Suriye’ye Emperyalist Müdahale ve Türkiye’nin Rojava Korkusu Suphi Koray
A
ğustos ayı Suriye’nin en kanlı, en acı günlerine sahne oldu. Önce Rojava’da yüzlerce Kürt, Lazkiye’de ise onlarca Alevi katledildi. Ardından ise Şam’ın doğusundaki Guta bölgesinde kimyasal silahlarla aralarında çok sayıda çocuğun da olduğu bini aşkın Suriyeli katledildi. 21 Ağustosta gerçekleştirilen katliamın görüntüleri yürek burktu. Esad yönetimi kimyasal silah kullandıkları iddiasını “dünyada hiçbir ülke, kendi halkına karşı en büyük yıkıma yol açacak silahı kullanmaz” şeklinde açıklama yaparak reddetti. Oysa gayet iyi biliyoruz ki hiçbir burjuva devlet gerektiğinde kendi halkına karşı bile büyük katliamlara girişmekten imtina etmez. Kapitalist dünyanın efendileri hiçbir tereddüt göstermeden binlerce hatta yüz binlerce insanının canına kastedebilirler. Emperyalizmin tarihi böyle katliamlarla doludur. Suriye devletinin sicili de bu bakımdan kirlidir. Baba Esad 1982 yılında Müslüman Kardeşler tarafından başlatılan ayaklanmayı bastırmak için Hama kentini harabeye çevirmişti. Kesin rakamlar bilinmemekle beraber, bu katliamda 30 bine yakın insanın öldüğü tahmin ediliyor. Devam eden iç savaş da Esad yönetiminin iktidarını korumak için hiçbir şeyden kaçınmayacağının örnekleriyle dolu. BM rakamlarına göre bu güne kadar ölenlerin sayısı 100 bini aştı, ülkeyi terk etmek zorunda kalanların sayısı ise 1,7 milyona ulaştı. Esad rejimi bazı bölgelerin kontrolünü kaybetmiş olsa da, son süreçte bunlardan bazılarını geri almayı başarmıştı. Çin, Rusya ve İran’ın desteği de bunlara eklenince, re-
jim moral üstünlüğünü koruyordu. Radikal İslamcıların gerçekleştirdiği cinayetlerin görüntüleri muhalif güçlere karşı uluslararası kamuoyunda ciddi bir antipati de oluşturuyordu. Üstelik tam da katliamın yapıldığı günlerde BM ekibi bizzat Esad yönetiminin izniyle, Suriye’de, katliam yerine birkaç kilometre uzaklıkta incelemelerde bulunuyordu. Bu koşullarda kimyasal silahların kullanılmasının Esad’a karşı uluslararası tepkiyi körükleyeceği, askeri müdahaleyi gündeme getireceği ve rejimi zor durumda bırakacağı ortadaydı. BM ekibi Guta’daki saldırı ile ilgili araştırmasını tamamlayarak ülkeden ayrıldı ve hazırlayacağı rapor önümüzdeki günlerde açıklanacak. Muhtemelen saldırıyı kimin gerçekleştirdiği hakkında bir sonuç çıkmayacak, sadece kimyasal saldırı olup olmadığı açıklanacak. Irak işgali öncesinde de ABD, Saddam’ın elinde kitle imha silahlarının olduğunu iddia etmişti ve tüm dünyaya bunu işgalin gerekçesi olarak sunmuştu. Oysa sonrasında bunun koca bir yalan olduğu ortaya çıktı. Şimdi aynı senaryo yeniden sahneye koyuluyor. BM incelemesinin sonuçları ne çıkarsa çıksın, milyonlarca Suriyelinin ölmesinin, yaralanmasının, sefalete ve acıya sürüklenmesinin, yurtlarından göç etmek zorunda kalmasının sorumlusu hem Esad rejimi, hem emperyalist güçlerin güdümündeki muhalifler, hem de emperyalistlerdir. 21 Ağustostan sonra Türkiye ve başını ABD’nin çektiği emperyalist güçler savaş tamtamlarını daha kuvvetli çalmaya başladılar. Esad karşıtı güçler daha yüksek sesle konuşmaya başladılar ve askeri müdahale planları tartışıl-
1
Eylül 2013 • sayı: 102
marksist tutum
maya başlandı. Müdahalenin yapılıp yapılmayacağı tartışma konusu olmaktan çıktı artık, ne zaman başlayacağı, ne kadar süreceği ve kapsamı tartışılıyor. Televizyonlarda strateji uzmanları boy gösteriyor, hangi ülkelerin askeri kuvvetlerinin nerede olduğu ve operasyonda nasıl kullanılacağı konusunda konuşmalar yapılıyor. Bölge halklarının hayatı söz konusu değilmiş de sanki bir futbol maçının taktikleri üzerine konuşuluyor. Böylece savaş sıradan bir olay haline dönüştürülüyor geniş kitlelerin algısında. Ayrıca emperyalist müdahalenin haklı olduğu düşüncesi yerleştirilmeye çalışılıyor ki, buna karşı toplumsal bir muhalefet oluşmasın.
Emperyalistler iş başında Askeri müdahaleye can atan Türkiye, bölgede daha fazla söz sahibi olmak için faaliyetlerini hızlandırmış durumda. Davutoğlu Suriye için Avrupa’da mevkidaşları ile görüşerek müdahale konusunda pazarlıklar yürüttü. Telefon ve ziyaret trafiği devam ediyor. Diplomatik görüşmelerin yanı sıra Türkiye’nin askeri hazırlıkları da devam ediyor. Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande ikiyüzlüce “Şam’ın yaptığı bu kimyasal saldırı cevapsız kalmayacaktır. Fransa, masumları gaza boğanları cezalandırmaya hazırdır” dedi. İngiltere Başbakanı Cameron tatildeki parlamentoyu topladı ve müdahale konusunda istişarelere başladı. Ancak İngiltere’nin BM Güvenlik Konseyi’ne verdiği müdahale tasarısı Çin ve Rusya’nın vetosuna takıldı. Asıl sürpriz ise parlamentoda yapılan oylamada yaşandı. Avam Kamarası İngiltere’nin Suriye’ye yapılacak bir askeri müdahaleye katılmasını 272 kabul oyuna karşı 285 ret oyu ile reddetti. Almanya ise askeri operasyona destek vermeyeceğini açıkladı. BM ve NATO üyesi birçok ülke ise BM raporuna göre hareket edeceklerini açıkladılar. Çin ve Rusya askeri müdahaleye karşı olduğu için, operasyona BM Güvenlik Konseyi’nden onay çıkmayacak. ABD yönetiminin açıklamaları gösteriyor ki bu durumda ABD, BM harici bir koalisyon oluşturarak saldırıyı gerçekleştirecek. Obama yaptığı son açıklamada, kendisinin düşüncesinin Esad rejimini cezalandırmak yönünde olduğunu ama meseleyi yine de Kongre’ye taşıyacağını söyledi. Bunun sebebi açıktır, ABD yönetimi en sınırlı müdahalenin bile zincirleme reaksiyon misali büyük bir savaşa yol açabileceğinin ve hiç de hesapta olmayan bir tablonun ortaya çıkabileceğinin farkındadır. Bu yüzden de sorumluluğu tek başına üstlenmek istememekte, Kongre’yi de işin içine katmaya çalışmaktadır. İngiltere parlamentosunda müdahale kararının reddedilmesi de bu adımda önemli bir rol oynamaktadır. Yapılan açıklamalardan anlaşıldığı üzere, ABD liderliğindeki koalisyon uzun süreli bir müdahaleye sıcak bakmıyor. Birkaç gün sürecek bir hava bombardımanı ile Esad’ı cezalandırmak istediklerini söylüyorlar. Irak’ta ya-
2
şananlardan sonra ABD daha dikkatli biçimde hareket ediyor. Yapacağı hava saldırısı ile rejimin kritik alanlarını tahrip edecek ve muhalif güçlerin işini kolaylaştırmış olacaklar. Esad karşısında muhaliflerin en büyük eksiği hava kuvvetlerine sahip olmaması. Böyle bir saldırı ile durum dengelenmiş olacak. Bir taraftan saldırının süresi ve biçimi tartışılırken diğer taraftan askeri güçler de hazırlık içerisindeler. Amerikan Savunma Bakanı Chuck Hagel saldırıya hazır biçimde güçlerini konuşlandırdıklarını ve Obama’nın emrini beklediklerini açıkladı. Rusya ise Akdeniz’e iki savaş gemisi gönderme hazırlığı içerisinde. Görüldüğü üzere Akdeniz’de sular giderek ısınıyor ve emperyalist hesaplaşmaların faturası bir kez daha bölge halklarına çıkarılacak.
Türkiye’nin Kürt kâbusu Rojava’da PYD ile El Nusra arasındaki çatışmalar Temmuz ayında yoğunlaşmıştı. YPG’nin açıklamasına göre 16 Temmuz-16 Ağustos tarihleri arasında 800’ü aşkın El Nusra üyesi ile 80’e yakın YPG savaşçısı hayatını kaybetti. 700 Kürt sivil ise kaçırıldı. Katledilen Kürt sivillerin sayısı tam olarak bilinmemekle birlikte bu sayının 450 olduğu söyleniyor. Rojava’da radikal İslamcı güçlerin katliamından kaçan Kürtler sığınacak yer bile bulamıyorlar. Türkiye, Kürtlerin sınırdan geçişini engelledi. Rojavalılar kitlesel biçimde Güney Kürdistan’a akın etti. Ancak Bölgesel Kürt Yönetimi Semelka sınır kapısından geçişlere izin vermiyor. Sınır kapısındaki ambargo yüzünden su, ilaç gibi en temel ihtiyaçlar dahi karşılanamıyor. Rusya Dışişleri Bakanı, El Nusra’nın gerçekleştirdiği katliamlar karşısında “BM Güvenlik Konseyi’nin hiçbir ön koşul olmadan terörizmi kınayacağını düşünüyorum” şeklinde açıklamada bulundu. Elbette Rusya’nın böyle bir açıklama yapmasının sebebi Kürtlerin özgürlüklerini kazanmasını istemesi veya aralarında çok sayıda çocuğun da bulunduğu, vahşice katledilmiş yüzlerce Kürde üzülmesi değil. Emperyalist güçler arasındaki kamplaşma uzun zamandır devam ediyor. Bu kamplaşma Suriye konusunda bütün çıplaklığı ile her olayda karşımıza çıkıyor. Suriye konusunda Rusya, Çin ve İran, ABD’nin başını çektiği Batılı emperyalist devletler karşısında konumlanmış durumda. Rusya, BMGK daimi üyesi olarak, Batılı emperyalist güçlerin Suriye konusunda almak istediği kararları engelliyor. Rojava’da yapılan katliama karşı böyle bir açıklamada bulunmasının ardında da pozisyonunu güçlendirmek için Türkiye ve diğerleri tarafından desteklenen muhalefetin meşruiyetini uluslararası arenada ortadan kaldırmak istemesi yatıyor. Suriye’deki Esad karşıtı harekete en açık desteği veren Türkiye’yi Rojava Kürtlerinin durumu çok yakından ilgilendiriyor. Kendi topraklarındaki Kürt sorununu çözememişken, Güney Kürdistan’dan sonra Batı’da da Kürtlerin bir öz yönetime sahip olması Türk egemenle-
sayı: 102 • Eylül 2013
rini rahatsız ediyor. 2012 Temmuzunda Rojava Kürtleri yaşadıkları bölgelerde hâkimiyeti ele geçirip kendi bayraklarını çektiklerinde AKP hükümeti zehir zemberek açıklamalar yapmıştı. Hem başbakan hem de dışişleri bakanı Suriye’nin toprak bütünlüğünü bozacak özerk Kürt yönetimine kesinlikle izin vermeyeceklerini, gerekirse müdahale edeceklerini söylemişti. Çünkü Rojava’daki özerk yönetim Türkiye Kürtlerinin elini güçlendiren bir durum. Güçlü bir Kürt hareketi Türk egemenler için büyük bir endişe kaynağı oluşturuyor. Nitekim son gelişmeler Kürtlerin AKP hükümeti karşısındaki pozisyonunu güçlendirmiştir. Bunun farkında olan AKP, Kürt sorununda büyük bir açmaza girmiş durumda. AKP, Kürt sorununu çözemezse Türkiye’nin emperyal emellerini gerçekleştiremeyeceğinin farkında. Diğer yandan da çözüme dair atılacak adımların Kürtlerin elini daha da güçlendireceği korkusuyla ikili oynamakta, Kürtleri birbirine karşı kullanmakta, radikal İslamcı grupları Kürtlere karşı beslemektedir. İHD Ceylanpınar’da yaptığı inceleme raporunda YPG’ye karşı saldırılar gerçekleştiren El Nusra Cephesi’ne yardımların daha çok Türkiye’den gönderildiği, yaralanan El Nusra üyelerinin Türkiye’deki hastanelerde tedavi edildiği, bazı El Nusra üyelerinin Türkiye’deki kamplarda eğitimini tamamladıktan sonra sınırdan tekrar Suriye’ye gönderildiği, El Nusra’ya silah, cephane ve çeşitli lojistik malzemelerin Türkiye üzerinden ulaştırıldığının altını çizdi. Geçen sene Rojava’ya müdahale etmekten bahseden AKP hükümeti, PYD Eşbaşkanı Müslim ile iki kez görüşmek zorunda kaldı. Hatta Müslim’e göre Türkiye Rojava’da Kürtlerin yönetimine karşı değil. PYD PKK ile yakın bir çizgide olduğu için Rojava’da yaşananlar “çözüm süreci”ni de doğrudan etkiliyor. Hükümet Kürtlerin taleplerine dair herhangi bir somut adım atmadı henüz. Anadilde eğitim ve seçim barajının düşürülmesi konusunda ayak diriyor, Kürtleri oyalıyor. Ancak daha önce de söylediğimiz gibi Türkiye’nin bu oyalama taktiklerinin işe yaramayacağı bir süreçten geçiyoruz. Kürtler belki de son bir yüzyıldır konjonktürel olarak en güçlü oldukları
marksist tutum
dönemden geçiyorlar. Bunun somut göstergelerinden birisi, son olarak 25 Kasımda toplanacağı duyurulan Kürt Ulusal Kongresidir. Kongreye 300 konuğun yanı sıra, Türkiye, Suriye, İran, Irak ve diğer ülkelerde faaliyet gösteren Kürt örgütlerini temsilen 600 delegenin katılması bekleniyor. Kongrenin amacı Kürt halkına karşı tarihi zulmün, haksızlığın giderilmesi ve her halk gibi onurluca yaşama hakkını, kimliğini, özgürlüğünü elde etmesi olarak tarif ediliyor. Kürtler bugün bölgede oldukça etkin bir güç olmalarına ve büyük nüfuslarına rağmen, Türkiye ve diğer emperyalistlerin bölgedeki çıkarları yüzünden özgürlüklerine kavuşabilmiş değiller. Özellikle Türkiye Güney Kürdistan’dan sonra Rojava’da bölgesel bir yönetimin kurulmaması için elinden geleni yapıyor, yapmaya da devam edecektir. Emperyalist güçler de Kürt sorunundan kendi çıkarları doğrultusunda yararlanmaya çalışmaktadırlar. Bu sebeple Kürt hareketi bölgedeki en önemli güçlerden biri olmasına rağmen, Ortadoğu’nun hassas dengeleri Kürtlerin yüzyıllık özlemlerine mani olabilir. Ortadoğu’da sadece Kürtleri değil tüm halkları zorlu günler beklemektedir. Devrimci işçi sınıfı tarihsel görevini yerine getiremezse, emperyalist savaş alevleri daha da büyüyecek ve yayılacaktır. Suriye’ye emperyalist müdahalenin cehennemin kapılarını ardına kadar açacağına ise hiç kuşku yoktur. “Bugün Suriye’de yürüyen iç savaş Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaşın doğrudan uzantısı olarak cereyan etmektedir. Bu savaşın bir cephesinde muhalif güçleri destekleyen ABD’nin başını çektiği emperyalist Batı ittifakı, diğer cephesinde ise Esad rejimini destekleyen Rusya ve Çin yer almaktadır. Türkiye gibi altemperyalist güçlerin yanı sıra Katar’dan Suudi Arabistan’a irili ufaklı pek çok kapitalist ülke de bu bloklarda konumlanmış durumdadır. Bu noktada, Suriye’de devrimci proletaryanın hegemonyasında yaratılacak üçüncü cephe, hem Baas rejimine hem diğer burjuva muhalefet güçlerine hem de olası bir müdahalede emperyalist güçlere karşı iktidar hedefiyle mücadeleyi görev olarak önüne koymalıdır.” (İlkay Meriç, Emperyalist Savaşlara Karşı Sınıf Cephesini İnşa Etmek, MT, Şubat 2013) n
3
Küçük-Burjuva Sosyalistlerin “Gezi Komünü” Utku Kızılok
G
ezi Parkı protestolarıyla ortaya çıkan kitle hareketlenmesi ve etkileri, gerek burjuva siyaset arenasında gerekse sosyalist hareket içinde tartışılmaya devam ediyor. Laik, geleneksel sermaye kesimleri ve statükocu devletçi burjuva güçler kendileri açısından doğal olanı yaparak, “Gezi” sürecini AKP’yi sıkıştırmak ve yıpratmak için kullanırken, karşı taraf da çeşitli hamlelerle buna sert bir şekilde cevap veriyor. Burjuva kamplaşma ve çatışmada abartma, çarpıtma, kara propaganda ve manipülasyon son sürat devam ediyor. Tüm burjuva kesimler, olumlu ya da olumsuz “Gezi” sürecini kendi çıkarları çerçevesinde değerlendiriyor ve kitleleri etkilemeye çalışıyorlar. Hiç kuşkusuz “Gezi”yle ortaya çıkan durum, önümüzdeki dönemde burjuva siyaset sahnesini etkileyen dinamiklerden biri olmaya devam edecek. Sosyalist hareketin büyük çoğunluğu, hep bir ağızdan “Gezi” protestolarını anti-kapitalist bir hareket olarak ni-
4
telendiriyor. Sınıf mücadelesinin verili koşullarıyla hiçbir şekilde örtüşmeyen ve hayal âleminin ürünü olan bu değerlendirmeyi, daha beter ve daha “uçucu” tahliller ve benzetmeler izliyor. “Gezi”yle birlikte yepyeni bir toplum doğduğunu müjdeleyenler mi istersiniz, devrimin göz kırptığını ve “Gezi”nin eşsiz bir komün olduğunu söyleyenler mi istersiniz, sosyalistlerin gövdesini oluşturduğu parklardaki forumlardan sovyet tipi iktidar organları çıkartmaya çalışanlar mı istersiniz, hızını alamayıp “Gezi” ve Paris Komünü arasında benzerlikler kuranlar mı istersiniz… Düşler “gezi”sinin çıfıt çarşısında yok yok! Trajik bir durum ama “Gezi” patlamasının ışığı sosyalist hareketin büyük çoğunluğunu daha da körleştirmiş bulunuyor. Bu körleşmenin, işçi sınıfı hareketinin sağlıklı gelişmesinin önünde bir engel olduğu açıktır. Bu nedenle, proleter sınıf devrimcileri için gerçekleri ortaya koymak, ideolojik ve politik mücadeleyi yükseltmek zorunlu bir görevdir.
sayı: 102 • Eylül 2013
marksist tutum
Öncelikle şu soruyu sormak gerekir: “Gezi”yle başla“Gezi”, Türkiye’deki sosyalist hareketin ezici çoğunluyan kitle hareketlenmesi, Türkiye’de sınıf mücadelesinin ğunun proleter sınıf temeline oturmadığı gerçeğini, baseyrini değiştirmiş ve tırmanışa geçmesini mi sağlamıştır? riz şekilde gözler önüne seren bir ayna işlevi görmüştür. Hiç kuşkusuz bunun cevabı, buz gibi bir hayırdır! Proleter sınıf temelinden yoksunluk, yani işçi sınıfı eksenli Bilinen nedenlerden ötürü işçi sınıfının siyasal ve senbir yönelimin olmaması her türlü savrulmayı da berabedikal örgütlülüğü son derece zayıftır. İşçi sınıfı örgütsüz, rinde getirmektedir. Söz konusu sosyalist hareket proleter dağınık ve sınıf bilincinden yoksun olduğu için bugün sınıf temelli sosyalizm tasavvuruna değil, küçük-burjuva esas olarak burjuva kamplaşma temelinde bölünmüş bubir sosyalizm anlayışına sahiptir. Kemalist önyargılarla da lunmaktadır. Son derece ağır çalışma ve zor yaşam koşulbeslenen bu küçük-burjuva sosyalizmini esas motive eden larına rağmen işçi sınıfı henüz harekete geçebilmiş değilşey, kapitalist düzen karşıtlığından ziyade AKP karşıtlığıdir. Sınıfın içinde bulunduğu örgütsüzlük ve bilinçsizlik dır. Bunların, Kemalist önyargılar, laiklik ve yaşam tarzı durumu, onu sınıf mücadelesinde son derece geri bir pokaygılarının güdülemesiyle gelişen ve AKP karşıtlığıyla sızisyonda tutmaktadır. Sınıf hareketinin bu hâli, “Gezi”nırlı bir temele oturan “Gezi”ye olmadık sıfatlarla övgüler deki kitle hareketlenmesiyle değişmiş değildir. Peki, yepdüzmesi hiç de şaşırtıcı değildir. yeni bir toplum doğurduğu söylenen, inatla proleter sınıf Şurası çok açık ki “Gezi”, tam anlamıyla küçük-burjuhareketi damgası vurulan, Komün benzetmesi yapılan, va sosyalizminin tatmin aracı haline gelmiştir. İşçi sınıfıanti-kapitalist payesi verilen ve ülkeyi sarstığı iddia edilen nın verili durumuna, söz konusu toplumsal-siyasal gelişböylesi bir kitle hareketi nasıl oluyor da sınıf mücadelemenin işçi sınıfı açısından ne ifade ettiğine, bağımsız sınıf sinin seyrinde hiçbir değişime yol açmıyor? Yol açmıyor, çizgisinin nasıl geliştirileceğine ve sınıf hareketinin nasıl çünkü harekete atfedilen bu nitelendirmeleilerletileceğine odaklanılmamıştır. “Gezi” rin hiçbir gerçekliği yoktur. sürecine proleter perspektiften yaklaşıp “Gezi”, Türkiye’deki “Gezi” bir işçi hareketi olarak doğmamış eleştiri getirenlere, “uzun süredir böylesi sosyalist hareketin ya da buna dönüşmemiştir. “Gezi” sürecine bir eyleme hasrettik, size de direniş beezici çoğunluğunun damgasını basan küçük-burjuva zihniyettir. ğendiremiyoruz” denmesi, kimin nereye proleter sınıf Burada önemli bir hususun altını çizelim: odaklandığını göstermektedir. Küçüktemeline oturmadığı gerçeğini, bariz Söz konusu kitle hareketi içinde küçük-burburjuva sosyalistleri açısından gelişen eyşekilde gözler önüne juva kesimlerin ezici çoğunluğu oluşturmalemin sınıfsal bileşimi, işçi sınıfının damseren bir ayna işlevi ması, meselenin özünü değiştirmemektedir. gasını taşıyıp taşımaması ve hızla burjuva görmüştür. Proleter Burjuva medyanın da sahiplenerek öne çıgüçler arasındaki çatışma alanına çekilsınıf temelinden karttığı “Gezi”deki küçük-burjuva kitlenin mesi çok da önemli değildir. Onlar için yoksunluk, yani işçi arzu, istek ve davranış biçimlerinin geneli önemli olan, kendilerini özdeşleştireceksınıfı eksenli bir belirlemesi, bu temelde şekillenen taleplerin leri ve havasını soluyup tatmin olacakları yönelimin olmaması içeriği ve sınırlılığı, düzen karşıtı olmaması bir eylemin gelişmiş olmasıdır. Nitekim her türlü savrulmayı gibi hususlar bu gerçeğin bir ifade biçimiGezi Parkı’nda bir öğrenci karnavalına da beraberinde dir. “Gezi”de prim yapan şeyin örgütsüzlük dönüştürülen ortamın; bencillikten ve getirmektedir. Nitekim Gezi olması da manidardır ve boşuna değildir. çıkardan uzak, dayanışmanın kalbinin Parkı’nda bir Sosyalist örgütlerin militanları açıktan küattığı özgürlükler alanı olarak sunulması, öğrenci karnavalına çümsenmiş, örgütler köhne ve bürokratik üstelik de bunun bir kendinden geçme dönüştürülen bulunarak aşağılanmış, “Gezi”deki özgür ve sarhoşluk biçiminde ifade edilmesi, ortamın; bencillikten ruhlu gençler övgüsüyle örgütsüzlük yücelküçük-burjuva solcularının esas derdinin ve çıkardan uzak, tilmiştir. Böylesi bir kitle hareketi içinde tek kendilerini tatmin etmek olduğunu gözdayanışmanın tek işçilerin ya da nesnel olarak işçi olmalaler önüne sermektedir. Abartma, yüceltkalbinin attığı rına rağmen zihin dünyalarında küçük-burme ve sahip olduğu şeyi eşsiz kılmaya çaözgürlükler alanı juva olan “beyaz yakalı”ların yer alması dulışma küçük-burjuvazinin doğasındandır. olarak sunulması, rumu değiştirmez. Modern dünyada, içinde Nihayetinde bu yataktan beslenen küçüküstelik de bunun bir kendinden geçme ve işçileri hiçbir şekilde barındırmayan hangi burjuva sosyalizmine, bir öğrenci karnasarhoşluk biçiminde kitle hareketinden bahsedilebilir, işçilerin valının eşsiz bir komün olarak gözükmesi ifade edilmesi, bulunmadığı hangi milyonluk gösterilerden, gayet doğaldır. küçük-burjuva mitinglerden vb. söz edilebilir ki? Temel bir “Gezi” yorum ve güzellemeleri bir solcularının esas ölçüttür: Bir eylemin işçi sınıfının damganesnelliğin değil, küçük-burjuva sosyaderdinin kendilerini sını taşıması için, işçilerin tek tek bireyler lizminin öznelliğinin ifadesidir. Nesneltatmin etmek olarak değil, bir sınıf olarak eyleme geçmesi, likten kopuk bu öznellik toplumsal geolduğunu gözler kendi sınıf kimlikleri ve kendi sınıf taleplelişmeleri yanlış kavrayıp yorumlarken; önüne sermektedir. riyle orada yer alması gerekmektedir. çapı, mahiyeti ve niteliği belli olan “Ge-
5
marksist tutum
zi” hareketini işçi sınıfının tarihsel önemdeki deneyimlerine benzeştirmeye çalışarak bunları ayağa düşürmektedir. “Gezi”nin önce bir komün olarak ilan edilmesi, bilahare bir şekilde Paris Komünü’nün gündeme getirilmesi bunun bir ifadesidir. Burada, “Gezi komünü” adlandırmasının yalnızca bir dayanışma ve paylaşım anlamında kullanılmadığını, bunun aynı zamanda ve hatta daha ziyade doğrudan demokrasinin hayat bulduğu bir toplumsal ve siyasal örgütlenme biçimi olarak sunulduğunu da belirtelim. Aslında “Gezi” bir kere komün olarak adlandırıldıktan sonra, Paris Komünü ile benzerlikler kurulması kaçınılmaz hale gelmektedir. Peki, Paris Komünü’nün işçi sınıfı açısından tarihsel anlamı nedir? Öncelikle şu hususun altını çizelim: Paris Komünü demek, zamanında Avrupa burjuvazisine kâbus yaşatan bir proletarya iktidarı demektir. Paris, modern Avrupa burjuvazisinin ikinci başkentiydi, işçi sınıfı 1871 baharında bu devasa kentte iktidarı ele geçirmiş ve tüm kıtayı etkilemeye başlamıştı. Paris Komünü, nüve halinde de olsa gelecek topluma açılan bir kapıydı ve yönelimi sosyalizme doğruydu. Fransa’da İç Savaş adlı eserinde Marx, Komün’ü şöyle değerlendiriyordu: “Komünün gerçek sırrı şuydu: Komün esasen bir işçi sınıfı hükümeti, üreten sınıfın, gasp eden sınıfa karşı mücadelesinin ürünü, emeğin iktisadi kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayan nihayet keşfedilmiş siyasal biçim idi.” Komün, burjuvazinin boyunduruğundan kurtulan işçi sınıfının, iktidarı eline alarak kendi kendine yönetmesinin ve doğrudan demokrasinin somut ifadesiydi. Nitekim Komün sürekli ordu ve polisi kaldırdı ve ordunun yerine silahlı işçi milisleri geçirildi. Tüm devlet görevlilerinin seçimle göreve gelmesi, sorumlu olması ve istendiği zaman geri çağrılabilmesi ilkesini hayata geçirmeye çalıştı. Muazzam bir serveti
Eylül 2013 • sayı: 102
elinde tutan Kilisenin mülkiyetini devletleştirmeye, din ile devlet işlerini ayırmaya, öğretimi laikleştirmeye, zorunlu ve parasız hale getirmeye girişti. Bu bağlamda Paris Komünü bir işçi devletinin embriyonik bir örneğiydi ve ortaya koyduğu eşsiz deneyimle Ekim Devrimine yol gösterdi.1 Şimdi şu soruları soralım: Komün sıfatıyla anılma aymazlığı gösterilen “Gezi” kapitalist düzen açısından nasıl bir tehdit oluşturmaktadır, bu bağlamda nerede durmaktadır? Büyük patronların “çapulcuyum” pankartı açtığı, holding tepe yöneticilerinin teşrif etmekten geri durmadıkları, sermayenin gözde otellerinin göstericilere gönül rahatlığıyla kapılarını açtığı, Erdoğan’a ayar çekmeye çalışan emperyalist güçlerin gelişmesinden memnuniyet duydukları “Gezi komünü”, burjuvazi nezdinde nasıl bir korku yaratmıştır? “Gezi”de bir komünün vücut bulduğu vehmine kapılanlar, kitle hareketinin geriye çekilmesi sonrasında ağırlıklı olarak sosyalist çevrelerin ve onların etrafındaki bir avuç insanın katıldığı park forumlarını da doğrudan demokrasinin hayat bulduğu alanlar olarak görüyorlar. Parklarda yapılan forumlar, sosyalist hareketin büyük çoğunluğunu bir hayli heyecanlandırmış durumda. Kimilerine göre forumlar, aslında genel meclislerin yerel ayakları konumundadır; bu meclisler geliştirilerek ve birleştirilerek ülke çapında etkili olacak sovyet tipi iktidar organlarına dönüştürülmelidir. Kimilerine göre forumların önemli bir işlevi vardır; bu forumlar kitlelerin inisiyatif aldığı, söz ve karar hakkına sahip olduğu merkezlere dönüşmektedir. Kimilerine göre forumlar, doğrudan demokrasi organları olarak halk meclisleri deneyimidir; forumlar biçiminde halk meclisleri deneyimi bu kadar yaygın, bu kadar ısrarcı, bu kadar açık ve demokratik biçimde ilk kez Paris Komünü demek, zamanında Avrupa burjuvazisine kâbus yaşatan bir proletarya iktidarı demektir. Marx, Komün’ü şöyle değerlendiriyordu: “Komünün gerçek sırrı şuydu: Komün esasen bir işçi sınıfı hükümeti, üreten sınıfın, gasp eden sınıfa karşı mücadelesinin ürünü, emeğin iktisadi kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayan nihayet keşfedilmiş siyasal biçim idi.” Komün, burjuvazinin boyunduruğundan kurtulan işçi sınıfının, iktidarı eline alarak kendi kendine yönetmesinin ve doğrudan demokrasinin somut ifadesiydi.
6
sayı: 102 • Eylül 2013
“Gezi”de bir komünün vücut bulduğu vehmine kapılanlar, kitle hareketinin geriye çekilmesi sonrasında ağırlıklı olarak sosyalist çevrelerin ve onların etrafındaki bir avuç insanın katıldığı park forumlarını da doğrudan demokrasinin hayat bulduğu alanlar olarak görüyorlar. Bununla birlikte forumlara övgüler düzen kimi sosyalist çevreler, forumların en büyük eksikliğinin emekçi semtlerine yayılamaması olduğunu ve asıl olarak “aydın” semtlerinde ortaya çıktığını itiraf etmek zorunda kalıyorlar. Doğrusu çok ilginç: İşçi sınıfının, bıraktık dâhil olmayı haberinin bile olmadığı forumlar, nasıl oluyor da “kitlelerin” doğrudan demokrasisinin vücut bulduğu yerler oluyorlar?
yaşanmaktadır. Sosyalizmi belediyecilikle karıştıran hareketseverlere göre ise, forumlardan devrim doğmaktadır! İsteyen “biz düşler âleminde yaşamak istiyoruz” diyebilir ve hiç kuşkusuz bunlara kimsenin karışma hakkı yoktur. Ne var ki bunu sosyalizm ve işçi sınıfı mücadelesi adına yapmaya kalkarlarsa, işte durum o zaman değişir. Zira küçük-burjuva sosyalizminin kurduğu düşler, işçi sınıfının mücadelesinin somut ihtiyaçlarının yerine geçirilemez. Hayal ile gerçeği karıştıranlar sınıf hareketine yalnızca zarar verirler. Öncelikle şu hususu belirtmek lazım: Parklardaki forumlar, yükselen ve yaygınlaşan kitle hareketinin doğurduğu bir biçim değil, geriye çekilen ve pörsüyen mücadelenin ifadesidir. Çok açık ki, sosyalist çevreler bu forumlar üzerinden “Gezi”yi yeniden ihya etmeye çalışmış ama sonuç alamamışlardır. Bu forumların işçi-emekçi mahallelerine yayılamaması ya da bu bölgelerde birkaç on kişilik bir katılımla sınırlı kalması ise konunun en temel yönünü oluşturmaktadır. Geniş işçi kitlelerinin bu forumlardan haberi dahi yoktur. Nitekim forumlara övgüler düzen kimi sosyalist çevreler, forumların en büyük eksikliğinin emekçi semtlerine yayılamaması olduğunu ve asıl olarak “aydın” semtlerinde ortaya çıktığını itiraf etmek zorunda kalıyorlar. Doğrusu çok ilginç: İşçi sınıfının, bıraktık dâhil olmayı haberinin bile olmadığı forumlar, nasıl oluyor da “kitlelerin” doğrudan demokrasisinin vücut bulduğu yerler oluyorlar? İşçi sınıfının içinde yer almadığı park forumlarından sovyet tipi iktidar konseyleri çıkartmaya çalışmak demek, devrim ve sovyetler konusundan pek de bir şey anlamamak demektir. Sovyet tipi organlar sosyalistlerin iradesiyle ortaya çıkartılacak şeyler değildir. Zira sovyetler, ayağa kalkan ve her alanda burjuvaziyle bir savaşıma giren devrimci işçi
marksist tutum
sınıfının mücadele araçlarıdırlar. Ortada geniş kitleler halinde ayağa dikilmiş işçi sınıfı yokken ve işçi sınıfı burjuvaziyle açıktan bir savaşıma girişmemişken, sovyet tipi iktidar organları hangi ihtiyacı karşılamak üzere ve kim tarafından tarih sahnesine çıkartılacaktır? Aslında tüm tarihsel ve güncel deneyim göstermiş bulunuyor ki, sovyet tipi iktidar organları ancak ve ancak devrim dönemlerinde, kapitalist düzeni alaşağı etmek amacıyla savaşım yürüten işçi sınıfının mücadelesinin somut ihtiyaçlarına cevap vermek üzere ortaya çıkarlar.2 Sınıf mücadelesi yasasını ve işçi sınıfının verili durumunu dikkate almayan, kendilerini tatmin etmeye yönelmiş küçük-burjuva sosyalistlerine bu yaklaşımın doktriner gelmesi gerçekliği değiştirmez. İşçi sınıfının içinde yer alıp almadığından bağımsız olarak söylersek, kitle hareketinin geriye çekildiği koşullarda sovyet/meclis tipi organlar geliştirilemez. Meselâ geçen senelerde İspanya’da meydanları işgal eden Öfkeliler Hareketi, mücadele zayıfladığında mahalle ya da park forumlarıyla kitle hareketini ayakta tutmaya çalıştı. Lakin bu hamle mücadelenin geriye çekilmesinin bir ürünüydü ve kısa zamanda forumlar eriyerek etkisini yitirdi. Diğer bir çarpıcı örneği Latin Amerika ülkelerinden verelim: Özellikle 2000’lerin başından itibaren birçok Latin Amerika ülkesinde devrimci durumlar yaşandı. İşçi-emekçi sınıflar geniş kitleler halinde ayağa kalktılar ve düzeni tehdit etmeye başladılar. Bu süreçte, fabrikalarda, işçi mahallelerinde rüşeym halinde de olsa sovyet tipi organlar gelişmeye başladı. Ne var ki, devrimci durumlar devrime doğru ilerletilemediği ve pörsüyerek sönümlendiği için, bu organlar da ortadan kalktı. İşçi sınıfının örgütsüz ve dağınık olduğu, son derece zayıf olan sosyalist hareketin işçi sınıfıyla neredeyse hiç bağının bulunmadığı bir durumda, “Gezi”ye düzülen övgüler gerçeklerden kopuk boş hayallerdir. Hayaller bir kenara bırakılıp bir an önce gerçeğe dönülmelidir. O gerçek şudur: Ağır yaşam ve çalışma koşulları altında sömürülen işçi sınıfı devrimci bir temelde örgütlenmeyi bekliyor. Hüner, bu zahmetli yolda sebatla ilerleyebilmektir. n __________________ bkz. Utku Kızılok, Proleter Devrimin Şafağı: Paris Komünü, MT, Mart 2007
1
bkz. Akın Erensoy, Sovyetler ve Devrim, www. marksist.com
2
7
Sandık, Darbe ve Burjuva Demokrasisi Levent Toprak
T
ürkiye’de rejimin otoriterleşme yönündeki eğilimi istikrarlı biçimde sürüyor. Bir yandan “demokratikleşme paketi” açılacağı söylenerek mavi boncuk dağıtılırken, diğer yandan demokratik hak ve özgürlükler alanının daraltılması yönünde uygulamalar, girişimler ve devlet terörü hız kazanıyor. Öteden beri süren ve özellikle 12 Eylül faşizmi tarafından güçlendirilen anadilde eğitim yasağı ya da yüzde 10’luk seçim barajı gibi temel nitelikte baskı ve yasaklamalar AKP tarafından ısrarla sahiplenilip korunurken, şimdilerde, savcı kararı olmaksızın polise gözaltı yetkisi veren düzenlemelerde örnekleri görülen yeni baskı uygulamaları birbiri ardına gündeme getirilmekte. Daha önce AKP’nin bu otoriter eğilimlerinin gerek dünya genelinde kapitalist sistemin yaşadığı tarihsel bunalımla, gerekse de AKP’nin statükocu Kemalist burjuva güçleri büyük oranda alt ederek orduyu zapturapt altına alması ve dolayısıyla artık iktidarda tekel oluşturmasıyla ilgili olduğuna Marksist Tutum’da birçok makalede değinmiştik. Statükocu-Kemalist darbe tehlikesinin savuşturulması ve devletin kilit konumları üzerinde önemli ölçüde kontrol kurulması, AKP’nin kitleler karşısında mağdur rolü oynama olanağının da temelde ortadan kalkması anlamına geliyordu. Kapitalist sömürünün çarkları altında inleyen kitleleri kontrol altında tutmak için başka araçlara ağırlık verme ihtiyacı belirmişti. İşte AKP’nin bir yandan
8
dinsel-muhafazakâr bazı uygulamaları giderek öne çıkarmaya başlaması, bir yandan da polis devleti uygulamalarına daha büyük bir özgüvenle yeni bir hız vermesi bir yönüyle bu çerçeveye oturmaktaydı. Bunun yanı sıra elbette Ortadoğu’da ve özellikle Suriye’de kaynayan savaş kazanının yarattığı tehditler ve Kürt hareketinin bu süreçte elde ettiği yeni kazanım ve mevziler bu sürecin diğer önemli etmenlerini oluşturmaktaydı. İşte bu genel tablonun üzerine gelen kitlesel Gezi protestoları AKP’nin bu yöndeki eğilimlerine yeni bir itilim verdi. Ülke içindeki seçmen desteği önemli bir darbe almasa da, içerde ve dışarıda imajı çok ciddi bir yara alan AKP ve Erdoğan, Gezi üzerinden başlayan hareketi panik içinde acımasız bir devlet terörüyle bastırmaya yöneldi. 5 gencin katledilmesi, onlarca insanın kalıcı sakatlığa mahkûm olması, yüzlerce insanın da ciddi yaralanmalara maruz kalmasıyla sonuçlanan bu sürecin bir aşamasında Arınç orduyu devreye sokmaktan bile söz etti. Binlerce insanın gözaltına alınmasını, tutuklamaları ve yargılamaları bir kenara bırakıyoruz. Hükümet Gezi travmasıyla baş etme telaşı içindeyken bir de üstüne dışarıdan büyük bir darbe yedi. Mısır’da şevkle destek verdiği ve bir bölge ittifakı oluşturma yolunda büyük umutlar beslediği İhvan yönetimi askeri darbeyle alaşağı edildi. Böylece, bölgeye yönelik olarak yürü-
sayı: 102 • Eylül 2013
tülen dış siyaset bağlamında büyük yatırım yapılmış olan Suriye’de işlerin pek iyi gitmemesine ilave olarak, Mısır’da da önemli bir müttefik yitiriliyordu. Dahası bölgede Suriye bağlamında ve genelde ittifak içinde hareket edilen Suudi Arabistan gibi güçlerle de açıkça karşı cephelere düşülüyordu. Ancak burada AKP açısından özellikle hassasiyet doğuran nokta Mısır’da İhvan yönetiminin darbe öncesinde büyük kitle gösterilerinin baskısı altında kalmış olmasıydı. Böylece, zaten genelde hoşlanmadığı kitle gösterileri, sokak eylemleri, bu süreçte AKP için özellikle alerji yaratmaya başladı. Hükümete muhalefet ifade eden hemen her sokak eylemine acımasız bir polis şiddetiyle karşılık verilirken, bir yandan da bu tür eylemlere destek ya da sempati beyan eden tanınmış kişiler de açık saldırı hedefine kondu. O kadar ki, Gezi protestolarına destek veren dizi oyuncuları bile türlü mekanizmalarla işlerinden edilmeye başlandı. Çeşitli baskı mekanizmalarını güçlendirme yönündeki somut adım ve girişimler bir yana, ideolojik planda da bir kampanya söz konusudur. Bu çerçevede kitlelere siyaset yapmanın tek yolu olarak seçimlerde sandık başına gidip uslu uslu oy kullanma gösterilmektedir. Sokak eylemleri, protestolar vb. kanunsuz, gayrimeşru ilan edilmekte, buna yeltenen herkes “teröristlik”, “darbecilik” vs. ile damgalanmaya çalışılmaktadır. Kitlelerin siyaset yapması konusundaki bu çarpıtma, bir yandan hükümet ve yandaşları cephesinden empoze edilirken, hükümet karşıtı sağlı sollu burjuva cephede de, darbeleri de siyasetin adeta meşru bir yolu olarak göstermeye yönelik argümanların dillendirilmesine zemin döşenmiş olmaktadır. Nitekim açıktan ya da örtülü biçimde bunu yapanlar oldu. Böylece bir yanda sandık fetişizmi diğer yanda darbe seviciliği diyebileceğimiz çift yönlü bir saptırmaca ekseni oluşmuştur. O nedenle seçimler, sandık ve darbeler konusunda devrimci işçi sınıfının Marksist yaklaşımını hatırlatmanın yararlı olacağı düşüncesindeyiz.
İnsanlığın evrensel demokratik kazanımlarının sandığa indirgenmesi AKP ve Erdoğan’ın seçimler ve sandığa dair yürüttüğü adı konmamış demagojik kampanyası konusunda Elif Çağlı geçtiğimiz ay bazı temel hususları hatırlatmıştı: “Bugün Erdoğan’ın meseleleri çarpıtarak toplumu yanıltmaya çalıştığının aksine, burjuva parlamenter demokrasilerde yürütme gücünden hesap sorulabilen tek yer seçim sandığı değildir. Burjuva demokrasisinin işlerliğinden söz edebilmek için, kitlelerin seçim dönemleri dışında da, yürütmenin yani hükümetin icraatlarından hoşnutsuz oldukları hususlarda tepkilerini çeşitli biçimler altında ortaya koyma hakkına sahip olmaları gerekir. Parlamenter işleyişi, iki seçim dönemi arasında yürütmenin gücünü mutlaklaştıran biçimde yorumlamak yanlıştır. Kitlelerin
marksist tutum
her zaman kullanmaları gereken demokratik haklarını çiğneyerek, “demokrasiyi” yalnızca seçim sandığında oy verip vermeme meselesine indirgemek tam anlamıyla otoriter rejim yanlılığıdır. İşte özellikle son dönemde başbakan Erdoğan’ın, artık adeta bir ruh hastalığı derecesinde pervasız biçimde savunup sergilediği siyaset böyle bir otoriterlik eğilimidir.” (Elif Çağlı, Burjuva İktidara Karşı Sınıf Çizgisi, marksist.com) Normal olarak tüm burjuva demokrasilerinde egemenler kitlelerin seçimler dışında etliye sütlüye karışmalarını pek arzu etmezler. Ancak burjuva demokrasisinin genel demokratik standartlarını temsil eden kapitalist ülkelerde yöneticilerin seçim ve sandığı diğer demokratik hakların karşısına üstün bir ilke olarak koyması türünden söylemlere yeltenmesi pek görülmez. Çünkü bu demokratik haklar yüzyılların mücadeleleri sonucu bilek hakkıyla kazanılmış ve norm durumuna yükselmiş haklardır. Aynı şekilde ifade, örgütlenme, protesto ve gösteri haklarının özünü hedef alacak nitelikte söylemler ile gösteriler karşısında Türkiye’deki denli açık ve pervasız polis teröründen de genel olarak kaçınılır. Böylesi bir söylemle Erdoğan, emekçi yığınlarda güdük ve çarpık bir demokrasi ve özgürlükler algısı yerleştirmeye gayret etmektedir. Erdoğan gibilerin anlayışı, burjuva demokrasisinin genel kabul görmüş normları açısından bile skandal sayılabilecek niteliktedir. Doğrusu, seçimleri gitgide egemenlerin dayattığı şu ya da bu tercihin onaylanması anlamına gelen plebisite çeviren ve bunu demokrasi diye pazarlayan bir anlayış tırmanışa geçmiş durumdadır. Bunun doğal bir uzantısı olarak, seçimler dışında her türlü siyasal etkinliği boğma yönünde bir girişimle karşı karşıyayız. İşte bu pervasızlık, olağan olmayan şeyi, yani otoriterlik eğilimini ortaya koyan belirtilerden biridir. Demokratik hak ve özgürlüklerin sandığa indirgenme-
9
marksist tutum
si olarak tanımlayabileceğimiz yaklaşım tümüyle demagojik bir çarpıtma anlamına gelmektedir. Pratikte böyle bir durumun oluşması plebisiter bir diktatörlükten başka şey ifade etmez. İster tek partili olsun ister çok partili, durumun özünü ortaya koyan tanımlama budur. Örneğin Suriye’de sanıldığının aksine sadece Baas Partisi yoktur. Baas’tan başka birçok parti ve görünüşte seçimler vardır. Ama bu rejimin bir demokrasi olmadığı tartışmasız bir gerçektir. Dünyanın hiçbir yerinde temel demokratik hakların varolup da seçim hakkının varolmadığı görülmemiştir. Ama bunun tersi çeşitli örnekler mevcuttur. Sadece bu basit olgu bile temel demokratik özgürlüklerin seçim ve sandık hakkından daha hayati ve öncel olduğunu ortaya koymaktadır. Tarihsel sürece bakıldığında da bunu net biçimde görmek mümkündür. Siyasetin seçim, sandık ve parlamento dışı araçları, ki esas olarak “sokak” diye özetleyebiliriz, daima önce gelmiş ve sonunda da seçim hakkını doğurmuştur. Yani seçimler, parlamentolar vs. sokakta yapılan siyasetin, doğrudan kitle eylemlerinin bir meyvesi olarak ortaya çıkmıştır. Kestirme bir anlatımla, seçimlerden ve sandıktan önce sokak vardı ve sandık da o sokaktan geldi. Ama egemenler bu tür kurumlar ortaya çıktıktan sonra daima kitleleri evlerine yollamaya çalışmışlardır. Buna mukabil kitleler de seçim, sandık, parlamento gibi kurumlar karşısında doğrudan siyaset araçlarını daima kullanmışlardır. Doğrudan siyaset araçları, sokak, daima kitlelerin tek gerçek güvencesi olmuştur. Bunun içindir ki, egemenler bu araçları men edememiş, kabullenmek zorunda kalmışlardır. “Siyaset bilimi” literatürüne devrim hakkı ya da isyan hakkı olarak geçen kavram bunun fikir planındaki en özlü anlatımıdır. Halk devrimi niteliği taşıyan 17. ve 18. yüzyılın büyük burjuva devrimlerinin ünlü siyasi metinlerinde, anayasalarda, bildirgelerde bu husus değişik biçimlerde ifadesini bulmuştur. İsyan hakkı bugünkü ABD anayasasında bile bir kalıntı olarak mevcuttur. Mealen “eğer yönetim zalimleşmişse yurttaşların isyan etme hakkı vardır” der. Bu hak burjuva düşüncenin devrimci zamanlarında siyasi fikriyatın önemli ilkelerinden birini oluşturuyordu ve kimi metinlerde eşanlamlı olarak devrim hakkı diye de geçmiştir. Bunun izleri ta İngiltere’deki Magna Carta’ya kadar gider. 1215 tarihli Magna Carta ilk anayasal belge olarak tarihe geçmiştir ve içerdiği maddelerden biri kralın yükümlülüklerini yerine getirmemesi halinde baronlardan oluşan bir komiteye gerektiğinde zor kullanma hakkını verir. Nihayetinde tüm bu kazanımların genel bir ifadesi konumundaki İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde bile bu hakka bir atıf yapılarak, “İnsanın zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının esaslı bir zaruret olması”ndan söz edilir. Bugün demokratik hak ve özgürlükler diye kısaca ifa-
10
Eylül 2013 • sayı: 102
de edilen şey, gerisinde yüzyıllara yayılmış büyük ve kanlı sınıfsal mücadeleleri barındırır. Ama burjuva düzenin ideolojik araçları bu tarihsel gerçekleri ellerinden geldiğince gizlemeye çalışırlar. Sanki ezelden beri seçimler ve sandık gibi halim selim kurumlar mevcutmuş gibi bir mistifikasyon yaratmaya, bu kurumlar dışında siyasi faaliyeti, özellikle de “sokağı”, doğrudan eylemi teşvik etmemeye çalışırlar. Örneğin burjuva demokrasisinin beşiği olan İngiltere ılımlı ve uzlaşmacı gelişmenin timsali, demokratik tartışma kültürünün ve sorunların bu mekanizmalarla çözülmesinin örnek ülkesi gibi lanse edilir. Oysa bu önemli ölçüde bir mistifikasyondur. Zira o İngiltere’de bile yüzyılların mücadeleleri içinde dökülen kanın, uçan kellelerin haddi hesabı yoktur. Bugünlerde dünyadaki isyan hareketlerinde yaygın biçimde taşınan yüz maskeleri, 1605 yılında İngiliz parlamentosunu havaya uçurmaya çalışan ancak gammazlandığı için hedefine ulaşamayıp idam edilen bir eylemcinin (Guy Fawkes) yüzünü temsil etmektedir. Siyasetin seçim, sandık ve parlamento dışı araçları, ki esas olarak “sokak” diye özetleyebiliriz, daima önce gelmiş ve sonunda da seçim hakkını doğurmuştur. Yani seçimler, parlamentolar vs. sokakta yapılan siyasetin, doğrudan kitle eylemlerinin bir meyvesi olarak ortaya çıkmıştır. Kestirme bir anlatımla, seçimlerden ve sandıktan önce sokak vardı ve sandık da o sokaktan geldi. Elbette burjuva egemenler daima emekçi yığınların siyaset yapmasını sınırlamaya çalışırlar. Kitlelerin dört ya da beş yılda bir seçim sandığının başına gidip sınırlı seçenekler arasında bir tercih yapmaları ve sonra evlerinde oturup etliye sütlüye olabildiğince karışmamaları istenir. Ancak egemenler aynı zamanda istemeden kabullenmişlerdir ki, kitle mücadeleleri sonucu anayasal haklar biçiminde tescillenmiş başka demokratik hak ve özgürlükler de vardır. Bunlar arasında ifade, toplanma ve örgütlenme özgürlüklerinin kabulü aslında seçimle her şeyin hallolamayacağının, seçimle gelmiş bir iktidarın kendini mutlak iktidar konumunda göremeyeceğinin peşinen bir kabulüdür. Bu hak ve özgürlüklerin dışlandığı bir demokrasi düşünülemez. Yukarıda bahsedilen tarihsel sınıf mücadeleleri içinde özellikle emekçi kitleler, seçtikleri kişi ve grupların başlarına buyruk hareket etmemesi, seçimlerle gelen kralların doğmaması için başka önlemler de geliştirmişlerdir. Seçilen kişileri bir sonraki seçimi beklemeden görevden alma hakkı anlamına gelen geri çağırma hakkı gibi. Dahası seçime tâbi olan görevlerin sayı ve çeşitliliği mümkün olduğunca genişletilmiştir. İşin doğrusu, nerede yoksul emekçi kitleler mücadeleye katılmışsa orada görece daha demok-
sayı: 102 • Eylül 2013
ratik biçimler oluşmuştur. Bu biçimler daha sonra gitgide kabuğa döndürülseler de. Örneğin ABD’de mahkemelerde halk temsilcilerinden oluşan jürilerin olması, şeriflerin, savcıların, okul idari yönetimlerinin halk tarafından seçilmesi gibi hakları saymak mümkündür. İşçi sınıfı açısından özel önem taşıyan bir nokta ise grev hakkıyla ilgilidir. Örneğin Türkiye’de genel grev ya da siyasal grev hâlâ yasaktır. Bıraktık genel grevi ve siyasal grevi, dayanışma grevi yapmak bile yasaktır. İşçiler toplu sözleşme anlaşmazlığı dışında grev yapma hakkına sahip değildirler. Bu yasaklamalarla, işçi sınıfının özgül ve temel bir mücadele aracı olan grev bir siyaset yapma aracı olmaktan men edilmiştir. Oysa çok iyi bilinir ki tarihte birçok gelişme bizzat işçi sınıfının etkili grevleriyle sağlanmıştır. Türkiye’de grev hakkının kendisi Kavel greviyle kabul edilmek zorunda kalınmıştır. Keza 1980 öncesinde, baskının özel bir biçimi olan Devlet Güvenlik Mahkemeleri işçilerin siyasi grevleri sayesinde engellenmiştir. Burjuva egemenler emekçi kitleler için siyasetin tek mecrası olarak seçim ve sandığı empoze etmeye çalışmakla yetinmezler. Neme lazım deyip seçme hakkını da elden geldiğince anti-demokratik biçimlerle kuşatarak bu hakkın içeriğini de bozmaya gayret ederler. Bir kere burjuva demokrasisi doğrudan değil, temsili bir demokrasidir. Az sayıda temsilci toplumun yerine karar verir ve uygular. Kitlelerin seçtikleri kişileri denetleme olanakları ya hiç yoktur ya da sınırlıdır. Bu sınırlar sınıf mücadelelerinin gelişim özelliklerine bağlı olarak ülkeden ülkeye değişse de son tahlilde sınırlı kalmaya mahkûmdur. İkincisi, seçimler asla adil bir yarışma şeklinde olmaz. Düzen partileri ve şahıslarıyla düzene muhalif olanlar eşit şartlarda yarışmazlar. Bir kere propaganda olanakları açısından büyük bir eşitsizlik vardır. Düzen içi düşünceler zaten kitlelerin kendiliğinden ideolojisi olarak belli bir önyargı temeli oluştururlar ki, bu önyargılar medyasıyla, eğitim sistemiyle vb. her gün kitlelerin yaşamına zerk edilirler. Düzen partileri bu yerleşik önyargıların temeli üzerinde oynamanın rahatlığı içinde hareket ederler. Öte yandan ellerinde büyük maddi olanaklar ve araçlar vardır. İnsanların gündelik yaşamını boydan boya kuşatan medya gücü onların elindedir. Bu eşitsizliklerin yanı sıra birçok hukuki engeller çıkarılır ve son olarak da bizzat seçim sistemleri temsiliyeti alabildiğine sınırlandırıcı biçimde işlev görürler. Tam da bu nedenlerle genel olarak en eski ve köklü burjuva demokrasilerini oluşturan gelişmiş kapitalist ülkelerde emekçi kitleler seçimlerden bezmeye başlamışlar ve sandığa giderek daha az ilgi gösterir olmuşlardır. Çünkü uzun burjuva demokrasisi deneyimi, temel nitelikte sorunların seçimlerle pek çözülemeyeceğini ortaya koymuştur emekçi kitleler açısından. Bunun sadece gelişmiş ülkelerle sınırlı olduğu da söylenemez üstelik. Başka birçok ülkede benzer bir durum söz konusudur. Seçimlere katılımın düşüklüğü temsiliyet açısından temel bir sorun teş-
marksist tutum
kil etmesine rağmen egemenler bunu görmezden gelmeye eğilimlidirler. Örneğin Mısır’da halkın iradesini temsil ettiği söylenen Mursi’nin aldığı oy oranı gerçekte toplam seçmenin sadece yüzde 11’i düzeyinde. Zira asıl temsil gücünü gösteren ilk turda aldığı oy oranı yaklaşık yüzde 25’tir ve katılım oranının yüzde 46 civarında olduğu düşünüldüğünde bu gerçekte yüzde 11 anlamına gelmektedir. Böylece gerçek kitle tabanı yüzde 11 olan bir kişi, geri kalan yüzde 90’a da hükmetme hakkını eline almış olmaktadır. Öte yandan seçim sistemleri aracılığıyla getirilen birçok haksızlık ve eşitsizlik bulunuyor. Örneğin seçim barajları. Türkiye’de yüzde 10’luk seçim barajı yüzünden 5 milyon seçmenin oyunu alsanız bile parlamentoya hiçbir temsilci gönderemeyebilirsiniz. Nitekim Kürt hareketi 3 milyona yakın oy aldığı halde parlamento dışı kalmıştır geçtiğimiz yıllarda. Bu baraj sayesinde AKP 2002 seçimlerinde sadece yüzde 36 oyla parlamentoda yüzde 65 oranında sandalye kazanmıştır. Böylece başka kişi ve partilere verilmiş oylar alenen çalınmış olmaktadır. Ancak egemenler seçim sistemleri bağlamında sadece baraj türü engellerle de yetinmezler. Öyle seçim sistemleri icat ederler ki, milyonların oyları boşa gider. Örneğin yukarıda bazı görece ileri demokratik formlarından söz ettiğimiz ABD’deki seçim sistemi, olağanüstü ölçüde antidemokratik, eşitsiz, adaletsiz bir sistemdir. Bu nedenle iki parti dışında hiçbir partinin bu mekanizmayla seçim zaferi elde etmesi söz konusu olamaz. ABD’de de, İngiltere’de de seçim sisteminin önemli bir parçası çoğunluk sistemidir. Buna göre, “birinci gelen hepsini alır” prensibi geçerli kılınarak, en çok oy alan dışındakilerin temsiliyeti sıfıra indirgenir. Birinci gelenden sadece birkaç oy az alsanız bile size hiçbir temsil hakkı verilmez. Böylece orantılı bir temsil imkânsız hale getirilir. Adil orantılı bir temsili mümkün kılan seçim sistemleri Türkiye’de de olduğu gibi terk edilmiştir. Türkiye’de 1961 Anayasasından sonra getirilen milli bakiye sistemi daha adil bir sistemdi ve bu sistem sayesinde Türkiye İşçi Partisi meclise 15 milletvekili sokabilmişti. Ama bundan çok ürken egemenler çok geçmeden bu sistemi değiştirdiler.
Darbeler mubah mı? Bir yandan seçimler ve sandığın sınırlılıklarını, adaletsizliklerini vs. vurgulamamız, bir yandan da kitlelerin doğrudan siyaset araçlarının önemine dikkat çekmemiz, darbelere davetiye çıkardığımız anlamına gelmez. Burjuva demokrasisi ve seçimler konusundaki genel bazı eleştirileri kendilerine kalkan yapan kimileri darbeleri mazur ve hoş göstermeye kalkabilmektedirler. Örneğin Ertuğrul Özkök Mısır’daki son süreç bağlamında yazarken, “demokrasi bazen darbeyle gelir” fikrini savunmuştur. Ertuğrul Özkök’ün postal seviciliğini zaten biliyoruz diyenler olabilir. Ama başkaları da var. Örneğin eski İn-
11
marksist tutum İşçi demokrasisinde bütün emekçiler için tam bir propaganda özgürlüğü ve eşitliği vardır. Tüm kilit görevlere seçimle gelinir, seçenler seçtikleri kişileri her an görevden alma hakkına sahiptirler. Seçenler seçimden sonra geri plana çekilmezler, seçilenler ise kendilerini seçenlerden kopuk bir yaşam sürdürmezler. Seçilenler işçi sınıfının iktidar organları olan işçi konseylerinde alınan kararların uygulayıcısı olarak çalışırlar ve bu kararları bizzat kendilerini seçen insanlarla birlikte hayata geçirirler. Seçilenler ortalama işçi ücretinden daha fazla ücret alamazlar. Dolayısıyla vekillik bir ayrıcalık, bir arpalık kapısı olmaktan çıkarılır.
giliz başbakanı Tony Blair de, “Mısır’da ordu demokrasiyi tesis ediyor” diyerek cuntaya desteğini ifade etmiştir. Mevcut ABD Dışişleri Bakanı John Kerry de, “Mısır’da ordunun demokrasiyi yeniden inşa etmek için müdahale ettiği”ni söylemektedir. Genelde darbenin Batılı devletler ve siyasetçiler tarafından pek tepkiyle karşılanmaması, aksine ılımlı değerlendirilmesi burjuva demokrasisinin çürümüşlüğünün, ikiyüzlülüğünün çarpıcı bir örneğidir. Lafı uzatmadan ekleyelim ki, ilerici addedilen kimi darbeleri sol hareket içinden de destekleyenler her zaman çıkmıştır. Türkiye’de de solun bir kesimi Mısır’daki darbeye bu gözle bakmıştır. Darbeler kitlelerin doğrudan siyasetine tam zıt olarak, tepeden inmeyi ifade ederler. Düzenin baş silahlı gücü olan ordu, elindeki silaha güvenerek, kitlelere karşı ya da onları dışlayan biçimde iktidara el koyar. Burada kitlelerin doğrudan siyaset yapmasına tümüyle karşıt bir yöntem söz konusudur. Ordular düzenin başlıca koruyucusu ve onun en büyük şiddet aygıtını oluştururlar. Bu şiddet aygıtı durum gerektirdiğinde içte ve dışta emekçi kitleleri ezmek için hazırda tutulur. Bir kurum olarak ordu tabiatı gereği halk düşmanıdır. “Bir kurum olarak” ibaresinin altını çiziyoruz, çünkü burada kasıt halk çocukları olan erat değildir. Geçmişte 27 Mayıs 1960’ta olduğu gibi Demokrat Partinin gericiliğini ya da şimdi Mısır’da İhvan’ın gericiliğini bahane edip, burjuva gericiliğinin bir başka formu olan darbeciliği savunmak işçi sınıfının ya da kendine sosyalist diyenlerin işi olamaz. İşçi sınıfı kendi bağımsız siyasetini ortaya koyan kitlesel eylem biçimleriyle siyaset yapmak durumundadır. Bu onun doğası gereğidir. İşçi sınıfı dünyanın hiçbir yerinde hiçbir darbeye hayırhah gözle bakmamalı, yalnız ve yalnızca kendi öz örgütlülüğü ve eylemine güvenmelidir. İşçi sınıfının özgüvenini, öz örgütlülüğünü ve mücadelesini ilerletmeyen hiçbir eylem biçiminden yarar umulamaz. Öte yandan burjuva demokrasisinin sınırlılığına ve
12
Eylül 2013 • sayı: 102
1917 Rus devriminde İkinci Sovyet Kongresi
özünde bir sınıf diktatörlüğünü ifade eden doğasına işaret etmek ne kadar anlamlı ve gerekliyse, bu böyledir diye, olağanüstü burjuva rejimlerle olağan burjuva demokratik işleyiş arasında ayrım gözetmeyen, fark etmez diyen bir tutuma kaymak o kadar yanlıştır. Marksizm burjuva demokrasisini, tepeden inmecilik, olağanüstü burjuva rejimler ya da darbecilik yararına eleştirmez. Marksizmin eleştirisi onu aşan bir demokratik perspektife dayanır ki bunun anlamı işçi demokrasisidir. İşçi demokrasisinde bütün emekçiler için tam bir propaganda özgürlüğü ve eşitliği vardır. Tüm kilit görevlere seçimle gelinir, seçenler seçtikleri kişileri her an görevden alma hakkına sahiptirler. Seçenler seçimden sonra geri plana çekilmezler, seçilenler ise kendilerini seçenlerden kopuk bir yaşam sürdürmezler. Seçilenler işçi sınıfının iktidar organları olan işçi konseylerinde alınan kararların uygulayıcısı olarak çalışırlar ve bu kararları bizzat kendilerini seçen insanlarla birlikte hayata geçirirler. Seçilenler ortalama işçi ücretinden daha fazla ücret alamazlar. Dolayısıyla vekillik bir ayrıcalık, bir arpalık kapısı olmaktan çıkarılır. Dahası ordu gibi halktan ayrı örgütlenmiş bir silahlı güç yoktur. Düzenli ordunun yerini silahlanmış işçi milisleri alacak ve böylece örgütlü dar bir grubun elindeki silah tekeli kırılmış olacaktır. Bu gibi temel özelliklere sahip işçi demokrasisi hiç kuşkusuz burjuva demokrasisinden bin kat daha gelişkin ve özgürlükçüdür. Bu temel nitelikler işçi sınıfının kendi mücadeleleri içinde keşfettiği devrimci önlemlerdir. İşte işçi sınıfı burjuva demokrasisini eleştirirken bu çok daha demokratik ve özgürlükçü perspektiften hareket eder, darbecilere payanda olacak gerici bir perspektiften değil. İşçi sınıfı düşmanı siyasi iktidarları alt etmesi gereken güç ordu ya da komplocu gruplar değil, işçi sınıfının kendisidir. Bunun yöntemi de darbe ya da burjuva seçim sandıkları değil işçi kitlelerinin kendi doğrudan eylemidir, grevleridir, gösterileridir, ayaklanmasıdır. n
Ergenekon Kararları ve İbret Manzaraları İlkay Meriç
B
urjuvazi içindeki güç ve iktidar kavgasında önemli bir raundu temsil eden Ergenekon davası, beş yıllık bir yargı sürecinin ardından karara bağlandı. 66’sı tutuklu 275 sanığın yargılandığı bu davada, 18 sanığı müebbete, geri kalanların çoğunu uzun süreli hapis cezalarına çarptıran mahkeme, 21 sanığın beraatine, 17 sanığın ise tahliyesine karar verdi. Hatırlanacağı üzere, AKP’nin ikinci hükümet dönemine ilerlediği ve cumhurbaşkanlığı makamını ele geçirmek üzere olduğu 2007 dönemecinde egemen sınıf içindeki kavga alabildiğine kızışmıştı. Bu süreçte AKP, 20032004’te planlanan Genelkurmay merkezli darbe girişimlerine ilişkin belgeleri servis ederek statükocu devletçi burjuva güçlere karşı atağa geçmişti. Darbe planlarının o dönemle sınırlı kalmayıp 2007’den itibaren çok daha kapsamlı harekât planlarıyla genişletildiği de ilerleyen süreçte ortalığa saçılan birtakım belgelerle açığa çıkmıştı. Bütün bunlar, Genelkurmay’ın başını çektiği, MİT ve Emniyet içindeki bazı kadroların, üniversite ve yargı bürokrasisinin de işin içinde olduğu üst düzey bir ekip (daha sonra buna “Ergenekon” denecekti) eliyle yürütülen operasyonlarla, AKP’yi alaşağı edecek bir darbenin zeminini döşemek için hummalı bir faaliyete girişildiğini gösteriyordu. Bu uğurda, Akın Birdal ve Hrant Dink gibi isimlere ve
gayrimüslim din adamlarına yönelik suikastları da içeren kanlı provokasyonların uygulamaya koyulduğu, Kuvvacı faşist güçlerin devreye sokulduğu, sosyalist, İslamcı ve Kürt çevrelerin internet sitelerinin andıçlanıp faaliyetlerinin engellenmeye çalışıldığı, medya, üniversiteler, sendikalar ve yargının desteğiyle kitle seferberliği yaratılmaya çalışıldığı, kara propaganda sitelerinin kurulduğu, yaygın bir fişleme faaliyetinin yürütüldüğü ve kontra birimlerin bu planlar doğrultusunda gizli yerlere silahlar depoladıkları gibi gerçekler, gizli Genelkurmay talimatlarını da içeren çeşitli belgelerle ortaya seriliyordu. Bu bilgilerin açığa çıkması sonrasında, örneğin şu anda müebbet hapse mahkûm olan eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, medyanın karşısına geçip, açığa çıkan Genelkurmay talimatlarını “belge değil kâğıt parçası” diyerek yırtıp atıyor, toprak altından çıkarılan lav silahlarını ise “silah değil boru” diyerek elinde sallayarak aklınca davayla dalga geçiyordu. Askeri bürokrasi ve göbeği onunla kesilen sivil ekürisi, TC’nin kuruluşundan itibaren siyaset üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanan askeri vesayetin sarsılamayacağına olan güveninden cesaret alarak böylesine pervasız davranırken, içeriden ve dışarıdan bulduğu güçlü desteğe yaslanan AKP, bu girişimleri bertaraf ederek iktidarını güvence altına almak üzere harekete geçmişti. Ergenekon
13
marksist tutum
davası işte bu doğrultuda atılmış bir adımdı ve bu sayede orduda büyük bir tasfiye operasyonu başlatılırken, gücü kırılan darbeci kesim de etkisiz hale getirilecekti. AKP hükümetinin tümüyle oportünist bir şekilde kullandığı bu dava, bilindiği gibi, yandaş medya ve AKP destekçisi liberal kesimler tarafından “derin devlet”le ve darbelerle gerçek bir hesaplaşma olarak lanse edilip demokrasi yolunda büyük bir adım olarak selamlanmıştı. Ulusalcı-statükocu kesimler ise, mümtaz devletlû şahsiyetlere yönelik tutuklamaları AKP’nin “cumhuriyeti” tasfiye çabasının somut bir göstergesi olarak sunup, davayla açığa çıkan gerçekleri tümden red yoluna gitmişler ve özü gizlemek üzere çeşitli hukuksuzlukları öne çıkararak suçlamaları büyük bir komplo olarak nitelendirmişlerdi. Davanın her aşaması bu minvaldeki tartışmalarla geçti ve her iki kesim de gerçekleri kendi çıkarları doğrultusunda çarpıtmaktan ve türlü dezenformasyonlara başvurmaktan geri durmadı. Ergenekon davasını kendi iktidarını pekiştirmek ve güvenceye almak için bir araç olarak kullanan AKP, bu süreçte, dalgalar halindeki tutuklamalarla bir yandan muarızlarına gözdağı verirken, öte yandan davayı dar bir alana hapsederek devletin bundan fazlaca yara almadan çıkmasını sağlamaya uğraştı. İşte bu siyasi tercih doğrultusunda ilerleyen dava, nihayetinde, suçun “cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs”e indirgenmesiyle, dolayısıyla halka karşı işlenmiş suçlar yerine hükümete karşı işlenmiş suçların cezalandırılmasıyla sonuca bağlandı. 9 Ekimde Yargıtay kararının netleşmesi beklenen 361 sanıklı Balyoz davasında da birinci aşama mahkemenin hükmettiği cezalar aynı suça binaen verilmişti. Tüm bunlara Hrant Dink davasının “Ankara’nın karanlık dehlizlerinde” boğdurulmasını ve 12 Eylül davasının mefta ya da ayağı çukurda olan beş cuntacı generalle sınırlandırılıp içinin boşaltılmasını da eklediğimizde, Marksist Tutum sayfalarında defalarca dile getirdiğimiz üzere, liberallerin safiyane beklentilerinin aksine bu davaların “derin devlet”le ya da genel olarak darbelerle hesaplaşma niyeti taşımadığı, AKP’nin bu adımları demokrasi için değil karşı cephenin vurucu gücünü zayıflatarak kendi iktidarını korumak üzere attığı çıplak bir şekilde görülmektedir. Ergenekon davasının bu kararlarla sonuçlanması, AKP’nin, yaklaşan seçimler öncesinde dişlerini yeniden göstermeye başlayan karşıt burjuva kesimlere gözdağı vermesine de hizmet etmektedir. Bununla birlikte AKP cephesi, dava kararlarına yönelik itidalli değerlendirmelerle ortamı germekten kaçınan bir tutum da izlemektedir. Hatta Erdoğan ve Gül, İlker Başbuğ’un aldığı müebbet kararına üzüntülerini belirten ve Yargıtay aşamasına dikkat çeken açıklamalar yapmaktan geri durmamışlardır. Bu tutum, hükümetin kendisine karşı yapılan hamlelerin rövanşını alırken, bunu bir kan davasına çevirmek istemedi-
14
Eylül 2013 • sayı: 102
ğine ve devletin bu işten en az zararla sıyrılmasını sağlamaya çalıştığına da işaret etmektedir. Kaldı ki, bu davadan ceza alanların Yargıtay aşaması sonuçlanmadan salıverilme ihtimali de zayıf değildir. Zira, Kürt hareketiyle müzakere sürecinin yolunda gitmesi durumunda ilan edilmesi beklenen genel af, Ergenekon zanlıları için de kurtuluş kapısı olacaktır. Böylece hükümet Kürt tutsakların serbest bırakılması karşısında kendisine basınç bindirecek milliyetçi kesimlere sus payı da vermiş olacaktır.
“Derin devlet”le hesaplaşma aldatmacası Ergenekon davası başladığında, liberaller “derin devlet”in tasfiye edileceğinden ve Türkiye’nin pirüpak bir demokrasiye kavuşacağından söz ederken, bizler bunun boş ve yanılsamalar üreten bir beklenti olduğunu dile getirerek, yargılamanın sınırlarına işaret etmiştik: “Bugün ortaya çıkarılan ve tasfiye edilmekte olduğu anlaşılan yapılanma, kontrgerilla aygıtının, ipliği pazara çıkmış ve genelde devlet aygıtının toplum gözündeki meşruiyetini zaafa uğratıcı bir hal almış sınırlı bir bölümünü oluşturmaktadır. Yoksa devletin dört bir yana kök salmış karşı-devrimci gizli/yasadışı faaliyet ve örgütlenmesi yerli yerinde durmaktadır.” “Sonuç olarak, AKP ve ordu arasındaki güç dengesinde yaşanan kaymalar ve oluşan yeni uzlaşma zemini üzerinde gerçekleşen Ergenekon operasyonuyla ıskartaya çıkarılacak yapılanma nihayetinde sınırlıdır ve başka türlü olması da beklenemez. Türkiye’nin çelişkileri, nispeten durmuş oturmuş Avrupa ülkelerinden çok daha keskindir ve bu coğrafyada başka türlüsü de olmayacaktır. Bu nedenle Türkiye’de hiçbir zaman, bıraktık kapitalizmde asla mümkün olmayan tam bir temizliği, Avrupa’daki Gladio temizliği tarzı bir operasyon dahi olamaz. Bu kontra aygıtlar ancak bir devrimle temizlenir ve tekrar vurgulamak gerekir ki, Türkiye’de demokrasi sorunu bir devrim sorunudur.” (Levent Toprak, Ergenekon’dan Çıkanlar, MT, Mart 2008) Bu tespitleri yaparken, AKP’nin niyetinin ve demokratlığının çapının daha ileri bir adım atmayı baştan engellediğini, ancak bunun da ötesinde, en demokrat burjuva partisinin bile “derin devlet” denen yapıyı tasfiye edemeyeceğini, çünkü “derin devlet”in burjuva devletin içsel, ayrılmaz bir parçası olduğunu da vurgulamıştık: “Marksistlerin geniş emekçi yığınlara kavratmakla yükümlü oldukları gerçeklik, kapitalist çürüme çağında burjuva devletin bu tür örgütlenme ve faaliyetlerinin onun ayrılmaz bir parçasını oluşturduğudur. Egemen sınıfın baskı aygıtı olarak devletin yasal/açık ve yasadışı/gizli ayakları tamamlayıcı bir bütün oluştururlar. Esasen 20. yüzyılın başlarından itibaren burjuva devletin yapılanması bu temeller üzerine oturmuştur. Bu, birkaç kötü adamın kendi başına kâh orada kâh burada çevirdikleri bir kumpas olmayıp, burjuva devletin emperyalizm çağında gide-
sayı: 102 • Eylül 2013
rek yerleşmiş olan normudur. (…) «derin devlet» burjuva devlete dışsal ya da ondan arındırılabilir bir şey değil, onun ayrılmaz bir parçasıdır. Burjuva liberaller sanki kapitalizmin bu çürüme çağında «derini» olmayan bir burjuva devlet olabilirmiş havası yaratmaktadırlar. Bu kasıtlı bir aldatmaca değilse kuruntudan başka bir şey değildir.” (Levent Toprak, Derin Devlet, MT, Mart 2007) Ergenekon davasının gelişim seyri, sonucu ve tüm bu süreçte hükümetin takındığı tutum, bu hakikatleri fazlasıyla kanıtlamıştır. Davanın görevden alınan hakimlerinden Köksal Şengün’ün şu sözleri aslında açık bir itiraf niteliğindedir: “Bu davada «derin devlet» çözülmedi. Hangi derin devletten bahsediyorsunuz? Türkiye’nin tarihindeki cinayetleri kimlerin yaptığı, kimlerin emir verdiği ortaya çıktı mı? Hangi eylemin perde arkası ortaya çıktı? Daha iddianamede bile, bir tek faili meçhul cinayetin deliller eşliğinde kimseye ithaf edildiğini görebildiniz mi? Dosyadaki hiçbir sanık hakkında eylemlerle bağlantı kurulmadı, deliller eşliğinde suçlama getirilmedi.” Kuvvet komutanlarının yanı sıra çok sayıda üst düzey subayın, YÖK gibi kilit önemdeki bir devlet kurumunun başkan ve üyelerinin, rektörlerin, kısacası devletin kilit kadrolarının yargılanıp onlarca yıl hapis cezası aldıkları bu davada, devlet ve kontra aygıtları, Ergenekon’un devletten bağımsız bir “terör örgütü” olarak gösterilmesiyle aklanmaya çalışılmıştır. Kürt halkına karşı sürdürülen kirli savaşın, sosyalistlere karşı yürütülen imha operasyonlarının, nice faili meçhul cinayetin, azınlıklara karşı planlanan tezgâhların ve benzeri “derin” faaliyetlerin ana enstrümanlarından olan MİT ve Emniyet teşkilatına dokunulmamıştır. Kontgerillanın en faal olduğu 90’lı yıllarda “devlet adına kurşun sıkanlarla” gurur duyduğunu
marksist tutum
belirten Çiller’in, derinlerin derini Demirel’in, “1000 operasyon”cu Mehmet Ağar’ın, Hayri Kozakçıoğlu’nun, Ünal Erkan’ın, Necdet Menzir’in ve daha nice eli kanlı katilin adı bile anılmamıştır. JİTEM’in gerçekleştirdiği katliamlar, işkenceler, asit kuyuları, Akın Birdal suikastı, Hrant Dink’in katli iddianameye fon oluşturmuş ancak sanıklardan hiçbiri bu suçlardan ceza almamıştır. Ergenekon davasının egemen sınıf içinde cereyan eden kavganın ürünü olarak doğduğu ve tüm sürecin bu çatışma tarafından belirlendiği görmezden gelindiğinde, gerçekliğin şu ya da bu ideolojinin prizmasından geçerek çarpılması kaçınılmazlaşmaktadır. Bu çarpılma, liberalleri derin devletin tasfiye edildiği ve darbelerle yüzleşildiği yolundaki hayallere, statükocu-devletçi burjuva kesimlerin kuyruğuna takılan Kemalist solu ise “cumhuriyetin şeriat doğrultusunda tasfiye edildiği” algısıyla hezeyana sürüklemiştir. Oysa yürüyen kavga ne burjuva rejimi demokratikleştirme ne de tersine onu yıkma kavgasıdır; bu kavga burjuvazinin iki kesiminin devlet iktidarı üzerinde hakim olma ve bu dolayımla bağlı sermaye gruplarını semirtme kavgasıdır. Dolayısıyla işçi ve emekçi sınıfların çıkarları bu kavgada taraf olmaktan değil, kapitalist düzeni her iki burjuva kesimin kafasına yıkmaktan geçmektedir.
Dava kararı karşısında karalar bağlayan sözde sosyalistler Mesele Marksistler açısından bu kadar net olmalıyken, ne yazık ki solun önemli bir kesiminde AKP karşıtı burjuva kanadın tüm girişimlerine hayırhah bir yaklaşım içinde olmak şeklindeki tutum yaygınlığını korumaktadır. Bu tutum Ergenekon dava sürecinde olduğu gibi, kararın açıklanması sonrasında da kendini göstermiştir. Örneğin TKP bu tutumun tipik bir temsilcisi olarak, dava kararına alelacele yanıt veren bir açıklama yayınlamış ve verilen cezaları “diktatörlüğün Türkiye’ye meydan okuyuşu” olarak nitelendirerek “hükümsüz” ilan etmiştir. Generallere, onların faşist ya da sosyal-faşist kuklalarına, gayrimüslimleri misyoner diyerek hedef gösteren maşalarına, medyadaki yalakalarına, Kürt ve sosyalist öğrencileri inim inim inleten düzen profesörlerine vb. verilen cezaları “hukuk, insanlık ve vicdan dışı” bulan TKP, bunun hesabını sorma görevini de Türkiye halkının sırtına yüklemiştir. Bu partinin sözcülüğünü yapan Sol Portal sitesinde ise, Ergenekon davasının “bütün sanıkları” mağdur ettiği söylenerek onlar için gözyaşları dökülmektedir: “Ergenekon davasında verilen kararlar, itirafçılar/gizli tanıklar dışında kalan bütün sanıkları mağdur etmiş bulunuyor. Bu davada mağdur olanların, adaletin yerini bulmamasının acısını ve bir şey yapamamanın çaresizliğini ne derecede yaşadıklarını tahmin etmek bile mümkün olmuyor. Sayısal olarak mağdur olanların içinde askerler, İşçi Partililer, eski rektörler öne çıkıyor. … askerlerin, kararlardaki adaletsizlik ve düşülen çaresizlik karşısında, diğer
15
marksist tutum
Eylül 2013 • sayı: 102
Gerek CHP’nin gerekse Kemalizmle bulaşık ulusalcı “sosyalist” kesimlerin dava sürecindeki birtakım hukuksuzlukları öne çıkararak, Ergenekon davası sayesinde ortaya saçılan pisliklerin üstünü örtme ve sanıkları mağdur olarak gösterme çabalarına geçit verilmemelidir.
kesimlere göre, dışarıdaki meslektaşlarından yeteri kadar destek görmeseler de, mağdur oldukları ölçüde dirençli olabilecekleri tahmin ve umut ediliyor. … İşçi Partililerin de mağdur oldukları ölçüde dirençli olabilecekleri tahmin ve umut ediliyor. İşçi Partisi üyelerinin ve organlarının sürdürdükleri kararlı tutum, bu tahmini ve umutları artırıyor. Mağduriyete direnme bağlamında en zayıf halkanın eski rektörlerden oluştuğu tahmin ediliyor. … Ceza verilen diğer sanıklar gibi eski rektörlerin de, mahkum olmalarını haklı çıkaracak kanıtların var olmadığı anlaşılıyor. … Türbana taviz vermemeleri, kendi anlayışları çerçevesinde Atatürkçülüğü savunmaları ve üniversitelerinde dinsel gericiliğe prim vermemeleri, her şeyin başlangıcı ve nedeni oluyor.” (Rıfat Okçabol, sol.org, 23 Ağustos 2013) Askerleri, rektörleri, işkenceci polis şeflerini, faşist mafya unsurlarını ve devrimci hareketin ipliğini 40 yıl önce pazara çıkardığı Perinçek’in şovenist İşçi Partisini mağdur olarak gösterip, “sürdürdükleri kararlı tutum”u takdir edenlerin sosyalistlikle nasıl bir alâkaları olabileceğine akıl sır erdirmek gerçekten de güçtür. Bu “sol”cuların, tüm kanıtlar apaçık ortadayken darbeci generallerin ve payandalarının eylemlerini “hükümete muhalif olmak, bu yönde toplantılar düzenlemek, televizyon yayını yapacak
16
bir kanal kurmak, gazete çıkarmak ve siyasi çalışma yapmak”la sınırlandırıp bu güçleri aklamaya girişen CHP’den en ufak bir farkları yoktur. Gerek CHP’nin gerekse Kemalizmle bulaşık ulusalcı “sosyalist” kesimlerin dava sürecindeki birtakım hukuksuzlukları öne çıkararak, Ergenekon davası sayesinde ortaya saçılan pisliklerin üstünü örtme ve sanıkları mağdur olarak gösterme çabalarına geçit verilmemelidir. Siyasi davalarda, delillendirmeden suç isnadına kadar tüm aşamalarda her türlü sahtekârlığa ve kanunsuzluğa başvurulması, esas ve usûl ihlallerinin yapılması ve nihayetinde siyasi kararlar verilmesi, burjuva hukuka içsel olan adaletsizliğin ve anti-demokratikliğin ürünleridir. Nitekim AKP’nin rövanş hamlelerinden biri olan Ergenekon davasında da bu tür kanunsuzluklar, ihlaller sıkça yaşanmıştır. Ancak unutulmamalıdır ki, bu, tam da bugün aldıkları ağır cezalara “hukuk ve vicdan” adına isyan edilen vicdansız ve eli kanlı halk düşmanlarının hukukudur. Mevcut “terör” kanunları da, on binlerce insanın kanına giren ve şimdi utanmadan mağduru oynayan generallerin yoğun çabaları eşliğinde çıkarılan kanunlardır. TC’nin bu garabet “terör” kanunları, şimdi ironik bir şekilde, kalabalık bir “seçkin” devletlû grubu “terör örgütü” olmaktan mahkûm etmiştir. Ulusalcı düzen yanlıları, TSK’yı terör örgütü saymaya varan bu karara isyan ededursunlar, bu durum aslında bir gerçekliğin de itirafıdır: Burjuva devlet, “derin”iyle, ordusuyla, polisiyle, egemen sınıfın ezilen sınıflar üzerindeki terör aygıtıdır! Bizlerin burjuva mahkemelerin hukuksuzluğunu, adaletsizliğini, anti-demokratikliğini, sahtekârlığını görmek için Ergenekon davasına bakmamız gerekmiyor; zira bu “hukuk” aracılığıyla sosyalistlere, Kürtlere, düzen muhaliflerine ve yoksul halk kesimlerine çektirilen eziyet apaçık ortadadır. Ama “demokrasi” lafını ağzından düşürmeyen ikiyüzlülerin, örneğin üç bine yakın insanın “terör örgütü üyeliği”nden onlarca yıla varan hapis cezalarıyla yargılandığı KCK davası karşısında takındıkları tutumlar da ortadadır. Dolayısıyla bütün bu gerçekliğe gözlerini ve kulaklarını kapatmayı tercih edip, darbeci generallerin ve onların şakşakçılığını yapan profesörlerin, gazetecilerin, kısacası düzenin “saygın” temsilcilerinin başına gelenler karşısında feveran eden ikiyüzlüler sürüsüne en ufak prim bile verilmemelidir. Aksine sosyalistler ve tutarlı demokratlar, halk düşmanı darbecilerin faili oldukları diğer tüm suçların sumen altı edilmiş olmasına, faşist mafya liderlerinin, işkenceci polis şeflerinin vb. aldıkları kısa süreli cezalarla bir-iki yıl yatıp salıverilecek olmalarına tepki göstermelidirler. Bu halk düşmanlarının suçlarının hafifletilmeye çalışılması ve onların mağdur olarak gösterilmesi ise yüz karası bir tutum olarak mahkûm edilmelidir. n
Mısır’da İsyan, Darbe ve Zorunlu Dersler Oktay Baran
M
ısır’daki son isyan dalgası ve arkasından gerçekleşen askeri darbe, birçok dersi içerisinde barındırıyor. Sosyalist çevreler tarafından yapılan kimi değerlendirmeler ise, devrimden ne anlaşılması gerektiği, darbelere karşı tutum, ordunun sınıf doğası, kendiliğinden hareketlerin öneminin yanısıra zaafları ve sınırlılıkları, burjuvazi içindeki hegemonya kavgası, yürüyen emperyalist paylaşım kavgasının iç siyasete yansımaları ve emperyalist komplolar gibi konularda ciddi kafa karışıklıkları olduğunu ortaya koyuyor. Türkiye’de önümüzdeki dönemde sertleşeceği kesin olan hem burjuvazi içi kapışmanın hem de proleter sınıf kavgasının önümüze koyduğu görevleri doğru kavramak bakımından Mısır’da yaşananlar önemli ipuçları veriyor. Yaşananlar ne basitçe bir emperyalist komploya indirgenebilir, ne de komplonun varlığı hepten yadsınarak yaşananlar bir devrim olarak kutsanabilir. Mısır’da yaşananları “o mu bu mu” şeklinde skolastik bir kalıba sokmak daha baştan baltayı taşa vurmak anlamına geliyor. Gerçek şu ki, Mısır’da yaşananlar üç katmanlı bir durumu anlatıyor; bir yandan burjuvazi içerisinde son derece sert bir iktidar kavgası yaşanmakta, diğer yandan emekçi sınıflar kendi talepleriyle dişe diş bir mücadele yürütmekte ve son olarak hem emperyalist güçler hem de bölgedeki diğer güçler bu kavgayı kendi lehlerine manipüle etmeye çalışmaktadırlar. AKP ve İhvan’ın gerici propagandasının karşısına dikilme gereği, gelişen süreç içerisinde asker-sivil bürokrasi başta olmak üzere Mısır burjuvazisinin, emperyalistlerin ve bölge güçlerinin etki ve belirleyiciliğini görmezden gelmek ya da kendiliğinden kitle hareketine övgüler düzmek anlamına gelmemelidir. Marksistlerin görevi gerçekleri siyasal propagandaya feda etmek değil, gerçek ne ise onu soğukkanlı bir şekilde değerlendirerek gerekli devrimci dersleri çıkartmak olmalıdır. Mısır’daki isyan dalgasının ardındaki temel güç, AKP’li ve İhvancı burjuvaların iddia ettiği gibi kimi yerli ve ya-
bancı şer odakları değil, bizzat kapitalizmin yarattığı derin yoksulluk, sefalet ve devlet terörüdür. Sahneyi belirleyen temel faktör budur. Mübarek’i deviren devrimci sürecin ilk dalgası da aynı kaynaktan besleniyordu. Mübarek’in devrilişinin ardından geçen iki buçuk yıl boyunca geniş emekçi kesimlerin yaşam ve çalışma koşulları iyileşmediği gibi daha da kötüye gitti. Hem Yüksek Askeri Konsey (YAK) hem de Mursi yönetimi sırasında ülkenin tüm makro ekonomik verileri daha da kötüleşti. Mursi, her ne kadar seçimle göreve gelse de, iktidarının başlangıcından itibaren, esasen kendi partisinin iktisadi ve siyasi çıkarları doğrultusunda hareket ederek, 2011’de alanları dolduran milyonların “ekmek, adalet ve özgürlük” talepleri doğrultusunda hiçbir ciddi adım atmadı. Kadın haklarını geliştirmek yerine kısıtlayan yeni yasa ve uygulamalarla özellikle kadınların ve gençliğin özgürlük isteklerine sırtını dönen Mursi, giderek kötüleşen ekonomi nedeniyle de büyük tepki toplamaya başladı. Toplumsal çürüme, rüşvet, yolsuzluklar devam ederken, kaynaklar ve ikbal kapıları İhvan üyelerinin hizmetine sunuldu; siyasal baskılar ve devlet terörü tüm hızıyla sürerken toplumun demokratik hak ve özgürlük taleplerine kulak asılmadı. Hedeflenen demokrasi, emekçi kitlelere uzak bir hayal olarak görünmeye başladığı gibi, işsizlik ve artan gıda fiyatları isyan fitilini tekrar ateşledi. Temmuz başında zirvesine ulaşan muazzam kitlesel seferberliği besleyen bu faktörlere biraz daha yakından bakalım.
Artan hoşnutsuzluk Mübarek’in devrilmesiyle ortaya çıkan çalkantılı dönemde, ülkenin temel gelir kaynaklarından olan (milli gelirin %12’si) ve aynı zamanda büyük bir istihdam alanını oluşturan (2,8 milyon işçi bu sektörde çalışıyor) turizm çöktü. Dolar gelirlerinden yoksun kalınmasıyla birlikte devletin döviz rezervleri hızla tükenmeye başladı; 2011’de
17
marksist tutum
36 milyar dolar olan rezerv miktarı 2013 Haziranında 13 milyar dolara inmişti. Oluşan açık, rekor düzeye ulaşan dış borçlarla kapatılmaya çalışıldı. Yalnızca 2013 yılının ilk altı ayında Mısır parasının değer kaybı yüzde 10’u buldu ve enflasyon tırmanışa geçti. Özellikle gıda fiyatlarındaki yüksek artış, geniş emekçi kesimlerin sefaletini daha da derinleştirdi. 2009’da nüfusun yüzde 21’i yoksulluk sınırının altındayken, Mursi’nin son döneminde bu oran resmi olarak yüzde 25’e çıkmıştı. Aslında birçok gayrı resmi iktisadi araştırma gerçekte bu oranın yüzde 50 olduğunu vurguluyor. Bir başka deyişle toplumun yarısı günde iki doların altında bir gelirle yaşam kavgası veriyor! Uluslararası finans kuruluşları Mısır’ın notunu “çöp” seviyesine indirirken, yabancı sermaye yatırımları tamamen durdu, Mısır borsası 2013 yılbaşına göre yüzde 15’lik büyük bir düşüş yaşadı. Mübarek’in devrilmesinin ardından 4500 işyeri ve fabrika kapandı ve işsizlik, özellikle de genç işsizlik tırmanışa geçti. Resmi işsizlik oranı bile yüzde 14’ü buldu. Gerçeğin bunun misliyle fazlası olduğu biliniyor. Temel tüketim maddeleri ile elektrik, benzin, doğalgaz gibi ürünler üzerindeki devlet sübvansiyonlarının kaldırılmasını hedefleyen neo-liberal saldırı paketleri, emekçiler nezdinde büyük tepkilerle karşılanıp hayata geçirilmeleri büyük ölçüde engellenmesine rağmen, başka bir sorun iktisadi hoşnutsuzluğun üzerine tüy dikti. Tüm bu artan işsizlik, yoksulluk ve sefalet tablosunu, su, gaz ve elektrik kesintilerinin yanı sıra, benzin sıkıntısının ve uzayıp giden yakıt kuyruklarının oluşturduğu manzara tamamladı. 10 saate varan su, elektrik ve gaz kesintileri, yalnızca emekçileri değil toplumun neredeyse tamamını canından bezdirdiği gibi üretim faaliyetini daha da kesintiye uğratmıştır. Bu hizmetler, Mısır gibi sıcak bir ülkede özellikle yaz aylarındaki soğutma ihtiyacından dolayı modern yaşamın olmazsa olmazlarındandır. Mursi’nin seçimlerde, elektrik, su ve doğalgaz hizmetlerinin çok daha kaliteli hale getirileceği vaadinde bulunmasına rağmen oluşan bu tablonun geniş toplumsal kesimlerin artan hoşnutsuzluğunda önemli bir payı vardır. Mursi döneminde, rüşvet, yolsuzluk ve adam kayırma olgusu daha da öne çıkmış, ya da en azından, bunları ortadan kaldırmayı hedefleyen bir “devrim”in koruyucusu olduğu iddiasındaki İhvan yönetimi altında daha fazla göze batar hale gelmiştir. Çıkardığı yasalarla elindeki yetkileri sınırsız hale getirmeye çalışan Mursi ve İhvan hükümetinin, gerek yerel yönetimlerde gerekse de devlet aygıtı içerisinde İhvan üyelerine yer açarak yaygın ve hızlı bir kadrolaşmaya gitmesi de özel bir tepki uyandırmıştır. Bu iktisadi ve sosyal hoşnutsuzluk, siyasal rejimin neredeyse aynen süren baskıcı, anti-demokratik niteliğine duyulan öfkeyle daha da pekişmiştir. Hiçbir temel iktisadi sorun çözülmediği gibi, Mübarek dönemindeki devlet aygıtı aynen kalmış, rejimde bıraktık devrimci bir dönüşümü, ciddi sayılabilecek bir reforma bile gidilmemiştir.
18
Eylül 2013 • sayı: 102
2011 isyanının temel taleplerinden olan özgürlük talebi karşılanmamış, siyasal baskılar devam ettiği gibi, sosyal baskılar da yoğunlaşmıştır: gösterilere yönelik devlet terörü, grevlerin yasadışı ilan edilmesi, sendikal hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmaması, ordu baskısı, sokak ortasında işkenceler, basına getirilen yasak ve sansür uygulamaları, sıkıyönetim ya da olağanüstü hal uygulamaları, sokağa çıkma yasakları, Mursi döneminde yüzden fazla göstericinin devlet güçleri ve İhvancı çeteler tarafından öldürülmesi, Hristiyanlar ve Şiiler başta olmak üzere dini azınlıklara dönük pogrom ve katliamlar girişimleri, “devrim” şehitlerinin katilleri yargılanmazken binlerce “devrimci” aktivistin hapislerde tutulması, kadınlara dönük tacizlerin giderek artması ve kadınları sokaktan ve işyerlerinden çekip evlerine kapamaya dönük girişimler, gündelik yaşama artan ölçüde muhafazakâr-dinci müdahaleler vb. Tüm bunlar, toplumun geniş kesimlerinde, en başta da emekçi kesimlerde hiçbir şeyin değişmediği ve “devrimin çalındığı” hissiyatını güçlendirip dev bir hoşnutsuzluk selini doğurmuştur. Nisan-Mayıs aylarında yapılan bir araştırmaya göre; hükümetin demokratik hak ve özgürlükleri güvence altına almadığını düşünenler %72, hükümetin ekonomik performansını beğenmeyenler %74, hükümeti suçla mücadelede başarısız bulanlar %74, hükümetin kamu hizmetleri performansını beğenmeyenler %74 oranındaydı. Bu anket, yaşananları iki ay öncesinden tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor; Mursi ve İhvan yönetimi toplumun ancak 4 ilâ 5’te biri tarafından desteklenmekteydi; ki aslında bu oran tam da Mursi’nin cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda aldığı oy oranı kadardı! Aynı ankette, askerin geçici de olsa yönetimi devralmasına katılımcıların %56’sı karşı çıkıp yakın bir oy oranıyla erken seçimi gerekli görürken, katılımcıların %87’si samimi bir diyalog sürecinin başlatılmasını istemişti. Mursi’nin iktidar kibriyle tüm çağrılara kulaklarını tıkaması onun sonunu hızlandırdı. Oturduğu iktidar koltuğuna dört elle sarılarak erken seçim çağrılarını reddetmesi nedeniyle, mevcut iktidarı değiştirmenin tek yolu olarak ordunun müdahalesini görenlerin sayısı hızla arttı. Kuşkusuz burjuva muhalifler ve onların dümen suyuna giren sahte solcu çevreler, kitlelerin askeri bir müdahaleyi olumlu karşılaması için ellerinden geleni yaptılar.
Askeri darbe gerici bir restorasyon girişimidir Mısır’da darbenin hemen öncesinde yaşanan üçüncü devrimci dalga, tüm görkemine, nadir bulunan muazzam bir kitleselliğe ulaşmasına rağmen halk isyanının hükümetleri çok kısa bir sürede düşürebildiğini ama devirdiğinin yerine emekçilerin iktidarını geçirmenin hiç de kendiliğinden mümkün olmadığını gösteriyor. Tıpkı 2011 Ocağında başlayan birinci dalga gibi üçüncü dalga da bir hükümet değişikliğiyle sonuçlanmış, siyasal rejim
sayı: 102 • Eylül 2013
ve kapitalist sömürü düzeni olduğu gibi kalırken iktidar bir burjuva gücün elinden bir başkasının eline geçmiştir. Muazzam devrimci potansiyellerine rağmen, devrimci bir önderliğin olmadığı koşullarda, kitle isyanının siyasal gericiliğe alet olabileceğinin özgün, istisnai ve trajik bir örneği yaşandı Mısır’da. Devrimci bir önderlik olmadığında, yerli ve yabancı güçlerin, emekçiler başta olmak üzere toplumu yapay burjuva kamplara bölecek adımlar attığını, emekçilerin meşru taleplerini ve hoşnutsuzluğunu suiistimal ettiğini, gelişen kendiliğinden kitle hareketlerini manipüle ederek kendi çıkarları doğrultusunda kullanabildiğini görüyoruz. Mısır’da altı çizilmesi gereken en önemli derslerden biri budur. Mursi’nin devrilişinin apaçık bir askeri darbeyle gerçekleşmesi kitle hareketi açısından gerçekten de tam bir trajedi anlamına geliyor. Trajedidir, çünkü kitle hareketi burjuvazinin melun planlarının dayanağı ve sivil bir şala bürünmüş askeri diktatörlüğün meşruluk kaynağı haline getirilmiştir. Liberal geçinen burjuvazinin, Nasırcı-devletçi burjuvazinin, küçük-burjuva demokratların ve solların, hatta Nasırcılıktan bir adım öteye geçemeyen sözümona solcu sendika yöneticilerinin desteği askeri rejime önemli bir meşruluk sağlamaktadır. Bu kesimlerin hiçbiri yaşananı bir darbe olarak adlandırmadığı gibi canhıraş bir şekilde bunun bir devrim olduğunu savunuyorlar. Bu koşullarda asker-sivil bürokrasinin kodamanları ve hükümet yetkilileri her fırsatta medya önünde devrimden ve devrimi savunmaktan bahsederek, giriştikleri katliamları aklamaya çalışıyorlar. Mısır’da gerçekleşen askeri darbenin devrimle, devrimcilikle ve hatta genel olarak solla hiçbir ilişkisi yoktur. İşin özü şudur: bu darbe bir restorasyon girişimidir. Darbenin amacı, kitle seferberliğini suiistimal ederek İhvan hükümetini devirmek, Müslüman Kardeşler’i bir taraftan devlet terörüyle ve kitle katliamlarıyla ezmek, bir taraftan da
marksist tutum
bu basınç altında başkalaştırarak daha da evcilleştirmek, sözümona “devrime” sahip çıkar bir pozisyonda kalarak kitle hareketini pörsüterek sönümlendirmek ve sonuçta da Mübarek rejimi dönemindeki güç dengelerini yeniden tesis ederek demokratik bir makyajla da olsa ordu merkezli otoriter rejimi restore etmektir. Kuşkusuz Mübarek rejimi aynen ihya edilemez, çünkü bu rejim hem iç gelişmeleri karşılayamaz hale gelmişti hem de artık emperyalist güçler açısından iş göremez bir noktaya kaymıştı. Restorasyonla kastımız, Mübarek rejiminden nemalanan burjuvazinin ve asker-sivil bürokrasinin hegemonik pozisyonunu restore etmek ve bunu eskisine göre daha demokratik görünümlerde bile olsa özünde yine otoriter bir burjuva rejimle sürdürmektir. Ordunun bu gerici planını engellemek mümkün mü? Ya da bu otoriter gidişatı kim engelleyebilir? Müslüman Kardeşler mi, emperyalist büyük güçlerin dışarıdan uygulayacağı baskı mı, yoksa halk hareketi mi? Müslüman Kardeşler’in böylesi bir gidişatı tersine çevirmeye gücü olmadığı gibi, bu doğrultuda kendisinin dışındaki geniş toplumsal kesimleri seferber edebilecek tutarlı bir demokratik anlayışa sahip olduğundan da söz edilemez. O, kapitalistleşme ve kapitalist dünyayla entegrasyon yoluna daha yeni girmişti ve bu doğrultuda büyük mesafe kaydetmediği de ortada. Orta burjuvaziden büyük burjuvaziye geçiş halinde olup giderek güçlenen bir sermaye kesiminin temsilcisi olan İhvan, diğer taraftan halen radikal İslamcı söylem ve zihniyetin damgasını taşımaktadır. Gerek onun burjuva doğası gerekse de siyaseten de gerici dünya görüşü nedeniyle İhvan’dan demokrat bir çizgi beklemek ham hayal olacaktır. Bir yıllık iktidarı dönemindeki uygulamaları bu açıdan yeterli bir gösterge olmuş ve seçimlerde onu ehven-i şer olarak destekleyen kesimler bile bu manzara karşısında isyan hareketine katılmışlardı. Emperyalist güçlerin daha başından itibaren askeri darbeye “darbe” bile dememeleri onların demokrasi ve özgürlükler konusundaki ikiyüzlü tutumunu bir kez daha sergilemiştir. Onlardan Mısır’daki askeri cuntanın önüne demokratik bir bariyer olarak dikilmelerini beklemek ancak liberallere özgü bir ham hayal olurdu. Başta ABD olmak üzere emperyalist güçlerin hem darbecilere hem de İhvan’a karşı eşit mesafede olduklarını beyan eden tutumları, darbeye “hazırlıksız yakalanmaları” ve “ihtiyatlı bir tutum takınmaları”yla açıklanamaz. Kimi sosyalist çevrelerin bile benimsediği bu yorum baştan aşağıya yanlıştır.
19
marksist tutum
Bu tarz değerlendirmelerin, Mısır’da gerçekleşen darbeyi hayırhah sayan, ona şu veya bu şekilde ilerici misyon biçerek onu anti-Amerikan göstermeye çalışan çevrelerden geldiğinin altını çizelim. Bu çevrelerin iddialarının aksine ABD emperyalizmi darbeden haberdardı ve onay da vermişti. Ne var ki bu durum, askeri cuntanın darbe sonrasında attığı her adımın, doğrudan ve kesin olarak ABD tarafından belirlendiği anlamına gelmez. ABD emperyalizmiyle sağlanan mutabakatın temel eksenini, Mursi’nin devrilerek İhvan’ın ehlileştirilmesi ve Ortadoğu’da ABD politikalarıyla daha uyumlu bir çizgi izlenmesi oluşturmaktadır. Diğer taraftan Mübarek’i gözden çıkaran ABD emperyalizmi o dönemde ikiyüzlüce de olsa bölgede demokrasi ve özgürlüklerden yana olduğunu vurguluyordu, çünkü otoriter rejimler artık kitleleri yeterince kontrol altında tutamıyor ve bu şekilde gidilirse kitle hareketlerinin kapitalist sisteme karşı gerçek bir tehdit haline gelmesi riski büyüyordu. Bugün de geçerli olan bu tehdit nedeniyle ABD’nin askeri cuntayı dizginlediği ve restorasyonda çok ileri gitmemesini salık verdiğini görüyoruz. ABD ve AB emperyalizmi İhvan’ın ehlileştirilerek sisteme entegre edilmesini ve bir an önce seçimlerin yapılmasını salık veriyor, burjuva istikrarın yolunun buradan geçtiğini düşünüyorlar. Ancak yeni bir anayasa ve parlamento seçimlerinin yapılması, hiç de demokratik bir işleyiş ile demokratik hak ve özgürlüklerin garanti altına alınması anlamına gelmiyor. Kuşkusuz askeri yönetim çok uzun sürmeyecektir ve yerine daha normal görünümlü bir yönetim gelecektir. Ancak ordunun yönetimden elini çekmeyerek perde arkasından yöneteceği, askeri vesayetin belirgin bir biçimde süreceği de bir o kadar kesindir. Emperyalist güçler, demokratik görünümlü, parlamento şalıyla örtülmüş bir otoriter rejim, demokrasi makyajlı bir polis-asker devleti hususunda orduyla uzlaşmış görünüyorlar. Bu otoriterliBurjuvazi kendi meşrebine uygun davranmıştır; ama emekçi kitlelerin askeri darbeye payanda yapılmasına göz yuman hatta bunun önünü açan Mısır’ın reformistinden sol-Nasırcısına, sözümona sosyalist ve komünistlerine kadar geniş bir sol yelpaze, bugün de kitleleri askeri rejime destek vermeye çağırarak büyük bir suç işliyorlar. Bu sol yelpaze, gerçek tehlikenin “İslamcı faşistler”den geldiğini propaganda ederek orduyu halktan yana ilerici bir kurum olarak gösteriyor.
20
Eylül 2013 • sayı: 102
ğin boyutlarını ve kaderini, Ortadoğu’daki dengeler, dünya konjonktürü, iktisadi krizin gidişatı ve hiç kuşku yok ki Mısır’daki emekçi kitlelerin sergileyebilecekleri direniş belirleyecektir. Bu durumda Mısır’da otoriter rejimin restore edilip istikrar kazanmasının önünde gerçekte tek bir engel vardır: Başta Mısır olmak üzere bölgenin emekçi halkları. Yaklaşık üç yıl önce Tunus’tan başlayarak bölge ülkelerine yayılan devrimci isyan dalgası bugün yavaşlamış gözükse de aslında ortadan kalkmış değildir. Bu dalga kapitalist dünya ekonomisinin içine girdiği krizin misliyle derinleştirdiği sefaletten, bölgeyi kasıp kavuran emperyalist savaş vahşetinden ve kitlelerin yükselen demokratik hak ve özgürlük taleplerinden kaynaklanıyordu. Bu taleplerin hiçbiri karşılanmadığına ve hatta bu talepleri doğuran koşullar daha da ağırlaştığına göre, sözkonusu isyan ateşi halen körükleniyor demektir. Ancak bu nesnel gerçekliğin altını çizmek asla ortaya çıkan isyan hareketlerini abartmak noktasına varmamalıdır. Gerçek bir proleter devrimci önderliğin yokluğunda, en muazzam görünen kitle hareketleri bile meseleyi yalnızca ortaya koyabilir, onun çözümünü gerçekleştiremezler. 30 Haziran hareketi, muazzam ve istisnai kitleselliğine rağmen, birçok sosyalist çevrenin abartılarının tersine, çok büyük zaaflara sahiptir. Öyle ki, iki buçuk yılı aşan bir devrimci durum deneyimine karşın, bu muazzam kitle hareketi, meseleyi gerçek kapsamıyla halen ortaya koyabilmiş bile değildir. Mısırlı emekçi kitlelerin maalesef büyük bir bölümü halen düzen içi çözüm seçeneklerinin peşinden gitmekte, burjuva ve küçük-burjuva siyasetlerin esaretinde orduyu bir kurtarıcı olarak algılamaktadırlar. Aslında 2011 isyanının devamını ifade eden üçüncü dalga, gelişiminin bir aşamasında, burjuvazinin çeşitli kesimleri ve sol-Nasırcı siyasal akımların oluşturduğu Ulusal Selamet Cephesi’nin denetim ve yönlendirmesi altına girdi.
sayı: 102 • Eylül 2013
Bu kez hareketin içerisinde Mübarek’in Ulusal Demokratik Partisi de vardı. Gerek Mübarekçiler, gerek liberaller, gerekse de sol-Nasırcılar ordunun müdahale ederek Mursi’yi devirmesini savunuyorlardı. Devrimci bir önderliğin olmadığı koşullarda bu projeyi kitlelere benimsetmek o kadar da zor olmadı. İslamcı kesimler dışındaki tüm burjuva kesimlerin içinde bulunup desteklediği kitle hareketi, ordu ve polisten de üstü örtük bir destek gördü. Bu burjuva kesimlerin tamamı kitlesel hoşnutsuzluğu arttırmak için ellerindeki tüm imkânları kullandılar; buna yapay krizler yaratmak, elektrik kesinti programları uygulamak, akaryakıt başta olmak üzere kimi tüketim mallarında kıtlık yaratmak vb. de dahil. Ardından da Mursi iktidarı tamamen gözden düşüp koşullar oluştuğunda ordu, artık çoktan manipüle edilmiş olan kitlelerin coşkun tezahüratları altında darbeyi gerçekleştirdi. Darbenin ardından, ordunun direktifleriyle kurulan geçici hükümete, Ulusal Selamet Cephesi’nin tüm bileşenleri ama en başta da Mübarekçi kadrolar doldurulurken, kitlelerden sakinleşip beklemeleri, hükümeti desteklemeleri istendi. Sonrasında da katliamlar, işçi hareketine baskılar, yasaklanan grevler, bir kez daha ilan edilen sıkıyönetim ile sokağa çıkma yasağı ve nihayet Mübarek’in hapisten çıkarılması geldi. Burjuvazi kendi meşrebine uygun davranmıştır; ama emekçi kitlelerin askeri darbeye payanda yapılmasına göz yuman hatta bunun önünü açan Mısır’ın reformistinden sol-Nasırcısına, sözümona sosyalist ve komünistlerine kadar geniş bir sol yelpaze, bugün de kitleleri askeri rejime destek vermeye çağırarak büyük bir suç işliyorlar. Bu sol yelpaze, gerçek tehlikenin “İslamcı faşistler”den geldiğini propaganda ederek orduyu halktan yana ilerici bir kurum olarak gösteriyor. Halbuki Mısır’da da ordu yönetimi (askeri üst bürokrasi), tıpkı diğer tüm kapitalist ülkelerde olduğu gibi, burjuvazi içindeki işbölümünün bir parçası olarak egemen burjuva sınıfın bir kesimini oluşturmaktadır. Ordunun görevi, tüm kapitalist ülkelerde olduğu gibi, burjuvazinin sömürü düzenini işçi sınıfından gelecek devrim tehdidine karşı korumak ve burjuvazinin ulusal çıkarlarını rakip yabancı güçlere karşı muhafaza etmektir. Burjuva bir ordudan, hele onun genelkurmayından, emekçi halkın çıkarları doğrultusunda adım atmasını beklemek bu nedenle tümüyle beyhudedir. Üstelik Mısır ordusunun bir özgünlüğü de bulunmaktadır. Sömürü düzeninin koruyucusu olmanın çok daha ötesinde, iş âleminin bir parçasını oluşturmaktadır. Askeri bürokrasi, burjuvazinin temsilcisi ve sınıf çıkarlarının koruyucusu olmanın yanı sıra, kapitalist Mısır ekonomisinin belkemiğini oluşturan dev bir kapitalist tekeller ağının doğrudan yöneticisi ve kolektif sahibi olarak, burjuvazinin hegemon kesimini teşkil etmektedir. Bir başka deyişle, Batı tipi kapitalist ülkelerden farklı olarak ordu burjuvazinin sıradan bir hizmetkârı değildir, kendisi hem siyaseten hem de iktisaden egemen burjuva güçlerin bir parçasıdır.
marksist tutum
Ordunun bu konumunu ve burjuvazinin iç katmanlaşmasını kavramaksızın, Mısır’da gelişen sürecin ana noktalarını doğru değerlendirmek mümkün değildir. Ordunun ekonomi içerisinde kontrol ettiği büyüklük hakkında tam ve kesin bir veri aktarmak mümkün değil. Yıllardır süren askeri diktatörlük rejimi bu bilgileri tam olarak açıklamadığı gibi, kapitalist ekonominin girift yapısı da tam bir oranı vermeyi imkânsız kılmaktadır. Orduya ait şirketlerin kazançları, varlıkları vb. “devlet sırrı” olduğu gerekçesiyle açıklanmıyor. Yine de ifşa olmuş veya resmi olarak açıklananlardan hareketle yapılan değerlendirmeler, ordunun ülke ekonomisinin dörtte biri ilâ yarısı arasında bir oranına doğrudan ya da dolaylı olarak hükmettiğini ortaya koymaktadır. Bu oranları abartılı bulanların dile getirdikleri yüzde 10-15’lik bandı kabul edersek, bu bile yıllık 25-35 milyar dolarlık bir gelir anlamına geliyor. Bu sayılarla karşılaştırıldığında, askeri bürokrasinin her türlü denetim dışında kalarak cebine indirdiği yıllık 1,3 milyar dolarlık ABD yardımı devede kulak kalmaktadır. Askeri bürokrasi siyasal gücünü, yalnızca silahları elinde tutmasından, tarihi geleneklerden, toplumsal itibarından vs. değil bu devasa ekonomik güçten de alıyor. Her türlü iktisadi faaliyet alanında doğrudan ya da dolaylı olarak ordunun mülkiyetindeki kapitalist şirketler iş yapıyor; gayrımenkul alım satımları (ülke topraklarının yüzde 87’si ordunun fiili kontrolü altında, bu alanlardaki her türlü projenin yürütümü de ordunun inisiyatifinde), ağır sanayi, enerji üretimi, elektronik sanayii, gıda ve kimya sanayii, eğlence sektörü bu alanların başlıcaları. Müslüman Kardeşler, bir yıllık iktidarları boyunca, ordunun bu muazzam iktisadi gücünü kıracak, onun ayrıcalıklarına son verecek girişimler yerine muhalefet cephesiyle boğuşmayı seçti. Mursi’nin dayattığı yeni anayasada da ordunun ayrıcalıkları ve iktisadi faaliyetleri güvence altına alındı, onun kendi bütçesini belirleyip denetim dışı tutmasına izin verildi. Mısır’da emekli subaylar, çeşitli kamu kuruluşlarının ve devlet işletmelerinin yöneticiliğini yapıyorlar. Bunların sayısının binlerle ifade edilebileceği söyleniyor. Ama ekonomik alanda üstlendikleri bu rolle siyaset sahnesinin dışına çekilmiş olmuyorlar. Valilerin çoğu emekli generallerdir, yerel yönetimlerin tamamına yakınının başında da emekli subayların olduğu biliniyor. Bir başka deyişle muvazzaf subaylar doğrudan ve dolaylı olarak siyasal alana hükmederken, emekli subaylar da bu hükümranlığın yerel ayaklarını oluşturuyorlar.
“Devrimci ordu” Askeri darbe Mısır’daki sahte sol tarafından nasıl ilerici bir adım ve devrim olarak adlandırıldıysa, Türkiye’de de solun bir kesimi tarafından aynı şekilde alkışlandı. Bunda şaşılacak bir şey bulunmuyor aslında. Türkiye solu,
21
marksist tutum
proleter sınıf devrimciliği temelinde değil, sol-Kemalist ve Stalinist gelenekler temelinde şekillenmiştir. 27 Mayıs darbesini devrim olarak kutsayan, 60’lı yıllarda orduya güzellemeler düzen, sol bir darbe beklentisinde olan “devrimci”lerin sayısı hiç de az değildi. Bereket bugün sosyalist harekette sol-cunta planları yapan kalmadı, halen bu tarz planların aktif bir parçası olan Aydınlık geleneğini ise sosyalist hareket içerisinde saymak için bir neden bulunmuyor. Ama buna rağmen Türkiye solunun Kemalizm ve Stalinizmden kesin bir kopuşu gerçekleştirmemiş oluşu, bu tarz darbeci, devletçi, ulusalcı eğilimlerin ya da en azından bu eğilimlere prim verme yaklaşımının sık sık hortlamasının ardında yatan temel nedendir. Mursi’nin “İslamcı” iktidarına karşı orduyu “ilerici” diye alkışlayanlar, ordunun hazırladığı Anayasal Beyanname’nin ilk maddesinde Mısır devletinin resmi dininin İslam olduğu, yasaların şeriata uygun olmak zorunda ve şeriatın da Sünni içtihadı olduğunun belirtilmesi karşısında suspuslar. Bu sevimsizlikleri yok hükmünde sayan Aydınlık çizgisi askeri darbeyi bir devrim olarak selamlıyor: “Mübarek’in yıkılması da, Mursi’nin yıkılması da devrimdir. Her ikisinde de asker somut vardır. Zaten ordusuz devrim yoktur. … Daha pratikten gidersek; eğer ordu halk evindeyken iktidara el koyuyorsa bu darbedir fakat halk alanlarda ve eylem yapıyorken onlara destek veriyorsa, bu devrimdir.” (Darbe mi oldu, Devrim mi?, Aydınlık, 5/7/2013) Aydınlıkçılar nezdinde, ordu sınıflardan bağımsız bir kurumdur, tıpkı devletin kendisi gibi! Tam da bu yüzdendir ki, onlar TC devletini de kutsayıp onun ordusunun yöneticileriyle darbe planları yapmaktan geri durmuyorlar. Hiç kuşku yok ki her devrimin silahlı bir güce ihtiyacı vardır, çünkü her gerçek devrim her şeyden önce devlet iktidarını ele geçirmeye yönelir ve karşısında devlet aygıtının silahlı güçlerini yani orduyu ve polisi bulur. Bu yüzden de devrimler ihtiyaç duydukları silahlı güçleri, harekete geçirdikleri kitlelerin öz savunma güçlerinde bulurlar, düzenin ordularında değil. Gerçek şu ki, kitleler ne denli örgütlü ve donanımlı ise düzenin sürekli ordularında da o denli büyük parçalanmalar oluşur, ordu devrimin arifesinde kısmen dağılmaya başlar, halkın çocukları olan erler silahlarıyla birlikte halkın yanına geçerken, üst rütbeli subayların neredeyse tamamı düzenin yanında ve karşı-devrim saflarında yer alırlar. Şimdiye kadar ne denli büyük olursa olsun hiçbir kitle hareketinin, düzenin ordusunu bir bütün olarak kendi yanına çekebildiği görülmemiştir, görülemez de. Aydınlıkçıların bu anti-Marksist iddiası biraz daha sulandırılmış ve revize edilmiş şekliyle, maalesef sol hareketin bir kesimi tarafından da benimsenmektedir. Onlar da, ordunun attığı adımı bir şekilde “halkın yanında olmak” olarak yorumlayabilmektedirler. Ulusalcı-devletçi sosyalizm anlayışının bayraktarı SİP-TKP, “haklı” ile “meşru” kavramlarıyla kelime oyunu yaparak darbeyi meşru ilan ediyor: “Unutmayalım, Mısır’daki askeri müdahale meşru-
22
Eylül 2013 • sayı: 102
dur. Meşrudur çünkü halk Mursi’ye karşı ayaklanmış, onun istifasını istemiş, ama Amerikancı bazı şahsiyetler dışında iktidar seçeneği yaratamamıştır. Savunma Bakanı’nın açıklaması bu açıdan çok önemlidir. «Biz halkın isteği doğrultusunda hareket ettik, yaptığımız bir kamu hizmetidir»! Müdahale haklı demiyorum, meşru diyorum!” (Kemal Okuyan, sol.org, 5/7/2013) Kızıl Bayrak’a göre ise, “İhvan yönetimini yıkan muhteşem bir halk isyanı olmasına rağmen, olayları «ordu darbesi» olarak niteleyenler çoğunlukta. … Oysa durum hiç de öyle değil. … Sisi tarafından ilan edilen yol haritası, isyan eden milyonların taleplerine göre hazırlandı.” (4/7/2013) Kızıl Bayrak’a göre, halk isyanı olmasa “ordu Mursi’nin kılına bile dokunamaz”mış! Dahası da var: “Bu «darbe»nin dikkat çekici yönlerinden biri, ordunun doğrudan iktidara gelmemiş olması ve ilk andan itibaren, «sivil hükümet» oluşturma çalışmalarının başlatılmasıdır. … bilinen askeri darbelerde rastlanan bir icraat değil.” (Kızıl Bayrak, 8/7/2013) Oysa askeri darbelerin burjuva hükümetlere karşı da yapıldığını, kıllarına dokunmamak bir yana tepelerine binildiğini bilmemek mümkün mü? Ya da dünyadaki onlarca örneğini bir tarafa bırakalım, Türkiye’deki 12 Mart askeri darbesi de benzer şekilde “sivil” bir yönetimle hükmünü icra etmemiş midir? Burjuva düzenin ordusunun ve onun genelkurmayının, halkın yanında olabileceği, onun taleplerini benimseyebileceği gibi Marksizm dışı bir düşünce benimsendiğinde, darbe karşısında körleşmek de kaçınılmaz oluyor. İşte buna Kızıl Bayrak’tan somut bir örnek: “Mısır’a bakıldığında askeri darbe olduğunu hissettiren somut olaylar görünmüyor. Ordu müdahalesi olduğu elbette yadsınamaz. Ama bu müdahalenin hem gündeme gelişi hem icraatları açısından, bilinen askeri darbelere uymadığı da açıktır.” (Kızıl Bayrak, 8/7/2013) Bu körlük, generallerin sol bir darbe de yapabileceği hayaline kapılmakla mümkündür ancak. Genelkurmayın “müdahalesi”nin darbe olup olmadığını ya da bu darbenin doğasını kavramak için onun icraatlarını görmeyi beklemek Marksist değil izlenimci bir yaklaşımın tipik örneğidir. Askeri darbe olduğunu hissettiren somut olaylar çok değil bir ay içerisinde çırılçıplak ortaya çıktı: binlerce insan katledildi, basın özgürlüğü sınırlandırıldı, tutuklama ve gözaltı kampanyaları başlatıldı, gösteriler ve grevler yasaklanıp sıkıyönetim ilan edildi. Bunların yaşanacağını önceden görüp hissetmek devrimci politikanın gereğidir; aksi bir tutum, burjuva orduyla uzlaşma arayışını ifade eder. Sosyalist hareketin önemli bir kesimi ise darbeyi adını koyarak tespit etti. Ne var ki, ordunun 3 Temmuzda “devrimin önünü kesmek”, “devrimi çalmak” vb. için devreye girdiği şeklindeki tespitler, son tahlilde kendiliğindenliğe sınırsız ve dizginsiz bir övgü halini alıyor. Troçkist hareketten bir örnek verelim: “Bonapartist darbe, zafere kavuşursa, bundan çok daha önemli bir şey başarmış olacaktır:
sayı: 102 • Eylül 2013
devrimi engellemiş olacaktır! 30 Haziran’da Mısır sokaklarında kendini gösteren sosyal güç her hâkim sınıf temsilcisini ürkütecek türdendi. … Ordu, bu adımıyla hem onun yanında görünmüş ve böylece en azından bir bölümünün desteğini almış, hem de onun kendi başına daha ileri gitmesini engellemiş oluyor! … Darbe devrimin önünü almak için yapılmıştır. Mısır devrimi modern tarihin gördüğü en güçlü devrimlerden biridir.” (Mısır’da Bonapartist Darbe, Gerçek, 4/7/2013) Stalinist hareketin bileşenlerinde de aynı abartıları görmek mümkün: “Ordu tam da Tahrir’in bütün organlarıyla iktidarı parçalayacak bir güce kavuşmasının, o yönelime girmesinin önüne geçmek için hamle yaptı. … Bu kez (yine) ordu çalmaya soyundu devrimi… Belli oranda da bunu başardı. … Mursi’yi deviren asıl olarak halk ayaklanması oldu. … Ordu Tahrir’den bir iktidar doğmasının önüne geçmek için hamle yaptı.” (Alınteri, 4/7/13) Kendiliğinden kitle hareketleri karşısında sarhoşluğa kapılma ve en devrimci, en sivri gözüken değerlendirmeyi yaparak sosyalistler arasındaki rekabette öne çıkma dürtüsü, küçük-burjuva bir hastalıktır. Bu hastalık, muzdariplerini tam bir körlüğe sürükleyebiliyor. Avrupa solundan bir örnek verelim. Kitle hareketine düzülen güzellemelerden sonra International Marxist Tendency (IMT) yazarı, darbeden bir gün önce şunları yazabilecek kadar gerçeklikten kopmuştur: “Birçok yorumcu, ordu ültimatomunun bir darbeye götürdüğünü söylediler. Gerçekte, hareket halindeki devrimci halka askeri bir darbeyi dayatmak ordu generallerinin istediği son şeydir. Böylesi bir darbe mevcut koşullarda imkansızdır.” (Jorge Martin, marxist.com, 2/7/2013) Ertesi gün darbe gerçekleştirildiğinde, IMT, Mısır’da yaşananları “ikinci devrim” diye alkışlamaktan geri durmadı, ne de olsa bu kadar güçlü bir kitle hareketi varken, darbeci generallerin esamisi bile okunmazdı! Ordu darbesi “devrimi engellemiştir” düşüncesi, öncelikle, darbe olmasaydı devrim olacaktı düşüncesini barındırdığı için, doğru değildir! Kitle hareketinin olgunluk düzeyi yeterli olsaydı bunun önünde ordu duramaz, en azından ordunun temsil ettiği düzen ile emekçi halk arasında ciddi silahlı çatışmalar yaşanır, bir iç savaş kapıya dayanırdı. Ordunun bu kadar kolayca “çalabildiği” bir “devrim”, olsa olsa kitle hareketinin gerçekteki güçsüzlüğünü ve zaaflarını, Tahrir’den bir emekçi iktidarı çıkmayacağını, gerçek bir toplumsal devrimin henüz gerçekleşmekten uzak olduğunu anlatır. “Önünü kesme” tezi, sonuçta dönüp dolaşıp, kitle hareketinin basıncının orduyu “halkın yanında gözükmek zorunda bıraktığı” düşüncesine, yani yukarıdaki anti-Marksist yorumun bir çeşidine bağlanıyor. Kendiliğindenliğe tapınanlar, ordunun halk hareketinin yanında görünmek zorunda kaldığını söylemeyi, halk hareketinin burjuva ordu darbesinin dayanağı haline getirildiğini söylemeye tercih ediyorlar. Harekete toz kondurmamak için yaşanan gerçekliğe gözler kapatılıyor. Bu “tercih” tehlikelidir, çünkü ordunun halk hareketinin taleplerini karşılamak zorunda olduğu şeklinde bir
marksist tutum
beklenti yaratmakta, kitlelerde zaten mevcut olan orduya dair yanılsamaları ve boş beklentileri körüklemektedir. Askeri yönetimin İhvan yönetimiyle kıyaslandığında ehven-i şer olduğu düşüncesi, bugün örgütsüzlük ve önderlik eksikliğiyle birlikte Mısır devrimci hareketinin en büyük handikabıdır. Ordu müdahale etmeseydi ve kitle hareketinin kendisi Mursi iktidarını devirseydi, bu iktidarın yerine mevcut koşullarda ne konulabilirdi sorusu temel önemdedir. Mısır’daki kitle hareketine övgü üstüne övgü düzerek onun gerçek zaafları üzerine kafa patlatmayanların iddia ettiğinin aksine, emekçi kitlelerin proleter devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyi hiç de yüksek değildir. Bunun en tipik göstergesi, Mısır solu içerisinde hareketin devrimci önderliğini üstlenebilecek nitelik ve güçte bir proleter devrimci örgütün olmayışıdır. Bu öznel koşullar sağlanmadığı sürece oluşan devrimci durumun gerçek bir toplumsal devrime kendiliğinden büyümesi de mümkün değildir. Proleter devrimci hareketin bayrağı altında toplanmadığı sürece, ne denli kitlesel olursa olsun kendiliğinden hareketler, olsa olsa yıktığı burjuva hükümetin yerine yeni bir burjuva tabiatlı iktidarı koymanın ötesine geçemezler. Bugün halk hareketi sonucunda iktidara ordu değil de tek somut alternatif olarak gözüken Ulusal Selamet Cephesi gelseydi, sonuçlarını çok iyi bildiğimiz “halk cephesi” politikalarının bir uzantısı olan bu cephenin kuracağı hükümet de bir burjuva hükümeti olacaktı. Netice itibarıyla, üçüncü dalga trajik bir şekilde sona ermiş, Mısır askeri darbeyle bir adım ileri gitmemiş, çok daha derin bir siyasal krizin içine sürüklenmiştir. Kitle hareketi şimdilik bir kez daha geri çekilmiş, bekleme durumuna geçmiştir. Düne kadar orduya ve Yüksek Askeri Konsey rejimine nefretle bakan geniş emekçi kesimlerin Mübarek tarzı bir askeri rejimi kolayına benimseyip onaylamaları beklenemez. Şimdilik bekleyen ve ordunun verdiği sözleri tutup tutmayacağını izleyen kitlelerin yakın bir zamanda sabrının taşması pek muhtemeldir. Ordu yönetiminin her geçen gün gerçek yüzünü daha açık göstereceği kesindir; bu ise orduya çeşitli siyasal akımlar tarafından verilen desteğin giderek azalacağı, darbe karşıtlığının giderek artacağı anlamına geliyor. Askeri yönetim halkın taleplerini hiçbir şekilde karşılamayacaktır ve bu yüzden de eninde sonunda emekçi hareketi tekrar yükselişe geçecektir. Müslüman Kardeşler’in gerek iktidarları döneminde gerekse de darbenin ardından işlediği suçların üstünü asla örtmeksizin ama ordu yönetiminin karşı-devrimci doğasını ve giriştiği katliamları da aynı şiddetle teşhir ederek, emekçi kitlelerin önüne bağımsız bir üçüncü seçenek koymak tek çıkar yoldur. O yol da, emekçilerin kendi özyönetim organlarını oluşturmaya girişerek, kendi dışlarındaki burjuva güçlerden medet ummaktan vazgeçip iktidarı kendi ellerine almaya yönelmeleridir. Kitlelerde bu bilincin gelişmesini sağlamak ve onları bu temelde örgütlendirmek görevi kuşkusuz komünistlerin sırtındadır.n
23
Gelecek Sos Kapitalizmin gelişmesi ve ütopik sosyalizmin ortaya çıkışı Tarihsel menşei itibarıyla uygarlığın Batı tipi gelişim çizgisi üzerinde yer alan ve özel mülkiyete dayanan sömürülü-sınıflı toplumların sonuncusu olan modern sanayi kapitalizmi, 21. yüzyıla adım attığımız şu yıllarda ömrünün 250. yılını tamamlamış bulunuyor. 18. yüzyılın sonları ile 19. yüzyılın ilk yarısındaki Avrupa, burjuva devrimlerin yaşandığı ve modern burjuva toplumların yükseldiği bir kıta durumundaydı. Dönemin karakterini belirleyen iki tarihsel olgu, İngiltere’deki sanayi devrimi ile Fransa’daki Büyük Devrim (1789 burjuva devrimi) idi. İngiltere’de 1760’larda başlayan sanayi devrimi 18. yüzyılın sonlarında doruk noktasına ulaştı. 19. yüzyılda ise tüm Avrupa hummalı bir kapitalist gelişmeye sahne olacaktı. Üretimin gittikçe yoğunlaştığı, küçük imalatın yıkıma uğradığı, sürekli bir mülksüzleşmenin yaşandığı ve dolayısıyla, zanaatkârların yerini sürekli olarak artan bir proleter ordunun aldığı bir süreçti bu. Nüfusun önemli bir bölümünü oluşturan ve gelecekte tüm çağdaş toplumsal ilişkileri belirleyecek olan yeni bir sınıftı sanayi proletaryası. Ama 19. yüzyılın başında, daha çok genç ve yetersiz bir güçteydi bu sınıf. Kapitalizme gelinceye değin sömürünün, eşitsizliğin, adaletsizliğin, insanın insana kulluğunun ve toplumsal çelişkilerin her çeşidi yaşanmıştı Avrupa’da. Eski Avrupa’ya (feodal aristokrasiye) karşı mücadelenin başını çeken ve yeni bir düzeni (kapitalizmi) kurmakta olan burjuvazi, var olan tüm çelişkileri ortadan kaldırmak, adaletsizliğe, eşitsizliğe, insanın insana kulluğuna son vermek vaadiyle kitleleri peşine takarak gelmişti iktidara. Fakat çok geçmeden görülecekti ki, burjuvazinin savunduğu düzen, tüm bu çelişkileri ortadan kaldırmak bir
24
yana, onları daha da derinleştiriyordu. Yoksulluk, eşitsizlik, adaletsizlik kapitalizm altında da aynen devam ediyor, hatta daha da artıyordu. İlk çağın köleliği ve orta çağın serflik düzeni gerçi ortadan kalkmıştı ama onların yerini bir başka kölelik biçimi, modern sanayi kapitalizmi denen “ücretli kölelik düzeni” almıştı. Bu gelişmeler büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı toplumda. Ve çok geçmeden, toplumdaki bu hayal kırıklığını dile getiren ve burjuva toplumu eleştiren toplumcu düşünürler çıkageldiler. 19. yüzyılın başı, kapitalizmin yarattığı olumsuz sonuçlara karşı ilk tepkilerin geliştiği ve ütopik de olsa ilk sosyalist fikirlerin ortaya çıktığı bir dönemeç noktası oldu. Fakat kapitalist gelişmenin bu dönemi, yaşanan olumsuzlukların sona erdirilmesi için gerekli araçların henüz olgunlaşmadığı bir dönemdi. Kapitalist üretim tarzı ve onunla birlikte burjuvazi ile proletarya arasındaki uzlaşmaz karşıtlık henüz çok eksik gelişmişti. Kapitalizmden kaynaklanan çatışmalar biçimlenmeye başlamış olsa da, onları sona erdirme araçları henüz hazır değildi. Bu dönemde proletarya da henüz bağımsız politik eylem yeteneğinden yoksun olduğundan, sadece ezilmiş, acı çeken bir tabaka olarak görünüyordu toplumda. Dolayısıyla, o dönemin toplumcu düşünürleri de proletaryaya baktıklarında, onda insanlığı kurtuluşa götürecek bir devrim ordusunu değil, ezilmişliği ve yoksulluğu görüyorlardı sadece. İşte bu nedenle, dönemin toplumcu düşünürlerinin geliştirdikleri “sosyalizm” teorileri de, bilimsel temelden yoksun, eksik, kurgusal ve ütopik olmaya mahkûm kalacaktı. Bu dönemin sosyalist düşünceleri için şu değerlendirmeyi yapmıştı Engels: “Eksik kapitalist üretim koşulları ve eksik sınıf koşulları, eksik teorilerle karşılandı.” (Ütopik Sosyalizm, Bilimsel Sosyalizm, Sol Yay., 1978, s.71) Toplumsal sorunların henüz gelişmemiş ekonomik ko-
syalizmindir Mehmet Sinan
şullarda gizli duran çözümünü, ütopyacılar, insan beyninden (kurgusal) çıkarmaya kalkıştılar. Dolayısıyla, yeni ve daha yetkin bir sistemi bulmayı ve onu tüm topluma dışardan propagandayla benimsetmeyi yüce bir görev olarak gördüler. Ütopyacılar, daha eşitlikçi ve adaletli bir toplum “yaratmak” ve insanları bunun ilkelerine ikna etmek için, olabildiği her yerde örnek deneylere giriştiler. Ve tabii, kapitalizmin varlığı koşullarında yapılan tüm bu deneyler hüsranla sonuçlanacaktı. Ama her ne olursa olsun, şurası bir gerçek ki, 19. yüzyılın başlarındaki bu ütopik sosyalist düşünceler, geleceğin bilimsel komünizm düşüncesine de güçlü bir ışık tutmuştur.
Ütopik sosyalizmden bilimsel komünizme Katkı’ya yazdığı önsözde Marx, tarihsel evrim sürecinde ortaya çıkan ekonomik-toplumsal oluşumların bir şemasını vererek, burjuva toplumu hakkında şunları söylemişti: “Genel hatlarıyla, Asya tipi, antik, feodal ve modern burjuva üretim biçimleri, toplumun ekonomik oluşumunun ilerleyen dönemleri olarak nitelendirilebilir. Burjuva üretim ilişkileri, toplumsal üretim sürecinin son çelişmeli biçimidir.... Bununla beraber, burjuva toplumunun bağrında gelişen üretim güçleri aynı zamanda bu çelişmeyi çözecek maddi şartları yaratırlar. Demek ki insan toplumunun tarih öncesi, bu sosyal düzenle sona erer.” (K. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirilmesine Katkı, Öncü Kitabevi, Mart 1970, s.4) (düzeltilmiş çeviri) Avrupa’da henüz burjuva devrimlerin yaşandığı erken bir dönemde kapitalizmin bilimsel bir çözümlemesini yapan Marx, evrensel ölçekte gelişmekte olan bu üretim tarzının, komünizmin maddi öncüllerini de nasıl evrensel ölçekte yaratmakta olduğunu bilimsel olarak ortaya koyu-
yordu. Gerçekten de modern sanayi kapitalizmi, kendinden önceki üretim tarzlarından tamamen farklı olarak, üretici güçlerin gelişmesine, emeğin ve üretim araçlarının toplumsallaşmasına muazzam bir itilim vererek, iktisadi ve toplumsal ilerlemede sıçramalı gelişmeler sağlayan bir sistem olmuştu. Bu sistemin kendi gelişim süreci içinde, yerel ve ulusal sınırları aşarak evrensel ölçekte yayılması, o güne değin birbirinden yalıtık vaziyette yaşayan halkların kendilerine özgü tarihlerini de tek bir dünya tarihi içinde birleştirdi. Kapitalist üretim tarzı ile birlikte tarihin bir dünya tarihi haline gelmesi, tüm halkların yazgısını ortaklaştırmış ve birbirine bağlı hale getirmiştir. Sömürüsüz ve sınıfsız bir toplumun (komünizmin) evrensel ölçekte hayata geçirilebilmesinin (yaşanabilmesinin) koşullarının, bizzat kapitalizm tarafından hazırlandığını kanıtlayan Marx, ütopik sosyalistlerden farklı olarak, insanlığın kurtuluşunun ancak ve ancak kapitalizmin dünya ölçeğinde ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacağını ve bunu yapmaya muktedir tek sınıfın da proletarya olduğunu keşfetmişti. Geleceğin komünist toplumu, egemen halkların eş zamanlı ve evrensel hareketiyle mümkün olacaktır diyordu Marx. Komünizm ancak evrensel düzeyde gelişmiş üretici güçlerin üstünde yükselebilir ve yerel ya da ulusal değil, evrensel bir hareket olarak var olabilirdi. Dolayısıyla Marx’ın bilimsel komünizm teorisinde, dünya devrimi fikri ile komünizmin ancak evrensel ölçekte yaşanabileceği fikri, ayrılmaz biçimde birbirine bağlıydı.
Marx ve kapitalizmin tarihsel gelişme eğilimi Marx’a göre kapitalist üretimin itici gücü, başkalarının emeğinin sömürülmesi yoluyla zenginleşmek, yani sermaye birikimi yasası idi. Kapitalizmin serbest rekabet-
25
Eylül 2013 • sayı: 102
marksist tutum Sömürüsüz ve sınıfsız bir toplumun evrensel ölçekte hayata geçirilebilmesinin koşullarının, bizzat kapitalizm tarafından hazırlandığını kanıtlayan Marx, ütopik sosyalistlerden farklı olarak, insanlığın kurtuluşunun ancak ve ancak kapitalizmin dünya ölçeğinde ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacağını ve bunu yapmaya muktedir tek sınıfın da proletarya olduğunu keşfetmişti. Geleceğin komünist toplumu, egemen halkların eş zamanlı ve evrensel hareketiyle mümkün olacaktır diyordu Marx. Dolayısıyla Marx’ın bilimsel komünizm teorisinde, dünya devrimi fikri ile komünizmin ancak evrensel ölçekte yaşanabileceği fikri, ayrılmaz biçimde birbirine bağlıydı.
26
çi döneminde bu yasanın doludizgin işlemesi, sermayenin organik bileşimini ve dolayısıyla emeğin ve üretim araçlarının toplumsal niteliğini süratle artırmış ve üretimin ölçeğini eskiyle kıyaslanmayacak ölçülerde genişletmişti. Artık tek tek kapitalistlerin bireysel sermayeleri, bu büyük ölçekli üretim ve girişimler için yeterli olamazdı. Bunun için hem kapitalist devletin doğrudan girişimci sermayesine, hem de özel kapitalistlerin birleşik sermayelerine ihtiyaç vardı. İşte sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi ve giderek tekelci kapitalist birliklerin oluşması da bu büyük ölçekli üretim sürecinde gerçekleşecekti. Serbest rekabetin tarihsel bir süreçte kendi karşıtını (tekeli) yaratması, sermaye sahipliğinin yapısında da önemli değişimlere yol açtı. Kendini gelişmekte olan toplumsal üretim biçimine dayandıran bir kısım sermaye,
tek tek kapitalist girişimcilerin bireysel-özel sermayesi olmaktan çıkıp, doğrudan biraraya gelmiş bireylerin ortaklaşa sermayesi biçimine büründü. Sermayenin yapısında meydana gelen bu değişim, hisse senetli şirketlerin (anonim şirket) örgütlenmesinde ifadesini buldu. Bunun sonucunda pek çok bireysel sermaye sahibi, doğrudan üretim sürecinden çekilirken, bir grup kapitalist de diğer birçok kişilerin sermayelerinin kolektif yöneticisi durumuna geldi. Eski bireysel-girişimci kapitalisti üretim sürecinden uzaklaştırıp, Marx’ın deyimiyle “salt para kapitalisti”ne dönüştüren bu süreç, hisse senedi ve tahvil borsasının (sermaye piyasasının) da oluşumu süreciydi.
Gericileşen kapitalizm Eski (feodal) düzeni ortadan kaldıran kapitalizmin yeni bir düzen olarak tarihte oynadığı ilerici rol çok kısa sürmüştü. Kapitalizm bu rolünü 20. yüzyıla girmeden çok önce tüketmiş bulunuyordu. Marx, kapitalist gelişmenin bağrında taşıdığı tekelleşme eğilimini (emperyalizm) daha 1870’lerde tespit etmiş ve onun gerici niteliğini bütün yönleriyle ortaya koymuştu. 19. yüzyılın son çeyreğinde, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, hisse senetli şirketlerin (anonim şirketler) doğması, borsaların kurulması, kredi sisteminin gelişmesi süreci, Marx’ın deyimiyle “yeni bir finans aristokrasisi, kurucular, spekülatörler ve düpedüz nominal direktörler şeklinde yeni bir asalaklar zümresi” türetmişti. (K. Marx, Kapital, c.3, , Sol Yay., 1990, s.388) Toplumsallaşmış emek ve sermaye, 20. yüzyılın başından itibaren işte bu asalaklar zümresinin (finans kapital oligarşisinin) keyfi egemenliği altına girecekti. İnsanlık, finans kapitalin sınır tanımaz egemenliği, ulusal ve uluslararası düzeyde yayılmacılığı demek olan kapitalizmin bu yeni aşamasını esas olarak 20. yüzyılda yaşamaya başladı. Serbest rekabetçi dönemindeki ilerletici niteliğinin tersine,
sayı: 102 • Eylül 2013
marksist tutum
bu yeni aşamasında kapitalizm, toplumsal ilerlemenin önünde dünya ölçeğinde bir engele dönüştü. Kapitalizmin emperyalizm diye tanımlanan bu yeni aşaması, tüm 20. yüzyıl boyunca, toplumsal çürümenin, yozlaşmanın, kültürel ve insani değerlerde çöküntünün, savaşların ve saldırganlığın, doğanın tahribinin, ekolojik dengenin insanlığın mahvına yol açacak ölçüde bozulmasının temel nedeni olarak hükmünü sürdürdü. Kapitalizmin bu son aşamasında oynadığı gerici rol ve toplumsal ilerlemenin önüne diktiği engeller, şu an içinde bulunduğumuz 21. yüzyılda doruğa ulaşmış bulunuyor.
Kapitalizmin temel çelişkisi olduğu gibi duruyor Kapitalist üretim tarzının hiçbir dönemde aşamadığı ve bugün de aşamayacağı temel çelişkisi, üretim araçlarının ve emeğin her geçen gün daha da artan toplumsal karakteriyle, bunların özel sahipliği (yani özel mülkiyetin tekelinde olmaları) arasındaki çelişkidir. Bu çelişki, 19. yüzyıldan beri sık sık yinelenen iktisadi krizlerle, keskinleşen sınıf mücadeleleriyle, devrimci durumlarla, emperyalist savaşlarla kendini dışa vurmaktadır. Özellikle 20. yüzyıl bunun sayısız örneklerinin sergilendiği bir yüzyıl olmuştur ve şimdi içinde yaşadığımız 21. yüzyılın da kapitalizm altında bundan farklı olmayacağı kesindir. Kapitalizmin yükseliş dönemini simgeleyen 18. ve 19. yüzyıllar, Avrupa’da burjuva devrimlerin gerçekleştiği, ulusal birliklerin oluştuğu ve nihayet burjuva ulus-devletlerin kurulduğu yıllardı. Öte yandan, başarısızlıkla sonuçlansa bile, 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da gerçekleşen ilk proleter devrim (1871 Paris Komünü deneyimi) de, toplumsal ilerlemenin ne yönde olacağının ilk işaretlerini veren tarihsel önemde bir olaydı. 20. yüzyılda yaşayanlar ise, kapitalist üretim ilişkilerinin ve finans kapital (mali sermaye) hâkimiyetinin dünya ölçeğinde yayılmasına, emperyalist güçler arasındaki tekelci rekebetin ve hegomonya yarışının yol açtığı yeniden paylaşım savaşlarına (iki dünya savaşı), Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki eski sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde yaşanan ulusal kurtuluş mücade-
lelerine ve bunun sonucunda yeni ulus-devletlerin doğuşuna tanık oldular. Ama hiç şüphesiz ki 20. yüzyıla asıl damgasını vuran tarihsel olay, emperyalist zinciri bir halkasından kırarak milyonlarca emekçiye kapitalist sömürüden kurtuluşun yolunu gösteren ilk muzaffer proleter sosyalist devriminin gerçekleşmesi oldu. 1917 Ekiminde devrimci bir ayaklanmayla siyasal iktidarı fetheden ve ardından muazzam bir tarihsel eyleme (kapitalizmi tasfiyeye) girişen Rusya proletaryası, ilki başaran bir sınıf olarak tarihe geçiyordu. Kapitalist sömürüyü ortadan kaldırmak, insanın insana kulluğuna son vermek ve özgür üreticiler topluluğuna (komünizme) giden yolu döşemek üzere işçi sınıfı ayağa kalkmıştı. Evet, tarihsel anlamda büyük ve umut dolu bir başlangıçtı bu. Rusya proletaryasının yaktığı devrim ateşinin genişleyerek tüm dünyaya yayılacağı ve diğer ülkelerin işçi sınıflarını da aynı doğrultuda harekete geçireceği yönünde heyecan ve umut dolu bir beklenti hâkimdi her tarafta. Rusya proletaryasının bu devrimci başarısının ardından, Almanya ve Macaristan’da da ayaklanan işçilerin iktidarı ele geçirerek bir sovyet rejimi kurmaları, Avrupa burjuvazisini adeta şoka uğratmıştı. Troçki o dö-
20. yüzyıla asıl damgasını vuran tarihsel olay, emperyalist zinciri bir halkasından kırarak milyonlarca emekçiye kapitalist sömürüden kurtuluşun yolunu gösteren ilk muzaffer proleter sosyalist devriminin gerçekleşmesi oldu. 1917 Ekiminde devrimci bir ayaklanmayla siyasal iktidarı fetheden ve ardından muazzam bir tarihsel eyleme (kapitalizmi tasfiyeye) girişen Rusya proletaryası, ilki başaran bir sınıf olarak tarihe geçiyordu.
27
Eylül 2013 • sayı: 102
marksist tutum
nemi şöyle tanımlıyordu: “1919 yılında Avrupa burjuvazisi ne yapacağını bilmez haldeydi. Paniğin ve Bolşevizm karşısında hissedilen sınırsız korkunun en şiddetli yaşandığı günlerdi… Savaş, burjuva toplumunun ekonomik temellerini parçaladı. Aynı zamanda, burjuva egemenliğinin siyasal kurumlarını -devleti, orduyu, polisi, parlamentoyu, basını ve diğer kurumları- olağanüstü düzeyde örgütsüzleştirdi, zayıflattı, gözden düşürdü ve hareket edemez duruma getirdi.” (Akt: T. Cliff, Lenin, c.4, İde Yay., Şubat 2000, s.28) Ne var ki bu durum çok uzun sürmeyecekti. Proletaryanın devrimci saldırısı Rusya dışında geri püskürtüldü. Macaristan’daki sovyet rejimi iktidara geldikten 133 gün, Bavyera’daki ise 23 gün sonra düşürüldü. Bu gelişmelerin ardından burjuvazi, bir yandan Avrupa’da genel bir karşı devrimci saldırıyı örgütlerken, diğer yandan da Rusya’daki Bolşevik iktidarı bozguna uğratmak üzere, uzun sürecek bir iç savaşı körüklemeye girişti. Burjuvazinin Avrupa’da başlattığı bu karşı-devrimci saldırı başarılı olmuş ve dünya devrimi hayali giderek sönümlenmişti.
Bürokrasi egemen oluyor, Ekim yenilgiye uğruyor Dünya devrimi beklentisi gerçekliğe dönüşmediği gibi, ne yazık ki daha da kötüsü olmuştu. Olumsuz nesnel ve öznel koşulların (devrimin gerçekleştiği Rusya’nın her bakımdan geri bir köylü ülkesi olması, devrimin hemen ardından yaşanan iç savaşta Rusya ekonomisinin benzeri görülmemiş ölçüde çöküntüye uğraması, işçi sınıfının örgütlü ve deneyimli öncü kesimlerinin iç savaşta kırılması, Bolşevik Partinin proleter sınıf temelini büyük oranda yitirmesi ve bu nedenle parti ve devlet aygıtında bürokrasinin, çıkarcıların köşebaşlarını tutmuş olması, Avrupa’da beklenen proleter devrimlerin gerçekleşmemesi sonucunda sovyet devriminin yalnız kalarak kendi içine kapanması vb.) bir araya gelmesi sonucunda, Rusya işçi sınıfı iktidarını uzun süre elinde tutmayı başaramadı. Partinin ve sovyetlerin içinde gelişen sinsi bir bürokratik karşı-devrim sonucunda, işçi sınıfı kendi öz iktidarını yitirdi. Bu süreçte Stalinci bürokrasi, başta Leninist-Bolşevik kadrolar olmak üzere, Ekim Devriminin öncü işçi kuşağını adım adım tasfiye ederek, partide ve sovyet organlarında ipleri iyice eline geçirdi ve böylece proletarya diktatörlüğü yerine kendi diktatörlüğünü ikame etmiş oldu. Bu aynı
28
zamanda bürokrasinin sovyet toplumunda yeni efendiler konumuna yükselmesi anlamına geliyordu. Totaliter bir iktidar mekanizması oluşturarak işçiler, köylüler ve aydınlar üzerinde mutlak bir siyasal egemenlik kuran Stalinci bürokrasi, egemenliğini sağlamlaştırmak için 1930’lardan itibaren yeni bir sosyo-ekonomik sistemin temellerini döşemeye başladı. Aslında ne kapitalizm ne de sosyalizm olan bu nev’i şahsına münhasır sosyoekonomik sistem, milliyetçi bürokrasinin merkezi güdümünde olan devlet mülkiyetine ve totaliter bir komuta ekonomisine dayanıyordu. İşte Stalinist bürokrasinin sonradan “tek ülkede sosyalizmin kuruluşu” ya da “reel sosyalizm” diye lanse ettiği fenomen, gerçekte bürokrasinin egemenliğini perçinleyen despotik-devletçi bir rejimden başkası değildi. Ekim Devrimi gibi muazzam bir proleter devrimin ardından, Bolşevik Partinin içinden çıkan bürokratik bir kastın iktidarı ele geçirerek kendini egemen sınıf konumuna yükseltmesi ve işçi sınıfının lehine olan devrimin tüm kazanımlarını bir bir tasfiye ederek, ne kapitalizm ne de sosyalizm olan kendine özgü bürokratik-despotik bir sosyo-ekonomik sistem yaTotaliter bir iktidar ratması, önceden öngörülebilir bir durum mekanizması oluşturarak değildi kuşkusuz. Nitekim böylesi bir geişçiler, köylüler ve lişmenin olabileceğini, ne Lenin, ne Troçki, aydınlar üzerinde ne de diğer devrimci Marksist önderler dümutlak bir siyasal şünebilmişlerdi. Çünkü onlar için, bir geçiş egemenlik kuran dönemi olarak proletarya diktatörlüğü, iki Stalinci bürokrasi, olası sonucu olan bir dönemi ifade etmekegemenliğini sağlamlaştırmak için teydi: Sosyalizme doğru ilerlemek ya da 1930’lardan itibaren yeniden kapitalizme yuvarlanmak. Onun yeni bir sosyoiçin, Marx’ın dünya devrimi anlayışını ekonomik sistemin benimseyen ve komünizmin ancak evrentemellerini döşemeye sel ölçekte kurulabileceği çözümlemesine başladı. Aslında ne sıkı sıkıya bağlı olan bu liderler, eğer dünkapitalizm ne de sosyalizm olan bu ya devrimi yardımına koşmaz ise, proleter nev’i şahsına münhasır devrimin Rusya’da yenilgiye uğramasının sosyo-ekonomik ve kapitalizmin geri gelmesinin kaçınılmaz sistem, milliyetçi olacağına inanıyorlardı. bürokrasinin merkezi 1921’de yapılan 10. Parti Kongresinde güdümünde olan bu tehlikeye dikkat çeken Lenin şöyle didevlet mülkiyetine yordu: ve totaliter bir komuta ekonomisine “Durum, esas itibariyle şu: Orta köydayanıyordu. İşte lülüğü ekonomik olarak tatmin etmek ve Stalinist bürokrasinin serbest mübadeleye geçmek zorundayız; sonradan “tek aksi taktirde, dünya devriminin gecikmesi ülkede sosyalizmin durumunda, Rusya’da proletaryanın yönekuruluşu” ya da timini muhafaza etmek ekonomik olarak “reel sosyalizm” diye lanse ettiği fenomen, imkânsız hale gelecektir.” (Aktaran T.Cliff, gerçekte bürokrasinin Lenin, c.4, s.156) egemenliğini Lenin aynı kongrede “ülkeye hâkim perçinleyen despotikolanın işçi sınıfı değil, köylülük olduğudevletçi bir rejimden nu” söylüyor ve var olan işçi devletinin de başkası değildi. esasen “bürokratik bozulmaya uğramış bir
sayı: 102 • Eylül 2013
işçi devleti” olduğunu ısrarla vurguluyordu. Lenin, işçi devletindeki bürokratik yozlaşmanın yarattığı tehlikenin ne denli büyük ve gerçek bir tehlike olduğunu görüyor ve bürokrasinin ipleri bütünüyle eline geçirmesi durumunda, devrimin kazanımlarının nasıl yok olacağını düşünerek acı çekiyordu. O yaşamının son aylarını geçirdiği hasta yatağında bile, bürokrasiye karşı mücadelesini inatla sürdürdü. Ama ne yazık ki artık çok geçti. Bir araya gelen nesnel ve öznel olumsuzlukların yarattığı durum, Lenin’in iradi müdahalesiyle aşamayacağı bir durumdu. Tüm yaşamını işçi sınıfının kurtuluşu davasına, komünizm mücadelesine adamış olan bir devrimci için, bu yaşadıkları gerçekten de bir trajediydi. Stalinci bürokrasi, tüm bu karşı-devrimci girişimlerini, “tek ülkede sosyalizm kuruculuğu” maskesi ardına saklanarak ve Büyük Rus milliyetçiliğini körükleyerek sürdürmesini bildi. Parti içinde Troçki ve sol muhalefet, tek ülkede sosyalizmin olanaksızlığını ve bu anlayışın antiMarksist, milliyetçi özünü teşhir etmeye çalışmışlarsa da bu olumsuz gidişi durduramadılar. 1930’larda ise, bilindiği üzere, Stalin’in liderliğinde Sovyet bürokrasisi, büyük tasfiyelere girişerek kendi diktatörlüğünü pekiştirdi. Artık ne işçi sınıfı iktidarının ne de Ekim Devriminin bazı “kazanımlarının” devam ettiğinden hiçbir biçimde söz edilemezdi ve edilmemeliydi de. Oysa Sovyetler Birliği’nde olumlu yönde bir dönüşüm (politik devrim dolayımıyla) olasılığından hiçbir zaman umut kesmemiş olan Troçki ve onun etkilediği insanlar, Sovyet bürokrasisinin diktatörlüğünü hâlâ işçi devleti olarak tanımlamaya devam ettiler. Onlara göre SSCB, yozlaşmış da olsa hâlâ bir işçi devleti idi ve bu devlet, Ekim’in kimi kazanımlarını korumaya devam ediyordu. Tabii, Troçki’nin çözümlemeleri, bir yandan Sovyetler Birliği’nin sosyalist bir toplum olmadığını ortaya koyarak insanları doğru bir biçimde aydınlatırken, diğer taraftan bürokrasinin devletini hâlâ bir işçi devleti olarak nitelendirmesi, insanların kafasında bir bulanıklığa yol açıyordu. Ne yazık ki yaratılan bu zihin bulanıklığı, Sovyet devletinin sınıf karakterinin daha derinlemesine sorgulanmasını ve sorunun doğru biçimde kavranmasını engelleyen faktörlerden biri olmuştur. Tüm yaşananlardan sonra, bunun artık yadsınamaz bir gerçeklik olduğu ortaya çıkmıştır.
Soğuk savaşın perdelediği gerçekler ya da büyük yalan Stalinist bürokrasinin Sovyetler Birliği’nde yarattığı bu kendine özgü sosyo-ekonomik oluşumun, İkinci Dünya Savaşından sonra Doğu Avrupa ve Asya’dan yeni ülkelerin de katılımıyla uluslararası bir sistem haline geleceği ve 20. yüzyılın son çeyreğine kadar da kapitalist sistemin yanısıra (ve ona rakip bir sistem olarak) varlığını sürdürmeyi başaracağı, savaştan önce hiç kimse tarafından öngörülmemişti. Ama neticede bunların hepsi yaşandı!
marksist tutum
Nitekim, kapitalist sistem ile bürokratik-despotik sistem arasında her alanda (ekonomik, politik, ideolojik, askeri vb.) yaşanan ve tarihe “soğuk savaş” diye geçen keskin rekabetin, 20. yüzyılın ikinci yarısına nasıl damgasını bastığı ve toplumsal-tarihsel gelişmeyi nasıl belirlediği iyi bilinmektedir. Bu arada, Soğuk Savaş koşullarının yarattığı toz duman ortamında, kendilerini sosyalizm olarak tanımlayan ülkelerle ilgili kimi gerçeklerin nasıl gölgede kaldığı ve bu ülkeler hakkında dünya solunda nasıl yanılsamalar yaratıldığı da bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Yaşanan bir gerçekliğin yanlış kavranması ve yanlış teorize edilmesinin, gerçeğe ulaşmayı nasıl engellediği ve bunun belli bir tarihsel dönem boyunca nasıl gözbağına dönüştüğü biliniyor. Bunda elbette ki İkinci Dünya Savaşının ve sonrasındaki gelişmelerin büyük payı olmuştur. O dönemdeki gelişmeleri yeniden anımsamak gerekiyor. Yaşanan Nazizm-faşizm deneyimleri ve ardından milyonlarca insanın ölümüne ve büyük yıkımlara yol açan İkinci Dünya Savaşı Avrupa’yı dehşete düşürmüştü. Bu unutulmaz olaylara zemin hazırlayan Avrupa’daki burjuva devletler ve burjuva partiler, Avrupa işçi sınıfının gözünde güvenilirliklerinden çok şey yitirmişlerdi. İşsizliğin, yoksulluğun, güvensizliğin, endişenin kol gezdiği savaş sonrasının Avrupa’sında emekçi kitleler, tıpkı 1. Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi, gene kapitalizmi ve burjuva düzeni sorgulamaya başlamışlardı. Buna karşılık, yirmi milyon insanını yitirmek pahasına İkinci Dünya Savaşında Nazi ordularının ezilmesinde tarihi bir rol oynayan Sovyetler Birliği, Batılı emekçilerin ve aydınların gözünde büyük bir sempati ve prestij kazanmış durumdaydı. Üstelik savaş sonrasında Doğu Almanya, Polonya, Macaristan, Çekoslovakya, Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya, Arnavutluk gibi Doğu Avrupa ülkeleri de kapitalist sistemden kopmuş ve Sovyetler Birliği’nin yanında saf tutmuşlardı. Yani kapitalist Avrupanın göbeğinde kendini “sosyalist” olarak adlandıran, kapitalizme rakip bir blok oluşmaktaydı. Bu gelişmeler hiç kuşkusuz hem kapitalist Avrupa’yı, hem de ABD’yi endişeye sevk eden gelişmelerdi. Nazizm ve faşizm gibi ırkçı, totaliter akımları kendi bünyesinde yetiştirmiş olmanın suçluluğunu taşıyan burjuva Avrupa, bir yandan bu suçlu geçmişini unutturmaya, diğer yandan da İkinci Dünya Savaşından büyük prestij kazanarak çıkmış olan rakibi Sovyetler Birliği’ni Avrupa’dan izole etmeye çalışıyordu. Bunun için Avrupa burjuvazisi, müttefiki ABD’yle birlikte uzun dönemli bir savaş stratejisi hazırlayarak uygulamaya koydu. Bu stratejinin iki temel ayağı vardı: Birincisi, savaşta yıkılan Avrupa ekonomisi, ABD sermayesinin desteğiyle kapitalist yoldan hızla kalkındırılarak ve burjuva demokrasisi sağlamlaştırılarak, emperyalist Batı’ya kaybettiği prestiji yeniden kazandırılacaktı. Bunun için, öncelikle İkinci Dünya Savaşının “başlıca sorumlusu” ilan edilen
29
Eylül 2013 • sayı: 102
marksist tutum İkinci Dünya Savaşından sonra dünya iki kamp arasında nüfuz alanlarına bölünmüş durumdaydı. Bir yanda başını ABD’nin çektiği emperyalistkapitalist kamp, diğer yanda bürokratikdespotik rejimlerin oluşturduğu “reel sosyalizm” kampı. Aslında Soğuk Savaş denen şey de, bu iki kampın etkinlik alanlarını genişletmek için kendi aralarında yer yer gizli anlaşmalar ve zaman zaman da açık çatışmalarla sürdürdükleri hegemonya savaşlarından başka bir şey değildi. Emperyalizm, uluslararası mali sermayenin hareket alanının “reel sosyalist” ülkeleri de kapsayacak ölçüde bütün dünyaya yayılmasını ve kapitalist genişletilmiş yeniden üretim sürecinin dünya ölçeğinde bütünleştirilmesini arzuluyordu. Öte yandan, “reel sosyalizm” denen ülkelerde devleti elinde tutan egemen bürokrasiler ise, hiç de dünya devrimi ya da dünya sosyalizmi için savaşıyor değillerdi. Onlar bu savaşı, yıllardan beri işçi sınıfı üzerinde kurdukları sömürüye dayalı despotik egemenliklerini sürdürebilmek için yürütüyorlardı.
30
Nazizm ve faşizm lanetlenerek yasaklanacak ve böylece burjuva Avrupa’nın demokratik değerlere ne denli “bağlı” olduğu gösterilecekti! Diğer taraftan Avrupa’nın burjuva devletleri, ekonomik büyümeyi sağlayıcı kapitalist yatırımları teşvik ederek ve demokratik-sosyal reformları yaparak, kapitalizmin demokrasi içinde bir “sosyal refah toplumu” yaratmaya muktedir bir sistem olduğunu kanıtlayacaklardı! Stratejinin ikinci ayağını ise, savaştan sonra Avrupa’da Sovyetler Birliği yörüngesinde oluşmuş bulunan “sosyalist” bloka karşı bir yıpratma savaşının (bilinen adıyla “Soğuk Savaş”ın) örgütlendirilmesi oluşturuyordu. Batı kapitalizmi Soğuk Savaşı başlattığı andan itibaren, anti-komünist propagandayı da Soğuk Savaş stratejisinin temel ekseni yaptı ve her alanda yaygınlaştırdı. Bu propagandaya göre, kapitalist Batı “hür dünyanın ve demokrasinin savunucusu”, komünist rejimler ise “hür dünyanın ve demokrasinin düşmanı” idiler! Tabii burada Batının “komünizm” olarak tanıttığı rejimler, başında Stalinci bürokrasilerin bulunduğu, SSCB’nin uydusu niteliğindeki bürokratik-totaliter rejimler oluyordu! İkinci Dünya Savaşından sonra dünya bu iki kamp arasında nüfuz alanlarına bölünmüş durumdaydı. Bir yanda başını ABD’nin
çektiği emperyalist-kapitalist kamp, diğer yanda bürokratik-despotik rejimlerin oluşturduğu “reel sosyalizm” kampı. Aslında Soğuk Savaş denen şey de, bu iki kampın etkinlik alanlarını genişletmek için kendi aralarında yer yer gizli anlaşmalar ve zaman zaman da açık çatışmalarla sürdürdükleri hegemonya savaşlarından başka bir şey değildi. Emperyalizmin bu savaşı elli yıl boyunca ne amaçla sürdürdüğü izahı gerektirmeyecek kadar açıktı. O, uluslararası mali sermayenin hareket alanının “reel sosyalist” ülkeleri de kapsayacak ölçüde bütün dünyaya yayılmasını ve kapitalist genişletilmiş yeniden üretim sürecinin dünya ölçeğinde bütünleştirilmesini arzuluyordu. Çünkü bu süreç 20. yüzyılın başlarında Ekim Devrimiyle önemli bir yara almıştı. İkinci Dünya Savaşından sonra ise, Sovyetler Birliği’nin önderliğinde oluşan kamp, kapitalist sistemin dışına çıkarak, kapitalizmin dünya ölçeğinde bütünsel gelişimini kesintiye uğratmıştı. Emperyalizm, geçmişte kesintiye uğrayan bu sürecin önünü açmaya çalışıyordu. Öte yandan, “reel sosyalizm” denen ülkelerde devleti elinde tutan egemen bürokrasiler ise, hiç de dünya devrimi ya da dünya sosyalizmi için savaşıyor değillerdi. Hayır, Stalinist bürokrasilerin böyle bir misyona sahip olduklarını düşünmek tarihsel bir yanılsamadan ibaretti sadece. Onlar bu savaşı, yıllardan beri işçi sınıfı üzerinde kurdukları sömürüye dayalı despotik egemenliklerini sürdürebilmek için yürütüyorlardı. Eğer bu savaşı kapitalizm kazanırsa, bu ülkelerde emekçi sınıfların lehine herhangi bir değişiklik olmayacağı zaten belliydi. Ama egemen bürokrasinin aleyhine değişiklikler olacağı kesindi. Çünkü reel sosyalizm denen ülkelerde, devlete yaslanarak egemen sınıf haline gelmiş olan bürokrasi, bu konumunu ancak devleti elinde tuttuğu sürece sürdürebilirdi. Bürokrasi, mevcut devlet iktidarı elinden gittiğinde, bunun egemenli-
sayı: 102 • Eylül 2013
ğinin sonu olacağını pekâlâ bilmekteydi. Dolayısıyla, bu ülkelerde bürokrasinin kapitalizme karşıt bir pozisyonda yer alması, gerçekte onun komünizmden yana oluşundan değil, bu çelişkili konumundan ileri geliyordu. Eğer bu düzen çökerse (ister gerçek bir proleter devrimle, isterse kapitalizm karşısında tutunamayarak çökmüş olsun), bürokrasinin bütünsel sınıfsal egemenliği de son bulacaktı. Kapitalizm geldiğinde bürokrasinin varlığı ortadan kalkmazdı ama, onun sınıfsal egemenliği sona ererdi. Kapitalizm altında bürokrasi, o bilinen klasik sosyal konumuna, yani burjuva devletin ve dolayısıyla burjuva sınıfın işlerini gören kahya konumuna geri dönerdi. İşte SSCB’de ve diğer bürokratik rejimlerde devlet erkini tekelinde tutan Stalinist bürokrasilerin yıllarca sürdürdükleri kapitalizm karşıtlığı da, onların bu özgül konumundan kaynaklanıyordu. Özcesi, bu ülkelerdeki üretim ilişkilerinin egemen sınıf konumuna yükselttiği bürokrasi, kendi egemenliğinin gereği olarak kapitalizme karşı çıkmaktaydı, yoksa proletaryanın dünya devriminden yana olduğu için değil.
Çöküş ve sonrası Uzun yıllar “sosyalizm” diye bakılan Stalinist bürokratik rejimlerin, sonunda beklenmedik bir biçimde ani çöküşü, emperyalist-kapitalist sistemi dünyada rakipsiz bir güç haline getirdi. Bu durumun dünya kamuoyunun geleceğe yönelik beklentilerinde ve algılamalarında nasıl yanılsamalara yol açtığı biliniyor. Sanki dünya artık rekabetsiz, çatışmasız, barış içinde bir dünya olacaktı! İnsanlardaki bu algı bozukluğu, uluslararası burjuvazinin dünya ölçeğinde yürüttüğü yoğun propaganda bombardımanının bir sonucuydu kuşkusuz. Bu propaganda bombardımanı, geleceğe yönelik olarak özetle şöyle bir tablo çiziyordu dünya kamuoyuna: İki dünya sistemi (kapitalizm ile komünizm) arasında, 1945’lerden beri süregelen Soğuk Savaş dönemi artık sona erdiğine göre, sonsuz bir barış dönemi açılmaktaydı insanlığın önünde! Büyük emperyalist güçlerin öncülüğünde yeni bir dünya düzeni kurulacaktı ve bu “küresel düzen”de artık savaşlara da ideolojilerin çatışmasına da yer olmayacaktı! Kapitalizm ve onun sihirli eli “serbest piyasa”, nihayet sonsuza kadar uyum içinde yaşayacak, çelişkisiz bir yeni dünya düzeni yaratacaktı! Uluslararası burjuvazinin yoğun bir şekilde işlettiği bu propaganda mekanizması, tüm dünyada etkisini göstermiş, “yeni dünya düzeni”, “serbest piyasa”, “liberalizm”, “bireycilik”, “rekabetcilik”, “yarışmacılık” vb. gibi kavramlar, genç kuşaklar arasında da yükselen değerler haline gelmişti. Ne var ki, 1990’ların başında şişirilen bu “yeni dünya düzeni” balonunun etkisi çok uzun sürmeyecekti. Burjuva ideologların iddialarının aksine, Sovyet blokunun çökmesi ve emperyalist-kapitalist sistemin dünyada rakipsiz bir güç
marksist tutum
haline gelmesi, ne dünyayı “savaşsız, refah dolu bir barış dünyası” yaptı, ne de “ideolojilerin ve çatışmaların son bulduğu” bir dünya. Aksine, emperyalizmin mutlak egemenliği altında gelişen bu yeni dönem, sınıf mücadelelerinin, çatışmaların, savaşların yeni bir düzlemde sürdüğü, yeni bir tarihsel sürecin başlangıcı oldu. Bunun ilk çarpıcı göstergesi ise, “sosyalist blok”un çöküşüyle birlikte dünya üzerinde “rakipsiz” kalan emperyalist-kapitalist sistemin kendi içindeki çelişkilerin, çatışmaların, rekabetin, hegomonya yarışının açığa çıkması ve alabildiğine kızışması oldu. Ve zaman ilerledikçe, bu emperyalist rekabetin her an bir emperyalist paylaşım savaşına dönüşme potansiyeli taşıdığı daha bir açıklıkla görülmeye başlandı. Nitekim, 21. yüzyıla emperyalist güçler arasında kıran kırana rekabetin yaşandığı bir ortamda girildi. Emperyalist-kapitalist güçler, yeni nüfuz alanları elde etmek, hegemonya yarışında geriye düşmemek ya da ileriye geçmek için kıyasıya bir yarışın ve çekişmenin içine girmekteydiler. Bu rekabet ortamı, emperyalist güçler arasında ister istemez yeni bloklaşmaları da gündeme getirdi ve bölgesel düzeyde hegomonya alanları oluşturma girişimlerini hızlandırdı. Soğuk savaş döneminde kurulan blokların, iktisadi-siyasi-askeri ittifakların vb. aynen devam etmesinin nesnel zemini artık ortadan kalkmıştı. Kapitalist tekeller ve kapitalist devletler arasında şimdi yeni saflaşmalar ve yeni ortaklıklar gündemdeydi.
Sonuç yerine Güneş elbette ki balçıkla sıvanamaz. Güneşin altında şeyler neyse odurlar. Emperyalizm aşamasına ulaşmış ve çoktan çürümeye yüz tutmuş kapitalizm de öyle. Sahte rakibi ya da sahte anti-tezi (bürokratik diktatörlükler) ortadan kalkınca, kapitalizm öylece kala kaldı ortada. “Rakipsiz” kalan kapitalizm, artık pisliklerini, habis yanlarını saklama gereğini bile duymuyor. Bürokratik rejimler henüz ayaktayken ve sözümona kapitalizme rakip bir düzen oluştururlarken, kapitalizm kendini bunlarla kıyaslayarak aklamaya çalışırdı. Bürokratik rejimlerin antidemokratik niteliği, ekonomik geriliği, kapalılığı vb. kapitalizmin kendi düzenine paye çıkarıp, olumlamak için tersinden kullandığı argümanlardı. Kendi üstünlüğünü, rakibinin eksikliklerini açıklayarak kanıtlamaya çalıştı yıllarca. Ama şimdi, nicedir yalnız ve bütün zaaflarıyla ortadadır. Kitleler şimdi her yere bombalar yağdıran, doğayı doğalığından, insanı insanlığından çıkaran bu “ilâhi” kapitalizme bakarak şöyle düşünüyorlar: Eğer bu düzen ebedi bir düzense vay insanlığın haline! İnanıyoruz ki, çok uzak olmayan bir gelecekte insanlar kitlesel olarak şöyle haykıracaklar: Ya sosyalizm, ya barbarlık! n Temmuz 2005 tarihli bu yazı www.marksist.com sitesinden alınmıştır
31
Dünya Ekonomisini Kimler Kontrol Ediyor? /2 Kerem Dağlı
Kapitalizm küreselleştiği ölçüde dünya ekonomisini çok daha organik bir bütün haline sokarak ve krizleri de küreselleştirerek sistemin kırılganlığını iyice arttırmakta, diğer yandan da işçi sınıfının mücadelesini küreselleştirmekte ve dünya devriminin nesnel koşullarını hazırlamaktadır. Son yıllarda Latin Amerika’dan Avrupa’ya, Arap coğrafyasından Asya’ya kadar dünyanın her yerinde patlamalarla kendini açığa vuran toplumsal hareketlerin yayılma ve birbirlerinden etkilenme hızı, bunun apaçık kanıtıdır.
Emperyalizm mali oligarşinin küresel egemenliğidir Marx ve Engels sermayenin merkezileşmesi ve uluslararasılaşmasına, borsaların piyasa üzerindeki hâkimiyetlerine daha o dönemde dikkat çekerken, Lenin de tekellerin ekonomi üzerindeki kontrollerini, mali sermayenin oluşumunu ve hegemonyasını nasıl kurduğunu açıklıyordu. Çünkü Lenin dönemine gelindiğinde, sanayinin olağanüstü gelişmesi ve üretimin gitgide daha büyük işletmeler içinde son derece hızlı yoğunlaşması süreci, kapitalizmin en belirleyici özelliklerinden biri haline gelmiş bulunuyordu. Tekelleşme olgusu daha 20. yüzyılın başlarında Lenin tarafından en gelişmiş kapitalist ülkelerden verilen örneklerle somutlanıyordu. Örneğin Almanya’ya dair şunları söylüyordu: “İşletmelerin yüzde 1’inden azı, toplam buhar ve elektrik gücünün dörtte üçünden fazlasını elinde bulundurmaktadır. Toplam işletmelerin yüzde 91’ini oluşturan 2,97 milyon küçük işletme (en çok beş ücretli işçi çalıştıranlar) toplam buhar ve elektrik gücünün sadece yüzde 7’sine sahiptir! Birkaç on bin büyük işletme her şeydir; milyonlarca küçük işletme ise hiçbir şey.” Lenin, üretimin yoğunlaşmasının Amerika Birleşik Devletleri’nde daha da hızlı gerçekleştiğini belirterek şöyle devam etmektedir: “Ülkedeki bütün girişimlerin toplam üretiminin nere-
32
deyse yarısı, toplam işletmelerin yüzde birinin elindedir! Ve bu üç bin dev işletme, 258 sanayi dalını kapsamaktadır. Buradan açıkça, yoğunlaşmanın, gelişmesinin belli bir aşamasında, deyim yerindeyse kendiliğinden neredeyse tekele yol açtığı sonucu çıkmaktadır. Çünkü birkaç düzine dev işletmenin kendi aralarında anlaşması kolaydır, öte yandan işletmelerin dev boyutu rekabeti zorlaştırmakta ve böylece tekele doğru bir eğilim doğurmaktadır. Rekabetin tekele dönüşmesi, bugünkü kapitalist ekonominin en önemli görüntülerinden biridir –eğer en önemlisi değilse– ...” (Lenin, “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması: Emperyalizm”, Seçme Eserler, c.5, İnter Y., s.24-25) Lenin’in tekelleşme sürecine dair anlatımındaki önemli noktalardan birisi, tekelleşme hızının ekonomik kriz dönemlerindeki sıçramalı artışıdır. Lenin’in bu tespiti, Marx’ın kapitalizmin krizlerine ilişkin tahlilleriyle de örtüşmektedir. Buna göre 1900-1903 bunalımından itibaren tekeller artık tam anlamıyla kapitalist ekonominin baş aktörü haline gelmiş, kapitalizm, emperyalizme dönüşmüştür. Artık dev karteller, tröstler veya tekeller birbirleriyle satış yahut ödeme durumları üzerinde anlaşmakta, pazarları bölüşmekte, fiyatları ve üretilecek ürün miktarını belirlemekte, kârları da kendi aralarında bölüştürmektedirler. Burjuva uzmanların raporundan farklı olarak Lenin, tekellerin hangi yöntemlerle piyasaları ve şirketleri kontrol altına aldıklarını da son derece sarih bir dille ve ba-
sayı: 102 • Eylül 2013
sitçe açıklamıştır, çünkü onun derdi işçi sınıfına emperyalizmin ne menem bir belâ olduğunu anlatabilmektir. Kapitalistlere akıl veren burjuva uzmanların aksine Lenin, tekelci kapitalizm için bir ahlâkın söz konusu olmadığını, her yolun mubah olduğunu ve tekelci rekabetin çok daha şiddetli ve üst düzey bir rekabet olduğunu açıkça göstermiştir: “Tekelci birliklerin «örgütlenme» için günümüzdeki modern, uygar mücadelede başvurdukları yöntemlerin listesine şöyle bir göz atmak yararlı olacaktır: (1) hammadde engellemesi («… kartele katılmaya zorlamanın en önemli yöntemlerinden biri»); (2) «ittifaklar» yoluyla işgücü engellemesi (yani kapitalistlerle işçi örgütleri arasında işçilerin sadece kartelleşmiş işletmelerde çalışabilecekleri yönünde anlaşmalar yapılması); (3) sevkiyatın engellenmesi; (4) sürümün engellenmesi; (5) alıcıların tekelci maddelerle, yani yalnızca kartelleşmiş firmalarla iş ilişkilerine girmeye izin veren anlaşmalarla bağlanması; (6) tekel dışı işletmeleri yıkmak için planlı biçimde fiyat düşürme; malları belirli bir süre maliyet fiyatlarının altında satmak için milyonlar harcanmaktadır (benzinde fiyatlar 40 marktan 22 marka, yani neredeyse yarı-yarıya düşürülmüştü!); (7) kredi engellemesi; (8) boykot. … Burada söz konusu olan artık küçük ve büyük işletmeler arasındaki rekabet mücadelesi değildir. Tekele, onun baskısına ve zorbalığına boyun eğmek istemeyenler tekelciler tarafından boğulmaktadır.” (age, s.33) Bu ifadeler, burjuva iktisatçıların veya “sistem analistleri”nin tumturaklı kavramlarından, gösterişli formüllerinden, etliye sütlüye dokunmayan yorumlarından binlerce kez daha açık, doğru ve tutarlıdır. O yüzden bir kez daha söyleyelim ki, şimdilerde sosyalist hareket içinde dahi moda, “teoriyi” burjuva ideologların veya sözde solcu akademisyenlerin çalışmalarından öğrenmek olsa da, asıl bakılması gereken kaynak Marksizmdir. Bu sözde teorisyenlerin “yeni teoriler” icat ederek Marksizmin apaçık ve net biçimde ortaya koyduğu gerçekleri çarpıtma girişimlerine karşı son derece uyanık olunmalıdır. Lenin sanayi sermayesiyle banka sermayesinin iç içe geçerek mali sermayeyi meydana getirdiğini belirterek, mali sermayenin tüm dünyayı nasıl egemenliği altına aldığını şöyle açıklamaktadır: “Bankacılık geliştiği ve az sayıda kuruluşun elinde yoğunlaştığı ölçüde, bankalar mütevazı aracılar olmaktan çıkıp, bütün kapitalistlerin ve küçük girişimcilerin bütün para sermayelerini ve belli bir ülkenin ya da birçok ülkenin üretim araçlarını ve hammadde kaynaklarının büyük kısmını ellerinde tutan güçlü tekellere dönüşürler. Çok sayıda mütevazı aracının böyle bir avuç tekelciye dönüşmesi, kapitalizmin kapitalist emperyalizme dönüşmesinin temel süreçlerinden birini oluşturur... Aynı zamanda bankaların en büyük sanayi ve ticari işletmelerle, deyim yerindeyse bir çeşit kişisel birliği, bu kişinin hisse senetleri, banka müdürlerinin ticaret ve sanayi işletmelerinin
marksist tutum
denetim (ya da yönetim) kurullarına girmesi (ya da tersi) yoluyla bir kaynaşması gerçekleşir. ... Büyük kapitalist tekellerin oluşması ve gelişmesi «doğal» ya da «doğal olmayan» yollardan büyük bir hızla sürüyor. Modern kapitalist toplumun birkaç yüz finans kralı arasında sistematik bir şekilde bir çeşit işbölümü ortaya çıkıyor. ... Sonuç, bir yandan giderek daha büyük bir kaynaşma, ya da N. İ. Buharin’in isabetli ifadesiyle banka sermayesinin sanayi sermayesiyle içiçe geçmesi, öte yandan bankaların gerçekten «evrensel nitelikli» kuruluşlar haline gelmesidir.” (age, s.37-49) Bu tahlille birlikte Lenin, 20. yüzyılda eski kapitalizmin yerini yeni bir aşamaya bıraktığını, genel olarak sermayenin egemenliğinden mali sermayenin egemenliğine geçildiğini ortaya koyar. Üretimin yoğunlaşmasının tekelleri doğurduğunu, tekel düzeyine yükselmiş sanayinin bankalarla kaynaşmasının da mali sermayeyi oluşturduğunu anlatır. Mali sermaye gittikçe daha az elde toplanarak fiilen tekelleşme eğilimini hızlandırmakta, mali oligarşi egemenliğini sürekli güçlendirerek bütün toplumu tekelciler yararına haraca kesmekte, aşırı kârlar elde etmektedir. Büyüme dönemlerinde tatlı ve muazzam kârları cebe indiren mali sermaye, kriz dönemlerinde de batmaktan başka şansı olmayan işletmeleri çok düşük fiyatlara satın alır ya da bunların hisse ortağı olup holdingler oluşturur. Zarar eden işletmelerin hisselerinin, “sağlamlaştırma” adı altında düşük fiyatlarda tutulması, bu yutma operasyonlarının önünü açar. Bu sayede kriz dönemlerinde dahi tekeller kârlarını arttırmanın ve piyasayı daha fazla denetim altına almanın yollarını yaratmış olurlar. Tekeller ya da mali sermaye kuruluşları, verdikleri krediler-borçlar karşılığında, bu paranın nereye ve nasıl harcanacağına karar verme hakkını da elde ederler. Lenin’in emperyalizm tahlilinin önemli bir ayağını da sermaye ihracı olgusu oluşturmaktadır. Lenin, emperyalizm çağının ayırt edici niteliğinin sermaye ihracı olduğunu, bunun meta ihracını ortadan kaldırmayıp tersine arttırdığını vurgulamakta ve sermaye ihracının, mali sermayenin dünya hegemonyasını kurmada önemli bir araç olduğunu belirtmektedir. Böylece Lenin’in emperyalizm tanımına geliriz: “Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı, dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlanmış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında paylaşılmasının tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.” (age, s.91) Bu tanımın ardından Lenin emperyalizmin çürümüş kapitalizm olduğunu işaret eder ve fakat bunun kapitalizmin geriye gidişi anlamına gelmeyeceğini de ekler: “Tekeller, oligarşi, özgürlük eğilimi yerine egemenlik eğilimi, sayıları gitgide artan küçük ya da zayıf ulusların, zengin ya da güçlü birkaç ulus tarafından sömürülmesi –bütün bunlar emperyalizme, onu asalak ve çürüyen
33
marksist tutum
kapitalizm olarak nitelememize yol açan özellikler kazandırmıştır. Burjuvazinin artan ölçüde sermaye ihracından gelen kazançlar ve «kupon kırpmak»la yaşadığı «rantiyedevlet», tefeci-devlet, giderek daha belirgin biçimde, emperyalizmin eğilimlerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak bu çürüme eğiliminin, kapitalizmin hızlı gelişmesini dışladığını sanmak yanlış olur; durum kesinlikle böyle değildir. Emperyalist dönemde bazı sanayi kolları, burjuvazinin bazı kesimleri, bazı ülkeler, bu eğilimlerden kâh birini kâh ötekini, küçük ya da büyük ölçüde gösterirler. Genel olarak kapitalizm, eskiye göre çok daha büyük bir hızla gelişmektedir, ne var ki bu gelişme sadece genellikle gittikçe daha eşitsiz hale gelmekle kalmıyor, eşitsiz gelişme kendini, sermaye bakımından en zengin güçlerin (İngiltere) çürümesinde de özellikle gösteriyor.” (age, s.126) Ve şu soruları sorar, “reformlar yoluyla emperyalizmin temellerini değiştirmek olanaklı mıdır? Emperyalizmdeki çelişkileri arttırmak ve derinleştirmek için ileriye mi; yumuşatmak için geriye mi gitmek gerekir?” Lenin’e göre bunlar emperyalizm eleştirisinin temel sorularıdır. Mali oligarşinin baskısı ve serbest rekabetin ortadan kaldırılması yüzünden her alanda artan gericilik ve artan ulusal baskılar emperyalizmin siyasi karakterini oluşturmaktadır. Bu gerici karakter de hemen bütün emperyalist ülkelerde 20. yüzyılın başlarından itibaren bir demokratik küçük-burjuva muhalefeti yaratmıştır. Bu küçük-burjuva muhalefetin temel eğilimi de geriye, “güzel günlere” dönmektir ve bu anti-tekel söylemlerde ifadesini bulmaktadır. Ama Lenin bu küçük-burjuva çizgiye prim vermez. Yapılması gerekenin geriye dönmek değil, emperyalizmin çelişkilerini arttırmak ve derinleştirmek için ileriye atılmak olduğunu söyler. Tıpkı bugün olduğu gibi Lenin döneminde de küçük-burjuva demokratların, burjuva devletlere anti-tekel yasaları çıkarttırarak, tekellere karşı küçük işletmeleri veya devlet işletmelerini savunarak tekelci kapitalizme karşı beyhude bir savaşım verdiğini geçerken belirtelim. Küçükburjuvazinin yel değirmenlerine karşı umutsuz mücadelesi o gün bugün sürmektedir. Troçki’nin I. Dünya Savaşı ve sonrasına dair gözlemleri, Lenin’in emperyalizm tahlillerini doğrulayan ve devam ettiren bir niteliktedir. Troçki de, Zamanımızda Marksizm adlı makalesinde, ABD ekonomisine dair örnekler üzerinden tekelleşmenin ve sermayenin merkezileşmesinin nasıl hızlı bir şekilde arttığını anlatmaktadır. Buna göre 1929 yılında ABD’de 300 binden fazla kayıtlı şirket arasından 200 tanesi, bu şirketlerin sahip oldukları mal varlıklarının %49,2’sini kontrol ediyordu. 1933’te bu oran %56’ya yükselecekti. Hatta Troçki, bu 200 şirket içindeki 12 tanesinin kararlarının tüm sanayi kolları için tam bir direktif anlamına geldiğinden bahsederek, merkezileşmenin göründüğünden daha da ileri düzeyde olduğunu vurguluyordu. Troçki sermayenin merkezileşmesinin ve tekellerin ekonomi üzerindeki egemenliklerinin sadece “barış”
34
Eylül 2013 • sayı: 102
dönemlerine özgü olmadığını, ekonomik krizlerle atbaşı yürüyen savaş dönemlerinde bu eğilimin daha da kuvvetlendiğini belirtiyordu: “Kapitalizmin çeşitli aşamaları boyunca, konjonktürel çevrim evrelerinden, her tür politik rejimden, barış dönemlerinden olduğu kadar silahlı çatışma dönemlerinden de geçerek, tüm büyük servetlerin giderek daha az sayıda elde yoğunlaşması süreci devam etti ve bitmeksizin sürecek de. Büyük Savaş yılları sırasında, uluslar kan içinde can çekişirken, burjuvazinin tüm politik aygıtı ulusal borçların ağırlığı altında ezilmiş yatarken, hazine sistemleri orta sınıfları da peşinden sürükleyerek uçuruma yuvarlanmışken, tekeller bu kan ve pisliğin içinden eşi görülmemiş kârlar elde ediyorlardı. Birleşik Devletler’in en güçlü şirketleri mal varlıklarını savaş yılları sırasında ikiye, üçe, dörde ve hatta daha da fazlasına katladılar ve kâr hisselerini yüzde 300, 400, 900 ve daha fazla arttırdılar.” (Troçki, Zamanımızda Marksizm, www.marksist.com) Tıpkı Lenin gibi, emperyalizmin krizlerden ve savaşlardan azade olamayacağının altını çizen Troçki, çürüme çağındaki kapitalizm anlamına gelen emperyalizmi hayatta tutmak için uygulanan politikaların kaçınılmaz olarak siyasi gericiliği ve baskıcı rejimleri geliştireceğini, savaşları daha da kızıştıracağını hatırlatarak bunun en bariz kanıtının da tüm 30’lu yıllar boyunca hızlı biçimde yükselen faşizm olduğunu gösteriyordu. Troçki’nin faşizmle mali sermayenin egemenliği arasındaki bağı kuran tahlilleri son derece önemlidir. Ona göre faşizm mali sermayenin demir yumruğuydu; proletaryanın sınıf mücadelesinin yeniden canlanışının önüne geçmek için işçi örgütlerinin yıkılması, sosyal reformların yok edilmesi ve demokratik hakların tümden imhası üzerine kuruluydu. Emperyalizm çağındaki kapitalizmin çürümekte olduğunu belirten Troçki, onca teknik gelişmeye rağmen maddi üretici güçlerin gelişiminin neredeyse durduğunu ve hükümetlerin savaşa yatırım yapmaktan başka çıkış yolu bulamadıklarını ifade ediyordu.
Emperyalizm: çürüyen kapitalizm Tüm bunlar da göstermektedir ki, Marksizmin emperyalizm tahlili, gerek sermayenin merkezileşme eğilimini, gerekse de mali sermayenin, tekellerin küresel egemenliğini ve bunların sonuçlarını oldukça isabetli ve detaylı biçimde ortaya koymuştur. Şimdi burjuva uzmanların yap(a)madıklarını yapalım ve yazımızın girişinde yer verdiğimiz araştırmanın ortaya koyduğu verileri nasıl yorumlamak gerektiği üzerinde duralım. Bu noktada başvuracağımız en temel kaynak Elif Çağlı’nın son derece işlevli açılımları olacaktır. Çağlı’nın dikkat çektiği ilk nokta, Marksizmin kurucularının erken tarihlerden itibaren kullandıkları dünya ekonomisi kavramının bugünün dünyasında çok daha fazla ete kemiğe büründüğü ve artık kapitalist üretim
sayı: 102 • Eylül 2013
tarzının tüm unsurlarının (üretici güçler, üretim ilişkileri, işbölümü, artı-değerin üretilmesi ve bölüşülmesi, pazarlar, fiyatların oluşumu vb.) uluslararası ölçekte kavranmak zorunda oluşudur. Çağlı, Küreselleşme: Eşitsiz ve Bileşik Gelişme adlı kitabında 1980 dönemecinden sonra dünyada mal, hizmet ve sermaye dolaşımının önündeki yasal engellerin ortadan kaldırılması sürecinin hızlandığını, finans piyasalarının küreselleşmesinin de aynı süreçte sıçramalı bir gelişim kaydettiğini, dünya borsalarındaki sıcak para hareketlerinin inanılmaz ölçülerde hızlandığını ve büyüdüğünü aktararak, bileşenlerini çeşitli uluslardan tekellerin oluşturduğu ve bu nedenle kimilerince ulusötesi diye de adlandırılan çokuluslu şirketlerin dünya ekonomisi içindeki nicel ve nitel öneminin arttığını ifade etmektedir. “Öyle ki” der Çağlı, “dünya ekonomisi artık birkaç yüz dev çokuluslu şirket tarafından yönlendirilmektedir. En büyük 200 çokuluslu şirketin küresel mal ticaretinin yarısını kontrol ettiği söyleniyor. Bu kapsamdaki şirketler giderek dev boyutlara ulaşmakta, sadece bazılarının yıllık ciroları pek çok ulus-devletin GSYH’sini geçmektedir.” (age, s.10) Çağlı devamla, boyutları küreselleşen büyük tekellerin yatırım, üretim ve dağıtım planlarının da küresel ölçekte ele alınması gerektiğini vurgulamaktadır. Çünkü tekil ulusdevlet kapitalist ekonominin yönetiminde geçmişe oranla önemini yitirmekte, çokuluslu üst kuruluşlar ve bölgesel iktisadi birlikler öne çıkmaktadır. Kapitalist hükümetlerin ihtiyaç duyduğu ve uygulamaya koyduğu makro ölçekli iktisadi ve sosyal politikalar, ulusal olmaktan çıkıp küresel karakter kazanmaktadır. Ve en önemlisi de, sermaye hareketleri, üretim ve ticari faaliyet bakımından piyasalar küreselleşmektedir. Ancak sermayenin bu uluslararası yapılanması çeşitli krizlere gebe olan çok çelişkili bir süreçtir. Bu çelişkilerin başında da sermayenin uluslararası karakterinin ulaştığı düzeye eşlik eden ulus-devlet olgusu gelmektedir: “Bir yandan sermaye, gerek yapılanmasının tarihsel kökleri ve gerekse de icabında sığınacak güvenilir bir liman arayışı nedeniyle, sırtını bir ulus-devlete yaslama güdüsünKapitalizm den kendisini büsbütün kurtaramaz. Ama öte yandan, devasa yatırımlara
marksist tutum
ortaklaşa giren farklı ülke sermaye gruplarının varlığı da çok somut bir gerçekliktir. Ayrıca, büyük kriz dönemlerinde zor duruma düşen sermaye gruplarının, sermayenin vatanı yoktur prensibinden hareketle kendilerine daha güçlü «yabancı» ortaklar aramaları kapitalist işleyişin dayattığı bir zorunluluktur. Tekelci kapitalizm, tekelci evlilikler demektir. Ve bu türden evliliklerde de «gelin» ya da «damat»ın ulusdaş olması değil, ekonomik çıkarlar önemlidir.” (Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Yay., s.43) Çağlı’nın altını çizdiği ikinci çelişki de, serbest rekabetçi dönemden emperyalizm dönemine geçilirken, tekelleşmenin getirdiği muazzam ekonomik büyümeye göreli olarak bir durgunlaşma eğiliminin eşlik etmesidir. Kapitalizmin 50’li ve 60’lı yıllarda yaşadığı olağanüstü bü-
çürüdükçe insanlığı yokoluş girdabına sürüklüyor
35
Eylül 2013 • sayı: 102
marksist tutum
yüme döneminin özgüllüğü bir tarafa bırakılacak olursa, 70’lerden bu yana yaşanan süreç bunu açık biçimde ortaya koymaktadır. Çağlı’ya göre Lenin’in emperyalizmi çürüyen ve asalaklaşan kapitalizm şeklinde tanımlamasının nedeni de budur. Bu tespit, pek çok alanda etkisini hissettiren gelişme eğilimleri tarafından doğrulanmış bulunmaktadır. Örneğin yatırım alanlarını kontrol eden büyük tekeller teknolojik gelişmeyi tamamen kendi kâr güdülerinin emri altına sokmuşlardır. O yüzden de pek çok olumlu teknik dönüşümü frenleyebilmektedirler. Yahut toplumun ihtiyaçları açısından hayatiyet taşıyan bazı yatırım alanları, yeterince kârlı olmadığı gerekçesiyle tekeller tarafından terk edilebilmektedir. Özellikle kriz dönemlerinde kendini daha bariz biçimde açığa vurduğu gibi, sermayenin giderek daha büyük bir kısmı üretim sürecinden ziyade “paradan para kazanmak” diye tabir edilen alanlara yatırılmakta, sermaye daha fazla oranda spekülatif alanlara kaymaktadır. Çağlı bu tür faktörlerin, kapitalizmin bir zamanlar sahip olduğu devasa atılım gücünü kısıtlayıcı eğilimler olduğunu dile getirmektedir. Çağlı’nın dikkat çektiği bir diğer nokta da, artan tekelleşmenin getirdiği eşitsizliktir. Emperyalizm çağıyla birlikte dünya ekonomisi bir bütün olarak tekelci bir karakter kazanmış, fakat bu tekelci gelişimin getirisi her bir kapitalist ülke için aynı düzeyde olmamıştır. Gelişmekte olan kapitalist ülkelerde işçi sınıfının yarattığı artı-değerin önemli bir bölümü, çokuluslu tekellerin büyük ortağı konumundaki emperyalist ülkelere transfer edilmektedir. Bu nedenle tekelleşmenin sonuçları da eşitsiz biçimde dağılmış olmaktadır. Ancak Çağlı, bu eşit-
36
sizliğe bileşik bir gelişimin eşlik ettiğini de söylemektedir. Bir yandan eşitsizlikler her düzeyde artar ve yayılırken, diğer yandan dünya ekonomisi bir bütün olarak ilerlemektedir. En geri Afrika ülkeleri bile 50 yıl önce bulundukları noktada değillerdir, ama açlık ve sefalet bu kıtada hâlâ artan oranda hüküm sürmektedir. Çağlı emperyalizm çağıyla birlikte çeşitli ülke sermaye gruplarının, aralarındaki rekabet asla ortadan kalkmaksızın, giderek küresel ölçekte birlikte iş görmeye koyulduklarını belirtmektedir. Dünyadaki güçlü finans kapital grupları, büyük tekeller yerküremizin pek çok noktasını son derece karmaşık ilişkiler ağıyla sarmaladıkça, rekabet içinde birliktelik olgusu da çok daha derin ve çelişkili bir karakter kazanmıştır. Birbirine binbir ilişki ile bağlı çeşitli kapitalist ülkelerin aynı zamanda kendi çıkarlarını maksimize etme hırsıyla davranması, organik bir bütünü zıt yönlere çeken eğilimlerin çatışmasını da beraberinde getirmiştir. Çağlı’nın bu açılımının doğru kavranması, tekelleşmenin ve sermayenin merkezileşmesi olgusunun yarattığı güncel tablonun anlaşılabilmesi için son derece önemlidir. Marksizmin bazı doğrularını dogmatik bir biçimde alıp şablonlaştıran ve buradan ürettiği sloganlarla gelişmeleri açıklamaya çalışan kimi sosyalistlerin aksine, Çağlı’nın yaklaşımı, süreci Marksizmin diyalektiğiyle ele almakta ve mevcut çelişkilerin üzerinden atlamak yerine onları ortaya çıkartıp altında yatan nedenleri açıklamaktadır. Zaten içinde yaşadığımız emperyalist-kapitalist sistemi anlamaya çalışanların yapması gereken de gerçekliği bu çelişkili haliyle kavramaktır. Çünkü sürecin nasıl ilerleyeceğini belirleyen temel eğilimlerin tespiti ancak bu şekilde mümkün-
Elif Çağlı’nın dikkat çektiği ilk nokta, Marksizmin kurucularının erken tarihlerden itibaren kullandıkları dünya ekonomisi kavramının bugünün dünyasında çok daha fazla ete kemiğe büründüğü ve artık kapitalist üretim tarzının tüm unsurlarının (üretici güçler, üretim ilişkileri, işbölümü, artı-değerin üretilmesi ve bölüşülmesi, pazarlar, fiyatların oluşumu vb.) uluslararası ölçekte kavranmak zorunda oluşudur. Çağlı, Küreselleşme: Eşitsiz ve Bileşik Gelişme adlı kitabında 1980 dönemecinden sonra dünyada mal, hizmet ve sermaye dolaşımının önündeki yasal engellerin ortadan kaldırılması sürecinin hızlandığını, finans piyasalarının küreselleşmesinin de aynı süreçte sıçramalı bir gelişim kaydettiğini, dünya borsalarındaki sıcak para hareketlerinin inanılmaz ölçülerde hızlandığını ve büyüdüğünü aktararak, bileşenlerini çeşitli uluslardan tekellerin oluşturduğu ve bu nedenle kimilerince ulus-ötesi diye de adlandırılan çokuluslu şirketlerin dünya ekonomisi içindeki nicel ve nitel öneminin arttığını ifade etmektedir.
sayı: 102 • Eylül 2013
dür. Gerek araştırma sonuçlarına gerekse de küresel ekonominin durumuna bu mantıkla baktığımızda görürüz ki, kapitalizmin emperyalist aşaması, kapitalizmin ulusdevletler biçimindeki örgütlenmesine rağmen sermayenin global hareketinin yaygınlaşması ve derinleşmesi anlamına gelir. Çeşitli ülke ekonomilerinin dünya kapitalist sistemine artan entegrasyonu bir yandan sermayenin dolaşımını kolaylaştırır ve egemenliğini pekiştirirken, diğer yandan kapitalizmin krizleri eskiye oranla çok daha geniş alanlara sirayet eder. İşte burjuva uzmanların çözüm bulmaya çalıştıkları bu son olgu ve ona eşlik eden emperyalist savaş süreci, 21. yüzyıl dünyasını şekillendiren iki ana faktördür.
Mali sermaye dizginlenebilir mi? Marksizmin tahlillerinin ortaya koyduğu belki de en önemli sonuç, emperyalist-kapitalist sisteme içkin olan hastalıkların tedavisinin mümkün olmadığıdır. Dolayısıyla burjuva uzmanların bu yöndeki çabaları da boşunadır. Mali sermayenin egemenliğinin ve hırsının dizginlenmesi mümkün değildir. Burjuva uzmanların “kontrol ağı” dedikleri şey, mali sermayenin egemenliğinin ta kendisidir ve bu sistemin tepesinde yer alan finans kuruluşları, dünya ekonomisinin dizginlerini daha da sıkılaştırmakta, giderek artan oranda daha küçük şirketlere baskı yapmakta, iflaslar sürekli artmaktadır. Hatta 2008 krizinin gösterdiği gibi, küçük şirketler bir yana, yüz yıllık mazisi olan koca finans kuruluşları, bankalar veya sanayi devleri dahi iflas bayrağını çekip başka tekellere yem olmaktadırlar. Kapitalizmin küresel krizinin ve tekellerin basıncının etkisiyle bu iflaslara yoğun işten çıkartmalar eşlik etmekte, işçilerin ücretleri düşmekte, çalışma süreleri uzamakta, sosyal hakların gasp edilmesine yönelik saldırı paketlerinin çıkartılması ve kamu harcamalarının kısılması için hükümetlere sürekli baskı yapılmakta, yatırım harcamalarındaki kısıntılar durgunluk eğilimini daha da körüklemektedir. Mali sermayenin egemenliğinin yol açtığı bu durum kriz koşullarında katmerlenerek ilerlerken, kapitalizmin en önemli can simidi olan kredi mekanizması da barutunu tüketmek üzeredir. Çünkü tüketicilere verilen bireysel kredilerin de kapitalistlerin aldıkları kredilerin de geri dönüşü ciddi oranlarda kesintiye uğramaktadır. Çağlı’nın dediği gibi, giderek katlanan ve içinden çıkılmaz bir hâl alan borçlar sorunu günümüzde küresel kapitalizmin adeta alâmeti fârikası haline gelmiş bulunuyor. Kapitalizm artık bu durgunluk eğilimiyle başedememekte, burjuva uzmanlarsa umutsuzca çare peşinde koşmaktadırlar: “Günümüzde kapitalist sistem durgunluk eğilimiyle bir türlü baş edemiyor. Çıkışsızlık sermaye dünyasında da yeni tartışmaları ve kamplaşmaları gündeme getiriyor. Mevcut durum kaçınılmaz olarak emperyalist güçler
marksist tutum
arasındaki rekabeti kızıştırıp askerî harcamaları körüklemektedir. ... Sosyal harcamalar sürekli kırpılırken askerî harcamalardaki bu artışın dünya üzerinde yoksulluktan kaynaklı sorunları büsbütün tırmandıracağından duyulan şikâyetler bizzat burjuva çevrelerde dillendirilmeye başlanmıştır. Bazı uzak görüşlü burjuva ideologlar, sosyal harcamaların arttırılmasının durgunluğa çare olabileceği hususunu yeniden öne sürüyorlar.” (age, s.41) Mali sermayenin egemenliği olan emperyalizm altında dünya ekonomisinin yapısal sorunlarının ve çelişkilerinin kısmen dahi olsa çözülebilmesi, sistemin “hastalıklı yanlarının iyileştirilebilmesi” hiçbir zaman mümkün olmamıştır, olmayacaktır. Marksist analiz, aslında kapitalizmin anarşik doğasını, tekelci rekabetin insanlığa ve doğaya korkunç zararlar veren niteliğini, ekonomik krizleri sürekli biçimde ve daha derin bir şekilde topluma musallat edişini, tüm bunlardan beslenen ve bu süreçleri besleyen nüfuz kavgalarını, emperyalist paylaşım savaşını da ortaya koymaktadır: “Kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişme yasası sermayenin küreselleşmesini ve büyük iktisadi birliklerin oluşumunu hızlandırırken, yanı sıra daha da büyük bir eşitsizlik ve kızışan bir rekabet üretiyor. İktisadi temelden kaynaklanan birlik eğiliminin, yine aynı kaynaktan beslenen rekabet eğilimiyle çatışarak yol almaya mahkûm olduğu çok açık. Nitekim günümüzdeki gelişmeler de ifadesini, büyük kapitalist güçlerin kendi iktisadi egemenlik alanlarını genişletme çabasında, rakip güçlerin nüfuz alanlarında üstün bir pozisyon sağlama ve yeni nüfuz alanları oluşturma hırsında bulmaktadır. Emperyalizm hiçbir zaman dünyaya bir barış dönemi getirmedi, bundan sonra da getirmeyecek. Küresel kapitalizmin saldırgan yüzü, dünyadaki verili dengelerin altüst olduğu ve ciddi hegemonya krizlerinin yaşandığı tarihsel kesitlerde iyice açığa çıkmaktadır. Kapitalizm, dünyadaki nüfuz alanlarını yeniden paylaşmak veya rakip güçlerin yükselişini engellemek ya da onların gücünü zayıflatmak amacıyla çeşitli emperyalist savaşlara başvurmadan yol alamaz.” (age, s.96-97) Tarihin bir cilvesi olarak, emperyalizmin beslediği bu gelişmelerin altında, işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından son derece önemli olanaklar da gizlidir. Kapitalizm küreselleştiği ölçüde dünya ekonomisini çok daha organik bir bütün haline sokarak ve krizleri de küreselleştirerek sistemin kırılganlığını iyice arttırmakta, diğer yandan da işçi sınıfının mücadelesini küreselleştirmekte ve dünya devriminin nesnel koşullarını hazırlamaktadır. Son yıllarda Latin Amerika’dan Avrupa’ya, Arap coğrafyasından Asya’ya kadar dünyanın her yerinde patlamalarla kendini açığa vuran toplumsal hareketlerin yayılma ve birbirlerinden etkilenme hızı, bunun apaçık kanıtıdır. Burjuva uzmanların yapmaya çalıştığı gibi, kapitalist işleyişte onun asla sahip olmadığı ve olamayacağı bir rasyonalite aramak boşunadır. Bu yüzden de tek çare, kapitalist sistemi yıkıp tarihin çöp sepetine atmaktır. n
37
Futbol, Taraftar Grupları, Siyaset Selim Fuat
S
on derece basit ve güzel bir oyun olması nedeniyle futbol, yaklaşık 150 yıldır çok sayıda insanı etkisi altına alan önemli bir iktisadi ve toplumsal etkinliktir. Ve çokça söylendiği gibi futbol sadece futboldan ibaret değildir. Ekonomisi yüzlerce milyar dolarla ifade edilen bir oyunun etkilerinin sadece sportif alanla sınırlı olması beklenemez de zaten. Bu yüzden futbolun başta siyaset olmak üzere pek çok toplumsal alanla ilişkisi de son derece yoğun. Futbol dünyanın neredeyse her yerinde, diğer hiçbir sporda söz konusu olamayacak kadar siyaseti etkiliyor ve siyaset için kullanılabiliyor. Daha oynanmaya ilk başlandığı günlerden bu yana Türkiye’de de futbol siyasetle hep iç içe olmuştur. Örneğin İttihat ve Terakki, futbolu halkı etkilemenin aracı olarak kullanmış ve paramiliter “genç dernekleri” ile Altınordu gibi futbol kulüpleri kurarak, spor, özellikle de futbol üzerinden siyasi etkisini arttırmıştır. Bu “genç dernekleri” ve futbol kulüpleri ile M. Kemal de gerek İstanbul’dan ayrılmadan önce gerekse de sonrasında temasını sürdürmüş; hem askeri faaliyetleri hem de siyasi gücünü arttırmak için onlardan yararlanmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren de siyaset ile futbol arasındaki ilişki sıkı biçimde sürmüştür.
38
Özellikle 12 Eylül darbesinin ardından futbol kitlelerin depolitize edilerek siyasi muhalefetin bastırılmasında ve gerektiğinde egemen siyasi fikirler doğrultusunda manipüle edilmesinde etkin biçimde kullanılmıştır. Özal ile birlikte başlayan kapitalist dünyaya daha fazla entegre olma politikaları, beraberinde futbolun ve elbette futbol ile siyaset ilişkisinin gelişmesini sağlamıştır. Kürt ulusal hareketinin mücadelesinin yükseldiği yıllar içerisinde de stadyumlar, burjuva güçler tarafından tüm ülkede milli birliğin ve yükselen milliyetçiliğin temsil edildiği yerler haline getirilmiştir. Örneğin FIFA’nın aksi yöndeki düzenlemelerine ve cezalarına rağmen, milli olsun olmasın, oynanan her karşılaşma öncesinde topluca İstiklal Marşı okuma geleneği yerleştirilmiş, tribünler üzerinden de yüksek dozda milliyetçilik topluma zerk edilmiştir. Görüldüğü gibi burjuva sözcülerin ağzından düşmeyen “futbol sahalarına siyaset bulaştırmayalım” teranesi ile kastedilen siyaset burjuvaların kendi siyasetleri değildir. Onlar tarafından sarf edilen bu türden sözler aslında her zaman muhalif siyaseti sahalardan uzak tutalım anlamına gelir. Gerçekte ise bir yandan burjuva siyasetçiler futbol üzerinden kitlelerle buluşur, bir yandan da burjuva ideolojisinin kitlelere zerk etmek istediği anlayışlar tribünler
sayı: 102 • Eylül 2013
ve medya üzerinden topluma aşılanır. Yani burjuva siyaseti sahalarımızda hiçbir zaman eksik olmaz.
Taraftar grupları Futbolun çok sayıda insanı bir araya getirici özelliği, futbol kulüpleri etrafında da çeşitli örgütlenmelerin oluşmasının zeminini hazırlamaktadır. Bugün özellikle yüksek sayıda taraftarı olan takımlara sempati duyanlar, taraftar gruplarında örgütlenmektedir. Türkiye’de de son dönemde yaygınlaşan bu gruplar özellikle futbolun yaygın biçimde sevildiği Avrupa’da uzun zamandan bu yana bulunmaktadır. Taraftar grupları Avrupa’da, özellikle İtalya ve İngiltere’de önemlidir. Bu gruplar sayesinde birçok insan toplumsallaşmanın farklı olanaklarına sahip olur ve ortaklaşılan bir kimlik duygusu ile birlikte bir sosyal tatmin yaşarlar. Türkiye’de de güçlü ve etkili taraftar grupları bulunmaktadır. Özellikle İstanbul takımlarının taraftar gruplarının bazıları neredeyse tüm Türkiye tarafından tanınır. Bu gruplar sadece futbolda değil, Avrupa’da olduğu gibi farklı toplumsal konularda da taraf olarak “siyaseti futbol sahalarına bulaştırırlar”. Futbol etkinliği üzerinden kitlelere müdahale etmek ve onları yönlendirmek için kullanılan yapılardan biri de bu yüzden taraftar gruplarıdır. Futbol üzerinden ortaya konan siyasi tutumlar elbette bu taraftar gruplarının meşrebine göre değişir. Taraftar grupları, burjuvazinin çeşitli kesimlerinin etkisi altında kaldıkları durumlarda bu burjuva güçlerin siyasetlerine uygun tutumlar sergileyebildikleri gibi, sınıfsal hoşnutsuzlukların ifadesini bulduğu tepkileri de ortaya koyabilirler. Futbolun bir işçi sınıfı sporu olarak doğduğu ve geliştiği İngiltere’de taraftar gruplarında çoğunlukla sınıfsal aidiyetlerin belirgin olduğu bileşimler vardır. Dok işçilerinin kurduğu ve desteklediği Liverpool futbol kulübünün “Kop” adı ile anılan tribün grubu, kurulduğu 1905 yılından bu yana çok büyük oranda Liverpool limanında çalışan işçileri bir araya getirmiştir. Bu durum da normal olarak bu işçilerin yürüttükleri sendikal-siyasal mücadelelerin tribünlere hatta futbol sahasındaki sporcuların tutumlarına yansımasına yol açmıştır. Almanya’da benzer durum maden işçilerinin kurduğu ve desteklediği “Schalke 04” için geçerlidir. İtalya’nın Livorno futbol takımının taraftarlarının çoğu Komünist Parti sempatizanıdır ve bu durum tribünlere damgasını vurur. Dünyanın değişik bölgelerinde bunun pek çok başka örneğine de rastlamak mümkündür. Ortaklaşılan bir kimliğin yarattığı duyguya rağmen taraftar gruplarını yekpare bir bütün olarak düşünmek gerçeklerle uyuşmaz. Hatta anılan örneklerde olduğu gibi ağırlıklı olarak benzer sosyal özelliklere sahip olanların oluşturduğu taraftar gruplarının sayısı daha azdır. Aynı futbol takımına güçlü bir biçimde sempati duyarak bir araya gelseler de taraftarlar çoğunlukla ayrı sınıflardan ve
marksist tutum
bu sınıfların çeşitli katmanlarından oldukları için farklı toplumsal duyarlılıklara sahiptirler. Buna rağmen taraftar gruplarında ortak bir kimlik oluşabilmesi için tek tek bireylerin sınıfsal aidiyetlerini ve hislerini belli ölçüde bir kenara bırakarak gruptaki baskın eğilime katılma eğilimi de güçlüdür.
Mısır’da ve Türkiye’de taraftar grupları Son birkaç yıldır, Mısır, Türkiye gibi işçi sınıfının hem siyasal hem de sendikal örgütlenmesinin önünde önemli engellerin olduğu ülkelerde, taraftar gruplarının ciddi biçimde ön plana çıktıkları siyasi mücadelelere tanık oluyoruz. Mısır’da hem Hüsnü Mübarek rejiminin devrilmesi döneminde hem de ardından gelişen süreçte, Türkiye’de ise Gezi Parkı protestoları günlerinde taraftar grupları en ön saflarda göründüler. Muhalifler nezdinde de büyük bir sempatiye sahip oldular. Mısır’da futbol taraftarlarının siyasallaşması genel bir radikalleşme sürecinin parçasıydı şüphesiz. Stadyumlar ve taraftar gruplarının kendilerini ifade edebildikleri tüm platformlar doğru dürüst siyasal parti, sendika ya da kitle örgütünün bulunmadığı bir ortamda, çok sayıda genç insan açısından tepkilerini kolektif olarak ortaya koyabildikleri bir arena haline gelmişti. Siyasal karar alma süreçlerinin dışında kalmış ve siyaseten pasifize edilmiş geniş kitleler, siyasete, taraftar grupları üzerinden müdahil olabiliyorlardı. Bilhassa Al Ahly futbol takımının taraftar grubu Ultralar, Mübarek’e karşı başlatılan eylemlerin başından itibaren sürecin önde gelen bileşenlerinden biri oldu. Ultralar grubunun özellikle Mübarek’in Tahrir Meydanına provokasyon için sürdüğü silahlı çetelere karşı gösterdiği direnç, bu grubun tüm isyancıların gönlünde taht kurmasını sağladı. Ultraların, özellikle tribünlerde edindikleri polisle çatışma deneyimi, Mübarek karşıtı ayaklanmanın bazı kritik dönemeçlerinde kolluk kuvvetlerine karşı direnişin ayakta kalmasına büyük katkı verdi. Çoğunluğu Kahire’nin en yoksul kesimlerinden gelen Ultra grubunun gençleri, Mübarek’in devrilmesinden sonra da mücadelenin önde gelen unsurlarından oldular. Rejimin kadim temsilcilerinin nefretini sürekli olarak üzerlerine topladılar. Nitekim 2 Şubat 2012’de Port Said stadyumunda yapılan maç sırasında bu nefreti somutlayan güçler, Al Ahly taraftarlarından halk hareketi sürecinde gösterdikleri tutumların öcünü feci şekilde aldılar. Karşıt Al Masry takımının taraftarlarının güvenlik güçlerinin gözetiminde ellerindeki bıçaklar ve silahlarla saldırması ve stadyum kapılarının kilitlenmesi sonucu Al Ahly taraftarı 74 kişi katledildi. Ardından bu katliamın protesto edildiği eyleme de polis saldırdı ve 3 taraftar da burada polis tarafından öldürüldü. Mısır’da taraftar grupları toplumdaki siyasallaşmanın bir parçası olarak halk hareketinin seyrinin etkisi altında
39
marksist tutum
Eylül 2013 • sayı: 102
Örgütlenme ihtiyacının yakıcılığı
siyasal mücadeleye taraf oldular ve halen de olmaya devam ediyorlar. Ancak işçi sınıfının örgütsüzlüğünün sonucu olarak onlar da burjuva güçlerin tuzaklarına sıklıkla düşmek durumunda kalıyorlar. Türkiye’deki Gezi protestoları sırasında da bilindiği gibi taraftar grupları ön planda oldular. Özellikle Beşiktaş kulübünün taraftarı olanların kurduğu Çarşı grubu, eylemlerin neredeyse simgesi haline geldi. Elbette Gezi’nin niteliği Mısır’daki halk hareketinden bambaşkaydı. Ancak taraftar grupları bu sürece de tıpkı Mısır’daki gibi etkili biçimde damga vurdu. Türkiye’deki taraftar gruplarında, söylem ne olursa olsun, ne Liverpool’un “Kop” tribünleri örneğinde olduğu gibi işçi sınıfının net biçimde görülen ağırlığı ne de Al Ahly’nin Ultraları gibi rejimi devirmek için ayağa kalkan halk hareketinin doğrudan bir tezahürü söz konusudur. Örneğin Çarşı grubunun bünyesinde barındırdığı karışık sınıfsal ve siyasi bileşim Türkiye’de var olan burjuva kutuplaşmanın buraya da yansımasına yol açmıştır. Türkiye siyasetinde burjuvazinin birbirine düşmesi sonucu oluşan kutuplaşmanın etkileri Çarşı grubunun da ayrışmasına neden olmuştur. Her ne kadar “Gezi” güzellemeleri ile gün geçiren çevreler tarafından Çarşı yekpare biçimde eylemleri destekliyor gibi yansıtılsa da gerçek böyle değildir. Başta Çarşı’nın kurucularının önemli bir kısmı olmak üzere grup içerisinden pek çok kişi bu süreçte Çarşı olarak Gezi’ye destek verilmesinin karşısında olduklarını açık biçimde ortaya koyup, katılanları eleştirmişlerdir. Bu yönleriyle Mısır örneğinden farklılaşsa da, katılan kesimleriyle Çarşı’nın Gezi eylemlerinde yine de oldukça etkili olduğunu, hatta siyasi örgütlerin önüne geçtiğini belirtmek gerek. Bu durum bir yanıyla politik mücadelelerde taraftar gruplarının da bir potansiyel taşıdığına işaret ederken, diğer yandan da aslında siyasi örgütlenmelerin yetersizliklerini gösteriyor.
40
12 Eylül faşist darbesi işçi sınıfının siyasal sendikal örgütlenmelerini darmadağın etmişti. Bu örgütlenmelerin yokluğu ile oluşan boşlukta, kitlelerde biriken tepkilerin akacak mecra olarak bulduğu kanallardan biri de futbol oldu. İşçi sınıfının sağlıklı diğer örgütlerinin etkisinde muazzam yararları olabilecek bu kanal, tek başına oluştuğunda kaçınılmaz olarak başıboş kalmanın her türlü arızası ile birlikte var oldu. İşçi sınıfı siyaseti dışındaki siyasetlerin yani burjuva siyasetlerin etkisi altında şekillendi. Kendisine çektiği işçi sınıfından insanları da burjuva siyasetlerin yönlendirmesine maruz bıraktı. İşçi sınıfı kültürünün yeniden üretildiği alanlardan biri olamadığı gibi, burjuvazinin erkek egemen, holigan ve şoven yoz kültürünün özellikle genç işçileri şekillendirdiği bir atmosfer yarattı. İşçi sınıfının sporu olarak doğmuş ve halen yüz milyonlarca işçi tarafından da çok sevilen futbol, bugün işçileri hem bu oyunu oynayan hem de tribünlerde izleyenler olarak sahadan kovmuştur. Uzun çalışma saatlerine ve ağır çalışma koşullarına daha çocukluklarından itibaren maruz kalan işçilerin çoğunluğu futbolu oynama imkânını bile çok zor bulabilmektedir. Bilet fiyatlarının yüksekliği yüzünden de stadyumlara ender olarak yaklaşabilmektedir. İşçilere artık televizyonlardan maçların özet görüntülerini izleyebilen taraftarlar olmanın dışında başka bir şey kalmamaktadır. Bu taraftarlık duygusu da öylesine körüklenmektedir ki, çoğu kez işçilerin arasındaki yapay bölünme konularından birisi haline gelmektedir. Kışkırtılmış taraftarlık duygularıyla birbirine düşen işçilerin sayısı hiç de az değildir. Tüm başka sosyal konularda olduğu gibi futbol ve taraftarlığı konusu da işçilerin sağlıklı sınıf örgütlenmelerinde bir araya gelmelerinin ne kadar yakıcı bir mesele olduğunu bize anlatıyor. İşçilerin sınıf çıkarlarına aykırı tutumları benimsemelerinin bir aracı haline getirilmiş olan futbolun işçi sınıfı üzerindeki yıkıcı etkilerini ortadan kaldırmanın başka bir yolu yok çünkü. Örgütlenen ve sınıf bilincine sahip olmaya başlayan işçilerin her toplumsal konuda olduğu gibi futbol ve taraftarlığı konusundaki tutumu da bugün rastladıklarımızdan başka olurdu. İşçilerin bir araya geldiği her yerde olduğu gibi bu alanlarda da işçiler, işçi sınıfının kültürünü oluşturacak, işçi sınıfının siyasetini yürüteceklerdir. Toplumun örgütsüz oluşunun dışavurumundan başka bir şey olmayan bugünkü durumu değiştirecek olan işçilerin siyasal-sendikal örgütlenmelerini güçlendirerek bütün toplumsal alanlara bu örgütleri aracılığı ile müdahale etmeleri olacaktır. n
TC’nin Irkçı Soy Kodları Zehra Aras
T
ürkiye Cumhuriyeti’nin kendi vatandaşlarını Lozan Anlaşmasından bu yana, geldikleri soya göre kodlayarak fişlediği resmen belgelendi. Nüfus kayıtlarında Rumlar “1”, Ermeniler “2”, Yahudiler “3” soy kodu ile fişlenmişler. İçişleri Bakanlığı, azınlık okullarında sadece azınlık mensuplarının çocuklarının okuyabileceğini, Milli Eğitim Bakanlığı’nın kaydı yapılacak çocuğun azınlık mensubu olup olmadığının belirlenmesi için kendilerine ilettiği talep üzerine, azınlık vatandaşların soy durumlarının Milli Eğitim Bakanlığı’na verildiğini açıklayarak, fişleme suçunu örtbas etmeye çalıştı. Ancak Lozan’a göre azınlık sayılmayan Süryanilerin “4” rakamıyla ve İslamiyet dışındaki öteki inanç topluluklarının da “5” rakamıyla kodlanarak fişlendikleri de ortaya çıktı. Üstelik Lozan’da insanların soylarına göre kodlanmasına dair bir ifade bulunmuyor. TC’nin yasalarında da vatandaşların soylarına göre kodlanmasına dair bir şey yok. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana devam eden söz konusu uygulamanın hiçbir yasal dayanağının olmadığı çok açık. Üstelik bu kodlar gizlice veriliyor. Kuşaklar önce asimile olarak İslamiyeti benimsemiş insanların bile soy kodları devletin gizli arşivlerinde takip ediliyor. Konu, 2 Ağustosta Agos gazetesinde yer alan bir haberle gündeme geldi. Ailesi 1915’ten sonra zorla Müslümanlaştırılmış, daha sonradan inanç değiştirerek Ermeni Kilisesi’ne bağlanmış ve nüfus kâğıdındaki din hanesine Hıristiyan yazdırmış bir kadın, çocuğunu bir Ermeni anaokuluna yazdırmak istedi. Eşinin nüfus cüzdanındaki din hanesinde ise halen “İslam” yazıyordu. Ermeni anaokulu aileye “Milli Eğitim’den okula kayıt yaptırmanızda bir sa-
kınca olmadığına dair resmi izin belgesi alın” dedi. Aile, İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne başvurup, çocuğun Ermeni anaokuluna kaydının önünde engel olmadığına dair resmi yazı istedi. Talebi değerlendiren İl Milli Eğitim Müdür Yardımcısı Ahmet Molak, aileye Şişli İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne başvurmaları gerektiğini söyledi. Molak, aileye başvuru sırasında kullanmaları için resmi bir yazı verdi. Bu yazıda şöyle deniyordu: “Söz konusu okullara kayıt olacak öğrencinin velisinin mahkeme kararı ile din, isim, mezhep değiştirip değiştirmediğinin bilinmesi, 1923 yılından bu yana ‘Vukuatlı’ nüfus kayıtlarının gizli soy kodunun da (nüfus kayıt örneğinde Ermeni vatandaşlarımızın soy kodu 2’dir) çıkartılması gerektiğinden, öğrencinin velisinin ilgili nüfus ve vatandaşlık müdürlüğünden nüfus kayıt örneğinde gizli soy kodunun 2 olması halinde kaydının yapılabileceği...” “Gizli soy kodu” ibaresinin resmi bir yazışmada açıkça yazılması üzerine devletin gayrimüslimlere yönelik bu yasadışı ve gizli kod verme uygulaması resmen açığa çıktı. Devlet bu yasadışı, ırkçı, ayrımcı uygulamadan dolayı özür dileyeceğine, Lozan Anlaşmasını gerekçe göstermeye çalışıyor ve Osmanlı’dan devreden kayıtları kullanarak vatandaşlarını soylarına göre kodladığını itiraf ediyor.
Sen bilmesen de devlet senin soyunu sopunu bilir! Agos gazetesindeki haber sayesinde konunun gündeme gelmesi üzerine, bazı gazetelerde devletin soy kodlarını ne tür işlerde kullandığı da yazılmaya başlandı. Hrant
41
Eylül 2013 • sayı: 102
marksist tutum Çocuğunu bir Ermeni anaokuluna kaydettirmek isteyen aileye, İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün verdiği resmi yazı, ırkçı ve ayrımcı uygulamaları ayyuka çıkan TC’nin gayrimüslimlere yönelik yasadışı ve gizli kod verme uygulamasını resmen açığa çıkardı. TC, nüfus kayıtlarında Rumları “1”, Ermenileri “2”, Yahudileri “3”, Süryanileri “4”, İslamiyet dışındaki öteki inanç topluluklarını ise “5” rakamıyla kodlayarak fişliyor.
Dink’ten aktarılan bir anı, subay okullarının Ermeni soyundan gelenleri kabul etmediğini anlatıyor. Bir gün Dink Agos Gazetesi’nde otururken bir genç yanına gelir ve kendi hikâyesini anlatır. Koyu Türk milliyetçisi olan genç, Harp okulunda öğrenciyken bir gün sorgusuz sualsiz ve hiçbir açıklama yapılmaksızın okuldan atılır. Derslerinde bir sorun olmayan ve herhangi bir disiplin suçu bulunmayan bu gencin ailesi, atılma nedenini anlamak için tanıdıkları devreye sokar. En nihayetinde sözlü ve gayrı resmi olarak tek bir açıklama yapılır: “Aile kökeni Ermeni.” Geçmişinde Ermenilerden nefret eden, okuldan atıldıktan sonra Ermeni kökenli olduğunu öğrenip psikolojisi bozulan genç, ne tür bir millete mensup olduğunu öğrenmek için Agos’a gelmiştir. Hrant Dink bu trajik durumu, “siz kim olduğunuzu bilmezsiniz ama bu devlet bilir” diyerek özetlemiş. TC’nin anayasası tüm vatandaşların eşit haklara sahip olduğunu söylese de, gayrimüslimler devletin yönetici kademelerinde, üst bürokrasisinde, subay hiyerarşisinde yer alamazlar; daha baştan ayıklanırlar. Türkiye’de rejim, Rum bir emniyet müdürü, Ermeni bir hâkim ya da savcı, Yahudi bir albay olmasına asla müsaade etmedi. TBMM’deki tek Hıristiyan milletvekili Erol Dora, TC rejiminin ırkçılığının karşısına demokrasi programıyla çıkan Kürt ulusal hareketinin çabasıyla Meclise adım atabildi. TC’nin ırkçı ayrımcılığının boyutları devlet kademelerinde gayrimüslimlere yer vermemekle de sınırlı değildir.
TC devletinin genlerindeki ırkçı kodlar Osmanlı, toplumdaki her zümrenin, inanç grubunun ve yöneticilerin birbirlerinden ayırt edilebilmeleri için ne giyeceklerini ya da giymeyeceklerini tanımlayan kanunlar çıkarmıştı. Müslüman olmayanların ayırt edilmesi, haraç alınması gibi uygulamalar yüzünden gayrimüslimler kimi zaman dinlerini gizlemek, kimi zaman da din değiştirmek zorunda kalmışlardı. 19. yüzyılda Osmanlı bünyesindeki halklar uluslaşarak ayrı devletlerini kurmaya başladılar. 1908’deki İkinci Meşrutiyet’ten sonra giderek güçlenen Türkçülük akımı, Osmanlı’nın Balkan Savaşlarında
42
yaşadı-
ğı hezimetin ardından tam manasıyla saldırgan bir ırkçılığa büründü. Tüm Hıristiyanlar güvenilmez ve düşman olarak görülmeye başlandı. 1915’te yaşanan soykırım sadece Ermenileri değil, Asurileri, Süryanileri ve Ezidileri de hedef aldı. 1 milyondan fazla insanın acımasızca yok edildiği bu katliam, 50 binin üzerindeki tanık ifadesine, yüzlerce anıya, tanıklığa, toplu mezarlara, yani inkâr edilemez kanıtlara rağmen halen Türk egemenlerince utanmazca inkâr edilebilmektedir. O dönemde hayatta kalan Ermeni çocukları Türk ailelere verilerek asimile edildi. 1916’dan itibaren de Ermeni soyundan gelenler fişlenerek takibe alındı. Ermenilerin geride bıraktıkları araziler ve mallar yağmalanarak Türkleştirildi. Kadim Anadolu topraklarının binyıllardır burada yaşayan halklardan arındırılması, 1915’te yaşanan büyük felâketin ardından da devam etti. Lozan Anlaşmasının ardından Batı Anadolu’daki Rumlar Yunanistan’a, Batı Trakya’daki Müslümanlar da Türkiye’ye zorla göç ettirildi. Cumhuriyet Türkiye’sinin yeni egemenleri, İttihatçıların başlattığı Anadolu mozaiğini mermere dönüştürme projesini aynen sürdürdüler. Cumhuriyetin kabul ettiği tek millet Türk, tek dil Türkçe, tek makbul inanç da Sünni İslam idi. Lozan’da azınlık hakları tanınan Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıklar görünüşe göre diğer vatandaşlarla eşit haklara sahipti. Ancak gerçeklik asla kâğıt üzerinde yazıldığı gibi olmadı. Kürtlerin azınlık hakları bile yoktu. TC’ye göre Kürtler aslında hiç yoktu. Mutlak bir inkâr politikası izlendi. 1925-1938 arası Kürt isyanları kanla bastırıldı. Katliamlar, bölgesel soykırımlar, sürgünler, hapisler, dil yasakları… Nüfusu zorla Türkleştirmek için her tür zalimlik yapıldı. Kürtler azınlık bile sayılmadıkları ve tümden inkâr edildikleri için devlet bürokrasisi içerisinde yer alabildiler ama “Türk” kimliğiyle. Kendi kimliğini inkâr eden ve asimile olan Kürde devletin kapısı açıktı. Devlet, tertiplediği pek çok kirli tezgâhta soy kodu vererek gerçekleştirdiği fişlemelerden faydalandı. 1934’te Trakya’da yaşayan Yahudilere yönelik pogromlar tertiplendi. 1942’de çıkarılan Varlık Vergisi kanunuyla devlet, gayrimüslimlerin paralarına ve mülklerine göz dikti. Vergiyi ödemeyenler çalışma kamplarında çalışmak zorunda bırakıldı. 6-7 Eylül 1955’te İstanbul’daki gayrimüslimlerin evleri ve işyerleri yağmalandı, yüzlerce gayrimüslim dövüldü, 15 kişi öldürüldü, onlarca kadına tecavüz edildi. Yıllar sonra Özel Harp Dairesi tarafından organize edildiği açığa çıkan bu saldırıların ardından, çok sayıda gayrimüslim, doğup büyüdüğü, kuşaklardır yaşadığı İstanbul’u terk ederek yurtdışına göç etti.
sayı: 102 • Eylül 2013
Bunca zalimlik ve alçaklık Türklüğü yüceltmek için yapılmadı elbette. Devletin kullandığı bir grup cahil faşist, vatan-millet aşkıyla işyerlerini yağmalayıp kadınlara saldırmış olabilir. Ancak bu saldırıları tertipleyen devletin hedefi, İstanbul’daki sermayenin Türkleştirilmesiydi. Gayrimüslim zanaatkârların ve dükkân sahiplerinin İstanbul’daki geleneksel ticaretine saldırarak ticarette Türk ırkından gelenlerin tam hâkimiyetini sağlamak istiyordu devlet. Hangi dine mensup olursa olsun, etnik kökeni ne olursa olsun, hangi dili konuşursa konuşsun tüm dünya halklarının işçi ve emekçileri kardeştir, aralarında çıkar çatışması yoktur. Ancak mülk sahibi sınıflar kendi ekonomik ve siyasi egemenliklerini tesis etmek ve sürdürmek üzere, etnik ve dini kimlikler üzerinden çatışmaları ve kamplaşmaları her daim yaratmaktadırlar. Gayrimüslimlere ait vakıflara ve vakıf mallarına yönelik çıkartılan kanun ve yönetmelikler, Türk burjuvazisinin haydutluğunu ve yağmacılığını yansıtmaktadır. Mülkün Türkleştirilmesi konusundaki devlet politikası halen sürdürülmektedir. 1983 ve 2001 tarihlerinde çıkarılan iki ayrı genelge tapu müdürlüklerine şunu emrediyor: Tapu müdürlükleri tehcir ya da mübadele edilen gayrimüslimlerin mirasçılarına 1924 yılından önceki tapu kayıtlarıyla ilgili hiçbir surette bilgi vermeyecek! Türk burjuvalarının devleti, tapu müdürlüklerine açıkça “gasp ettiğimiz mülklerin mirasçılarına, yani gerçek sahiplerine bilgi vermeyin” diyerek tarihi suçların delillerini karartıyor. Ermenileri ve diğer gayrimüslim halkları düşman olarak görme, ayrımcılık ve aşağılamalar asla sona ermedi. 1991’e kadar yürürlükte kalan “Sabotajlara Karşı Koruma Yönetmeliği’nde, gayrimüslimler memleket içindeki Türk tebaalı yabancılar ve yabancı ırktan olanlar olarak tanımlanmış ve sabotaj yapabilecek unsurlar kategorisinde değerlendirilmişlerdi. Askere giden Ermeni kökenli TC vatandaşları sırf isimlerinden ötürü hakarete uğradılar. Kimi zaman askerde “şüpheli biçimde” öldüler, intihar ettikleri söylendi. Kimi zaman öldürüldükleri ayan beyan açığa çıktı ama adalet yerini bir türlü bulamadı. Ergenekon operasyonuyla başlayan soruşturmalar, derin devlet içerisinde örgütlenen bir cuntanın AKP’yi devirmek için Hıristiyanları öldürmeyi, böylelikle AKP’yi ve İslamcıları hedef göstermeyi planladığını açığa çıkardı. Dink cinayeti, 2007’de Malatya’da Zirve Yayınevi’nde çalışan Alman uyruklu Tilman Ekkehart Geske ile Necati Aydın ve Uğur Yüksel’in bıçaklanarak öldürülmesi, Rahip Santoro cinayeti hep bu darbe planının parçası olarak Kafes Operasyonu Eylem Planı çerçevesinde hayata geçi-
marksist tutum
rilmişti. Cunta darbe hazırlıklarını sürdürebilseydi, eylem planları içerisinde Büyükada’da ve kiliselerde bomba patlatmak da vardı. Ele geçirilen Kafes Eylem Planında yer alan Türkiye haritasında gayrimüslimlerin yaşadığı iller tek tek gösteriliyor, Hıristiyanlara ait onlarca kilise, adresleri, dini liderleri, bağlı oldukları mezheple ilgili bilgiler, gayrimüslimlerin isim ve adresleri ile ev, işyeri ve cep telefonları yer alıyordu. Darbecilerin ele geçirilen bir başka belgesinde ise Hıristiyan toplulukların kurduğu internet sitelerinin listesi, misyoner tabir edilen grupların toplantı yaptıkları evlerin adresleri yer alıyordu. Kafes Eylem Planına, “gayrimüslimlere ait vakıf ve ibadethanelerin cemaat listeleri elde edilecek” notu düşülmüştü. Plan “Çocuklar” başlığı altında gayrimüslimlerin çocuklarını bile isim isim fişlemiş, hatta çocukların en sevdiği şeyler bile not edilmişti. Melis’in oyuncak bebekleri, Daniel’in arabaları, Esin’in minyatür oyuncakları, Lidya’nın Pokemonları, Tuğberk’in çikolatayı sevdiği bile fişlere kaydedilmişti. Bu ülkede egemenlerin sınır tanımaz zalimlikleri düşünüldüğünde, çocuklarla ilgili bilgilerin kaydedilmesinin hiç de hayra alamet olmadığını tahmin etmek zor değildir. Egemenlerin iktidar uğruna kendi aralarında tepişirken Hıristiyanların kanını dökmekte sakınca görmedikleri açıktır. Yaşadığımız topraklarda İttihatçılar döneminde başlayıp Kemalizmle devam eden etnik ve dinsel mühendislik politikasının özü halen değişmiş değildir. Hükümetler değişse de inkârcı, asimilasyoncu Türkleştirme-Sünnileştirme politikası devir teslim ediliyor. AKP de ırkçı, asimilasyoncu devlet geleneğini devralmıştır. Başbakan Erdoğan 2009’da Ermeni sorunu gündeme geldiğinde, Türkiye’de çalışan on binlerce Ermenistanlı göçmen işçiyi “bunları gerekirse geri göndeririz” diyerek tehdit etmişti. Hem Ermeni, hem göçmen, hem de işçi olan on binlerce insanı işinden edip sürgün etmek elbette Erdoğan’ın zerre kadar vicdanını sızlatmaz. Aynı yıl Hakkâri’de “Tek dil, tek millet; beğenmeyen çeker gider” diyen de yine aynı Erdoğan idi. 2008 yılında AKP’li Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, gayrimüslimlerin soykırıma uğratılmasının ve sürgününün Türk burjuvazisinin egemenliği açısından ne kadar önemli olduğunu şu sözlerle dillendirmişti: “Bugün Ege’de Rumlar ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler yaşamaya devam etseydi, acaba aynı milli devlet olabilir miydi?” Hangi dine mensup olursa olsun, etnik kökeni ne olursa olsun, hangi dili konuşursa konuşsun tüm dünya halklarının işçi ve emekçileri kardeştir, aralarında çıkar çatışması yoktur. Ancak mülk sahibi sınıflar kendi ekonomik ve siyasi egemenliklerini tesis etmek ve sürdürmek üzere, etnik ve dini kimlikler üzerinden çatışmaları ve kamplaşmaları her daim yaratmaktadırlar. İşçi ve emekçiler kapitalizme son verene kadar, insanlık, mülk sahiplerinin çıkarları uğruna etnik-dinsel ayrımcılık ve çatışmalar yüzünden tarifsiz acılar yaşamaya devam edecek. n
43
AKP’nin Timsah Gözyaşları Hakan Sönmez
M
ısır ordusu, cumhurbaşkanı Mursi’ye karşı başlatılan kitle hareketinden istifade ederek, 3 Temmuzda askeri bir darbe gerçekleştirdi. Kuşkusuz bu askeri darbe başta ABD olmak üzere emperyalist devletlerin onayı alınarak yapılmıştı. Gerçekleşen askeri darbeye AKP hükümeti sert tepki gösterdi. Çünkü Müslüman Kardeşler’in iktidardan indirilmesi altemperyalist bir güç olan Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik emperyalist politikalarına büyük bir darbe vuruyordu. Askeri cunta, yönetimi ele almasının ardından, Müslüman Kardeşler’in örgütlediği protesto gösterilerine saldırmaya başladı ve bu saldırılar sonucunda yüzlerce kişi yaşamanı yitirdi. Bu durum AKP’yi harekete geçirdi ve Erdoğan Müslüman Kardeşler’e yönelik darbe konusunda uluslararası ataklarını arttırıp Batı’yı suçlarken, bu meseleyi iç politikanın da bir aracı haline getirdi. İşte tam da bu ortamda bir TV programına katılan Erdoğan’ın, Müslüman Kardeşler liderlerinden Muhammed el-Bilteci’nin, ordunun kitleye ateş açması sonucu ölen kızı Esma’ya yazdığı veda mektubunu dinlerken ağlaması, medya aracılığıyla bir duygu sömürüsünün aleti haline getirildi. Durumu fırsata çevirip Müslümanların hamisi rolünü oynayarak oylarını arttırmak ve imajını tazelemek peşinde olan Erdoğan, bu sayede yalnız Arap kamuoyuna değil iç kamuoyuna da mesaj vermeye çalışmaktadır. Böylece Gezi sürecinde çizilen karizmasına cilâ çekmek de istemektedir. Erdoğan’ın sözlerinin samimiyetsiz, döktüğü gözyaşlarınınsa timsah gözyaşı olduğu açıktır. Mısır’da kitlelerin katledilmesi gerçekte Erdoğan ve onun gibi burjuvaların umrunda değildir. Onların benzer durumlarda aynı türden katliamlara gözlerini kırpmadan onay verecek olmalarından hiç kimsenin en ufak bir şüphesi olmamalıdır. Örneğin yıllardır Kürt halkına reva görülen muamele ortadadır. Erdoğan şayet samimi olsaydı aynı tavrı ve gözyaşını Roboski katliamında yaşamını yitiren çoğu çocuk 34 Kürt için de gösterirdi. Fakat bıraktık böyle bir tavrı ve gözyaşı akıtmayı, katledilenleri suçlu göstermek için elinden geleni yaptı. Roboski’de 34 kişinin uçaktan bombalanarak hunharca katledilmesi sonrasında olayın iç yüzünün ortaya çıkmaması için medya derhal kontrol altına alınmış, hükümet ve ordu el ele vererek gerçekleri tümüyle çarpıtma yoluna gitmişti. Yani bugün timsah gözyaşı dökenler, Roboski katliamının üstünü örmek için ellerinden
44
sayı: 102 • Eylül 2013
gelen her şeyi yapmışlardır. Bugün Esma için gözyaşı döken Erdoğan, o gün katıldığı katıldığı bir TV programında, Roboski’de ölenler için “sivil sivil deyip durmayın, onlar kaçakçı” diyerek, çoğu çocuk yaştaki Kürt köylülerin katledilmesini haklı göstermeye çalışıyordu. Başbakana göre onların ölmesinde bir sorun yoktu, zaten ölenler “sivil vatandaş” değil, “kaçakçı” ve” terörist”ti ve bu yüzden de öldürülmeyi hak etmişlerdi! Alt-emperyalist bir güç haline gelen Türkiye burjuvazisinin ve emrindeki AKP hükümetinin timsah gözyaşı dökerek emperyalist planlarını gerçekleştirmeye çalıştıkları başka bir ülke de Suriye’dir. Suriye’de kimyasal silah kullanılarak yüzlerce insanın katledilmesi başta Türkiye olmak üzere emperyalistlere bekledikleri fırsatı sunmuştur. Uzun süredir bekleyen AKP hükümeti, bulduğu fırsatla elini ovuşturmaya başlamış ve bunu emperyalist müdahalenin gerekçesi haline getirmek için harekete geçmiştir. AKP şimdilerde Suriye’ye yapılacak olan bir müdahale için gerekli olan savaş teskeresini çıkarmak üzere tatilde olan meclisi 24 saat içinde toplamanın hesabını yapıyor. Kısacası Suriye’de son yaşananlar AKP’nin ekmeğine yağ sürmüştür. Böylece AKP öncülüğündeki Türkiye burjuvazisi yapılan katliamı kendi çıkarlarına kullanmanın fırsatını yakalamıştır. AKP’nin Suriye’deki katliam karşısında döktüğü gözyaşları sahtedir. O AKP ki, ABD’nin Irak ve Afganistan işgali sonucunda 2 milyon insan yaşamını yitirirken, bıraktık ses çıkarmayı Irak işgaline katılmak için adeta yırtınmıştır. Uzak tarihi bir kenara bıraktık, yakın tarihte yaşanan bunca şeye rağmen burjuvaziden insanlık adına bir şey beklenebilinir mi? Ne hazindir ki Suriye’de insanlar kimyasal silahlarla katledilirken, yıllar önce aynı gün Srebrenitsa’da, Avrupa’nın göbeğinde 8 bin Boşnak, Sırp kasap Ratko Mladiç’e bağlı güçler tarafından katledilmişti. Srebrenitsa’da “8 bini aşkın Boşnak vahşice katledilirken BM güçleri orada bulunuyorlardı. Üstelik 1993 yılında BM Srebrenitsa’yı katliam tehlikesine karşı uçuşa yasak bölge ilan etmiş, silah ambargosu kararı almıştı. Katliam yaşanıp binlerce insan öldükten sonra BM tekrar müdahalede bulunmuş ve Dayton Anlaşması imzalanmıştı.” (Hakan Sönmez, Srebrenitsa Katliamı ve Emperyalist Savaş, MT, Ağustos 2011) Burjuvazi, Srebrenitsa, Halepçe, Roboski ve daha niceleri gibi sayısız katliama imza atmıştır. Miadını dol-
marksist tutum
durmuş ve insanlığı büyük bir felâkete sürükleyen kapitalist sistem yıkılmayı bekliyor. Kapitalizm içine düştüğü ekonomik krizi ve tarihsel bunalımını emperyalist savaşla aşmaya çalışırken, bir yandan da emekçilerin yükselttiği kitlesel ayaklanmalarla sarsılıyor. Ancak kitle ayaklanmalarına öncülük edecek devrimci bir önderlik yaratılmadığı sürece somutta yaşadığımız durumda olduğu gibi burjuvazi kitlesel ayaklanmaları kendi iktidar kavgasının arkasına yedekleyerek tehlikeyi savuşturabilmektedir. Ve büyük bir riyakârlıkla emperyalist emelleri için akıttığı insanlık kanına timsah gözyaşı dökebilmektedir. Devrimci işçi sınıfı için Suriye’de diktatör Esad rejimi ve karşısında savaşan emperyalistlerin kuklası olan burjuva güçler arasında hiçbir fark yoktur ve ikisi de işçi sınıfının düşmanıdır. Aynı durum Mısır’da Müslüman Kardeşler ve darbeci ordu için geçerlidir. İşçi sınıfı kendi bağımsız sınıf çizgisinde yürüdüğü gün emperyalistlerin dalavereleri, yalanları, riyakârlıkları, sahtekârlıkları sökmeyecektir. Sınıf devrimcilerine düşen görev işte bu sınıf çizgisini yaratmaktır.n
Roboski’de 34 kişinin uçaktan bombalanarak hunharca katledilmesi sonrasında olayın iç yüzünün ortaya çıkmaması için medya derhal kontrol altına alınmış, hükümet ve ordu el ele vererek gerçekleri tümüyle çarpıtma yoluna gitmişti. Yani bugün timsah gözyaşı dökenler, Roboski katliamının üstünü örmek için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardır.
45
Okurlarımızdan Musa’yı Beklemeye Gerek Yok, Hesabı İşçi Sınıfı Soracak! M ısır’da darbeye tepki gösteren Mursi yanlılarına yapılan katliam ve sonrasındaki gelişmelerle birlikte herkes bir açıklama yapıyor. Herkes olayları kendi bulunduğu yerden, kendi çıkarları doğrultusunda değerlendiriyor. Kimi ülkeler sesiz kalmakla yetinirken, kimi ülkeler darbeyi ve katliamı lannetliyor ve hesap sorulması gerektiğini savunuyor. Peki buna bizlerin, biz işçilerin nasıl bakması gerekiyor? Mısır’da halk ayaklanması ile devrilen Mübarek’in yerine seçimlerle gelen Mursi’ye karşı eylemler yapılıyordu. Demokrasi getireceğim vaadiyle iktidara gelen Mursi döneminde işçi-emekçi halkın yaşam koşullarında hiçbir düzelme olmadı. Mursi’nin çıkarttığı bütün yasalar Müslüman Kardeşler’in iktidarını pekiştirmeye dönüktü. Milyonlarca insan da buna karşı sessiz kalmadı ve eylemlerle Mursi’yi istifaya çağırdı. Yapılan eylemlerden sonra ordu bir askeri darbe yaparak Mursi’yi iktidardan indirdi. Darbeden sonra Mısır’da tam bir kutuplaşma yaşanırken, bir tarafta darbe yanlıları, diğer tarafta darbe karşıtları gösteriler yapmaya devam ediyordu. En son ordu tam bir katliam gerçekleştirdi. Mursi yanlılarına yapılan saldırıda yüzlerce kişi öldü, yüzlerce kişi de yaralandı. Katliamı yapan ordunun ve darbenin savunulacak hiçbir yanı yoktur. Ama şurası da bir gerçek ki Mısır’da gerçek demokrasiyi getirecek olan da Mursi ve onun gibiler değildir. Mursi’nin de savunulacak hiçbir yanı yoktur. Mısır’da Mursi’den de, ordudan da medet ummak saflıktan başka birşey olamaz.
Darbeden ve özellikle de katliamdan sonra AKP ve Erdoğan’ın açıklamaları da gösteriyor ki, herkes bu durumu kendi çıkarları doğrultusunda görüyor, yorumluyor ve tutum alıyor. Erdoğan’ın “Tarihte hiçbir zalim zulüm ile abad olmamıştır. Mısır’ın darbeci yöneticilerinin, bu dünyanın kudretli gibi görünen firavunlara dahi kalmadığını bilmeleri gerekir ki onlar bunu çok iyi bilirler, er ya da geç bir Musa çıkar, zulmün hesabını sorar” diye bir açıklaması oldu. Bütün bunları söylerken samimi olmadığı apaçık. Eğer gerçekten samimi olsaydı on seneyi aşkın süredir iktidarda olmasına rağmen Kürt sorunu halen yerli yerinde duruyor olmazdı. Önce onu çözerdi. Öyle ya mazlum Kürt halkı on yıllardır katlediliyor. Sözlerinde birazcık samimiyet olsaydı önce Roboski’de, Sivas’ta, Maraş’ta yapılan katliamların üzerine giderdi. En önemlisi de 12 Eylül darbesi ile yapılan katliamların hesabını sorardı. Erdoğan ve onun gibiler çıkarlarına göre konuşur, buna göre hareket ederler. Erdoğan ve onun gibilerin söylediklerinde hiç de samimi olmadıklarını biz biliyoruz. Ama söylediklerinde bir gerçek var ki, bu bizim de savunmamız gereken bir gerçek. Bu katliamın hesabının sorulması gerekiyor. Hesabı sormak için de Musa’yı beklemeye gerek yok. Hesabı soracak olan da işçi sınıfıdır. Biz işçiler bu katliama sesiz kalamayız, kalmamalıyız. İşçi sınıfı er ya da geç örgütlenecek, bütün zalimlerden hesap soracaktır.
Bıçak Parası Geri Geldi
çiler-emekçiler elbette buna sevinmişti. Ama bir yandan da acaba gerçekten bu olabilecek mi diye endişe ediyorlardı. Sonuç ne oldu? Bu parayı alamayacağını ve ayrıca özel muayenehanesinden de mahrum kalacağını gören üniversite hocaları üniversitelerden ayrılmaya başladı. Sadece ders vermeye giriyor, ameliyatlara ve diğer sağlık hizmetlerine karışmıyorlardı. AKP’nin derdi yoksul halka ücretsiz ve kaliteli sağlık hizmeti sunmak değildi elbette. Onun derdi doktorları daha düşük ücretlerle özel hastanelere yönlendirmek, emekçileri ise katkı payı vb. uygulamalarla soymaktı. Nitekim aradan geçen birkaç yıldan sonra şimdi “girişimsel işlem ücreti” adı altında bıçak parası yeniden hortlatıldı. Yani eskiden gayrı resmi olarak alınan “bıçak parası” şimdi resmi hale getirildi. Görüldüğü gibi, karşısında örgütlü bir güç olmadığını bilen AKP, buna güvenerek emekçileri rahatça aptal yerine koyabiliyor. Demek ki bizler ya örgütlü mücadeleden başka çıkış yolunun olmadığını görerek buna göre hareket edeceğiz, ya da AKP’nin ve temsilcisi olduğu sömürücü sınıfın bize bu muameleyi yapmasına ses çıkarmayarak kazık yemeye devam edeceğiz. Tercih bizim!
A
KP hükümetinin biz işçilerin hayatını zorlaştıran nice uygulamalarına rağmen işçilerden oy almaya devam etmesinin sebeplerinden birisi sağlık alanında olumlu görünen bazı değişiklikler yapmasıydı. En çok yaygarası yapılan ve halkta da beklenti yaratanlardan biri ise doktorların aldığı ve “bıçak parası” diye bilinen ameliyat rüşvetiydi. Üniversite hastanelerinde, çaresiz halde doktorların eline düşmüş olan insanlar, tüm imkânlarını zorlayarak bu ahlaksız rüşveti doktorlara vermek zorunda kalıyorlardı. Buna güçleri yetmeyenler daha deneyimsiz doktorların elinde oyuncak olmayı göze alıyorlar ya da ameliyat gibi zorunlu tedavi araçlarından mahrum kalıyorlardı. İşçiler emekçiler bu uygulamaya büyük tepki duysalar da, örgütsüzleştirilmiş ve sindirilmiş oldukları için ortak bir tepki veremiyorlardı. Hastanelerde kavgalara da yol açan bu ve benzeri uygulamalara karşı insanların yaptığı şey, çoğunlukla boyun eğmek, kendi işini bir biçimde görmeye çalışmak, varsa araya adam sokmak, doktora indirim için yalvarmaktı. AKP “sağlıkta dönüşüm” dediği değişiklikler içinde bu bıçak parasına da son vereceğini duyurduğunda iş-
46
Aydınlı’dan bir metal işçisi
İstanbul’dan bir Marksist Tutum okuru
Okurlarımızdan Solun Gezi’yle Önderlik İmtihanı
G
ezi Parkı eylemlerinin solda yarattığı yanılsamalar ve üzerinde bıraktığı etki, solun teorik ve pratik hattını ortaya çıkarması bakımından oldukça önemlidir. Lenin “Bir örgütün niteliğini belirleyen, eyleminin içeriğidir” der. İşte, solun Gezi Parkı eylemlerinde ortaya koyduğu tutum onun niteliğinin bütün yalınlığıyla ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Solun sınıf mücadelesinden ne anladığını (ya da anlamadığını) gözler önüne sermiştir. Gezi Parkı eylemlerinin kendiliğindenliği, solu bu kendiliğindenliği kendisi içinliğe çevirme sevdasına düşürmüş, bu sevdayla gözü kararan sol “aptal âşıkların” bütün reflekslerini sergilemiş, belki az buçuk olan aklını da bu sevda yolunda kaybetmiştir. Gezi Parkı eylemlerinin kendiliğindenliğine yapılan vurgular otomatik olarak “önderlik” sorununu da ortaya çıkarmış, küçük-burjuva sol bu eksiği gidermek için gezi yollarına düşmüştür. Bu eylemlerin çıkış itibarıyla önderlik sorunu yaşadığı doğru olabilir. Ancak atılan sloganlar ve yükseltilen talepler açısından da nasıl bir önderliğe ihtiyacı olduğunu olabildiğince açıklıkla ortaya koymuştur. Zaten bu talep ve sloganların muhatabı olanlar da “önderlik” vazifelerini yerine getirmiştir. Ulusalcı, milliyetçi ve Kemalist sol Gezi’nin öncülüğünü yapmıştır. Bu onların asıllarına uygundur. Başta, Gezi Parkında ağaçların kesilmesinden kaynaklı gelişen protestolar polis vahşetinden dolayı bilinen sınırlarına ulaşmıştır. AKP’nin ve onun Bonapartlaşma sevdalısı başkanının küstah ve alaycı dili kitleleri iyiden iyiye ateşlemiş, eylemler tüm Türkiye’ye yayılmıştır. Üç dönemdir oylarını arttırarak seçim kazanan AKP gittikçe otoriterleşmiş, olabildiğince cepheleştirdiği %50’nin verdiği rahatlık ve bu burjuva muhalefetin de basiretsizliğiyle “ne desem doğrudur, ne yapsam yeridir” tavrıyla kitleleri (en azından milliyetçi, Kemalist orta kesimleri) ayağa kaldırmayı başarmıştır. Tayyip ve AKP karşıtlığı her yanından sızan Gezi eylemlerine solun önderlik etmesi pratikte nasıl mümkün olabilir? Önderlikten anlaşılan bayrağını alıp en önde yürümekse “sol” bu işi şanıyla yapmıştır. Ancak hedef kitle ile ciddi kopmaz bağlar kurmadan, onun öncülerini kazanmadan (örgütsel olarak), duygu ve kader birliğini tesis etmeden ona güven vermeden şapkadan çıkan tavşan misali bir önderlik, platonik aşıkların uzaktan uzağa aşkının siyasete yansımış biçimi olsa gerektir. Önderlik durup dururken ortaya çıkan bir şey değildir; yıllarca ter dökmenin, sabırlı, planlı ve programlı bir çalışmanın sonunda ortaya çıkan ve çağrılarına yanıt bulabilen bir örgütsel gücü ifade eder. Yıllardır körüklenen laik-antilaik çatışmasının sonucu olarak ortaya çıkan kabarmalara, burjuva kamplaşmaların yarattığı dalgalanmalara önderlik etmekse kendine “komünistim” diyenlerin işi olamaz. Sınıf içinde çalışmaya çoktan elveda demiş olan solun, Gezivari eylemlere boyundan büyük anlamlar yükleyip, pılısını pırtısını toplayıp koşması aslında anlaşılabilir bir şeydir. Proletarya içinde çalışmayan, onun
öncülerini kazanmaya yönelmeyen bir siyasetin varıp gideceği yer tam da bu tip eylemlerde boncuk aramaktır. Ancak sol unutmamalıdır ki, “izin olmayan yerde sözün de olmaz”. Hangi tip kalkışma, eylem olursa olsun, suyun ortasında duran taş misali durmak değil, ona önderlik ederek rengini vermektir önemli olan. Gezi eylemlerinin içinde çadırlar kurarak küçük adacıklar oluşturmakla kitleye önderlik edilemediği açıktır. Her biri kendini proletaryanın öncüsü olarak gören, fakat Gezi Parkı eylemcilerinin içinde duruşuyla bile “marjinal” nitelemesini hak eden bu gruplar, önderlik etme iddiasında oldukları kitlelere hangi proleter sloganları attırabilmişlerdir? Bu çabanın, derdi bambaşka şeyler olan Gezi kitlesine sökmeyeceği aşikârdır. Sol gruplar Gezi’ye kendilerini zorla dayatmaya çalışırken eylemcilerin birinin elindeki “çatlasan da patlasan da örgüt mörgüt yok” dövizi sol gruplar açısından öğretici olmalıdır. Aynı kitlelerin attığı “Tayyip gidecek bu iş bitecek”, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” gibi sloganlar yıllar içinde mayalanmış durumların bir ifadesi olarak ortaya çıkmıştır. Milliyetçi, ulusalcı sol ve Kemalistlerin yıllardır cumhuriyetin kazanımlarının ortadan kaldırıldığı, “vatanın” bölündüğü, satıldığı, şeriatın geleceği yönünde bağırıp çağırmaları bu tipten sloganlara zemin hazırlamıştır. Solun Gezi Parkı’na olan aşkının karşılığı yoktur. Sol Gezivari eylemlerle gerçekten ciddi bağlar kurmak istiyorsa ya tam da onun istediği politikaları yapacak ya da yüzünü işçi sınıfına dönüp bu karşılıksız sevdadan vazgeçecek. Bizler Leninist-Bolşevik işçiler olarak, kitle kuyrukçuluğunun, kitle particiliğinin nasıl bir Menşevizm barındırdığını ve işçi sınıfından kaçışın bir ifadesi olduğunu bilerek yüzümüzü işçi sınıfına daha fazla döneceğiz. Dünyayı kurtaracak olan şurada burada ortaya çıkan sivil toplumcu eylemler değil, proletaryanın birliği ve mücadelesi olacaktır. Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi! Yaşasın Sosyalist Dünya Devrimi! Adana’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
47
Okurlarımızdan
AVM’lerin Robotları Patronlar Sayıca Küçüktür
G
eçenlerde arkadaşlarla esnek çalışma hakkında konuşuyorduk. Esnek çalışmanın ne kadar da yaygın olduğundan ve hayatımızı nasıl etkilediğinden bahsediyorduk. Part time yani tam günden daha az çalışmanın da esnek çalışmaya bir örnek olduğunu belirttik. Bu arada bir arkadaşımız “ben de günde 4 saat yani part time çalışmak isterdim” dedi. Evet, keşke günde 4 saat çalışsaydık ama aldığımız ücretle de geçinebilseydik. Ama gerçekte böyle mi oluyor acaba? Ben Ankara’da büyük, “kurumsal” bir yapı-markette part time “satış elemanı” olarak işe başladım. Part time çalışmanın, arkadaşımın hayal ettiği gibi olmadığını çok iyi gördüm. Normalde bir işçinin haftalık çalışma süresi 45 saattir. Oysa ben part time adı altında haftada 4 gün toplam 30 saat çalışıyorum. Ama ayda 15 gün yani yarım sigorta yatırıyorlar. Tabii bir de sağlık sigortasından yararlanabilmek için prim gün sayısını 30 güne tamamlamam gerekiyor. Bunun için de elden para yatırmak zorundayım. Saatlik ücret alıyoruz. 1 saat çalışma karşılığında 4 lira ücret alıyorum. Ne kadar fazla değil mi? Günde 4 saat çalışsaydım eğer, aldığım ücretle nasıl geçinebilirdim? Part time çalışan arkadaşların büyük bir çoğunluğu öğrenci. Onlar hem okuyup hem çalışarak geçinmek zorunda. Bir kısmı ise aldığı ücretle geçinemediğinden başka bir işte daha çalışmak zorunda. Böylece esnek çalışmanın başka bir sonucuyla daha yüzleşiyoruz; 2-3 işte birden çalışmak. Görüyoruz ki yaygınlaştırılmaya çalışılan part time çalışma sistemi bazılarının zannettiği gibi hiç de rahat değil. Bu tür yapı-marketlerde ve büyük AVM’lerde çalışanların çoğu uzun saatler boyunca sürekli ayakta çalışmak zorundadır. Çalışma esnasında oturmayı bırak herhangi bir yere yaslanmak, kollarını birbirine dolamak bile yasak. Neymiş efendim, kollarını dolamak, karşındakine kapalı olduğun anlamına geliyormuş ve müşteri sana soru sormaya çekinirmiş. Ayrıca kıyafetin her zaman düzgün, ütülü olmalı. Sana verilen üniforma, kemerine kadar tam olmalı; tişörtün pantolonunun içinde olmalı… Bu gibi AVM’ler hafta sonları da açık. Hafta sonları daha yoğun olduğu için çalışanlar hafta sonu izin kullanamaz. Genelde izinler hafta içi kullanılır. Zaten geç saatlere kadar çalıştığın yetmiyormuş gibi hafta sonu da çalışmak zorundasın. Bu durumda ailenin, arkadaşlarının yüzünü nasıl göreceksin, onlara nasıl zaman ayıracaksın? Görüyoruz ki gözünü kâr hırsı bürümüş patronların sömürüsü, fabrika, AVM demeden her yerde kendini gösteriyor. Bizi sömürüp, robotlaştırmaya çalışan bu asalaklar sınıfına karşı uyanık olmalı ve onların oyununa gelmemeliyiz. Ankara’dan bir AVM işçisi
48
Ama Mide Bulandırır! M
erhabalar, ben birkaç ay öncesine kadar sendikalı olan bir dokuma fabrikasında çalışıyordum. Sendikalıydık ama sendika biz işçilerin olmaktan çıkmış, patron ve sendika bürokratlarının bizi idare etme mekanizmasına dönüşmüştü. Oysa sendikalar, işçilerin patronlara karşı ekonomik hakları için yarattıkları mücadele örgütleridir. Aslında sendikaların bu hale gelmesinin temel nedeni biz işçilerin dağınıklığı ve örgütsüz olmasıdır. Velhasıl kelam, patron temsilcisi gibi çalışan sendika temsilcisi (ustabaşı) bir gün beni odasına çağırdı, meramını anlatmaya başladı: “Bak kardeşim, buraya türlü hayallerle geliyorsunuz, bir yerlere varmak için. Bu iplik bölümünü zar zor açtık ki sizler de burada ekmek yiyesiniz. Ben istesem burayı tek başıma idare ederim ama sizlerin de bir parça ekmek kazanmasını istiyorum.” Aslında bu söyledikleri doğrudan kendi fikirleri değildi. Bu tarz konuşmaların patronların işçileri kandırmak için dile getirdikleri “biz bir aileyiz, aynı geminin yolcusuyuz” söyleminden bir farkı yok. İplik ürettiğimiz bölümde üç vardiya birer işçi olarak sekiz makineye bakıyorduk. Günlük kişi başı ortalama 160-182 kg civarında iplik üretiyorduk. Üç kişiden birinin ürettiği ipliğin miktarı diğerlerinden birkaç kilo az olunca ustabaşı beni yanına çağırdı. O hafta miktarın neden azaldığını sordu. Makinelerin ne zaman arıza çıkaracağı, ne zaman ne kadar kilo elde edileceği de belli olmuyor. Ben de bunu ustabaşına açıklamaya çalıştım, ama o yine kendi bildiğini anlatmaya başladı: “Bak yavrum, ben bu kiloları hesaplayıp yukarıya gönderiyorum. Onlar bu kiloları inceliyorlar, arasındaki farkı görünce bana soruyorlar, ‘bu adam bu kadar üretiyor da diğeri niye şu kadar üretiyor’ diye. Arada çok büyük fark olmasa da şöyle bir söz vardır, sinek küçüktür ama mide bulandırır.” Bu sözü duyduğumda hem şaşırdım hem de öfkelendim. Ustabaşının bu şekilde konuşmasının nedeni tabii ki biz işçileri rekabete sürüklemekti. İşimin başına döndüm ve patronların sistemine daha fazla midem bulanmaya başladı. Biz bu kadar uzun süre patronlara her şeyi fazlasıyla üretiyoruz ama karşılığında ancak hayatta kalıp tekrar çalışabileceğimiz bir ücret alıyoruz. Dünyadaki bütün yapıları, yiyecekleri, giyecekleri, teknolojiyi üreten biz işçileriz. Ama kahretsin ki bunların hiçbirine biz sahip değiliz. Bunlara bir avuç patron sahip. Gerçeği söylemek gerekiyorsa benim midemi de bizim emeğimize el koyan bu bir avuç patronlar sınıfı bulandırıyor. Bunun için işçiler olarak kendi çıkarlarımız doğrultusunda örgütlenmeliyiz ve emeğimize el koyan patronları, sömürü sistemleriyle birlikte def etmeliyiz. Sefaköy’den bir metal işçisi