Ortadoğu’da Değişen Dengeler, AKP ve Kürt Sorunu Utku Kızılok
Uluslararası konjonktürün de el vermesiyle bazı fırsatlar yakalayan AKP, vehme kapılıp Türkiye’nin bölgede oynayabileceği rolü gereğinden fazla abartınca ve bu abartıya siyasi körlük eşlik edince, kendisini Ortadoğu duvarına çakılmış buldu. Kardeşken kalleş ilan edilen Esad ve rejimi, son iki senedir ha bugün ha yarın yıkılacak denmesine rağmen yerli yerinde duruyor. Mısır’da Müslüman Kardeşler yönetiminin askeri darbeyle devrilmesi, AKP’nin Ortadoğu’da yürüdüğü çok önemli bir zemini şimdilik çökertmiştir. Gezi Parkı protestolarına verilen alabildiğine sert tepki ve kutuplaştırma eksenli siyaseti derinleştirme hamleleri, AKP’nin içeride ve dışarıda sıkıştığının bir başka ifade biçimidir. Kürt sorunu ise, burjuva güçler arasındaki kavgada ve rejimi sıkıntıya sokmada ana belirleyen olmaya devam etmektedir.
T
ürkiye’nin emperyalist arzularını kendi anlayışı çerçevesinde Ortadoğu’da hayata geçirmeye çalışan AKP –ve özellikle onun eksenindeki burjuva kesimler– büyük hayal kırıklığı yaşıyor. Uluslararası konjonktürün de el vermesiyle bazı fırsatlar yakalayan AKP, vehme kapılıp Türkiye’nin bölgede oynayabileceği rolü gereğinden fazla abartınca ve bu abartıya siyasi körlük eşlik edince, kendisini Ortadoğu duvarına çakılmış buldu. Kardeşken kalleş ilan edilen Esad ve rejimi, son iki senedir ha bugün ha yarın yıkılacak denmesine rağmen yerli yerinde duruyor. Mısır’da Müslüman Kardeşler yönetiminin askeri darbeyle devrilmesi, AKP’nin Ortadoğu’da yürüdüğü çok önemli bir zemini şimdilik çökertmiştir. Nitekim AKP’nin Mısır’daki darbeye son derece yüksek perdeden tepki vermesi, canının ne kadar yandığının işaretidir. Elbette hadisenin bir başka boyutu da şudur: Mısır’daki durumla benzerlikler kuran AKP, kendisinin de bir darbe tehlikesiyle karşı karşıya olduğu propagandasıyla kitleler nezdinde mağduriyet duygusu yaratmak ve içerideki siyaseti bu temelde şekillendirmek istemektedir.
İç ve dış siyaset birbirinin devamıdır ve bu iki cephedeki gelişmeler, son süreçteki hadiseler bağlamında da görüleceği üzere doğrudan birbirini etkilemektedir. Özellikle Suriye planlarının gerçeğe dönüşmemesi AKP hükümetini dış siyaset alanında sıkıştırmış ve bu sıkışıklık onu içeride daha saldırgan hale getirmiştir. Gezi Parkı protestolarına verilen alabildiğine sert tepki ve kutuplaştırma eksenli siyaseti derinleştirme hamleleri, AKP’nin içeride ve dışarıda sıkıştığının bir başka ifade biçimidir. Gezi Parkı protestoları vesilesiyle ortaya çıkan kitle hareketlenmesi üzerinden AKP’ye ve özellikle de Erdoğan’ın karizmasına önemli bir çizik atılmıştır. En önemlisi, burjuva siyaset arenasında yeni arayışlara ivme verilmiştir. Diğer taraftan, uzun bir süredir AKP ile iktidar koalisyonunun en önemli bileşeni Gülen cemaati arasında yaşanan tepişme devam ediyor. Bu tepişme, Kürt sorununun nasıl çözüleceği konusunda daha da sertleşmektedir. Kürt sorunu, burjuva güçler arasındaki kavgada ve rejimi sıkıntıya sokmada ana belirleyen olmaya devam etmektedir. Irak’tan sonra Türkiye’nin Suriye sınırında da
1
marksist tutum
bir özerk bölgenin oluşmaya başlaması ya da dört ülkeden Kürtlerin, tarihlerinde ilk kez bir araya gelerek ulusal bir kongre toplayacak olması çok şey anlatmaktadır. Bu durum, Birinci Dünya Savaşından bu yana Kürtler açısından en elverişli koşulların oluştuğunu ve Ortadoğu’da dengeleri değiştirecek önemli bir güç haline gelmekte olduklarını gözler önüne sermektedir. Türkiye kapitalizmine hangi araçlarla yol aldırılacağı, bunun siyasal biçim ve üslubunun ne olacağı, Ortadoğu’da ABD ve İsrail ile ilişkilerin nasıl şekilleneceği ve en mühimi Kürt sorununun ne temelde çözüleceği gibi hususlar, önümüzdeki dönemde burjuva siyasetinde daha nice krizlere neden olacaktır.
Dış siyasette sıkışma Türkiye ekonomisi AKP hükümeti döneminde önemli bir büyüme kaydetti; gerek geleneksel gerekse İslamcı burjuva kesimler bir hayli palazlandılar. Türkiye’nin, dünyanın 17. büyük ekonomisi düzeyine yükselmesi, ezelden beri dile getirilen emperyal arzular için ciddi anlamda maddi bir temel teşkil ediyordu. Nihayetinde altemperyalist bir güç haline gelen Türkiye burjuvazisi, gücünü bölgeye taşırmak ve kendine nüfuz alanları yaratmak istediğinde, bu arzusu, AKP tarafından şekillendirilen bir siyasetle hayata geçirilmeye başlandı. Ancak hamama giren terler! Nitekim Osmanlı mirasına dayandırılmaya çalışılan bu emperyalist siyasetin uygulayıcısı AKP, hevesle girdiği Ortadoğu hamamında bir hayli terlemiş bulunmaktadır. 2009’da “komşularla sıfır sorun” söylemiyle yol verilen bu siyaseti iki evreye ayırabiliriz: “Arap Baharı” öncesi ve sonrası. AKP, Türkiye burjuvazisinin emperyalist emellerini hayata geçirebilmek için Filistin sorununun hamisi ro-
2
Ağustos 2013 • sayı: 101
lünde Ortadoğu’ya dramatik bir giriş yapmıştır. AKP, Ortadoğu’da halk kitlelerinin sempatisini kazanmak gerektiğini ve bunun yolunun da Filistin sorununu sahiplenmekten ve İsrail’e tavır almaktan geçtiğini biliyordu. Neticede Erdoğan’ın, İsrail cumhurbaşkanı Şimon Peres’i Davos’ta dünyanın gözü önünde azarlaması ve katil imasında bulunması Arap kitlelerinde büyük sempati topladı ve Türkiye’nin Ortadoğu’da rol almasını kolaylaştırdı. Yıllar yılı Filistin halkına zulüm uygulayan ve burnundan kıl aldırmayan İsrail’in sembol isimlerinden birisine atılan fırça, bir anda Erdoğan’ı Ortadoğu sokaklarında “kahraman” haline getirdi. Bu çıkışla Türkiye, emperyalist güçlere Ortadoğu’da önemli bir oyuncu olduğunu ve paylaşım masasında kendisine de yer açılması gerektiği mesajını vermiş oluyordu. AKP öncülüğünde Türkiye, ABD’nin genel stratejisi dışına çıkmadan ama kendi planları çerçevesinde birçok kez onunla karşı karşıya gelerek Ortadoğu’daki boşlukları doldurmaya girişti. Suriye’deki Esad rejimiyle kurulan yakın ilişki, Hamas’a arka çıkma, Batılı emperyalist güçlerin İran’a uyguladığı baskı ve ambargoya direnme bu girişimin bir ifadesiydi. AKP, savaş ya da kitle kalkışmaları yoluyla siyasal dönüşümlere gerek kalmadan, ekonomik entegrasyonla Ortadoğu’nun emperyalist-kapitalist sisteme derinden bağlanabileceğini, bu meyanda ise yakın ilişki kurduğu Suriye’nin istenen çizgiye çekilebileceğini kanıtlamaya çalışıyordu. Böylece bu çizginin temsilcisi ve uygulayıcısı olarak Türkiye, başarılı bir alternatif ortaya koyacak ve kendi nüfuz alanını da yaratmış olaSuriye’de radikal caktı. Söz konusu siyaseti İslamcı gruplar “komşularla sıfır sorun” dâhil muhalefet söylemiyle meşrulaştırçok hızlı bir şekilde silahlandırıldı ve Esad rejimine üç dört aylık ömürler biçildi. Fakat acımasız bir iç savaş sürmesine rağmen Esad rejimi yıkılmış değil. Bunda Rusya, Çin ve İran ekseninin desteği olduğu kadar, rejimin sanılandan daha büyük bir kitle desteğine sahip olmasının da büyük etkisi var. Diğer bir faktör ise ABD başta olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin Suriye’ye müdahale etmek konusunda isteksiz olmalarıdır.
sayı: 101 • Ağustos 2013
maya çalışan AKP, Türkiye’nin emperyalist hedeflerinde ayakbağı haline gelen hususlarda da bazı adımlar atmaya başladı. 2009’da geleneksel devlet politikasına son verilerek Güney Kürdistan’da konsolosluk açılması, içeride bir Kürt “açılımı” başlatılması ve Ermenistan ile yakınlaşma girişimleri bu emperyalist siyasetin bir gereğiydi. Ancak “Arap Baharı”, AKP’nin Ortadoğu’da statükonun devamı üzerine inşa ettiği stratejiyi tepetaklak etti. Tunus ve Mısır’da İslamcı güçleri siyaset sahnesinin önüne fırlatan halk isyanları bu kadarla kalsaydı, AKP’nin siyaseti yine de geçerli olurdu. Ne var ki halk isyanının Libya’dan sonra Suriye’ye sıçraması ve üstelik belirli bir aşamada iç savaşa dönüşmesi, Türkiye’nin hızla makas değiştirmesine neden oldu. Hiç kuşkusuz bu makas değiştirmede, Libya’da sürece geç müdahil olduğu için istediğini alamadığını düşünen AKP’nin, Suriye’de de benzeri bir akıbetle karşılaşarak bölgedeki iddialarını hayata geçirememe telaşının önemli bir rolü vardı. Bu nedenlerle AKP, dümeni tam tersine kırdı ve Suriye siyasetini değiştirdi: Kardeş Esad oluverdi “kalleş Esed”. Lakin daha önemlisi, Suriye’deki Kürtlerin aynı Irak’taki gibi özerk bir bölge oluşturması ve bu durumun Türkiye’yi de içine alan bir “Kürt Baharı”nı tetiklemesi olasılığının belirmiş olmasıydı. Üstelik Suriye’de Kürt hareketinin en güçlü bileşeni olan PYD, PKK’nin çizgisindeydi: Burada kurulacak bir özerk bölge, içeride Kürt hareketinin elini güçlendirecek ve Kürt halkını dizginlemek oldukça zor olacaktı. Panikleyen Türkiye’nin yeni politikasının nihai amacı bir an önce Esad rejiminin devrilmesi, iktidara gelen muhalif güçlerin aman vermeden Kürtleri kontrol altına almasıydı. Radikal İslamcı gruplar dâhil muhalefet çok hızlı bir şekilde silahlandırıldı ve Esad rejimine üç dört aylık ömürler biçildi. Fakat Suriye’de acımasız bir iç savaş sürmesine rağmen Esad rejimi yıkılmış değil. Bunda Rusya, Çin ve İran ekseninin desteği olduğu kadar, rejimin sanılandan daha büyük bir kitle desteğine sahip olmasının da büyük etkisi var. Diğer bir faktör ise ABD başta olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin Suriye’ye müdahale etmek konusunda isteksiz olmalarıdır. Muhalefetin ağır silahlarla donatılması, uçuşa yasak bölge ilan edilmesi ve derhal müdahale edilmesi gibi önerilerin sahibi Türkiye ile ABD arasında ciddi çelişkiler mevcuttur. Belli halk kesimlerinin rejime olan desteğinin sürmesi, Rusya ve Çin’in çok net bir şekilde müdahale karşıtı tutum alması ve El-Kaide türü radikal İslamcı grupların Suriye’de güçlenmesi, ABD’nin tereddüt geçirmesine ve işi ağırdan almasına neden olmaktadır. AKP’nin her hâl ve şartta kendi hedeflerine ulaşmak amacıyla El-Nusra/Kaide tipi radikal İslamcı grupları desteklemesi, üstelik bunu yaparken kendi İslamcılığını da bir şekilde işin içine katması, ABD ve AB nezdinde kuşkuyla karşılanmaktır. Esad rejimi yıkıldıktan sonra nasıl bir toplumsal ve siyasi tablonun ortaya çıkacağını öngöremeyen ve AKP’ye de tam anlamıyla güvenmeyen ABD,
marksist tutum
Türkiye’nin yaklaşımlarına şimdilik prim vermemektedir. Nitekim Türkiye’nin esip gürlemeleri, Erdoğan’ın son ABD gezisiyle durulmuştur. Gezi öncesinde ABD’yi ipe un sermekle eleştiren Erdoğan, Beyaz Saray’da geçirdiği “transformasyonla” ABD’nin planlarıyla daha uyumlu hale getirilmiştir. Netice itibariyle AKP’nin Suriye politikasının şu anki evresi hüsrandır. Türkiye’nin dolaylı olarak Suriye’deki iç savaşa ortak olması ama başarılı olamaması, sınır kentlerine yığılan yüz binlerce göçmenin yarattığı gerilim ve Reyhanlı’daki bombalı saldırı AKP’yi iç siyasette sıkıştıran bir durum yaratmıştır. En önemlisi, tüm uğraşlara rağmen Suriye’deki Kürtlerin özerk bir bölgenin temellerini döşemesinin önüne geçilememiştir. Bu durum, AKP’nin “çözüm süreci” adıyla yeniden bir “Kürt açılımı” başlatmasında basınç oluşturmuş ve rol oynamıştır, oynamaya da devam etmektedir. Suriye’de hedeflerine ulaşamayan Türkiye, Mısır’da Müslüman Kardeşler’in (İhvan-ı Müslim’in) askeri darbeyle düşürülmesi neticesinde Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da zemin kaybetmeye devam etmektedir. “Arap Baharı”yla İslamcı örgütler, özellikle de İhvan, burjuva siyaset arenasında en belirleyici güç haline gelmişti. Zira esas örgütlü olanlar İslamcı güçlerdi ve bu nedenle kitleleri arkalarına takmayı başardılar. Mısır’da, Tunus’ta ve hatta Libya’da İhvan ve kolları iktidara geldiler. Batılı emperyalist güçler, tam arzu etikleri bir siyasal tablo ortaya çıkmasa da, durumu kabul eder gözüktüler. İşte bu noktada Türkiye kendini “model ülke” olarak pazarladı ve bölgedeki hedefleriyle örtüştüğü ölçüde ABD, AKP’nin rol almasına ses çıkartmadı. Zira İslamcı köklerden gelen AKP, bu partilerin sivri yanlarının törpülenmesi, ılımlılaşmaları ve bölgeyle birlikte kapitalist sisteme derinden entegre olmaları noktasında rol oynayabilirdi. Zaten kapitalistleşen İhvan ve uzantıları, kapitalistleşme dinamiğinin dönüştürücü etkisi altında kalarak etraflarına baktıklarında, kendilerine Batı’dan ziyade Türkiye’yi daha yakın buluyorlardı. Bu bağlamda, Türkiye’nin emperyal emellerini hayata geçirmek isteyen AKP ile ABD’nin çıkarları ve planları örtüşüyordu. Nitekim Türkiye’nin rolünü başka bir ülkenin oynayamayacağını ortaya koymak isteyen Erdoğan, Mısır, Tunus ve Libya gezisinde özellikle laikliğe vurgu yaparak ilgili yerlere mesaj vermeyi de ihmal etmemişti. AKP, “Arap Baharı”yla İhvan’ın yükselişini, kendisinin durumuyla neredeyse özdeşleştirdi ve Türkiye’deki gibi bir sürecin yaşanacağını düşündü. Dolayısıyla danışmanlığına soyunduğu İhvan’a, bu perspektiften akıl verdiği muhakkaktır. Bunu, İhvan’ın “İslam ülkelerinin yükselişi” bakış açısıyla Türkiye-Mısır ekseni eşliğinde bir dış siyaset izlemesinde; demokratik dönüşümler bekleyen geniş yığınların beklentilerinin tam aksine, baskıcı yasalarla toplumu kontrol altına alma girişimlerinde; geleneksel burjuva kesimleri dışlayarak kendi yandaşlarını palazlandırmaya dönük tutumunda görmek mümkündür. AKP ve İhvan
3
marksist tutum
üzerinden Türkiye-Mısır ekseni oluşturulmaya çalışılması, bu kapsamda Hamas’ın buraya çekilmesi İsrail’i ve ABD’yi tedirgin etmeye başlamıştır. Mısır’da ise, iktidardan dışlanmaya çalışılan diğer burjuva kamp, rejimin bel kemiğini oluşturan ve Türkiye’deki gibi bir akıbetle karşı karşıya kalabileceğini hesaplayan ordu ve yargı bürokrasisi, hoşnutsuz geniş kitlelerin üzerine basarak İhvan’a karşı harekete geçmiştir. Hiç kuşkusuz bu kamplaşmada, ABD ve emperyalist güçler, kendi planlarını yürütmeye daha uygun bir zemin hazırlayacağını düşünerek askeri darbeye onay vermişlerdir. Darbenin orta vadeli hedeflerinden biri İhvan’ı daha fazla sistem içine çekmek ve ehlileştirmek ise, diğer bir hedefi de ABD’nin bölgedeki planlarıyla daha uyumlu hale getirmektir. Çok açık ki İhvan’a vurulan darbeyle, aynı zamanda, fazladan vehimlere kapılarak rolünü abartan AKP’ye de bir gözdağı verilmektedir. Netice itibariyle Suriye ve Mısır’daki tablo, Türkiye’nin emperyalist kapasite ve sınırlarını ortaya koymuştur. Keza Somali’deki elçiliğe yapılan saldırı da emperyalist rekabet hamamına giren Türkiye’nin bundan sonra nasıl terleyeceğini göstermektedir.
Kürt sorunu İç ve dış siyasal dinamikler AKP ve Türkiye’yi giderek daha fazla sıkıştırırken, Kürt hareketinin elini güçlendirmektedir. Bugün Kürt hareketi, Gezi Parkı süreciyle keskinleşen burjuva kesimler arasındaki kavgada, esas denge konumundadır. Meselâ günlerce süren kitle hareketlenmesine Kürt hareketi aktif destek verip AKP’ye vurmak isteseydi –bunun sonuçlarının Kürt hareketi için hayır ya da şer olmasından bağımsız– hiç kuşkusuz bambaşka bir siyasal tablo ortaya çıkardı. Uluslararası konjonktürün seyri, örneğin Irak’tan sonra Suriye’de de bir özerk Kür-
4
Ağustos 2013 • sayı: 101
distan’ın zemininin ortaya çıkması Kürt hareketinin manevra alanını genişletmiş, AKP ve Türkiye’nin üzerindeki basıncı arttırmıştır. Nitekim bugün burjuva yazar-çizerlerce ifade edildiği üzere, AKP’nin Öcalan’ı muhatap alarak bir “çözüm süreci” başlatmasının esas nedeni Suriye’de bir Kürt özerk bölgesinin ortaya çıkmaya başlamasıdır. Fakat daha önce de yazdığımız üzere Kürt sorununun çözümü meselesi TC açısından emperyalist bir perspektifin içine oturtulmuştur. Türkiye burjuvazisinin amacı, bizzat kendi ideologlarının kavramlaştırdığı ifadeyle söylersek, “Kürtlerle bölünme değil Kürtlerle büyüme” stratejisini hayata geçirmektir. Ortadoğu’da belirleyici egemen bir güç olmak isteyen Türkiye burjuvazisi, zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarını kontrol eden Kürt burjuvazisini yanına alarak emellerine ulaşmak ve buradan kalkarak dünya siyasetinde ağırlığını arttırmak istemektedir. Kürt hareketi ise kendi cephesinden durumu, Öcalan’ın Newroz’da okunan mektubunda dile getirdiği biçimde, Türkler ile Kürtlerin stratejik ittifakı olarak koymakta, sürecin AKP’yi bu aşamaya getirdiğini belirtmektedir. Müzakereler sonucunda varılan ve üç aşamalı olduğu duyurulan planın birinci aşaması çerçevesinde PKK gerillaları Türkiye’den çekilmeye başlamıştır. AKP ve Erdoğan, Ancak anayasa değiçözüm bağlamında şikliğiyle başta anadildişe dokunur adımlar de eğitim hakkı olmak atmamak, milliyetçi üzere Kürt halkının bir oyların kendisinden kısım taleplerinin karşıkaçmasının önüne lanmasını öngören ikingeçmek, bu arada ci aşamaya geçilebilmiş ise Kürt hareketini değildir. Gezi Parkı eyçeşitli biçimlerde oyalamak ve lemlerinin patlak vermebaşkanlık için destek siyle AKP’nin bir hayli almak yönünde korktuğu, kitle hareketi taktik izliyor. Ancak 2015’e kadar neredeyse hiçbir adım atmama, buna mukabil kitlelerin karşısına “sorunu çözen kahraman” edasıyla çıkma anlamına gelen bu Şark kurnazı politikanın zemini yoktur. Ne uluslararası konjonktür buna uygundur ne de Kürt hareketi, kibirli Osmanlı/ TC geleneğinin küçümsediği gibi saftır.
sayı: 101 • Ağustos 2013
geri çekilmeden ve kontrol hükümete geçmeden “çözüm süreci” bağlamında adım atmak istemediği bir gerçektir. AKP’nin oyalama tutumu nedeniyle Kürt hareketinin o günlerde geri çekilmeyi yavaşlattığını da belirtelim. Yaşanan kriz üzerine, Öcalan önce AKP’ye ikazlarda bulunmuş, ardından da çekilmenin hızlandırılmasını istemiştir. Ne var ki sürecin nasıl gelişeceği hâlâ belirsizdir. Ulusal ve uluslararası alanda sıkışan AKP, önümüzdeki seçimleri kazanarak pozisyonunu tahkim etmek, üzerindeki basıncı hafifletmek istemektedir. Üstelik Erdoğan’ın başkanlık arzusu da bu hesabın içindedir. İşte bu hesaplardan ötürü AKP ve Erdoğan, çözüm bağlamında dişe dokunur adımlar atmamak, milliyetçi oyların kendisinden kaçmasının önüne geçmek, bu arada ise Kürt hareketini çeşitli biçimlerde oyalamak ve başkanlık için destek almak yönünde taktik izliyor. Ancak 2015’e kadar neredeyse hiçbir adım atmama, buna mukabil kitlelerin karşısına “sorunu çözen kahraman” edasıyla çıkma anlamına gelen bu Şark kurnazı politikanın zemini yoktur. Ne uluslararası konjonktür buna uygundur ne de Kürt hareketi, kibirli Osmanlı/TC geleneğinin küçümsediği gibi saftır. Nitekim yakaladığı konjonktürel üstünlüğü kaybetmek istemeyen Kürt hareketi, AKP’nin oyalama tutumuna çok hızlı ve sonuç alıcı yanıtlar vermiştir. AKP’yi sıkıştıracak hamle ise, Suriye’deki Kürtlerin Rojava’da (Batı Kürdistan) tüm kontrolü ele geçirmesiyle gelmiştir. Bilindiği üzere geçen senenin Temmuzunda Rojava Kürtleri, PKK’nin Suriye kolu olan Demokratik Birlik Partisi (PYD) öncülüğünde bazı bölgeleri ele geçirmiş ve denetim kurmuşlardı. Hiç kuşkusuz muhalefeti bölmek ve aynı zamanda Türkiye’nin Suriye’ye dönük müdahalelerini zayıflatmak isteyen Esad rejiminin Rojava’dan çıkması da Kürtlerin bölgede denetim kurmasında etkili olmuştur. Lakin Ortadoğu’da siyasal dengeler hızla değişmektedir: Bir sene içinde Suriye’deki Kürtler çok yol almış, kendi silahlı güçlerini büyüterek tahkim etmiş ve uluslararası alanda dikkate alınan politik bir özne haline gelmişlerdir. Sınırlarının ötesindeki Kürtlere bile özgürlüğü haram gören Türkiye ve AKP, Özgür Suriye Ordusu’nu ve radikal İslamcı grupları destekleyerek Rojava’yı kontrol altına almak istemişse de başarılı olamamıştır. Neticede gelinen aşamada, Rojava’da özerklik ilan edeceğini açıklayan PYD, kalabalık silahlı bir güçle harekete geçerek Serêkaniyê’yi (Resulayn) El-Nusra’dan temizlemiş ve tüm Kürt bölgesinde denetim kurmuştur. Rojava’daki gelişmeler büyük ölçüde Türkiye’yi etkilemektedir. Kürt hareketi, Kürtlerin Suriye’deki konumunu sağlama alırken, AKP hükümetinin çözüm doğrultusunda adım atması için de basınç bindirmektedir. Suriye’deki Kürtlerin özerklik gibi bir mevzi kazanmasının, Türkiye karşısında PKK’nin konumunu daha da güçlendireceği ve AKP’nin oyalama taktiklerini boşa düşüreceği açıktır. Nitekim bunun önüne geçmeye çalışan Türkiye, silahlandırdığı ve sınırdan içeri girmelerine yardımcı olduğu
marksist tutum
radikal İslamcı grupları Kürtlerin üzerine saldırtmaktan geri durmamıştır. Türkiye’nin Rojava Kürtleri karşısındaki tutumu tam anlamıyla riyakârlıktır. Zira El-Nusra benzeri grupları beslemekten geri durmayan, onların ele geçirdikleri bölgeleri yönetmelerine, sınıra bayrak çekmelerine ve hatta emirlikler ilan etmelerine sessiz kalan AKP hükümeti, sıra Kürtlere geldiğinde “emrivakileri”, de facto durumları kabul etmeyeceği söylemi eşliğinde yüksek perdeden tehditler savurmaktadır. Oysa Rojava Kürtlerine dönük bir silahlı müdahalenin, içerideki “çözüm süreci”ni berhava etmek ve aynı zamanda tüm Kürtlerle savaş anlamına geleceği bellidir. Gerçekte savrulan tehditlerin bir hükmü yoktu ve bu nedenle Türkiye, çabalarında başarılı olamayınca şimdilik geri adım atmıştır. Üstelik radikal İslamcı gruplarla savaştığı ve seküler bir yapıya sahip olduğu için, ABD ve Avrupa ülkelerinin de PYD’ye sıcak baktığının altını çizmek gerekiyor. PYD’nin dikkate alınması noktasında ABD’nin de devreye girmiş olması büyük bir ihtimaldir. Bizzat Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun davetiyle İstanbul’a çağrılan PYD lideri Salih Müslim, Türkiye’nin Rojava’da kurulacak geçici yönetimi kabul ettiğini açıklamaktadır. Keza Müslim’e göre, Suriye’de Esad rejiminin düşmesinden sonra, kurulacak federatif devlet kapsamında Kürtlerin kendilerini yönetmesine Türkiye’nin itirazı yoktur. Türkiye ise, PYD’nin Esad rejimi karşısında muhalefete katılması talebinde bulunmuştur. Sonuç olarak Rojava’daki gelişmeler, AKP’nin oyalama taktiklerinin işlemeyeceğini gözler önüne seriyor. Dört ülkeden Kürtlerin tarihlerinde ilk kez ulusal bir kongre toplayacak olması ve uluslararası konjonktürün Kürtleri birleşmeye doğru itmesi gerçeği de, sürecin oyalamaya müsait olmadığını kanıtlıyor. Fakat “çözüm süreci”nin yürüyebilmesi için henüz somut adımlar atılmış değil. Hükümet tarafından sızdırılan ve anayasa değişikliği gerektiren paketin, Kürt hareketinin beklentilerinden uzak olduğunu belirtelim. Öyle ki, bir taraftan Kürt sorununu çözeceğini söyleyen AKP, öte taraftan Kürt hareketinin en temel demokratik taleplerinden biri olan yüzde 10 barajını kaldırmaya yanaşmamaktadır. Buna karşın Kürt hareketinin temsilcileri, Eylülün başına kadar gerekli adımların atılması ve Ekimle birlikte ikinci aşamanın tamamlanması gerektiğini, aksi takdirde “çözüm süreci”nin kendileri açısından biteceğini ifade ediyorlar. Öcalan’ın son günlerdeki “süreçten çekilirim” çıkışını da bu kapsamda değerlendirmek lazım. Ortadoğu kazanı fokur fokur kaynıyor. Emperyalist nüfuz mücadelesinin önümüzdeki günlerde Kürt meselesine nasıl etki edeceğini göreceğiz. Lakin AKP’nin gerekli adımları atmaması ve sürecin akamete uğraması, çok daha kanlı bir dönemin başlamasını kaçınılmaz kılacaktır. Şurası çok açık ki, Kürt sorununun çözülmesi doğrultusunda gerekli adımları atmayan bir Türkiye için deniz bitmiştir. n
5
Mısır’da Askeri Darbe: Rejim Krizde, Çözüm İşçi İktidarında! Özgür Doğan
3
Temmuzda Mısır ordusu, ülkenin seçimle göreve gelen ilk cumhurbaşkanı olan Mursi’yi bir darbeyle iktidardan indirdi. Kıpti Kilisesinin Papasından el Ezher imamına, şeriatçı Nur Partisi’nin liderlerinden liberallerin sözcüsü konumundaki Baradey’e, gençliğin başını çektiği Temerüd Hareketinin sözcüsüne kadar geniş bir yelpazedeki figürleri ve yüksek askeri, sivil bürokratları yanına alan general Sisi, anayasanın askıya alındığını, teknokrat hükümetinin kurulacağını, yeni anayasa yapılacağını, ardından yeni bir seçim yasasıyla seçimlere gidileceğini açıkladı. Bu arada, çatışmaların daha da yaygınlaşmaması ve ülkenin selameti gerekçesiyle erken seçim talep ederek Mursi karşıtı cepheye katılan Mısır’daki en büyük ikinci siyasal güç durumundaki Nur Partisi (Selefiler) darbeye verdiği desteği askeri birlikler katliamlara girişince geri çekti. Kitleleri yatıştırmak için, gençliğin devlet kurumlarında görev almasının ve süreçte kilit bir rol oynamasının teşvik edileceğini söyleyen Sisi, ordunun siyasete bulaşmak ya da ülkeyi yönetmek istemediğini, “halkın çıkarlarına hizmet etmek ve devrimi korumak için” müdahale ettiklerini söyledi! Bildik gerekçeler, tanıdık yalanlar! Devrik cumhurbaşkanı Mursi’nin yerine, darbeci ge-
6
neraller Anayasa Mahkemesi başkanı Adli Mansur’u geçici cumhurbaşkanı olarak atadılar. Askeri darbeye çanak tutup alkışlayan sözümona liberal Baradey de, hizmetinin karşılığını kendisine sunulan cumhurbaşkanı yardımcılığı makamıyla almış oldu. Baradey ilk önce başbakanlığa getirilmek istenmiş, ancak güç dengeleri nedeniyle o koltuğa oturtulamamıştır.
Askeri darbeye hayırhah yaklaşılamaz Mısır’da yaşanan askeri müdahaleyi savunmak, onu bir devrim ya da meşru/haklı bir darbe olarak adlandırmak komünistler açısından utanç vericidir. Söz konusu olan, askeri darbeden başka bir şey değildir. Tüm kapitalist ülkelerde olduğu gibi, Mısır’da da ordu yönetimi (askeri üst bürokrasi) burjuvazinin bir parçasıdır. Mısır ordusu bu açıdan bir istisnayı temsil etmiyor, tersine, askeri bürokrasi, gücünü yalnızca elinde tuttuğu silahlı kuvvetlerden değil, Mısır ekonomisi içinde işgal ettiği muazzam konumdan da alıyor. Bu noktadan bakıldığında, askeri bürokrasi, yalnızca yerine getirdiği siyasi-askeri işlev açısından değil, burjuva iş aleminin en etkin ve güçlü kesimi olarak da egemen sermaye sınıfının bir parçasını, üstelik de hege-
sayı: 101 • Ağustos 2013
mon parçasını oluşturuyor. Yoksul Mısırlı emekçileri, kadınları ve gençliği oyalayıp hayal kırıklığına uğratan, onların taleplerine kulaklarını kapatan Mursi, kitlelerin hiç kuşkusuz haklı öfkesi ve nefretini üzerinde toplamıştır. Apaçık ki, Mursi ve temsilcisi olduğu yeni yükselen İslami sermaye burjuvazinin bir kesimini oluşturmaktadır. Ancak bu burjuva kesime ve onun temsilcisi olan Mursi’ye duyulan haklı öfkenin, işçi ve emekçileri, Mursi karşısında ordunun ve gerçekleştirdiği gerici darbenin gönüllü yahut gönülsüz savunucusu ya da destekçisi konumuna sürüklemesi kabul edilemez. Çünkü böylesi bir tutum, tam da işçi ve emekçilerin iki gerici burjuva kesim arasındaki dalaşmaya alet edilmesi, burjuva dalaşmalar temelinde işçi sınıfının bölünmesi anlamına gelecektir. Mursi’nin defterinin dürülmesi gerekiyordu kuşkusuz. Ancak bu işi ordunun bir darbeyle yapması, işçi sınıfının mücadelesi açısından kabul edilebilir değildir. Tüm tarihsel örnekler de gösteriyor ki, olağanüstü burjuva rejimleri inşa eden askeri darbeler, kendilerini meşrulaştırmak için ileri sürdükleri gerekçeler her ne olursa olsun, eninde sonunda işçi sınıfının kurtuluş mücadelesini sekteye uğratıyor. Emekçi kitlelerde yapay bölünmeler yaratıp, emekçilerin bir kesimini kendi öz-örgütlülükleri ve eylemleri yerine burjuva güçlerden medet uman yanlış bir bilince mahkûm ediyor. Diğer kesimlerini ise mağdur rolü oynayan burjuva kampın demagojisi karşısında çaresiz bırakıyor. Askeri darbelerin ilk kurbanları kimler olursa olsun, nihai ve gerçek kurbanları işçi-emekçi kesimler oluyor, günün sonunda fatura işçi sınıfına kesiliyor. Açıktır ki, Mısır’da da ordu, işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarında gerçek ve kalıcı bir iyileştirme sağlayamaz. Bunun böyle olduğunu, 60 yıldır Mısır’da hüküm süren askeri rejimler yeterince kanıtlamaktadır. Mısır’daki askeri darbe, bizzat ordunun kendisinin de taraflardan birini oluşturduğu burjuva kesimler arasındaki kapışmanın normal yollardan üstesinden gelinemeyecek denli şiddetlenmiş oluşuna işaret ediyor. Üstelik burjuvazi içindeki bölünme, yoksul emekçi yığınların haklı öfke kabarışı dalgasıyla aynı döneme denk gelmekle kalmıyor, bu dalgayı körüklüyor, doğrudan ve dolaylı olarak etkisi altına alıyor, maniplasyon konusu haline getiriyor. İşçi sınıfı Mursi’nin temsilcisi olduğu İslami sermaye kesimlerine de, ordu ve yargının başını çektiği bürokratik-kapitalist kesime de, sözümona liberal burjuva kesime de asla güvenme-
marksist tutum
meli, kendi öz-örgütlülüklerini oluşturup güçlendirerek 2011’de yarattığı devrimci dalgayı bağımsız sınıf çıkarları temelinde daha ileriye taşımalıdır.
Mursi ve İhvan’a prim verilmemelidir Mısır’ın tüm sorunlarını 100 gün içinde çözeceği sözü veren Mursi ve temsil ettiği İslami sermaye kesimleri, bir yıl boyunca kendi zenginliklerini büyütmek, asker-sivil bürokrasiye ve başta ABD olmak üzere büyük emperyalist güçlere ikiyüzlüce kendilerini yarandırarak iktidarlarını sağlama almaya çalışmak dışında hiçbir şey yapmamışlardır. Büyük bir yoksullukla boğuşan emekçi kitlelere, sabret ve şükret vaazı dışında hiçbir şey vermeyen İhvan yönetimi, bu süre zarfında, 60 yıllık askeri rejimle köklü bir şekilde hesaplaşmamış, buna gerçek anlamda girişmemiştir bile. Her kritik dönemeçte asker-sivil bürokrasiyle uzlaşma yollarını aramış, onların siyasi iktisadi ve sosyal çıkarlarını zedelemeyen ama kendi çıkarlarını da uyum içerisinde geliştirmeye çalışan bir çizgi tutturmuştur. Ondan başka türlüsü de beklenemezdi. Zira bir yıl önce askeri-sivil bürokrasi ile emperyalist burjuvazi Mursi ve İhvan’ın önünü açmışlarsa, bunu demokrasi için değil, 2011’de ortaya çıkan devrimci durumun pörsütülmesi, kitlelerin uyuşturularak pasifize edilmesi, kapitalist sistem dışına çıkma eğilimlerinin ortadan kaldırılması için yapmışlardı. Mursi, kendisine çizilen çerçeveye riayet ederek bir yandan temsil ettiği sermaye kesimlerini mümkün olduğunca palazlandırmaya çalışırken, diğer taraftan da emekçileri yatıştırmak, olmadı silah zoruyla geri püskürtmek için her şeyi yaptı. Son bir yılda yeniden canlanan protestolarda 100 civarında insanın katledilmesi, vadedilen sendikal ve siyasal özgürlüklerin tanınmaması, kadınlara ve toplumsal yaşama dönük baskıcı sınırlayıcı yasa ve uygulamaların artış eğilimi göstermesi, din adamlarının giderek daha da fazla öne çıkması, basına yönelik baskıların tekrar başlaması, iktidarın “ben çoğunluğum” kibriyle halkın taleplerine kulaklarını tıkaması vb. sonucunda geniş kitleler, 2011’de gerçekleştirdikleri “devrim”in Mursi İşçi sınıfı Mursi’nin temsilcisi olduğu İslami sermaye kesimlerine de, ordu ve yargının başını çektiği bürokratikkapitalist kesime de, sözümona liberal burjuva kesime de asla güvenmemeli, kendi öz-örgütlülüklerini oluşturup güçlendirerek 2011’de yarattığı devrimci dalgayı bağımsız sınıf çıkarları temelinde daha ileriye taşımalıdır.
7
Ağustos 2013 • sayı: 101
marksist tutum
tarafından “çalındığını” ve aldatıldıklarını giderek daha fazla bilinçlerine çıkardılar. Mısır burjuvazisinin asker-sivil bürokrat kanadı ve emperyalistler de bu fırsattan yararlanarak hoşnutsuzluğu daha da büyütüp darbeye zemin hazırlamak için ellerinden geleni yaptılar. Çünkü, nasıl Mübarek’i gözden çıkarmak zorunda kaldılarsa, Mursi’nin de artık miadını doldurduğunu gördüler. Mursi’nin cumhurbaşkanlığı konutundaki zoraki konukluğuna artık daha fazla katlanmanın bir gereği yoktu, zira o ve onun İslamcı kimliği, kitle pasifikasyonu açısından daha fazla iş göremezdi. Zaten Mursi’nin İslamcı kimliği, bu “beyaz” burjuvalar açısından hiçbir zaman gönül rahatlığıyla kabul edilebilir bir kimlik olmamıştır. İhvancı sermaye, egemen burjuva sınıfın bir parçasıydı ama onun hegemon olmasına asla rıza gösterilemezdi. İhvan, Mısır’da demokrasi ve özgürlük mücadelesinin tutarlı bir savunucusu olmadığını pratikte kanıtlamıştır. Onlar yalnızca kendileri için demokrasi istiyorlar, burjuvazinin palazlanan bir kesimi olarak iktidar blokundan dışlanmamak, iktidarın nimetlerinden eşit pay almak istiyorlar. Ordu ve yargı bürokrasisi karşısında “demokrasi” çığlıkları atarken, emekçiler karşısında egemenlerin kibirli diliyle konuşan Mursi ve İhvan’a destek verilemez. Darbeye tutarlı bir şekilde karşı dururken, demokrasinin savunusu adına İhvan’a destek vermek de doğru bir tutum değildir.
Emperyalist burjuvazinin ikiyüzlülüğü Tüm büyük emperyalist güçler, ordunun darbesine darbe bile diyemediler. Yapılan “tedirginiz bir an önce sivil yönetime geçilmeli” şeklindeki açıklamalar, aslında darbeyi desteklediklerinin utangaçça ifadesinden başka bir şey değildir. ABD’ye gelince, bu darbenin onun izni ya da onayı olmadan gerçekleşebileceğini düşünmek saflık olur. Darbenin Amerikancı bir boyut taşıdığı apaçıktır. Darbeci generaller, öncesinde Washington’u bilgilendirmiş ve birtakım garantiler vermişlerdir. ABD savunma bakanı ve genelkurmay başkanının açıklamalarına göre, generaller “sivil hükümeti kısa sürede iş başına getirme” ve “Mısır’daki Amerikalıların ve ABD misyonlarının güvenliğinin sağlanacağı” garantisi vermişlerdir. Besbelli ki, Mursi iktidarı, ABD’yi yeterince tatmin edememiş, onun Ortadoğu politikalarının sadık ve güvenilir bir taşeronu olmak noktasında, ne denli çırpınırsa çırpınsın, ABD emperyalizmini (ve elbette İsrail’i) yeteri kadar memnun etmeyi başaramamıştır. Hiç kuşkusuz bunda İhvan’ın İslamcı kimliğinin son derece baskın olması temel faktördür. İhvan, ABD’nin gözünde, dini köklerinden yeterince sıyrılamamış, güvenilmez ve tam kontrol altına alınamaz bir harekettir, ona biçilen misyonu tamamlamış ve şimdilik “deliğe süpürülmüş”tür. Böylelikle bir kez daha kanıtlanmıştır ki, emperyalist güçler (demokrasi şampiyonu pozlarındaki AB em-
8
peryalizmi de dahil), demokratik hak ve özgürlükleri değil, kendi emperyalist çıkarlarını savunmaktadırlar. Demokrasi ve özgürlükler konusundaki tüm vaazları iğrenç bir sahtekârlıktan başka bir şey değildir. Lenin’in emperyalizm çağını siyasal gericilik olarak adlandırması boşuna değildir. Öyle görünüyor ki darbeyle birlikte yalnızca Mısır’da değil, tüm Ortadoğu’da kartlar yeniden karılacak. Darbenin, Filistin-İsrail sorunundan Suriye ve İran meselesine, Kürt sorununa ve belki de AKP hükümetinin geleceğine ilişkin olarak büyük emperyalist güçler açısından yeni bir dönemeç noktası olacağını söylemek yanlış olmaz.
Devrimci önderliğin önemi Yaşananlar bir kez daha gösteriyor ki, ne denli muazzam boyutlarda olursa olsun, kitle hareketleri kendi başlarına ve kendiliğinden kapitalist sistemi aşmaya muktedir değildirler. Proleter devrimci bir önderlikten yoksun olduğu sürece, en militan karakterli hareketler bile, sönümlenerek pörsümek, karşı-devrimle ezilmek ya da burjuva kesimlerin elinde oyuncak olmak kaderinden kurtulamaz. Eklemek gerekiyor ki, bu gerçeğin kimi sosyalistlerden çok daha fazla bilincinde olan burjuva güçler, yüzyılların deneyimine dayanarak devrimci bir önderliğin olmayışından kaynaklı bir özgüvenle, gerektiğinde kitleleri kontrollü biçimde harekete geçirmek için bin bir türlü manevra yapmaktan, darbelere zemin hazırlayacak melun planları hayata geçirmekten çekinmiyorlar. Mısır’da son yükselen isyan dalgası, muazzam kitleselliğine rağmen (içişleri bakanı bile darbenin hemen öncesinde 14 ila 17 milyon insanın gösterilere katıldığını açıklamıştı), ordunun temsilcisi olduğu burjuva kesimlerin sopası durumuna düşmekten kurtulamamıştır. İşin aslında bunu daha baştan bilen statükocu burjuvazi ve emperyalistlerin bir süredir bu doğrultuda kitle hareketini daha da kışkırtmak için türlü oyunlar tezgâhladığı bilinen bir gerçektir. Hareketi bu tuzak ve çıkmazdan kurtarmanın yolu, ordu darbesine karşı tutarlıca direnmek ama bu arada İhvan’a ve onun temsil ettiği burjuva güçlere de pirim vermemekten geçiyor. Ne ordu ne İhvan! Burjuva rejim bir kriz içindedir, egemen sınıflar eskisi gibi yönetemiyorlar. İşçi sınıfının bağımsız sınıf cephesinin inşa edilmesinden başka bir seçenek yok. Sınıfı bölen tüm burjuva yapay kutuplaştırmaların, tüm dini, mezhepsel ve etnik ayrımların üstesinden gelmenin tek yolu, işçi sınıfının bağımsız sınıf hattının örülmesinden ve bu temelde iktidar mücadelesine girişilmesinden geçiyor. Zor bir yol. Ama işçi sınıfının ve emekçilerin kurtuluşunun başka bir yolu da bulunmuyor. Son bir söz olarak, Mısır’da şu son zaman kesitinde yaşanan olaylar Türkiye’deki işçi-emekçi kitleler açısından insanın aklına kaçınılmaz olarak şu deyişi getiriyor: “Anlatılan senin de hikâyendir!” n www.marksist.com sitesinden alınmıştır
90’lı Yıllarda Doğanların 68’i mi Başladı? Selim Fuat
G
ezi Parkı’nın yıkılması kararına karşı başlayan ve sonrasında kapsamı ve boyutları genişleyen protestolar üzerine yorumlar yapılırken 68 hareketine göndermelerde bulunup, bu olayları 90’lı yıllarda doğanların 68’i olarak değerlendiren pek çok kişi oldu. Sermaye medyasının sayfalarında ve ekranlarında, internet bloglarında ve kimi sol yayınlarda 68 hareketi ile Gezi arasında paralellikler kurulup çoğu kez övgüler düzüldü. Çoğu birbirine benzeyen bu değerlendirmelerin tipik örneklerinden birinde 68 hareketi ile Gezi arasındaki bağ şu cümlelerle kurulmuştu: “«Kaldırım taşlarının altında kumsal var!» Bu slogan, Mayıs 68’de Fransa’da tüm gençliği sokağa dökmüştü. Kampüslerde başlayan isyan fabrikalara taşmış; öğrenciler ve işçiler sokağa dökülmüştü. Neye karşı? Yoksulluğa mı? Hayır. Devrin Fransası, ülkesini Hitler’in tanklarından kurtarmış De Gaulle gibi güçlü bir muhafazakâr lider tarafından yönetiliyordu. Ve üstelik Fransa ekonomisi de gitgide büyüyordu. Tıpkı bugünün Türkiyesi gibi… 68’in Fransa’sında Paris sokakları yalnızca özgürlük istiyordu. Çünkü De Ga-
ulle, toplumda tutucu politikalar izliyor, özgürlük alanlarını kısıtlıyordu. Medya kontrol altına alınmıştı. Bugün Gezi Parkı’ndan İstiklal Caddesine, Beşiktaş ’tan Kadıköy’e, Ankara’dan İzmir’e, Adana’dan Eskişehir’e tüm kaldırım taşlarının altında, işte bu «ölümsüzlük iksiri» aranıyor. Duvar yazılarından sloganlarına, 1990 doğumlu gençlerin, yani bugün 18-25 yaşların arasında olanların «apolitik» diye yerden yere vurulan haykırışını görüyoruz. Bu gençler hiçbir geleneksel parti, oluşum ya da söylemin kapsayamayacağı ve sürükleyemeyeceği bir zenginlik içeriyorlar. Birçoğu ilk kez sokağa çıkıyor, pankart taşıyor, slogan atıyor. Bazıları CHP’yi babalarının partisi olarak biliyor ve pek hazzetmiyor. Sosyalist örgütleri «aşırı» buluyor, biraz da çekiniyorlar….90’lar olanca öfkesi, zekası ve mizahıyla itiraz ediyor. Yabancı dil biliyor, bildikleri her dilde sloganlar üretiyorlar. İnternetin işaret dilini bile duvara taşıyorlar. Kaskatı marşlar ve grev türküleri değil, eğlenceli şarkılar söylüyorlar. Otoriteyle fena halde «makara kukara» yapıyorlar.”1 Sosyalistleri aşırı buluyorlar, grev türkülerini “eğlence-
9
marksist tutum
li” bulmuyorlar, her türlü otorite ile dalga geçmeyi kendilerinde hak görüyorlar, işçileri ve toplumun ezilenlerini ilgilendiren hiçbir soruna dair talepleri ve mücadeleleri yok ama yine de 68 ruhunu ihya ediyorlar! 68 hareketine dair hafızalarda kalmış bütün olumlu özellikleri bir çırpıda Gezi eylemlerine katılan gençlerin üzerine böyle boca edenler, hatta “doksan kuşağı”nın 68’i aşan niteliklere sahip olduğuna dair güzellemeleri bol keseden yapanlar bu açık farklılıkları görmezden gelmeyi seçiyorlar. Sınıf devrimcileri açısından, 68 hareketinin özünü oluşturan nitelikleri bir kenara bırakarak onu salt bir gençlik hareketi derekesine indirgeyenlerin Gezi gençliğinin bokunda boncuklar bulmaları anlaşılabilir bir durum elbette. 68’de “bireysel özgürlükleri” uğruna başkaldıran gençlerden başka bir şey görmeyip, onu gençlerin naif mücadeleleri olarak değerlendirenlerin yüzeysel bir bağlantı ile Gezi’de 90 doğumluların 68’ine rastlamalarında şaşıracak bir şey yok. Ne var ki, bu benzeştirmenin altı bütünüyle boştur. Çünkü 68 başkaldırısı, işçi sınıfının ve gençliğin tüm dünyada kapitalizmin insanlık dışı toplumsal sistemini yıkıp yeni bir toplum yaratma özlemini yeniden canlandırdığı, hataları ve doğruları ile sonrasındaki tüm siyasal, toplumsal gelişmeler üzerinde derin izler bırakan bambaşka nitelikte bir mücadeledir. Söz konusu değerlendirmeleri yapanların Gezi gençliği içerisinden bulup çıkardıkları ve öve öve bitiremedikleri tuzukuru kesimlerin “isyan”ı ise yeni bir toplum yaratma özlemi bir yana, genelde küçük-burjuva zihniyetinden ve yaşam tarzından kaynaklanan hassasiyetleri ifade etmenin ötesine geçemeyen bir tepkiler bütünüdür. Bu “isyan”ın çerçevesi dardır; açıkça AKP ve Erdoğan düşmanlığıyla sınırlı bir nitelik taşımaktadır. Toplumsal mücadelelerin sınıfsal özünü göz ardı ederek içini boşaltmak isteyenlerin aklına, 68 denince sadece bu yıllarda yükselen gençlik hareketinin gelmesi tesadüfî
Ağustos 2013 • sayı: 101
değildir. 68’de gençlik mücadelelerindeki yükselişin asıl zeminini oluşturan işçi hareketindeki yükseliş onlar tarafından geçiştirilir ya da buna ikincil bir önem atfedilir ki sınıf mücadelesinin üzeri örtülsün. Oysa 68 Mayısı ile simgelenen dönem, bir gençlik isyanından, sokak çatışmalarından, üniversitelerin işgalinden ibaret değildir. Bu dönemde, işçi sınıfı başta olmak üzere toplumun geniş kesimleri ayağa kalkmıştır ve pek çok ülkede devrim/ karşı-devrim kamplarında kutuplaşma belirginleşmiştir. Bu yüzden, fabrika işgalleri, önemli grevler ve direnişlerle dolu, işçi sınıfı ve gençliğin kapitalist sisteme karşı devrimci bir tepkisini ifade eden bu dönemin eylemliliğini salt bir gençlik hareketi olarak değerlendirmek doğru değildir. Üstelik burjuva ideologların devrimci isyanın üzerini örtmek için yüzeysel ve simgesel olanı üste çıkartma gayretiyle öne sürdükleri gibi, öğrenci hareketleri de bireysel özgürlükleri öne çıkartan dar bir bakış açısıyla ufkunu sınırlamış değildir. Dünyayı değiştirmenin mümkün olduğu duygusu her yeri sarıp sarmalarken, radikalleşen öğrenci hareketi, burjuva kurumları ve bürokratik sol anlayışları karşısına alarak geniş kapsamlı bir mücadele yürütmüştür. Bu mücadeleye de işçi sınıfı mücadelesinin devrimci yükselişi karakterini vermiştir. Bürokratik örgütlenmelere karşı net bir öfke bu hareketin bütününde söz konusu olmuş, ancak geneli için bu tepki örgütlü mücadeleye karşı bir tutuma dönüşmemiştir. Aksine gençlik içinde örgütlü mücadele arayışları hız kazanmıştır. Durum böyle iken, eylemlere sınıfsal kimlikleri, aidiyetleri, talepleri ve örgütlülükleriyle değil tek tek bireyler olarak katılan ve bu görüntü kendileri ve kimileri tarafından övünülecek bir durummuş gibi ortaya konan Gezi gençliğinde 68 ruhunu görmenin gerçeklerle hiçbir alakası yoktur. Gezi’nin örgütsüzlüğe övgüler düzen, işçi sınıfının siyasal ve ekonomik sorunları karşısında duyarsız gençleri, 68 kuşağının mücadelesinin kıyısından bile geçmeyecek düzeyde işçi sınıfı mücadelesinin dışındadır. İşçi sınıfının varlığını ve taleplerini Gezi eylemleri boyunca görmeyen kimileri de, protestoların bir başlangıç olduğunu, 68’de olduğu gibi işçi sınıfının devreye gireceği bir yükseliş döneminin perdesini araladığını söyleyerek umut tazelemeye çalıştılar. Oysa Gezi protestolarında işçi sınıfına yüzünü dönmüş bir gençliğin yokluğu bir yana, 68’de de gençlik hareketi işçi hareketini önceleyen bir dinamik olarak ortaya çıkmış değildi. 1960’lı yılların başlarından itibaren su yüzüne çıkmaya başlayan işçi sınıfının hoşnutsuzluğu ve bunu izleyen grevler ile mayalanmaya başlayan toplumsal muhaFransa, 68 Mayısı: “İşçiler, Öğrenciler, Birleşirsek Kazanırız!” lefet, gençliğin düzene karşı radikalleşen
10
sayı: 101 • Ağustos 2013
marksist tutum
hoşnutsuzluğunu harekete geçirerek yükseltmişti. Nitekim işçi hareketindeki yükselişe paralel olarak gelişen ve kitleselleşen etkili gençlik eylemleri, işçi hareketinin geri çekilmesiyle birlikte kitlesel gücünü yitirmeye başlamış ve giderek kitlelerden kopuk ve bölünmüş küçük gençlik gruplarının etkisiz eylemlerine dönüşmüştü. İşçi sınıfının mücadelesine bağlanmayan, onunla ilişkilenmeyen bir gençlik hareketinin potansiyellerinin kısıtlı olacağı açıktır. Sınıf mücadelesinin mayalamadığı bir gençlik hareketinin işçi sınıfının kavgasına güç vermesi beklenemez. Nitekim 68’de işçi sınıfını harekete geçiren gençliğin mücadelesi değildi, gerçeklik bunun tam tersiydi. 68 için bile durum böyleyken, bunu Gezi protestolarının başarmasını beklemenin hayalcilikten, daha doğrusu gerçekleri saptırmaktan başka bir anlamı yoktur.
90’lı yıllarda doğanlar Bütün bu değerlendirmeler içerisinde gençlik güzellemelerine özellikle değinmek gerekiyor. Gezi protestoları başladığı günden bu yana bu gençliğin “bir harika” olduğuna dair duyduğumuz hikâyelerin haddi hesabı yok. Onlar iyi okullarda okumuş, bilgisayar ve mobil iletişim teknolojileri ile büyümüş, isyankâr, bağımsız gençler! CHP Genel Başkan Yardımcısı da olan sosyolog Prof. Dr. Sencer Ayata’nın düşünceleri de bu konudaki tipik değerlendirmeleri içeriyor: “Bu gençler genellikle çocuk merkezli ailelerin çocukları. Bir-iki çocuklu aileler. Aile onlar doğmadan sürekli çocuk hakkında okumuş. Birey olarak yetiştirilmiş çocuklar. Kendi odalarındaki TV’yi seyretmiş, kendi bilgisayarlarında oynamışlar. Eylemleri de bir eğlenceye, adeta bilgisayar oyununa çevirmediler mi? Örneğin, biber gazını geriye gönderdiklerinde hep birlikte «Oleyy!» çekmeleri gibi. Tam bir zekâ, formasyon, kıvraklık ve çeviklik gösterisi. Hiç eyleme katılmamış bu gençler, daha örgütlü ve eylem deneyimi olan gençlerle çabuk empati kurdular. Eğitimliler, çok çabuk öğrendiler. Kendileri baskıdan çok çekmiş anne ve babalar onları yetiştirirken iki şeye çok önem verdi. Eğitim ve özgürlük. Onlara kolay kolay hayır denmedi. Hayır denmeye alışık değiller. Bu yüzden de esir kampındaki bir mikrofondan sürekli talimat verir gibi konuşan seslere hiç alışamadılar. Sonunda da karşı çıktılar.” Ayata’nın profilini çizdiği gençliğin işçi sınıfının gençlerinin çoğundan çok farklı koşullarda yetişen ve yaşayan gençler olduğu aşikâr. Hiç “hayır” denmemiş bu çocukların, hep hayatın “hayır”ı ile karşı karşıya kalmış işçi çocuklarıyla en ufak bir benzerliklerinin olmadığı da açık. Bireycilik, yani bencillikle malul, kendine meftun bu tuzukuru gençlerin nesinin harika olduğu ise ayrı bir muamma. Daha iyi bir eğitim, daha parlak bir kariyer masallarıyla uyuşturulmuş, yaşadığı dünyanın gerçeklerinden uzak, insanlığın çok büyük kısmının çektiği acıları umursamayan, bireyci, hazcı bir anlayışla ömrünü geçiren, bi-
reysel varoluş kavgasında zekâları ve hayat enerjileri heder olmuş bu çocukların “harika”lıklarına olsa olsa burjuva ideologlar kıymet verebilir. Gençlik içinde azınlığı oluşturan bu kesimin aksine, çoğunluğu oluşturan işçi ve işçi çocuğu gençlerin yaşamları da, hassasiyetleri de, beklentileri de bambaşkadır. Normal olarak, bu gençler, Gezi Parkı protestolarında kendini ortaya koyan gençlik profili ile aralarında hiçbir bağ kuramıyorlar. İşçi gençlere bu doğrultuda sorular sorulduğunda verdikleri cevaplar çok çarpıcı: “«90 kuşağı» içinde yer alan zenginlerin çocuklarıyla işçilerin çocuklarının çıkarları, özellikleri ve hayalleri bir mi? Tuzla’dan Yusuf, metal işçisi: Hayalleri bir değil. Bizim hayal ettiklerimiz meselâ güzel bir iş, patronsuz bir hayat. Onlar ise patronluk taslıyorlar. Onların hayatında para tasası yok. Bizim gibi işçilerse hep hayalleri ile yaşıyor zaten. Bizimle onlar arasında çok farklar var. Meselâ biz işçiyiz, onlarsa hayatın zevkini sürüyorlar. Onlar okul okuyorlar, biz çalışıyoruz. Arada çok fark var. Hülya Avşar’ın kızı da oradaymış. Onlar nereye gideyim tatil yapayım diye düşünüyor. Eray: Elbette bir değil. Zaten onlar rahat bir yaşama sahipler. Bizimse sürekli “nasıl ay sonunu getiririm, şuradan nasıl kısarım, para lazım evden nasıl isterim” gibi problemlerimiz var. Tabii ki burjuva ailelerinin çocuklarının böyle bir dertleri yok. Sarıgazi’den iletişim sektöründen bir işçi: Bir olması mümkün değil. İşçi çocuklarının geleceğe dair planları yok. Gezi Parkı olaylarında çadırda kaldılar; ben 7-8 ay çadırda kalamam, ekmek parası kazanmam lazım. Özellikle tuzukuruların çocukları için söylüyorum. Onlar zaten zengin, çalışmaya ihtiyacı yok. Onların babaları benim gibi işçileri sömürerek zengin oldu.”2 Görüldüğü gibi sınıfsal aidiyetleri gençleri birbirlerinden büyük uçurumlarla ayırıyor. Buna rağmen burjuva ideolojisinin değirmenine su taşıyanlar, bu durumu yok sayarak, aynı bakış açısına ve arayışlara sahip ortak özel-
11
Ağustos 2013 • sayı: 101
marksist tutum
likleri olan bir “gençlik” varmış gibi değerlendirmelerde bulunuyorlar. İşçi sınıfının gençlerini yok sayıp, tuzukuru gençlerin anlayışlarını ve arayışlarını tüm gençlere mal etmeye uğraşıyorlar. Oysa sınıfsal aidiyetlerinden koparılarak kullanıldığında “gençlik” için söylenen her şey anlamsızlaşır. “Gençlik” gibi genel kategoriler, toplumsal durum değerlendirmek istendiğinde ayırt edici bir şey ifade etmezler. Çünkü sınıflı toplumda her durumda olduğu gibi gençlikle ilgili olarak da sınıf aidiyetleri köklü farklılıkların, karşıtlıkların temelini döşer. Bu yüzden 90 kuşağı gençler denildiğinde derhal sorulması gereken anlamlı bir soru vardır: Hangi sınıfın gençlerini kastediyorsunuz?
İşçi gençlik için tek çıkış yolu örgütlü mücadele Genç işçiler işçi sınıfının tüm unsurlarının yaşadığı sorunları katmerli bir biçimde yaşıyor. İş kazaları, uzun çalışma saatleri, düşük ücretler, işsizlik kırbacı, genç işçilerin yaşamlarında onlara zulüm yaşatan büyük sorunlar. Bu sorunların karşısına da, işçi sınıfının geneli gibi, güçlü ekonomik ve siyasal örgütleriyle çıkamıyorlar. Yani örgütsüzlüğün eksikliğini genç işçiler de yakıcı biçimde yaşıyorlar. Burjuvazinin genç işçileri ve işçi çocuklarını hapsetmeye çalıştığı küçücük dünyaların duvarlarını yıkıp geçecek kudrete aslında her işçi sahiptir. O kudreti etkin kılmanın yolu ise örgütlü mücadelenin içerisinde bilinçlenmekten geçer. Dünyayı değiştirme ve insanca yaşanılır hale getirme mücadelesine girişenler korku duvarlarını yıkıp geçerler. Bugün dünyanın dört bir yanında işçiler korku duvarlarını aşıp el yordamıyla mücadeleye girişiyorlar. Bu mücadelelerin en ön saflarında da genç işçiler var. Giderek daha fazla sayıda genç işçi sınıf mücadelesinin saflarına katılacak. Genç işçilerin sağlam bir sınıf bilinciyle donanması ve örgütlenmesi önemli bir görev olarak sınıf devrimcilerinin önünde duruyor: “Özellikle işçi sınıfı gençliğinin, devrimci proletaryanın
12
enternasyonalist komünist mücadele anlayışı ve sosyalizm inancıyla eğitilip, sınıf bilinciyle donatılması temel bir görevdir. Gerek işçi sınıfının gençliği gerekse yaşam ve mücadele anlayışını bu sınıfla birleştirmiş gençler doğru temellerde eğitilip örgütlendikleri takdirde eksiklerini kısa sürede kapatabilir ve mücadele saflarına gençliğin dinamizmini taşıyabilirler. “Emperyalist kapitalist sistem özellikle son dönemde içine girdiği sınır tanımaz sömürü ve saldırganlık hırsıyla, yüreğini ve beynini burjuva pazarda satılığa çıkarmamış tüm genç insanların öfkesini kabartmaya başlamıştır. Nitekim çeşitli ülkelerden yükselen ve tepkilerini anti-kapitalist gösterilerde, emperyalist savaş karşıtı mitinglerde ortaya koymaya çalışan gençlik kesimleri bu durumun somut göstergeleridir. Ne var ki bu genç insanların örgütlenmeye ve kapitalizmi yıkmaya muktedir olacak bir siyasal tutum almaya ihtiyaçları var. Kapitalizmi aşarak sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum yolunda ilerlemeye azimli devrimci proletaryanın tarihsel mücadelesi onlara sesleniyor: Marksizmle aydınlan! Örgütlü devrimci mücadeleyle kenetlen!”3 Gezi Parkı vesilesiyle ön plana çıkan tuzukuru kesimlerin gençlerinin nefesi yeni bir 68 yaratmaya yetemez. Onların “isyan”ının estirdiği rüzgâr kısa süreli ve toplumsal değişim açısından etkisizdir. Esas güç, toplumsal sorunları olanca ağırlığıyla yaşayan ama yaratıcı ve dönüştürücü gücü ellerinde bulunduran genç işçilerdedir. Yeni mücadele dalgasının dinamik gücü, henüz sessizce işyerlerinde çalışmaya devam eden bu gençler olacaktır. Diğer kesimler arasından ise ancak yüzünü işçi sınıfına dönen ve kaderini işçi sınıfı ile birleştirenler yeni mücadeleci kuşağın birer unsuru olabileceklerdir. Enternasyonalist komünistlerin görevi, küçük-burjuva sosyalistlerin tutumlarının aksine, burjuvazinin dümen suyuna kapılmadan bağımsız sınıf çıkarları temelinde mücadele eden bir devrimci örgütü işçi sınıfı içerisinde geliştirmek ve ilerletmektir. Bunun için sınıf içerisinde sürdürülen sebatlı çalışmayı kuvvetlendirmek ve heyecan, coşku ve duyarlılıkla yüklü genç işçileri bu çalışmanın asli parçaları olarak örgütlemeye devam etmek gerekiyor. Çünkü işçi sınıfının genç kuşaklarının ve kapitalist toplumdan hoşnutsuz olan genç insanların bugün Marksizme ve enternasyonalist komünist bir örgütün parçası olmaya her zamankinden daha çok ihtiyaçları var. n ______________________ İsmail Saymaz, “Gezi Parkı Eylemi: 90 Doğumluların 68’i”, Radikal, 3 Haziran 2013
1
2
“90 Kuşağı” İşçiler Konuşuyor: Bir de Bizi Dinleyin!, uidder.org
Elif Çağlı, Marksizm ve Gençlik, www.marksist.com
3
Dünya Ekonomisini Kimler Kontrol Ediyor? /1 Kerem Dağlı
Yüz elli yıla yakın bir süre önce Marx, sermayenin küreselleşme, yoğunlaşma ve merkezileşmesine ve bunun sonucu olarak tekelci hâkimiyetin ortaya çıkışına dikkat çekmişti. Sermayenin merkezileşmesinin, giderek daha büyük oranda varlığın daha az sayıda kapitalistin eline geçmesi yoluyla gerçekleştiğini açıklamıştı. Bu tekelleşmenin rekabeti ortadan kaldırmadığını, aksine çok daha şiddetli bir rekabete yol açtığını da ifade etmişti. Üstelik Marx, ilerletici etkilerinin yanı sıra, sermayenin merkezileşmesinin ve tekelleşmenin son derece tahripkâr toplumsal sonuçlarına da değinmişti. Geçen yıllar boyunca kapitalizmin gösterdiği gelişim Marx’ın ve Lenin’in tahlillerini fazlasıyla doğrulamış, en büyük mali sermaye gruplarından oluşan birkaç yüz şirket dünya ekonomisine yön verir hale gelmiştir.
L
enin’in emperyalizmi kapitalizmin en üst aşaması olarak tahlil etmesinin üzerinden 100 yıla yakın bir süre geçti. Ondan önce de Marx başta Kapital olmak üzere çeşitli çalışmalarında sermayenin merkezileşme eğilimini toplumsal sonuçlarıyla birlikte ortaya koymuş, kapitalizmin dünya pazarını nasıl yarattığını anlatmış ve bunun tekelleşmeyle başbaşa gittiğini vurgulamıştı. Geçen yıllar boyunca kapitalizmin gösterdiği gelişim Marx’ın ve Lenin’in tahlillerini fazlasıyla doğrulamış, en büyük mali sermaye gruplarından oluşan birkaç yüz şirket dünya ekonomisine yön verir hale gelmiştir. Üstelik de insanlığın çoğunluğunun sefaleti, artan yoksulluk ve işsizlik, çevre felaketleri ve savaşlar pahasına. Kapitalizmin içine düştüğü küresel ekonomik krizle birlikte, mali sermayenin egemenliğinin toplumsal sonuçları o kadar katlanılmaz hale gelmiştir ki, burjuva ideologlarının bir kesimi bu tabloyu ortaya koymaktan kaçınamamakta ve fakat bir avuç asalağın milyarlarca insanın kanını emdiği bu sömürü düzenini “sürdürülebilir” kılmak adına çareler aramaktadırlar. BM, IMF veya Dünya Bankası gibi emperyalist kuruluşlar, üniversitelerdeki akademik çevreler ve hatta Marksizm enstitüleri böylesi “uzman”larla doludur. Bu “uzman”lardan üçünün 2011 yılında ortaya koyduğu bir çalışmada yer alan çarpıcı veriler, tekelleşmenin ulaştığı muazzam boyutları ve mali sermayenin küresel egemenliğinden başka bir şey olmayan emperyalizmin
ulaştığı düzeyi ayan beyan gözler önüne sermektedir. Buna göre hepitopu 147 şirket –ki bunların üst sıralarını da Barclays, JP Morgan, Deutsche Bank gibi devasa sermaye grupları oluşturuyor– dünya ekonomisini kontrol edebilmektedir. Bu şirketler, sahip oldukları ekonomik güce dayanarak sadece kendi ülkelerindeki değil, dünyanın pek çok bölgesindeki hükümetleri ve devletleri çıkarları doğrultusunda yönlendirebilir hale gelmişlerdir. Çalışmayı yürüten uzmanların amaçları “küresel sistemin daha istikrarlı hale gelmesi için gereken bilgileri sağlamak” olsa da, çıkan sonuç açıktır: Dünya ekonomisini, gittikçe daha az sayıda elde toplanan mali sermaye kontrol etmektedir.
“Şirketlerin küresel kontrol ağı” İsviçre’nin Zürih kentindeki Federal Teknoloji Enstitüsü’nde sistem analizi konusunda uzmanlaşmış bu üç akademisyenin (S. Vitali, J. B. Glattfelder, S. Battiston), Şirketlerin Küresel Kontrol Ağı adlı 3 yıllık çalışması önce The New Scientist dergisinde, ardından da Fortune Global ve Le Monde gibi burjuva medya organlarında yer almıştır. Sermayenin merkezileşmesinin ulaştığı düzeyi ve mali sermayenin egemenliğinin boyutlarını gösteren araştırma sonuçları, aslında burjuva medya açısından da yeni bir olgu değildir. Fakat araştırmayı yürüten akademisyenlerin de belirttiği gibi, gittikçe “sürdürülemez” hale gelen bu
13
marksist tutum
durumun sonuçları karşısında sistemin istikrar kazanması için neler yapılması gerektiğine dair ciddi ve somut veriler içermektedir. Mevcut kriz koşullarında burjuva ideologlarının ve bilim insanlarının önemli bir kısmının sistemi çöküşten kurtaracak formüller arayışında olduğu göz önüne alındığında, çalışmanın bu çevreler açısından önemi de anlaşılacaktır. Çalışma, OECD’nin ORBIS adlı raporlarına dayanmaktadır. Mikro düzeydekiler de dahil olmak üzere OECD’ye kayıtlı şirketlere ait çeşitli bilgileri içeren bu veri programının 2007 tarihli pazar araştırması raporunu baz alan çalışma, öncelikle 194 ülkede 37 milyon ekonomik aktörün (kişi veya tüzel kişilikler) varolduğunu saptıyor. OECD’de kaydı olmayan şirket sayısı –ki sonuçları etkileyecek bir oran teşkil etmiyorlar– ise ihmal edilmiş. Bu 37 milyon şirketin içinde, çalışmanın hedef grubunu oluşturan ulus-ötesi şirketler kapsamına giren firma sayısı ise 43 bin 60 ve bunlar toplam 116 ülkeye yayılmış durumdalar. Bu ulus-ötesi şirketlerin hepsinin çevresinde kendilerine direkt veya dolaylı bağlarla bağlı bir şirketler ağı bulunuyor. Ayrıca ulus-ötesi şirketlerin hisse sahipleri arasında da yoğun ve karmaşık ilişkiler mevcut. Ulus-ötesi şirketler ve çevrelerindeki bağlantılı şirketlerden oluşan ağ üç katmanda kategorize ediliyor; en üst katmanda 77 bin 456 hissedar, orta katmanda 43 bin 60 ulus-ötesi şirket ve en alt katmanda da 479 bin 992 bağlantılı şirket bulunuyor. Tepedeki hissedarlar grubu, ulus-ötesi ve bağlantılı şirketler aracılığıyla dünya çapında 1 milyon 6 bin 987 firmayı kontrol edebiliyor, yani ekonomik faaliyetlerine yön verebiliyor. Araştırma derinleştikçe, tepede yer alan 77 bin 456 hissedarın aslında 1318 “bağlantı noktası”nı temsil ettiğini görüyoruz ki “bağlantı noktası” kavramıyla kastedilen çeşitli sermaye ortaklıklarıdır. Araştırmaya göre bu dev sermaye grupları, birbirleriyle de çeşitli türden ortaklıklar gerçekleştirmekte ve bu sayede “küresel işletme gelirlerinin”1 toplamının %60’ını kontrol altında tutmaktadırlar. Toplam 43 bin 60 ulus-ötesi şirketin 15 bin 491’i ise diğerlerinden açık ara daha büyükler ve “küresel işletme gelirleri”nin %94’ünü kontrol ediyorlar. Ulus-ötesi şirketlerin büyükbaşları diyebileceğimiz bu 15 bin 491 şirketin içinden 737 tanesi, 43 bin küsur şirketin toplam varlıklarının %80’ini kontrol ettiği gibi, bunların içinden 147 tanesi de toplam varlığın %40’ını kontrol ediyor. Bu 147 şirketin 110’unu da bankalar ve benzeri finans kuruluşları oluşturuyor. Özet olarak denilebilir ki, küresel ekonomi, tepesinde devasa büyüklükte mali sermaye kuruluşlarının bulunduğu piramit şeklindeki bir mali oligarşi tarafından yönetilmektedir. Ekonomik faaliyetin öznesi olarak kabul edilen şirketler “görünmez iplerle” (aslında “kalın zincirlerle” demek belki daha doğru olur) birbirine bağlıdır ve ipler bu 147 sermaye grubunun elindedir. Bu 147 şirketi burada tek tek sıralamak gereksizdir, fakat fikir vermesi bakımın-
14
Ağustos 2013 • sayı: 101
dan bazı örnekler verilebilir. Örneğin yukarıdaki tabloda yer alan ilk 50’nin tamamına yakını mali sermaye kuruluşudur.2 24’ü ABD, 8’i İngiltere, 5’i Fransa, 4’ü Japonya, 2’şer tanesi İsviçre, Hollanda ve Almanya, birer tanesi de Çin, İtalya ve Kanada kökenlidir. Çalışmaya göre, son zamanlarda yaşanan mali krizlerin giderek şiddetlenmesinin ve anında küresel düzeyde yayılmasının temelinde bu kontrol mekanizması yani “şirketlerin küresel kontrol ağı” yatıyor. Ama piramidin tepesinde bulunanlar kontrol ağının bozulmasını istemiyorlar ve bu amaçla da ortak hareket ediyorlar. Çünkü ağın üzerindeki yük olağanüstü artmış durumda ve en ufak bir yırtığın tüm sistemi çökertebileceğinden korkuyorlar. Kriz derinleşse de çıkarlarının ve kârlarının azalmasını istemeyen tepedeki şirketler, faturayı giderek artan oranda ağın alt tabakalarındaki şirketlere ödetiyorlar. Güçleri oranında
sayı: 101 • Ağustos 2013
tüm hükümetleri kamu harcamalarını kısmaya ve kendi açıklarını finanse etmeye “teşvik” ediyorlar. Benzer şekilde tüm dünyada “istihdam” paketlerinin yürürlüğe girmesini (yani ücretlerin düşürülmesini, emeklilik yaşının yükseltilmesini, sosyal güvenlik sistemlerinin güdükleştirilmesini vb.), kârlı özelleştirmelerin hızlandırılmasını, dolaylı vergilerin arttırılmasını sağlamaya uğraşıyorlar. Bu amaçla da ellerindeki tüm mali, ticari ve siyasi olanakları kullanıyorlar. Çalışmada, sermayenin merkezileşme düzeyine ve tepedeki mali sermaye grubunun dünya ekonomisini kontrolüne dair genel veriler aktarıldıktan sonra, asıl olarak bu mekanizmanın nasıl işlediğine dair ayrıntılı anlatımlar bulunmaktadır. Bu durumun küresel ekonomi üzerindeki olumsuz etkileri üzerinde son derece sınırlı oranda durulmakta, bu olumsuz etkilerin nasıl giderileceğine dair çözüm önerileri ise hiç yer almamaktadır. Bundan maksat, çalışmayı yürütenlerin ifadesine göre, mekanizmanın iyileştirilebilmesine odaklanılması ve bunun için olabildiğince veri sunulmasıdır. Ancak bizim derdimiz bu “mekanizmanın” yani mali oligarşinin dünya ekonomisi üzerindeki egemenliğinin nasıl işlediğini burjuva iktisatçılardan öğrenmek olmadığından, çalışmadan aktaracaklarımızı burada sonlandırmak ve Marksizmin emperyalizm tahlilleriyle konuya devam etmek gerekiyor.
Sermayenin merkezileşme eğilimi Yukarıda özet olarak aktarmaya çalıştığımız rapor, aslında Marksizmin uzun yıllar önce ortaya koyduğu sermayenin merkezileşme eğiliminin ve emperyalizm tahlilinin güncel bir doğrulanışından öte bir anlam taşımamaktadır. Ama bu doğrulamayı son derece çarpıcı ve somut verilerle yapması önemlidir, çünkü içinden geçtiğimiz kriz ve savaş koşullarında işçi-emekçi sınıflardaki genel hoşnutsuzluk giderek artmakta ve bu bağlamda sorunların sistemin kendisinden kaynaklandığını göstermeye yarayacak her türlü teşhir malzemesi önem kazanmaktadır. Rapora dair bu kaydı düştükten sonra, Marksizmin konu hakkındaki temel açılımlarının bizzat kaynaklarından alıntılarla hatırlatalım. Çünkü Marksizmin emperyalizmin ne olduğuna yönelik tahlillerinin amacı, burjuva “uzman”larınki gibi
marksist tutum
sistemi iyileştirmek veya sürdürülebilir kılmak değil, onu yıkma ve yerine sosyalizmi kurma mücadelesinde işçi sınıfına yol göstermektir. Bize gereken de budur. Yüz elli yıla yakın bir süre önce Marx, sermayenin küreselleşme, yoğunlaşma ve merkezileşmesine ve bunun sonucu olarak tekelci hâkimiyetin ortaya çıkışına dikkat çekmişti. Sermayenin merkezileşmesinin, giderek daha büyük oranda varlığın daha az sayıda kapitalistin eline geçmesi yoluyla gerçekleştiğini açıklamıştı. Bu tekelleşmenin rekabeti ortadan kaldırmadığını, aksine çok daha şiddetli bir rekabete yol açtığını da ifade etmişti. Üstelik Marx, ilerletici etkilerinin yanı sıra, sermayenin merkezileşmesinin ve tekelleşmenin son derece tahripkâr toplumsal sonuçlarına da değinmişti. Marx Kapital’de konuyu ele alırken, kapitalizm kendi ayakları üzerinde duracak hale gelir gelmez büyük kapitalistlerin daha küçükleri mülksüzleştirmeye başlamasından bahsederek sermayenin merkezileşme eğiliminin kaçınılmazlığını ortaya koyar: “Bir kapitalist, daima birçoklarının başını yer. Emek sürecinin, gitgide boyutları büyüyen kooperatif şekli, bilimin bilinçli teknik uygulaması, toprağın yöntemli bir biçimde işlenmesi, emek araçlarının ancak ortaklaşa kullanılabilir emek araçlarına dönüştürülmesi, bütün emek araçlarının bileşik toplumsal emeğin üretim araçları olarak kullanılmasıyla sağlanan tasarruf, bütün insanların dünya pazarı ağına sokulması ve böylelikle kapitalist rejimin uluslararası karakteri, bu merkezileşmeyle ya da birçok kapitalistin birkaç kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesiyle elele gider.” (Marx, Kapital, c.1, Sol Yay., s.782) Marx böylece sermayenin merkezileşme eğiliminin daha en başından beri kapitalizme içkin olduğunu ifade etmektedir. Kapitalizmin ileriye doğru her adımı ve kapitalizm altında üretici güçlerin her gelişmesi bu merkezileşmeye hız vermektedir. Kapitalizmin temel dinamiklerinden rekabet, sermayenin merkezileşmesini, yani büyük balığın küçükleri yutmasını da zorunlu kılmaktadır. Kapitalizm altında, küçük balıklardan oluşan sürülerin büyük balıklardan sürekli kaçmasına ama yem olmaktan kurtulamamasına benzeyen bir süreç işler: “Rekabet savaşı, meta fiyatlarının ucuzlatılmasıyla verilir. Meta fiyatlarının ucuzluğu, ceteris paribus [diğer tüm koşullar sabitken –KD], emeğin üretkenliğine ve
15
Ağustos 2013 • sayı: 101
marksist tutum
bu da, üretimin boyutlarına bağlıdır. Bunun için büyük sermaye daha küçüğünü yener. Ayrıca, kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle, bu işi normal koşullar altında yürütmek için gerekli asgari bireysel sermaye miktarında bir yükselme olacağı da unutulmamalıdır. Bu yüzden, küçük sermayeler, büyük sermayenin henüz yalnızca yer yer el attığı ya da bütünüyle ele geçiremediği üretim alanlarına akar ve buralarda toplanırlar. Burada rekabet, birbirine düşman sermayelerin sayılarıyla doğru, büyüklükleriyle ters orantılı bir şiddetle devam eder. Ve bu savaş, daima, sermayelerinin bir kısmı kendilerini yenen kapitalistlerin eline geçen, bir kısmı da yok olup giden birçok küçük kapitalistin batıp gitmesiyle sona erer. Bundan başka, kapitalist üretimle birlikte tamamen yeni bir güç sahneye çıkar «kredi sistemi»; bu sistem ilk aşamalarında birikimin alçak gönüllü bir yardımcısı olarak hiç sezdirmeden işin içine girer ve büyük ya da küçük miktarlarda toplum yüzeyine dağılmış bulunan para kaynaklarını, görünmeyen iplerle, tek ya da ortaklık halindeki kapitalistlerin ellerine çeker; ama çok geçmeden, rekabet savaşında yeni ve müthiş bir silah halini alır ve ensonu sermayenin merkezileşmesi için, dev bir toplumsal mekanizmaya dönüşür.” (Marx, age, s.790) Nispeten erken diyebileceğimiz tarihlerde Marx, sermayenin merkezileşmesinde kredi sisteminin rolünü görmüş ve bugün dünya ekonomisini bir ahtapot gibi sarmış olan mali sermayenin, bankalar ve kredi mekanizması aracılığıyla gerek bireyleri, gerek şirketleri ve gerekse de devletleri nasıl kontrol ettiğinin de ipuçlarını vermiştir. Rekabet ve kredi mekanizmaları el ele vererek sermayenin merkezileşmesini hızlandırmakta, üretimdeki genişlemenin zorunlu kıldığı sermaye birikim düzeylerinin oluşması için zemin hazırlamaktadırlar: “Kapitalist üretim ve birikimin gelişmesi ölçüsünde, merkezileşmenin en güçlü iki mekanizması da gelişir; rekabet ve kredi. Birikimdeki ilerleme, aynı zamanda, merkezileşmeye elverişli malzemeyi, yani bireysel sermayeleri de arttırır; bu sırada, kapitalist üretimin genişlemesi, bir yandan toplumsal gereksinimleri yaratırken, öte yandan da, başarılmaları için daha önceki bir sermaye birikimini gerektiren dev sanayi kuruluşları için zorunlu teknik araçları sağlar. Bu nedenle, bugün, bireysel sermayeleri biraraya toplayan çekim gücü ve merkezileşme eğilimi her zamankinden daha kuvvetlidir.” (age, s.791) Marx’ın Kapital’i yazdığı yıllardaki kapitalizmin gelişkinlik düzeyi günümüzle karşılaştırıldığında, Marx’ın ortaya koyduğu bu eğilimlerin aslında tam olarak bu çağda hayata geçtiği söylenebilir. Ama bu eğilimi 150 yıl önce görebilmek, herhalde ancak Marx gibi bir dehaya mahsus olabilirdi. Bu yüzden, son dönemlerde ortaya çıkan bazı burjuva ideologların küreselleşme, emperyalizm, tekelleşme vb. konular üzerine yazıp çizdiklerini yepyeni keşifler olarak selamlayan kimi solculara da dönüp Marksizmin özkaynaklarına bakmalarının daha aydınlatıcı olacağını
16
bir kez daha söylemiş olalım. Marx’ın bu öngörülerini tamamlayan ve sermayenin merkezileşmesinde borsanın ve hisse senetlerinin rolünü ortaya koyan da Engels olmuştur: “(...) kitabın yazıldığı 1865’ten beri, bugün borsaya, önemli ölçüde artan ve sürekli büyüyen bir rol yükleyen bir değişiklik olmuş, sınai ve tarımsal tüm üretimin, tüm ticaretin, ulaştırma ve iletişim araçlarının olduğu kadar değişim işlevlerinin de borsa yöneticilerinin elinde toplanmasına doğru bir gelişme görülmüş, ve böylece, borsa, bizzat kapitalist üretimin en seçkin bir temsilcisi halini almıştır. Bunu, sanayiin giderek hisse senetli girişimlere dönüşmesi izledi. Sanayi kolları birbiri ardına bu kadere kurban gitti. … Bundan sonra ortak yönetim altında dev girişimler yaratan tröstler… Sıradan bireysel firmalar, gitgide artık, o alandaki işi kurulabilecek düzeye getiren, yalnızca birer geçici aşama. Tarım alanında da aynı şey. Özellikle Almanya’da, türlü türlü bürokratik adlar altında dev boyutlara ulaşan bankalar, gitgide daha fazla ipotekler üzerinde hak sahibi oldular; hisse senetleri ile, toprak mülkiyetinin fiili sahipliği borsaya geçti; çiftlikler alacaklıların eline düştüğü zaman, bu, daha da gerçekti. Burada, bozkırların işlenmesiyle tarımsal devrim çarpıcıdır; eğer böyle sürüp giderse, yakın bir gelecekte, İngiltere ile Fransa’nın topraklarının da borsanın eline geçeceği söylenebilir. Şimdi bütün yabancı yatırımlar, hisse senedi biçiminde. ... Sonra sömürgeleştirme. Bugün bu, borsanın gerçek bir yardımcısı; onun çıkarı için Avrupa’nın güçlü devletleri birkaç yıl önce Afrika’yı paylaştı, Fransa, Tunus ile Tonkin’i elegeçirdi. Afrika, doğrudan doğruya şirketlere kiralandı … ve Mozambik ile Natal’ı, Sir Cecil Rhodes, borsa için ele geçirdi.” (Kapital, c.3, “Ek”, Sol Y., s.795) Engels’in bu anlatımları da ortaya koymaktadır ki, 19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde büyük sermaye gruplarının oluşturduğu tekeller; bankalar, kredi mekanizması ve borsa sistemi aracılığıyla dünya ekonomisinin baş aktörleri haline gelmeye başlamış; mali sermayenin küresel egemenliğinin temelleri atılmıştır. 20. yüzyılla birlikte kapitalizmin en son ve üst aşaması olan emperyalizmin tahlilini yapmak ise Lenin’e düşmüştür. (devam edecek)
_____________________ “İşletme geliri” ile kastedilen, bir işletmenin gerek kendi faaliyetleri gerekse de faaliyet dışı yollarla (örneğin faiz gelirleri) elde ettiği gelirlerin toplamıdır. İşletme kârından farkı, içinden henüz giderlerin düşülmemiş olmasıdır. Ciro kavramıyla yakın anlam içerse de tam karşılığı değildir.
1
Tablodaki sıralama, şirketlerin sermaye büyüklüklerine göre değil, “ağ içindeki şirketleri kontrol etme” kapasitelerine göre yapılmıştır.
2
“Din, bir kez egemen sınıfların devletinin resmi dini haline getirildiği ve kurumsallaştırıldığı andan itibaren, hiç kuşkuya yer bırakmayacak şekilde, mülk sahibi sınıfların egemenlik ve düzeni koruma aracı olarak iş görmeye başlamıştır. (…) egemen sınıfın denetiminde olan, şu ya da bu ölçüde onun tarafından finanse edilen dinî kurumlar, emekçilerin eşitsizliğe, sömürüye ve baskıya kölece boyun eğmelerini sağlamak için kullanılır.” (Oktay Baran, Din Sorunu, Laiklik ve Marksizm)
A
KP hükümeti birkaç yıl aradan sonra ikinci kez “Alevi açılımı”nı dillendirmeye başladı. “Alevi açılımı” 3 yıl önce de gündeme gelmiş, ancak 2011 yılındaki seçim sürecinin başlamasıyla birlikte geri plana itilmişti. Geçtiğimiz günlerde yeniden gündeme getirilen “Alevi açılımı”, ayrımcılığı ortadan kaldırmayı ve inanç özgürlüğünü güvence altına almayı amaçlayan demokratik bir nitelik taşımıyor. Bilakis hazırlanan öneri paketi, Aleviliği devlet güdümü altına sokarak resmileştirmeyi ve tıpkı Sünniliği olduğu gibi Aleviliği de düzenin çıkarlarına hizmet eder hale getirmeyi amaçlıyor. AKP’nin dile getirdiği öneri paketi bu amaçları açıkça ele veriyor. Hazırlanan pakette yer alan, cemevlerine malî destek paketi hazırlanması, Alevi dedelerinin malî giderlerinin karşılanması ve ekonomik durumlarının düzeltilmesine yönelik önlemler alınması, belediyelerin cemevleri için ücretsiz arsa tahsis etmesi gibi öneriler, Aleviliği maddi olarak devlete yaslanır duruma düşürmeyi amaçlıyor. Bu tutum, inançlar dâhil her şeyin parayla satın alınabileceğine inanan katıksız kapitalist zihniyetin yansımasıdır. Alevi kurumlarının, ibadethanelerinin ve din adamlarının maddi olarak kapitalist devlete bağımlı hale getirilmesi, Alevi inancının kapitalist esaret altına alınmasını ve kullanılmaya uygun hale getirilmesini hedefliyor. İnanç özgürlüğünün güvence altına alınmasını, devle-
Rejimin Aleviliği Kullanma Açılımı Zehra Aras 17
Ağustos 2013 • sayı: 101
marksist tutum
AKP’nin öneri paketinde yer alan, cemevlerine malî destek paketi hazırlanması, Alevi dedelerinin malî giderlerinin karşılanması ve ekonomik durumlarının düzeltilmesine yönelik önlemler alınması, belediyelerin cemevleri için ücretsiz arsa tahsis etmesi gibi öneriler, Aleviliği maddi olarak devlete yaslanır duruma düşürmeyi amaçlıyor. Bu tutum, inançlar dâhil her şeyin parayla satın alınabileceğine inanan katıksız kapitalist zihniyetin yansımasıdır. Alevi kurumlarının, ibadethanelerinin ve din adamlarının maddi olarak kapitalist devlete bağımlı hale getirilmesi, Alevi inancının kapitalist esaret altına alınmasını ve kullanılmaya uygun hale getirilmesini hedefliyor.
18
tin ayrımcılık yapmamasını talep eden Alevilere ve din adamlarına hükümetin “size de para verelim” demesi açıkça hakarettir. Aleviler, okuldaki çocuklarına açıkça Sünnilik propagandası yapan zorunlu din derslerinin kaldırılmasını, eğitim müfredatının mezhepçilikten arındırılmasını talep ediyor. Buna karşın hükümet ise ders kitaplarında Aleviliğin daha detaylı işlenmesini öneriyor. Üstelik bu iş Sünni öğretmenler tarafından yürütülecek. Din dersleri, imam hatip lisesi ya da ilahiyat fakültesi mezunu, yani Sünni İslam inancıyla eğitilmiş öğretmenler tarafından veriliyor. Bu öğretmenlerin Alevi inancını nasıl işleyeceklerini tahmin etmek zor değil. Asıl sorun ise AKP’nin Aleviliğin de devlet tarafından öğretilmesini teklif etmesidir. Dini inançlar egemen sınıfların marifetiyle kirletilir, yozlaştırılır ve siyasal malzeme haline getirilir; sömürülenlerin adaletsizliğe boyun eğmesini sağlayacak biçimde çarpıtılır. Hükümet kimin inanç önderi, kimin Alevi dedesi kabul edileceğine de burnunu sokmaya niyetli. AKP, Alevi dedelerini seminerlere katıp “İnanç Önderi” sertifikası vermeyi, sertifika almış dedeleri de maaşlı eleman olarak cemevlerine atamayı planlıyor. Bu, Alevi din adamlarını da kapıkulu devlet memuru haline getirme planıdır. Hükümetler devletin maaşlı imamlarını kendi çıkarları doğrultusunda zaten kullanıyor. Cami imamlarının Cuma vaazlarında ne konuşacağını hükümet belirliyor, Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla imamlara talimat gönderiliyor. Cenazelerde bile imamların ne konuşacağı devlet tarafından saptanmış durumda. Düzen, cenazeleri kaldırmakla görevlendirdiği din adamlarına ölen kişinin mezarı başında acılı ailelere vatan, millet, devlet, bayrak edebiyatı yaptırtacak kadar ahlâksızca yöntemler kullanarak din adamlarını pis işlerine alet ediyor. Ölüm
acısı yaşayan insanlara “şehitler” hatırlatılarak duygu sömürüsü yapılıyor; devlet ve düzen kutsanırken “düşmanlar” lanetleniyor. Devlet ve düzen propagandasının dini kurumlar ve devletin din görevlileri üzerinden yürütülmesi, egemen sınıfın halkın dini inançlarını sömürdüğünün açık bir göstergesidir. AKP’nin açılımı gerçekleşirse devlet, Sünni İslam inancına olduğu gibi Alevi inancına da burnunu sokabilecek. Alevi cemaatine Aleviliğin öğretilmesi işini devletten sertifika almış maaşlı din adamları üstlenecek. AKP bunun kurumsal yapısını Hacı Bektaş-ı Veli Vakfı üzerinden yürütmeyi planlıyor. Alevi açılımı öneri paketinde Hacı Bektaş-ı Veli Vakfı’nın maddi olarak desteklenmesi, diğer tüm Alevi dernek ve vakıflarına da bu vakıf üzerinden kaynak aktarılması düşünülüyor. Hükümet tüm Alevi kurumlarını tek çatı altında toplama niyetini de gizlemiyor. AKP, Alevi kurumlarının bir kısmının bu oyuna gelmeyeceğinin farkındadır. Ancak tek çatı altında toplanacak devlet güdümlü bir Alevi örgütleri topluluğu, Alevilerin bölünmesini sağlayacaktır. Böyle bir bölünme Alevilerin taleplerini ortaklaştırmasına engel olacaktır. “Alevi açılımı” çerçevesinde AKP, Hitit Üniversitesi bünyesinde Alevilik kürsüsü oluşturmak istiyor. Aleviliğin akademik alanda devlet güdümüne sokulması işini bu kürsü üstlenecek. Üniversiteler burjuva ideolojisinin üretildiği alanlardan biridir. Türkiye burjuvazisi bugüne kadar İslamiyetin akademik alanda sömürüsünü ilahiyat fakülteleri eliyle yürüttü. Şimdi de aynı şey Alevilik için yapılmak isteniyor. AKP, İstanbul Boğazı’na yapılacak üçüncü köprüye Yavuz Sultan Selim adını vereceğini açıklamıştı. Gezi Parkı eylemlerine Alevilerin yoğun destek vermesi üzerine AKP, üçüncü köprünün adı konusunda geri adım atmaksızın Alevilerin tepkisini yumuşatma ihtiyacı hissetti. Bu yüzden Tunceli Üniversitesi’ne Pir Sultan Abdal ve Nevşehir Üniversitesi’ne Hacı Bektaş-ı Veli ismi verilmesi önerisi, “Alevi açılımı”na dâhil edildi. Kısacası “Alevi açılımı” diye pazarlanan şey, Alevi kurumlarını ve Alevi dedelerini parayla satın almak ve kullanmak;
sayı: 101 • Ağustos 2013
marksist tutum
Biz de böyle istiyoruz. Allah da böyle istiyor. (…) Sizi dinlemeyen öğretmen ve okul müdürlerini derhal bize bildirin. Biz gereğini yaparız” dediği toplantının ses kaydı basına sızdı. Bu toplantıda söylenenler Meclis’te de tartışma konusu oldu. AKP’li bürokratın din öğretmenlerine biçtiği rol, hem eğitim emekçilerini kontrol altına alma, hem de itaatkâr kuşaklar yetiştirme niyetleriyle örtüşüyor.
Alevilerin demokratik taleplerine CHP yanıt verebilir mi?
devlet güdümlü Alevilik yaratmak; Alevileri bölmek; seçimler öncesinde göz boyamak; Alevilerin inanç özgürlüğünün sağlanmasını ve mezhepsel ayrımcılığa son verilmesini amaçlayan demokratik taleplerini çarpıtmak gibi niyetler taşımaktadır.
TC’nin Sünni karakteri daha da sivriltiliyor Ortadoğu’da yürüyen emperyalist hegemonya kavgasında din de önemli ölçüde kullanılmaktadır. Kapışmanın Sünnilik-Şiilik eksenleri yaratması, meselâ Türkiye’nin birinci, İran’ın ise ikinci eksende yer alması bunun bir ifadesidir. AKP hükümeti Suriye’de yürüyen iç savaşta, yerel otoritesini örgütleyen Kürt bölgelerini istikrarsızlaştırmak üzere El Kaide örgütünün kolu olarak bilinen El Nusra’ya silah ve lojistik destek sunuyor. Esad rejimini hedef alırken, Alevi-Nusayri inancını aşağılayan bir dil tutturmaktan geri durmuyor. AKP, Mısır’da askeri darbeyle hükümetten uzaklaştırılan Müslüman Kardeşler’e açıkça sahip çıkıyor. Üstelik bazı adımları ABD ile ters düşmek pahasına atıyor. AKP şeriatçı bir parti olmamakla birlikte gerek iç gerek dış politikadaki çıkarları gereği devletin Sünni karakterini daha belirgin hale getiriyor. Bu süreç şüphesiz devlet bürokrasisi içerisinde de yansımasını buluyor. Afyon’un yeni Milli Eğitim Şube Müdürü’nün din kültürü ve ahlâk bilgisi öğretmenleriyle yaptığı toplantıda sarf ettiği sözler bu duruma çarpıcı bir örnektir. Yeni şube müdürünün “Sizler okul müdürlerinin başdanışmanısınız. Okul müdürü bir adım atacak, size soracak. Müdürler kusura bakmasın. Bundan sonra işler ve işlemler, din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenlerinin kontrolünde gerçekleşecek. Bunu Ankara da böyle istiyor. Bunu valilik de böyle istiyor. Milli eğitim müdürü de böyle istiyor.
Aleviler, 2008 Kasımında gerçekleştirdikleri kitlesel mitingle kimliklerini açıkça ortaya koymuş, CHP’den farklı olarak laiklik ve din konusunda, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın lağvedilmesi, zorunlu din derslerinin kaldırılması, cemevlerinin ibadethane olarak tanınması gibi demokratik taleplerini yüksek sesle dile getirmişlerdi. Bu mitingin ardından AKP, MHP ve CHP Alevileri tavlamak için politikalar geliştirmeye çalışmıştı. Ancak bu partilerin hiçbiri gerçek bir laiklik anlayışını, yani devletin din işlerine burnunu sokmamasını savunamıyor. Alevilerin çoğunluğu, muhafazakâr Sünni kesime hitap eden sağ partiler karşısında geleneksel olarak CHP’den medet ummuş ve CHP’nin peşinden sürüklenmiştir. Sağ partiler her dönem Sünni cemaatlerle içli dışlı olmuş; Alevileri dışlayan, Sünnileri ise kucaklayan söylemler geliştirmişlerdir. 70’li yıllarda MHP, Alevi-Sünni çatışması yaratma stratejisi izlemişti. Bu faşist strateji bazı bölgelerde başarılı olmuş, devletin de katkılarıyla Maraş’ta ve Çorum’da Alevilere yönelik kitlesel kıyımlar gerçekleştirilmişti. 1993’teki Sivas katliamının izleri ise halen tazedir. Tüm bu yaşananlar Alevi kitlelerde derin bir travma yaratmış, haklı olarak yaşadıkları korkular ve kaygılar Alevileri, kendisini laik olarak pazarlayan ve Alevilere sahip çıkar görünen Kemalist CHP’nin kucağına itmiştir. Alevi emekçiler bugün Diyanet’in lağvedilmesini, zorunlu din derslerinin kaldırılmasını ve devletin dini inançlardan elini çekmesini savunuyor. Bu talepler son derece haklı ve ilerici taleplerdir. Buna karşın Alevilerin çoğunluğu halen Kemalist önyargılardan ve CHP hakkındaki yanılsamalardan kurtulabilmiş değildir. CHP Alevilerin temel demokratik taleplerini sahiplenmediği halde, Alevi oylarını kendisine çekebilmektedir. Devletin, insanların giyimlerinden inançlarına kadar toplumsal yaşamın her alanına müdahale etmesine dayanan CHP anlayışının, Alevilerin taleplerine yanıt verebilmesi mümkün değildir. 2008’de CHP’nin parti programında yapılan değişiklikle, “din derslerinin seçmeli olmasını” savunan madde bile ortadan kaldırıldı. Onun yerine “din dersinin zorunlu olması ancak müfredatta tadilata gidilmesi” yaklaşımı kabul edildi. “Kendisini Alevi oylarının yegâne sahibi olarak gören CHP, bir yandan AKP’yi şeriat getirmeye çalışmakla, herkese türban giydirmeye uğraşmakla, dinci gericilikle ve laiklik karşıtlığıyla suçlarken, öte yandan gerçek laikliğin en
19
marksist tutum
önemli ayağı sayılabilecek olan «devletin din işlerinden elini çekmesi» hususunda, yani Alevi örgütlerinin «Diyanet tasfiye edilsin» talebi karşısında tek kelime etmemektedir. Çünkü sapına kadar devletçi bir anlayışa sahip olan ve kendini de o devletin kurucusu ve sahibi olarak gören bir partinin başka türlü düşünmesi mümkün değildir. CHP’nin temsil ettiği statükocu-Kemalist anlayış, toplumdaki her şeyin devletin tam kontrolünde olması gerektiği inancına dayanmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın lağvedilmesi, devletin din işlerinden elini çekmesinin ve inanç sahiplerinin kendi cemaatlerini oluşturarak inançlarını istedikleri doğrultuda yaşamalarının önünü açacaktır. Bu da beyinleri asyatik-despotik geleneğin kalıntılarıyla ve vesayetçi anlayışla dolu olan CHP’li elitler için kabul edilmesi imkânsız bir şeydir.” (Kerem Dağlı, Zoraki Demokratlar, Statükocular ve İkiyüzlülük, MT, Kasım 2010) Alevilerin ve diğer inanç topluluklarının yaşadıkları sorunların kaynağında CHP’nin siyasal anlayışı ve tarihsel mirası vardır. CHP, diyanetin de zorunlu din derslerinin de kaldırılmasını istemiyor. Alevi emekçilerin bu gerçekleri öğrenmesi ve Kemalist önyargılardan kurtulması büyük bir önem taşımaktadır. CHP’nin tek parti diktatörlüğü, toplumun devlet kontrolü dışında örgütlenmesinin tüm araç ve kanallarını yok etmeye girişti. Tekke ve zaviyeler kapatıldı. Şeyhlik, müritlik, dedelik gibi dinsel sıfatlar yasaklandı. Din tamamıyla devletin güdümü altına sokuldu. 1925’lerden bugüne CHP, tarihinin hiçbir döneminde gerçek anlamda laikliği ve dinsel özgürlükleri savunmadı. Dinin devlet eliyle Batılılaşma-çağdaşlaşma-kapitalistleşme hedeflerine hizmet etmesi sağlanmaya çalışıldı. Alevilerin ve diğer inanç topluluklarının yaşadıkları sorunların kaynağında CHP’nin siyasal anlayışı ve tarihsel mirası vardır. CHP, diyanetin de zorunlu din derslerinin de kaldırılmasını istemiyor. Alevi emekçilerin bu gerçekleri öğrenmesi ve Kemalist önyargılardan kurtulması büyük bir önem taşımaktadır.
Laiklikten ne anlaşılmalıdır? “Marksistler, devletin, dini insanların kişisel bir sorunu olarak görmesini talep ederler. Bunun anlamı, herkesin istediği dine inanmakta ya da hiçbir dine inanmamakta serbest olmasıdır. Dinsel inancı ya da inançsızlığı nedeniyle hiç kimse ayrımcılığa, baskıya, aşağılanmaya vb. tâbi tutulmamalıdır. Marksizm devletin din üzerindeki her türlü yasaklamasına karşıdır: Başkasının haklarını gasp etmek anlamına gelmediği sürece hiç kimse dinî inançlarının ya da inançsızlığının gereğini yerine getirmekten alıkonamaz. Herkes inançları gereği şu ya da bu şekilde giyinme hakkına sahip olmalı ve bu tercihinden ötürü kamusal haklarından
20
Ağustos 2013 • sayı: 101
hiçbir şekilde yoksun bırakılmamalıdır (Türban yasağı gibi yasaklamaların egemen sınıfın hem laik geçinen hem de dindar kesimlerince, gündem saptırmak ve emekçilerin dikkatini kendi acil sınıfsal çıkarlarından uzaklaştırmak için nasıl ikiyüzlüce kullanıldığı apaçık ortadadır). Aynı şekilde hiç kimse bir dine ya da onun bir mezhebine vs. inanmaya ve o inançların gereklerini yerine getirmeye de zorlanamaz. “Bizler tutarlı ve gerçek laikliği savunuruz. Bunun anlamı devletin din işleri ile hiçbir ilişkisi olmaması ve aynı şekilde dinî öğelerin de (dinî eğitim, dinî kurallar, törenler, ritüeller vb.) devletin işlerinde yeri olmaması demektir. Devlet tüm dinlere ve onların tüm mezheplerine eşit mesafede durmalıdır. Hiç kimse dinî inanışını açıklamak zorunda değildir, bu nedenle resmi belgelerden kişinin dinî inancını belirten tüm ibareler çıkarılmalıdır. TC gibi lafta laik bir devletten değil gerçekten laik bir devletten ve toplum düzeninden bahsediyorsak, en temel ilke, devletin hiçbir resmi ya da yarı-resmi dinsel kurumunun olamayacağıdır. Oysa bugün Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı, il müftülükleri vb. gibi devlet kurumları aracılığıyla resmi bir din yaratılmakta ve din devletin denetimi altına sokulmaktadır. “Devlet dinden ve dinsel hayattan tümüyle elini çekmeli, resmi, yarı-resmi ya da gayri resmi dinsel kurumlara bütçeden pay ayırma ve vergi indirimi uygulamalarına son verilmeli, dinsel kurumlara aktarılan bütün ödenekler kesilmeli ve din işlerinin örgütlenmesi ve finansmanı bütünüyle cemaate terk edilmelidir. Belli bir dine inananlar ibadethanelerini yapmakta da, dinsel işlerini yürütecek din adamlarını seçip görevlendirmekte de bütünüyle serbest olmalı ve bu tür işlerin giderlerini kendi gelirlerinden yapacakları bağışlarla sağlamalıdırlar. Devletin, herkese kendi anadilinde, bilimsel, demokratik ve laik içerikli parasız eğitim sağlama görevi vardır. Laik bir eğitim sisteminde devlet okullarında ister seçmeli ister zorunlu olsun din dersine yer verilemez; devlet imam-hatip liseleri gibi dini eğitim veren okullar açamaz. Çocuklarına dini eğitim aldırmak isteyen ebeveynler bunu kendi gelirlerinden yaptıkları bağışlarla organize ve finanse edecekleri özel eğitim kurumlarında diledikleri gibi yerine getirme hakkına sahip olmalıdırlar.” (Oktay Baran, Din Sorunu, Laiklik ve Marksizm, MT, Şubat 2008) Devlet dini kontrol altına aldığı ölçüde onu bir tahakküm aracı olarak kullanmaya devam edecek; kitleleri manipüle etmek, kirli çıkarlarına alet etmek ve kitleleri kontrol etmek için dini kullanacaktır. Yeri geldiğinde mezhepsel çatışmaları körükleyecek, emekçileri mezhepsel temelde bölmeye ve karşı karşıya getirmeye çalışacak; emperyalist çıkarları gereği mezhepsel kamplaşmalarda taraf olacak. Egemen sınıf o kirli ellerini insanların inançlarına uzattığı sürece o inançları çarpıtarak kirli siyasi emellerine alet edecektir. İşçi sınıfının devrimci programı tüm ezilenlerin kurtuluşunu temsil etmektedir. Devletin dinden elini çekmesini sağlayacak, mezhepsel ayrımcılığa ve çatışmalara son verecek olan da yine işçi sınıfının devrimci programıdır. n
Sermayenin Zor ve Baskı Aygıtı Olarak Polis Gülhan Dildar Sömürülü toplumlarda, devlet nasıl ki ezilen sınıfları sömürmeyi güvence altına almanın bir aracı olarak kullanılıyorsa, kolluk kuvvetleri, silahlı aygıtlar da devletin çıplak zor aracı olarak kullanılmaktadır. Bu aygıt, olağanüstü süreçlerde baskı ve zoru daha da arttırır. Kapitalizmin şu an içinde bulunduğu kriz ve savaş dönemi de, siyasi istikrarsızlığın ve çelişkilerin alabildiğine derinleştiği böylesi bir olağanüstü sürece denk düşmektedir. Bu yüzden de tüm dünyada burjuva devlet aygıtı daha da güçlendiriliyor, anti-demokratik uygulamalar yaygınlaştırılıyor, toplum iliklerine kadar gözetleniyor, fişleniyor, kapitalist düzeninin muhafızları geniş yetkilerle donatılıyor ve polis devleti uygulamaları hız kazanıyor.
E
mperyalist savaş ve kriz konjonktürüne bağlı olarak tüm dünyada siyasal gericilik tırmanıyor. Sözümona demokratik Avrupa ülkeleri ve ABD de dâhil olmak üzere tüm ülkelerde otoriter, baskıcı, militarist eğilimler artıyor ve polis devleti uygulamaları devreye sokuluyor. İşçi ve emekçi kitleler, neo-liberal saldırılara, hak gasplarına karşı meydanlara çıktıklarında dizginsiz bir polis terörüyle karşı karşıya kalıyorlar. Brezilya’da ulaşıma yapılan zammı protesto eden emekçi kitlelere uygulanan polis terörü de, ABD’de “Wall Street’i İşgal Et!” hareketine dönük polis terörü de, İngiltere’de göçmenlere yönelen polis terörü de, Yunanistan’daki grev ve gösteriler sırasında estirilen polis terörü de, Güney Afrika’da greve çıkan işçilerin polis kurşunlarıyla katledilmesi de, Türkiye’de toplumsal muhalefete karşı AKP eliyle girişilen polis terörü de aynı şeyin ifadesidir. Kriz ve savaş cenderesinde olan
burjuvazi, anti-demokratik ve baskıcı politikalarla, azgın polis terörüyle ve giderek artan otoriterleşme eğilimiyle bu sıkışmışlıktan kurtulmaya ve düzenini güvence altına almaya çalışmaktadır.
Polisin yetkileri arttırılıyor Türkiye’de de bu otoriterleşme eğilimi, demokrasi barutunu çoktan tüketmiş olan AKP eliyle yükseltiliyor. İtaatkâr bir toplum yaratmak isteyen AKP iktidarı, en ufak bir hak arama girişimine, en sıradan bir protesto gösterisine bile tahammül edemeyip bunlara polis terörüyle karşılık veriyor. Kürt emekçilerden öğrencilere, grevci işçilerden futbol taraftarlarına varıncaya kadar neredeyse tüm toplumsal muhalefet kesimleri polisin copundan, gazından, tazyikli suyundan, kimi zaman kurşunlarından na-
21
marksist tutum
sibini alıyor. Gezi Parkı protestocularına yönelik dizginsiz polis terörüyle, AKP’nin otoriter ve anti-demokratik uygulamaları bir kez daha gözler önüne serildi. “Güç benim” kibriyle en ufak bir muhalif sese dahi tahammül edemeyen Erdoğan, Gezi protestoları sönümlenmiş olmasına rağmen hâlâ gittiği her yerde, yaptığı hemen her konuşmada protestoculara gerek açıktan, gerekse alttan alta tehditler savuruyor, hesap sorulacağını öfkeyle dile getiriyor. Güç sarhoşluğuna kapılan benmerkezci Erdoğan ve AKP iktidarı, Gezi protestoları sırasında dört gencin katledilmesine, binlerce insanın yaralanmasına, bunların bir bölümünün ciddi şekilde sakatlanmasına, bir kısmının gözlerini kaybetmesine rağmen polis terörünü ısrarla savundu. Üstelik polisin azgınca saldırılarını az bulan Erdoğan ve bakanları, zaman kaybetmeden polisin yetkilerini arttırmaya giriştiler. Bunun yanı sıra, sosyal medya üzerindeki devlet denetimini arttırmak için kolları sıvadılar. AKP hükümeti, TBMM’ye sunduğu “Onuncu Kalkınma Planı” ile sosyal medyaya sansürü gündemine aldı. Kalkınma Bakanlığı, “Bilgi Toplumu Stratejisi”ne yönelik hazırladığı raporda, siber suçlara karşı kolluk kuvvetlerinin, hâkim ve savcıların yetkilerinin arttırılmasını istedi. Öte yandan polis de Twitter ve Facebook üzerinden atılan mesajları incelemeye aldı, gözaltılar, tutuklamalar başladı. Uygulanan polis terörünün “haklı ve meşru” olduğunu savunan Erdoğan, Gezi protestolarına yönelik polis müdahalesinin demokratik sınırlar içerisinde kaldığı yalanını milyonların gözünün içine baka baka her fırsatta tekrarlamaya devam etmektedir. Ona göre, polis, “çok kapsamlı ve sistemli şiddet hareketi karşısında tarihinde olmadığı derece demokratik tavır sergilemiş, demokrasi sınavından başarıyla geçmiştir”. “Polis şiddet uyguladı. Biber gazı sıktı... En doğal hakkı; sıkar. Açın AB müktesebatını göreceksiniz. Laf dinlenmediği zaman polis yetkisini kullanır. Kurşun attı mı, silah kullandı mı; yok” diyen Erdoğan’ı İçişleri Bakanı Muammer Güler de desteklemiştir. Güler de, polisin demokratik sınırlar dışına çıkmadığı yalanını sürdürerek, Türk polisini “gece gündüz demeden büyük bir sabırla, fedakârca, başarıyla görevini yerine getirdiği”
22
Ağustos 2013 • sayı: 101
için tebrik etmiş ve her türlü takdiri hak ettiklerini söylemiştir! “Zavallı” polis eli taşlı, sopalı insanların şiddeti karşısında ne yapabilirdi ki! Tabii ki “demokratik sınırlar içerisinde” karşı koyacaktı! Gezi Parkı eylemlerine katılanları “çapulcu” diyerek aşağılayan, öfkeden kuduran AKP iktidarı, bu kez de polis terörüne karşı direnen eylemcileri “vandalizm”le suçlayarak, “vandal” yalanını işlemeye başlamıştır. Her zaman olduğu gibi toplumda yine kara propaganda ile yanılsamalar üretilip devlet terörü gözlerden gizlenerek, protestocular polise şiddet uygulamakla suçlanmıştır. AKP sözcüleri, uygulanan polis şiddetinin “orantılı” olduğunu iddia etmektedirler. Oysa bir yanda, kitlenin üzerine tomalarıyla tonlarca kimyasal karışımlı tazyikli su sıkan, stoklarındaki biber gazını tüketinceye kadar acımasızca saldıran, plastik mermilerle, olmadı kurşunla kitleyi doğrudan hedef alıp yaralayan, katleden, sakat bırakan bir polis gücü varken, öte yanda ise bu saldırılara karşı ellerinde barikatlarla, taşlarla direnmekten başka bir silahı olmayan protestocular bulunmaktadır. İktidar kanadı, denetiminde tuttuğu medya aracılığıyla her zamanki gibi polisin, gece gündüz demeden fedakârca halkın güvenliği için çalıştığı, toplumun huzurunu koruduğu yalanını pompalamaktadır. AKP’ye ve yalakalarına göre, “tümüyle kendini topluma adayan, kahraman halk polisine” şiddet hareketi içerisinde bulunanlar öldürülmek de dahil her türlü cezalandırmayı hak etmişlerdir! Protesto gösterilerinde katledilenlerin faillerinin yakalanıp sorgulanması yerine, devlet terörü meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Her şeyi yapmaya muktedir olduğu sarhoşluğuna kapılan AKP iktidarının gözünde, yaşamını yitiren dört gencin, yaralanan binlerce insanın hiçbir değeri yoktur. Bizzat Erdoğan’ın kendisi, Mısır’da yaşanan darbenin ardından gerçekleştirilen katliamlarla Gezi Parkı protestolarında katledilenleri kıyaslayarak adeta “üç beş çapulcunun lafı mı edilir” demiştir: “Türkiye’de bir kişi, iki kişi, üç kişi, dört kişi polise şiddet uygularken ölüyor, twettler, facebooklarla, dünyanın altını üstüne getiriyorlar ama öbür tarafta şu ana kadar Mısır’da 300 kişi ölüyor, bunların 53 tanesi namaz kılarken ibadet esnasında kurşunlanarak öldürülüyor, dünya sessiz. Niye konuşmuyorsunuz? Hadi bunun karşısında da konuşun. İkircikli olmanın anlamı yok.” Oysa Mısır’da yapılan darbe ile Ortadoğu’ya yönelik planları tehlikeye düşen Erdoğan’ın bizzat kendisi ikircikli davranarak, Mısır’da darbecilerin gerçekleştirdiği katliamları duyurmaya çalışırken, kendi iktidarı döneminde gerçekleştirilen katliamların, polis terörünün üzerini kapatıyor. Erdoğan, dışarısı için demokrat kesilirken, içeride otoriter rolünü icra etmeye devam ediyor.
sayı: 101 • Ağustos 2013
marksist tutum
Son süreçte Suriye’de ve Mısır’da yaşanan gelişmelerle birlikte dış politika alanında giderek sıkışan AKP, içeride kendisine karşı yükselen en ufak bir muhalefete dahi tahammül edemeyecek noktaya gelmiştir. Nitekim, iktidarını güvence altına almaya çalışan Erdoğan, protestoların hemen sonrasında “halkın yüce polisinin” silah kullanma yetkisini daha da arttıracağını söylemiştir.
Polis aygıtının gerçek işlevi Gezi protestolarının ardından çok zaman geçmemişti ki, Bakan Güler’den polisin zor aygıtı olduğuna dair bir itiraf geldi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin 2007’de İzmir’deki 1 Mayıs olaylarında polisin biber gazı kullanımına ilişkin insan hakları ihlali değerlendirmesi sonrasında Bakan Güler, “AB müktesebatının tamamında ve bütün dünya ülkelerinde polisin zor kullanmasına ilişkin hükümler düzenlenmiştir. Dünyada zor kullanma yetkisi olmayan tek bir güvenlik gücü, tek bir polis gücü yoktur” diyerek Türkiye’de uygulanan polis terörünü haklı çıkarmaya çalıştı. Egemenler tarafından allanıp pullanarak topluma “şirin” gösterilmeye çalışılan polis aygıtının gerçek işlevi işçi ve emekçilerden saklanarak, bu zor aracı, sınıflar üstü, halkı koruyan bir yapılanma olarak gösterilmeye çalışılıyor. Ama mızrak çuvala sığmıyor. “Toplumun karşıt sınıflara bölündüğü, ezen ve ezilenlerin farklı çıkarlara sahip olduğu kapitalist sistemde «halkın devleti» ve «halkın polisi» olabilir mi? Burjuva ideologlara göre, devlet, tüm toplum kesimlerinin ötesinde ve üstünde yer alan, genelin çıkarlarını koruyan, tarafsız bir örgütlenmedir; dolayısıyla tüm halkın devletidir! Elbette bu sav, yalanlar ve çarpıtmalar üzerine kuruludur. Zira ne kapitalizmde ne de ondan önceki sömürülü toplumlarda, sınıflardan azade, kendinden menkul, genelin çıkarlarını koruyan bir devlet olmamıştır. Altını kalınca çizmek gerekir ki, bir zor aygıtı olarak devlet, gökten zembille düşmemiş, somut ihtiyaçlar temelinde ortaya çıkmıştır. Bu ihtiyacı belirleyen ise, toplumun farklı çıkarlar temelinde ayrışması ve sömürücülerin sömürülenleri baskı altında tutmak ve kurdukları düzenlerini sürdürmek istemeleridir. Kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu günümüzde de devlet, onun asker ve polis gibi temel şiddet aygıtları, verili düzeni, yani sermayenin işçileri sömürmesiyle, eşitsizliklerle, açlık ve yoksullukla, kriz ve savaşlarla karakterize olan bu kanlı sistemi ayakta tutmaya çalışmaktadır.” (Utku Kızılok, Polis, Halk ve Devlet, MT, Mayıs 2012) Özel mülkiyetin ortaya çıkması ve sınıflı toplumların oluşmasıyla birlikte, ezen sınıfların egemenlik örgütü ola-
rak doğan devlet örgütlenmesi, ezen sınıfın egemenliğinin korunması ve ezilen sınıfın baskı altında tutulabilmesi için silahlı insanlardan oluşan ordu ve polis gibi zor aygıtlarına ihtiyaç duymuştur. Lenin’in de dile getrdiği gibi, “Devlet, sınıf çelişkilerini dizginleme gereksiniminden doğduğu için; ama aynı zamanda bu sınıfların çatışmasının ta ortasında olduğu için, o, kural olarak güçlü, iktisaden egemen sınıfın devletidir ve onun sayesinde siyaseten de egemen sınıf haline gelir ve böylece ezilen sınıfı bastırmak ve sömürmek için yeni araçlar elde eder…” (Devlet ve Devrim, İnter Yay., s.21) Özetle, sömürülü toplumlarda, devlet nasıl ki ezilen sınıfları sömürmeyi güvence altına almanın bir aracı olarak kullanılıyorsa, kolluk kuvvetleri, silahlı aygıtlar da devletin çıplak zor aracı olarak kullanılmaktadır. Bu aygıt, olağanüstü süreçlerde baskı ve zoru daha da arttırır. Kapitalizmin şu an içinde bulunduğu kriz ve savaş dönemi de, siyasi istikrarsızlığın ve çelişkilerin alabildiğine derinleştiği böylesi bir olağanüstü sürece denk düşmektedir. Bu yüzden de tüm dünyada burjuva devlet aygıtı daha da güçlendiriliyor, anti-demokratik uygulamalar yaygınlaştırılıyor, toplum iliklerine kadar gözetleniyor, fişleniyor, kapitalist düzeninin muhafızları geniş yetkilerle donatılıyor ve polis devleti uygulamaları hız kazanıyor. Çünkü emperyalist-kapitalist güçler, içine girilen sürecin aynı zamanda işçi ve emekçi kitlelerin devrimci mücadelesine gebe olduğunu gayet iyi biliyorlar ve bunu engellemek için de gerekli önlemleri alma derdindeler. Ne var ki, burjuvazi hangi önlemi alırsa alsın, zor aygıtlarını ne kadar güçlendirirse güçlendirsin, işçi sınıfı örgütlü bir şekilde ayağa kalkıp öfkesini düzenin temellerine yönelttiğinde hiçbir kuvvet onun önüne geçmeye yetmeyecektir. Bu köhnemiş sömürü düzeni, burjuvazinin tüm engelleme çabalarına rağmen tarihin çöplüğündeki yerini eninde sonunda alacaktır. n
23
Burjuva İktidara Karşı M 12
Eylül 1980 askeri-faşist darbesi, o dönemleri yaşayan kuşaklar açısından Türkiye’nin politik yaşamını 80 öncesi ve 80 sonrası diye keskin biçimde ayırt eden bir milat oluşturmuştu. Daha sonra askeri-faşist rejim çözülmüş ve yerini Turgut Özal’ın şahsında simgelenen Bonapartvari bir geçiş dönemine bırakmıştı. Ardından da Türk tipi burjuva parlamenter sistem işlemeye koyuldu. O günden bugüne ise Türkiye’de pek çok siyasal ve sosyal değişim gerçekleşti. Bu süreçte özellikle vurgulamak gerekirse, 2000’li yıllara girildiğinde önemli gelişmeler kaydedildi. 2002 genel seçimlerinde halk eski siyasal partileri sandığa gömdü ve böylece Türkiye’de AKP iktidarına dayanan yeni bir dönem açıldı.
Yükseliş dönemi Bu yeni döneme damgasını vuran başlıca gelişmeler, yıllardır statükocu kesimlerin kırmızıçizgilerin ardına hapsetmeye çalıştıkları Kürt sorunu gibi önemli ve yakıcı bir sorunda AKP’nin “çözüm” tartışmalarını dillendirmeye başlaması, yeni bir anayasa hazırlığı eşliğinde yürütülen “demokratikleşme” tartışmaları vb. şeklinde öne çıkıyordu. Türk siyasi yaşamına uzun yıllar boyunca egemen olan askeri vesayet olgusunu gerileten tüm bu gelişmelere paralel olarak, AKP iktidarı dönemi, burjuva siyaset ve yazın dünyasında daha önceleri kök salamamış olan liberal düşüncelerin de serpilip geliştiği bir dönem oldu. Sandıktaki halk desteğine liberal yazar ve çizerlerin sunduğu destek de eklenince, yükseliş eğilimini sürdüren AKP iktidar çevrelerinde, sanki Türkiye’nin tüm sorunlarının çözüm yoluna girdiği ve bundan böyle başka hiçbir siyasal seçeneğe yer bırakmayan bir ebedi iktidar döneminin açıldığı şeklinde bir algı egemen olmaya başladı. Dünya genelinde hükmünü sürdüren ekonomik kriz gerçeğinin Türkiye’de nispeten düşük yoğunluklu yaşanması da (yani krizin etkilerinin katlamalı olarak geleceğe ertelenmesi!), AKP iktidar çevrelerinin kendilerini dev
24
aynasında görmelerini besleyen bir atmosfer oluşturuyordu. Üstelik AKP, 80’ler sonrasındaki hararetli kapitalist gelişim neticesinde alt-emperyalist ülke konumuna terfi eden bir Türkiye’nin siyasal iktidar koltuğuna kurulmuştu. AKP iktidarının yükseliş dönemi bu gelişmenin daha da hızlandığı koşullarla birleşince, iktidarın başı Erdoğan, Ortadoğu’da yürüyen emperyalist paylaşımdan artık bir bölge gücü olarak pay kapmaya çalışan efelenmeleri ve siyasi yaklaşımlarıyla sivrilip öne çıkacaktı. İşte kısaca özetlemeye çalıştığımız tüm bu gelişmelerden beslenen dizginsiz ve sınırsız bir böbürlenme ve rakipsiz egemenlik sürdürme eğilimi, bütünüyle başbakan Erdoğan’ın tutum, davranış ve konuşmalarına yansır ve onun başkanlık tutkusunda somutlanır hale geldi. Burjuva demokrasisinin bir halk hareketiyle kurulup yerleşmediği ve Asyatik geçmişin mirası despotik (askeri veya sivil fark etmez) eğilimlerin ağır bastığı Türkiye gibi bir ülkede, küçük-burjuva kesimlerin içinden kopup gelen ve baş döndürücü bir hızla en tepeye yükselen burjuva siyasetçilerin Bonapart kesilmeleri şaşırtıcı değildir. O nedenle Erdoğan’ın Türkiye’deki burjuva siyaset sahnesinde mağdur ve demokrat pozlara bürünen rolünden başlayıp, rakipsiz ve mağrur bir “Başkan Baba” olmaya göz diken değişimine pek de şaşırmamak gerekir. Ayrıca bu konunun en çarpıcı yönlerinden biri de, iktidar tutkusunun nasıl da işin şirazesini kaçırtan boyutlara varabileceğinin Erdoğan’ın şahsındaki somutlanışıdır. İktidarın otoriterleşme eğilimlerinden duydukları rahatsızlık gün geçtikçe artsa da, Erdoğan’ın rakipsiz görünen egemenlik konumu muhalif burjuva kesimlerin cesaretini kırıcı bir faktör oluşturuyordu. Fakat Erdoğan’ın uluslararası güç dengelerinde giderek kendi iktidarı aleyhine değişen duruma ve Türkiye ekonomisinin kaderi üzerinde etkili olan dünya krizinin ve sıcak para hareketlerinin tehdidine aldırmaksızın sürdürdüğü başkanlık inadı, politik atmosferde gerilimi iyice arttırdı ve işleri terse çevirdi.
Mücadelede Sınıf Çizgisi Elif Çağlı
Yükselişten inişe Erdoğan’ın takındığı başkanlık pozlarını, giderek insanların yaşamının çeşitli detaylarına karışan bir küstahlık çizgisi şeklinde sergilemesi, toplumdaki muhalefet odaklarını provoke edip harekete geçiren başlıca etkendir. Onun çeşitli toplum kesimlerinin desteğini kazanmaya çalışan ılımlı ve demokrat siyasetçi imajından soyunup muhaliflerini açıkça kışkırtan “kibirli tek adam” şovuna başlaması, birey psikolojisinde olduğu gibi toplum psikolojisinde de işleri terse çeviren bir rol oynamıştır. Böylece muhalif burjuva kesimlerin eline de, insanları sokağa dökmek için bulunmaz bir fırsat vermiştir. O nedenle Erdoğan’ın, işler yolunda gider görünürken birdenbire yükselişten düşüşe geçen yeni bir sürecin başlamasına şaşması ve bu değişimin arkasında iç ve dış komplolar araması beyhudedir. Erdoğan gibi şimşekleri üzerlerine çeken siyasetçiler, altlarını oymak için fırsat kollayan iç ve dış muhalefet odaklarının elini güçlendirecek yanlışlar yaparlarsa o muhalif güçlerin eli de armut toplamaz kuşkusuz. Zaten günümüz dünyasında ABD başta olmak üzere büyük emperyalist güçlerin, Türkiye gibi alt-emperyalist ülkeler de dahil başka ülkelerin içişlerine karışmaları vakayı adiyedendir. Bu gerçeklik hesaba katılırsa, aslında bardağı taşıran son damlanın bizzat Erdoğan’ın siyasal basiretsizliğe yol açan üstünlük kompleksi, onun kendi iktidarına yönelik iç ve dış muhalefeti haddinden fazla hafife alan kibirli ve bencil tutumları olduğu rahatlıkla görülür. Açık ki, belirli bir süre boyunca önlenemez yükseliş eğilimi sergileyerek muhaliflerinin cesaretini kıran Erdoğan faktörü, onun gerçekte o kadar da büyük olmamasından beslenen bir diyalektik yasa gereği süreçte ters rol oynamaya başlamıştır. Erdoğan’ın kendince büyüklük addettiği çapının gerçekte sığ olan boyutlarının ortaya çıkması, burjuvazi içinde bir süre yatışmış görünen kapışma ateşini yeniden harlamıştır. Erdoğan fenomeninin bizzat kendisi, ona ve özellikle onun başkanlık ihtirasına karşı olan bur-
juva ve küçük-burjuva kesimlerin muhalefetlerinin zembereğinden boşalmasına neden olmuştur. Böylece burjuva ve küçük-burjuva muhalif kesimlerin, tepkilerini artık yalnızca kendi mahfillerine hapsetmeyip sokaklarda dışa vurmalarını teşvik eden yeni bir süreç işlemeye başlamıştır. Olayların başlangıç noktasından adını alarak kısaca “Gezi” diye adlandırılan gelişmeler, ayrıntılar bir yana, AKP iktidarı döneminde yaşanan çok önemli bir kırılma noktasıdır. Bundan sonra siyaset dünyasında her ne yaşanacak olursa olsun, siyasal yorumlarda bu önemli kırılma noktasına artık hep atıfta bulunulacak ve o nedenle de siyasi gelişme süreci içinde “Gezi” adeta yeni bir milat olarak anılacaktır. Erdoğan rakipsiz başkanlık tutkusuyla tam dimyata pirince giderken, sahip olduğu üstün iktidar konumunun zedelenmesi ve büyük prestij kaybıyla evdeki bulgurundan olmuştur. Onun bundan böyle kuyruğu dik tutma çabaları bir kez yaşanmış olan bu kırılmayı geri döndüremez. Artık ok yaydan çıkmış ve AKP iktidarının medarı iftihar kaynağı olan “siyasal istikrar” dönemi sona ermiştir. Türk siyasi yaşamında yakın ve orta gelecekte daha nelerin yaşanabileceği bir yana, yaşanmış olan yaşanmıştır ve bundan böyle burjuvazinin iç kapışmalarının daha da sertleşeceği bir siyasal istikrarsızlık dönemine girilmiştir. Bu koşullarda Erdoğan’ın bu gerçekliğin üstünü örtme çabaları, olsa olsa onun Bonapartist eğilimlerinin daha da güç kazanmasına, AKP iktidarının muhalif kesimler üzerindeki baskıları arttırmasına yol açabilir ancak. İçinden geçilen süreç bu şekilde istikrarsızlaşır ve demokratikleşme umutları fiili baskı uygulamalarıyla sarartılıp soldurulurken, AKP iktidarı altında Kürt sorununun “çözüm” sürecinin ne şekilde yol alabileceği de aslında tam bir muammaya dönüşmüş durumdadır. Üstelik unutulmasın ki, bu “çözüm” süreci yalnızca Türkiye içindeki siyasal gelişmelere bağlı değildir. Hatta bu sürecin gidişatı bundan çok daha büyük oranda, bölgesel güç dengelerindeki değişimlerden
25
marksist tutum
ve Ortadoğu’daki emperyalist savaş yangınından etkilenmektedir. AKP iktidarının önümüzdeki dönemde Irak, İran, Suriye ve Mısır gibi ülkelerdeki gelişmeler karşısında alacağı tutumlar, hem bu iktidarın durumu hem de “çözüm” süreci üzerinde doğrudan belirleyici olacaktır.
Darbeli “demokrasi” Tarih, Bonapartlaşma özlemi içinde testiyi kıran burjuva siyasetçilerin testiyi tamir etmeye çalışmak yerine, yeni yol kazalarına yol açarak yürüdüklerine ve kendi tabanlarındaki gönüllü halk desteğini giderek yitirdiklerine defalarca tanıklık etmiştir. Bonapart olmaya özenen siyasetçiler, böylece ortaya çıkan boşluğu da diktatörleşme eğilimlerine hız vererek doldurmaya çabalarlar. Tayyip Erdoğan bu tarih dersleri arasında bir istisna olmayacaktır. Bu gerçekliğe bir de, Ortadoğu’da yaygınlaşan kanlı paylaşım kavgası ortamında emperyalistçe pay kapmaya çalışan Türk burjuvazisinin maceracı yönlerinin Türkiye’de 27 Mayıs daha da ateşleneceği ih1960 darbesinden bu timalini eklemek gerekir. yana, askeri darbenin Üstelik tüm bu faktörler, ülkeye huzur ve demokrasiyi getirmek Mısır’da seçimle gelen üzere yapıldığı yalanına Mursi iktidarının askeri kanan ve bu yalanı bir darbeyle alaşağı edilbesleyen “darbesever” diği, Ortadoğu ülkeleribir küçük-burjuva sol damar varolmuştur. nin Alevi-Sünni mezhep Darbelere karşı çatışmalarıyla iç savaşlara tutum konusunda sürüklenmek istendiği köprülerin altından cadı kazanının içinde çok sular aktı dense yeni sentezlere doğru fobile, burası Türkiye’dir! İşçi sınıfının devrimci kurdamaktadır. Son döçizgisini benimsemeyen nemde Mısır’da yaşanansol anlayışlar ne lar, “günümüzde artık asyapar eder kendi keri darbeler olmaz” diye mantıklarında yine de “yeni” bir yüksekten atan liberalleri darbenin eskiden gerçekleşenlerden tamamen “farklı”, o nedenle “ilerici” ve “kabul edilebilir” bir tarafı olduğunu iddia edecek bahaneler bulurlar. İşte nitekim Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidarına son veren askeri darbenin bildik darbelerden olmadığı ve ülkedeki gerici iktidara son verdiği için hayırhah olduğu anlamına gelecek yorumlar sol adına döktürülmeye başlanmıştır bile.
26
Ağustos 2013 • sayı: 101
yalancı çıkardığı gibi, sol siyasi yelpaze içinde yer alan farklı eğilimlerin de bir kez daha ayırt edilmesini mümkün kılmıştır. Bunların üzerinde ayrıca durulabilir, ancak son derece önemli bir hususu geçerken vurgulayalım. Türkiye’de 27 Mayıs 1960 darbesinden bu yana, askeri darbenin ülkeye huzur ve demokrasiyi getirmek üzere yapıldığı yalanına kanan ve bu yalanı besleyen “darbesever” bir küçük-burjuva sol damar varolmuştur. Dünden bugüne uzanan bu damar, TC okullarında devletin sistematik biçimde okumuşlara enjekte ettiği Kemalist burjuva ideolojisinden beslenir. Küçük-burjuva sollar, gerçekleşen askeri darbenin işçi-emekçi kitleler açısından artık gözlerden gizlenemez olumsuzluğu ortaya çıktığında özeleştiri verir gibi yapsalar da, yıllar geçip sıra yeni bir askeri darbeye geldiğinde yine darbesever özelliklerini gün yüzüne çıkarırlar. Merak edenler 12 Mart 1971 askeri darbe döneminin ilk günlerinde darbeyi selamlayan sol yayın ve yorumlara bakabilir. O nedenle darbelere karşı tutum konusunda köprülerin altından çok sular aktı dense bile, burası Türkiye’dir! İşçi sınıfının devrimci çizgisini benimsemeyen sol anlayışlar ne yapar eder ve kendi mantıklarında yine de “yeni” bir darbenin eskiden gerçekleşenlerden tamamen “farklı”, o nedenle “ilerici” ve “kabul edilebilir” bir tarafı olduğunu iddia edecek bahaneler bulurlar. İşte nitekim Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidarına son veren askeri darbenin bildik darbelerden olmadığı ve ülkedeki gerici iktidara son verdiği için hayırhah olduğu anlamına gelecek yorumlar sol adına döktürülmeye başlanmıştır bile. Oysa Avrupa ülkelerinde dini kullanarak iktidara oturan Hristiyan Demokrat partilerin, iktidardan ancak seçimle uzaklaştırılabileceği anlayışı burjuva demokrasisinin doğal bir parçası addedilir. Fakat nedense Türkiye veya Mısır gibi ülkeler söz konusu olduğunda bu burjuva demokratlığı barutunu tüketir ve bu ülkelerde İslami denen burjuva partilerin darbeyle iktidardan uzaklaştırılması hoş ve hayırhah karşılanabilir. Ayrıca özellikle belirtmek gerekir ki, Ortadoğu ülkelerinin (ılımlı İslam
sayı: 101 • Ağustos 2013
denilen AKP benzeri mis gibi burjuva partileri de dahil) İslami partilere dayanan burjuva iktidarlarını, diğer burjuva partiler karşısında tamamen gerici ve çağdışı biçimde algılayan bir Avrupa solu mevcuttur. Kuşkusuz bunun izdüşümünü, hem de burjuva demokrasisinden Avrupa ülkeleri kadar nasibini almamış olan Türkiye’de çok daha fazlasıyla bulmak mümkündür. Türkiye’de burjuva cumhuriyetin kuruluş çizgisinden kaynaklanan bu tuhaf “demokratlığın” ve “ilericiliğin” cilâsının altında, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” inancının nüansları oynaşır. Geçmiş dönemler için olduğu kadar bugün için de söylemiş olalım. Hem demokrat geçinip hem de seçimle gelen bir burjuva iktidarın askeri darbeyle devrilmesini hayırhah karşılayanlar “darbeli demokrasilere” davetiye çıkartanlardır. Bunu yapanlar, artık konunun ipliğinin iyice pazara çıkmış olması nedeniyle bugün kendilerini askeri darbelere karşıymış gibi göstermeye çalışsalar da, onlara kanmamak Türkiye gibi bir ülkede son derece gereklidir. Ancak bu noktada bir başka açıdan da uyanık olmak gerekiyor. Çeşitli sınıflar ve onların temsilcisi olan siyasi çevre ve örgütler, iç ve dış siyasal ortamdaki gelişmeleri kuşkusuz kendi sınıf çıkarları temelinde değerlendirirler ve taktiklerini de ona göre belirlerler. Bu durum burjuvazi açısından ne denli böyleyse, işçi sınıfı açısından da öyle olmalıdır. Bu dediğimizi günümüz gelişmeleri temelinde somutlayalım. Bugün Türkiye’de burjuvazinin muhalif kesimleri, kent orta katmanlarının ve okumuşların AKP karşıtlığıyla yelkenlerini şişirip, çeşitli meydanlarda gösteri ve mitinglerin önünü açmaya çalışmaktadır. Bu, daha modern ve laik addedilen ve TÜSİAD’da somutlandığı üzere çoğunlukla da başı sıkıştığında askeri vesayet sistemini imdada çağırmış olan burjuva kesimlerin sınıf tutumudur. Bu çevrelerin “demokrasi” derken askeri darbelere davetiye çıkartmaya çalışması yine pekâlâ olasıdır. Bunun karşısında ise, AKP’nin kendi çıkarları açısından teyakkuza geçmesi ve (Mısır’da devrilen Mursi iktidarına da sahip çıkar görünerek) kendi ayıplarını askeri darbe tehdidinin ardına saklama çabası yer almaktadır. İşte bu da, burjuvazinin bir başka kesiminin (çoğunlukla İslami tercihlerle pek sorunu olmayan, Anadolu sermayesi temelinde veya bizzat AKP iktidarı döneminin sağladığı avantajlarla görece daha yakın tarihlerde yükselen burjuva unsurların) sınıf tutumudur. Burjuvaziden bağımsız, net ve doğru bir tutum geliştiremeyip bir o yana bir bu yana sürüklenen orta katmanların (küçük-burjuvazinin) yalpalamaları ise tam bir ara sınıf tutumudur. İşçi sınıfı, işte tüm bunların dışında ve sınıfına yakışır devrimci tarzda kendi sınıf çıkarlarının takipçisi olabilmelidir. O nedenle, içinden geçilen bu olağanüstü çalkantılı dönemde enternasyonalist komünistlere düşen temel görev, burjuva siyasetlerden bağımsız ve bir o yana bir bu yana yalpalayan küçük-burjuva sollara en ufak bir prim vermeden, devrimci sınıf siyasetinin geliştirilmesine hiz-
marksist tutum
met etmektir.
Gelişmelerin işaret ettiği gerçekler Küçük-burjuva sol siyasetlerin bugün AKP ve Erdoğan iktidarına karşı mücadele anlayışları neticede muhalif burjuva kesimlere payanda oluyor. Sol adına fakat sınıf çizgisinden uzak bir eğik düzlemde hareket edildikçe, geçmişte olduğu gibi yine askeri vesayet sistemine güç kazandıran tutumlar geliştirme tehlikesi vardır. “Gezi” protestoları sürecinde görüldüğü üzere, küçük-burjuva sol siyasetlerin gözükara biçimde muhalif burjuva kesimlerin AKP karşıtlığına eklemlenen tutumları, tüm bu tehlike kaynaklarını görmeyi ve bunlara dikkat çekmeyi zorunlu kılıyor. Ne var ki yine aynı kesimler, askeri darbe tehditleri karşısında uyanık olma refleksini de AKP’ye destek verme eğilimi şeklinde yorumlayıp devre dışı bırakmaya çalışıyorlar. Kuşkusuz Erdoğan ve AKP iktidarı, askeri darbe tehdidi konusunu kendi suçluluklarını gizleyecek bir faktör gibi ileri süreceklerdir. Onlar, Mısır’da güncellenen bu genel tehdit faktörünün arkasına sığınıp, kendilerini yine geniş toplum kesimlerine “demokrat” olarak yutturabilmenin çarelerine kafa yoracaklardır. Bunlar eşyanın doğası gereğidir. Fakat tüm bu gerçeklikler, sınıf devrimcilerinin aynı konuya işçi-emekçi kitlelerin çıkarları açısından yaklaşmaları ve buna göre tutum almaları gerekliliğini asla ortadan kaldırmıyor. Vurgulamak gerekirse, bugünün somutunda Türkiye’deki sorun, bir askeri darbenin kapıda olup olmadığını tartışmak meselesi değildir. Fakat Mısır’da gerçekleşen askeri darbenin güncelliğinden de hareketle, Mısır veya Türkiye gibi ülkelerdeki siyasal gerçeklikler konusunda her an uyanık olmak sınıf devrimcilerinin ertelenmez bir görevidir. Evet, Türkiye Mısır değildir. Ama bu ülkelerin tarihine damgasını vuran benzerlikler ve en önemlisi her iki ülkede de askeri vesayetçilerin siyasi yaşama yönelik müdahaleleri unutulamaz. Günümüzde de bu ülkelerde darbe yanlısı askeri güçlerin veya onları destekleyen sivil burjuva kesimlerin, icabında büyük emperyalist güçlerden aldıkları desteğe de güvenerek, iktidardaki İslami partiler bahanesiyle yapabileceklerini küçümsemenin hiçbir haklı nedeni yoktur. İşte bunun ötesinde, Türkiye’de AKP’nin aynı konuyu kendi çıkarına yorumlayarak kendini demokrat diye yutturmaya çalışması karşısında karnımız ziyadesiyle tok! İşçi sınıfının burjuva iktidarlar karşısındaki devrimci siyasal çizgisi, sivil vesayetçisinden askeri vesayetçisine dek, her türlü olağanüstü rejim tehditlerine karşı uyanık olmayı ve burjuva düzene karşı genelinde mücadele yürütmeyi emrediyor. O nedenle, AKP kendi “demokratlık” oyununu askeri vesayet sistemi tehdidinin ardına saklanarak yürütüyor veya Mısır’daki darbenin ardında ABD gibi büyük emperyalist güçlerin olduğunu dillendiriyor diye, bizler gerçekleri dile getirmekten vazgeçecek değiliz.
27
Ağustos 2013 • sayı: 101
marksist tutum
Burjuva parlamenter demokrasilerde yürütme gücünden hesap sorulabilen tek yer seçim sandığı değildir. Kitlelerin her zaman kullanmaları gereken demokratik haklarını çiğneyerek, “demokrasiyi” yalnızca seçim sandığında oy verip vermeme meselesine indirgemek tam anlamıyla otoriter rejim yanlılığıdır. İşte özellikle son dönemde başbakan Erdoğan’ın, artık adeta bir ruh hastalığı derecesinde pervasız biçimde savunup sergilediği siyaset böyle bir otoriterlik eğilimidir.
28
Şurası açık ki, askeri vesayet olgusu karşısında kendilerini mağdur ve demokrat göstermeye çalışan Erdoğan ve AKP kesimleri tam ikiyüzlüce bir tutuma sahiptirler. Zaman zaman bir dış görünüm olarak parlatmaya çalıştıkları “demokratlıkları”, içlerinde yatan demokrasi karşıtlığını örtmeye yetmemektedir. Yine son “Gezi” olaylarının sergilediği üzere, Başbakan Erdoğan’ın insanları provoke edici açıklamalarından tutun da o insanların tepkilerini sokakta ortaya koyması karşısında takındığı tutumlara dek, bu siyaset anlayışı ve çizgisi, burjuva parlamenter demokratik işleyişi kabul edemeyen ve içine sindiremeyen bir otoriterin eğilimidir. Nitekim içindeki gerçekliğin sıcak gelişmeler karşısında dışa vurmasıyla Erdoğan’ın demokratlık maskesi de iyice düşmüş ve altından onun otoriterce sırıtan gerçek yüzü ortaya çıkıvermiştir. Daha önceleri Erdoğan’ın, “demokrasinin genişletilmesi”, “AB’ye katılım” vb. gibi argümanlar eşliğinde sergilediği “demokratlık” döneminde ona destek veren bazı önde gelen liberal yazarlar da, artık Erdoğan’ın otoriter eğilimlerinden açıkça şikâyet etmektedirler. Hatta gerçeklerin su yüzüne çıkmasıyla, bizzat AKP içinde ve daha da fazlasıyla AKP tabanında, bu gidişata karşı önemli bir hoşnutsuzluk gelişmektedir. Zaten diğer olasılıklar bir yana, Erdoğan ve AKP’nin gi-
derek temposu artan biçimde altını oyacak temel faktör de bu olacaktır. Bugün Erdoğan’ın meseleleri çarpıtarak toplumu yanıltmaya çalıştığının aksine, burjuva parlamenter demokrasilerde yürütme gücünden hesap sorulabilen tek yer seçim sandığı değildir. Burjuva demokrasisinin işlerliğinden söz edebilmek için, kitlelerin seçim dönemleri dışında da, yürütmenin yani hükümetin icraatlarından hoşnutsuz oldukları hususlarda tepkilerini çeşitli biçimler altında ortaya koyma hakkına sahip olmaları gerekir. Parlamenter işleyişi, iki seçim dönemi arasında yürütmenin gücünü mutlaklaştıran biçimde yorumlamak yanlıştır. Kitlelerin her zaman kullanmaları gereken demokratik haklarını çiğneyerek, “demokrasiyi” yalnızca seçim sandığında oy verip vermeme meselesine indirgemek tam anlamıyla otoriter rejim yanlılığıdır. İşte özellikle son dönemde başbakan Erdoğan’ın, artık adeta bir ruh hastalığı derecesinde pervasız biçimde savunup sergilediği siyaset böyle bir otoriterlik eğilimidir. Bu noktada unutulmasın ki, çeşitli tarihsel örneklerin de kanıtladığı üzere, kendi otoriter güçlerine yaslanarak iktidar sürmeye başlayan siyasetçiler, kitlelerin gönüllü desteğinin azalışı gerçeğiyle yüz yüze gelirler. Bu kırılma noktasından sonra da, toplum üzerinde her an bir komplo ve dış güç tehdidi algısı veya masalıyla egemen olmaya çalışırlar. Bu büsbütün kişilik bozucu koşullardan da beslenen bir sübjektivizm, Bonapart olmaya özenen siyasetçileri giderek toplumsal tepkilere aldırmayan küstah bir dile sürükler. Buna, çevresine yalnızca kendisini onaylayan şakşakçı kişileri ve yalaka danışmanları toplama eğilimi eşlik eder. Nitekim tüm bu gerçekleri Erdoğan’ın son dönemlerdeki tutum ve davranışlarında, siyasi ve kişisel tercihlerinde somut biçimde izlemek mümkündür. Bugün Türkiye’de “Başkan” Erdoğan’ın şahsında somutlanan bu gerçeklikleri dile getiren çeşitli kesimlerden yazar ve düşünür mevcut. Buradan hareketle, Erdoğan’ın ve onun sergilediği
sayı: 101 • Ağustos 2013
otoriter eğilimin eleştirisi konusunda sanki ortak bir çizgi oluşuyormuş gibi görünüyor. Oysa görünenin altında, yine farklı sınıf siyasetleri temelinden kaynaklanan farklı bakış ve sorgulayışlar yer alıyor. Ve aslında olması gereken de zaten budur. Örneğin diğerlerini bir yana bıraktık, sol liberal yazarlarla işçi sınıfı devrimcilerinin Erdoğan ve AKP konusundaki eleştirilerinin ortak bir mücadele hedefine işaret etmesi olanaksızdır. Sol liberal yazarların derdi, genel olarak burjuva düzeni ve genel olarak burjuva iktidarları hedef alan bir mücadelenin inşası değildir. Onların derdi, başkanlık koltuğuna kurulabilme ihtirası içinde ölçüsüz tutumlar sergilemeye başlayan Erdoğan’ı dizginleyebilmek ve şayet bu tutumunu sürdürmekte ısrar ederse siyasi yaşamda ondan kurtulmaya çalışmaktır. Liberal yazarlar, günümüzde diğer kapitalist ülkelerde, diyelim ABD’de ve Avrupa’da sanki demokrasi tıkır tıkır işliyormuş da otoriterlik eğilimi yalnızca Erdoğan’a has bir olguymuş gibi konuya yaklaşıp tutum alıyorlar. Onların böylece toplumda yarattıkları yanılsamalı yaklaşımlara en tipik örnek, bizzat Avrupa ülkelerinde kendi derdine derman bulamayan ve dağılma emareleri sergileyen AB’yi, Türkiye’de Erdoğan iktidarına karşı bir demokrasi alternatifi, ulaşılması gereken yegâne demokrasi umudu olarak göstermeleridir. Oysa pek çok yazımızda geniş biçimde ele alıp açıkladığımız üzere, kapitalizmin tarihsel krizine bağlı olarak dünya genelinde tüm ülkelerde siyasal rejimler otoriterleşmektedir. AB’si de dahil, dünya genelinde burjuva demokrasilerinde ciddi daralmalar yaşanmaktadır. Aslında bu gerçeklik temelinde derinden düşünülecek olursa, günümüzde her yerde siyasal liberalizmin ayağının altındaki toprak fena halde kaymaktadır. Kısaca belirtmek gerekirse, günümüzde burjuva demokrasisi açısından kapitalizmin yükseliş dönemlerinden tamamen farklı bir durum söz konusudur. Hatırlanacak olursa, Batı’da kapitalizmin geliştiği dönemlere ekonomi alanında serbest piyasa savunucusu liberalizm eşlik ediyordu. Buna siyaset alanında da burjuva demokratik hakları savunan bir siyasal liberalizm denk düşüyordu. Fakat kapitalist sistemin, özellikle 1980’li yıllarla birlikte artık geçmiş krizlerinden farklı olarak de-
marksist tutum
rin bir sistem krizine, kalıcı bir tıknefeslik durumuna sürüklenmesiyle birlikte pek çok şey değişmeye yüz tuttu. Ne var ki siyasal liberalizmin beşiği olan Batı’da durum değişirken, Batı tipi siyasal liberalizmi yaşamamış Türkiye topraklarında ise ancak 80’ler sonrasında bir siyasal liberalizm uyanışı yaşanmaya başlandı. Anlaşılacağı üzere, Türkiye’de siyasal liberalizm dünya genelinde burjuva demokrasileri daralma eğilimine girmişken gelişip serpilmeye koyuldu. Bu anakronizmden beslenen traji-komik durumun en tipik örneği, Ortadoğu’yu yeni bir emperyalist paylaşım savaşının ateşleri sararken, sol liberallerin –geçmişteki Kautsky’nin büyük çarpıtmasını diriltircesine– Türkiye’nin emperyalistleşmesini bir barış ve demokrasi döneminin açılışı diye sunmalarıdır. Bu nedenle Türkiye’de liberal yazarlar, AKP iktidarına destek vereninden vermeyenine, nesnel olarak kendilerini artık beslemeyen bir dünya ikliminde varolmaya çabalamakta ve isteseler de istemeseler de inandırıcı olmaktan büsbütün uzaklaşmaktadırlar. Liberal yazarlara esin kaynağı olan Avrupa’daki hararetli kapitalist gelişme günleri ve egemen burjuvazinin buradan kaynaklanan bir rahatlıkla demokrasiye, siyasal liberalizme ve bazı sosyal reformlara görece hoşgörüyle yaklaştığı günler artık geride kalmıştır. Bu durumların yaşandığı öz topraklarda bile bu tarihsel kesitler geride kalmışken, gecikmiş bir kapitalist gelişme ve sıçramayla fakat kapitalist sistemin tarihsel kriz dönemine denk gelen biçimde bir alt-emperyalist ülke konumuna terfi eden Türkiye’de hal ne olacaktır? Nitekim pek çok sorunda demokratik çözüm vaatleriyle liberal yazar ve çizerlerden büyük bir destek almış olan Erdoğan ve AKP iktidarının, bugün otoriter eğilimleriyle iyot gibi açığa çıkması da bu gerçekliklerin dışavurumudur. Türkiye’nin AB’ye katılımını beklerken AB’den çatırtı seslerinin yükseldiği, Kürt sorununda çözüm doğrultusunda vaatler havada uçuşurken ufkun yeni çatışma tehlikeleriyle karardığı bir dünya ve Türkiye’de neler olabilir? Uzun söz bir yana, Türkiye’de Erdoğan’lı Erdoğan’sız veya AKP’li AKP’siz, burjuvaziden daha geniş demokrasi beklemek saflıktır, tehlikeli bir hayalciliktir. Kapitalizmin artık içine girdiği tarihsel bunalım döneminin liberalizmi bir neo-li-
Liberal yazarlara esin kaynağı olan Avrupa’daki hararetli kapitalist gelişme günleri ve egemen burjuvazinin buradan kaynaklanan bir rahatlıkla demokrasiye, siyasal liberalizme ve bazı sosyal reformlara görece hoşgörüyle yaklaştığı günler artık geride kalmıştır. Bu durumların yaşandığı öz topraklarda bile bu tarihsel kesitler geride kalmışken, gecikmiş bir kapitalist gelişme ve sıçramayla fakat kapitalist sistemin tarihsel kriz dönemine denk gelen biçimde bir altemperyalist ülke konumuna terfi eden Türkiye’de Erdoğan’lı Erdoğan’sız veya AKP’li AKP’siz, burjuvaziden daha geniş demokrasi beklemek saflıktır, tehlikeli bir hayalciliktir.
29
marksist tutum
Ağustos 2013 • sayı: 101
beralizmdir. Bu liberalizm, eski dönemnın giderek azalmakta olduğuna işaret lerin ekonomik ve siyasal liberalizminin ediyor. Fakat asıl şurası önemli ki, burDevrimci proletarya geniş işçi-emekçi gelişmiş biçimde canlandırılmasına dayanjuva demokrasisi tarihsel açıdan tükenkitlelerin demokratik mıyor. Aslında “neo-liberalizm”, geçmişte dikçe, işçi sınıfının demokrasi hedefi ve taleplerine sahip çıkar serbest piyasacılığın toplumsal yaşamda mücadelesi önem kazanıyor. Bu demokrave bu talepler uğruna yaratacağı olumsuz sonuçları yine de bazı siye, dünya üzerinden kapitalizmi silip süyürütülen mücadelenin iyileştirme tedbirleriyle dengelemeye çalıpürecek olan işçi sınıfının iktidarı altında desteklenmesi şan bir liberalizmi bile mezara gömen bir ulaşılabilecektir. ve geliştirilmesi neo-saldırı halidir. Bu durum kapitalizDemokrasi mücadelesi konusunda yagerektiğini savunur. min içinde yaşadığımız bu son dönemine ratılmış olan çarpıtmaları bertaraf edebilFakat bunu öylesine denk düşen yeni bir saldırı halimek için, kısaca da olsa bazı önemli huyaparken, asgari diye dir ki, bunu geçmişin kapitalist yükseliş susları vurgulayalım. Devrimci proletarya adlandırabileceğimiz bu demokratik haklar dönemlerine ait bazı kavramların başına geniş işçi-emekçi kitlelerin demokratik tamücadelesinin, neo (yeni) sözcüğünü ekleyerek anlatmak leplerine sahip çıkar ve bu talepler uğruna azami hedefe (yani da aslında pek mümkün değildir. Ne var yürütülen mücadelenin desteklenmesi ve gerçek demokrasiyi ki biz ne dersek diyelim, işte dünya genegeliştirilmesi gerektiğini savunur. Fakat sağlayacak olan linde neo-liberalizm kavramı bir kez yerbunu yaparken, asgari diye adlandırabileişçi demokrasisine) leşmiş bulunuyor. ceğimiz bu demokratik haklar mücadeleulaşabilmek için asla Fakat en azından kuvvetle vurgulamak sinin, azami hedefe (yani gerçek demokyeterli olmayacağını da gerekiyor ki, bu liberalizme kapitalist gerasiyi sağlayacak olan işçi demokrasisine) her fırsatta kitlelerin lişme ve yükseliş dönemlerinde görülen ulaşabilmek için asla yeterli olmayacağını bilincine kazımaya bir siyasal liberalizm eşlik etmiyor. Terda her fırsatta kitlelerin bilincine kazımaçalışır. Devrimci sınıf çizgisinin temel sine, ekonomik yaşamda kamuyu tam ya çalışır. Devrimci sınıf çizgisinin temel özelliği, gündelik bir düşman ilan ederek dizginlerinden özelliği, gündelik demokratik haklar müdemokratik haklar boşanmış biçimde özel mülkiyeti savucadelesini devrimci işçi iktidarının kumücadelesini devrimci nan bu neo-liberalizme siyaset alanında rulması hedefine bağlaması ve bu sayede işçi iktidarının otoriteryanizm eşlik ediyor. Hatırlanacak mücadeleyi kapitalizm karşıtı bir içerikle kurulması hedefine olursa, dünya genelinde 80’lerden bu yana ilerletebilmesidir. Unutulmasın ki, sol libağlaması ve bu yaşanan gerçeklik budur. ABD’de Reagan, beral ve reformist yaklaşımlar sanki bursayede mücadeleyi İngiltere’de Thatcher ve bizde de Özal bu juva demokrasisinden başka demokrasi kapitalizm karşıtı gerçekliğin başta gelen ünlü örnekleriydi. yokmuş gibi, demokrasi mücadelesini bir içerikle Bugün ise çeşitli ülkelerde aynı yoldan burjuva düzen sınırlarına hapsederek iğdiş ilerletebilmesidir. yürüyen politikacılar bir tarafa, her yerde ederler. Küçük-burjuva sol siyasetler ise, politik sistem otoriterleşmektedir. Yürütdevrimci programı sahte aşamalara bölüp me, yasama ve yargı yetkilerini (burjuva demokrasisinin parçalarlar. Bunu yapmakla, hem gerçek bir işçi iktidarı ayrılması gerektiğini savunduğu kuvvetler) tek merkezde, hedefini hem de onun vazgeçilmez koşulu olan işçi dedevlet başkanında veya yürütmede simgelenen bir güç mokrasisini muğlak bir halk devrimi anlayışı içinde eritip odağında toplamaya yönelik siyasal eğilim güçlenmekteyok ederler. dir. İşte geçmişte faşist rejimin ardından iktidara kurulan Demokrasi konusu bugün Türkiye’nin siyasal ortaÖzal’ın başkanlık tutkusunu sahiplenip yaşama geçirmeye mında da, farklı siyasal eğilim ve yaklaşımları ayırt edeçalışan Tayyip Erdoğan da, dünyadaki bu eğilimin bugün bileceğimiz bir turnusol kâğıdı işlevi görüyor. Günümüz Türkiye’deki somut örneğini oluşturuyor. somutunda demokrasi mücadelesi, işçi sınıfının demokratik taleplerinden toplumun farklı kesimlerinin demokratik istemlerine, Kürt halkının çözüm beklentilerinden Demokrasi mücadelesinde Alevilerin taleplerine kadar çok çeşitli hususları içeriyor. devrimci sınıf çizgisi Farklı burjuva kesimler de halk kitlelerini peşlerine takaÖzetle ortaya koymaya çalıştığımız bu siyasal gelişme bilmek için, bu hususlardan hareketle çeşitli vaatlerde buve gerçekler, demokrasiden ebediyen umut kesmek ve lunuyorlar. Küçük-burjuva sol çevreler ise, bir o yana bir devrimci mücadelenin geliştirilmesi konusunda karamsarbu yana yalpalamalarıyla hedef şaşırtıcı bir rol oynuyor ve lığa sürüklenmek anlamına mı geliyor? Kesinlikle hayır! işçi-emekçi kitlelere esenlikli bir çıkış yolu gösteremiyorBu günümüz gerçekleri, kapitalizmin ekonomik alandaki lar. Aslında bugün bu çevreler, kendilerini izleyen unsurtarihsel tükenmişliğine eşlik eden genel siyasal durumu ları da tam bir siyasal çıkışsızlık girdabına sürükleyen bir anlatıyor. Burjuvazinin toplumu ikna etme ve kitleleri tükenmişlik ve umutsuzluk kaynağına dönüşmüşlerdir. burjuva demokrasisi ile manipüle edip yönetme olanağıSovyetler Birliği ve benzerlerinin çöküşü ve Stalinizmin
30
sayı: 101 • Ağustos 2013
nesnel kaynağının kurumasıyla birlikte geçmişe gömülmeye mahkûm olan yanlış sol siyasi çizgiler, yapay biçimde ayakta kalmaya çalıştıkça çürüyerek ufalanmaktadırlar. Kuşkusuz bunların bu durumu, gençliğin ve işçi sınıfının yeni kuşaklarının devrimci mücadeleye antipatiyle yaklaşmalarının da önemli bir etkenidir. Kendilerini dünya sorunlarını kavramaya ve bu sorunlara yanıt getirecek bir devrimci siyasal çizgiyi inşaya adamayan sol çevreler, bugün çıkışsızlıklarının üzerini devrimci lafazanlıkla örtme çırpınışı içindedirler. Böylece de artık tam bir boş laf, boş propaganda değirmenlerine dönüşmüş ve kendi ettikleriyle marjinal diye nitelenmeyi hak etmişlerdir. Nitekim küçük-burjuva solculuğunun, AKP karşıtlığı adına burjuva muhalefetin peşinden sürüklenirken attığı devrim nutuklarının ne denli hafif ve sorumsuz bir “devrimcilik” anlayışına işaret ettiği de son süreçte iyice açığa çıkmıştır. Unutulmasın ki, burjuva düzene karşı onu aşacak nitelikte bir siyasal çizgi inşa edemeyenler geleceği belirleyemez ve olsa olsa geçmişin artığı olarak anılmayı hak ederler. Bu yaşananlar da bir kez daha gösteriyor ki, elinde sağlam bir sınıf pusulası olmadan, toplumsal olayların çalkalandırdığı denizlerde yolunu bulamazsın. Taksim Gezi parkında çevreci gençlerin direnişiyle başlayan ve ardından gelişen olaylar, tüm bu dediklerimizin test edildiği somut bir örnek olmuştur. Ancak devrimci sınıf bilinci ve devrimci sınıf siyasetinin örgütlü bir çaba temelinde üretiminden beslenenler, Türkiye örneğinde olduğu gibi aniden patlak veren olaylar karşısında derinden bir sınıf duygusuyla ortamı algılayabilirler. Ancak böyle bir siyasi tutuma sahip olanlar, küçük-burjuva solların yalpalamalarından tamamen azade bir sınıf duruşu sergileyebilirler. İşte Marksist Tutum’un söz konusu gelişmeler karşısında izlediği siyasal çizgi bu duruşu somutluyor ve bu çizgi sağlam bir sınıf siyasetine, devrimci sınıf duygusuna dayanıyor. Bir kez daha belirtelim ki, gençlerin “Gezi” tepkisiyle başlayan olaylar, tuzukuru orta katmanların, laik ve Kemalist okumuşların AKP iktidarına karşı tepkilerinin dışavurumuyla beslendi ve en önemlisi de muhalif burjuva kesimler için Erdoğan’dan kurtulma planlarına kanallar döşeyerek gelişti. AKP iktidarına karşı gelişen bu burjuva muhalif siyasal ortama, proleter sınıf duygusundan yoksun küçük-burjuva sol çevreler çarçabuk eklemlendi. Boyner gibi TÜSİAD’cısından, AKP’ye muhalif irili ufaklı burjuvaların, orta katmanların, holding yöneticileri vb. gibi kesimlerin desteklediği “Gezi direnişi” başka ülkelerde yaşanan devrimci halk isyanlarıyla eş tutulmaya, öyle gösterilmeye çalışıldı. “Gezi direnişi”nden Erdoğan’ı siyaset sahnesinden uzaklaştıracak bir “isyan” çıkartmaya çalışan “beyaz Türkler” ve bilumum tuzukuru kesimler, yıllardır siyasetten uzak tuttukları ve sol örgütleri öcü gibi bellettikleri “cici” çocuklarını gaz bombalarının önüne sürmekten çekinmediler. Burjuva düzenin içinde tatlı
marksist tutum
yaşamlarını sürdürenler, bu yaşama Erdoğan’sız devam edebilmek için çocuklarını günlerce sokaklarda yatırıp kaldırmayı göze alabildiler. Dönek, yaşlanmış veya düzenle bütünleşmiş solcu eskileri ve bayatlamış muhalifler, Türkiye’nin gerçek devrimci potansiyeli olan işçi-emekçi gençlerine karşı, steril ortamlarda yetiştirdikleri kendi çocuklarından bir “90 gençliği” efsanesi yarattılar. Bu yaratılan ortama ve buna eşlik eden siyasal tabloya bir de Avrupa’nın bazı hafifmeşrep sosyalistlerinin, uzaktan gördükleri her toplumsal kaynaşmayı “devrim” diye niteleyerek kendilerine siyasi kariyer malzemesi çıkarma çabalarını eklemek gerekir. Emperyalist savaşlarla kanayan, çeşitli halk hareketleriyle sarsılan günümüz Ortadoğu bölgesi, reformizme kayışta sınır tanımayan Avrupa sosyalistleri için birbirlerine akademik üstünlük taslayacakları bir “uzaktan atış alanı” gibidir. Çeşitli Arap ülkelerindeki halk isyanları karşısında devrimci sınıf örgütlülüğünün sağlanması görevi yakıcı bir önem kazanmışken, bunlar daha kimseler kalemi eline almadan ve yeterince bilip incelemeden olayları “devrim” diye kestirip atmayı marifet addederler. Mısır’da yaptıkları da bu olmuştur. Oysa devrimin gerçekleşmesi bir yana, işçi sınıfının devrimci örgüt ve önderliğinden yoksun biçimde ilerleyen süreç, bugün yaşanan olayların acı biçimde gözler önüne serdiği üzere kanlı bir askeri darbe rejimine yol açmıştır. IMT’den Alan Woods örneğinde olduğu üzere, uzaklardaki çalışma masalarının başından Türkiye’deki “Gezi” olaylarını da “devrim” diye ilan edenler, günümüzde iyice başa belâ olan sorumsuz bir “devrimcilik” anlayışını sergilemektedirler. Bu tür sorunlar bir yana, burjuva ideolojisinin ve bu ideolojiden beslenen çevrelerin “örgütsüzlük iyidir” yolunda etrafa saçtığı zehir mutlaka mücadele edilmesi gereken asıl baş belâsıdır. Tüm bunlar hesaba katılacak olursa, günümüzde kapitalizme karşı mücadelede kilit sorunun işçi sınıfının devrimci örgütlülüğünün sağlanması olduğu apaçık ortaya çıkıyor. Gerçekten de, bugün dünya genelinde çeşitli halk hareketlerinin yükselişiyle seyreden siyasal kriz ortamlarından yararlanabilmek, devrimci durumları devrime çevirebilmek için, devrimci sınıf örgütlülüğünün yaratılıp geliştirilmesine yakıcı bir ihtiyaç var. Ayrıca dünya üzerindeki ve özellikle Ortadoğu ve Türkiye’deki gelişmeler de gösteriyor ki, işçi sınıfını ve sınıf devrimcilerini son derece uyanık olmayı gerektiren sıcak günler bekliyor. Yeni gelişmelere hazırlıksız yakalanmamanın yolunun, yaşanan zamanı doğru algılamaktan ve doğru bir siyasal tutum geliştirmekten geçtiği asla unutulmamalı. Bunu başarabilmek için de, işçi sınıfının bağrından yükselen bağımsız bir sınıf çizgisini var edebilmek, bu uğurda gereken devrimci sınıf duygusuna ve bilincine sahip olabilmek gerekiyor. n
www.marksist.com sitesinden alınmıştır
31
Dünyanın Çivisi Çıktı Levent Toprak
32
S
on birkaç yılda dünya üzerinde birçok ülkede kitlesel isyanlar, halk hareketleri yaşandı. Bunlar, nedenleri, somut talepleri, kitleselliği, yaygınlığı, sınıfsal bileşimi vb. açılardan ülkeden ülkeye farklılıklar gösterse de, çeşitli kesimleriyle halk kitlelerinin hoşnutsuzluk içinde olduğunu ve bunu sokağa dökülerek ifade etme noktasına gelmiş olduklarını ortaya koymaktadır. 2000’li yılların başından bu yana yaşanan dönemi düşünecek olursak, bu durum daha da belirgin bir nitelik kazanmaktadır. 2000’li yılların başından itibaren, bir kolda anti-kapitalizm temalı küresel ölçekli protestolar üzerinden, bir kolda da Latin Amerika ülkelerinde birbiri ardına patlak veren kitle isyanları üzerinden bu hareketlilik birkaç yıl boyunca sürmüştü. Kısa bir aradan sonra, 2008’de patlak veren ekonomik krizle birlikte, başta güney Avrupa ülkeleri olmak üzere birçok gelişmiş kapitalist ülkede yine yaygın protestolar başladı ve Yunanistan örneğinde olduğu gibi bazı ülkelerde bu protestolar bugüne kadar sürdü. Ardından 2011 yılıyla birlikte Kuzey Afrika/Arap halklarını saran bir kitle isyan dalgası daha ortaya çıktı ve bu iki süreç çeşitli biçimleri itibariyle yer yer birbirinden de esin alarak bugüne kadar geldi. Son aylarda ise, özel yönlerini unutmamak kaydıyla Türkiye’deki kitle protestolarına, Brezilya ve ikinci kez olmak üzere Mısır’da yaşanan kitle hareketliliklerine tanık olundu. Ayrıca bunlara paralel olarak Yunanistan, Portekiz ve Bulgaristan’da da kitle gösterilerinin yaşanmakta olduğunu görüyoruz. 2000’lerin başından beri yaşanan sürece bakacak olursak, yukarıda andıklarımızın yanı sıra, belirli aralıklarla ABD’de, Fransa’da, İngiltere’de, İsveç’te vb. göçmen emekçilerin kitlesel patlamalarına tanık oluyoruz. Yine son yıllarda, çeşitli Avrupa ülkeleri ile
sayı: 101 • Ağustos 2013
Latin Amerika ülkelerinde yer yer ülke hayatını felç edici nitelikte kitlesel ve radikal öğrenci gösterileri yaşandı. Bu gösteriler bazı durumlarda işçi hareketiyle de birleşti. Hindistan’da belirli aralıklarla yaşanan geniş ölçekli grevleri ve İran’da yaşanan rejim karşıtı kitle gösterilerini de bu dönemin kitle hareketliliklerine ekleyebiliriz. Bu genel tablo içinde birçok ülkede açıkça devrimci durumlar bile oluştu. Denebilir ki birkaç bölgedeki az çok durgunluk dışında dünyanın “çivisi çıkmış” gibidir.
Komplo mu, kapitalizmin bunalımı mı? Burjuva hükümetler geniş kitlelerin hoşnutsuzluğundan tedirginlik duyarlar. O nedenle kitle hareketlerini gözden düşürmeye ve onun niteliğini gözlerden saklamaya çalışırlar. Bu uğurda başvurdukları harcıâlem karalamalardan biri, söz konusu hareketlerin “karanlık ve dış kaynaklı birtakım odakların” ürünü ya da kışkırtması olduğu iddiasıdır. Bir başka ifadeyle, bu hareketlerin tümüyle bir komplo ürünü olduğunu iddia ederler. Kapitalizmin çürüme çağı olan emperyalizm döneminde, gırtlak gırtlağa bir rekabetin ortasında en âlâsından komploların vuku bulmakta olduğunu elbette biliyoruz. Ancak koca kitleler sırf birilerinin canı istediği için ayağa kalkmazlar. Geniş kitlelerin devlet güçleriyle açık çatışmaya dek varan yaygın ölçekli hareketleri kolayına olmaz. Eğer böylesi bir durum söz konusuysa ortada ciddi hoşnutsuzluklar var demektir. Geniş kitleler spor olsun diye canlarını tehlikeye atacakları türde kalkışmalara yönelmezler. Doğadaki süreçlerde olduğu gibi toplumsal süreçlerde de kitleler daima en az direnç hattını izlerler. Yani yüz yüze geldikleri sorunları en az dirençle karşılaşacakları, en kolay, en zahmetsiz yollardan çözmeye yönelirler. Ancak köklü sorunlar söz konusu olduğunda bu yollar gerçek bir çözüm sunmazlar. Yine de kestirme yol arayışları kolay kolay bitmez, ta ki bu yollar tükenip iflas edene kadar. O zaman artık sokağa dökülme vakti gelmiştir. Gerçek şu ki, kapitalizm tarihinin en derin tıkanıklıklarından birini yaşıyor. Gözlemlediğimiz dünya ölçeğindeki kitle gösterileri hiç kuşkusuz bunun bir göstergesi. Zengin kapitalist ülkelerde bile bunların yaşanıyor olması en tartışılmaz türden bir kanıt oluşturuyor. Kitle hareketleri çeşitli bakımlardan ülkeden ülkeye farklılıklar gösterebilse de, bazı temel ortak noktalar kendisini açıkça ortaya koymaktadır. Mücadelelerin çoğunda, ekonomik krizle birlikte daha belirgin ve şiddetli bir hâl alan kapitalizmin tarihsel tıkanıklığının yarattığı sonuçlar doğrudan sebepleri oluşturuyor. Ekonomik planda işsizlik, yoksulluk, eşitsizlik istikrarlı biçimde artıyor. Çalışma koşulları birçok yönden ağırlaşıyor. Çalışma temposu, çalışma süreleri artıyor, çalışmanın işçi üzerindeki
marksist tutum
bedensel ve ruhsal basıncı olağanüstü ölçüde yükseliyor. Dahası, düzenin efendileri tarafından bile kapitalist ekonominin gidişatı bağlamında tüm bunların düzelebileceğine dair bir umut ışığı yakılamıyor. Aksine efendiler genel olarak kitleleri daha da kötüsüne hazırlamakla meşguller. Tüm bunlar kapitalizmin “altın çağı” denilen İkinci Dünya Savaşı sonrası 20-25 yıllık dönemin şartlarının tümüyle tersyüz olması anlamına geliyor. Bizzat Obama yeni yaptığı bir konuşmada, ortalama bir ABD vatandaşının 2013 yılında 1999 yılından daha az kazandığını, şirketlerin kârlarına kâr kattığını ve 2009’dan bu yana şirket genel müdürlerinin maaşlarının yüzde 40 arttığını itiraf etti. (Radikal, 27.07.2013) 2000’lerin başından itibaren patlak veren ve genel olarak anti-kapitalizm temalı denebilecek olan küresel gösteriler serisini doğuran dolaysız sorunlar bunlardı. Yaklaşık olarak aynı dönemde başlayan Latin Amerika ülkelerindeki kitle isyanlarında da sorun buydu. Artan yoksullaşma ve geleceksizleşme Latin Amerika’nın neredeyse tüm ülkelerinde sert kitle mücadelelerini tetikledi. Başkanlar, hükümetler devrildi, yeni anayasalar yazıldı, çeşitli geleneksel burjuva partiler tarihin çöp sepetine gittiler vb. Elbette bunalım kendisini sadece dolaysız ekonomik sorunlarda ifade etmiyor. Dünya üzerinde devletler arası gerilimler, çatışmalar artıyor. Savaşlar ve militarizm yükseliyor. Irkçı-faşist hareketler hortluyor ve güçleniyor. Demokratik özgürlükler kısıtlanıyor ve gitgide daha baskıcı yasalar çıkarılıp uygulanıyor. Bu da kimi durumlarda savaş karşıtı mücadele ve hareketlerin patlak vermesine, kimi durumlarda zengin metropollerin varoşlarında göçmen işçi isyanlarına, kimi durumlarda da siyasi-kültürel baskılara, artık katlanılmaz hale gelen diktatörlüklere karşı tepki eylemlerine yol açıyor. Aslında ekonomik ve siyasal sebepler katıksız biçimde birbirinden ayrı değildir. Aksine sıkı biçimde iç içedir. Örneğin göçmenlerin isyanında itilip kakılmaya, aşağılanmaya karşı isyan ile yoksulluğa, işsizliğe, ekonomik eşitsizliğe isyan ayrıştırılamaz biçim-
33
marksist tutum
de iç içedir. Dahası şu ya da bu sebeple patlak veren kitle eylemleri eninde sonunda siyasal bir varlık olan devletin çıplak zor aygıtıyla yüz yüze geliyorlar ve böylece hemen her toplumsal sorun ister istemez bir siyasal sorun haline geliyor. Nitekim kitlelerin tüm dünyada geçmişe göre daha sık biçimde sokaklara dökülmeleri bu bağlamda bir başka noktayı ortaya çıkarıyor. Kitleler mevcut politik sistemin şimdiye kadarki alışıldık kanalları üzerinden sorunlarına çözüm bulamıyorlar. Sokak kitleler için gitgide siyasetin daha fazla yapıldığı bir mekân olmaya başlıyor, giderek daha fazla meşrulaşıyor. Bu nokta özellikle gelişmiş kapitalist ülkeler bakımından dikkat çekici. Çünkü bu ülkeler görece zenginlikleri ve uzun yılların gelişmesi üzerine oturmuş işleyiş sistemleri ile siyaset için sokağın gerekmediği ayrıcalıklı bölgeler olarak genel bilince kazınmışlardı. Sokak, geri kalmış ve düzenli işleyen bir politik-hukuki sistemi olmayan fakir ülkelere özgü bir şey olarak görülüyordu. Oysa şimdi büyük bir eğitimli işsiz nüfusu barındıran bu ülkelerde özellikle işçi sınıfının bu yeni katmanları, eski zamanların devrim ruhunu çağrıştıran isimleriyle (“Öfkeliler” vb.), sokağın siyasetteki yerinin bir kez daha hatırlanmasına ve meşruiyetinin yeniden ortaya konmasına vesile oluyorlar. Eylemler sürecinde bu yeni eğitimli genç işçi kuşaklarıyla yapılan görüşmelerde ve yine bunlar üzerine yapılan incelemelerde, burjuva akademisyenlerin ve araştırma kuruluşlarının elde ettiği önemli bulgulardan biri, bu gençlerin mevcut siyasal sistemin kendilerine kendi kaderleri üzerinde hiçbir kontrol olanağını sunmadığını keşfetmiş olmaları. “Hayatımız elimizden alınıyor, tam bir gele-
Ağustos 2013 • sayı: 101
ceksizliğe mahkûm ediliyoruz ve fakat biz mevcut sistem dâhilinde buna hiçbir müdahalede bulunamıyoruz.” Gençlerin söyledikleri üç aşağı beş yukarı böyle. Açık diktatörlüklerin olduğu Tunus ve Mısır gibi ülkelerdeki benzer durumdaki genç eğitimli işçiler açısından durum daha da böyle. O nedenle bu ülkelerde ekonomik sorunlarla siyasal baskıya tepki iç içe geçmiş biçimde eylemlere yansıdı. Örneğin Arap halklarını saran halk isyanları dalgasının tetiklendiği Tunus’ta süreç üniversite mezunu işsiz bir gencin pazarcılık yapmasına da mani olunması üzerine kendini yakmasıyla başladı. Sonradan ortaya çıktı ki, benzer kendini yakma eylemleri Tunus’ta bundan önce de olmuş. Bu noktada başlıktaki soruya dönebiliriz: O gencin bir komplo tezgâhının parçası olarak kendini yakıp canına kıydığına kim inanır? Öte yandan egemenler, sahibi oldukları sistemin hastalıklı doğasının bilincinde olduklarından, kendi cephelerinden önlemlerini almaktadırlar. Yani efendisi oldukları “bu dünyaların en iyisi” sistemlerinde köklü bir sorun olduğunu kabul etmeyip de, suçu birtakım “sütü bozukların” üstüne atarken, elleri boş durmayıp derinden tedbirler almaktadırlar. Ortada köklü bir sorun yoksa bunlar neden diye sormazlar mı adama? Bu tür önlemler de sistemin nesnel sorunlar ürettiğini ve insanların doğal olarak bunlardan mustarip olduğunu göstermektedir. “Büyük Birader” önlemleri bu noktada iyice belirginlik kazanmaktadır. Özellikle insanların attığı her adımın gözetlenip kaydedilmesi ve bu verilerin özel yöntemlerle işlenmesi kendi başına muazzam bir baskı aygıtı haline gelmiştir. İnternette kimin ne yaptığı takip edilmekte, tüm haberleşme gizli devlet birimleri tarafından izlenmekte, insanlar çok değişik bakımlardan kategorize edilerek takip edilmektedirler. Devletlerin ve büyük iletişim şirketlerinin tüm sahte özgürlükçü, demokrat beyanatlarına rağmen son zamanlarda örnekleri çoğalan ifşaatlar, takibatın korkunç düzeyini ortaya koymuştur. Bu durum aslında ilk bakışta görüldüğünden çok daha derin noktalara işaret etmektedir. Kapitalist düzenin baskı aygıtını her koldan ve ama çağımızda özellikle siber alanda tahkim etmesi onun nasıl korktuğunun ve nelere hazırlandığının bir ifadesidir.
Eksik olan Tarihsel ölçekte bakıldığında, daha önce de çeşitli vesilelerle Marksist Tutum’da yer alan metin-
34
sayı: 101 • Ağustos 2013
lerde belirttiğimiz üzere, dünya çapında sınıf mücadelelerinin yeni bir yükseliş dönemine girilmiştir. İnsanlık bu yeni devrimci çalkantı dönemine eskiye göre bazı avantajlar ve dezavantajlarla giriyor. Yukarıda bahsettiğimiz üzere sayısız kitle eylemi ve kalkışmalar olmuş, milyonlar seferber olmuş, kimi ülkelerde devrimci durumlar oluşmuş, hükümetler devrilmiş, ama o kalkışmalara sebep olan temel sorunlar çözülmemiştir. Elbette hiçbir şey olmamıştır denemez. Kitle hareketi belli kazanımlar elde etmiştir. Ama zafer kazanılamamış, sorun kökünden halledilememiştir. O nedenle tekrar tekrar kitlelerin yeni denemeler yaptığına tanık oluyoruz. Hükümetlerin, başkanların devrilmesi, hatta siyasal rejimlerin değişmesi gibi örnekler yaşanmasına rağmen işsizlik, yoksulluk, eşitsizlik, çok yönlü baskılar ve dolayısıyla emekçi kitlelerin huzursuzluğu devam etmektedir. Sorunun kapitalist sistemi ortadan kaldırmadan çözülemeyeceği uzun kanıtlamaları gerektirmiyor. Sorun ancak işçi sınıfının iktidarı bizzat kendi eline alıp bir işçi demokrasisi kurmasıyla gerçek çözüm yoluna koyulabilir, hükümet ya da başkan değiştirmekle değil. Burada kilit sorun, ayağa kalkan emekçilerin bilinç ve örgütlülük düzeyinin yetersizliğidir. O nedenle açığa çıkan muazzam enerji doğru yöne kanalize edilememektedir. Lenin Ekim Devriminin arifesinde bir toplantıda yoldaşlarına şunu söylüyordu: “[İşçiler] neden iktidarı almıyorlar? Steklov şu nedenle bu nedenle diyor. Bu saçmalık. Gerçek şu ki proletarya yeteri kadar örgütlü ve bilinçli değildir. Bu kabul edilmelidir: maddi güç (kuvvet) proletaryanın ellerindedir, ama burjuvazinin daha hazırlıklı ve sınıf bilinçli olduğu ortaya çıkmıştır. Bu korkunç bir gerçek ve içtenlikle ve açıkça kabul edilmelidir. Ve insanlara da örgütsüz ve yeteri kadar bilinçli olmadıkları için iktidarı almamış oldukları söylenmelidir.” (Toplu Eserler, c.36, s.437) Sosyalistlerin büyükçe bir bölümü kendiliğindenliğin sularında pürneşe kulaç atarken, bakın dünya burjuvazisinin başta gelen yayın organlarından biri olan Financial
marksist tutum
Times’ta yazan bir burjuva tarihçi, bu gerçeği nasıl da dile getiriyor. 24 Mayıs 2010 tarihli yazısında Simon Schama önce Avrupa ve Amerika’da bir toplumsal kalkışma olasılığının son derece net olduğunu belirttikten sonra, “ekonomik felâketin başlangıcı ile toplumsal öfkenin birikmesi arasında bir zamansal gecikme” olduğunu söylüyor ve “korku dolu bir şaşkınlığın” ardından kitlelerden “örgütlü seferberlik tehlikesi”nin geldiğini ekliyor. Görüldüğü gibi düzen açısından “tehlikeli” olanın ne olduğu çok açık: örgütlü seferberlik! Benzer bir tespit bundan bir yıl sonra yapılmış bir BBC değerlendirmesinde de yer alıyor. Özellikle Amerika’daki durum bağlamında görüşme yapılan yazar, araştırmacı, tarihçi, yorumcuların görüşü BBC tarafından şu sözlerle aktarılıyor: “ABD’nin bir biçimde toplumsal kalkışma için olgunlaşmış olduğundan korkuyorlar, ama toplumsal örgütlenmenin yokluğu ve çaresizlik hissinin toplumsal hareketlerin toplaşıp maya tutmasına engel olduğunu söylüyorlar.” (Daniel Nasaw, Could world social unrest hit Amerika’s streets?) Dolayısıyla bu alıntılarda sadece, yazımızın genel temasını oluşturan sorun bağlamında toplumsal patlamaların nesnel olgular olarak öngörüldüğünü ve bunların sistemden kaynaklandığının itirafını görüyor değiliz, aynı zamanda bu patlamaların neden düzeni değiştirme noktasına gidemediğinin de tespit ve itiraf edildiğini görüyoruz. Burjuva uzmanlar açık biçimde örgütlülük/örgütsüzlük sorununun kilit niteliğini ifade etmektedirler. Burjuva uzmanların bile tespit ettiği şeyi küçükburjuva sosyalistlerin idrak edememiş olması ise onların kararsız sınıf doğasını açıkça gözler önüne sermektedir. n
35
“Yeni Toplumsal Hareketler” mi? İlkay Meriç
K
omünist hareketin son otuz yılda büyük bir güç kaybına uğramasını ve tarihsel hafızanın kaybolmasını fırsat bilen egemen sınıf, fikirler dünyasında eskimekten lime lime olmuş ne kadar süprüntü varsa bunları yeni adlar altında ambalajlayıp piyasaya sunmakta ve yine aynı nedenle bu fikirler kolaylıkla alıcı bulabilmektedir. “Yeni” sıfatıyla çeşitli adlar altında boca edilen bu burjuva ya da küçük-burjuva fikirler, hele ki solcu akademisyenler eliyle renkli soslara bulandırıldıklarında, çok daha kolay yutulur hale gelmektedirler. “Yeni” felsefeler, “yeni” orta sınıflar, “yeni” toplumsal dinamikler, “yeni toplumsal hareketler”, “yeni” örgütlenme anlayışları, “yeni” örgütsel biçimler, “yeni” devrim modelleri… Ne yazık ki bu fikirler sosyalist harekete de fazlasıyla sirayet etmiş durumdadır. Bunda elbette sosyalist hareketin SSCB’nin ve Doğu Bloku’nun çöküşüyle birlikte ciddi bir teorik ve örgütsel bunalım içine sürüklenmesinin ve giderek çok daha belirgin bir şekilde küçük-burjuva temele kaymasının büyük bir rolü vardır. Neoliberal saldırılara örgütlü bir karşı duruş sergileyemeyen sınıf hareketinin giderek güç kaybına uğraması da, çeşitli düzlemlerde ortaya çıkan toplumsal muhalefet hareketlerine olan ilgiyi ve bu durumun teorize edilmesini kolaylaştırıcı bir faktör olmuştur. 2000’li yılların başından itibaren “küreselleşme”ye, emperyalist savaşa, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlara, Davos türü emperyalist organizasyonlara karşı yükselen kitlesel hareketlere, sosyal forumlara vb. dair abartılı değerlendirmelerde bulunulması ve yüksek beklentilerin oluşturulması bunun tipik bir göstergesidir. Üstelik “yeni toplumsal hareketler” olarak nitelendirilen bu hareketlerin kısa sürede sönümlenmesi ve beklentilerin boşa çıkması da bu tezleri savunanları görüşlerini gözden geçirmeye sevk etmemiştir. Son olarak Türkiye’de ortaya çıkan “Gezi” hareketi ise bu yolun yolcuları için tadı damaklarından uzun süre silinmeyecek bir örnek teşkil etmiştir. Her türlü “hareket”te
36
keramet gören çevrelerin alâmeti farikası olan bu tip görüşler, “Gezi”yle birlikte çok daha geniş bir sol kesim tarafından dillendirilir hale gelmiştir. Peki nedir bu görüşlerin “eski” ve “yeni” olarak nitelendirdikleri şeyler? Bakalım.
“Eski”ye karşı “yeni” mi? Modern kapitalizmin tarihinde, ekonomik, sosyal ve siyasal baskının şiddetlendiği, hoşnutsuzluğun arttığı, düzenden beklentilerin tükenmeye başladığı dönemlerde, çeşitli toplumsal kesimlerin yükselttikleri muhalefet hareketlerine sıkça tanık olunmuştur. Proleter sınıf hareketinin yanı sıra, savaş karşıtı hareketler, kadın hareketi, ırk ayrımcılığına karşı yükselen hareketler, öğrenci hareketleri, çevre hareketleri, eşcinsel hareketi, yerli hareketleri, gecekondu direnişleri, göçmen isyanları ve 2000’lerin başından itibaren görülmeye başlanan “küreselleşme” karşıtı hareket vb. de, aslında kapitalizmin ürettiği yoksulluğun, işsizliğin, eşitsizliğin, ayrımcılığın, adaletsizliğin, baskı ve şiddetin, doğa ve insan tahribatının çeşitli toplumsal kesimlerde yarattığı tepkinin ürünü olarak ortaya çıkmışlardır. Bu hareketlerin bir kısmının 60’lardan itibaren ortaya çıkması, burjuva sol akademisyenlerin “yeni toplumsal hareket” teorilerine bir zemin oluşturmuştur. Bu “yeni”ci teoriler, işte bu ikinci türden hareketleri “yeni toplumsal hareketler” olarak adlandırmakta ve bunları “eski” olarak nitelendirdikleri örgütlü proleter sınıf hareketinin alternatifi olarak göstermektedirler. Özellikle 90’lardan itibaren yaygınlaşmaya başlayan bu teorilerin “yeni” olarak nitelendirdiği hususlardan birisi, bu hareketlerde sınıfsal kimliklerin yerine farklı türden kimliklerin öne çıkmasıdır. Oysa bu bütünüyle konjonktürel bir olgudur. Sınıf mücadelesinin ve örgütlülüğünün gerilediği dönemlerde işçilerin sınıf bilinçlerinin de en geri düzeylerde seyrettiği bilinmektedir. Dolayısıyla bu tip dönemlerde emekçilerin çeşitli türden hareketlere sınıf
sayı: 101 • Ağustos 2013
kimlikleriyle değil “birey” olarak katılmaları ne şaşırtıcıdır ne de yeni bir olgudur. Sınıf mücadelesinin seyri, proleteryanın bilinç ve örgütlülük düzeyi gibi konjonktürel değişim gösteren faktörler, iddiaların aksine sadece “eski” denilen proleter hareket için değil, bu tip hareketler için de doğrudan belirleyici bir etkendir. Tarihsel gelişim çizgilerine bakılacak olursa, bu tür hareketlerin daha büyük bir kitlesellik kazandıkları dönemlerin sınıf mücadelesinin keskinleştiği dönemler olduğu net bir şekilde görülmektedir. Söz konusu teoriler ise bu gerçekliğin üzerinden atlamakta, hatta gerçekliği tersyüz etmeye çalışmaktadırlar. Bu tür teorilere zemin oluşturan hareketlerin ortaya çıktığı 60’lı yılların sonlarına baktığımızda, bunun proleter hareketin yükselişe geçtiği ve sosyalist hareketin son derece güçlü olduğu bir dönem olduğunu görürüz. Nitekim bu faktör, 60’lı ve 70’li yıllar boyunca çeşitli ülkelerde yükselen öğrenci gençlik hareketi, barış hareketleri, kadın hareketi, çeşitli köylü hareketleri, ırk ayrımcılığına karşı yürütülen mücadeleler vb. üzerinde doğrudan belirleyici bir rol oynamıştır. Üstelik bu tip hareketler, o dönemlerde örgütlü bir nitelik de kazanmış, keskinleşen sınıf mücadelesinden ve sosyalist hareketten kuvvet alarak güçlenmiş, bunun da ötesinde, kaçınılmaz olarak devrimci hareketin çekim merkezine girmişlerdir. Uzağa gitmeye gerek yok, Türkiye’nin söz konusu döneminde yaşananlar bu olguyu tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. 60’ların sonlarından itibaren yükselişe geçen öğrenci hareketi, NATO karşıtı eylemler, kadın hareketi, gecekondu direnişleri, çeşitli demokratik talepler üzerinden yükselen hareketler, DGM karşıtı eylemler, anti-faşist mücadele, köylü hareketleri gibi pek çok hareket, doğrudan işçi hareketinin ve sosyalist hareketin ekseni etrafında şekillenmiş, gelişmiş ve güçlenmiştir. Sınıf hareketinin malûm nedenlerle geri çekildiği ve sosyalist hareketin büyük bir güç kaybına uğradığı son otuz yıl boyunca ise bu hareketler de
marksist tutum
dibe vurmuşlardır. “Yeni toplumsal hareket” teorilerinde ağırlıklı olarak ileri sürülen temel savlardan biri de, sanayi toplumundan “sanayi sonrası” topluma geçildiği ve buradan kaynaklı olarak da proletaryanın köklü bir yapısal değişime uğrayıp devrimci özne konumunu kaybettiğidir. Söz konusu teoriler, bu savdan hareketle, kapitalizmin örgütlü proletaryanın devrimci eylemiyle yıkılacağını savunan Marksist anlayışın geçerliliğini yitirdiğini, sınıf mücadelesinin artık eskide kaldığını, proleter devrimci hareketlerin yerini artık “yeni orta sınıf ”ların çeşitli kültürel ve kimliksel talepler etrafında yükselttikleri, iktidar hedefi gütmeyen, hiçbir merkezi otoriteye tâbi olmayan, parti-dışı, gevşek, “ağ tipi” hareketlerinin aldığını iddia etmektedirler. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren teknolojideki ilerlemeye de paralel olarak sanayi işçilerinin işçi sınıfı içindeki ağırlığının azaldığını ve hizmet sektörüne doğru büyük bir kayış yaşandığını vurgulayan bu tip teoriler, proletaryayı, üretim ilişkileri alanının dışına çıkarak, meslek, gelir, yaşam tarzı, bilinç düzeyi vb. üzerinden tanımlamaya kalkışıp onu bir “parçala-buharlaştır” operasyonuyla yok etmeye girişmektedirler. Örneğin, kendisine ait hiçbir üretim aracı olmayan ve yaşamak için işgücünü satmak zorunda olan ücretli emekçilerin tümü gerçekte işçi sınıfının unsurları oldukları halde, bu tip teoriler “beyaz yakalı” işçileri “yeni orta sınıf ” (yani küçük-burjuvazi) kategorisine dahil etmektedirler. Bu noktada sözü, Büyüyen İşçi Sınıfı adlı kitabında bu tip görüşleri Marksist temellerde çürüten Elif Çağlı’ya bırakalım: “Teknolojik gelişmelere bağlı olarak işçi sınıfının teknik bileşiminde, yani kafa ve kol emeğinin ağırlığında, sınıfın iç yapılanmasında, üretim dalları itibarıyla dağılımında, vasıf düzeyi ve çeşitlerinde değişim sürekli olarak vardır. Bu anlamda işçi sınıfı teknik gereklere ve değişime “Yeni toplumsal hareket” teorilerinin aksine, dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de 60’ların sonlarından itibaren yükselişe geçen öğrenci hareketi, NATO karşıtı eylemler, kadın hareketi, gecekondu direnişleri, çeşitli demokratik talepler üzerinden yükselen hareketler, DGM karşıtı eylemler, anti-faşist mücadele, köylü hareketleri gibi pek çok hareket, doğrudan işçi hareketinin ve sosyalist hareketin ekseni etrafında şekillenmiş, gelişmiş ve güçlenmiştir.
37
Ağustos 2013 • sayı: 101
marksist tutum
2000’li yılların başından itibaren “küreselleşme”ye, emperyalist savaşa, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlara, Davos türü emperyalist organizasyonlara karşı yükselen kitlesel hareketlere, sosyal forumlara vb. dair abartılı değerlendirmelerde bulunulması Marksizm dışı teorilerden etkilenildiğinin tipik bir göstergesidir. Üstelik “yeni toplumsal hareketler” olarak nitelendirilen bu hareketlerin kısa sürede sönümlenmesi ve beklentilerin boşa çıkması da bu tezleri savunanları görüşlerini gözden geçirmeye sevk etmemiştir.
men sınıfsalkimlik-
bağlı ola-
rak,
tıpkı üretim araçlarının yenilendiği-değiştiği gibi bir değişim geçirmektedir. Fakat öte yandan işçi sınıfının kapitalist toplum içindeki temel konumu, yani toplumsal işbölümünde, kapitalist üretim ilişkileri içinde tuttuğu yer değişmemektedir. Zaten işçi sınıfının bizi asıl ilgilendiren yönü, taşıdığı devrimci potansiyel, sınıfın tarihsel anlamdaki devrimci misyonu buradan kaynaklanmaktadır. Ancak burjuva ideolojisi, sınıfları üretim ilişkileri temelinde tanımlamaktan kaçınan argümanlar ürettiği gibi, işçi sınıfının yapısının kavranması noktasında da dikkatleri asıl özelliklerden uzaklaştıracak ve teknik yapı değişikliğine çekecek görüşler üretmektedir.” (Büyüyen İşçi Sınıfı, Tarih Bilinci Yay., 2. bsk, s.40-41) Bu tip ideolojik manipülasyonlarla, sınıfsal kimliklerin parçalandığını ve eski sınıf tanımlarının geçerli olmadığını savunan söz konusu görüşler, buradan hareketle emek-sermaye çelişkisinin yarattığı sınıf mücadelesinin yerini artık farklı çelişkiler üzerinden yükselen farklı türden mücadelelerin aldığını iddia etmektedirler. Bu tür mücadelelere katılanları, yurttaş kimliği, tüketici kimliği, cinsel kimlik, dinsel kimlik, etnik kimlik, çevreci kimlik gibi neredeyse sonsuz sayıdaki “kimlik” üzerinden kategorize edip ayrıştıran burjuva akademisyenler, sonra dönüp bunu sınıf kimliğinin yok olduğunun kanıtı olarak ileri sürmektedirler. Bu bağlamda, “beyaz yakalı” işçilere yönelik manipülatif girişimlerin, göçmen isyanlarının, gecekondu direnişlerinin, topraksız köylü hareketlerinin öznesi olan emekçilere yönelmesi de şaşırtıcı değildir. Bu kesimler de böylelikle gerçekte işçi sınıfının parçası olmalarına rağ-
38
lerinden soyutlanmak istenmektedirler. Bunun son derece bilinçli bir ideolojik manipülasyon olduğu ve amacın da, birleştirici bir kimlik olan sınıf kimliğinin yerine çeşitli yapay “kimlik”leri geçirerek, bu tip hareketler içinde biraraya gelen emekçilerin örgütlenip mücadeleyi anti-kapitalist düzeye sıçratma olanaklarını daraltmak olduğu aşikârdır. Nitekim tüm bu iddialar, sınıfa dayalı politikaların ve örgütlenme modellerinin zamanının geçtiği tezine dayanak yapılmaktadır. Bu tezleri savunanlara göre, artık ne ekonomik ne de siyasal mücadele alanında “eski” örgüt biçimlerine yer vardır! Sendikal örgütlülük alanındaki konjonktürel gerilemeyi üretim ilişkilerinin mevcut aşamada geldiği noktanın doğal ve geri döndürülemez sonucu olarak gören bu anlayış, sınıfın geleneksel ekonomik mücadele örgütleri olan sendikaları eski ve geleceği olmayan örgütlenme biçimleri olarak ıskartaya çıkarmaktadır. Politik program temelinde ve iktidar hedefiyle yürütülen örgütlü siyasal mücadele de, bir yandan burjuva iktidarlar karşısında aynı türden “hegemonya ve iktidar ilişkilerini yeniden üretmesi”, öte yandan da zamanın ruhuna uygun olmaması gerekçesiyle “arkaik” ilan edilmektedir. Bu teorilerin vardıkları nihai noktada ise “eski” ilan edilen şey bizzat sosyalizmdir. Bu tür tezleri ortaya atan akademisyenlere göre, artık esas olan şey kapitalizmin devrim yoluyla ortadan kaldırılması değil, bu mücadeleler sayesinde demokratik temellerde dönüştürülmesidir! Çeşitli toplum kesimleri maruz kaldıkları mağduriyetlere yönelik tepkilerini ortaya koymak üzere kendiliğinden biraraya gelecekler, örgütsüz bir şekilde tepkilerini dile ge-
sayı: 101 • Ağustos 2013
tirecekler ve hükümetler üzerine basınç bindirerek onları demokratik adımlar atmaya mecbur bırakacaklar, böylelikle de toplumu yavaş yavaş değiştireceklerdir! Yani son tahlilde bu teorilerle bildik reformizm yeniden ve yeniden üretilmektedir. İşte “Gezi” hareketine düzülen övgüler de ağırlıklı olarak bu “teorik” zemine dayandırılmaktadır. Kendiliğinden patlak veren, katılımcıların ağırlığını öğrencilerin, çeşitli küçük-burjuva kesimlerin ve “beyaz yakalı”ların oluşturduğu, sınıf kimliğinin öne çıkmadığı, sanayi işçilerinin içinde yer almadığı, partiler dışı kalmasına özen gösterilen, politik hedefi olmayan bir hareket; gevşek, “ağ tipi” bir yapılanma; polis müdahalelerine direniş haricinde karnavala dönüşen bir eylemlilik süreci… Bu tip hareketlerin küreselleşme karşıtı eylemlerden dünya sosyal forumlarına, on yılı aşkın bir süredir çeşitli vesilelerle pek çok örneği görülmüştür. Ne var ki, örgütsüzlük ve bununla doğrudan bağlantılı olarak politik hedef yoksunluğu nedeniyle dağınık kalan, dar bir alana sıkışan ve sorunun gerçek kaynağını yani kapitalizmi ortadan kaldırmaya yönelemeyen bu hareketler, kaçınılmaz olarak, amaçlarına ulaşamadan kısa sürede sönümlenmişlerdir. Sonuçta, bu tip hareketlerin tepki odağında olan “küreselleşme” (yani adıyla anılmayan emperyalist kapitalizm) milyarlarca insanı sefalet içinde bırakarak varlığını sürdürmekte, emperyalist savaş giderek yayılıp on binlerce insanın canını almakta, kemer sıkma politikaları tam gaz uygulanmaya devam edilmekte, çevre katliamları sürmektedir. Yani sınıf hareketine alternatif hareketler olarak üzerine ciltlerce kitap yazılan bu lafta yeni hareketlere rağmen, kapitalizm bildiğimiz kapitalizm olarak egemenliğini sürdürmeye devam etmektedir. Zaten egemen sınıfın, dolaşıma sürdüğü “yeni” sıfatlı kafa bulandırıcı teorilerle yapmak istediği şey de budur: Sınıfsal ayrımların üzerini çeşitli yapay ayrımlarla örtmeye çalışıp emekçileri bölerek, örgütlü bir güç olarak hareket etmelerini engellemek üzere kendiliğindenliği ve örgütsüzlüğü kutsayarak, onları “her türlü otoriteye karşı çıkış” adı altında kendi otoritesine boyun eğdirerek düzenin bekasını sağlamak!
“Eski” örgütlere karşı yeni modeller Kapitalizmin yarattığı çeşitli mağduriyetlere duydukları tepkiyle biraraya gelen emekçileri örgütsüz, dağınık yığınlar olarak tutmak üzere üretilen bu tip teorilere göre, sınıfın geleneksel ekonomik ve politik örgütleri (sendikalar ve sosyalist/komünist partiler) eskimiştir; yeni ve çağa uygun olan şey, liderliğe ve merkezi işleyişe dayanan “katı” örgüt formlarına karşı, yatay ve esnek örgütlenmeyi hayata geçiren “ağ tipi” yapılardır: “Dağınık ağ yapısı, hem hâkim ekonomik ve toplumsal üretim biçimlerine tekabül eden hem de hâkim iktidar yapısına karşı en güçlü silah olan, tamamen demokratik
marksist tutum
bir örgütlenme modeli sunar bize.” “Günümüzde, toplumsal sınıfların küresel bileşiminin dönüşümü, maddi olmayan emeğin hegemonyası ve ağ yapılarından kaynaklanan yeni karar alma biçimleri, bütün devrimci süreçlerin koşullarını köklü biçimde değiştiriyor. Örneğin, Paris Komünü’nden Ekim Devrimi’ne uzanan çeşitli olaylarda ortaya çıkan, geleneksel modern ayaklanma anlayışının seyri, kitlelerin ayaklanmasından siyasal öncünün yaratılmasına, iç savaştan devrimci bir hükümetin inşasına, karşı-iktidar örgütlenmelerinin oluşumundan devlet iktidarının ele geçirilmesine ve oy hakkının genişletilmesinden proletarya diktatörlüğünün kurulmasına doğruydu. Günümüzde devrimci faaliyetin bu tür bir sıra izlemesi hayal bile edilemez ve bunun yerine bugünkü ayaklanma deneyiminin çokluğun bağrında tekrar keşfedilmesi söz konusudur.” (Michael Hardt ve Antonio Negri, Çokluk) Örgütsüzlüğü yüceltip kutsayan burjuva akademisyenler, görüldüğü üzere, proletaryanın iktidarı kendi eline almak üzere giriştiği devrimci mücadeleleri, günümüze uymayan bir mücadele türü olarak mahkûm etmektedirler. Bunun yerine ise sınıflar üstüymüş gibi gösterdikleri kalabalıkların “ayaklanma deneyimlerini” koymaktadırlar. Oysa tekrar tekrar “keşfedilen” bu ayaklanma deneyimleri, şimdiye dek görülen tüm örneklerde aynı sonucu vermiştir: Yenilgi! Sebep de aynıdır: Devrimci örgütlülükten yoksunluk! Negri gibiler, politik özne rolünü atfettikleri bu kalabalıkları “çokluk” olarak adlandırıp, proletaryadan esirgedikleri devrimci rolü bunlara biçerken, kimileri de “çokluk” gibi kavramların yerine “halk” kavramına başvurarak aynı şeyi yapmaktadırlar. Onlara göre, bu tip hareketler içinde “çokluk” ya da “halk” kendi örgütlenme modellerini yaratacaktır. Bu tip görüşler sadece Avrupa’da değil Türkiye’de de fazlasıyla yaygındır ve Dev-Yol geleneğinden gelen ÖDP, Halkevleri gibi “hareket” tapınıcısı yapılar, bunların ilk ağızdan savunucularıdırlar. Söz konusu çevrelerin “Gezi” hareketine dair değerlendirmeleri bunun tipik bir örneğidir: “Direniş kendisine has bir eylem örgütlenme biçimini yaratmıştır. Özellikle gençliğin yeni iletişim teknolojilerini kullanarak geliştirdiği ağlar ve yine düzene karşı isyanlarını ifade ettikleri terminolojiler önemli bir deneyim yarattı. … Bu direniş asıl olarak, bürokratik örgütlenme modellerinin geçersizliğini ilan ederek, yatay örgütlenme ve esnek ilişkiler temelindeki taban inisiyatifine dayanan örgütlenme modelleriyle ancak bu yeni akımın kapsanabileceğini işaret etmektedir. Tek bir örgütsel biçim altında ve bir çatı altında toplanamayacak, farklı model ve örgütlenme biçimleriyle bunları ortak bir politik zemin etrafında birleştirecek bir örgütsel yapının inşası ilk elden çıkarılabilecek sonuçlardan birisidir.” (ÖDP’den Direniş Üzerine Değerlendirme, odp.org.tr) “…ayaklanma bitmedi, hala devam eden bu sürecin
39
marksist tutum
içerisindeyiz. … Hareket, işletecek bir programı olan örgütlü bir hareket değil, bir tepki hareketi. … Bir tepki hareketi olmasına karşın kendi örgütsel biçimlerini arıyor/buluyor. … Ama asıl yeni örgütsel biçimlerin denendiği yerler, kendisi de bir örgütsel biçim olan mahalle forumları. Buralar çok zengin deneyimleme ve yeniden öğrenme okulları. Dolayısıyla «ne olacak şimdi» sorusunun yanıtı zaten yaşanmakta olan süreç. Anlık tepki vermeye devam edilecek, düzenli eylem biçimleri oluşturulacak, eskiyenin yerine yeni biçimler denenip bulunacak, bolca örgütlenme modelleri çıkarılıp kendisini koruyabilenler devam ettirilecek… Bu dönemi karşılayacak bir ideal örgüt formunun olmadığı bir gerçek. Hele hele klasik örgüt formlarının bu dönemlerde geriletici bir etkiye sahip oldukları bile söylenebilir. Tek bir örgüt çatısı altında basitçe örgüt propagandası yapmaya, örgütün etkinliğini arttırmaya ve örgüte yeni katılımlar sağlamaya dönük faaliyetler bir işe yaramamaktadır. Bir önceki dönemin «fizik kuralları» böylesi bir dönemde geçerli değildir. Buradan “örgütlü olmak” değersizdir sonucu çıkarılmamalı. Tam tersine çok daha sıkı bir örgütlülükle ancak, çok fonksiyonlu örgütsel biçimler, esnek modeller ve zengin faaliyetler yaratılabilir. Halkevleri, Öğrenci Kolektifleri gibi modeller bu dönemin en ideali olmasa bile ona yakın örnekleri olarak ortaya çıkmakta. «Hak meclisleri»nin örgütlenmesi girişimlerinde görüldüğü gibi, en basit anlatımla, bu yapıların tek bir işleri ve çağırdıkları tek bir çatı altı yoktur. (Ayrıca parlamentoya girme hedefi koyup insanlardan oy da istemiyorlar.) Bu konuda zengin araçlara ve zengin iş kalemlerine sahipler. 7 yıl önce başlatılmış «okumuş insan halkın yanındadır» projesi bile ne kadar uygun bir model olduğunu kanıtlamıştır. Ayrıca film festivalleri (işçi ve gençlik), kadınların ayrı örgütlenme ve etkinlikleri, «halkın mühendislerinin» projeleri, hatta çocuk korosu bile zengin bir faaliyet ve ayrı örgütlenme modelleri oluşturabilmektedir.” (Aktüel Gündem, 4 Temmuz 2013, sendika.org) İşte size 40 yıllık Dev-Yol geleneğinin tipik bir temsilcisi olduğu “yeni” örgütlenme modelleri! İşçi sınıfına dair tek bir kelam etmeyen ve devrimi bu tip modellerle örgütleyeceğini iddia eden bu küçük-burjuva anlayışın
40
Ağustos 2013 • sayı: 101
Marksizmle uzaktan yakından ilişkisinin olmadığı açıktır ve ne yazık ki bu model “devrimcilik” 2000’li yılların başından bu yana fazlasıyla revaçtadır. Kapitalizmin başat çelişkisi olan emeksermaye çelişkisinden ziyade, gerçekte yine bu temel çelişkiye bağlı birtakım tâli çelişkileri öne çıkaran, sınıfların yerine “halk” denen muğlaklığı geçiren küçük-burjuva sollar için, esas olan, işçi sınıfını değil “halk muhalefetini” örgütlemek, “halkın özörgütlerini” inşa etmek, “halkın iktidarlaşmasını” sağlamaktır. Öte yandan, belirli bir toplumsal kesimin (köylü, öğrenci, kadın, eşcinsel, etnik ya da dinsel bir grup gibi) sorunları ya da kısmi talepler üzerinden şekillenen hareketlerin bütün emekçi kesimleri kucaklaması ve seferber edebilmesi mümkün değildir. Oysa proletaryanın devrimci mücadelesi, sadece kesimsel ve kısmi talepler uğruna verilen bir mücadele olmayıp tüm toplumsal ve demokratik sorunları mesele edinen ve kapitalizme karşı yürüttüğü savaşımla bunlara köklü bir çözüm sunan bir mücadele olması sebebiyle, diğer emekçi kesimleri de kendi ekseni etrafında seferber etme yeteneğine sahiptir. Marx, proletaryayı, acıları evrensel olduğu için evrensel bir nitelik taşıyan, kendisine yapılan haksızlık özel olmayıp genel bir haksızlık olduğu için yalnız kendisinin kurtuluşunu değil tüm toplumun kurtuluşunu amaçlayan, siyasal düzenin kimi sonuçlarına değil bütün sonuçlarına karşı olan ve kendisini bütün alanlardan kurtarmadıkça kurtulmasına olanak bulunmayan, kısacası insanlığın toptan yitirilmesi demek olan ve ancak insanlığın toptan kurtulması hâlinde kendisini kurtarabilecek olan bir sınıf olarak betimlerken, burjuvazi ile karşı karşıya bulunan bütün sınıflar arasında sadece onun gerçekten devrimci bir sınıf olduğu gerçeğini dile getirmiştir. Kapitalizmi yıkma potansiyeline sahip tek sınıfın proletarya olması, onun kapitalist üretim ilişkileri içindeki konumundan kaynaklanmaktadır. Ne var ki, “Marksizm, bu potansiyelin kendiliğinden gerçek güce dönüşmeyeceğini de kapsamlı bir biçimde açıklamıştır. … ne kapitalizm tarih sahnesinden kendiliğinden çekip gidecektir, ne de işçi sınıfının potansiyel devrimci gücü kendiliğinden bir biçimde kapitalist düzene noktayı koyacaktır. Devrimci sınıf, ancak dünyayı değiştirme doğrultusunda siyasal bilinçle donanıp örgütlendiğinde, tarihsel misyonunu yerine getirebilir”. (Elif Çağlı, age, s.34) Enternasyonalist komünistler, sınıfın devrimci örgütlülüğünü Bolşevik temellerde ve enternasyonal ölçekte inşa etme uğraşını, tüm ters akıntılara karşın, bıkmadan usanmadan sürdürmeye devam edecekler. n
K
anlı savaşların ardından bu savaşların bir daha yaşanmayacağına dair yeminler edilir. Ya da kanlı faşist darbelerin ardından, insanlığın tarihin sayfalarına karanlık bir leke olarak düşen bu günleri bir daha yaşamayacağı söylenir. Ancak “bir daha yaşanmayacak” denilen olaylar tarihin farklı zamanlarında ve sahnesinde tekrar tekrar ortaya çıkar. Tüm “bir daha olmaz” sözleri gerçekte yalandan ibaret. Ezenler ve ezilenler olduğu sürece, tarih daima ezenler tarafından tekrar ve tekrar yaşatılan katliamlarla, savaşlarla, kapanmaz yaralarla dolu olacaktır. İnsanların yüreğinde derin yaralar açan günler kahredici bir biçimde yaşandı ve yaşanmaya da devam ediyor. Bundan tam 68 yıl önce, en sıcak Ağustos günlerinde, acısı hâlâ yüreklerde diri duran bir katliam yaşandı. Gri bir toz bulutu Hiroşima semalarını kapladı. Atom bombasının sebep olduğu o bulutun altında, ölen on binlerce insan ve yerle bir olan bir kent vardı. Üç gün sonra bu kez Nagazaki atom bombasının hedefi oldu. O günleri yaşayanlar hâlâ derin bir korku içinde. Kâbus gibi tekrar tekrar hatırlanan ve insanlığın hücrelerine kadar işleyen derin bir korku!
1945 Hiroşima ve Nagazaki
68. Yılında Hiroşima ve Nagazaki Dicle Yeşil
İkinci emperyalist paylaşım savaşının son günlerinde Amerika Hiroşima’ya atom bombası attı. Her türlü ayrıntıyı hesaplayan ABD, Japonların dışarıya çıktığı en yoğun olduğu saati tespit etmişti. Uçaktan atılan nükleer bomba 43 saniye boyunca havadan aşağıya düştükten sonra sayaç ve barometrik okuyucular ateşleme mekanizmasını tetikledi. Böylece 6 Ağustos 1945’te, saat tam 8:15’te Hiroşima’daki tüm saatler durdu. Hiroşima’yı ölüm bulutu sarmış
41
marksist tutum 6 Ağustos 1945’te, saat tam 8:15’te Hiroşima’daki tüm saatler durdu. Hiroşima’yı ölüm bulutu sarmış ve altına aldığı her canlıyı bir anda yok etmiş, eritmişti. Atom bombasının etkisiyle on binlerce insan o saniyede yaşamlarını kaybetmişti. Ama bu kadarı ABD’ye yeterli gelmedi. 6 Ağustostan sadece üç gün sonra Nagazaki’ye de bir bomba atıldı. 40 bin insan o anda hayatını kaybetti. Patlamanın ardından yıllar sonra bile nükleer felâket yüzünden radyasyona bağlı hastalıklar ve yaralanmalar nedeniyle binlerce insan daha yaşamını yitirdi. Bu, ABD’nin iddia ettiği gibi “savaşı bitirmek” için değil adeta Japon halkının kökünü kurutmak için yapılan bir katliamdı. Onlarca yıl sonra bile Hiroşima ve Nagazaki’de doğan her çocuk bu bombanın bıraktığı izleri taşıyor.
ve altına aldığı her canlıyı bir anda yok etmiş, eritmişti. Atom bombasının etkisiyle on binlerce insan o saniyede yaşamlarını kaybetmişti. Olayın tanıkları yaşadıkları felâketi şöyle anlatıyorlar: “Pencereden beyaz bir ışık gördüm. Ani bir ışık, magnezyum gibi beyaz bir ışık.” Işığın ardından gelen ateş topu 300 metre genişliğindeydi. “Sırtınızı dönseniz bile şok içinize, beyninize işliyordu. Ve o an cildimdeki her noktanın ısınmaya başladığını hissetmiştim. Sıcak. Kavurucu bir sıcaktı.” Ateş topunun merkezindeki sıcaklık 4 bin santigrat dereceydi. Isı, ışık ve ardından gelen patlama sırasında insanlar bir anda havaya uçup aynı hızla yere çarptılar. Alevler her şeyi, değil insanların kemiklerini, gölgelerini dahi eritti. On binlerce insan o saniye ya buhar oldu ya da kömüre döndü. “Yangın söndüğünde, size dünyanın sona erdiğini düşündürten, tamamen değişmiş, geniş, renksiz bir dünya vardı. Küllerin ortasında felâketin kalıntıları ve kökleri topraktan sökülmüş ağaçlar duruyordu. Bütün şehir yok olmuştu.” Bir hafta boyunca şehre asit yağdı. Bu katliamın ardından Hiroşima’nın ilk beş yıl içerisindeki bilançosu 200 bin ölüydü. On binlerce insan sakat kaldı. Ama bu kadarı ABD’ye yeterli gelmedi. 6 Ağustostan sadece üç gün sonra Nagazaki’ye de bir bomba atıldı. 40 bin insan o anda hayatını kaybetti. Patlamanın ardından
42
Ağustos 2013 • sayı: 101
yıllar sonra bile nükleer felâket yüzünden radyasyona bağlı hastalıklar ve yaralanmalar nedeniyle binlerce insan daha yaşamını yitirdi. Bu, ABD’nin iddia ettiği gibi “savaşı bitirmek” için değil adeta Japon halkının kökünü kurutmak için yapılan bir katliamdı. Onlarca yıl sonra bile Hiroşima ve Nagazaki’de doğan her çocuk bu bombanın bıraktığı izleri taşıyor. Ama bu felâketten ders çıkartılmadı ve nükleer silahlanma yarışı hız kazanarak sürdü. Bugün üretilen nükleer bombalar, Hiroşima’ya atılan bombaların verdiği zarardan binlerce kat daha fazla tahrip gücüne sahip. Emperyalistlerin ellerinde bugün dünyayı onlarca kez yok edebilecek yıkıcı bir güç bulunuyor. Kapitalizmin kâr hırsı dünyayı felâkete sürüklemekten geri durmayacağını gösteriyor.
Silahlanma yarışı son sürat devam ediyor Hiroşima’dan sonra dünyada nükleer silahlanma rekor düzeye ulaştı. 1986 yılına gelindiğinde nükleer silah sayısı 65 bine yükselmişti ve bu da yaklaşık 1,5 milyon Hiroşima tipi atom bombası miktarına eşitti. İlerleyen yıllarda emperyalist ikiyüzlüler “silahsızlanma” masalını okumaya başladılar. Hemen her “silahsızlanma” kararının ardından da silahlanmaya daha fazla hız verildi. Çünkü ölümcül silahlara sahip olmak demek daha büyük bir emperyalist güç olmak demektir. Emperyalistler silahı kendi kârları için bir garanti olarak görür, tahrip gücü ne olursa olsun ona sahip olmak isterler. Bu yüzden de emperyalist devletlerin silahlanma harcamaları her geçen gün daha da artmaktadır. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) bu yılın başında yayınladığı bir raporda, 2012 yılında askeri harcamalara ayrılan paranın dünya
sayı: 101 • Ağustos 2013
çapında 1 trilyon 756 milyar dolara ulaştığının tahmin edildiği belirtiliyor. 2003-2012 yılları arasında askeri harcamalar %17 oranında artış gösterdi. Dünya silah ticaretinin %75’i ABD, Rusya, Almanya, Fransa ve Çin’in elinde bulunuyor. Savaş aygıtlarını güçlendirmek için harcanan para dudak uçuklatıyor. Örneğin 2016 yılında ABD’nin savaş filosuna katılacak dünyanın en ölümcül uçak gemisi 14 milyar dolara mal olacak. Amerika’daki yoksul ve evsiz insanların sayısının her geçen gün artmasına rağmen, silahlanmaya milyarlarca dolar ayrılıyor. 2013 yılının başında ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa, Pakistan, Hindistan ve İsrail’in aralarında bulunduğu 8 ülkede 4 bin 400 kullanıma hazır nükleer silah var. Bunların 2 bini yüksek alarm düzeyinde ateşlemeye hazır tutuluyor. Aktif ve aktif olmayan biçimde depolanmış, söküm için duran el değmemiş nükleer başlıkları da hesaba katıldığında, bu 8 ülkenin elindeki nükleer silah sayısı 17 bini aşıyor. Nükleer silahlara sahip devletlerin cephanelikleri ve bu silahların kapasiteleri hakkında doğru bilgiye ulaşmak oldukça zor. Bu yıl içerisinde Çin, Pakistan ve Hindistan nükleer silah stoklarını ve füze kapasitelerini arttırırken, İngiltere, Fransa, ABD ve Rusya ise ellerindeki nükleer silahları modernize etme yoluna gittiler. Aslında silahsızlanma dedikleri şey, miadı dolanların yerine yenilerini üretme, eski model olanları da yenilemeden ibarettir.
Seyreltilmiş uranyum ölüm saçıyor Her ne kadar kapitalist devletler, “nükleer silahsızlanma” anlaşmaları yoluyla nükleer silah kullanımına son vermeyi hedefledikleri izlenimini verseler de, hem nükleer silahların çoğu yerli yerinde durmakta hem de bunlara “seyreltilmiş uranyum”lular gibi yenileri eklenmektedir. Balkanlar’da, Irak’ta ve Afganistan’da yürütülen emperyalist savaşlarda kullanılan ve on binlerce insanı katleden seyreltilmiş uranyumlu füzelerin ve bombaların haddi hesabı yoktur. 1991 yılında ABD’nin Çöl Fırtınası adını verdiği Birinci Körfez Savaşının sonucunda 35 bin insan öldü ve 75 bin insan yaralandı. Pentagon’un Seyreltilmiş Uranyum Projesi’nin eski başkanı Dr. Doug Rocke’nin yaptığı açıklamalar, 1991 yılından ABD’nin Irak’tan çekilmeye başladığı bugüne kadar (ki hâlâ tamamıyla terk edilmiş değil) Irak’ta kullanılan nükleer silahların yaptığı etkileri şöyle anlatıyor: “Pentagon, savaşta kesin etkili silahları kullanmaya karar verdi. Öncelikle bir Abrams tankının ateşlediği her bir uranyum ünitesinin, 4,5 kilo katı uranyum içerdiğini bilmek gerekir. Buna Plütonyum, Neptünyum ve Amerikyum da katılmıştır. Mermi düştüğünde uranyumun yaklaşık yarısı ince bir toz haline gelip yayılır. 4500 gramın 2200 ya da 2300 gramı toz olarak yayıldığında çevredeki insanlar tarafından solunur ve vücuda girer. O
marksist tutum
zaman hem metal zehirlenmesi, hem de vücuttaki radyolojik etkiler yüzünden her türlü ciddi sorun ortaya çıkar. En belirgin olanı sanki ağır bir bronşit geçiriyormuşsunuz gibi zor nefes almaktır. Solunum sisteminiz uranyumdan etkilenir, rahat soluk alamazsınız ve solunum sisteminizde her türlü ciddi zarar oluştuğunu fark edersiniz. Kendimde ve herkeste hemen fark edilen bir başka ciddi etki de feci döküntülerdir. Bir litre ağır toksik metal yemişsiniz gibi döküntü olur.” Irak şu an toksik bir çöplük durumunda. Uranyum, solunum sistemiyle birlikte göz ve sinir sistemiyle ilgili bozukluklar ve kansere de neden oluyor. 1991 yılında Körfez Savaşına katılmış Amerikan askerlerinin bile her ay 140’ı kanser nedeniyle ölüyor. ABD Savunma Bakanlığı ve BM yalnızca 2003 Mart ve Nisan aylarında 1100 ilâ 2200 ton arasında seyreltilmiş uranyum içeren silah kullanıldığını açıkladı. Irak’ta kullanılan uranyumun yarattığı radyoaktif atığın temizlenmemesi nedeniyle hem Irak halkının hem de nesiller boyunca doğacak çocukların DNA’ları bozuluyor. Irak’ta doğan çocukların çoğunluğu kan kanseri hastası ya da sakat olarak dünyaya geliyor. Benzer şekilde Irak topraklarının üzerinde yetişen her şey çürüyor. Toprağın temizlenebilmesi için milyonlarca yıl gerekiyor. 1990’ların başında Yugoslavya bölündü, ardından 1995’te Bosna’da Serebrenitza katliamı gerçekleştirildi. 8 bini aşkın Boşnak vahşi bir şekilde katledildi. Üç yıl süren savaş içerisinde 300 bin insan daha hayatını kaybetti. NATO ve BM sözümona “savaşı durdurmak” ve “katliamı önlemek” amacıyla savaşa müdahil oldu. NATO, Boşnakları korumak yerine, zulümden kaçanları Sırp kasabının eline teslim etmişti. Bosna’da bu savaş sırasında 10 bin adet seyreltilmiş uranyum mermisi kullanıldı. 19981999 yıllarında ise bağımsızlığını isteyen Kosovalılara karşı Sırpların saldırısı başlamış, Mart 1999’da NATO hava harekâtına girişmişti. NATO bu harekât sırasında 30 bin seyreltilmiş uranyum mermisi kullandı. Kullanılan silahlar arasında zırhlı askeri araçlara yönelik bombalar da yer aldı. Afganistan, Somali ve birçok bölgede yaşananlar, savaşların çok daha yıkıcı şekilde sürdürüldüğünü gösteriyor. Emperyalist devletler son model savaş aygıtlarını üretirlerken, Nazım Hikmet’in şu satırları geliyor insanın aklına: “62 yılında 2 avcı uçağını sofraya koysak çevirsek ete, ekmeğe, şaraba, salataya 40 milyon insan doyasıya yer içer 40 milyon kediye de artar ekmekten etten.” 1962 yılında 2 savaş uçağıyla 40 milyon insan doyuyor idiyse, bugün çok daha fazla insan doyar ete, ekmeğe. Ancak emperyalistler, modern savaş aygıtlarıyla işçi sınıfına daha fazla savaş, daha fazla kan banyoları hazırlıyorlar. İşçi sınıfı, kapitalizmi savaşlarıyla birlikte yok etmeden bu kara bulutlar üzerimizden dağılmayacak, bu felâketler son bulmayacak. n
43
Okurlarımızdan
Su Gibi Aziz Ol!
B
azen bir bardak soğuk su mutlu eder insanı, su gibi aziz ol deriz, yani güzel, berrak ve cömert ol. Bazen mavi bir denizi izlemek, bazense bir şelalenin ya da akarsuyun sesini dinlemek insanı farklı dünyalara götürür ya da kendine getirir. Yüzde 71’i suyla kaplı olan yeryüzünde milyonlarca canlı türü suyla hayat bulur. Adına türküler söylenir ve şiirlerimizi süsler, yârin gözleriyle özdeşleştirilir. Milyarlarca yıldır berrak olan su ne yazık ki kapitalizm denen illetle tanışmasıyla birlikte ne azizliği kaldı ne de eski cömertliği. Her şeyin sermaye olarak görüldüğü, sermaye değeri olmayan her şeyin ise yok sayıldığı bir sistemde, bir taraftan su alabildiğine kirletilirken bir taraftan da paralı hale getirildi. İnsanlığın ortak değeri olan su kapitalist işletmelerin tekeline alındı. Bir taraftan suyun nükleer tesislerde kullanılmaya başlaması ve nükleer atıkların okyanuslara sızması, bir taraftan dev maden işletmelerinin çıkarılan madenleri işlerken kullanılan suya uranyum bulaştırması, fabrikalarda kullanılan suların yıllarca hiçbir arıtma sistemi olmadan denizlere boşaltılması, Meriç nehri örneğinde olduğu gibi nehirlerimize boya ve asitlerin pompalanması, Dulkadir Köyü örneğinde olduğu gibi atık uranyum göletinden sızan uranyumun tatlı sulara karışması, ya da Çernobil faciası ve en son Japonya’da okyanusun yanıbaşında yaşanan nükleer felâket, insanlığı bekleyen geleceği gözler önüne sermektedir. Bütün bu nedenlerle doğa katledildiği gibi kanser vakaları da inanılmaz bir hızla artmaktadır. Siyanürle altın arayan şirketler Balıkesir Kaz Dağlarına gözünü dikmiş durumda. Denizlerdeki kirliliğin ulaştığı düzey nedeniyle Marmara Denizi can çekişmektedir. Yaz gelmesiyle birlikte suya olan ihtiyaç daha da artmış ve temiz su işçilere bir o kadar da uzaklaşmıştır. Temiz suyun etrafını çitlerle çeviren ve ihaleye çıkaran burjuvazi paran varsa denize girebilirsin demektedir. Acaba kimin denizini kime satıyorlar? Haliyle insanlar daha ucuza getirebilmek için hastalık üreten denizlere girmektedir. Biz emekçiler mirop yuvası olan denizlerde serinlemeye çalışırken bize akıl hocalığı yapanların ayağının altındadır en mavi ve en temiz denizler. Bugün milyonlarca insan tatlı suya ulaşamamaktadır. Her tarafı deniz ve okyanuslarla kaplı bir dünyada bu toplumun ortak malını burjuvazi gasp etmiştir. Kapitalist sistem insanlığı büyük bir felaâkete sürüklemektedir. Her yaz gelmesiyle birlikte su kıtlığı ve su savaşları söylentileriyle insanlar suya yapılan zamlara hazırlanırken, diğer taraftan da esas suçlu bizmişiz gibi gösterilmektedir. Musluktan düşen damlalar, tıraş anında akan su, kapıda halı yıkanması gibi şeyleri kafamıza kakarak biz emekçileri suçlamaktalar. Oysa bizi suçla-
44
yan aşağılıkların büyük bir çoğunluğunun pırıl pırıl su dolu havuzlu evleri vardır. Bu iş burjuvazinin insafına kaldığı ve bu gidişata dur denilmediği sürece gerçekten de su savaşları ve su kıtlıkları kaçınılmaz hale gelecektir. Bu kıtlığın ve savaşların kaynağı ise kapitalist sömürü sisteminde yatmaktadır. Kapitalizme dur diyecek olan ise işçi sınıfının örgütlü mücadelesi olacaktır. Kıraç’tan bir metal işçisi
Böyle Gelmiş Diye Böyle Gitmez!
D
ünyanın her yerinde kapitalizm işçi sınıfını ezmeye, sömürmeye devam ediyor. İşçi sınıfı da dünyanın her yerinde kapitalistlerin sermayesine sermaye katıyor. Böyle bir sistemde işçi olmak köle olmaya eşdeğerdir. Egemenlerin bu dünyada her şeye hakları vardır. İşçi sınıfınınsa hiçbir şeye hakkı yoktur. Çünkü demokrasi, hak, adalet, özgürlük zengin beylere ve hanımefendilere layık görülür. Onlar bu hakları kendi tekellerinde tutarlar. İşçi sınıfı bu hak ve özgürlüklere ulaşamaz. Öylesine acımasız bir sistemde yaşıyoruz ki akıllara zarar. Akıllara zarar olduğu için de birçok insan deliriyor ya da delirme durumuna geliyor. Toplumda her beş kişiden üçü psikolojik olarak hasta. Adalet adalet diyorlar, ama ne zaman işçi sınıfı bu adalete uzanmaya çalışsa kafasına sopayı yiyor. Aç kalma, yoksul kalma, ölme özgürlüğün var. Ama hakkını arama özgürlüğün yok, aradığın an devletin polisi tepende bitiyor. Egemenler saltanatlarını işçi sınıfı üzerinden sürdürüyorlar. İktidarlarını bu şekilde korumaya çalışıyorlar. İşçi sınıfının örgütlenmesinden çok korkuyorlar. Korktukları için de işçi sınıfını kendilerine muhtaç etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. İşçi sınıfı kendi ürettiği güzellikleri maalesef yaşayamıyor. O güzelliklerin sefasını bir avuç sömürücü azınlık sürüyor. Şimdi baktığımızda, üretilene el koymanın neresinde adalet var? Bu resmen hırsızlıktır! Fakat şöyle de bir gerçeklik var, dünya dönüyor, yerinde sabit durmuyor. Bu sistem de hep böyle devam etmeyecek. Bilinçlenen ve örgütlenen işçi sınıfı kapitalizmi bir daha hortlamayacak şekilde yok edecektir. Tarihin sayfalarına da yazacaktır: Ey sömürücü egemenler bu dünya böyle gelmemiş böyle de gitmez, her saltanatın bir sonu vardır! Esenyurt’tan bir tekstil işçisi
Okurlarımızdan
“Siz Hastanede Beklemeyin, Hastane Sizi Beklesin!” T V’lerde dönen bir reklâm var, belki karşılaşmışsınızdır: “Siz hastanede beklemeyin, hastane sizi beklesin!” Reklâmda aynen böyle deniyor! Sağlık Bakanlığı’nın 182 randevu sistemini geliştirmek için hazırlanan bir kamu spotu bu. Gerçekten öyle mi diye sormaya hiç gerek yok; çünkü birçoğunuz bir şekilde 182 Randevu Merkezini aramışsınızdır ve gerçeğin hiç de öyle olmadığını biliyorsunuzdur. Sağlık sisteminin dönüşümden geçtiği son 10 yılda birçok şey değişti. 2005’te SSK hastaneleri Sağlık Bakanlığına devredildi. SSK, BAĞ-KUR ve Emekli Sandığı kurumları SGK adıyla tek çatı altında birleştirildi. “Artık kuyruk çilesi bitecek, herkes istediği hastaneden tedavi hizmeti alabilecek” denilerek hastane kuyruklarında saatlerce bekleyen işçilerin desteği alınmış oldu. Özel hastaneler SGK’yla anlaşma yaptı, işçilerin özel hastanelere gidebilmesinin yolları açıldı. Bu olanakların sağlanmasında, işçilerin desteğini almaktan başka bir amacı yoktu AKP hükümetinin. Onun derdi herkesin sağlık hizmetlerine rahatça ulaşması, kaliteli ve parasız sağlık hizmeti alması ve toplumun genel olarak sağlıklı olması değildi. Bunu biz işçiler, sağlıkta katkı payı, özel hastanelerde alınan fark ve ilaçlardan alınan farklarla çok iyi anladık. Üstelik bu katkı payları giderek arttırıldı. Aile hekimliği uygulaması getirilerek sağlık ocakları kapatıldı. Bu uygulamayla koruyucu sağlık hizmetleri kaldırılmış oldu. Genel Sağlık Sigortası yasası getirildiğinde AKP hükümeti, “hiç kimseyi dışarıda bırakmayacak bir sağlık güvencesi getiriyoruz” diyordu ancak bu da koca bir yalan çıktı. Sağlık güvencesi olmayan işçiler, işsiz olan işçiler, hastaneye gittiklerinde kayıt bölümünde prim borçlarıyla karşılaştılar, muayene olamadan hastane kapısından geri döndüler. Performans sistemiyle hekimin hastasını muayene etme süresi 3 dakikaya düşürüldü. Hastasının yüzüne bakmaya bile fırsat bulamayan hekimin kaliteli sağlık hizmeti sunmasından bahsedilebilir mi? Kamu Hastane Birlikleri yasasıyla hastaneler holdinglere çevrildi. Hastalar müşteri, çalışanlar ücretli köleler haline geldi. Bu birliklerin kurulmasının amacı, hastanelerin hizmet karşılığı “müşterilerinden” (hastalar) aldığı paralarla kendi içinde kaynağını oluşturma ve birbirleriyle rekabet edecek konuma getirilmesiydi, öyle de oldu. İşte sağlık sisteminin adım adım paralı hale getirilerek, hastanelerin kâra dayalı birer şirkete dönüştürüldüğü bir ortamda hastalar da müşteri olarak görülüyor. Sağlık Bakanlığı, müşterilerini ticarethanesine çeken bir şirket gibi davranarak, yeni bir uygulama olan 182 Randevu Merkezinin reklâmını yapıyor. Reklâmlarını hayâsızca yalan söyleyerek, abartarak yapan kapitalistler gibi Sağlık Bakanlığı da gerçeği
çarpıtıyor. Evet, işçiler eskiye nazaran hastane koridorlarında sırada daha az bekliyorlar ama şimdi de onun yerine evlerinde sıra bekliyorlar! Hastalığından dolayı acı çeken bir hasta ya acil servisten giriş yaptırıp muayene olmak ya da o an acil görünmeyen ama mutlaka tedavi edilmesi gereken bir hastalığı varsa 182’yi arayıp randevu almak zorunda. Randevu alabilmek için kimi zaman haftalarca, kimi zaman da aylarca beklemek gerekiyor. Bu sürede hastalar hastalığına yenik düşüp ölmezlerse eğer, doktor yüzü görebiliyor. Muayeneden sonra ise bu kez de tedavi için hayli zorlu yolları katetmesi gerekiyor. Devlet hastanelerinin sayısı nüfus artışını da göz önünde bulundurduğumuzda anlamlı bir artış göstermiş değil. Haliyle hastanelerin kapasiteleri bu nüfusu kaldıramıyor. Hastaneler tıka basa dolu durumda. Sağlık çalışanları, az olan sayılarıyla hızlı bir tempoyla köle gibi çalıştırılmalarına rağmen, sürekli bir sıkışmışlık hali mevcut. AKP hükümeti, Sağlıkta Dönüşüm uygulamasıyla övünedursun, “siz hastanede beklemeyin, hastane sizi beklesin” gibi yalanlarla gerçeğin üzerini örtmeye çalışıyor. Her işçi bu gerçeğin farkında ve bundan dolayı yeterince hoşnutsuz. İşçiler er ya da geç sorunlarını çözmek isteyecek, gücünü görecek, kendine güvenecektir. İşte o zaman işçi sınıfı sağlığına kavuşmuş olacaktır! Sefaköy’den bir sağlık işçisi
Hürriyete Koşacağız açız milyarlarca açız gururlu başı dik ve vakurluyuz hürriyete işe sevgiye dayanışmaya bayram havalarına haykırışların dansına şiire gazeteye kitaba açız açıldıkça penceremiz hürriyete koşacağız
U.H.
45
Okurlarımızdan Kapitalizmi Örgütlü İşçi Sınıfı Sepetleyecek! Ç in devleti 1 Temmuzda “Yaşlı Hakları Yasası” diye bir yasa çıkarttı. Çıkarılan bu yasayla, yetişkin evlatların yaşlı anne-babalarını ziyaret etmesi zorunlu hale getiriliyor. Ebeveynlerini ziyaret etmeyen çocuklara para ve hapis cezası uygulanacak. Yasada yetişkin evlatların anne-babalarının “duygusal ihtiyaçlarını düşünmesi gerektiği, onları asla ihmal etmemeleri ve hor görmemeleri gerektiği” yazıyor. Bugün Çin’de 185 milyon yaşlı insan yaşıyor. 2030 yılında bu sayının iki katına çıkacağı söyleniyor. Pekin’deki King&Capital Hukuk Bürosu’ndan Zhang Yan Feng isimli avukat, devletin böyle bir yasa çıkartmasını savunarak, açılacak davalarla topluma “eğitici bir mesaj” verileceğini iddia ediyor. Oysa Çin devletinin derdi toplumu insani ilişkiler için eğitmek olmadığı gibi, bu yasayı savunan avukatların derdi de bu konuda açılacak davalardan bolca para kazanmaktır. İkiyüzlü Çin devleti bir yandan çalışma saatlerini sürekli arttırıyor, iş temposunu hızlandırıyor, milyonlarca işçiyi aşırı mesailerle karın tokluğuna çalıştırıyor. Çinli egemenlerin televizyon ve gazeteleri ise her gün yaşlı insanların çocukları tarafından “ihmal edildiği” haberlerini veriyor. Çin dünyada iş cinayetlerinde ilk sırada yer alıyor. Artık yaşamaktan bıkan işçiler toplu intihar etme noktasına gelmiş. Emeklilik ve sosyal güvence hakkı kırpıldıkça kırpılmış. Hal böyleyken devlet, insanlara yaşlı ebeveynlerini ziyaret etmediler diye para ve hapis cezası vererek bu soruna sözde “çözüm” bulmuş oluyor. Yani gece gündüz demeden çalıştırıp delirttiği yetmezmiş gibi, bir de vakitlerini ve imkânlarını gasp ettiği bu işçilere, onları dünyaya getiren, emek vererek büyüten anne-babalarını ziyaret edemedikleri zaman hapis ve para cezası verecek. Çin’deki bu tablo gösteriyor ki insanlık gerçekten uçurumun kenarındadır. Geldiğimiz noktada yozlaşma, yabancılaşma, bencillik ve çürüme yalnız Çin’de değil dünyanın en ücra köşelerinde ve Türkiye’de de aynıdır. Türkiye’de devlet “insan ömrü uzadı” iddiasıyla emeklilik yaşını 65’e çıkardı. Emekli maaşları karın doyurmaya bile yetmediği için emekli olan işçiler çalışmak zorunda kalıyorlar. Üstüne üstlük hiçbir sosyal güvencesi olmayan milyonlarca yaşlı var. Burjuva devlet bu sorunu toplumsal fonlarla yani sosyal güvenlik sistemi aracılığıyla çözmek yerine, insaları kendi kaderleriyle başbaşa bırakıyor. Bir de utanmadan bunu bireysel emeklilik sisteminin reklâm aracı olarak kullanıyor. Bu tablo işçi sınıfının dünya ölçeğinde genel anlamda örgütsüz ve dağınık olduğunun kanıtıdır. İşçi sınıfı örgütlü olsaydı Çin’de iş saatleri ve çalışma
46
temposu işçileri çıldırtacak ve toplu intiharlara sürükleyecek noktaya gelmezdi. İşçilerin yaşlı ebeveynlerini görmelerini engellemezdi. İşçi sınıfının tek gücü var: Dünyanın neresinde olursa olsun, birlik, dayanışma içinde olmak. İşçi sınıfı birlikte mücadele ederek kapitalist sömürü sistemini dünya yüzünden sepetleyecektir. İşte o zaman insanlar ihtiyarlıklarını da bahtiyar bir şekilde yaşayacaklardır. İstanbul’dan bir Marksist Tutum okuru
Örgütlü Yaşa, Güzel Yaşa! “Hayatı biriktirmek istiyoruz; her şeyi saklamayı. Ama hayatın telaşı içinde bazen bir şeyi unutuyoruz: anıları saklamadan önce onları yaşamayı.” Yukarıda okuduğunuz bu sözleri bir araba reklâmında duydum ve bir işçi olarak yaşadığım hayatı, bana bıraktığı anıları ve kapitalist hayatın biz işçilere dayattığı yaşamı düşünmeye başladım. Yaşadığımız güzel şeyler vardır elbet ama yaşamak zorunda olduğumuz ve yaşadığımız acı şeyler de var, bunları göz ardı edemeyiz. Aklıma, aldığı açlık sınırının altındaki ücretle geçinme mücadelesi verirken, bir makinenin, bir masanın, bir tezgâhın başında tüketip bir günü veya geceyi, yorgun yüzlere karışan bir işçi geldi. Masraf olduğu düşünülerek alınmayan iş güvenliği önlemleri yüzünden iş kazalarına kurban olarak yüzlerce işçi kardeşimizin öldüğü, binlercesinin sakatlandığı ve yarın sıranın bizlere de gelebileceği aklıma geldi. Kapitalizmin biz işçilere dayatmış olduğu zorluklarla dolu hayatı yaşarken çoğumuzun “böyle gelmiş böyle gider” demesi aklıma geldi. Ama şunu unutmayalım, ne böyle geldi ne de böyle gidecek. Bizler işçiler olarak birleşip örgütlendiğimiz zaman üç kuruş maaşa uzun saatler boyu çalışmak zorunda kalmayacağız. Ne bir tezgâhın ne de bir masanın başında tüketeceğiz günümüzü veya gecemizi, ne de iş kazalarına kurban gideceğiz. Gerçekten de sevdiklerimizle birlikte güzel bir hayatı yaşayacağız ve anılarımız içimizde bir burukluk hissettirmeyecek bizlere. Çünkü güzel günler görebileceğiz, güneşli günler ve motorları maviliklere sürebileceğiz! ÖRGÜTLÜ YAŞA, GÜZEL YAŞA! Yenibosna’dan bir işçi
Okurlarımızdan
Tayyip Buyurdu: “Kredi Kartı Almayın!” H
er zamanki tepeden konuşma üslubunu sürdüren sermayenin başbakanı Tayyip Erdoğan, büyük bir şakşakçı gurubu içinde halka kredi kartı almayın diye seslendi. Bankaların insanları soyduğunu söyleyen Erdoğan, kredi kartı alanlara ise “aslında siz başınıza geleceği bilerek alıyorsunuz” demek istedi. Peki, zaten bu bankaların sahipleriyle içli dışlı olan sermeye temsilcisi Başbakan emekçileri çok düşündüğü için mi bunları söylüyor? Ayrıca kredi kartı kullanan emekçiler kredi kartı kullanmaya çok mu meraklılar? Bankaların açıklamasına göre bugün 2 milyon 600 bin kişi kredi kartı mağduru durumundadır. Bu mağduriyet yüzünden işçi aileleri parçalanmakta, aile içi şiddet artmakta ve bu durum kadın cinayetlerindeki artışı daha da körüklemektedir. Cinnet geçiren ve alkole, uyuşturucuya bağımlı hale gelen insan sayısı da azımsanmayacak ölçüde artmıştır. Özellikle banka kredisiyle ev alan emekçiler neredeyse onlarca seneliğine esir alınmakta ve borç faizi ödemekten takatsiz hale getirilmektedir. Tayyip Erdoğan kendi üzerindeki sorumluluğu vatandaşa havale etmek istemektedir. Bal gibi de biliyor ki, bu uyarılar hiç bir işe yaramayacaktır. Çünkü insanlar artık kredi kartı kullanmadan yaşayamaz hale
gelmiştir. Ben bir fabrikada çalışıyorum ve neredeyse tanıdığım birçok arkadaşım kredi kartı kullanarak hayatını idame ettiriyor. Ben istemediğim halde banka evime kredi kartı yollamıştı, ben de görmüş olduğum birçok acı deneyimden dolayı geri çevirmiştim. Başbakan gerçekten samimi olsa öncelikle insanları kredi kartı kullanmaya mahkûm etmezdi. Bugün sayıları on milyonlara ulaşan işçi, emekçi, kredi kartı kullanmaktadır. Çünkü işçilerin büyük bir kısmı asgari ücrete çalışmaktadır ve asgari ücrete yapılan yıllık zam komik miktardadır. Birçok işçinin temel şikâyeti, aldıkları maaşla ancak bir hafta idare edebildikleridir. Hatta kredi kartına olan borçlarını kapatabilmek için işçiler gece gündüz demeden fazla mesailere kalmak için ustabaşlarıyla kavga etmektedirler. Öyle ki, bir keresinde bir işçi arkadaşa bir ay fazla mesailere kalmama cezası verilmişti. Elbette Başbakan zerre kadar samimi değildir. Samimi olsaydı biz işçileri bu koşullara mahkûm edip bankacıların insafına terk etmezdi. İşçi ve emekçileri kurtaracak olan burjuvazinin boş vaatleri değil, insanlık onuruna yakışır bir yaşam için mücadele etmektir. Kıraç’tan bir metal işçisi
İşçi Sınıfı Gençliğine Sahip Çıkmalıdır G
eçen gün bir işçi arkadaşımın evine misafir olmuştum. Bu ailede eşlerden biri gece, biri gündüz vardiyasında çalışıyor. Vardiyayı da özellikle böyle ayarlamışlar, çocuklar yalnız kalmasın diye. Anne laf arasında konuşurken bir rahatsızlığını dile getirdi. Bu rahatsızlık çok haklı ve düşündürücüydü, çünkü aslında içinde yaşamaya çalıştığımız sistemin çürümüşlüğünü gösteriyordu: “Çalışmasam olmuyor, çalıştığım için de çocuklarıma zaman ayıramıyorum. Akşam işe giderken kızım arkamdan ağlıyor, bu beni çok etkiliyor ve işyerine gittiğim zaman bile sanki o hâlâ ağlıyormuş gibi geliyor bana, bir türlü alışamıyorum. Kaç defa servis beklerken duygulanıp ağladım.” Aynı anne devam ediyor, “çocuklar anne kokusuyla uyumayı çok severler, ama ben onları çoğu zaman bundan mahrum ediyorum, bunun için de oğlum eskisi gibi bana yakın durmuyor, bu durum da beni üzüyor.” Aslında bu annenin anlattığı şeyler birçok işçi kadının sorunlarını dile getirdiği gibi işçi çocuklarının geleceğine de ışık tutuyor. Ağır ve uzun iş saatleri yüzünden aileler çocuklarına gerekli zamanı ayıramıyor. Haliyle çocuk ailesiyle yeterince zaman geçiremediği için daha küçük yaşlarda kendisine farklı dünyalar yaratmaya başlıyor. Ergenlik yaşlarına ulaşmasıyla birlikte de her türlü tehlikeye açık hale geliyor. Zaten her türlü pisliği üreten bu sistem, gençliği kendi ağına çekmek içinde pusuda yatıyor.
İşte bu gençler bir yandan uyuşturucu tacirlerinin ağzını sulandırırken diğer yandan bireyciliğe ve umursamazlığa savruluyor. Burjuva sınıfın gençleri yararlı aktivitelere ve eğitimlere katılırken, işçi gençliği bu çelişkiler içinde demoralize oluyor. Yalnızlık ve umutsuzluk bu gençliği bireysel kurtuluş çabasına sevk ediyor ve haliyle ortaya savrulmuş bir gençlik çıkıveriyor. Zaten dikkatli bakacak olursak emekçi mahallelerinde tonla kolları jiletli ve uyuşturucu bağımlısı gence rastlamak mümkündür. Burjuvazi bir taraftan biz işçileri üç kuruş paraya uzun saatler çalıştırarak hayatımızı mahvederken, diğer taraftan da geleceğimiz olan gençlerimizin hayatını mahvetmektedir. Gençliğine sahip çıkmayan, ona bencillik yerine toplumsal dayanışmayı öğretmeyen, birliğin beraberliğin önemini, mücadele etmenin neden hayati bir önem taşıdığını göstermeyen işçi sınıfının kurtuluşa ermesi de mümkün değildir. İşçi gençlerin bu durumu karşısında onları suçlamak da çok yanlıştır. Eğer gençlik geleceğimiz ise işçi sınıfı gençliğine sahip çıkmalıdır. Bizler gençlerden şikayet etmek yerine onları mücadeleci işçiler olarak yetiştirmeliyiz. İşte o zaman tüm sorunlarımızın üzerinden gelebilmek için bir umut yaratmış oluruz. Aksi takdirde geleceğimiz de şimdiki halimizden pek farklı olmayacaktır. Kıraç’tan bir işçi
47
Okurlarımızdan
Koruma Memurları mı, Korunma Memurları mı?
A
KP hükümetinin otoriterleşen tavrı Marksist Tutum dergisi tarafından onlarca kez vurgulandı, vurgulanıyor. Neredeyse tüm muhalefet unsurlarına karşı yürüttüğü savaş, başkanlık sistemini hayata geçirmek istemesi, derinleşen küresel ekonomik kriz ve yürüyen emperyalist savaşın bir sonucu olarak giderek daha otoriter bir gömlek giyen AKP hükümetinin daha itaatkâr bir nesil hedeflediğini izlediği politikadan görüyoruz. Hükümetin son olarak aldığı kararlardan biri de, protestoların oldukça sık yaşandığı stadlardan ve üniversitelerden özel güvenlik birimlerinin kaldırılarak bunların yerine “koruma memuru” adı altında 10 bin polis memurunun yerleştirilmesidir. Tüm dünyada özellikle üniversite gençliği belirgin bir politikleşme sürecine girmiş bulunuyor. Peru’dan Arjantin’e, Şili’den Yunanistan’a, İspanya’dan Türkiye’ye üniversite gençliği yavaş yavaş ayağa kalkıyor. Üniversite gençliğinin devrimci kesimlerinin sınıf hareketinin yükselmesiyle ve doğru bir örgütlülüğün görülmesiyle işçi sınıfının saflarında yer alacağı aşikârdır. Gençliğin sınıf hareketine katacağı dinamizmden korkan tüm burjuva hükümetler gibi AKP hükümeti de üniversitelerde meydana gelecek eylemleri daha rahat bastırabilmek için, rektörlüğe bağlı özel güvenlikleri kaldırıp, doğrudan kendinden emir alan ve müdahale etme gücünü elinde tutan bu yeni gardiyanlarla hareket alanını genişletmek istiyor. Okullarda zaten ciddi bir polis şiddeti ve baskısı hâkim.
Özel güvenlikler amirleri tarafından öğrencilerin üzerlerine saldırtılıyor, yarım saatlik bir basın açıklaması kararına karşı yüzlerce çevik kuvvet polisi tomalar ve panzerlerle okul kapısının önüne yığılıyor. Gazla, copla, suyla polis şiddeti uygulanan öğrenciler, gözaltılarla sindirilmeye çalışılıyor, rektörlükler devrimci öğrencileri soruşturma terörüyle baskı altına almaya çalışıyor. Okullarda sivil olarak zaten yüzlerce polis görev yapıyor. Bu siviller devrimci öğrencileri ve solcu akademisyenleri takip edip fişliyor. Birkaç ay önce ODTÜ’de yaşanan şey de bunun bir örneğidir. 12 Nisan tarihinde Eğitim-Sen üyesi bir akademisyeni ve ODTÜ öğrencisi Yoldaş Aydın’ı yasal izni olmamasına rağmen takip eden bir sivil polis hakkında rektörlük tarafından tutanak tutulmuş, deşifre olmasının ardından öğrencilere fiziksel ve sözlü tacizde bulunan bu polis rektörlüğün resmi aracıyla karakola götürülürken silahlı bir grup tarafından aracın önü kesilmiş, araçtakiler tehdit edilerek sivil polis kaçırılmıştı. Tüm bu yaşananları göz önünde bulundurursak üniversitelere yerleştirilecek polislerin neyin korumalığını yapacağı açıktır. Düzenin korunma hamlelerinden biri olan bu politika, hükümeti veya sistemin kendisini tehdit edecek eylemliliklerin üniversitelerdeki ayağının önüne geçmek, onu daha rahat bastırabilmek için hükümetin hayata geçirmek istediği bir politikadır. İstanbul Üniversitesi’nden Marksist Tutum okuru bir öğrenci
Mezbahalık Koyun muyuz, İnsan mıyız?
Ç
alıştığım fabrikayı mezbahaya benzetiyorum. Hiçbir şey yok olmuyor, her şeyin geri dönüşümü var. Geri dönüşümü olamayan atıklar bile satılıp para olarak geri dönüyor. Fabrikada korkunç bir sömürü düzeni var, düşük ücretle uzun saatler boyu çok iş yapılıyor. Öyle bir tempoyla çalışıyoruz ki, akşam paydos edip servislere bindiğimizde sanki saatlerce maç yapmışız gibi soluk soluğa oluyoruz. Tepende koca bir robot var, durmak nedir bilmiyor. Robotun çıkardığı ürün birikmeyecek denildiği için robotla yarış içinde oluyoruz. Belirli bir saatten sonra işçiler birbirlerinin söylediğini anlayamayacak duruma geliyorlar. Yüksek tempo adata sarhoş gibi yapıyor insanı. Tabii bunun yanı sıra patronun ortalıkta gezip çıkan ürün adedini kontrol etmesi, işçileri fırçalaması da cabası. Geçenlerde işçi arkadaşlarla konuşuyorduk, adam 80 yaşına gelmiş ne kadar dinç duruyor diye. Bir işçi arkadaşım “bizde de para olsa biz de dinç olurduk, daha genç yaşta kamburumuz çıkmış, kaç tane hastalığımız var” dedi. Sonra başka bir işçi arkadaşsa gördüğü bir olayı anlattı. Geçen gün merdivenlerde bir işçi yorulmuş biraz soluklamak için dinlenirken patron çıkagelmiş. Niye duruyorsun burada demiş. İşçi de çok yoruldum hacı amca diye cevaplamış. “Hacı” patron işçiye kızarak “hadi hadi, yürü, ne yorulması, ben hiç yoruluyor muyum? Çık git bölümüne” demiş.
48
Masada çalışan bir işçi kadın arkadaş on yıldır burada çalışıyor. On yıl içinde meslek hastalığına yakalanmış. Toza karşı alerjisi var, suratı, kafasının derisi, vücudunun her yeri derin yaralarla dolu. İnsan kadına bakınca içi parçalanıyor. Doktor artık çalışmaman lazım demiş. İşyerinden imzalı kaşeli bir kâğıt getir, heyete gönderelim, seni iş göremezlikten emekli yapalım demiş. Kadın kaç aydır o kâğıdı muhasebeden almaya çalışıyor. Çok zor bir işmiş gibi kadını oyalıyorlar. Kadın işçiye sordum imzalı kâğıdı neden vermiyorlar sana diye, “ben de bilmiyorum ki, ben on yılımı verdim buraya, kapıdaki köpek kadar değerimiz yok. Geçen köpeğe yemek verilmedi diye iki işçi çıkardılar. Ben burada her gün acılar içinde iş yapıyorum kimse ilgilenmiyor” dedi. Biz işçiler patronlara karşı iyi niyetimizi bir kenara bırakalım artık. Simit satmakla, tarlada çapa yapmakla zengin oldukları yalanına kanmayalım. Tek bir gerçek var, o da patronların işçileri sömürerek zengin olduklarıdır. Vampir gibi işçilerin kanlarını emiyorlar. İşçiler olarak bu haksızlığa, acımasızlığa boyun eğdikçe ilerde emilecek kan da kalmayacak. Biz insanız, kendimize yapılan bu zulme dur demek için bir araya gelmemiz gerekiyor. Patronların yaptıklarını yanlarına kâr olarak bırakmayalım.
Kıraç’tan bir kadın işçi