2006’ya Devredilen Felâketlerle Dolu Bir Yıl! Utku Kızılok
G
eride bıraktığımız 2005 yılı felâketlerle dolu bir yıl olarak tarihte yerini aldı. 2005’in genel bir değerlendirmesini yaptığımızda, dünya ölçeğinde çelişkilerin keskinleşerek derinleşmeye devam ettiğini görüyoruz. Dünya ekonomisindeki kriz devam etmekte ve yakın gelecekte bir ekonomik yükseliş ihtimali de gözükmemektedir. Şu bir gerçek ki, eskinin patlamalı ekonomik yükseliş dönemleri geride kalmış bulunuyor. Bu durum her alanda bir istikrarsızlaşmayı da beraberinde getirmektedir. Pek çok bölgede emperyalist hegemonya mücadelesi yeni görünümler kazanarak sürüyor. 2005 yılının geniş kapsamlı sıcak savaşlara sahne olmaması savaşın bittiği anlamına gelmemektedir; esasında 2005, emperyalist hegemonya savaşının başını çeken ABD emperyalizmi için soluklanma ve planlarını gözden geçirmekten ibaretti. Kaldı ki, işgal altındaki Afganistan’da, Irak’ta ve dünyanın pek çok bölgesinde çatışmalar sürmektedir. Ezilen Filistin ve Kürt halkları üzerindeki şoven tahakküm devam etmektedir. Kapitalizm her alanda kan ve gözyaşı üretmeye devam ediyor. Önlem alınmadığı için toplumsal bir felâkete dönüşen doğal afetler emekçi kitlelerin yaşamını cehenneme çevirmektedir. Kısacası kriz, savaş, yaşanan doğal afetler işçi-emekçi yığınları vurmaktadır. Dünya ölçeğinde işçi sınıfının sosyal hakları gasp edilmekte, anti-demokratik yasalar, faşizan uygulamalar hayata geçirilmekte, işsizlik artmakta, açlık ve yoksulluk yaygınlaşmakta, yoksul ile zengin arasındaki uçurum derinleşmektedir. Yeterli besin maddesi ve ilaç bulamadığı için ölen insan sayısının milyonları bulduğu gerçeği, kapitalizmin insanlık dışı karakterini gözler önüne sermektedir. Elbette işçi sınıfı yaşadığı koşullardan memnun değildir ve bunu her fırsatta dışa vurmaktadır; Latin Amerika’daki devrimci kabarış, Paris’i yakan göçmen işçilerin öfkesi ve Avrupa’da yaygınlaşan kitlesel grevler işçiemekçi sınıfların burjuvazinin saldırılarını sineye çekmeyeceğini gözler önüne sermektedir. Ancak işçi sınıfının
devrimci öfkesini kapitalizmin temellerine yönlendirecek uluslararası bir devrimci önderliğin eksikliği devam ediyor. Emekçiler için felâket üreten dünya kapitalist düzeni hâlâ yıkılmayı bekliyor.
Kapitalizmin bunalımı derinleşiyor Dünyanın genel görünümüne baktığımızda kapitalizmin bunalımının derinleştiğini görmekteyiz. Dünya Bankası’nın açıklamalarına göre 2005’te küresel düzeyde yaşanan ekonomik büyüme ortalama %3 civarındadır. Daha birkaç yıl öncesine kadar “krizsiz ve sonsuz kapitalizm” hayali pompalayan burjuva ideologları şimdilerde ABD ekonomisinin dengesizliğinden dem vurup “korkutuyor” derken, Almanya ve Fransa’dan ise “Avrupa’nın yeni hasta adamları” olarak söz ediyorlar. ABD ekonomisinin diğerlerinden biraz daha fazla büyümüş olmasında ise, sürdürdüğü emperyalist savaşın belirleyici bir etkisi bulunmaktadır. ABD’nin başlattığı emperyalist hegemonya savaşının bir amacı gelecekteki olası rakiplerini şimdiden etkisiz hale getirmekse, diğeri de, dengesizleşen ve dikişleri atan ekonomisini sarsıcı bir krizden korumaktır. Çin, Hindistan, Rusya gibi ülkelerin dünya üretiminde tuttukları yer göz önüne alındığında, bu ülkelerin kaydettiği büyüme oranlarının da dünya ekonomisini krizden çıkartarak harekete geçirecek bir aşı olmaktan uzak olduğu görülecektir. Özetle, genel olarak bakıldığında dünya ölçeğinde gözlenen irili ufaklı büyüme oranları aslında krizden çıkıldığı anlamına gelmemekte, yalnızca kapitalist kriz içindeki salınımları ifade etmektedirler. Ekonominin durumu emekçiler cephesinden daha net bir görünüme sahiptir. Başta emperyalist ülkeler olmak üzere dünyanın her köşesinde işçi sınıfının sosyal kazanımlarına dönük saldırılar artarak sürerken, işsizlik, açlık ve yoksulluk yaygınlaşmakta, varsıllık ile yoksulluk arasındaki uçurum tasavvur edilemeyecek düzeyde genişlemektedir. Dünyanın genelinde iş saatleri uzarken ücret-
1
marksist tutum
ler düşüyor; sosyal güvenliğe ağır darbeler vuruluyor. İşsizlik sigortasının kapsamı daraltılırken, emeklilik yaşı yükseltiliyor. Çin, Türkiye, İran ve Pakistan gibi pek çok ülkede yapılan özelleştirmelerden dolayı işçiler işten atılıyorlar; sendikalaşmanın önüne geçiliyor. Rüyalar ülkesi ABD’de 1979’da nüfusun en üst dilimini oluşturan %1’lik kesim, nüfusun %20’sini oluşturan en düşük gelirlilerle karşılaştırıldığında 33,1 kat daha fazla gelir elde etmekteydi; bugünse bu oran 88,5 kata yükselmiştir. Dünya nüfusunun en zengin %14’ü toplam gelirden %76 oranında pay alırken, %81’lik kesim ise %16 oranında bir pay almaktadır. ILO’nun verilerine göre dünyada 2 milyar insan günde 2 dolarla, 1 milyar insansa sadece 1 dolarla geçinmektedir! 1 milyar insan her gün aç kalırken, dünya nüfusunun yarısı, yani 3 milyar insan yeterli beslenemiyor. Her sene 11 milyon çocuğun öldüğü dünya ile üç ABD’li işadamının toplam gelirinin 48 yoksul ülkenin toplam gelirine eşit olduğu dünya aynı dünyadır. Sadece alt Afrika’da HIV virüsü her sene 3 milyon insanın ölümüne neden oluyor. Buna karşın dünyada bir yılda silaha harcanan para 1 trilyon doları aşmaktadır. İşte kapitalizm!.. Dünya genelinde açlık ve yoksullaşma artarken işsizler ordusu da büyümektedir, resmi rakamlara göre işsizler ordusu 1 milyarken, bu sayı, başta gelişmiş ülkeler olmak üzere, her yerde artmaktadır. Durum Türkiye’de de farklı değildir; AKP hükümetinin ve burjuva yazar-çizer takımının sıkça ekonomik büyümeyle övünmesine karşın işsizlik artmakta, açlık ve yoksulluk yaygınlaşmakta, süreklileşmektedir. Türkiye’de işsizlik oranı resmi verilere göre bile %10’u geçmektedir; gerçekte bu oran daha da fazladır. Kapitalistler için bir büyüme ve artan kârlar söz
2
Ocak 2006 • sayı: 10
konusudur, ama emekçilerin hayatına yansıyan bir iyileşmeden söz etmek mümkün değildir. Dünya ekonomisinin içine girdiği krizin ve yürüyen emperyalist hegemonya kavgasının basıncı her alanda kendini hissettirmektedir. Ekonomik büyüme dönemlerinin siyasal alanda oluşturduğu görece istikrar, yerini istikrarsız, huzursuz ve çatışmalı bir sürece bırakmıştır. Mevcut istikrarsızlık kuşkusuz burjuvazinin yönetememe kriziyle karşı karşıya kaldığı anlamına gelmiyor. Ancak pek çok ülkede seçimlerde şimdiye dek pürüzsüz işlemekte olan burjuva parlamenter süreçlerin, şimdilerde daha bir sorunlu işlemeye başlaması ve köklü burjuva partilerde bile bölünmelerin baş göstermesi, diplerde meydana gelen kaynamanın bir tezahürüdür. İkinci Dünya Savaşından sonra ilk kez Almanya’da koalisyonlu hükümetler döneminin başlaması ve SPD’nin bölünmesi burjuvaziyi bir hayli kaygılandırmış durumda. Fransa ve Hollanda’da AB Anayasası referandumu sonuçlarının sarsıcı bir etki yarattığını da kaydetmek gerekiyor. ABD’de son iki seçimin pürüzlü geçmesi ve son günlerde patlak veren skandalların Cumhuriyetçileri ve Bushu yıpratması dikkat çekicidir. Keza Vietnam’dan sonra ilk kez asker ailelerinin başını çektiği bir muhalefet gelişiyor. 25 yıl sonra New York Metro işçilerinin greve gitmesi, oluşan bu ortamdan bağımsız düşünülemez. İsrail’de Likud Partisinin bölünmesi ve faşist Şaron’un “ılımlı” bir çizgiye gelmesi ve İşçi Partisindeki değişiklikler, oluşan basıncın mevcut statükoyu sarstığını göstermektedir. Devrimci yükselişin sürdüğü Latin Amerika’da sol partilerin seçimleri kazanması kitlelerin kapitalizme karşı içgüdüsel tepkilerini yansıtırken, önümüzdeki dönemde siyasi istikrarsızlığın daha da derinleşeceği ortaya çıkıyor.
Emperyalist hegemonya kavgası yeni boyutlar kazanarak sürüyor ABD’nin başını çektiği emperyalist hegemonya kavgasının geldiği düzey bir gerçeği çok net olarak ortaya koymaktadır; SSCB’nin çökmesiyle ABD emperyalizminin tek kutuplu dünyada süper-hegemonik güç olarak kaldığı süreçte dengeler bozulmuştur. Başlamış olan sürecin ABD emperyalizminin lehine sonuçlanıp sonuçlanmayacağı sorusunun cevabını bugünden vermek mümkün değildir. Gerçek olan şu ki, açılan süreç, savaşın uzun yıllara yayıldığı, çatışmaların kimi dönemler alevlendiği kimi dönemler yerini sükûnete bıraktığı, ama daha büyük çatışmaların da mayalanmasıyla karakterize olacaktır. ABD’nin nüfuz alanlarına aktif olarak müdahale edip kendi hegemonyasını kuvvet yoluyla dayattığı ve bunda yol aldığı bir gerçektir. Buna karşın rakip güçler henüz ABD’nin karşısına doğrudan dikilecek güçte değiller. Lakin ABD karşısında işbirliği içinde olan Çin ve Rusya, büyüyen ekonomileri, devasa coğrafyalarıyla iki nükleer güç olarak yükselmeye devam ediyorlar. Şimdilik güç
Ocak 2006 • sayı: 10
toplayan Çin ve Rusya, Avrasya’da ABD’ye karşı bir ittifak oluşturmaktan da geri durmamıştır. Bu iki ülke ileride emperyalist hegemonya savaşının gidişatı üzerinde daha fazla etkili olacaklardır; bu da hegemonya savaşının bugünkü seyrini değiştirecektir. Almanya ve Fransa’nın önderliğindeki AB’nin geleceği ise belli değildir. Birlik içinde sorunlar baş göstermeye başlamıştır. Almanya ve Fransa ekseni ABD’nin peşinden koşmaya, ona yetişerek onu engellemeye çalışmaktadır. Bu iki emperyalist ülke son günlerde Birliği istedikleri biçimde bir arada tutmakta zorlansalar da, 450 milyonluk bir iç pazarı kontrol ettikleri gerçeği unutulmamalıdır. Alman ve Fransız emperyalizmi nüfuz alanlarını genişletme ve her tarafa yetişme gayretindedir. Türkiye ile 2005’in Ekiminde üyelik müzakerelerinin başlatılmasının arkasında da bu iki ülkenin şu ya da bu şekilde verdiği onay yatmaktaydı. Avrupa burjuvazisi Türkiye’yi içine almakta ikircikli davransa da, Ortadoğu ve Kafkasya’ya Türkiye’nin üzerinden müdahale etmekte kararlıdır. Avrupa burjuvazisi içeride olan bir Türkiye mi, yoksa imtiyazlı ortak olarak dışarıda kalan bir Türkiye mi daha kârlı, bunun hesabını yapmaktadır. Zira AB’ye girmiş bir Türkiye, pekâlâ Birlik içinde ABD’nin truva atı rolünü oynayabilir. Emperyalist hegemonya savaşının seyri Türkiye’nin AB ile ilişkilerini doğrudan belirleyecektir. Kuşkusuz TC’nin iç dengeleri de belirleyici bir rol oynayacaktır. Zira statükocu-devletçi güçler ve AB yanlısı kesimler olarak ikiye bölünen Türk burjuvazisinin iç çatışması, Kıbrıs, Ermeni ve Kürt sorunları gibi pek çok konuda kendini açığa vurmaktadır. AB’nin geldiği aşama, kapitalizm altında ulus-devletlerin son bulamayacağı Marksist tezini bir kez daha doğrulamıştır. AB, bir ulus-devletin iç örgütlülüğüne ve ma-
marksist tutum
nevra kabiliyetine sahip değildir; ekonominin patlamalı yükseliş döneminde gözlerini dünyaya açan Birlik, ekonomik kriz kendini derinden hissettirmeye başlayınca “sallanmaya” başlamıştır. Farklı ulus-devletlerden teşekkül eden böyle bir birlik, ayrı çıkarlara sahip ulusların ekonomik birliği olmaktan ileri gidememiştir. Irak savaşı sürecinde çatlayan Birlik, Anayasa referandumlarından sonra oluşan dağınıklığı giderme telâşındadır. Fakat tarihte zor, kendi hükmünü icra eder; emperyalist hegemonya savaşının açtığı süreç pek çok şeye gebedir, var olan birlik ve ittifakların bir sonu olabileceği gibi, bizzat savaşın seyrinden yeni birlikler ve ittifaklar da doğabilir. Emperyalist hegemonya mücadelesi Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi sıcak savaş biçiminde olmasa da, değişik şekillere bürünerek sürmektedir. İngiltere’de ve Ürdün’de patlayan bombalar daha önce de vurguladığımız üzere yaygınlaşan ve değişik görünümler kazanarak süren emperyalist hegemonya savaşının bir uzantısı niteliğindedir. “Özgürlük ve demokrasi” kavramlarını emperyalist çıkarlarına alet eden, çıkarlarını meşrulaştırmada bu kavramları bir koçbaşına dönüştüren ABD emperyalizmi, hegemonya savaşını şimdilerde “renkli devrim”lerle örtmeye çalışmaktadır. Rusya’nın tarihi nüfuz alanında yer alan Gürcistan, Ukrayna, Kırgızistan ve Suriye’nin kontrolündeki Lübnan’da “renkli devrim”ler sahneye konmuş ve bu ülkelerde ABD yanlısı iktidarlar işbaşına gelmiştir. 2005’in ilk aylarında Lübnan eski başbakanlarından Refik Hariri’nin öldürülmesini fırsat bilen ABD, Lübnanın Suriye muhalifi kesimlerini sokağa dökerek hedefine ulaşmıştır. Uluslararası baskılara dayanamayarak 14 bin askerini Lübnan’dan çeken Suriye, ABD’nin hedef tahtasında yer almaya devam ediyor.
3
marksist tutum
2006 yılı Ortadoğu’da önemli gelişmelerin olacağına işaret etmektedir. Bu bağlamda İran ve Suriye’nin geleceğinin tayini, yürüyen hegemonya savaşının gidişatında belirleyici bir öneme sahiptir. İran, Ortadoğu ve Kafkasya’da belirleyici bir güce, petrol ve doğalgaz yataklarına sahip olmasından ötürü ABD emperyalizmi için stratejik bir ülke konumundadır ve asıl hedeftir. Ayrıca İran’ın Rusya ve Çin ile yakınlaşmasını unutmamak gerekiyor; Rusya İran’a nükleer teknolojisini geliştirmesi için malzeme temin etmeye devam ediyor. 2005 yılında İran ile Çin arasında milyarlarca dolarlık silah ve enerji anlaşması yapıldı; Çin’in petrole olan ihtiyacı düşünülürse ve bu ihtiyacın %70’ine yakınını Ortadoğu’dan karşıladığı göz önüne alınırsa meselenin ehemmiyeti daha iyi kavranacaktır. ABD emperyalizmi nüfuz alanlarında dengeleri kendi lehine çevirerek “Büyük Ortadoğu Projesi”ni hayata geçirmektedir. Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ve Libya gibi ülkeler “BOP” çerçevesinde hareket etmeye başlayarak kendilerini ABD emperyalizminin planlarına uyarlamışlardır. Filistin’deki gelişmeler de bu plandan bağımsız değildir; ABD, Filistin sorununa göstermelik bir çözüm bularak hem prestij kazanmayı, hem de bu yolla kendi egemenliğini pekiştirmeyi arzulamaktadır. Gazze’nin boşaltılması, Şaron’un Filistin devletinden söz etmesi ve Filistin sorununda inkârcı-katliamcı bir çizgi izleyen Likud’dan ayrılarak “ılımlı” bir parti (tarihin bir ironisi olsa gerek) kurması ABD’nin planları dâhilindedir. Önümüzdeki süreçte bağımsız bir Filistin devletinin belirli dengelere bağlı olarak yükselmesi pek muhtemeldir. Filistin burjuvazisi öyle gözüküyor ki, parçalı topraklara sahip böyle bir devlete çoktan tav olmuş durumdadır. Burjuva düzen çerçevesinde bir Filistin devletinin kurulması elbette mümkündür; ancak birçok karşıt etmenin iç içe geçerek bir yumak meydana getirdiği, kurulan dengelerin pamuk ipliğine bağlı olduğu ve emperyalist hegemonya savaşının tayin edici alanına dönüşen Ortadoğu gibi bir coğrafyada, kalıcı barış burjuva düzen çerçevesinde sağlanamaz.
4
Ocak 2006 • sayı: 10
Anayasanın kabul edilmesi, parlamento seçimlerinin yapılması ve federatif bir yapının ortaya çıkmasıyla Irak’taki durum, uluslararası burjuva hukuk çerçevesinde meşruiyet kazanmış bulunuyor. Elbette bu durum ABD’nin prestijini artırırken, işgalin de meşrulaşması anlamına geliyor. Irak’taki sürecin nasıl gelişeceği kuşkusuz ki sadece Irak’taki iç dengelere değil, uluslararası düzeyde yürüyen hegemonya savaşının alacağı içerik ve biçime de bağlıdır. Ancak ABD’nin hedeflerine emin adımlarla yürüyebilmesi için Irak’ta istikrarın kurulması ve muhafaza edilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla da Şiileri, Sünnileri ve Kürtleri belirli dengeleri gözeterek aynı bütünün içinde tutmaya çalışıyor ABD. Kuşkusuz gerektiğinde bu kesimleri birbirine karşı kullanabileceği, kendisinin her daim başhakem rolü oynayarak vazgeçilmez olacağı bir denge! Böylece Şiiler İran’a yanaştıklarında Şiilere karşı Sünnileri, Sünniler düzene entegre olmadıkları takdirde onlara karşı Şiileri ve Kürtleri, Kürtler bağımsızlık taleplerini sürdürdüklerinde ise onlara karşı Arapları bir silah olarak kullanmaktan geri durmayacaktır. Nitekim Sünnilerin seçimlere katılarak Şiileri ve Kürtleri dengelemesi için ABD Türkiye’yi devreye sokmuştur. ABD, Sünnilerin iktidardan faydalanmasının önünü açarak yeni rejime entegre etme ve süren direnişi sonlandırma peşindedir. Önümüzdeki dönemde Kürt meselesine bağlı olarak Irak’taki süreç daha fazla tartışma gündemine gelecektir. Kürtler kazandıkları mevziler sayesinde Ortadoğu’daki denge hesaplarında önemli bir faktör haline gelmiş bulunuyorlar. Yapılan son seçimlerle Irak federatif bir yapıya bürünürken, Kürt federe devleti resmiyet kazanmıştır. Federe de olsa bir devletin kurulması ve Kürtlerin Ortadoğu’da belirli bir konum elde etmeleri diğer parçalardaki Kürt kitleleri de motive etmektedir. Kuşkusuz bu kazanımların ne kadar kalıcı olacağı belli değildir. Türkiye, İran ve Suriye şiddetle bir Kürt devletine karşıdırlar; emperyalist hegemonya savaşının dengelerinden doğabilecek bir Kürt devleti yine bu dengelere bağlı olarak yok olabilir. Ancak verili durum Kürtlerin lehinedir ve başta Türkiye olmak üzere diğer ülkeler bu gerçeği istemeden de olsa sineye çekmek zorunda kalmışlardır. “Kırmızı çizgi”lerin sararıp solması ve gelinen kertede “Irak politikası”nın yeniden yapılandırılması çalışmaları TC’nin içine düştüğü tarihsel sıkışmışlığı gözler önüne sermektedir. Türkiye’de burjuvazi içinde Kürt sorununda bir farklılaşma yaşanmakla birlikte, devlet kendi sınırlarındaki Kürt halkına karşı temelde hâlâ geleneksel politikayı sürdürmektedir; bir taraftan Güneydeki Kürtlerle ilişkiler kurulurken öte taraftan PKK’yi imha etme hesapları yapılmaktadır. ABD ile Türkiye arasında yapılan görüşmeler 2006 yılında bu bağlamda bir dizi gelişmenin olabileceğini göstermektedir. ABD ile
Ocak 2006 • sayı: 10
marksist tutum
Kırgızistan’da “devrim” TC arasında “stratejik ortaklık” kavramı yeniden ısıtılıyor. Olası bir İran savaşının gündemde olduğu bir süreçte yapılan görüşmeler pek çok pazarlığın yürütüldüğünü göstermektedir. Öyle görünüyor ki 2006 yılında Ortadoğu yine sıcak çatışmalara sahne olmaya adaydır ve yeni yangınlar kapıdadır. Böyle bir durumda ne Filistin devleti ne Kürtlerin kazanımları kalıcı olabilir ne de Ortadoğu’da barış sağlanabilir. Emperyalist savaşın çıkmazına sürüklenmiş Ortadoğu’ya gerçek bir barışın gelmesi, Ortadoğu İşçi ve Emekçi Sovyetleri Federasyonunu hayata geçirecek bir işçi devrimiyle mümkündür ancak.
Kapitalizmin afetleri ve artan baskılar Kapitalizm insanlığı acılara boğmakla kalmıyor, onu, yarattığı tüm maddi, sosyal ve kültürel birikimle birlikte bir yok oluşa da sürüklüyor. İnsanlık kapitalizmin cenderesinden kurtulmadığı müddetçe kendi varoluşunu daha fazla baltalayacak, kendi doğasına yabancılaşması tahayyül sınırlarını aşacak, sefilleşerek kapitalizmin bataklığında boğulacaktır. Rosa’nın o ünlü sözü bugünü ne de güzel özetlemektedir: Ya sosyalizm ya barbarlık! Kapitalizm yarattığı felâketlerle doğayı ve insanlığı tehdit ediyor. Küresel ısınmaya bağlı olarak önümüzdeki dönemde daha şiddetli fırtınaların ve kasırgaların yaşanacağı kesinleşmiş bulunuyor. ABD’nin güneyinde yaşanan kasırgalar kapitalizmin bir sonucu olan küresel ısınmanın nelere yol açabileceğini gösteriyor. 2004’ü 250 bine yakın insanının sulara gömüldüğü tsunami felâketiyle kapatmıştık; 2005’i ise onbinlerce insanın canına mal olan seller, kasırgalar ve depremlerle kapatıyoruz! Pakistan’da onbinlerce insan çürük evlerin yıkıntılarında toprağa gömüldü, onbinlercesi sakat ve evsiz kaldı. Hâlâ onbinlercesine yardım götürülmüş değil,
bu yoksul kitleler karakışa terk edilmiş bulunuyorlar. Bir deprem bölgesi olan Türkiye’de de yaşanacak felâkete karşı yeterli önlem alınmazken, depremde yaşanabilecek yağma ve isyanların nasıl bastırılacağı çoktan planlanmış durumda. İşte kapitalizm!.. Ekonomik krizin ve emperyalist savaşın basıncı hemen her ülkede burjuva devletin militarist karakterinin güçlendirilmesiyle kendini açığa vuruyor, burjuva devletin baskıcı yüzü emekçilere dönük yoğunlaşan saldırılarla kendini gösteriyor. Burjuvazi dünyayı bir hapishaneye çevirmede gayretli gözüküyor. Anti-demokratik yasalar ve polis devleti uygulamaları başta ABD olmak üzere pek demokrat Avrupa ülkelerinde peş peşe devreye sokuluyor. Londra’da patlayan bombaları ve Paris’te başlayan isyanı fırsat olarak kullanan İngiliz ve Fransız burjuvazisi anti-demokratik yasaları devreye sokmaktan geri durmadı. İngiliz polisi güpegündüz sokak ortasında insanları öldürürken, Fransız burjuvazisi isyanı bastırmak amacıyla tez zamanda sıkıyönetim silahını kullanmaktan çekinmemiştir. İşte Avrupa demokrasisi! Türk devleti de geri kalacak değil elbet; Türk burjuvazisi pek demokratlaşıp pek liberalleşedursun, devrimci hareket ve Kürt halkı üzerindeki devlet baskısı ve şiddet artarak sürdü. PKK’ye ve devrimcilere karşı girişilen operasyonlara ve katliamlara hız verilirken, Şemdinli’de bizzat devlet eliyle patlatılan bombalar katliamcı politikanın devam ettiğinin resmi olarak tarihte yerini aldı. Newroz kutlamalarında statükocu-devletçi güçlerin giriştiği provokasyonun hemen ardından milliyetçilik yükseltilmiş, Trabzon’da ve birçok kentte faşistler devrimcilere ve Kürt halkına dönük linç girişimleri tertiplemişlerdi; fakat amaçlarına ulaşamadılar. Başbakanın “Kürt sorunu var, kabul ediyoruz” demesine rağmen herhangi bir adım atılmış değildir; TC içine düştüğü sıkışıklığı aşamadığı gibi,
5
marksist tutum
Ocak 2006 • sayı: 10
derliktir. Bu eksiklik her geçen gün yakıcılığını daha fazla hissettiriyor. Latin Amerika’da son beş yıldır süren devrimci yükselişin önderliğini bulamaması ve devrimci durumun birçok ülkede heba olması sorunun ciddiyetini ortaya koymaktadır. Arjantin, Ekvador ve Bolivya işçi sınıfı defalarca ayaklanarak, bu ülkelerden birkaçında devlet aygıtını işlemez hale getirmesine karşın, kapitalizmi alaşağı ederek siyasal iktidarı fethedememiştir. Bir tarafta reformistler, öte tarafta milliyetçi küçük-burjuva liderlerin peşinden ayrılmayan kuyrukçu devrimci çevreler, işçi sınıfı her ayağa kalktığında onu itidale davet ederek hareketi geriletmişlerdir. Sol hareket ulusal kalkınmacı bir programa Katrina kasırgasında felaketzedelere kapitalizmin yardımı! sahip olan Chavez’den sonra, şimdilerde 80 yıllık resmi politikanın iflas etmesiyle rejim tam bir Bolivya’da devrimci kitlelere burjuva kurucu meclis öner“kimlik” bunalımı yaşıyor. AB’ye uyum sürecinde demekten ileriye gidemeyen reformist Evo Morales’in peşimokratikleştirildiği iddia edilen bazı yasalara rağmen, göne takılmış bulunuyor. Bolşevik bir önderlik olmadığınrüldü ki yasal sistemin baskıcı içeriği hâlâ devam ediyor; dan reformist ve milliyetçi önderliklerin yedeklediği devdevrimcilere, Kürtlere, muhalif aydınlara ve işçi sınıfına rimci kitleler yönlerini kaybetmekteler. Chavez ve Moradönük baskı ve sindirme operasyonu sürüyor. Nitekim les önderliklerine çarpan devrimci kitlelerde umutsuzluonlarca mitinge ve toplantıya saldıran polis, pek çok greğun hâkim olması kaçınılmazdır. Bu iki sol-milliyetçi, reve de müdahale etti, işçilerin grev çadırlarını söktü. Beri formist önder, devrimci durumu ilerletmek bir yana duryandan, onlarca devrimcinin hayatına mal olan F Tipi cesun, onun önüne dikilmiş birer engeldirler. zaevlerine dönük hiçbir iyileştirme yapılmadığı gibi, devLatin Amerika’nın devrimci işçi-emekçi yığınları devrimci tutsaklara dönük baskılar ve ölümler sürüyor. rimin önünde birer engele dönüşen bu önderleri bertaraf etmeden devrimi başarıya ulaştıramaz. İşçi sınıfı ancak bu önderlerin oyalamalarına bir son verip siyasal iktidara Kitlelerin tepkisi ve eksik olan… el koyduğunda süreç tamamen değişebilir. Böylesi bir geFakat dünyanın pek çok bölgesinde yükselen isyan lişme dünya sosyalist devrimi yolunda önemli bir adım ateşi işçi-emekçi sınıfların sessiz kalmadığının da gösterolurdu, yeter ki devrimci Marksistler kendi üzerlerine dügesidir. Göçmen işçilerin yaşadığı Paris varoşlarında patşen görevleri yerine getirsinler! layan isyan günlerce sürmüş ve Fransa’nın birçok kentine sıçramakla kalmamış, diğer ülkeleri de etkilemiştir. Şemdinli’de başlayan gösteriler kuşkusuz ki ezilen Kürt halkının ezilmişliğe ve horlanmışlığa bir tepkisiydi; ancak bu kadarla da sınırlı değildir. Kürt emekçileri ulusal ezilmenin yanında işsizliğin, açlığın ve yoksulluğun pençesinde kıvranıyorlar; çakan kıvılcım ve yaygınlaşan gösteriler emekçi kitlelerin tüm bunlara karşı öfkesinin bir dışavurumuydu aynı zamanda. Gerek Paris gerekse Şemdinli örnekleri gösteriyor ki, her yerde patlama dinamikleri mevcuttur; nitekim Aralık ayında yapılan MGK toplantısında varoşlardaki patlama potansiyeline dikkat çekilmekteydi. Ancak eksik olan, böylesi isyanları işçi sınıfının diğer kesimleriyle bütünleştirerek kapitalizme karşı devrimci Paris’te göçmen işçi gençliğinin isyanı! bir başkaldırıya dönüştürecek devrimci ön-
6
“Kart Kurt”tan Alt Kimliğe Levent Toprak
Türk burjuva devrimi halk kitlelerini kucaklayan, esinlendiren, demokratik, özgürlükçü bir karakter taşımadığı için, onun ürünü olan rejim de Türk kimliğini zorla herkese dayattı ve bu kimliği inanılır kılmak için sürekli olarak bir Türkleştirme operasyonu yürüttü. İşte bugün kimlik tartışmasıyla da kendisini ortaya koyan gerçeklik, 80 yıl sonunda bu zorla asimilasyon politikasının Kürt halkı karşısında iflas etmiş olmasıdır.
Ş
emdinli sonrası alevlenen tartışmaların gündemde en çok yer eden başlığı “alt kimlik-üst kimlik” sorunu oldu. Başbakan daha önce dile getirmiş olduğu “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı” formülünü Şemdinli sonrası bir kez daha dile getirince, safları kalabalık şovenist koro yine hop oturup hop kalktı. Bol bol parmak sallanıp, Türklüğün bir “alt kimlik” olamayacağı, hepimizin şanlı Türk milletinin mensubu olduğu ve bununla gurur duyulması gerektiği hatırlatıldı. Böylece büyük Türk şovenizmi bir kez daha kendi ayinini yapmış oldu. Ancak tüm bu şovenist gayretkeşliğe rağmen, hem tartışmanın genel seyri ve geride bıraktığı atmosfer, hem de bizzat bu hezeyan hali, Kürt halkının varlığını yok saymanın mümkün olmadığını ortaya koydu. İşin aslı, egemenler kepazece bir kibirlilikle ona bir kimlik bahşederek ulusal sorunu halletmenin hesabını yapadursun, Kürt halkı kendi kimliğini uzun ve acılı bir mücadele sonucunda çoktan kazanmış durumda. Bu ve benzeri tartışmaların, tüm isteksizliğine rağmen, düzen cephesinde bugün bu denli geniş ölçüde ve politik gündemin demirbaşı olacak şekilde yapılmak zorunda olmasının ne anlama geldiğini iyi kavramak gerekiyor. Türkiye’de burjuva devletin kuruluş sürecinde oluşturulan ve özgül bir burjuva rejimi ifade eden resmi ideoloji tarihsel bir bunalım geçirmektedir. Daha özet bir ifadeyle Kemalizmin bir bunalımı söz konusudur. Bir yandan burjuvazinin AB’ci güçlü bir kesimi ve liberaller, diğer yandan Kürt hareketi, bir yanda da İslamcı hareket ve uzantıları Kemalizmi aşındırmaktadır. Şüphesiz bu bunalımın en temel unsurlarından birisini Kürt sorunu oluşturmaktadır. ABD emperyalizminin
Irak’a saldırısı ve işgaliyle birlikte Türkiye’deki düzen cephesinin Kürt sorununda tarihsel bir sıkışma sürecine girdiğini ve geleneksel inkâr ve imha siyasetinin giderek daha fazla karaya oturmakta olduğunu uzunca bir süredir dile getiriyoruz. Irak’taki Kürt önderliklerin, oluşan yeni durumda, gerek Irak’ın bütünü üzerinde gerekse de Irak Kürdistanı’nda elde ettikleri yeni rol, Kürt sorununun dünya ölçeğinde yeni bir düzleme yükselmesine yol açtı. Dört ülkeye yayılmış olan Kürt halkı Irak Kürdistanı’nda bir devlete doğru ilerlemekte olan süreç dolayısıyla ulusal bilinçte yeni bir yükseliş yaşıyor. Son birkaç mevsimin gelişmeleri de göstermektedir ki, Türkiye’deki Kürt hareketinin uzun yıllardır verdiği mücadelenin ardından Öcalan’ın yakalanmasıyla birlikte içine girilen tavsama dönemi de bu bağlamda yerini yeni bir toparlanmaya terk etmektedir. Ancak bunca yıllık mücadeleye ve düzen cephesinin yaşadığı tüm sıkışmışlığa rağmen Kürt halkı hâlâ elle tutulur somut bir kazanım elde edebilmiş değil. Düzen cephesinin atmak zorunda olduğu geri adımlar henüz esasen ideolojik düzlemle sınırlıdır. Bunu da yalnızca sorunun artık bir tabu olmaktan çıkmış olması şeklinde özetlemek doğru olur. Eskiden Kürt halkının varlığı bile yok sayılırken artık gerçeğin çıplak gücü karşısında şovenistler bile bunu şu ya da bu biçimde itiraf etmek zorunda kalıyorlar. Bugün Kürt sorununun varlığı ve Kürt kimliğinin kabul edilmesinin gerekliliği egemenler tarafından bile dillendirilmek zorunda kalınıyorsa, bu yıllardır Kürt halkına zorla giydirilmeye çalışılan ırkçı Türklük kimliğinin tutmadığını gösterir. Şimdi burjuvazi, “tamam, altı senin olsun üstü benim” diyerek Kürt halkına yeni bir havuç uzatıyor.
7
marksist tutum
Ocak 2006 • sayı: 10
Türklüğün bir “alt kimlik” olamayacağı, hepimizin şanlı Türk milletinin mensubu olduğu ve bununla gurur duyulması gerektiği hatırlatıldı. Böylece büyük Türk şovenizmi bir kez daha kendi ayinini yapmış oldu. Ancak tüm bu şovenist gayretkeşliğe rağmen, hem tartışmanın genel seyri ve geride bıraktığı atmosfer, hem de bizzat bu hezeyan hali, Kürt halkının varlığını yok saymanın mümkün olmadığını ortaya koydu. İşin aslı, egemenler kepazece bir kibirlilikle ona bir kimlik bahşederek ulusal sorunu halletmenin hesabını yapadursun, Kürt halkı kendi kimliğini uzun ve acılı bir mücadele sonucunda çoktan kazanmış durumda.
Sorunun Tarihsel Arkaplanı Resmi ideolojinin dikişlerinin atmakta oluşunun bir yansıması, artık çeşitli sorunlar vesilesiyle sık sık Türk burjuva devletinin kuruluş sürecinin sorgulanmasıdır. Asyatik bir temel üzerinde gerçekleşen tepeden inme ve güdük bir burjuva devrimi sonucu ortaya çıkan rejimin doğum lekeleri ve tarihsel günahları artık bir bir sahneye seriliyor. Çokuluslu bir imparatorluğun mirası üzerine, halk katılımının azami ölçüde boğulduğu ve demokratik içerikten yoksun bir burjuva devriminin ürünü olan Kemalist rejim, kendisine tek bir etnik kimliği, yani Türklüğü esas alan bir resmi ideoloji yarattı. Türk burjuva devrimi halk kitlelerini kucaklayan, esinlendiren, demokratik, özgürlükçü bir karakter taşımadığı için, onun ürünü olan rejim de Türk kimliğini zorla herkese dayattı ve bu kimliği inanılır kılmak için sürekli olarak bir Türkleştirme operasyonu yürüttü. İşte bugün kimlik tartışmasıyla da kendisini ortaya koyan gerçeklik, 80 yıl sonunda bu zorla asimilasyon politikasının Kürt halkı karşısında iflas etmiş olmasıdır. Bilindiği gibi Osmanlı’nın çöküş döneminde imparatorluğu kurtarmanın çaresini arayan Osmanlı egemenleri ve aydınları arasında üç alternatifin tartışması yapılıyordu. Vaktiyle Üç Tarz-ı Siyaset adıyla da anılmış olan bu alternatifler Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük idi. Bu tartışmada değişik saflarda yer alanlar olduysa da, eğilimler arasındaki mücadeleyi kazanan, daha sonra TC’yi kuracak olan kadronun da üzerinde karar kıldığı Türkçülük seçeneği oldu. Bu tez daha ilk ortaya atıldığı dönemden itibaren, Osmanlı coğrafyasında kendini Türk olarak görmeyenlerin (ki bunların büyük bir çoğunluk oluşturduğu açıktı) Türkleştirilmelerini içeriyordu. Ancak bu Türkçülük seçeneğinin saf anlamda bir Türkçülüğü değil, İslamcılıkla eklektik biçimde harmanlanmış bir Türkçülüğü ifade ettiğini de belirtmek gerekiyor. Zira saf bir Türkçülüğün özellikle Kürtler ve Arapları tavlamakta işlevli olamayacağı kendiliğinden belliydi. Nitekim Kürtlerin “milli mücadele”ye ikna edilmelerinde ideolojik olarak İslami motifler kulla-
8
nılmıştır. Osmanlı tarih sahnesinden silindiğinde, yeni burjuva cumhuriyeti kurmakta olan Osmanlı paşalarının eline Anadolu toprakları kalmıştı. Anadolu, imparatorluk bünyesindeki Türk nüfusun en çok bulunduğu yer olmakla beraber, yine de tek bir etnik kimliğe sıkıştırılamayacak denli karışık bir tablo arz ediyordu. Bu topraklar, binlerce yıllık tarihi boyunca sayısız kavmin geçiş ve yerleşme alanı olarak son derece geniş bir etnik çeşitlilik sergilemiş ve Türk unsuru da bu coğrafyanın sayısız etnik unsurundan yalnızca biri olmuştu. Böylesi bir kavimler kavşağında tek bir etnik unsurun adı etrafında ulusal devlet kurma çabasının kendi başına gerici bir nitelik taşıdığı apaçıktır. Bunu görmek için, hemen yanı başımızdaki İran’a sadece göz atmak bile yeterlidir. Türkiye ile benzer bir geçmiş ve yapıdan gelen İran’da idari birimlerin, yani illerin adlandırılışında ülkenin etnik yapısını dikkate alan bir tutum benimsenmiştir. Bugün İran’da resmi olarak bir Kürdistan ili, Doğu Azerbaycan ve Batı Azerbaycan illeri bulunmaktadır. Elbette İran’da bir ulusal ya da etnik baskı olmadığı anlamına gelmiyor bu. Başta Kürtler olmak üzere orada da ezilen halklar bulunuyor. Ancak kendisini pek medeni, pek ileri gösterme gayretindeki Türkiye ile bir karşılaştırma yapmak ve tüm bu şişinmeye karşın Türk egemenliğinin gericiliğinin ne denli derin olduğunu göstermek açısından bu veri büyük bir anlam ifade ediyor. Bugün kimlik tartışmasında Türklüğün bir alt kimlik olamayacağını savunan gericilerin, açıktan ya da zımnen sahip oldukları anlayış, Osmanlı’dan (ve hatta Selçukludan) beri bu toprakların sahibinin Türkler olduğudur. Bu anlayış Türk şovenizminin ideolojik temelini oluşturan “üstün Türk” şişinmesinin bir ifadesidir. Genel olarak bütün milliyetçilikler gibi, Türk milliyetçiliği de tarihe bilimsel bir gözle değil darkafalı milliyetçi bir gözle bakar. Tarihsel gerçeklerin bu bakışta pek bir önemi yoktur, önemli olan, binbir türlü çarpıtma da gerekse, tarihin ulusal gurur ve üstünlük duygusunun oluşturulmasına hizmet etmesidir. Demokratik ve halkçı bir dinamizmden yoksunluk, da-
Ocak 2006 • sayı: 10
ha doğuştan tıkız ve korkak Türk burjuvazisini kaba çelişkiler içinde, bir yandan kendini Osmanlı’dan ayrı tutmaya bir yandan da onu sahiplenmeye itti. Bu bir bakıma onun çelişik gerçekliğinin bir ifadesiydi. Ama geriye dönük olarak Osmanlı devletine Türk kimliğinin giydirilmesi efsanevi bir zorlamadan başka bir şey değildi. Bu efsane karşısında tarihsel gerçekleri ısrarla hatırlatmak gerekiyor. Gerçekte Osmanlı’da üstün Türklük duygusundan eser yoktu. Aksine Osmanlı yöneticileri başka birçok topluluğu olduğu gibi bizzat Türkleri de aşağılarlardı. Türkler hakkında “Etrak-ı bi idrak” yani “idraksiz Türkler”, ya da bir başka örnekte, “Etrak-ı nâ-pak”, yani “pis Türkler”, gibi sözler Osmanlı yönetim kademelerinde sık geçen sözlerdi. Bu ve benzeri aşağılamalara maruz kalan imparatorluk bünyesindeki Türkmen unsuru da Osmanlı hakkında kendine özgü deyişlerini üretmişti: “Şalvarı şaltak Osmanlı/ Eğeri kaltak Osmanlı/Ekende yok biçende yok/Yemede ortak Osmanlı”. Despotik bir imparatorluk olarak Osmanlı devleti kendi tarihselliğine uygun olarak etnik bir damga taşımıyordu. Ve Osmanlı yönetimi Türkleri aşağılayan ifadelere benzer ifadeleri sadece onlar için değil Kürtler de dahil olmak üzere başka etnik unsurlar için de kullanırdı. Mesela Kürtler için de “Ekrad-ı bi aklu din” yani “akılsız ve dinsiz Kürtler” denirdi. Osmanlı kendisini Türk kabul etmiyordu, onun Türk sıfatıyla alâkası, uzak geçmişte devletin kuruluşunu gerçekleştirenlerin Türkmen olması ve Avrupalıların ona kendi arzusu dışında Türk diyor olmasıydı. Oysa Osmanlı devleti kurulduktan kısa süre sonra hızla klasik Doğu despotizmine evrilmiş ve özellikle devşirme mekanizmasıyla başlangıçtaki Türkmen karakterini yitirmiştir. Çoğu padişahın annesinin Balkan kökenli Hıristiyanlardan olması bunun yalnızca en sembolik ifadesidir. Devlet aygıtının bütünü ve özellikle yüksek bürokrasinin bileşiminde “Türk” unsurunun izine rastlamak zordur. Devlette muhafaza edilen tek şey dil olmuştur. Ancak o da söz konusu
“Milli Mücadele” döneminde Kürtlere verilen sözler tutulmadı
marksist tutum
değişimi kaçınılmaz biçimde yansıtarak, büyük bir dönüşüm yaşamış ve Türkmen halkın anlamadığı, adeta yeni bir dile, yani Osmanlıcaya dönüşmüştür. İşte böylesi bir tarihsel arkaplandan geldiği halde, Anadolu coğrafyasında Türkçülüğü kendine çıkış yolu olarak gören Osmanlı paşaları, eskinin çöküşü ve yeninin oluşumu sürecinde öncelikle asli düşman olarak gördükleri Rum ve Ermeni halklarını temizleme hedefiyle hareket ettiler. Ermeni soykırımı bu siyasetin ürünüdür (bkz. Deniz Moralı, Ermeni Sorunu: Gerçekler Direngendir, MT, no.2). Bunlar Anadolu’da geriye kalan ve esas olarak Müslüman olan unsurların Türk-Müslüman kimliği çerçevesinde asimile edilebileceğini hesap ediyorlardı. Büyük bir kitle oluşturan Kürt halkı hariç tutulursa bu hesabın tuttuğunu söylemek mümkün. Görece küçük olan diğer birçok etnik unsur gerçekten de büyük oranda asimile olarak Türk kimliğini benimsedi. Zorlu lokma olan Kürtler içinse, Türkleştirme politikaları tüm zorlama ve baskılara rağmen başarılı olamadı. Bu politikalar Kürt halkı için büyük bir aşağılama anlamını taşıdı. Doğrusu yeryüzünde belki de hiçbir halkın varlığı, “Dağ Türkü”, “Kart-Kurt” teorisi türünden eşi görülmemiş kepazeliklerle, bu kadar seviyesiz bir pişkinlikle aşağılanıp yok sayılmadı. Kürt halkının ulusal özlemleri esas olarak yüzyıl dönemecinde şekillenmeye başladı. Zamanla güçlenen bu eğilimler Osmanlı’nın I. Dünya Savaşında yenilmesi ve Mezopotamya’nın esas olarak İngiliz işgaline uğramasıyla birlikte yeni bir aşamaya yükseldi. Ancak yine de Kürtler bu dönemde, emperyalistlerin himayesinde bağımsız bir Ermenistan kurulmasını kendileri için tehlike olarak görmelerinin de etkisiyle, Kemalist kadrolarla birlikte “milli mücadele”de yer aldılar. “Milli mücadele” sürecinde Kemalist önderliğin belirli bir noktaya kadar Kürtlere birtakım vaatlerde bulunduğu ve onları sürekli yatıştırdığı biliniyor. O dönem Mustafa Kemal’in konuşmalarının çoğunda Türkleri ve Kürtleri birlikte andığı, mücadeleyi iki halkın birlikKürtler, Kemalist kadrolarla birlikte “milli mücadele”de yer aldılar. “Milli mücadele” sürecinde Kemalist önderliğin belirli bir noktaya kadar Kürtlere birtakım vaatlerde bulunduğu ve onları sürekli yatıştırdığı biliniyor. O dönem Mustafa Kemal’in konuşmalarının çoğunda Türkleri ve Kürtleri birlikte andığı, mücadeleyi iki halkın birlikte verdiğini ve yeni devleti birlikte kurduklarını vurguladığı, sonradan unutturulmuş olmakla beraber, iyi bilinen gerçeklerdir. Hatta Amasya Tamiminde, “Kürtlerin ulusal ve sosyal haklarının tanınacağı” açıkça belirtilmiştir. Şu anda yaşanmakta olan kimlik tartışmaları bağlamında Kürt siyasi temsilcilerinin bu gerçeğin Anayasaya yazılmasını istemesinden daha doğal ne olabilir?
9
Ocak 2006 • sayı: 10
marksist tutum
te verdiğini ve yeni devleti birlikte kurduklarını vurguladığı, sonradan unutturulmuş olmakla beraber, iyi bilinen gerçeklerdir. Hatta Amasya Tamiminde, “Kürtlerin ulusal ve sosyal haklarının tanınacağı” açıkça belirtilmiştir. Şu anda yaşanmakta olan kimlik tartışmaları bağlamında Kürt siyasi temsilcilerinin bu gerçeğin Anayasaya yazılmasını istemesinden daha doğal ne olabilir? 1921’in ilk aylarında diğer muhalefet odaklarını etkisizleştirip kendi elini rahatlatan Kemalist önderlik, hızla, “milli mücadele” süreci içinde kendilerinin aldatılacağını fark ederek ayaklanma hazırlıklarına girişmiş olan Kürtlerin üzerine yürümüş ve onları hazırlıksız yakalamıştır. Kürtler Koçgiri isyanı olarak bilinen erken bir ayaklanmaya sürüklenmiş ve nihayetinde isyan kanla bastırılmıştır. Bu arada hatırlanması gereken bir nokta, o dönemde Mecliste yer alan işbirlikçi Kürtlerin isyanın bastırılmasına onay vermiş olmasıdır. Bunu vurgulamamızın sebebi, güncel kimlik tartışmasıyla da ilgili olarak, Kürt egemenlerin işbirlikçi kesimlerinin bu ve benzer tavırlarının, bugün düzenin bazı temsilcileri tarafından yeni çarpıtmalar için malzeme yapılmasıdır. Mevcut sorun, adıyla sanıyla bir ulusal sorundur ve çözümü tarih tarafından defalarca ortaya konduğu gibi kendi kaderini tayin hakkının tanınmasından geçmektedir. İşin aslı, bir yerde ulusal sorun patlak vermişse, orada ezilen ulus açısından ulusal kimlik sorunu çözülmüş demektir. Bunca yıllık mücadelenin ardından Kürt halkı artık geri döndürülemez biçimde bir ulusal bilinç ve ulusal kimlik kazanmıştır. Radikal gazetesi köşe yazarları arasında yer alan Gündüz Aktan gibi düzenin rafine stratejistleri artık eski usûl kaba ve sığ argümanları kullanmanın yeterli olmadığının farkındalar ve önümüzdeki dönem için daha kullanışlı olabileceğini düşündükleri yeni argümanlar hazırlama gayretindeler. Onlar yıpranmış ideolojik mevzileri kıt akıllı ayaktakımına bırakarak daha incelmiş tezler ileri sürüyorlar. Gündüz Aktan şimdilerde, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını zaten daha önce kullanmış olduğunu ve artık bunun üzerine bir bardak su içmesi gerektiğini söylüyor. Duyan da, bu ülkede ezilen halklar için kendi kaderini tayin hakkının ilan edilmiş ve halkların da bunu özgürce kullanmış olduğunu sanır. Her ne kadar isyancı Kürt hareketi “milli mücadele” süreci içinde bastırıldıysa da, sorunun yerli yerinde durduğunun ve sıcak olduğunun pekâlâ farkında olan Kemalist rejimin temsilcileri, Lozan’daki görüşmeler sırasında kendilerini “Türk ve Kürt” halklarının temsilcileri olarak takdim ediyorlardı. Varlığı 80 yıl boyunca yadsınmış ve bugünlerde zorla kabullenilen Kürt halkı, resmi ideoloji tarafından TC’nin diplomatik doğuşu olarak kutsanan Lozan’da bile varlığını hissettiriyordu. Böyle olmakla bera-
10
ber, Lozan anlaşması Kürt halkı açısından resmi planda yok sayılma sürecinin başlangıcı oldu. Ancak Kürt halkına dönük zorla asimilasyon-Türkleştirme politikaları 1925’ten önce başlayamadı. Bu tarihte patlak veren başarısız Şeyh Sait isyanının ardından, bugüne kadar süren sistematik baskı politikaları yürürlüğe konmaya başlandı. Kürt halkı özellikle 1925–38 döneminde irili ufaklı sayısız isyanla bu baskılara karşı tepkisini ortaya koydu. Daha sonra araya uzunca bir suskunluk girse de Kürt halkının isyanı devam etti. Bu kısa tarihsel özet Kürt halkının TC’nin kuruluş sürecinde aldatıldığını ve 80 yıl boyunca vahşice yürütülen asimilasyon politikalarına rağmen ulusal canlılığını yitirmediğini göstermektedir.
Kimlik Sorunu mu? Bugün Kürt halkının sözcüleri haklı olarak, yıllarca yok sayılmış olan Kürt kimliğinin Anayasal düzeyde tanınmasını istiyorlar. Anayasada, tarihsel gerçekliğe uygun biçimde, Kürt halkının kurucu bileşen olarak yer almasını talep ediyorlar. Bu şüphesiz Kürt halkının ulusal özlemleri açısından mevcut duruma göre ileriye doğru bir adım olurdu. Ancak hem tarihi olgular, hem de güncel siyasal gerçeklikler, Türk gericiliğinin böyle bir değişikliği hazmedebilmesinin kolayına mümkün olmadığını göstermektedir. Mevcut sorun, adıyla sanıyla bir ulusal sorundur ve çözümü tarih tarafından defalarca ortaya konduğu gibi kendi kaderini tayin hakkının tanınmasından geçmektedir. İşin aslı, bir yerde ulusal sorun patlak vermişse, orada ezilen ulus açısından ulusal kimlik sorunu çözülmüş demektir. Bunca yıllık mücadelenin ardından Kürt halkı artık geri döndürülemez biçimde bir ulusal bilinç ve ulusal kimlik kazanmıştır. Kimi yüreğine taş basarak, kimi öfkeyle de olsa, bunu artık burjuvazinin sözcüleri de kabul etmektedir. Ödenen bunca ağır bedelden sonra şu anda burjuvazinin bir kesiminin gönülsüzce vermeye razı olduğu tavizin eti budu şu itiraftan ibaret: “tamam pekâlâ, siz Türk değil Kürtsünüz!”. Şimdi liberaller gazete köşelerinde, televizyon ekranlarında özgürlükçü ve demokrat pozlar takınarak Kürt halkına topu topu bunu öneriyorlar. Bugünkü tartışmanın düzenin tüm sıkışmışlığına rağmen böylesine dar bir çerçevede cereyan ediyor olması, esasen ortada etkili bir devrimci işçi hareketinin bulunmaması nedeniyledir. Sınıf bilinçli işçiler bu noktayı iyi kavramalıdırlar. Daha önce de vurgulamış olduğumuz gibi Kürt halkı tek samimi müttefikinden, demokrasinin de tek tutarlı savunucusundan henüz yoksundur ve burjuvazi tam da bu nedenle beklentileri bu denli düşürme rahatlığını kendinde bulabilmektedir. Ancak unutulmasın ki, devrimci bir işçi hareketi oluştuğu ölçüde ulusal sorunda burjuvazinin yarattığı bu dar çerçeve muhakkak ki kırılacaktır.
İşçi Devleti: Daha Baştan Sönmeye Yüz Tutmuş Bir Devlet Elif Çağlı
P
roleter devrimin hedefleri açısından devlet sorununu yerli yerine oturtabilmek için öncelikle şu genel çerçeveyi göz önünde bulundurmak gerekiyor: Devrimci Marksizm proletaryanın nihai amacını, sınıfsız, devletsiz, özgür üreticiler toplumuna ulaşmak olarak ifade eder. Ama bu hedefe varabilmek için proletaryanın kapitalizmden komünizme geçiş dönemi boyunca bir devlete, fakat daha baştan sönmeye yüz tutmuş, yeni tipte bir devlete gereksinimi vardır. Bu nitelikler proletarya diktatörlüğünün olası biçimlerinden birini değil, bizzat onun özünü, varoluş koşulunu belirler. Bu bölümde, Marksizmin kurucularının ve Lenin’in bu konuda çizmiş oldukları genel çerçevenin temel yönleri üzerinde durmak gerekiyor. Kendilerini “reel sosyalizm” olarak tanıtan bürokratik diktatörlüklerin peş peşe çöktüğü günümüz dünyasında, burjuvazinin ve küçük-burjuvazinin Marksizme yönelttikleri her türden ideolojik saldırılar karşısında, Marksizmin devrimci mevzilerinin savunulması gereği eski dönemlere oranla kat be kat artmış durumdadır. Burjuva ideolojisinin Marksizme açıktan açığa yönelttiği saldırılarından daha da tehlikeli olan durum, “bürokratizm eleştirisi” maskesinin ardına gizlenen sözde Marksist görünümlü ince, sinsi ideolojik kampanyalardır. Bu durumun tipik örneklerinden biri, bürokratik otoriteyi reddetmenin haklılığı ardına sığınarak, devrimci otorite gereksiniminin de inkâr edilmesidir. İşçi devriminin zorunlu bir unsurunu oluşturan devrimci otorite gereksiniminin, Marksist görünümlü siyasal akımlar tarafından bulanıklaştırılmaya çalışıldığı günümüzde, Engels’in konuya ilişkin şu önemli açılımını başa almakta yarar var: Demek ki, otorite ilkesinden mutlak olarak kötü ve özerklik ilkesinden de mutlak olarak iyi bir şey diye söz etmek saçmadır. Otorite ve özerklik, kapsamları toplum gelişmesi-
nin çeşitli evreleriyle birlikte değişen göreli şeylerdir. Eğer özerkçiler, gelecekteki toplumsal örgütlenmenin, otoriteyi, olsa olsa üretim koşullarının onu kaçınılmaz kılacağı sınırlar içersine hapsedeceğini söylemekle yetinselerdi, birbirimizi anlayabilirdik; ama onlar otoriteyi zorunlu kılan bütün olgulara gözlerini kapamışlar, hırsla sözcüğün kendisine saldırıyorlar. Anti-otoriterciler niçin siyasal otoriteye, devlete karşı çıkmakla yetinmiyorlar? Siyasal devletin ve onunla birlikte siyasal otoritenin de önümüzdeki toplumsal devrimin sonucu olarak yok olacağı, yani kamu işlevlerinin siyasal niteliklerini yitirecekleri ve toplumun gerçek çıkarlarını gözetmek olan basit yönetsel işlevler haline gelecekleri düşüncesini bütün sosyalistler paylaşmaktadırlar. Ama anti-otoriterciler, otoriter siyasal devletin, bir çırpıda, hatta onu yaratmış bulunan toplumsal koşullar yok olmazdan önce, ortadan kaldırılmasını istiyorlar. Bunlar, toplumsal devrimin ilk işinin otoritenin ortadan kaldırılması olmasını istiyorlar. Bu baylar hiçbir devrim görmüşler midir? Devrim, elbette ki, en otoriter olan şeydir; bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle ve toplarla –akla gelebilecek bütün otoriter araçlarla– dayattığı bir eylemdir; ve eğer muzaffer olan taraf yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini, silahlarının gericiler üzerinde yarattığı terör ile sürdürmelidir. Paris Komünü, silahlı halkın otoritesini burjuvaziye karşı kullanmamış olsaydı, bir gün olsun dayanabilir miydi? Tersine, Paris Komününü bundan yeterince yararlanmamış olmakla suçlamamız gerekmiyor mu?1
Engels, Alman Sosyal Demokratlarının (1875 tarihli) Gotha Program Taslağını eleştirmek üzere Bebel’e yazdığı mektubunda ise küçük-burjuva sosyalizmi anlayışının uzantısı olan “özgür halkçı devlet” maskaralığına değinir. Komünistlerin, geleceğe yönelik olarak programlarında devletin sönümlenmesinden söz edecek yerde, “özgür halkçı devlet” gibi hedeflerden söz etmesi, hem anarşistlerin haklı tepkilerine neden olmaktadır, hem de öz-
11
marksist tutum
gürlük ve devlet gibi, yan yana gelmemesi gereken kavramların bir arada kullanılması, hedefleri bulandırmaktadır. Şöyle der Engels: Devlet üzerine bu gibi gevezeliklere son vermek gerek, özellikle sözcüğün tam anlamıyla bir devlet olmamış olan Paris Komünü deneyiminden sonra. Daha Marx’ın Proudhon’a kitabından beri ve sonra da Komünist Parti Manifestosu’nda sosyalist toplumsal düzenin kurulmasıyla devletin kendiliğinden dağıldığı ve yok olduğu açıkça söylenmiş olmasına karşın, anarşistler yeteri kadar halkçı devleti kafamıza çalmış durmuşlardır. Devlet, savaşımda, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten söz etmek saçmadır: proletaryanın devlete gereksinmesi olduğu sürece, o, bunu, özgürlük için değil, hasımlarını altetmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır. Onun için biz, devlet sözcüğünün yerine, her yerde, topluluk (Gemeinwesen) gibi, Fransızca komünün karşılığı olan mükemmel eski bir Alman sözcüğünün kullanılmasını önermekteyiz.2
Bu açılımlardan da anlaşılacağı gibi, işçi devletini tanımlamak için “sosyalist devlet” veya “sosyalist demokrasi” kavramlarını kullanmak (eğer her bir sözcüğün anlamı üzerinde titizlikle durulacak olursa), yerinde değildir. Çünkü “devlet-demokrasi” ile “sosyalizm”, gerçekte iki ayrı tarihsel dönemi ifade eden deyimlerdir. Oysaki bunlar, sosyalizmi hedefleyen proletaryanın iktidardaki konumunu adlandırması bakımından zaman zaman kullanılagelmiştir. Ancak yine de sözcükleri tam yerli yerinde kullanmak istersek, proletarya diktatörlüğü dönemine ilişkin doğru kavram, “işçi komünü (sovyeti)” veya “işçi demokrasisi” olmalıdır. Marx ve Engels’in konuya dair kapsamlı çözümlemelerinin bazı önemli noktalarını Lenin’in yaklaşımları eşliğinde ele almak uygun olacaktır. Gotha Program Taslağının eleştirildiği iki metin3 üzerinde durarak, proleter devrimiyle devlet sorununun ilişkisi açısından önemli sonuçlar çıkartır Lenin. Engels’in Bebel’e yazılmış mektubunda yer alan açıklamalardan hareketle, devrimci Marksistleri anarşistlerden ve oportünistlerden ayıran belli başlı özellikleri şöyle sıralar: Anarşistlerden bizi ayıran şey, (a) devletin şu andaki kullanılışıdır vb. ve (b) proletaryanın devrimi sırasındaki kullanılışıdır (“proletarya diktatörlüğü”); bu şimdiden pratikte pek büyük önem taşıyan bir meseledir (işte Buharin’in unuttukları da bunlardır!) Oportünistlerden bizi ayıran daha derin, “daha ömürlü” gerçeklerdir: (aa) devletin “geçici” niteliği, (bb) şu anda devlet üzerine “gevezeliğin” zararlılığı, (cc) proletarya diktatörlüğünün tamamen devletçi olmayan niteliği, (dd) devletle özgürlük arasındaki çelişki, (ee) devlet yerine “topluluk” fikrinin (programda kavram terimi kullanılmaktadır) daha tam ve doğru olduğu, (ff) militarizmin ve bürokratik mekanizmanın “yıkılması”dır.4
Lenin Gotha Programının eleştirisiyle ilgili olarak, Engels’in mektubuyla Marx’ın kenar notlarını karşılaştır-
12
Ocak 2006 • sayı: 10
dığında dikkatini çeken bir noktaya işaret eder. Engels devlet sözcüğü yerine komün sözcüğünü önerirken, yani devlet sözcüğünü kullanmaktan kaçınırken, Marx “komünist toplumda geleceğin devleti”nden söz edebilmektedir. Lenin, ilk bakışta çelişki gibi görünen bu açılım incelendiğinde Marx ve Engels’in aslında çelişmediğinin, Marx’ın yalnızca gelecekte ne olabileceğinin ipuçlarını yakalamak amacıyla, koşullu olarak devlet sözcüğünü kullanmış olduğunun anlaşılabileceğini belirtir. Marx söz konusu çaba içinde iki noktaya değinmiştir: a) Geçiş döneminde, devletin, proletaryanın devrimci iktidarından başka bir şey olamayacağı, b) Komünist toplumda devletin hangi şekli alacağı. Burada “devlet” sözcüğü devletin varlığını sürdüreceği anlamında değil, geleceğinin ne olacağı anlamında kullanılmaktadır. Lenin devlet ve demokrasi olgusunun değişimini, başlıca üç tarihsel dönem itibarıyla (kapitalist toplum/geçiş dönemi/komünist toplum) ele almaktadır. Buna göre, geçiş dönemi, yani proletarya diktatörlüğü dönemi sona erip, komünist toplum dönemi yaşanmaya başlandığında, devletin ve dolayısıyla demokrasinin sönümlendiği bir özgürlük çağı açılmış olacaktır. Bu bağlamda Lenin’in, “özgürlük” ve “demokrasi” kavramlarının bazen birbirinin yerine kullanılmasının yanlışlığı üzerine düşmüş olduğu not da önemlidir: Çoğunlukla “özgürlük” ve “demokrasi” kavramlarının aynı anlama geldikleri kabul edilir ve sık sık birinin yerine öteki kullanılır. (Başlarında Kautsky, Plehanov ve avenesi olmak üzere) vülger Marksistler de bu konuda aynen böyle düşünmektedirler. Gerçekte ise demokrasi özgürlükle bağdaşmaz. Gelişmenin diyalektiği (ileriye doğru seyri) şöyledir: mutlakiyetten burjuva demokrasisine; burjuva demokrasisinden proleter demokrasisine; proleter demokrasisinden demokrasisizliğe.5
Lenin burada “demokrasisizlik” kavramıyla, devletin sönümleneceği ve devletsiz toplumun, yani gerçek anlamda özgürlüğün yaşanacağı tarihsel dönemi anlatmaktadır. Bu açıklamaların eşliğinde hatırlanması gereken en önemli nokta ise, resmi Marksizmin, yani Stalinizmin devlet sorununda yarattığı muazzam tahribattır. Marksizmi revize ederek, devletli bir sosyalizm anlayışına dayanak oluşturacak resmi bir ideoloji yaratan Stalinizm, proleter devrimiyle başlayan farklı tarihsel dönemleri iç içe geçirmiştir. Stalinizm, komünizmin alt aşaması olan ve sınıfsız-devletsiz topluma işaret eden sosyalizm dönemiyle, proletarya diktatörlüğü dönemini özdeşleştirmiş, sorunu tam bir bulamaca çevirmiştir. Bunun sonucunda sosyalizm, sınıflı ve devletin varlığını sürdürdüğü bir dönem olarak kavranmaya başlanmış ve bu anlayış, zihinlerden kazınması oldukça zor bir biçimde Türkiye sosyalist hareketine de yerleşmiştir. Stalinist ideolojinin “teorik” açılımlarını Marksizm olarak algılayanlar, Lenin’e, onun ne dediğini kavramak temelinde değil, tersine onun düşünce
Ocak 2006 • sayı: 10
ürünlerini Stalinizmin tahrifatlarıyla uyumlu hale getirmek üzere yaklaşmışlardır. Bu nedenle, Stalinist resmi ideolojinin yerleştirdiği kavramlardan kafalar arındırılmadıkça, Lenin’in çözümlemelerinin kavranılması olanaksızdır. Lenin’in açıklamalarında, kapitalizmden komünizme geçiş, yani devrimci dönüşümler dönemi ile sınıfsız toplum dönemi arasındaki ayrım net biçimde vurgulanmaktadır. Buna göre geçiş dönemi, proletarya diktatörlüğüne dayanan sınıflı ve “devletli” bir dönemdir. Ancak, işçi sınıfının örgütlediği devlet, eskiye oranla artık bir “yarı devlet”, “daha baştan sönmeye yüz tutmuş bir devlet”tir. Komünist toplum ise, gerek alt gerekse üst aşaması itibarıyla sınıfsız ve devletsiz bir toplumdur. Bu ayrımları daha ayrıntılı şekilde görebilmek ve birkaç hususu netleştirebilmek için bir de Lenin’in, Marx’ın Gotha Programını eleştirdiği pasajlardan hareketle çıkardığı kimi sonuçlar üzerinde duralım. Stalinizm, komünizmin alt aşaması olan ve sınıfsız-devletsiz topluma işaret eden sosyalizm dönemiyle, proletarya diktatörlüğü dönemini özdeşleştirmiş, sorunu tam bir bulamaca çevirmiştir. Bunun sonucunda sosyalizm, sınıflı ve devletin varlığını sürdürdüğü bir dönem olarak kavranmaya başlanmış ve bu anlayış, zihinlerden kazınması oldukça zor bir biçimde Türkiye sosyalist hareketine de yerleşmiştir. Lenin, geçiş dönemiyle komünist toplumun alt ve üst evrelerini birbirinden ayırt edebilmek amacıyla aşağıdaki üçlü ayrımı yapar: I- uzun süren doğum sancıları, II- komünist toplumun ilk evresi, III- komünist toplumun daha yüksek bir evresi6
Ve, Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’ndeki satırlara dayanarak, komünist toplumun alt ve üst evreleri arasındaki ayrımı kendi sözleriyle şöyle ifade eder: Alt (“birinci”) evre – tüketim eşyalarının bireylere onların topluma sağladıkları emek miktarına orantılı olarak dağıtılması. Dağıtımdaki eşitsizlik hâlâ hissedilir bir düzeydedir. “Burjuva hukukunun dar sınırları” henüz tamamen aşılmamıştır. Bu çok önemli!! Besbelli ki, (kısmen burjuva) hukuku varlığını sürdürdükçe, (kısmen-burjuva) devleti de tamamen ortadan kaybolmayacaktır. Burası çok önemli!! “Üst” evre – “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” Bu ne zaman mümkün olacaktır? (1) Kol ile kafa emeği arasındaki çelişkinin ortadan kalktığı, (2) emeğin hayatın başlıca bir doğal zorunluluğu haline geldiği (NB: çalışma alışkanlığı, zorlama olmaksızın bir norm haline geliyor!!) (3) üretici güçlerin ileri derecede geliştiği bir aşamada. Besbelli ki devletin tamamen yok olup gitmesi ancak bu en yüksek aşamada mümkündür. Bu konu önemlidir.7
marksist tutum
Daha önceki satırlarda Lenin, burjuva devletten niteliksel farkını belirtebilmek amacıyla, daha baştan sönmeye yüz tutmuş tipte bir devlet olan işçi devletini bir yarı devlet olarak tanımlamaktaydı. Bu tanımlama proletarya diktatörlüğü dönemine ilişkindir. Yukarda aktardığımız son satırlarda ise, komünist toplumun alt ve üst evrelerinin özelliklerini birbirinden ayırt edebilmek amacıyla bazı saptamalar yapmaktadır. Alt aşamada henüz burjuva hukukunun dar ufkunun tam olarak aşılamadığını belirtmek amacıyla “kısmen burjuva hukuk”, “kısmen burjuva devlet” tanımlamalarına başvurmaktadır. Hemen belirtelim ki, bu tanımlamalar proletarya diktatörlüğü dönemiyle karıştırılmamalıdır. Lenin burada tıpkı Marx’ın yaptığı gibi, devlet olgusunun geleceğine ilişkin ipuçlarını aramaktadır. Gerçek yaşamda eşitsiz olan bireylere, komünizmin alt aşamasında “eşit emek miktarına göre eşit pay” verilmesinin, kelimenin gerçek anlamında “hak-hukuk” kavramları açısından nasıl ifade edilebileceğini sorgulamaktadır. Marx’ın da işaret ettiği üzere, bu durumun henüz “burjuva hukukun dar ufkunun” tamamen aşılamaması anlamına geleceğini belirtir. Gerçek eşitlikten söz edilebilmesi ve burjuva hukukunun dar ufkunun aşılabilmesi için, gerçek yaşamda eşitsiz durumda bulunan bireylere eşit olmayan payların dağıtılmasının, yani herkesten yeteneğine göre istenirken, herkese ihtiyacına göre verilebileceği bir bolluk düzeyine ulaşılmasının zorunlu olduğunu vurgular. İşte, “kısmen burjuva hukuk”, “kısmen burjuva devlet” kavramlarıyla ifade etmeye çalıştığı gerçeklik, henüz toplumun böyle bir bolluk durumuna ulaşamamış bulunacağı alt aşamanın görece “eşitsizlik” durumuyla ilgilidir. Bir başka deyişle Lenin, alt aşamada henüz burjuva hukukunun eşitlik anlayışının aşılamamış oluşunu, yani eşit çalışana eşit pay verilmesini, burjuva hukukunun kalıntılarının henüz tamamen ortadan kaldırılamamış olması vurgusuyla anlatmaktadır. Sonuç olarak onun “kısmen …” kavramıyla kastettiği budur ve hiçbir şekilde komünist toplumun alt aşamasının, yani sosyalizm döneminin devletli bir dönem olduğu, devletin ancak bundan sonra sönümlenmeye geçebileceği şeklinde yorumlanamaz. Fakat öte yandan şunu da belirtmek gerekir ki, Lenin’in “kısmen burjuva hukuk” derken buna bir de “kısmen burjuva devlet” ibaresini eklemesi konuyu daha açık hale getirmemiş, tersine karıştırmıştır. Çünkü Marx burada hukuk kavramını kullanırken, bir burjuva hak anlayışı olan “eşdeğerlerin değişimi” ilkesinin henüz devam ettiğini belirtmekten öte bir amaç gütmemiştir. Kaldı ki Marx’ın bu hususu vurgulamasının nedeni, kendi döneminin küçük-burjuva sosyalistlerini, örneğin Lassalle’ın “eşitlik” anlayışını eleştirme ihtiyacıdır. Zira küçük-burjuvazinin arzuladığı nihai eşitlik hedefi, burjuva ideolojisinin egemenliği altında biçimlenmiş olan ve son tahlilde kapitalizmin sınırlarını aşmayan dar bir kapsama sahiptir. O nedenle de Marx, gerçek yaşamda var olan eşitsizlikle-
13
marksist tutum
ri hesaba katmayan bu küçük-burjuva eşitlik anlayışının sınırlılığına dikkat çekerek, bilimsel komünizmin eşitlik anlayışının, küçük-burjuvazininkinden farkını belirtmiştir. Fakat, önemli bir felsefi kavrayışa ilişkin Marx’ın bu açılımının, biçimsel anlamda bir hukuk düzenlemesine ya da devlet düzenine indirgenmesi tamamen yanlıştır. Zira, komünizmin ilk aşamasında “devlet” sorununun nasıl ele alınabileceği Marx ve Engels tarafından çok açık biçimde ortaya konulmuştur. Proletarya diktatörlüğü dönemi (geçiş dönemi) boyunca proletarya, tüm sınıflarla birlikte, kendisini de bir sınıf olarak ortadan kaldırma hedefine doğru ilerlemek zorundadır. Eğer proletarya bu tarihsel misyonunu başarıyla yerine getirebilirse, sınıfların ortadan kalktığı, sınıf savaşımının son bulduğu ve böylelikle proletarya diktatörlüğünün tarihsel misyonunun tamamlandığı yeni bir evreye ulaşacaktır. Bu evrede artık proletarya diktatörlüğü (devlet) öz işlevini (siyasal niteliğini) tamamen yitirir, gereksizleşir ve sönümlenir. Marx ve Engels’in dediği gibi: Gelişimin akışı içersinde sınıf ayrımları kalktığında ve üretim tüm ulusun geniş bir birliğinin ellerinde yoğunlaştığında, kamu gücü siyasal niteliğini yitirecektir.… Sınıflarıyla ve sınıf karşıtlıklarıyla birlikte eski burjuva toplumun yerini, kişinin özgür gelişiminin, herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu bir birlik alacaktır.8
Bu moment, devletten devletsizliğe geçişin tamamlandığı ve yeni bir dönemin (komünizmin) başladığının ifadesidir. Marx’ın “komünizmin alt evresi” dediği, Engels ve Lenin’in sosyalizm diye adlandırdığı tarihsel evre budur işte. Sınıfların olmadığı, meta üretiminin ortadan kalktığı, devletin tamamen sönümlendiği, üretimin ve sosyal yaşamın tüm alanlarında özgür üreticiler topluluklarının doğrudan karar verdikleri ve uyguladıkları bir yaşam tarzı. Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’nde açımladığı komünizmin alt aşaması (sosyalizm), işte böyle bir tarihsel-toplumsal evreyi anlatır. Ve bu anlamda proletarya diktatörlüğü döneminden nitelikçe farklı, yeni bir tarihsel dönemin başlangıcıdır sosyalizm. Geçiş döneminde devletin niteliğindeki değişimle birlikte demokrasinin uğradığı niteliksel değişikliği ise şöyle ifade eder Lenin: Halkın engin çoğunluğu için demokrasi ve sömürücüler için zor aracılığıyla baskı, yani demokrasinin dışına atılmak; kapitalizmden komünizme geçiş sırasında demokrasinin uğradığı değişiklik, işte böyle bir değişikliktir.9
Proletarya diktatörlüğü dönemi tarihsel açıdan, sınıfları ortadan kaldırmakla yükümlü bir dönemdir. Ve bu kuşkusuz, ulusal ölçekte değil, uluslararası ölçekte düşünülmesi gereken bir olgudur. Proleter devrimin ulusal sınırlar içinde elde ettiği görece bir başarı ve ulusal sınırlar içinde bir proleter iktidarın kurulması, kapitalistlerin direncinin nihai olarak kırıldığı anlamına gelmez henüz. Çünkü kapitalistlerin direnci ulusal ölçekle sınırlı değildir. Kapitalizmin bir dünya sistemi olması, kapitalist sınıfın da dünya
14
Ocak 2006 • sayı: 10
ölçeğinde düşünülmesini gerektirir. Tıpkı proletarya gibi. O halde kapitalizmin egemenliği dünya ölçeğinde yıkılmadıkça, ulusal düzeyde iktidarı alan proletaryanın zaferi henüz nihai bir zafer sayılamaz. Bu koşullarda proletaryanın egemenliğini koruyabilmesi ulusal düzeyde bir sorun değildir, dünya devriminin ilerleyişine bağlıdır. Bu nedenle de geçiş dönemi dünya arenasında tamamlanabilir ve bu tarihsel döneme denk düşen proletarya diktatörlüğü gereksinimi, kapitalizm dünya ölçeğinde tasfiye edilinceye dek devam eder. Demek ki proletaryanın önce tüm toplumu proleterleştirmesi ve böylece hem diğer sınıfları, hem de bizzat kendini bir sınıf olarak ortadan kaldırması, yani toplumsal sınıfların tasfiyesi, dünya ölçeğindeki bir tarihsel dönemin (geçiş döneminin) sorunudur. Proletarya diktatörlüğü döneminde, demokrasi toplumun engin çoğunluğu için bir gerçeklik olsa bile, henüz baskı altında tutulması, direnci kırılması gerekenler olduğu sürece “özgürlük”ten söz etmek doğru değildir. Proletarya diktatörlüğü döneminin artık tarihsel misyonunu tüketip, dünyada sınıfsız toplum düzeninin yaşanmasının olanaklı olacağı durumda ise, bu kez baskı altına alınması, direncinin kırılması gereken bir toplumsal sınıf kalmadığı için, devlet tamamen sönümlenecektir. İşte ancak o zaman özgürlükten söz etmek mümkün olacaktır. Ya da aynı şeyi demokrasi olgusu açısından ifade edecek olursak, gerçekten tam, gerçekten hiçbir istisna tanımayan bir demokrasinin gerçekleştiği ve böylece bir yönetim tarzı olarak tarihsel işlevini tüketmiş olan demokrasinin de sönümlendiği bir özgürlük toplumu içinde yaşanmaya başlanacaktır. Marx’ın “geçiş dönemi” (proletarya diktatörlüğü dönemi) ifadesiyle, sınıfsız toplumun doğum sürecini kastetmiş olduğu gerçeğini çarpıtan Stalinizm, bu doğum sürecinin kendisini sınıfsız toplumun alt aşaması, yani sosyalizm dönemi olarak teorize etmiştir. Toplumsal düzenler açısından, yeni bir düzenin doğuşu uzun ve sancılı bir süreçtir. Hele ki sınıflı toplumlardan sınıfsız topluma geçişi düşünecek olursak, bunun kendinden önceki çağlara oranla ne denli muazzam bir tarihsel değişikliği içerdiği de açıktır. Böyle iken, Stalinizm bu devasa tarihsel sorunu, tek bir ülkede proletaryanın iktidarının kurulması ile tamamlanan ve siyasal devrimin hemen ertesinde sosyalizmin yaşanmaya başlandığı bir oldu-bitti gibi hafife indirgemiştir. Sosyalizm açısından henüz daha doğum gerçekleşmemişken, bugüne dek yaşananların sosyalizmin pratiği açısından yargılanması, Stalinizmin yarattığı tahrifatın sonucudur. Kuşkusuz bu tahrifat, koca bir tarihsel konjonktüre damgasını vuran ve yıkıcı etkilerinin daha uzun bir süre hissedileceği sonuçlarıyla bir toplumsal karabasan düzeyindedir. Stalinist bürokratik egemenlik düşünsel dayanağını, bir zamanlar Marx’ın, Engels’in kıyasıya eleştirdiği Lassalcı küçük-burjuva sosyalizm anlayışında bulmuştur. Ulusal sınırlar içinde burjuva iktidarının yıkılması ve üretim araçlarının devletleştirilmesiyle yaşanmaya başlanan
Ocak 2006 • sayı: 10
marksist tutum
bir dönem, sosyalizm dönemi olarak ifade edilince, Marksizmin kurucularının ve Lenin’in “evrensel ölçekte uzun ve sancılı bir doğum dönemi” olarak betimledikleri geçiş dönemi, “tek ülkede geçiş” düzeyine indirgenmiş olmaktadır. Oysaki, sorunun püf noktası tam da burasıdır. Tek ülkede sosyalizmin olanaksızlığını sergileyen devrimci Marksizm, böylece kapitalizmden komünizme geçiş döneminin de ulusal sınırlılık içinde algılanamayacağını ortaya koymuş bulunmaktadır. Bir başka deyişle, tek tek ülkelerde kurulan birbirinden yalıtık proletarya iktidarlarıyla geçiş döneminin ulusal ölçekte tamamlanabileceğini düşünmek, tek ülkede sosyalizmin olanaklılığını iddia etmekle aynı şeydir. Devrimci Marksizmin önderleri, insanlığın sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum düzeni yaratma uğrunda yürüteceği kavganın ne denli zor, uzun süreli ve kökten değişimi gerektiren bir içeriğe sahip olacağını her fırsatta vurguladılar. Küçük-burjuva ütopizminin, devasa tarihsel sorunları hafife indirgeyen mantalitesiyle arasına kesin bir sınır çizgisi çeken Marksizm, geleceğe yönelik öngörülerini bilimsel titizlik temeline oturttu. Kapitalist dünya sisteminin yıkılmasından sonra bile, insanlığın bu yıkılışın hemen akabinde, özlemini duyduğu sınıfsız toplum düzenini gelişmiş biçimiyle yaşayamayacağını açıklama gereği duydu. Marx bu nedenle –ama sadece bu nedenle– komünist toplum düzenine ilişkin öngörülerini, onun alt ve üst aşamaları itibarıyla ifade etmeye çalıştı. Henüz uzun ve sancılı doğum sürecinin izlerini taşıyan, yani kapitalist toplumun içinden çıktığı biçimiyle bir komünist toplum olabilecek olan “alt aşama” ile, böyle bir dönemin yaşanması sayesinde, artık kendine özgü temeller üzerinde gelişecek “üst aşama”yı ayırt etti.
Ama asıl olarak komünist toplum, kendi gelişim sürecinin alt aşamalarından daha yüksek aşamalarına evrimsel yoldan ilerleme olanaklarına ve kapasitesine sahip bir sosyo-ekonomik formasyondur. Marx komünist toplumun temel özelliklerini ifade ederken, onun hem alt hem de üst evrelerini bütünsel bir süreç olarak ele almış ve bu tarihsel dönemi (komünizmi) sınıfsız, devletsiz ve meta ilişkisiz bir toplumsal yaşayış dönemi olarak nitelendirmiştir. Yine aynı şekilde komünizmin alt evresi (sosyalizm) ile üst evresi arasındaki farkı anlatırken, bunları iki ayrı niteliksel moment olarak değil, tek bir niteliğin (komünizmin) iki ayrı olgunluk düzeyi olarak anlatmıştır. (Yazarımızın Marksizmin Işığında adlı kitabından alınmıştır.) ———————————————— 1 Engels, “Otorite Üzerine”, Seçme Yapıtlar, c.2, Sol Yay., Temmuz 1977, s.451-452 2 Engels, Seçme Yapıtlar, c.3, s.42 3 Söz konusu iki metin, Engels’ten Bebel’e yazılmış 28.3.1875 tarihli mektup ile Marx’tan Bracke’ye yazılmış ve Gotha Programının eleştirisine ilişkin kenar notlarını içeren 5.5.1875 tarihli mektuplardır. 4 Lenin, “Gotha Programının Eleştirisi Üzerine”, Marx ve Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi içinde, Sol Yay., Kasım 1969, s.141 5 Lenin, “Gotha Programının Eleştirisi Üzerine”, s.139-140 6 Lenin, Marksizm Devlet Üzerine, Öncü Yay., 1975, s.39 7 Lenin, age, s.40-41 8 Marx ve Engels, “Komünist Manifesto”, Seçme Yapıtlar, c.1, s.155 9 Lenin, Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yay., Mart 1976, s.99
MARKSİZMİN IŞIĞINDA bir tarihsel dönemin sorgulanması Elif Çağlı Marx’ın bilimsel sosyalizm kuramı, “tek ülkede sosyalizm”in olabilirliğini içermekte midir? Marx’ın teorisinde, komünizm dışında ayrıca “sosyalizm” diye, kendi başına bir bütünlük oluşturan bağımsız bir sosyo-ekonomik formasyon var mıdır? Toplumun sosyalist örgütlenmesi (sınıfsız toplum) ile aynı anda bir “ulusdevlet”in varlığı bağdaşabilir mi? Profesyonel ordusu ve polisiyle, adli ve idari mekanizmasıyla, bürokratik tarzda örgütlenmiş bir devlet, işçi sınıfı “adına” hareket ediyor olsa bile, eğer işçiler yönetemiyorsa, orada gerçekten bir işçi demokrasisi işleyebilir mi; ya da böyle bir “işçi” devletinde gerçek egemenlik işçilerde mi yoksa başkalarında mı olur? İşte bu kitapta, yazarın bu ve benzeri teorik sorunlara Marksist yöntemle verdiği yanıtları bulacaksınız. (2. baskı, Haziran 2005, 266 sayfa, 10 YTL)
15
1917 Şubat devriminden sonra toplanan I. Fabrika Komiteleri Konferansının delegeleri
İşçi Denetimi Nedir, Ne Değildir? İlkay Meriç Bolşevikler işçi denetimini hiçbir zaman devrimden bağımsız, kalıcı, kendinden menkul bir uygulama, slogan ya da talep olarak görmediler. Bolşevikler için işçi denetimi sloganı da diğer geçiş talepleri gibi, proletaryayı iktidarı alma yolunda birleştirmeye, ileri itmeye ve gerçek işçi yönetimine hazırlamaya hizmet ediyordu.
16
S
on dönemlerde Venezuela’da yaşanan bazı devletleştirme örnekleri ve “işçi denetimi”, “işçi yönetimi” gibi kavramlarla adlandırılan uygulamalar, sosyalistler arasında büyük bir kafa karışıklığının ve türlü yanılsamaların doğmasına yol açabilmektedir. Burjuva devlet altında gerçekleştirilen bazı uygulamaların (Venezuela’da “ortak yönetim” diye dillendirilen örnekte olduğu gibi) işçi yönetimi ve işçi denetimi olarak sunulması, gerçekte farklı düzeydeki olguların iç içe geçirilerek tam bir bulanıklık yaratılmasından başka bir şey değildir. Esasen bu reformist bir anlayışın sonucudur. Bu reformist anlayış, gerçekleştirilen uygulamalara olduğundan fazla anlamlar yükleyerek abartır ve bunları iktidarın işçi sınıfı tarafından alınmasının ilk adımları, “sosyalizme” doğru gidişin köşe taşları olarak değerlendirir. Bu karmaşa tablosunda kimi Troçkistlerin de rolü bulunmaktadır. Üstelik bu, işçi denetimi sloganını tıpkı Lenin’in ve Lenin dönemi Komintern’inin ortaya koyduğu gibi bir geçiş talebi olarak savunan, yaratılan karışıklığı her fırsatta gidermeye çalışan ve meseleye yanılsamaya yer bırakmayacak netlikte yaklaşan Troçki’ye rağmen böyledir. Reformist anlayış, işçi denetiminin devrimci ve militan özünü boşaltarak kapitalizm altında uygulanabilecek bürokratik bir plana indirger. Onu, devrimci geçiş döneminde işçi sınıfının üretimi denetlemesi olgusu olmaktan çıkartır ve olağan kapitalist işleyiş koşullarında sendikaların doğal mücadele alanlarına giren konularla (işçi alımı ve çıkarılması, ücretlerin yükseltilmesi, çalışma koşullarının iyileştirilmesi vb.) sınırlamaya çalışır. Kuşkusuz bu anlayışın Bolşevik anlayışla en ufak bir benzerliği bulunmamaktadır. Reformist yaklaşımın tipik örneklerinden biri, Venezuela’da bir süredir yaşanan ve “cogestion” olarak adlandırılan uygulamaların nitelendirilişinde ortaya çıkan durumdur. Bu uygulamalar, aslında Marksizmin anladığı anlamda bir işçi denetimi ya da yönetimine hiç de karşılık gelmediği halde, böyleymiş gibi gösterilebilmektedir. Bizler işçi denetimi uygulaması hakkında yol gösterici tek doğru tutumun, Bolşeviklerin bu konudaki tavırları ve Marksist yaklaşım
Ocak 2006 • sayı: 10
tarzları olduğunu düşünüyoruz. Bu tarz doğru kavrandığında, sözünü ettiğimiz kavram kargaşası da ortadan kalkacak, her somut olay, abartılmaksızın ya da küçümsenmeksizin, nesnel gerçekliği içinde algılanıp değerlendirilebilecektir.
İşçi denetimi ve devrimci durum İşçilerin büyük bir ayaklanmayla ve grev dalgasıyla Çarlığı tarihe gömdükleri 1917 Şubat devrimi, Rusya’da işçi sınıfını yeni bir olguyla, işçi denetimi olgusuyla tanıştırmıştı. Devrimi izleyen günlerde ülkenin bütün büyük sanayi merkezlerinde fabrika komiteleri kurulmuştu. Kısa bir süre zarfında ortaya çıkıp alabildiğine yaygınlaşan işçi, köylü ve asker sovyetleri burjuva hükümete karşı politik bir iktidar odağını temsil ederken, fabrika komiteleri de fabrikalarda ekonomik ikili iktidarın araçları haline gelmişlerdi. Bu dönemde işverenlerin hammadde ve yakıt kıtlığı gibi bahanelerle, ama esas olarak devrimi sabote etmek için işyerlerini kapatmaları ve on binlerce işçiyi sokağa dökmeleri genel bir hal almıştı. Bu durum savaşın yarattığı yıkımı işçiler açısından iyice katlanılmaz hale getirmiş, proletarya büyük bir kıtlık tehdidiyle karşı karşıya kalmıştı. İşte Lenin önderliğindeki Bolşevikler, işyeri komiteleri, sovyetler ve sendikalar aracılığıyla yürütülecek işçi denetimi sloganını böyle bir atmosferde, Ekim’e giden süreçte işçiler açısından yaşamsal öneme sahip bir slogan olarak yükselttiler. Lenin Mayıs sonunda yazdığı Kaçınılmaz Felâket ve Ölçüsüz Vaatler adlı makalesinde, burjuvazinin üretimi sabote etmesi karşısında Rusya’nın kaçınılmaz bir ekonomik yıkım ve felâketle yüz yüze bulunduğuna dikkat çekiyordu. Bu yıkımdan ülkeyi kurtaracak tek sınıfın işçi sınıfı olduğunu vurguluyor, bütün banka ve kredi kurumlarının tek bir ulusal çatı altında toplanarak işçi denetimine açılması, fabrika ve işletmelerde defterlerin ve belgelerin işçi denetimine verilmesi çağrısında bulunuyordu: “İşçiler hem de mutlaka bizzat işçiler tarafından gerçek bir denetimin derhal gerçekleştirilmesini talep etmelidir. Davanın başarısı için, felâketten kurtuluş için temel önkoşul budur. Eğer bu önkoşul yoksa, başka her şey dolandırıcılıktır.”1 Rusya’da Şubat-Ekim arasını kapsayan bu dönem, başlamış ama tamamlanmamış bir devrim dönemiydi. Nitekim tarihe baktığımızda, işçi denetimi uygulamalarının daima başlayan bir devrimin ilerleyişi içinde yaygınlık kazandığını görürüz. Üretimde (fabrika ve işyerlerinde) işçi denetimi vasıtasıyla ortaya çıkan ikili iktidar durumu, bu dönemlerin en temel özelliklerinden biridir. 1917 Rusya’sının yanı sıra, 1918 Almanya’sı, 1936 İspanya’sı ve 1974 Portekiz’i bunun tipik örneklerindendir. Nitekim işçi denetimi sloganının genel bir uygulama çağrısı olarak yükseltildiği durumların ortak özelliği, bunların devrim süreçleri oluşudur. Bu husus doğru kavranmadığı takdirde, böyle bir sürecin yaşanmadığı durumlarda şu ya da bu fabrikada tekil ve kısa süreli örnekler olarak
marksist tutum
kalan veya bir propaganda sloganı olarak yükseltilen “işçi denetimi” ile, işçi sınıfının iktidarı almaya hazırlanması kapsamında fiilen uygulamaya giriştiği işçi denetimi arasındaki fark güme gidecektir. Rusya’ya dönecek olursak, o dönemde işçi denetiminin uygulandığı fabrikalarda, fabrika yönetimleri, tüm resmi belgelerin, üretim stoklarının ve fabrikaya girip çıkan malların dökümünü fabrika komitesine vermek zorunda bırakılmıştı. Fabrikalarda tam anlamıyla ikili iktidar durumu söz konusuydu. Ağustosta toplanan İkinci Petrograd Fabrika Komiteleri Konferansında alınan kararlardan bazıları şunlardı: Komitelerin çalışma saatleri içinde ve yine komitelerin belirlediği günlerde toplanması, patronların komite işleriyle uğraşan üyelere bu süreler için tam ücret ödemeleri, idari personelin komitelerce denetlenmesi ve işçilerle normal ilişki kurmayanların işten çıkartılması, çalışma saatlerinin, ücretlerin, tatillerin vs. komitelerce belirlenmesi, işe almalar ve işten çıkarmaların komitenin rızası olmaksızın yapılamayacağı. Ne var ki burjuvazi bu durumdan hiç hoşnut değildi ve Ağustos ayında Menşevik Çalışma Bakanı Skobelev bir genelge yayınlayarak fabrika komitelerine meydan okudu. Genelgeye göre, komiteler iş saatleri dışında toplanacak, komitede görevli olanlar işe gelmediklerinde ücretleri kesilebilecekti. Birkaç gün arayla yayınlanan bir başka genelge ise, işe alma ve işten çıkarma yetkisinin sadece işletme sahiplerine ait olduğunu duyuruyordu. Devrim, gerçek Marksistlerle reformist hainleri, işçi sınıfının gerçek temsilcileriyle, onun içindeki burjuva ajanları birbirinden ayıran bir turnusol kâğıdı işlevini görüyordu. Burjuvazinin kendini daha güçlü hissettiği ve bu nedenle de kendine güvendiği aşamalarda gerçek yüzlerini sosyalizm maskesi ardına saklamayı başarabilenler, sınıf mücadelesi keskinleştikçe ve belirleyici an yaklaştıkça maskelerinden sıyrılıvermişlerdi. Reformizmle devrimciliği birbirinden ayıran bu canlı devrim testi, 1917 Rusya’sında nasıl pratik bir işlev gördüyse bugün de aynı pratik işleve sahiptir.
İşçi denetiminin geçişsel ve geçici niteliği Bolşevikler işçi denetimini hiçbir zaman devrimden bağımsız, kalıcı, kendinden menkul bir uygulama, slogan ya da talep olarak görmediler. Bolşevikler için işçi denetimi sloganı da diğer geçiş talepleri gibi, proletaryayı iktidarı alma yolunda birleştirmeye, ileri itmeye ve gerçek işçi yönetimine hazırlamaya hizmet ediyordu. Troçki’nin aşağıdaki satırları bu talebin geçişsel mantığını özetlemektedir: “Üretimin kontrolü için bir kere yola çıktıktan sonra, proletarya kaçınılmaz bir şekilde, iktidarın ve üretim araçlarının ele geçirilmesi yönünde hızla ilerleyecektir. Kredi, hammadde, pazar sorunları, derhal kontrolü bireysel işletmenin sınırlarının dışına taşıracaktır. … İşçi kontrolü rejiminin özünde uzlaşmaz olan çelişkileri, kontrolün alanı ve
17
Ocak 2006 • sayı: 10
marksist tutum
İşçi denetimi sloganının genel bir uygulama çağrısı olarak yükseltildiği durumların ortak özelliği, bunların devrim süreçleri oluşudur. Bu husus doğru kavranmadığı takdirde, böyle bir sürecin yaşanmadığı durumlarda şu ya da bu fabrikada tekil ve kısa süreli örnekler olarak kalan veya bir propaganda sloganı olarak yükseltilen “işçi denetimi” ile, işçi sınıfının iktidarı almaya hazırlanması kapsamında fiilen uygulamaya giriştiği işçi denetimi arasındaki fark güme gidecektir. netiminin ne olduğunu yukarıda anlatmaya çalıştık: Devrim süreçlerinde, burjuvalara ya da burjuva devlete ait fabrikalarda, işçilerin mal giriş çıkışını, stokları, tüm resmi belgeleri, ticari defterleri, bir fabrika komitesi aracılığıyla denetlediği ve bunun alabildiğine yaygın bir hal teşkil ettiği bir olağanüstü durum. Şubat-Ekim arasındaki süreçte Rusya’da da görüldüğü gibi, bu temelde başlayan işçi denetimi, işçi alımı ve çıkarılmasını, ücretleri, çalışma saatlerini, idari personeli seçebilmeyi vb. kapsayacak şekilde genişleyip, işçi yönetimine doğru ilerleme potansiyeline sahiptir. Bu durumun bir adım ötesi, işçilerin fabrikalarda sadece denetleme işiyle yetinmeyip tüm yönetimi ele geçirmeye başlamaları, daha açık bir ifadeyle fabrikalara el koyup patronları kapı dışarı etmeleridir. Fakat açıktır ki, ekonomiye kapitalist işleyiş hâkim olduğu sürece bu durumun genel bir hal alması mümkün değildir. Tam da bu nedenle, gerçek bir işçi yönetimi anlamına gelecek böyle bir durum, ancak işçi sınıfının iktidarı ele geçirerek ekonominin kapitalist işleyişine son vermesiyle hayata geçirilebilir. Bu durumda tüm üretimin yönetimi kolektif olarak işçi sınıfının eline geçecektir. Artık tek tek fabrikalarda işçi yönetimi değil, tüm ekonominin işçilerce yönetilmesi söz konusu olacaktır. İşte işçi yönetimi ancak o zaman gerçek anlamına kavuşabilir, kalıcı ve istikrarlı bir şekilde uygulanabilir. Troçki denetimle yönetimi birbirine karıştıranlara karşı şunları söylüyordu: “İşçi kontrolü tek tek fabrikalarda başlar. Kontrolü uygulayacak olan organ fabrika komitesidir. Fabrikalardaki kontrol organları, sanayilerin kendi aralarındaki ekonomik bağlara uygun düşen bir şekilde birleşirler. Bu aşamada henüz genel bir ekonomik plan yoktur. … Buna karşılık sanayinin işçilerce yönetilmesi, özellikle ilk adımlarında, yukardan başlar, çünkü devlet gücünden ve genel ekonomik plandan bağımsız değildir. Yönetimin organları fabrika komiteleri değil, merkezileşmiş sovyetlerdir. Fabrika komitelerinin rolü yine önemlidir elbet. Ama sanayinin yönetilmesi alanında önde gelen bir role değil, yardımcı bir role sahip-
2001’deki ayaklanma sonrasında Arjantin’de işçiler kapatılan fabrikaları işgal etmeye başlamışlardı
görevleri genişlediği ölçüde keskinleşecek ve dayanılmaz bir hale gelecektir.”2 Bolşevikler, işçi denetimini kapitalizmle bağdaşmayacak, onun sınırlarını zorlayacak ve uzlaşmaz çelişkileri alabildiğine keskinleştirecek bir uygulama olarak değerlendirdiler. Bu şekliyle ancak proleter devrimlerde rastlanabilecek bu çelişkili durumun sürgit devam edemeyeceği hususu onlar için çok açıktı. Çelişki eninde sonunda çözülecekti: ya burjuvazinin lehine ya da proletaryanın. Aşikâr ki, proletarya lehine bir çözüm, onun burjuva devlet aygıtını yıkarak iktidarı kendi eline alması demekti. İşte Bolşeviklerin tüm çabası, çelişkileri bu çözüm doğrultusunda keskinleştirmek ve zorlamak olmuştur. Ancak proleter devrim dönemlerinde yaygınlık kazanabilecek işçi denetimi uygulamasının, özü gereği geçici olacağı da ortadadır. Çünkü sınıf çatışmasının alabildiğine kızıştığı durumlar eninde sonunda şu ya da bu sınıfın baskın çıkmasıyla sona erer. İşçi sınıfının hedefi tüm üretimin ve tüm devlet aygıtının yönetimini ellerine almaktır, denetimle yetinmek değil! İşçi denetimi uygulamasını olağan kapitalist işleyiş altında sendikaların şu ya da bu düzeyde “yönetime katılımı” şeklinde sulandırmak, her şeyden önce bu geçiş talebinin devrimci doğasına tamamen aykırıdır. Böyle bir çarpıtma halinde söz konusu olan, sınıf mücadelesinin ilerletilmesi değil, olsa olsa sınıf işbirliği olabilir. Nitekim İngiltere, Almanya gibi çeşitli Avrupa ülkelerinde bunun türlü örnekleri görülmüştür. Bunların tümünde ortak olan husus, işçilerin sermaye üzerindeki denetimi değil, sendikal bürokrasiyle sermaye arasındaki işbirliği ve uzlaşmadır.
İşçi yönetimi Sorunun bir başka boyutunu ise, işçi denetiminin işçi yönetimiyle karıştırılması ve bu iki kavramın özensiz bir biçimde birbiri yerine kullanılması oluşturmaktadır. İşçi de-
18
Ocak 2006 • sayı: 10
tir artık.”3 Özetleyecek olursak, işçi denetimi fabrika komiteleri aracılığıyla uygulanmaya başlanırken, tüm ekonominin işçilerce yönetimi işçi sınıfının merkezileşmiş sovyetleri tarafından, merkezi bir ekonomik plan dahilinde uygulanabilir. Kapitalizmle asla bağdaşamaz olan işçi yönetimi, ancak işçi devleti altında hayata geçirilebilir. Zira Marksistler için işçi devletinin kendisi zaten her alanda işçi yönetimi demektir. Ve bunun organları da hiç kuşkusuz işçi sınıfının özyönetim organları olan sovyetlerdir.
“Ortak yönetim” ya da “işçi katılımı” Avrupa sosyal demokrasisi tarafından yıllardır sanki işçi denetimi ya da işçi yönetimiymiş gibi gösterilmeye çalışılan uygulamalar (“ortak yönetim” ya da “işçi katılımı”) birer burjuva kandırmacadır. Genellikle sendika bürokrasisiyle burjuvazi arasında şu ya da bu şekilde yapılan yasal anlaşmalara binaen uygulanan bu sistemin burjuva düzeni ya da tek tek burjuvaların fabrikalarındaki düzenini tehdit eden bir yönü yoktur. Burjuvazinin gerçek sırlarının, yani ticari sırlarının sonuna kadar saklı kaldığı bu sistemde, işçiler genellikle uzlaşmacı sendikalar ya da işçi temsilcileri aracılığıyla, oluşturulan bir “denetim kuruluna” dahil edilirler. Hatta bunlar yüklü paralar karşılığı, göstermelik yetkilerle yönetim kurullarına dahi sokulurlar. Örneğin Almanya’da İkinci Dünya Savaşını izleyen dönemde, yıkılan ekonomiyi yeniden ayağa kaldırmak için tam da bu uygulamaya başvurulmuş, sendikalar ve fabrika komiteleri sınıf işbirliğinin araçları haline getirilmişler ve bu sayede üretimde muazzam artışlar kaydedilmişti. Pek çok örnekte, burjuvazinin, yükselen işçi hareketini bastırmak ve gerçek bir işçi denetiminin yollarını tıkamak için de bu tür taktiklere başvurduğunu görürüz. Meselâ 70’lerde Avrupa’da gündeme gelen “işçi denetimi” ya da “sınai demokrasi” düşüncesi tam da bu amaçla tartışmaya açılmıştır. Çeşitli Avrupa ülkelerinde grevlerin bir dalga halinde yayıldığı bu yıllarda, burjuva ideologlar “sosyal ortaklık” adı altındaki uygulamayla bir yandan işçi hareketini sendika bürokrasisi aracılığıyla denetim altına almayı, bir yandan da işçilerin verimini, yani onlardan sızdıracakları artı-değeri yükseltmeyi
marksist tutum
amaçlamışlardır. Böylece “işçi kontrolü” işçilerin kontrol edilmesine dönüştürülmüştür! Şimdi de gelelim, Venezuela’da devrimci bir krizin patlak verdiği süreçte işçilerin kendi devrimci inisiyatifleriyle uyguladıkları işçi denetiminin, baştaki bürokrasi tarafından “ortak yönetim” adı altında düzen sınırlarına çekilmesi örneğine. 2002 yılında, Chavez’e karşı darbe girişimi sürecinde seferber olan işçiler, ekonomiyi tamamen felç etme çabasının bir uzantısı olarak burjuvazi tarafından uygulanan fiili lokavt ve sabotajları etkisiz kılmak için harekete geçmişlerdi. Bu dönemde, kamu elektrik üretim ve dağıtım işletmesi CADAFE’nin işçileri, sabotajları engellemek için işçi denetimi başlatmışlardı. Fakat darbe tehdidi püskürtüldükten sonra, işçi denetimi Chavez yönetiminin tepede yaptığı anlaşmalarla “ortak yönetim” (cogestion) denen resmi bir yapıya dönüştürüldü ve işçilerin yetkileri alabildiğine tâli konularla sınırlanarak tüm inisiyatifleri kırıldı. Böylece işçilerin fiili mücadeleleriyle başlayan işçi denetimi uygulaması, kısa bir süre sonra bürokratik bir işleyişe dönüştü ve tüm devrimci özünü yitirdi. Bugün Chavez yönetimi altındaki bürokrasi, “stratejik önemi olan işletmelerde işçilerin yönetime katılması doğru değil” diyerek, CADAFEdeki mevcut uygulamayı dahi sona erdirmeye çalışmaktadır. “Ortak yönetim” uygulamasının ilk özel sektör örneği ise büyük bir kâğıt fabrikası olan Venepal’dir. Uzun ve gelgitli bir süreçten sonra patronun iflas ilan edip kapattığı Venepal, bir yıl önce işçiler tarafından işgal edildi ve üretime sokuldu. Fabrikanın işçi denetiminde devletleştirilmesini isteyen ve bunun için pek çok eylem yapan işçilerin talebi sonunda kabul edilerek Venepal, Invepal adıyla devletleştirildi. İşçileri temsilen sendikanın ve devleti temsilen bazı yöneticilerin katıldıkları bir yönetim kurulu aracılığıyla “ortak yönetim” uygulaması başlatılan Venepal’de bir süre sonra sendika kendini feshetti. Eski sendikacı (yeni yönetim kurulu üyesi) bir işçi bu feshi şöyle gerekçelendiriyor: “İşçiler bir kooperatifin parçası oldukları ve bir pat-
Reformist yaklaşımın tipik örneklerinden biri, Venezuela’da bir süredir yaşanan ve “cogestion” olarak adlandırılan uygulamaların nitelendirilişinde ortaya çıkan durumdur. Bu uygulamalar, aslında Marksizmin anladığı anlamda bir işçi denetimi ya da yönetimine hiç de karşılık gelmediği halde, böyleymiş gibi gösterilebilmektedir.
19
marksist tutum
ronları bulunmadığı için artık sendikaya da ihtiyaçları yok.” Bugün yönetimdeki bazı sendikacılar İnvepal’deki devlet hisselerini satın alarak onu tamamen bir kooperatif haline getirmeye çalışıyorlar. Bazılarıysa bunun kapitalist üretimin dışına çıkmak anlamına gelmeyeceğini belirterek buna karşı çıkıyorlar. İşte “Bolivarcı Devrim”in muazzam bir adımı olarak sunulan ve örnek gösterilen Venepal’in bugünkü durumu budur. Bir diğer örnekse yine devlete ait bir alüminyum fabrikası olan Alcasa’dır. 2700 işçinin çalıştığı Alcasa’daki “ortak yönetim” uygulaması, buradaki işçiler çok daha mücadeleci oldukları için işçi denetimine en yakın olan uygulamadır. Alcasa aynı zamanda, devrimci bir tutum izlendiği takdirde gerçek bir işçi denetimi için verilecek mücadelenin, işçileri birleştirmenin ve daha ileriye sıçratabilmenin bir kaldıracı haline getirilebileceğinin de ipuçlarını sunmaktadır. Venezuela’da Chavez son olarak, sahipleri tarafından kapatılan işletmelerin devlet tarafından yeniden üretime geçirileceğini ve bu kapsamda 700’e yakın işletmenin gündemde olduğunu açıklamıştır. Bu açıklamaları ve yukarıda sıraladığımız uygulamaları “Bolivarcı Devrim”in ve Chavez’in adım adım sosyalizme doğru yol aldığı iddialarına kanıt olarak sunan reformistler, “ortak yönetim”i de gayet bilinçli olarak “işçi yönetiminin” Venezuela’daki ifadesi olarak göstermeye çalışıyorlar. Oysa Chavez’in iki temel amacı var: büyük bir yıkıma uğrayan sanayiyi yeniden ayağa kaldırabilmek ve gerçekten devrimci bir yola girebilecek işçi denetimi girişimlerini bu yoldan saptırarak daha baştan kontrol altına almak. Sınai ve tarımsal üretimin, burjuvazinin Chavez’i iktidardan devirmek için başlattığı ekonomik sabotajlar nedeniyle büyük ölçüde sekteye uğradığı Venezuela’da, 1999dan bu yana imalat sektöründe faaliyet gösteren 12 bin işletmeden 5 bini kapanmış ve sadece bu nedenle 100 binden fazla işçi işsiz kalmıştır. Bolşevik bir önderliğin izledi-
20
Ocak 2006 • sayı: 10
ği devrimci taktikler söz konusu olsaydı, kapanan işletmelerin işçi denetimi kapsamında yeniden faaliyete geçirilmesi talebi, proletarya içinde gerçekten de birleştirici ve mücadeleyi yükseltici bir etki yaratabilirdi. Fakat ne yazık ki Venezuela işçi sınıfı böyle bir önderlikten yoksundur ve reformistlerin olağanüstü çabalarıyla Chavez’e yedeklenmektedir. Rusya örneğinde Bolşevik devrimci önderlik, uyguladığı devrimci taktikler ve strateji sayesinde devrimci durumu fiilen bir devrime dönüştürmüş ve devrimci süreci de iktidarın işçi sınıfı tarafından zapt edilmesiyle taçlandırmıştı. Venezuela’da bugün olan ise, devrimci durumun reformist taktiklerle pörsütülmesidir. Venezuela’da işçi hareketi henüz tümüyle geri çekilmiş değil. Fakat gerek Venezuela’da gerekse Arjantin, Ekvador ve çok daha çarpıcı olmak üzere Bolivya’da egemen olan reformist anlayışlar, devrimci durumu olgunlaştırmamakta, tersine çeşitli tipte reformist önderlikleri iktidara taşıyarak onu söndürmeye hizmet etmektedirler. Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin yıllarca sürdürdükleri devrimci, inançlı, kararlı ve sabırlı çalışma, devrim patlak verdiğinde onların işçi sınıfı içinde hızla güç kazanmalarını mümkün kıldı. Şubatta Çarlığın yıkılmasını takip eden devrim döneminde izledikleri doğru strateji ve taktikler, sınıfı adım adım iktidarı almaya doğru itti. Burada hiçbir şekilde unutulmaması gereken gerçek, yaşanan devrim sürecinin bir işçi devletiyle sonuçlanmasında en belirleyici rolü bizzat Bolşevik Partinin oynamış olduğudur. Devrimci Marksizmin gerçek temsilcisi olan böyle bir partinin olmaması durumunda, ne sovyetlerin ne fabrika komitelerinin ne de işçi denetiminin varlığı Rusya’da işçi sınıfının iktidarı başarılı bir biçimde ele geçirmesi için yeterli olabilirdi. Başlangıçta sovyetlere egemen olanlar bilindiği gibi Menşeviklerdi. Menşevikler dışında bir alternatife sahip olmasaydı, çok açıktır ki işçi sınıfının tüm devrimci çabası burjuvaziyi iktidara getirmeye kanalize edilecekti. Rusya’da işçi sınıfının karşı karşıya olduğu politik seçeneklerden yalnızca biri onu bir işçi devleti kurma yoluna kanalize edebilirdi ve öyle de oldu. Bu kuşkusuz Rusya işçi sınıfının şansıydı. Ne yazık ki o günden bugüne yaşanan pek çok örnekte diğer ülkelerin işçi sınıfları bu şansa (Bolşevik bir önderlik) sahip olamadıkları için devrim yolundaki sayısız fırsat heba olmak zorunda kaldı, kalıyor.
—————————————— 1 Lenin, Seçme Eserler, c.6, İnter Y., Kasım 1995, s.156 2 Troçki, “Üretimde İşçi Kontrolü”, Faşizme Karşı Mücadele, Köz Y., Haziran 1977, s.90 3 Troçki, “Alman Proletaryasının Hayati Sorunları”, age, s.258
Hormonlu Kapitalizm Suphi Koray
K
apitalizm sadece sanayi devrimini yapmakla kalmadı; onu tarımla da birleştirerek tarımda da muazzam bir gelişimin önünü açtı. Küçük ve parçalanmış topraklarda üretimin yerine, makineleşmenin de yardımıyla devasa alanlarda çok daha büyük ölçeklerde üretimi mümkün kıldı. Fakat kapitalizm böylelikle insanlığı açlıktan kurtarmanın maddi önkoşullarını döşerken, bağrındaki amansız çelişkiler nedeniyle insanlığın büyük bir bölümünü açlığa mahkûm ediyor. Kapitalizm varlığını sürdürdüğü sürece de bu mahkûmiyet son bulmayacak! Burjuvazi, sanki sebebi kendisi değilmiş gibi, timsah gözyaşları dökercesine açlığı engelleme toplantıları düzenliyor, yeni projelerle ortaya çıkıyor. Bu projelerden biri de, son dönemlerde bolca tartışılan, canlıların genetik yapılarının değiştirilmesi yönündeki gelişmedir. Genetik mühendisliğinin gelişimiyle birlikte canlıların kalıtsal özelliklerinin dölden döle aktarılmasını sağlayan genler üzerinde değişiklik yaparak yeni canlı türleri yaratmak, bilim kurgu filmlerinden çıkıp gerçek hayattaki yerini aldı. Bu yeni organizmalara kısaca GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) adı verilmektedir. Bu yeni organizmalar, ya kendi gen dizilimleri değiştirilerek ya da ona kendi doğasında yer almayan genler aktarılarak elde ediliyor. Bu bakımdan hormonlu ürünlerle GDO birbirinden farklı özelliktedirler. Hormonlu üretim sera ürünlerinde döllenmeyi arttırmak ve büyümeyi hızlandırmak amacıyla kullanılan bir yöntem. Kışın domates,
İnsanlığın yüzbinlerce yılda kaydedemediği teknolojik ve bilimsel gelişmeyi birkaç yüz yılda gerçekleştiren kapitalizm; sınıfsız, sömürüsüz, açlığın olmadığı bir dünyanın da maddi önkoşullarını döşedi. Ancak kapitalizmin bugün geldiği nokta çürümüşlüktür. Yüzyılın en büyük tehlikesi, küçükburjuva muhaliflerin söylediği gibi GDO’lu ürünler değil kapitalizmdir. Bir çelişkiler yumağı olan kapitalizmi tarihin çöplüğüne yollamadan açlıktan kurtulmanın yolu yok!
21
Ocak 2006 • sayı: 10
marksist tutum
patlıcan, biber yetiştirebilmek için bunların hormonla döllenmesi gerekir. Hormonla döllemede içerden bir müdahale, yani genetik yapının değiştirilmesi söz konusu değildir. Oysa GDO’da canlının genetik yapısı değiştirilmekte, yani farklı özelliklere sahip yeni bir tür yaratılmaktadır. Örneğin ilk denemelerde kullanılan domatesi ele alalım. Domates sıcak iklimlerde yetişen bir sebzedir. Erken ilkbahar ve geç sonbahara kadar büyüme periyodunu uzatmak amacıyla, domatesin bünyesine soğuk sularda yaşayan bir balığın antifriz üreten enzimleri aktarıldı. Böylelikle domatesin soğuk ortamlarda da havadan etkilenmeden yetiştirilmesi mümkün kılınmıştır. Genetik yapısı değiştirilmiş domatesin görünüm olarak normal bir domatesten farkı yok, fakat yapılan değişiklik sonucu balık genine sahip olmuştur. Bu da balık alerjisi olanlarda domates yediği halde bu hastalığın nüksetmesine neden olabiliyor. GDO’lu ürün yiyenlerde özellikle alerji önemli bir rahatsızlık olarak meydana gelebiliyor. Transgenik olarak da adlandırılan genetik yapısı değiştirilmiş ürünler beyaz ve kırmızı etten bisküviye, gofretten krakere kadar birçok üründe kullanılmaktadır. Bu alandaki çalışmalar oldukça geriye uzanmakla beraber ilk denemeler 80’li yıllarda yapılmıştır. Daha sonraki yıllarda ise giderek yaygınlaşarak, söz konusu ürünler marketlerdeki yerlerini almıştır. Biyogenetik çalışmalar sadece tarım alanında değil gıda, kozmetik ve sağlık alanlarında da kullanılan geleneksel yöntemlerin yavaş yavaş ortadan kalkmasına yol açmıştır. Bu alandaki gelişmelerle birlikte yeni pazarlar ortaya çıkmıştır. Taşıdığı riskler yüzünden genetik yapısı değiştirilmiş ürünlere kökten karşı mı çıkalım? Hayır! Suçlu bilim değil! Suçlu bilimi elinde tutan sistem, kapitalizm. GDO’lu ürünlerin tüm bu tehlikeli yanlarının ortadan kaldırılması pekâlâ mümkün. Böylelikle GDO’lu üretim faydalı bir biçimde yapılabilir. Ancak bilim, kâr için yanıp tutuşan azınlıktaki asalak sınıf için yapıldığı sürece insanlık ve doğa için kabul edilemeyecek ölçüde yüksek risklerin ortaya çıkma olasılığı artar. Biyogenetik çalışmaların, sözgelimi açlığı ortadan kaldırmak gibi insani amaçlarla yapıldığını düşünmek en iflah olmazından bir saflıktır. Sürekli kâr elde etme dürtüsüyle hareket eden ve bunsuz varlığını hiçbir şekilde devam ettiremeyecek olan sermaye, ya pazarlarını daha da derinleştirir ya da yeni pazarlar yaratır. 1990’da GDO’lu bitkilerin ekim alanı sayısı 147 iken, 1995’de sayı 15 bine, 1999’da 36 bine çıkmıştır. Bu bitkilerin ekim alanı 1996da 1,7 milyon hektarken, 2004’te 81 milyon hektara (Türkiye’nin yüzölçümünden daha büyük bir alan) çıkmış
22
durumda. Yani 8 senede yaklaşık 50 katına çıkmıştır. Bu alanın 2 yıl içerisinde 100 milyon hektarı geçmesi bekleniyor. Bu alanlara en fazla sahip olan ülkeler ABD (47,6 milyon hektar), Arjantin (16,2 milyon hektar), Brezilya (5 milyon hektar) ve Kanada (5,4 milyon hektar). Dünyada en çok üretilen GDO’lu ürünler arasında 36,5 milyon hektar ile soya birinci, 12,4 milyon hektar ile mısır ikinci, 6,8 milyon hektar ile pamuk üçüncü sırada yer alıyor. 2002’de, dünyada yetiştirilen soyanın yüzde 51’i, pamuğun yüzde 20’si, kanola bitkisinin yüzde 12’si ve mısırın yüzde 9’u GDO’lu çeşitlerden oluşuyordu. Görüldüğü gibi genetik yapısı değiştirilmiş ürünlerin toplam üretimdeki oranı ve üretim yerlerinin kapladığı alan giderek artmaktadır. Oluşan 70 milyar dolarlık bu büyük genetiği değiştirilmiş ürünlerin tarım pazarına diğer ülkeler de geç de olsa katılmakta ve bu pastadan daha büyük paylar alma çabası içine girmekteler. Türkiye’deki sofralara da 1996 yılından beri GDO’lu ürünler giriyor. Türkiye’ye gelen GDO’lu soya daha çok hayvan yemi yapımında kullanılıyor.
Bu ürünler zararlı mı? Genetik yapısı değiştirilmiş ürünler, en azından mevcut halleriyle, gerek insan ve hayvan sağlığı, gerekse ekolojik dengeler üzerinde büyük tehdit unsuru olarak gözükmekte. Gen aktarımı ile birlikte diğer organizmalardan alerji ve hastalık yapma özelliğinin de taşınması mümkün. Bu ürünleri içeren ürünler de söz konusu tehlikeyi taşıyabiliyor. Bitkilerin genetiği değiştirilirken aktarma sonrasında GDO’lu hücreleri seçmek için bir miktar markör denilen tanımlayıcı gen de aktarılıyor. Bu gen ise antibiyotik direnç geni. Bu özelliğin bitkilerden hayvanlara ya da insanlara geçme olasılığı mevcut. Bu durumda hastalıklara karşı kullanılan antibiyotik insanları iyileştirmeyebilir. Çünkü antibiyotik dayanıklılık genlerinin insan ya da hayvan bünyesine geçmesi nedeniyle direnç oluşabilir.
Ocak 2006 • sayı: 10
Transfer edilen genlerin insan bünyesindeki bakterilerle birleşme olasılığı, virüs kaynaklı genlerin dayanıklılık genini diğer virüslere transfer etme olasılığı da diğer bir risk. Ayrıca GDO’lu bitkiler, ekildikleri çevrede istenmeden yaygınlaşabilme hatta genetik özelliklerini diğer bitkilere bulaştırma tehlikesi taşıyor. Bunun önlenemez doğa facialarına davetiye çıkardığı ileri sürülüyor. GDO’lu ürünlerin tehlikeleri konusunda yaşanmış en büyük olay Japonya’da meydana geldi. Japonya’da genetiği değiştirilmiş bakteri tarafından üretildiği anlaşılan “tryptophan”a (insan vücudu için gerekli olan bir tür aminoasit) bağlı olduğu anlaşılan bir sendrom nedeniyle 37 kişi öldü, 1500 kişi kısmi felç geçirdi, 5000 kişi de geçici olarak iş göremez hale geldi. Taşıdığı riskler yüzünden genetik yapısı değiştirilmiş ürünlere kökten karşı mı çıkalım? Hayır! Suçlu bilim değil! Suçlu bilimi elinde tutan sistem, kapitalizm. GDO’lu ürünlerin tüm bu tehlikeli yanlarının ortadan kaldırılması pekâlâ mümkün. Böylelikle GDO’lu üretim faydalı bir biçimde yapılabilir. Ancak bilim, kâr için yanıp tutuşan azınlıktaki asalak sınıf için yapıldığı sürece insanlık ve doğa için kabul edilemeyecek ölçüde yüksek risklerin ortaya çıkma olasılığı artar. Deniz Moralı, Radyoaktif Kapitalizm broşüründe kapitalizm ile teknolojik ve bilimsel gelişme arasındaki çelişkiyi yeterince açık bir şekilde ortaya koyuyor: Marx kapitalizmi, cehennemden çağırdığı güçlere artık hükmedemeyen büyücüye benzetir. Gerçekten de kapitalizm bir yandan insanlığı ilerletmiş, ancak öte yandan bu ilerleme insanlık için gitgide daha büyük bedellere mal olmaya başlamıştır. Böyle olduğu ölçüde o gericileşmiş ve insanlık için katlanılmaz bir nitelik kazanmıştır. Bu durum kendisini en iyi biçimde, üretici güçlerin sunduğu muazzam olanaklarla insanlığın mevcut sefaleti ve doğanın inanılmaz boyutlardaki tahribatı arasındaki çıplak çelişkide ifade etmektedir.
Genetik yapısı değiştirilmiş ürünler dünyada büyük bir muhalefetle karşılaştı ve ABD ve AB’de bu ürünlerin GDO’lu ürün olduğunun anlaşılması için etiketlenmesi zorunlu kılındı. Ancak GDO karşıtlarının anlamadıkları nokta sorunun kapitalizmin kendisinden kaynaklandığıdır. İlk bakışta bu karşı koymanın GDO’lu ürünlere karşı bir zaferle sonuçlandığı (GDO’lu ürünlerin etiketlenmesi) düşünülebilir. Oysa bunun sadece göstermelik olduğu ortadadır. Bu ürünlerin etiketlenmesi hiç de onların kullanımını yeterince engelleyecek bir önlem değildir. Bir yanda markette kilosu 5 milyon liraya geleneksel yöntemlerle üretilmiş domates, diğer yanda kilosu 500 bin liraya yani onda birine GDO’lu domates satılırsa, bir işçi acaba hangisini satın alır? Açıktır ki sağlığını düşünmeden önce aradaki fiyat farkını düşünmek zorundadır. Bu ürünlerin birçok yönden zararlı olmasına neden olan tekellere karşı savaşılmadıkça, yani kapitalizmin tasfiyesi için mücadele edilmeden ve bu mücadele başarıya
marksist tutum
ulaşmadan bu sistemin getirdiği pislikten yakamızı kurtarmamız mümkün değildir. Türkiye’de de çeşitli küçük-burjuva muhalif unsurların ve meslek odalarının girişimiyle GDO’ya Hayır Platformu kuruldu. Bu platforma göre yüzyılın en büyük tehlikesi GDO’lu ürünler. Bu platformun talepleri arasında bu ürünlerin ülkeye girişinin yasaklanması, eğer girerse de denetlenmesi ve etiketlenmesi gibi talepler yer alıyor. Sorunu üstelik de milliyetçi temellerde bir tüketmeme sorunu olarak ele alan bu yaklaşımların gerçek bir çözüm üretmesi mümkün değildir. Platformun tüm taleplerinin ortak zaafı, sorunun kapitalist sistemle bağlarını göz ardı etmesi ve sorunun ortadan kaldırılmasına yönelik gerçek ve tutarlı bir mücadelenin yürütülmemesidir. Bu ürünlerin birçok yönden zararlı olmasına neden olan tekellere karşı savaşılmadıkça, yani kapitalizmin tasfiyesi için mücadele edilmeden ve bu mücadele başarıya ulaşmadan bu sistemin getirdiği pislikten yakamızı kurtarmamız mümkün değildir. GDO ürünlerini savunan tekel sözcüleri ise bir yandan bu ürünlerin zararlı etkilerinin bulunmadığı yalanını söylerken, öte yandan da genetik mühendisliğindeki bu gelişmenin açlığa çare olacağından dem vurmaktadırlar. Bugün mevcut kaynaklarla ve geleneksel yöntemlerle üretim yapmak bile açlık sorununu çözmek için yeterlidir! Ancak buna rağmen 1 milyara yakın insan aç! Resmi rakamlara göre 2004 yılında 852 milyon aç insan vardı. Her üç saniyede bir çocuk açlıktan ölüyor, her 10 saniyede bir çocuk kirli su içmekten ölüyor. Her gün 5 yaşın altındaki 34 bin çocuk yani yılda 12 milyon çocuk yetersiz beslenmeden ve açlıktan ölüyor. Bu rakam İkinci Dünya Savaşı sırasında her yıl ölen insan sayısından daha fazla. Milyonlarca insanı açlığa ve ölüme mahkûm eden kapitalist sistemin sözcülerinin açlığa çözüm bulduklarını söylemeleri olsa olsa ikiyüzlülüktür. İnsanlığın yüzbinlerce yılda kaydedemediği teknolojik ve bilimsel gelişmeyi birkaç yüz yılda gerçekleştiren kapitalizm; sınıfsız, sömürüsüz, açlığın olmadığı bir dünyanın da maddi önkoşullarını döşedi. Ancak kapitalizmin bugün geldiği nokta çürümüşlüktür. Yüzyılın en büyük tehlikesi, küçük-burjuva muhaliflerin söylediği gibi GDO’lu ürünler değil kapitalizmdir. Bir çelişkiler yumağı olan kapitalizmi tarihin çöplüğüne yollamadan açlıktan kurtulmanın yolu yok!
23
Reformizm R
eformizm diye adlandırılan siyasal anlayış dünyanın her yerinde ve her dönemde işçi hareketini zaafa uğrattı; bu niteliği nedeniyle de Marksist saflarda çok derin tartışmalara konu oldu. Marksizmin kurucularından başlayarak Lenin ve diğer devrimci önderler, reformizmin siyasal anlamı, sosyal kökleri ve yarattığı tahribatlar üzerinde durdular. Alman Sosyalist İşçi Partisinin tüm yönetici kadrosunu hedef alan genelge niteliğindeki mektuplarında (17-18 Eylül 1879 tarihli), Marx ve Engels, parti yöneticilerinin reformist yaklaşımlarını yerden yere vuruyorlardı. Bu reformist sosyalistler, burjuvaziye yaranmak uğruna işçi sınıfının devrim programının “keskin” görünen yanlarını törpülemekle meşguldüler. Onlar bu sayede proleter mücadelenin geniş kitlelere “ürkütücü” gelmeyeceğini ve partiye çok daha fazla sayı-
24
da insan kazanılabileceğini iddia ediyorlardı. Marx ve Engels’in deyişiyle, sosyalist geçinen bu siyasetçiler, işçi sınıfının devrimci konumu nedeniyle mücadelede “aşırıya gidebileceği” korkusuyla dolup taşan küçük-burjuvazinin temsilcileriydiler. Partiyi işçi sınıfının partisi olmaktan çıkartan reformist yöneticilerin siyasi yaklaşımı, Marksizmin kurucularının satırlarında çarpıcı biçimde teşhir edilmekteydi. Devrimden ölesiye korkan reformist yöneticiler, uzun erimli amaçları, nihai hedefleri propaganda etmekten vazgeçmiş, anlık ve küçük başarıların peşinden koşmaktaydılar. Tüm güçlerini ve enerjilerini kapitalist topluma payanda olmaya hasreden reformistlere bakılacak olursa, insan devrimin getireceği sarsıntılardan köşe bucak kaçmalıydı. Ve
Üzerine Elif Çağlı
toplumsal dönüşüm sürecini barışçıl bir çözülme sürecine dönüştürüp (sanki mümkünmüş gibi!), yaşamını yavaş adımlarla gerçekleşecek bölük pörçük reformlara adamalıydı. Lenin de tüm siyasal yaşamı boyunca reformizmin amansız bir düşmanı oldu ve işçi sınıfının aydınlatılabilmesi için hemen her fırsatta bu konuya değindi. Avrupa işçi hareketini baltalayan reformizmin sosyal kökleri üzerinde duran Lenin, bu bağlamda işçi aristokrasisinin ve işçi bürokrasisinin uğursuz rolünü açıklığa kavuşturdu. İkinci Enternasyonalin sınıf işbirlikçisi ve dönek liderlerine karşı devrimci mücadele bayrağını yükselten Rosa Luxemburg’un önemli çalışmalarından biri de reformizmin teşhirine hasredilmişti. Sosyal Reform ya da Devrim adlı kitabında Rosa, burjuva devleti yıkmayıp dönüştürerek, yani reforme ederek işçi-emekçi kitlelerin yaşam koşullarının düzeltileceğini iddia eden siyasal anlayışın maskesini düşürüyordu. Kapitalist devlet altında gerçekleşecek sosyal reformların doğal sınırları bulunduğuna ve bu sınırların sermayenin çıkarlarının diktiği engelleri asla aşamayacağına işaret ediyordu Rosa.
Nihai amaçtan kopulmamalı Devrimci Marksizm, kapitalizm altında yürütülen günlük iktisadi ve siyasi mücadele ile nihai amaç (toplumsal devrim) arasındaki bağ koparıldığı takdirde reformizme savrulmanın kaçınılmazlığını gözler önüne serer. Dün olduğu gibi bugün de bunun sayısız örnekleriyle karşılaşmak mümkündür. Hem devrimci mücadelenin zorluklarını göze alamayan hem de sosyalist kariyerlerinden asla vazgeçmeyen siyasetçiler, “aman ha neme lazım, öyle kanlı devrim süreçlerine ne gerek var” diyerek burjuva devlet aygıtı altında gerçekleşen reformları devrim diye yutturmak istemektedirler. Sanki kan dökmeye meraklı olanın burjuva düzen bekçileri olduğu bilinmezmiş gibi! Ve yine, bıraktık siyasal iktidarın devrimci fethini bir yana, devrimin henüz başını gösterdiği işçi eylemlerinin bile burjuvazi tarafından de-
falarca kana bulandığı aşikâr değilmişçesine! Reformist öze sahip sol çevre ve örgütlerin en tipik özelliği, kısmi iyileştirmeler için yürütülen mücadeleyi, kapitalizmin devrimci yöntemlerle yıkılması amacına tâbi kılmamaları ve bu hedefle bütünleştirmemeleridir. Marksist kavrayışta amaç sosyal devrimdir, sosyal reform ancak bu amaca tâbi bir araç olabilir. Reformistler açısından ise reformlar nihai amaçtır. Bu nitelikteki sol örgütlerin çarpıcı özelliği, mücadeleyi burjuvazinin kabul sınırları içinde tutmaya yeminli olmalarıdır. İşçi sınıfını legalizmin batağına sürükleyen bu siyasal eğilimin önderlerini, Lenin yasal Marksistler olarak niteler. Bunların, Marksizmi burjuvazinin isteklerine ve ağız tadına göre değiştirmeye çalışan siyasetçiler olduğuna dikkat çeker. Devrim böyleleri için sanki hiç gelmeyecek bir tarihe ertelenmiş boş bir düştür, devrimci içeriği tamamen boşaltılmış sosyalizm sözcükleriyle bezeli yasalcı mücadele ise her şeydir. Reformist öze sahip sol çevre ve örgütlerin en tipik özelliği, kısmi iyileştirmeler için yürütülen mücadeleyi, kapitalizmin devrimci yöntemlerle yıkılması amacına tâbi kılmamaları ve bu hedefle bütünleştirmemeleridir. Marksist kavrayışta amaç sosyal devrimdir, sosyal reform ancak bu amaca tâbi bir araç olabilir. Reformistler açısından ise reformlar nihai amaçtır. Bu nitelikteki sol örgütlerin çarpıcı özelliği, mücadeleyi burjuvazinin kabul sınırları içinde tutmaya yeminli olmalarıdır. Reformistler, devrimci iktidar propagandasını mantıklı bulmayan ve devrimci heyecanla yanıp tutuşan insanları aşırı sol (goşist) olarak algılayan “gerçekçi” siyasetçilerdir. Oysa devrimci ruh, devrimci heyecan olmadan, Marksizm de, sosyalizm inancı da, kapitalizmden kurtulma düşüncesi de canlılığını yitirip kuruyacak ve bir hiçe dönüşecektir. Ama kapitalist toplumda herkesin kendi cinsine cibilliyetine göre seçeceği bir siyaset kulvarı vardır ve burjuva dünyasına mensup bulunan ya da burjuva
25
marksist tutum
ideolojisine teslim olan birinin dürüst ve içten bir devrimci olması zaten beklenemez. Sorunun bir de diğer ucu var. İşçi sınıfı devrimciliğini maceracılıkla karıştırmak, sınıf hareketinin ilerletilmesi bakımından ölümcül bir hata olurdu. Marksist kavrayışın içini her daim devrimci tutkuyla, devrimci heyecanla doldurma gereğinin, maceracı küçük-burjuva devrimciliğiyle bir ilgisi olamaz. Devrimci siyasi mücadelede, cesaretin yanı sıra aklın, bilimsel gerçekçiliğin, soğukkanlılığın, sabrın ve planlı çalışma alışkanlığının ne denli elzem olduğunu öğreten Marksizmin ta kendisidir. Bu bakımdan, devrime en uzak, en umutsuz görünen durumlarda bile isyan ateşini söndürmemek ne denli gerekliyse, koşulları hesaba katmadan yapılan “saldırı” çağrıları veya ilanları da o denli yanlış ve zararlıdır. Öte yandan Lenin’in o çok güzel ifadesiyle, devrim gökten zembille inmez; devrim mayası köpürmeye başlayınca da, ne zaman ve nasıl gerçek bir devrime götüreceğini kimse bilemez. Dolayısıyla bir komünist, daima içinde bulunulan somut koşulların gerektirdiği doğrultuda bir devrimci faaliyet yürütmekle yükümlüdür. Çok açıktır ki, devrimci düşüncenin işçi sınıfına taşınması fikri ve siyasi gericilik koşullarında adeta iğneyle kuyu kazarcasına gerçekleştirilen devrimci örgütlenme, bir reformiste beyhude siyaset olarak görünecektir. “Gerçekçi” sosyalist, burjuva siyaset âleminde tanınmak veya parlamentoda bir köşe kapmak uğruna her türlü tavizi verebilecek ve siyasi başarı ölçütü olarak da, diyelim parlamentodan bir reform tasarısı geçirmenin çok büyük bir kazanım olduğuyla övünecektir. Bu noktada da bazı yanlış kavrayışlara fırsat vermemek gerekiyor. Devrimci Marksizm kapitalist toplumda gündelik mücadelenin parlamento ayağını toptan yadsımaz. Ne var ki, parlamento kürsüsünden yararlanmanın da muhtelif siyasal tarzları mevcuttur. Yani bu konuda da devrimci tutumla reformcu anlayış birbirinden kalın bir çizgiyle ayrılmaktadır. Zaten bu yüzdendir ki, Lenin önemli bir gerçeği dile getirme gereğini hissetmiştir. Sosyalizm ve Savaş adlı çalışmasında şöyle der: “Parlamento faaliyeti, bazılarına bakan koltuğu sağlar, bazılarını ise hapishaneye, sürgüne, kürek cezasını çekmeye gönderir. Kimileri burjuvaziye, kimileri proletaryaya hizmet eder. Kimi sosyal-emperyalisttir, kimisi devrimci marksist.” Reformculuk, revizyonizm (yeniden “gözden geçirme” iddiasıyla Marksizmi devrimci özünden uzaklaştırmak) ve oportünizm (işçi sınıfının çıkarlarını değil kendi siyasal çıkarlarını öne alan fırsatçı politika izlemek) gibi siyasi tutum ve davranışlarla da yakından akraba bulunuyor. Revizyonizm için sıralanan özellikleri (örneğin ilkeli davranmayıp duruma göre tutum belirlemek, küçük kazançlar elde etmek adına proletaryanın temel çıkarlarını feda etmek gibi) rahatlıkla reformizmin günahları arasında da sayabiliriz. Keza reformist sosyalistler, kendi çıkarları için fırsatçı politikalar sürdüren oportünist siyasetçilerdir.
26
Ocak 2006 • sayı: 10
Oportünist bir sosyalist, çubuğu eninde sonunda kendi siyasal hesaplarına doğru bükecek, birtakım ayrıcalıklar peşinde koşarken işçi sınıfını da burjuvaziyle işbirliği politikasına doğru çekecektir. Burada reformist çevreleri somutlamak amacıyla, ulusal ya da uluslararası düzeyde bazı kişi ve örgütlerin adlarını sıralamaya hiç gerek yok. Zira onlar önemli sorunlar veya gelişmeler karşısındaki siyasal tutum ve davranışlarıyla zaten kendilerini belli ediyorlar. Ayrıca da reformistlerin gerçek siyasal işlevleri ve gerçek toplumsal özleri, sosyalizmin yerine neticede liberal işçi siyasetini koyan programlarında ve taktiklerinde ifadesini bulmaktadır. Büyük bir dikkatle yaklaşmayı gerektiren önemli bir husus daha var. Unutulmasın ki, reformizm devrimci sözlerle örtündüğünde daha da tehlikeli hale geliyor. Sinsi reformizm diye adlandırabileceğimiz bu tür bir siyasi çizgiyi izleyenler genelde devrimin gerekliliğini açıkça yadsımaktan kaçınıyorlar. Fakat siyasal mücadele anlayışlarına damgasını vuran temel öğe, devrim uğruna örgütlenmekten ve işçi sınıfını devrim için hazırlamaktan uzak duruşlarıdır. Lenin’in dikkat çektiği gibi, bu tür “devrimciler” işçi sınıfının Enternasyonal örgütüne bağlı olduklarına ilişkin resmen güvence verdiklerinde bile, bu güvenceler aslında birer vitrin süsünden ibarettir. Marksizm reformlar uğruna mücadeleyi yadsımaz, ama ona devrimci tarzda yaklaşır. Zaten tarih, kapsamlı sosyal reformların ancak devrimci mücadelenin yan ürünü olarak gerçekleştirilebildiğini gözler önüne sermektedir. İşçi sınıfının devrimci savaş yöntemleriyle desteklenmediği takdirde hiçbir reform kalıcı, sağlam ve ciddi olamaz. Sinsi reformizm kendisini gizlemek amacıyla kabul eder göründüğü kimi devrimci açılımlardan, bulduğu ilk fırsatta kurtulmaya veya bunların içini boşaltmaya bakar. Burada önemli örneklerden birkaçını hatırlatabiliriz. Bilineceği gibi, devrim fikrini proletarya diktatörlüğünün kabulüne kadar ilerletmeyen biri devrimci Marksist değildir. İşte bir sinsi reformist, proletarya diktatörlüğüne açıktan karşı çıkmıyormuş gibi görünecek, ama sıraladığı bin bir bahaneyle aslında bunu reddetmiş olacaktır. Keza örgüt sorunlarında Leninist parti anlayışını lafta kabul etmiş gibi yapacaktır. Fakat sıra öncü partinin inşası konusundaki önemli ayrıntılara geldiğinde (örneğin Lenin’in Ne Yapmalı’da sıraladığı bazı prensipler), Lenin’in daha sonra bunlardan vazgeçtiği şeklindeki saçma iddialardan medet umacaktır. Ya da proletarya iktidarına geçiş sorunu bağlamında Lenin’in aydınlattığı yoldan yürüdüğünü söyleyecek, gerçekte ise burjuva parlamentosuna dayanan bir “işçi hükümeti”ni devrimci geçiş yolu diye yutturmaya kalkacaktır.
Ocak 2006 • sayı: 10
marksist tutum
En başta da, sınıfın devrimci örgütlülüğünün inşası konusunda yaratılan çarpıtmalar reformist sosyalistlerin ortak özelliğini oluşturuyor. Reformizm, ulusal ya da enternasyonal düzeyde karşılaştığımız üzere, Leninist öncü parti fikrine açık ya da utangaç biçimde karşı çıkan siyasal anlayışlar geliştiriyor ve kendiliğindenliği yüceltiyor. Kitlelerin neredeyse tüm siyasi gerçekleri kendi kendilerine öğrenecekleri anlamına gelen bir kitle kuyrukçuluğu, kitle dalkavukluğu yaratılıyor.
Yanlış olan ne? Bir konu yanlış anlaşılmamalı. İşçi ve emekçi kitlelerin yaşam ve çalışma koşullarında iyileştirme sağlamak (reformlar elde etmek) için yürütülen kısmi mücadelelerin kabulü, bu kadarıyla yanlış bir siyasal tutuma işaret etmiş olmuyor. Reformizm bu değildir. Reformizm, işçiemekçi kitlelerin mücadelesinin egemen sınıfın dayanaklarını ortadan kaldırmayan uzlaşmacı bir çizgiye çekilmesidir. Kitlelerin, düzenin temellerini yıkmayacak tersine koruyacak değişikliklerle yetinmeye zorlanmasıdır. Kısacası yanlış olan, kapitalist düzenle devrimci tarzda hesaplaşma mücadelesinden vazgeçmek ve sol siyaseti yalnızca burjuvaziden bazı reformlar koparmaya indirgemektir. Çalışma ve yaşam koşullarında belirli ölçüde iyileştirmeler sağlansa bile, sermayenin egemenliği devam ettiği sürece işçi ücretli köle olarak kalır. O nedenle reformculuk işçi sınıfını tesellilerle uyutan bir burjuva aldatmacasıdır. Kaldı ki kitlelerin alttan gelen basıncı ve doğrudan mücadeleleri tarafından zorlanmadıkça, burjuvazinin en liberal kesimleri bile kapsamlı reformlar konusunda ayak sürümeye, bir eliyle verdiğini öteki eliyle almaya ya da kriz dönemlerinde hepten geri devşirmeye meyyaldir. Neticede burjuvazi burjuvazidir ve reformculuk da sosyalist kılıklara büründüğünde dahi işçileri devrimci mücadele yolundan saptıran burjuva işçi siyasetidir; burjuvazinin siyasal silahlarından biridir. Proletaryanın mücadele
tarihi, işçilerin reformistlere güvenip destek verdiklerinde aldatıldıklarını kanıtlayan nice örnekle doludur. Marksizm reformlar uğruna mücadeleyi yadsımaz, ama ona devrimci tarzda yaklaşır. Zaten tarih, kapsamlı sosyal reformların ancak devrimci mücadelenin yan ürünü olarak gerçekleştirilebildiğini gözler önüne sermektedir. İşçi sınıfının devrimci savaş yöntemleriyle desteklenmediği takdirde hiçbir reform kalıcı, sağlam ve ciddi olamaz. Marksist devrimcilik kuşkusuz anarşizmden farklıdır ve Marksistler reformlar için verilecek mücadeleden yan çizmezler. Fakat reformlar için yürütülecek mücadeleyi kabul etmek, reformizmle savaşmanın önemini de asla ortadan kaldırmaz. Bu noktada sorunun bir başka boyutunu ise, devrimreform ilişkisinin doğru tarzda ele alınmasının önemi oluşturuyor. Reform ihtiyacını devrim zorunluluğunun karşısına diken reformistler, bu ikisi arasındaki diyalektik ilişkiyi de keyfi biçimde parçalayarak aslında kitlelere bir hiç sunmaktadırlar. Zira tarihsel ilerleyiş içinde devrimci zor olmadan reform da olmamıştır. Kapitalist gelişme sürecinde kazanılan çeşitli demokratik haklar, anayasal reformlar son tahlilde hep devrimin ürünüdürler. O bakımdan reformculuk, devrim şıkkının karşısında yer alan ve aynı toplumsal dönüşümleri sağlayabilme kapasitesine sahip bulunan bir seçenek değildir. Tarihsel deneyim, kitlelerin esasen kendi deneyimleri temelinde öğrendiklerini ve kolay görünen yolları deneyip tüketmeden zorlu devrimci mücadeleyi göze alamadıklarını ortaya koymaktadır. Ancak kitlelerin tamamen kendi hallerine bırakılmaları durumunda, onların deneyerek öğrenebilmeleri asla mümkün olmayacaktır. Bu bakımdan söz konusu gerçeklik hiç de kendiliğindenliğe (kitle mücadelesinin kendiliğinden doğru yolu bulacağı anlayışı) prim vermeyi gerektirmiyor. Mücadele içindeki kitleler, ancak yanı başlarında güvenebilecekleri bir devrimci önderlik olduğu ve doğruyu yanlışı gösterdiği takdirde kendi deneyimlerinden öğrenebilirler. Bunun için kitlelerin nabzına göre şerbet vermeksizin, onlara gerçekleri ol-
27
marksist tutum
duğu gibi söylemek gerekir. İşte reformizm yakayı en çok bu gibi noktalarda ele veriyor. En başta da, sınıfın devrimci örgütlülüğünün inşası konusunda yaratılan çarpıtmalar reformist sosyalistlerin ortak özelliğini oluşturuyor. Reformizm, ulusal ya da enternasyonal düzeyde karşılaştığımız üzere, Leninist öncü parti fikrine açık ya da utangaç biçimde karşı çıkan siyasal anlayışlar geliştiriyor ve kendiliğindenliği yüceltiyor. Kitlelerin neredeyse tüm siyasi gerçekleri kendi kendilerine öğrenecekleri anlamına gelen bir kitle kuyrukçuluğu, kitle dalkavukluğu yaratılıyor. Bu gibi tutumlara günümüzden örnek verebiliriz. Diyelim devrimci kabarmaların yaşandığı Latin Amerika ülkelerinde kitleler solcu görünen devlet adamlarının peşinden mi sürükleniyorlar, o halde devrimciler de kitlelere ters düşmemek adına aynı kervana katılmalıdırlar! Bu gibi tutumlar tamamen yanlıştır ve devrimci işçi hareketini güçsüz düşürmekten başka bir sonuca da hizmet edemezler. Kitlelerin mücadelesi elbette fevkalâde önemlidir, o olmadan salt öncünün çaba ve iradesiyle bir devrimin başarılması da asla mümkün değildir. Zaten Lenin önderliğinde biçimlenen Bolşevik Parti ve mücadele anlayışı, Marksizmin bu gibi temel doğrularına sahip çıkmaktan ve bu doğruları yaşama geçirmek için çabalamaktan başka bir şey değildir. Lenin’in özellikle dikkat çektiği husus, kitlelerin kendiliğinden eyleminin önemini küçümsememek, fakat bunu daha da etkili kılmak üzere kitlelere önderlik edebilecek bir partiyi yaratmaktır. Yine reformistlerin çok sıkça başvurduğu yöntemlerden biri de, kitlelere ters gelebileceği bahanesiyle devrimci ilkelerin ve sloganların içini boşaltmak, onları yumuşatmaya çalışarak iğdiş etmektir. Oysa kitleleri yanımıza çekme adına devrimci taleplerin yumuşatılması, asla kitle mücadelesini ilerletemez. Olsa olsa kitlelerin bilincini daha da bulandırır. Onların zihninde, sorunların düzen sınırları içinde parlamenter mücadele yoluyla, anayasal reformlarla çözülebileceği şeklinde köklü yanılsamalar yaratır. Reformistlerin yaklaşımının tersine, esaslı kazanımlar elde edebilmenin ve kazanımları koruyabilmenin yegâne garantisi, proletaryanın devrimci örgütü ve yığınların devrimci atılımıdır. İşçi sınıfının yürüttüğü gündelik iktisadi mücadele de neticede bir reform mücadelesidir. İktisadi mücadele tek başına yalnızca işgücünün daha iyi koşullarda satışını sağlayabilir, daha fazlasını değil. Oysa işçi sınıfının kurtuluşu ücretli kölelik koşullarını reforme etmeyi değil, onu kökünden yıkmayı gerektiriyor. Bu nedenle en gelişkin sendikal mücadele bile devrimci siyasal mücadelenin yerini tutamaz. İşçi sınıfının çıkarları açısından sendikalar gereklidir, ama devrimci siyasal örgütlülük bir o kadar daha gereklidir. Sınıf mücadelesinin güçlendirilmesi bu noktada doğru bir kavrayışı zorunlu kılıyor ve bir siyasal eğilimin gerçek niteliği de zaten bu noktada ortaya çıkıyor. Sendikaları küçümseyen sol sekter siyaset ve sendikal
28
Ocak 2006 • sayı: 10
mücadeleye uyarlanan reformizm ilk bakışta birbirine taban tabana zıt eğilimler olarak görünebilir. Hâlbuki yarattıkları siyasi sonuçlar bakımından bunlar nihayetinde ortak bir noktada buluşuyorlar. Birisi doğrudan, diğeri ise meydanı boş bırakarak (yani ters yollardan olmak üzere) işçi sınıfının kitlesel mücadelesinin düzenle uyumuna hizmet ediyor. Sendikaların birer düzen örgütü haline geldiği, sendikal mücadelenin düzenle bütünleştiği yolundaki tespitler tarihin bazı kesitlerinde dört dörtlük bir gerçekliği dile getiriyor olabilir. Fakat bu gerçekliği devrimci doğrultuda değişikliğe uğratmak üzere mücadeleye atılmayanlar, işçi sınıfının kurtuluşuna da asla hizmet edemeyeceklerdir. Tarihsel örneklerin kanıtladığı gibi, devrim olmadan kapitalizmden kurtulmak mümkün değildir. Ve işin aslında, reformist siyaset işçi-emekçi kitlelere en büyük yenilgileri, karşıdevrimci darbe ve rejimleri armağan etmekten başka bir sonuca da hizmet etmemiştir. Hüner, en zor ve en umutsuz görünen koşullarda bile sınıfın öncüsünü devrimci siyaset temelinde örgütlenmeye çekmekte ve böylece işçi kitlesinin mücadelesini de elden geldiğince ilerletebilmektedir. Ne sınıftan kopuk küçük-burjuva solcuların keskin görünen devrimci lafazanlığı ne de sınıfı yalnızca kendi çıkarları için bir basamak, bir araç olarak gören bürokratların ve onlara uyarlanmış reformistlerin siyaseti bunu başarabilir. İşçi hareketindeki Bolşevik gelenek, hiçbir göreve “can sıkıcı” diye burun kıvırmayan, zor gördüğü işe sırtını dönmeyen ve zorluklardan kaçmayıp üstüne gidebilme cesareti sergileyenlerin, ancak böyle bir kumaştan dokunmuş insanların devrimci sıfatını hak edeceklerini kanıtlamıştır. Lenin’in öğrettiği üzere, istisnasız bütün eylem alanlarında çalışmaya uyum sağlamak gerekir. Her zaman ve her yerde, bütün güçlükleri, bütün burjuva alışkanlıkları, tutuculuğu ve rutini yenebilecek azimle donanmak gerekir.
Küçük-burjuvanın siyasal meşrebi Tarihi örneklere kısaca göz attığımızda, işçi hareketinde reformizmi besleyen çeşitli nedenlerle karşılaşıyoruz. Bunlardan biri, toplumsal devrim tehdidi karşısında başı sıkıştığında ve elbet nefesi de yettiğinde burjuvazinin sosyal reform kartını ileri sürmesidir. Zaten egemen sınıfların ezilenler üzerindeki egemenliklerini güvenceye almak için başvurdukları iki sosyal fonksiyon vardır. Lenin’in deyişiyle, papazın ve cellâdın fonksiyonu! Cellât, ezilenlerin protestosunu ve öfkesini bastırmak; papaz da, ezileni teselli etmek, onlara sıkıntıların ve fedakârlıkların azalacağı umudunu vermek için gereklidir. Böylece bur-
Ocak 2006 • sayı: 10
juvazi muhtelif yöntemlerle egemenliğini sürdürmeye çalışacaktır. İcabında ve gücü yettiğinde kitlelerin devrimci mücadelesini açık baskı yöntemiyle ezmeye teşebbüs edecek, bazen de papazın vaaz ve telkinleriyle onları devrimci eylemden uzak tutmaya ve devrimci duygularını köreltmeye çabalayacaktır. Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı sonrasında örneklendiği üzere, kapitalizm çerçevesinde sağlanan bazı iyileştirmelerle işçi-emekçi kitleler yatıştırılmış ve bir “sosyal devlet” aldatmacası egemen kılınmıştır. Bu nesnel koşullar siyasal olarak tam da reformizmin yeşerip güçleneceği bir iklim yaratmıştır. Sonuç olarak, bu tür koşulların hüküm sürdüğü ülkelerde solda reformizm (ve kuşkusuz revizyonizm, oportünizm) yönünde bir siyasi erozyon yaşanmıştır. Sınıf mücadelesinde reformist yaklaşımlara uygun zemin hazırlayan faktörlerden bir başkası ise, bir ülkede küçük-burjuva damarın güçlü oluşudur. Lenin çeşitli defalar, Rus reformculuğunun kendine özgü inatçılığıyla belirginleştiğini dile getirmiş ve bu durumun nedenleri üzerinde durmuştur. O dönemin Rusya’sı, Batı Avrupa ülkelerine kıyasla çok daha fazlasıyla bir küçük-burjuva ülkesidir. O yüzden Rusya, genellikle küçük-burjuvazinin karakteristiği olan ve sosyalizme duyulan inanç konusunda da etkisini hissettiren çelişik ve kararsız ruh haline sahip kişi, grup ve siyasal eğilimleri ziyadesiyle yaratmıştır. Tıpkı Türkiye’de de görüldüğü üzere, küçük-burjuvazi devrimci örgütlere kendisiyle birlikte hastalıklı siyasal yaklaşımları taşımakta, örgüte bağlılık konusunda kara sevda ile alçakça ihanet arasında yalpalayıp duran sakat tutumlar sergilemektedir. Ayrıca yine Rusya örneğinde olduğu gibi Türkiye’de de küçük-burjuvazi, devrimci mücadelede karşılaşılan başarısızlıklar karşısında dönek bir ruh haline bürünmeye, yenilgiye çok daha çabuk boyun eğip, cesaretini çok daha çabuk yitirmeye yatkındır. Nitekim 12 Eylül faşist diktatörlüğünün kuruluşuyla birlikte içine girilen yenilgi dönemi, istisnasız tüm sol örgütlere damgasını vuran bu küçük-burjuva hastalıkların sayısız örnekleriyle doludur. Gerçi kapitalist gelişmeyle birlikte geleneksel küçük-burjuva katmanların erimekte olduğu doğrudur. Ne var ki küçük-burjuvalık sorunu, toplumda yaygın bir zihniyeti yansıtması bakımından hâlâ çok canlıdır. Özellikle okumuş kesim ve bu kesimi besleyen üniversite gençliği, siyasi yaşamda küçük-burjuva tutumları yeniden ve yeniden üreten bereketli kaynağı oluşturuyor. Burjuvazinin ayrıcalıklı konumu karşısında öfkeye kapıldığında devrimci kimliğe bürünerek kafa tutmaktan hoşlanan, fakat proleterleşmekten de ölesiye korktuğundan aslında hep ayrıcalıklı bir konum peşinde koşan çeyrek aydın, küçük-burjuva zihniyetin dört dörtlük temsilcisidir. Sınıf hareketine döneklik ruh halini ve yenilgi psikolojisini taşıyan küçük-burjuva, her an oportünizme veya reformizme savrulmaya teşnedir. Devrimci mücadelenin
marksist tutum
inişli çıkışlı ve zahmetli yolunda sebatla yürümeye yatkın olmadığı için, kendi ruhunun kaçış eğilimi içine girdiği her noktada devrim mücadelesini ve devrimci örgütleri suçlar. Kendisine böylece siyasi bir kaçış noktası bulmaya çabalar. Ruhunu küçük-burjuva hastalıklardan arındıramamış bir kişi, bireyselliği değil toplumcu düşünceyi benimsediğini söylediğinde bile her şey öncelikle kendisi için vardır. İşine geldiği sürece devrimci mücadeleyi kutsal kabul eder; ama zor günler göründüğünde ise çekilen sıkıntıların suçunu sınıf düşmanına değil, rahatlıkla devrimci mücadeleye yükler. Türkiye’de de görüldüğü üzere, küçükburjuvazi devrimci örgütlere kendisiyle birlikte hastalıklı siyasal yaklaşımları taşımakta, örgüte bağlılık konusunda kara sevda ile alçakça ihanet arasında yalpalayıp duran sakat tutumlar sergilemektedir. Ayrıca yine Rusya örneğinde olduğu gibi Türkiye’de de küçük-burjuvazi, devrimci mücadelede karşılaşılan başarısızlıklar karşısında dönek bir ruh haline bürünmeye, yenilgiye çok daha çabuk boyun eğip, cesaretini çok daha çabuk yitirmeye yatkındır. Bu nedenle dün Rusya’da veya bir başka ülkede ya da yakın geçmişte Türkiye’de yaşandığı üzere, yenilgiyle sona eren devrimci dönemlerin ardından sol harekette genelde inkârcı ve tasfiyeci rüzgârların esmesi anlaşılabilir bir durumdur. Böylesi rüzgârlar kof devrimcileri önüne katıp düzen yanlılarının cephesine sürüklerken, aynı zamanda da işçi hareketinde devrimciliğin küçümsenip reformculuğun yüceltilmesine hizmet eder. Lenin 1905 devrim yenilgisinden sonra gelişen tasfiyeci dalgayı teşhir ederken bu gibi hususlar üzerinde durur. Ve Rus reformcularının, devrimci tutumunu sürdüren insanları, “yenilgiye uğratıldıkları yere yeniden sokulmak istemekle” suçladıklarını hatırlatır. Lenin’in ifadesiyle, “devrime doğru yeniden sokulmak, durup dinlenmeksizin çalışmak, yeni durum çerçevesinde devrim fikrini yaymak ve işçi sınıfının güçlerini o devrim için hazırlamak” reformculara göre devrimci proletaryanın başlıca suçudur.
Tarihten örnek Reformizm yıllardır, toplumsal dönüşümlerin köklü bir devrime gerek olmaksızın adım adım reformlar yoluyla gerçekleşebileceği yanılsamasını yaratıp duruyor. Reformist sosyalistler, toplumsal devrimin insanlara durduk yere nice bedeller ödeteceği, nice acılara mal olacağı düşüncesini ileri sürerek, kapitalizmin reformlar yoluyla çok daha kolay, kansız ve acısız yoldan dönüştürülebile-
29
Ocak 2006 • sayı: 10
marksist tutum
Rosa Luxemburg ceği yalanına sarılıyorlar. Oysa tarihsel örneklerin kanıtladığı gibi, devrim olmadan kapitalizmden kurtulmak mümkün değildir. Ve işin aslında, reformist siyaset işçi-emekçi kitlelere en büyük yenilgileri, karşı-devrimci darbe ve rejimleri armağan etmekten başka bir sonuca da hizmet etmemiştir. İşte 1918 Alman devrimi örneği! İkinci Enternasyonalin sosyalist geçinen o koca partileri, reformist siyasetin çıkmaz yollarında dolanıp neticede karşı-devrimin zaferine davetiye çıkarmaktan öte bir işe yaramadılar. Hâlbuki devrimci mücadele çizgisi güçlendirilmiş ve işçi sınıfının devrim için örgütlenmesi başa alınmış olsaydı, tarihin akışı ne kadar da farklı olabilirdi! Alman devrimi başarıya ulaştırılabilir, Avrupa’da devrimci dalga gerilemek yerine burjuva iktidarlara karşı hücuma geçebilir ve sonuçta 1917 Ekim Devrimi de yalnız kalmaz ve bürokrasinin çizmeleri altında can vermekten kurtulabilirdi. Keza daha yakın örneklerden olmak üzere, Şili’de devrimci coşkuyla atağa geçen kitleler Allende hükümetinin reformist ve uzlaşmacı politikaları ile yatıştırılmamış olsalardı, iktidarı devrimci yoldan kendi ellerine alabilirlerdi. Reformizm pek çok Latin Amerika ülkesinde olduğu gibi 1973 Şili’sinde de, işçi-emekçi kitlelere onca zulüm ve ölüm getiren askeri faşist rejimin kurulmasına kapıyı açtı. Ya Türkiye? İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin yaşadığı devrimci yükseliş, bir yandan solcu geçinen Ecevit, diğer
30
yandan kendilerini sosyalist ya da komünist olarak adlandıran çeşitli reformist örgüt ve liderler eliyle durduruldu. Böylece Türkiye’de de 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğüne giden o uğursuz yol döşenmiş oldu. Tarih öğrenmesini bilenler için ibret vericidir! Yaşananlar yaşanacak olanlara ışık tutabilmeli. Günümüzde Latin Amerika ülkelerinde esen sol rüzgârlar, kendilerini solcu veya devrimci olarak tanıtan devlet adamları eliyle düzen sınırları içine hapsedilmek isteniyor. En solcusu bile olsa, burjuva düzen sınırları içinde kurulan hükümetlerden devrim beklemek, sonucu işçi sınıfına ve emekçilere çok ama çok pahalıya mal olacak tehlikeli bir düştür. Devrimle oyun oynanmaz! Devrimci kişi hiçbir kişisel çıkar gütmeksizin devrimin hizmetine girendir, solcu geçinen şu ya da bu devlet adamının kuyruğuna takılan değil! İşçi sınıfının mücadele tarihi, yaşam çizgisini ölümüne dek devrimci temelde sürdürmeyi başaran olumlu örneklerin yanı sıra, tam bir soysuzlaşma anlamına gelen olumsuz örnekleri de içeriyor. Tarih gerçekten öğrenmek isteyenler için ibret vericidir. Örneğin İkinci Enternasyonal içinde yer alan, ama tamamen farklı siyasal akımların temsilcisi olan sosyalist kişilerin yaşam ve mücadele çizgilerinin karşılaştırılması ne kadar eğiticidir. İkinci Enternasyonalin reformizmine karşı daima devrimci Marksizmi savunan Rosa Luxemburg 1919 Ocak’ında karşı-devrimin dipçik darbeleri altında can verirken, Spartakistlerin Berlin ayaklanmasını ezmekle görevli bakanlık koltuğunda kim oturuyordu, hatırlıyor musunuz? Aynı Enternasyonal içinde sosyalist geçinip de, emperyalist paylaşım savaşı patlak verdiğinde “kendi” burjuvazisinin yanında yer alan ve nihayet Alman karşı-devriminin başına geçen Gustav Noske! Bu tür çarpıcı örnekleri çoğaltmak mümkündür, neticede ne reformizm, ne revizyonizm ve ne de oportünizm durduğu yerde durur. Çarpık eğilimler mücadele edilip yenilgiye uğratılmadıkları takdirde, sosyalist geçinen kişi ve örgütleri burjuva düzen güçlerinin yanı başında çok farklı pozisyonlara ve görevlere getiriverir. Güzel ve doğru olan, devrimci inançla başlayan bir yaşam ve mücadele çizgisini yine o şekilde noktalayabilmektir. Bir yanda, Lenin’in “o bir kartaldı!” sözleriyle andığı ve son nefesini vermeden önce bile devrimi kastederek, “Vardım, Varım, Var Olacağım” diye dünyaya haykıran kızıl Rosa! Diğer yanda ise, siyasal yaşamını bir sosyalist olarak başlatıp, burjuva düzenin sunduğu kariyer, siyasal ün, maddi ve manevi çıkarlar peşinde karşı-devrimin bok çukuruna sürüklenen Noske gibi örnekler! Seçim yapmak kişiye kalmış, başka ne denebilir?
www.marksist.com sitesinden alınmıştır
Latin Amerika Sosyalizme mi Gidiyor? Oktay Baran
S
on yıllarda özellikle Latin Amerika’da sınıf mücadelesi giderek yükseliyor ve buna paralel olarak sosyalizm fikri de belli bir sempati kazanmaya başlıyor. Tüm dünyanın çalkantılar içerisinde olduğu, ekonomik krizin bir türlü aşılamadığı, tüm kapitalist ülkelerde siyasetin temel taşlarının yerlerinden oynamaya başladığı, emperyalist savaşların ve emperyalistler arasındaki hegemonya kavgasının kızıştığı bir dönemde sosyalizm düşüncesinin geniş emekçi kitleler nezdinde belli bir itibar kazanmaya başlaması, ilk bakışta kuşkusuz çok önemli ve sevindirici bir gelişme olarak görünüyor. Ancak, biraz daha yakından bakıldığında, bu sürecin aslında kendi içinde çok ciddi tehlikeleri barındırdığını da görmek zor değil. 20. yüzyılda SSCB başta olmak üzere kendilerini “sosyalist” olarak tanıtan rejimlerin sosyalizmle ilgisi olmayan uygulamaları ve nihayetinde de çöküşleri emekçi kitlelerin kafalarını karıştırmış ve sosyalizme duydukları inancı zedelemişti. Yeni dönemde aynı yanlışları yapmamak ve aynı akıbetten kaçınmak üzere komünist hareketin son derece dikkatli yaklaşımlara, doğru değerlendirmelere ve gerçekten devrimci, gerçekten enternasyonalist politikalara ihtiyacı olduğu apaçık ortada. Sosyalizm kavramının kitleler içerisinde yeniden kazanmaya başladığı sempati, bugün Latin Amerika’da reformist-milliyetçi-popülist burjuva sol liderler tarafından iktidar koltuğuna yerleşmek ve yerleştikleri koltuklarda kalıcı hale gelmek amacıyla istismar ediliyor. Şu ya da bu yolla iktidara gelmiş halk dostu, halkın lideri ve solcu geçinen devlet adamları, yani resmi ağızlar, açıktan “sosyalizm” söylemini kullanıyorlar. Bu durum, bir yandan reformizme ve sol-milliyetçiliğe rağbeti arttırdığı gibi, diğer yandan da bu tip hareketlerin barındırdığı potansiyellerin bazen kimi Marksistler tarafından bile abartılmasına ve bu anlamda da kuyrukçuluğa zemin hazırlıyor. Devrimcisinden
İşçi sınıfının davası, birtakım sosyal hizmetlerin parasız sağlanması, ama buna rağmen tüm nüfusun yoksullukta biçimsel eşitliğinin sağlanarak siyasal baskı altına alınması davası değildir. Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya toplumu inşa etme özlemi, yani sosyalizm davası, insanların yoksulluğu değil, dünyanın tüm zenginliklerini gerçekten eşit bir şekilde paylaşması, maddi manevi her türlü insani ihtiyacın tam olarak karşılanması ve böylelikle insanın gerçekten özgürleşerek, onun bireysel ve toplumsal gelişiminin önündeki tüm engellerin kaldırılması davasıdır. Enternasyonalist komünistler, bu nedenle, Latin Amerika’nın olduğu kadar tüm dünyanın da Chavez’lere, Castro’lara vb. değil, Bolşevik devrimcilere ihtiyacı olduğunu savunuyorlar. Tüm dünya emekçileri, “solcu-halkçı programlar uygulayacak liderler”in dağıtacağı kırıntılara, sunacağı sus paylarına değil, sosyalizm davasını başarıya ulaştıracak proleter devrimlere ve bu devrimlerin başarısının temel koşulu olan devrimci Marksist bir dünya partisine ihtiyaç duyuyorlar. Kırıntı değil, tüm dünyayı istiyorlar!
31
marksist tutum
reformistine küçük-burjuva sosyalizminin her türlü türevine karşı uyanık olunmadığı sürece, proleter devrim fırsatları bir kez daha heba olmaktan kurtulamayacaktır.
Latin Amerika’da sınıf mücadelesi yükseliyor 2000’li yılların başında Arjantin’de patlak veren krizle birlikte Latin Amerika’da yaşanan gelişmeler gerek burjuvazinin gerekse de sol hareketin gündeminin ilk sıralarına oturdu. Ekvador ve Arjantin’de başlayan devrimci yükseliş, farklı gelişmişlik düzeylerinde ve farklı görünümler altında da olsa, neredeyse istisnasız tüm Latin Amerika ülkelerinde işçi hareketinin genel bir yükselişini de beraberinde getirdi. Latin Amerika sınıf mücadelesi bakımından bugün dünyanın en hareketli bölgesidir. Bu durum kıtada ardı ardına patlak veren ayaklanmalar, genel grevler, devasa yürüyüş ve mitingler, embriyonik düzeyde kalsa dahi sovyet tipi örgütlenmeler, karşı-devrimci darbe girişimleri, kapitalist hükümetlerin ve devlet başkanlarının art arda istifaları vb. şeklinde kendisini ortaya koyuyor. Ama hepsi bu değil. Son 50 yıl içerisinde askeri faşist diktatörlüklerden nasibini almamış neredeyse hiçbir ülkenin bulunmadığı Latin Amerika’da, birbirinin ardı sıra “sol” olarak ve hatta “sos-
32
Ocak 2006 • sayı: 10
yalist” olarak adlandırılan kişilerin, partilerin iktidara geldiğini görüyoruz. Ekvador, Arjantin, Venezuela, Brezilya ve Uruguay’dan sonra şimdi de Bolivya’da, solcu ya da sosyalist olarak adlandırılan kişiler ve onların hükümetleri iktidara geldi. Şili’de, Peru’da ve Meksika’da ise bir sonraki seçimlerde solcu adayların zafer kazanacağına kesin gözüyle bakılıyor. Latin Amerika, tıpkı kapitalist dünyanın diğer bölgeleri gibi, yüz milyonlarca insanın yaşadığı korkunç bir yoksulluk ve sefaletin yanı sıra bir avuç burjuvanın lüks yaşamlarına şahitlik ediyor. Kapitalizmden kaynaklı muazzam bir adaletsizlik, eşitsizlik, sömürü ve sefalet tüm kıtada hüküm sürüyor. Kıtada durumu en iyi gözüken Brezilya’da bile resmi rakamlara göre nüfusun %22’si yoksuldur. Bu ülkede çocukların kaçırılarak köle ya da fuhuş sektörünün bir kurbanı olarak zorla çalıştırılması bir yana, kaçırılan çocukların öldürülerek iç organlarının dünya çapında faaliyet gösteren “organ mafyasınca” dünyanın zenginlerine pazarlanması bilinen bir gerçek. %22’lik oranla yoksulluk açısından en iyi durumda gözüken Brezilya’da yaşananlar bunlarken, resmi yoksulluk oranının %70’e çıktığı Bolivya’da yaşananları varın siz düşünün. Latin Amerika’nın genelinde insanlar aç, işsiz ve sefalet içinde iken sırf kapitalist anlamda kârsız olduğu için milyonlarca hektar toprak üretime kapatılıyor, binlerce fabrikanın kapısına kilit vuruluyor. Ve tüm bu sefalet, üzerinde emekçilerin yaşam savaşı verdiği, bereketli toprakların ve engin ormanların alabildiğine uzandığı, altında ise petrolden doğalgaza ve değerli madenlere kadar inanılmaz yeraltı zenginliklerinin bulunduğu bir coğrafyada yaşanıyor. Reformistler, kapitalizmin neo-liberal politikalarla değil de sosyal içerikli politikalarla işletildiğinde, kıtanın yoksul emekçilerinin sorunlarına köklü çözümler getirilebileceğini savunuyorlar. Kuşkusuz ki, 1980’lerin başlarından itibaren ama özel olarak da SSCB’nin çöküşünden sonra tüm dünyada dizginsiz bir biçimde uygulamaya sokulan neo-liberal politikalar, yani ücretlerin dondurulması ve aşağı çekilmesi, kapitalist devlet mülkiyetindeki işletmelerin özelleştirilmesi, devletin sağladığı parasız sağlık-eğitim gibi sosyal hizmetlerin tasfiye edilerek paralı hale getirilmesi, emeklilik haklarının budanması ve emeklilik yaşının arttırılması, sendikasızlaştırma ve taşeronlaştırma saldırıları vs, emekçilerin dünyanın her yanında çok daha zor yaşam ve çalışma koşullarıyla karşı karşıya kalmaları anlamına geldi, geliyor. Ne var ki, içinde yaşadığımız toplumda bu tür iktisadi politikalar da, bunun alternatifi olarak gösterilen “sosyal devlet” anlayışına dayanan politikalar da kapitalist politikalardır. Bir başka deyişle, emekçilerin sömürülmesi ve giderek daha çok sefaletin içine batması, kapitalist hükümetlerin uyguladığı şu ya da bu ekonomi politikasından değil, bizzat kapitalizmin kendisinden kaynaklanmaktadır. Neo-liberal politikaların terk edilip yerine daha sosyal politikaların geçirilmesi, emekçilerin sömürülmesini ve yaşadıkları sefaleti ortadan kaldırmaz, olsa olsa bu sefaleti bi-
Ocak 2006 • sayı: 10
raz daha katlanılabilir kılar ancak. Bu nedenle, kapitalizmi esastan eleştirmeyip, muhalefetlerini yalnızca neo-liberal politikaları ve IMF’yi eleştirmekle sınırlayan reformistler, işçi sınıfını aldatıyorlar. Reformist siyasetler yalnızca işçi sınıfını çıkışsız yollara ve felâketlere sürüklemekle kalmıyor, aynı zamanda milliyetçilik ve yabancı düşmanlığını anti-emperyalizm olarak yutturmaya çalışan burjuva hareketlerin değirmenine de su taşıyorlar. Unutmamak gerekir ki, bu tür milliyetçi burjuva anlayışlar bugün Türkiye’de de Latin Amerika’da da büyük prim yapmaktadır!
marksist tutum
Latin Amerika’da proleter devrim olanaklarının heba olması tehlikesi anlamına geliyor!
Venezuela’da yükselen mücadele ve bekleyen tehlikeler
Bu tehlike en olgun ve gelişmiş halini bugün Venezuela’da almış durumda. Venezuela’daki Chavez hükümeti, yukarıda sıraladığımız iki kategorinin çiftleşmesiyle, melez bir biçimde ortaya çıktı. Chavez ne bir emekçi halk önderi idi ne de parlamento sıralarında kaşarlanmış bir burjuva solcusu. O, bir darbe girişimi nedeniyle ordudan atılmış, Latin Amerika’da “sol-halkçı” iktidarlar ama ordunun orta kademe subaylarıyla ilişkisini koparmaTabanları, iktidara geliş biçimleri, kendilerini adlandırış- mış bir eski albaydır. Düzenin kurumları içinden, devlet ları ve içinden çıktıkları gelenekler farklılıklar gösterse bile, aygıtı içinden çıkmış, ancak bu aygıtın dışına atıldıktan Latin Amerika’nın çeşitli ülkelerinde iktidara gelen “sol” sonradır ki “halkın arasına karışmıştır”. Latin Amerika’da hükümetlerin hepsi, gerçekte burjuva düzeni yıkmak gibi yaygın olan sol askeri darbeci geleneğin tipik bir temsilcisibir derdi olmayan milliyetçi-popülist hükümetlerdir. Bu hü- dir aslında. Halka yakınlık duyan, onun acılarına ve sefalekümetlerden bazılarının liderleri, gerçekten de “sokak”tan tine gözlerini kapamayan ama seçkinci, halk hareketini gelmişlerdir. Burjuva siyaset geleneğinin içinden değil, olumlayan ama çok ileri gitmesinden de endişe duyan, halemekçilerin sokaklara taşan militan mücadelesinin içinden kın kurtuluş özlemlerini kabullenen ama onu kendisinin “yükselerek” burjuva devlet aygıtının hükurtaracağını düşünen bir lider. Ve bu liChavez, kapitalizmi kümet koltuklarına yerleşmişlerdir. Brezilder, kitleler karşısına kızıl gömlek ve kızıl aşmak gerektiğini ya’daki Lula hükümeti, Bolivya’daki müsberesiyle çıkıp, kapitalizmi tasfiye etmek defalarca belirtmiş takbel Morales hükümeti böyledir. Sözde gerektiğini nihayet anladığını, yeni bir sosolmasına rağmen, sol olarak, sözde halk dostu olarak ve onyalizm kurmak zorunda olduklarını, bu kapitalist özel ların umutlarını gerçekleştirme vaatleriyle sosyalizmin “21. yüzyılın sosyalizmi” olamülkiyete bir saldırı iktidara gelen Arjantin’deki Kirchner gibicağını söylüyor. Sosyalizmin kalesi olarak içerisine girmiş ler ise, halk hareketinin içinden gelmediler. görülen Küba’ya yardım elini uzatıyor. değildir. Onlar, halk hareketinin baskısının sonucu Onu örnek alacaklarını ama farklı bir yolVenezuela’da olarak ve burjuva siyasal çevreler içinde dan gideceklerini söylüyor. Ve tüm bu sosChavez’in iktidara kanıtlanmış sadakatlerinin de yardımıyla, yalizm söylemleriyle yoksul Venezuela halgeldiği 1998’den bu yine burjuvazi tarafından sol renklere bokının muazzam ölçüde sempatisini kazanıyana yaşandığı yanıp iktidar koltuğuna terfi ettirildiler. yor. Bu çıkışlarıyla yalnızca tüm Latin söylenen “devrim”e Tüm bu hükümetler, IMF ve neo-liberal Amerika’da değil, dünya sol hareketinin rağmen, büyük politikaları eleştirerek halkın desteğini kageniş kesimleri nezdinde de kazandığı saytekeller, büyük zandılar ya da kazanmaya çalıştılar. Ancak gınlığı, Latin Amerika’nın diğer sol hükübankalar, büyük hepsi de, yalnızca birtakım göstermelik remetlerine destek vermek için kullanmakulaşım şirketleri ve formlarla bu politikaların yıkıcılığını hafiftan çekinmiyor. Onlar da Chavez dostu büyük toprak letmeye çalışmakla yetindiler. Bolivya’da olarak görünerek kendi halklarına yaranmülkiyeti yerli seçimleri kazanan ve ABD emperyalizmimak için bundan seve seve yararlanıyorlar. yerinde duruyor. nin kâbusu olacağını açıklayan Morales heChavez’e kalırsa, tüm Latin Amerika farknüz görevi devralmadı. Ama daha seçimlerden önce bile lı yollardan da olsa sosyalizme doğru gidiyor. Lula da, “And dağlarına özgü” bir ulusal kalkınmacı model yarata- Kirchner de, Morales de sosyalist! Ve hatta Ekvador’da kitcağını, kapitalizmi tasfiye değil ıslah edeceğini zaten ifade lelerin, ayaklanarak büyük ümitlerle iktidara getirdikleri etmişti. Guiterrez’i, kendilerine ihanet ettiğini gördüklerinde tekrar Latin Amerika’da sınıf mücadelesi şiddetlendiği için, ayaklanarak devirmeleri, Chavez’e göre pek de yakışık alburjuvazi, peşi sıra tüm bu ülkelerde reformist sol hükü- madı! Kitleler, beğenmedikleri liderleri ayaklanarak değil metlere icazet vermekle kalmıyor, kimi durumlarda bu tür seçimler aracılığıyla görevden uzaklaştırmalılardı! Ne de hükümetlerin önünü de açıyor. Burjuva medyada “eyvah olsa Chavez, sosyalizmi, kendi denetimi altında, kuşkusuz düzen elden gidiyor” şeklindeki abartılı yorumlara aldan- ordudan eski silah arkadaşlarıyla birlikte, parlamentonun mamak gerekiyor. Başta ABD olmak üzere emperyalist yasal adımlarıyla ve reformlar aracılığıyla kuracaktır! burjuvazi bu sözde sosyalistlere saldırdıkça, bunların kitleRadikal söylemiyle, Küba dostluğuyla, kızıl bere ve ler gözündeki prestiji artıyor. Reformistlerin artan prestiji, gömleğiyle Chavez, küçük-burjuva devrimci hareketin ge-
33
marksist tutum
niş kesimleri bir yana, Marksist olduğunu iddia eden siyasal çevrelerin bir bölümünün bile gözünü boyamayı beceriyor. Gözü boyanmış kimi sol çevreler, Chavez’in ABD emperyalizmine karşı “yiğit direnişi”nden bahsetmeye bayılıyorlar. Onlara kalırsa, Latin Amerika ve tüm dünya kendi Chavez’ini aramakta. Chavez’in Birleşmiş Milletlerdeki bir konuşması sırasında ABD başkanı Bush’la alay etmesi, birçoklarının yüreklerinin yağını eritiyor. Bıraktık açıkça kafa tutmayı ABD’ye laf dokundurmak bile, antiemperyalizm olarak değerlendiriliyor. Türkiye’de de yabancı düşmanlığı ve milliyetçilik anti-emperyalizm olarak görülüyor. Bu o denli açık bir gerçek ki, faşist MHP yöneticileri bile Chavez’in ABD’ye karşı bu “radikal” çıkışlarını örnek göstererek “işte onurlu bir devlet adamı böyle olmalı” diyebiliyorlar. Chavez’in kitleler nezdinde büyük bir destek görmesinin asıl nedeni, elbette onun giriştiği reformlardır. Venezuela gibi, nüfusun yarısının yoksulluk sınırının altında yaşadığı, resmi işsizlik oranlarının %18’ler civarında seyrettiği, halkın büyük bir bölümünün hayatı boyunca hiçbir sağlık hizmetinden yararlanamadığı, okur-yazarlık oranının göreli düşük olduğu bir ülkede, bu reformlar açlıktan kıvranan bir halk tarafından büyük nimet olarak algılanıyor. Halkın devletten ve ordudan, üzerlerine yağdırılan kurşundan başka bir şey görmediği bir ülkede, orduyu açlıkla savaşmakla görevlendirdiğini söyleyen bir devlet başkanını sahiplenmesi kuşkusuz anlaşılır bir şey. Ne var ki “Bolivar 2000” adı verilen kapitalizmi ıslah çalışmalarından, Chavez’in “halkçılığının” ve “sosyalistliğinin” ne denli içten olduğu değil, olsa olsa ülkenin ne denli büyük bir sefalet içerisinde olduğu gerçeği çıkar. İşin aslına bakılırsa, Chavez, kapitalizmi aşmak gerektiğini defalarca belirtmiş olmasına rağmen, kapitalist özel mülkiyete bir saldırı içerisine girmiş değildir. Venezuela’da Chavez’in iktidara geldiği 1998’den bu yana yaşandığı söyKendisini Küba dostu ilan eden Chavez’in açıklamalarıyla Venezuela’da popülerleşen sosyalizm söylemi, genel olarak Latin Amerika emekçilerinin Küba’ya karşı sempatisiyle birleştiğinde, ortaya, Küba’nın sosyalizmin kalesi olarak emekçilerin kurtuluşunda bir model olarak görünmesi olgusu çıkıyor. Komünist hareket açısından son derece tehlikeli bir durumdur bu. Çünkü Küba ne sosyalisttir ne bir emekçi cumhuriyetidir ne de Küba’daki rejim işçi sınıfının kurtuluşu açısından bir model teşkil edebilir.
34
Ocak 2006 • sayı: 10
lenen “devrim”e rağmen, büyük tekeller, büyük bankalar, büyük ulaşım şirketleri ve büyük toprak mülkiyeti yerli yerinde duruyor. Tüm iktidarı elinde toplayan Chavez, emekçileri ABD desteğindeki darbe girişimlerine karşı silahlanmaya bile çağırmıştı, ama tüm ordu kendi denetiminde olmasına rağmen halkı silahlandırmaya dönük hiçbir girişimde bulunmadı. Gerçekte onun yaptığı tek şey, kapitalizmin tam bir sefalete sürüklediği emekçi kitleleri, bir parça kırıntıyla ve büyük beklentilerle kontrol altında tutmaktır. Ama bu bazıları, büyük bir adım, radikal toplumsal dönüşümler ve hatta “devrim” olarak gözüküyor! Tarihsel bir kuraldır, reformistlere reformlar daima devrim olarak gözükür! Devrimci Marksist bir önderlikten yoksun olduğu sürece emekçi kitlelerin halkçı-solcu gözüken Chavez gibilerin kuyruğunda felâketlere sürüklenmeleri kaçınılmazdır. Bıraktık bir işçi devrimine önderlik etmeyi ve bir işçi devletini hedeflemeyi, Chavez’inki gibi sol-milliyetçi önderliklerin, bugünün dünyasında köklü değişimler olmadığı ve Venezuela’nın iç sınıfsal dengelerinde ya da emperyalistlerle ilişkilerinde ciddi altüstlükler yaşanmadığı sürece, Küba tarzı bir yola girerek kapitalist özel mülkiyete ciddi bir darbe indirmeleri de söz konusu olamaz. Buna rağmen Chavez’in Küba ile kurduğu dostluk ve “Küba sosyalizmi”ne düzdüğü övgüler, birçoklarının kafasında Venezuela’dan yeni bir Küba çıkabilir mi şeklinde bir soruyu ve beklentiyi doğurmuş gözüküyor. Bunu pek mümkün görmememize rağmen, böylesi bir durumun ortaya çıkması bizce hiç de işçi sınıfının kurtuluşu davasının önemli bir kazanım elde etmesi anlamına gelmez. Çünkü bizzat Küba’daki bürokratik rejimin kendisi, işçi sınıfının devrimci ayaklanmasıyla yıkılması ve yerine gerçek bir işçi devletinin kurulmasını gerektiren bir rejimdir! Oysa sol hareket içerisinde Küba’ya karşı genel bir sempati mevcuttur. Farklı anlayışlara sahip sosyalist çevreler, bugünkü
Ocak 2006 • sayı: 10
Küba’nın sosyalist hareket için bir kazanım olduğunu ve mutlak surette korunması gerektiğini savunmaktadırlar. Kendisini Küba dostu ilan eden Chavez’in açıklamalarıyla Venezuela’da popülerleşen sosyalizm söylemi, genel olarak Latin Amerika emekçilerinin Küba’ya karşı sempatisiyle birleştiğinde, ortaya, Küba’nın sosyalizmin kalesi olarak emekçilerin kurtuluşunda bir model olarak görünmesi olgusu çıkıyor. Komünist hareket açısından son derece tehlikeli bir durumdur bu. Çünkü Küba ne sosyalisttir ne bir emekçi cumhuriyetidir ne de Küba’daki rejim işçi sınıfının kurtuluşu açısından bir model teşkil edebilir. Yirminci yüzyıl tarihi, Rusya’da yaşandığı gibi, proleter devrimle inşa edilen Sovyet devletinin bürokrasi tarafından içten yıkılmasıyla kurulan bürokratik diktatörlüklere olduğu kadar, işçi sınıfının hiçbir zaman ve hiçbir şekilde iktidarı ele geçirmediği türden bürokratik diktatörlüklere de tanıklık etti. Bu ikinci kategoridekiler küçük-burjuva askeri önderliklerin iktidara bir ayaklanmayla el koyup SSCB örneğini takip etmeleriyle ortaya çıkmışlardı. Bu tür önderliklerin başını çektiği ulusal kurtuluş mücadelelerinin sonucu olarak, Çin, Vietnam, Yugoslavya, Küba gibi ülkelerde kurulan bürokratik devletlerde de, üretim araçları devletleştirilmiş, dış ticarette devlet tekeli kurulmuş ve ekonomik işleyiş bürokratik bir merkezi plan dâhiline alınmıştı. Bir başka deyişle kapitalizm tasfiye edilmişti! Ne var ki tüm bunlar, bıraktık sosyalizmi, o devletleri işçi devleti yapmaya yetmedi, yetemezdi de. Çünkü bu ülkelerin hiçbirinde işçi sınıfının kendi özörgütlerine dayalı bir iktidar mekanizması mevcut değildi. Bu ülkelerin hiçbirinde devlet aygıtı, sovyetik işçi örgütlerinin organik birliği olarak örgütlenmemişti. Hepsinde emekçi halktan ve onların doğrudan denetiminden kopuk düzenli ordular, gizli siyasi polis kurumları, emekçi halktan kopuk mahkemeler ve en önemlisi de bunların hepsini kapsayan ve aşan bir bürokratik devlet aygıtı söz konusuydu. En iyi durumda işçilerin siyasal yaşama katılımları, birkaç yılda bir yapılan seçimlerde merkezi bir meclis için oy kullanmaktan ibaretti. İster geçmişteki bürokratik karşı-devrim sonrası SSCB örneği olsun, ister bugün o modelin yaşayan örneği olan Küba olsun, bu tür rejimler işçi sınıfının kurtuluşu davasına katkıda bulunan değil, yarattığı yanılsamalarla bu davaya zarar veren, bu ülkelerdeki işçi hareketinin önünü kesen rejimlerdir. *** SSCB ve önderliğini yaptığı “sosyalist” blok bugün artık yok. Bu nedenledir ki, bugün artık ulusal kurtuluş hareketleri kendilerini Marksist-Leninist ilan etme gereğini hissetmiyorlar. Ancak yaratılan yanılsama devam ediyor. Birçok sol çevre, işçi sınıfının kurtuluşunun ancak kendi eseri olabileceği düşüncesinden ziyade, her türden ikameci görüşlere rağbet ediyor. İşçi sınıfının ve onun şahsında insanlığın kurtuluşu için gerçek proleter devrimlerin gerekliliği ile böylesi devrimlerin gerçekleşebilmesi için Leninist tipte devrimci partilerin gerekliliği fikri bugün unu-
marksist tutum
tulmaya terk edilmiş durumda. Böylesi partileri inşa etmeye girişmek yerine, kendisini şu ya da bu şekilde solcu olarak tanımlayan küçük-burjuva önderlikleri ileri doğru itekleme gayreti bugün çok daha revaçta gözüküyor. Sosyalizm adına sol cuntalardan, başarısız darbe girişimlerinde bulunmuş eski subaylardan, köylü önderlerinden, eski sendika liderlerinden vb. bir hayır bekleniyor. Küba konusunda yaratılan kafa karışıklığına gelince. Küba’daki bürokratik rejim emekçi kitlelerin en acil ve en yaşamsal kimi sorunlarını hafifletmiş olsa bile, tartışılması gereken sorun bu tür rejimlerin işçi sınıfının evrensel kurtuluş mücadelesini ilerletip ilerletmediğidir. Yıllar boyunca, SSCB’de emekçi kitlelerin birçok temel yaşamsal ihtiyacının devlet tarafından parasız olarak karşılanması, sol hareket tarafından büyük bir tarihsel kazanım olarak, ve hatta bazıları tarafından sosyalizmin tarihsel zaferi olarak değerlendirildi. Sonuç ne oldu? Gerçek şudur ki, bu tür sözde kazanımlar, iktidarda olan egemen bürokrasi tarafından geniş emekçi kitlelere verilen bir tür sus payından başka bir şey değildirler, bu tür parasız hizmetlerin sağlanmaması durumunda zaten her türlü sendikal ve siyasal haktan mahrum edilmiş emekçi kitlelerin ayaklanmasının önüne geçilemeyeceği gün gibi açıktı. İşçi sınıfının ve onun şahsında insanlığın kurtuluşu için gerçek proleter devrimlerin gerekliliği ile böylesi devrimlerin gerçekleşebilmesi için Leninist tipte devrimci partilerin gerekliliği fikri bugün unutulmaya terk edilmiş durumda. Böylesi partileri inşa etmeye girişmek yerine, kendisini şu ya da bu şekilde solcu olarak tanımlayan küçük-burjuva önderlikleri ileri doğru itekleme gayreti bugün çok daha revaçta gözüküyor. İşçi sınıfının davası, birtakım sosyal hizmetlerin parasız sağlanması, ama buna rağmen tüm nüfusun yoksullukta biçimsel eşitliğinin sağlanarak siyasal baskı altına alınması davası değildir. Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya toplumu inşa etme özlemi, yani sosyalizm davası, insanların yoksulluğu değil, dünyanın tüm zenginliklerini gerçekten eşit bir şekilde paylaşması, maddi manevi her türlü insani ihtiyacın tam olarak karşılanması ve böylelikle insanın gerçekten özgürleşerek, onun bireysel ve toplumsal gelişiminin önündeki tüm engellerin kaldırılması davasıdır. Enternasyonalist komünistler, bu nedenle, Latin Amerika’nın olduğu kadar tüm dünyanın da Chavez’lere, Castro’lara vb. değil, Bolşevik devrimcilere ihtiyacı olduğunu savunuyorlar. Tüm dünya emekçileri, “solcu-halkçı programlar uygulayacak liderler”in dağıtacağı kırıntılara, sunacağı sus paylarına değil, sosyalizm davasını başarıya ulaştıracak proleter devrimlere ve bu devrimlerin başarısının temel koşulu olan devrimci Marksist bir dünya partisine ihtiyaç duyuyorlar. Kırıntı değil, tüm dünyayı istiyorlar!
35
Dövüşenler Ölenlerin Tutmaz Yasını! Deniz Moralı
O
cak ayı yalnızca iklim açısından değil işçi sınıfının tarihsel mücadelesinin takviminde de adeta bir kışı andırır. Şüphesiz mücadelenin uykuya yatması anlamında değil, tarihsel kavgamızda birçok önemli kaybımızın adeta özel bir yoğunlukla bu aya isabet etmiş olması anlamında. 15 Ocak 1919’da Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’i, 21 Ocak 1924’te Lenin’i, 28 Ocak 1921de de Mustafa Suphi ve yoldaşlarını yitirdik. Lenin yirminci yüzyılın başlangıcını kapitalizmin gelişiminde daha önceki aşamalardan ayrılan yeni bir aşamanın, yani emperyalizm aşamasının başlangıcı olarak nitelemiş ve bu aşamanın işçi sınıfının mücadelesi bakımından bir başka anlatımının da savaşlar ve devrimler çağı olduğunu açıklamıştı. Yirminci yüzyıl gerçekten de insanlık tarihinde belki de en büyük çalkantıların yaşandığı, en büyük umutların kitleleri sardığı ve mücadeleye sürüklediği, en büyük atılımların, ve en büyük kıyımların eşlik ettiği yenilgilerin yaşandığı trajik bir yüzyıl oldu. Emperyalizm çağını cisimleştiren bu yüzyıl aynen Lenin’in dediği gibi bir savaşlar ve devrimler çağı oldu. İşte Leninlerin, Rosaların ve Suphilerin kaderini belirleyen de bu yüzyılın sonraki tüm gelişimini tayin eden büyük sınıf mücadeleleri oldu. Onların ölümlerinin, tarihsel açıdan bakıldığında bir an gibi görülebilecek denli kısa bir zaman dilimine (1919-24) isabet etmiş olması bile manidardır. Bu kısa dönem tam da 1917 Ekim Devrimiyle başlayan ve 1923 Alman Devriminin yenilgisiyle kapanan dünya devriminin birinci büyük dalgasının yükseliş ve çekilişini kapsayan döneme oturmaktadır. Ve istisnasız olarak tüm bu liderlerin ölümü, ilgili ülkelerdeki devrim süreçlerinin gerileyişini ya da yenilgisini simgeliyordu. Rosa ve Liebknecht’in, Alman burjuvazisinin işini gören Sosyal Demokrat hükümetin elinde hayasızca katledilmeleri Alman devriminin 1918 Ekimi ile 1919 Şubatı ara-
36
sındaki ilk dalgasının sona ermesi ve devrimin büyük ölçüde başsız bırakılması anlamına geliyordu. Devrimci süreç daha sonra iki atılım daha yapacak ve nihayet 1923’te uğradığı yenilgiyle yerini ileride faşizme açılacak olan karşı-devrim sürecine bırakacaktı. Stalinistler üstünü örtmeye çalışsa da, aynı olgu tarihsel olarak Rusya için de geçerli olmuştur. Lenin’in 1924 başındaki ölümü, devrimi yapmış proletaryaya karşı Stalin önderliğindeki Sovyet bürokrasisinin, esas olarak 1923 yılı içinde başlatmış olduğu bürokratik karşı-devrim sürecinde bir dönüm noktasıydı. Lenin’in ölüm döşeğinde tüm gayretiyle verdiği son mücadelesi, işte bu karşı-devrimci bürokrasiye karşı idi. Biraz farklı bir düzlemde olmakla beraber Mustafa Suphilerin örneği de aslında aynı çerçeveye oturmaktadır. Bir kere Birinci Dünya Savaşından yenilgiyle çıkmış olan Osmanlının bölünüp parçalanması ve paylaşılması sürecinde Anadolu’nun düşman işgaline uğramasıyla 1919’da başlayan direniş süreci esas olarak bir devrim süreciydi. Başlangıçta bu direniş Anadolu’da köylü kitlelerinin temelini oluşturduğu bir tür gerilla hareketiydi. Bütünü alındığında oldukça alacalı bulacalı olan bu hareket içinde o zamanki devrimci Rusya’ya büyük bir sempati besleyen geniş kesimler vardı. Burada bir tür ütopik köylü sosyalizminin unsurlarını görmek de mümkündür. Gerçekten de Rus devriminin tüm dünyada yarattığı dalgalar elbette yanı başındaki Anadolu’nun savaştan bıkmış yoksul kitlelerini de etkilemişti. Esasen bir burjuva devrimi niteliği taşıyan Anadolu’daki bu süreç, başlangıçta halk tipi, aşağıdan bir devrim süreci olma eğilimindeyken, daha sonra Mustafa Kemal önderliğindeki otoriter-despotik devletçi geleneğe sahip burjuva klik, devrimin içinde ne kadar demokratik, halkçı, plebyen unsur varsa bunu zor yoluyla tasfiye etmiş ve süreci güdük bir tepeden devrim sürecine dönüştür-
Ocak 2006 • sayı: 10
müştür. İşte Mustafa Suphilerin bu burjuva klik tarafından katli de bu dönüşüm sürecinin en kritik dönemecini oluşturan 1921 başlarında gerçekleşti. 1921 Ocağında sadece Suphiler katledilmedi. Şubat ayında İngilizlerle yapılacak olan Londra Konferansı arifesine isabet eden bu günlerde çok kapsamlı bir operasyon yürütülerek, Kemalist burjuva liderliğin denetimindeki düzenli ordu, emperyalist işgalcilere karşı gerilla savaşı yürüten Yeşil Ordu birliklerinin üzerine gönderildi ve Yeşil Ordu yok edildi. Hemen birkaç gün içerisinde de Ankara’daki mecliste Halk Zümresi grubu dağıtıldı ve Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (Komünist Partisi) yöneticileri tutuklandı. Proletaryanın tarihsel davası elbette kişilere, liderlere bağlı değildir. Ancak burada andığımız her üç kayıpta da sıradan kayıpların ötesinde bir durum söz konusudur. Her üç hadise de, arada bazı farklar olmakla beraber, ilgili devrim süreçlerine inen ağır bir darbeyi ve hareketin genel gelişimi içinde öznel öğe cephesinde ciddi kayıpları temsil etmiştir. Tarihsel davanın bayrağını yükseklerde dalgalandırmış ve bize paha biçilmez bir hazine bırakmış bu büyük devrimcileri, geleneğimizin önemli kilometre taşları olarak gururla sahiplenmek, onların mirasını düşmana karşı korumak, onlara isnat edilerek yapılan yanlış yorum ve uygulamalara karşı uyanık olmak ve bu mirası geliştirerek bayrağı daha da yükseltmek bizim boynumuzun borcudur. Ancak bunu yapabilmek için onların yaşamlarını ve eserlerini öğrenmek, çalışmak, eleştirel bir gözle özümsemek gerekir. Bu çaba aynı zamanda kaçınılmaz olarak onların temsil ettiği geleneğin ne olduğu ve bu geleneğe nasıl bağlanılacağı sorununun da açıklığa kavuşturulması anlamına gelir. Bu büyük devrimciler hatalarıyla sevaplarıyla devrimci Marksist geleneğin dünya ölçüsündeki ve Türkiye topraklarındaki temsilcileriydiler. Hepsi dünya proleter devriminin başarısı için mücadele ettiler ve bu uğurda canlarını verdiler. Onlar, daha sonra onları sahipleniyor görünen birçoklarının peşinden koştukları başka davaların değil, belki de en yüksek anlatımını Komünist Enternasyonalin tüzüğündeki şu satırlarda bulan davanın savaşçılarıydılar: “Komünist Enternasyonalin hedefi, silah dahil mümkün tüm araçlarla uluslararası burjuvaziyi yıkmak ve devletin tümden ortadan kaldırılışına geçiş aşaması olarak bir ulus-
marksist tutum
lararası Sovyet cumhuriyeti kurmak için mücadele etmektir. Komünist Enternasyonale göre insanlığı kapitalizmin dehşetinden ancak proletaryanın diktatörlüğü kurtarabilir ve Sovyet iktidarı da bu proletarya diktatörlüğünün tarihsel olarak verilmiş biçimidir. (...) İşçilerin kurtuluşu yerel ya da ulusal değil, uluslararası bir sorundur. (...) Yeni Uluslararası İşçiler Birliği, tek bir amacı güden farklı ülkelerin proleterlerinin ortak eylemini örgütlemek için kurulmuştur: kapitalizmi yıkmak, sınıfları tümden ortadan kaldıracak ve komünist toplumun ilk evresi olan sosyalizmi kuracak proletarya diktatörlüğünü, bir uluslararası Sovyet cumhuriyetini inşa etmek.” Temel önemdeki bu programatik görüşler, bize gelenek konusunda iyi bir test sunmakta ve bunlar karşısında “ama”ları “eğer”leri olanların, eli titreyenlerin Leninlerin, Rosaların, Suphilerin geleneğine sahip çıkmasının mümkün olmadığını göstermektedir. Devletli ve milli bir sosyalizmin kurulabileceğini savunup bunun peşinden koşanlar, sosyalizmin sınıflı olduğunu savunanlar, ufukları ulusal devrim perspektifiyle sınırlı olanlar, içinde işçi sınıfının olmadığı devrim ve sosyalizm tahayyülü kuranlar, doğrudan işçilerin sovyet tipi örgütlenmelerine dayanmayan “proletarya” diktatörlükleri tasarlayanlar, bir dünya komünist partisinin gereğine inanmayanlar, devletin sönümlenmesine inanmayanlar, nasıl olup da, bu önderlerin izinden gittiklerini iddia edebilirler? Ne yazık ki, Leninlerin, Rosaların ve Suphilerin ölümlerinden sonra dünya, yetmiş yıl boyunca bu tuhaflıkların saltanat sürdüğü bir dünya oldu. İşte bugün onları anarken özellikle hatırlamamız gereken görev, bu garabetin temizlenmesi ve geleneğin gerçek temellerine dönerek bunları yeniden güncelleştirme görevidir. Savaşlar ve devrimler çağının anlamı, nesnel durumun genel olarak işçi sınıfının iktidarı almasına elverecek devrimci olanakları her an doğurmaya hazır olmasıdır. Bu da kaçınılmaz olarak, işçi sınıfının bu devrimci durumları başarılı devrimlere dönüştürebilmesi için ihtiyaç duyduğu örgütlü önderliğinin, yani devrim sürecinin asıl öznel öğesinin, muazzam bir tarihsel önem kazanması anlamına geliyordu. Bu gerçek, bu yüzyılın başlarında, bugün Leninist parti anlayışı olarak bilinen devrimci Marksist örgütlenme anlayışının gelişimine yol açmıştır. Bu örgütlenme anlayışı teorik ve pratik zirvesine bizim burada ele aldığımız kritik
37
marksist tutum
dönemde (1919-1923) ulaşmıştır. Bu dönem işçi sınıfının devrimci Marksist temeller üzerinde kurulmuş gerçek bir dünya partisinin hayata geçtiği bir dönem olmuştur. Komünist Enternasyonalin bu devrimci dönemi gerçekten de uluslararası işçi sınıfı hareketinin tarihi boyunca ulaştığı en yüksek noktayı temsil ediyordu. Komünist Enternasyonal o güne kadar gelen işçi sınıfı mücadelelerinden süzülen paha biçilmez deneyimleri teorik, politik ve örgütsel bakımlardan bütünsel olarak en yüksek ifadesine kavuşturmuştu. Bu devrimci miras bugün bizim için bir nirengi noktası oluşturmaktadır. Lenin’i de, Rosa Luxemburg’u da, Mustafa Suphi’yi de verili tarihsel koşulları unutmaksızın bu nirengi noktasından değerlendirmek en doğrusudur. Komünist Enternasyonal, yozlaşarak sonunda ihanet batağına saplanan İkinci Enternasyonalin içinden ve onun olumsuzluklarına karşı verilen mücadelelerden doğmuştu. Bu süreç devrimci Marksizmin sürekliliğinin sağlanmasında hayati önemde bir tarihsel halkayı oluşturmaktadır. İkinci Enternasyonal içinde çoğunluğu oluşturan eğilimin elinde devrimci özü ve temel ilkeleri belirli ölçülerde zaafa uğratılmaya başlanan Marksizm, bu süreçte verilen mücadelelerle yeni bir diriliş yaşamış ve devrimci damarın sürekliliği sağlanmıştır. Bu mücadelenin birbiriyle bağlantılı iki yönü olmuştur: öncelikle Marksizmin temel devrimci ilkeleri yeniden canlandırılmış, onlara güncellik kazandırılmıştır, ikinci olarak, Marksizm bir dizi yeni alanda zenginleştirilerek geliştirilmiştir. Ve nihayetinde bu kazanımlar Komünist Enternasyonalle birlikte dünya çapında örgütsel bir senteze kavuşturulmuştur. Felsefi idealizme ve kaba materyalizme karşı diyalektik materyalizmin savunusu, Marksizmin kuru bir doktrin değil, devrimci bir eylem kılavuzu olarak kavranışı, düzenin eksiklerini düzeltmeye yarayan reformist bir siyasetin değil, düzeni yıkmayı amaçlayan devrimci siyasetin bir aracı olarak kavranışı, bununla bağlantılı olarak mücadele biçim ve yöntemlerinin legalizm, parlamentarizm ve sendikalizm çerçevesine hapsedildiği, özde düzen içi tek yanlı bir kavranışı değil, siyasal kitle grevlerinden silahlı ayaklanmaya ve iç savaşa kadar uzanan ve düzen çerçevesinin dışına açılan çok yönlü bir kavranışı, Marksist devlet teorisi, geçiş dönemi, proletarya diktatörlüğü ve sınıfsız toplumun kavranışı, milliyetçilik ve şovenizme karşı proletarya enternasyonalizmi ilkesi, ve Marksizmin savaşlar karşısındaki ilkesel tutumu, tüm bunlar, bu dönemde yeniden hayatiyet kazandırılan temeller olmuştur. Öte yandan Marksizm, örgütlenme ve parti konusunda sistematik bir öncü parti anlayışı, devrim teorisi alanında, sürekli devrim teorisi, kapitalizmin yeni aşamasına ilişkin olarak emperyalizm teorisi ve ulusal soruna ilişkin Marksist teori gibi önemli katkılarla ve tüm bu sorunlar çerçevesinde geliştirilen pratiklerle yenilenmiş ve geliştirilmiştir. İşte devrimci Marksist geleneğin bu zorlu mücadelesinde, yukarıda ancak genel hatlarıyla sayabildiğimiz hu-
38
Ocak 2006 • sayı: 10
susların hemen tamamında bir devrimci önder olarak Lenin’in belirleyici önemde ve öncü nitelikte katkısı olmuştur. Bunun içindir ki Lenin tarihteki ilk ve hâlâ tek muzaffer işçi devriminin tartışmasız en büyük önderi olmuştur. Onu çağdaşları ve sonradan gelenler arasında müstesna bir yere koyan özellik, teori ve pratiğin birliğinin oluşması için ne gibi örgütsel araçlar geliştirilmesi gerektiğine en az devrimci teorinin kendisi kadar önem vermesi ve bu araçların yaratılması sorunuyla tutkuyla meşgul olmasıdır. Teoriyle pratik arasındaki dolayım olarak devrimci örgüt sorunu onun düşünce ve pratiğinde hep ön planda yer tutmuştur. Bu çaba sayesindedir ki mücadelenin en karmaşık sorunlarında doğru politik tutumların geliştirilmesi bakımından özel bir üstünlüğü olmuş ve aynı şekilde hataların düzeltilmesinde de olağanüstü bir esnekliğe sahip olmuştur. Bugünün yaygın örgütsüzlük koşullarında bu noktayı ne kadar vurgulasak azdır. Yeni bir Enternasyonal örgütlenmesi çabasını da asıl olarak Lenin önderliğindeki Bolşevikler başlatmışlardır. Felâketin gerçek nedenlerini kavrama çabası Lenin’i tüm sorunlara yeni bir ışık altında bakmaya sevk eder. O andan sonra Lenin, kaybedilen zamanı telâfi etmek için olağanüstü bir azim gösterir ve bu çabalar nihayetinde Ekim Devrimi ve Komünist Enternasyonalin kuruluşuyla taçlanır. Şüphesiz devrimler kişilerin eseri değildirler, onlar nesnel olgulardır. Ancak daha sonra Troçki’nin de parlak bir şekilde ifade ettiği gibi, Lenin olmasaydı proletarya 1917’de iktidarı alamazdı. Nesnel bir olgu olarak proleter devrim durumunun varolması anlamında değil, ama başarıya ulaşması anlamında önderliğin, öznel faktörün önemi sonsuzdur. Kritik an geldiğinde tarihin gidişine yön verecek olan önderliktir. Bolşevik Parti Lenin’in ve onunla birlikte tavır alan azınlığın olağanüstü müdahaleleri olmasaydı ne yazık ki Menşevikçe bir siyaset izleyip fırsatın heba olmasına sebep olacaktı. İşte Lenin’in Ekim Devrimindeki kilit rolü bu noktadadır. Ancak tam da devrim durumlarında öznel faktörün ve partinin bu vurgulayageldiğimiz kilit önemidir ki, dünya
Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg
Ocak 2006 • sayı: 10
devriminin 1917-23 arasındaki birinci dalgasının başarıya ulaşamamasında tayin edici olmuştur. Ne yazık ki dünya çapındaki bir Bolşevik Partinin doğumu gecikmiş ve Komünist Enternasyonal bu dalgadan önce değil, ancak dalganın içinde yaratılabilmişti. Ve doğal olarak, yeterli deneyimden yoksun bir şekilde dünyanın çeşitli bölgelerinde patlak veren devrim durumlarına müdahale etmek zorunda kaldı. Bu eksiklik her şeyden önce, sadece dünya devriminin kaderi açısından değil, bizzat Rus devriminin kaderi açısından da en büyük önemi taşıyan Alman devriminin yenilgisine yol açtı. Çoğumuz Ekim Devriminin yirminci yüzyılın en büyük olayı olduğunu düşünürüz. Bunda büyük bir haklılık payı olduğuna şüphe yoktur. Ancak daha derin düşündüğümüzde belki de yirminci yüzyılın en büyük olayının Alman devriminin trajik yenilgisi olduğu sonucuna varmamız pek de yanlış olmaz. O günlerde Alman devrimi başarılı olsaydı bugün büyük bir ihtimalle bambaşka bir dünyada yaşıyor olurduk. Esasen Lenin ve Bolşevikler de Rusya’daki devrim atılımına her şeyden önce Alman devrimini tutuşturabilmek için önderlik etmişlerdi. “Bolşevik parti olarak biz tek başımıza bu işe giriştiysek, bunu devrimin tüm ülkelerde olgunlaşmakta olduğuna, katlanacağımız büyük zorluklara rağmen, payımıza düşecek bütün yenilgilere rağmen uluslararası sosyalist devrimin sonunda ... patlak vereceğine inançla yaptık ... Tüm bu zorluklardan bizi kurtaracak olan ... Avrupa devrimidir. (...) Alman devrimi olmadan bizim mahvolacağımız bir gerçektir.” (Lenin, SE, c.7, s.304, 308) Tüm bu deneyimden çıkan en büyük ders bugün enternasyonalist komünistlerin daha baştan bir dünya partisinin örgütlenmesi için çabalarını odaklamaları gerektiğidir. Bir devrimci enternasyonalin kurulması çabasını, şu ya da bu şekilde, şu ya da bu gerekçeyle, “sonraya” havale etmek en hafif deyimle ufuksuzluktur, aymazlıktır. Alman devriminin yenilgisi ve önemi konusu bizi aynı zamanda Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’e getirir. Lenin ile hemen hemen aynı yaşta olan Rosa, ondan farklı olarak devrimci kariyerinin çok daha erken dönemlerinden itibaren enternasyonal bir faaliyet içinde oldu. Aslen Polonyalı bir devrimci olarak, hem Polonya’nın, hem Rusya’nın, hem de Almanya’nın işçi sınıfı hareketi içinde ön saflarda yer aldı. Ancak yine de onun mücadelesinin en önemli bölümünü Alman Sosyal Demokrat Partisi içinde geçirdiği yıllar oluşturur. Bu partinin doğrudan içinde olmak ona çürümeyi daha yakından görme ve teşhis koyma avantajını sağladı. O da Lenin gibi, yirminci yüzyılın başlarında Marksizmin temel ilkelerinin ve devrimci özünün İkinci Enternasyonalin çürümesi sürecine karşı korunması, geliştirilmesi ve yeniden diriltilmesi mücadelesinde öncü bir rol oynadı. Üstelik o bu mücadeleyi en zorlu koşullar altında, çürümenin en fazla olduğu ana üssünde yürüttü, ve sonunda bedelini de bu çürümenin en alçak temsilcilerinin elinde canıyla ödedi. Bilindiği gibi İkinci Enternasyonaldeki yozlaşma kendi-
marksist tutum
sini sistematik fikirler biçiminde ilk kez 1890’ların son yıllarında Bernstein’ın revizyonizm olarak bilinen görüşleriyle ortaya koydu. Bu görüşlere karşı Marksizmin devrimci özünü en tutarlı ve militan biçimde ortaya koyarak savunan Rosa Luxemburg olmuştur. Onun o günlerde kaleme aldığı Reform ya da Devrim adlı broşürü, bugün de çeşitli biçimler altında yaygın olan bu tür görüşlere karşı yazılmış en yetkin bir el kitabı olma vasfını hâlâ sürdürüyor. Parti bürokrasisi tarafından pek sevilmezken, işçilerin eğitimlerinde, parti okullarında özellikle görev alan ve etkili bir hatip olarak eylemlerde öne çıkan Rosa, devrimci işçi tabanında seviliyordu. Onun kitle eylemine özel ilgisi, işçi sınıfı mücadelesinin yeni ve özgün bir biçimi olarak 1905 Rus devriminde ortaya çıkan siyasal kitle grevi olgusunun eşsiz bir Marksist çözümlenmesini yapmasında somutlandı. Ancak onun asıl mücadelesi 1914’te patlak veren emperyalist savaşa karşı uzlaşmaz tavrı ve yükselen boğucu şovenizm dalgasına karşı Marksizmin enternasyonalist meşalesini özellikle Almanyada koruma mücadelesi olmuştur. Etrafında bir avuç kalmış olan yoldaşlarıyla birlikte yürüttüğü bu mücadele nedeniyle savaşın büyük bölümünü hapishanelerde geçirmek zorunda kaldı. Ancak bu büyük devrimcinin en büyük eksikliği, SPD’de ve İkinci Enternasyonaldeki sorunları diğer herkesten önce derinlikli bir şekilde teşhis etmesine, bu sorunlara karşı kavga bayrağını herkesten önce ve ısrarla yükseltmesine rağmen, kendi etrafında bu mücadele çerçevesinde bağımsız bir örgütlenme (ayrı bir örgüt ya da örgütlü bir hizip) yaratmakta yetersiz kalması olmuştur. Bu eksiklik Alman Komünist Partisinin kuruluşunda, yani öznel öğenin oluşumunda hayati bir gecikmeye yol açmıştır. Bu da Alman devriminin yenilgiye uğramasında belirleyici olmuştur. Onun mirasına ilişkin belki de en özlü değerlendirmeyi yapan da daha sonra yine Lenin oldu: “bütün hatalarına rağmen o bir kartaldı ve kartal olarak kalacaktır; ve anısı bütün dünya komünistleri için daima değerli olmakla kalmayacak, aynı zamanda biyografisi ve bütün eserlerinin yayınlanması (...) tüm dünyada pek çok komünist kuşağın eğitilmesinde son derece yararlı kılavuzlar olarak hizmet edecektir.” Rosa Luxemburg’u 15 Ocak 1919 günü dipçik darbeleriyle katledenler aynı saatlerde Alman devriminin bir diğer önemli önderi Karl Liebknecht’i de katletmişlerdi. Karl Liebknecht Alman sosyal demokrasisinin kurucularından Wilhelm Liebknecht’in oğluydu. Rosa’yla yaşıt olan Karl Liebknecht politik faaliyete neredeyse otuz yaşında, 1900 yılında, SPD’ye katılmak suretiyle başladı. Bir yıl sonra Berlin şehir meclisine, 1908’de Prusya Meclisine, 1912’de de Reichstag’a seçildi. SPD içindeki etkinliği daha ziyade gençlik kollarındaki çalışmaları olmuştu. 1906’da 14-18 yaşlarındaki gençlere anti-militarist eğitim verilmesi gerektiğini savunarak, parti içinde savaş ve ordu karşıtı bir kampan-
39 9
marksist tutum
ya başlattı. Militarizm üzerine yazdığı bir eseri nedeniyle 1907-1909 arasında yaklaşık iki yıl hapis yattı. Aynı yıllarda İkinci Enternasyonale bağlı Gençlik Enternasyonalinin başkanlığını da yaptı. Karl Liebknecht işçi sınıfı hareketinin tarihine, bir SPD milletvekili olarak emperyalist savaş karşısında aldığı devrimci tutumla ve bunu kitlelere taşımada gösterdiği enerjik çabayla geçmiştir. Savaş kredilerinin oylanmasında mecliste karşı oy kullanan tek milletvekiliydi. Daha sonra Rosa Luxemburg’la birlikte savaş karşıtı faaliyetlerde ve yeni bir örgütlenmenin yaratılması çabalarında yer aldı. Kitlelere dönük konuşmaları ve çağrılarıyla Almanya’da savaş karşıtı tavrın adeta kişileşmiş sembolü oldu. Onu asıl ölümsüzleştiren, savaş karşısında devrimci tutumun mükemmel derecede özlü bir ifadesi olan Asıl Düşman Kendi Ülkemizde bildirisi oldu. Rosa Luxemburg’la işbirliği, Alman Komünist Partisinin kuruluşu ve ölümlerine dek devam etti. Öldürülmelerinden hemen önce kurulmuş olan üç kişilik devrim komitesinin içindeydi. Karl Liebknecht Lenin ya da Rosa gibi Marksizmin gelişimi bakımından iz bırakacak teorik bir eser bırakmamıştır. Ama hiç şüphesiz o, ödünsüz devrimci tavrı ve proleter devrim için verdiği canıyla, aynı Lenin’in dediği gibi bizim bir şehidimizdir. 1917-1923 arası dünya çapındaki devrim dalgası bizim topraklarımızda da belirleyici dönüşümlerin yaşandığı kritik bir dönem olmuştur. Bu kısacık dönem, üç kıtaya yayılmış altı asırlık bir imparatorluğun tarih sahnesinden silinmesine ve yerine Anadolu topraklarında bir burjuva cumhuriyetin doğuşuna tanıklık etmiştir. Yukarıda belirttiğimiz gibi özünde bir burjuva devrimi süreci olan bu süreç, kendi içinde halkçı bir evreden bürokratik-otoriter bir evreye doğru dönüşüm geçirmiş ve sonuç olarak güdük bir tepeden devrim şeklinde sonuçlanmıştır. Hem genel anlamda hareket içindeki sol eğilim, hem de özel anlamda yeni kurulmuş Türkiye Komünist Partisinin Mustafa Suphi dahil son derece önemli lider kadroları bu süreç içinde Kemalist eğilim tarafından tasfiye edildi. Kemalizmin cellâtları tarafından Karadeniz’in fırtınalı sularında boğulan Mustafa Suphi ve yoldaşlarının bu trajik sonu, bizim için hem Kemalizme karşı sınıf kinimizi bilememiz bakımından, hem de, sadece bizim topraklardaki sınıf mücadelesi açısından değil, dünya çapındaki sınıf mücadeleleri açısından acı derslerle doludur. Mustafa Suphi’nin yaşamı ve ölümü, çağının çalkantılı niteliğine uygun oldu. 1883 yılında doğan Mustafa Suphi, İstanbul’da Hukuk Mektebini bitirdikten sonra Paris’te Siyasal Bilimler Okuluna devam etti ve 1910 yılında öğrenimini bitirerek yurda döndü. Dönemin tüm ilerici Osmanlı aydınları gibi o da İttihat ve Terakki’ye katıldı, ancak kısa sürede muhalif oldu. İttihat Terakki’nin 1913’teki Mahmut Şevket Paşa suikastını bahane ederek başlattığı terör dalgasından o da nasibini aldı ve Sinop’a sürüldü. Başlangıçta halkçılıkla bezenmiş Türkçü düşüncelerle İttihat Terakki diktatörlüğüne karşı mücadele için Rusya’ya
40
Ocak 2006 • sayı: 10
kaçmaya karar veren Mustafa Suphi, dünya savaşının patlak vermesiyle düşman bir ülkenin topraklarında enterne edildi. 1914-17 arasını savaş esiri olarak geçirdi. Bu yıllarda Bolşevizmle tanışan Mustafa Suphi kelimenin tam anlamıyla muazzam bir iç devrim geçirerek bir komünist oldu. Türk savaş esirleri arasında propaganda ve örgütlenme çalışmaları yaptı ve Ekim Devrimi saflarında yer aldı. 1917den sonraki hayatı bir profesyonel devrimcinin, bir komünist önderin hayatı oldu. Devrimi izleyen yıllarda Mustafa Suphi’nin çabaları esas olarak Rusya’nın Müslüman halkları arasında parti örgütlenmesini geliştirmek, Kızıl Ordu birlikleri oluşturmak ve sovyet yönetimini yerleştirmek doğrultusunda yoğunlaştı. Azerbaycan’da sovyet yönetiminin kurulmasından sonra Mustafa Suphi Mayıs 1920’de hareketin merkezini Baku’ya taşıdı. Bu yalnız bir yer değiştirme değil, aynı zamanda yeni bir hedefe, Anadolu’daki devrime ve savaşa müdahale etmeye yönelişti. Bu noktadan sonra Türkiyeli komünistlerin örgütlenmesine hız verdi ve Türkiye’de, Anadolu’nun Karadeniz kıyı kentlerinde örgütlenme faaliyetlerine girişildi. Anadolu’ya sevkedilmek üzere bir Türk Kızıl Ordu birliği oluşturuldu. Bu dönemde Mustafa Suphi Ankara’yla da temasa geçerek Ankara’daki meclisin başkanı olan Mustafa Kemal’e komünistlerin de mücadeleye katılmaya kararlı ve hazır olduklarını bildiren bir mektup yazdı. Mustafa Kemal’den görünüşte olumlu cevap geldi. Anadolu’da örgütlenme çabaları ve Ankara’yla haberleşme sürerken bir yandan da Komünist Enternasyonal bünyesinde bir Doğu Halkları Kongresi örgütleme çabaları yürüyordu. 1-8 Eylül 1920 tarihleri arasında Baku’da yapılan ve 2000’e yakın delegenin katıldığı bu dev kongreden hemen iki gün sonra, yine Baku’da, 10 Eylül 1920’de Türkiye Komünist Partisinin kuruluş kongresi toplandı. Baku kongresi, Sovyet Rusya’da Mustafa Suphi’nin çevresinde gelişen örgütlenmeyi, İstanbul’daki Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkasını, Anadolu’nun dört bir yanına dağılmış komünist grupları ve bunların bir bölümünü toparlayan Türkiye Halk İştirakiyun Fırkasını bir parti çatısı altında, bir program ve bir tüzük etrafında birleştirerek örgütsel bir atılımın zeminini hazırladı. Kongre, enternasyonalizm ve Anadolu’da gelişen devrimin içine girme, sıcak mücadelenin orta yerine atılarak önderliğe soyunma kararlığı açısından bulanıklıktan uzak bir komünist çizgi ortaya koydu. Yapılan konuşmalar, alınan kararlar, ortaya konulan tüzük ve program Ekim Devriminin ve Komünist Enternasyonalin devrimci ruhunun damgasını taşıyordu. TKP’nin ilk programından aldığımız şu satırlar bu konuda bir fikir verebilir: “İçtimai [toplumsal] inkılabın ibtidar ve intişarında [yayılmasında], milletlerin geçirmekte oldukları iktisadi tekamüllerle [evrimlerle] tarihi ve siyasi şartların büyük alaka ve hisseleri olmakla beraber, inkılap başladıktan sonra millet, memleket ve ülkeleri birbirinden layezal kararlarla ayırmak doğru değildir. Bugün proletar-
Ocak 2006 • sayı: 10
marksist tutum
Mustafa Suphi
ya devr-i hakimiyetine ayak basmış olan Rusya’da komünizm icraat ve tatbikatının muvaffakiyeti iktisadiyatça müterakki [gelişmiş] diğer garp [Batı] memleketlerindeki içtimai [toplumsal] inkılabın zuhuruna bağlı olduğu kadar, bütün garpta intişar edecek [yayılacak] komünizm tatbikatının da, iktisadiyatça daha muhtelik [karma] safhalar arz eden şarktaki inkılapçı hareket ile alakası pek mühim ve hayatidir.” “Fırka, halkçılığın en yüksek bir şekli olan amele ve rençber şuralar cumhuriyetinin tesisi yolunda yorulmaksızın çalışmak ve bunun için evvel emirde tebligat ve neşriyatı ile mağdur sınıfların hakimiyetlerini temsil eden bu şekl-i hükümeti kendilerine sevdirmeği vazife bilir.” Programdan bu alıntıları özellikle yapmamızın sebebi kuruluş dönemindeki bu devrimci perspektifin sonradan tamamen unutturulmuş olmasıdır. Dünya devrimi perspektifine bağlılık, devrimde ileri ülkelerle geri ülkelerin ilişkisinin kavranışı, sürekli devrim perspektifi, sovyet iktidarı perspektifi vb. bu programda mevcuttur. Ancak Sovyetler Birliği’nde Yirmilerin ikinci yarısında gerçekleşen Stalinist karşı-devrimden sonra bu devrimci perspektif tüm dünya komünist hareketinden tasfiye edilecek ve unutturulacaktır. TKP’nin kuruluşunu ve Mustafa Suphilerin ölümlerini ananlar ve geleneğe sahip çıkma iddiasında olanlar pek mebzul olmakla beraber, partinin kurulu-
şunu esinleyen bu devrimci perspektifi ve programı hatırlamak isteyen pek azdır. Bugünün devrimci kuşakları, TKP mirası konusunda birbiriyle kayıkçı kavgası yapanlara bir de bu gözle bakmalıdırlar. Kongrenin ardından, mücadeleye katılmak için Anadolu’ya geçmek üzere yola koyulan Mustafa Suphi ve on dört yoldaşı Kemalist önderliğin türlü tertiplerine maruz bırakılarak sonunda Karadeniz’in karanlık sularında boğduruldular. Bu suikastın siyasal anlamının ne olduğuna yukarıda değindik. Burada asıl olarak komünistler açısından çıkarılması gereken ders üzerinde durmak gerekiyor. Kıyıcı Türk burjuvazisinin insafına güvenerek, onların ihtiyatsızca ölüme gitmelerine göz yuman Komünist Enternasyonalin burada tarihi bir hatası vardır. Ancak daha büyük tarihi hata onbeşlerin hunharca katlinin Enternasyonal bünyesinde tartışma ve eleştiri konusu yapılmayıp gerekli derslerin çıkarılmayışı olmuştur. Hatta Sovyetler Birliği, bunun sorumlusunun Ankara olduğu açık olduğu halde Ankara’ya mali ve askeri destek vermeye devam etmiştir. Bu hata daha sonrakilerden farklı olarak Enternasyonalin Lenin’in sağlığındaki devrimci döneminde yaşanmıştır. Yeterli önem verilmediği için dünya komünist hareketi bu trajik hatadan pek haberdar değildir ne yazık ki. 1927’de Çin’de, Kuomintang ve Çan-Kay-Şek örneğinde de özde aynı hata işlenmiştir. Bunu döne döne anlatmak bizim sorumluluğumuzdur. Burjuvaziye asla güvenme, onu başka renklere boyama! Mustafa Suphi, kuruluş dönemindeki devrimci Komünist Enternasyonalde en yüksek örgütlü ifadesini bulan Marksizmin Türkiye topraklarına örgütlü biçimde taşınması için kavga verdi ve bu uğurda öldü. Ne yazık ki ondan sonra gelenler Komünist Enternasyonalin Stalinist yozlaşmasından nasiplerini aldılar ve TKP’nin bu devrimci geçmişten koparılmasında taşıyıcı oldular. TKP’nin tarihi başından beri inişli çıkışlı ve çileli bir tarih oldu. Ancak sonraki TKP önderleri Kemalizmin tüm zulmüne maruz kalmalarına rağmen adeta mazoşistçe ona destek verme tutumundan vazgeçmediler. Bugün hatırımızda tutmamız gereken en önemli derslerden biri de bu olsa gerek. Ocak ayı vesilesiyle ölümlerini andığımız tüm bu büyük devrimcilerin mirası bizim geleneğimize, yani devrimci Marksist, ya da bir başka deyişle enternasyonalist komünist geleneğe aittir. Onlar bize aittir ve onları hem düşmana karşı, hem de sahiplenir görünen, ama gerçekte onların mirasının özüyle bağdaşmayan politik duruşları olanlara karşı korumak boynumuzun borcudur. Bunu yerine getirebilmenin en iyi yolu da onların yasını tutmak değil, onların mücadelelerinden ve hatalarından gerekli dersleri çıkarmak ve hepsinden önemlisi onların uğruna savaştıkları devrimci Marksist bir Enternasyonali yeniden ve dünya devriminin yeni bir dalgası gelmeden önce yaratmaktır. Onların hayatından çıkan en büyük ders budur. www.marksist.com sitesinden kısaltılarak alınmıştır.
41 41
marksist tutum
Kimiz biz? G
eçen haftalarda gündemde olan konuların başında “kimlik” tartışmaları geliyordu. Hatırlarsanız Şemdinli olaylarından sonra Başbakan, “Türkiyelilik üst kimliktir. Türk, Kürt, Çerkez .... alt kimliktir” demişti. Bu tartışmalara birçok aklıevvel burjuva “medyacısı” da katıldı. Şimdilik sorun sadece tartışılmakla sınırlı kaldı. Ancak bu bile işçi sınıfı ve Kürt halkı için birçok gerçeği ortaya çıkarmaya yetti. Benimse aklıma öncelikle “kimlik nedir?” sorusu geldi. Sözlükte kimlik: “1. Kim olduğunu gösteren belge ve 2. insana özgü nitelikler olarak” tanımlanmış. Sonra aklıma hepimizin cebimizde taşıdığı kimlik kartına biraz daha dikkatli bakmak geldi. Üzerinde kimlik kartı değil “Nüfus Cüzdanı” yazıyordu, ama ben önceki deneyimlerimden iyi biliyordum ki tartışma bu cüzdandan kaynaklanıyordu. Önceki deneyimlerim mi? Anlatayım: sokakta gezerken, mitinge giderken, bazı özel günlerde vs. polis “göster kimliğini” dediğinde ben özenle bu cüzdanı gösteriyordum. Polislerse gayet özenle bakıp, bazen de karakola davet ediyorlardı! Demek ki, bu kimliği daha iyi incelemek gerekiyordu. Önüne arkasına baktım (bilirsiniz ki madalyonun önü arkası birbirine benzemez), altına üstüne baktım, sağına soluna baktım, üşenmedim bir de ışığa tuttum ama nafile kimliğin altı da üstü de birdi. Derken bir şeyler dikkatimi çekti. En başta kimliğim mavi renkti. Mavi renk kimlik benim “erkek” olduğumun kanıtıydı. Bu kimliklerin bir de pembesi vardı ki, dikkatli vermek gerekiyordu. Kimliğin en üstünde şu “kutsal” cümle vardı: “Türkiye Cumhuriyeti Nüfus Cüzdanı”. Anladım, anladım şu üst kimlik dedikleri bu kimlikti galiba. Yani TC kimliği… Ancak araştırmalarıma ciddiyetle devam ettim. Biraz daha altta bayrak olduğunu gördüm. Bir zamanlar bu bayrak sola bakıyordu da uzun tartışmalar neticesinde bayrak bakması gereken tek doğru yöne baktı. Bayrak şimdi “gururla” sağa bakıyordu. Hatta şu an itibariyle direkt bana bakıyordu. Üstüm ve sağım emniyetteydi canım. Hiçbir bölücü nifak aramıza giremezdi. Demin de dediğim gibi bayrağın hemen yanında benim fotoğrafım vardı. Bir ara hırsızlara kaptırdığım kimliğimi yeniden çıkartmak için çektirdiğim fotoğrafım. Kendime baktım, aynen polislerin baktığı gibi. Bu kimliği devlet vermişti ya, canı istediğinde en çok onun dikkatli bakma hakkı vardı. Alnı açık, masum ve suçsuz halimden emin olduktan sonra daha bir keyifle devam ettim araştırmama. Ön yüzdeki kimliğimin orta tarafında bol bol rakamlarla karşılaştım. Okulda matematikle aram, birçoğunuz gibi, iyi değildi. İşte rakamlar burada da yakamı bırakmadı. Devlet çektiğim kopyaların öcünü alıyordu galiba. Bana 19
42
Ocak 2006 • sayı: 10 haneli bir TC Kimlik ve Seri No’su verilmişti. İsmimden, soy ismimden önce bu tuhaf rakamlar, benim kimlik ve vatandaşlık numaramı ifade ediyordu. Olsun bu arada ilk kez “kimlik” sözcülüğüyle karşılaştım da mutlu oldum. Başbakanından boş bakanlarına kadar mühim insanların aradığı, tartıştığı alt-üst kimliği bulmuştum galiba. Sakın bu esrarengiz numaralarda bir şifre olmasındı? Galiba “yeni bir ulusun kimliğini işaret ediyorlardı bir cahil halka” diyecektim ki aklım başıma geldi. Biraz dalmışım, çeşit çeşit kimlik rüyaları görmüşüm. Uyandım ve incelememi sürdürmeye devam ettim. Birden yedi sülalem karşıma çıktı. Ad, soyad, ana adı, baba adı, doğum yeri, doğum tarihi.... Cümbür cemaat kayıt altındayız. Eh, birimize bir şey olduğunda, mesela aniden “kaybolduğunda” bu kimlik sayesinde devlet bizi şak diye bulup çıkaracaktı herhalde. Bir kez daha devletin bu hassasiyetini takdir ettim. Ön yüzden arka yüze geçtim hızlıca. Bir yandan alt-üst kimlik sorularımın cevabını, diğer yandan insana özgü niteliklerimi arayıp duruyordum bu kâğıt parçasından. Hemen medeni halim ortaya çıktı. Bekâr mıyım, evli miyim, yoksa dul muyum? İnsana özgü bir nitelik. Her insan evlenmeli, çoluk-çocuk sahibi olmalı. Devletini, milletini, örf ve geleneklerini sevip saymalı. Ancak ben neden hala bekârım diye bir düşünce aldı beni. Yaşımda epey geçmiş. Ama iş yok, ev yok, para yok, kim evlenir seninle diye birtakım kötü düşünceler kafama üşüşüverdi birden. Galiba bu kısmı fazla karıştırmasak iyi olur diyerek devam ettim araştırmama. Bir başka kişisel nitelik çıktı karşıma, din hanesi. Devlet bizi dinsiz bırakmaz korkma dedim kendi kendime. İnsanların %99’unun bu hanesi aynıydı tabii ki. Ama her nedense bu konuda da tartışmalar bitmek bilmiyordu. Farklı dine mensup insanlar mı vardı? İnsanları tanımak için din hanesi gerekli miydi? Kişinin neye, niçin inandığın bilinmesi mi gerekiyordu? Ön yüz kadar arka yüzden de sorularıma aradığım cevapları bulamadım. Artık sıkılmıştım. Çünkü geri kalan hanelerde kayıtlı olduğum yer ve cüzdanın verildiği yerler hakkında birçok madde vardı. Oturup düşünmeye başladım. İnsana özgü nitelikler ve kim olduğumuzu gösteren gerçekler neydi acaba? Burjuva siyasetçilerin yapmak istediği neydi? Herkes biliyordu ki, alt-üst kimlik tartışmasıyla ifade edilen bir yandan “Türk Milliyetçiliği” diğer yandansa Kürt sorunu ya da Kürt kimliğinden başka bir şey değildi. Yıllarca kimlikleri yok sayılan Kürtlere şimdi bir “alt kimlik” verilmesi bile, kendini hâlâ devletin sahibi zanneden kapıkulunu kızdırmaya yetiyordu. Burjuvazi sömürge uluslara önce egemen ulusun kimliğini kabul ettirmeye çalışır. Burjuvazinin sömürge uluslara götürdüğü bu kimlik aslında asimilasyon ve soykırım kimliğidir. Sömürgeleri sömürmek ve kimliklerini unutturmak için her yolu deniyor kimlik sevdalıları. Kürtler yıllar yılı Irak, İran, Suriye ve Türk kimlikleriyle baskı altında tutul-
Ocak 2006 • sayı: 10
marksist tutum
maya itiraz ettiler. Burjuvazi kimlik tartışmalarıyla bir yandan Kürtleri kontrol altında tutmaya çalışırken diğer yandan da Türkiye işçi ve emekçilerine milliyetçilik zehrini bulaştırmaya çalışıyor. Türkiye işçi ve emekçilerine üst kimlik “onurunu” bahşediyor. Üst kimlik işçi sınıfının değil burjuvazinin kimliğidir. Milliyetçi, faşizan ve sömürücü kapitalist kimliktir. İşçi sınıfının gerçek kimliğini din, dil, ulus veya vatan belirlemez. Unutmayalım ki, burjuva kimlikler ancak işçi sınıfını bölmeye yarar. Dünyanın her ülkesindeki işçi ve emekçilerin gerçek kimliği sınıf kimliğidir. Tüm tartışma bizlere burjuva bir kimlik kazandırma vesilesiyle devam ediyor. Burjuvazi işçi sını-
fını ezen ulusun kimliğiyle suçuna ortak etmeye çalışırken, Kürt halkına da ikinci sınıf vatandaş (bir devlet büyüğümüzün deyişiyle “sözde” vatandaş) muamelesi yapmayı layık görüyor. Kültürel haklar, alt kimlik üst kimlik gibi konularda fırtınalar koparılırken hiç kimse meselenin özüne yani Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkına değinmiyor. Türkiye işçi sınıfına düşen görev, ezilen bir ulus olarak Kürt halkının haklı mücadelesine sahip çıkmak ve kaderlerini tayin hakkını teslim etmektir. Ancak bu yolla, ileride, insanlığı bölen her türlü alt ve üst kimliklerden kurtulup bir arada yaşayabileceğimiz bir toplum düzeni kurabiliriz. Marksist Tutum okuru bir işçi
Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz! B
iz sendikalaşmaya çalışan bir işyerinde, patronun sözleşmeyi kabul etmemesi üzerine greve çıkmış işçileriz. Grevimizde destek toplamak için birçok basın açıklaması yaptık, işyerlerine bildiriler dağıttık, çadırımız için polise karşı direndik, yaşlı, genç demeden işyerimizin önündeki çadırımızda bekliyoruz. Grevimizi duyurmak için birçok şey yaptık ama sendikaları tek tek dolaşırken sendikalarımızın biz işçiler tarafından nasıl boş bırakıldığını ve ne kadar acı bir durumda olduğunu gördük. Gittiğimiz sendikaların yöneticileri pişkin pişkin “kusura bakmayın ziyarete gelemedik, bizim de işimiz başımızdan aşkın” diyebiliyorlar. Görüştüğümüz bir yöneticinin, “şu anda bir patronla görüşmem var, size zaman ayıramam” demesi bizi çok sinirlendirmişti. Sendikacıların işi, işçi sorunlarıyla ilgilenmek değil mi? Merak ediyorum, bize zaman ayırmayacaklar da kime ayıracaklar? Başka bir sendika yöneticisi de, tabanından bir basınç olmadığı sürece sendikaların düzelemeyeceğini söylüyor. Ama biz “niye desteğe gelmiyorsunuz, devrimci çevreler de olmasa yalnız kalırız” deyince sinirlenip savunmaya geçiyor. Devrimcilere saldırarak, onların yaptıklarının yanlış olduğunu ileri sürüyor ve hem tabandan basınç olması gerektiğinden bahsederken hem de bir işçi devrimci olmamalı, siyaset yapmamalı demeye çalışıyor.
Aradığımız sendikacı profilini bulamamanın üzüntüsüyle oradan ayrılıp başka bir sendika yöneticisiyle görüşüyoruz. Başlıyor anlatmaya ve “biz zamanında şöyle mücadele verdik, böyle mücadele verdik, patronlar bizden korkup arka kapıdan kaçardı, gerekirse sendikacıları da döverdik” diyor. Tam “işte, aradığımız sendikacı profili” diye düşünürken şu sözler bizi yıkıyor: “Arkadaşlar bu sendikalar sizin, gidin genel merkezinize baskı yapın, bunu biz yapamıyoruz.” Neden diye soruyoruz. “Bizler söylesek de fazla etkili olmuyor” diyor, ama bizler asıl cevabın koltuk kaybetme korkusu olduğunu biliyoruz. Oradan ayrılıp başka bir sendika yöneticisiyle görüşüyoruz. Halimizi derdimizi anlatıyoruz. Dayanışma kalemlerimiz olduğunu, almak isteyip istemediklerini soruyoruz. Aldığımız cevap ilginç oluyor: “Başkanın kesin emri var, kalem almıyoruz”. Daha fazla anlatmaya gerek yok sanırız. Oysa bizlere örgütlenme sürecinde ‘80 öncesi işçilerin ve sendikacıların yaptıkları mücadeleler anlatıldı. O dönemde sendikacıların birçoğunun işçilerin yanında yer aldığından, mücadeleci olduklarından ve birçok bedel ödediklerinden bahsedildi. Ama biliyoruz ki, o sendikacıları da mücadeleci yapan sınıf bilinçli devrimci işçilerdi. O dönemde bir işçi fabrikada işbaşı yaptığı zaman, o işyerindeki devrimci sendikacı, işçiyi üye yapmadan önce ona
hangi sınıftan olduğunu, patronun hangi sınıftan olduğunu, kısacası iki sınıf olduğunu, bir yanda ezen patronlar sınıfı burjuvazinin, diğer yanda ezilen üreten sınıf işçi sınıfının olduğunu öğrettikten sonra üyeliğini yaparmış. O zamanlar bir işyerinde grev olduğu zaman, o bölgedeki tüm fabrikalarda destek grevleri olurmuş ve tüm işçiler oraya maddi-manevi destekte bulunur ve işverenleri anlaşması için sıkıştırırlarmış. Ama gördüğümüz kadarıyla ‘80 darbesi sadece insanların bedenine işkence etmekle, öldürüp yok etmekle kalmamış, bilinçlerini de yok edip sindirmiş. Sadece bireysel düşünen, çıkarcı, günübirlik yaşayan, kendinden başkasını düşünmeyen, mücadeleden habersiz insan tipleri yaratmış. Aslında burjuvazi o darbeyi sadece ‘80 döneminde yaşayanlara değil, günümüz gençlerinin beynine de indirmiş. Burada biz işçilere büyük görevler düşüyor. Öncelikle sendikalara üye olup hem fabrikalarımızda patronlara karşı, hem de sınıfıyla bir ilişkisi kalmamış sendika bürokratlarını başımızdan defedene kadar mücadele etmeliyiz. Sendikaların başına sınıfımızın yanında yer alan ve militan sınıf sendikacılığı yapan devrimci işçileri getirmeliyiz. Sınıfımızın bu lanet kapitalist sistemden kurtulması ancak Marksizme inanan ve onun hiç sönmeyecek biliminin ışığında ilerleyen işçilerin elindedir. bir grup grevci Serna-Seral işçisi
43
Ocak 2006 • sayı: 10
marksist tutum
Bizim için felâket olan, kapitalizm için kâr demektir! Ç
evremizi saran sorunların gündemimiz haline gelmesine biz karar vermiyoruz. Ama ortaya çıkan sonuçlarda ödenmesi gereken bir bedel varsa onu bizler ödüyoruz. Son aylarda yine yoğun gündemlerimiz vardı. Şimdilerde gündemimize bir de kuş gribi meselesi, daha doğrusu bizim açımızdan kuş gribi tehlikesi ve yaşadığımız korku girdi. Kapitalizmin kâr hırsının yarattığı felâketlere rağmen, sağlığımızı minimum standartlarda bile koruyabilmenin kolay olmadığını her insan yaşadığı yıllar sayesinde öğreniyor. Burjuva medya bizleri, özellikle sağlıklı yaşamak söz konusu olduğunda en savunmasız olduğumuz yumuşak karnımızdan vuruyor. Korkutucu açıklamaları hiçbir dönem hız kesmedi. Şu kadar insanın ölmesi bekleniyor, dünyada şu kadar ölen oldu gibi. Tıpkı diğer toplumsal sorunlarda olduğu gibi bu meseleyi de burjuvazinin her kesimi kendi çıkarları açısından değerlendirdi. Ama en çok kulağımızı tırmalayan ses tavuk üretimine yatırım yapmış olan kapitalistlerden geldi. Kestikleri tavukların %60’ını satış olmaması nedeniyle depolara göndermekten şikâyetçi olan, zararının devlet tarafından ödenmesini isteyen, vergi indirimi talep eden, ağlaşan kapitalist çiftlik sahiplerinin feryatları yüreğimizi parçaladı! Kapitalist devlet dar gününde dostunun yardımına yetişti. Vergiler indirildi ya da bilmem hangi tarihe ertelendi, zararlar tazmin edildi. Elde kalan stoklar devlet kurumlarında çalışan işçi ve emekçilerin kursaklarında yeniden banknotlara dönüştü. Burjuva devlet adamları, “milletin” vekilleri, gerçekte mönülerinden tavuğu çıkartırken, ekranlarda bilmem hangi zaman ve koşullarda hazırlanmış tavuğu gerine gerine yiyip şov yapıyorlar. Onlarca küçük çiftçinin tavuğunu, kuşunu telef ettikten sonra, kapitalist üretme çiftliklerinin nasıl Avrupa Birliği standartlarında olduğunu anlatıyorlar. “İçeriye girmeye gerek yok, kesimhane hastane gibi” diyen Avrupalı denetçiler bizim sağlık güvencemiz oldular. Burjuva hükümet kuş gribinin gündemden düşmesi gerektiğini söyleyince akan sular durdu, ortalık duruldu. Kapitalistlerin bir kısmı bu durumda tatlı kârlarından zarar ederken, bir kısmı içinse kuş gribi, şarbon gibi hastalıkların sayısının artması kârlarına kâr katmaları anlamına geldi. Şarbon vakalarının artmasıyla birlikte “cipro” denilen ilacın birdenbire tek koruma ve tedavi yöntemi olarak piyasada patlamasının üstünden çok zaman geçmedi, büyük ilaç tekellerinden biri biraz daha büyüdü. Gücünün gölgesine sakladı yoksul işçi ve emekçilerin her yaştan denek olarak kullanılan bedenlerini.
44
Şimdilerde kuş gribi sayesinde, yine ilaç tekellerinden Roche, “tamiflu” adlı anti-viral ilaçla kırktan fazla ülkeden sipariş alıp üretim kapasitesini iki katına çıkarttı. Haksız rekabet naraları atan ve bu pazardan pay kapamayan diğer ilaç tekellerinin basıncı sonucu Roche, rakiplerine kırıntılar vermeyi kabul etti. Bizler açısındansa durum giderek daha çetrefilli bir hal alıyor. Bir yandan günlük yaşantımızın giderek artan zorluğu ve hengâmesi, diğer yandan hissettiğimiz gelecek kaygısı. Duyduklarımız ve gördüklerimiz hakkında ne düşüneceğimizi bilememek. Toplumsal çoğunluğun bakacak bir pencere bulamayışı genel bir kaderciliği ve teslimiyetçiliği besliyor. Attıkları her korku taşı, bir yanımızı yaralayıp içimizdeki kuyularda birikiyor. Ve bizim kabullenişlerimiz düşmanımızın cesaretini artırıyor. Afrika’da milyonlar AİDS’ten kırılıyor. Kanser ilaçları çok pahalı. İlaçların yan etkileri gizleniyor. Dünyada yeni doğan çocukların hastalık oranları giderek artıyor. Özellikle Afrikalı çocuklar bundan daha fazla etkileniyor, ama diğer ülkelerin yoksul işçi ve emekçileri de laboratuvar fareleri gibi kobay olarak kullanılıyor. Kapitalist sistemde bilimin hiçbir alanı egemen sınıfa hizmette kusur etmiyor. Onların yararına işçi sınıfına saldırı araçları üretmeye devam ediyor. Dünya kimyasal gaz, fabrika atık ve dumanlarından, kimyasal silahlar ve bombalardan nasibini alan, yeri göğü ve deniziyle bir “toz ve gaz bulutu” artık. İnsanlığın yararına olmayan bir sistem tarafından yönetilmekte olan insanlık, bilmediği mecralarda yol almaya devam ediyor. Kapitalist sistemin kararttığı dünyada önümüzü görmemizi engelleyen ve çevremizi saran gaz ve toz bulutu ne zaman dağılır bilemeyiz. Ama buna rağmen gerçekleri görmeyi başarmalıyız. Bunu yapamadığımız sürece, geleceği karanlık bir dünyada yaşamaya kendimizi mahkûm edeceğiz. İyi niyet işçi sınıfını cehenneme doğru götürmeye devam ediyor. Bizi asıl korkutması gereken şu ya da bu hastalık değil, kapitalist sistemin çözüm olmayan “çözümlerine” teslim olmaktır. Aslında bütün bunlar insana ve insanlığa piyasanın gözlükleriyle bakan kapitalizmin sonuçları. Dünya nüfusunun çoğunluğunu oluşturan biz işçi ve emekçiler, burjuvazinin yarattığı gündemlerden sıyrılıp kendi sınıfımızın geleceğini ilgilendiren konuları gündemlerimiz haline getirmeliyiz. Aksi halde her gün kapitalizmin yarattığı yeni bir felâket senaryosu karşısında yine korkularımızın kurbanı olmaya devam edeceğiz. Sağlık emekçisi bir Marksist Tutum okuru
Ocak 2006 • sayı: 10
marksist tutum
Devrimci Öğrenciler İstanbul Üniversitesinde Faşist Saldırılara Geçit Vermeyecekler! Ü lkenin birçok şehrinde ve üniversitelerde Kürt sorunu üzerinden yükseltilen şoven dalgayla beraber İstanbul Üniversitesi’nde de faşistler devrimci öğrencilere saldırılarını arttırdılar. Son yaşananları anlatmaya girişmeden önce geçtiğimiz yıl yaşananları hatırlamak gerekiyor. Çünkü faşistlerin saldırılarına karşı etkili mücadeleyi geliştirmek, her şeyden önce eski deneyimleri hatırlamak ve doğru temelde çözümlemekten geçmektedir. Geçtiğimiz yılın Kasım ayında egemen sınıf içerisinde alevlenen AB tartışmalarına paralel olarak faşistler birçok üniversitede devrimci öğrencilere karşı saldırılara girişmişlerdi. Saldırılar okullarla sınırlı kalmamış birçok şehirde devrimcilere karşı linç girişimleri gerçekleştirilmişti. Newroz’un kitleselliği karşısında paniğe kapılan kesimler tarafından şoven bir dalga yaratılarak faşistlerin saldırılarına kapı açılmıştı Türk burjuvazisi tarafından. Özellikle İstanbul Üniversitesi’nde bu saldırıların dozu çok daha yoğun olmuştu. Mart ayından okulların kapanmasına kadar faşistlerin saldırılarından korunmak için devrimci öğrenciler, okula giriş ve çıkışlarını topluca yapıp okulda bulundukları süre boyunca sürekli tetikte olmuşlardı. Okulun tüm kampüslerinin giriş ve çıkışları “içeriye kesici-delici malzeme geçirilmemesi ve öğrencilerin güvenliğinin sağlanması” bahanesi ile çevik polis ve ÖGB tarafından tutularak üst araması yapılıyordu. Bu “yoğun güvenlik önlemlerine rağmen (!)”, ikinci dönemin sonuna doğru yaklaşık 150 kişilik faşist bir güruh elinde kalaslar, kılıçlar ve satırlarla okulun kullanılmayan kapılarından birini kırarak okula baskın yapmıştı. Öğrencileri korumak bahanesiyle okulun giriş-çıkışlarını tutan polisler bu güruhu kovalayarak okuldan dışarı çıkarmıştı. Doğrusu bu işi yaparlarken içlerinin parçalanmadığını söylemek çok da doğru olmaz. Ne de olsa robokop kıyafetlerini giymeden önce hemen hepsinin geçtikleri yol faşistlerinkiyle aynı idi. Faşistlerin saldırıları yaz boyunca da devam etmişti. Bu süreç içinde faşistlere karşı mücadele eden birçok devrimci öğrenci, “okulda siyaseti bitirmeye kararlı” olan okul idaresi tarafından uzaklaştırma cezasına çarptırılmıştı. Taraflara “eşit” davrandığını göstermek içinse faşistlerden bir kişiye uzaklaştırma cezası vermişlerdi. Ceza verilen faşist, okulda birçok öğrencinin gözü önünde devrimcileri silahla tehdit etmiş ve polisler de onu gözaltına almak zorunda kalmışlardı.
İdarenin verdiği ceza da bu zorunluluktan kaynaklanıyordu. Bu dönemin başlamasıyla beraber okuldan birçok mezun veren faşistler, sessizliğe büründüler. Sömestrin başlamasıyla beraber yeni uygulamaya sokulan turnike uygulamasına karşı tepki gösteren devrimci öğrencilerin bir bölümünün okula girişleri ihtiyati tedbirle askıya alındı. Devrimci öğrencilerin sayısının azalmasından ve çalışmaların düzeyinin düşmesinden cesaret alan faşistler, öğrencileri sözlü olarak taciz etmeye başladılar. Gerekli cevabın verilememesi üzerine iyice gemi azıya aldılar. İlk defa olarak 10 Aralıkta üzerlerinde satır taşıdıkları fark edilen üç faşist, sözlü tacizlerine cevap veren devrimci öğrencilere saldırmaya kalkıştılar. Lakin ummadıkları bir tepkiyle karşılaştılar. Durumu gören diğer devrimci öğrenciler de kavgaya girerek faşistlere onların anlayacakları dilden cevap verdiler. Faşistler arkalarına bile bakmadan okuldan kaçtılar. Çatışmanın yaşandığı günden itibaren yine “sağ-sol çatışmasını” engellemek bahanesiyle polis, idarenin onayıyla, okulun kapılarını tutmaya, üst araması yapmaya, hatta gerginlik çıktığı anda okulun içine girmeye başladı. Öyle ki, hukuk fakültesi koridoruna girerek iki taraf arasında set oluşturan polis, aslında sayıları daha az olan faşistleri korumak ve onların varlığını meşrulaştırmak amacını taşıyordu. Bu sürecin başlamasıyla beraber, faşistler okulun çevresinde sürü halinde dolaşarak öğrencileri taciz etmeye giriştiler. Geçtiğimiz hafta içerisinde Öğrenci Kültür Merkezine girmek isterlerken kendilerine engel olmak isteyen polisi solcu zannederek bıçaklamışlardı! Faşistler açısından can sıkıcı olan, bu kazanın sonucunda polisi bıçaklayan faşistin uzaklaştırma cezası almasıydı. Devrimci öğrenciler, egemen sınıfın saldırılarının karşısında bugüne kadar sessiz kalmadılar, kalmayacaklar da. Okulda faşistler sürekli bir gerginlik hali yaratarak öğrencilerin devrimcilerden uzaklaşmasını hedefliyorlar. İçinde yaşadığımız dönemin koşullarına uygun bir tarzda, tezcanlılığa prim verilmeden faşistlerin bu oyunu bozulmalıdır. Marksist gençler buna uygun şekilde adımlar atarak gerekli çabayı göstereceklerdir. Faşizme Karşı Sınıf Savaşı! Faşistlerin Saldırılarına Geçit Vermeyeceğiz! İstanbul Üniversitesinden Marksist öğrenciler
45
Okurlarımızdan Kapitalizm ölümün ta kendisidir! Üretimin yaşamsal ihtiyaçlar için değil, kâr için yapılması insanoğlunun yaşamının hiçe sayılmasını beraberinde getiriyor. Amaç daha fazla kâr olunca bu amacın gerçekleşmesi için işçilerin daha çok çalışması ve daha çok üretmesi gerekiyor. Böyle olunca da ne bu üretimin yapıldığı ülkenin isminin ne de şirketin isminin bir önemi kalıyor. Son bir ay içinde Çin’deki maden kazalarına ilişkin olarak duyurulan iki haber aslında kapitalist dünyada hiç de yabancı olmadığımız haberlerdi. Kapitalizmin yükselen gücü olan Çin iş kazalarında da bir numara. Dünyadaki maden kazalarının %80’i Çin’de yaşanıyor. Bu kazalar özellikle son bir yıldır büyük bir artış gösteriyor. Çin’deki son maden kazasında 130 işçi öldü! Yani 130 sınıf kardeşimiz diri diri toprağın altına gömüldü. 130 insan, yaşamlarını kıt kanaat sürdürebilmek için girdikleri toprağın altından, kapitalistlerin kâr hırsları yüzünden çıkamadı. 30’lu yaşlarda, yani aslında yaşamlarının baharında olan 130 kişi bir daha gün ışığı göremeyebileceklerini bile bile olsa da, bir gün daha para kazanıp eve ekmek götürebilme tutkusu ile madene indiler. Ama kapitalistler tarafından toprağın altına gömüldüler. Sermayenin alı, yeşili olmadığı gibi ülkesi ve ırkı da yoktur. Aynı şekilde sömürünün iyisi ya da kötüsü de olamaz. Dün Türkiye’de ölen işçiler, bugün Çin’de, yarın belki Belçika’da ölecekler. Ama bir şey apaçık ki o da kapitalizmin işçi sınıfının bireylerini her yerde ölümle karşı karşıya getirdiği ve bunun da kapitalistler için hiçbir anlam içermediğidir. Her gün batımında, boş bakışlarla birlikte dönerken evime, hayatımda neler oluyor diye düşünürüm. Hayatımızın akışını, kaderimizi ne derece elimizde tutabiliyoruz? Bizler daha bebekken görmüşüz hayatın çalışmaktan ibaret olduğunu. Okullara geleceğin işçileri olarak gönderildiğimizde bile birbirlerimizle yarıştırılırdık. Ancak şimdi anlıyorum ki, yaşam çalışmaktan ve birilerinin kölesi olmaktan ibaret değilmiş. Bizleri nitelikli işçiler olmamız için okutup sonra da hayatlarımızı satın alıyorlar. Öyle ki, burjuvazi gözlerimize perde indiriyor ve gerçeklerden uzaklaştırıyor… İkiyüzlü bir düzenin tam ortasındayız. Ben kozmetik sektöründe çalışan estetisyen bir işçi olarak burjuva kadınların vücutlarıyla uğraştıktan sonra varoştaki semtime geri dönüyorum. Gerçek olan hangisi? Komşumun yalın ayaklı çocuğu mu? Yoksa burjuva kadınların güzellik uğruna savurganlık yaptıkları bolluk içindeki bir dünya mı? Ya da patronumun bana, “seni mesai saatlerinde satın alıyorum” demesi mi? Paralarından başka hiçbir şeyleri olmayan bu aciz insanlar içerisinde bulunmak beni oldukça yıpratıyor. Ancak işçiyiz ve üc-
46
Belki fabrikada çalışırken makinenin altında ezileceğiz. Ya da belki komünist işi denerek yeterli bakımın ve yatırımın yapılmadığı trenlerden birinde kaza geçireceğiz. Kendimizi yeterince sömürtmemizin verdiği yorgunluğu atmak için ayaklarımızı uzatmış çay içerken, belki de bir deprem sonucu, kapitalistlerin özensizce yaptırdığı evimizin altında kalıp can vereceğiz. Belki işten atılıp açlıktan öleceğiz, Afrika’daki milyonlarca insan gibi. Ya da Belçika’da soğuktan ölenler gibi de ölebiliriz. Hiçbiri olmazsa ecelimizle öleceğiz, tabii eğer kapitalistlerin fabrikalarının kirlettiği sular ve doğa veya yaşam kaygısının verdiği stres dolayısıyla kanserden ölmezsek... Elbette hepimiz eninde sonunda öleceğiz, ama nasıl, ne için, ne uğruna öldüğümüzün hiçbir anlamı yok mudur bu yaşamda? İşçi sınıfı ve emekçi sınıflara bireysel kurtuluş vaatleri dışında bir şey vermeyen kapitalistler, tarihsel deneyimlerinden ve egemen sınıf olmalarından kaynaklı olarak örgütlü bir şekilde üstümüze saldırıyorlar. Her gün ve her an aslında farkında olmasak da ölüm tehditlerinin altında yaşıyoruz. Soru basittir: çocuklarımıza yaşanabilir bir dünya bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız? Eğer yanıtımız yaşanabilir bir dünya bırakmaktan yana ise bunun tek bir yolu vardır, o da örgütlü mücadeledir. Bunun başka bir alternatifi bulunmuyor. Mücadele edersek kazanacağımız bir dünya olduğunu ama mücadele etmezsek yaşanabilecek bir dünyamızın bile kalmayacağını bilerek seçimimizi yapmalıyız. Marksist Tutum okuru bir işçi
retli köleliğe mahkûm ediliyoruz. En önemlisi susturulup gelecekten uzak tutuluyoruz. Hakkımız olan hiçbir şeyi alamıyor, üstüne üstlük patronlarımıza itaate devam ediyoruz. Biz estetisyenler müşterilerimize, patronlarımıza karşı daima güler yüzlü olmak zorundayız. Bu çoğu sonradan görme zengin takımının hizmetkârları olarak çalışırız, gerekirse asker gibi saatlerce ayakta kalabilir, yemek dahi yiyemeden canımızdaki var olan tüm gücü harcarız. ÇÜNKÜ AÇLIKLA TEHTİD EDİLİYORUZ! Diğer sektörlerde olduğu gibi bu sektörde de işçinin hiçbir önemi yok. Mesela kan yoluyla bulaşabilen hastalıklara karşı hiçbir şekilde korunmamız yok... Önemli olan, burjuvaların 100 milyon liradan başlayan güzellik seanslarına gelmesi! Bütün bu olanlara bireysel kurtuluşla karşı koyamayız. Bunlar kapitalizmden kaynaklı sorunlardır ve bunlara ancak örgütlenerek karşı koyabiliriz. Güzel bir dünya için mücadele edelim. Ümraniye’den bir işçi
Marksist Tutum ile tanışmadan önce, kapitalist sistemin bir parçası olarak onlara hizmet eden bir iş makinesinden farkım yoktu. İşe giden, verilen program doğrultusunda onlara hizmet eden ve işi bitince programın bir parçası olarak eve gelip aynı şekilde kapitalist programa devam eden bir robottum. Marksist Tutum’u tanıdıktan sonra robot olmadığımın farkına vardım. Ben de bir insandım, benim de yaşantım olduğunu, ihtiyaçlarımın olduğunu fark ettim. Marksist Tutum ve arkadaşlar sayesinde zamanla ben kelimesi anlamını yitirdi, artık biz varız. Artık işe gidip gelirken kurtuluşun tek bir çaresinin olduğunu, işçilerin bilinçlenip örgütlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Çalışmalarımızdaki başarıyı ve kendimdeki başarıyı Marksizme borçluyum. Yaşasın örgütlü mücadelemiz! İstanbul’dan bir işçi
Okurlarımızdan Son günlerde açıklanan Ankara Ticaret Odası (ATO) verilerine göre, “suç” oranı bu yılın ilk altı ayında %35,5’lik bir artış göstermiş, en büyük artış ise yankesicilik ve kapkaç suçlarında yaşanmış. Yankesicilik %71, kapkaç %55 artmış; mala karşı işlenen suç vakalarının sayısı ise 96 bin 329’dan 137 bin 743’e yükselmiş. Burjuvazi istemeden kokuşmuş sistemini teşhir ediyor. Bunun da bir sebebi var. Geçenlerde televizyondaki bir haber, polisin arama izni olmadığı için, hırsızın elini kolunu sallayarak gittiğinden bahsediyordu. Buradaki amaç, polisin yetersiz ve yetkisiz olduğunu ileri sürerek, şüpheli görülen kişileri sorgusuz sualsiz infaz etmesini meşru bir hak olarak gösterip, bilinçsiz halkın desteğini almaktı elbette. Böylece AB yolunda sözde demokratikleşme adına yapılan reformların, terör bahane edilerek kısıtlanması isteniyor.
İnsanlar, komün olarak yaşadıkları binlerce yıl boyunca, hep beraber çalışmış, avlanmış, doğada ne bulmuşlarsa paylaşmışlar, beraberce tüketmişler. Kimse kimseyi ezmez, çalışamayanı, yaşlıları, hastaları, çocukları hep beslerlermiş. Kimse aç bırakılmazmış. Ne zaman ki, artık ürün birilerinin elinde birikmeye başlamış, toplum, ezen sınıfla ezilen sınıf olarak bölünmüş. Bildiğimiz anlamda suç ve ceza kavramları da böylelikle toplumun gündemine girmiş. Bir tarafta, muazzam bir birikim, diğer tarafta açlık ve sefalet varsa, aç olan tok olandan çalar! Günümüz dünyasının sistemi olan kapitalizmde, “suçun” ve “suçlunun” artmaması mümkün değil. Bu sistem, insanları bireyci ve çıkarcı olarak yetiştiriyor, bencilleştiriyor. Bu sistem insanları işsiz bırakıyor, birini işsiz bırakırken diğerini işsizlikle korkutuyor. Bu sistem günbegün bizi insan olmaktan
Öfkeliyiz ama kime? Gün geçtikçe gazetelerin ikinci sayfalarında yer alan cinayet ya da dayak haberlerine daha sık rastlamaya başladık. Hastasını iyileştiremediği için dövülen, hatta öldürülen doktorlar, hastanelerde saldırıya uğrayan hemşireler, dayak yiyen öğretmenler… Peki bu olayların kaynakları nelerdir? Neden öfkeleniyoruz? Öfkemizi yönelttiğimiz adresler doğru adresler mi? Günlük yaşamımızda karşılaştığımız sorunlar üzerinden gidelim. Örneğin çocuğumuzu hastaneye götürdüğümüzde ona bakacak olan bir doktor bulamayabiliriz ya da muayene olabilmek için saatlerce sırada bekleriz. Bekledikçe öfkeleniriz. Sinirimizi, hıncımızı orada çalışanlardan çıkarmaya çalışırız. Kavga ederiz, gerekirse döveriz. Ama düşünmeyiz neden sırada beklemek zorunda kaldığımızı ya da neden doktor bulamadığımızı? Orada çalışan birini dövmek o an için bize en kolay çözüm yolu olarak gelir. Ancak tekrar hastaneye gittiğimizde yine aynı problemleri yaşamaya devam ederiz. Çünkü sorunun kaynağı oradaki doktorlar ya da çalışanlar değildir. Bir devlet dairesine resmi bir işlem yaptırmak için gittiğimizde genelde bir kattan diğer kata mekik dokumak zorunda kalırız. Orada da saatlerce sırada bekleriz ve genellikle işimizi halledemeyiz ve öfkemizi orada çalışan memurlara yöneltiriz. Oysaki sorunun kaynağı orada çalışan memurlar da değildir. İşyerimize ya da evimize gitmek için saatlerce duraklarda bekleriz. Gelen otobüsler kalabalık olduğundan binemeyiz ve bir sonrakini beklemek zorunda kalırız ve en sonunda gelen otobüsün şoförüne kusarız öfkemizi. Oysaki sorunun kaynağı oradaki otobüs şoförleri de değildir. Bütün bu sorunların kaynağı bu kurumlarda çalışan birey-
çıkarıyor, açlığa, sefalete mahkûm ediyor, aç kalanlar değer yargılarını yitirebiliyor, hırsızlığa yönelebiliyor. Hırsızlığın, kapkaçın, cinayetlerin tek sebebi bu sistem! Bu yüzden kapitalizm oldukça, “suç” da “suçlu” da var olacaktır. Şimdi durup bir düşünelim: Herkes çalışıyor, hiç kimse aç kalmıyor, kimsenin barınma sorunu yok, kimse hastane kapılarında sürünmüyor, kimsenin gelecek kaygısı yok. O zaman kim suç işler? Hiç kimse! Bizler insanca yaşamak için mücadeleye atılıp, kapitalizmi yok edip, kimsenin aç kalmadığı, yaşlı ve hastaların toplum tarafından korunduğu, kimsenin kimseyi ezmediği bir toplum yaratmalıyız. Bunu da ancak örgütlü ve bilinçli bir mücadeleyle yapabiliriz. grevde olan bir tekstil işçisi
ler değil, yaşadığımız kapitalist sömürü sistemidir. Bizler bu sistemden kaynaklanan sorunlardan dolayı öfkeleniriz ama öfkemizi bizimle aynı koşullarda olan insanlardan çıkarmaya çalışırız. Böyle davranarak yaşadığımız sorunlara hiçbir çözüm bulamıyor ve sadece o anlık öfkemizi başkaları üzerinden yatıştırmaya çalışıyoruz. Gerçekten de, kapitalist sistem içerisinde yaşayıp da öfkelenmemek, sinirlenmemek mümkün değildir. Çünkü bu sistem sağlık biriminden tutun da ulaşıma, eğitimden tutun da haberleşmeye kadar aklımıza gelen her sektörüyle kârı amaçlar. Kapitalizmde daha çok kâr edebilmek için işçi sayıları sınırlı tutulup bu işçilerin daha çok çalıştırılması hedeflenir. Böylelikle işçi yetersizliğinden dolayı işler aksar. Ama hal böyleyken, yani asıl sorun kapitalistlerin daha fazla kâr edebilmesi iken, kapitalistler sorunu çarpıtarak, sorunun özünün görevini yeterince yapmayan işçiler olduğunu söylerler. Ve bu şekilde öfkemizi işçilerin üzerine yönlendirirler. Yani bizi bireysel kavgalara yönlendirirler. Oysaki öfkemizi yönlendireceğimiz yer bizimle aynı koşulları paylaşan insanlar değil bu sistemin kendisi olmalıdır. Var olan öfkemizi kapitalist sömürü sistemine yönlendiremediğimiz sürece hiçbir kazanım elde edemeyeceğimiz apaçıktır. Nasıl ki bireysel saldırılarla hiçbir şey elde edemeyeceksek, bireysel mücadelelerle de hiçbir şey elde edemeyiz. Bunun için örgütlü bir mücadelenin içinde yer almalı, öfkemizi de devrimci bilinç ile yoğurarak kapitalist sömürü sistemine yönlendirmeliyiz. Kurtuluşun başka bir yolu yoktur. Marksist Tutum okuru bir eğitim emekçisi
47
Okurlarımızdan Merhaba Marksist Tutum okurları, Ben bu mektubumda sizlerle “haydi kızlar okula” kampanyasıyla ilgili düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Hepimizin bildiği gibi kampanya sözüm ona Doğu’da yaşayan ve okumak konusunda sıkıntı çeken kız çocuklarının okumasını sağlamak üzere başlatıldı. Kampanya ile ilgili yazılı ve görsel basında birçok tanıtım yapıldı. Burjuvazi gene sözüm ona biz işçi sınıfının çocuklarının okumasının çok önemli olduğunu düşünüyor ve meselenin çözümü noktasında da böyle bir kampanyayla bu konuyu çözeceğini vaat ediyor. Kampanya ile ilgili gazeteden okuduğum ve sizlerle de paylaşmak istediğim bir haber aslında kampanyanın amacını çok net bir şekilde ortaya koyuyor. Haberde şundan söz ediliyordu: Doğu’da yaşayan bir kız çocuğu okumak istiyor ama imkânları buna müsaade etmediği için okuyamıyor. Çünkü tarlada çalışması ve eve katkı sunması gerekiyor. Bir gün televizyonda bu kampanyayı duyuyor ve okuma isteği ile kampanyadan yararlanmak için başvuruda bulunuyor. Kızın durumu gerçekten içler acısı ve burjuvazi de bunun farkında. Birçok televizyon ve gazete konuya duyarlı tabii. Hemen kızı markaja alıyorlar ve kızımız bir anda tüm burjuva medyanın haber konusu oluveriyor. Okula da başlıyor. Fakat kısa bir süre okula devam eden kızımızın bir süre sonra okuldan ayrıldığını ve tarlada çalışmaya devam ettiğini ne yazık ki üzülerek okuyoruz. Bizler işçi sınıfı olarak kapitalist sistemde bundan daha iyi bir eği“İstanbul Üniversiteli olmak bir ayrıcalıktır” diyordu, kayıt olmak için gittiğimde, öğrencileri elinde şekerlerle karşılayan birisi. Büyük ihtimalle okulun memurlarından (işçilerinden) biriydi. Ses tonundan, söylediği cümleyi kendisinin de içselleştiremediğini hissetmiştim. Bu cümle o günden itibaren uzun süre kafamda soru işareti olarak kaldı. Aslında ortada soru falan yoktu ama ben nasıl “ayrıcalıklı” olunacağını kestiremiyordum. İlköğretim ve lise yıllarımda da böyle bir duygu yaşamamıştım. O sıralarda bize sadece ve sadece söylenen her şeye itaat etmeyi, hiç sorgulamamayı, anlamadan ezberlemeyi öğretmişlerdi. Kafamda aslında üniversite sıralarına koşan her öğrencinin kurduğu gibi bir düş vardı. Özgür olmak ve yeni bir hayata yelken açmak, rüzgârı hiç dinmeyen ve seni mutluluğa götürecek o gemiye kaptan olmak... O zamanlar bu cümlenin beni heyecanlandırmadığını söylesem yalan söylemiş olurum herhalde. Nasıl “ayrıcalıklı” olduğumu öğrenmem çok bir zamanımı almadı açıkçası. İstanbul Üniversiteli olmak; okula girmeden önce yoğun “güvenlik” önlemlerini (üst arama, çanta kontrolü vs.), kameralarla izlenilmeyi, sonra apansız bir polis işgalini, soruşturmaları, gözaltını, bilimsel eğitimden zerre kadar nasibini almamış bir eğitim sistemini, buna karşın yüklü har(a)çları gerektiriyordu. Benim ayrıcalıklı olmam için bir nedenim vardı. Ama bu ayrıcalık bana ne burjuvazinin ne de onun yüksek öğretimdeki baskı aygıtı olan YÖK’ün bir lütfuydu. Her ne kadar 70’li yıllardaki kadar yoğun bir hareketlilik olmasa da orada devrimci bir hareketlilik vardı. Bunu ballandıra ballandıra anlatıp güzel bir görüntü çizmek isterdim ama bu, gerçeği saklamaktan başka bir anlam taşımaz. Evet oradaki hareket bir kıvılcım olabilirdi ama Marksizmi öğrenebilmek, onun ışığında daha emin adımlarla yürümek benim için bir ayrıcalıktı. Çünkü şunu hepimiz iyi biliyoruz ki herkes Marksizmi öğrenme fırsatına erişemiyor. Ya kapitalizmin keskin dişlilerinin arasında eziliyor ya da başkasını ezmek için fırsat kolluyor. Hâlâ daha sınıf atlama hayalleriyle zamanını tüketiyor. Ve anladım ki benim kapitalist sistemde ayrıcalık diye istediklerim aslında insanlığın gereklerinden başka bir şey değilmiş. Şimdi zaman mutluluk ve özgürlük için işçi sınıfının mücadelesinde safını tutma zamanıdır. Şunu unutmayalım ki ne işçilere sırtını dönmüş bir öğrenci hareketi zafere ulaşabilir ne de proletarya kendi diktatörlüğünü kurmadan üniversiteler özgürleşebilir! Marksist Tutum okuru bir öğrenci
48
tim alamayacağımızı çok iyi bilmeliyiz. Bir taraftan okutmak için bütün şartlarını zorlayarak çocuğunu okula gönderen milyonlarca emekçinin önüne konulan engeller, diğer taraftan bu çocukları eğitmekle görevli eğitim emekçilerini hakkını aradığında polis copuyla karşılayan burjuva devletin dahil olduğu bir kampanya… Bunun ne kadar inandırıcı olduğu ortadadır. Ben mektubumun buraya kadar olan kısmını yazdığımda 10 yaşındaki yeğenim yanıma gelerek mektubu okudu ve bana bir soru sordu: “Evet teyze, okumak isteyen çocuklara yardım edip okutacaklarsa neden kampanya yalnızca Doğu için başlatılmış ki? Bizler de okulda birçok sorunla karşılaşıyoruz” dedi. Haklıydı. Burjuvazi gerçekten tüm çocukların okumasını istiyor olsaydı bu tür kampanyalara bile gerek kalmazdı. Çünkü bu konuda samimi olan burjuvazi bizlerin alanlara çıktığımızda attığımız sloganlara kulak verir ve eğitim bugün ücretsiz olurdu. Ama bunu ummak kapitalist sistemde boş bir hayalden öte bir şey olmaz. Çünkü burjuvazi kâr etmeden ayakta kalamaz. Bizlerin bilince çıkartması gereken asıl nokta bu olmalıdır. Binlerce öğretmen işsizken, hakkını arayan öğretmen dayak yiyip gözaltına alınıyorken ve okula giden öğrenciye bu kadar engel çıkarılıyorken, biz burjuvazinin kampanyalarının samimi olduğunu nasıl düşünebiliriz ki? Marksist Tutum okuru bir tekstil işçisi Kapitalizm, insanlığa sunduğu üretim ilişkileri açısından bir kaosa benzer. Kapitalist sistem, içerisinde inanılmaz çelişkileri barındırır. Bu çelişkilerle her an, her gün karşılaşmaktayız. Benim kız kardeşim sigortasız, düşük ücretlerle ve uzun saatler çalışan bir tekstil işçisi. Onun bizzat yaşamış olduğu bir olayı anlatmak istiyorum. Ramazan ayında işçilerin büyük bir kısmı oruç tutmaktadır. İftar saati akşam 18:40’a denk geliyor. Patronları işçilerin oruçlarını açmalarına izin vermiyor. İşçiler ise oruçlarını açabilmek için, patronlara karşı hiçbir girişimde bulunmuyor. Patron gece 23’de işçileri yemekhaneye toplayarak, onlara hakaret edip, iftarlarını açmalarına izin veriyor. Bu ve buna benzer yaşadığı daha birçok olay var. Bunu duyduğumda, patron sınıfına karşı öfkem daha da arttı. Ve birlikte, kararlı, militan mücadele etmenin önemini bir kez daha anladım. Patron sınıfının vicdanı yoktur. Şu an egemenlik kapitalistlerin elinde. Kapitalistler kendi çıkarları söz konusu olduğunda, işçi sınıfına karşı her türlü baskı ve şiddeti kullanırlar. İdeolojik aygıtları da kapitalistler için hayati önem taşır. Yaşı ne olursa olsun her işçiyi, düşünmeyen, sorgulamayan, kendine, işine, insan nesline, doğaya, dünyaya yabancı, uyuşturulmuş, tepkisiz bireyler haline getirir. Kapitalizmin hükmü işçilerin sınıflarına yabancılaşmalarından gelir. Kısacası işçiyi robotlaştırarak, istediği her şeyi yaptırır. Kız kardeşimin yaşadığı bu olay ve daha birçokları patron sınıfının, işçi sınıfına yönelik yaptığı şiddettir. Peki, bizler bu para babalarına, kapitalistlere karşı uyanık olmayı nasıl başaracağız? Öncelikle kendi sınıf kardeşlerimizle aramızdaki bağları kuvvetlendirmeliyiz. Çünkü yaşadığımız sorunlar ortak, çözümü de ortak olmak zorundadır. Bir araya gelip örgütlenmeli, sınıf bilincimizi geliştirmeli, işçi sınıfının bilimi olan devrimci Marksizmi öğrenmeli, hayatımıza uygulamalı ve tek yürek içselleştirmeliyiz. Çünkü karşımızdaki sınıf patron sınıfı, ideolojik araç-gereçleriyle işçi sınıfına karşı muazzam örgütlüdür. Yani kısacası doğru bir perspektifle bilinçlendiğimizde, örgütlendiğimizde her şeyiz, aksi halde hiçbir şeyiz. bir sağlık emekçisi