Mt no 1

Page 1

marksist tutum enternasyonalle kurtulur insanlık

Enternasyonalle Kurtulur İnsanlık

Nisan 2005

• Irak’taki emperyalist savaş • Neden işçi sınıfı?

1

• AB süreci ve burjuvazi içindeki çatışma • Enternasyonalle kurtulur insanlık • Newroz ve Karayüzlerin şoven harekâtı


Çıkarken D

ünya çapında büyük bir toplumsal bunalım mayalanıyor. Genel bunalımın işaretlerini hemen her alanda görmek mümkün. Zenginlik giderek daha az sayıda elde yoğunlaşırken diğer kutupta sefaletin safları görülmemiş ölçüde kalabalıklaşıyor. Bir yanda refah diğer yanda mahrumiyet artıyor. İşçi sınıfı ve diğer emekçi sınıflar üzerindeki ekonomik, sosyal ve siyasal baskı şiddetleniyor. İşsizlik artıyor, çalışma koşulları ağırlaşıyor, geleceğe yönelik güvensizlik hissi kahredici biçimde büyüyor. İşçi sınıfının uzun mücadeleler ve ağır bedeller sonucu elde ederek insanlığa mal ettiği ekonomik, sosyal ve demokratik kazanımlar yavaş yavaş ortadan kaldırılıyor. Buna paralel olarak otoriter ve militarist eğilimler dünya çapında güç kazanıyor. Ahlâki ve kültürel yozlaşma eşi görülmemiş boyutlara varmış durumda. Bir yanda tüm dünya toplumunu birbirine bağlayan ve yaklaştıran nesnel olanaklar geliştiği halde, diğer yanda etnik, dinsel, mezhepsel vb. düzeylerde ayrışma ve kutuplaşma yaşanıyor. Tüm bunlara eşlik eden ve gezegen üzerindeki canlı hayatı tehdit eden ekolojik kriz alâmetleri de cabası. Bu tablonun temel bir bileşeni olarak, yaklaşık çeyrek yüzyıldır dünya kapitalist sınıfı hücumda ve dünya işçi sınıfı ile sosyalist hareket de ricat halinde. Kısmi ya da geçici çıkışlar bir yana bırakılırsa genel tablo budur. Uzun süredir mayalamakta olan bunalım, yüzyıl önce ortaya konmuş ikilemi daha yüksek bir düzeyde yeniden gündeme getiriyor: ya sosyalizm ya barbarlık! Sistemin genel bunalımı tüm insanlığı bu tarihsel kavşağa bir kez daha getirmiş durumda. Ancak bir yandan barbarlığın dinamikleri böyle doludizgin işlerken, insanlığın kurtuluş mücadelesinin dinamikleri de yavaş yavaş kendini tekrar göstermeye baş-

lıyor. Ruhlarını düzene satmış miyopların iddiasının aksine, işçi sınıfının mücadele potansiyeli hiç de yitip gitmiş değil. Özellikle Latin Amerika’nın bir dizi ülkesinde son yıllarda yaşanan halk ayaklanmaları ve oluşan devrimci durumlar işçi sınıfının mücadele potansiyelinin tükenmeyen bir kaynak olduğunu gösteriyor. Ancak asıl sorun bu noktadan sonra başlıyor, çünkü bize tarihsel iyimserliğimizi veren bu kaynak, temel meseleyi çözmeye yetmiyor. Bu enerjinin uçup gitmemesini sağlayacak bir pistona ihtiyaç var: devrimci önderlik! “İnsanlığın krizi önderlik krizine indirgenmiştir” sözü gerçekliğin yalın bir anlatımı olarak güncelliğini hissettiriyor. İşçi sınıfının dünya çapında devrimci önderliği inşa edilmedikçe, yaşanacak daha nice devrimci kalkışmaların sonuçsuz kalması mukadder. Bu bakımdan Lenin’in yüzyıl önce “Ne Yapmalı?” sorusuna verdiği cevap, bugün yirminci yüzyıl tarihinin en büyük dersi olarak karşımızda duruyor. Marksist Tutum’un çizgisini belirleyecek olan temel düstur da işte bu büyük tarihsel ders olacaktır. Bu bakımdan Marksist Tutum dünya çapında önderlik krizinin ancak bu büyük tarihsel ders ışığında çözülebileceğine inanmaktadır ve büyük, aceleci laflar etmenin cazibesine kapılmaksızın bu yolda inatçı bir köstebek gibi canla başla çalışma azmindedir. Bunun en temel şartını ise net ve doğru görüşlere dayanan bir perspektife sahip olmak olarak görüyoruz. Çabamız böyle bir perspektifin dünyada ve yaşadığımız coğrafyada etkin bir güç haline gelmesi içindir. Okurlar bu perspektifi oluşturan öğeleri şüphesiz derginin tüm yayın hayatı boyunca görecekler. Bu ilk sayımızda yer alan Temel Görüşlerimiz başlıklı metinde bu öğeler topluca sunulduğu için burada bunları ayrıca belirtme

1


marksist tutum

gereği duymuyoruz. Ancak bunlar içinde burada özellikle vurgulama ihtiyacını duyduğumuz bir tanesi var ki, o da perspektifimizin temel direği olarak gördüğümüz enternasyonalizm ilkesidir. Bu yayının sayfalarında, Türk solunun hücrelerine sinmiş ve her fırsatta başını gösteren milliyetçi eğilimlere zerrece taviz vermeyen, uluslararası işçi hareketinin devrimci ilke ve geleneklerine yakışan katıksız bir proleter enternasyonalist ruh yaşayacaktır. Milliyetçiliğin yükselme eğiliminde olduğu ve “yurtseverlik” türü kavramlarla muhtemelen daha da güçlenip sol bir kisveye büründürüleceği bir sürece girdiğimiz şu yeni dönemde, kararlı bir enternasyonalist duruş giderek daha güncel ve acil bir önem kazanıyor. Zira ne yazık ki bizim topraklarda sosyalizm, komünizm, Marksizm adına mangalda kül bırakmayanlar, Komünist Manifesto’nun Eskinin yanlışlarından arınmanın temel bir boyutu, tam da küllendirilmeye çalışılan eskinin olumlu değerlerini yeniden üretmektir. Ne yazık ki kuşaklar arasında büyük bir kopukluk yaşanmıştır ve bunun en vahim sonuçlarından birisi büyük bir ciddiyet bunalımı olarak boy göstermiştir. O nedenle Marksist Tutum, tarz-tutum-stil sorununa büyük önem vermektedir. İşçi sınıfı hareketi ve duyarlı gençlik kesimlerinin içinde devrimci bir çekim odağı ve otoritenin yeniden oluşması, şüphesiz başka birçok faktörün yanı sıra, bu ciddiyetin yeniden tesis edilmesinden geçiyor. “proletaryanın vatanı yoktur” şiarı karşısında binbir dereden su getirip kem küm ediyorlar. Enternasyonalizm ilkesini özellikle vurguluyoruz, çünkü yukarıda bahsettiğimiz gerileme ve yenilgi sürecinin en temel özelliklerinden birisi, bu ilkenin uzun yıllar boyunca arsızca çiğnenmiş ve içinin boşaltılmış olmasıdır. Diğer taraftan dünya çapındaki bu gerileme sürecinin Türkiye’deki izdüşümü ise, birtakım özel etmenlerin bir araya gelmesiyle çok daha ağır oldu. Bu nedenle Türkiye’de sol hareketin krizi de katmerli olmuştur. Dünya çapındaki gerileme, Türkiye’de ağır bir askeri darbeyle ifade bulmuştur. Faşist nitelikli bu darbe tüm işçi hareketini ve sosyalist hareketi bir silindir gibi ezmiştir. Bunun üstüne bir de Stalinist bürokratik diktatörlüklerin 10 yıl sonraki çöküşü, tüm eğitimini Stalinist tahrifat okulunda almış Türkiye solu için ikinci bir balyoz darbesi oldu. Bu katmerli yenilgi süreci, ideolojik belkemiği zaten zayıf olan solun saflarında tam bir tasfiyeci dalgaya yol açtı.

2

Nisan 2005 • sayı: 1

Oysa bu girdaptan sağlıklı bir çıkışın ilk ve temel adımı, geçmişe yönelik gerçek anlamda devrimci bir muhasebe olmalıydı. Ne yazık ki bu pek yapılmadı. Geçmişin muhasebesinden kaçanların ya da bu konuda yarım yamalak, kaçamak tutumlar sergileyerek zevahiri kurtarmaya çalışanların, yeni bir yükselişe katkıda bulunmaktan ziyade köstek olmaları daha yüksek olasılıktır. “Muhasebeye gerek yok, işimize bakalım” aymazlığına kapılanların sonu hüsran olmuştur, olacaktır. Tahribat büyüktür, bunu hafife alanlar yanılmaktadır. Geçmişteki devrimci atmosferin, düzenin pisliğine karşı oluşturduğu panzehir ve bunun arındırıcı etkisi şimdi mevcut olmadığı için, her türlü laçkalığın ve liberal tutumun sol safları sardığının bilincine varmak gerekiyor. Birçok durumda önümüze çıkan sert radikal söylem de bizi aldatmamalı. Gerçekte bu söylem genellikle altta yatan derin inançsızlığın ve laçkalığın üzerini örtmektedir. Bu nedenle yeni bir dirilişin temel ayaklarından birini, yeni bir devrimci Marksist kültür ve tabir caizse terbiye inşa etmek oluşturuyor. Bu noktada, eskinin yanlışlarından arınmanın temel bir boyutu, tam da küllendirilmeye çalışılan eskinin olumlu değerlerini yeniden üretmektir. Ne yazık ki kuşaklar arasında büyük bir kopuşkluk yaşanmıştır ve bunun en vahim sonuçlarından birisi büyük bir ciddiyet bunalımı olarak boy göstermiştir. O nedenle Marksist Tutum, tarz-tutum-stil sorununa büyük önem vermektedir. İşçi sınıfı hareketi ve duyarlı gençlik kesimlerinin içinde devrimci bir çekim odağı ve otoritenin yeniden oluşması, şüphesiz başka birçok faktörün yanı sıra, bu ciddiyetin yeniden tesis edilmesinden geçiyor. Bu çabanın çabuk sonuç vereceği beklentisi içinde değiliz, önümüzde sabır ve inatla dolu uzun bir çalışma perspektifi var. Esasen kırılması gereken en kötü alışkanlıklardan birisi, neredeyse yirmi yıldır Türkiye solunun iliğini kemiren bu çabuk ve kolay başarı beklentisidir. Sınıf mücadelesinin kirine pasına elini bulaştırmaktan ve uzun soluklu, sebatlı bir çabaya girişmekten imtina edenler, yirmi yıldır o proje senin bu platform benim dolaştıkları halde ortaya pek iç açıcı bir sonuç çıkmadığını acaba idrak edebiliyorlar mı? Bu noktada bir kez daha ciddiyete davet etmekten ve tarihin hiçbir zaman zorlu sorunların çözümü için kestirme yollar sunmadığını hatırlatmaktan başka elden ne gelir. Marksist Tutum gökten zembille inmiyor, uzun ve zorlu bir yoldan gelerek işçi sınıfı hareketi içinde gerçek anlamda Marksist bir damar açma çabasını ilerletmeyi hedefliyor. Marksist Tutum’un, özellikle kendisini milliyetçilikten ve reformizmden arındırmayı başarmış, geçmişin derslerini hazmetmiş yeni bir Marksist işçi ve gençlik kuşağının şahsında muhatabını bulacağına varlığımızın tüm gücüyle inanıyoruz. 


Temel Görüşlerimiz • İnsanlığın kurtuluşu sosyalizmdedir. Sosyalizmin dünya ölçeğinde örgütlenebilmesinin nesnel koşulları mevcuttur. İnsanlığı bir yıkıma sürükleyen uluslararası kapitalizme son verebilme yeteneğine ve olanaklarına sahip gerçekten devrimci tek sınıf proletaryadır. • Sosyalizm, yerel ya da ulusal ölçekte değil, ancak dünya ölçeğinde inşa edilebilecek sınıfsız ve devletsiz bir toplumdur. Tarihsel deneyim, Stalinizmin yerleştirdiği “tek ülkede sosyalizm” sözde teorisinin ve onun pratikteki ifadesi olan “ulusal sosyalizmin” gerici bir ütopya olduğunu kanıtlamıştır. • Ekim devrimiyle kurulan işçi iktidarı, Stalin önderliğindeki bürokrasinin çeşitli aşamalardan geçerek yürüttüğü bir karşı-devrim sonucunda yıkılmış ve yerine despotik-bürokratik bir rejim kurulmuştur. • SSCB ve benzerlerinde çöken, sosyalizm ya da işçi devleti değil, despotik-bürokratik rejimlerdir. • Kapitalizm reformlar yoluyla ıslah edilemez ve sosyalist topluma dönüştürülemez. Proletaryanın zaten bağımsız bir rol oynayamayacak denli cılız olduğu istisnai gerilikteki bazı ülkeler bir yana bırakılacak olursa, aslında tüm ülkeler için işçi iktidarı mümkün ve savunulması gereken hedeftir. Bu hedefin önüne dikilecek farklı siyasal iktidar aşamaları anlayışı reddedilmelidir. • Proleter devrim sürekli devrimdir. Dünya proleter devriminin ilerleyebilmesi ve işçi iktidarlarının yaşayabilmesi için, esas olarak ileri kapitalist ülkelerde peşpeşe kazanılan zaferlere ihtiyaç vardır. Kapitalizm özellikle ana merkezlerinde vurulmadıkça yıkılamaz. • İşçi devleti bürokrasisiz bir devlettir, yani işçi sınıfının kendisini doğrudan demokrasi olarak örgütlemesidir. Konseyler, sovyetler biçiminde örgütlenmiş işçilerin doğrudan demokrasisine dayanmayan ve onların fiili egemenliğini yansıtmayan bir iktidar kendisine ne ad verirse versin, gerçek bir işçi devleti olamaz. • Proleter devrim tek ülkede uzun süre yalıtık kalırsa, devrimci işçi iktidarının yıkılması ve geçiş döneminin son bulması kaçınılmazdır. • Kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizm, mali sermayenin dünya çapında egemenliğidir. Kapitalizmin yeni ya da farklı bir evresiymiş gibi sunulan küreselleşme, gerçekte uluslararası bir sömürü sistemi

olan emperyalizmden başka bir şey değildir. Emperyalizm çağında siyasal bağımsızlığını kazanmış, yani kendi burjuva ulus-devletini kurmuş az ya da orta derecede gelişmiş kapitalist ülkelerin sömürge, yarısömürge ya da yeni-sömürge kavramlarıyla ifade edilmeleri kesinlikle yanlıştır. Anti-kapitalist mücadeleden bağımsız bir anti-emperyalizm söylemi, ulusalcılığı savunan burjuva ve küçükburjuva siyasetlerin göz boyamacılığıdır. Emperyalist ülkelerin nüfuz alanlarını yeniden paylaşmak amacıyla çıkarttıkları savaşlar haksız savaşlardır. Bu tür savaşlar karşısında takınılacak doğru tutum, diğer ülkenin burjuvazisine karşı “kendi” burjuvazisinin savaşını desteklemek, onunla aynı cephede bir “ulusal” savaş yürütmek değil, emekçi kitleleri proleter devrim doğrultusunda seferber etmektir. Ezilen ulusun ulusal bağımsızlık mücadelesi temelinde gelişen ulusal kurtuluş savaşları devrimci proletaryanın desteklediği haklı savaşlardır. Ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkı, özünde ayrı devlet kurma hakkıdır. İşçi sınıfı her türlü toplumsal eşitsizliğe ve baskıya karşı çıkar. İşçi sınıfının devrimci programı ezilen cinsin haklarını savunur ve doğanın kapitalist sistem tarafından tahribine karşı mücadeleyi içerir. Tüm bu sorunların üstesinden gelebilecek yegane araç proletaryanın devrimidir. Kapitalizm altında sendikalar işçi sınıfının en önemli kitle örgütleridir. Sendikaları yeniden mücadeleci kitle örgütleri düzeyine yükseltmek, mevcut sorunları bahane ederek sendikalardan kaçmakla değil, sorunların altında ezilmeksizin onları çözmek üzere mücadeleye atılmakla mümkün olabilir. İşçi sınıfının kurtuluşu ancak kendi eseri olabilir. Fakat sınıfın devrimci siyasal örgütlülüğünün sağlanabilmesi için, bu uğurda sınıf hareketi içinde yorulmak bilmeksizin çaba sarfeden ve Marksist teoriyle donanmış bir öncü örgütlenmeye ihtiyaç vardır. Proletaryanın kurtuluş mücadelesinin devrimci enternasyonalist içeriği doğru kavranıp buna uygun bir mücadele uluslararası düzeyde örgütlenemezse, ulusal düzeyle sınırlı devrimci çabalar sonuçsuz kalacaktır. Yani proleter dünya devrimi bir enternasyonal olmaksızın düşünülemez.

3


Irak’taki Emperyalist Savaşın İkinci Yılı Sonuçlar ve Olasılıklar

Akın Erensoy Emperyalist savaş anaforu genişliyor Bugünkü emperyalist statüko sarsıldıkça, bölgedeki halklar uyanabilir ve savaş istemeden de olsa kitleleri anaforun içine çekebilir. Kapitalizmin itici gücü savaş, bir taraftan insanlığın tüm maddi ve kültürel güçlerini bir yıkımın eşiğine getirirken öte taraftan da, istemeden de olsa yeni gelişmelerin önünü açıyor. Bu, tarihte her zaman böyle olmuştur ve yine böyle olmaktadır. Gelişmelerin temelinde sınıflar savaşımı vardır. Zorunluluklar tesadüfler ile birleşerek ve birbirini etkileyerek bir bütün meydana getirirler. Savaşlar devrimlerin anasıdır der Marksist önderler. Her büyük savaş büyük gelişmeleri de beraberinde getirmiştir. Birinci Emperyalist Savaş, bu büyük yıkım aygıtı, Ekim 1917 Devrimine de hayat vermiştir. Ve bu devrimdir ki, emperyalist-kapitalist sistemi yörüngesinden çıkartarak tarihin gidişatını değiştirmiştir.

4

A

BD emperyalizminin Irak’ta başlattığı emperyalist savaşın üzerinden iki yıl geçti. 19 Mart 2003’ün şafağı sökmek üzereyken ABD savaş makineleri Irak halkının üzerine bombalar yağdırmaya başlamıştı ve bu aynı zamanda gelecekte yaşanacak büyük savaşların da habercisiydi. Bu iki yıl içinde birçok şey değişmekle kalmadı, daha büyük değişimlerin de öncülleri yaratıldı. Yangın bir yandan tüm Ortadoğu’yu sarma yolunda sıçrama yapmış, diğer yandan da hem emperyalistler arası güç dengelerindeki sarsıntıyı daha ileriye taşımış hem de yerel ve bölgesel güçler planında önemli değişimler yaşanmıştır. Tüm bu sürecin başlangıç noktası emperyalistler arası tepişmedir ve tetiği çeken de, SSCB’nin çöküşüyle birlikte oluşan yeni dünyada hakimiyetini koruma ve güçlendirme telaşında olan ABD emperyalizmidir. ABD emperyalizmi ya elindeki tarihsel fırsatı kullanacak ve gücünü koruyacak veya İngiliz emperyalizminin yaşadığı sonu yaşayacak, emperyalist hiyerarşideki konumu ve siyasi nüfuzu zayıflayacaktı. Bu nedenle ABD emperyalizmi tarihsel gidişata önsel-iradi müdahale yolunu seçmiştir. Unutmamak gerekir ki, dünya burjuvazisinin yaşadığı deneyimler yok olup gitmemekte, tarihsel deneyimler burjuvazinin kolektif bilincine kaydedilmektedir. Bugüne kadar yaşanan tüm savaşlar ve iki büyük emperyalist savaş, ABD emperyalizmine muazzam bir deneyim sunmaktadır. Bu deneyimler, ABD emperyalizmine, “rakiplerin güçlenmeden onların gelişmesini durdur” yaklaşımının ne derece hayati olduğunu öğretmiştir. ABD emperyalizmi, daha rakip emperyalist ülkeler onun karşısına dikilecek güce ulaşmadan, “önleyici vuruş” hamleleriyle rakiplerini bertaraf etmek istemektedir. Burada ABD esas olarak elindeki muazzam askeri güce dayanarak hareket etmektedir. ABD emperyalizminin dünyayı şekillendirme operasyonu uzun yıllara yayılacak bir savaş anlamına geliyor. Dünyanın baştan aşağı


Nisan 2005 • sayı: 1

bir değişime uğraması ve “yeni bir dünya düzeninin” kurulması amacıyla ABD emperyalizmi uzun soluklu planlar hazırlamakla kalmamış, bunu hayata geçirecek askeri gücü de devreye sokmuştur. Nitekim bunu ifade eden de bizzat şu an savaşı yürüten Bush ve şürekası olmuştur. Bu ekibin önde gelenlerinden Rumsfeld, “Gerekirse savaş 15 yıl sürecek” demiştir. Amerikan tekelci finans-kapitali savaş programının uygulanması için Bush önderliğindeki Cumhuriyetçilere ikinci kez yetki verirken, Demokratlar şimdilik iç muhalefeti önlemekle görevlendirilmiştir. ABD finans oligarşisi savaş programını uygulayacak bir hükümeti işbaşına getirmekle kalmamış, bu hükümeti faşizan eğilimler taşıyan unsurlarla da donatmıştır. Bush, yetkilerini ilahi güçten aldığını söyleyecek kadar ileri giderken, ABD’de anti-demokratik yasalar çıkarılmakta, işçi sınıfına saldırılar adım adım ilerlemekte, toplum müthiş bir korku atmosferi içine sokularak tam anlamıyla terörize edilmektedir. ABD, nüfuz alanları üzerinde tek başına egemen olma hakkını istemekle kalmıyor, aynı zamanda, diğer emperyalist ve yerel güçlerin nerede ve nasıl yer alacağını da belirlemek istiyor. Bu, gerçekten de dünyanın jandarmalığına soyunmaktır. Fakat diğer emperyalist güçlerin ve dünyadaki sınıf mücadelelerinin buna izin verip vermemesinden bağımsız olarak, ABD emperyalizminin böyle bir amaçla başlattığı savaş büyük altüst oluşlara yol açacak bir değişime neden olacaktır, oluyor. Bu amaçla geliştirilen ve Kuzey Afrika’dan Güney Asya’ya kadar uzanan “Büyük

marksist tutum

Ortadoğu Projesi”nin hayata geçirilmesi için verilen emperyalist mücadele nelerin olabileceğine delildir. Petrol ve doğalgaz yataklarının yanı sıra, geniş yatırım alanları ve büyük bir ihraç pazarı da oluşturan bu devasa bölgedeki emperyalist kapışma, bölgeyi barut fıçısına döndürmüş bulunuyor. ABD emperyalizmi giriştiği savaşta küçümsenmeyecek mevziler kazanmıştır. Afganistan’da kısa zamanda gelen “zafer” ile rüzgârları arkasına alan ABD emperyalizmi soluğu Irak’ta almıştı. Irak’ın işgali ile birlikte ABD’nin arkasına aldığı rüzgârlar yavaşlamış olsa da, bu sadece bir duraklamadan başka bir şey değildir. Bununla birlikte, ABD emperyalizmi Irak’taki egemen sınıflarla anlaşmaktan ve kimi sivri çıkışları bizzat yine Iraklı egemen sınıflarca bastırmaktan geri durmamıştır. Mukteda Sadr’ın cüppesi, büyük Şii burjuvazisi tarafından çekilivermiştir. Sünni kesimlerin ve esas olarak da eski Baas Partisinde çıkarlarını ifade eden Sünni kesimin direnişi sürmesine karşın, bu direniş ilerici talepler ileri sürmediği gibi, genelleşerek bir ulusal düzeye de yükselememiştir. İşçi sınıfı örgütsüz ve dağınık olduğundan ABD emperyalizmine karşı öfkesini ya bastırmış veya gerici Şii ve Sünni burjuvazisinin kuyruğuna takılmıştır. ABD emperyalizmi, içerde Iraklı egemen sınıfları susturmak ve direniş odaklarının elini zayıflatmak, uluslararası düzeyde ise meşruiyet zeminini güçlendirmek amacıyla Irak’ta uzun süredir ertelenmekte olan seçimlerin önünü bunun tüm dalaverelere açmıştır. Seçimlerin yapılması ve bunu bölgesel güçler tararağmen gerek diğer emperyalist ve bö genel olarak onaylanfından gen gerekse de Kürtler ve ması gerek bizzat sürecin parçası Şiilerin biz olan yerel güçler tarafından benimsenmesi, uluslararası benimsenm ABD’nin elini güçarenada AB lendirmiş bulunuyor. ABD emperyalizmi işgale uluslaremperyalizm meşruiyet sağlamıştır. arası bir me Irak’ın, “BOP” çerBöylelikle Ir çevesinde, ABD emperyalizminin uzun vadeli yalizmini ları doğrultusunda çıkarla yeniden yeni yapılandırılmasında ya bir dönemeç b noktasından geçilmiştir. M Meselenin bir başk başka yanı ise ABD empery lizminin emperya demokr demokrasi havarisi pozların pozlarına girmesidir. “BOP” çerçevesinde

5


marksist tutum

girişilen topyekûn savaş, kimi alanlarda doğrudan doğruya silahların konuşması ile, kimi alanlarda ise ilgili ülkede oluşturulan bir muhalefet dalgasının mevcut iktidar üzerine basınç uygulamasıyla ve siyasi dengeleri ABD lehine değiştirmesiyle sonuçlanmaktadır. ABD emperyalizmi dünyadaki siyasi hükümranlığını koruyabilmek amacıyla ne gerekiyorsa yapmaya kararlıdır. Savaş, işgal, kendi çıkarlarını ABD’nin çıkarlarıyla örtüştüren burjuva kesimlere mali kaynaklar aktarılması veya “terörist” yöntemlerin kullanılması da dâhil olmak üzere, bir dizi araç devreye sokulmuştur. Rusya’nın geleneksel nüfuz alanlarına girmekten geri durmayan ABD, başarı da sağlamış bulunuyor. Gürcistan ve Ukrayna’da ABD emperyalizminin akıttığı mali kaynaklarla harekete geçirilen ve örgütlenen kitleler, Rusya yanlısı iktidarların devre dışı kalmasını sağlamıştır. Bu dizide başka ülkeler de bulunuyor. Geçerken belirtmek gerekir ki, oluşturulan hareket suni bir zemin üzerinde, ABD finans oligarşisi savaş programını uygulayacak bir hükümeti işbaşına getirmekle kalmamış, bu hükümeti faşizan eğilimler taşıyan unsurlarla da donatmıştır. Bush, yetkilerini ilahi güçten aldığını söyleyecek kadar ileri giderken, ABD’de anti-demokratik yasalar çıkarılmakta, işçi sınıfına saldırılar adım adım ilerlemekte, toplum müthiş bir korku atmosferi içine sokularak tam anlamıyla terörize edilmektedir. orta ve büyük burjuva kesimlerin oluşturduğu bir muhalefet dalgasıdır. ABD emperyalizmi nüfuz alanları üzerinde duran ve kendi denetiminde olmayan ülkeleri hegemonyasına almak amacıyla mali kaynaklar akıtmakla kalmıyor, harekete önderlik edecek kadroları da bizzat Washington’da, akademilerde yetiştiriyor. Ortadoğu ve Kafkasya’da ortaya konan ve şimdilerde diğer birçok ülkede gündeme getirilen iç muhalefetin örgütlenmesi taktiği, emperyalist hegemonya savaşının bir yönteminden başka bir şey değildir. ABD, emperyalist hegemonya savaşının bir parçası olan bu “halk” hareketlerine “kadife”, “turuncu” veya “gül” devrimi diyerek bilinçleri de bulandırıyor. Aynı yöntem şimdilerde Lübnan’da ve Moldova’da devreye sokuluyor. Eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin öldürülmesi bahanesini kullanan ABD emperyalizmi, içeride örgütlediği mülk sahibi sınıfların öncülüğünde kitleleri Suriye’ye karşı kışkırtmakta ve Hariri suikastını Suriye’nin üzerine yıkarak savaşı yaymanın bir kaldıracı olarak kullanmak istemektedir. Fakat bir gerçek var ki, ABD emperyalizmi giriştiği

6

Nisan 2005 • sayı: 1

savaşta, rakipleri karşısında daha elverişli bir konum elde etmiş bulunuyor. ABD’nin giriştiği emperyalist savaş dünyayı sarsmakta ve bugüne kadar var olan statükoları bozmaktadır. ABD’nin sistematik olarak bindirdiği basınç nedeniyle, birçok Arap devleti kendisini ABD’nin isteklerine cevap verecek şekilde yeniden organize etmeye başlamıştır. Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün gibi ülkeler “BOP” çerçevesinde ABD emperyalizminin ihtiyaçlarına cevap vermeye çalışıyorlar. Suriye Lübnan’daki askeri birliklerini geri çekme kararı almak zorunda kalıyor. Bu ülkelerdeki kastlaşmış siyasi yapıları yıkarak, kendi denetiminden çıkmayacak ve kapitalist gelişmenin derinleşmesinin önünü açacak yeni siyasi yapılar oluşturmak istiyor ABD. Nitekim Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün gibi ülkelerde sözümona burjuva parlamenter rejime geçmek için “reformlar” yapılıyor. Libya’nın asi çocuğu Kaddafi çoktan Bush’un dostu oluverdi. İran ve Suriye ABD emperyalizminin namlusunun ucunda. Uzak Asya’da Çin ile ABD karşı karşıya. Orta Asya’da Kırgızistan gibi ülkeler ABD’nin “devrimler” kuşağında yer alıyor. Ancak savaş, tüm dengeleri yıkmakla kalmaz, istemeden de olsa yeni gelişmelerin de önünü açar. ABD’nin bu bölgelere dengeleri değiştirmek üzere girmesine, diğer rakip devletler de sessiz kalmıyorlar elbette. Almanya ve Fransa gibi emperyalist devletler, ABD’nin peşinden koşmaya, ona yetişerek onu engellemeye çalışıyorlar. Emperyalistler arası yürüyen bu kavga tüm diğer kapitalist ülkeleri saflaşmaya itiyor. Öyle ki, ABD’nin bindirdiği basınca AB bile dayanamamakta ve Birlik içerisinde çatlaklar oluşmakta. Almanya ve Fransa AB içersindeki ülkeleri kendi yörüngelerinde tutmakta zorluk çekiyorlar.

Irak seçimlerinin gösterdikleri Irak’ta 30 Ocakta yapılan seçimler1 yürüyen emperyalist hegemonya savaşına ve bölgedeki dengelere yeni bir boyut getirmiş bulunuyor. Seçimlerin galibi Şiiler gözükürken, Kürtler aldıkları oyla denge hesaplarında belirleyici bir konum elde etmiş durumdalar. Esasında şimdiki tartışma, bir tarafta seçimlerle birlikte daha fazla uluslararası onay gören bir Irak’ın ABD emperyalizmine sunacağı avantajları, gelişecek beklenmedik olayların nasıl etkileyeceğine yöneliktir. Kerkük ve Sünniler gibi faktörler belirsizliği tetiklemekte ve gelecekteki bir iç savaşa ortam hazırlamaktadır. İç savaş ve direnişin yayılması genel bir hal alırsa, bu kuşkusuz dengeleri değiştirecek ve ABD’nin planlarını zayıflatırken diğer emperyalistlerin daha avantajlı bir konuma yükselmesine neden olacaktır. Ancak şimdilik, ABD Irak seçimlerinden uluslararası politik arenada güçlenerek çıkmış ve bunu hedef tahtasındaki Suriye ve İran’a daha fazla basınç bindirerek ortaya koymuştur. Kuşkusuz Irak’taki seçimler yeni belirsizlikleri de berabe-


Nisan 2005 • sayı: 1

Bir Kürdistan devletinin kurulması bölgedeki dengeleri köklü bir biçimde değiştirecek dinamikleri harekete geçirecektir. Türkiye, İran ve Suriye’nin amansızca bir Kürt devletine karşı çıkmasının nedeni, bölgedeki dengelerin değişmekle kalmayacağı ve hesap edemedikleri dinamiklerin de harekete geçeceğidir.

marksist tutum

rinde getirmektedir. Şii Arap grupların tüm Irak’a sahip olma isteği ve Sünni Arapların eski rolüne soyunmaları iç çatışma potansiyelini her zaman canlı tutacaktır. Ancak ABD dünyada hükümranlığını icra edebilmek amacıyla bir an önce Irak’ta düzen istemektedir. Şii burjuvazi, İran modelini kopya etmek veya Irak’ı İran’la ittifaka sokmak gibi bir niyeti olmadığını açıklamıştır. Önde gelen Şii liderlerden Adil Abdül Mehdi’nin Amerikan CNN’e çıkıp söyledikleri tam olarak bunlardı. Yanı sıra, “bir Şii hükümeti veya İslami bir yönetim istemediklerini” ısrarla belirtti. Oyların yüzde 48’ini alan Şii ittifakının lideri Abdül Aziz Hekim, “milli birlik hükümeti” çağrısı yaptı; unutmamak gerekiyor ki, Şiiler bugünkü durumlarını ABD emperyalizmine borçlular. Burjuvazi için önemli olan din-iman değil, sermayesini nasıl çoğaltacağıdır. Bununla birlikte seçimler, Irak’ta yürüyen direnişin muhtevasına ilişkin tartışmalarda, direnişi “anti-emperyalist” olarak niteleyen anlayışların yanlışlığını bir kez daha açığa çıkartmış bulunuyor. Sünni Arap burjuva kesimlerin bir bölümü iktidardan dışlanırken, bir başka kesimi ise iktidar nimetlerinden faydalanmak amacıyla işgalci ABD emperyalizmi ile uzlaşmıştır. İşte kimi sol kesimler tarafından antiemperyalistmiş gibi sunulan bu direnişi örgütleyenler ve çok büyük oranda gerçekleştirenler, iktidardan dışlanan bu Sünni kesimlerdir. Bunlar eski güzel günlere geri dönmek isteyen ve iktidar ayrıcalıklarını Irak’ın diğer egemen güçleriyle paylaşmak istemeyen gerici kesimlerdir. İşgale ve işgalcilerin işbirlikçilerine karşı mücadeleleri ve direnmelerini güdüleyen tek

faktör budur. Kapitalizmle en ufak bir sorunu olmayan ve varlıklarının temelini bu sisteme dayandıran bu kesimlerden anti-emperyalizm beklemek ne yazık ki solun geniş kesiminin hâlâ üstünden atamadığı bir illettir. Şiiler ise tamamen işgalci gücün Irak’taki varlığının omurgasını oluşturacak bir pozisyon almış bulunuyorlar. Mukteda Sadr’ın başlattığı direniş, Şiilerin iç mekanizmaları yoluyla kontrol altına alınarak susturulmuştur. Sadr da, diğer Şii kesimler gibi, Şii seçim bloğuna katılarak ABD’nin ülkedeki varlığını fiilen de, resmen de tanımış bulunuyor. Böylelikle, Mukteda Sadr gibilerin işgalci ABD emperyalizmi ile çıkarları örtüştüğü vakit susuverdikleri bir kez daha görülüyor. Seçimler elbette her kesim için başka anlamlar ifade ediyor. Kürt halkı hâlâ boyunduruk altında ve Sünni Araplar gibi Şii Araplar da Kürtlerin özgürlüğüne karşılar. Bununla birlikte, seçimler Irak’ın diğer bölgelerinden farklı olarak Kürt halkı için bağımsızlık özleminin dile getirildiği bir referanduma dönüşmüştür. Kürt kitleler artık kendi kaderlerini tayin etmek istemektedirler. Fakat başta Türkiye olmak üzere İran ve Suriye Kürt halkına karşı birleşmiş bulunuyor. Bu üçlü, Kerkük merkezli bir bağımsız veya federe Kürdistan devletinin, bugüne kadar ezerek egemenlik altına aldıkları Kürt kitleler için moral ve motivasyon sağlayarak örnek teşkil etmesini istemiyorlar. Kürt meselesi, Kürt halkından bağımsız olarak, uluslararası bir anlam kazanmış ve hegemonya savaşının kozlarından birine dönüşmüştür. ABD ile Türkiye arasında bugünlerde yaşanan krizin gerçek nedeni ise yine Kürtler ve Kerkük meselesidir. Kürt partileri, Kerkük’ü kurulacak Kürdistan federe devletinin başkenti yapmak isterken, Sünni Araplar, Şiiler ve Türkiye şiddetle bu isteğe karşı çıkıyor. Kürt partileri Irak devletinde başbakanlık ya da cumhurbaşkanlığı düzeyinde görevler almak istiyorlar.2 Kurulacak Meclisin atadığı hükümet, Irak Anayasasını yaparak 15 Ekimde referanduma sunacak. Buna karşın üç vilayet referanduma hayır derse, seçimler geçersiz sayılacak. Kürtlerin elinde, kâğıt üzerinde de olsa, böyle bir koz var gibi gözüküyor. Ancak olayların nasıl gelişeceğini zaman gösterecektir. Bir Kürdistan devletinin kurulması bölgedeki dengeleri köklü bir biçimde değiştirecek dinamikleri harekete geçirecektir. Bunu bilen

7


Nisan 2005 • sayı: 1

marksist tutum

Mukteda Sadr’ın başlattığı direniş, Şiilerin iç mekanizmaları yoluyla kontrol altına alınarak susturulmuştur. Sadr da, diğer Şii kesimler gibi, Şii seçim bloğuna katılarak ABD’nin ülkedeki varlığını fiilen de, resmen de tanımış bulunuyor. Böylelikle, Mukteda Sadr gibilerin işgalci ABD emperyalizmi ile çıkarları örtüştüğü vakit susuverdikleri bir kez daha görülüyor.

8

bölge devletleri şiddetle bir Kürt devletine karşı çıkıyorlar. Türkiye, İran ve Suriye’nin amansızca bir Kürt devletine karşı çıkmasının nedeni, bölgedeki dengelerin değişmekle kalmayacağı ve hesap edemedikleri dinamiklerin de harekete geçeceğidir. Kuşkusuz Kürt burjuvazisi de, Kürt yığınları mücadeleye sevk ederek kendine yönelecek bir mücadelenin önünü açmak istemiyor. Öyle görünüyor ki, Filistin sorunu gibi Kürdistan meselesi de, yürüyen emperyalist hegemonya savaşının gidişatına göre şekillenecektir bu koşullarda. Bu koşullarda diyoruz; çünkü bölgedeki işçi sınıfı örgütsüz ve dağınık durumda ve enternasyonalist devrimci bir önderliğe ne yazık ki sahip değil. Koşullar tersine çevrilecekse bu, işçi sınıfının mücadeleye girerek tüm toplumsal sorunlara neşter atmasıyla olacaktır. Diğer durumda, nasıl ki geçmişte İngiliz emperyalizmi Ortadoğu’da cetvelle ulusdevletler yaratarak bu devletleri kendi nüfuzuna aldıysa, ABD de federal bir yapıya büründürdüğü Irak “ulus-devlet”inin bileşenlerini birbirlerine karşı kullanarak kendini merkeze koymak isteyecektir. Bu federal yapının bileşenlerini birbirlerine karşı koz olarak kullanmaktan ve onları kışkırtmaktan geri durmayacaktır. Bu bağlamda, ayırt edilmesi gereken önemli bir nokta var; ABD emperyalizmi Arap halkını mezhep temelinde bölerek karşı karşıya getiriyor. Araplar, Irak’ta geçmişten beri ezen-egemen ulus durumundadır. Esas sorunu burada Kürtler oluşturmak-

tadır. Kürtler ezilen bir ulus olma konumundan, federatif bir yapı sayesinde devletin “ortağı” konumuna yükseliyorlar. Fakat ulusal sorun böylelikle çözülmüş olmuyor. Kürt halkı kendi kaderini tayin hakkını özgürce kullanma hakkına sahip olmuş ve bu kararı özgür iradesiyle karara bağlamış değildir. Yani boynuna vurulan boyunduruk sadece gevşetilmiş durumda. Bu federe devlet ise emperyalist hegemonya savaşının dengelerinden şekillenmektedir. Federatif bir yapı içinde ABD emperyalizmi gerektiğinde Arapları Kürtlere karşı kışkırtmaktan geri durmayacaktır. Elbette bunun tersi de geçerlidir. Ancak Kürt halkının öfkesi ezilen bir halkın taleplerini yansıtırken, Arapların şovence tutumu tahakkümü sürdürme arzusundan başka bir şey değildir. Bu durum Filistin halkı için de geçerlidir. ABD ve İsrail kendi “Yol Haritalarını” Filistin halkına dayatmakta, Filistin halkının üzerine bombalar yağarken bir tercihte bulunmaları istenmektedir. Şarm elŞeyh’te başlatılan “barış” görüşmeleri onca şişirilmesine karşın, Filistin halkına susmak ve çaresizce boyun eğmekten başka bir şey sunmamıştır. Geçenlerde ise Filistinli örgütlerin bombalama eylemleri sonucunda İsrail tüm görüşmeleri durdurduğunu açıklamıştır. Filistin burjuvazisinin korkakça davranmasına ve tüm uzlaşma çabasına karşın İsrail ve ABD emperyalizmi bildikleri yoldan dönmüyorlar. Demek ki, Filistin ve Kürt halkının boynuna vurulan boyunduruk kırılmadan


Nisan 2005 • sayı: 1

ve ulusal sorun çözülmeden halklar arasında bir barış ve kardeşliğin oluşması mümkün değildir. Hele bunu emperyalist çıkarları temelinde halkları birbirine karşı sürekli kışkırtan ABD emperyalizmi hiç yapamaz. Halklar arasında gerçek bir kardeşliği, barışı ve birliği sağlayacak olan tek şey, hem Ortadoğu’da hem de dünyada işçi sınıfının siyasal iktidarı alarak başlatacağı toplumsal bir devrimdir.

Savaş devam ediyor: Hariri suikasti ABD emperyalizminin başı Bush, İncil’den ayetler okuyup, yıldızlardan vahiy geldiğini söyleyerek savaş naraları atmıştı Ocak ayındaki Başkanlık yemini konuşmasında. Tüm dünyayı savaşla tehdit eden Bush, ABD emperyalizminin önümüzdeki dönemde nasıl bir politika izleyeceğini de ortaya koymuştu; daha aktif ve savaşkan bir politika! Irak’a ilk kez “özgürlük” geldiğini açıklayan Bush, “Birliğin Durumu” konuşmasında “özgürlük tarihinde çok önemli olaylara tanık oluyoruz” diyerek ABD’nin Ortadoğu ve diğer nüfuz alanları üzerinde kazandığı başarılara değiniyordu. Suriye, İran ve Kore’yi tehdit etmekten geri durmayan tekelci finans-kapitalin bu kaba mümini, İncil’den alıntılar yaparak süsledi “özgürlük” çağrısını: “Ve bu gece İran halkına diyorum ki, kendi bağımsızlığınız için mücadele ettiğiniz sürece, Amerika da yanınızda olacaktır.” ABD’nin Iraklı yoksul yığınların yanında nasıl olduğunu biliyoruz. Bush’un konuşması sonrasında, yeni Dışişleri bakanı Condoleezza Rice Ortadoğu’yu dolaşırken, savaş boruları daha bir gür çalmaya başladı. Rice Ortadoğu ve Avrupa’yı gezerek ABD emperyalizminin girdiği yoldan dönmeyeceğini anlatmıştır. Aynı günlerde ABD emperyalizminin tüm sözcüleri Suriye ve İran’a yüklenerek, iki sene önce Irak’ta nasıl bir oyun tezgâhladılarsa yine buna benzer bir oyunu sahneye koymaya başladılar. İran ve Suriye nükleer silah bulundurdukları, “demokratik” olmadıkları, “terörist” hareketleri destekledikleri gerekçesiyle “terörist” devlet ilan edilerek savaş ortamı yaratılmaya çalışılıyor. ABD emperyalizmi, İran’ı ve Suriye’yi sıkıştırmak amacıyla AB ülkelerine baskı uygulamaktan da geri durmamıştır. Nitekim Rice, Ortadoğu ve Avrupa turunu bitirmeden iki gelişme yaşandı. İran ve Suriye, ABD’nin baskılarına karşı ortak cephe kurduklarını açıkladılar; bundan birkaç gün sonra ise Lübnan eski başbakanı Refik Hariri öldürüldü. Hariri’nin öldürülmesi ne tesadüftür ki ABD emperyalizminin savaşı yaymak istediği bir süreçte meydana gelmiştir. Bilâhare, ABD emperyalist sözcüleri Suriye’yi Hariri’yi öldürmekle suçlayarak topyekûn bir yaylım ateş başlatmışlardır. Suriye’nin Lübnan’da bulundurduğu 14 bin askerini çekmesini isteyen ABD, konuyu diplomasi alanına da taşıyarak BM’den Suriye’ye baskı uygulamasını

marksist tutum

istemiştir. Gerçek olan bir şey var ki, Hariri suikastı ABD’den ve İsrail’den başka kimsenin işine gelecek cinsten değildir. Nitekim bu suikasttan sonra ABD emperyalizmi Lübnan’da örgütlediği muhalefeti sokaklara dökmekle kalmamış, emperyalist hegemonya savaşına böylelikle meşruiyet yaratarak Almanya, Fransa ve Rusya’yı İran ve Suriye’nin üstüne gitmeleri için sıkıştırmıştır da. Bu amaçla bir dizi uluslararası görüşmeler başlatılmış ve demir yumruğun üzeri burjuva diplomasisinin kadife kumaşıyla örtülmüştür. Aynı günlerde NATO zirvesi vesilesiyle Bush Avrupa’yı gezerek Avrupalı emperyalistlere ne kadar kararlı oldukları mesajını vermiştir. Bush Slovakya’da Putin ile görüşerek İran pazarlığı yapmış ve Moldova gibi ülkelere “kadife” devrim çağrısında bulunmuştur. ABD emperyalizmi bastırdıkça hem AB ülkeleri hem de Rusya bunalıyor, terliyor. Sadece bu ülkeler değil elbet. Türkiye egemenleri korkunç bir sıkışmışlığın içinde debelenip duruyorlar. Eğer İran’a savaş açılır ve TC bu savaşa aktif ya da pasif destek olursa, bu içeride beklenmedik tepkilerin oluşmasıyla sınırlı kalmayacak ve belki de patlamalar gerçekleşecek. AKP hükümeti Müslüman bir taban üzerinde kendini var ediyor ve İran savaşı TC’nin iç dengelerini beklenmedik bir şekilde sarsabilir. ABD’nin savaşkan politikaları tüm bölgeyi bir ateş çemberi içine almaktadır. Ortadoğu ve Kafkasya tam anlamıyla barut fıçısına dönmüştür. İran ve Suriye ABD emperyalizmi karşısında Almanya, Fransa ve Rusya’yla ittifak yapmaya çalışıyor, fakat bu ülkeler kendi dertlerine düştüklerinden nüfuz alanlarını nasıl kurtaracaklarını bilmiyorlar. Aynı şekilde bölgede sıkışan diğer bir ülke de Türkiye’dir. Irak savaşında ABD’ye istediği desteği istediği boyutlarda vermeyen TC, şimdi bunun vebalini çekiyor. ABD, “küçük kardeşinin” yaptığı hatayı burnundan fitil fitil getirmekten geri durmuyor. 1 Mart tezkeresine evet diyerek savaşa aktif olarak katılıp Irak içlerine girerek bir Kürt devletinin oluşmasını önleyemediğinden, TC, şimdilerde uluslararası bir sıkışıklığın içine düşüvermiştir. ABD, İran’a savaş açarken TC’yi yanında görmek istiyor; eğer buna yanaşmazsa, Kürt devletini tanıyacağı tehditlerini savuruyor aba altından. Kürt ve Kıbrıs sorunları Türkiye burjuvazisinin ayağına takılmaya devam ediyor. Türkiye egemenleri korkunç bir sıkışmışlığın içinde debelenip duruyorlar. Eğer İran’a savaş açılır ve TC bu savaşa aktif ya da pasif destek olursa, bu içeride beklenmedik tepkilerin oluşmasıyla sınırlı kalma-

9


Nisan 2005 • sayı: 1

marksist tutum

yacak ve belki de patlamalar gerçekleşecek. AKP hükümeti Müslüman bir taban üzerinde kendini var ediyor ve İran savaşı TC’nin iç dengelerini beklenmedik bir şekilde sarsabilir. Bundan dolayı efelenip duran AKP hükümeti, Rice geldiğinde şikâyet edip, yakınmıştır. Kerkük merkezli bir Kürdistan devletine karşı çıkan TC, ABD’nin İran ve Suriye dayatması karşısında dizini dövüyor. İçinden geçtiğimiz durum, emperyalist savaşın daha da alevlendiğini göstermektedir. ABD emperyalizminin dayatmaları ve nüfuz alanları üzerinde aktif baskısı yeni bir harmanlanma yaşanmasına neden olabilir. Önümüzdeki süreçte bölge devletleri, AB ülkeleri, Rusya ve Çin yeni kararlar almak zorunda kalacaktır. İran ile nükleer atıkların depolanması için anlaşma yapan Rusya, ABD’nin baskısı sonucunda anlaşmayı askıya almıştır. Fakat bunun yanında Rusya İran’a nükleer silah üretecek malzeme satmaya devam ediyor. Aynı şekilde Rusya Suriye’ye silah satmayı da sürdürüyor. Çin ile İran arasında silah ve enerji anlaşmaları yapıldı kısa dönem önce. Öyle anlaşılıyor ki, emperyalist ülkeler arasında önümüzdeki dönemde nüfuz alanları üzerinde yeni pazarlıklar yapılmaya devam edilecek. Ancak bu anlaşmalar veya ittifaklar kapitalizmin krizini, dolayısıyla da çelişkilerini çözerek emperyalist hiyerarşiyi şekillendirmeye yetmeyeceğinden yaşanan çatışma sadece ertelenmiş olacaktır. Derinden derine işleyen süreç ve bu süreci değişime zorlayan üstyapıdaki baskı yeni gelişmelerin önünü açacaktır. Bununla birlikte bugünkü emperyalist statüko sarsıldıkça, bölgedeki halklar uyanabilir ve savaş istemeden de olsa kitleleri anaforun içine çekebilir. Kapitalizmin itici gücü savaş, bir taraftan insanlığın tüm maddi ve kültürel güçlerini bir yıkımın eşiğine getirirken öte taraftan da, istemeden de olsa yeni gelişmelerin önünü açıyor. Bu, tarihte her zaman böyle olmuştur ve yine böyle olmaktadır. Gelişmelerin temelinde sınıflar savaşımı vardır. Zorunluluklar tesadüfler ile birleşerek ve birbirini etkileyerek bir bütün meydana getirirler. Savaşlar devrimlerin anasıdır der Marksist önderler. Her büyük savaş büyük gelişmeleri de beraberinde getirmiştir. Birinci Emperyalist Savaş, bu büyük yıkım aygıtı, Ekim 1917 Devrimine de hayat vermiştir. Ve bu devrimdir ki, emperyalist-kapitalist sistemi yörüngesinden çıkartarak tarihin gidişatını değiştirmiştir. Unutmamak gerekiyor ki, var olan her şey ya karşıtını da doğurur ya da karşıtıyla vardır. Olaylar hiçbir zaman tam olarak öngörüldüğü gibi gelişmez; girişilen her hareket çeşitli aşamalardan geçerek ve bu süreçlerde kendi karşıtını yaratarak ilerler. Birçok etmen birleşerek ve başka beklenmeyen sonuçları da yaratarak, karmaşık bir süreçte yol alır. Savaş, hiçbir zaman savaşı başlatan emperyalist ülkelerin istediği doğrultuda gitmez. Çoğu zaman emperyalistlerin kontrolünden çıkar ve

10

karşıtını yaratarak döner onları vurur. Onların iradesi dışında, tarihsel zorun bindirmesiyle hareketlenen yığınlar olayların gidişatına müdahale etmekle kalmayıp, bizzat tarihsel-politik gelişmeleri de belirlemeye başlayabilirler. ABD emperyalizmi öncülüğünde yürütülen savaş ve bölgedeki dengelerin sarsılması da, her halükârda bir değişikliği, altüst oluşu beraberinde getirmekle kalmayacak, diyalektik bir süreçle kendi karşıtını da yaratarak ilerleyecektir. Ne demişti Lenin; emperyalist savaşlar proleter devrimlerin anasıdır!

10 Mart 2005 tarihli bu yazı www.marksist.com sitesinden alınmıştır. ————————————————————————— Irak halkı 30 Ocakta, Filistin halkı gibi, şakağına namlular çevriliyken ve bir taraftan da bombalar patlarken sandık başına gitti. Seçim günü tüm araçların sokağa çıkışı yasaklandı. Sünni kesimler genel olarak seçimleri boykot ederken seçimlere esas katılanlar Şii Araplar ile Kürtler olmuştur. Kayıtlı 14,2 milyon seçmenden 8 milyon 456 bini oy kullanırken, seçime katılım oranının %58 civarında olduğu açıklandı. Şiilerin Birleşik Irak İttifakı (tüm Şii grupları kapsıyor) geçerli oyların %48’ini, Kürtler %26’sını, ABD’nin atamış olduğu geçici Başbakan Allavi’nin Irak Koalisyonu ise %14’ünü aldı. Ayrıca Güney Kürdistan’da Kürdistan Parlamentosunun oluşturulması için de bir seçim yapılırken, aynı esnada bağımsızlık için gayri resmi bir referandum da gerçekleştirildi. Daha sonra yapılan valilik seçimlerini ise, Musul ve Kerkük dahil tüm Güney Kürdistan’da genelde Kürt adaylar kazandı. 2 En son haberlere göre pazarlık sürecinde Talabani’nin devlet başkanlığı Şiilerce kabul edilmiş durumda. 1

Tarih Bilinci Yayınları’ndan Emperyalizmi, ulusal sorunu ve doğru bir anti-emperyalist bakış açısını kavramak isteyenler için Kolonyalizmden Emperyalizme Elif Çağlı


Neden İşçi Sınıfı? Levent Toprak

“İşçi sınıfı hiçbir şey yapmıyor, bu işçilerden adam olmaz!” Sosyalistlerin, özellikle ağır yenilgi ve gerileme dönemlerinde sık karşılaştıkları sözlerdir bunlar. İşin gerçeği, bu sözler bir hakikatin ifadesi olmaktan ziyade, bezgin ve isteksiz bir ruh halinin dışavurumudur. Bunu söyleyen kişi, aslında bir gerçeği ya da fikri dile getirmekten ziyade, kendi karamsarlığını ilân etmekte, kendisini moral açıdan yükümlülük altında bırakacak sonuçlarla yüzleşmek istemediğini dillendirmektedir. Bu ruh hali özellikle mücadeleye paydos etmiş eski solcularda sıkça görülür. İşçi sınıfının tarihsel olarak devrimci potansiyelini yitirmediğinin mantıksal ve olgusal olarak ortaya konması bu tür kimselerin ruh halini değiştirmeye hiçbir zaman yetmemiştir ve bundan sonra da yetmeyecektir. Ama elbette asıl sorun bu tür iflah olmaz bireyleri –her ne kadar bunlar ciddi bir sosyal vâkıa oluştursalar da– ikna etme sorunu değildir. Asıl sorun bunların dolaşıma soktukları fikirlerle, böylesi gericilik dönemlerinde etkileme fırsatı buldukları yeni kuşaklardır. O nedenle bu iddiaya yanıt vermek bir zorunluluktur. Bu düşünceye kapılanlar esasen iki tür gözleme dayanıyorlar. İlk olarak, olağan yaşantının içindeki bireyler olarak gözlemledikleri işçilerin zaaf ve

İşçiler tek tek bireyler olarak, kapitalist toplumun her bireyi gibi, birçok zayıf yön taşırlar. O nedenle bireyler olarak işçileri idealize edip yüceltmek son derece yersizdir. Birey olarak işçiler kafalarında sınıflı toplumlar tarihinin ve cehaletin birçok önyargılarını, gerici düşünce biçimlerini barındırırlar. Birey olarak aldığımızda bu önyargılar ancak devrimci bir eğitimle giderilebilir. Ancak işçiler kolektif örgütlülüklerinde ve eylemlerinde bireysel sınırlılıklarını aşıp, daha büyük bir organizmanın, işçi sınıfının bir parçası olarak hareket etmeye başlarlar.

11


Nisan 2005 • sayı: 1

marksist tutum

Genel olarak olağan dönemlerde ya da gericilik dönemlerinde işçiler de burjuva toplumunun ortalama bireylerinden pek farklı değildirler. Bu dönemlerde onlardan olağanüstü davranışlar, yaldızlı kahramanlıklar beklemek ancak hayalcilik olurdu. İşçi sınıfının tarihsel devrimci potansiyeli işçilerin gündelik sıradan davranışları içinde değil, onların bir sınıf olarak örgütlü davranışında yatar. Zira işçilerin kütle halindeki, yani bir sınıf olarak davranışları ile birey olarak davranışları farklıdır.

12

kusurları karşısında düş kırıklığına uğrayıp, “bunlar mı dünyayı değiştirecek!” diye öfkeleniyorlar. Oysa genel olarak olağan dönemlerde ya da gericilik dönemlerinde işçiler de burjuva toplumunun ortalama bireylerinden pek farklı değildirler. Bu dönemlerde onlardan olağanüstü davranışlar, yaldızlı kahramanlıklar beklemek ancak hayalcilik olurdu. İşçi sınıfının tarihsel devrimci potansiyeli işçilerin gündelik sıradan davranışları içinde değil, onların bir sınıf olarak örgütlü davranışında yatar. Zira işçilerin kütle halindeki, yani bir sınıf olarak davranışları ile birey olarak davranışları farklıdır. Bu tıpkı, bir su damlasının fiziksel davranışı ile bu damlalardan oluşan bir ırmağın fiziksel davranışının tümüyle farklı dinamiklere tâbi olmasına benzer. İkinci olarak da, işçi sınıfı hareketinin durgun bir dönemindeki durumunu gözlemleyip “bu iş bitti!” diyorlar. Oysa, ırmak benzetmesini devam ettirecek olursak, ırmağın kuruduğu mevsim dönemlerindeki

ya da durgun bir gölü andırdığı kısımlarındaki davranışı ile gerçekte onu bir ırmak yapan genel akış karakteri farklıdır. Düşünsel olarak bakıldığında her iki yanlışın da temelinde izlenimci yöntem yatar. Birincisinde özellikle olağan dönemlerde birey olarak gözlenen işçilere dayandırılan izlenimler, ikincisinde tarihsel bağlamından koparılan işçi sınıfı hareketine dayandırılan izlenimler. Her iki halde de söz konusu olan, bütünsel bir sürecin farklı öğe ve durumlarıdır. Süreci, inişleri ve çıkışlarıyla, durgunluğu ve hareketliliği ile, tekilliği ve çoğulluğuyla, yani kısaca bütünlüğü içinde göremeyenler, sürecin içindeki, kendi ruh hallerine uygun belirli öğe ve durumları mutlaklaştırıp ebedileştirirler. Artık ırmak sonsuza kadar kurumuştur ya da önümüzde duran bir ırmak değil de bir göldür! Uzun söze girmeden bunun sadece tarihsel bir miyopluk olduğunu söyleyelim. Bu tür düşünceleri ortaya çıkaran koşullara biraz daha yakından


Nisan 2005 • sayı: 1

bakalım. Bize burada ışık tutacak temel düşünce, Marx’ın, “toplumsal varoluş bilinci belirler, tersi değil” diye ifade etmiş olduğu tarihsel materyalizmin temel ilkesidir. Bir bireyin bilinçli ömrünü kabaca 50-60 yıl olarak kabul edersek, bilincin de toplumsal varoluşla belirlendiğini hatırlarsak, 20-30 yıllık bir gericilik döneminin bir birey için ne denli ağır bir yük olduğu anlaşılır. Toplum tarihinin zaman ölçeğiyle bireysel yaşamın zaman ölçeği farklıdır. Tarihin adımları genel olarak yüzyılla, yarım yüzyılla ya da asgari olarak çeyrek yüzyılla ölçülürken, bireysel yaşantı aylarla, yıllarla ölçülür. Bireyin bilinci tarihin büyük ölçekli ritmine uyarlı bir yükseklikten sürece bakacak denli yükselmemişse, bir karabasan gibi çöken gündelik hayatın ağır gölgesi bireyin tüm ufkunu sınırlar. Buradan da kaçınılmaz olarak tarihsel bir ufuk genişliği ve iyimserlik değil, ancak bireyi kemirip bitiren bir karamsarlık türer. İşçi sınıfı hareketinin gerilediği ve karşı-devrimin güç kazandığı her dönemde bu tür karamsar düşünceler yaygınlık kazanmış, ancak hiçbir zaman bu gerilemeler mutlak olmamıştır. Şimdiki gerilemenin de mutlak olması için inandırıcı hiçbir sebep bulunmamaktadır. Her gerileme döneminde bu düşüncelere kapılanlar “bu seferki farklı” demişlerdir, ama tarih her seferinde bunu boşa çıkarmıştır. Tarihsel olarak inişli-çıkışlı ve coğrafi olarak eşitsiz bir seyir izlese de, işçi sınıfının kolektif eylemi ve örgütlülüğü hiçbir zaman mutlak anlamda yok olmamıştır. Çünkü işçileri kolektif eyleme sürükleyen temel dürtüler soyut ve ulvi birtakım ahlâki ilkeler ya da üstün insani vasıflar değil, onların kapitalist toplumda bir sınıf olarak işgal ettikleri nesnel konumdur. Dolayısıyla kapitalizm var oldukça, eşyanın tabiatı gereği bu nesnel konum da, işçi sınıfı da, onun kolektif eylemi de kaçınılmaz olarak var olacaktır. Sermayenin varoluş çıkarları, yani kâr dürtüsü ve birikim, emeğin çıkarlarıyla özü gereği zıttır. Özde bağdaşması mümkün olmayan bu çıkarlar pratikte ancak geçici olarak uzlaştırılabilirler. Ama bu geçici uzlaşmaları mümkün kılan tek şey işçi sınıfının o anki bilinç ve örgütlülük düzeyinin yetersizliğidir. Bu geçici uzlaşmalar büyük savaşta sadece geçici ateşkeslerdir. Gerçekte savaş durumu kâh yüzeye çıkarak kâh derinden hep devam etmektedir. Rosa Luxemburg’un dediği gibi, sosyalist devrim, zorunlu olarak tamamı “yenilgilerden” ibaret sayısız bir muharebeler dizisi ve bunların ardından gelecek tek bir zaferden oluşan uzun bir savaştır. İşçiler tek tek bireyler olarak, kapitalist toplumun her bireyi gibi, birçok zayıf yön taşırlar. O nedenle bireyler olarak işçileri idealize edip yüceltmek son derece yersizdir. Birey olarak işçiler kafalarında sınıflı toplumlar tarihinin ve cehaletin birçok önyargılarını, gerici düşünce biçimlerini barındırırlar. Birey olarak aldığımızda bu önyargılar ancak devrimci bir eğitimle giderilebilir. Ancak işçiler

marksist tutum

İşçi sınıfı hareketinin gerilediği ve karşıdevrimin güç kazandığı her dönemde karamsar düşünceler yaygınlık kazanmış, ancak hiçbir zaman bu gerilemeler mutlak olmamıştır. Şimdiki gerilemenin de mutlak olması için inandırıcı hiçbir sebep bulunmamaktadır. kolektif örgütlülüklerinde ve eylemlerinde bireysel sınırlılıklarını aşıp, daha büyük bir organizmanın, işçi sınıfının bir parçası olarak hareket etmeye başlarlar. Örneğin, bir işçinin kafasındaki dinsel ya da milliyetçi önyargılar, kolektif eylem anında onun patrona karşı mücadele etme ihtiyacını ortadan kaldırmaz. Kaldırmadığı gibi, bu mücadelede yanındaki işçi yoldaşlarının din, milliyet, mezhep vb. farkları da anlamını yitirmek zorundadır. Çünkü patrona karşı birleşmek gerekmektedir. BİRLEŞMEK! Anahtar kelime budur. Çünkü mücadelede işçi sınıfının elinde tek bir silah vardır, o da birlik olma, yani örgütlenmedir. Uluslararası İşçi Birliği’nin Kuruluş Çağrısı’nda Marx bunu özlü bir şekilde ifade eder: “[İşçiler] bir tek başarı öğesine sahipler: sayıları; ama sayı ancak güç birliğiyle birleştiğinde ve bilgi ile yönetildiğinde terazinin kefesinde bir ağırlık haline gelir.” İşte bu temel ihtiyaç işçileri bireyler olarak değil, kolektif bir sınıf olarak hareket etmeye zorlar. “Neden işçi sınıfı” sorusunun cevabı da bu noktadan itibaren başlar. Ancak, işçi sınıfını diğer sınıf ve katmanlardan farklı olarak tek tutarlı devrimci sınıf yapan nitelikleri ele almadan önce, birey olarak ele alınan işçiler ile ilgili tartışmada bir noktayı açıklığa kavuşturmamız gerekiyor. Yukarıda işçiler de bireyler olarak alındığında, özellikle olağan dönemlerde burjuva toplumun ortalama üyelerinden pek farklı değildirler demiştik. Aslında bu elifi elifine böyle değildir. Daha kesin ve tam biçimde ifade edersek, işçiler bir sınıf olarak değil de birey olarak hareket ettikleri ölçüde burjuva toplumun ortalama bireylerinin davranış kalıplarına yaklaşırlar demek daha uygun olur. Çünkü bir yandan toplumdaki sınıfsal konumlar kuşaklar boyunca oturup istikrar kazandığı ölçüde, bir yandan da sınıf tecrübesinden ve mücadelelerden geçtikleri ölçüde, farklı sınıfların bireyleri arasında kimi tipik farklılıklar baş gösterir. “Tipik işçi” ya da “tipik küçükburjuva” dediğimizde aslında anlatmak istediğimiz budur. Burjuva toplum her ne kadar bireyleri tek bir kalıba sokma yolunda güçlü bir eğilim yaratsa da, bu eğilim, derin sınıf farklılaşmasının yarattığı uçurumları ortadan kaldıramaz. Bu gerçeklik sınıfları birey bazında temsil eden bazı tipik özellikler doğurur. Sınıf geçişkenliği azaldığı ölçüde, yani sınıf atlama hayalleri azalıp sınıfsal

13


Nisan 2005 • sayı: 1

marksist tutum

konumlar kuşaklar boyunca oturduğu ölçüde, örgütlü mücadele deneyleri yaşandığı ölçüde, yaşam koşulları işçileri, sözgelimi bir şehirli küçükburjuvaya nazaran, daha çetin ceviz karakterli, mücadeleye atıldığında daha cesur, gözü kara, kararlı ve özverili kılar. İşçi sınıfının zengin mücadele tarihi cesaret, fedakârlık ve kahramanlığın âdeta sıradanlaştığı sayısız sayfa ile doludur. “Tipik” küçük-burjuva, kaypaklık, ürkeklik, güvensizlikle karakterize olurken, “tipik” işçi daha az yanardöner, daha güvenilir ve daha istikrarlı bir tiptir. Artık “neden işçi sınıfı” sorusuna geçebiliriz. İşçilerin kolektif olarak hareket etmeye zorlandıklarını söylemiştik. Buna eklememiz gereken diğer nokta, işçilerin bunu en geniş ölçekte yapmaya en elverişli sınıfı da oluşturduklarıdır. Bunun için gerekli yüksek düzeyde kolektif uyum, disiplin, dayanıklılık gibi yetenekler işçilere bizzat kalbinde yer aldıkları kapitalist üretim süreci tarafından verilir. Kapitalist üretim sürecinin kendisi ortak bir hedef etrafında belirli bir örgütlenme olduğu için, işçilerde örgütlenmeye doğal bir yatkınlık doğurur. Üretimde işçiler tek bir organizma gibi hareket etmenin gereğini kendiliğinden öğrenir ve içselleştirirler. Öyle ki, bu yetenekleri, şartlar oluştuğunda olağanüstü ürünler verir. Örneğin, sınıfsız topluma geçişte geçici olarak gerekli olacak olan ve süreç içinde sönümlenip yok olması gereken bir işçi devletinin ne gibi örgütsel niteliklere sahip olması gerektiğini, işçi sınıfı hareketinin kendisi keşfetmiştir. Kolektif harekete ve örgütlenmeye böylesi bir doğal yatkınlık, ne sözgelimi köylülükte ne de küçükburjuvazinin diğer ke-

14

simlerinde vardır. İkinci bir nokta, yukarıda da değindiğimiz, işçi sınıfının sermayeye karşı kaçınılmaz olarak mücadeleye sürüklenmesi olgusudur. Ancak bu noktayı burada birkaç değişik yönden işlememiz gerekiyor. Bunun için işçi sınıfının mücadelesinin diğer sınıfların mücadelesinden farkını ortaya koymalıyız: Kapitalizm işçi sınıfı dışındaki tüm diğer sınıf ve katmanların varoluş zeminini daralttığı için, işçi sınıfı mücadelesi hem tüm iniş-çıkışlarına rağmen genişleyen ölçekte bir süreklilik arz eder, hem de bu mücadele doğallıkla anti-kapitalist olma eğilimi gösterir. Bu hususları biraz açalım. İşçilerin mücadelelerinin ancak geçici olarak uzlaştırılabileceğini söylemiştik. Bu uzlaşmaların nesnel temeli kapitalistlerin işçi sınıfını yatıştırabilmek için ödünler vermesidir. Eğer işçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğü yeterli değilse bu ödünler bir rehavete ve mücadele eğiliminde bir zayıflamaya yol açabilir. Ancak sorun şuradadır ki, kapitalistler tam da sermayenin doğası gereği kalıcı ödünler veremezler. Eninde sonunda verdiklerini geri almak, yeni saldırılar düzenlemek zorundadırlar. İkinci Dünya Savaşından sonraki otuz

İşçilerin mücadelelerinin ancak geçici olarak uzlaştırılabileceğini söylemiştik. Bu uzlaşmaların nesnel temeli kapitalistlerin işçi sınıfını yatıştırabilmek için ödünler vermesidir. Eğer işçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğü yeterli değilse bu ödünler bir rehavete ve mücadele eğiliminde bir zayıflamaya yol açabilir. Ancak sorun şuradadır ki, kapitalistler tam da sermayenin doğası gereği kalıcı ödünler veremezler. Eninde sonunda verdiklerini geri almak, yeni saldırılar düzenlemek zorundadırlar.


Nisan 2005 • sayı: 1

yıl boyunca kazanılmış olanların, son çeyrek yüzyıldır maruz kalınan saldırılar altında kaybediliyor olması gerçeği bunu açıkça göstermektedir. Bu da işçi sınıfını yeniden mücadeleye sevk eder. Geçmişin deneylerini özümsemiş öncü unsurların varlığı ve müdahalesi ölçüsünde de yeni mücadelelerin daha yüksek bir zeminde seyretmesi mümkün olur. Komünist Manifesto’da da açıklandığı gibi, işçi sınıfı sermayenin doğal ürünüdür. Kapitalist sınıfı bir kenara bırakacak olursak toplumdaki diğer hiçbir sınıf veya katman sermayenin has ürünü değildir. Bunun en belirgin örneği köylülüktür. Köylülük ezelden beri varolan, tabir caizse dinozor bir sınıftır ve kapitalizm geliştikçe yok olma eğilimindedir. Oysa işçi sınıfı kapitalizm geliştikçe büyür, gelişir. Tarihin akış yönü genel ve uzun vadeli bir eğilim olarak işçi sınıfı dışındaki tüm ara sınıf ve katmanları güçsüzleştirir. Bunun önemli bir nedeni diğer ara sınıfların temel varoluş koşulunun, bunların esas olarak küçük mülkiyet zeminine basıyor olmasıdır. Bu zemin sermaye tarafından gitgide daraltılır. Diğer taraftan küçük mülkiyet zemininin yapısal bir zaafı vardır. Bu zemin kaçınılmaz olarak bölücü bir zemindir. Bu temelde güdülen çıkarlar, doğası gereği küçük mülkiyeti koruma ve geliştirmeyi ifade ettiği için, bir yandan küçük-burjuvazinin kolektif hareket yeteneğini doğuştan zedeler, diğer yandan da mücadelenin ufkunu sınırlandırır. O nedenle kapitalizmi ortadan kaldırma ve sınıfsız topluma giden yolu açma işini bu ara sınıf ve katmanların başarması mümkün değildir. Oysa işçi sınıfı özel mülkiyet zeminine basmadığı için bu tür yapısal bir özürle zedelenmiş değildir. Böylece ufkunu daraltan yapısal bir engel olmadığı gibi, mücadelesi doğallıkla sermayeyi ve mülkiyeti doğrudan karşısına alma eğilimi gösterir. Tarihteki tüm işçi sınıfı mücadelelerinin gösterdiği gibi, mücadelenin yeterli ölçüde kızgınlaştığı her durumda, temel toplumsal sorun olan üretim araçları üzerindeki mülkiyet sorunu gündeme gelmiştir. Birçok durumda işçiler basit ve mütevazı taleplerle yola çıktıkları halde mülkiyet duvarına toslama ve eğer koşullar müsaitse bu duvarda gedikler açma ve yer yer onu yıkma ve hatta ortadan kaldırma noktasına varmışlardır. Boşuna değil burjuva düzenin sözcülerinin vaktiyle, “her grevin ardında devrim ejderhası yatar” sözünü etmeleri. Buradan, üçüncü bir nokta olarak, işçi sınıfının gücü sorununa geliyoruz. İşçi sınıfı potansiyel olarak başka hiçbir sınıf ve katmanda olmayan büyük bir toplumsal güce sahiptir. Bu işçi sınıfının üretim sürecindeki konumundan gelen gücüdür. Her ne kadar bu söz, “üretimden gelen güç” biçimi altında, sendika bürokratlarının boş eylem şantajlarının ve demagojilerinin mezesi yapılarak bir parça gözden düşürülmüş ve anlaşılması güç bir biçimde bazı sosyalistler tarafından bile küçümsenmeye

marksist tutum

başlanmışsa da, kaya gibi sağlam bir gerçekliğin yalın anlatımıdır. Tüm toplumsal hayatın temeli üretimdir. Üretim durursa hayat durur. Ve yeryüzündeki toplam üretimin tamamına yakın bir bölümü işçi sınıfı tarafından yapıldığı için, şalter onun tarafından indirildiğinde aslında bir bakıma yeryüzündeki insan hayatının şalteri indirilmiş olur. Bu, işçi sınıfının düzeni çökertebilecek ölçüde büyük bir yıkıcı güce sahip olduğunu gösterdiği kadar, ve hatta ondan daha fazla, yeni bir toplum kurmaya ne denli muktedir olduğunu gösterir. İşçi sınıfının ağırlığı ve vuruş gücü, bu muazzam potansiyel toplumsal güç, başka hiçbir sınıf ve katmanda yoktur. İşçi sınıfı bu gücü örgütlü biçimde harekete geçirerek kımıldadığında tüm toplum sallanır. Bunun gerek dünyada gerek Türkiye’deki örnekleri buraya sığmayacak kadar uzun bir liste oluşturur. Bu listeyi yok saymak ancak tarihsel miyoplukla mümkün olabilir. Bu sıralanan özellikler işçi sınıfının kapitalizmi ortadan kaldırmaya ve sınıfsız topluma giden yolu açmaya hem doğası gereği itilen hem de buna muktedir yegâne devrimci sınıf olduğunu gösteriyor. Elbette bu, işçi sınıfının bunu gerçekleştireceğinin garanti edilmiş olduğu anlamına gelmiyor. Marksizmin açık ve örtülü düşmanları ona böylesi bir kaderci otomatizmi yüklemeye çok heves etmiş olsalar da, bunun gerçeklikle ilgisi yoktur. Marksizm yalnızca tarihsel eğilimi ortaya koyar ve mücadeleye bu temelde kılavuzluk eder. Gerisi mücadele eden güçler sorunudur. Marksizmin tespit ettiği tarihsel eğilim, yine Marksizm tarafından ortaya konan tarihsel olasılıkla tamamlanır: ya sosyalizm ya barbarlık! Mücadeleden kaçanlar, isteyerek ya da istemeyerek, yalnızca barbarlık seçeneğine hizmet etmiş olurlar. Son bir noktaya işaret ederek bitirelim. “İşçilerin adam olmayacağı” düşüncesine kapılanlar, işçi sınıfının sınırlı da olsa yaptıklarını dahi görmezden gelme, küçümseme eğilimine girerler. Temelsiz kanaatlerini yitirmektense, çıplak olguları yok saymayı tercih ederler. Bu durumda işçi sınıfının yeni bir yükselişine katkıda bulunma, baş gösteren dirilme çabalarını teşhis etme ve bunların sonuçsuz kalmaması için çaba harcama istekleri de kalmaz. Dolayısıyla işçi sınıfı hareketinin bir daha yükselip yükselmeyeceği sorunu salt bir nesnel gözlem sorunu olmaktan öte, bir mücadele tercihi sorunudur da. Düşüncelerin sonuçları vardır. “İşçilerin adam olmayacağını” düşünürseniz, onların “adam olması” için çaba da harcamazsınız. O nedenle gerçek işçi sınıfı devrimcilerine düşen, ne kadar çetin olursa olsun, çeşitli dönemlerde ve ülkelerde hareketin içine düştüğü gerileme sarmalından çıkması için yapılması gerekenlere yoğunlaşmaktır. 

15


AB Süreci ve Burjuva İktidar Bloku İçindeki Çatışma Mehmet Sinan Tarihsel mirasın yükü

Karşımıza dikilen en önemli sorun milliyetçi zaaflar sergilemek bakımından Türk solunun yapısında bugün de değişen çok fazla bir şeyin olmamasıdır. Bugün de kendini sosyalist, hatta komünist olarak tanıtan pek çok eğilim, günümüze damgasını basan çok ciddi gelişmeler karşısında devrimci Marksist bir tutum takınmaktan ve buna uygun bir siyasal çizgi izlemekten uzak duruyorlar. Onlara soracak olursanız, gerek Avrupa Birliği konusunda, gerekse Kıbrıs ve Kürt sorununun çözümü konusunda “ulusal çıkarları” savunan statükocu bürokratlarla ve statükocu “milli” burjuvalarla aynı safta olmak, yurtseverliğin (milliyetciliğin bir başka ifade biçimidir bu) bir gereğidir. Ve de tabii, yurtseverlik de sosyalist olmanın vazgeçilemez bir ön şartıdır(!). Evet bu da bir “sosyalizm” anlayışıdır ama, bize göre bu sosyalizmin Marksizmle uzak yakın bir ilgisi yoktur.

16

T

ürkiye’de kapitalizmin gelişmesi ve bir burjuva sivil toplumun oluşması sürecinin Batı Avrupa’ya kıyasla bir hayli gecikmeli yaşandığı ve kendine özgü kimi özellikler taşıdığı bilinmektedir. Esasen içinden çıktığı toplumun (Osmanlı’nın) özgül sosyo-ekonomik yapısından kaynaklanan Türkiye kapitalizminin bu gecikmişliği ve nev’i şahsına münhasırlığı, öteden beri pek çok inceleme-araştırma ve tartışmaya konu olmuştu. TC’nin kuruluşundan beri devam edegelen bu tartışmalar, özellikle Sovyetler Birliği’nin 1990’ların başındaki çöküşünden sonra gelişen yeni tarihsel konjonktürde (“yeni dünya düzeni” denen koşullarda) daha da önem kazandı. Değişen dünya koşullarına bağlı olarak Türkiye’de büyük sermayenin kendi geleceği açısından güvenli bir yapı arayışına girmesi ve bu çerçevede Avrupa kapitalizmiyle ekonomik-siyasal entegrasyona yönelmesi, müzminleşmiş yapısal sorunları ve kendine has bazı özellikleriyle sivrilen Türkiye kapitalizmini içerde ve dışarda yeniden tartışma gündeminin baş sıralarına taşıdı. Bu tartışmalar bir bakıma, Türkiye’deki egemen burjuva düzenin tarihsel özelliklerinin Batı ile kıyaslanarak sorgulanması anlamına da gelmektedir. Nitekim TC’nin 80 yıl önce selefinden (Osmanlı devletinden) devraldığı ve günümüze kadar da gururla taşıdığı tarihsel miras (devletin bürokratiktutucu yapısı ve baskıcı-ceberut karakteri), bugün bütünleşmek istenilen kapitalist Avrupa’nın sosyo-politik yapılarıyla kıyaslanarak adamakıllı sorgulanmaktadır. Bu bağlamda, Cumhuriyetin ilanından bu yana tartışılması, sorgulanması ve eleştirilmesi adeta tabu addedilen devletin resmi kuruluş ideolojisi (Kemalizm) ve bu ideolojinin bel kemiğini oluşturan “asimilasyoncu, inkârcı, patriyarkal” ulus-devlet anlayışı da eleştirilerden nasibini almaktadır. Üstelik ne ilginçtir ki, bu konudaki eleştirilerin “en ateşlisi” de bugün gene burjuva blok içinde (AB’ci liberal kesim ile statükocu-milliyetçi kesim arasında) geçen tartışmalarda dile getirilmektedir. Burjuva blok içinde yürüyen bu tartışmalara, sağlı sollu küçük-burjuva aydınlar da her zamanki gibi gene bir taraf olarak katılıyorlar. Bunların bir kısmı ateşli birer milliyetçi ve ulus-devlet savunucusu kesilerek statükocu-


Nisan 2005 • sayı: 1

marksist tutum

Siyasetteki ağırlığı Osmanlı’da olduğu gibi burjuva Cumhuriyet rejiminde de devam edegelen sivil-asker yüksek bürokrasinin (bürokratik elit ya da aristokratik bürokrasi diye niteleyebiliriz) bu geleneksel konumu, bugünün koşullarında besbelli ki burjuva siyasal rejimin işleyişi açısından rahatsızlık yaratmaktadır. milliyetçi burjuva güçlere destek çıkarken, liberaldemokratlığın sözcülüğüne soyunmuş diğer bir kısım küçük-burjuva aydın da AB’ci liberal büyük burjuvazinin arkasında saf tutmaktadır. Siyasetteki ağırlığı Osmanlı’da olduğu gibi burjuva Cumhuriyet rejiminde de devam edegelen sivil-asker yüksek bürokrasinin (bürokratik elit ya da aristokratik bürokrasi diye niteleyebiliriz) bu geleneksel konumu, bugünün koşullarında besbelli ki burjuva siyasal rejimin işleyişi açısından rahatsızlık yaratmaktadır. Eskinin bir uzantısı olan ve TC’nin bütün kurumlarına sinmiş bulunan bu geleneksel-statükocu bürokratik anlayış ve yapılarla bugünün dünyasında bir yere varılamayacağını artık bizzat burjuvazinin kendisi dile getirmektedir. Hâlâ 1920’li, 30’lu ve 40’lı yılların (yani Türk burjuvazinin henüz yeterince gelişmediği ve Türkiye kapitalizminin yalıtılmışlık koşulları içinde debelendiği yılların) patriyarkal ulus-devlet anlayışını yansıtan TC’nin bu statükocu kurum ve yapıları, açıktır ki Türkiye kapitalizminin bugünkü ihtiyaçlarına yanıt veremiyor. Tersine bu yapılar, ulusal sınırları aşmayı ve uluslararası sermayeyle kucaklaşmayı (emperyalist hiyerarşide özlediği yeri almayı) arzulayan Türkiye burjuvazisine ve özellikle de onun en etkili ve yetkili fraksiyonuna (büyük burjuvaziye) artık dar geliyor, ayak bağı oluşturuyor. Örneğin iktisadi egemenliği elinde tutan burjuvazinin ve burjuva devletin sadık bir hizmetkârı olması gereken (Batı’da olduğu gibi) asker-sivil yönetici bürokrasinin, sanki iktidarın gerçek sahibi ya da devletin gerçek efendisiymiş gibi davranması ve adeta burjuvaziden bağımsız bir sınıfmış gibi tavırlar sergilemesi, kapitalist Avrupa’nın kapısında bekleşen büyük burjuvaziyi artık iyiden iyiye

rahatsız ediyor. Burjuva düzenin kendi işlevleri açısından bile rahatsızlık yaratan bu durumun nasıl olup da aşılacağı ve özellikle de TSK’nın iktidar mekanizması ve siyaset üzerindeki ağırlığının “makul sınırlar içerisine” nasıl çekilebileceği sorusu, burjuva kamp içinde ciddi tartışmalara neden oluyor. AB ile entegrasyon süreci gündeme geldiğinden bu yana, burjuvazinin etkili ve yetkili kesimleri, genel olarak devlet politikaları ve özel olarak da asker-sivil yüksek bürokrasi üzerinde siyasal hâkimiyetlerini tam olarak tesis etmeye ve böylelikle normal işleyen bir burjuva parlamenter düzeni oturtmaya çalışıyorlar. Aristokratik bürokrasinin 12 Eylül döneminde iyice pekişen rolünün burjuva iktidar mekanizması içinde yarattığı çelişki ve çatışmaların daha fazla büyüyerek, AB’yle ekonomik entegrasyon sürecini engellemesini ve sermayenin hareketine ayak bağı olmasını istemiyorlar. Tarihsel karakteri ve “erdemleri” bizim için bir sır olmayan Türk burjuvazisinin, özellikle bu dönemde “anti-militarist”, “özgürlükçü”, “sivil toplumcu”, “demokrasi aşığı” vb. kesilivermesi bu nedenledir ve hiç de şaşırtıcı değildir. Burjuva kamp içinde on yıldan beri yaşanan ve son üç yıldır da iyice su yüzüne çıkan çatışmalı sürece baktığımızda görünen manzara şudur: Burjuvazinin değişimden yana olan, iktisadi ve siyasi liberalleşme isteyen AB’ci kesimleri ile TC’nin geleneksel-otoriter yapısının (ekonomik, toplumsal ve siyasal yaşamın tüm alanlarında aşırı müdahaleci, asimilasyoncu, inkârcı, kendi dışında herkesi düşman görmeye meyyal, şizofrenik ulus-devlet anlayışının) aynen devamında ayak direyen dar kafalı, statükocu kesimleri arasında tam bir it dalaşı yaşanmaktadır. Son on yıldan bu yana, devlet katında patlak veren siyasal krizlerin gerisinde

17


Nisan 2005 • sayı: 1

marksist tutum

de esasen bu gerçek yatmaktadır. Tüm bu olup bitenler, değişen uluslararası tarihsel konjonktüre de bağlı olarak, burjuva siyasal rejimde yaşanan sancılı değişim sürecinin bir dışa vurumudur aslında. Burjuva iktidar bloku içinde yaşanan ve burjuva siyaset sahnesinde yansımasını bulan bu çelişki ve çatışmalar, aniden zuhur etmiş olaylar değillerdir elbette. Kökleri esasen TC’nin kuruluş dönemine uzanan ve kapitalizmin Türkiye’ye özgü gelişme özelliklerinden kaynaklanan bu çelişki ve çatışmalar, günümüzde de etkisini hâlâ sürdüren geçmişin mirasını yansıtmaktadırlar. O miras ki, hem uzak geçmişin (Osmanlı devletinin klasik despotizminin), hem de yakın geçmişin (burjuva cumhuriyeti kuran milliyetçi bürokrasinin 27 yıllık tek parti diktatörlüğünde somutlanan “modern” despotizminin) derin izlerini taşımaktadır. Bir zamanlar Marx, tarihte benzer bir durumu irdelerken şöyle demişti: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar. Ama bunu sırf kendi keyiflerine göre yapmazlar. Kendileri tarafından seçilen durumlarda değil de, tamamen geçmişten gelen, geçmişin belirlediği koşullar altında yaparlar bunu. Tüm ölü kuşakların geleneği, yaşayanların beynine bir kâbus gibi çöker.” Evet, bir toplumun kendi geçmişinden kaçıp kurtulması kolay bir şey değildir gerçekten; hele ki o toplumda, bu kâbuslu geçmişi berhava edecek köklü bir devrim hiç yaşanmamışsa! Bu topraklarda öyle köklü bir devrimin yaşanmadığı da zaten bilinen bir şey. Türkiye burjuvazisi, kendi çıkarları için bile olsa, köklü bir burjuva devrimi yapmaya tarihinin hiçbir döneminde cesaret edememiş bir sınıftır. İçinde yaşadığı tarihsel çağın (ulusal kurtuluş ve sosyal devrimler çağı) koşullarından her zaman ürken ve bu nedenle de emekçi halk yığınlarının her hareketinde bir “komünist devrim” heyulası görerek irkilen bu ödlek sınıf, otoriter-bürokratik bir devlet yapılanmasının kanatları altına sığınarak işini yürütmeyi ve onun himayesinde palazlanmayı cumhuriyet tarihi boyunca temel bir politika olarak bellemiştir hep. İşte bu tarihsel karakteri nedeniyledir ki hiçbir zaman demokrat olamamış Türk burjuvazisi, kendi çıkarlarına dokunmadığı

18

sürece, despotik yanları her zaman ağır basmış olan TC tipi bir cumhuriyet anlayışının sürgit devam etmesine yıllarca ses çıkarmadı. Ve de tabii, bu cumhuriyetin kurucu ve koruyucu temel gücü konumunda olan yüksek askeri bürokrasi (ya da askeri oligarşi) karşısında da her zaman sinsice bir boynu büküklük göstererek işini yürütmesini bildi. Nitekim her başı sıkıştığında bu “resmi temsilci”yi göreve (yardımına) çağırması ve kendi siyasetçilerinin başı uçurulurken dahi suskun kalmayı yeğlemesi de onun bu korkak, sinsi ve ikiyüzlü tabiatının bir tezahürüydü. Burjuva cumhuriyetin kuruluşundan bu yana seksen yıldan fazla bir zaman geçti. Bugün Avrupa kapitalizmiyle ekonomik bütünleşme aşamasına geldiği söylenen Türkiye kapitalizmi, geçmişten gelen ve pek çoğu da çözülmemiş olan sorunlarıyla boğuşuyor hâlâ. Bu sorunların çözümü için zamanında kılını bile kıpırdatmamış olan burjuva siyasetçiler de şimdi kuyruğuna basılmış kediler gibi koşuşturmakta ve burjuva düzenin birikmiş sorunlarına çözüm bulmaya çalışmaktalar. Yerli büyük burjuvazinin ve uluslararası sermayenin yeni gözdesi AKP hükümetinin reform sürecini hızlandırması ve Batıdaki gibi bir burjuva demokrasisinin işletilmesi için yasal düzenlemelere girişmesi de bu nedenledir. Ama öte yandan, burjuva düzende yaşanan demokratikleşme yönündeki bu siyasal değişim sürecinin, toplumdaki devrimcidemokratik dinamiklerin (iç dinamiklerin) düzene bindirdiği kitlesel bir basıncın sonucunda olmadığı da bir gerçek. Bu değişim daha çok dış dinamiklerin etkilemesiyle, ya-

İşte bu tarihsel karakteri nedeniyledir ki hiçbir zaman demokrat olamamış Türk burjuvazisi, kendi çıkarlarına dokunmadığı sürece, despotik yanları her zaman ağır basmış olan TC tipi bir cumhuriyet anlayışının sürgit devam etmesine yıllarca ses çıkarmadı. Ve de tabii, bu cumhuriyetin kurucu ve koruyucu temel gücü konumunda olan yüksek askeri bürokrasi (ya da askeri oligarşi) karşısında da her zaman sinsice bir boynu büküklük göstererek işini yürütmesini bildi.


Nisan 2005 • sayı: 1

marksist tutum

ni AB’nin Türkiye’de liberal burju- Bu yeni süreçte, özellikle Türkiye Bu yeni süreçte, özellikle Türkiye gibi kapitalist altyapısı yeterince vaziye verdiği destek ve değişim gibi kapitalist altyapısı güçlü olmayan ülkelerin sermaye yönünde düzene bindirdiği basınç yeterince güçlü olmayan sınıfları, başını büyük emperyalist sonucunda olmaktadır. Bu nedenülkelerin sermaye sınıfları, güçlerin çektiği bloklardan birine le de, söz konusu değişim süreci başını büyük emperyalist dahil olmak için can atmaktadırlar. şimdilik AB’nin istediği doğrultuda güçlerin çektiği bloklardan Çünkü 21. yüzyılın dünyasında, ve bütünüyle yerli büyük burjuvabirine dahil olmak için can sermaye gücü yetersiz olan kapitalzi ile uluslararası sermayenin atmaktadırlar. Çünkü 21. ist bir ülke için yalnız kalmak dedenetimi altında yürümektedir. yüzyılın dünyasında, sermaye mek, dünya pazarında rekabet gücü yetersiz olan kapitalist bir Ne var ki AB’ci büyük sermayenin gücünü yitirmek, kendi pazarını da ülke için yalnız kalmak demek, devlet yönetiminde ve iktidar başkalarına kaptırarak güçsüzleşdünya pazarında rekabet ilişkilerinde mevcut statükocu yapıyı değiştirmeye yönelik attığı her gücünü yitirmek, kendi pazarını mek ve küçülmek demektir. Hele ki kapitalizmin dünya ölçeğinde da başkalarına kaptırarak adım, iktidardaki mevzilerini kayyaşanan bugünkü krizi ortamında, güçsüzleşmek ve küçülmek betme tehlikesiyle yüz yüze gelen bu, kapitalistler için bir ölüm kalım demektir. ve 12 Eylülcü rejimle iyice pekişmeselesidir. miş olan statükocu güçlerin tepkisini çekmekte ve bu da bilindiği gibi burjuva iktidar bloku İşte Türkiye’de büyük burjuvazinin yaptığı seçimi, yani içinde gerilimi ve çatışmayı tırmandırmaktadır. Söz konuAvrupa sermayesiyle entegrasyon (AB’ye katılım) perssu statükocu güçlerin başında da, öteden beri kendini pektifini de bu gelişmelerin ışığı altında ele alıp değerKemalizmin resmi varisi ve dolayısıyla cumhuriyetin tek lendirmek gerekiyor. Kapitalist dünyadaki bu yeniden hamisi, devletin gerçek sahibi olarak gören yüksek askeri saflaşma-bloklaşma sürecinde (“yeni dünya düzeni” denen bürokrasi gelmektedir. koşullarda), Türkiye kapitalizminin kendine yön tayin etme çabaları ya da çırpınışları daha Özal döneminde başlamış Bu statükocu anlayış ve yapılarla devam etmenin, kendi ve özellikle 1991’deki Körfez savaşından sonra daha da düzenleri açısından pek akıl kârı bir iş olmadığını büyük yakıcı hale gelmişti. Burjuva iktidar bloku içinde çelişki ve burjuvazi nicedir kavramış bulunuyor. Nitekim sermaye çatışmaların, görüş ayrılıklarının bu dönemden itibaren sınıfının en etkili ve yetkili kesimini oluşturan büyük burartması bir rastlantı değil, uluslararası konjonktürdeki juvazinin örgütü TÜSİAD’ın, kendi düzeninin selâmeti muazzam değişmelere bağlı olarak gelişen bir durumdu. bakımından bir değişimin şart olduğunu 90’ların ikinci yarısından beri yineleyip durması boşuna değildir. Bu yeni dönemde, uluslararası güçler dengesindeki değişTÜSİAD’ın değişim için çabalarını yoğunlaştırması ve melerden ve gelişmelerden Türkiye’de en çok etkilenen ve adımlarını hızlandırması da burjuva düzen açısından bu iktidar bloku içindeki pozisyonu giderek zayıflayacak olan işin ne kadar aciliyet kazandığını göstermektedir. burjuva kesim, askeri bürokrasi olacaktı. Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve soğuk savaşın sona ermesi, pek çok şeyin değişmesine yol açtığı gibi, bir NATO gücü olan Burjuva blokun içindeki çatlağın büyümesi TSK’nın stratejik konumunu da değiştirecekti. Sovyetler Değişen dünya konjonktürünü (“yeni dünya düzeni”ni) Birliği’nin burnunun dibindeki bir NATO gücü olması doğru okuyan burjuvazinin akil kesimi (büyük burjuvazi) nedeniyle, soğuk savaş dönemi boyunca ABD nezdinde ile, değişime ayak uyduramayan ya da kendi pozisyonu “itibarlı” bir yeri olan TSK için şimdi aynı durum geçerli açısından bunu henüz hazmedemeyen statükocu kesim olamazdı. Bir bakıma bu önemli değişiklik, TSK’nın tearasındaki çelişki özellikle son on yıl içinde keskinleşti. pesindeki askeri bürokratik oligarşinin ülke içindeki Her şeyden önce şunu söylemek gerekir ki, burjuva iktiayrıcalıklı konumunu, yani iktidar yapılanmasındaki pozdar bloku içinde varolan çelişki ve görüş ayrılıklarının isyonunu da olumsuz yönde etkileyecekti. […] özellikle 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren iyice Öte yandan bu süreçte tavrını açıkça AB’yle bütünleşkeskinleşmesi ve siyasal yapıda bir değişim ihtiyacının mekten yana koyan büyük sermaye çevreleri, bu burjuvazi tarafından bu tarihlerde dile getirilmeye doğrultuda yol alabilmek için siyasal rejimin sivilleşmesi başlaması bir tesadüf değildir. Nasıl ki İkinci Dünya ve “normalleşmesi”nin şart olduğunu söylemeye Savaşı sonrasında oluşan uluslararası yeni güç dengeleri, başlamışlardı. Bu da siyasal rejimin yapısında ve özellikle Türkiye’deki burjuva rejimde bir değişim ihtiyacını (tek par12 Eylül rejiminin uzantısı konumunda olan mevcut tili rejimden çok partili rejime geçiş) gündeme getirmişse, bürokratik mekanizmaların işleyişinde gelecekte önemli ‘90 dönemecinden itibaren dünyada yaşanan gelişmeler de değişimlerin yaşanabileceğinin sinyallerini veriyordu. aynı şekilde Türkiye’yi etkilemiş ve değişime zorlamıştır. 21. yüzyılın dünyasında, uluslararası kapitalizmden yalıtıl[…] mış ve kendi içine kapanmış bir “ulusal” kapitalizm

19


marksist tutum

21. yüzyılın dünyasında, uluslararası kapitalizmden yalıtılmış ve kendi içine kapanmış bir “ulusal” kapitalizm düşünün imkânsızlığının bilincinde olan büyük sermaye grupları, 90’lardan itibaren uluslararası koşullarda meydana gelen tarihsel önemdeki değişikliklerden ve ülke içinde yaşanan ekonomik, politik istikrarsızlıkların ortaya koyduğu tablodan kendi hesaplarına gerekli sonuçları çoktan çıkartmışlardı. Onlar değişen dünya konjonktürünü dikkate alarak, kendi düzenlerinin “selâmeti” bakımından tercihlerini Avrupa sermayesiyle entegrasyondan yana yaptılar. düşünün imkânsızlığının bilincinde olan büyük sermaye grupları, 90’lardan itibaren uluslararası koşullarda meydana gelen tarihsel önemdeki değişikliklerden ve ülke içinde yaşanan ekonomik, politik istikrarsızlıkların ortaya koyduğu tablodan kendi hesaplarına gerekli sonuçları çoktan çıkartmışlardı. Onlar değişen dünya konjonktürünü dikkate alarak, kendi düzenlerinin “selâmeti” bakımından tercihlerini Avrupa sermayesiyle entegrasyondan yana yaptılar. Büyük sermayenin belli bir tarihten beri Türkiye’de “demokratik dönüşümleri” ısrarla savunur hale gelmesi ve bu bağlamda 12 Eylül rejiminin uzantısı konumunda olan mevcut burjuva siyasal yapının değişmesini istemesi ve Avrupa’daki gibi bir “burjuva demokrasisinin” Türkiye’de de işletilmesinin artık gerekli olduğunu “ilan” etmesi hep bu AB tercihi ile bağlantılıydı. Ne var ki, devlet yönetiminde 12 Eylül rejiminin perçinlediği statükocu yapılara ve bu yapılara dört elle sarılmış bulunan burjuvazinin tutucu fraksiyonlarına (en başta da aristokratik Kemalist bürokrasiye) bu gerçekliği benimsetmenin o kadar kolay olmadığı kısa zamanda ortaya çıkacak ve burjuva iktidar bloku içinde bu konularda derin bir çatlak oluşacaktı. Ortaya çıkan bu çatlakta, hiç kuşkusuz 12 Eylül 1980 darbesinin burjuva siyasal rejimde yol açtığı tahribatın da büyük payı vardı. […] 12 Eylül askeri-faşist diktatörlüğünün, zaten güdük olan burjuva parlamenter rejimde yol açtığı tahribatın boyutları öylesine geniş oldu ki, geçmişte yetişkin siyasal kadrolara ve toplumsal desteğe sahip bulunan geleneksel burjuva partiler (örneğin CHP ve AP) bile bu süreçten darmadağınık bir vaziyette çıktılar ve bir daha da o eski konumlarına tam olarak dönemediler. Kısacası 12 Eylül rejimi burjuva düzeni belirli bir dönem için krizlerin toplumsal ve politik sonuçlarından, kargaşadan, devrim tehlikesinden uzak tutmayı başarmıştı ama bu arada burjuva siyasal yapının çivisini de adamakıllı yerinden oynatmıştı. Bunun politik arenadaki uzun erimli

20

Nisan 2005 • sayı: 1

sonuçları ise, burjuva partilerin kendi içinde bölünmeleri, kitle desteğini yitirmeleri, erozyona uğramaları ve burjuva siyasal rejimde istikrarsızlık dönemlerinin çok geçmeden yeniden başlaması oldu. Siyasal istikrarsızlığın hortlaması ise, 12 Eylül rejiminin uzantısı konumunda olan ordu içindeki statükocu güçlerin siyasal iktidarlar üzerindeki hâkimiyetinin sürüp gitmesine yol açtı. 12 Eylül rejimi resmen sona ermiş gözükse bile, onun yerleştirdiği kurumların, kuralların ve de tabii bunların bekçiliğini yapan “ordu partisi”nin siyasal erk üzerindeki fiili hegomonyası zamanımıza kadar sürüp gelecekti. […]

Burjuva cephede saflaşma devam ediyor AB’yle bütünleşme perspektifiyle hareket eden büyük burjuvazi, AB’yle uyumlu olacak bir burjuva parlamenter demokrasiye geçişin öncülüğünü yaparken, diğer tarafta “laik”, “millici” ve de 12 Eylül rejiminin yapılandırdığı otoriter devleti pek seven burjuvazinin statükocu fraksiyonları değişime karşı direnmekteydiler. Böylece burjuva iktidar bloku içinde, “uzun soluklu” taktik savaşları da başlamış oluyordu. Bugün de hâlâ devam etmekte olan bu savaş, apaçık ki, burjuva iktidar odakları arasında süregelen bir siyasal hegemonya savaşıdır. Bir tarafta, Türkiye kapitalizminin Avrupa kapitalizmiyle entegrasyonu sürecinin önünü açmak için devletin ekonomik faaliyet alanının daraltılmasını ve merkezi bürokrasinin kontrol ettiği kapitalist devlet fonlarının doğrudan kendi kontrollerine geçmesini isteyen mali sermaye grupları (büyük burjuvazi) yer alıyor. Büyük burjuvazinin bu isteğinin gerçekleşebilmesi için siyasal rejimde köklü bir değişimin yaşanması, yani aristokratik bürokrasinin 12 Eylül rejiminden bu yana özellikle güçlenen devlet içindeki ve siyasal iktidarlar üzerindeki geleneksel hâkimiyetinin kırılması gerekiyor. Büyük burjuvazi siyasal rejimin liberalleşmesini ve Avrupa’nın himayesinde burjuva parlamenter bir rejimin işletilmesini işte bu nedenle istemekte ve siyasal reform çabalarını bu nedenle hızlandırmaya çalışmaktadır. Kendini “özgürlüklerin savunucusu”, “demokrasi havarisi” olarak sunan “liberalizm şampiyonu” AB’ci büyük burjuvazi şöyle bir imaj yaratmaya çalışıyor toplumun bilincinde: Eğer Avrupa sermayesiyle bütünleşilirse, hem ekonomik sorunlar çözülecek hem de özgürlük ve demokrasi gelecek Türkiye’ye! Yani demokrasiyi de, ekonomik refahı da emperyalist Batı’dan beklemek gerektiği konusunda “umut” dağıtılıyor kitlelere. Büyük burjuvazinin “özgürlükler ve demokrasi” konusundaki bu ikiyüzlü tavrı, ister istemez “hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” atasözünü hatırlatıyor insana. Bugün pek “liberal”, pek “özgürlükçü” ve de pek “sivil toplumcu” pozlar takınan büyük burjuvazinin örgütleri (TÜSİAD, Odalar Birliği vb.), bir zamanlar bu ülkede


Nisan 2005 • sayı: 1

kendilerinin doğrudan ya da dolaylı desteği ile gerçekleşen 12 Mart, 12 Eylül gibi gerici askeri darbeleri ve bu darbe dönemlerinde yaşananları şimdi unutturmaya ve hafızalardan silmeye çalışıyorlar. Bu darbelerin gerçekleşmesinde ve özellikle 12 Eylül faşist askeri diktatörlüğünün kurulmasında kendilerinin oynadığı uğursuz rol ve kanlı geçmişleri hatırlansın istemiyorlar çünkü. Evet, AB tartışmaları başladığından bu yana büyük burjuvazinin sözcülerinin sık sık insan haklarından, düşünce özgürlüğünden, demokratik değerlerden vb. söz etmeleri insanın gözünü yaşartıyor doğrusu! Meğer bizim “Avrupalı” burjuvalarımız insan haklarına ne kadar da “saygılı”, ne kadar da “demokrat”mışlar! Ama “sen söyleyene değil, söyletene bak!” demiş atalarımız. Bugünlerde büyük burjuvalarımız demokrasi nutku atıyor ve “değişim şart” diyorsa eğer, bilinmeli ki onlara bunu söyleten “demokrasi aşkı” falan değil, hayal dünyalarında yaşattıkları “Avrupa sermayesiyle bütünleşme ve emperyalist hiyerarşide basamak atlama” aşkıdır! O anki sınıfsal çıkarları öyle gerektiriyorsa, “demokrat” olmayı da, bülbüller gibi “demokrasi” şakımayı da iyi becerir bizim ikiyüzlü, sinsi ve kıyıcı burjuvalarımız, bunda hiç kuşkumuz olmasın! Tabii, çıkarları tehlikeye girdiğinde ve demokrasi onlar için bir “lüks” haline geldiğinde ise, gene hiç tereddüt etmeden demokrasiyi ellerinin tersiyle bir kenara iteceklerinden ve kılıcı baş tacı edeceklerinden de hiç kuşkumuz olmasın. Bir zamanlar “dün dündür, bugün bugündür” diye boşuna dememişti onların piri Süleyman Demirel! Nitekim, çok partili siyasal rejimin yürürlükte olduğu son altmış yıllık cumhuriyet tarihine bakarsak, bu “veciz” cümlenin tam da Türk burjuvazisinin cibilliyetini anlattığını görürüz. Öte yandan, kendileri de burjuva sınıfın bir parçası olarak iktidar bloku içinde yer alan ve AB karşısında “yurtsever”, “ulusalcı”, “devletçi” pozlar takınan statükocu kesimlerin durumuna gelirsek: Bu kesimlerin önde gelen temsilcisi, 12 Eylül’den bu yana burjuva iktidar mekanizması içinde ağırlığını arttıran ve bu konumunu bugün de korumaya (ya da en azından yitirmemeye) çalışan asker-sivil yüksek bürokrasi, başka bir deyişle aristokratik bürokrasidir. Ve de tabii, bu kesimle “şimdilik” ittifak halinde gözüken kimi “milliyetçi”

marksist tutum

burjuva siyasetçiyi, Atatürkçü profösörü, gazeteciyi, yazarı da bu kesime dahil etmek gerekiyor. Aristokratik bürokrasi, burjuva rejimin liberalleşmesi yönündeki değişim sürecini engellemek ya da geciktirmek için bugüne kadar direnişini “sinsice” sürdürdü. Burjuvazinin liberal kesimi gibi, o da kendisine toplumsal destek sağlayabilmek için her türlü demagojiye başvuruyor. Daha düne kadar ABD emperyalizminin, NATO’nun dümen suyundan ayrılmayan sivil-asker yüksek bürokratlarımız, bakıyoruz şimdilerde “anti-emperyalist(!)” ve de “duyarlı yurtsever(!)” kesilivermişler Ama işin esasına bakılacak olursa, ne “emperyalizme karşı olmak” ne de “yurtseverlik”tir aristokratik bürokrasinin derdi. Onun esas derdi, burjuva iktidar bloku içindeki geleneksel ayrıcalıklı konumunu yitirmemek, devlet yönetimi ve genel siyaset üzerindeki ağırlığını eskisi gibi sürdürebilmektir. Eğer AB’ye giriş onların hamiliği altında olacaksa ve iktidardaki pozisyonlarına, mevki ve makamlarına bir zarar getirmeyecekse, buna eyvallah derler hiç kuşkusuz! Yok eğer bu süreç onların inisiyatifi dışında gelişip, iktidardaki pozisyonlarına zarar verecekse zinhar olmaz! 12 Eylül’den bu yana afra tafrası artmış olan aristokratik bürokrasi (özellikle de onun askeri cenahı) çok iyi bilmektedir ki, AB’ye uyum çerçevesinde öngörülen “değişim” gerçekleşir de, burjuva siyasal rejimde ve de devletin yönetim mekanizmalarında hâkim olan statükocu yapı ortadan kalkarsa ve ardından da Batıdaki gibi bir burjuva demokrasisi işlemeye başlarsa, kendilerinin süngüsü düşecek ve normal işleyen bir burjuva parlamenter düzende olmaları gereken yere (yani burjuvazinin ve burjuva devletin işlerini gören ve sıralamada burjuva siyasetçiden sonra gelen birer kahya konumuna) iniverecekler! Özellikle 12 Eylül’den bu yana devlet içinde ve diğer kurumlarda elde ettikleri mevki ve makamlarla, kendilerine sunulan ayrıcalık ve arpalıklarla “devletlû bir sınıf ” gibi yaşamaya alışmış olan bu zevat için, hiç de “hoş” olmayan bir durum olacaktır bu elbette. Nitekim bunu bildikleri için, demagojik söylev ve çıkışlarla olayları manipüle etmeye ve devletin geleneksel baskıcı-otoriter yapısının ve bu yapı içerisinde de kendi statükocu konumlarının “vazgeçilmezliğine” inandırma-

Bugün pek “liberal”, pek “özgürlükçü” ve de pek “sivil toplumcu” pozlar takınan büyük burjuvazinin örgütleri (TÜSİAD, Odalar Birliği vb.), bir zamanlar bu ülkede kendilerinin doğrudan ya da dolaylı desteği ile gerçekleşen 12 Mart, 12 Eylül gibi gerici askeri darbeleri ve bu darbe dönemlerinde yaşananları şimdi unutturmaya ve hafızalardan silmeye çalışıyorlar.

21


marksist tutum

ya çalışıyorlar toplumu. Zaten burjuva siyasal rejimin liberalleşmesi gündeme geldiğinden beri, her konuda bir “sorun” yaratıp maraza çıkarmaktan, Bizansvari entrikalar çevirmekten ve elinde tuttuğu devlet aygıtlarından da yararlanarak provokasyonlar düzenlemekten geri dur madı aristokratik bürokrasi. Milliyetçilikten yakasını kurtaramamış olan Türk solunun bir bölüğü, bu Kemalist aristokratik bürokraside “ilerici”, “anti-emperyalist”, “yutsever” vb. nitelikler bulunduğunu vehmetmeye devam etse de, gerçek şudur: 12 Eylül rejimiyle gücü pekişmiş olan burjuvazinin bu bürokrat kesimi, rejimin liberalleşmesine ve demokratikleşmesine karşı direnen ve eskiyi muhafaza etmeye çalışan bir güç olarak, burjuvazinin siyasal anlamda en tutucu fraksiyonunu temsil etmektedir. Fakat iç ve dış etkenlerin bir bileşkesi olarak ilerleyen bugünkü süreçte, bu statükocu bürokrat/burjuva kesimin sonuna kadar bütünlük içinde davranabilmesi ve homojen kalabilmesi de pek olası değildir. Çünkü sonuç olarak bu kesim de egemen burjuva sınıfın bir parçasıdır ve ilânihaye ondan bağımsız hareket edemez. Nitekim iktidar mekanizması içinde bu aristokratik bürokrasinin eski “üstün” konumunu yitirmeye başladığını gören kimi üst düzey bürokratların, kendilerini bugünün koşullarına uyarlamaya ve değişime ayak uydurmaya çalışmaları hiç şaşırtıcı değildir. Bu, onların burjuva iktidar bloku içinde saf değiştirmeye ve değişimden yana olan burjuva kesime katılmaya her an hazır oldukları anlamına geliyor. Bu gelişmeler, ordunun üst kademelerini tutan askeri bürokratik oligarşi (generaller) içindeki saflaşmalarda da kendini gösterecektir. Nitekim görev başındaki veya emekli olmuş paşaların son dönemlerde farklı dilden konuşmaya başlamaları da, o çok övündükleri “emir komuta zinciri”nin paslanmaya yüz tuttuğunu ve bu gidişle işe yaramaz hale geleceğini göstermektedir. Son durumda görünen odur ki, burjuvazinin değişimden yana olan AB’ci kanadı karşısında, statükocu kanadın süngüsü giderek düşmektedir. Ama bunun, ulusal ve uluslararası koşullardaki değişimelere bağlı olarak, her zaman tersine dönebilecek bir durum olduğu da asla unutulmamalı! Egemen sınıf bloku içinde geçen bu çekişmenin 17 Aralıktan sonra ne hal alacağını hep birlikte göreceğiz. Sözün kısası, bugün iktidar bloku içinde cereyan eden bu kavga son tahlilde egemen sınıfın kendi iç kavgasıdır ve esas olarak da egemen sınıfın fraksiyonları arasında, devlet iktidarının kullanımına yönelik bir siyasal hegemonya çekişmesidir.

Milliyetçilik Türk solunun ezeli bir zaafıdır Bu gerçeği göremeyen ya da görmek istemeyen Türk solunun önemli bir kesimi (en başta da küçük-burjuva milliyetçi şartlanmadan kurtulamamış olanlar), gerçekte bur-

22

Nisan 2005 • sayı: 1

juva iktidar blokunun bir bileşeni olan aristokratik bürokrasiyi “burjuvazi-dışı” muhalif bir güç olarak mütalaa ediyor ve onun ideolojisine (Kemalizme) “ilerici”, “anti-emperyalist” misyonlar atfetme alışkanlığını, daha doğrusu dar kafalılığını sürdürüyor hâlâ. Bunlara göre, AB’ye ve AB’ci liberal burjuvaziye karşı “ulusal çıkarları” ve ulus-devleti savunan aristokratik bürokrasi anti-emperyalist eğilimler taşımaktadır ve bu nedenle de desteklenmelidir! Kendileri de ulus-devleti savunmakla sözümona “anti-emperyalist” bir çizgi izlediklerini sanan küçük-burjuva milliyetçi sollar, bu tutumlarıyla aslında, 12 Eylül rejiminin uzantısı konumunda olan ve bugün de hâlâ baskıcı-otoriter burjuva devlet anlayışının sözcülüğünü yapan aristokratik bürokrasinin arkasında saf tutmaktan öte bir şey yapmış olmuyorlar. Nitekim Türk solunun bu milliyetçi kesiminin, “AB’nin dayatmalarına karşı çıkmak”, “ulusal onuru korumak” gibi bahanelerin ardına saklanarak, hem Kürt halkının ulusal-demokratik talepleri karşısında, hem de Kıbrıs halkının kendi geleceğini özgürce belirleme iradesi karşısında nasıl da en pespaye milliyetçi tutumlar sergilediklerini ve bu milliyetçi-şoven duyguları işçi sınıfına da taşımaktan geri durmadıklarını gördük. Kimileri bunu, statükocu devlet güçlerinin yanında açıkça saf tutarak ve faşistlerle kol kola, şovenist bir söylem geliştirerek (örneğin D. Perinçek’in İşçi Partisi gibi) yaptı; kimileri ise “yurtseverlik” adı altında örtük ve sinik bir milliyetçilik güderek [örneğin T“K”P (SİP) gibileri]. Ama kendilerini hangi biçim altında ifade etmiş olurlarsa olsunlar, bu tip “millici sosyalist”lerin açılımları son tahlilde ortak bir noktada buluşmaktadır: Ulus-devleti ve devletçiliği mistik bir haleye büründürerek, adeta tapınılacak kutsal bir varlığa dönüştüren Stalinizmin (küçükburjuva-milliyetçi devlet sosyalizmi anlayışının) ayak izinden yürümek! Bu tarihsel çizgi, laf düzeyinde ne denli “devrimci”, “sosyalist” ya da “komünist” pozlar takınırsa takınsın, özünde proletaryanın tarihsel çıkarlarının (devrimci enternasyonalizmin) karşısına milliyetçiliğin dar çıkarlarını diktiği sürece, tarihsel olarak gerici bir pozisyonda durmaya devam edecektir. Milliyetçi solun yanı sıra, burjuva iktidar bloku içindeki çatışmanın mahiyeti ve “demokrasi” konusunda bilinç bulandıran diğer bir ideolojik anlayışa, liberal solun durumuna da burada kısaca değinmek gerekiyor. Milliyetçi sol nasıl ki anti-emperyalist mücadeleyi gerçek içeriğinden (anti-kapitalist özünden) soyutlayıp yabancı düşmanlığına indirgiyor ve ulus-devletin savunusu temelinde “ulusal” kapitalizme dolaylı bir destek sunuyorsa, bunun tam karşı kutbunda yer alan liberal sol da, sözümona “demokratikleşme”yi ve “siyasal liberalleşme”yi savunma bahanesiyle büyük burjuvaziye ve onun vaat ettiği “emperyalist-demokrasiye” dolaylı destek sunuyor. Bu bakımdan milliyetçi sol ile liberal sol, bir modalyonun iki


Nisan 2005 • sayı: 1

marksist tutum

Milliyetçi sol nasıl ki anti-emperyalist mücadeleyi gerçek içeriğinden (anti-kapitalist özünden) soyutlayıp yabancı düşmanlığına indirgiyor ve ulus-devletin savunusu temelinde “ulusal” kapitalizme dolaylı bir destek sunuyorsa, bunun tam karşı kutbunda yer alan liberal sol da, sözümona “demokratikleşme”yi ve “siyasal liberalleşme”yi savunma bahanesiyle büyük burjuvaziye ve onun vaat ettiği “emperyalist-demokrasiye” dolaylı destek sunuyor. Bu bakımdan milliyetçi sol ile liberal sol, bir modalyonun iki yüzü gibi duruyorlar. Liberal sol anlayışın sahiplerine göre, eğer AB’yle entegrasyon süreci gerçekleşirse bunun Türkiye’ye sağlayacağı demokratikleşme ve özgürlük ortamı geri dönüşsüz olacaktır! yüzü gibi duruyorlar. Liberal sol anlayışın sahiplerine göre, eğer AB’yle entegrasyon süreci gerçekleşirse bunun Türkiye’ye sağlayacağı demokratikleşme ve özgürlük ortamı geri dönüşsüz olacaktır! Liberal solun savunduğu bu görüş, aslında burjuva demokrasisinin ve dolayısıyla burjuva devletin bir savunusu olmaktan öteye geçmemektedir. Çünkü bu görüş son tahlilde eleştirilerini kapitalist sistemin kendisine değil, yalnızca onun baskıcı yönetim biçimlerine yöneltmekte ve dolayısıyla kalıcı ve geri dönüşsüz bir demokrasinin ve özgürlüklerin kapitalist devlet altında da pekâlâ gerçekleşebileceğini vazetmektedir. Her ne kadar bağımsız bir siyasal örgütlenmeyle kendilerini açıkça ortaya koymuş olmasalar da (aslında ÖDP içinde bunu temsil eden bol miktarda kişi olduğu biliniyor), çeşitli kitle örgütlerinde, sendikalarda ve burjuva medyada arz-ı endam eden sol liberal aydınların ve gazetecilerin açılımlarından biliyoruz ki, bu sol liberal görüş, çağımızda kapitalizmin (dolayısıyla emperyalizmin) yeni bir tarihsel döneminin başladığını ve bunun demokrasinin, özgürlüklerin ve barışın global ölçekte gelişeceği bir dönem olacağı düşüncesini yaymaya çalışmaktadır. Liberal solun öğütlerine bakılacak olursa, işçi sınıfı da artık demokrasinin ve özgürlüklerin gelişmesini kendi öncülüğünde yürüteceği devrimci sınıf mücadelesinden değil, emperyalist kapitalizmin dünya ölçeğindeki gelişmesinden ve bu global gelişmenin yaratacağı barış ortamından beklemelidir. Kautsky’nin kulakları çınlasın! Türkiye’de baskıcı-otoriter devlet düzenine karşı çıktığını ve demokrasiden, özgürlükten yana olduğunu söyleyen bu sol liberal anlayış da, gerçekte “sol” bir söylemle örtünmüş liberal kapitalizm yandaşlığından öteye geçmiyor. Bu nedenle liberal solun işçi hareketinde yarattığı ve yaratacağı yanılsamalar karşısında uyanıklığı elden bırakmamak gerek. Fakat son söz olarak vurgularsak, karşımıza dikilen en

önemli sorun milliyetçi zaaflar sergilemek bakımından Türk solunun yapısında bugün de değişen çok fazla bir şeyin olmamasıdır. Bugün de kendini sosyalist, hatta komünist olarak tanıtan pek çok eğilim, günümüze damgasını basan çok ciddi gelişmeler karşısında devrimci Marksist bir tutum takınmaktan ve buna uygun bir siyasal çizgi izlemekten uzak duruyorlar. Onlara soracak olursanız, gerek Avrupa Birliği konusunda, gerekse Kıbrıs ve Kürt sorununun çözümü konusunda “ulusal çıkarları” savunan statükocu bürokratlarla ve statükocu “milli” burjuvalarla aynı safta olmak, yurtseverliğin (milliyetçiliğin bir başka ifade biçimidir bu) bir gereğidir. Ve de tabii, yurtseverlik de sosyalist olmanın vazgeçilemez bir ön şartıdır(!). Evet bu da bir “sosyalizm” anlayışıdır ama, bize göre bu sosyalizmin Marksizmle uzak yakın bir ilgisi yoktur. Bu tür bir sosyalizm anlayışının, olsa olsa “nasyonal sosyalizm” ya da “devletçi sosyalizm” denen anlayışlarla bir akrabalık bağı olabilir, Marksizmle değil. Görünen o ki, aradan geçen bunca yıla ve yaşanan onca acı deneye rağmen, bizim “milli” solcularımızın kitabında, sermayenin tümüne karşı (AB’cisine de, “milli”cisine de) cephe almak ve işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını savunan enternasyonalist komünist bir sınıf tutumunu benimsemek diye bir şey hâlâ yazmıyor!

30 Kasım 2004 tarihli bu yazı www.marksist.com sitesinden kısaltılarak alınmıştır. ————————————————————————— 

Marx, Louis Bonaparte’ın Onsekiz Brumaire’i, Köz Y., Nisan 1975, s.13

23


Enternasyonalle Tarih düz bir çizgide ilerlemiyor

E

nternasyonal marşının anlamlı sözleri nice yıldır kim bilir kaç ülkede işçi sınıfının devrimci umut ve coşkusuna tercüman oldu. Enternasyonalle kurtulur insanlık! Bu sözler yalnızca devrimci heyecanın göğe yükselen sesi olmakla kalmıyor, son derece önemli bir gerçeği de dile getiriyor. İnsanlığın sömürülü ve sınıflı toplumlar belasından kurtulup özgürlüğüne kavuşabilmesi için, işçi sınıfının kapitalizme karşı yürüttüğü mücadelenin başarıya ulaşması şart. Bu mücadelenin ileriye taşınabilmesi ve muzaffer kılınabilmesi ise proletaryanın enternasyonalist bilinç ve örgütlülük düzeyine bağlı. O nedenle proletaryanın enternasyonal örgütünün yaratılması, 19. yüzyıldan başlayarak sınıf hareketinin öncü güçlerinin yaşama geçirmeye çalıştıkları bir hedef oldu. Marx ve Engels’in içinde yer aldığı Birinci Enternasyonal, devrimci işçi hareketinin dünyaya gözlerini açmakta olduğu bir tarihsel dönemin ürünüydü; bir ilk deneyimdi. Bunu Avrupa’da kitleselleşen işçi hareketinin üzerinde yükselen İkinci Enternasyonal deneyimi izledi. İşçi mücadelesinin artık güçlenerek siyaset sahnesine çıkması ve kitlesel işçi partilerinin yaratılması başlangıçta bir ilerleme teşkil etse de, İkinci Enternasyonal burjuva düzene adapte olarak sınıf işbirlikçiliğine kaydı ve nihayetinde burjuva reformist sosyal demokrasi akımının enternasyonal örgütü haline geldi. Üçüncü Enternasyonal (Komintern), devrimci işçi mücadelesinin çok daha ileri boyutlara ulaştığı ve dünyayı sarsmaya başladığı koşullarda vücut bulacaktı. 1917 Ekim Devrimi, proletaryanın devrimci bir önderliğe sahip olduğunda nelere muktedir olacağını dosta düşmana kanıtlıyordu. Keza dünya komünist hareketinin örgütü Komintern de Ekim Devriminin yarattığı muazzam siya-

24

Bugünün en önemli görevi, sınıf hareketinde ul Marksizmden alan bir silkinme ve canlanmanın y Ancak sağlam bir teorik donanıma, mücadele az unsurların bu tür görevlerin üstesinden gelebi yıllardır kendini aynı minval üzre tekrar eden, hiç rutinizm temelinde varlıklarını sürdürebilirler a başlatabildikleri görülmüş müdür? Proletaryanın dinamizmine ihtiyacı var. Ayrıca çeşitli ülkelerde akıtılmazsa, enternasyonal düzeyde yeni bir atılım gerçekleştirecek güçler göklerde bir yerlerde yery dek işçi sınıfının hiçbir sorunu “Godot’yu bek olduğunda da çözümün yolu bu uğurda bıkmadan sal etki ve moral güç sayesinde inşa edilebildi. Üçüncü Enternasyonal, oluşumunun temellerini, çekim gücünü ve siyasi otorite hakkını muzaffer Ekim Devriminden alması bakımından tek ve en ileri örnek oldu. Böylece dünya işçi sınıfı, Lenin’in proleter devrimler çağı diye nitelediği yeni bir döneme devrimci silahlarını kuşanarak giriyordu. Ne yazık ki bu olumlu başlangıcın arkası kötü geldi. Dünya devriminin gelişmiş kapitalist ülkelerde ilerlemeyişi nedeniyle, dünyadaki ilk muzaffer işçi iktidarı Rusya gibi geri bir çerçeveye hapsoldu ve içten yürüyen bürokratik bir karşı-devrimle yıkıldı. Ekim Devriminin önderi Bolşevik Parti egemen bürokrasinin çizmeleri altında can verdi. Stalinizmin egemenliği altında Komintern’in devrimci özü tamamen boşaltıldı ve nihayetinde tasfiye edildi. Dünya işçi sınıfının devrimci mevzilerine yönelen bu saldırılara karşı koyan gerçek Bolşeviklerin çabası egemen bürokrasinin ölüm fermanlarıyla durduruldu. Dünyanın tüm işçi-emekçi insanlarını,


Kurtulur İnsanlık Elif Çağlı

lusal ve enternasyonal düzeyde gücünü devrimci yaşanmasına hizmet etmek olarak belirginleşiyor. zmine ve devrimci tutku ve heyecana sahip olan ileceği de açık bir gerçek. Heyecanını yitirmiş, çbir yanlışını sorgulamayan siyasal çevreler belki ma böylelerinin ihtiyaç duyulan yeni bir atılımı n devrimci mücadelesinin yeni güçlere, gençliğin işçi hareketinin devrimci canlanışı için fiilen ter m da boş bir hayale dönüşür. Zira böyle bir atılımı yüzüne inecekleri günü bekliyor değiller. Bugüne kleyerek” çözülmedi. Enternasyonal söz konusu n usanmadan mücadeleyi sürdürmekten geçiyor. sömürünün, baskının ve haksız savaşların olmadığı yepyeni bir geleceğe taşıyacak devrimci mücadelenin önderliği parçalanmış ve yok edilmişti. İnsanlığın bunalımı devrimci önderlik krizinde somutlanır hale gelmişti. Kapitalizmden kurtuluş ve sosyalist bir geleceği yaratma mücadelesi açısından son derece olumsuz olan bu gelişmeler karşısında, işçi sınıfının devrimci çizgisini yaşatmaya çalışan güçler ve çabalar yer alıyordu. Troçki öncülüğünde Uluslararası Sol Muhalefetin oluşturulması ve ardından Dördüncü Enternasyonalin inşasına girişilmesi bunun somut örnekleriydi. Ancak ne bu çaba yeterli olabildi ne de Troçki’nin ölümünden sonra arkası anlamlı ve doğru bir biçimde getirilebildi. Dördüncü Enternasyonal adına siyasi mücadeleyi sürdüren Troçkistler, Troçki’nin yaşatmaya çalıştığı Bolşevik-Leninist geleneği günümüze taşıyamadılar. Böylece işçi sınıfının enternasyonal önderlik krizi, yıllar içinde daha da büyüyerek çeşitli devrimci kuşakların karşısına dikildi. Troçkizmin zaafları dışında, bu krizin böylesine uzun bir

tarihsel dönem boyunca çözümsüz kalmasının öznel ve nesnel nedenleri vardır. Nesnel nedenler arasında sayılması gereken etkenler, ikinci emperyalist paylaşım savaşı sonrasında oluşan dünya koşullarıdır. Bunu da ikiye ayırabiliriz. Birincisi, yükselen büyük emperyalist güç ABD’nin muazzam atağı temelinde kapitalist sistemin içine girdiği canlanmadır. ABD’nin atağı Avrupa dahil dünyanın pek çok bölgesinde kapitalizmin yeni bir gelişme eğilimi sergilemesini sağlamış ve özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde sistemin işçi sınıfını reformlarla yatıştırma siyaseti izleyebilmesini mümkün kılmıştır. Böylece bu ülkelerde bir zamanlar devrimci isyan ateşleriyle varlığını duyuran işçi hareketi ciddi boyutlarda gerileme ve sınırlı reform talepleriyle yetinme sürecine sürüklenmiştir. Savaş sonrası dünya koşullarını biçimlendiren ve tüm ülkelerde işçi hareketinin durumunu etkileyen ikinci nesnel etken ise, Stalinist bürokrasinin egemenliği altındaki SSCB’nin varlığı idi. Bu modern despotik-bürokratik rejim Ekim devriminin ülkesindeki egemenliği sayesinde, aslında sosyalizmle hiçbir ilgisi olmayan varlığını dünyaya “yaşayan sosyalizm” diye kabul ettirmeyi başarmıştı. Yine aynı nedenle, Stalinist bürokrasinin doğrudan kontrolu altında dünya ölçeğinde resmi bir komünist hareket yaratılmış ve gerçek devrimcilere göz açtırılmamıştı. Stalinist sistem giderek dünyada kendi kopyalarını da yaratıp, işçi hareketini ve nice genç kuşağı yıllar boyunca dört bir koldan abluka altına alıyordu. Bu durum dünya işçi sınıfının sosyalizm konusundaki kavrayışının altüst olmasına, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfının sosyalist mücadeleden soğuyup uzaklaşmasına neden olacaktı. Üstelik SSCB’nin totaliter yapısı karşısında burjuva düzenin “demokrasi”si işçilere cazip bile görünmeye başlamıştı.

25


Nisan 2005 • sayı: 1

marksist tutum

SSCB’nin varlığından asla ayrı düşünülemeyecek olan Stalinist gelenek, bu nesnel duruma eşlik eden bir öznel etken olarak işlev gördü. Stalinizm nice kuşağın bilincini çarpıtarak, onları Marksizm dışı bir “sosyalizm” anlayışına sürükledi. Resmi komünist hareketin varlığı ve pek çok ülkede işçi solu içindeki egemen konumu, işçi sınıfını ve onunla bütünleşmeye azimli pek çok iyi niyetli devrimciyi doğru bir mücadele yolundan saptırdı. Dünya işçi sınıfının yüzyılın bu kâbusundan uyanabilmesi, genç kuşakların Marksizmi ve örgütlü devrimci mücadelenin gereklerini çarpıtılmamış biçimde kavrayabilmeleri için Stalinizmin çökmesi gerekiyordu. Ama tarihin onca yılına onca ağırlığıyla damgasını basmış, varlığı süresince dünya dengelerini birinci dereceden etkilemiş, sayısız insanın bilincinde sosyalizmin temsilcisi olarak yer etmiş bir sistemin çöküşü elbette ki bir geceyarısı kâbusundan uyanmaya benzemez. Sosyalist diye adlandırılan blokun çöküşü döneminde yaşanan altüstlükten yalnızca Stalinizmin değil Troçkizmin de fazlasıyla nasibini aldığı, gerçekleri itiraf etmekten korkmayan Marksistler için yeterince açıktır. Ama ne yazık ki pek çok Troçkist çevre, bu siyasal depremin yalnızca Stalinist örgütleri etkileyeceği, kendilerinin ise hiç çaba sarf etmeksizin bir çekim merkezi haline geleceği düşüyle oyalanıp durdu. Bu tür unsurlar, yaşanan büyük krizi devrimci Marksizm temelinde esaslı bir muhasebe yürütme ve bu temelde yenilenme için bir fırsata dönüştüremediler. Bu durağanlık ve aymazlık, dönemin olumsuz koşullarıyla da birleşerek Troçkist çevreleri daha da fazlasıyla parçalanma, içe kapanma ve birbirleriyle didişme girdabına çekti. Bu büyüklük ve şiddetteki siyasal depremlerin yarattığı şok dalgalarının atlatılması ve tarihsel gelişmelerden gereken derslerin çıkartılması, aslında sanıldığından daha fazla zaman alır. Eski dönemin kapanışıyla birlikte siyasal yaşamları son bulan kuşaklar çekip gider ve mücadele alanının yeni güçlere hazır hale gelmesi gerekir. Fakat umulan atılımlar hemen gerçekleşemez. Yılların biriktirdiği sorunları bir çırpıda çözecek mucizevi formüller yoktur. Tam tersine, büyük altüstlükleri takibeden her dönemde olduğu gibi uzunca bir geçiş dönemi boyunca Sosyalist diye adlandırılan blokun çöküşü döneminde yaşanan altüstlükten yalnızca Stalinizmin değil Troçkizmin de fazlasıyla nasibini aldığı, gerçekleri itiraf etmekten korkmayan Marksistler için yeterince açıktır. Ama ne yazık ki pek çok Troçkist çevre, bu siyasal depremin yalnızca Stalinist örgütleri etkileyeceği, kendilerinin ise hiç çaba sarf etmeksizin bir çekim merkezi haline geleceği düşüyle oyalanıp durdu.

26

nice sonuçsuz denemeler yaşanır. İşte Sovyetler Birliği ve benzerlerinin çöküşünden günümüze dek sol harekette yaşanan gerçeklik budur. Böylesi dönemler, sorunların “hemen şimdi” çözüleceği yolunda naif hayaller besleyen küçük-burjuva unsurlarda hayal kırıklıkları yaratır ama tarihin akışını Marksist temellerde kavramayı başarabilenleri asla karamsarlığa sürükleyemez.

Tasfiyecilik dönemi Aslında her türlü ters rüzgâra direnebilmek ve sağlam temellere oturtulmuş bir iyimserliğe sahip olabilmek için, çeşitli gelişmeler karşısında konjonktürel değil tarihsel bir bakış açısına sahip olmak büyük önem taşıyor. İşçi sınıfının devrimci önderliğinin yaratılması hiçbir zaman kolay bir iş olmadı. İhtiyaç duyulan bir önderliğin inşası için beslenen arzu ve sarf edilen çabalar her zaman burjuva düzenin açık baskılarına veya sinsi ideolojik saldırılarına hedef oldu. Yakın tarihimizin çarpıcı yönü, bu tip saldırıların etkinlik alanının inanılmaz ölçülerde genişletilmesi ve dozunun alabildiğine arttırılmasıydı. Dünya burjuvazisi sözde sosyalist sistemin çöküşünü fırsat bilip Marksizmin mevzilerini topa tutmak amacıyla, toplumsal ve bireysel yaşamın en ücra köşelerine dek uzanan muazzam bir ideolojik bombardımanı başlatmıştı. Tarihsel hafızayı diri tutmakta büyük yarar var. Hatırlayalım, o dönemde devrim fikri ve örgütlü mücadele anlayışı genç kuşaklar indinde tamamen gözden düşürülmeye çalışıldı. Burjuvazi, sınıfsal aidiyet ve dayanışma duygusunu kökünden söküp atmak ve gençliğin beynini dumura uğratmak için elinden geleni ardına koymadı. 80’lerden 90’lara ve 21. yüzyıla ilerleyen süreçte genç kuşaklar burjuva ideolojisinin aşıladığı bireysel kurtuluş safsatasıyla, cinsel ve psikolojik takıntılarla nasıl da siyasal mücadeleden uzaklaştırılmaya çalışıldılar. Öte yandan eski kuşakların büyük bir bölümü Stalinizmin ve Sovyetler Birliği gerçeğinin o denli etkisi altında biçimlenmişlerdi ki, “reel sosyalizm” denilen sistemin çöküşüyle birlikte onlar da büyük bir çöküntüye uğradılar. Ya tamamen yozlaşarak ya da yorularak mücadele alanını terk ettiler. Resmi komünist partilerin çoğunluğu kendilerini sosyal demokrat partilere dönüştürdüler. Türkiye örneğinde parti bürokrasisi Moskova’daki ağababalarının dönemi kapanınca onca yıllık TKP’nin kapısına kilidi vuruverip “işi” bitirdi. Politik ve örgütsel mevzilerin yitirildiği bütün bu dönem boyunca ideolojik mevziler de büyük oranda hasar gördü. Bazı istisnalar dışında kuşaklar arasında devrimci deneyim aktarımı gerçekleşemedi. Toplum korkunç bir hafıza kaybına uğratıldı. “Büyük birader”in hafıza silme aygıtları tam gün çalışarak işçi sınıfının toplumsal ve siyasal yaşamda devrimci rol oynadığı dönemleri neredeyse


Nisan 2005 • sayı: 1

hepten unutturdu. Egemen güçler, yakın tarihin iz bırakan büyük olaylarından bihaber, çöküşe yüz tutan Roma İmparatorluğu’nu hatırlatırcasına bu kez de modern “gladyatör dövüşleri”ni izleyip durmakla beyni uyuşmuş amorf bir toplum yaratmaya koyuldular. Kapitalist toplumun içyüzüne ışık tutan Marksizmin bilimsel öğretisinin artık çağının geçtiği yolunda bir düşünsel atmosfer yaratmak üzere seferberlik ilân edildi. Burjuva ideolojisinin ve buna eklemlenen küçük-burjuva inkârcılığının etkisiyle işçi sınıfının varlığı dahi sorgulanır hale geldi. Böylece genç kuşaklar dünyaya gözlerini hepten olumsuz koşullar altında açıyorlardı. Tarihin böylesi kesitlerinde genel esinti Marksizmin inkârı, devrimci örgütlenme gereğinin reddedilmesi, var olan örgütlerin likidasyonu, özetle tam bir ideolojik ve örgütsel tasfiyecilik yönündedir. Bu tür dönemlerde burjuvazi devrim fikrini işçi sınıfının beyninden tamamen söküp atabilmek amacıyla ideologlarını tam gaz çalıştırır. Marksizmi çağdışı ilân edebilmek, sosyalizm hedefini saçma bir fikir düzeyine indirgeyebilmek ve devrimci başkaldırıların her zaman yenilgiye mahkûm olacağı yolunda beyin yıkamak üzere elinden geleni ardına koymaz. Bu gibi ortamlar işçi hareketinde akla karanın tam anlamıyla ayrıştığı momentlerdir de aynı zamanda. Marksizmi derinden içselleştirmiş, proletaryanın devrimci misyonuna yürekten inanan bir devrimci azınlık, mücadele bayrağını genç kuşaklara teslim etme azmiyle akıntıya karşı yüzer. Daha önce genel sele kapılıp “devrimci” kesilen tüm geçici yol arkadaşları, tüm kararsız, yüreksiz ve dönek unsurlar ise, devrim yolunda heba ettikleri yıllarına hayıflanıp kendilerine yeni rotalar çizerler. Daha önce işçi dostu geçinirken bu kez işçi sınıfına düşman kesilen tüm küçük-burjuvalar, burjuvazinin yarattığı yeni iklimin etkisi altında şu ya da bu biçimde egemen sınıfın korosuna katılırlar: “Marksizm öldü!”, “Tarih sona erdi!”, “Devrim fikrine ve devrim için örgütlenme çabasına saplanıp kalan dinazorlara hücum!”, “Elveda proletarya!”, “Yaşasın kapitalizm!” Yarattığı tahribatın izleri henüz bütünüyle silinmemiş olsa bile, nihayetinde bu karanlık dönem yaşandı ve geride kaldı. Çünkü uzun bir tarihsel kesit boyunca sözde sosyalist blokun kötülenmesi sayesinde kendini matah bir şey gibi göstermeye çalışan kapitalist sistem yalnızlaştı ve “büyü” bozuldu. İnsanlığı ve üzerinde yaşadığımız gezegeni büyük felâketlere sürükleyen kapitalizm artık çırılçıplak ortadadır. Bekasını sağlayabilmek için, şimdi eskisine oranla misliyle güçlendirilmiş bir yalan imparatorluğuna ihtiyaç duyuyor. Ama ne yapsa nafile! Yerküremizin tümünü tek başına kaplayan bu imparatorluk, onca afra tafrasını boşa çıkartırcasına tüm pisliğini gizlenemez biçimde dünyanın her tarafına kusmaktadır. Yaşlanan ve çürüyen kapitalizm, körpe bedenlerin kanını içerek ömrünü uzatmaya çalışan bir canavar gibi dört bir yana

marksist tutum

saldırıyor. Yeni bir milenyuma, derinleşen ve yaygınlaşan bir sistem kriziyle giriş yapan kapitalizm, dünyanın hemen her yerine siyasal istikrarsızlık tohumları saçıyor. Dünya halkları büyük emperyalist güçlerin başlattığı yeni paylaşım savaşlarının ateşleri içinde kavruluyorlar. Bir üretim tarzının zulmü ve sömürüyü arttırarak varlığını sürdürmeye çalışması onun akıbeti bakımından hiç de hayra alamet değildir. Kapitalizm, topluma geleceğe dair anlamlı bir umut aşılamaksızın yalnızca ürettiği korku senaryoları temelinde ayakta kalmaya çabaladığı bir döneme girmiştir. İşin aslına bakacak olursak, tarihin Politik ve örgütsel mevzilerin yitirildiği bütün bu dönem boyunca ideolojik mevziler de büyük oranda hasar gördü. Bazı istisnalar dışında kuşaklar arasında devrimci deneyim aktarımı gerçekleşemedi. Toplum korkunç bir hafıza kaybına uğratıldı. “Büyük birader”in hafıza silme aygıtları tam gün çalışarak işçi sınıfının toplumsal ve siyasal yaşamda devrimci rol oynadığı dönemleri neredeyse hepten unutturdu. çöplüğü artık sırası gelen kapitalizmi yutmayı beklemektedir. Eksik olan başlıca unsur, kapitalizmi o çöplüğe gönderecek olan dünya işçi sınıfının devrimci süpürgesidir. O nedenle, bugün işçi sınıfının Marksizme ve tüm dünya üzerinde dalgalanacak enternasyonal mücadele bayrağına muazzam derecede ihtiyacı var.

İkamecilik tuzağı! Proleter devrimin nesnel önkoşulları bugün düne oranla misliyle olgunlaştı. Ama öznel faktör, Büyük Ekim Devrimini doğuran 20. yüzyılın başlangıcına kıyasla çok daha geri konumda bulunuyor. Dünya işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyinin zayıflığı nedeniyle, kapitalizmin yıkılabileceği fikri bugün kitlelere gerçekleşmesi olanaksız boş bir düş gibi görünmektedir. Kapitalist sistemin içine sürüklendiği derin sarsıntılara rağmen dünya burjuvazisinin yine de bir çıkış yolu bulabilmesi zaten bu sayede mümkün olmaktadır. Sistemin tüm egemenlerinin, cin fikirli ideologlarının, genç işçiemekçi kuşaklarını Marksizmden, sosyalizm inancından ve devrimci mücadeleden uzak tutabilmek için çırpınmalarının nedeni de budur. İşçi sınıfı devrimci mücadeleden geri durduğunda, sorunlar ne denli büyük ve ciddi olursa olsun burjuvazinin öyle ya da böyle yeni bir kapitalist denge kurmaya muktedir olacağı çok açık. Fakat ne pahasına? Kapitalizmin tarihi, sistemin bunalımı derinleşip yaygınlaştıkça yeni bir kapitalist dengenin ancak yeni paylaşım savaşları, işçi-

27


marksist tutum

emekçi kitlelerin birbirine kırdırılması, sömürü ve baskının arttırılması, faşizm ve ırkçılığın hortlatılması, toplumun tam bir yozlaşma ve çılgınlık batağına sürüklenmesi pahasına kurulabildiğini gösteriyor. Dolayısıyla tarihin böylesine sarsıntılı dönemlerinde mücadeleden kaçarak tehlikeden kurtulmanın bir yolu da bulunmuyor. Tam tersine, emperyalist güçlerin bombaları gündelik yaşamın hayhuyu içinde ömür tüketen yoksulların tepesinde patlıyor. Kapitalizmin çeşit çeşit belâsı, devrimci mücadeleyi riskli bulup dört duvar evinin damı altına sinerek kendisini ve çocuklarını koruduğunu sanan işçinin başına musallat oluyor. Çok açıktır ki, işçi ve emekçi kitleler ancak mücadeleye atıldıkları takdirde tehlikenin kaynağını kurutabilir ve tarihin akış istikametini kendi lehlerine çevirebilirler. Dünyayı devrimci tarzda değiştirebilecek yegâne güç olan işçi sınıfının örgütsüzlüğü nedeniyle devrimci siyaset alanında büyük bir boşluk doğmuştur ve bu durum günümüzün en ciddi sorunudur. Bu boşluk asla başka “dinamik” güçler tarafından doldurulamamıştır, doldurulamaz ve doldurulamayacaktır. Proletaryanın devrimci hareketinin artık geçmiş tarihe ait bir hayal olduğunu, kapitalist barbarlığı geriletecek modern gücün alternatif hareketlerde aranması gerektiğini söyleyenler fena halde yanılıyorlar. Kapitalist sömürü düzenine son verecek dinamik güç dün olduğu gibi bugün de devrimci proletaryadır. O, örgütlü gücüyle mücadele alanında yerini almadıkça başka hiçbir toplumsal dinamik kapitalizmi temellerinden sarsamaz. “Küreselleşme karşıtı hareket” ve benzeri örneklerde somutlandığı üzere, bugün dünya üzerinde kapitalizme muhalif genç insanların sayısının artması aslında olumlu bir gelişme. Emperyalist güçlerin kendi çıkarları için çeşitli uluslara, insana ve doğaya yönelttiği saldırılar karşısında genç kuşakların büsbütün tepkisiz kalmayıp dünya ölçeğinde eylemler sergilemeye çalışmalarında kötü olan bir taraf yok. Esas sorun, bu tür hareketlerin eksik ve hatalı yönlerini eleştirerek daha doğru bir çizgiye çekmeye çalışacak yerde bunlara boyundan büyük anlamlar yüklenmeye başlandığında ortaya çıkıyor. Küçük-burjuva sol anlayışın sınırlarını aşamayan genç muhalif güçlerin taşıdığı potansiyelin küçümsenmesi doğru değildir. Ama proletaryanın devrimci misyonu bunların sırtına yüklenmeye çalışılırsa, bu siyaseten çok vahim bir tutum anlamına gelir. Burada asıl suçlanması gerekenler, kapitalizme muhalefetlerini yetersiz de olsa bir biçimde ortaya koymaya çalışan genç insanlar değil, hem Marksist geçinip hem de bu yetersiz muhalefet üzerinden yeni bir tarz-ı siyaset yaratmaya yeltenenlerdir. Örneğin “Avrupa Sosyal Forumu” gibi bazı oluşumları, bu dönemin devrimci örgütlülüğünü hatta işçi enternasyonalini yaratmada merkez bir güç olarak kabul ettirme yönünde girişimler söz konusu. Oysa kapitalist sistemin

28

Nisan 2005 • sayı: 1

işleyişinden kaynaklanan temel siyasal yasalar asla değişmiş değildir. İşçi sınıfının devrimci önderliği olmaksızın, bu tür oluşumlar ve eylemlilik halleri kendi geçici ateşleri içinde yanıp sönmeye mahkûmdurlar. 20. yüzyılın tarihi, işçi sınıfının kapitalist sömürü koşullarına son verebilecek muazzam bir devrimci potansiyele sahip olduğunu kanıtlamış bulunuyor. Ama sınıf örgütsüz olduğunda bu devasa potansiyel derin bir uykuya yatmaktadır. Böylesi durumlarda burjuvazi işçi sınıfını yalnızca sömürülecek bir nesne olarak görür. Aslında örgütsüz olduklarında işçiler de kendilerini böyle algılarlar. Küçük-burjuva unsurlar ise proletaryadan umut kesip, kendi “devrimciliklerini” dev aynasında görmeye başlarlar. İşçi sınıfında dünyayı değiştirecek gizil bir gücün var olduğunu iddia eden Marksistler, bu tür konjonktürlerde toplumun çoğunluğuna havanda su döven deliler olarak görünür. İşçi sınıfı örgütlenip kendini dünyayı değiştirecek politik öncü güç olarak yeniden ortaya koyduğunda ise, burjuvaziden aydınlara ve tüm topluma kadar herkes bu gücün farkına varmak zorunda kalacaktır. Zaten Marksizmin doğruları da toplum nezdinde ancak o zaman (destekleyecek olanlar açısından da, karşı çıkacak olanlar açısından da) gerçek anlamlarına kavuşurlar. Son derece olumsuz ve karanlık bir dönemi geride bıraktık ama dünyanın hemen hiçbir yerinde proletarya yeterince silkinip kendine gelemedi. O nedenle gerçek bir Marksist olmak için çabalamak, tüm yaşam çizgisini bu amaca göre düzenlemek son derece “marjinal bir uğraş” addediliyor. Fakat biliniyor ki bu tür ortamlar tarih boyunca kaç kez gelip geçmiştir. Ama gelip geçerken de, toplumun çoğunluğu tarafından onay gören “akıllılık” anlayışına uyum sağlayan “Marksistler” üretmiştir. Kural bugün de değişmiş değildir. Böyleleri dün olduğu gibi günümüzde de en düzeysiz burjuva ve küçük-burjuva muhalefetlere fit olabilecek, onların peşinden sürükleneceklerdir. Herkes kendi yoluna. Önemli olan, Marksizme onu sulandırmadan, çarpıtmadan sahip çıkmayı görev bilen unsurların sayısını arttırabilmek. Küçük gibi görünenlerden yeni bir enternasyonalin yaratılması gibi karmaşık olanlarına dek, sınıf hareketinin tüm sorunlarının proletaryanın devrimci misyonunu içselleştiren ve bunun gereği doğrultusunda davranan sınıf güçlerinin çabasıyla çözümlenebileceği aşikâr. Marksizmin yerine “Marksizmin”, proletaryanın devrimci hareketinin yerine “yeni toplumsal dinamiklerin”, gerçek bir işçi enternasyonalinin yerine sınıf rengi olmayan “sosyal forumların” geçirilmek istenmesine asla prim vermemek gerekiyor.


Nisan 2005 • sayı: 1

Kurtuluş yok tek başına Kapitalizmin tarihinin kanıtladığı üzere sınıf mücadelesi her zaman büyük gelgitlerle ilerliyor. Bazen işçi sınıfı bazen de burjuvazi diğerini geriletebilecek büyük bir tarihsel hamlede bulunuyor. Bu tarih böylece, genel toplumsal uyanış dönemlerinin yanı sıra muazzam gerileme dönemlerini de içermektedir. Burjuvazi kapitalist düzenin egemen sınıfı olarak, fırsatları zorlamak bakımından daha avantajlı bir konuma sahiptir. İşçi sınıfı ise, ancak ve ancak ciddi ve kararlı bir devrimci önderlik altında toplandığında ve devrimci bilinçle donandığında eline geçen fırsatı değerlendirebilir; bu fırsatı kapitalist sömürü düzenine ölümcül bir darbe indirmek üzere kullanabilir. Derin bunalımlarla yol almaya yazgılı kapitalist sistem işçi sınıfını defalarca devrimci durumlarla yüz yüze getirdi. Getirmeye de devam edecek. Ancak önemli olan şu ki, tarihin bu belirleyici momentlerine proletarya hazırlıklı girebilecek mi? Aksi halde kapıya gelmiş gibi görünen fırsat kaçar ve bir daha ele geçirilebilmesi için belki de yeniden uzun bir gericilik dönemi boyunca beklenmesi gerekir. İki koca on yıla damgasını basan koyu bir karanlık dönemini geride bıraktığımız günümüz koşullarında tarihin bu dersinin önemi de bir o kadar artmıştır. Zira kapitalist sistemin içine girdiği sarsıntılı dönemin dünya işçi sınıfına yeni tarihsel fırsatlar sunması kuvvetle muhtemeldir. O nedenle genç işçi-emekçi kuşaklarının doğru fikirlere, doğru bir mücadele anlayışına kazanılması gün geçtikçe daha da yakıcı bir önem kazanmaktadır. Tarihsel deneyimin verdiği dersler, devrimci işçi sınıfının ve devrimci gençliğin daha işin en başından enternasyonalist bir mücadele çizgisine çekilmesinin zorunlu olduğunu gösteriyor. Marx ve Engels’ten Lenin’e, Troçki’ye ve diğer devrimci önderlere uzanan bu çizgi dünya devrimi anlayışı üzerinde yükselir. Bunun karşısında yer alan ulusalcı sosyalizmle kapitalizmden başka bir yere varılmadığını ve varılamayacağını yaşanan tarih açıkça kanıtlamıştır. Marksist devrimcilik ulusal dargörüşlülükle asla bağdaşamaz. İşçi sınıfının kurtuluşu ulusal değil dünyasal ölçekte gerçekleşebilir. O nedenle devrimci mücadele uluslararası bir programa dayanmak ve enternasyonal düzeyde örgütlenmek zorundadır. Kapitalizm giderek daha da globalleşip tam bir dünya sistemi oluşturarak ilerleyebildiğinden, farklı ulusların burjuvaları (aralarındaki rekabete rağmen) çeşitli uluslararası birlikler teşkil etmeden varlıklarını sürdüremiyorlar. Tüm dünyada benzer yaşam koşullarını paylaşan ve kapitalizmden kurtuluşu dünyasal ölçekte mücadeleye bağlı olan proletaryanın çıkarları ise enternasyonal düzeyde kaynaşmayı çok daha fazlasıyla gerektirmektedir. Enternasyonalist perspektiften yoksun bir siyasal örgütlenme anlayışı ve ulusalcı mücadele çizgisi, işçi sınıfını dolayısıyla insanlığı yeni bir dünyaya, özgür bir geleceğe taşıyamaz.

marksist tutum

Bunlar soyut doğrular değil, dünya komünist hareketinin tepesine Stalinist egemenliğin balyozu inmeden önce komünistler tarafından ısrarla savunulan ve yaşama geçirilmeye çalışılan gerçeklerdir. Stalinist egemenlik sosyalizmi bir çeşit devletçilik ve ulusal kalkınmacılığa indirgeyip kepazeye çevirmeden önce, işçi sınıfının devrimci parti ve program anlayışına ulusallık değil gerçek bir enternasyonalizm damgasını basıyordu. Proletaryanın enternasyonal örgütü, ulusal partilerin zaman zaman biraraya gelecekleri bir danışma ya da dayanışma platformu değil, dünya işçilerinin devrimci partisiydi. Enternasyonali oluşturan çeşitli ülkelerden komünistlerin gerçekleştirdiği ulusal düzeydeki örgütlenmeler dünya partisinin muhtelif seksiyonlarıydı. Lenin döneminde inşasına girişilen Üçüncü Enternasyonal dünya devriminin örgütüydü. Lenin sonrasından günümüze enternasyonal örgütlenme anlayışında çok önemli yarılmalar, kırılmalar, erozyonlar yaşandı. İşin aslına bakılacak olursa dünya işçi sınıfı çok uzun süredir devrimci enternasyonal bir örgütlülükten yoksun bulunuyor. Fakat kendisini Dördüncü Enternasyonal’e dayandıran veya başka şekilde tanımlayan ve değişik siyasal çizgiler izleyen onlarca “Enternasyonal Komite” mevcut. Kısacası, yıllardır bir yanda enternasyonal önderlik krizi devam ederken diğer yanda da bu krizi çözmeye muktedir olamayan yapılanmalar varlığını sürdürdü. Yani enternasyonal sorunu ve bu sorunun çözümü bağlamında ortaya atılan iddialar, gelişen tartışmalar bugün ortaya çıkmadılar. Bunlar uzun süredir varlığını sürdürüyor. Ama yine de günümüzde yeni bir gelişme eğiliminden söz etmek mümkündür ve bu, enternasyonal sorununa önem vermeye başlayan siyasal çevre ve kümelerin çeşitlenmesi ve sayısındaki artıştır. Stalinizmin uzantısı olan siyasal yapılardan merkezcilere ve çeşitli Troçkist çevrelere dek bugün yeni bir devrimci işçi enternasyonalinin yaratılması ihtiyacı giderek daha yüksek bir sesle dillendiriliyor. Ne var ki, bu önemli sorunun bu şekilde dile getiriliyor oluşuna bakıp da çözümün kolay olacağı hayaline kapılmak çok yanlış olur. Bir kere aralarında ideolojik birlik bulunmayan siyasal eğilimlerin eninde sonunda farklı oluşumlar yaratacağı bellidir. Ayrıca yıllardır çözümlenemeyip kangrenleşmiş görünen her önemli sorun vesilesiyle yaşandığı üzere, yeni yaşam belirtilerinin öncesinde belirli bir süre daha tam bir çözümsüzlük ve kaos görünümü egemen olabilir. Çünkü çok iyi bilinir ki, yerleşik düşünceler vaktiyle onları yaratan maddi koşullardan daha fazla direngendir. Enternasyonal örgütlenme bağlamında doğru bir yol tutabilme çabalarının üzerine de geçmişin yanlışlarının gölgesi koyu bir biçimde düşmektedir ve önemli bir süre boyunca da düşmeye devam edecektir. Aslında bu kaçınılmaz bir durum. Zira hiçbir yeni ve doğru başlangıç gökten zembille inmiyor; eski döneme karşı yürütülen uzun ve zahmetli bir mücadelenin ürünü olabiliyor ancak.

29


marksist tutum

Bunu bu şekilde kavrayamayanlar, ya geçen süreyi bıktırıcı şekilde uzun bulup birtakım fırsatların hepten yitirilmesi olarak algılayacaklar ya da sorunların çözümü için tutulması gereken zahmetli yol onlara artık tamamen anlamsız görünecek. Oysa onca yıl yaşanan yığışmalı krizden sonra sınıf hareketinin hiçbir sorunu bir el çabukluğuyla çözümlenemez. Sabırlı davranmayı becermek ama zamanı da asla boşa tüketmeyip devrimci hedefler doğrultusunda yol almayı başarmak gerek. Bu bir örgütsel tarz sorunudur ve bir anda parlayıp aynı hızla çökme eğiliminden kurtulamayan küçük-burjuva sosyalistler tarihin hiçbir döneminde bunu başaramamışlardır. Bundan böyle de başarmaları mümkün değildir. Çözümü için çaba sarf edilen konularda büyük yanılgılara sürüklenmek istenmiyorsa, eski dönemin uzantısı olan sahte canlanma belirtileriyle yeni dönemin doğum sancılarını birbirinden ayırt edebilmek de büyük önem taşıyor. Sahte belirtileri sahici sanan ve sonuçsuz birlik arayışlarıyla kendilerini tüketenlerin yeni doğumların ebesi olabildiği görülmemiştir. Türkiye’de Sovyetler Birliği’nin çöküşü döneminde bazı sosyalist çevrelerin yaşadığı Kuruçeşme süreci ve ardından gözlemlenen gelişmeler bu gerçeğin çok canlı bir örneğidir.

Ter akıtmadan devrimci olunamaz Bugünün somut koşullarına bakıldığında, işçi sınıfının enternasyonal önderlik sorununun çözülmesinin hiç de kolay bir iş olmayacağını söylemek için müneccim olmak gerekmiyor. Ancak çözümün zor olması imkânsız olduğu anlamına gelmiyor. Çözüm doğrultusunda yol alabilmenin kuşkusuz bazı vazgeçilmez koşulları var. Her önemli dönemeç noktasında esaslı bir muhasebe yürütülmeli; önemli teorik ve örgütsel konularda doğruya varabilme çabası sürekli kılınmalı, salt günü kurtarmaya yarayan formüllerle yetinilmemeli. Sürekli bir çaba sarf etmeden, sorunların çözümü için ter akıtmadan devrimci olunamaz. Yeni zahmetlere katlanamayıp düşünsel ve örgütsel rutinizmin kucağında huzur arayanlar, işçi sınıfının enternasyonal örgütünün yaratılması konusunda boş yere çene yorup durmasınlar. Devrimci Marksizmi gerçekten öğrenmeye ve içselleştirmeye çalışmak yerine, Stalinizmde ayak diremekle, merkezciliğin kolay fakat çıkmaz yollarına sapmakla ya da “biz zaten Troçkist gelenekten geliyoruz, bizim düzeltecek bir yanımız, yönümüz yok” diye böbürlenmekle bir yere varılamıyor. Elbette bu tespit yalnızca Türkiye’deki siyasal çevrelerle sınırlı değildir; bu tür tutumların izdüşümleri hemen her ülkede bulunabilir. Tarihin her döneminde işçi hareketinde farklı eğilimler ve dolayısıyla çeşitli sosyalist örgütler var olmuştu; olmaya da devam edecek. Esaslı fikir ayrılıklarının ve farklı örgütsel anlayışların olduğu her durumda, bölünmüşlük eşyanın doğası gereğidir. İlkesiz birliklerle işçi sınıfının dev-

30

Nisan 2005 • sayı: 1

rimci önderliği inşa edilemez. Durup dururken bölünmek ve onlarca sekt yaratmak marifet değildir ama dara düşüldüğünde birlik çığırtkanlığı yapmakla da bir yere varılmıyor. Böylelikle sektler daha büyük ve sağlıklı siyasal yapılara dönüşmüş olmuyorlar. Türkiye’de veya diğer ülkelerde, daha kendi çıkış yolunu bulamamışken başkalarını derleyip toparlama iddiasıyla boyundan büyük laflar etmeyi marifet bilen sosyalist çevrelerin hali pür melali ortadadır. Zaman zaman hırçınca sekterleşip, zaman zaman mülayim bir birlikçi kesilmek ve bu tür şizofrenik spazmlarla yaşamaya çalışmak aslında tüm sektlerin kaderidir. Bir konuda yanılgıya düşülmemeli. Her küçük çevre illâ da sekt anlamına gelmez. Kendi yanlışları temelinde kemikleşen irili ufaklı sektlerle, işçi sınıfının içine gömülerek devrimci Marksizm temelinde yol almaya çalışan küçük yapıları bir tutmak son derece yanlış olur. Ancak bu ikincisi söz konusu olduğunda da tarihsel deneyimin içi boş kalıplara dönüştürülmemesi için özen gösterilmeli. Evet, Lenin önderliğindeki Bolşevikler de devrim öncesinde küçük bir siyasal gruptular. Fakat unutulmasın ki Bolşevik çizginin doğum süreci kerameti kendinden menkul bir önderlik iddiasına değil, önemli teorik ve örgütsel sorunlarda çeşitli siyasal çekirdeklerin birliğini sağlama potansiyeline dayanıyordu. Programatik ve örgütsel bir birliğin sağlandığı düşünülürken, devrimin sert yasaları bir süre sonra bölünmeyi zorunlu hale getirdi. Bolşevik örgütlülüğün biçimlenmesi, aynı parti içinde yer alan Menşeviklerle yolların ayrılması temelinde ilerleyen zahmetli bir mücadele sürecinde gerçekleşti. Üstelik bu süreç Rusya gibi muazzam büyüklükteki bir ülkede ve birbiri ardısıra yanan devrim ateşlerinin içinde yaşandı. Sınıf mücadelesinin harı, güçlenmeye hizmet edecek bölünme ve birlikleri olgunlaştırdı ve bu temelde çeşitli harmanlanmalar yaşandı. Bu tarihsel deneyimin ışık tuttuğu temel doğrular günümüzde de değişmemiştir. Ne var ki somut koşullar henüz farklıdır. İşçi sınıfının öncü unsurlarını benzer bir yola sokacak, çürükleri eleyip sağlıklı güçleri aynı potada eritecek o güçlü ateş henüz tutuşmadı. İşte bu nedenle de, Sovyetler Birliği’nin çöküşünün yarattığı muazzam altüstlüğe rağmen bugünü ve geleceği etkileyecek önemli bir harmanlanma henüz yaşanmadı. Gerçi birlik ya da bölünme doğrultusunda çok laf edildi. Ama işin gerçeğine bakılacak olursa, uzun yıllar boyu geniş çevrelerce “sosyalizm” olarak kabul edilen bir sistemin çöküşü aslında Stalinistinden Troçkistine hemen her çevreyi derinden etkileyip fazlasıyla sersemletti. O dönemden günümüze yeni bir yapılanma sağladığını iddia eden pek çok siyasal çevrenin gerçek durumu da, o yüzden sağlıklı tercih ve sağlıklı inşa süreçlerine dayanmadı. Genel bir gericilik ve çöküş dalgasının darbeleri altında güçsüz düşülen koşullarda oluşan siyasal yapıların büyük


Nisan 2005 • sayı: 1

bölümü geleceğe yönelik umut vaat etmekten ziyade, dönemin iki arada bir derede siyasal tercihlerinin ve ruh hallerinin ürünüdür. Dönekler kervanından fazlaca söz etmeye gerek bile yok. Bunun dışında, kimi çevreler reformizme demir atarak devrimci görünen bir geçmişi noktaladılar. Kimileri Stalinizmden kopuş doğrultusunda yol almaya çabalarken neticede oportünist siyasal hesaplar ağır bastı ve merkezcilikte karar kılındı. Stalinizmden devrimci Marksizme doğru (ya da bazen tersi yönde) hareket halinde görünen siyasal salınımların merkezde durması neticesinde merkezci yelpaze alabildiğine genişledi. Bu tür gelişmeler eskiyi tasfiye eden derin altüstlük dönemlerinin ürünüdür. Günü gününe yaşanırken kimilerine istikrarlı gibi görünecek bu siyasal “dengenin”, daha geniş bir tarihsel perspektiften bakıldığında nasıl da istikrarsız ve geçici olduğu görülür. Belirli bir süredir istikrar kazandığı izlenimi doğuran siyasal örgüt ve kümelenmeler tablosu, yeni gelişmeler yaşanmaya başlandığında hızla altüst olmaya adaydır. Asıl olarak da devrimci

marksist tutum

Komünist Enternasyonal’in dünyaya gözlerini açması en iyi durumda çok daha zor olurdu. Ama şüphesiz öte yandan da, bunu önceleyen o çabalar olmasaydı, olayların içinden bir enternasyonal kendiliğinden çıkmazdı. Ya bugün? Öznel faktörler bugün için ne denli umut kırıcı görünürse görünsün, kapitalist sistemin içine sürüklendiği sarsıntılı dönem her alanda yeni altüstlüklere, sürprizlere ve yeni oluşumlara gebedir. Bugünün en önemli görevi ise, sınıf hareketinde ulusal ve enternasyonal düzeyde gücünü devrimci Marksizmden alan bir silkinme ve canlanmanın yaşanmasına hizmet etmek olarak belirginleşiyor. Ancak sağlam bir teorik donanıma, mücadele azmine ve devrimci tutku ve heyecana sahip olan unsurların bu tür görevlerin üstesinden gelebileceği de açık bir gerçek. Heyecanını yitirmiş, yıllardır kendini aynı minval üzre tekrar eden, hiçbir yanlışını sorgulamayan siyasal çevreler belki rutinizm temelinde varlıklarını sürdürebilirler ama böylelerinin ihtiyaç duyu-

Tarihsel deneyimin verdiği dersler, devrimci işçi sınıfının ve devrimci gençliğin daha işin en başından enternasyonalist bir mücadele çizgisine çekilmesinin zorunlu olduğunu gösteriyor. Marx ve Engels’ten Lenin’e, Troçki’ye ve diğer devrimci önderlere uzanan bu çizgi dünya devrimi anlayışı üzerinde yükselir. Bunun karşısında yer alan ulusalcı sosyalizmle kapitalizmden başka bir yere varılmadığını ve varılamayacağını yaşanan tarih açıkça kanıtlamıştır. Marksist devrimcilik ulusal dargörüşlülükle asla bağdaşamaz. İşçi sınıfının kurtuluşu ulusal değil dünyasal ölçekte gerçekleşebilir. yükseliş doğrultusunda yeni bir döneme girildiğinde sağa ve sola salınımlar çok daha şiddetli biçimde başlayacaktır. Bu bakımdan şu anki siyasal tabloyu değişmez bir veri kabul edip, enternasyonal önderlik sorunu da dahil pek çok önemli sorunda buradan hareketle kesin sonuçlara varma isteği tamamen sağlıksızdır. Enternasyonal düzeyde yeni harmanlanmalara ihtiyaç var ve bu alanda giderek yükselen bir hareketlenmenin yaşanacağı da aşikâr. Diğer yandan çok açıktır ki, sorunların çözümünü mümkün kılacak yeni koşullar ve yeni güçler ortaya çıkmadıkça doğruların egemen olabildiği tarihin hiçbir döneminde görülmemiştir. Kuşkusuz yeni koşullar ve güçler insanların zihinlerinden değil, dünya ölçeğinde sınıf mücadelesinin gerçek ateşleri içinde doğabiliyor. Unutulmasın ki, eğer 20. yüzyılın başlangıcında dünya dengelerini altüst eden büyük olaylar, devrimci sarsıntılar ve nihayet 1917 Ekim Devrimi yaşanmasaydı, o dönemin devrimci Marksist önderlerinin tüm çabalarına rağmen

lan yeni bir atılımı başlatabildikleri görülmüş müdür? Proletaryanın devrimci mücadelesinin yeni güçlere, gençliğin dinamizmine ihtiyacı var. Ayrıca çeşitli ülkelerde işçi hareketinin devrimci canlanışı için fiilen ter akıtılmazsa, enternasyonal düzeyde yeni bir atılım da boş bir hayale dönüşür. Zira böyle bir atılımı gerçekleştirecek güçler göklerde bir yerlerde yeryüzüne inecekleri günü bekliyor değiller. Bugüne dek işçi sınıfının hiçbir sorunu “Godot’yu bekleyerek” çözülmedi. Enternasyonal söz konusu olduğunda da çözümün yolu bu uğurda bıkmadan usanmadan mücadeleyi sürdürmekten geçiyor.

Bu yazı www.marksist.com sitesinden alınmıştır.

31


Newroz ve Karayüzlerin Şoven Harekâtı Newroz’un aynasına yansıyanlar

Ü

zerinde yaşadığımız topraklar dahil, Ortadoğu coğrafyası için özel günler ezilen kitleler nezdinde hep başka anlamlar ifade etmiştir. Çelişki ve çatışmaların alabildiğine derin yaşandığı bu topraklarda, ezilen ve sömürülen kitleler kendi ezilmişliklerini açığa vuracak ve bunu yığınsal olarak örgütleyecek özel günler yaratabilmişlerdir. İşte Newroz, ona atfedilen tüm efsaneleri aşarak ezilen Kürt halkının başkaldırı günü oluvermiştir. Günler sadece vesiledir ve her tarihsel gün döner kendi efsanesini de yaratır. 1990’ların başında milyonlarca Kürt sokaklara dökülmüş ve yükselen ulusal mücadele Newroz’u değiştirerek, onu siyasallaştırarak bir mücadele gününe dönüştürmüştür. 2005’in Newroz’u da diğer Newrozlar gibi Kürt yığınlarının öfkesini ifade eden bir araç oldu. Gerek Kürt illerinde gerekse de Türkiye’nin

32


Nisan 2005 • sayı: 1

batısındaki metropollerde yüz binler, kırmızı, yeşil ve sarı renklere bürünerek meydanları doldurdular. Diyarbakır, İstanbul, Van, Mersin, İzmir, Adana, Hakkari ve birçok ilde Kürt kitleler özgürlük taleplerini haykırdılar. 20 ve 21 Marta yansıyanların da ortaya koyduğu üzere, Kürt kitleleri onca baskı ve zulme ve devletin inkârcı ve asimilasyoncu politikalarına karşın mücadeleden vazgeçmiş değildir. Tüm baskı ve zorbalığa rağmen Kürt halkı susmamış, mücadele iradesine sahip çıkmıştır. Ve bir kez daha anlaşılmıştır ki, Kürt mızrağı TC’nin inkârcı çuvalına sığmıyor. En küçük bir başkaldırı dahi statükocu-gerici güçlere karabasanlar yaşatarak onları daha da saldırgan yapmaktadır. 1980 öncesi işçi hareketi ve sonrasında Kürt halkının yükselen özgürlük mücadelesi burjuvazinin belliğinde capcanlı durmaktadır. Öyle ki, Mersin’deki Newroz kutlamalarında birisi 12 ve diğeri 14 yaşında iki çocuğun Türk bayrağını yere atması TC devletinin bir bardak suda fırtına kopartarak histeri nöbetleri geçirmesine neden oldu. Ardından Karayüzler korosu bu olayı fırsat bilerek milliyetçi bir harekât başlattılar. Genelkurmay Başkanlığı tez zamanda, “sözde vatandaş”, “alçaklar”, “kimse TSK’nın sabrını zorlamasın” gibi ifadeler kullanarak şovenizm ve ırkçılık kokan açıklamalarla Kürt halkına tehditler savurdu. Öncülüğünü askeri bürokrasinin yaptığı Türk milliyetçiliğini yüceltme ve yükseltme harekâtına devletçi güçler başta olmak üzere Cumhurbaşkanı ve Başbakan da katıldı. İstisnasız tüm milliyetçi burjuva güçler bu şovenist koroyu alkışladı; Kürt halkına karşı yoğun bir saldırı kampanyası başlatıldı. Her yere bayrak asmanın bir yarışa dönüştürülmesiyle ve bayrak asmayanların vatan haini ilan edilmesiyle emekçi yığınlar milliyetçiliğin toplumsal baskısı altına alınmak istendi. Bayrak asma kampanyasına bizzat Ordu tarafından tel’in mitinglerinin örgütlenmesi eşlik etti. MHP ve sağcı, faşist güçler Kürtlerin yaşadığı mahallere, evlere ve işyerlerine saldırdılar. Okullarda solcu ve Kürt öğrencilere dönük saldırılar arttı. TC’nin bölünme paranoyasını bir kez daha hortlatan Türk gericiliğinin TV ve basındaki entelijensiya takımı Kürtlere ve Ermenilere küfürler yağdırarak görevlerini icra ediyorlar, saldırıyı genişletiyorlar. Milliyetçi koro öylesine kendinden geçti ki, başta DEHAP olmak üzere Kürt partileri ve temsilcilerinin yaptıkları açıklamalar dinlenmediği gibi, bu açıklamalar samimiyetsiz bulunarak küfürler edildi. DEHAP binalarına saldırıldı; bu partiye mahkeme tarafından soruşturma açıldı. Anlaşılması gereken, meselenin bayrak meselesi olmadığı ve fakat Türk gericiliğinin bunu fırsat bilerek baş kaldırdığıdır. Bayrak yakma girişimi ile yükseltilen Türk gericiliği, esasında TC egemen sınıfı içindeki derin çatlaktan kaynaklanıyor. TC burjuvazisi kendi içinde bölünmüştür ve en küçük bir olay bu çatışmayı su yüzüne çıkartmaya vesile olmaktadır.

marksist tutum

Statükocu-devletçi güçlerin gövde gösterisi Milliyetçiliğin böylesine yükseltilmesinden sonra kimi akademisyenler ve yazarlar şovenizmin toplumda neden bu kadar itibar gördüğü üzerine fikirler beyan ettiler. Milliyetçiliğin nesnel bir zemini olduğu bir gerçek; ancak konunun bu sosyolojik yanına çubuğu bükerek egemen sınıf içindeki derin kavgayı gözden kaçırmamak gerekiyor. Görülmesi gereken, burjuvazinin devletçi-bürokratik geleneksel güçlerinin milliyetçi zemine oynayarak kaybettiği mevzileri yeniden kazanmak istemesidir. Türkiye egemen sınıfı içinde süren kavga uzun süredir öyle boyutlar almış bulunuyor ki, basit bir bayrak meselesi bile genelleşerek bir siyasi krize dönüşebiliyor ve burjuÖncülüğünü askeri bürokrasinin yaptığı Türk milliyetçiliğini yüceltme ve yükseltme harekâtına devletçi güçler başta olmak üzere Cumhurbaşkanı ve Başbakan da katıldı. İstisnasız tüm milliyetçi burjuva güçler bu şovenist koroyu alkışladı; Kürt halkına karşı yoğun bir saldırı kampanyası başlatıldı. Her yere bayrak asmanın bir yarışa dönüştürülmesiyle ve bayrak asmayanların vatan haini ilan edilmesiyle emekçi yığınlar milliyetçiliğin toplumsal baskısı altına alınmak istendi. Bayrak asma kampanyasına bizzat Ordu tarafından tel’in mitinglerinin örgütlenmesi eşlik etti. vazi arasında bir hesaplaşmanın aracı oluyor. Sınıf mücadelesinin gerilere düştüğü bir konjonktürde politik gelişmelere işçi sınıfı müdahale ederek onu belirleyemiyor ve ne yazık ki burjuvazinin kendi içindeki kavgalara taraf ediliyor. Burjuvazi ise işçi sınıfının güçsüzlüğünden cesaret alarak kendi içinde daha açıktan çekişmekten, tepişmekten çekinmiyor. Öncelikle belirtmeliyiz ki, Türk burjuvazisi çoktan beridir uluslararası bir sıkışıklığın içine düşmekle kalmamış, kendi içinde iki egemen bloğa bölünmesi onun yaşadığı sorunları daha bir derinleştirmiştir. Bir tarafta AB yanlısı tekelci finans-kapitalin istekleri ve devleti yeniden, günün ihtiyaçlarına göre organize etmek istemesi; öte yanda gücünü statükodan alan ve yeni düzenlemeyle birlikte siyasi etkisini yitirecek olan sivil-asker bürokrasinin mevzi direnişi! Elbette burjuvazinin orta ve daha alt kesimini, sivil-asker bürokrasinin de içinde yer aldığı “ulusalcı-devletçi” blok içinde saymak gerekmektedir. Burjuvazinin bu kesimleri AB sürecinde, sermayenin tekelleşmesi yönünde dayatılacak olan kriterlerden dolayı tümden sili-

33


marksist tutum

nip gitmekten, tüm siyasi güçlerini kaybetmekten korkuyorlar. Askeri bürokrasinin son bayrak olayında bizzat görev üstlenmesi ve neredeyse tüm mitinglerin il Garnizonlarının talimatıyla düzenlenmesi bu blokun eline fırsat geçtiğinde nasıl provokatif çıkışlar yaptığını ortaya koymaktadır. Gerçek olan bir şey var ki, sivil-asker bürokrasinin gücü zayıflamış da olsa, devlet mekanizmaları üzerindeki ağırlığı hâlâ sürmektedir. Bu sıkışıklık sadece burjuva sınıfın istemleri ve sorunlarından kaynaklanmıyor. Uluslararası arenada yürüyen emperyalist hegemonya savaşı emperyalist ve yerel güçleri taraf olmaya zorluyor. Türkiye’de tekelci büyük burjuvaEmperyalist hegemonya savaşının Ortadoğu’da yarattığı siyasal değişimi iyi kavramak gerekiyor. Kürtler emperyalist hegemonya savaşının dengelerinden yararlanarak mevziler kazanırken, TC’nin yıllardır savunageldiği ve adeta kutsallaştırdığı “kırmızı çizgi”leri sararıp soluyor! ABD ve AB, TC’yi Kürt, Kıbrıs ve hatta Ermeni sorunlarıyla sıkıştırdıkça, Türkiye burjuvazisinin yaşadığı darboğaz daha bunaltıcı hale gelmektedir. ABD’nin TC ile birlikte PKK’ye karşı operasyon başlatmaması ve TC ordusunun Güney Kürdistan’ın içlerine girmesine karşı çıkması, statükocu güçleri daha bir fevri davranmaya itiyor. zi AB ile entegrasyona gitmek isterken bir taraftan da bölgedeki gelişmelere müdahil olmak ve üstelik bunu da ABD’nin şemsiyesi altına girerek yapmak istiyor. Anlaşılacağı üzere açıkgöz sonradan görme Türk burjuvazisi bir koltuğa iki karpuz birden sığdırmaya çalışıyor. Ancak, uluslararası arenada politika yapmak ve bölgede egemenlik kurmak isteyen burjuvazinin önüne dikilen sorunlar bitmiyor. Ermeni sorunu, Kıbrıs meselesi, Kürt sorunu gibi çözümlenmemiş sorunlar TC egemenlerinin uluslararası düzeyde elini ayağını bağlıyor. Buna karşın bu aynı sorunlar burjuvazinin kendi içindeki çatışmanın da argümanlarını oluşturuyor. Emperyalist hegemonya savaşının Ortadoğu’da yarattığı siyasal değişimi iyi kavramak gerekiyor. Kürtler emperyalist hegemonya savaşının dengelerinden yararlanarak mevziler kazanırken, TC’nin yıllardır savunageldiği ve adeta kutsallaştırdığı “kırmızı çizgi”leri sararıp soluyor! ABD ve AB, TC’yi Kürt, Kıbrıs ve hatta Ermeni sorunlarıyla sıkıştırdıkça, Türkiye burjuvazisinin yaşadığı darboğaz daha bunaltıcı hale gelmektedir. ABD’nin TC ile birlikte PKK’ye karşı operasyon başlatmaması ve TC

34

Nisan 2005 • sayı: 1

ordusunun Güney Kürdistan’ın içlerine girmesine karşı çıkması, statükocu güçleri daha bir fevri davranmaya itiyor. Abdullah Öcalan’ın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararıyla yeniden yargılanması olasılığı TC’yi daha da sıkıştırıyor. Sivil-asker bürokrasinin başını çektiği statükocu güçler AKP hükümetine karşı her fırsatı değerlendiriyorlar. Irak savaşı sürecinde AKP’yi destekleyerek TSK’yı ikinci plana atan ABD, AKP’nin yaşattığı hayal kırıklığı sonrasında yeniden askerlerle bağ kurmaya girişmiştir. Sivil-asker bürokrasi iç siyasi dengeleri kendi lehine çözmek amacıyla ABD’nin tutumunu fırsat bilmektedir. Nitekim ABD Ankara Büyükelçisinin, Türkiye’nin Suriye’ye açıktan tavır alması gerektiğini açıklamasından sonra, Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt “hükümetin bir Irak politikası yok” diyerek ve Ziya Gökalp’ten dizeler estirerek sivil-asker bürokrasinin karşı-atağını başlatmıştır. Bilâhare, Genelkurmay Başkanı Özkök’ten Büyükanıt’ı destekleyen açıklamalar gelmiştir. Nitekim son bayrak olayı askerlerin siyasal gidişata daha etraflıca müdahalesinin yalnızca bir bahanesi olmuştur. Çanakkale savaşının yıldönümü vesilesiyle zaten büyük bir milliyetçilik kampanyası başlatılmıştı. Çanakkale “zaferi”nin kutlanması hazırlıkları ve konuşmalar adeta askeri bürokrasinin gövde gösterisine dönüştü. Yapılan şovenist açıklamalarla bugünkü olayların zemini döşendi. Gelenekçi-statükocu güçler sıkıştıkları ve hatta mevziler kaybettikleri bir durumdan mevziler kazanmayı umdukları bir atağa geçmiş bulunuyorlar. Ermeni, Kıbrıs ve Kürt meselesi ve AB kriterleri konusundaki dayatmalar bu kesimin eline güçlü kozlar vermekte. Türkiye’nin bölüneceği paranoyası geniş emekçi yığınların bilincine milliyetçiliği zerk etmek amacıyla durmadan öne çıkartılıyor. Burjuva iktidar bloku içindeki kapışmada gelenekçistatükocu güçler mevzilerini toplumda yaratılan milliyetçilik dalgası üzerine inşa etmiş bulunuyorlar. Emekçi yığınların örgütsüz ve dağınık olduğu bu konjonktürde milliyetçiliğe oynayan yalnızca statükocu burjuva güçler değildir. Solun önemli bir kesimi de “vatanseverlik”, “yurtseverlik” gibi başlıklar altında sağa, milliyetçi çizgiye savrulmuş bulunuyor. Gericiliğin başını kaldırdığı ve daha da kaldıracağı önümüzdeki dönem dikkate alınırsa enternasyonalist mevzileri daha bir sağlamlaştırmak gerekecek. Dergimizin kapağında da yazıldığı üzere, her yerde haykırmalıyız; enternasyonalle kurtulur insanlık!

————————————————————————  Karayüzler: Rus tarihinde Yahudilere karşı yürüttükleri katliamlarla ünlenmiş devlet destekli ırkçı-gerici güçlere verilen ad.


H

erkesin malumu. Dünyada son yirmi yıl içinde köklü ekonomik ve siyasal değişimler yaşandı. Değişen bu koşullara uyum sağlamaya çalışan kapitalist sınıf, çıkarlarına uygun olarak oluşturduğu siyasi ve ekonomik açılımlarını bütün gücüyle hayata geçirmeye uğraşıyor. İşçi sınıfı bu yüzden tüm dünyada burjuvazinin şiddetli bir salvosuyla karşı karşıya. İşçilerin yüzyılı aşkın bir mücadele sürecinde elde ettiği kazanımlarına gözünü diken patronlar sınıfı, 80’li yılların başından itibaren yürüttüğü neo-liberal politikalarla işçi sınıfının haklarına karşı başlattığı taarruzu kesintiye uğratmadan sürdürüyor ve sınıfın kazanımlarını bir bir gasp ediyor. Emeklilik ve sağlık sigortası gibi sosyal güvencelerin tahrip edilmesi, eğitim ve sağlık hizmetlerinin paralı hale getirilmesi, çalışma koşullarına ilişkin sınıfın mücadeleyle kazandığı hakların ortadan kaldırılması, çalışma sürelerinin uzatılması ve patronların lehine esnekleştirilmesi bu saldırının yol açtığı sonuçların en başında geliyor. Ne var ki, burjuvazi gemi azıya almış biçimde böylesine saldırganlaşırken, işçi sınıfı ve onun sendikal örgütleri cephesinde, dahası sol çevrelerin büyük bir kısmında da, kafa karışıklığı ve yanlış düşünceler hâkim. İşçi sınıfının sermayenin karşısında elini zayıflatan en önemli faktörlerden biri de zaten bu. Ne yazık ki, işçi sınıfı örgütlerinin ve sınıfa önderlik etme iddiasındaki devrimci çevrelerin büyük bir kısmı, bugün, bu saldırılara göğüs gerecek bir örgütlülük ve bilinç düzeyinin çok gerisinde bulunuyor. Açık bir bilince, sağlam bir sınıfsal bakışa sahip olmak ve işçi sınıfının bu saldırılara kendi bağımsız sınıf çıkarları ekseninde karşı durmasını

Sosyal Güvenlik Saldırısı ve SSK Sorunu 35


marksist tutum

sağlamak bu yüzden bugün daha da yakıcı bir önem taşıyor.

Takke Düştü Kel Göründü Bilindiği gibi, işçi sınıfının yükselen devrimci mücadelesinin yarattığı etkiler ve SSCB’nin varlığının kapitalist devletlere bindirdiği basınç sonucunda, özellikle Avrupa’da ortaya çıkan “sosyal devlet” olgusu, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşının sonrasında ekonominin yirmi yıldan uzun bir süre istikrarlı ve güçlü bir büyüme yaşamış olması sayesinde hayat bulmuştu. Bu dönem boyunca burjuvazi, özellikle Avrupa’da gelişen sınıf mücadelesini yatıştırabilmek için “sosyal devlet” kavramını sosyalizm tehlikesine karşı koruyucu bir kalkan olarak öne çıkarmıştı. Diğer taraftan, Stalinizmin ve emperyalizmin ortak gayretleriyle güçten düşürülen devrimci Marksizmin zayıflığı sayesinde, işçi sınıfı hareketinde de emekle sermaye arasındaki çatışmanın yerine barışçıl bir uzlaşmanın geçirilmesi politikasını savunan reformist anlayışlar öne çıkmıştı. Ancak bugün, sınıf uzlaşmacı bu anlayışların ayakta durmasını sağlayacak ekonomik şartlar ortadan kalkmıştır. Burjuvazinin yaylım ateşi, reformistlerin sınıf uzlaşmacı siyaset anlayışlarının çanına ot tıkarken, sosyal-demokratların yıkılmaz sandıkları “sosyal devlet” kaleleri de bu saldırılarla tarumar oluyor. Yine de işçi sınıfına yönelik bu saldırıların kaynağı konusunda yanılsamalar üretilmeye devam ediliyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerde, “sosyal devlet”in yok olmasının sebebini hükümetlerin “aşırı liberal” politikaları olarak gösteren reformistler, bir taraftan eski “sosyal devlet” politikalarına geri dönülmesini dillendirirken, diğer taraftan da işçilere sosyal diyalogun (siz sınıf işbirliği diye okuyun) sürdürülmesinin tek çözüm olduğunu söylüyorlar. Türkiye gibi ülkelerdeki sözde “anti-emperyalistler” ise sorunun kaynağını dış güçlere havale etmiş durumda. IMF, DB gibi kurumları kapitalizmle kopmaz bağlarını göz ardı ederek hedef tahtasına oturtan bu anlayışlar bu gibi “dış mihrakların” kapı dışarı edilmesi ile sorunların çözüleceğini iddia ediyorlar. Kapitalizmin tasfiyesi gerekliliğini dile getirmeden bu tür kurumları hedef göstermek, hem bu kurumlarla kapitalizm arasındaki ilişkiyi hem de yerli egemen sınıf ile dünya burjuvazisi arasındaki entegrasyonu gözlerden saklıyor. Bu sözde anti-emperyalistlere kalırsa, bu tür kurumlar, emperyalist metropol ülkelerin çıkarlarını geri ülkelere tek taraflı olarak dayatmaktadırlar. Oysa İş Yasası değişikliğinden Kamu Yönetimi Reformuna, Sosyal Güvenlikle ilgili yasa tasarısından Yönetişim Kurullarına kadar Türkiye’de başlatılmış tüm “reformlar” o ya da bu biçimleriyle yalnızca geri ülkelerin değil tüm dünyanın gündemindedir. Çünkü kapitalizmin içinde bulunduğu kriz

36

Nisan 2005 • sayı: 1

konjonktürü, dünyadaki devrimci hareketin gerilediği ve SSCB’nin ortadan kalkmasının sağladığı elverişli koşullarda, burjuvazinin işçi sınıfına saldırısını zorunlu ve mümkün kılıyor. Sorunu, emperyalist ülkelerin geri ülkelere oynadığı bir oyun, bir dış dayatma vb. olarak algılatmaya çalışan reformistlerin ve küçük-burjuva devrimci anlayışların söylemleri tümüyle aldatmaya dönüktür. İşçi sınıfına yönelik tüm dünyada yükselen bu saldırıların kaynağı, IMF ve Dünya Bankası gibi örgütlerin uyguladığı o ya da bu politikalar değil, bizatihi kapitalizmdir. IMF gibi kurumların politikaları tam da patronların ihtiyaçlarına denk düşecek şekilde oluşturulup yaşama geçirilmektedir. İşçi sınıfının mücadele tarihi gösteriyor ki, kapitalizme karşı mücadele bayrağı yükseltilmeden onun yarattığı sonuçlarla baş edilemez. Bu yüzden işçi sınıfı silahlarını düşmanın gölgelerine değil kendisine yöneltmelidir.

Türkiye’de Sağlık ve Emeklilik Saldırısı Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de saldırının temel ayaklarından birisi sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesidir. Bu tasfiyenin de temel ayağını sistemin özelleştirilmesi oluşturuyor. Böylece bir yandan devletin işçilerin emeklilik ve sağlıklarıyla ilgili sosyal sorumluluğu ortadan kaldırılıp, bu sorumluluk tek tek bireylerin sırtına yüklenmek isteniyor, bir yandan da oluşan fonların küresel düzeyde işleyen kumarhaneye (onlar küresel piyasalar diyorlar) peşkeş çekilmesi isteniyor. Oysa sosyal sigorta sistemleri uluslararası işçi sınıfının mücadeleyle kazandığı mevzilerdir ve sosyal niteliğiyle işçi sınıfının geniş ölçekli bir dayanışma fonu özelliği taşırlar. Burjuvazi fonun bu dayanışma niteliğini ortadan kaldırarak “her koyun kendi bacağından asılır” felsefesini yerleştirmek ve fonu kendi borsa oyunlarına sürmek istiyor. Bu bazı ülkelerde çeşitli düzeylerde gerçekleştirilmiş durumda ve örneğin işlerin bu açıdan en ileri gittiği ABD’de bu yüzden birçok işçi sınıfı ailesinin yıllar boyunca yapmış oldukları birikimler büyük skandallarla borsa oyunlarında batırılmış ve bu ailelerin gelecekleri karartılmış durumda. Yapılmak istenenin özünü iyi kavramak gerekiyor: işçilerden daha çok almak ve onlara daha az vermek. Sağlık alanında da durum tam anlamıyla budur. İşçi ücretlerinden yapılan kesintiler arttırılmak ve/veya ücretsiz olarak verilen sağlık hizmetinin kapsamı daraltılmak isteniyor. İşte son günlerde Türkiye’de bu doğrultuda adımlar atılıyor. AKP hükümeti IMF’ye verdiği sekizinci Niyet Mektubunda, sosyal güvenlikte Genel Sağlık Sigortasını (GSS) içeren yeni bir düzenlemeyi hayata geçireceğini ve SSK’nın sağlık hizmeti sunumundan çekileceğini taahhüt etmişti. IMF heyeti yeni yapılacak stand-by görüşmeleri öncesinde bu taahhütlerin yerine getirilmesi gerektiği


Nisan 2005 • sayı: 1

şeklinde bir ön koşul sununca, hükümet apar topar SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığına devri yasasını hazırladı, Meclisten geçirdi ve sosyal güvenlik “reform”u çalışmalarına hız verdi.

Sosyal Güvenlik Sorunu “Sosyal Güvenlik” kavramı, insanı çalışma gücünden mahrum bırakan ya da ileride yaşanma ihtimali bulunan olaylar karşısında, toplumu oluşturan bireylerin güvenceye kavuşturulmasını ve bu işle uğraşan kurumlar toplamını anlatıyor. Bugünkü anlamıyla sosyal güvenlik anlayışı ve sistemleri, sosyal korunma gereksinimi içinde olan bir işçi sınıfının oluşmasına bağlı olarak, emekgücünün yaşamsal ihtiyaçlarının karşılanması ve kendini yeniden üretmesi için ortaya çıkmış, SSCB’nin varlığının yarattığı etki ile kurumsallaşmış, işçi sınıfının mücadelesi ile genişlemiştir. Bu nedenle sosyal güvenlik sorununun ancak iki yüzyıllık bir geçmişinden söz etmek olanaklıdır. Çünkü “sosyal güvenlik”, işçi sınıfının, yani, hâlihazırda çalışsınçalışmasın, üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun olan ve yaşamını sürdürebilmek için emekgücünü ücret karşılığında satmak dışında hiçbir seçeneği olmayanların, toplumsal bir güvenceye duyduğu ihtiyaçtır. İşte bu ihtiyaç temelinde mücadele eden işçilerin militanlığı sayesindedir ki, tüm dünyada emekçi yığınlar sosyal güvenliğe dair birtakım haklar elde ettiler. Ama bu alandaki asıl ilerleme Ekim Devrimiyle sağlandı. İşçilerin kendi devletlerinde elde edip kullandıkları yeni haklar, kapitalist ülkelerde burjuvaziyi “sosyal devlet” uygulamalarına zorladı. Dahası, dünyanın tüm ülkelerinde, yeterli ya da yetersiz, ancak mutlaka var olan bir sosyal güvenlik sistemi kurumsal olarak oluşmak zorunda kaldı. Elbette parası olanın geleceğini garanti altına aldığı, parası olmayanların açlık ve ölümle yüz yüze kaldığı kapitalist sistemde, sosyal güvenlik kurumları, işçi devletinde olduğu gibi herkese parasız ve ayrımsız hizmet vermemiştir. Hatta birçok yerde sermayeye kaynak yaratan kurumlar haline gelmiştir. Ancak yine de işçi sınıfının ekmek-su kadar muhtaç olduğu hizmetleri kısmi de olsa karşılayan bu yapıların varlığı önemlidir. 1970’li yıllardan başlayarak ortaya çıkan ekonomik yavaşlama, burjuvazi tarafından sosyal güvenlik başta olmak üzere emeğin kazanılmış haklarını ortadan kaldırarak aşılmaya çalışılmıştır. İşte bu sebeple Türkiye’deki Sosyal Güvenlik Sistemi de “reforme” edilmeye çalışılıyor.

Genel Olarak Özelleştirmelerin Anlamı Ne? Önce Kamu İktisadi Teşebbüsleri olarak adlandırılan kurumların özelleştirilmesi konusunda işçilerin nasıl bir

marksist tutum

Sorunu, emperyalist ülkelerin geri ülkelere oynadığı bir oyun, bir dış dayatma vb. olarak algılatmaya çalışan reformistlerin ve küçük-burjuva devrimci anlayışların söylemleri tümüyle aldatmaya dönüktür. İşçi sınıfına yönelik tüm dünyada yükselen bu saldırıların kaynağı, IMF ve Dünya Bankası gibi örgütlerin uyguladığı o ya da bu politikalar değil, bizatihi kapitalizmdir. IMF gibi kurumların politikaları tam da patronların ihtiyaçlarına denk düşecek şekilde oluşturulup yaşama geçirilmektedir. bakışa sahip olması gerektiğini ortaya koymaya çalışalım. KİT’lerin özelleştirilmesine dair en çok öne çıkarılan slogan “KİT’ler halkındır, satılamaz” sloganıdır. Bu yaklaşım, işçi sınıfı saflarında, devletin aslında toplum yararına bir kurum olduğu yalanını besleyen ve yayan bir rol oynar. Gerçekten de işçi sınıfı saflarında ve örgütlülüklerinde, “özel mülkiyet” ve “devlet mülkiyeti” olguları üzerinde bir kafa karışıklığı yaşanmaktadır. KİT’ler halkın malıdır diyenler, kapitalist toplumda devleti, patronların baskı aygıtı olarak değil, tüm toplum yararına çalışan bir kurum olarak gösteriyorlar. Oysa bu, baştan aşağı sahtekârlıktır. Yine bu sahtekârlığı yapanlar, KİT’ler bizim vergilerimizle kuruluyor, o nedenle de bizimdir derken de başka bir yanlışlık yapıyorlar. Eğer soruna, kapitalist ideolojinin ve burjuva hukukun gözünden değil de işçi sınıfı perspektifinden bakarsak, şurası çok açıktır ki, KİT’ler gibi devlet mülklerinin hepsinin gerçek yaratıcısı elbette işçilerdir. Ancak kapitalist bir toplumda yaşıyoruz ve bir şeyin gerçek üreticisi-yaratıcısı olmak ile onun hukuki sahibi olmak arasına kapitalist mülkiyet ilişkileri girmektedir. İşte bu noktada KİT’ler halkın malıdır demekle yetinenler ciddi bir yanlış yapmış oluyorlar. Çünkü bu kurumların işçiler tarafından yaratılıyor oluşu onları hukuken de “halkın” malı yapmaya yetmiyor. Kapitalist toplumda, doğa bir tarafa bırakılacak olursa, her türlü zenginliği yaratan emektir. Hem devletin elindeki hem de özel sektörün elindeki varlıklar işçi sınıfının sömürülmesiyle biriktirilmiştir. O zaman neden sadece devletin elindekiler “halkın malı” oluyor da, özel sektörün elindekiler “halkın malı” olmuyor? Ürettiğimiz her şey gerçekten de bizim olmalıdır, ama kapitalist toplum devam ettiği sürece bu mümkün değildir. Bu nedenle, kapitalist toplumda burjuva devletin mülkiyetinde olan KİT’lerin “halkın malı” olduğunu söylemek büyük bir safsatadır ve işçi sınıfının aldatmanın da en kestirme yoludur. İşçi sınıfına doğru bir bilinç taşınacaksa eğer, gerçeği ona en açık biçimde anlatmak gerekir: Kapitalist

37


Nisan 2005 • sayı: 1

marksist tutum

toplumda devlet mülkiyeti, işçilerin değil, burjuvazinin ortak mülküdür. O mülkiyet ancak burjuvazinin devleti yıkılıp, işçilerin devleti kurulduğunda, işçilerin ortak mülkü olabilecektir! Sermaye sınıfı ve onun devleti açısından özelleştirme de devletçilik de, sermaye sınıfının kendi içindeki güç dengelerine, paylaşım kavgasına ve temel olarak uluslararası kapitalist sistemin değişen ihtiyaçlarına göre gündeme gelen, kimi zaman biri, kimi zaman da diğeri öne çıkartılıp bu başlıklar altında işçi sınıfına dönük saldırıların tırmandırıldığı seçeneklerdir. İşçi sınıfı açısından ise, kapitalizm koşullarında, yani sermaye sınıfının hüküm sürdüğü koşullarda yürütülen “özel mülkiyet mi devlet mülkiyeti mi” tartışmaları ve bu eksende bizlerin önüne çıkartılan seçenekler, “kırk katır mı, kırk satır mı” sorusundan hiç de farklı değildir. Her şeyden önce belirtmek gerekiyor ki, kendi mülkiyetindeki devasa kapitalist işletmelerle, pek çok ulus-devletin bizzat kendisi, en güçlü kapitalist tekeller arasında yer almaktadır. Bu nedenle, bütün açıklığı ile ifade etmek gerekir ki, kapitalist toplumda, devlet mülkiyeti de, bireysel özel mülkiyet de kapitalist mülkiyetin biçimleridirler.

Bir kez daha vurgulayalım:

Gelişmiş kapitalist ülkelerde, “sosyal devlet”in yok olmasının sebebini hükümetlerin “aşırı liberal” politikaları olarak gösteren reformistler, bir taraftan eski “sosyal devlet” politikalarına geri dönülmesini dillendirirken, diğer taraftan da işçilere sosyal diyalogun sürdürülmesinin tek çözüm olduğunu söylüyorlar.

SSK İşçi Yönetimine!

Pek çok kişinin ve grubun vurgulamalarına rağmen iş pratiğe, siyasete geldiğinde unutuverdiği gerçeklerin başında, burjuva devletin, sermayenin çıkarlarını korumak ve daimi kılmak üzere varlığını sürdüren bir sınıf egemenlik aracı olduğu gerçeği gelmektedir. Dolayısıyla şu ya da bu işletmenin sahibinin devlet oluşu ve bunlara “kamu iktisadi teşebbüsleri” deniyor olması, bu işletmelerin toplumsal ihtiyaçlara yanıt veren, kâr amacıyla değil de toplum yararına faaliyet sürdüren ve kazancı da topluma dönen işletmeler olduğu anlamına gelmez. Oysa yaygın kanı bunun aksi olduğu gibi, egemen ideoloji de, “KİT” adı verilen bu işletmelerin toplum için faaliyet yürüttüğü yalanını destekler. İşçi sınıfı burjuvazinin sınıfsal egemenliğini yok edip kendi iktidarını kurmadığı sürece, “kamu mülkiyeti”nden söz etmek safsatadır. Bu durumda, özelleştirme saldırısı karşısında bile olsa, üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti hedefinin yerine mevcut koşullardaki “kapitalist devlet mülkiyetinin” geçirilmesini savunmak aldatmacadan başka bir şey değildir.

38

İster tek tek burjuvaların, ister grup halinde burjuvaların, isterse de kapitalist devletin elinde olsun, bu mülkiyetin sınıfsal karakteri burjuva olarak değişmeksizin kalır. Görünüşte birbirinden farklı olan bu mülkiyet biçimleri gerçekte bir ve aynı mülkiyet ilişkisi temeli üzerinde yükselirler: kapitalist mülkiyet ilişkisi. Dolayısıyla bir işletmenin devletleştirilmesi onun burjuva mülkiyeti olmaktan çıkmasına yol açmadığı gibi, devlet elindeki bir işletmenin özelleştirilmesi de ona öncesinde sahip olmadığı yeni bir sınıfsal karakter yüklemez. Engels’in dediği gibi; “ne hisse senetli şirketler durumuna dönüşüm, ne de devlet mülkiyeti durumuna dönüşüm, üretici güçlerin sermaye niteliğini ortadan kaldırmaz.” (Anti-Dühring) Durum bu olduğunda şu noktanın altını bir kez daha çizmek gerekiyor: Kapitalist toplumda devletleştirme ya da özelleştirme, mülkiyetin özü açısından işçi sınıfı için alternatifleri temsil etmezler. Mülkiyet sorunu söz konusu olduğunda, işçi sınıfı açısından tek bir alternatif vardır, o da, bir devrimle kendi iktidarını kurarak, yani kendisini egemen sınıf olarak örgütleyerek, toplumsal mülkiyete giden yolu açmak üzere başlıca üretim araçlarına bizzat kendi devleti aracılığıyla kolektif olarak el koymaktır. (Özgür Doğan, Kapitalist Devlet Mülkiyeti ve Özelleştirme, www. marksist.com)

Ancak iş SSK gibi sosyal sigorta sistemlerine geldiğinde ise durum değişir. Bu tip sosyal güvenlik sistemleri devlet mülkiyeti altında kapitalist işletmecilik yapan KİT’lerden tamamen farklıdır. KİT’ler, kapitalistlerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere, onlara ucuz hammadde üretmek, sanayinin gelişmesi için gerekli altyapıyı oluşturmak, kapitalistlerin altından kalkamayacağı büyüklükte yatırımları gerçekleştirmek ya da yine onlara çeşitli hizmetler sağlamak üzere kurulmuşlardır. Oysa SSK gibi kurumlar tamamen farklı amaçlarla, tamamen farklı motivasyonlarla ve yine tamamen farklı tarihsel koşullarda, farklı mücadeleler temelinde kurulmuşlardır. SSK, devlet mülkiyetindeki iktisadi teşebbüslerden farklı olarak, işçi sınıfı açısından gerçekten de hayati bir önem taşıyor. SSK, geniş işçi yığınlarının sağlık sorununda başvurabilecekleri kendi sosyal güvence kurumudur. Aynı zamanda çalışamaz duruma geldiklerinde, emekli olduklarında da bu kurum onların tek güvencesidir. Sırf bu faktörler bile, SSK ile KİT’lerin asla aynı kefeye konulamayacağını gösterir. Bugün birçok konuda olduğu gibi bu konuda da patronlar sınıfı ve sendika bürokratları işçileri iki tercih arasında bir seçim yapmaya zorluyorlar. AKP hükümeti büyük bir ikiyüzlülükle, emekçilerin SSK’ya ilişkin şikâyetlerini sahiplenir gözükerek, parasız sağlık hizmetinin tasfiyesi ve özelleştirilmesi planını halk tarafından kabul edilebilir bir söylemin arkasına saklamaya çalışıyor. Diğer taraftan sendika ağaları, SSK yönetiminde edindikleri konumları


Nisan 2005 • sayı: 1

sayesinde sağladıkları ayrıcalıkları kaybedecekleri endişesiyle veryansın ediyorlar. İşçiler ne patronların temsilcilerine ne de sendika ağalarına güvenmelidir. Elbette, SSK kapsamındaki hizmetlerin mevcut durumu değişmelidir. Ama AKP hükümetinin istediği şekilde değil. SSK, ister kesilen primlerle doğrudan, ister devletin ve patronların işçilerden sömürdüğü katkılarla dolaylı olarak işçilerin emeğinin ürünüdür. Bu nedenle ileri sürülmesi gereken talep “SSK İşçi Yönetimine!” olmalıdır. Devlet ve patronlar sınıfı SSK fonlarından sömürücü ellerini çekmelidir. Ayrıca, patronların ve devlet kurumlarının ödemeleri gereken tüm primler, son kuruşuna kadar işçi komisyonlarının denetiminde her türlü yasal faiziyle tahsil edilmeli, prim borçlarında af uygulamaları derhal sona erdirilmeli, patronların ve devletin ödedikleri primler, sigortalı-sigortasız tüm çalışanlara insanca, eşit, modern ve parasız bir sağlık hizmeti sağlayabilecek düzeye getirilmelidir. Böylesine bir hizmetin tüm mali yükü patronlar ve devlet tarafından karşılanmalıdır. Ve yine de bu kurumlar yalnız ve yalnızca işçiler tarafından yönetilmelidir. SSK halkın malıdır diye çığlık atan sendika bürokratlarının da aslında SSK fonlarını yağmalayan devlet ve patronlardan bu noktada pek bir farkları yoktur. Yıllardır SSK hastanelerinde çile çeken, haftalarca sonraya bir muayene randevusu almak için ya da ancak birkaç dakika süren bir muayeneden sonra yazılan reçetedeki ilaçları alabilmek için sabahın köründe sıraya giren işçiler bugüne kadar sendika bürokratlarının umurunda bile değildi. Yıllardır çalışanların ancak %20’sinden azı sigorta kapsamındayken kıllarını kıpırdatmayan sendika ağalarının, şimdi timsah gözyaşları dökerek işçiler adına konuşmaya hakları yoktur. Şayet bu fonlar, sadece işçi sınıfının çalışan ve çalışmayan bireyleri ile ailelerinin ihtiyaçları için, işçilerin yönetiminde idare ediliyor olsaydı, işçilerin aldığı hizmetin kalitesinin yükseleceği de, yaşam koşullarının gözle görülür biçimde iyileşeceği de tartışma götürmez bir gerçek olurdu. Dolayısıyla, bilinçli işçiler, SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığına devredilmesi karşısında mevcut durumu savunmak yerine, işçi fonlarının idaresinin işçilerin kontrolünde olmasını ve çalışanıyla-çalışamayanıyla bir bütün olarak işçi sınıfının, sağlık hizmetinin hangi kurumlardan karşılanacaksa karşılansın ücretsiz olmasını dert etmeli, böyle bir bilincin yayılması için çaba göstermelidir. Elbette kapitalist toplumda işçiler bu istemlerin hayata geçmesi doğrultusunda ne denli kazanım elde etmiş olursa olsunlar, bunun bir sınırı vardır. Sağlık hizmetinin olduğu gibi, sosyal güvence sorununun her yönüyle gerçek ve kalıcı çözüme kavuşabilmesi, kamu mülkiyeti yolundan geçmektedir. Ancak, burada söz konusu olan “kamulaştırma”, reformistlerin özelleştirmelere karşı ileri sürdüğü “kamuculuk-devletçilik” anlayışından farklı bir kamulaştırmadır.

marksist tutum

Devrimci kamulaştırma “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” demektir. Devlet-özel ayrımı yapmadan kapitalistlerin elindeki tüm üretim araçlarının işyeri konseyleri eliyle işçilerin yönetimine geçmesi anlamına gelir. Sadece sağlık hizmetinin değil tüm insani ihtiyaçların adil bir bölüşümünün sağlanmasının önkoşulu da budur. Açıktır ki, bu tür bir kamulaştırma, işçi sınıfının iktidarı kendi ellerine almasını, yani bir toplumsal altüst oluşu, bir proleter devrimi gerektirir. Dolayısıyla proleter devrim vurgusu eksik olan bir kamulaştırma söylemi, işçi sınıfını kandırmaktan başka bir şey değildir. Sorunlarımızın gerçek çözümünün ancak işçi iktidarı ile sağlanabilir olması, sermayenin egemenliği devam ettiği sürece yapılacak bir şeylerin olmadığı anlamına gelmiyor kuşkusuz. İşçi sınıfının en hayati ihtiyaçları doğrultusunda seferberliğini sağlamaksızın, bıraktık iktidara talip olmasını, en temel kazanımlarını bile koruması mümkün değildir. Bu nedenle, sınıf bilinçli işçiler, bir taraftan tüm sorunlarımız gibi sağlık ve sosyal güvenlik sorununun da gerçek çözümü için işçi iktidarına işaret ederken, diğer taraftan, bu sorunlar temelinde, çalışanıyla çalışamayanıyla, sigortalısıyla sigortasızıyla tüm işçilerin seferber edilmesi için örgütlenmeli, mücadele etmelidirler. 

39


SEKA 51 Direnişinin Ardından Kerem Dağlı

40

günlük sürecin ardından SEKA direnişi, pek de sürpriz olmayan bir biçimde sona erdi. Hükümet, SEKA’da başlayan direnişin yayılmasından, toplum nezdinde gittikçe artan bir tepki oluşmasından ve direnişin siyasallaşmasından korkuya kapılmıştı. Sonunda olayı kapatabilmek amacıyla, işçilerin Belediyede sözleşmeli olarak çalışmaları karşılığında fabrikayı terk etmeleri konusunda anlaştı. Hükümetin fabrikayı ve dolayısıyla üzerindeki bütün yükü Belediyeye devretme önerisi üzerine kendi aralarında bir oylama yapan işçilerin büyük çoğunluğu (581 “evet”, 63 “hayır” ve 13 “boş” oyla) bu öneriyi desteklemiş ve böylece sendikaya görüşmeleri başlatma yetkisini vermiştir. Ardından imzalanan protokole göre SEKA İzmit işletmesinin, arazisi, binaları, makineleri ve işçileriyle birlikte Kocaeli Büyükşehir Belediyesine devredilmesi kararlaştırılmıştır. Buna göre Belediye isterse fabrikayı çalıştıracak isterse kapatıp işçileri Belediyenin başka birimlerine dağıtacak ve işçiler de bir yıl sözleşmeli olarak işe başlayacaklar. Belediyede çalışmak istemeyenler ise 8 ay daha maaş alıp işsiz kalacaklar. Kuşkusuz elde edilen sonuç bir kazanım olmaktan son derece uzaktır. Özelleştirme adı altında işçi sınıfının örgütlülüğüne yöneltilen saldırıların önü alınamamış, sadece burjuvazi adımlarını daha usturuplu atma ihtiyacı duymuştur. Fabrikanın Belediyeye devrinin ve işçilere iş garantisi adı altında Belediye bünyesinde sözleşmeli olarak çalışma hakkı tanınmasının


Nisan 2005 • sayı: 1

başka bir anlamı yoktur. Burjuva hükümet son günlerde siyasal alanda da köşeye sıkışmış olduğundan, sınıf hareketinin olası bir yükselişiyle karşı karşıya kalmak korkusuyla böylesi bir manevrayı daha akıllıca bulmuştur. Ancak aynı uyanıklığı sol hareketin gösterdiğini söylemek zordur. Sınıf hareketinde uzunca bir süredir devam eden gerileme ve durgunluk ortamında, adeta bir can simidi etkisi yaratan SEKA direnişi, sol hareket içinde ciddi bir “heyecan”a yol açtı. Sermaye cephesinin kararlılıkla sürdürdüğü özelleştirme saldırısına karşı, emek cephesinde anlamlı bir direnişin kıvılcımı olarak görüldüğünden sol hareketin gündemini de önemli ölçüde işgal etti. Süreç boyunca eksiklikleri ve zaafları göz ardı edilerek, önemi haddinden fazla abartılarak, olmadık anlamlar yüklenerek göklere çıkartılan direniş, ardından da yenilgi olarak nitelenerek “sınıf hareketinde ciddi bir fırsatın kaçtığı” şeklinde yorumlandı. SEKA direnişi sınıf mücadeleleri tarihine özgün bir örnek olarak geçmese de, sol hareketin halihazırdaki eksikliklerini ve yanlışlarını ortaya koyması ve sınıf mücadelesinin böylesi tekil örneklerini abartarak kendi zaaflarını örtmeye çalışmanın ne kadar boş olduğunu göstermesi bakımından önemli bir işleve sahiptir. SEKA direnişinden bu bağlamda çıkartılacak dersler, her şeye rağmen önümüzdeki süreçte sınıf hareketinde gerçek anlamda bir “canlanma” başladığında yapılması gerekenleri kestirebilmek açısından önem taşıyor. Daha da önemlisi, sınıf hareketine yanlış yaklaşımlar konusunda iyi bir örnek teşkil ediyor. Tekil örnekleri ve kısmi mücadeleleri abartmak aslında tam bir ekonomizme yol açarak bizi uvriyerizme (işçiciliğe) götüreceği için, bu direnişin dersleri iyi kavranmalıdır.

Direnişin ve solun eksiklikleri ve zaafları Öncelikle belirtmek gerekir ki, komünistler bu tür direnişleri ve grevleri desteklemek ve ileri taşımak için çaba gösterirler. Komünistlerin görevi, işçilerin ekonomik temelde başlayan sınıf mücadelesini daha da ileri götürmek, devrimci tarzda siyasallaştırmak ve devrim mücadelesinin genel çizgisiyle bütünleştirebilmektir. Ancak bunu yaparken, bir grev ya da direnişi, taşıdığı önem ve anlamın ötesinde değerlendirerek abartmazlar. Onun zaaflarının üstünü örterek ona sahip olduğundan daha fazla önem atfetmezler, onu pohpohlayıp hakkında hayaller yaratmazlar. SEKA direnişinin gerçek anlamını kavramak için geçmişteki gerçek direnişlere; Kavel işçilerinin mücadelesine, Alpagut işçilerinin işyeri işgaline, Tariş ve Profilo gibi direnişlerine bakmak gerekir. Bu direniş veya grevlerin hemen hepsinin ortak özelliği, işçilerin mücadele azminin ve motivasyonunun çok daha yüksek olması, devrimcilerden uzak durmamaları, daha doğru ve mü-

marksist tutum

cadeleci yöntemler kullanarak ve çevre halkının tam desteğini alarak onları da direnişin içine çekmeleridir. Ayrıca sendikal konfederasyonları göstermelik değil gerçek anlamda ve kademeli olarak artırılan (1 günlük iş bırakmadan, 3–4 günlük grevlere kadar) destek grevlerine zorlamışlar, fabrika işgalini medyatik bir eylem olarak değil direnişlerinin kalesi olarak gördükleri için ölümüne sürdürmüşler, kısacası işçilerin örgütlü oluşunu yansıtmışlardır. Geçmişte pekâlâ gerçekleştirilen bu mücadele tarzı, SEKA direnişinde sembolik düzeyde kalmıştır. Direniş boyunca son derece coşkulu, kararlı ve inançlı gibi gözüken SEKA işçilerinin, direnişi “direnmeden” sona erdirmeleri ve hemen ardından demoralize olmaları; fabrikanın Belediyeye devredilmesi gündeme gelir gelmez, “zaten direniş bizi iyice bıktırmaya başlamıştı” yollu itiraflara başlamaları, aslında göründüğü kadar kararlı olmadıklarının göstergesidir. Kuşkusuz işçilerin tamamı böyle düşünmemektedir, ancak çoğunluğun düşüncesinin bu yönde olduğu da bir gerçektir. İşçilerin direnişe sınıf mücadelesinin penceresinden bakamadıkları ortadadır. Kendi kendilerini yalıtmakla, mücadelelerini fabrika duvarları arasına hapsetmekle ilk yanlışlarını yapmışlardır. İşçilerin devrimcilerle bağ kurmasını istemeyen sendika bürokrasisi, dışarıdan gelenlerle işçilerin temasını minimuma indirerek (güya provokasyonları önlemek maksadıyla) direnişi tam anlamıyla fabrika sınırlarına hapsetmeyi başarmıştır. Amaç kuşkusuz, işçilerin sendika bürokrasisinin denetiminden çıkmasını önlemektir. SEKA direnişinin fabrika işgali olarak tanımlanıp tanımlanamayacağı özenle yaklaşılması gereken bir tartışma konusudur. Sınıf mücadelesi açısından, işçilerin fabrikayı işgal etmeleri ve fabrikaya sahip çıkarak kendilerinin yönetmeye başlamaları son derece ileri bir eylemlilik olurdu. Oysa SEKA direnişinde yaşananların özü, işçilerin mücadelesinin fabrikaya hapsedilmiş oluşudur. SEKA’nın İzmit işletmesi zaten uzun süredir bugünlere hazırlandığından, makinelerin ve stokların aylar öncesinden fabrika dışına çıkarıldığı bilinmektedir. Üretim yapılamaz hale getirilen fabrikanın, işçiler tarafından bu koşullarda “işgal” edildiği açıktır. İşçiler sorunu sadece işlerini kaybetmek olarak gördüklerinden, yaşananların sermaye cephesinin uzun erimli siyasetinin, saldırısının bir parçası olduğunu kavrayamadıklarından, eylemlerini siyasallaştırmak ve yaymak yerine kendilerini fabrika içinde tecrit etmeyi tercih ettiler. Kendilerini ziyarete gelen devrimci, sol siyasetlerden köşe bucak kaçmalarının (her ne kadar ziyarete gelen herkesi coşkulu bir biçimde karşılasalar da bu karşılama bir yasak savmanın ötesine geçmemiştir) ve kendilerini burjuva siyasetinin kollarına atmalarının sonucu ortadadır. İşçi sınıfı, devrimcilerden kaçmak yerine devrimci siyaseti sa-

41


marksist tutum

Nisan 2005 • sayı: 1

İşçilerin direnişe sınıf mücadelesinin penceresinden bakamadıkları ortadadır. Kendi kendilerini yalıtmakla, mücadelelerini fabrika duvarları arasına hapsetmekle ilk yanlışlarını yapmışlardır. İşçilerin devrimcilerle bağ kurmasını istemeyen sendika bürokrasisi, dışarıdan gelenlerle işçilerin temasını minimuma indirerek (güya provokasyonları önlemek maksadıyla) direnişi tam anlamıyla fabrika sınırlarına hapsetmeyi başarmıştır. Amaç kuşkusuz, işçilerin sendika bürokrasisinin denetiminden çıkmasını önlemektir. hiplenmeyi öğrenmelidir. İşçiler sanki doğal bir işbölümüne uyarcasına, kendi görevlerinin fabrika içinde beklemekle sınırlı olduğunu, işin geri kalan kısmını sendikacıların halledeceğini düşündüler. Mücadelelerini diğer fabrikalara ve sendikalara yaymak yerine “medyatik” eylemlerle kendilerini avuttular. Burjuva siyasetçilerden medet umduklarından, bir kez daha yenilgiyi tatmak zorunda kaldılar. Kuşkusuz bu durumun sebebi tek başlarına işçiler değildir, ama Nazım’ın dediği gibi “kabahatin çoğu” da onlarındır. SEKA direnişi, sendikal siyasetin sınırlarına ve sınıfın içinde bulunduğu ideolojik çarpıklığa da güzel bir örnek oluşturmuştur. Atılan sloganların içeriğinden tutun da, yapılan eylemlerin biçimine kadar (futbol tezahüratı biçiminde atılan sloganlar ve mehter marşına uyarlanmış SEKA marşı) pek çok konuda aynı kafa karışıklığına rastlamak mümkündür. İdeolojik anlamdaki kafa karışıklığı en birincil sorun ve mücadelenin önündeki en büyük engeldir, dolayısıyla vurulması gereken birinci nokta da burasıdır. Ve maalesef bu kafa karışıklığının başlıca suçlusu bizzat sol harekettir. Burjuva ideolojisini işçi sınıfına taşıyan aktarma kayışı konumundaki sendika bürokratlarının milliyetçi bir ideolojiyi işçilere pompalaması doğaldır. Ancak Marksist veya komünist olduğunu söyleyenlerin bu ideolojik saldırıya yine milliyetçi bir yaklaşımla karşılık vermeye çalışmaları tastamam sınıfa ihanettir. Özelleştirme sorununda en başından sergilenen milliyetçi

42

ve reformist tutum, SEKA direnişinde de sürdürülmüştür. “SEKA vatandır, satılamaz!” naralarıyla sendika bürokrasisinin kuyruğuna takılan, burjuva devlet işletmelerinin kapitalist niteliğini gözlerden gizleyerek onu özel mülkiyete alternatif olarak gören, burjuvazinin egemenliği altındaki devlet mülkiyeti ile gerçek anlamda kamu mülkiyetini (yani toplumsal mülkiyeti) birbirine karıştıran, “bu memleket bizim!”li sloganlarla sözümona anti-emperyalist geçinerek “milli” burjuvazinin, üstelik onun da gerici-ulusalcı kanadının politikalarının dümen suyuna giren anlayışlar yüzünden, bugün işçi sınıfının kafası fena halde karıştırılmıştır. İşçi sınıfına önderlik etme iddiasında olanların görevi, onun kafasına küçük-burjuva milliyetçiliğini ve devletçiliğini sokarak burjuvazinin ve sendika bürokratlarının değirmenine su taşımak olamaz. Sınıf hareketinin dipte seyrettiği bir atmosferde, SEKA direnişi veya benzeri eylemlerin işçi sınıfı içinde bir heyecan yaratması normaldir, fakat komünistlerin kendilerini bu heyecana kaptırmamaları, soğukkanlı ve daha derinlemesine düşünebilmeleri gerekir. Acaba SEKA direnişi abartıldığı gibi sınıf hareketinde bir dönemeç noktasına mı işaret etmektedir? Ya da “sermaye ile emek arasındaki mücadelenin yoğunlaştığı bir ön cephe savaşı” mıdır? Devrimci sınıf siyasetinin değil burjuva milliyetçiliğinin peşinden koşan ve sendikal bilince bile yeterince sahip olmayan işçilerin eylemlerinden, “sınıf mücadelesini ileriye götürecek muazzam bir direniş” veya “sınıf mücadelesinin en militan örneklerinden biri” şeklinde abartılı ifade-


Nisan 2005 • sayı: 1

Özelleştirme sorununda en başından sergilenen milliyetçi ve reformist tutum, SEKA direnişinde de sürdürülmüştür. “SEKA vatandır, satılamaz!” naralarıyla sendika bürokrasisinin kuyruğuna takılan, burjuva devlet işletmelerinin kapitalist niteliğini gözlerden gizleyerek onu özel mülkiyete alternatif olarak gören, burjuvazinin egemenliği altındaki devlet mülkiyeti ile gerçek anlamda kamu mülkiyetini (yani toplumsal mülkiyeti) birbirine karıştıran, “bu memleket bizim!”li sloganlarla sözümona antiemperyalist geçinerek “milli” burjuvazinin, üstelik onun da gerici-ulusalcı kanadının politikalarının dümen suyuna giren anlayışlar yüzünden, bugün işçi sınıfının kafası fena halde karıştırılmıştır.

marksist tutum

lerle bahsetmek ne derece gerçekçidir? Direnişi yürüten işçiler siyasallaşmadığı sürece, direnişin gelişmesi ve sınıfın diğer kesimlerini harekete geçirmesi beklenebilir mi? Amacımız SEKA direnişini küçümsemek değildir, ama bu abartmaların arka planını ve yaratacağı zararları teşhir etmek görevimizdir. SEKA direnişini veya sınıf mücadelesinin benzeri bir başka tekil örneğini olduğundan daha önemliymiş gibi göstermenin (ve görmenin) altında yatan ana sebep, genelde sol grup ve örgütlerin işçilerin kendiliğinden gelişen sendikal hareketinin yine kendiliğinden siyasal bilince ulaşabileceğini öngörmekten başka bir şey değildir. Örneğin SEKA işçilerinin bile dudak büktüğü Türk-İş’in bir gecelik işyerini terk etmeme kararını “genel grev”e giden bir yol olarak görmek ve arkasından genel grev çağrılarıyla ortalığı velveleye vermek tam da bizim Türk solunun onulmaz çocukluk hastalığının bir emaresidir. Genelde sol siyasetlerin faaliyetleri “dayanışma”nın ötesine geçemediğinden ve bu anlamda işçilerle devrimciler arasında kalıcı bağlar kurulamadığından, üstelik her ikisi de ideolojik anlamda aynı kafa karışıklığına sahip olduğundan; işçilerin futbol maçındaymışçasına davranmalarında ve mehter marşı eşliğinde SEKA marşını söylemelerinde garipsenecek bir durum yoktur. Ancak komünist olmanın farkı da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Evet, işçilerin geri durumu bizleri şaşırtmamalıdır, ama pozisyonumuz bu durumu kabullenmek de olmamalıdır. Eksiklikler ve zaaflar eğilip bükülmeden söylenebilmelidir. Komünistlerin bu eleştirisi hariçten gazel okumak veya işçilerin eylemlerini küçümsemek anlamına gelmiyor, aksine bu onu ciddiye aldığımızın ve sınıf bilincini ilerletmeye çalıştığımızın bir göstergesidir. Asıl bunu yapmıyorsak komünistliğimizden şüphe etmemiz gerekir! İşçilerin eksikliklerini ve zaaflarını düzeltmeye çalışarak onları sabırla devrim mücadelesine çekmeye çalışmaktan kaçanlar, “SEKAnın işçi yönetimine” devredilmesi gibi sloganları duyduklarında da bizleri hayalcilikle suçluyorlar. Kapitalist düzende bunun mümkün olamayacağını, bu sloganın pratikte bir karşılığı olmadığını ileri sürüyorlar. Tarihteki yaşanmış örnekler bir tarafa, kuşkusuz bur-

juvazinin kendi düzeni hüküm sürdükçe böyle bir şeye uzun süre tahammül edemeyeceği açıktır. İşte “geçiş talepleri” dediğimiz taleplerin önemi de burada yatmaktadır. Bu düzen yıkılmadıkça üretenlerin yönetmesinin mümkün olamayacağının işçi sınıfı tarafından anlaşılabilmesi için, bu taleplerin işçiler tarafından benimsenmesi ve uğrunda mücadeleye girişilmesi gerekir. Önümüzdeki süreçte sınıf hareketinde bir canlanma, kıpırdanma yaşanması olasıdır. İşçi sınıfının gittikçe biriken öfkesinden, sendikaların tabanını oluşturan işçilerin artan tepkisinden ve yukarıya yansıttıkları basıncın artmakta olduğundan bahsetmek de mümkündür. Bu çerçevede SEKA direnişi de dâhil olmak üzere diğer özelleştir me mağduru fabrika işçilerinin mücadelelerini genel olarak özelleştirme saldırısına karşı bir taarruza dönüştürmek, mücadeleyi yaygınlaştırmak ve genelleştirmek ciddi bir hedef olarak varlığını korumaktadır. Nereden bakarsak bakalım, özelleştirme kapsamındaki işyerleri, işçi sınıfının sendikal olarak örgütlü kesiminin büyük kısmını oluşturmaktadır. Fakat unutmayalım ki, yıllardır özelleştirme saldırısının hedefi konumunda olmalarına rağmen, sıra kendilerine gelmedikçe kıllarını kıpırdatmayan da yine aynı kamu işçileridir. SEKA direnişi bir kez daha göstermiştir ki, sınıf hareketi düzenle bütünleşmiş sendikal bürokrasinin sultası altındadır ve bu durum değişmedikçe mucizeler beklemenin anlamı yoktur. Burjuva ideolojisinin ve sendikal bürokrasinin sınıf hareketi üzerindeki hâkimiyetini kırabilmek için devrimciler ve komünistler sendikalarda militan bir sendikacılık anlayışını egemen kılmanın çabası içinde olmalıdırlar. Bu da işin kolayına kaçıp hariçten gazel okumakla veya sendika bürokrasisine oynamakla başarılamaz. Unutmayalım, komünistlerin görevi, sınıfın geri bilincine prim vermek değil, ona karşı mücadele yürütmek ve onu ilerletmeye çalışmaktır. Yapılması gereken fazla heyecana kapılmadan, sabırsızlık etmeden görevlerimizi yerine getirmek üzere mütevazı bir biçimde çalışmaya devam etmektir.

43


marksist tutum

TARİŞ Direnişi

Sınıf Belleği

Cem Keskin

1960

’larla beraber tüm dünyada toplumsal ve siyasal yaşamda gerçekleşen sıçramalı gelişmeler, yaşadığımız topraklarda da sınıf mücadelesinin kitleselleşmesi ve militanlaşması şeklinde ifadesini bulmuştu. 12 Mart muhtırasıyla gelen 3 yıllık kesintiye rağmen, 70’li yılların sonuna kadar sınıf mücadelesi sendikal ve siyasal örgütlülük seviyesindeki hızlı gelişimini sürdürdü. Güçlenen işçi sınıfı hareketinin karşısında durmakta ve hareketi denetim altına almakta zorlanan burjuvazi, 1980’e doğru, devlet destekli MHP’nin öncülüğünde faşist paramiliter silahlı güçleri işçi hareketinin üzerine saldı. Sendikal ve siyasal örgütlülüğün varolduğu işyerlerinde çalışan işçileri tasfiye ederek yerlerine kendi yandaşları olan faşist kimlikli kişileri getirmeyi hedefledi. 1979’daki seçimlerde CHP’nin hükümetten düşmesiyle, Demirel’in başkanlığında yeniden Milliyetçi Cephe (MC) hükümeti kurulmuş, faşist MHP bir kez daha iktidarın küçük ortağı olarak koalisyon-

44

daki yerini almıştı. Bu tarihten itibaren Türk burjuvazisi, güçlendirdiği faşist hareketi, işçi hareketinin önünü kesmek yönünde seferber etti. Bu doğrultuda devlete bağlı kurum ve işletmelerde faşist kadrolaşmaya ağırlık verdi. Burjuvazinin bu saldırılarının ilk ayaklarından biri olan TARİŞ, çevresindeki diğer fabrikaları ve işçi mahallelerini de etkisi altına alan güçlü bir direnişe sahne oldu. Burjuva devlet, işçilerinin sendikal ve si-

yasal örgütlülük düzeyleri nedeniyle öncelik verdiği TARİŞ’e bağlı işletmeleri faşist kadrolarla doldurma planını, fabrikanın yönetimine atadığı yeni genel müdürle uygulamaya koydu. Yeni genel müdür ilk iş olarak, devrimci işçilerin yerine farklı şehirlerden gelen faşistlerin işe alınacağı söylentisini yaymaya başladı ve kısa süre sonra ise 100 civarında silahlı faşistle kapıya dayandı. Bunun üzerine TARİŞ bünyesindeki İzmir İncir, Üzüm, Pamuk ve Zeytinyağı Tarım Satış Kooperatifleri Birliğine bağlı işletmelerde çalışan işçiler faşist kadrolaşmaya karşı direnişe geçtiler. 22 Ocak 1980’de devlet, ordusu, polisi ve zırhlı araçlarıyla işçilerin direnişini kırmak amacıyla “arama” adı altında büyük bir saldırı başlattı. Bu saldırı sonucunda 50 işçi yaralandı, 600 işçi de gözaltına alındı. Bu saldırının ardından TARİŞ işçileri, iş ve can güvenliğinin sağlanması, gözaltına alınan işçilerin serbest bırakılması, işletmelerdeki hasardan polisin sorumlu olduğunun açıklanması talepleriyle direnişi başlattılar. Önce tek tek fabrikalarda başlayan direniş İzmir’in Çiğli, Çimentepe ve Gültepe semtlerine yayıldı. Devrimci üniversite öğrencileri de bu direnişe destek verdiler.


marksist tutum

Sınıf Belleği Tariş’te başlayan direniş İzmir’in gecekondu mahallelerine de yayıldı. Gecekondu mahallelerinde kurulan barikatlar ancak askeri operasyonla kaldırılabilmişti.

31 Ocakta DİSK yönetimi “kanlı olaylar” çıkacak gerekçesiyle direnişin sona erdirilmesine karar verdi ve direnişteki işçilerin öne sürdüğü üç talepten sadece biri, gözaltına alınan işçilerin serbest bırakılması talebi kabul edildi. Ancak devam eden direnişi kırmak amacıyla TARİŞ Genel Müdürlüğü, 6 Şubatta gazetelere verdiği ilanla üretime ara verdiğini duyurdu. Hemen ardından, 3000 işçi işten çıkarıldı, bazı üniteler tümüyle tasfiye edildi. İşçiler, yönetimin bu kararına üretimi sürdürüp, fabrikadan çıkmayacaklarını açıklayarak tepki gösterdiler. Çiğli ipek fabrikasının işçileri, fabrika kapılarını kapatarak barikat kurdular. Çimentepe halkı sokaklara barikatlar kurarak, mahalleye giriş çıkışları kapattı. Çevredeki semtlerden çok sayıda emekçi silahlarıyla direnişe katıldı. İşçilerle polis arasındaki çatışmalar tüm şiddetiyle devam ederken, TKP ile CHP’nin yöneticileri, işçilere yasalar çerçevesinde kalmalarını öğütlediler. 7 Şubatta ordu desteğindeki polisin saldırısıyla binlerce işçi

gözaltına alındı ve karakollar yetmeyince Alsancak Stadyumu devreye sokuldu. İşçi1erin direnişinin önüne geçmeye çalışan devlet, saldırılarını direnişe destek veren işçi mahallelerine yoğunlaştırdı. Evler tek tek basıldı ve insanlara evlerinde işkence yapıldı. 14 Şubatta, bu defa büyük bir saldırıya girişen devlet güçleri, 10 bin jandarma komandosu ve panzerlerle kapıları kırarak fabrika bahçesine girdiler. DİSK yönetimi uzlaşmacı tavrını sürdürerek, ayak oyunlarıyla direnişin 15 Şubatta bitmesini sağladı. Ancak saldırılar direnişin bitmesiyle sonlanmamış, 17 Şubatta direnişe destek veren semtlerden Çimentepe’ye yönelmişti. Çıkan çatışmalarda üç polis öldü, yüze yakın kişi de yaralandı. TARİŞ işçileri, yaşadıkları direnişi, bu topraklarda işçi sınıfının mücadele tarihinin yapraklarına kanlarıyla yazdılar. Direnişin yenilgiyle sonuçlanmış olması, işçilerin zafiyetinden ya da yeterince güçlü olma ol malarından değil, proletaryaya önderlik edebilecek nitelikte, sınıf mücadelesinde proletaryanın kazanımlarını, cadelesi ücretli kölelik düzeninin ortadan kaldırılıp sınıfsız toplumun kurulması yolunda birer basamak olarak değerlendirebilecek devrimci bir değerlen önderliğin önderliğ eksikliğinden kaynaklanıyordu. Bu nedenle, yaşanan mücadele denene yimlerini hatırlamak, bu deneyimyim lerden Marksizmin ışığında l çıkarılması gereken dersleri bilince çıkarmak ve işçi sınıfının i

belleğine kazımak sorumluluğuyla yüz yüzeyiz. 1980’de işçi sınıfının devrimci mücadelesinde aldığı ağır yenilgi, burjuvazinin uygun koşulları yaratmaya çalıştığı bir dönemin ardından gerçekleşmişti. 1977 1 Mayıs’ında kitleleri pasifize etmeye dönük saldırısı, üniversitelerde devrimci gençlik hareketinin karşısına faşist hareketi her türlü destekle çıkarması ve katliamların yaşanmasına neden olması, Maraş Katliamı ve son olarak da Kemal Türkler’in katledilmesi, 12 Eylül darbesine uzanan zincirin halkalarını oluşturuyordu. TARİŞ Direnişi de bu zincirin bir halkasını oluşturdu. 12 Eylül gericiliğinin etkisinin aradan geçen 24 yıla rağmen halen sürmekte oluşu, karşısında varlığını tehdit edecek bir gücün yokluğunda burjuvazinin bir sınıf olarak sınıf mücadelelerinden ders çıkarma konusunda, devrimci komünist önderliğe sahip olmayan işçi sınıfından daha başarılı olduğu gerçeğini gösteriyor. Toplumsal mücadelelerin bugünle karşılaştırılamayacak ölçüde yoğun yaşandığı 1980 öncesi dönemde yaşayan işçi kuşağı ile yaşadığımız dönemin işçi kuşağı arasındaki bağların kopukluğu ve o günlerde can bedelli direnişlerle yaratılan mücadele geleneğinin bugünün işçi kuşakları tarafından hatırlanmıyor oluşu da yine bu eksikliğin sonucudur. Burada bir kere daha öznel faktör kendisini açığa vuruyor; önderlik yaratılmadan işçi sınıfının kalıcı kazanımlarından söz edilemez. İşçi sınıfının bilimsel ideolojisi ile donanmış devrimci Marksistlerin işçi sınıfı içinde kararlı mücadelesi olmadan da bu önderlik yaratılamaz. Kapitalizmin ortadan kaldırılıp insanlığın gerçek eşitliği ve özgürlüğü temeline dayanan sınıfsız, sömürüsüz sosyalist toplum mücadelesinde, devrimci Marksistler, enternasyonalist devrimci önderliğin yaratılması için üzerlerine düşen görevi, sınıf savaşımında en önlerde saf tutarak yerine getireceklerdir. Devrimci Marksistler biliyorlar ki, özgürlük, daha fazla kâr uğruna dünyayı yok oluşa sürükleyen kapitalistler tarafından bahşedilecek bir şey değildir. Özgürlük işçiler savaşırsa gelecek! Bu yazı www.marksist.com sitesinden alınmıştır.

45


1 Mayıs 1977

1 Mayıs’a İ Doğru

şçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü 1 Mayısa doğru ilerliyoruz. 1 Mayıs, tüm toplumsal sorunların kaynağında yatan kapitalist düzene karşı duyduğumuz öfkeyi, ona karşı mücadele azmimizi ve tarihin işaret ettiği sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız ve zulümsüz bir dünya hedefine ulaşma özlemimizi coşkuyla haykırmak için bir fırsattır. Türkiye’de ve dünya genelinde baktığımızda işçi sınıfı bu 1 Mayıs’a sermaye karşısında daha da artmış kayıplarla ve gerilemeyle giriyor. Tarihsel ölçekte bakıldığında kapitalist sistemin dünya ölçeğinde bütünsel bir bunalıma sürükleniyor olması kapitalistler arasındaki rekabeti şiddetlendiriyor ve emperyalist savaşlara yol açıyor. Bu bunalım ve savaş ilk olmadığı gibi, şayet işçi sınıfı dünya çapında iktidarı almazsa sonuncusu da olmayacaktır. Savaşlar ve krizler kapitalizmin doğasında mevcuttur. Spazmlar geçiren bir hasta gibi kapitalizm de sürekli olarak yıkıcı kriz ve savaşlar üretir. Kızışan rekabet, Türkiye’de olduğu gibi, her yerde işçi sınıfının uzun yıllar boyunca bedeller ödeyerek elde ettiği kazanımların onun elinden bir bir alınmasına yol açıyor. İşçi sınıfının dünya çapındaki örgütsüzlüğü burjuvaziye bu saldırıyı pervasızca sürdür me cesareti veriyor. Artan işsizlik,

46


Nisan 2005 • sayı: 1

ücretlerin ve yaşam standartlarının reel olarak düşmesi, buna mukabil artan çalışma saatleri, işçi sınıfının sağlık ve eğitimden daha fazla mahrum bırakılması, örgütsüzleştirilmesi, sosyal güvencelerinin giderek zayıflatılması, mezarda emekliliğe zorlanması vb. hep bunun sonucu. Bu gidişe dur deyip sermayeye karşı taarruzu başlatabilmenin yolu da bu örgütsüzlüğü her planda aşmaktan geçiyor. Bu zorlu bir görev ve çözümü için kestirme bir yol ya da iksir yok. Kısa vadeli kolaycı beklentilerin ayartıcılığına kapılmaksızın, doğru bir perspektifle, sabır ve sebatla bir duvarcı ustası gibi çalışmak gerekiyor. İşçi sınıfının dünya ölçeğinde yok edilemeyen bir geleneği olan 1 Mayıs’ı bu sorunları gündeme getirecek şekilde değerlendirmeliyiz. 1 Mayıs bunun için bir fırsattır!

1 Mayıs Mitingi Yaklaşırken 1 Mayıs mitingleri her şeyden önce geleneğin yaşatılmasıdır. Bu, işçilerin dünyanın dört bir köşesinde aynı günde eyleme durarak yüz yıldan uzun süredir dünya ölçeğinde yaşayan bir geleneğe bağlanmasıdır. Öte yandan yaşadığımız topraklarda 1 Mayısın yarattığı özel bir gelenek de var. 1 Mayıs 1977’deki katliamla birlikte her yılın 1 Mayıs günü, bu toprakların devrimcileri için dinmeyen bir öfke ve azmin ifadesidir. İkinci olarak başarılı bir miting daha dar anlamda işçilerin kendi kitlesel güçlerini görebilmelerine, özgüvenlerini tazelemelerine hizmet eder. Birlik olunduğunda ne denli büyük bir güç olunabileceğini gösterir. Bu nedenle birleşik, kitlesel, coşkulu ve mücadeleyi yükseltici şekilde yön verilmiş bir miting işçiler açısından önemlidir. Tüm çabalar bunu sağlama hedefine dönük olmalıdır. “1 Mayıslar dünya işçilerinin kapitalist sisteme karşı birlik, mücadele ve dayanışma zorunluluğunun örgütlü bir biçimde dile getirilmesi ölçüsünde anlam kazanan günlerdir. Çok açık olan bir gerçek var. Dünya işçi hareketinin tarihine bakacak olursak, somut koşullardaki farklılıklar nedeniyle durum ülkeden ülkeye değişse bile, genelde işçi hareketinin gücünün ve enternasyonal örgütlülüğünün daha yükseklerde seyrettiği dönemlerde 1 Mayısların devrimci içeriğine uygun biçimde sahiplenildiğini görürüz. Devrimci durumlarda sınıf hareketi tarihsel anlamı olan mücadele günlerini devrimci yükselişin yeni sembolleri katına yükseltir. Durağan ve olağan dönemlerde ise en iyi ihtimalle genel demokratik ve ekonomik istemlerin dillendirildiği kitlesel yıldönümleri olarak gündemine alır. Türkiye’de bazı sol çevreler tarafından tartışma konusu yapılan devrimci 1 Mayıs ve reformist 1 Mayıs gibi ayrımların Mark-

marksist tutum sist açıdan doğru anlamları da ancak sınıf hareketinin bu tarihi yükseliş ve alçalış dalgalanmaları temelinde bulunabilir.” (Elif Çağlı, 1 Mayısın Ardından, 5 Mayıs 2004, www.marksist.com)

1 Mayısların havası gerçekten de hep içinde bulunulan genel siyasal atmosfer tarafından belirlenmiştir. Bir durgunluk ve gericilik döneminin 1 Mayısları ile devrimci dönemlerin atmosferindeki 1 Mayıslar arasında büyük farklar olacağı kendiliğinden bellidir. Bugün devrimci bir atmosferin olmadığı ve işçi sınıfının genelde son derece örgütsüz bulunduğu koşullarda, ayakları yere basmayan bir “devrimci 1 Mayıs” beklentisi, olsa olsa acı gerçeklerle yüzleşmekten kaçınmanın ve bunların işaret ettiği çetin görevlerden yan çizmenin göstergesi olabilir. Geçtiğimiz yılki mitinglerin ardından yazılan şu satırlar bize ışık tutmalıdır: “İşçi sınıfının çeşitli sendikal ve kitle örgütlerinin eylem birliğinin sağlanabilmesi için mücadele edilmeli ve sendika bürokrasilerinin kitlesel eylemleri parçalama eğilimlerine alet olunmamalıdır. Diğer taraftan devrimci örgütlerin kendi aralarında eylem birliğini sağlamaları ve sendika bürokrasilerine daha ileri kararların alınabilmesi doğrultusunda basınç bindirmeleri doğru bir tutumdur. Ne var ki yanlış kararları engelleyebilmek sonuçta bir güç ve örgütlülük sorunudur. Eğer bu açıdan henüz büyük bir yetersizlik söz konusuysa, yalnızca değirmende laf öğütmekle şu ya da bu sendika yönetiminin kararlarının değiştirilebileceğini ummak boş hayalciliktir. Dolayısıyla bazı gerçeklikler artık engellenemeyecek bir biçimde karşımıza dikildiğinde doğru tutum, işçi sınıfının kitlesel eylemlerinde yer almaktır. Bu yıl İstanbul’da 1 Mayıs mitinginin Taksim alanında yapılması için DİSK ve KESK tarafından başlatılan tartışmalar ve bunun sonucunda ortaya çıkan Türkİş’ten ayrı miting düzenleme gerçeği işçi sınıfının içinden kopup gelen bir öncü atılımın veya tabandan yükselen bir devrimci basıncın tezahürü değildir. İşçi sınıfının devrimci misyonuna inanan örgüt ve çevrelerin sınıfın kitle eylemlerini daha nitelikli kılma çabası içinde olmaları olumlu bir faktördür ama sınıfın örgütlülüğü henüz çok zayıftır.” (Elif Çağlı, 1 Mayısın Ardından)

Bu yılki 1 Mayıs mitingi için sendikalar cephesinde birlik eğilimi gözleniyor. DİSK’in başını çektiği girişimle, konfederasyonlar ve meslek örgütleri (DİSK, Türk-İş, Hak-İş, KESK, TMMOB, TTB) ortak miting kararını ve yerini (Kadıköy) şimdiden ilan ettiler. Bu durum geçtiğimiz yıllarda sendikaların hep son dakikaya kadar muhafaza ettiği kasıtlı belirsizliği de ortadan kaldırmış bulunuyor. Elbette sendika bürokrasisinde oyun tükenmez. Son dakikalarda bir de-

47


Nisan 2005 • sayı: 1

marksist tutum

ğişiklik olup olmayacağını önümüzdeki günler gösterecek. Uyanık olmayı gerektiren bir diğer nokta da, sendika bürokrasisi ve reformist çevrelerden yayılan pis milliyetçi kokudur. Bayrak provokasyonuyla estirilen milliyetçi rüzgâra kâh ortak olan kâh onun karşısında eğilen bu kesimlerin, bir yandan da AB karşıtlığı kisvesiyle mitinge milliyetçi bir renk vermeye kalkışmaları olasıdır. Özellikle Kürt halkına karşı bir nefret kampanyası başlatılmışken ve burjuvazinin statükocu güçlerinin terkisine “yurtseverlik” bayrağıyla binmeyi marifet addeden çevrelerin boy göstereceği açıkken, ezen ulus şovenizmine kararlı biçimde karşı çıkma zorunluluğu özel bir aciliyet kazanmıştır. 1 Mayıs özü gereği enternasyonalisttir. O nedenle bu 1 Mayıs’ta da enternasyonalizmin mesajını en coşkulu biçimde vermeye çaba harcamalıyız. Başka şeylerin yanı sıra işçi sınıfı enternasyonalizminin temel şartlarından birinin de ezen ulus şovenizmine karşı kararlı mücadele olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekiyor. AB karşıtlığını mitingin temel siyasi ekseni yapmaya çalışanlar gerçekte isteseler de istemeseler de burjuvazinin statükocu kesimlerinin ekmeğine yağ sürmekte ve Türk şovenizminin arkasındaki bu temel güçle aynı politik eksene otur maktadırlar. İşçi sınıfının, şu ya da bu türden burjuva siyasetinin

48

peşinden sürüklenmeyip, kendi bağımsız siyasetini güdebilmesi için temel şart her düzeyde bağımsız örgütlülüktür. O nedenle bu 1 Mayısın temel vurgularından biri işçi sınıfı örgütlülüğünün her düzeyde yükseltilmesi olmalıdır. İşçi sınıfı örgütsüz olduğu için tüm bu politik başlıklarda kendi bağımsız çıkarları doğrultusunda yeterli etki yaratamıyor, kendi bağımsız politik hattını ortaya koyamıyor. O nedenle “Örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey!” şiarına özel bir önem vermek gerekiyor. “Önümüzdeki hedef, işçi-emekçi kitlelerin, devrimcilerin elele vererek ve büyüyerek 1 Mayısları daha da ileriye taşımaları olmalı. Bolşevik kadrolar sınıfın 1 Mayıs bayrağını daha da yükseklere dikebilmek kararlılığıyla şimdiden çalışmaya atılacaklar. Önümüzde yeni bir mücadele dönemi açılıyor. İşçi sınıfı örgütlü gücünü yükselttiği ölçüde burjuvazinin dayatmalarına direnecektir. Sınıf içinde devrimci çalışma meyvelerini vermeye başladığında, burjuvazinin barikatları işçi kitlelerinin Taksim dahil büyük alanları doldurmasını asla engelleyemeyecek. İşçiler burjuvazinin yasaklarını delip geçecekleri gibi 1 Mayıslarda öldürülen tüm sınıf kardeşlerinin hesabını da soracaklar. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın!” (Elif Çağlı, 1 Mayısın Ardından)

Kitlesel, Birleşik, Örgütlü 1 Mayıs İçin Alanlara! Dünyanın Bütün İşçileri Birleşin! Burjuva Gericiliğine, Irkçılığa, Faşizm Tehlikesine Karşı Militan İşçi Mücadelesi! Kahrolsun Ezen Ulus Şovenizmi, Kürtlere Özgürlük! Örgütlüysek Her Şeyiz, Örgütsüzsek Hiçbir Şey! Emperyalist Savaşlara Hayır! Yaşasın İşçi Sınıfının Uluslararası Mücadele Birliği! Kurtuluş Yok Tek Başına, Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz!


“Sosyalizm insan doğasına aykırı” mı?

SIK SORULAN SORULAR

miştir. Sınıfsız, eşitlikçi bir toplumun ha­ Bu fikrin temeli esasen insanın “kötü yaratılış­ yal olduğunu söyleyenler insanoğlunun ta­ lı” olduğu düşüncesidir. Oysa insanoğlu ne iyi rihini bilmezden geliyorlar. Üstelik sınıfsız ve yaratılışlı ne de kötü yaratılışlıdır. Tüm diğer eşitlikçi temellerde yaşayan insan toplulukları canlılar gibi insanın da temel kaygısı ken­ her şeye rağmen çok yakın zamanlara kadar di varoluş koşullarını güvenceye almak ve varlıklarını sürdürdüler ve hatta bu tür toplu­ geliştirmektir. Bu temel çaba kendisini değişik luklar dünyanın ücra köşelerinde günümüzde şartlar altında değişik davranışlarla göste­ bile varlar. rir. Bu, bencilce davranışlar biçiminde or­ taya çıktığı gibi, kolektivist, paylaşımcı, fe­ Ancak yine de insanların günümüz kapita­ dakârca davranışlarla da ortaya çıkar. Ancak list toplumunun koşulları altında hiç de azım­ işin derinine inecek olursak, insanın en temel sanmayacak oranda bencilce davranmaya özelliğinin onun toplumsal bir varlık olması eğilim gösterdikleri bir gerçektir. Burada so­ olduğunu, bu nedenle varlığını sürdürme çaba­ run insanın doğası olmayıp onun içinde ya­ sının bireysel olmaktan çok toplumsal, kolek­ şamaya mecbur bırakıldığı şartlardır. Bu tivist bir öz taşıdığını ve bunun başka tür­ bakımdan önemli olan şartları değiştirmektir. lü olamayacağını görürüz. Bencilliğin en azılı Öyle ki, insanlar bencilce eğilimler doğrultu­ savunucuları dahi başları sıkıştığında kendi­ sunda değil, paylaşımcı eğilimler doğrultu­ lerine yardım elinin uzatılmasını beklerler. As­ sunda davransınlar. İşte sosyalizm, şartların lında bu, insanların geneli için oldukça yaygın bu yönde bir değişimi ve insanları “bencil­ bir durumdur ve özellikle zor anlarda kendi­ ce” davranmaya iten nesnel koşulların or­ sini tüm açıklığıyla gösterir. Sevdiklerimiz için tadan kaldırılması anlamına gelmektedir. yaptığımız fedakârlıklar, savaş, doğal afet gibi Esasen daha şimdiden kapitalizm altında yıkım durumlarında hep gözlediğimiz büyük yaratılmış muazzam üretici güçler özel mülki­ yardımlaşma ve özveri bunun ifadesidir. yet boyunduruğundan kurtarıldığında büyük bir toplumsal bolluk yaratılacak ve böylece Bencilliğin, bireyciliğin en büyük propagandası­ insanlar ihtiyaçlarının tatmini için birbirinin nın yapıldığı günümüz kapitalist toplumun­ gırtlağına sarılmaya gerek duymayacak­ da bile emekçi kitleler nezdinde bu tür dav­ lar. Öte yandan buna serbest zamanın artışı ranışlar değil, tam aksine özverili ve payla­ ve eğitimin muazzam bir yaygınlaşması eşlik şımcı davranışlar övgü konusudur. Toplum ka­ edecek ve bu temelde ilerleyecek sürekli bir tında bencillik genelde tasvip edilmeyen bir kültürel dönüşümle sınıflı toplumun ürünü niteliktir. Bencil insanlar iyi gözle görülmez­ olan egoizmin kökü daha hızlı kuruyacaktır. ler, saygınlık uyandırmazlar. Öte yandan, öz­ veri ve paylaşma her şeye rağmen o den­ li güçlü toplumsal temellere sahip­ tir ki, egemen kapitalist sınıfın temsilcileri dahi toplumu ken­ di çıkarları doğrultusunda sefer­ ber edebilmek için halkın duyarlı olduğu bu değerleri istismar eder­ ler. “Hepimiz ülkemiz için özveride bulunmalıyız!”, “İnsani yardım için evlatlarımızı diğer ülkelere savaş­ maya göndermeliyiz!” vs. vs. Sonuç olarak, tüm bunlar insanın ben­ cil yaratılışlı olduğu düşüncesinin doğru olmadığını göstermektedir. İşin aslında insan türü gezegen üze­ rindeki 2 milyon yıllık varlığının sa­ dece son 6 bin yılını sınıflı toplum düzeni altında yaşamıştır. Bu, 24 saatlik günün 4 dakikasına eşittir. İnsan “doğası”na aykırı olan, yarattığı devasa üretim Yani insanoğlu 2 milyon yılın aşağı güçlerine rağmen, insanlığın büyük bir bölümünü açlığa yukarı tamamını sınıfsız, eşitlikçi ve sefalete mahkum eden kapitalizmdir. bir toplumsal düzen altında geçir­


Bir proleter bayram gününü, sekiz saatlik iş gününü elde etme aracı olarak kullanma düşüncesi ilk kez Avustralya’da doğdu. Avustralyalı işçiler, 1856’da, sekiz saatlik işgünü lehinde gösteriler yaparak, toplantılar ve eğlenceler düzenleyerek, hep birlikte bir günlük iş bırakmaya karar verdiler. Bu kutlamanın yapılacağı gün olarak da 21 Nisan tarihi saptandı. Avustralyalı işçiler bu kararı, yalnızca 1856’da uygulamaya niyetlenmişlerdi. Ama bu ilk kutlamanın Avustralyalı proleter kitleler üzerinde çok büyük etkisi oldu, onları canlandırıp yeni bir heyecana yol açtı ve bu kutlamanın her yıl tekrarlanmasına karar verildi. Gerçekten işçilere, kendi kendilerine kararlaştırdıkları bir anda, kitle halinde işi bırakmaktan daha fazla cesaret ve kendi gücüne güven duygusunu ne verebilirdi? Fabrikaların ve atölyelerin ebedi kölelerine, kendi öz birliklerini toplamaktan daha fazla ne cesaret verebilirdi? Böylece, proleter bir kutlama günü düşüncesi hızla benimsendi ve Avustralya’dan diğer ülkelere yayılmaya başladı, ta ki sonunda tüm proleter dünyayı fethedene dek. Avustralyalı işçilerin örneğini ilk izleyen Amerikalılar oldu. 1886’da l Mayıs’ın evrensel bir iş bırakma günü olmasına karar verdiler, l Mayıs’ta 200 bin Amerikalı işçi iş bıraktı ve 8 saatlik işgünü talebinde bulundu. Daha sonra uygulanan polisiye ve yasal baskılarla, işçilerin bu ölçekte bir gösteriyi tekrarlaması birkaç yıl engellendi. Yine de 1888’de bu yolda yeniden karar aldılar ve gelecek gösterinin l Mayıs 1890’da olmasını kararlaştırdılar. Bu sırada Avrupa’daki işçi hareketi de güçlendi ve canlandı. Bu hareketin en güçlü ifadesi, 1889’da toplanan Uluslararası İşçiler Kongresi oldu. 400 delegenin katıldığı bu Kongrede, sekiz saatlik işgünü talebinin en başta yer alması gerektiği yolunda karar alındı. Bunun üzerine Fransız sendikalarının temsilcisi, Bordeaux’lu işçi Lavigne, bu talebin tüm ülkelerde evrensel bir iş bırakma ile dile getirilmesini teklif etti. Amerikan işçilerinin temsilcisi, yoldaşlarının l Mayıs 1890’da grev yapılması yolunda aldığı karara dikkat çekti ve Kongre bu tarihte uluslararası bir proletarya gününün kutlanmasına karar verdi. Otuz yıl önce Avustralyalı işçiler, aslında yalnızca bir günlük kutlama düşünmüşlerdi. Kongre, tüm ülkelerin işçilerinin, l Mayıs 1890’da sekiz saatlik işgünü için, hep birlikte gösteriler yapmasını kararlaştırdı. Kimse bu kutlamanın daha sonraki yıllarda da tekrarlanmasından söz etmedi. Doğal olarak, kimse, bu düşüncenin bir şimşeğin çakışı gibi başarı kazanacağını ve işçi sınıfı tarafından kısa zamanda benimseneceğini önceden göremezdi. Bununla birlikte, l Mayıs’ın her yıl kutlanacak sürekli bir kurum haline getirilmesinin gerekliliğini herkesin kavraması ve hissetmesi için, l Mayıs’ın yalnızca bir kez kutlanması yeterli oldu. İlk l Mayıs’ta sekiz saatlik işgününün uygulanması talep edildi. Ama bu hedefe ulaşıldıktan sonra da, l Mayıs’ın kutlanmasına son verilmedi. İşçilerin burjuvazi ve egemen sınıf karşısındaki mücadelesi devam ettiği sürece, ve tüm talepleri karşılanmadığı sürece, l Mayıs, işçi sınıfının bu taleplerinin her yıl dile getirildiği gün olacaktır. Ve daha iyi günler doğduğunda, dünya işçi sınıfı kurtulduğunda, büyük bir olasılıkla insanlık o zaman da l Mayıs’ı, geçmişte verkutlayacaktır ilen zorlu mücadelelerin ve çekilen acıların anısına yine kutlayacaktır.

Rosa Luxemburg

Şubat 1894

fiyatı: 2 YTL (2.000.000 TL)

1 Mayıs’ta Alanlara!

1 Mayıs’ın Kökenleri Nedir?


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.