarak AB’ye karşı mücadelemiz ulusal egemenliklerin korunması değil, enternasyonalizm temeline dayanmaktadır. Bizim projemiz, işçilerin ve halkların birleşmiş bir Avrupası, yani Avrupa Sosyalist Devletler Birliği’dir. Mevcut AB projesi, burjuvazinin Avrupa işçi sınıflarına saldırı projesidir ve ona karşı mücadelemiz bu sınıf perspektifine dayanır. Yunan işçilerinin mücadelesiyle uluslararası dayanışma kampanyası, daha üst düzey bir uluslararası mücadelenin ilk adımını oluşturabilir. 53) Bunu gerçekleştirebilmek ve geleceği hazırlayabilmek adına, Avrupa’da sol bir sendikal akımın inşası acillik kazanmış durumda. Sermaye, hükümetler, uluslararası kurumlar, büyük patronlar birlikte vurmakta ve mevcut güçleri bizim bölünmüşlüğümüzden kaynaklanmakta. Yunan işçiler tecrit edilmiş haldedir ve tek başlarına mücadele etmektedirler. Bu nedenle tek tek ülkelerde, Avrupa düzeyinde AB ve IMF politikalarından kopuş temelinde bir politik örgütler ve sendikalar cephesinin yaratılması temel bir ihtiyaç halini almıştır. 1- Borçların ödenmesine hayır! Bu para temel sosyal hizmetlerin sürdürülebilmesi ve kamu sektöründe istihdamın yaratılabilmesi için kullanılsın. 2- Ekonomik açıdan hayati önem taşıyan sektörlerin ve bankaların işçilerin denetimi altında millileştirilmesi. 3- Onurlu ücretler için kamusal yatırım planı oluşturulması. 4- Ücretler düşürülmeksizin mevcut tüm işlerin tüm emekçiler arasında paylaştırılması. 5- Ücretlerin ve emekli maaşlarının garanti altına alınması. 54) Partilerin inşası, IV. Enternasyonal’in Avrupa’da yeniden inşası. Kriz durumu hızla evrimleşmektedir, ne var ki en olumsuz durum, direniş mücadelelerini yönlendirebilecek ve devrime doğru yolu açabilecek örgütlere sahip olmayışımızdır. Günümüzde en önemli görev bu olumsuzluğun aşılmasıdır. Bu, tek tek ülkelerde olduğu kadar Avrupa ve uluslararası düzeylerde geçerli olan bir görevdir. Devrimci sol akımlar sekter politikaları dışlamalı ve mücadelelere yanıtlar somut direniş görevlerince belirlenmelidir. Devrimci süreç yeni birliklere ve ayrılıklara yol açacaktır. Devrimci sol akımların koordinasyonuna yönelik etkin politikalar izlenmelidir. Ama bu görevi aynı zamanda kapitalist saldırıyı durdurmaya yönelik görevlerden, Yunanistan’daki mücadeleyle ve Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki devrimci süreçlerle dayanışma görevlerinden kopmadan gerçekleştirmemiz gerekmektedir.

52

Sosyalist Düşünce Dergisi


Dosya Ortadoğu ve Kuzey Afrika Devrimleri Üzerine Perspektifler

Uluslararası Birlik Komitesi

1. 17 Aralık günü Muhammed Buazizi’nin kendini yakmasıyla başlayan isyanın Tunus’ta bir devrime dönüşmesi ve bu devrimin kısa sürede Mısır, Fas, Bahreyn, Yemen, Libya ve son olarak da Suriye’ye sıçraması Arap ülkelerindeki devrimler sürecini başlatmış oldu. İşsizlik ve yoksulluğun hızla artmasıyla patlak veren seferberliklerde, emperyalist sömürüye ve rejimlerin baskıcı aygıtlarına tahammülü kalmayan kitleler “diktatör, defol!” sloganıyla sokağa çıktılar. Arap Devrimleri, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki politik dengeleri alt üst ederken, dünya politik durumunda yeni bir dönemin açılmasının olanaklarını yarattı. 2. Emperyalizmin ve Siyonizm’in müttefikleri olan diktatörlüklerin büyük bir kısmının devrilmesi dünya ölçeğinde de sınıflar mücadelesine etkilerini yansıttı. Avrupa’da yayılan “Öfkeliler” hareketi, ABD’deki “Occupy Wall Street” eylemlilikleri gibi Arap halklarının mücadelesini örnek aldıklarını ifade eden mücadeleler filizlendi. Bölgede ise, bu süreç, Filistin halkının mücadelesine yeni bir dinamik kazandırmakta. Kaddafi’nin Trablus’tan kaçtığı gün Mısırlı kitlelerin İsrail’in Kahire büyükelçiliğini işgal etmeleri; Filistin’in Birleşmiş Milletler’e bağımsız devlet olarak tanınma başvurusunda bulunması; Filistin Kurtuluş Örgütü ile Hamas arasında birleşme doğrultusunda adımların atılması bunun örnekleri. 3. Devrimlerin patlak vermesiyle kendisini solda tanımlayan bir dizi hareket içerisinde sürecin devrim olup olmadığına ilişkin yaygın bir tartışma başladı. Yaşanan kafa karışıklığı bir dizi politik tutarsızlığa sebep oldu. Sosyal demokrasi ve resmi sosyalist partiler kuşkusuz karşıdevrimci bir yönelişle kendi ülke burjuvazileri ve emperyalist dünyayla birlikte, önce Bonapartist rejimleri destekledi, ardından bu rejimBAHAR | 2013 -

53


lerin devrim karşısında dayanamayacağını anlayınca muhalefet hareketlerini “onaylayıp” devrimi ve alternatif önderlikleri denetim altına alma çabasına yöneldi. Bunların yanında Chavez ve Castro iktidarları, ulusalcı sol akımlar; Libya’ya NATO müdahalesi ile birlikte, devrimleri “antiemperyalist” komplolar olarak niteleyerek; Kaddafi ve Esad rejimlerini desteklediklerini ifade ettiler. Bu tutum, uluslararası sınıf dayanışmasının örülmesini ciddi manada engellemiştir. 4. Bugün Arap coğrafyasında, yıllarca kitleleri otoriter yönetimler aracılığıyla boyunduruk altında tutan asker polis rejimlerinin yıkılması, hem bölge hem de dünya devrimi açısından önemli bir kırılmayı ifade ediyor. Arap devrimleri, ulusalcı veya İslamcı önderliklerin etkisi veya doğrudan müdahalesi olmadan, kitlelerin bağımsız girişimleri sonucunda birer halk devrimi olarak başlamıştır. Ayaklanan kitlelerin herhangi bir örgütlü önderliğe sahip olmamaları bu devrimlere kendiliğinden bir karakter kazandırmıştır. Arap devrimlerinin gücünü olduğu kadar sınırlarını belirleyen de, işte bu karakteridir. Öte yandan, başta Tunus ve Mısır’da diktatörlerin gitmesine rağmen, rejimin eski kurumlarının varlığını sürdürmesi devrimlerin politik açıdan henüz hedeflerine ulaşamadığını, tamamlanmadığı anlamına geliyor. Sürecin geneline ilişkin, kitlelerin demokratik sloganlar altında kendiliğinden harekete geçerek kurulu sistemi tahrip etmesi, ikili iktidar nüveleri taşıyan savunma amaçlı özyönetim organları oluşturmaları ve bunun olası işçi ve halk hükümetinin oluşmasının nesnel politik koşullarını yaratması sebebiyle, Arap devrimlerinin içinde bulunduğu aşamayı tamamlanmamış demokratik devrimler olarak tanımlayabiliriz. 5. Libya, Yemen, Bahreyn ve Suriye’de diktatörlerin kitle seferberliklerine karşı katliamlara girişmesi Arap Devrimleri sürecinde yeni bir aşamayı başlattı. Libya sürecine müdahil olan emperyalizm, aynı macerayı diğer ülkelerde tekrarlamaktan kaçınmakta, ama devrimleri durdurma ve denetimi altına alma doğrultusunda yeni taktikler geliştirmekte. Libya’ya müdahalesi sırasında topladığı tepkiler ve ardından ülkede oluşan denetim dışı kaotik durum, dünya ekonomik krizinin yaratığı basınç, askeri bir müdahalenin gerektirdiği güçlükler, Suriye’nin stratejik konumu nedeniyle bölgedeki bir istikrarsızlığın İsrail için yaratabileceği tehlikeler... bütün bunlar emperyalizmi başka taktikler uygulamaya zorlamakta. Suudi Arabistan’ın Bahreyn’e askeri birlikler göndermesi ya da Yemen’deki gibi pilotsuz bombardıman uçaklarının kullanılması gibisinden dolaylı bir askeri müdahale, ya da Yemen’de ve şimdi Suriye’de uygulamaya çalıştığı rejim ile muhalefet arasında uzlaşma sağlama girişimleri hep devrimi durdurmaya yönelik uygulamalarıdır. Bu amaçla emperyalizm, yıkılan rejimlerin kalıntılarından çok, kitlelerin desteğine sahip “yeni” önderliklerle işbirliği yapma, neredeyse sürece hiç katılmamış İslamcı önderlikleri öne sürme çabasında. Ancak İslamcı akımların, emperyalist çıkarlarla hareket ederek kitlelerin taleplerini karşılayabilmeleri hem imkansız hem de kendi varlıkları adına ölümcül bir çabadır. Çünkü çokuluslu şirketlerin İslamcı önderliklerle işbirliği yaparak bu ülkeleri fütursuzca yağmalamaya devam etmesi, eskiden olduğu gibi pek de kolay olmayacaktır. 6. Ulusalcı Arap iktidarları 1980’li yıllara dek, dünya jeostratejisinde emperyalizmle aralarına mesafe koyup dönemin SSCB’siyle daha yakın diplomatik ve askeri ilişkiler geliştirerek popülist politikalar temelinde kendisine toplumsal bir temel oluşturmaya çalışmışlardı. Bununla birlikte, kapitalist dünyanın birer parçası olarak kalmışlar ve ülkelerindeki toplumsal biçimlenişte burjuva mülkiyet ilişkilerini temel almaya devam etmişlerdi. Rejimler, komprador burjuvazi ile devlet bürokrasisinin (askeri ve sivil) çıkarlarına hizmet eden Bonapartist bir nitelik kazanarak kitleler üzerinde işleyen müthiş bir baskı mekanizmasına dönüşmüştü. 7. 1970’lerin ikinci yarısından itibaren dünya kapitalizminin yeni bir krize sürüklendiği, 80’lerin ortalarında neoliberalizmin “küreselleşme” saldırısını başlattığı ve Stalinizm’in SSCB’den başlayarak tüm eski işçi devletlerinde çökmeye yüz tuttuğu koşullarda, Arap Bonapartizmleri de derin bir bunalıma girdi. Arap ülkeleri için 1974 petrol kriziyle başlayan bunalım, petrol gelirine dayalı ekonomileri şiddetli bir krize 54

Sosyalist Düşünce Dergisi


sürükledi. Öte yandan, emekçilerin gelir düzeyindeki hızlı düşüş sonucu yaygınlaşan yoksulluk, Arap ulusalcılığının kitlelerin desteğini kaybetmesine yol açtı. Fakat kitlelerin hoşnutsuzluk ve tepkilerini örgütleyip önderlik boşluğunu dolduranlarsa İslami akımlar oldu. İslami akımların geliştirdiği “antiemperyalist” söylem, yerli burjuvazilerin kendi ülkelerinin kaynaklarından daha fazla yararlanma istemlerinin bir ürünü ve emperyalizmle işbirliği içindeki asker-polis rejimleri karşısında kendileri için istedikleri “demokrasi”den ibaretti. 8. Bu koşullar altında Arap rejimleri politik ve ekonomik düzeylerde yeniden örgütlenmeye ihtiyaç duyuyordu. Politik düzlemde, içerde baskı sistemini yoğunlaştırırken uluslararası arenada emperyalizmle daha iyi ilişkiler kurmaya giriştiler. Öncelikle Mısır ve Ürdün, ardından Filistin Kurtuluş Örgütü Siyonist devletin meşruiyetini tanıyarak emperyalizmle barış anlaşmaları imzaladılar (1979 Camp David, 1993 Oslo). Suriye bu anlaşmaları sessizce destekledi ve bunun karşılığında Lübnan’daki askeri işgaline emperyalizmin ses çıkarmamasını sağladı. 1980-88 arasında Irak, emperyalizmin jandarması rolüyle İran’a karşı tüm bölgeyi yangın yerine çeviren ve kitlelere sefalet getirmekten başka bir işe yaramayan kanlı bir savaşa girişti. 1988’de Cezayir, Fas üzerinden eski sömürgecisi Fransa ile diplomatik ilişkilerini yeniden tesis etti. 2003’ten itibaren Kaddafi emperyalizmin dünya ölçeğindeki “anti-terör” savaşında ajan ve işkenceci olma görevi üstlendi. Bütün bu gelişmeler yarısömürge Arap devletlerinin emperyalizme olan bağımlılığına daha doğrudan ve derin bir nitelik kazandırdı. 9. Ulusalcı Arap rejimlerinin ekonomik alanda gerçekleştirdikleri dönüşüm, liberalleşme ve ulusal kaynakları emperyalizmin dünya örgütlerine ve çokuluslu şirketlerine açmak oldu. 1980’ler boyunca Mısır, Sudan, Fas, Tunus, Ürdün, onu izleyen on yıl içinde Lübnan, Cezayir ve Yemen IMF (Uluslararası Para Fonu) ve Dünya Bankası ile teknik ve mali anlaşmalar imzaladı, nihayet 2000’lerde Libya ve Suriye aynı doğrultuda adımlar attı. Kaddafi, İspanya ve Almanya’dan kolaylıkla silah satın alabiliyordu. Tunus’u kendi şirketiymişçesine işleten Bin Ali ailesi, Fransız hükümet temsilcilerini özel uçaklarla getirip lüks yatlarda ve yazlıklarda ağırlayabiliyor, bu sayede kendi denetimindeki ülke ihracatının yüzde 50’sini Avrupa’da pazarlayabiliyor ve AB’li yatırım şirketlerine cazip pazarlar sunabiliyordu. Gelir dağılımı, yoksulluk düzeyi ve işsizlik oranı rakamları insanlık dışı korkutucu düzeylere ulaşan Fas’ta monarşi, serbest ticaret bölgesi için ayırdığı Tanca limanının inşaatı için 1 milyar dolar harcayabiliyordu. Ürdün ve Bahreyn monarşileri de ABD ile benzer serbest ticaret anlaşmaları imzalamışlardı. 2009’da Mısır, Uluslararası Finans Korporasyonu ve Dünya Bankası tarafından kendisine verilen en yüksek kredi notunu kutlarken, aynı zamanda bu kuruluşların raporlarında ülkedeki işsizlik oranına, gelir adaletsizliğine ve Kahire’nin çevresine yığılmış milyonlarca yoksulun yaşadığı gecekondulara değinilmemesine seviniyordu. İşte Arap devrimleri süreci, bu ekonomik, politik ve toplumsal saldırı panoramasına karşı duyulan öfkenin nitel bir dönüşüme uğramasının bir sonucudur. Tunus ve Mısır 10. 2010’un sonunda, polisin, seyyar satıcılık yaptığı sırada tezgahına el koymasını, kendini ateşe vererek protesto eden Muhammed Buazizi’nin eylemi; binlerce işsiz, öğrenci ve yoksul kitleleri ülkede yüzde 31’e varan işsizliğe, baskı politikalarına karşı ayaklandırdı. Bu ayaklanmaların süreklilik kazanması ve işçi sınıfının isyana yaygın bir grev dalgasıyla kitlesel olarak katılımı sonucu, 24 yıllık diktatör Zeynel Abidin Bin Ali devrildi. İşçi sınıfının devrime katılımı rejim yanlısı UGTT (Tunus Genel İş Sendikası) sendikası içinde çatlamalara yol açtı, pek çok yerel sendika örgütü bürokrasiden koparak devrime aktif olarak ve hatta belirli bölgelerde öncü örgütleyici güç olarak katıldı. Tunus’ta Bin Ali’nin devrilmesinden bu yana 1500’ü aşkın grev ve işçi mücadelesi gerçekleşti. 11. Kendiliğinden gelişen bu isyan dalgasının şöyle bir arka planı var. Tunus’ta ekoBAHAR | 2013 -

55


nominin liberalleştirilmesi sonucunda doğan yoksulluğa karşı 1984’te “Ekmek Ayaklanması” gerçekleşmiş; 1987’de UGTT’nin düzenlediği protesto gösterilerine güvenlik kuvvetleri ateş açmış (“Kara Perşembe”); 2008’de güneydeki Maden Havzası’nda madenciler ücret ve sosyal hakları için grev ve direnişler düzenlemiş; 2010 Ağustosu’nda Ben Guerdane’de hükümetin sınır kapatması uygulamasını protesto eden göstericiler ile polis arasında çatışmalar yaşanmıştı. Tüm bu süreçle birlikte, 2008 krizinin etkilediği turizm ve hizmet sektörlerindeki işten çıkarmalar, temel gıda fiyatlarındaki artış ve baskı politikaları Tunus devriminin taşlarını döşedi. 12. Tunus’ta halk, rejimin muhafızlarına karşı birçok şehirde savunma milisleri oluşturdu. Kafsa, Kassarin, Sidi Bu Zeyd ve Tala şehirlerinde, yerel yönetimin ve polisin kaçışıyla, kitleler güvenlik, gıda, sağlık gibi ihtiyaçlarını oluşturdukları halk komiteleriyle karşılıyorlar. Yine, rejimin paramiliter güçlerine karşı güvenliklerini sağlamak amacıyla “devrim savunma komiteleri” oluşturuldu, ancak rejimin temel direği olan orduya yönelik güven hâlâ sürmektedir. Komiteler çok sınıflı yapıda olup kendiliğinden bir biçimde oluşmuştur, ama aynı zamanda ikili iktidar nüvelerini oluşturmaktadır. Bu komitelerin en önemli zaafı kendilerini yeni seçimlere kadar hükümeti “denetlemekle” sınırlamaları ve iktidarı kendi ellerine almaktan kaçınmalarıdır. Bu tutum sadece gericiliğe alan açmakla kalmamakta, ama aynı zamanda demokratik sürecin “tamamlanması” adına grevlerin frenlenmesine olanak sağlamakta. Bunun sonucunda seçimlere en kötü koşullarda gelindi ve emperyalizmin kendi müttefikini belirleyebilmesini olanaklı kıldı: Ennahda seçimlerde mutlak çoğunluğu elde etti. Bununla birlikte işçi mücadeleleri Bin Ali’nin düşüşünden sonra olduğu kadar, kitlelerin yaşam koşullarında hiçbir iyileşme yaratma yeteneğine sahip olmayan Ennahda’nın iktidara gelmesinden sonra da sürmüştür ve halen de sürmektedir (Tunus’ta devrimden bu yana 138 kişi işsiz olduğu için kendini yakma eyleminde bulundu). Bu durum, demokratik ve toplumsal istemlerine ulaşabilmeleri için kitlelerin bir işçi-emekçi hükümeti doğrultusunda seferberliklere devam etmelerinin acil bir ihtiyaç olduğunu gösteriyor. 13. 7 aydır iktidarda bulunan İslamcı Ennahda partisi, sosyal demokrat Etakol ve Cumhuriyet Kongresi, kitleler yeni bir devrim için mücadeleye girmezlerse, işsizliğin son bulmayacağını açık bir biçimde kanıtladılar. İşsizlik rakamları, Bin Ali dönemini aratmadığı gibi, bugün daha da artmış durumda ve işçilerin sömürülme koşullarında en ufak bir değişiklik yok. Kitlelerin diktatörlüğe karşı verdiği mücadeleden beklentisi bu değildi. Ama bazı şeyler süratle değişmeye başlıyor; İslamcı Ennahda üzerinde yoğunlaşan güven, her geçen gün erimeye yüz tutuyor. Birkaç ay öncesine kadar yorumlar, diktatör yanlılarının tutuklanmasının hükümete yönelik güveni besleyecek bir etmen olduğunu vurguluyordu. Bugün bu olasılığa çok az kişi inanıyor. Bunun en açık göstergeleri, madencilik bölgesi Redeyef ya da Mulares, Regueb gibi yerlerdeki grevler veya Tala gibi iş istemleriyle kitlesel gösterilere sahne olan ve taleplerin hükümet tarafından yanıtlanmadığı gibi, bu taleplerin polis ve İslamcıların şiddetiyle bastırıldığı kentler. 14. UGTT önderliğinin Bin Ali’nin düşüşünün ardından, onun devamcısı olan Gannuşi hükümetine katılışı ve ancak sendikal tabandaki militanların ve Tunus halkının basıncıyla birkaç saat sonra hükümetten ayrılışı örneğinde tanık olduğumuz rolü, tek kelime ile utanç vericidir. UGTT aparatı, Bin Ali hükümetinin bir parçası olmuş eski Tunus Komünist Partisi ve sol grupların çoğunluğu, 2011 yılının ilk aylarında devrimi savunma komitelerinin ortaya çıkışıyla paralize oldular. Bu akımlar açısından öncelik, demokrasinin sağlamlaştırılmasındaydı. Ancak bir kez bu sağlandığında, sonraki adım olarak işçilerin, işsizlerin ya da grevcilerin taleplerinin tatmin edilmesiyle ilgilenilebilecekti. Bu nedenle, ne diktatörün devrilmesinden sonra patlak veren grevlere müdahil oldular, ne de devrim şehitleri annelerinin adalet taleplerinin takipçisi oldular. Kuşkusuz bu nedenle UGTT, Tunus toplumundan soyutlandı ve Ennahda’nın yükselişinin koşulları oluştu. Bu analiz aynı zamanda devrimcilerin önündeki görevlerden birinin de altını çizmekte; UGTT’yi işçilerin, işsiz gençlerin ve şehit annelerinin hizmetinde 56

Sosyalist Düşünce Dergisi


mücadelenin merkezine oturtmak. Bugün Tunus’taki değişime UGTT’nin geçirdiği dönüşüm damgasını vurmakta. İslamcı Ennahda’nın sendikayı kontrol altına alma girişimlerinin yol açtığı bir aparatlar çatışması, sendikal merkez ile hükümeti karşı karşıya getirmiş durumda. Hükümetin bu girişimi, geride kalan günlerde, sendikal merkez ve tüm üyelerce yanıtlandı. Regueb’de gerçekleştirilen sendikal seçimlerde seçilen 14 delegenin yalnızca 1 tanesi Ennahda ile ilişkili iken, kalan 13 delege sol muhalefetin mensubuydu. Hükümet seçim sandığında ağır bir yenilgiye uğradı. Ülkenin iç bölgelerinde yer alan ve ülkenin en yoksul ve devrimci kentleri olan Sidi Bu Zeyd, Redeyef, Kafsa ve Tala gibi kentlerdeki seçimlerde de benzer sonuçlar alındı. 15. Seçimlerin ardından Ennahda hükümeti, tüm mücadelelerin 3 aylığına durdurulmasını istedi. Bazı yerlerde bu çağrıya uyuldu. Redeyef’te iş talebiyle verilen mücadeleler türünden örneklerde ise bu çağrıya uyulmadığı görüldü. Ülkenin güneyindeki maden bölgesinde bir süre boyunca, iş talebiyle işyeri işgali, kitle seferberlikleri ve açlık grevi türünden hareketler yaşandı. Bu haklı mücadeleler özellikle UGTT önderliğince, izolasyona terk edildi. UGTT’nin bu mücadeleleri desteklemek için kampanyalara girişmemiş olması ve koordine etmemesi bir dizi yenilgiye yol açacaktı. UGTT bu dönem boyunca bütün ağırlığını, İslamcılığa karşı mücadele ve laik bir toplum sloganına verdi. İlk bakışta anlamlı olan bu tutum, gerçekte sürdürülmekte olan emek mücadelelerine eşlik edilmediğinde işlevsiz bir taktik halini aldı. Ennahda hükümetinin hedefi, yalnızca İslami bir toplum yaratmak değil, İslamcılığın büyük ihaneti esas olarak Tunus’taki devrimci süreci imha etmek. Bugün Tunus’ta İslamcılarca hayata geçirilen emperyalizmin politikaları yalnızca İslami bir toplumu hedeflemekten ibaret değil, temel olarak Tunus burjuvazisinin ve ABD ve Avrupa emperyalizmlerinin çıkarlarını sahiplenmekte kristalize oluyor. Bu hükümet, Avrupa burjuvazisinin çıkarlarının bir garantörüdür. Bu koşullar altında, işçilerin ve işsiz gençlerin mücadelelerine eşlik etmeksizin, laik bir toplum çağrısında bulunmakla yetinmek, çoğunluğu Müslüman olan bir toplumda İslamcıların elini rahatlatmak anlamına gelmekte. Öte yandan Selefilerin sendikacılara, işçilere ve ilerici merkezlere yönelik artan saldırıları, demokratik devrimin az sayıdaki kazanımı açısından gerçek bir tehdit halini almaya başlamış durumda. Bu saldırılara, başını seferberlik halindeki gençliğin ve işçi ve emekçilerin çektiği örgütlü bir mücadele ile yanıt vermek şart. 16. Mısır devrimi, 2005 ve 2010 yılları arasında yaşanan grev hareketi ve ülkedeki işsizlik, güvencesizlik koşullarıyla ilişkili olarak değerlendirilmeli. Bu yıllar arasında Mısır’da 3000’den fazla işçi eylemi gerçekleşmiş, bu seferberlikleri tekstil, inşaat, ulaşım, gıda işleme işçileri ve hatta Kahire metro çalışanlarının grevleri takip etmiştir. 2007’deki dünya gıda krizinde, gıda fiyatlarının %24 oranında artışı öfkeyi büyütmüş ve büyük ekmek eylemlerini tetiklemiştir. Protestoların son dört yıl içinde yoğunlaşması, özellikle 2006 ve 2008’de Mahalla’daki devasa grevler ve kitlesel gösteriler işçi mücadelesinde yeni bir atılım yaratmıştı. Mısır devrimi, kitlelerin yoksulluk koşullarına karşı, Tunuslu emekçilerden ilham alarak ayaklanması sonucu, rejimin silahlı güçlerinin protestocu genç yığınlara saldırması ile patlak verdi. Gençliğin işsizliğe karşı talepleri ile Bonapartist rejime karşı demokrasi talebinin birleşmesiyle açığa çıkan devrimci durumda 31 yıllık Mübarek iktidarı düştü. 17. Biriken öfkenin ekonomik arka planı 1980’lerin ikinci yarısından itibaren ülkede uygulanan neoliberal dönüşüm programına kadar uzanıyor. Emekçi sınıflar açısından işsizlik, güvencesizlik ve sefalet anlamına gelen bu uygulamalar neticesinde Mısır, nüfusunun yüzde 40’ı yoksulluk sınırının altında yaşayan, işgücünün yarısından fazlası “enformel” sektörde çalışan, yani gerçekte işsiz olan ve ortalama aylık işçi ücreti 80 doları, kişi başına yıllık geliri ise 4,400 doları geçmeyen 80 milyonluk bir ülke haline gelmişti. Üstelik Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (ILO) göre, Mısır işçi hakları ihlalinin en fazla olduğu dünyanın 25 ülkesinden biriydi. 18. Ocak ayında Tahrir Meydanı’nı işgaliyle başlayan kitle seferberlikleri, Şubat 2011’de askeri konseyin yönetimi devralmasıyla durdurulmaya çalışıldı. Yeniden seBAHAR | 2013 -

57


çimleri yapmak üzere başa gelen konsey kitleleri oyalama sürecine girince, binlerce işçi Tahrir Meydanı’nı tekrar ele geçirerek, ücret artışı, güvencesiz çalışmaya son verilmesi talepleriyle cunta yönetimine karşı direnişe geçti. Kamu, petrol, tekstil, elektrik dağıtım ve bir dizi sektörde sürekli grevler yaşandı. Bu süreçte bir dizi komite birleştirilerek Devrimi Savunma Konseyi Sekreterliği oluşturularak komiteler arası eşgüdüm sağlanması kararı alındı. 2011’in Kasım’ında başlayan ve 2012’nin Şubat ayında tamamlanan parlamento seçimleriyle birlikte, İslamcılar (Müslüman Kardeşler tarafından desteklenen Özgürlük ve Adalet Partisi) yeni Mısır parlamentosunun temel politik gücü haline geldiler. Fakat, Askeri Konsey iktidarı elinde bulundurmaya devam ediyor ve yeni Anayasa’nın düzenlenmesinde ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde belirleyici bir rol oynamak istiyor. Konsey’in bu tutumu ise, yeni kitlesel seferberliklerin gerçekleşmesini tetikliyor. Öte yandan, kitlelerin basıncı sonucunda yönetimi devralan ve gençliğin ve işçi sınıfının politik ve ekonomik taleplerini karşılamaktan uzak duran yeni hükümet, orduyla pazarlığa oturma niyetinde. 19. 24 Mayıs tarihinde, Hüsnü Mübarek rejiminin devrilmesinden sonraki ilk başkanlık seçimleri gerçekleştirildi. Bu seçimlerin ilk ayağında yalnızca seçmenlerin %51’i – 26 milyon kişi- sandık başına gitti. Müslüman Kardeşler’in adayı Muhammed Mursi’nin elde ettiği %24.4’lük oy oranı, parlamento seçimleri esnasında aynı partinin elde ettiği % 40’lık oy oranı ile karşılaştırıldığında, İslamcılar açısından ciddi bir gerilemeye işaret etmekte. Bu güven kaybının en olası nedeni, bu akımın, neoliberal politikaların ve IMF anlaşmalarının gereği olan bir burjuva hükümetine giden yolda “barışçıl bir geçişi sağlamak” çabasında ve askeri rejimle düzenli işbirliğinde yatıyor. Başkanlık seçimlerinde % 23.3 oy oranıyla ikinci sırada kalan aday, Hüsnü Mübarek’in son başbakanı ve hava kuvvetleri eski şefi, Ahmet Şefik’ti. Askeri rejimin adayı Şefik, büyük oranda eski rejimin tabanını oluşturan orta sınıflardan ve devrimin ardından güvenlik kaygısı yaşayan sektörlerden oy toplamayı başardı. Bununla birlikte, İslamcıların belirleyici olduğu parlamento bir yasa çıkartarak, askeri ve politik geçmişi nedeniyle Şefik’in adaylığını yasaklamayı başardı. Seçimlerin ilk ayağında üçüncü sırayı %20 .3 düzeyindeki oy oranıyla Nasırcı sosyal demokrat olarak tanımlanan ve solun adayı olarak sunulan Hamdin Sabbahi almış oldu. Sabbahi devrimin bazı taleplerini –iş hakkı, özgürlükler, vb.- sahiplendiği seçim kampanyasıyla, başkent Kahire ve İskenderiye gibi kentlerde en çok oy alan aday konumuna ulaştı. Sabbahi ve diğer irili ufaklı sol-liberal partiler seçimlerin ikinci ayağında boykot kararı aldılar ve İçişleri Bakanlığı önünde düzenledikleri gösteriyle, polis şeflerinin Ahmet Şefik’e oy verilmesi için yaklaşık 900 bin adet sahte seçmen kağıdını dağıtıma soktuklarını ilan ettiler. Burada dile getirdikleri sahte seçmen kağıdı oranı hiç de anlamsız değildi, zira Şefik ile Sabbahi arasındaki oy farkı yaklaşık 700 bin olarak hesaplanmıştı. Son olarak, birçok devrimci grup tarafından desteklenen aday Abdümunim Ebu’l el-Futuh oyların %17’sini elde etti. Diğer yandan, “enternasyonalist sosyalistler” olarak adlandıran –Britanya SWP’sinin kardeş grubu- grubun da dahil olduğu bazı radikal sol akımlar, kötünün iyisi adına Müslüman Kardeşler’e oy çağrısında bulunmuş oldu. 20. 14 Temmuz 2012 tarihinde Mısır Anayasa Mahkemesi aldığı çifte kararla, Kasım 2011 ve Ocak 2012’de gerçekleştirilen parlamento seçimlerini iptal ederken, Ahmet Şefik’in adaylığını geçerli kıldı. Mahkemenin kararına göre, parlamento üyelerinin üçte ikisi bir partiler listesi sistemine göre seçilmeli diğer üçte biri ise bireysel adaylıklara ayrılmalıydı. Fakat, askeri cunta ile politik güçler arasında varılan anlaşma gereği, bu kural bireysel adayların da bir parti üyesi olabileceği yönünde düzeltilmişti. Sonuç olarak parlamentonun lağvedilmesiyle bir kez daha iktidar, yürütme görevlerini de üstlenen askeri cuntanın ellerine geçmiş oluyordu. Askeri cuntanın adayı Şefik başkan olabilme olasılığını muhafaza ederken, Müslüman Kardeşler, Anayasa Mahkemesi’nin kararına yönelik eleştirilerine karşın, karara boyun eğmeyi tercih etti. Bu iki kesim -İslamcılar ve generaller- aralarındaki mücadeleyi yasal bir çerçevede 58

Sosyalist Düşünce Dergisi


tutmaya çalışırken tüm olanaklarını, Türkiye’de de uygulanan ve emperyalizmin de desteklediği bir hat doğrultusunda, Mısır halkının mücadeleye geçmemesi yönünde seferber etmeye çalıştılar. Mısır halkının ve işçi sınıfının –burjuvazi ve devlet bürokrasisi arasındaki- bu danışıklı dövüş oyununa vereceği tepkiyi önümüzdeki dönemde de yakından takip etmek gerekiyor. 21. Mısır ve Tunus’ta seferberlikler, sivil hükümet, diktatörlük rejiminin kurumlarının lağvedilmesi gibi politik ve iş, ücret artışı gibi ekonomik taleplerle yaygınlaşırken, ne Askeri Konsey ne de Müslüman Kardeşler ve Ennahda hükümetleri kitlelerin taleplerini karşılayabilir. Kitlelerin seferberlikleri sürekli devrim haline dönüşme eğilimi gösterirken, rejimler burjuva mülkiyetini kurtaracak yeni düzenlemeler ve önderlikler arıyor. Yani devrim ve karşıdevrim sürekli karşı karşıya geliyor. Şu an AB ve ABD emperyalizmi, bu ülkelerde, İslamcı önderlikleri ön plana çıkararak yarı Bonapartist özellikteki bir hükümeti esas alan “Türkiye Modeli”ni dayatmakta. Bu da, çokuluslu şirketlerin yatırımlarını güvence altına almaya yönelik olarak “geçiş” sürecini kontrol etme, kitle seferberliklerini demokratik gericilik uygulamalarıyla denetleme istemlerinin bir ürünü. Bu ülkelerde karşıdevrimin stratejisi, emperyalizm ile işbirliği içinde yeni kurulacak olan burjuva demokratik aygıtlar (çok partili parlamenter sistem, politik ve sendikal örgütlenme ve ifade özgürlükleri içeren bir Anayasa, sivil yargı, vb.) aracılığıyla rejimin temel direklerini ve finans kapitalin egemenliğini koruma altına almak; gene onların aracılığıyla ve tabii başta İslamcı burjuva partiler olmak üzere uzlaşmacı kitle önderliklerinin işbirliğiyle kitlesel seferberliklere son vermektir. 22. Tunus ve Mısır’da devrimin karşısındaki bir diğer tehlike, kitlelerin orduya sempatiyle bakıyor oluşuydu. Ancak bu yanılsama bilhassa Mısır’da giderek kırılmakta. Kitleler hoşnutsuzluğunu Aralık ayında Tahrir Meydanı’nı yeniden işgal ederek gösterdi. Kitlelerin bu kararlı tutumu sonucunda Geçici Hükümet istifa etti, Askeri Konsey cumhurbaşkanlığı seçimlerinin 2012 Temmuz’undan önce yapılacağını ve bu seçimlerin ardından Konsey’in yönetimden çekileceğini açıklamak zorunda kaldı. Askeri rejimin devrilebilmesi için politik bir genel grevin gerektiğinin farkında olan Mısır’ın öncü işçileri ve devrimcileri ise, şimdi bunun hazırlığı içinde. Yani rejimden gerçek bir kopuşun sağlanması görevi Mısır işçi sınıfının omuzlarında duruyor. 23. Tunus ve Mısırlı kitlelere düşen temel görev, başa gelen hükümetlerle yüzleşmek ve devrimci bir mücadele programıyla seferberlikleri sürekli kılmak olmalıdır. Kontrolü çokuluslu şirketlerde bulunan tüm stratejik işletmelerin devletleştirilmesi, işsizliğe son vermek için acil bir kamu programının oluşturulması, dış borç ödemelerinin durdurulması, eski rejimin temsilcilerinin, bugüne dek süren yağmadan beslenen yüksek rütbeli subaylar ve ailelerinin mülklerine halk adına el konulması, ayaklanan kitleleri kırıma uğratan bütün katil sürüsünün yargılanarak tutuklanması, köklü bir tarım reformunun gerçekleştirilmesi devrimin temel talepleri olmalı. Bu programatik yaklaşımın tamamlayıcısı ise kuşkusuz, emperyalizmden ve onun tüm ayak oyunları ve anlaşmalarından kopuş temelinde yeni bir işçilerin, gençliğin ve halkın iktidarı perspektifinin adım adım hayata geçirilmesi, emperyalizm ve Siyonist İsrail ile imzalanmış tüm anlaşmalardan süratle kopuş ve Gazze’ye yönelik ambargonun kaldırılmasına yönelik mücadelenin yükseltilmesi olmalıdır. Suriye 24. Tunus ve Mısır Devrimlerinin ardından gerçekleşen Suriye Devrimi, bu ülkelerdeki süreçlerden ziyade, Libya, Yemen ve Bahreyn’de yaşananlarla benzerlik gösteriyor. Gelinen noktada, Suriye Devrimi, kitlelerle Beşar Esad arasında “uzatmalı bir yıpratma savaşı”na dönüşmüş durumda. Suriye’de kitlelerin ayaklanmasına sebep olan etmenler, diğer ülkelerle hemen hemen aynı. Ülkede son on yılda derinleştirilen neoliberal uygulamaların özellikle devrimin sembolü olan Deraa gibi tarım kentlerini vurması, köylülerin topraklarını yitirmesi, ekonomik ve sosyal kesintiler, baskı ve terör uygulamaları kitleleri ayağa BAHAR | 2013 -

59


kaldıran etmenlerin başında geliyor. Deraa’da başlayan eylemliklerin Hama, Humus, Lazkiye, Banyas ve Qamışlı gibi kentlere yayılmasıyla devlet terörü giderek artmış; rejimin silahlı güçleri, katliam girişimleriyle kitle seferberliklerini durdurmaya çalışmıştı. Yoğun terörün eylemleri durduramaması üzerine, iktidar reform paketi açıkladı ve Esad hükümette değişiklikler yaptı. Fakat vaat edilenlerin yerine gelmemesi üzerine kitleler ayaklanınca, ikinci reform paketi sunuldu ve neticesinde, 300 bin Kürte vatandaşlık hakkı tanındı, gözaltına alınanların serbest bırakılacağı duyuruldu, ardından 48 yıllık OHAL yasası ve devlet güvenlik mahkemeleri kaldırıldı. Ama artık Esad’ın istifasını talep eden kitlelerin seferberliği durmadı ve bu arada rejimin askeri saldırıları ve bombardımanları yoğunlaştı. 25. Bu arada emperyalizm, Esad rejiminin giderek meşruiyetini yitirmeye başladığını ve sürecin iç savaşa dönüştüğünü görünce Esad’a gitme çağrısında bulundu. Bir yandan da “alternatif” önderliklerle diyaloga başlandı, örneğin Türkiye arabuluculuğunda muhalif sürgünlere kapılar açılarak örgütlenmelerine destek sağlandı. 26. Suriye’de, gençlerin başını çektiği yerel komiteler biçimindeki örgütlülükler seferberliklerin örgütlenmesinde önemli rol oynamaktadır. Henüz grev ve fabrika işgalleri gibi işçi sınıfı temelli seferberliklere rastlanamasa da, küçük işyerlerinin ve esnafların gerçekleştirdiği ses getirici ve yaygın “kepenk kapatma” eylemleri yaşanmakta. 27. Rejimin katliam girişimlerine karşı kitlelerin özsavunma ihtiyacını oluşturmaları bir ihtiyaç. Şu an ordudan ayrılan askerlerden oluşan ve direniş saflarına geçen Özgür Suriye Ordusu önemli bir örgütlenme. Hama ve Humus kentlerinde etkili olan bu ordu, eğer kitlelerin özsavunma komitelerini oluşturmasına destek olursa, bu devrim için önemli bir ilerleme olacaktır. Ancak mezhep temelli bir program etrafında hareket ederse devrim için ciddi bir engel haline de gelebilir. 28. Şu an rejim karşısında emperyalizm tarafından tanınan önderlik Suriye Ulusal Konseyi’dir (SUK). Bu konsey Müslüman Kardeşler, çeşitli burjuva partiler ve bazı Kürt örgütlenmelerini kapsayan bir cephe niteliğinde. Konsey programını “demokratik ve sivil bir devlet”in inşası olarak tanımlıyor. Bu oluşumun emekçilerin taleplerine duyarsızlığı ve burjuva bir programa sahip oluşundan ötürü, mülkiyet ilişkileri ve emperyalizmden bir kopuş gerçekleştiremeyeceğini söylemek mümkün. 29. Gelinen noktada Suriye’de rejim, büyük ölçüde meşruiyetini yitirmesine rağmen, seferberliklerin belirleyici nitelikte olan bütün şehirlere yayılamamış olmasından ötürü varlığını sürdürebildi. Öte yandan, rejim uluslararası düzeyde Rusya, İran, Hizbullah gibi kesimlerden elde ettiği destekle ve devrimci akımlar arasındaki parçalı görünüm nedeniyle ayakta durabiliyor. Her durumda hükümete olan destek bir hayli kırılgan. Şam’daki ticaret kesimleri rejime desteklerini çekerken, emperyalizm de temel bir hedef olarak diğer güçlerle birlikte Esad’ın alternatifini aramakta. Zira devrim şiddetle önüne geçilemez bir hale geldi. 30. Suriye’nin sahte dostlarının insani yardım ya da katliamları durdurmak söylemi etrafındaki asıl amacı, esas olarak ülkede düzenin yeniden tesis edilmesini ve devrimin halktan çalınmasını sağlamaktır. Emperyalizmi belirlemekte olan endişeyi hiçbir şey Britanya başbakanı David Cameron’un, “Suriye’de şiddeti sona erdirmenin en kısa yolu, alttan yukarı gelen bir devrimdense, Esad’ın görevi bıraktığı bir iktidar değişimidir”, sözleri kadar iyi açıklayamaz. Emperyalizmin “demokrasiye düzenli geçiş” stratejisi, gerçekte rejimin temellerine dokunmaksızın küçük değişiklikler aracılığıyla devrimi sönümlendirmeyi hedeflemektedir. Geçtiğimiz aylarda BM temsilcisi Annan ile Esad’ın katil rejimi arasında imzalanmış olan 6 maddelik anlaşma ne Esad’ın iktidarı terk etmesini, ne de rejimin işlediği suçların sorumlularının yargılanmasını kapsıyordu. Bu anlaşma esas olarak emperyalizmin politikasının berrak bir biçimde açığa çıkmasına yol açtı: devrimin imhası. Şu ana dek emperyalizm, askeri bir müdahalenin gerçekleştirilmesi için koşulla60

Sosyalist Düşünce Dergisi


rın yeterince olgunlaşmış olduğu düşüncesinde değil. Ne var ki, aradan bir yılı aşkın bir süre geçmişken emperyalizmin öncelikli hedefinin devrimin imha edilmesi olduğu açık seçik görülebiliyor. 31. Birinci yılını tamamlayan Suriye devrimi oldukça güç bir dönemeçten geçiyor. Rejimin devasa şiddet ve katliam dalgası karşısında mücadele eden yığınlar, rejimin devrimi kan ve şiddetle boğma stratejisini yenilgiye uğratmış olsalar da henüz rejimi alaşağı etme hedefine ulaşmış değiller. İşçi sınıfının örgütlü bir biçimde devrime müdahalesindeki eksiklik ve devrimci bir politik önderliğin yokluğu, tarafların birbirine galebe çalamadığı bir “beraberlik” durumuna yol açmış durumda. Öyle ki emperyalizmin müdahalesini arzulayanlar sektörler muhalefet içinde her geçen gün daha geniş bir alan kazanıyor. Eğer Suriye muhalefeti BM’nin ve Esad’ın katil rejiminin önerdiği anlaşmayı onaylayacak olursa, bunu ancak ihanet olarak tarif etmek gerekecek. Bu koşullar altında, uluslararası sosyalist hareketin ve işçi örgütlerinin Suriye devrimini savunma konusunda üstlenmiş olduğu sorumluluk, belirleyici bir önem kazanacak. Suriye devrimi konusunda en öncelikli görev, bu devrimin savunulması doğrultusunda kampanyalar organize etmek, Suriye’deki devrimcileri desteklemek ve onlara işçi sınıfının devrimci önderliğinin inşasında yardımcı olmaktan geçiyor. Libya 32. Libya devriminin Tunus ve Mısır’dan ayrılan en önemli yanı, devrimin bir iç savaşa dönüşmüş olmasıdır. Kaddafi’nin Libya’da devrimi bir iç savaşa dönüştürmesi bölgedeki diğer devrimlerin önüne ateşten bir duvar örmüştür. Kaddafi’nin bu girişiminin ardından Yemen’de Ocak ayından itibaren süren seferberliklere, ilk defa Mart ayında ateş açılmaya başlandı. Bahreyn monarkı ise, kitleleri bastırmak için yeterli askerpolis gücü bulunmadığından, bu ihtiyacını Nisan ayında Suudi Arabistan’dan on bin asker ithal ederek, sokakları teslim almaya girişti. 33. Bunun üzerine emperyalizm, Kaddafi’nin devrim güçlerini bir süre telef etmesini bekledi; daha sonra Suriye’de de uyguladığı gibi, mücadelenin bir yenişememe noktasına ulaşmasını, böylece başlangıçta emperyalizmin askeri müdahalesini istemeyenlerin bunu talep eder hale gelmesini hedefledi. Bu esnada Yemen, Fas, Ürdün ve Suriye’de başlayan seferberlikler, bölgede inisiyatifin kitlelerin eline geçtiğinin sinyallerini veriyordu. Bu nedenle emperyalizm, kontrolü ele geçirmek, bu yolla kendi çıkarlarının koruyucusu olan rejimi yeniden yapılandırmak ve bölgede kendi adına istikrar temin etmek amacıyla taraflarla görüşmeler yoluyla anlaşmaya varma politikasını dayatmak için, yenişememe halinden yararlanarak askeri müdahale örgütledi. 34. Libya Devrimi, dünya solunun bazı kesimlerince, muhaliflerin darbe girişimi ya da emperyalizm yanlısı aşiretlerin savaşı olarak yorumlandı. Büyük ölçüde “emperyalist komplo” tanımı ile ifadesini bulan bu yorum, Arap devrimlerine olan bakışı da belli ölçülerde erozyona uğratmış, emperyalist propagandaya alan açmış ve dünya solunun Libya devrimine verebileceğe desteği zedelemiştir. Oysa, ordu içinde bazı bölünmelere yol açan ve belli kesimlerin muhaliflerin safına geçtiği, Trablus ve Bingazi’de göstericilerin katledildiği bu ayaklanmalar, apaçık bir devrimdir. 35. Kaddafi’nin düşmesi ve Ulusal Geçiş Konseyi’nin (UGK) başa gelmesiyle süreçte kısmi durulma yaşanmıştı. Fakat değişik düzeylerde ayrıcalıklara sahip büyük aileler ve aşiret temelindeki –aşiret şeflerinin mutlakiyetçiliğine dayalı bu yöntem uzun bir dönem boyunca diktatörlüğü garanti altına alamak ve halkı bölmek amacıyla Muammer Kaddafi tarafından da korundu ve desteklendi- Libya’nın sosyal dokusu ve gerçek anlamda antiemperyalist bir işçi emekçi önderliğinin yokluğu koşulları, Libya’nın “ulusal birliğini” berhava etti ve silahlı değişik aşiretler arasındaki bir tür iç savaşı beraberinde getirdi. Aşiretler geçtiğimiz Mart ayında ülkenin güneyinde yaşanan ve en az 150 kişinin ölümüyle sonuçlanan bir çatışmalar sürecine girdi. Silahlı çeteler, Çad ve Sudan yolunun kontrolü için yüzlerce kişinin can verdiği çatışmalara girişti. BAHAR | 2013 -

61


Ülkenin başkenti Trablus dolaylarında yaşanan çarpışmalar, sıklıkla Tunus sınırının kapanmasına yol açtı. Geçtiğimiz aylarda, silahlı bir grup, vaat edilmiş haklarını ileri sürerek başbakanlık ofisini bastı. Bu gruplar, yeni mali fonların dağıtımında ve hükümette temsil edilme konularında kendi aşiretlerinin “haklarını” savunmaya devam etmekteler. NATO müdahalesi döneminde 500’den fazla silahlı grup, ülke için oldukça kârlı ve yaşamsal önemdeki altyapısıyla birlikte, Libya’nın çeşitli bölgelerinin kontrolünü ele geçirdi. UGK’nın eski rejimin askerlerini toparladığı ve NATO ülkelerinin özel güvenlik şirketleriyle anlaşmalar imzaladığı koşullar altında, aşiret temelli silahlı grupların temel korkusu bir ulusal güvenlik rejimi altında kazançlarının ellerinden alınması. Irak işgalinin ardından bu ülkede büyük etkinlik kazanan Britanyalı güvenlik şirketi AEGIS, Libya sınırlarının korunması karşılığında yaklaşık 5 milyar dolar tutarında bir gelir elde edebileceğini hesaplamakta. Bu panaroma içinde bu silahlı gruplardan Al-Afwiya Haziran ayının ilk haftasında Trablus uluslararası havalimanına saldırarak liderleri Abu Al Ajila Habshi’nin UGK tarafından salıverilmesi için pazarlığa girişti. Gerilim öyle bir boyuta geldi ki, UGK, 19 Haziran olarak öngördüğü ilk genel seçim tarihini ülke güvenliğindeki dengesizlik şartlarında ertelediğini açıklamak durumunda kaldı. 36. Vaat edilen seçimler eğer bir kez gerçekleştirilebilse dahi, genelde sonuç bir tür demokrasi parodisinden başka bir şey olmayacak. Zira, bu seçimlerde 200 koltuklu bir kurucu meclis seçilerek, daha sonra gerçekleştirilecek referandum sonuçlarına tabi olacak bir anayasa yazma görevini üstlenecek. Seçim yasasına göre, bu seçimlerde yalnızca “profesyonel bir meslekle” meşgul olanların adaylığı mümkün. Bu koşul karşısında işçilerin adaylığı olasılık dışı kalmakta. “17 Şubat devrimine açık ve derhal destek sunmamış” Kaddafi dönemi memurları da seçimlere katılma hakkından yoksun. Geçici hükümet aynı zamanda, 17 Şubat devrimine hakaret etmeyi ya da eski rejimi onaylar tutum almayı da yasaklamış durumda. Dolayısıyla yeni seçim kanunu, adaylık koşullarını hayli sınırlarken, adayları yüksek seçim kurulunun değerlendirmesine tabi kılmakta. Seçimlerin ertelenmiş olması batılı kamuoyunda pek az yankı buldu. Emperyalizmin Libya’daki temel yönelimi, ülkenin mevcut petrol rezervleri üzerindeki kontrolünü garanti altına alacak esnek bir idarenin hayata geçmesi, Kuzey Afrika’daki jeostratejik konumun güçlendirilmesi ve Afrika’ya nüfuz etme imkânlarını yoğunlaştırmak. Eski rejimin bekçileri, CIA’yla bağlantılı güçler ve İslamcı köktendincilerin bir bileşimi olan UGK’ye arka çıkışlarının kaynağında bu arayışlar bulunuyor. Bununla birlikte, iktidarını üstlenmesinden bu yana geçen dönemde UGK’nın çok az güven uyandırdığı açığa çıktı. Dahası UGK’nin ülke üzerindeki kontrolü bir hayli kırılgan. Bütün bu koşullar altında, geçici hükümet kendini sözleşmeli güvenlik ve adalet desteği almak zorunda hissetmekte. Zira BM’nin bir açıklamasına göre, yalnızca geçtiğimiz Ocak ayında milis güçlerince tutuklanan kişi sayısı 7 bini geçmişti. Devrim halen ucu açık bir süreç olarak gelişmeye devam etmekte. Sonuçlar ve Olasılıklar 37. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşanmakta olan devrimler, azgelişmiş ve yarısömürge ülkelerde kitlelerin en temel demokratik ve acil taleplerinin dahi, devrimin demokratik ve sosyalist aşamalara bölünmesiyle değil, sürekli bir nitelik kazanarak toplumsal kurtuluşa doğru ilerlemesiyle mümkün olabileceğini bir kez daha kanıtladı. En belirgin örnekler olarak ele alacak olursak, Tunus’ta ve Mısır’da “demokratik aşama”, İslamcı Ennahda ile Müslüman Kardeşler’in yarı parlamenter bir rejim altında devrimci seferberlikleri durdurmaları, bu seferberlikler sırasında doğan kitle özörgütlenmelerini tasfiye etmeleri (Libya’da ayrıca kitleleri silahtan arındırmaları); eski rejimin temel organları olan ordu ve polis teşkilatlarını, onların ekonomik ve toplumsal ayrıcalıklarına fazlaca dokunmadan, yeni yürütmenin çıkarları doğrultusunda seferber etmeleri; yönetim organlarında radikal bir personel arındırmasından kaçınarak devlet aygıtını kitlelerin basıncından ve denetiminden uzak tutmaları; örgütlenme ve ifade 62

Sosyalist Düşünce Dergisi


özgürlükleri alanlarındaki sınırların devrimci toplumsal dönüşüm taleplerinin serpilip gelişmesine olanak verecek bir çizgiye kadar yayılmasını tüm ideolojik ve politik/polisiye araçlarla engellemeleri; sendikaların devlet ve hükümet denetiminden bağımsızlaşmalarını engelleyici yeni yasal ve politik önlemler icat etmeleri; diplomasi alanında eski rejimin stratejik ittifaklarına sadık kalarak bunlara “uluslararası piyasaların”, yani emperyalizmin talep ettiği yeni biçimler kazandırmaları; ve nihayet, bu uygulamaları yeni bir “anayasal” temele bağlamaları anlamına gelecektir. Böylece kitlelerin seferberlikler sırasında ellerine geçirdikleri politik ve demokratik haklar yeni anayasal düzen altında tasfiye edilecek; demokratik gericilik stratejisiyle devrimci atılımın gerçekten demokratik bir toplumsal dönüşüme doğru ilerlemesi durdurulacaktır. Köylü kitleleri sefaletten ve kölelikten kurtaracak köklü bir toprak ve tarım reformundan uzak durulacak; Arap milliyetçiliği ve İslamcı söylemlerle, ezilen ve baskı altında tutulan ulusların, etnik ve dini grupların özgürlük ve kendi kaderlerini tayin hakları inkar ve reddedilecektir. Bütün bunlar şimdi Suriye ve Yemen’de, bizzat Bonapartist rejimin kendisi tarafından vaat edilmekte, buna karşılık “muhalefetten” uzlaşma ve rejimin içine dahil olmaları talep edilmektedir. Özetle, Arap devrimlerinin önce demokratik bir aşamada tamamlanıp sağlamlaştırılması ve daha sonra ileri toplumsal ve ekonomik dönüşüm taleplerine doğru ilerlenmesi yolundaki her türlü politik anlayış, gerçeklerle çelişmektedir. Devrimlerin önlerine koydukları demokratik hedeflere bu ülkelerdeki burjuva önderlikler ve hükümetler altında ulaşmak olanaklı değildir. Yarısömürge ve emperyalizme bağımlı bir ülkede demokrasi ancak bir işçi-emekçi hükümeti altında mümkündür. Bu anlamda Arap devrimleri Sürekli Devrim anlayışımızı tamamen doğrulamakatadır. 38. Arap devrimleri, devrimci Marksistler olarak onlarca yıldan beri kendimizi hasrettiğimiz önderlik inşası çabasının ve görevinin ne denli yakıcı olduğunu bir kez daha açığa çıkarmıştır. Kitleler ne denli kahramanca bir tarihi mücadele içine girseler de, kendi örgütlülüklerini yaratamadıkça veya mücadeleler içinde doğan özörgütlenmelere kalıcı, demokratik ve iktidara yürüyen bir özellik kazandıramadıkları sürece, tüm devrimci atılımlarının karşıdevrim tarafından frenlenip ezilmesi tehlikesi bulunmaktadır. Ama bu tip örgütlenmeler devrim ve savaş koşullarında örgütlenme ihtiyacı duyan kitlelerce kendiliğinden biçimde kurulsa bile, mücadelenin hangi doğrultuda ve hangi program çerçevesinde ilerleyeceği, emekçi kitlelerin sahip olabileceği politik önderliğin niteliğine bağlıdır. Eğer Arap kitlelerin ayaklanmalarının temelinde yatan “iş, ekmek ve özgürlük” taleplerinin hayata geçirilebilmesi için bu ülkelerde sadece diktatörlük bürokrasisinin değil, ama bir bütün olarak burjuvazinin iktidardan uzaklaştırılması gerekiyorsa, emekçilerin kendilerini böylesi bir program çevresinde birleştirebilecek bir politik önderliğe ihtiyaçları var demektir. Yani devrimi ve kitle seferberliklerini sürekli kılacak, ekonomiyi emekçilerin istekleri doğrultusunda ve onların denetiminde planlayabilecek, işçi demokrasisine dayalı bir yönetim sisteminin kurulmasını olanaklı kılacak, ülkeyi emperyalizmin tahakkümünden çıkarıp gençliğin ve emekçi yığınların ellerine teslim edecek bir program ve önderlik. İşte bu amaçla Dördüncü Enternasyonal’i yeniden inşası acil bir görev olarak önümüzde duruyor.

BAHAR | 2013 -

63


Dosya

UIT-CI ve UBK arasında Koordinasyon Komitesi Kuruluş Deklarasyonu

İşçilerin Uluslararası Birliği-Dördüncü Enternasyonal (UIT-CI) Uluslararası Birlik Komitesi

Kapitalizm ekonomik, politik ve tarihsel bir kriz yaşamakta. Tüm kapitalist ideologlar ve ekonomistler var güçleriyle kapitalizmi yeniden canlandırmaya çalışmakta, ama bunu başaramamaktadırlar. Krizin kapitalizm çerçevesinde çözümü, insanlık için felaketler dolu bir gelecek anlamına gelmektedir. Emperyalizm ve burjuvazi krizin faturasını işçi sınıfına ve emekçi halk kesimlerine ödetmeye çalışmakta, ama işçiler ve emekçiler kapitalist kârların faturasını işsizlik, yoksulluk ve sefaletle ödemeyi reddetmekte ve tüm dünya ölçeğinde mücadelelere girişmektedirler. Gençlik de seferber olmakta, alternatifsizliğe ve sırtına yıkılan sömürü ve tacizlere karşı isyan etmekte. Avrupa, Çin ve Latin Amerika grevlerle sarsılmakta. Kuzey Afrika ve Ortadoğu halkları diktatörlüklere karşı ayaklanarak birbiri ardına devrimler gerçekleştirmekte. Yoksul halk kesimleri, yerli halklar ve köylüler de doğal kaynakların sömürüsüne karşı mücadele etmekteler. Bütün bu mücadelelerde temel sorun mevcut politik önderliklerin niteliği olarak belirmekte; burjuva, reformist veya bürokratik önderlikler mücadelerin hedefini, kapitalizm çerçevesinde çözümler aramakla sınırlandırmaya çalışmaktadırlar. Bu durum karşısında bizler UIT-CI (Uluslararası İşçi Birliği-Dördüncü Enternasyonal) ve UBK (Uluslararası Birlik Komitesi), devrimcilerin birliğinin her zamankinden daha büyük bir önem kazandığına inanıyoruz. İşçilerin ve emekçi halkların lehine yegane çözüm olan işçilerin iktidarını sağlayacak bir sosyalist devrime yönelik adımların atılmasını olanaklı kılmak adına; devrimci önderliğin inşası görevine tüm sorumluluğumuzla sarılıyoruz. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki devrimlere, Avrupa’daki sınıf mücadelelerine, ve Kastro-Chavizm ile Latin Amerika’daki diğer halk cephesi hükümetlerine 64

Sosyalist Düşünce Dergisi


ilişkin olarak aynı tanımlamaları ve politikaları paylaşmaktayız. Ayrıca, Suriye devrimini ve Venezuela’da Orlando Chirino adaylığını destekleme doğrultusunda ortak kampanyalar gerçekleştirdik, işçi mücadeleleriyle dayanışmaya yönelik olarak ve emekçi isyanlarının kriminalizasyonuna karşı birlikte çağrılarda bulunduk. Şimdi de, ilişkilerimizi daha da derinleştirmeye yönelik olarak bir Koordinasyon Komitesi (UIT-CI/UBK) oluşturmaya karar vermiş bulunuyoruz. Bu Koordinasyon Komitesi’nin hedefi, aramızdaki ilişkileri güçlendirerek ortak bir Enternasyonal örgütlenmeye doğru ilerlemektir. Bu amaçla kampanyalar geliştirme ve başlıca sınıf mücadelelerine ortak müdahaleler geliştirme amacını taşımaktayız. Farklılıklarımızın olduğu konulardaki tartışmaları, tüm bu tartışmaların serbestçe geliştirilebileceki ortak bir örgütsel çerçeve oluşturma hedefiyle sürdüreceğiz. Koordinasyon Komitesi’nin kuruluşuyla işçi ve devrimci önderliğin inşasında mütevazi ama önemli bir adım atmakta olduğumuza; kitle mücadeleleri içindeki militan çalışmalarımızla ve tüm dünyada işçi sınıf mücadelelerine omuz vererek bu hedefe katkıda bulunacağımıza inanıyoruz. Yaşasın devrimcilerin birliği! Dördüncü Enternasyonalin Yeniden İnşası yolunda İleri!

İstanbul, 4 Kasım 2012

BAHAR | 2013 -

65


Dosya

Avrupa’da Kriz ve Gelişen Mücadeleler Üzerine Deklarasyon

İşçilerin Uluslararası Birliği-Dördüncü Enternasyonal (UIT-CI) Uluslararası Birlik Komitesi Enternasyonalist Sosyalist Grup (GSI-Fransa)

1)Küresel kapitalist kriz özellikle Avrupa’da yoğunlaşmış durumda. Birikmiş borçların ağırlığı altında kalan devletlerin çöküşü tehdidi; işçilere yönelik uygulanan kemer sıkma politikaları ve kendilerine karşı uygulanan bu politikalara karşı işçilerin sürdürdüğü direnişler önümüzdeki dönem için belirleyici bir etkiye sahip. 2)Kriz, çözülmekten ziyade sarmal bir seyir içinde giderek şiddetleniyor. Krizin ilk aşaması olan 2007-08’de finans sisteminin çöküşünden bahsediyorken; bugün devletlerin çöküşü tehdidinden söz ediyoruz. Bankalara peşkeş çekilen paralar, kamu harcamalarındaki kesintiler ve işten çıkarmalar yoluyla emekçilerden alınmaya çalışılıyor. Bu uygulamalar sonucunda işsizlik artar ve tüketim düşerken, ekonomi resesyonun içine saplanıyor. 3)Tüm bunların işçiler için sonucu ise oldukça ciddi: AB’de 25 milyon işsiz var. Bu, çalışan nüfusun %11’ine karşılık geliyor. Öte yandan, bu oran örneğin Yunanistan ve İspanya’da %25 seviyesindeyken, bu ülkelerde gençler arasındaki işsizlik oranı %50 civarında. Ücretlerde düşüş, çalışma saatlerinin artması, kamusal hizmetlerde (sağlık-eğitim) kesintiler mevcut. Binlerce aile evlerinden kovuluyor, yoksulluk büyüyor, intiharlar yaygınlaşıyor ve onlarca yıllık mücadelelerin ürünü olan işçi hakları konusundaki tüm kazanımlar teker teker kaybediliyor. Bu durum özellikle göçmen işçiler açısından çok daha büyük zorluklar yaratıyor; göçmenler yasası daha da ağırlaştırılarak en temel çalışma hakları ellerinden alınıyor ve ırkçı, ayrımcı politikalar geliştirilerek işçi sınıfı içinde ayrılık ve çatışma yaratılmak isteniyor. 4)Üç ülke, Yunanistan, İrlanda ve Portekiz, Trokya’nın (AB, IMF, AMB) doğrudan müdahalesiyle kurtarma paketlerine boğulmuş durumda. Bu devletler, çöküşlerini önlemek için aldıkları maddi yardımlara karşılık emekçilere yönelik yoğun saldırılar uygulamaya zorlanıyorlar.

66

Sosyalist Düşünce Dergisi


Ancak kurtarma paketleri durumu düzeltmek bir yana, ekonomiyi daha da kötüye götürüyor ve devlet borçları azalmak yerine artıyor. İspanya devleti, banka sektörüne yeni yardımlar içeren bir plan çerçevesinde, yeni bir kurtarma operasyonunun eşiğinde bulunuyor. Bu planların hedefi ülkelerin durumunu düzeltmek değil, akreditör bankalara, özellikle de Alman ve Fransız bankalarına olan borçlarını ödeyebilmelerini sağlamaktır. 5)Kitlelerin tepkisinden korkan burjuvazinin bazı kesimleri, tasarruf politikalarının yanı sıra üretimi artırmaya yönelik politikalar uygulanmasından söz etmeye başlamış bulunuyorlar. Bu tutuma öncülük eden Frana’nın sosyal demokrat başbakanı Hollande, Almanya Başbakanı Merkel ile onun bütçe açığını küçültmeye yönelik sıkı tasarruf politikalarını tartışmakta. Ancak bu iki politika da aynı madalyonun iki yüzüdür. İkisinin de amacı aynıdır: faturayı işçilere ödetmek. Hollande’ın bizzat kendisi de son dönemde kesintiler içeren bir plan uygulamaya koymuş durumdadır. 6)Kamu borçları, 1990’larda Latin Amerika’da olduğu gibi, sadece durmaksızın büyümekle kalmıyor, ama aynı zamanda ödenemez bir hal alıyor. Bazı çevreler yapılması gerekenin, bu borçların bileşiminin denetlenmesi ve borçların hangi kısmının –meşru borç diye adlandırdıkları– ücretlerin ödenmesinden ve kamu harcamalarından, hangi kısmının ise bankalara yapılan yardımlardan veya halk yararına olmayan politikalar doğrultusunda yapılan harcamalardan kaynaklandığının –buna da gayrimeşru borç diyorlar- belirlenmesi olduğunu ileri sürüyorlar. Ancak denetime dayalı ve meşru ve gayrimeşru borç ayrımına yönelik bu tutum, borç karşıtı hareketi felce uğratmakta ve kamu borcu sorununun 1990’lardaki neoliberal politikalardan kaynaklanmış olduğunu dikkate almamakta; bu politikalar şirketlerin ve burjuva kesimlerin mali yükünü hafifletmiş, buna ek olarak krizin patlak vermesiyle birlikte bu kesimlere muazzam miktarlarda kamu parası aktarılmıştır. Kamu borçlarının sorumlusu işçiler değildir, bu nedenle bu borçların ödenmesini kesinlikle reddediyoruz. 7)Bu kriz bize iki seçenekle karşı karşıya bırakmış durumda: Ya kapitalizmin azalan kâr oranlarını koruyabilmek için talep ettiği doğrultuda, üretici güçlerin tüm biçimleriyle kitlesel bir yıkımını kabul edeceğiz (kitlesel işyeri kapatmaları, işsizlik, artan yoksulluk, genel hak kayıpları), ya da bu sisteme bir son verip, işçi kontrolü altında ve işçilere hizmet eden bir ekonomik düzen inşa edeceğiz. Stratejik sanayiler devletleştirlmeli, sosyalizme doğru ilerlenmelidir. 8)Kriz aynı zamanda, AB’nin niteliğini de ortaya koymuş bulunuyor. AB diğer emperyalist odaklarla rekabet içindeki Avrupa sermayesinin, özellikle de mali sermayenin hizmetindedir. Bugün Avrupa genelindeki saldırgan işçi-emekçi karşıtı politikaların uygulanmasında bir araçtır. Avrupa Birliği, hiyerarşik yapıya sahip bir devletler cephesidir. Bir Avrupa süperdevletinin kurulmasına yönelik olarak mevcut ulus devletlerin varlığında bir zayıflama söz konusu değildir; tam tersine, kapitalistlerin çıkarlarını daha iyi koordine edebilmek için ekonomik alanda gerçekleştirilen egemenlik devirlerine, sınıf egemenliği aracı olarak devletin güçlendirilmesi, Bonapartizme yönelik eğilimlerin gelişmesi, demokratik haklardaki gerilemeler, baskıların artması, Katolik Kilise gibi gerici kurumların güçlendirilmesiyle kadına karşı gerici politikalara geri dönüşler eşlik etmektedir. Dış politika alanında ise Avrupa Birliği, dünya jandarması ABD’nin ardından giderek artan bir müdahaleci rol üstlenmektedir. AB demokrasi değil, ancak emperyalizm ve baskı ihraç edebilir. Bu nedenle ve bütün devletlerin güçlendirilmesi amacıyla uygulanan politikalar nedeniyle, mevcut Avrupa devletlerindeki ezilmiş halkların meşru ve tarihsel talepleri olan kendi kaderlerini tayin hakkına yer bırakılmamaktadır. 9) Mali sermaye (başta Alman, ardından Fransız mali sermayesi), diğer kapitalist sektörler üzerindeki egemenliğine koşut olarak, çıkarlarını çevre ülkeler üzerine de dayatmaktadır. Devletlerin ve buralardaki yaşam koşulları arasındaki farklar giderek büyümektedir. Avrupa Merkez Bankası’nın dayattığı politikalar, daha zayıf devletlerin maliyesi aleyhine spekülatif girişimleri güçlendirmeye yöneliktir. Avro’yu korumak adıBAHAR | 2013 -

67


na dayatılan zorunluluklar, krizden çok daha fazla etkilenmiş ülkeler için kaldırılmaz yükler getirmektedir. Avrupa Birliği içinde işçiler ve emekçiler lehine reformlar gerçekleştirmek olanaklı değildir, bu nedenle AB’nin dağıtılmasını talep ediyoruz. Bunu, her devletin egemenlik hakkının güçlendirilmesi açısından değil, işçi enternasyonalizmi açısından ileri sürüyoruz; zira biz, Avrupa işçileri ve halkları arasıda gerçek bir birlik için, ekonomiyi işçi sınıfının hizmetine sokan bir birlik, halklar ve uluslar arasında eşitliğe dayalı bir birlik için mücadele ediyoruz. Hedefimiz, Avrupa Sosyalist Devletleri Birliğidir. 10)Önemli bir sorun da patronların, hükümetlerin ve AB’nin bu planlarına karşı işçilerin ve emekçilerin tepkilerinin sendika bürokrasilerince engellenmeye/sınırlandırılmaya çalışılmasıdır. Sendika yönetimlerinin ve özerllikle de Avrupa Sendikaları Konfederasyonu’nun söylemi uzlaşmacılığa ve eylemsizliğe dayalıdır. Bu söylemle aradıkları uzlaşmalar işçi haklarındaki gerilemelerin pekişmesiyle sonuçlanmaktadır. Direniş ve mücadeleyi genişletmeye ve birleştirmeye çalışmak yerine onu tecrit etmeye ve kontrol altında tutmaya çalışan sendikal politikalarla karşı karşıyayız. Ancak bürokrasinin tüm bu politikalarına karşı işçilerin her geçen gün daha fazla sayıda direnişine tanıklık ediyoruz. Bunların başında gelen Yunanistan’da şu ana kadar 19 genel grev gerçekleşti, protestolar Avrupa genelinde de yaygınlaşmaktadır. Bu nedenle sendikalarda mücadelelerin hizmetinde sol akımlar geliştirmek ve onların koordinasyonunu sağlamak acil bir görev haline dönüşmüştür. 11)Avrupa gençliği, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşanan devrimci yükselişin de etkisiyle Öfkeliler hareketi benzeri seferberlikler geliştirmiştir. Tüm bürokratik biçimlerin reddiyle birlikte yaygınlaşan bu seferberlikler örgütlülük ve süreklilik sorunları yaşamaktadır. Bu binlerce gencin çabalarını, işçi mücadeleleriyle birleşmeleri doğrultusunda yönlendirme göreviyle yükümlüyüz. 12)Tıpkı hükümetler tarafından uygulanan politikalar gibi bu politikalara karşı sürdürülen direnişler de enternasyonal olmalıdır. Sürecin enternasyonalist kavranışı işçilerin bilincinde günden güne gelişmektedir. Yunan parlamentosu tarafından memorandumun kabulü kesintilerin uygulanmasında yeni bir adım oluşturmaktadır. Bu nedenle Yunanistan sendikaları 6-7 Kasım tarihinde iki günlük genel grev çağrısında bulunmuşlardır. Avrupa sendikalarının öncelikli sorumluluğu Yunan işçilerin bu mücadelesini Avrupa çapında bir mücadeleye dönüştürmektir. Troyka’nın planlarının yenilgisi Avrupa’daki tüm mücadelelerin ve işçi direnişlerinin geleceği adına hayatidir. Ve böyle bir yenilgi Yunanistan’da ve Avrupa’da derin bir politik krize yol açacaktır. Bu nedenle biz, Yunan işçilerle ve tüm Avrupa’da süregiden bütün işçi mücadeleleriyle dayanışma seferberlikleri çağrısında bulunuyoruz. 13) Bu aşamada tüm zayıflığına rağmen 14 Kasım Avrupa genelinde genel grev çağrısına Portekiz, Yunanistan, Kıbrıs, Fransa, Belçika ve İspanya tarafından olumlu cevap verilmiş olması oldukça büyük önem taşımaktadır. Bu, onlarca yıldan beri yapılmış bu çaptaki en büyük çağrıdır. Bu mücadele ve grev çağrısını elimizdeki tüm olanaklarla desteklemek, çağrı yapan sendikalardan bunun Avrupa işçi hareketinin gücünün yalıtık bir gösterisinden ibaret kalmayıp kıta düzeyinde geliştirilen bir plan çerçevesinde sürekli kılınmasını talep etmek zorunluluğuyla karşı karşıyayız. 14) Alternatif bir önderliğin inşası sadece sendikal değil, ama daha önemlisi politik bir süreçtir. Bu, enternasyonal düzeyde kapitalizmden kopan bir işçi alternatifi olmalıdır. Bugün krizden en fazla etkilenmiş ülkelerde işçiler, özellikle seçimlerde büyük yenilgiler yaşayan sosyal demokrasinin solunda, farklı oy biçimleriyle yeni bir alternatif aramaya başlamışlardır. Görevimiz bu çabalara katkıda bulunarak yeni bir devrimci işçi Enternasyonalini olanaklı kılmaktır; bu bizim için, Dördüncü Enternasyonal’in yeniden inşası anlamına gelmektedir.

68

Sosyalist Düşünce Dergisi


İstanbul, 4 Kasım 2012

Dosya

Suriye devriminin desteklenmesi üzerine deklarasyon:

Emekçilerin özgür, demokratik ve laik Suriye’si için, ileri!

İşçilerin Uluslararası Birliği-Dördüncü Enternasyonal (UIT-CI) Uluslararası Birlik Komitesi

1. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da doğan Arap devrimlerinin bir parçası olarak Mart 2011’de patlak veren Suriye devrimci süreci, Suriyeli emekçi halk kitlelerinin Beşar Esad’ın temsil ettiği diktatörlük rejimine karşı meşru demokratik ayaklanışlarının bir ürünüdür. Kitleler rejimin sadece baskı, işkence ve katliam uygulamalarına değil, aynı zamanda uluslararası mali sermaye ve Suriye burjuvazisi ile işbirliği içinde yürürlüğe koyduğu neoliberal politikalara, bu politikaların sonucu olarak yaygınlaşan işsizliğe, yoksulluğa ve hayat pahalılığına karşı başkaldırmışlardır. Yolsuzlukları temel ekonomik faaliyet haline dönüştüren ve ülke gelirlerinin yarısına el koyan egemenler kastı, Beşar’ın önderliğinde bir mafya oluşturmaktadır ve başta gizli güvenlik servisleri ve ordu olmak üzere rejimin tüm kurumlarını emekçi halkın üzerine sürerek otokratik yönetimi ayakta tutmaya çalışmaktadır. Bu görüntü karşısında dünya devrimci solunun yeri hiç kuşkusuz ayaklanan Suriyeli emekçilerin safıdır. Ayakta kalabilmek için ayrım yapmaksızın yaklaşık 40 bin Suriyeliyi katleden Beşar rejimine verilecek en küçük destek, tarihe ve dünya emekçilerine karşı işlenen karşıdevrimci bir suç ve ihanet anlamına gelmektedir. 2. Suriyeli emekçilerin ayaklanması önce bir taşra kenti olan Deraa’da, Tunus ve Mısır devrimlerini kutlamak isteyen işsiz ve öğrenci gençlerin gösterileriyle başlamış, ama rejimin bu gençlere saldırması karşısında hızla tüm ülkeye yaygınlaşmıştır. Rejimin demokratik özgürlükler talep eden barışçıl kitle gösterilerine verdiği yegane yanıt baskı, işkence ve katliam olmuş, kitleler ile iktidarın baskı organları arasındaki çatışmalar giderek bir iç savaş niteliği almaya başlamıştır. Kitleler önce bölgesel komiteler kurarak seferBAHAR | 2013 -

69


berliklerine örgütlü bir hal vermeye yönelmiş ve kitle gösterilerinin rejimin katillerine karşı korunması amacıyla da silahlı birlikler oluşmaya başlamıştır. 3. Çatışmaların şiddetlenmesi ve ordudan askerlerin devrimin safına geçmesiyle, Özgür Suriye Ordusu oluşmaya başlamıştır. Özgür Suriye Ordusu’nun doğuşu halkın rejimin baskı ve katliamlara karşı özsavunma hakkının bir ürünüdür ve belli bölgelerde kitle direnişinin ayakta kalmasını sağlamıştır. Ne var ki, hükümet birliklerinin 2012 yazında başlattığı geniş çaplı harekatla birlikte, askeri çatışmalar belirleyici bir rol oynamaya başlamış ve süreç ÖSO ile rejimin silahlı güçleri arasında süren tam bir iç savaş biçimini almıştır. Suriye’deki on dört ilin pek çoğunda ÖSO’ya bağlı milisler oluşmuştur. Oluşan her milis gücünün kendisini ÖSO birliği olarak tanımlaması silahlı mücadeleye kendiliğinden ve kaotik bir görünüm kazandırmasına karşılık, ÖSO bünyesinde bir de Askeri Konsey oluşturularak direnişin daha örgütlü bir hal kazanması sağlanmıştır. Öte yandan, ÖSO komutanları isyancı kitleler tarafından seçilen ve onların denetiminde olan liderler değil, ama esas olarak rejimin ordusunu bırakıp saf değiştiren subaylardan oluşmaktadır. Bunların önemlice bir bölümü ise emperyalizmden askeri müdahale talebinde bulunarak halk ayaklanmasını devrimci demokratik hedeflerinden uzaklaştırma çabası içindedir. Halep’teki kahramanca direniş ise, rejime karşı verilen mücadeledeki iradeyi açıkça ortaya koymaktadır. Direnişe silah yardımı! Savaşçılara destek ve hareketlilik sağlanması için Türkiye sınırı açılsın! 4. Emperyalist ülkelerin (ABD, İngiltere, Fransa, AB) ve onlara bağımlı bölge hükümetlerinin (Türkiye, Katar, Suudi Arabistan) Suriye politikası uzunca bir süre, ondan “demokratik açılımlar” talep ederek Esad’ı desteklemekti. Emperyalizm şimdi müzakereler yoluyla, Beşar’la birlikte veya onsuz, rejimin ayakta kalmasını ve devrimin yenilgisini garanti altına almak istiyor. Öte yandan emperyalizm, kitlelerin enerjisini tüketmek adına iç savaşa uzatmalı bir hal vermeye çalışmakta ve direnişe müdahale ederek rejimi kontrolsüz ve topyekün bir çöküşten kurtarmaya çalışmaktadır. Libya’da olduğu gibi rejimin kökünden dağılarak sürecin denetiminin elinden kaçmasına izin vermek istememektedir. Emperyalizm, Müslüman Kardeşler’in denetiminde olan ve ülkede ciddi bir etkisi bulunmayan Suriye Ulusal Konseyi (SUK)’ne sırtını dayamaktadır. Bu nedenle SUK’u, Suriye devrimi önündeki karşıdevrimci bir engel olarak görüyoruz. Emperyalizmin Suriye’ye dönük her tür türlü politik ve askeri müdahalesini reddediyoruz. 5. Rusya, Çin ve İran, bölgedeki askeri ve ekonomik çıkarları açısından Esad’ı ve onun vahşi diktatörlük rejimini destekleyerek ABD ve AB karşıtı bir görünümde olmakla birlikte, onlar da emperyalizmle aynı hedefi savunmaktadırlar: Arap devrimleri sürecine son vermek ve bu amaçla Suriye devrimini durdurup (gerekirse Esad’ı feda ederek) rejimi kurtarmak. Nitekim 30 Haziran’da Cenevre’de yapılan uluslararası konferansta BM; ABD, Fransa, İngiltere, Türkiye ve Arap Birliği ülkeleri, mevcut rejim ile muhalefetin arasından seçilecek kişilerle bir “geçiş hükümeti” kurulması kararı almış ve bu karara Rusya ve Çin de imzalarını koymuşlardır. SUK da yaptığı açıklamalarla, Esad’ın çekilmesi halinde iktidarın bir geçiş süreci olarak mevcut rejimin liderlerine bırakılarak “Yemen tipi” bir çözümden yana olduğunu ifade etmiştir. Bütün bu “çözümler” Suriye devriminin frenlenmesine, rejimin yıkımdan kurtarılmasına, bölgedeki emperyalist egemenliğin sürmesine ve emperyalizmin Ortadoğu jandarması olan Siyonist İsrail’in güvenliğinin sağlanmasına yönelik manevralardır. Rusya, Çin ve İran, Suriye’den dışarı! 6. Chavez ve Castro’dan eski Stalinist parti artıklarına kadar uzanan “XXI. Yüzyıl Sosyalizmi” taraftarlarının, “antiemperyalist” ve “antisiyonist” diye tanımladıkları Esad rejimini desteklemeleri ise, gerçekleri çarpıtarak kitleler arasında kafa karışıklığı yaratmaya yöneliktir. Esad, Suriye’deki özelleştirmelerle birlikte neoliberal politikaları uygulamakta olan, ülkenin emperyalizme bağımlılığını güçlendiren ve Suriyeli emekçilerin vahşice sömürüsü üzerine yükselen burjuva rejimin lideridir. Bu rejim öte 70

Sosyalist Düşünce Dergisi


yandan, sadece Filistinli göçmenlerin katliamında yer almakla kalmamış, ama aynı zamanda son otuz yıldır İsrail açısından bölge istikrarının temel savunucusu olmuştur. Ne antiemperyalisttir, ne de antisiyonist. Chavez, Putin, Hu Jintao ve Ahmedinecad’ın amacı, her şeyden önce kendi egemen sınıfları adına bölgedeki ekonomik ve stratejik çıkarlarını korumak, dolayısıyla da rejimin ayakta kalmasını sağlamaktır. Kendilerini sol olarak tarif eden kesimlerin bu karşıdevrim cephesinde yer alması, Stalinist, Bonapartist ve reformist solun yeni bir tarihsel ihanet örneğidir. Suriye devriminin desteklenmesi ya da karşısında yer alınması, dünya devrimci sol hareketi içinde bir ayrım çizgisi oluşturmaktadır. 7. Dünya solunun temel görevi, Suriye’de Esad diktatörlük rejimine karşı ayaklanan kitlelerin bu isyanını onların önderliklerinden bağımsız olarak ve koşulsuz olarak desteklemenin yanı sıra, Suriyeli devrimci Marksistlere her türlü yardımı sunarak onların ülkede gerçek bir devrimci parti inşa edebilmelerine katkıda bulunmaktır. Suriye devrimi, rejim tamamen yıkılan dek devam etmelidir. Bu ise, işçilerin ve halkların taleplerine yanıt verilmesi gerektiği anlamına gelir: Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı, tüm etnik, dinsel ve cinsiyetçi ayrımcılıkların yok edilmesi, neoliberal politikalara son verilmesi, emperyalizmle olan bağların koparılması ve Filistin davasına aktif destek. Tüm bunların gerçekleştirilebilmesi için ise, bir işçi ve halk hükümetinin inşası. 8. Biz bu deklarasyonda imzası bulunan devrimci oluşumlar, elimizden gelen her türlü destekle Suriye devriminin yanında olduğumuzu ilan ediyoruz: Kahrolsun Esad rejimi! Bütün desteğimiz Suriye devrimine! Suriye’de emperyalist müdahaleye hayır! Hükümetler Suriye ile bütün ilişkilerini kesmeli, diktatörlük rejimini desteklemeye son vermelidir! Emekçilerin özgür, demokratik ve laik Suriye’si için, ileri!

İstanbul, 4 Kasım 2012

BAHAR | 2013 -

71


Dosya

Venezuela Deklarasyonu: İşçiler Yönetmeli

İşçilerin Uluslararası Birliği-Dördüncü Enternasyonal (UIT-CI) Uluslararası Birlik Komitesi Enternasyonalist sa)

Sosyalist

Grup

(GSI-Fran-

Venezuela’da Chavez’in Ekim seçimlerindeki zaferi, işçi sınıfı ve halk açısından hiçbir olumlu değişimi beraberinde getirmeyecek. Halk arasında pek çok kesimde ve dünya solunun saflarındaki kimi sektörlerde halen Venezuela’nın sosyalizm yolunda ilerlemekte olduğuna dair açık bir umut varlığını sürdürmektedir. Fakat 14 yılı aşkın bir süredir varlığını sürdüren Chavez yönetiminin ardından, ne yazık ki, başka bir gerçeklik açığa çıkmakta. Chavez’in duyurduğu ve Castro kardeşlerin Küba hükümetinin desteklediği 21. Yüzyılın Sosyalizmi çağrısının arkasında, işçi sınıfı karşıtı bir politika ve Venezuela’da kapitalist bir ekonominin sürdürülmesi çabası yatmaktadır. Chavez hükümetinin yaptığı gibi, Chevron, Repsol Mitsubishi, Total ve Lukoi gibi çokuluslu şirketlerle birlikte oluşturulan karma petrol şirketlerine dayanarak sosyalizm kurulamaz. Ekilebilir toprakların yüzde 55’i, yüzde 2’lik bir azınlığın tekelindeyken, kamu emekçilerinin toplu sözleşme hakkına saygı duyulmazken, yaklaşık 4 yıldır çalışanların ücretleri zam yüzü görmemişken, sendikal bağımsızlık ayaklar altına alınıp, protesto bir suç unsuruna dönüştürülmüşken sosyalizm inşa ediliyor olamaz. Bu nedenle, tüm desteğimizi, Venezuela’da işçi ve halk mücadelelerini sahiplenecek ve stratejik olarak ülkede gerçek bir sosyalist dönüşüm ve işçi hükümeti için savaşacak yeni bir altarnatif işçi politikasının inşasına sunmaktayız. “İşçiler olarak biz yönetmeliyiz” ve “Ücretler için ve iş, sağlık, eğitim ve barınma haklarını garanti altına almak için petrol, işçilerin kontrolü altında % 100 kamulaştırılmalı” sloganlarımız, geçerliliğini aynen ko72

Sosyalist Düşünce Dergisi


rumakta. Bu çerçevede, Özgürlük ve Sosyalizm Partisi’nin (PSL) geçtiğimiz Ekim ayında gerçekleştirilen seçimlerde işçi aday Orlando Chirino üzerinden vermiş olduğu politik mücadeleyi oldukça olumlu bir adım olarak değerlendirmekteyiz. Şimdi bu mücadele, talepleri için mücadele veren işçilerin seferberliklerinde ve 16 Aralık’ta gerçekleşecek milletvekili ve yerel yönetimler seçimlerinde kendine yer bulacak. PSL, önümüzdeki seçimlerde 6 eyalette yerel yönetim ve 13 milletvekili adayı göstererek yerini almış durumda. Tüm dayanışmamızı PSL adaylarına ve işçilerin yönettiği ve gerçekten sosyalizme doğru ilerleyen bir Venezuela mücadelesine gönderiyoruz. İstanbul, 4 Kasım 2012

BAHAR | 2013 -

73


Dosya

Uluslararası Perspektifler

UIT-CI Uluslararası Sekreterliği

UIT-CI’nin 4. Kongresi dünyanın çalkantıda olduğu bir dönemde gerçekleşiyor. Çin’de, ABD’de, Şili’de, Mısır’da, Yunanistan’da ve İtalya’da, gençlik ve kitle mücadeleleri, grevler, devrimler ve ayaklanmalar yaşanıyor. Dünyada milyonlarca insan ayağa kalkmış ve emperyalizm ve burjuvazi tarafından krizin bedelini işçilere ve emekçi halklara ödetmek amacı ile uygulanan tasarruf planlarının zorlukları ile yüzleşiyor. Kitleler, Kuzey Afrika’da kanlı diktatörleri deviriyor ve kriz ve/ ya hükümetlerin düşüşü sonucu yenilenen güçlerle sürdürdükleri mücadelede şiddetli baskı ve suçlamalarla yüzleşiyorlar. Yeni olan ise, bu krizin emperyalizmin kalbi ABD’de başlaması, ardından Avrupa’da yerleşmesi ve farklı ritim ve yoğunlukta tüm ülkeleri etkilemesi oldu. Çünkü küresel bir krizle karşı karşıyayız. Hâlâ zayıf olsa da, ABD’de başlayan protestolar gibi Avrupa işçi sınıfının ve kitlelerin mücadeleye girişi stratejik bir önem taşıyor. Devrim ve karşıdevrim arasındaki mücadelede bir karar verilecek; daha önce sömürge ve yarı-sömürgelerdeki sömürüyü yoğunlaştırarak kendini takviye eden emperyalizmin bugün artık ekonomik krizin büyüklüğü karşısında işçi sınıfı ve emekçi kitlelere yönelik saldırıların dışında bir alternatifi yok. Dünya emperyalist kapitalist ekonomik krizinin ciddiyeti, kitlelerin kapsamlı cevabı ve doğrudan demokrasi metotlarına dayanan karar alma mekanizmalarına eğilimi, eski ve yeni bürokrasilerin reddi, yeni demokratik kurumların yaratılması; bütün bunlar günümüzde, ancak uluslararası Stalinist aparatın artık olmaması ile açıklanabilir. Dünyanın en güçlü karşıdevrimci aparatı, Bonapartist bürokrasi eski SSCB’de iktidarı ele geçirdikten sonra “sosyalizm” adı altında, kapitalizmin kendi varlığını devam ettirmesine yardım etti. Bu gerçeklik, tarihsel boyutta, yeni yüzyılı ezici bir şekilde belirliyor ve bizim için bugün içinde yaşadığımız durumu açıklıyor. Stalinizmin çöküşü, devrimci önderlik krizini aşma yolunda daha fazla olanağa yol açtı. Casto-Chavez gibi 74

Sosyalist Düşünce Dergisi


yeni “aparatlar” düşüşe geçti ve burjuva ulusalcılığının ince sınırlarını açığa seren bir krize girdi. Ancak, önderlik krizi yine de temel sorun olmayı sürdürmekte ve koşulların sunduğu tüm olanaklara rağmen hâlâ çözülebilmiş değil. Büyük bir güçlükle karşı karşıyayız; çünkü bürokratik işçi devletlerinde, bürokrasi ve emperyalizm eliyle uygulanan kapitalist restorasyon başlarda umut ve kafa karışıklığını beraberinde getirdi. Anti-kapitalist bilinçte önemli bir ilerleme gerçekleşirken, aynı zamanda parti inşası konusunda itiraz söz konusu, öncülerin büyük kısmı tarafından merkezileşmenin, programın, önderliğin reddi; anarşist ve otonomist sektörlerin veya seçimlere katılımı reddedenlerin güçlenmesi gibi durumlar açığa çıktı. Özetle, acil ihtiyacın devrimci bir politik program ve devrimci bir parti olduğu ana aşamada, tüm bunlar yalnızca insanların kafa karışıklığı ile karşılanmadı aynı zamanda dünyayı iktidarı ele geçirmeden de değiştirebileceklerini veya programı ikincil gördükleri için partileri reformistlerle birlikte kurmak gerektiğini iddia eden revizyonist ve/ya neo-reformist kesimlerin kuşatmasına uğradı. Ancak şunu biliyoruz ki, barış zamanlarında yılları alabilecek gelişmelerin, devrim süreçlerinde birkaç günde yaşanabilmesi söz konusu. Bu nedenle, durumumuzu ve müdahalelerimizi körlüğe ve sekterliğe kapılmadan tartışabilmeliyiz. Geniş kesimler, öğrenci ve sendikalar politikalarımızla kesişiyorlar; ancak halen bizi bir alternatif olarak görmüyorlar. Bu noktada, seçim birliği, sol cepheler, sendikalarda bürokrasiye ya da öğrenci hareketinde hükümet ajanlarına karşı ortak seçim listeleri, seferberlikleri desteklemek için eylem birlikleri türünden taktikler -kitleleri devrimci program ve partiye doğru ilerletecek referans merkezleri oluşturmak amacıyla- kullanılabilir. Aynı zamanda çeşitli akımları, devrimci grupları, farklı geleneklerden gelen devrimci sektörleri, bir araya getirecek asgari devrimci olguları tespit etmek bizim ana iddiamız olmalıdır. İşte bu UIT-CI ve onun 4. Kongresi’nin temel hedefi. Bölüm 1. Stalinizmin çöküşü ile açılan yeni dönem 1.1. Berlin Duvarı ve Stalinizm’in çöküşü, yeni bir devrimci aşama açan tarihsel bir devrimci zaferdi. Böylelikle emperyalizm, Yalta ve Postdam anlaşmalarının akıbeti için ve ayaklanan kitleleri yenmek için kullandığı en önemli müttefikini, Stalinizm’in karşıdevrimci işbirliğini yitirmiş oldu. Bu durum, yükselen kitle seferberlikleri karşısında emperyalizm açısından büyük güçlükler anlamına gelmekteydi. Bu, politik devrimin ilk önemli zaferiydi. Bu zafer, kapitalist restorasyonun önüne geçilememiş olunması gibi çelişkilere sahip olmasına ve bilinçlerde daha fazla kafa karışıklığı yaratmasına rağmen, tüm dünyada, emek ve kitle hareketinde politik devrim sürecini cesaretlendirdi. Bir başka deyişle, kitleler aparatlara ve sendika bürokrasilerine karşı ayaklanmaya başladılar. 1.2. 1989–91 yılları arasında eski SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerini saran hızlı ve büyük devrimci değişimler, 1923’ten bu yana işçi sınıfının Ekim Devrimi kazanımlarını gasp eden; ana muhaliflerini öldüren, halkına baskı uygulayan ve susturan veya onları zorunlu işçi kamplarına ve ıslah kliniklerine gönderen totaliter bürokrasilere son verdi. Bürokrasi maddi ayrıcalıklarını yalnızca devletin bürokratik idaresinden değil, aynı zamanda bu ülkelerde kapitalist restorasyonun başlangıcından bu yana emperyalizmle dünya çapında sürdürdüğü işbirliğinden alıyordu. Stalinizm bir kez alaşağı olduğunda ise komünist bürokrasiden geri kalanlar, emperyalizmle işbirliği içinde kapitalizmin restorasyonu görevini tamamlamak için hızlıca hareket ettiler. Bunun yaparken ise demokratik özgürlükler ve maddi avantajlar yanılsamasından beslendiler. 1.3. İfade özgürlüğünün, politik, sendikal ve kültürel örgütlenme özgürlüğünün ve aynı zamanda devrimci Troçkist veya Troçkizan grupların olmaması; bu ülkelerde tek parti diktatörlüğünü devirmek için mücadele eden işçilerin, onu kapitalist restorasyon sürecini tersine çevirebilecek devrimci bir rejimle değiştirememelerine neden olan BAHAR | 2013 -

75


belirleyici faktörlerdi. 1.4. Bu şartlar altında Troçki’nin alternatif öngörüsü gerçekleşmiş oldu: Zira, ya işçiler bürokrasiyi yenecek ve sosyalizme gidecek yolu restore edecekler ya da kapitalizm onu restore edecekti. Tarihsel gerçekler burjuva mülkiyetin sonlandırılmış olduğu insanlığın üçte birinde kapitalist restorasyonun tümüyle tamamlandığını gösteriyor. Üstelik işçi sınıfı tarafından önemli bir karşı çıkışa yol açmadan (Çin dışında). Bu restorasyon, Küba’da PCC (Küba Komünist Partisi) rejimine karşı herhangi bir ayaklanma olmadan gerçekleşti. Öte yandan 1989–91 yıllarındaki anti-bürokratik değişimler uzun yıllar boyunca baskı ve totaliterlik altında yaşayan işçilerin ve halkın demokratik bir zaferi anlamına geldi. Bu, 2. Dünya Savaşı sonrası ulusal ve uluslararası düzeyde sınıf uzlaşmasına dayalı ve emperyalizmle işbirliği içinde dünya paylaşımına ortak olan; mevcut güçler dengesine katkı sunan ama sonuç olarak emperyalizmin 50 yıl boyunca varlığını korumasına ve güçlenmesine olanak sağlayan büyük ve korkunç bürokrasinin yenilgisiydi. 1.5. Emperyalizmin kitle hareketlerini kontrol altında tutma konusundaki en önemli müttefikini kaybetmesine yol açan bu muazzam zafer, aynı zamanda içinde derin çelişkilere sahip ve bu durum devam ediyor. UIT-CI’nin 2008 yılında gerçekleşen 3. Dünya Kongresi’nde Kapitalist Restorasyon konusundaki karar metninde dile getirildiği gibi: “Sosyalizmin yozlaştırılması ve bürokratik baskının 70 yıllık etkileri son derece yıkıcı oldu; bilinçteki geriye gidiş, kapitalizm ve piyasa hakkında yanılsamalara sebep oldu. Emperyalizm, bu karmaşa içinde kapitalist restorasyon sürecini kullanarak “Sosyalizmin başarısızlığına” dair muazzam bir kampanyaya girişti. […] Bürokratik işçi devletlerindeki ekonomik kriz ile birlikte devlet mülkiyetinin itibarı tümden zayıfladı; bunun sonucunda oluşan yanılsamalarla birlikte, özel mülkiyet kapitalizminin çeşitli biçimleri “fabrikalar yeniden işçilere dönüyor”, kooperatifler, “sosyal mülkiyet” adı altında piyasaya sürüldü. 1.6. Bu durum, ‘reel sosyalizm’, ‘ölçüsüz devlet’ nedeni ile başarısızlığa uğradı iddiasına sahip çeşitli neo-reformist, eski Stalinist, Castro-Chavist vb. çevrelerce de desteklendi. Yukarıdaki karar metninde bahsedildiği gibi: “İşçi devletinin yok olmasının ekonomik nedenleri var; ancak temel nedenler politikti. Stalin, Lenin’in partisi içine politik karşıdevrimin yerleşmesine neden oldu ve “tek ülkede sosyalizm” teorisini uygulamaya başladı. Ekonomik ve siyasal oryantasyon ile baskıcı karşıdevrimci Stalinizm, Ekim’in devrimci kazanımlarını ve Doğu Avrupa ile Doğu Almanya’da burjuvazinin elinden alınanları birer birer yok ediyordu. Onyıllar boyunca kendi diktatörlüğünü korur ve sosyalist fikirleri öldürürken, Sovyet ve Moskova yanlısı bürokrasi tarafından baskı altında tutulan kitlelerin içinde kapitalizm yanlısı yanılsamaların ve aldatmacaların yükselmesine olanak verdi.” 1.7. Ancak, sınıf mücadelesinin gerçekliği kitle hareketinin bilincinde Troçkizmin programına doğru objektif bir ilerlemeye yol açmakta. Kitleler, finans kapitali ve şirketleri (Önce insanlar sonra bankalar!); ve burjuva demokrasisini sorguladıklarında (Gerçek Demokrasi, Şimdi!); doğrudan eylem metotları benimsediklerinde veya demokratik işleyişe sahip yeni örgütler kurulduğunda, kısmi de olsa, bize kapitalist sistemi bütünüyle sorgulama noktasında önemli bir ilerleme imkânı açığa çıkabileceğini gösteriyor. Sorun şu ki: “Reel sosyalizm” deneyimi ve emperyalizm ile neo-reformizmin sürdürdükleri kampanyalar sonucunda; Stalinizm, sosyalizm ile özdeşleşmiş bir durumda; totaliter tek-parti, devrimci parti olarak; bürokrasi ise demokratik merkeziyetçilik olarak tanımlanıyor. Bu nedenle, anarşist gruplar, kooperatifler, parti-karşıtları veya yatay örgütlenmeciler yükselmiş durumda, ve yine bu nedenlerle, hiçbir aparat konsolide olmamış olmasına rağmen, tüm bunlar parti inşasını güçleştiriyor. Bu gerçekliğe, şüphesiz Troçkizm’in hâlâ süren krizini de eklemek gerekiyor. Bu 76

Sosyalist Düşünce Dergisi


kriz, sınıfın yakıcı bir biçimde ihtiyacını duyduğu devrimci partinin inşasını güçleştiriyor. Troçkizm’in özellikle Avrupa öncüleri nezdinde açık etkileri olan revizyonist versiyonu, (Mandelizm, örnek olarak, Fransa’da NPA/eski LCR) proletaryanın diktatörlüğü için mücadeleyi gündeminden kaldırmış durumda, -bu adımı bir taktik formülasyon sorunu olarak değil, iktidar mücadelesinden tümüyle çekilmek anlamında atıyorlar; öte yandan Arjantin’deki PO veya Brezilya’daki PSTU (LIT) gibi farklı sekter versiyonlar parti inşası açısından elverişli son derece geniş bir alan söz konusu olmasına karşın, ciddi güçlüklerle karşı karşıyalar. Latin Amerika’da Castro-Chavizm’in basıncı nedeni ile bizim yaşadığımız kriz süreci ise şimdilerde çözülme sürecinde. Bu krizin, halen bir Latin Amerika akımı olmamızdan kaynaklı ve aşmamız gereken bir dizi sınırlılıkla birlikte alternatif bir önderlik inşa etme noktasında bizi zayıflattığını vurgulamalıyız. 1.8. İçinde bulunduğumuz aşamada gerçeklik, -teknolojinin yerini alması ile birliktesonunun geleceğini öngörenlerin veya onun devrimin sosyal bir öznesi olamayacağını düşünenlerin aksine, işçi sınıfının büyüyen rolüne işaret ediyor. Çin yüzde ellisi kentli nüfusuna sahip bir ülke oldu bile ve bu işçi sınıfının muazzam derecede büyümesi anlamını taşıyor. Sansüre rağmen, fabrikalardaki kahramanca mücadeleler verilmekte olduğu biliniyor. Aynısı, yarı köle emeği nedeni ile birçok çok uluslu şirketin ayak bastığı Kamboçya, Vietnam, Tayland veya Endonezya gibi diğer Asya ülkeleri için de geçerli. Mısır ve Tunus devriminde işçilerin ağırlığı ortada; Avrupa’da birçok genel grev ve işçi sınıfının önemli sektörlerini kapsayan grevler yaşanıyor. Buna paralel olarak, dünya devriminin Stalinizm’in çöküşünün ardından yaşanan bu aşamasında, köylülerin, öğrencilerin, yerlilerin, işsizlerin ve tüm sömürülenlerin mücadeleye katılımı ve öncü rolü belirginleşse de mücadelelerin karakterine işçi sınıfının giderek artan oranda damgasını vurmasının kaçınılmaz olduğu ortada. 1.9. O halde bütün bu gelişmeleri şöyle özetlemek mümkün: a) insanlığın üçte birinin yaşadığı bir alanda kapitalizmin restore edilmiş olması, kapitalizmin kronik krizini çözmemiş; yalnızca ertelemiş ve onu, halen 1929 krizinden daha büyük mü değil mi tartışmalarının sürdüğü bir akut aşamaya taşımıştır. b) Emperyalizmin, Stalinizm gibi kitle hareketini kontrol eden bir ortağının ortadan kalkması, dünya çapında mücadelelerin yükselişini hızlandırmıştır. 11 Eylül 2001 sonrası emperyalizmin gerçekleştirdiği karşı saldırıya rağmen, bugün emperyalizmin politik, ekonomik ve askeri bir egemenlik kriziyle karşı karşıya olduğunu söyleyebiliriz. C) Stalinist aygıtı alaşağı eden devrimci süreçler, sendikal bürokrasilere karşı mücadelenin kapılarını açmış, politik devrim fenomenini genişletmiş ve şu an zayıf kalsalar da işçi akım ve hareketlerinin doğmasına olanak sağlamıştır. Bu süreçler, Şili’deki öğrenci hareketinde, El Alto ve La Paz’daki halk hareketlerinde ya da henüz başlangıç evresinde olsa da Chavez’den kopan ve bürokratik “sol” hükümetleri reddeden kesimlerde gördüğümüz gibi aynı zamanda tüm bürokrasilere karşı mücadeleyi güçlendirmiştir; önderlik krizini aşma yolundaki mücadelenin varlığını işaret eden üç temel alan söz konusu: Eski ve yeni reformist önderliklere ve neo-reformistlerle ve/ya da rezisyonistlerle verilmekte olan sert mücadeleler öne çıkmakta. Bölüm 2. Emperyalizmin egemenlik krizi 2.1. İkinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği 1945 yılında, savaşta galip gelen emperyalist güçler ile Stalinizm arasında birçok karşıdevrimci özellikleri olan tarihi bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşmanın amacı adeta bir katliam olan İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yükselen devrimci hareketi bastırmak ve 1917 Ekim’inde, Rusya’da Lenin ve Troçki önderliğindeki Bolşevik Parti’nin önderlik ettiği sosyalist devrim tarzında, kitlelerin ve işçilerin olası zaferlerini engellemekti. Franklin D. Roosevelt, Truman, Winston Churchill ve Josef Stalin tarafından imzalanan Yalta ve Potsdam anlaşmaları, gelişmiş kapitalist Avrupa devletleri ve bunların BAHAR | 2013 -

77


etki alanında yer alan emperyalist ülkeler ile Stalin’in Sovyetler Birliği arasında bir kordon oluşturdu. Bu anlaşmaların bir diğer işlevi ise, BM’yi yaratan, Almanya’nın ikiye bölünmesini ve tüm Avrupa komünist partilerinin Sovyet bürokrasisinin uydusu haline gelmesini, son olarak da Dünya Savaşı ile darmadağın olan küresel kapitalist ekonomiyi yeniden yapılandırarak istikrar kazandırmak için Marshall Planı’nın yayılmasını sağlamasıydı. 2.2. Avrupa’nın yeniden inşası planının yayılması ile yaklaşık 20 yıl süren kapitalist ekonominin sıçrayışı, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin talan edilmesi, Stalinizm’in ve diğer hain önderliklerin devrimci sürece ve işçi mücadelelerine yönelik sürekli ihanetleri, ABD emperyalizminin politik, ekonomik ve askeri hegemonyasının güçlenmesine neden olsa da emperyalist tahakkümün eksiksiz ve ebedi bir istikrara kavuşmasına yol açmadı. Bu nedenle 1945 ve 1989 yılları boyunca, etkin olan bu karşıdevrimci ittifak, dünya işçilerinin kapitalist sömürüye karşı yürüttüğü kitlesel mücadeleleri engelleyemedi. Yine bu ittifak, ne yağmacı emperyalist devletlere olan direnişi kırmayı ne de halkların acımasız bürokrasiye, totaliter diktatörlüklere ve Stalinizm’in dayattığı tek parti rejimine yönelik demokratik ayaklanmaları ezmeyi başarabildi. İttifakın çabası, Doğu Almanya’da burjuvazinin mülksüzleştirilmesi, mucizevî Çin Devrimi ile onu takip eden Küba Devrimi, Arap dünyasında, Güneybatı Asya’da ve Latin Amerika’da antiemperyalist bilincin güçlenmesi gibi devrimci zaferleri engelleyemedi. 2.3. Bu karşıdevrimci ittifakın stratejik olarak başardığı şey ise, Bolşevik tipte yeni devrimci sosyalist önderliklerin ortaya çıkmasını ve böylece Asya, Avrupa, Afrika veya Latin Amerika işçilerinin ve halklarının sosyalist özellikleri olan devrimlere ulaşmasını engellemek oldu. Bu görevde başrol Stalinist bürokrasiye aitti. Ekim 1917’de Rusya’da sosyalist devrimci zaferin “mirasçısı” olma ve Nazizm’e (Kızıl Ordu’nun rolü) karşı kazanılmış olan zaferin sağladığı itibar sayesinde, Stalinizm, yeni önderlikleri etkileme, devrim hedefini saptırma, kitlelerin devrimci mücadelesini sınıf işbirliğinin bataklığına çekme ve yeni Ekimlerin (1917’de Rusya’da yaşanan türde) engellenmesi ile insan uygarlığının yaşamakta olduğu devrimci önderlik krizinin uzamasına neden oldu. 2.4. Bu başarı ile Stalinist bürokrasi, kitlelerin devrimci basıncı nedeniyle sınırlı hedeflerinin çok daha ötesine gitmek ve iktidarı aldığı ülkelerde burjuvaziyi mülksüzleştirerek yerine ulusal bürokratik devletleri geçirmek zorunda kalması sonucunda doğan yapısal krizine rağmen, bu dönemde gücünü göreli olarak artırdı. Burjuvazinin mülksüzleştirildiği ülkelerde oluşan yerel bürokrasiler Kremlin’e tümüyle bağımlı olsalar da, farklı bürokrasiler arasında gündelik hayatta ayrımlar, gerilimler ve hatta askeri çatışmalar gündeme geliyordu. Krizin bu yapısal temeline rağmen, devrimci kitlelerin zaferlere ulaşması, Doğu Avrupa, Çin, Küba ve Güneydoğu Asya’da burjuvazinin mülksüzleştirilebilmesi türünden gelişmeler, bürokrasinin ayrıcalıklarını pekiştirmesine yol açtı ve dünya çapında milyonlarca işçinin ve yığınların bu hain ve karşıdevrimci önderliklere olan güvenini güçlendirdi. Geçen yüzyılın ‘50’li yıllarının başında kendini gösteren ve Troçkizm’in de kaçamadığı bu tahribat, 4. Enternasyonal’in birçok liderinin Stalinizm’e teslim olup, ona eklemlenmesine yol açacaktı. Artan mücadelelerin, Stalinizm’in görece güçlenmesinin, ekonomik krizin ve devrimci önderlik krizinin şiddetlenmesinin bileşimi sonucunda emperyalizm, neredeyse 50 yıl boyunca politik, ekonomik ve askeri alanlarda tahakküm sürme imkânı yakaladı. 2.5. Fakat 1989’dan bu yana, Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve politik devrimin zaferi, Stalinist aygıtların çöküşü, barındırdığı tüm çelişkilere rağmen yeni bir devrimci sü78

Sosyalist Düşünce Dergisi


recin başlangıcı oldu. Bu süreç, dünya halklarının mücadelesini bozguna uğratmaya çalışan karşıdevrimci müttefikinin ortadan kalkmasıyla, emperyalizm içinde büyük güçlükler ortaya çıkardı. Bu durum, bizim emperyalizmin küresel egemenlik krizi olarak adlandırdığımız tarihsel bir olguya yol açtı. Zira 2007’den bu yana 3 kriz bütünleşmiş durumda: ekonomik, politik ve askeri. Bu durum 2007–2008 kapitalizmin akutlaşmış ekonomik krizi ile mücadelelerdeki büyük yükselişi, özellikle ABD’nin Irak’taki askeri yenilgisini aynı fotoğraf içinde biraraya getirmektedir. Tüm bunlar, Bush’un ve Obama’nın önderliği altında uğranılan yenilgiyle, ABD emperyalizmini politik bir krize sürükledi. Bu şartlar altında ırkçılığın anavatanı ABD, beklenmedik bir politik olaya sahne oldu. Halk, ekonomik kriz ve Ortadoğu’daki askeri yenilgiden sorumlu tuttuğu Bush ve Cumhuriyetçi yönetimi cezalandırarak, Afrika kökenli Demokrat Parti adayı Barack Obama’yı başkan olarak seçti. 1991’de, Birinci Körfez Savaşı’nda, Saddam Hüseyin’in rolü sayesinde emperyalizm kısa vadede tartışmalı bir askeri zafer kazanmıştı. Kitlelerin bu gelişmeye cevabı da bilhassa Ortadoğu’da askeri oldu. Bu coğrafyada Irak ve Afganistan’daki kısa süreli bir askeri başarının ardından, ABD emperyalizmi ve Avrupalı müttefikleri Vietnam’dan sonraki ikinci büyük askeri yenilgi olan Irak mağlubiyetiyle kuyruklarını bacaklarının arasına sıkıştırarak geri döndüler. 2.6. Irak’taki askeri başarısızlık, Obama’yı politik değişim yapmaya zorlardı ve “havuç-sopa” taktiğine geçildi. Bu taktiğin merkezinde, burjuva hükümetler ve hain önderliklerle çatışmaları müzakereler yoluyla çözme anlayışı bulunuyordu. Yani sopayı bir kenara bırakmadan havuca öncelik verilmesi. Böylece, Obama tarafından başlatılan, Afganistan’a odaklanmış yeni emperyalist karşı saldırı, politik ve askeri batağa gömülerek başka bir başarısızlıkla sonuçlandı ve tek çareleri geri çekilmeye hazırlanmak oldu. Yıl içinde Afganistan’da yapılan kitlesel gösterilerde, ABD birliklerinin Afganistan’ı terk etmesi talep edildi. Birçok Arap ülkesinde nefret edilen diktatörlüklerin düşüşü emperyalist egemenlik krizinin doğrudan bir yansıması olarak kitleler tarafından kazanılmış muazzam bir zaferdir. Bu zafer, Irak’ta emperyalizmin yenilmesi, Filistin mücadelesinin devamlılığı ve kapitalist kemer sıkma politikalarına karşı bölge ülkelerindeki protestoların birleşimi sayesinde ortaya çıkmıştır. Arap devrimlerinin zaferi bölgede emperyalizmin etkisini zayıflatmış, Filistin halkının düşmanı Siyonist İsrail devletinin en önemli müttefiki Mısır diktatörlüğünün düşmesini sağlamıştır. Yanki emperyalizmi Arap kitlelerinin zaferini önleyecek askeri müdahalelerde bulunamadı. Libya meselesindeki müdahalesi ise, NATO aracılığıyla dolaylı yoldan gerçekleşti. Bu zaferlerin diğer bir sonucu ise, Ortadoğu’daki esas emperyalist ajan olan İsrail’in yalnızlaştırılması oldu. 2.7. Bu bağlamda, İran ile mevcut sürtüşme ve askeri gerilim anlaşılabilir hale geliyor. Obama ve Yankiler net bir şekilde silahlı çatışmadan ve savaştan kaçındılar. Bu yüzden Obama, İsrail’i ve müttefiki olan ülkeleri arabuluculuk yapmaya zorladı. Politik ve toplumsal iç krizler yaşayan İsrail, İran’a yönelik gerilimi tırmandırarak emperyalizmi Siyonist devletle ortak hareket edilmesi ve kendi kayıplarının telafi edilmesi için zorluyor. Emperyalizm ise içinde olduğu kriz nedeniyle bölgedeki başlıca müttefikini kontrol etmekte zorlanıyor. Bu yüzden müzakerelerin çökmesi halinde kendisi için askeri bir çatışma kaçınılmaz hale gelebilir. 2.8. Bu açıdan, emperyalist egemenlik krizinin bu aşamasından çıkardığımız en önemli sonuç, sınıf mücadelelerinin büyük kentlerde yoğunlaştığı, öndevrimci ve devrimci durumların başlangıcının yaşandığı ve işçi sınıfının güçlü kapitalist ülkelerdeki milyonlarca kişinin haklarının savunusunda anahtar rol oynadığıdır. BAHAR | 2013 -

79


Benzer şekilde, halkların emperyalizmin ekonomik krizin bütün yükünü üzerlerine yıkma girişimine karşı isyanlarının büyümesiyle birlikte, bugün Arap dünyasındakilere benzer ayaklanmalar, gezegenin diğer bölgelerine de sirayet edebilir. Bu emperyalizme bağımlı birçok ülkenin metropollerinde işçi ve halk mücadelelerinin yoğunlaşma ihtimali olduğu anlamına geliyor. Bölüm 3. Tarihin en ağır kapitalist ekonomik krizi 3.1. Mevcut Avrupa krizi, dünya kapitalist krizinin sertliğini ve derinliğini ispatlamış oldu. Ulusal, bölgesel ya da küresel boyuttaki çeşitli kriz reçeteleri (AB veya G–20 toplantıları gibi) 2007’nin Temmuz ayında patlayan keskin krizin henüz üstesinden gelemedi dahası, krizin ileri dönemde daha keskin “aşama”larının olabileceğini dahi öngöremedi. 2009’dan bu yana (krizin Avrupa’ya yerleştiği zaman), AB ve Euro’nun başarısızlığına tanık oluyoruz. Euro, 2000’de tedavüle girdiğinde güçlü bir bölgesel para birimiydi fakat dünya para birimi olmak için Dolar ile girdiği mücadelede kesinlikle yenik düştü. Avrupa’da yeni ülkelerde kabul edilmek bir yana, ilk kez bir ülke (Yunanistan) Euro’dan vazgeçip eski ulusal para birimine dönme ihtimali ile karşı karşıya. Euro krizi ilkin daha yaygın bir şeyi su yüzüne çıkardı: AB projesinin kendisini. 1992 yılında kurulan mekanizmalarla, bütçe açığı ve borçlanmayla ilgili olarak, Avrupa Birliği üyeliği için bütün ülkelerin uyması gereken limitler belirlenmişti. Bugün bu limitler altüst olmuş durumda. AB, Almanya ve ikinci olarak da Fransa tarafından kıtadaki daha zayıf ülkeleri (tüm eski Doğu Avrupa ülkeleri ve ayrıca Portekiz ile Yunanistan) yarı-sömürgeleştiren bir araca indirgenmiştir. 2007’nin ikinci yarısında bankaları kurtarma adına pazara sürülen milyarlarca dolar, bölgedeki her devlet açısından ödenemez bir seviyeye ulaştı. Krediyi veren başlıca bankalar ise Almanya ve Fransa’ya aitti. Yunanistan, kesinlikle zincirin en zayıf halkası çünkü ekonomik anlamda en düşük rakamlara sahip olan bu ülke (Gayri Safi Yurtiçi Hâsılası’nın 2011 yılında %5,2’lik düşüşü, %18,2 oranında işsizlik, GSYH’nın %10’una denk düşen bütçe açığı) sınıf mücadelesi ve politik kriz açısından en yüksek düzeylerde seyrediyor. 2012 Şubat’ının sonlarına doğru, pratikte uygulanamayacak kesinti paketleri iki ana burjuva partisi tarafından mecliste oylandı. Diğer taraftan, meselenin aslan payını dış borçların mega-yeniden yapılandırması oluşturuyor. Yunanistan’ın alacaklılarına olan ve GSYH’nın %160’ını oluşturan borçlarının 2020 yılında %120 oranına düşmesi bekleniyor. Yunanistan bunu yapabilse bile -ki neredeyse imkânsız- borcu hâlâ çok yüksek olacak. Diğer bir deyişle, yakın gelecekte Yunanistan’ın krizden çıkması olası görünmüyor. Ama Yunanistan iflasın eşiğinde olan tek ülke değil. İtalya da işçi sınıfına kesilen devasa kriz faturalarını uygulamaya başladı. Kaldı ki İtalya’nın borcu da astronomik ve karşılanamaz bir halde (bu borcun çoğu Alman bankalarından alınmıştır). İtalya’nın düşüşü korkunç olacak ve AB’yi pratikte bir sona getirecektir. Şöyle ki: İtalya ekonomisi, Almanya ve Fransa’dan sonra Euro bölgesinin üçüncü büyük ekonomisini oluşturuyor. İspanya da ayrıca, Rajoy’un kesinti paketlerinin gerçekleşip gerçekleşmemesine bağlı olarak uyarı ateşini yakmış durumda (İspanya, %23’lük işsizlik oranı ile korkunç bir toplumsal krizin tam ortasında yer alıyor). Kısacası, kesintilerin öne sürüldüğü ve “iflas etme riski taşıyan ülkelerin” bulunduğu ekonomik çöküş bölgesinde, daha fazla fakirlik ve marjinalleşme ile birlikte oldukça güçlü mücadelelerin ortaya çıkması öngörülebilir. Avrupa Konseyi’nin kendisi bile 2012’de Euro bölgesinde bulunan 27 ülkeden 9’unun (Yunanistan, Portekiz, Belçika, İspanya, İtalya, Kıbrıs, Hollanda, Slovenya ve Macaristan) çöküşe geçmesini 80

Sosyalist Düşünce Dergisi


bekliyor.1 AB’nin en “sağlam ve istikrarlı” ülkesi Almanya bile büyümesini ve bölgedeki emperyalist rolünü güçlendirmesini emek gücünü ucuz tutarak sağlayabiliyor (milyonlarca Alman, ayda sadece 1000 Euro kazanmakta). 3.2. Ama bu süreç bazı analistlerin de kavradığı üzere yalnızca Avrupa ya da “eski dünya” krizine indirgenemez, zira ABD ve Japonya da bu krizden nasibini almakta. Yaşanan durum bir bütün olarak kapitalist-emperyalist sistemin krizine ve felaketine dönüşmüş durumdadır. Ve bu durum dünyanın dört bir yanına farklı biçim ve düzenlilikle yayılmaktadır. İşin aslı, 2008 yılı, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ilk kez tüm dünyanın gayrı safi hâsılasında düşüş yaşanan bir dönüm noktasıdır. Krizin vahameti ortada çünkü ABD’de (işsizlik oranı %10’u bulan ABD hâlihazırda ilerleme kaydedebilmiş değil) başlamasının ardından kriz, hızla Avrupa’ya da sıçradı. Fakat ilgili bölümde de ele aldığımız üzere, kriz Çin’e de ulaşmış durumda. Bu noktada “BRIC” (Yeni Sanayileşen Büyük Ülkeler: Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) olarak adlandırılan ülkelerin durumuna işaret etmemiz gerekiyor. Biz bu ülkeleri, büyüklükleri ve bölgedeki önemleri nedeniyle zaman zaman alt-metropol ya da alt-emperyalist rol oynasalar da, yarı-sömürge olarak nitelendirmekte ısrar ediyoruz. Her halükarda bu ülkelerin her biri birbirinden ayrı ya da birarada dünya ekonomisinin yeni “lokomotifleri” olup, krizi sonlandırabilecek güce sahip değiller. ABD ve Avrupa emperyalizminin yerini alıp “yüzyılın yeni güçleri” haline gelmeleri ise çok daha şüphe götürür bir iddiadır. 3.3. Bu, dünya kapitalist sisteminin tarihsel bir krizidir. Sıradan bir kriz olarak değerlendirilemez. Kapitalist ekonominin 60’lı yıllardan beri süren krizinin keskin evresi yerini kronik bir krize bırakmıştır. Krizin kökeninin dünya ekonomisindeki en önemli sanayi sektörlerindeki kâr oranlarının düşüşünden kaynaklandığını iddia ediyoruz. Bu durum, hayali değerler yaratma sürecini genelleştirip spekülatif balonlar yaratarak sermayenin aşırı birikimini yaygınlaştırmış, bunun yarattığı kısa dönemli ekonomik büyüme süreçlerine yanlış biçimde “refah dönemi” adı verilmiş ve sonuç olarak bütün bu dönem krizin bugünkü “kronik” evresine ulaşmasına neden olmuştur. Bu yüzden krizin aşamalarını, 60’ların sonunda ABD’nin otomobil sanayisinin çöküşü, 70’lerdeki iki petrol krizi, 1982’de Latin Amerika’nın iki dış borç krizi, 1987 Wall Street ve 1989’da Japonya borsasının çöküşü, 90’ların ve merkez üssü Arjantin olan (2001) Latin Amerika krizi ile sonlanan ve ABD’nin teknoloji şirketlerini de vuran kriz zinciri (1994 Meksika, 1997 Güneydoğu Asya, 1998 Rusya) şeklinde listeliyoruz. 5 yıldır süren en keskin ve sertliği ile yalnızca 1929 krizi ile karşılaştırılabilecek olan mevcut kriz de bu kronik krizin başka bir bölümünü oluşturuyor. Kapitalist krizin nedenleri hakkında dünya solunda ve ekonomistler arasında çeşitli düzeylerde tartışmalar mevcut. Bazıları finansal sermaye (spekülasyon, borsa ve bankaların çöküşü) ile üretken sermaye arasında bir çatışma olduğundan bahsediyor. Şüphesiz ki, kriz bu olguyu barındırıyor ancak bu olgu krizin nedeni değil bir sonucu. Tüm bu farklı yorumları reddetmeden biz, krizin esas nedeninin, kâr oranlarının düşmesi ve bu durumun çözümünün yeni bir artık değer birikiminde aranması olarak değerlendiriyoruz (işçilerin aşırı sömürüsünü çok daha üst seviyelere taşıma arayışı). Bir noktada kâr oranları düşüyor çünkü kapitalistler ihtiyaçları olan sömürü düzeyine çıkamıyor. Sermayenin aşırı birikimi durma noktasına geldi ve bu şekilde üretime yatırım yapmak kapitalistler için kârlı olmaktan çıktı. Üretime yatırım yapılmaması, yeni üretim alanlarının yaratılmaması, teçhizatların eskimesi gibi sonuçlar ortaya çıkardı. Fabrikalar kapatıldı, işten çıkarmalar başlatıldı. Yani son 40 yılda işsizlik, en gelişmiş ülkelerde bile durmaksızın arttı. Bu durum geri çekilen muazzam büyüklükteki sermayenin kâr alanı olarak finansal çarkı seçmesine neden oldu. Sermayenin büyümesi, salt spekülatif bir artış değil fakat aynı zamanda krizin de bir ifadesidir. 1 Reuters, Brüksel, 24.02.2012. BAHAR | 2013 -

81


Mevcut krizi yukarıda bahsedilen diğerlerinden ayıran şey ise, benzeri görülmemiş seviyedeki hayali sermaye ve ona eşlik eden spekülasyondur. 90’lı yıllarda, bazı sektörlerde kâr oranlarının artırılmasını sağlayan göreli bir iyileşme yaşanmıştı. Fakat içten içe yeni bir kriz palazlanıyordu çünkü sermayenin bu yeni aşırı birikim evresinde, dünya halklarının ve işçilerinin mücadelesi nedeniyle, aynı kâr oranları seviyesini sürdürmek mümkün değildi. Bu durum üretim dışı sektörlere yatırım eğilimini güçlendirdi. Bunun sonucunda spekülatif yatırımlar ekonomide muazzam bir ağırlık kazanmaya başladı, ABD ve Avrupa bankalarındaki mortgage kredilerinin batmasıyla da, yaratılan sanal balonların patlayışına tanık olduk. Kapitalist kriz piyasa üzerinden değil, sınıflar arası ilişkiler üzerinden değerlendirilmesi gereken bir fenomendir. Sömürünün yoğunluk derecesi, krizin niteliği açısından hayati bir önem taşır. Bu nedenle kapitalistler için krizden çıkış bağlamında belirleyici olan kapitalist düzenlemeler yani, işten çıkarmalar, ücret kesintileri, sosyal servislerde (eğitim ve sağlık) kesintiler, emeğin esnekleştirilmesi, mücadelelerin kriminalizasyonu ve sömürünün yoğunlaştırılması (“Çin modeli” üretim düzeyi ve ücretler) ve halkların yağmalanmasıdır. 3.4. Bu kriz milyonlara “küreselleşmenin” -1990’larda kullanılmaya başlanan bir kavram olarak- kapitalizmin üst bir evresi olmadığını kanıtladı. Bizler, üretici güçlerin bırakın güçlenmeyi çürüdüğü bir emperyalist çöküş çağında yaşıyoruz. Telekomünikasyon ve elektronik üretimi gibi tartışmalı gelişmeler için söylenen sözde “üçüncü sanayi devrimi”, kapitalist-emperyalist sistemin çerçevesi içinde insan ve doğanın yozlaşmasına neden olmakta. Şu da eklenebilir ki, bilimsel ve teknolojik devrim, İkinci Dünya Savaşı’ndan 60’ların ortasına kadarki dönemde otomotiv ve metal sanayinde olduğu gibi ekonomiyi kronik krizden çıkarmayı başarabilecek yeni, lokomotif işlevi gören sektörler yaratamadı. 3.5. 80’lerin başında emperyalist burjuvazi ve onun hükümetleri emek hareketine ve halk sektörlerine yönelik amansız, karşıdevrimci bir ekonomik savaş ilan etmişlerdi. Bu sayede krizden çıkmayı, kâr oranlarının düşüşünü engellemeyi ümit ettiler. Bu işçi sınıfına yönelik, hem emperyalist hem de yarı-sömürge ülkelerde eşzamanlı yürütülen bir siyasetti. Aynı zamanda işçi devletlerinde, Stalinist bürokrasinin partnerliğiyle, kapitalist restorasyonun tamamlanması hedeflendi. Bu kapitalist-emperyalist saldırı, kronik krizi çözmeye çalışmakta başarısız oldu. Dünya işçi sınıfı, çeşitli alanlardaki kısmi yenilgilere rağmen, direndi ve bu politikanın tümüyle uygulanmasının önüne geçti. Özellikle Avrupa işçi sınıfı, Britanya’daki Thatcherizm dönemindeki gibi ağır saldırılara maruz kalsa da, savaş sonrası dönemdeki kazanımların birçoğunu korumayı başardı (tatil izni, sosyal güvenlik sistemi, toplu sözleşme ve tazminat hakkı). Bugün bilhassa Avrupa’da mevcut mega-kesinti paketleri ise bu kazanımları da yok etmek için atılmış bir adımdır. 90’lardaki kesinti programlarının ve özelleştirmelerin bütün bölgeyi fabrika temelli ucuz emek ihracatçısı haline getirdiği Latin Amerika’da (Arjantin, Bolivya, Ekvador, Venezuela) birçok halk ayaklanması yaşandı. Gerçekleşen bu ayaklanmalar, ‘90’ların sonundan itibaren, bu eğilimi tersine çevirmeye başladı. Ekonomik karşıdevrim, sadece Güneydoğu Asya ve Çin’de işçilerin aşırı sömürüsüne dayanarak sınaî kârlarının yüksek tutulduğu belirli coğrafi alanlar yaratılması sayesinde yolunda gitti. 3.6. Kapitalist restorasyon, devam eden ekonomik karşıdevrim saldırısının bir parçası olarak şüphesiz ki emperyalizm adına bir zaferdi. Ama şundan emin olunabilir ki, emperyalistler işçi sınıfının stratejik yenilgileri olmaksızın (elbette, bu muzaffer siyasal devrimlerin ortasında) bu ülkelerin işçi sınıfından artık değerlerini söküp almada hatırı sayılır bir başarı gösteremediler. Yarı-sömürgeleştirme politikaları ve eski işçi devletlerinin kaynaklarının ekonomik yağmalanması yaşansa da, onların ihtiyacı olan milyonlarca işçinin aşırı sömürülmesiydi. Şüphe yok ki, politik devrimin yenildiği (Çin) gibi yerlerde bu düzeyde bir sömürü mümkün hale gelebildi. 82

Sosyalist Düşünce Dergisi


3.7. İçinde olduğumuz dönemin görüntüsü kitlelerin durumunun kötüleşeceği ve krizin coğrafi olarak da gezegenin birçok yerine yayılacağı yönünde. Birçok analist, 2012’de dünya çapında bir gerileme olmasının mümkün olduğunu söylüyor. Biz, kapitalistler için, işçi sınıfının nihai bir yenilgisi olmadan kısmi iyileştirmeler ile bu krizden çıkış yolu olmadığını görüyoruz. Artan sömürülerle kısmi iyileştirmeler olsa bile bunlar beraberinde yeni sınıfsal çatışmalar ortaya çıkacaktır. Bölüm 4. Çin: Yeni bir hegemonik süpergüç mü yoksa kapitalist çöküşün bir parçası mı? 4.1. Çin’in 20–25 yıl içinde ABD’yi aşıp, dünya düzenini altüst edecek yeni bir hegemonik güç olacağı tahmini, kapitalizm yanlısı ya da anti-kapitalist çeşitli akımların çokça kullandığı bir politik tahlil haline geldi. Kapitalizm yanlıları bunu Çin’in kapitalist düzene dönmesine bir işaret olarak görürken, sol reformist akım içerisinde olan Castro-Chavizm yanlıları ise, “çok kutuplu dünyanın” bir parçası olan Çin’in “tek kutuplu” ABD emperyalizmini güçsüzleştirdiği yorumunda bulunuyorlar. Gerçek ise, Çin’in ABD’yi geçecek bir kapitalist güç olmaktan çok uzak olduğu ve kitleler için ilerici bir nitelik taşımadığı. Çin bütün bunlar değil ise nedir? Çin, kapitalizmin bizzat Çin Komünist Partisi önderliği ve çok uluslu şirketlerin işbirliği üzerinden yeniden tahsis edildiği kapitalist bir ülkedir. Çin 20 yıldır, yıllık toplam üretim miktarı nedeniyle yıllık ortalama %10 ekonomik büyümeye sahip ve dünyada en fazla ihracat yapan ülke. 2011’de ikinci en büyük ekonomi haline gelerek Japonya’nın yerine geçse de, Çin 5,5 trilyon dolarlık GSMH ile yıllık GSMH’sı 15 trilyon dolar olan ABD’den hâlâ epey uzakta. Fakat aradaki en büyük fark ise kişi başına düşen milli gelir farkında. 2010 istatistiklerine göre ABD, 46.360 dolarlık kişi başına düşen milli gelir rakamıyla dünyada birinci sıradayken, Çin’de bu rakam 3650 dolardı ve bu rakamla Çin dünyada 95. sırada yer alıyordu. Bu durum iki ülke arasındaki büyük farka işaret ediyor. Bu dönemde örneğin, Brezilya’da kişi başına düşen milli gelir 10.900 dolar iken, Arjantin’de 8775 dolardı. İki ülke de Çin’i, bu konuda ikiye veya üçe katlıyor. Askeri açıdan da büyük bir fark söz konusu. 2000 ile 2010 yılları arasında, ABD bu sektörde 6 milyar dolarlık yatırım yaptı. Çin ise 785 milyon dolarla, ABD’den 7,7 kat daha az harcama yaptı (Rakamlar ZaiChina websitesinden Daniel Mendez’in makalesinden alınmıştır). Çin’deki ekonomik büyüme, söylenilenin aksine teknolojik gelişmeden kaynaklanmıyor; dünyanın en büyük nüfuslu ülkesi olarak bunu, eşine rastlanmayacak bir sömürü sistemi ile yapıyor. Bu sömürü düzeni, düşük ücretler ve diktatörlük rejimi ile kendini gösteriyor. Sömürünün esas altyapısı ise, yarı köle emeğine dayanan ürünlerin ABD’ye ihracı ile gerçekleşiyor. 4.2. Kapitalist bir ülke olarak Çin’in komünist parti tarafından yönetiliyor olması ve bizzat bu parti aracılığıyla (ÇKP) kapitalizmin yeniden inşa edildiği bir ülke olması nedeniyle kendine özgü bir statüsü var. Çin, emperyalist bir ülke değildir çünkü ilk olarak, ABD ve Avrupa emperyalizmlerinin çok uluslu şirketleri tarafından yarı-sömürgeleştirilmiş bir ülkedir. İkinci olarak, Çin bu ülkelere yaptığı ihracata bağımlıdır. Çin, çeşitli farklarla beraber, Brezilya, Hindistan ya da Rusya gibi emperyalizmin büyük bir yarı-sömürgesidir. Fakat aynı zamanda, alt-emperyalist ya da alt-metropol olarak da tanımlanabilir çünkü aynı Brezilya gibi Çin de çok uluslu sermayesini ve sermaye fazlasını kendi etki alanındaki yarı-sömürge ülkelere yatırım amaçlı ya da kendi emperyalist metropolünde iş kurmaya harcayan büyük bir kapitalist ülkedir. Çin’in dış yatırımlarının %71’inin Asya’da olması bu bağlamda bir tesadüf değil, ve aynı zamanda ABD’ye yüklü miktarda borç da veriyor. Büyük kapitalist ülkeler Çin’i BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) olarak adlandırılan grubun bir parçası sayıyorlar. Bu grubun özelliği ise yarı-sömürge ve aynı zamanda alt-emperyalist ülkelerin BAHAR | 2013 -

83


toplandığı bir grup olması. Kapitalistler bu ülkeleri “yükselen yıldızlar” olarak tarif ediyorlar fakat gerçekte, örneğin, “dünya ekonomisinin yüzde 2,2 ve yüzde 2,7’sini meydana getiren Hindistan ve Brezilya hâlâ küçük oyuncular” ... “BRIC dünyayı kurtarmayacak” (Ha-Joon Chang, Cambridge Üniversitesi, Clarin gazetesi, 10.16.11). Gerçekler bize küresel kapitalist krizin Çin’e ve diğer tüm BRIC ülkelerine de ulaştığını gösteriyor. Bu ülkelerde toplumsal eşitsizlik ve emeğin aşırı sömürüsü giderek artıyor. Çin’de “Avrupa’daki krizin etkileri, Avrupa ile yapılan ticari ilişkilerdeki %18’lik bir düşüş ve ticari artığın 3 yıl boyunca ardışık bir şekilde düşmesi ile hissediliyor” (El Pais, 16.12.11). Üretimde de bir düşüş söz konusu, mali sorunlar ve işten çıkarmalar gerçekleşiyor. Zenginler zenginleşmeye devam ederken yoksulluk ise 800 milyon kırsal yoksul ile giderek artıyor. Buna ek olarak şehir nüfusunun %45’i ve köy nüfusunun %80’inin sağlık sigortası yok ve “sonuç ise batı kırsal Çin’de beklenen yaşam süresi, doğudaki diğer şehirlerin ortalamasından on yıl daha aşağıda” (Çin, Yalanların İmparatorluğu, Guy Sorman, sf. 101). Ayrıca bilindiği üzere, Çin çevre kirliliği oranının diğer ülkelere kıyasla çok yüksek olduğu bir ülke. Nehir yatakları kirlenmiş durumda ve asit yağmurları şehirlerin yarısından fazlasını etkisi altına alıyor. Çin’in geleceği kapitalizm altındaki kitlelerin sosyal kalkınmasına ya da Çin Komünist Partisi ve CastroChavez akımının dediği gibi “güçlü bir piyasa sosyalizmine” dayanmıyor, tersine, Çin gelecekte eşitsizlik, yoksulluk ve sosyal çöküşün artacağı bir ülke olacak. 4.3. Çin, Stalinist burjuva bir rejim olarak tanımlanabilecek ve komünist parti diktatörlüğü tarafından yönetilen, kapitalist aşırı sömürünün hizmetinde bir ülke olarak cisimleşmektedir. Görünüşte bu sistem kapitalist restorasyondan önceki sistemle aynı gibi durmaktadır, çünkü ÇKP’nin diktatörlüğü kolluk güçleri ve polis gücü değişmedi. Ama güncel sistem eskisinden niteliksel olarak farklı, çünkü bu sistem Çin’i bürokratik işçi devletinden kapitalist bir devlet ve ülkeye çevirmiştir. Çin Stalinist totaliter devlet rejiminden tek parti rejimine, ondan ise tek partili bir totaliter burjuva rejime geçmiştir. Çin’deki ekonomik ve politik model, Moreno ve akımımızca 70’lerde, Mozambik ve Angola gibi Afrika’daki eski Portekiz sömürgelerinde, sömürgecilik karşıtı devrimlerin ardından ortaya çıkan hükümetleri ve rejimleri açıklamak için kullanılan argümanlarla benzerlik taşımaktadır, “Bunları Stalinist burjuva rejimleri olarak adlandırıyoruz çünkü bu sömürgeler ulusalcı Stalinist partiler tarafından yönetiliyor ve emperyalizmle yaşadıkları sürtüşmelere, çatışmalara ve çarpışmalara rağmen... kısa sürede yarı-sömürge burjuva devletini yeniden inşa ettiler (Yirminci Yüzyıl Devrimleri, sf. 64). Gerçekler bu tespiti onayladı çünkü sonunda bu ülkelerde kapitalist devlet zamanla sağlamlaştı. Fakat Çin, Angola ve Mozambik arasındaki fark şu ki, Çin’deki mevcut burjuva Stalinist rejim bir devrimin değil ama Tiananmen Meydanı’ndaki yenilgi ile en üst noktasına varan bir sosyal karşıdevrimin sonucudur. Afrika’daki “sol” diktatörlük rejimleriyle ortak noktası ise, ÇKP’nin yarı-sömürge burjuva devletini “yeniden inşa ediyor” oluşuydu. Çin’de yeni olan şey ise, sosyal eylemlilikler ve işçi ve emekçi hareketinin yükselmesi. 2010 yılında, grevlerden, illegal kamulaştırmalara karşı eylemliliklere, çevresel hak taleplerine ve hatalı inşa nedeniyle Şiçuan’daki depremde ölen çocuklara ilişkin eylemlere kadar toplamda 180.000 eylem gerçekleşti. 2011’in sonlarına doğru, güneyde binlerce işçi greve gittiler. Guangdong yerleşkesinde fabrika patronlarının işçilere krizin etkilerinden dolayı kitlesel işten çıkarmaların alternatifi olarak üretimi artırma dayatmasında bulunması sonucunda işyerlerinde bir grev dalgası gerçekleşti. Bu süreçte ayırt edici olan şey ise, hükümetin bu çatışmaları durdurmak için doğrudan müdahale etmemesi ve kapitalistlerin de işçilerin haklarını kabul etmek durumunda kalması oldu. Bu durum birçok sanayi bölgesinde maaş artışına sebep oldu ve bu da Tiananmen’de karşıdevrimin tetiklenmesinden sonra ulusal durumda niteliksel bir değişimin olduğunun da bir göstergesi. Eğer bu tahlil doğru ise, kitlelerin lehine, 84

Sosyalist Düşünce Dergisi


diktatörlük ile yüzleşmelerine imkân veren bir durum olarak okunabilir. Bundan dolayı Çin’deki gelecek politik süreç ve yaşanabilecek herhangi bir istikrarsızlık dünya devrimci durumunu merkezi olarak etkileyecek. Bölüm 5. Arap devrimi ve dünya düzeyinde devrimci yükseliş 5.1. Arap devrimleri ve uluslararası devrimci yükseliş (Avrupa işçi sınıfı hareketlerini, İspanya’daki öfkeliler hareketini, ABD’deki Wall Street’i İşgal Et hareketini, Çin’de ve Latin Amerika’daki işçi grev ve eylemlerini de kapsıyor) gün geçtikçe kapitalizmin ve emperyalizmin derinleşen güçsüzlüğü haline geliyor. Kitlelerin ayaklanması kapitalist ekonomik krizin girdiği bu akut safhanın telafisine mani oluyor ve imkânsız kılıyor. 5.2. Arap Devrimleri 1989’da Berlin Duvarı’nın düşüşüyle birlikte açılan bu yeni dönem ile beraber yeni bir dünya durumunun oluştuğunu teyit ediyor. Bu durum doğrusal bir seyir izlemedi, farklı dinamiklerde yükseliş ve düşüşler yaşandı. 1990–92 arası süreçte kitle hareketinin ekonomik ve politik mevzilerine (özelleştirmeler, derinleşen sömürü, kapitalist restorasyon ve çeşitli düzenlemeler yoluyla) emperyalist bir karşı saldırı gerçekleşti fakat bu saldırı, mücadeleyi sürdüren kitle hareketi karşısında yenik düştü. 1994’te gerçekleşen Chiapas ayaklanması kitleler için bir dönüm noktası niteliğini taşıyordu ve bu süreç beraberinde birçok kayda değer olay getirmişti: Aynı zamanda küreselleşme karşıtı hareketin de başlangıcı sayılan ve eylemlerini Avrupa’da da sürdüren Seattle protestoları (1999), 2000 yılında gerçekleşen yeni İntifada ve Fujimori (Peru), Milosevic (Sırbistan) iktidarlarının düşüşü ve Argentinazo’nun yaşanması (2001). Bu olaylar, Nisan 2000’de, Venezuela’daki ABD yanlısı darbenin yenilmesinin ardından gelişmişti. Tüm bunlar yaşanırken, Bush yönetimindeki ABD emperyalizmi de 2001’deki Afganistan işgali ile yeni bir karşı saldırı sürecini başlatmıştı, bunu 2003 Martı’ndaki Irak işgali takip etmişti, fakat bu işgaller ilk etapta başarıya ulaşmış gibi görünseler de daha sonra yenilgiye uğradı. 2002 ve 2003 arasında, Avrupa’da ve Arap ülkelerinde Irak savaşına karşı büyük yürüyüşler gerçekleşmişti. (İtalya’nın Floransa kentinde yaklaşık bir milyon kişinin katıldığı bir yürüyüş gerçekleşti.) Ayrıca, ABD emperyalizmi Irak’ta yenilerek “düzenli bir geri çekiliş” sürecini gerçekleştirmek zorunda kalırken, 2006’da Lübnan’da da İsrail ordusu yenilgiye uğratılıyordu. Arap devrimlerinin zaferine katkıda bulunarak, Irak yeni bir Vietnam haline gelmekteydi. ABD Afganistan’da bu şekilde bir batağa saplanmak zorunda kaldı. Arap devrimlerinin zaferleri ve Avrupa’da ekonomik düzenlemelere ve bütçe kesintilerine karşı mücadelelerin yükselmesi (grevler ve öfkeliler hareketinin ilerlemesi) uluslararası devrimci dalganın ilerlemesinin de bir ifadesiydi. 5.3. Kapitalist kriz, ekonomik kemer sıkma politikaları ve küresel devrimci yükselişin birleşmesi ile burjuva hükümetleri ve politik rejimleri etkileyebilecek ve birçok durumda onların düşmesine sebep olabilecek bir potansiyel açığa çıktı. I) Bu durum en yüksek noktasını Arap diktatörlüklerinin alaşağı olmasında kendini gösteriyordu. II) Portekiz, Yunanistan ve İtalya’daki hükümetler politik kriz içerisine girmişti. III) Halk cepheci Latin Amerika hükümetleri, özellikle Evo Morales ve Chavez gibi örnekler, güç kaybediyordu. Özellikle Bolivya’da ve Evo Morales hükümeti örneğinde bu durum çok daha güncel bir nitelik kazanmakta (Gazolinazo ayaklanması ve Tipnis seferberlikleri gibi). Bütün bu söylediklerimiz, yukarıda söylediğimiz gibi kapitalizmin krizi ve kemer sıkma politikaları ile bağlantılı olarak gerçekleşiyor. Bir yandan da, artan sosyal kutuplaşma burjuva demokratik rejimlerin Bonapartist eğilimlerini tetikler hale geliyor. Kriz ve ekonomik düzenleme politikaları sürecinde rejimlerin baskıları arttı, işçiler ve gençliğin direnişi ve her eylemleri kriminalize ediliyor ve güçle bastırılıyordu.

BAHAR | 2013 -

85


Avrupa’da ise Yunanistan mücadelelerin merkezi durumunda. İki senedir, kesintilere karşı grevler ve kitlesel protestolar gerçekleşiyor, devletin artan baskısına karşı sokak çatışmaları ise hız kazanıyor. Bütün bunların sonunda politik istikrarsızlık son noktasına kadar geldi ve eski Başbakan Papandreu görevden çekilmek zorunda kaldı. Bu durum Yunanistan’ın politikalarına ve egemenliğine Avrupa Birliği tarafından saygı gösterilmemesi noktasına geldi. Belirleyici kararlar, ekonomik kesintilere devam edilip edilmemesine dair bir referandum yapılmasını da engelleyen Almanya ve Fransa eksenli Avrupa Birliği tarafından alınmaya başladı. Papandreu hükümeti yerini, Merkel ve Sarkozy tarafından desteklenen, bankerlerin kontrol ettiği bir hükümete bıraktı. Macaristan’da da Victor Orbain’in önderlik ettiği sağ kanat hükümet kemer sıkma politikalarını, temel özgürlükler ve hakları kısıtlayan nitelikte bir anayasa değişikliği gerçekleştirdi. (Grev ve direnişler yasaklanarak bunlara sert biçimde müdahale edilmeye başladı.) Sosyal kutuplaşma ve kapitalist kriz sağ kanat grupların büyümesine sebep oldu (Len Pen ve Fransa’da faşist grupların ve partilerin oy kazanması) ve bazı ülkelerde terörist saldırılar gerçekleşti (Danimarka, İtalya). Bu sağ kanat hareketler, göçmen karşıtı, orta sınıf bir sosyal tabandan besleniyordu. 5.4. Arap devrimleri sürekli devrimin geçerliliğini doğruluyor. Zafere ulaşan demokratik devrimler, devrimci önderlik eksikliğinden ötürü sosyalist bir devrimin zaferine doğru ilerlemiyorlar. Arap devrimleri olgusu, Mısır, Tunus ve Libya gibi ülkelerde ABD emperyalizminin, burjuvazinin ve reformistlerin devrimlere dayattığı deli gömleğine rağmen devrimin bu gömleği yırtarak ilerlediği ve devrimci sürecin eylemliliklerle sürdüğünü gösteriyor. Demokratik devrimlerin zafere ulaştığı, diktatörlerin düştüğü bu yeni süreç bizi tarihte yeni bir etabın eşiğine getirmekle beraber, üzerimize yeni görevler ve sorumluluklar yüklüyor. Bu süreçte temel politik program işçi ve emekçi kesimlerin iktidarına yönelik olmalıdır. İşçi, emekçi ve gençlik kesimlerini ilgilendiren yakıcı sorunlar düşük ücretler, işsizlik, sağlık ve eğitime dairdi. Örneğin, seferber olmuş bu kesimler, çok uluslu şirketlerin ve eski rejimle bağlantılı burjuva grupların mülksüzleştirilmesini savunuyorlardı. Kapitalist sisteme yöneltilmiş bu talepler, aynı zamanda güncel demokratik talepleri de kapsıyordu ve bu talepler; rejimin baskıcı organlarından arındırılması, askeri cuntanın lağvedilmesi (Mısır’da olduğu gibi), bunun yanı sıra eski rejimin yöneticilerinin yargılanması ve cezalandırılması, sendikal hakların tanınması, kadınlara ifade özgürlüğü tanınması ve kurucu meclis talebini de içeriyordu. Bu sloganların büyük bir kısmı eski rejimin altında da kullanılıyordu, fakat bu sloganların tam anlamıyla gerçekleşmesi, işçileri ve emekçi kesimleri yönetime getirecek bir muzaffer devrim ile mümkündür ve bu da yeni bir sosyalist devrim zaferi demektir. Arap devrimleri kimin yönetimde olacağı, hangi sınıfın yönetimi zapt edeceği gibi sorular ve sorunları gündemine aldığı için, bizim akımımız onları antikapitalist devrimler olarak tanımlamak gerektiğini savunuyor. Şu an yakıcı sorunlarından ötürü “işçi ve halk hükümeti” sloganı yalnızca propagandif bir nitelik taşımakta. Ama içine girdiğimiz yeni aşamada, en önemli stratejik görev, yeni hükümetler ve burjuva rejimleriyle yüzleşmek olacak İşçi sınıfının desteğini almış bir devrimci önderliğin eksikliğinde, hükümetlerin düşmesine sebep olabilecek yeni devrimler veya devrimci seferberlikler gerçekleşebilir. Bu süreçler yakıcı ekonomik ve demokratik sorunları da kapsayarak ilerlemek zorundadır. Mısır örneğinde açıkça görüldüğü gibi demokratik devrimin zaferi, askeri otoritenin lağvedilmesinin de önünü açmıştı ve bu süreç önceki rejimde yasaklı olan Müslüman Kardeşler ve hükümet arasında yapılan üstü kapalı bir anlaşmaya kadar gitmişti. 2012 yılının başlarında, binlerce insan sokakları “askeri hükümet istifa” sloganları ile doldurmuştu. Yeni hükümet sosyal ve politik talepleri karşılayacağına dair bütün beklentileri boşa çıkardığında, askeri hükümetin değiştirilmesi talebi yeniden 86

Sosyalist Düşünce Dergisi


gündeme girdi. Askeri hükümete muhalif bazı kesimler ve Müslüman Kardeşler yeni bir “sivil hükümet” sloganını sahiplendiler. Bu noktada, propagandist bir seviyede de kalsa, hem orduya hem de Müslüman Kardeşler’e karşı mücadele eden 6 Nisan Hareketi, sendikalar ve kitle örgütleri üzerinden temellenecek bir işçi ve halk hükümeti sloganı, sınıfsal bir politik alternatifi gündeme taşıyabilecektir. 5.5. Arap devrimi, devrimleri ve görevleri kaynaştırmaya devam ediyor. Suriye’de Esad diktatörlüğünü devirmek için mücadele devam ediyor ve buradaki süreç Ortadoğu için belirleyici bir önem taşıyor. Suriye’de Libya örneğinde olduğu gibi, devrimi faşist metotlarla ezme girişimi yaşanıyor (Ayaklanan Humus şehrine düzenlenen sistematik bombalamalarda görüldüğü gibi). Fakat Libya’daki silahlı karşıdevrim girişimi, kitlelerin örgütlü gücü tarafından yenilgiye uğratılmıştı. Suriye’de de benzer bir süreç söz konusu; fakat oradaki temel talebimiz emperyalizm yanlısı Suriye Ulusal Konseyi gibi muhalif önderliklere destek vermeksizin, Suriye halklarının mücadelesiyle koşulsuz bir dayanışma halinde olmaktır. Devrim için mücadele eden bölge komitelerine destek çağrısında bulunuyoruz. Emperyalist güçlerin devrimi durdurmak amacıyla, BM ve NATO yoluyla yaptığı askeri müdahaleyi reddediyoruz. Temel sloganımız ise, halka, Arap gençliğine ve uluslararası seferberliklere destek sunmaktır. 5.6. Kapitalist krizin sıcaklığı ve Arap devrimlerinin etkisi altında Avrupa’daki mücadelenin yükselişi kilit önemde çünkü, kapitalist dünyanın ve Avrupa emperyalizminin kaderi açısından belirleyici konumda olan işçi sınıfı, mücadele sahnesine giriyor. Bu eylemlilikler gençliğin eğitimdeki kesintilere karşı, özellikle İngiltere’de ve İspanya’da “Öfkeliler” hareketiyle (İndignados) düzenlediği mücadeleler ve öğrenci yürüyüşleri ile iç içe geçiyor. Hükümetlerin ve rejimlerin politik krizleriyle belirlenen bütün bu süreç, sosyal kutuplaşmanın giderek artmasına sebep oluyor. Bu kutuplaşmanın en ileri düzeyi ise, Yunanistan’da gerçekleşti. Geçen üç yıl boyunca Yunanistan’da, on dört tane genel grev kayda geçti. 2011, İspanya’daki 15-M hareketinin (Öfkeliler) doğuş yılı olmuştu; büyük meydan işgalleri ve yürüyüşler doruk noktasına ulaşarak, 2011 yılının ilk yarısına damgasını vurmuştu. Yine Haziran ayında, İngiltere’de kamu çalışanlarının, ulaşım işçilerinin ve öğretmenlerin genel grevi gerçekleşmişti, on yıllardır böylesi bir grev süreci ilk kez yaşanmaktaydı. Ekim ayında Portekiz’de de kemer sıkma politikalarına karşı toplu taşıma, sağlık ve eğitim alanlarında genel grev dalgası yaşanıyordu. İtalya’da ise grev Eylül ayında bütün ülke genelinde yürüyüşlerle gerçekleşti. Çek Cumhuriyeti’nde ulaşım işçilerinin grevi gerçekleşirken, Bulgaristan’da 2012 yılında kömür işçilerinin grevi başarıyla sonuçlandı. İspanya’da ise Şubat ayında iş yasası reformuna karşı ulusal çapta önemli işçi seferberlikleri gerçekleşti. Buna öğrenci eylemliliklerinin de eklenmesiyle birlikte, merkezi işçi sendikaları (UGT ve CC.OO) 29 Mart’ta bir genel grev çağrısında bulunmak zorunda kaldılar. Görünen o ki, maaş kesintilerine ve kemer sıkma politikalarına karşı işçi ve öğrencilerin mücadeleleri devam edecek. Eğer kriz derinleşir ve mücadeleler de artarsa, kitlelerin devrimci seferberliği karşısında hükümetlerin düşmesi gündeme gelebilir. 5.7. İşçi hareketi, grevler ve diğer protesto biçimleriyle aynı zamanda Asya, Afrika ve Latin Amerika’da da ifadesini buldu. Çin’de 2012’nin ilk ayı, binlerce grevci işçinin ücret talepleriyle başladı. 4 Ocak’ta örneğin, Halkın Günlüğü’ne göre, Chengdu ve Panzhihua demir çelik şirketlerinden on bin işçi ücret artışı talepleriyle yürüyüş düzenledi. Bunun üzerine hükümet güçleri, yürüyüşü bastırması için 1000 polis sevk etti ve birkaç saatlik çatışmanın ardından kitle dağıtıldı. 7 Ocak’ta, Qianlong şehrindeki Cheng meşrubat firması işçileri bir protesto düzenlediler. Doğu Günlüğü’ne göre, Hebei bölgesinde, kısa süre önce Levono grubu tarafından satın alınan fabrikadaki yüzlerce işçi, belediyeye yürüyüş düzenleyerek daha iyi çalışma koşulları talep etti. İşçiler mesai ücretlerinin ve yılsonu ikramiyelerinin şirket tarafından ödenmediğini belirttiler. Vietnam’da, Kasım’da yayımlanan bir hükümet raporu, 2011 yılında grevBAHAR | 2013 -

87


lerin sayısının bir önceki yıla göre ikiye katlanarak 857’ye çıktığını teyit ediyordu. Hindistan’da, Suzuki fabrikası işçilerinin ve kamu hastanelerinde çalışan doktorların grevleri gerçekleşti. Nijerya’da petrol işçilerinin ülkeyi felç eden bir grevi yaşandı. Latin Amerika’da 2011 yılında, Brezilya’da Mart ayında Rondonia bölgesindeki inşaat işçilerinin militan greviyle başlayan ve itfaiye çalışanlarının, Rio Üniversitesi çalışanlarının, Johnson kimya fabrikası işçilerinin, Bahia bölgesindeki polislerin ve daha birçok sektördeki işçilerin grevleriyle devam eden bir grev dalgasına tanık olundu. Bolivya’da maden işçileri, ücretlerinde önemli bir artış sağladılar. Arjantin’de petrol işçilerinin, öğretmenlerinin ve kamu çalışanlarının grevleri gerçekleşti. Venezuela’da mücadelelerde 2010 yılına göre bir artış yaşandı. Şili’de madencilerin mücadelesi söz konusuydu. Dominik Cumhuriyeti’nde, bir genel grev gerçekleşti. Kolombiya’da, üniversite mücadeleleri ivme kazandı ve çok uluslu bir petrol şirketinde grev yaşandı. ABD’de sınıflar mücadelesinde belirleyici bir değişiklik gerçekleşmemiş olsa da; sosyal krizin derinleştiğine ve 2011 yılında Wisconsin’de sendikal hakları kısıtlayan yasaya karşı 100 bin kişinin katıldığı bir işçi seferberliği ve Wall Street’i İşgal Et hareketindeki yükseliş gibi örneklerde görüldüğü üzere, mücadelenin dinamiklerinde bazı değişim emarelerinin gerçekleştiğine tanık olduk. 5.8. Kapitalist kemer sıkma önlemlerine ve yağmaya karşı mücadeleler ve seferberlikler; öğrenciler, işsiz gençler, yerli halklar, köylüler, kadınlar, doğanın sömürüsüne, çevrenin kirlenmesine, nükleer enerjiye karşı duran halk kesimleri gibi diğer toplumsal kesimlerin mücadeleleriyle çevrelenmiş durumda. Öğrenci taleplerinin savunusu için ve eğitimdeki kesintilere karşı kitlesel eylemlilikler düzenleyerek gençlik, mücadelenin öncüsü haline gelmekte. Avrupa’daki Öfkeliler hareketi, antikapitalist gençlik mücadelelerinin bir ifadesi. Fakat parasız eğitim talebi için Şili’de gerçekleşen kitlesel yürüyüşler ve öğrenci hareketindeki yükseliş, bütçede eğitime ayrılan payın artırılması için Kolombiya’da gerçekleşen öğrenci mücadeleleri ve Büyük Britanya’da, İtalya’da ve İspanya’da sokakları zapt eden Avrupa öğrencileri ayrıca anılmaya değer. Yerliler ve köylüler Peru’da, Kolombiya’da, Ekvador’da ve Bolivya’da çok uluslu şirketlere karşı gelişen büyük eylemliliklerin öncüsü konumundaydılar. Bolivya’da doğayı ve yerlilerin yaşam alanlarını yok edecek Tipnis otoyolunun yapımına karşı gelişen seferberlikler; Peru’da Conga maden projesine karşı gelişen mücadeleler ve Panama’da çevrenin korunması için Ngabe Bugle yerli topluluğunun verdiği mücadele, bu konuda ilk akla gelenler. Öte yandan, Arjantin’de Famatina ve Andalgala bölgesinde maden çıkarımına karşı kitlesel protestolar ve yol kesmeler gerçekleşti. Şili’nin güneyinde Ayaen bölgesinde hayat pahalılığına ve yetersiz sağlık hizmetlerine karşı halk isyanları gelişti. Çin’de Dalian ve Wukan şehirlerinde, çevre kirliliğine karşı halk mücadeleleri yaşandı. Japonya’da ve Avrupa’da, Fukuşima felaketinden sonra nükleer enerjiye karşı büyük yürüyüşler düzenlendi. Bölüm 6. Devrimci önderlik krizi ve bu krizin aşılması için açılan yeni fırsatlar 6.1. Devrimci önderlik krizi yani devrimci önderliğin olmayışı ve giderek zayıflamalarına rağmen bürokratik aygıtların hâkimiyeti, büyük bir devrimci yükseliş yaşanmasına rağmen, emperyalist egemenliğin ve devrimlerin sosyalist devrimlere doğru ilerlemeyişinin nedenidir. [Nahuel] Moreno’nun dediği gibi “Kendi devrimci önderlik bunalımının üstesinden gelemediği sürece proletarya, dünya emperyalizmini yenilgiye uğratamayacaktır ve bundan dolayı proletaryanın tüm mücadeleleri bizi kaçınılmaz olarak yıkıcı yenilgilere götürecek olan zaferlerle dolu olacaktır (…) Kitle hareketini bu bürokratik aygıtlar denetlediği sürece her devrimci zafer, kaçınılmaz olarak bir yenilgiye dönüşecektir.” Bu durum Arap devrimleri sürecinde İslamcı ya da İslamcı olmayan reformist burjuva önderliklerin ayaklanmaları bastırması ve devrimleri yenilgiye uğratması tehlikesini barındırıyor. Bu yüzden sosyalist devrimcilerin ilk görevi, 88

Sosyalist Düşünce Dergisi


hala ve bir kez daha önderlik krizini aşmak ve tek tek her ülkede devrimci partileri ve devrimci bir Enternasyonali inşa etmektir. 6.2. Stalinizm’in çöküşüyle beraber emek hareketinde ve halk hareketlerinde gelişen uluslararası politik devrim sürecini, yeni bir sosyalist devrimci önderliğin inşası mücadelesine de katkıda bulunan bir faktör olarak değerlendiriyoruz. Biz bu devrim sürecini yeni ve eski burjuva ve sendikal aygıtlara karşı anti-bürokratik politik devrim olarak tarif ediyoruz. Farklı farklı yerlerde, bu ayaklanmanın değişik tezahürleri mevcut: Arap devrimleriyle başlayan, politik önderliklere karşı kitlelerin isyanı, İspanya’da ve Avrupa’nın veya ABD’nin diğer yerlerinde demokrasi çağrısıyla meydanları işgal eden ve eski parti aygıtlarını reddederek kendi meclislerini kuran genç kitleler; Çin’den Latin Amerika’ya sendika bürokrasilerine karşı gelişen grevler ve tabanda yaşanan kopuşlar, Chavez ve Evo Morales’in iktidarlarına karşı gelişen grevler veya yerlilerin ve emekçi kesimlerinin seferberlikleri… 6.3. Stalinizm’in çöküşünden sonra başlayan etapla, Küba Devrimi’nin ilk dönemlerindeki Castroculuk, Guevara veya Maoizm gibi geniş kitleleri ve öncü kesimleri on yıllarca kontrol eden türden önderliklerin ortaya çıktığından ya da bu akımların artık eski etki düzeyine sahip olduğundan söz etmek hayli zor. Zira devrimin yükselişi, bürokratik önderliklerin ihanetini açığa çıkarıyor. 90’lardaki yükselişle birçok önderlik düştü. (Yeltsin onlardan biriydi, Polonya’da Walesa adeta tarih sahnesinden silindi ve Meksika’da Marcos’u hatırlayan dahi kalmadı.) Kimse artık PT’yi (İşçilerin Partisi) ve Lula’yı bir alternatif olarak görmüyor ve Porto Alegre’de “başka bir dünya mümkün” sloganıyla Dünya Sosyal Forumu (DSF) etrafında küreselleşme karşıtı hareketlerin bir parçası olarak gelişen yeni reformist oluşumlar ve DSF bugün artık bir anıdan ibaret. Öte yandan ayaklanmalar, Chavez ve Castro tarafından desteklenen laik milliyetçi ve eski Pan-Arapçı Kaddafi, Mübarek, Bin Ali ve Beşar Esad gibi önderleri de silip attı. Kapitalist kriz ve devrimci yükseliş Chavez ve Evo Morales gibi yeni burjuva milliyetçilerinin krizini de hızlandırdı. 80’lerde İran devrimiyle yükselen ve kendini politik bir alternatif gibi sunan İslamcı akımların da devrimlere başlangıçta hiçbir şekilde destek vermemeleri ve kitlelerin kazanacağı kesinleştiğinde onları desteklemeleri de gerçek tutumlarını ortaya çıkardı. Şu an onların politikaları seçim sonuçlarına odaklanmış durumda, ancak bu da gelişmelere karşı edindikleri geçici bir tavır, zira er ya da geç karşı devrimci karakterlerini kitlelere gösterecekler. Bir kez daha söyleyebiliriz ki, Arap devrimleri önderlik eksikliği olgusunu açığa çıkarmıştır. Gerçek şu ki; milyonlar devrim yapıyor, diktatörler düşüyor ama yine de politik bir alternatif bulamıyorlar. Tıpkı Mısır’da 6 Nisan hareketinde gençliğin ve halk kitlelerinin birden sahneye fırlaması gibi. Yani, hiçbir sınıf önderi ya da politik veya sendikal bir örgüt yok ki, mücadeleyi (komiteleri) ileri taşısın, yönlendirsin. Arap devrimleri hususunda, bu boşluk kısmen burjuvazi ve İslamcı partilerce yeniden örgütlenen eski önderlikler tarafından (Müslüman Kardeşler ve diğerleri) dolduruldu. Yine de hâlâ devrimci seferberliğin sürüyor olması Libya’da, Mısır’da ve Tunus’ta (her birinde farklı tempolarda olmakla birlikte) hükümetlerin ve önderliklerin sorgulanmaya başlamasını beraberinde getiriyor. 6.4. Chavez’de yoğunlaşan haliyle Castro-Chavizm akımının bugünkü krizi, dünya devrimci durumunun doğrudan bir sonucudur. Kapitalist kriz ve kitlelerin buna cevaplarıyla bu akım gittikçe sağa kayıyor. Bu reformist akım açıkça Kaddafi’yi destekledi, FARC militanlarını Kolombiya hükümetine teslim etti ve işçi düşmanı saldırılarını sürdürdü. Bu durum, 2001’de Bush tarafından desteklenen darbenin yenilgiye uğraması ve 21. Yüzyıl Sosyalizmi teorisinin ilan edilmesiyle kitlelerin beklentilerini yükselten bir politik önderliğin krizidir. Geçtiğimiz 10 yıl boyunca özellikle de Latin Amerika’da milyonları ve öncünün de geniş kesimlerini etkileyen bu tür önderliklerin varlığı, gerçek devrimci önderliklerin yaratılmasının önündeki en büyük engellerden biri oldu. Dolayısıyla bu akımın krize girmesi oldukça büyük önem taşıyor. Dahası, müttefiki BAHAR | 2013 -

89


Chavez’in yaşadığı kriz, Castro rejimini de önemli ölçüde etkiliyor. Kapitalist restorasyon sürecinin ilerlemesiyle çürümenin işaretleri giderek daha fazla belirginlik kazanıyor. Küba devriminin kazanımlarının terk edilmesi, (Fidel’in şaşırtıcı açıklamasını hatırlatmak gerekirse; “Modeli daha fazla savunmuyoruz...”) Castro’nun politik iflasını ve otoritesini yitirdiğini ortaya koyuyor. 6.5. Venezuela hala bağımsız bir ülke mi? Bu soruya cevap bulmak oldukça önemli. Bağımsız ülke tanımını yeniden ele almak da önemli. Moreno’ya göre, (bağımsız ülkenin tanımı) onun emperyalizmle kurduğu politik ilişkiye dayanır, ekonomi merkezli değildir: “(bağımsız ülkeyle) kastettiğimiz şu; bu tip ülkeler emperyalist cephenin buyruklarına itaat etmezler”. Günümüzde bağımsız ülkeler arasına İran ve Küba’yı ekleyebiliriz. Venezuela’yı bağımsız ülke yapan ilk etapta Chavez’in yükselişi ve arkasındaki kitle desteğiydi. Aslında emperyalizmle en büyük çatışmaları; 2002 Nisan’ındaki darbe, 2003 Ocak’ına kadar süren petrol sabotajları ve 2004 Ağustos’undaki referandum çağrısıydı. Şüphe yok ki, şimdiki durum çok daha çelişkili. O döneme kıyasla şu anda o düzeyde bir çatışmanın olmadığı oldukça açık ama Chavez’in ve hükümetinin Amerikan emperyalizminin doğrudan ajanları olduğunu söylemek de mümkün değil. Venezuela’nın emperyalizmle tam bir anlaşma düzeyine sıçramamış da olsa, politik bağımsızlığını yitirme sürecinde oluğunu söyleyebiliriz. Mesela, Kolombiya ve FARC’la ilişkisine bakacak olursak, Venezuela’nın politikasında bir değişim olduğunu ve Kolombiya’nın Santos hükümeti gibi emperyalizmin doğrudan ajanı olan bir hükümetle anlaşma yoluna gitmeye başladığını ve FARC gerillalarını bu hükümetin eline teslim ettiğini görüyoruz. Ama öte yandan, örneğin, İran’ı açıkça destekleyerek emperyalizmin emirlerine meydan okuyor ve yine Venezuela, İsrail’le ilişkilerini kesip Filistinlileri destekleyen ve Arap olmayan birkaç ülkeden biri. Venezuela’nın bağımsız ülke olmanın özelliklerini taşımaya devam ettiğini ama bu özelliklerini yitirmeye başladığı bir aşamaya girdiğini söyleyebiliriz. Bu süreçte Chavezcilik, bütün burjuva milliyetçi akımların (Arjantin’deki Peronizm, Meksika’daki PRI, Peru’daki APRA veya Mısır’daki Nasırcılık gibi sonunda emperyalizmin doğrudan ajanlarına dönüşen) izlediği yolu takip etmeye devam ediyor. Chavezcilik henüz bu dönüşümü tamamlamış değil ama bu yolda ilerliyor. Chavezciliğin emperyalizmle büyük çatışmalar yaşadığı bir dönemden geçmiyoruz, yıllardır emperyalizmle müzakere içinde fakat politik sürtüşmeler yaşanmaya da devam ediyor. Chavez yönetimi işçi ve emekçi düşmanı politikalarla giderek daha fazla sağa kayarken bizim taktiklerimiz açısından önemli olan, 12 yıldan fazla bir süredir iktidarda olan hükümet altında, ülkenin bağımsızlığı niteliğinin evrimi ve hükümetin emperyalizmle yaşadığı sürtüşmelerin yerini daha fazla müzakerenin almaya başlamasıdır. Öte taraftan, Venezuela’yı bağımsız bir ülke olarak tarif ediyor olmamız akımımızın, UIT-CI’nin ve Venezuela seksiyonunun Chavez hükümetine politik destek verdiği anlamına gelmiyor. Böyle bir şeyi asla söylemeyiz fakat LIT ve diğer sektlerden farklı olarak, emperyalizmin doğrudan ajanı olan ve kitleler arasında çoğunluk desteği bulunmayan hükümetlere karşı geliştirdiğimiz taktiklerden farklı taktikler geliştiririz. Morales ve Chavez hükümetlerine olan tavrımız; Moreno’nun tarifiyle; “tutarsız oldukları için onları eleştirmek, karşı devrimci yüzlerini kitlelere ve önderliklere teşhir ederken (bu hükümetleri) bağımsızlığı koruyacak ve ilerletecek devrimci önlemleri almaya zorlamak...” (Correo Internacional, Haziran 1986). Fakat Chavez yönetimi karşısında taktiklerimizi geliştirirken, bu ülkenin bağımsız olup olmadığını değil işçilerin ve halkın desteğini bir kriter olarak aldık ki; Chavez iktidarının ilk döneminde yaygın bir kitle desteğine sahipti. 2006–07 yıllarından itibaren işçi sınıfına dönük saldırılarını derinleştirmesi ve son yıllarda kitlelere karşı baskıcı politikalarını ilerletmesiyle beraber Chavez yönetimi halk desteğini yitirmeye başladı ve 90

Sosyalist Düşünce Dergisi


emekçi kitlelerin önemli bir kesimi Chavez’den kopmaya başladı. Bunun sonucunda, Chavez ve PSUV’a yönelik daimi sınıfsal muhalefet politikamızda bir taktik değişikliğine giderek, hükümete karşı taleplerden çok eleştiri çizgisini ön plana çıkarmaya başladık. 6.6. Tüm dünyada protestoları, grevleri, ayaklanmaları ve devrimleri yöneten binlerce yeni savaşçı ortaya çıkıyor. Bunlar yeni bir devrimci önderliğin inşasının ve gelişiminin hammaddelerini oluşturuyor. Arap devrimlerine önderlik eden, Suriye’de diktatörlüğe karşı mücadelede hayatlarını veren, Öfkeliler hareketi dâhilinde binlerce kişi olarak seferber olan ve sendikal bürokrasilere karşı mücadele eden devasa bir işçi sınıfı ve gençlik hareketi öncüsü açığa çıkıyor. Bu mücadeleci yeni kuşak Mübarek ve Kaddafi’nin yenilmemesi için uğraşan Chavez ve Fidel Castro’nun veya Müslüman Kardeşler’in emirlerini dinlemiyor. Onlar için belirleyici olan seferbelik, meclisler ve taban demokrasisi; yukarıdan gelen emirler değil. Bu Stalinizm-sonrası döneme özgü bilinçlerde karmaşanın olduğu ve Troçkist hareketin zayıflığıyla malul olduğu bir dönem. Troçkist hareketin zayıflığı, öncünün bilinçli bir şekilde sürekli devrim programını benimsemesini ve bir işçi hükümeti için mücadele etmesini engelliyor. Ama aynı zamanda, bu uluslararası öncünün kitleselliği ve mücadeleci tutumu, ihtiyacını duyduğumuz devrimci partilerin inşasında, devrimcilerin bu kesimlerle bağ kurabilmesi fırsatını yaratıyor. Nesnel olarak, mücadele halindeki binlerce ve binlerce devrimci şu ana dek örgütlü bir devrimci mücadele yolunu seçmemişlerse de, bunun gerçekleşme ihtimaline karşı açık ve hazırlıklı olmalıyız. 6.7. Oluşan bu yeni öncüyle birlikte, artık mücadelede yalnız değiliz. Fakat, geleneksel aygıtları reddeden ve taban örgütlenmelerini benimseyen bu yeni öncü, çeşitli kesimlerden oluşuyor; olumlu olarak kapitalizm ve sistem karşıtlığından başlayan fakat, parti karşıtlığına ve yatay örgütlenme savunuculuğuna (horizontalizm) dek uzanan bir yelpaze söz konusu. Bu arada bürokratik aygıtlar yok olmuş değil, kendilerini bu hareketler içerisinde yeniden üretmeye çalışıyorlar. Örneğin, İspanya’daki Öfkeliler hareketi meclislerinde, reformist bir önderlik kitleyi etkisi altında tutma çabasında, aynı zamanda anarşist kesimler de güçlerini artırma peşinde. Dolayısıyla, devrimci sosyalistler olarak somut politikalar geliştirmemizi gerektiren bir önderlik mücadelesi söz konusu. Bu mücadelede aynı zamanda, Troçkizm’in sekter ve revizyonist (Birleşik Sekreterlik ve seksiyonları gibi) kesimlerini de kapsayan oportünist akımlarla karşı karşıya gelmekteyiz. Revizyonistler harekete girdiklerinde onun önderliğine de teslim olurken sekterler, yalnızca kendi sektlerinin devrimci olduğunu iddia eden propagandizmleriyle, tüm eylem birliklerinin karşısında yer almaktalar. Bu bağlamda, hareketlerin önderliklerden bağımsız ve ayırt edici eylem birliği taktikleri geliştirmek kilit önem taşıyor. 6.8. Devrimci partilerin inşasında görevlerimiz ve yönelişimiz Somut politika ve taktikleri hayata geçirerek partiler inşa etmemiz gerekiyor. Grevler, halk ayaklanmaları, öğrenci veya gençlik mücadeleleri ya da seçim süreçleri gibi sınıf mücadelesinin yarattığı imkânları değerlendirmek zorundayız. Seçimlerde çekimser tutumlara (abstentionism) karşı mücadele etmeli, farklı alanlarda (sendikal, politik, demokratik, anti-emperyalist, anti-kapitalist) eylem birliği taktikleri geliştirmeli ve seçim dönemlerinde solun birliği (Arjantin’den Sol Cephe örneğinde olduğu gibi) taktiklerini hayata geçirmeye çalışmalıyız. Her bir durumda inisiyatifler ve örgütsel taktiklerle partiler ve öncü arasında örgütsel köprüler oluşturmak gerekiyor, örneğin gençliğin veya kitlelerin geniş sendikal gruplarını kurmak gibi, tıpkı Brezilya’daki Unidos pra Lutar [Mücadelede Birlik], Venezuella’daki C-CURA [Sınıf Mücadeleci, Birleşik, Devrimci, Özerk Akım] örneklerinde olduğu gibi. Halk cepheci ve İslamcı hareketlerden doğabilecek kopuşlara ve politik BAHAR | 2013 -

91


yeniden örgütlenme süreçlerine açık olmalıyız. Örneğin Bolivya’da, Morales’in partisi MAS’tan yaşanan kopuşların ardından, COB [Bolivya İşçi Merkezi - Ülkenin en büyük ve tarihsel işçi sendikası] tarafından da onaylanan, “işçilerin politik partisi”nin inşası çağrısında bulunuyoruz. Akımımız devrimcilerin yeniden-kümelenme süreçlerine, Morenizm veya genel olarak Troçkizm’den gelen akımlar da dâhil olmak üzere, açıktır. Bu bağlamda, Birleşik Devrimci Cephe taktiği (Venezuela’da Paso ve USI’nin birleşme deneyiminde görüldüğü gibi - UIT’in Venezuela seksiyonu USI ile Maoizm’den kopan Paso’nun birleşmesi kastediliyor- ç.), yani devrimcilerin devrimci bir parti ve ortak bir enternasyonal örgütte birliğini sağlama taktiği giderek önem kazanabilir. Avrupa’da işçi ve gençlik mücadelelerinin artan yükselişi ve bunun Arap devrimiyle olan ilişkisi ve bölgenin dünya devriminin gelişimi açısından artan stratejik önemi; güçlerinin büyük kısmı Latin Amerika’da olan UIT-CI için, Avrupa kıtasına ve oradaki devrimci örgütlerle ilişkileri ve politik fikir alış-verişine ayrıcalıklı önem vermenin gerekliliğini bir kez daha ortaya koyuyor. Bu yönde çabaların geliştirilmesi önemli sonuçlar doğurabilir. Bölüm 7. Yirmi birinci yüzyılda devrimci program 7.1. Krizin faturasını işçiler ve halklar değil, kapitalistler, bankalar, multimilyonerler ödesin. IMF’nin tasarruf önlemlerine ve bunları uygulayan sermaye yanlısı hükümetlere hayır! Yunanistan’da ve diğer ülkelerde dış borç ödemelerine hayır, hükümetler bu kaynakları ücretleri ödemek ve herkese iş vermek için kullansın! İşsizliğe son, ulusal istihdam planları; işsizlik sigortası; eşit işe eşit ücret; işten çıkarmalara ve ücret kesintilerine son! Sağlıkta ve eğitimde bütçe kesintilerine hayır! Krizin faturasını bankerler ödesin, işçilerin denetimi altında bankaların ve dış ticaretin millileştirilmesi! Özelleştirmelere hayır! Tüm işletmelerin ve doğal kaynakların işçi kontrolünde yeniden devletleştirilmesi! 7.2. Mücadele eden Arap halklarına destek. Suriye'de diktatörlük aşağı! Emperyalist müdahaleye hayır!. Suriye halkına destek. Arap Devrimlerinin Tunus, Libya, Mısır'da genişlemesi için işçiler ve gençlik lehine tüm bankerlerin mülksüzleştirilmesi. Diktatörlük rejimindeki tüm katillerin yargılanması ve cezalandırılması. Bağımsız ve adil Kurucu Meclis. Filistin halkını destekleyen bir işçi hükümeti. Siyonist devlete son. Laik, demokratik, ırkçı olmayan tek bir Filistin devleti. 7.3. Emperyalist birlikler Afganistan’dan dışarı! İran’a dönük ticari ambargoya ve İsrail’in savaş tehditlerine son! BM’nin mavi berelilerinin Haiti, Kıbrıs, vd. yerlerdeki tüm ‘insani’ müdahalelere hayır! Küba’daki abluka kaldırılsın! ABD Porto Riko’dan defol! Guantanamo, Malvinas, Kanarya, Ceuta, Melilla ve Cebelitarık’tan İngiliz, Amerikan ve İspanyol emperyalizmi dışarı! 7.4. Doğal kaynakların çok uluslu maden şirketleri tarafından yağmalanmasına son! Maden çıkarmak adına doğanın tahrip edilmesine hayır! Peru, Arjantin, Şili’deki halkların maden şirketlerine karşı taleplerini destekliyoruz. Nükleer enerji merkezlerine karşı yapılan gösterileri destekliyoruz. 7.5. Kapitalist tasarruf önlemlerine karşı Avrupa’da ve tüm dünyadaki grevlere, Öfkeliler hareketinin ve gençliğin seferberliklerine destek. Sendikal bürokrasilerin mücadeleleri boykot etmesine karşı, mücadelelerin tabandan birliği ve koordinasyonu!

92

Sosyalist Düşünce Dergisi


7.6. Protestoların suç unsuru haline getirilmesine hayır! Devrimcilerin ve işçi önderlerinin katledilmesine son! Sendikaların hükümetlerden ve devletten tam bağımsızlığı için ileri! 7.7. Tüm ülkelere işçi demokrasisi ve demokratik haklar için mücadele. Devrimci seferberliklerin ilerletilebilmesi için kitlelerin özörgütlerinin güçlendirilmesini savunuyoruz. Diktatörler defolun! Sansüre, örgütlenme ve ifade özgürlüklerine saldırılara son! Bürokratik sendikal önderlikler defolun, sınıfçı ve mücadeleci yeni sendika önderlerinin önü açılsın. Tabanın karar verebilmesi için işçi, öğrenci, mahalle ve halk meclisleri! 7.8. Çin’de kapitalist diktatörlük devrilsin! İşçilerin ve gençliğin mücadelelerine destek, grev ve gösteri hakkı, bağımsız sendika, öğrenci örgütleri ve siyasi parti kurabilme hakkı, ifade özgürlüğü, sanatta ve basında her türlü sansüre son, özgürce internet ve sosyal medya kullanabilme hakkı. 7.9. Küba’da, Küba Komünist Parti’nin diktatörlük rejimine karşı, işçilerin, köylülerin ve gençliğin bağımsız örgütlenme ve gösteri hakkını savunuyoruz; işçilerin ücretlerini özgürce tartışabilme hakkı, 10 veya 15 dolarlık ücretlerin “yukarıdan” belirlenmesine son, ikili para sistemine son; zenginler ve fakirler için ayrı ayrı dükkânlara, uygulamalara son; kapitalist karma işletmelere hayır; Küba halkı için tam özgürlük; Miami’deki sağ kanat Kübalılara ekonomik ve politik imtiyazlara hayır! Küba’da işçi ve halk hükümeti ve yeni bir sosyalist devrim için! 7.10. “İşçilerin kurtuluşu kendi eserleri olacaktır”. Bu eski Marksist vecize bugün her zamankinden daha fazla doğru. Chavez’in sahte 21. Yüzyıl Sosyalizmi’ne hayır! Bizler, işçiler, gençlik ve halk için Sosyalizmi demokrasiyle hayata geçirecek bir işçi ve halk hükümeti için mücadele ediyoruz. Devrimci seferberliklerde, işçilerin, gençlerin ve halkın ikili iktidar örgütlerinin ilerletilmesi çağrısında bulunuyoruz. Çünkü kitlelerin ikili iktidar organları üzerinden yükselecek bir hükümet, tüm dünyada kapitalizm tarafından tetiklenen sosyal krizin üstesinden gelerek, gerçek Sosyalizm’in yolunda ilerleyebilir. Bölüm 8. Devrimci partilerin ve devrimci bir Enternasyonal’in inşası için UIT-CI stratejik görevin, emekçilerin seferberliğini işçi ve halk iktidarı perspektifi dâhilinde ilerletmek ve devrimci önderlik krizinin üstesinden gelmeye katkıda bulunmak olduğunu teyit eder. Bu görev ise, Geçiş Programı’na yani Dördüncü Enternasyonal’in programına bağlı devrimci partilerin ve kitlelerin devrimci bir enternasyonalinin inşasından geçiyor. UIT-CI güçlerini bu devasa göreve adamaktadır. Kendinden menkul açıklamalarla bu görevin tamamlandığını ilan etmeden, tersine, yeni sendikal ve politik süreçlere, yeni gruplaşmalara ve sosyalist devrimci önderliğin inşası çabasında olan kesimlere açık bir şekilde bu göreve katkıda bulunmak istemektedir. Devrimcilerin birleştirilmesi yani birleşik devrimci cephe taktiği, bürokratik önderliklerin ve reformist aygıtların krizde olduğu bu dönemde, bütün ülkelerde, demokratik merkeziyetçilik temelinde devrimci partilerin inşası için hayati bir önem taşıyor. Kuruluşundan itibaren UIT-CI, başarılarıyla ve başarısızlıklarıyla birlikte, devrimci partilerin ve enternasyonal bir örgütün inşası için mücadele ediyor. Bunun için de, başından itibaren, Latin Amerika’da ve Avrupa’da, devrimcilerin birliğini hayat geçirmenin yollarını arıyor.

BAHAR | 2013 -

93


Devrimcilerin birliğini sağlama doğrultusunda, dünya sosyalist devriminin bugünkü aşamasında, devrimci hedefleri sentezleyen bir asgari devrimci program sunuyoruz. Devrimcileri birleştirebilmek için Asgari Devrimci Program: 1. Tüm dünya düzeyinde emperyalizme ve hükümetlerine karşı gelişen tüm işçi, köylü, öğrenci, yerli ve halk hareketlerine destek. 2. Tüm çok uluslu şirketler, bankalar ve kapitalistler mülksüzleştirilmeli. 3. İşçi sınıfının politik bağımsızlığı için mücadele ediyor, burjuva hükümetlere desteğe hayır. 4. Sendikaların hükümetlerden ve devletten bağımsızlığı için. 5. İşçi sınıfının ve seferberlik halindeki yığınların demokrasisi için. 6. İşçi sınıfının kurtuluşu onun kendi eseri olacaktır. İşçi ve halk hükümetleri için savaşalım. 7. Devrimci bir Enternasyonal ve her ülkede devrimci partilerin inşası için. 8. İşçi ve halk demokrasisinden beslenen bir Sosyalizm için görev başına bilme hakkı tanınsın. Mart 2012

94

Sosyalist Düşünce Dergisi


BAHAR | 2013 -

95


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.