Mt no 104

Page 1

Kasım 2013

104


AKP ve Anadilde Eğitim Utku Kızılok

A

KP’nin ve Başbakan Erdoğan’ın günlerce sır gibi sakladığı, büyük bir merak ve beklenti yaratarak açıkladığı sözümona demokratikleşme paketinden, Kürt sorununun çözümü bağlamında dişe dokunur bir şey çıkmadı. Bu paketin en çok ses getiren maddelerinden birini, özel okullarda Kürtçe eğitim hakkının tanınması oluşturuyordu. Kürtlerin temel taleplerinden birini oluşturan anadilde eğitim hakkı, sözde tanınıyormuş gibi görünüyor, ama aslında son derece sınırlı bir alana hapsedilerek gasp edilmeye devam ediliyordu. Lakin AKP’nin ve yandaş medyanın “büyük değişim” tepinmesiyle kaldırdığı toz bulutları çekilince görüldü ki, ortada, özel okullarda bile olsa her düzeyi kapsayan bir Kürtçe eğitim hakkı dahi yok! İlk ve ortaokullar, 2014-2015 yılında özel okullarda başlayacak Kürtçe eğitim kapsamına alınmış değil. Yani Kürtçe eğitim esas olarak özel liselerde verilebilecek. Eğer hükümet lütufta bulunursa, önümüzdeki yıllarda ilk ve ortaokullarda da Kürtçe eğitim verilebilecek, ama yalnızca matematik ve fen derslerinde! Söz konusu paketin alabildiğine şaşaayla sunulmasının amacı, hiç kuşku yok ki yaklaşan seçimlerdir. AKP, demokratikleşme namına neredeyse hiçbir adım atmadan, sahneye koyduğu “paket şov”uyla geniş kitleleri uyutmaya, körleştirmeye ve çok köklü değişiklikler yapmış izlenimi doğurmaya çalışmaktadır. Bu kandırmaca paket, Kürt halkının derdine deva olacak ve Kürt sorununun çözülmesine hizmet edecek bir paket değildir. İlkokuldan başlayarak devlet okullarında Kürtçe eğitimin önünün açılma-

sı, bir başka deyişle anadilde eğitim, Kürt halkının temel taleplerinden birini oluşturmaktadır. Fakat AKP, Şark kurnazlığıyla Kürt halkını oyalama, aldatma ve kırıntılarla susturma peşindedir. Hiç kuşku yok ki, lise yaşına kadar anadilinde eğitim almayan ve böylece anadili dumura uğratılmaya çalışılan Kürt çocuklarının önüne, özel liselerde parayla anadillerinde eğitimin konması bir tür asimilasyondan başka bir şey değildir. Üstelik bu okullarda bile edebiyat, dil, tarih, felsefe, coğrafya gibi sosyal derslerin Türkçe okutulması zorunlu kılınırken, Kürtçe eğitime yalnızca matematik ve fen derslerinde izin verilmektedir. Kürtçe eğitim devlet okullarında ve ilkokuldan başlayarak hayata geçirilmedikçe, hem Kürtçenin yazılı bir kültür dili olarak kitleselleşip gelişemeyeceği hem de Kürt çocukların anadillerini yazılı bir kültür dili düzeyinde öğrenemeyecekleri çok açıktır. Zaten TC egemenleri de bu gerçeği gayet iyi bildikleri için, anadilde eğitimin mümkün olduğunca önüne geçecek politikalar izlemektedirler. Düzen cephesi ve AKP kurmayları, Kürt halkının anadilde eğitim talebini mantıksız göstermek amacıyla sıkça, Kürtçenin çok lehçeli ve eğitim dili olamayacak kadar yetersiz bir dil olduğunu ileri sürmektedirler. İleri sürülen bu sözde argümanın altında, aynı zamanda Türk kibrinin ve şovenizminin olduğunu ve ayrıca bunun konuyu çarpıtmak anlamına geldiğini de belirtelim. Anadilde eğitim meselesi, dilin yetersizliği ya da lehçe sayısının çokluğu meselesi değildir. Ayrıca belirtmek gerekiyor ki, düzen temsilcilerinin çıkıp yetersizlikten dem vurması tam bir

1


marksist tutum

riyakârlıktır. Zira on yıllardır Kürt halkını baskı altına alan, dilini yok sayan ve Kürtçenin gelişmesinin önüne geçen bizzat TC değil mi? Hiç kuşku yok ki, hiçbir dil, eğitim dili haline gelmeden ve bu konuda özel bir çaba harcanmadan gelişip yetkinleşemez. 90 yıldır rejim tarafından tek resmi dil olarak dayatılmasına, edebiyattan felsefeye her alanda yüksek bir kültür dili olarak gelişmesi için tüm devlet olanaklarının seferber edilmesine ve bu amaçla üniversitelerde yaygın bir şekilde açılan Türk dili ve edebiyatı bölümlerinin yanı sıra Türk Dil Kurumu gibi kurumlar kurulmasına rağmen Türkçenin bile halen sınırlılıklar ve sorunlar yaşadığı dikkate alındığında, bir dilin kendiliğinden tüm engelleri aşarak yetkinleşemeyeceği daha iyi anlaşılır. Gerek düzen cephesi gerekse onun bir parçası olan AKP, Kürtçe eğitime karşı çıkarken, ikinci bir resmi dil olmayacağını, Türkçenin yanında bir başka dilde eğitim verilmesinin ülkeyi böleceğini iddia ediyor. Meselâ AKP’li Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu şunları yumurtlayabiliyor: “Bir tek Kürtlerin mi anası var? Ya tüm etnik gruplar eğitim hakkı isterse? Bölünmeye gider.” Öncelikle şu hususu hatırlatmakta yarar var: Kürt hareketinin, şu anda Kürtçenin resmi dil olması gibi bir talebi yoktur. Velev ki Kürtçe ya da bir başka dil Türkçenin yanı sıra resmi dil ve eğitim dili olarak kabul edilsin, bunun ülkeyi böleceğini ileri sürmek bilinçli bir çarpıtmadan başka bir şey değildir. Bu çarpıtmanın amacı geniş kitleleri aldatmak ve onları milliyetçi bir temelde Kürt halkının taleplerine karşı kışkırtmaktır. Bir halkın dilinin tanınması, kamusal alanda resmi dillerden biri olarak kullanılması ve bu dilde eğitim verilmesi ile bir ulusun bağımsız devletini kurması arasında doğrudan ve zorunlu bir bağ yoktur. Eğer böyle olsaydı, birden çok halkın dilini tanıyan ve bu dillerin eğitimde kullanılmasına izin veren ülkeler paramparça olurdu. Birden fazla resmi dilin ya da anadilde eğitimin ülkeyi böleceğini ileri sürmek kocaman bir yalandır. Hakikat, bu milliyetçi/şovenist yaklaşımı çürütmektedir; nitekim dünyada hiçbir resmi dili olmayan devletler olduğu gibi, birden fazla resmi dili olan devletler de vardır: “Örneğin çoğu insanın sandığının aksine İngilizce ABD’nin resmi dili değildir. Çünkü ABD’de federal düzeyde bir resmi dil bulunmuyor. İngilizce ABD’de yalnızca fiili olarak (de facto) bir resmi dil gibi kullanılmaktadır. ABD’yi oluşturan devletlerin (eyaletler) her birinde de resmi dil konusu farklı biçimde düzenlenmiştir. Kimisinde İngilizce resmi dil iken kimisinde bir resmi dil bulunmamakta, kimisinde İngilizcenin yanı sıra İspanyolca veya Fransızca gibi başka diller resmi ya da fiili resmi dil olarak kullanılmaktadır. Aynı ABD gibi, tanımlanmış bir resmi dili olmayan başka ülkeler de vardır ve bunlar dünya üzerinde ağırlığı olmayan küçük ülkeler de değildir. Meselâ Avustralya, Almanya, Meksika, Hollanda, Yeni Zelanda, İsveç gibi ülkeler. Bunların ilkel, geri ve resmi dil yokluğu nedeniyle kaos içindeki ülkeler olmadığı da açık-

2

Kasım 2013 • sayı: 104

tır. Demek ki resmi dil olmayınca kıyamet kopmuyor, ülkeler batmıyor. “Elbette bu tür ülkelerin sayısı fazla değil. Ama diğer taraftan dünyadaki ülkelerin çok büyük çoğunluğu birden çok resmi dile sahiptir. Tek resmi dile sahip olan ülkelerin de büyük çoğunluğu etnik açıdan aşağı yukarı türdeş küçük ülkelerdir. Böyle olmayanların sayısı bir elin parmaklarını geçmemektedir. Ve çok açıktır ki bu ülkeler en demokratik ülkeler arasında değildir… Bu arada resmi dilin sadece ulusal düzeyde geçerli dil anlamına da gelmediğini hatırlatalım. Birçok ülkede ulusal düzeydeki resmi dilin ya da dillerin yanı sıra, yerel olarak tanınmış resmi diller de bulunmaktadır. Tüm bu gerçekler resmi dil ve tek resmi dil faraziyesinin koca bir efsaneden başka bir şey olmadığını göstermektedir.”* Örneğin Hindistan ve Güney Afrika’da pek çok dilde eğitim verilmektedir ve bunların bir kısmı resmi dil düzeyindedir aynı zamanda. Yalnızca Güney Afrika’da ondan fazla resmi dil bulunmaktadır. Birden çok dilde eğitim verilen Norveç’in bölündüğü falan yok! Bölünme öcüsüyle bir taraftan kitlelerin bilinci esir alınmaya çalışılırken, öte taraftan da Türkçe dışında başka dillerde eğitim hakkı gasp edilmektedir. Oysa anadilde eğitim, en temel demokratik haklardan biridir. Kaldı ki anadilde eğitim hakkını kazanan bir halk, meselâ Kürt halkı, yarın kendi kaderini tayin hakkını da kullanmak isteyebilir; bu en meşru hakkın kullanılmasından ya da kullanılma ihtimalinden ötürü anadilde eğitim hakkı yasaklanamaz. Bugün Türkiye’de birçok farklı etnik unsur yaşamaktadır ve isteyen her halk kendi anadilinde eğitim alabilmelidir. Yeterli öğretmenin olmaması, bunun için gerekli eğitim materyallerinin bulunmaması gibi argümanlar boş bahanelerden ibarettir. Zira devlet böylesi bir talep karşısında, yeterli sayıda öğretmen yetiştirmekle ve her türlü eğitim materyalini hazırlamakla sorumludur. Niyeti olan çözümünü de bulur! En temel demokratik hakları tanımayan AKP, verdiği kırıntılarla Kürt halkını bölmeye çalışmaktadır. Çok açık ki, özel liselerde Kürtçe eğitimin önünün açılmasıyla bu okullara yalnızca zengin Kürtler çocuklarını gönderebileceklerdir. Bu, yoksul Kürt çocuklarına “sizin neyinize anadilinizde eğitim” demekten başka bir anlama gelmiyor. Nitekim AKP’nin paketi açıklandıktan hemen sonra, Siyasal ve Sosyal Araştırma Merkezi’inin (SAMER) açıkladığı araştırmaya göre, Kürt halkının %91’i çocuklarını özel okula gönderme olanağı olmadığını ifade etmiş bulunuyor. Kürtlerin %77 gibi ezici bir çoğunluğu ise, kamu eğitimi olmadan özel okulların önünün açılmasına karşı olduklarını dile getirmektedir. Hiç kuşku yok ki Kürt halkı, özel okulları devreye sokan AKP’nin amacının, Kürtler arasında ayrışma yaratarak anadilinde eğitim talebini güçten düşürmek olduğunun farkındadır. AKP’nin bir diğer amacı ise, özel okullar üzerinden Kürdistan’da cemaatlerin elini güçlendirmektir. Bilhassa


sayı: 104 • Kasım 2013

eğitim alanına yönelmiş olan, kadrolarını ve etrafındaki kitleyi bir ölçüde buradan devşiren Gülen cemaati, uzun bir süredir Kürdistan’da tutunmaya çalışmaktadır. PKK’nin Kürdistan’daki etkisinden dolayı burada fazla yol alamamış olan Gülen cemaati, seküler ve sol bir anlayışa sahip PKK’nin muhatap alınmasına karşı çıkmaktadır. Zira sorunun bu şekilde çözülmesiyle birlikte PKK’nin Kürt halkı içinde daha da güçleneceğini ve cemaatin bölgeye girişinin, burada hegemonya kurmasının daha da zorlaşacağını bilmektedir. Cemaate göre, devlet PKK’ye karşı amansız bir mücadele vererek onun belini kırmalı, ama bu arada örgüt muhatap alınmadan Kürtlerin bazı talepleri karşılanarak PKK ile bağlarının kopartılması sağlanmalıdır. Bu nedenle özel liselerin açılmasıyla cemaatin bölgeye bilhassa ağırlık vereceği açıktır. Gerek AKP gerekse cemaat, dini istismar ederek Kürt halkını bölme, Kürt hareketini zayıflatma ve böylece kırıntılara razı etme hayali kurmaktadır. SAMER’in yaptığı araştırma, Kürt halkının anadilde eğitim ve özerklik gibi talepleri olmadığını, bunları PKK’nin ileri sürdüğünü ve silah zoruyla halka dayattığını ileri süren düzen cephesinin yalanlarını da teşhir etmektedir. Araştırmaya göre Kürtlerin yaklaşık %67’si, AKP’nin açıkladığı paketin taleplerini karşılamaya yetmediğini ifade etmektedir. Meselâ, “bir sonraki demokrasi paketinde sizce hangi talepler yer almalıdır?” sorusuna şu yanıtlar verilmiş: Kürtlerin statüsünün tanınması %74, devlet okul-

marksist tutum

larında anadilde eğitimin yer alması %78, Kürtçenin resmi dil olarak tanınması %71, demokratik özerklik %69, genel af %71, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi %77. Neresinden tutulursa tutulsun Kürt halkının ezici çoğunluğu, özerklikten ve devlet okullarında anadilde eğitimden yanadır. Düzen cephesi ve AKP ne yaparsa yapsın Kürt halkının taleplerini bastıramaz ve sorunun üzerinden atlayamaz. Ortadoğu ölçeğinde ayağa kalkan Kürt halkının mücadelesini bastırmanın imkânsız olduğu besbellidir. Fakat egemenler, gerçekleri olduğu gibi kavramak yerine, hâlâ olmadık yollar tutmakta ve meselâ Rojava Kürtleriyle Türkiye’deki Kürtlerin buluşma noktası olan Suriye sınırına duvar çekmekteler. Kürt sorununu çözümsüz bırakan ve bölgede Kürt halkının ayağa kalkmasıyla sıkışan Türkiye, özellikle PKK’nin etkisini kırmak ve Kürt halkının taleplerini aşağıya çekmek için Rojava’daki Kürt inisiyatifini boğmaya girişmiştir. PKK çizgisindeki PYD’nin hâkim pozisyonda olduğu Rojava’ya saldıran El-Nusra cephesi gibi radikal İslamcı güçler beslenip desteklenmekte, Kürtlerin Suriye’de yarattığı fiili özerlik ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Ne var ki El-Nusra bu çabasında başarılı olamadı ve PYD Türkiye sınırındaki topraklar üzerinde kontrolünü güçlendirdi. Bu kez AKP iktidarı, sınırın iki tarafındaki Kürtlerin birbirleriyle ilişkisini kesmek üzere harekete geçti ve sınıra duvar örmeye başladı. Yaklaşık yüz yıl önce emperyalist güçler tarafından masa başında çizilen haritalar sonucunda yapay bir şekilde bölünen Kürt halkı, şimdi de TC’nin duvar engeliyle karşılaşmış bulunuyor. AKP’nin Suriye sınırına çektiği duvar, aynı zamanda onun ikiyüzlü tutumunu da gözler önüne sermektedir. İsrail’in Filistin halkını boyunduruk altında tutmasına ve Filistin topraklarını duvarlarla kuşatmasına gelince pek özgürlükçü kesilen AKP, söz konusu olan Kürtler olunca İsrail’in yöntemlerine başvurmaktan geri durmamaktadır. Türkiye’nin Kürt sorununda çözümsüzlüğü dayatması, emperyalist savaşın cehenneme çevirdiği Ortadoğu ortamında sorunu daha da derinleştirmekte ve halkları karşı karşıya getirecek bir çatışmaya zemin hazırlamaktadır. Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaşın doğrudan bir parçası haline gelecek böylesi bir çatışmanın, halklar açısından tarifsiz bir yıkım anlamına geleceği çok açıktır. Bu tehlikeyi ortadan kaldırmanın yolu Kürt halkının taleplerinin karşılanmasından geçmektedir. Kürt halkının ezilmesinden bir çıkarı olmayan Türkiye işçi sınıfı, sermayenin emperyalist emellerini hayata geçirmek üzere Ortadoğu’da maceralara girişen AKP iktidarının şoven ve yıkıcı politikalarına alet olmamalıdır. İşçilerin birliği, halkların eşitliği ve kardeşliği şiarıyla Kürt sorununun çözülmesi yönünde mücadele etmelidir.  _____________________ * Levent Toprak, Şovenizmin Tabuları ya da Üniter Devlet ve Resmi Dil Yalanları, MT, Ekim 2009

3


Otoriterleşme Süreci İlerliyor, Polisin Yetkileri Artıyor Serhat Koldaş

A

KP hükümeti polisin yetkilerini daha da arttırmak için yeni bir yasa paketi hazırladı. Hazırlanan yeni paket, “önleme gözaltısı” adı altında polisin insanları herhangi bir sebebe dayanmaksızın keyfi olarak gözaltına almasını yasallaştırıyor. Yani polis, hiçbir suçu olmadığı halde sadece suç işleme ihtimali ya da eyleme katılma potansiyeli taşıdığına inandığı kişileri sorgusuz sualsiz gözaltına alabilecek ve 24 saate kadar nezarette tutabilecek. 24 saatlik gözaltı süresi polisin talebi ve hâkimin kararıyla uzatılabilecek. 12 Eylül sonrasının koyu karanlık yılları boyunca polis, her 1 Mayıs öncesinde mücadeleci işçileri, sendikacıları ve sosyalistleri gözaltına alır, 1 Mayıs’ın ardından serbest bırakırdı. O dönemlerde bile bu uygulama yasallaştırılmamıştı. AKP hükümeti, Türkiye’de olağanüstü dönemlerde bile çıkartılmamış böyle bir baskı yasasını hazırlayarak, kendisine karşı yükselen her türlü muhalefete polis terörü, baskı ve sindirme yöntemleriyle karşılık vereceğini ilan etmiş oluyor. “Önleyici gözaltı” hâlihazırda hâkim ya da savcı talebiyle zaten gerçekleştirilebiliyor. Üstelik bu haliyle bile “önleyici gözaltı” devletin baskıcı karakterinin bir yansımasıdır. Yeni paket polislere kimin gerçekleşecek muhte-

4

mel eylemlere katılma potansiyeli taşıdığına ilişkin yargıda bulunma hakkı verecek; yani bu hususta polise hâkimlerin ve savcıların yetkisini tanımış olacak. İnsanoğlunun adalet ve özgürlük için yüzyıllar boyu sürdürdüğü mücadeleler sayesinde “suçsuzluk karinesi” ilkesi hukuka yerleşebilmiştir. Suçsuzluk karinesi, gerçekleşmiş ya da teşebbüs aşamasında kalmış bir suçun sanığının, suçu ispat edilene kadar masum olduğunun kabul edilmesidir. Ortada gerçekleşmiş ya da teşebbüs edilmiş bir suç yok iken birilerinin suç işleme “potansiyeli” taşıdığının kabul edilmesi, üstelik bunu takdir etme yetkisinin polise verilmesi –Başbakan’ın üslubuyla ifade edecek olursak– “rezilliğin daniskasıdır”. Polisin bu takdir yetkisini neye dayandıracağı da belirsizdir. Polis suç işleme potansiyeli taşıyan kişilerin geçmişine mi bakacak? Kılığına kıyafetine mi? Kimliğindeki doğum yerine mi? Gözüne mi bakarak anlayacak, yoksa koklayarak mı? Hükümet, basın açıklamalarına ve protesto eylemlerine polisi saldırtarak bu tür yasal ve meşru eylemleri bile kriminalize ediyor. Hükümet haklı ve meşru protesto eylemlerine polisi saldırtıyor. Polis saldırısı kitlenin mukavemetine yol açar. Saldırıya uğrayan her insanın kendini koruması gayet doğal ve meşrudur. Ancak yasalar polise


sayı: 104 • Kasım 2013

mukavemeti suç sayıyor. Hükümet, polisi saldırtmak suretiyle kendini savunan protestocuları “suçlu” duruma düşürüyor. Yeni düzenlemeyle polise mukavemet etmenin cezası da arttırılıyor. Görevini yaptırmamak için direnmek, görevini yapmasını engellemek amacıyla cebir veya tehdit kullananlara öngörülen hapis cezaları da arttırılıyor. Yani polis eyleme katılacağını tahmin ettiği bir kişiyi gözaltına alabilir; gözaltına alınmak istenen kişi buna direnirse hapis gerektiren bir suç işlemiş olur. Yeni paketle polisin yetkilerini daha da arttırmaya hazırlanan hükümet, polisin “orantılı” güç kullanıp kullanmadığını denetlemek üzere “kolluk kuvvetleri denetim kurulu” oluşturacak. Gezi eylemleri sürecinde bir ay içinde 5 kişiyi öldüren, 8 binden fazla insanı yaralayan polise takdirlerini sunan bir hükümetin oluşturacağı denetim kurulunun, polis şiddetinin orantısını nasıl değerlendireceği ortadadır. Polis şiddetinin “orantısı” zaten göreceli ve yoruma açık bir konudur. Toplumsal olaylar ve eylemler sırasında kimliği gizlemek üzere yüzün örtülmesi durumunda daha fazla ceza verilmesi planlanıyor. Kitle eylemlerine yüzlerce gaz bombası atarak saldıran polisin kimyasal saldırısı karşısında insanların maske ile korunmaya çalıştığı biliniyor. Böylece gazdan korunmak için maske takmak bile suç sayılacaktır. Gaz bombaları da sadece gözleri, solunum yollarını ve deriyi yakmak için kullanılmıyor. Polis gaz bombalarını, insanları öldürmek, gözünü çıkarmak ve yaralamak gibi amaçlarla hedef gözeterek sıkıyor. Yurtdışından ithal edilen gaz bombalarının üzerindeki talimatlar bile bu amaçlara uygun olarak değiştirildi. Eskiden gaz bombalarının üzerindeki kullanma talimatında “insanlara doğrultarak ateş edilmemesi gerektiği” belirtiliyordu. Şimdiki gaz bombalarının üzerindeki kullanma talimatından bu madde kaldırıldı; onun yerine artık “belden aşağı hedef alınarak insanların üzerine sıkılabileceği” yazıyor. Mevcut yasalara göre ceza sınırı iki yılın altında olan suçlarda tutuklama yapılamıyor. Bu “sorunun” çözümü de düşünülmüş hükümet tarafından. Yasa paketine suçun tekerrürü halinde tutuklamayı olanaklı hale getirecek bir madde de eklenmiş. Aslında polis devletini tahkim etmek üzere yapılan tüm bu hazırlıklar hükümetin kendisine karşı yükselen sokak muhalefetini, baskı ve polis terörünü arttırarak sindirme niyetini gösteriyor. AKP yandaşlığı ve karşıtlığı biçimindeki kutuplaşmayı arttırmak, hükümetin şiddet politikasını yükseltebilmesi için elverişli bir siyasi zemin yaratıyor. Olağan koşullarda AKP’ye oy vermiş milyonlarca insan ve parti tabanının önemli bir kısmı, böylesi rezil baskı yasalarının çıkarılmasını ve muhalif protestoların devlet terörüyle ezilmesini elbette onaylamazdı. Ancak kutuplaştırma siyaseti ile AKP, kendi tabanının ve destekleyicilerinin bu tür baskı yasalarının çıkmasına kayıtsız kalmasını sağlıyor. Milyonlarca insan rejim otoriterleşsin,

marksist tutum

polis devleti tahkim edilsin diye değil, demokratikleşme vaat ettiği için AKP’ye oy vermişti.

Dünden bugüne AKP’nin otoriterleşme süreci ve polis terörü Türkiye’de polis şiddeti her dönemde vardı. İşkence son derece yaygındı. Öyle ki, polisin gözaltına aldıklarına kaba dayak atarak sorgulaması işkenceden bile sayılmıyor, olağan bir uygulama olarak görülüyordu. Özellikle 12 Eylül sonrasında işkence o kadar kanıksanmıştı ki, hemen hiç kimse işkence gördüğü için şikâyetçi olmak üzere mahkemeye gitmiyordu. 90’lı yıllarda, Kürdistan’daki savaşın şiddetlenmesinin de etkisiyle, rejim devlet terörünü çok yoğun kullanmaya başladı. Bu koyu gericilik döneminde şiddetin başını çeken, askeri bürokrasiydi. Savaş koşulları zaten geleneksel olarak kendisini devletin asıl sahibi olarak gören askeri bürokrasiyi siyaseten daha da güçlü kılıyordu. Devletin kolluk güçleri ve derin devletin güdümündeki cinayet örgütleri 90’lı yıllarda Kürt illerinde 17 binden fazla insanı katletti. MGK’da generallerin sözü geçiyor ve hiçbir hükümet generallere direnemiyordu. Generaller 28 Şubat’ta olduğu gibi hükümet düşürebiliyor, yeni hükümet kurdurabiliyor, cumhurbaşkanı adayını belirleyip seçtirebiliyordu. AKP’nin yıldızı eski burjuva siyasi partilerin ve liderlerin kendini tükettiği bir konjonktürde parlamıştı. 28 Şubat darbe süreci DYP’yi tüketmiş, Refah Partisi’ni ise bölmüştü. 28 Şubat’ın ürünü olan koalisyon hükümetinin bileşenleri DSP, ANAP ve MHP, 2001 yılındaki ekonomik krizle birlikte tarumar olmuştu. Burjuva siyasetindeki boşluk öylesine büyümüştü ki, bu boşlukta Genç Parti gibi bir garabet bile türeyebilmişti. Yeni kurulan AKP ise Milli Görüş geleneğinden gelen kadrolarla geleneksel merkez sağ partilerin kadrolarını aynı çatı altında toplamış, cemaatlerden liberallere kadar pek çok kesimin desteğini arkasına almıştı. 2002 seçimlerine gelinirken burjuvazinin çoğunluğu kurulacak yeni hükümetten Avrupa Birliği’ne uyumu sağlayacak yapısal reformları gerçekleştirmesini ve üyelik sürecini ilerletmesini; sivil-asker bürokrasinin devletteki geleneksel ağırlığını geriletmesini; Kıbrıs sorununu ve Kürt sorununu çözmesini; kitlelere güven vererek kitlelerin düzen dışı arayışlara yönelmelerini engellemesini, 2001 krizinden çıkış için başlatılan ekonomik programı kararlılıkla sürdürmesini, ekonomik ve siyasi istikrar sağlamasını bekliyordu. AKP, burjuvazinin tüm bu beklentilerini karşılayabilecek yegâne seçenek durumundaydı. Hükümete geldiği ilk yıllar AKP, AB’ye uyum yasalarını hızla meclisten çıkartmaya girişti. AKP hükümetinin gidişattan rahatsız olan sivil-asker bürokrasi ve bazı burjuva çevrelerin darbe tezgâhlarına direnebilmesi için demokrasiyi savunmaktan başka çıkar yolu yoktu. Sivil-asker bürokrasinin darbe tezgâhlarına, Anayasa Mahkemesi’nin

5


marksist tutum

kapatma davalarına karşı mücadele ederken, liberallerin ve demokrat çevrelerin desteğini arkasına almak ve demokrasi savunucusu kesilmek zorundaydı AKP. Bu yüzden de, kendisine yönelik müdahale girişimlerini savuşturduğu ilk beş yılda, AB uyum yasaları vesilesiyle de olsa olağan bir burjuva rejimi tesis etme doğrultusunda ilerledi. 2007 seçimlerinden oylarını arttırarak çıkması ve Türkiye Kürdistanı’nda tabanı olan yegâne düzen partisi olması, Anayasa Mahkemesi’nin kapatma davası saldırısını savuşturabilmesini sağladı. AKP Ergenekon davasını başlatarak hem askeri bürokrasinin planlarını bozdu hem de farklı burjuva kesimler arasındaki güç dengelerini temelden sarsmaya başladı. Dava vesilesiyle ortaya saçılan darbe planları AKP’nin mağduriyet edebiyatını daha da güçlendirdi. 2008 yılında patlayan dünya ekonomik krizinin Türkiye ekonomisine etkisinin sınırlı kalması da AKP’nin hanesine yazıldı. AB’ye üyelik süreci ise krizle birlikte bilinmez bir geleceğe ertelendi. Artık uyum yasaları, demokratikleşme paketleri vb. için AB’ye üyelik motivasyonu ortadan kalkmıştı. Askeri bürokrasi geriletilmişti. CHP ve MHP’nin Ergenekonculara sahip çıkmaya çalışması, muhalefetin itibarını iyice düşürdü. Anayasa değişikliği ile yargı bürokrasisi üzerinde de AKP’nin kontrolü ele geçirmesi AKP’nin konumunu güçlendirdi. İşte tüm bu koşullar, AKP’nin “zoraki demokrat” pozisyonunu devam ettirme gereğini ortadan kaldırdı. AKP, zaten özüne yabancı olmayan otoriter yönetim anlayışını daha açıktan göstermeye başladı. AKP baskı politikalarını özellikle polis teşkilatı ve MİT gibi doğrudan doğruya kendi kontrolü altında hareket edeceğine güvendiği, yöneticilerini bizzat atadığı kurumlar aracılığıyla yürütmek istiyor. Geçtiğimiz Haziran ayında MİT’in yetkilerini düzenleyen 2937 sayılı kanunun değiştirilmesi için de bir taslak hazırlandı. Erdoğan’ın has adamlarından MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala ve MİT Hukuk Müşaviri Ulvi Canikli’nin hazırladığı 14 sayfalık değişiklik taslağında, MİT’e daha geniş yetkiler tanınması öngörülüyor. Taslakta “Anayasal düzene ve milli menfaatlerin gerçekleştirilmesine engel olan veya engel olması muhtemel iç tehdit odaklarına karşı her türlü istihbarî ve operasyonel faaliyetlerde bulunabilir” maddesi yer alıyor. Yani MİT’e “muhtemel iç tehditlere karşı operasyon” yetkisi tanınıyor. Yurtdışı operasyon yetkisi anayasaya göre sadece TBMM’nin izniyle TSK tarafından kullanılabiliyorken, değişiklik taslağında, Başbakan’ın onayıyla MİT’e yurtdışı operasyon yetkisi veriliyor. MİT’in zaten çoktandır Başbakan’ın emriyle yurtdışında operasyonlar yaptığını tahmin etmek zor değil. Ayrıca taslakta MİT’e bakanlıklarda ve kamu kurumlarında görev alacak yöneticiler hakkında güvenlik soruşturması yapma yetkisinin tanınması da öngörülüyor. Bu çerçevede telefonları dinlemesinin, kamu ya da özel her türlü kurum ve kuruluştan, özel ve tüzel kişiden bilgi ve belge talep edebilmesinin de

6

Kasım 2013 • sayı: 104

önü açılıyor. Bu, MİT’in yasadışı olarak zaten yapmakta olduğu fişleme işinin yasallaştırılmasının kılıfıdır. MİT, Devlet İhale Kanunu, Kamu İhale Kanunu ve Sayıştay Kanunu’na dâhil olmayacak. Böylelikle MİT, silah dâhil her tür malzemenin ve ihtiyaçlarının satın alınmasını, herhangi bir yasaya ve denetime tâbi olmadan yapabilecek. MİT, silah ithal edebilecek ve her tür vergiden muaf olacak. MİT ajanları ve görev verilen diğer kişiler, görev alanlarında suç oluşturan eylemlerinden sorumlu tutulamayacak. Bu, “MİT ajanı kendi görev alanında her türlü suçu işleyebilir ve bundan dolayı yargılanamaz” demektir. Yapılan bir yönetmelik değişikliği sayesinde iç güvenlik ve istihbarata karşı koyma operasyonlarında görev alan MİT ajanlarına, polise tanınan kimlik sorma, arama, el koyma, yakalama ve ifade alma yetkileri de tanınıyor. Geçtiğimiz günlerde MİT üzerine yürüyen tartışmaları fırsat bilen AKP cephesi, MİT sopasını ve müsteşarı Hakan Fidan’ı bolca parlatmayı ihmal etmedi. MİT’in en milli kurum olduğundan, başka istihbarat teşkilatlarına Türkiye’de operasyon fırsatı vermediğinden, yurtdışında da başka ülkelerin istihbarat örgütlerine bağlı kalmadan “iş yapabildiğinden”, Hakan Fidan’ın gerçekleştirdiği yapılanma sayesinde istihbaratın diğer ülke istihbaratlarından bağımsızlaştığından dem vuruldu. AKP’nin emperyalist amaçlarla istihbaratı yurtdışında da yeniden yapılandırması ve bu durumun rahatsızlıklar yaratması ayrı bir konudur. Ancak AKP’nin Türkiye içerisinde baskı politikalarını arttırmak üzere MİT’e özel roller biçtiği muhakkaktır. AKP her fırsatta polise de övgüler düzüyor, fedakârca çalışmasından ötürü polise minnettarlıklarını sunuyor. 2013 1 Mayıs’ında, THY grevinde, hükümetin Suriye politikası ve Hatay’da patlayan bombalar yüzünden gelişen protestolarda, Gezi Parkı eylemlerinde, taraftar gruplarına ve sol gruplara yönelik operasyonlarda hükümetin emriyle polisin ne kadar “fedakârca” saldırdığı malûmdur. Kürtlere saldıran, ODTÜ’nün ormanlık alanından yol geçirebilmek için öğrencilere saldıran, sendikalaştıkları için işten atılan ve direnişe geçen işçilere saldıran, hükümet her emrettiğinde muhalefet edenlere saldıran sadık polis teşkilatına, hükümetin bol bol teşekkür etmesi boşuna değildir. AKP, kendi iktidarını koruyan mevcut statükoyu sürdürmek üzere, ister ulusalcılardan, ister Kürtlerden ya da işçilerden ve sosyalistlerden olsun; sokaktan gelecek her türlü muhalefeti polis şiddetiyle bastırmaya yönelmiştir. Polis devletinin tahkim edilmesi, MİT’in ve polisin olağanüstü yetkilerle donatılması işçi sınıfını doğrudan ilgilendiren bir sorundur. Öğrencilere, Kürtlere ve mücadeleci işçilere yönelen polis şiddetinin işçi-emekçi kitlelere teşhir edilmesi, burjuva kamplaşmaların aşılmasını ve net bir sınıfsal pozisyon alarak işçi sınıfına AKP’nin otoriter ve işçi-emekçi düşmanı karakterini anlatabilmeyi gerektiriyor. 


M

arx’ın “sermayenin hafif piyadeleri” olarak nitelendirdiği ve sefalete, ağır çalışma koşullarına ve alçaltıcı bir yaşama maruz kalarak hayatlarını sürdürmek zorunda kalan göçmen işçilerin sayısı, kapitalizmin yapısal eğiliminin bir sonucu olarak katlanarak artıyor. Dünyanın dört bir tarafında var olma mücadelesi veren bu hafif piyade bölüklerine son yıllarda savaşlar yüzünden daha da büyük katılımlar oluyor. Kapitalist dünya sisteminin ayrılmaz parçası olan savaşlar, iç savaşlar ve siyasi baskılar, yaşadıkları topraklardan söküp attığı milyonlarca insanı, mülteciliğin ve göçmen işçiliğin zorlu koşulları ile yüz yüze bırakıyor. Suriye’de devam eden iç savaş nedeniyle 2 milyondan fazla insanın ülke dışına göç etmek zorunda kalması ve bunlardan 600 binden fazlasının Türkiye’ye gelmesi, Türkiye işçi sınıfının da bu duruma yakından tanıklık etmesine yol açtı. Elbette hangi ülkeden olursa olsun işçi sınıfının kaderini ortaklaştıran görünür görünmez bağlar nedeniyle Türkiye işçi sınıfı duruma sadece tanıklık etmiyor, aynı zamanda bu durumun çeşitli sonuçlarını da yaşıyor. Anlaşılıyor ki ilerleyen süreçlerde daha da kapsamlı ve etkili biçimde yaşayacak. Çünkü tüm gelişmeler Suriyeli göçmen işçilerin en azından önemli bir kısmının Türkiye’deki varlığının geçici olmadığına işaret ediyor. Suriyeli göçmenler giderek daha fazla entegre olarak toplumun bir parçası olacaklar gibi görünüyor. Ucuz işgücü olarak çalışma hayatına dâhil olmaları patronlar sınıfını bu süreci hızlandırmaya yönlendiriyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in, göçün istihdama etkisine dair “aksine o bölgede, Suriye’den gelenlerin, özellikle nitelikli elemanların istihdam taleplerine imkân veren bir ekonomimiz var. Özellikle 6. Bölgede yoğun bir şekilde komşu kardeşlerimize cevap verdiğimizi belirtmek istiyorum” demesi ve Suriye’deki iç savaşın kısa sürede sonuca ulaşmayacağına dair beklentiler, sürecin entegrasyon yönündeki gidişatına kuvvetli biçimde işaret ediyor.

Türkiye’nin Suriyeli Göçmenler Sorunu Selim Fuat

7


marksist tutum

Suriyeli göçmenlerin sayısı ve durumu Suriye’de iç savaşın başlamasından bu yana Türkiye’ye resmi rakamlara göre 600 bin Suriyeli göçmen giriş yaptı. Ancak sivil toplum kuruluşlarının yaptığı çalışmalar Türkiye’de bulunan Suriyeli sayısının 1 milyondan fazla olduğunu gösteriyor. Bu sayının yaklaşık yüzde 75’i kadın ve çocuklardan oluşuyor. Devlet tarafından sınıra yakın 8 ayrı ilde kurulan 17 kampta yaklaşık 200 bin kişi kalırken, geriye kalanlar ise bu kampların dışında bulabildikleri çeşitli yerlerde ellerindeki imkânlara göre yaşamaya çalışıyorlar. Göçmenlerin büyük çoğunluğu Suriye sınırına yakın illerde kendi çabalarıyla barınmaya ve yaşamaya çalışırken, imkân bulabilen Suriyeliler ise sınıra daha uzaktaki ve elbette daha çok Batıdaki illere göç ediyorlar. Bugünlerde İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerde de hatırı sayılır sayıda Suriyeli göçmen nüfusu oluşmuş durumda. Özellikle son iki ayda bu nüfus muazzam artış gösterdi. MazlumDer’in hazırladığı bir rapora göre* örneğin İstanbul’da, yoğunlukla Fatih (Küçükpazar ve Balat), Bahçelievler (Şirinevler), Başakşehir (Altınşehir, Bayramtepe ve Şahintepe), Gaziosmanpaşa (Sultançiftliği), Esenyurt, Küçükçekmece ve Ümraniye’de yaşayan 100 bini aşkın Suriyeli göçmen var. Kente gelen Suriyeli sığınmacıların yaklaşık yüzde 80’inin İstanbul’da ikamet izni bulunuyor. Türkiye devletinin ulusal mevzuatında “kitlesel göç hareketleri” ve “acil insani yardım gerektirecek koşullar”la ilgili kanun maddeleri oldukça sınırlıdır. Bu yüzden Suriye’den yaşanan yoğun göçün ardından ihtiyaç üzerine yeni bir düzenleme yapılarak, Nisan 2012’de Türkiye’ye kabul edilen Suriye vatandaşlarına “geçici koruma” statüsü verildi. Bu statü Başbakanlığın yayınladığı bir genelge ile ilan edildi. Ne var ki bu konuda da TC devletinin kadim geleneği uygulanarak bu genelgenin ilgili sivil toplum örgütleri dâhil muhataplarına ve kamuoyuna ulaşması engellenerek devlet bürokrasisi içinde gizli kalması sağlandı. “Geçici koruma” ile ne kastedildiği ise ancak konu ile ilgili Meclis İnsan Hakları Komisyonu Araştırma Raporu’nda belirtildiğinde öğrenilebildi. Buna göre geçici koruma “Ülkelerine dönemeyen üçüncü ülke kişilerinden kaynaklanan kitlesel bir akının meydana gelmesi ya da derhal meydana gelebilecek olması durumunda, özellikle söz konusu kişilerin ya da koruma gerektiren diğer kişilerin yararına olarak, bu kişilere acil ve geçici koruma sağlamak amacıyla sağlanan istisnai özellikteki prosedür”dür. Ancak buradaki istisnai özellikteki prosedürün sınırları ve kapsamının ne olduğu muammadır. Nitekim sağlıktan eğitime, barınmadan temel ihtiyaçların karşılanmasına kadar bütün önemli konularda, Suriyeli göçmenlerin büyük çoğunluğu ciddi sorunlar yaşamakta, insani yaşam koşullarının fersah fersah uzağında bir hayat sürdürmektedirler. Mazlum-Der’in raporunda, İstanbul’a gelen Suriyelilerin içinde bulunduğu duruma ilişkin tablo oldukça çarpıcıdır:

8

Kasım 2013 • sayı: 104

“Küçükpazar semtinde yaşayan mültecilerin kaldıkları yerler son derece kötü; hiçbir şekilde insani olmayan şartlardadır. İlk görüşme yapılan 21 yaşındaki bir mültecinin, ailesi (eşi ve bir çocuğu) ile yaşadığı odası bodrum katında yer almaktadır. Odanın boyutları yaklaşık 8-9 metrekare boyutlarında, penceresi veya havalandırması olmadığı gibi, sadece kapısı olan dört duvardan oluşmaktadır. İçinde bir şilte, katlanmış yatak ve ufak tefek eşyalar bulunan odaya 350 TL kira verildiği ifade edilmiştir. Bodrum katında yer alan odaların pencerelerinin bulunmadığı evlerin sağlıksız ve hastalıklara davetiye çıkaran bir özellik taşıdığı gözlenmiştir. “Mültecilerin kiraladıkları odaların 8-9 metrekare boyutlarında ve odaların büyüklüğünün en fazla yan yana üç yer yatağı ancak sığabilecek bir büyüklükte olduğu görülmektedir. Bu odaların, çok amaçlı olarak kullanıldığı düşünüldüğünde ödenen ücretlerin mülteciler açısından oldukça maliyetli olduğu anlaşılmaktadır. Bu tür barınaklar için aylık 350-600 TL arasında değişen kiraların ödendiği anlatılmıştır. Mülteciler daha çok eski işyeri veya han olarak adlandırılan yerlerdeki bölmelerin oda haline getirildiği koşullarda yaşamaktadır. Bu odaların otel veya pansiyon gibi herhangi bir ruhsatı bulunmadığı gibi, kapı veya oda numaralarına dahi rastlanmamaktadır. Kalabalık ailelerin yaşadığı bu mekânlarda yangın merdiveni de mevcut değildir. Bir katta bulunan tüm odalar (yaklaşık 10-12 oda) için tek bir tuvaletin varlığı düşünüldüğünde temizlik ve hijyen şartlarının son derece elverişsiz olduğu anlaşılmaktadır. Odaların çoğunda ağır rutubet ve bodrum katlarda lağım kokusunun bulunduğu ve özellikle küçük çocuklar açısından Küçükpazar’da salgın hastalık riskinin olduğuna dikkat çekilmektedir. “Barınacak bir yer bulamayanlar, parklarda ve bahçelerde yatıp kalkıyorlar. Örneğin Büyükşehir Belediyesinin karşısındaki Şehzadebaşı (Saraçhane) parkı, Küçükpazar semti Haliç sahili, Şirinevler’de (Yıldız Zöhre Camisi yanındaki park) mülteciler açıkta geceliyorlar. Çaresizlikten ve yaşanan mahrumiyetten dolayı, çocuklar dileniyor. İstanbul’un hemen her yerinde çarşıda pazarda dilenen Suriyeli çocukları veya kadınları görmek mümkün.” Suriyeli göçmenlerin önemli bir bölümü hayatlarını sürdürebilmek için çalışmak zorundalar. Ancak ikamet izinleri olmasına rağmen hemen hepsinin ikamet belgesinde “çalışamaz” yazmakta. Elbette bu durum çalışmanın önüne geçmiyor. Sadece Suriyeli göçmenleri patronlar sınıfı için daha ucuz işgücü haline getiriyor. İstanbul’a gelenlerden Halepli bir göçmenin sözleri durumu yeterince özetliyor: “Suriye’de iken iki kızım üniversiteye gidiyordu, burada yaklaşık iki aydır tekstil atölyesinde 11-12 saat ayakta çalışıyorlar. Daha önce Suriye’de hiç çalışmadılar, şimdi akşam ayakları şişmiş halde eve geliyorlar. Biri aylık 500 TL alıyor, diğeri 400 TL alıyor, üçüncüsü de yeni başladı. Pazarlık yapma şansımız yok, kaç para verirlerse razı olmak durumundayız.” Tekstil başta olmak üzere bir-


sayı: 104 • Kasım 2013

çok sektörde benzer koşullarda çalışan göçmenlere ödenen ücretler de gelenlerin artmasıyla birlikte giderek düşmektedir. Patronlar örneğin tekstilde geçen yıl 850 TL aylık alabilen Suriyeli işçilere bu yıl en fazla 600 TL ödemektedirler. Sonuçta Suriyeli göçmen işçiler de dünyanın değişik coğrafyalarında ağır yaşam koşullarına göğüs germeye çalışan göçmen işçilerin çoğunluğu ile benzer bir kaderi yaşamaya mecbur kalıyorlar. En ağır işlerde, en az ücretle, sağlıksız, güvencesiz, sigortasız çalıştırılıyorlar ve kapitalist cendere altında yaşamları sönüp gidiyor.

İşçiler göçmen işçi sorununa nasıl bakmalı? Göçmen işçiler göç ettikleri ülkelerde horlanır, aşağılanır ve eşit görülmezler. Dünya üzerinde bugün yaygın tablo böyledir. Göçmenler yaşamak zorunda kaldıkları ülkelerdeki yerli insanlarla eşit sosyal ve siyasal haklardan yoksun kalırlar. Irkçılığın ve ayrımcılığın her türüne maruz bırakılırlar. Kapitalist sınıf işçi sınıfını bölmek için işsizliğin, evsizliğin, yoksulluğun, eğitimsizliğin sorumlusu olarak göçmenleri gösteren propagandalarını yerli işçi sınıfı içinde yoğunlaştırır. Yerli işçilerin sorunlarının kaynağı olarak kapitalist sistemi görmemesi için göçmen işçiler hedef haline getirilir. Hayat pahalılığından, artan kiralardan, vergilerden göçmenler sorumlu tutulur. Bugün Türkiye’de de Suriyeli göçmenlere yönelik bu bakış açısı işçi sınıfı içinde geliştirilmeye çalışılıyor. İşsizlik, ücretlerin düşmesi, kiraların artması, yaşanan sosyal çatışmalar, suç oranlarının yükselmesi gibi sorunlar Suriyeli göçmenlerle ilişkilendirilerek açıklanıyor. Burjuva medyanın hatırı sayılır bir kesiminde haberler ve yorumlar bu algıyı güçlendirecek biçimde işleniyor. İşçi sınıfının bu propaganda aygıtının yalanlarına kanmaması gerekir. Çünkü bütün eşitsizliklerin, her tür haksızlığın, ayrımcılığın, ırkçılığın, insanın insana kulluğunun kaynağı kapitalist sistemdir. Savaşlar, işgaller, insanların zorla yerinden yurdundan edilmesi kapitalist sistem yüzündendir.

marksist tutum

Patronlar sınıfının temsilcilerinin söylemleri ve uyguladıkları politikalar gerçeklerin üzerini örtmek ve sömürüyü arttırmak içindir. Ücretlerin üzerindeki baskının sorumluluğunu göçmen işçilere yüklemek haksızlıktır. Suçlu olan ucuza çalışmak zorunda olanlar değil onları ucuza çalıştıranlardır. Yani Suriyeli göçmenleri en ağır işlerde ucuza çalıştırıp onları daha çok sömüren patronlar suçludur; karın tokluğuna çalışmak zorunda kalan göçmen işçiler değil. Kiraları yükselten Suriyeliler değildir, ev sahipleridir; işçiler için yeterli miktarda ve sağlıklı konut üretmeyen kapitalist sistemdir. Aynı şekilde işsizliği yaratan da çoğaltan da Suriyeli göçmen işçiler değildir; işsizlik kırbacını işçiler üzerinde her daim bir baskı aracı olarak kullanan kapitalist sistemdir. Göçmen işçilere sebebi olmadıkları sorunların sorumluluğunu yüklemek ve bu nedenle hak etmedikleri bedelleri onlara ödetmeye kalkmak ancak zalimlerin yapabileceği ve ahmakların savunabileceği bir iştir. Bu sorunların gerçek sorumlusu kapitalizm ve patronlardır. Bu yüzden hesap, göçü ve göçmenliği yaratanlardan sorulmalıdır. Yüz binlerce Suriyelinin bugün doğduğu ve doyduğu yerleri terk etmek zorunda kalması kapitalist politikaların ve emperyalist rekabetin sonucudur. Emperyal arzularının peşinden tüm toplumu sürüklemeye çalışan TC burjuvazisi de bu durumdan birinci derecede sorumludur. Kapitalistler arasındaki paylaşım kavgası yüzünden Suriye halkları yerinden yurdundan olmuştur ve TC burjuvazisi bu kavganın önde gelen unsurlarından biridir. Yani hesap vermesi gerekenlerin başında Türkiyeli burjuvalar gelmektedir. Suriyeli göçmen işçilerin varlığı ve yaşadığı sorunlar bir gerçekliktir. Türkiye işçi sınıfı da bu gerçekliğe kayıtsız kalamaz. Türkiye işçi sınıfının, göçmen işçilerin sorunlarını da kendi sorunlarının bir parçası olarak gören bir anlayışla örgütlenmesi ve mücadeleyi yükseltmesi gerekiyor. Suriyeli ve diğer halklardan göçmen işçiler Türkiyeli işçilerin rakipleri değil, patronlar sınıfı karşısında birlikte mücadele edecek sınıf kardeşleridir. Göçmen işçilerin insanca yaşam koşullarına sahip olmaları Türkiyeli işçilerin aleyhine değil lehine bir durumdur. Bu yüzden işçi sınıfı göçmenlere yönelik her türden ırkçı ve ayrımcı politika ve uygulamaların karşısında durmalıdır. Suriyeli ya da başka halklardan işçilerin yaşamın her alanında eşit sosyal ve siyasal haklara sahip olmalarını savunmalıdır. Bunun için de sendikal ve siyasal bütün örgütlerini göçmen işçilerin bu örgütlere dâhil olmasını sağlayarak güçlendirmelidir. Çünkü bütün işçiler için kurtuluşun yolu işçilerin birliğini, halkların eşitliğini ve kardeşliğini sağlamaktan geçiyor. __________________ * Türkiye’de Suriyeli Mülteciler - İstanbul Örneği,

istanbul.mazlumder.org

9


Medyada AKP Hegemonyası Zehra Aras

G

eçtiğimiz Kurban Bayramında bir TGRT muhabiri Başbakan’a “devlet baba” diye hitap etti ve elini öpüp bayram harçlığı istedi. Ardından da Başbakan’ın verdiği harçlığı aldı. Bu olay pek çok gazetede “muhabir harçlığı kaptı” gibi bayağı bir üslupla yayınlandı. Aslında bu, medyanın genelinin hükümet karşısındaki durumunu çarpıcı bir şekilde sembolize ediyordu. Biat etmenin mide bulandırıcı bir yalakalığa vardırıldığı mevcut ortamda, medya organları hükümetin yalanlarını gerçekmiş gibi göstermek için birbiriyle yarışıyor, AKP medyası yandaşlıktan tetikçiliğe kadar sınır tanımaz bir utanmazlığı medyanın büyük bir kısmına hâkim kılıyor. AKP yıllardır medyayı, kendisine mutlak bir biçimde itaat eder hale getirmeye çalışıyordu. Bunu büyük ölçüde de başardı. Bugünkü duruma nasıl varıldığını anlamak için burjuva medyanın yapısına ve AKP’nin başlangıçtan bugüne medyaya ilişkin nasıl bir politika izlediğine bakmak gerekiyor.

Sahiplerinin sesi: Türkiye’deki medya tekelleri Türkiye’de birkaç büyük sermaye grubu, bünyesinde onlarca TV ve radyo kanalını, haber ajansını, gazeteyi, dergiyi ve internet sitesini barındırıyor. Pek çok farklı sektörde yatırımları bulunan bu sermaye gruplarının her birinin yatırımlarını ve medyada ne kadar büyük bir alan işgal ettiklerini görmek için, bu holdinglerin faaliyet alanlarına ve sahibi oldukları yayın organlarına bakmak yeterli olacaktır. Bu sermaye gruplarının AKP ile ilişkileri, ellerindeki medya kuruluşlarının yayın politikasını doğrudan belirlemektedir. Enerji, sanayi, ticaret, turizm ve finans şirketleri de olan Doğan Holding, Türkiye’nin en büyük medya tekel-

10

lerinden biri durumundadır. Kanal D, Dream TV, Dreamtürk TV, Fix TV, Eurostar TV, Kanal Hd TV ve yan kanalların; Hürriyet, Posta, Radikal, Fanatik, Hürriyet Daily News (Turkish Daily News) günlük gazetelerinin; Radyo D, Slowtürk Radyo, Radyo Moda radyolarının; bunlara ek olarak çok sayıda derginin sahibidir. Aydın Doğan-Time Warner Group Ortaklığının; CNN Türk, TNT Türkiye, Cartoon Network Türkiye TV kanalları, CNN Türk Radyo istasyonu bulunuyor. Doğan Holding AKP’den pek de hoşnut olmayan geleneksel İstanbul sermayesinin sözcülüğünü üstleniyor. Bu yüzden AKP geçtiğimiz yıllarda maliye müfettişleriyle Doğan Holding’in üzerine gitti. Doğan Holding’e milyarlarca dolarlık vergi cezaları kesilerek Doğan medyasının AKP’ye muhalefeti cezalandırıldı. Bunun üzerine holding, hükümet karşısında geri adım atarak bazı gazetecilerin işine son verdi. Tekstil, enerji, inşaat, finans ve telekomünikasyon yatırımları olan Ahmet Çalık (Çalık Holding) Turkuvaz Medya Grubu’nun da sahibidir. Çalık Holding’in CEO’su, Başbakan Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’tır. Ciner Holding’e TMSF’nin el koymasının ardından 2007 yılında Ciner Holding’in tüm medya organları Çalık Holding’e satıldı. Böylelikle Türkiye’nin en büyük medya gruplarından biri, AKP hükümetinin doğrudan kontrolü altına girdi. Çalık Holding’in Atv, Minika TV, Yeni Asır TV kanalları; Sabah, Takvim, Yeni Asır, Pas FotoMaç gazeteleri; Radyo Turkuvaz, Radyo Romantik radyo kanalları ve birçok dergisi bulunmaktadır. Mehmet Emin Karamehmet’e ait Çukurova Holding’in otomotiv ve savunma sanayi, inşaat, enerji, nakliye, finans ve telekomünikasyon alanlarında Türkiye içinde ve dışında yatırımları var. Holdingin medya grubunda kısa


sayı: 104 • Kasım 2013

süre öncesine kadar; Show TV, Sky Türk, Türkmax, Lig TV, Spormax TV kanalları, Digitürk yayın platformu; Akşam, Güneş,Tercüman, Alem gazeteleri; Alem Fm, Lig Radyo kanalları ve birçok dergisi bulunmaktaydı. Şu anda bu yayınları birer ikişer kaybediyor. Çukurova geçmişte Cavit Çağlar ile birlikte İnterbank’ın sahibiydi. İnterbank battı ve TMSF’ye devredildi. TMSF, Çukurova’nın batan İnterbank dolayısıyla çıkan 440 milyon dolarlık borcunu tahsil etmek üzere geçtiğimiz Mayıs ayında Çukurova Medya Grubu’na el koydu. TMSF Temmuz ayında Akşam gazetesini, Skytürk TV kanalını ve Alem FM’i ihaleye bile çıkarmadan 60 milyon dolar gibi komik bir rakama Cengiz Holding-Kolin İnşaat-Limak Holding ortaklığına sattı. İstanbul’a 3. havalimanı ihalesini 22 milyar avroya alan; Akdeniz Elektrik Dağıtım ihalesini kazanan Cengiz İnşaat, AKP’nin gözde sermaye grupları arasında yer alıyor. İhale bile yapılmadan Cengiz İnşaat’a satılan Akşam gazetesinin genel yayın yönetmenliğine 2007 seçimlerinde AKP’den Bursa milletvekili seçilen Mehmet Ocaktan getirildi. Yıllar önce AKP, Ciner Holding’e operasyon çekmiş, Ciner elindeki Atv ve Sabah’ı Çalık Holding’e kaptırmıştı. Ciner Holding 2009’dan bu yana AKP’yi canla başla destekliyor. Elbette AKP bu desteği mükâfatsız bırakmıyor. Çukurova Holding’in el konulan Show TV’si yine ihale bile yapılmadan Turgay Ciner’e satıldı. Ciner Holding’in sahip olduğu medya kuruluşları; Habertürk TV, Bloomberg HT, Habertürk Radyo, Bloomberg HT Radyo… Turgay Ciner, medya patronlarının yayın politikasını hangi çıkarlarına göre nasıl belirlediğine iyi bir örnek oluşturmaktadır. Habertürk gazetesinin yazı işleri müdürlerinden Ali Gülen’in Deniz Feneri skandalıyla ilgili yazdığı “AKP’nin Feneri Böyle Söndü” kitabından bazı bölümlerinin gazetede yayınlandığı günlerde, Başbakan Erdoğan, Turgay Ciner’in Ankara Beypazarı’nda kurduğu Eti Soda Sanayi Üretim Tesisleri’nin açılış törenine katılacaktı. Ciner “Yahu yarın Başbakan bizim tesis açılışımıza geliyor, gazeteye koyduğunuz habere bakın” diye çıkışmıştı gazete yönetimine. Elbette patron Başbakan’a yaranmanın gereğini yerine getiriyordu. Haberi yazan gazeteci derhal işten atılmıştı. Açılış töreninde ise Ciner şöyle konuşmuştu: “Sayın Başbakanım, vizyonunuz ve büyük düşünmenizle değişen yatırım iklimiyle, şahsım adına, çalışma arkadaşlarım adına, bu tesiste çalışan emekçi arkadaşlarım adına teşekkür ederim.” Ayrıca Başbakan’ı helikopterle fabrikaya kadar yordukları için özür diliyordu Ciner! Fethullah Gülen Cemaatine ait medya kuruluşları da en büyük tekelci medya grupları içerisinde yer almaktadır. Üstelik bu kuruluşlar içerisinde uluslararası yayın organları da mevcuttur. Samanyolu TV, Samanyolu TV Avrupa, Samanyolu TV Amerika, Mehtap TV, Ebru TV (Amerika); Hazar TV (Azerbaycan), Dünya TV (Kürtçe) ve internet üzerinden yayın yapan Küre TV; Zaman ve İngilizce yayınlanan Today’s Zaman gazeteleri; Burç Fm, Dünya

marksist tutum

Radyo, Samanyolu Haber Radyo, Radyo Herkül, Radyo Cihan, Azerbaycan Burç Fm ve Hazar Fm radyoları; Cihan Haber Ajansı ve çok sayıda dergi Fethullah Gülen Cemaatine aittir. Gülen’in AKP ile derin ilişkileri, ittifakları ve çekişmeleri ayrı konudur. Ancak iktidar alanlarını paylaşmak üzere aralarında çekişseler de Gülen medyası cemaate ve seslendiği kitleye bugüne kadar AKP’den başka adres göstermemiştir. Finans, otomotiv, inşaat, turizm, gayrimenkul, enerji vb. sektörlerde dev yatırımları olan Doğuş Holding (Ferit Şahenk); NTV, Cnbc-e, E2, Kral TV, NBA TV Türkiye kanalları; NTV Radyo, Radyo Eksen, Kral Fm, Kral Pop Fm, Virgin Radio Türkiye, Capital Radio, Voyage Fm radyo istasyonları ve NTV Dergi grubunun sahibidir. Gezi protestolarının patlak verdiği ilk günlerde onbinler Taksim ve civarında AKP’yi protesto ederken ve polisle çatışmalar sürerken “haber kanalı” NTV konuyu geçiştirerek hükümete yaranmaya çalışıyordu. NTV’nin durumu o kadar utanç vericiydi ki, kanalda programcılık, editörlük, habercilik gibi yönetici pozisyonlarda çalışan 11 kişi bunca rezilliği mideleri kaldırmadığı için kanaldan istifa etti. Ayrıca Doğuş Yayın Grubunun CEO’su ve dergilerden sorumlu genel müdürü de istifa etti. Tayyip Erdoğan’ın Ferit Şahenk’e “Ferit Kardeş” diye hitap ettiği bilinmektedir. Şahenk 2011 yılında Star TV’yi satın aldığında AKP yanlısı olmayanlar tasfiye olmuştu. Bu arada bir zamanlar Uzan Holding’in elinde olan, AKP’nin Uzan Holding’i tasfiye operasyonundan sonra defalarca el değiştiren Star TV en nihayetinde Azerbaycan devletinin enerji şirketi SOCAR’a satıldı. Özelleştirilen Petkim’in de sahibi olan Azeri enerji şirketi ile AKP hükümeti arasında su sızmıyor. İnşaat, pazarlama, gıda, sağlık ve eğitim sektörlerinde yatırımları olan İhlas Holding; TGRT Haber TV ve yan kanallarının; TGRT radyosunun, Türkiye gazetesinin ve İhlas Haber Ajansı’nın sahibidir. Geçmişten bu yana kendini muhafazakâr-İslamcı olarak tanıtan bu holding, geçmişte yurtdışında yaşayan on binlerce dindar vatandaşı (yaklaşık 80 bin kişi) dolandırmış, paralarını iç etmişti. Dolandırıldığı için İhlas Holding’e kızgın olan vatandaşların gönlünü kazanmak isteyen Tayyip Erdoğan, 2002 seçimleri öncesinde holdingin sahibi Enver Ören’e “Sizin ahretiniz yok mu? Sizde Allah korkusu yok mu?” diye sesleniyordu. Ancak 2002 seçimlerini kazandıktan sonra AKP hükümeti İhlas Holding’i himayesi altına aldı. İhlas Finans’ın 1 milyar doların üzerinde parayı paravan şirketler aracılığıyla kendi şirketlerine aktardığını ve paranın bir kısmını da yurtdışına kaçırdığını bundan yıllar önce bizzat AKP Grup Başkanvekili Nurettin Canikli söylemiş ve bu durumu eleştirmişti. 2002 seçimlerinden sonra Başbakan’ın doğrudan emriyle TMSF’nin İhlas Finans’ın borçlarını takip etmesi engellendi. İhlas Finans mağdurları 10 yılı aşkın süredir “din kardeşlerine” kaptırdıkları parayı kurtaramıyor. İhlas Holding medyası da elbette

11


marksist tutum

AKP’yi destekliyor. Birkaç ay önce holdingin kurucusu Enver Ören öldü. Başbakan ve AKP yönetimi 12 yıl önce din istismarıyla dolandırıcılık yaptığı için eleştirdikleri Enver Ören’in cenazesinde en ön sırada saf tutmakta bir beis görmedi. Küresel medya tekellerinden Rupert Murdoch’un Türkiye’deki ayağını Fox TV, FX Türkiye, Baby TV ve National Geographic Türkiye kanalları oluşturuyor. Murdoch, dünyanın değişik ülkelerinde yayın yapan yaklaşık 100 kablolu TV kanalının, 175 gazetenin, 40 matbaanın, 40 televizyon istasyonunun ve çok sayıda derginin sahibidir. Yayınları dünya nüfusunun dörtte üçüne ulaşan küresel bir medya tekelidir. Murdoch, ABD’de muhafazakâr Cumhuriyetçileri açıkça destekleyen bir sermaye grubu. Türkiye’de AKP’nin işten attırdığı gazetecileri ve televizyoncuları işe alıyor ve AKP’yi eleştiren yayınların önünü açıyor. Bu yüzden RTÜK’ten sık sık uyarı alıyor. Fethullah Gülen’e yakınlığıyla bilinen Koza-İpek Medya Grubu (Akın İpek); Kanaltürk TV, Bugün TV, Kanaltürk Radyo ve Bugün Gazetesi’nin sahibidir. 2008 yılında Ergenekon çizgisini savunan ulusalcı Tuncay Özkan Kanaltürk’ü Koza İpek Holding’e satmıştı. Böylelikle kanalın yayın çizgisi tamamen değişmişti. Bugün Gazetesi, uzun süre adeta AKP’nin resmi yayın organıymış gibi yayın yaparken, son dönemde AKP-Gülen çatışmasına paralel olarak AKP’ye yönelik ılımlı-eleştirel bir dil kullanmaya girişerek hükümete mesaj vermeye başladığı görülüyor. Sanayi, enerji, gayrimenkul, inşaat, turizm, madencilik ve perakendecilik sektörlerinde yatırımları olan Demirören Holding, Vatan ve Milliyet gazetelerinin de sahibidir. AKP ile iyi ilişkileri nedeniyle şike soruşturmalarında BJK Başkanı Yıldırım Demirören’e hiç dokunulmadı. Ardından Yıldırım Demirören Başbakan’ın da desteğiyle Futbol Federasyonu başkanlığına oturdu. Bu ilişkiler sayesinde Milliyet yazarları Hasan Cemal’in, Hasan Pulur’un ve Can Dündar’ın bazı yazıları sansüre uğradı. Nihayetinde Başbakan’ın talebiyle Gezi protestolarını destekleyen, Mısır’da yaşananlar ile ilgili AKP’nin Türkiye kamuoyunda pek bilinmesini istemediği şeyler yazan ve AKP’ye muhalefet eden Hasan Cemal ve Can Dündar, Milliyet’ten atıldı. Bazı büyük sermayedarlar doğrudan AKP’li olmasalar bile hükümetin doğrudan hedefi haline gelmek istemedikleri için hükümetten gelen “gazetecileri işten atma” gibi direktiflere ya da “telkinlere” boyun eğiyorlar. Kanal 7 Grubu’nun sahibi Zekeriya Karaman, Ka-

12

Kasım 2013 • sayı: 104

nal 7, Ülke TV ve Radyo 7’nin sahibidir. Kanalın kuruluşunda baş aktörler Tayyip Erdoğan, Zahid Akman ve Zekeriya Karaman idi. Yeniçağ gazetesi yazarı Sebahattin Önkibar; 1993 yılında, o zamanlar Refah Partisi İstanbul İl Başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın, asistanları gibi davranan Zekeriya Karaman ve Zahid Akman’la birlikte yanına gelip özel televizyon kurma konusunda teknik bilgi almak üzere kendisine danıştığını anlatıyor. Deniz Feneri e.V, Avrupa’daki Müslümanlardan “yoksullara yardım” adı altında toplanan trilyonlarca lirayı yolsuzluk yaparak “başka bir yerlere” aktarmıştı. Almanya’da yolsuzluk yaptığı için mahkûm edilen Deniz Feneri e.V’nin paranın bir kısmını Kanal 7’nin kuruluşu için aktardığı söylenmişti. Zahid Akman’ın parayı zimmetine geçirdiği belgelenmişti. Avrupa’da yaşayan dindar insanlardan yoksullara yardım diye toplanan paraları zimmetine geçiren Zahid Akman, AKP hükümeti döneminde RTÜK başkanlığına getirildi. Yolsuzluk ayyuka çıkınca RTÜK başkanlığına devam edemedi. Ancak kanalın kuruluşu için uğraşan, yolsuzluk parasını Türkiye’ye transfer edenler içinde adı geçen Zekeriya Karaman, halen Kanal 7’nin sahibidir. İşin başını çeken şahıs ise uzun yıllardır başbakanlık yapıyor. Tüm bu hatırlatmaların ardından Kanal 7’nin nasıl bir yayın politikası izlediğini söylemeye gerek kalmıyor. AKP’nin resmi yayın organı gibi çalışan Yeni Şafak Gazetesi’nin sahibi, Başbakan Erdoğan’ın dünürü Sadık Albayrak’tır. TV NET ve Lalegül FM de Albayrak Grubuna ait. Sadık Albayrak Milli Görüş geleneğinden gelen bir AKP’li. Albayrak Grubu özellikle İstanbul Büyükşehir Belediyesiyle birlikte çalışıyor ve belli başlı tüm ihaleleri alıyor. Öyle ki, bu ikilinin ilişkisi yurt dışında da devam etmektedir. Meselâ Pakistan’da yapılan metrobüs ihalesi Albayrak Grubuna verilmiş durumda. Devlete ait TRT kanallarının ve Anadolu Ajansı’nın ise her dönemde mevcut hükümetin sesi olarak yayın yapmak zorunda kaldığı malûmdur. TRT’de yayınlanan Leyla ile Mecnun dizisinin tüm ekibi Gezi eylemlerine destek verdiği için işten atıldı. Dizi yayından kaldırıldı. AKP’nin borazanı olan TRT, tüm dünyaya yaptığı çokdilli yayınlarla aynı zamanda emperyalist politika doğrultusunda da önemli bir işlev yüklenmiş durumdadır. Kısacası AKP, ulusal medyanın büyük bir çoğunluğu üzerinde muazzam bir hâkimiyet kurmuş durumdadır. İktidar yılları boyunca bazı medya organlarının AKP’li


sayı: 104 • Kasım 2013

sermaye gruplarının eline geçmesi sağlanmış, bazı medya patronlarıyla kârlı iş ilişkileri kurulmuş, AKP’den hoşnut olmayan sermaye grupları da büyük ölçüde sindirilmiştir. AKP hükümeti yıllardır adım adım tüm medyanın yandaş sermaye gruplarının eline geçmesini sağlarken, medya patronu yandaş sermaye gruplarını da ihalelerle abat etmeyi ihmal etmemiştir. Gelinen noktada, Türkiye’de en çok satan 10 gazetenin 7’si açıktan AKP borazanlığı yapmaktadır. Kapitalizmde medya, yasama, yürütme ve yargının ardından 4. kuvvet olarak nitelendirilir. AKP bu kuvveti eline geçirmiş olmanın avantajıyla gerçekleri tersyüz etmeyi ve kamuoyunu istediği gibi yönlendirmeyi büyük ölçüde başarmaktadır. Büyük sermaye grupları ellerindeki medya gücünü siyasi ve ekonomik çıkarları için kullanırken, çalışanlarına da kendi politikaları doğrultusunda haber yapma ya da işsiz kalmayı dayatıyorlar. Anaakım medyada gerçek anlamda gazetecilik yapılamayacağını, çünkü medyanın işadamlarına ait olduğunu söyleyen NTV’nin eski sanat editörü, medya çalışanlarının durumlarını şöyle anlatıyor: “Kendimizi kirlenmiş hissettik, çünkü işe girdiğimizden beri bize yapılmaması gereken şeyler öğretiliyor. Hangi haberleri nasıl yapman gerektiği sana öğretiliyor. Bu bile yeterince korkunç bir şey.” Bugüne kadar onlarca medya çalışanı benzer itiraflarda bulunarak, medya çalışanlarının patronların istekleri dışına çıkamadıklarını açıkladı. Gezi Parkı protestoları sonrasında 80’in üzerinde medya çalışanı işini kaybetti. Bazıları yalakalığı mideleri kaldırmadığı için istifa etti; onlarcası işten atıldı; bir kısmı da zorunlu izne çıkarıldı. Hükümeti ya da yandaş medyayı eleştirdikleri, Twitter’dan Gezi eylemcilerine destek verdikleri ya da “protestocularla selamlaştıkları” için işten atıldılar. Polis şiddeti, protestoları görüntüleyen medya çalışanlarını da hedef aldı. Polis, basın kartlarını gösteren gazetecileri özellikle copladı. Bazı gazeteciler mesleklerini icra ederken gözaltına alındı. 10’dan fazla gazeteci gaz bombası ve plastik mermiyle yaralandı. Ancak medya üzerinde bu derece hâkimiyet kurmuş olmak bile Erdoğan’a yetmiyor. Erdoğan canını sıkan en ufak bir çatlak sesi şu ya da bu şekilde susturmaya çalışıyor. Başbakan bir konuşmasında “bir kısım medya hiçbir zaman yanımızda olmadı diye hep söyledim, attıkları başlıklarla gazetecilik yapıyorlarmış, batsın böyle gazetecilik” diyerek açıkça tüm medyanın “yanlarında” olması gerektiğini söylüyordu. Reyhanlı’da patlayan bombaların ardından Suriye politikasının sonuçlarının kamuoyunda daha fazla gündem edilmemesi ve hükümete yönelik protestoların gizlenmesi için sansür kararı çıkartıldı. Hatta 29 Ekimde şaşalı törenlerle açılan Marmaray’ın elektrik kesintileri yüzünden aksamasının ardından oraya da basın yasağı getirdi. Marmaray’da “birilerinin” güvenlik frenini çektiğini, hazırda bekleyen bazı gazetecilerin de bunu derhal haber

marksist tutum

yaptığını; yani kendisine komplo kurulduğunu iddia etti. AKP döneminde onlarca gazeteciye ve karikatüriste, eleştirel yazıları ve karikatürleri nedeniyle davalar açıldı. Basın sektöründe işten atmalar ayyuka çıkmış durumda. Hükümetin ve medya patronlarının saldırısının bu ölçüde pervasızlaşabilmesinin temel nedeni ise basın çalışanlarının örgütsüz oluşlarıdır. Yazarından muhabirine, editörlerden matbaa işçilerine kadar medya çalışanları tümüyle örgütsüzdür. Bu yüzden de çalışanlar, medya patronlarının dayatmalarına boyun eğmekle işsiz kalmak arasında tercih yapmaya mecbur hissediyorlar kendilerini. Çalışanların bu derece örgütsüz olduğu koşullarda büyük sermaye gruplarının egemen olduğu medyada, doğal olarak editoryal bağımsızlığa ya da meslek ahlâkına da yaşam hakkı tanınmıyor. Burjuva yazar-çizer takımından kapitalizme karşı işçi sınıfının yanında saf tutmalarını zaten bekleyemeyiz. Ancak biraz olsun onurunu koruyabilmiş yazar-çizerlerin, o çok övdükleri bireyciliğin ve örgütsüzlüğün kendilerini ve meslektaşlarını ne hale düşürdüğünü de görmeleri gerekir. Kendilerini aydın, okumuş, “sözü dinlenir” insanlar olarak gören, yeri geldiğinde meslek etiğinden dem vuran yazarlar ve muhabirler; örgütsüzlüğü marifet sandıkları ve örgütsüz oldukları için, kendilerine otosansür uygulamak, fikirleri ve yazdıkları yüzünden işten atılan arkadaşlarına bile sahip çıkamamak, patronlarının çıkarlarıyla ters düşmemeye çalışmak gibi içleracısı hallere düşüyorlar. Sosyalist basın, Kürt basını ve internetteki birkaç haber sitesi, birkaç yerel gazete ve radyo istasyonu haricinde tüm medya, birkaç büyük holdingin ve büyük sermaye grubunun tekelindedir. Medyanın çok küçük bir kesimini oluşturan Kürt basını ve sosyalist basın sürekli baskı altındadır. Halen Kürt basınından ve sosyalist basından 60’a yakın gazeteci hapistedir. Sosyalist ve Kürt basın muhabirleri her gösteride polisin saldırısına uğruyor. Saldırgan polisler hükümetçe korunup kollanıyor. Sosyalist basın çalışanlarının evleri basılıyor, gözaltına alınanlar “terörist” olarak takdim ediliyor. Halen 40’ın üzerinde Kürt gazeteci ve yazar KCK’li oldukları iddiasıyla hapiste tutuluyor. Gazetelerde yayınlanan haberler ve röportajlar örgütsel görüşmenin delili gibi sunuluyor. Başbakan, tutuklu gazeteciler gündeme her geldiğinde Türkiye’de gazeteci olduğu için hiç kimsenin hapiste olmadığını, hapistekilerin terör suçlarından dolayı içerde olduğunu büyük bir pişkinlikle söyleyebiliyor. Ona göre, gerçekleri yazanlar, yolsuzlukların üstüne gidenler, fırsatçılığı, fesatlıkları deşifre edenler haindir, teröristtir, hapislerde sürünmelidir. Ne var ki Erdoğan gibi egemenler tarihin hiçbir döneminde gerçeklerin duyurulmasının ve duyulmasının önüne geçememişlerdir. Çok daha koyu karanlık dönemlerde sosyalist basın ve Kürt basını, her türlü baskıya ve zulme rağmen susturulamamıştır. Bugün de susmuyor, susturulamayacak. 

13


Yunanistan’da Faşist Tehdit Büyüyor Oktay Baran

D

erin bir iktisadi krizle sarsılan Yunanistan’da Eylül ayında yaşanan bir faşist cinayet yalnızca büyük bir tepki dalgasını tetiklemekle kalmadı, aynı zamanda, burjuva rejim ve düzenin tüm pisliğini de bir kez daha gözler önüne serdi. Tanınmış bir anti-faşist müzisyen ve aktivist olan Pavlos Fyssas, 18 Eylülde, Altın Şafak üyesi bir faşist güruh tarafından sokak ortasında katledildi. Kısa bir süre içerisinde, hükümet eliyle, faşist partiye yönelik bir sıkıştırma operasyonu başlatıldı. Altın Şafak’ın liderlik kadrosu ve 4 milletvekilinin yanı sıra birçok üyesi gözaltına alındı, evleri ve işyerlerinde aramalar yapıldı, birkaç polis şefi ve general ya istifa etmek zorunda kaldı ya da faşistlerle işbirliği içinde oldukları gerekçesiyle görevden alındı. Yunan burjuva basını, Altın Şafak’ın kirli çamaşırlarını, kuşkusuz gerekli filtreleme işlemlerinden geçirerek ifşa etmeye girişti. Yunan kamuoyunda birkaç gün boyunca sanki faşist Altın Şafak’ın tasfiyesi doğrultusunda düğmeye basılmış izlenimi yaratıldı. Ne var ki, bu operasyonlarla emekçi kitlelerdeki infial bir nebze yatıştırıldıktan sonra, gözaltına alınan faşistlerin önemli bir çoğunluğu, davaları sürse de serbest bırakıldı. Gerek hükümetin, gerek savcının, gerekse de burjuva medyanın açıkladığı bilgiler, bu faşist katiller sürüsünün işledikleri suç ve cinayetlerin yanı sıra, iş âlemiyle, orduyla, polisle ve yargı kurumlarıyla kurdukları bağlantılar

14

hakkında da hemen her şeyin bilindiğini, yüzlerce fotoğraf ve video kaydıyla birlikte telefon konuşma kayıtlarının da zaten dosyalarda mevcut olduğunu ortaya koyuyor. Bugün gerek hükümet gerekse de yargı, Altın Şafak’ı adi bir “suç örgütü” olarak lanse ediyor. Peki neden dün değil de bugün?

Hükümet neden adım attı? Kuşkusuz sağcı Yeni Demokrasi Partisi (YDP) önderliğindeki koalisyon hükümetinin faşist Altın Şafak partisinin bu eylemlerine karşı adım atmak zorunda kalmasının arkasındaki temel nedenlerden biri, zaten emekçi kitlelerde hiç yatışmayan ve son dönemde tekrar yükselişe geçen hoşnutsuzluk ve eylemlilik sürecinden duyduğu endişedir. 16 Eylül tarihinde kemer sıkma politikalarına karşı öğretmenler beş günlük bir greve çıkmışlar, sağlık çalışanları üç günlük bir grev ilan etmişler ve son olarak da 18 Eylülde ulusal çapta iki günlük bir genel grev yapılacağı açıklanmıştı. Buna ek olarak üniversite öğrencileri ve öğretim görevlilerinin bir kısmı da boykotlarla mücadeleye destek oluyorlardı. Bu sürecin ortasında Pavlos’un faşistlerce katledilmesi tepkileri patlattı. Onlarca kentte yüzbinlerce insanın katıldığı protesto gösterilerinde, faşistlere ve onları kollayan hükümet ile burjuva devlete duyulan öfke ve nefret haykırıldı. İşçi kitleler, AB gözetiminde Yunan egemen


sayı: 104 • Kasım 2013

sınıfı tarafından uygulanan kemer sıkma politikalarıyla artan faşist saldırılar arasındaki ilişkiyi giderek daha belirgin biçimde bilince çıkarıyorlar. Hükümetin, ordunun ve polisin faşist çetelerle ne denli içli dışlı olduğunun ifşa olması, hükümeti zevahiri kurtarmak, itibarını korumak ve böylelikle kitleleri yatıştırmaya çabalamak zorunda bırakmıştır. Ne var ki, hükümetin attığı adım, yalnızca bu endişeden kaynaklanmıyor. Faşist partinin aktivitesinin belli bir eşik düzeye ulaşmış olması da hükümet için belli bir endişe kaynağı oluşturuyor. Egemen sınıf, faşist bekçi köpeğini bahçesine bağlayıp besleyip büyütmüştür. Onun kendisinin tam kontrolü altında işini yapmasını, sokak gösterilerinin püskürtülmesinde kolluk güçlerine yardımcı olmasını, denetimli bir terör uygulayarak işçi hareketinin mücadele isteğini kırmasını ve onu demoralize etmesini istemektedir. Faşist hareket henüz büyük sermayenin gözünde ülkeyi yönetecek “saygın” bir güç, bir iktidar namzeti değildir; ona biçilen misyon, şimdilik, ikincil ve yardımcı bir roldür. Ama tüm tarihsel örnekler de gösteriyor ki, bir kez örgütlenip belli bir ivme kazandığında, faşist çeteleri tam kontrol altında tutmak mümkün olmaz. Büyük sermaye içinde daha otoriter ve hatta totaliter bir rejimin vaktinin çoktan geldiğini düşünenler olduğu gibi, faşist parti de, artık iktidarın belirleyici bir parçası olmanın zamanının geldiğini düşünmektedir. Bugün büyük burjuvazinin tam onayını henüz almamış olan faşist hareketin, yeni hükümet senaryoları oluşturmak ve ordu içindeki uzantıları aracılığıyla darbe planları yapmak gibi “boyundan büyük” işlere girişmesi, finans kapital açısından bu harekete bir çekidüzen verilmesini, ince bir ayar çekilerek “haddinin” bildirilmesini ve dizginlerinin sıkılaştırılmasını zorunlu kılmıştır. Ne de olsa totaliter bir rejimin ne zaman, hangi biçim altında ve ne düzeyde kurulacağı sorunu, faşist hareketin kaprislerine değil, finans kapitalin çıkarlarına ve ihtiyaçlarına bağlıdır. Finans kapital, proleter devrim apaçık kapıya dayanmadığı sürece, Avrupa Birliği patronlarını da rahatsız edecek ölçüde zamansız ve gereksiz bir faşist

marksist tutum

terör dalgasından kaçınmaya ve şimdilik işlerini mümkün olduğunca otoriterleşmiş bir parlamenter sistem içerisinde halletmeye, ama bir taraftan da faşizm sopasını el altında hazır tutmaya çabalamaktadır. Bu durumun ne kadar süreceğini belirleyecek olan başlıca faktör kuşkusuz sınıf mücadelesinin seyri olacaktır. Bu çerçevede, Altın Şafak’a yönelik operasyon, aşırılıklarını törpüleyerek faşist hareketin kendine çizilen çerçeveye sadık kalmasını ve tekrar kontrol altına alınmasını sağlamaya dönüktür, onu ezmeye ve faşist tehdidi ortadan kaldırmaya değil.

Polis ve ordunun “reformu”! Faşist partiye yönelik bu polis operasyonu ve burjuva medyanın ifşa kampanyası, Yunan solu içerisinde reformizmin pespayeliğini bir kez daha açığa çıkardı. Sosyalist hareketin en büyük gücü durumundaki Syriza ve Yunanistan Komünist Partisi (KKE), mevcut krize ve faşist terörün yükselişine rağmen, işçi sınıfını oyalayan, burjuva düzene ve “demokrasi”ye dair yanılsamalar yayan bir reformist çizgidedirler. Reformist Syriza liderliği, yaşanan operasyonların ardından, polis içerisinde faşistlerle bağlantılı unsurların azınlıkta olduğu ve temizlendiği ya da temizlenebileceği, polisin demokratikleştirilebileceği, polis kurumunun reforme edilmesi gerektiği düşüncelerini propaganda ediyor. Onlara kalırsa, faşist liderin tutuklanması “Yunan demokrasisinin sağlamlığının” bir göstergesidir. Oysa bu yaklaşım, Altın Şafak’ın yaklaşık 3 bin kişiden oluşan paramiliter güçlerinin yüksek rütbeli subaylar tarafından askeri kışlalarda eğitildiği, polisin bu faşistleri koruduğu, gösterileri dağıtmak üzere onları kullandığı, son seçimlerde polislerin yüzde 60’ının faşistlere oy verdiği gerçeğiyle taban tabana zıttır. İşçi sınıfını mücadeleye çağırmak yerine, burjuva devletin kurumlarına güven duymasını telkin etmek, burjuva demokrasisini kutsayarak onu faşizmin önünde bir engel olarak takdim etmek, işçi sınıfını aldatmak anlamına geliyor. Reformistler “hukukun üstünlüğü”, “demokrasi” vb. Tüm faşist hareketler gibi Yunanistan’daki Altın Şafak da, devletin ordusu, polisi, istihbarat kurumları ve yargısı içerisinde çok geniş bir ilişkiler ağına sahip olmakla kalmayıp bizzat bu kurumlar tarafından beslenmekte, örgütlenmekte ve korunmaktadır. Altın Şafak’ın yaklaşık 3 bin kişiden oluşan paramiliter güçleri, yüksek rütbeli subaylar tarafından askeri kışlalarda eğitiliyor. Polis bu faşistleri koruyor ve gösterileri dağıtmak üzere onları kullanıyor.

15


marksist tutum

gibi soyut nutuklar atıyorlar. Oysa Marksistlerin görevi, sömürülen emekçi kitlelere devletin sınıfsal tabiatını, demokrasinin kapitalist toplumda burjuvazinin demokrasisi olduğunu, bunun da burjuvazinin egemenliği yani örtük diktatörlüğü anlamına geldiğini, bu nedenle de açık diktatörlük heves ve eğilimlerinin gerici burjuva sınıf ve onun devleti içerisinde her zaman varolacağını kavratmaya çalışmaktır. Devletin ve “demokrasi”nin burjuva niteliğini gözlerden saklayan reformistler, faşizmin de sınıfsal niteliğini muğlaklaştırıyorlar. Böylelikle, faşizme karşı tüm sınıfların, tüm “demokrat” güçlerin işbirliği yapabileceğini ve yapması gerektiğini vaaz etmek mümkün oluyor. Sınıf işbirlikçi “Halk Cephesi” politikasının temeli budur. Syriza’nın liderliği, Yeni Demokrasi’ye “faşizme karşı birleşik mücadele” için tüm partilerle işbirliği çağrısı yapıyor. Bu sınıf işbirlikçi politikayı Komünist Parti de destekliyor. Oysa bu reformistlerin “Halk Cephesi”ne katmak istedikleri Yeni Demokrasi Partisi, Altın Şafak’ın dölyataklarından birisidir. Altın Şafak’ın önde gelen unsurlarının çoğu, birkaç yıl öncesine kadar hükümetin küçük ortağı durumundaki faşist LAOS’tan ya da sağcı Yeni Demokrasi Partisinden gelenlerden oluşmaktadır. Yeni Demokrasi milletvekilleri içerisinde, faşistlerle yakın bağları olup, birkaç hafta öncesine kadar Altın Şafak ile Yeni Demokrasi arasında bir koalisyon hükümetinden yana tavır koyanların olduğu biliniyor. Reformistler, burjuvazinin faşist partiyi sıradan bir suç örgütüne indirgeyen yorumlarına ortak oluyorlar. Faşist hareket, her türlü mafyatik yöntemi kullanır ve her türlü suçu canice işler, ama bu onu sıradan bir mafyatik örgütlenmeye, sıradan bir suç örgütlenmesine indirgemeyi haklı çıkarmaz. Onun eylemlerinin zeminini döşeyen faşist ideolojinin finans kapitalin sınıf çıkarlarına hizmet ettiği gerçeğinin ve esas olarak da sömürülen kitlelerin devrimci isyanını bastırmanın ya da engellemenin bir aleti olduğunun üstünden atlayan her yorum burjuvaziye hizmet eder. Bu durumda kötü olan, faşistlerin savundukları fikirler, politikalar ve ideoloji değil, birkaç faşistin işlediği bireysel yasadışı eylemlerdir! Birkaç faşist katilin cezalandırılması, birkaç “çılgın” liderin tutuklanması ve hatta çığrından çıkmış bir faşist örgütün kapatılmasıyla sorunun halledildiği iddia edilir. Ama faşist hareket, yeni bir isimle, yenilenmiş ve daha “saygın” birkaç simayla yola devam eder. Bugün Yunanistan’da burjuva hükümet ve medya, faşistleri bir suç çetesi olarak göstermekten çekinmiyor, bilakis, kafaları karıştırmak için böylesi bir propaganda onların işine geliyor. Reformistler de güya faşistleri gözden düşürmek adına bu sinsi aklama korosunun parçası haline geliyorlar.

Faşist partinin yasaklanması Bugün Yunanistan’da faşist partinin kapatılması talebi sol tarafından yükseltiliyor. Ne var ki, kitleleri faşist teh-

16

Kasım 2013 • sayı: 104

dide karşı uyarmak, harekete geçirmek ve devrimci bir program temelinde mücadeleye çekip seferber etmek üzere, geçişsel talepler mantığıyla ileri sürülmesi gereken bu talep, reformistlerin elinde, işçi sınıfı hareketini oyalayıp gerileten bir aldatmacaya dönüşüyor. Reformistler, faşizm ile büyük sermaye ve genel olarak kapitalist düzen arasındaki kopmaz ilişkinin üzerini örtüyorlar. Faşizmin ancak sokaklarda militan bir sınıf mücadelesiyle geriletilebileceğini, faşistlerin iplerinin sermayenin elinde olduğunu ve kapitalizm yıkılmadıkça faşizm belâsından kökten bir kurtuluşun mümkün olmadığını kitlelerden saklıyorlar. Bunun yerine yasal düzenlemelerle faşizmin önünün kesilebileceği yalanını pompalayıp, burjuva devlete güven duyulmasını telkin ediyorlar. Burjuva bir hükümetten, yasal düzenlemeler ve adli kovuşturmalarla faşist tehdidi tümüyle ortadan kaldırmasını beklemek, emekçi kitleleri boş hayallerle aldatmak anlamına gelir. Burjuvazi belli koşullarda, elbette ki faşist bir partiyi yasaklayıp onun kimi kadrolarını hapsedebilir. Ne var ki, bugüne değin, hiçbir burjuva iktidarın faşizm tehdidini ortadan kaldıracak şekilde faşist örgütlenmelerin kökünü kazımaya giriştiği görülmemiştir ve görülemez de. Onun yapabileceği, olsa olsa, kitleleri yatıştırmaya yetecek nitelik ve nicelikte bir faşist katiller sürüsünü kurban ederek burjuva düzen ve devlet aygıtını aklamaya çalışmaktır. Çünkü bunun daha ötesine taşan bir girişim, burjuva devletin surlarında büyük gediklerin açılması, bu surların yer yer yıkılarak iş göremez hale gelmesi demek olurdu. Tarihin defalarca doğruladığı ve Yunanistan’daki son ge-


sayı: 104 • Kasım 2013

lişmelerin bir kez daha ispatladığı üzere, faşist hareketler, devletin ordusu, polisi, istihbarat kurumları ve yargısı içerisinde çok geniş bir ilişkiler ağına sahip olmakla kalmayıp bizzat bu kurumlar tarafından beslenmekte, örgütlenmekte ve korunmaktadır. Ne denli demokrat geçinirse geçinsin, hiçbir burjuva hükümetin, faşist hareketin devletin içerisindeki ilişkiler ağını çökertmesi, büyük sermayenin faşist hareketi besleyen ve yönlendiren türlü kanallarını kurutması mümkün değildir. Çünkü böylesi bir girişimde yürütme gücü olarak hükümetin kullanabileceği yegâne araç yine devletin kendisi, onun askeri ve sivil bürokrasisidir ki, bu da temizlikçilerle temizlenecek olanların iç içe geçtikleri bir durumu gösterir. Faşist Altın Şafak liderinin tutuklanmasını, para yardımının kesilmesini ve bir dizi diğer gelişmeyi “bir zafer” olarak kutlamak hiç de gerçekçi değildir. Finans kapital ve onun devleti, bu tip yaptırımlarla faşist harekete verilen zararı kısa sürede misliyle telafi edecek her türlü olanağa sahiptir. Faşist hareket yasal önlemlerle durdurulamaz, çünkü kendisi yasal çerçevede faaliyet yürütmez. 1924’te Münih’teki başarısız darbe girişimin ardından Hitler’in tutuklanarak beş yıl hapse mahkûm edilmesi, Alman faşizmini yok etmedi. Dokuz ay sonra salınan Hitler, faşist hareketi bıraktığı yerden çok daha ilerisine taşıdı. 1932’de Alman devlet başkanı Hindenburg, Nazi Partisinin özel orduları olan SS ve SA birliklerini yasaklayan bir kararname çıkardı. 10 ay sonra Hitler iktidardaydı!

Faşizme karşı proleter devrimci mücadele Faşizme karşı mücadele, egemen burjuva sınıfa, onun siyasal partilerine, adalet kurumuna ya da kolluk kuvvetlerine bırakılamaz. Bu mücadele geniş emekçi kesimlerin devrimci bir program temelinde seferber edilmesiyle yürütülmek zorundadır. İşçi sınıfının örgütlerini, sendika, dernek ve parti binalarını, kültür merkezlerini, grev ve direniş alanlarını, işçi mahallelerini ve sınıfın devrimci öncülerini faşist terörden korumak asla burjuva devletin kolluk güçlerine bırakılabilecek bir iş değildir. Burjuva devletin kurumlarına değil, özgücüne güven! Faşist teröre karşı korunmanın olduğu kadar faşizmi geriletmenin de tek yolu, işçi sınıfının mahalle ve işyeri bazında kendi öz-savunma birliklerini kurmasından ve bunlar arasındaki eşgüdümün sağlanmasından geçmektedir. Gerçek bir proleter devrim tehdidiyle karşılaştığında faşizmle uzlaşmaya ya da gönülsüzce de olsa ona sessizce boyun eğmeye meyletmeyecek bir burjuva kesim yoktur. Bu noktada, burjuvazinin şu ya da bu kesimiyle ittifak arayışlarına bel bağlayarak zaman yitirmek yerine, işçi sınıfının birleşik cephesini oluşturmaya çabalamak hayati önemdedir. Böylesi bir birleşik emek cephesi, denetimi altındaki işçilerin öz-savunma güçleri aracılığıyla faşist çeteleri sokaklardan temizleyebilir, emekçi kitlelerin mücadele azmini ve zafer inancını arttırıp onları seferber

marksist tutum

edebilir, güçler dengesini kendi lehine çevirip toplumun tüm ezilen kesimlerini kendi arkasına alabilir. Demokratik ve sosyalist taleplerin geçişsel talepler mantığıyla kaynaştığı devrimci bir eylem programı temelinde, krizin sefalete sürüklediği milyonları tüm ezilen kesimlerle (faşist terörün kurbanı olan göçmenler, etnik ve dini azınlıklar, farklı cinsel tercihleri olanlar vb.) birlikte harekete geçirmek mümkün ve gereklidir. Böylesi bir cephe, burjuva hükümetlerin saldırı paketlerine karşı mücadeleyi faşist teröre karşı mücadeleyle birleştirebilir ve seferber ettiği geniş emekçi yığınların önüne yıkılması gereken hedef olarak kapitalizmi koyabilir. Yunanistan’da bugün temel sorun, kapitalizmi açıkça hedef tahtasına oturtacak bir proleter devrimci çizgiyi ortaya koymaktır. Yunan kapitalizmi iflas etmiş, düzen partilerinin kokuşmuşluğu ortaya çıkmış, iktisadi kriz genişleyerek bir siyasal ve toplumsal krize büyümüştür. Kitleler radikalleşmekte ve devrim/karşı-devrim kamplarında kutuplaşma derinleşmektedir. Faşistlerin son seçimlerde 400 binden fazla oy (yaklaşık %7) alarak 18 milletvekiliyle meclise girmelerinin ardında da toplumun derin bir kapitalist krizle sarsılıyor oluşu gerçeği yatmaktadır. Faşistler, kitlelerde kapitalist krize ve AB dayatmalarına karşı biriken öfkeyi suiistimal ederek AB’den ve euro’dan çıkılmasını savunuyorlar, “düzen partileri”ni teşhir ediyor, finans burjuvazisine ve hükümetin kemer sıkma programlarına karşı çıkıyor gözüküyorlar. Bu koşullarda, sol adına varolan partilerin kitlelere düzen dışı bir çözüm önerisini devrimci bir program temelinde sunmaması, reformist bataklıkta debelenmesi, krizden radikal bir çıkış bekleyen kitleleri faşist demagojiye teslim olmak ya da faşist terör karşısında geri çekilmek zorunda bırakabilir. Sosyalist hareket devrimci bir program temelinde cesur bir ileri adım atmadığı sürece, bu suçun karşılığı, faşistlerin büyümesi olacaktır. 

17


ABD Bütçe Krizi Kapitalizmin İflasına İşaret Ediyor Levent Toprak

G

eçtiğimiz haftalarda ABD’de “devletin kepenk kapatması” olarak adlandırılan bir kriz yaşandı. Kerim devlet anlayışıyla yoğrulmuş Türkiye’de bu durum biraz şaşkınlıkla karşılansa da, aynı özel şirketlerde olduğu gibi devletin bazı birimlerinin kepenkleri gerçekten kapatıldı, hizmete son verildi ve çalışanlar zorunlu ücretsiz izne çıkarıldılar. Hükümete Kongre tarafından tahsis edilmiş olan para suyunu çekmişti ve Kongre ek tahsisat çıkarmıyordu. Bunu yapmadığı gibi, hükümetin borçlanma tavanını yükseltmeyerek, borçlanma yoluyla para bulmasını da engelliyordu. Kriz, daha vahim bir boyuta sıçrayacağı son tarih olan 17 Ekime kadar sürdü ve son anda geçici uzatma kararları verildi. “Önemsiz işler” aşağılaması altında 17 gün boyunca ücretsiz bekleme konumuna itilerek evlerine gönderilen çalışanların sayısı yüz binlerle ifade ediliyordu. Kimi kamusal hizmetler askıya alındı. Durum daha fazla devam etseydi kapı önüne koyulanların sayısı daha da artacak, bu tür hizmetlere, yine emekçilerin yararlandığı başka hizmetler eklenecekti. Çalışanlar tekrar işbaşı yaptılarsa da aslında sorun sadece birkaç ay ertelendi. Ocakta ve Şubatta durum yeniden ele alınacak.

18

Öte yandan dünyanın en zengin ülkesi, tek süper gücü, “kadiri mutlak” ABD tüm dünyada bir alay konusu olmuştur. Amerikan işveren örgütleri telaşa düşmüş, hükümet ve Kongre’ye mektuplar yazmış, mesajlar göndermiş, durumun ABD’nin dünyadaki konumunu sarstığı ve krizin uzaması halinde tüm dünya ekonomisinin belirsizliğe sürükleneceği gibi hususları endişeyle vurgulamışlardır. Benzer mesajlar ve vurgular küresel sermayenin yayın organlarında da dile getirilmiş ve ABD’li siyasetçiler yerden yere vurulmuş, alaya alınmıştır. Ortaya çıkan acz görüntüsünün, bir egemen sınıf için, hele de dünya hegemonu olan bir egemen sınıf için arzu edilir bir durum olmadığı açıktır. Bu durum belli bir düzeyde ABD’deki siyasal sistemin özgün yanlarından kaynaklanmakta. Konuya ilişkin haber ve yorumlarda işin bu yönü ön plana çıkarılıyor. ABD’de hükümetlerin harcama yetki ve olanakları üzerinde Kongre’nin istisnai bir belirleme gücü olduğu ve bunun partiler arası çekişmeler nedeniyle zaman zaman “suiistimal” edilebildiği doğrudur. Ancak bu noktayı meselenin bütünü ya da esasıymış gibi koymak işçi sınıfının aleyhine sonuçlar doğuran bir yanıltmacadır. Zira bu küçük kriz


sayı: 104 • Kasım 2013

aslında Amerikan kapitalizminin içinde bulunduğu derin krizin bir ifadesidir. Amerikan kapitalizmi dediğimizde de tüm dünya kapitalizminin temel direğinden bahsediyoruz demektir.

ABD’deki sistem Kısaca ABD’deki sistemden bahsedecek olursak… Amerikan hükümetleri, ellerinde kullanılabilecek para olsa bile ancak Kongre tarafından tahsis edildiği ölçüde bu parayı kullanabilmekte ve para bulmak için canları istediği gibi de borçlanamamakta, yani istedikleri gibi hazine tahvili çıkarıp satamamaktadır. Çünkü yine Kongre tarafından hükümetlere bir borçlanma tavanı koyulmaktadır. Hükümetler ancak bu tavanı doldurana kadar borçlanabilmektedir. Tavana ulaşıldığında, daha doğrusu ulaşılmadan önce, Kongre’nin bu tavanı yükseltmesi gerekiyor. Örneğin mevcut krizde bu borç tavanı 16,7 trilyon dolardı ve borç bu noktaya ulaşmış olduğu için devlet daha fazla hazine tahvili çıkararak borçlanamaz hale gelmişti. Şimdi ABD’de hem bu borçlanma tavanına ulaşıldı hem de hükümete verilmiş olan son para harcama yetkisi 1 Ekimde doldu. Ve Kongre hükümetin bu sıkışmayı aşması için ne para harcama yetkisini uzattı ne de borçlanma tavanını yükseltti. Böylece özgün bir kriz oluştu. Peki Kongre neden hükümete harcama yetkisi vermekte ve borç tavanını yükseltmekte ayak diredi? Çünkü Kongre’nin Temsilciler Meclisi kanadında sayısal üstünlüğü elinde tutan Cumhuriyetçiler, hükümetin “Obamacare” olarak anılan sağlık sigortası “reformunu” askıya almasını istiyor ve hükümet ve Demokratlar da buna yanaşmıyordu. Cumhuriyetçiler ellerindeki kozu uzun zamandır adeta savaş yürüttükleri sağlık düzenlemesine karşı kullanmak ve bu cephede yeni kazanımlar elde etmek istediler. Obama ve Demokratlar da, bu durum kamu hizmetlerinin aksamasının, yüz binlerce insanın işsiz, maaşsız kalmasının sorumluluğunu Cumhuriyetçilerin sırtına yükleme fırsatını doğurduğu için taviz vermediler. Cumhuriyetçiler en pervasız biçimde sağlık harcamalarının kısılmasını, vergi indirimleri yapılmasını ve askeri harcamalar gibi harcamaların sürdürülüp daha da arttırılmasını istiyorlar.

Borç krizi Aslında Amerikan kapitalizmi bir yandan genelde kapitalizmi ayakta tutmak bir yandan da emperyalist-kapitalist sistemin bir numaralı efendisi konumunu sürdürebilmek için gitgide daha fazla harcama yapmak ve bu nedenle daha fazla borçlanmak zorunda kalmıştır. Ancak bu durum bir ikilem doğurmuştur: bir yandan sermaye üzerindeki vergileri azaltarak devlet gelirlerini azaltmak, bir yandan da kendi çıkarlarını korumak ve dünya üzerindeki mevcut konumlarını sürdürüp geliştirmek için daha fazla harcama yapmak. Bu durum dev adımlarla büyüyen büt-

marksist tutum

çe açıklarını ve borçları beraberinde getirmektedir. Bugün yaşanan kepenk kapatma ve borç tavanı krizi bu süreçlerin doğrudan bir ürünüdür. Bugün Amerikan devletinin borçları 17 trilyon dolara yaklaşmış durumdadır. Bu rakam 28 Avrupa Birliği ülkesinin toplam borcuna aşağı yukarı denk gelmekte ve ABD’yi yeryüzünün en borçlu ülkesi yapmaktadır. Keza bu rakam ABD’nin 16 trilyon dolar olan yıllık milli gelirinden yüksektir ve böylelikle borcun milli gelire oranı olağanüstü bir değer olan yüzde 108’e çıkmıştır. Normal şartlarda taşınması pek mümkün olmayan bu durum, dünyada sadece ABD’nin bir ayrıcalığı sayesinde sürdürülebilmektedir. ABD örneğinde, bir ulusal para dünya parası olarak kullanılmaktadır. O nedenle musluğu kendi elinde olan ulusal parası sayesinde ABD kendi borcunu tüm dünyaya taşıtabilmektedir. Bu başka hiçbir ülkenin sahip olmadığı bir ayrıcalıktır, ama elbette bunun da sınırları vardır. Zira bir ulusal paranın dünya ölçeğinde geçerli rezerv para olabilmesinin sebebi o ulusal ekonominin ve devletin güçlü ve güvenilir olmasıdır. Bu durum bozulduğunda ulusal bir paranın dünya ölçeğinde rezerv para olma niteliği de kaybolmaya başlar. Bu borç düzeyi devletin sadece vergi gelirleriyle harcamalarını karşılayamadığının bir ifadesidir. Nitekim ABD uzun yıllardır bu noktayı aşmıştır. İşin aslı ABD son yıllarda oransal olarak son yarım yüzyılın en büyük açıklarını veriyor. Bu borç seviyesinin ne ifade ettiğini tasvir edebilmek için gelişimine bakmak yararlı olabilir. ABD’nin borçları 1980’lerin başlarında 1 trilyon doların altındaydı. 90’lara gelindiğinde 4,5 trilyon düzeyine ulaşıldı. 90’lar boyunca nispeten hız keserek 5,8 trilyon dolayına gelse de Bush’lu yıllar olan 2000’lerde yüzde 100 artarak 12 trilyona yaklaştı. Yaklaşık son beş yıllık Obama döneminde de bu rakam 17 trilyon dolayına geldi. Genel olarak bakıldığında askeri harcamaların çok arttığı dönemler ile sermayeye vergi indirimlerinin bol keseden yapıldığı dönemlerde borcun büyük artışlar gösterdiği görülüyor. Örneğin borca en çok katkı yapan başkan, “terörle savaş” kampanyasını başlatan George W. Bush olmuştur. Bush başkanlık döneminde toplam borcu 6 trilyon dolar arttırarak iki katının ötesine taşımıştır. Mesele sadece savaş değildi elbette. Aynı dönemde 2001 resesyonundan çıkma bahanesi altında sermayeye olağanüstü vergi indirimleri ve teşvik paketleri getirildi. Benzer tespitler Reagan ve Obama dönemi için de kolayca yapılabilir. Genel olarak söylersek, kapitalist ekonominin tarihsel bir iniş evresine girdiği ve neoliberal politikalarla karakterize olan son 30-35 yıllık dönem, başta ABD olmak üzere tüm dünyada benzer tablolar ortaya çıkarmıştır. Bugün gelinen noktada Cumhuriyetçilerin sınırlı bir sağlık sigortası düzenlemesine bile tahammül edemiyor olması ve buna direnişi tüm sistemi gözden düşürecek ölçüde saçma boyutlara vardırması tam da söz konusu tarihsel dönemin genel eğilimlerinin bir sonucu ve ifadesidir.

19


marksist tutum

Kasım 2013 • sayı: 104

açısından büyük bir hamle olduğu söylenebilir. Kaldı ki yapılan, sonuçta dev özel sigorta şirketlerine ciddi kaynakların aktarılmasıdır. İşte Cumhuriyetçiler, özellikle Çay Partisi olarak adlandırılan fanatik eğilim, bu aktarılan kaynağı parmağına dolamış durumdadır. Güya para buraya gittiği için devletin borçları çok artmış ve onlar da bu nedenle hükümete daha fazla harcama yapma yetkisi verilmesine ve borçlanma tavanını yükseltmesine mani olmaya çalışıyorlarmış! Yasaya karşı yürütülen muhalefet o denli yoğun, koparılan yaygara o “AMERİKALILAR İŞ İSTİYOR, denli büyük olmuştur ki, AmerikaKEPENK KAPATMA DEĞİL!” lıların yüzde 22’si yasanın iptal olduğunu sanmaktadır. Yeri gelmişken belirtelim ki, Cumhuriyetçi valilerin başta Gerçekte borcun artmasının sebebi yukarıda kısaca beolduğu kimi eyaletlerde bu valiler yeni sağlık sigortası yalirttiğimiz üzere sermayeye yapılan vergi indirimleri, teşsasını yürürlüğe koymayarak direniyorlar. Valilerin federal vik paketleri, kurtarma planları ve başta askeri harcamabir yasayı uygulamaması yasadışı bir durum ve Amerikan ları içermek üzere artan küresel hegemonya giderleridir. burjuvazisinin içinde bulunduğu durum hakkında fikir Obamacare’in sağlık harcamalarına getirdiği artış kendi veriyor. Basit bir sağlık sigortası düzenlemesi bile Ameriiçinde büyük gibi görünse de, bu hem özel sigorta şirketkan burjuvazisi içinde son birkaç yıldır adeta bir iç savaşa lerine gitmektedir hem de bütçenin bütünü ve borcun yol açmış durumda. Bu, kapitalizmin işçi sınıfına verecek tarihsel gelişimi düşünüldüğünde devede kulak düzeyinpek bir şeyinin kalmadığının ve bu anlamda tarihsel bir dedir. Düzenlemenin anlamı, yılda 100 milyar doların aliflas içinde olduğunun çarpıcı bir itirafıdır aslında. tında bir ilavedir. Oysa aynı Obama, bütçedeki “savunma” Yapılan sağlık sigortası düzenlemesi hakkında koparıharcamalarını yılda 800 milyar düzeyine çıkarmış, vergi lan yaygaraya bakılsa, ABD’nin tüm sağlık sistemini sigorindirimleriyle bütçeye 860 milyar dolar ek yük bindirmiş, tasıyla birlikte devletleştirdiği sanılır. Oysa söz konusu düekonomi canlandırma paketi adı altında yine 790 milyar zenleme birçok Avrupa ülkesinde ya da Kanada’da yürürdolarlık bir yük getirmiştir vb. Dahası sağlık düzenlemelükte olan türden bir kamusal sağlık sistemi ya da sigortası sinin çeşitli boyutlarıyla bütçe açığının kapatılmasına yılbile değildir. Bir devlet sağlık sigortası sistemi söz konusu da 143 milyar dolar katkıda bulunması öngörülmektedir. değildir. Yalnızca devlet herkesin zorunlu olarak bir sağYani Obamacare’in gerçekte bütçe açığını arttıran değil lık sigortası almasını dayatmakta, geliri belli bir sınırın alkapatan bir rol oynaması hesaplanıyor. tında olanlarınkini de onlar adına özel sigorta şirketlerine Bu arada ABD hükümetleri, tüm ideolojik propaganödemektedir. Eskiden ebeveynlerinin sigortası kapsamındanın aksine fazla veren sosyal emeklilik fonunun paralada olan çocukların yaş sınırını 18’den 26’ya çıkarmakta rını uzun süredir bütçe açığını kapamak için kullanmaktave sigorta şirketlerine mevcut hastalıkları gerekçe gösterip dır. Sözde fondan “borç” almaktadır. Ancak başkalarından sigorta yapmayı reddetmeyi yasaklamaktadır. Hepsi bu! borç alırken faiz veren devlet, bu “borç” için vermiyor. FaÜstelik müstahaklık kriteri olarak getirilen düşük gelir sıizsiz bir borç! Şimdi o paraların gerçek sahibi olan çalışannırı öyle düşüktür ki, mevcut haliyle bile yine milyonlarca lar emekli olduklarında, faiz işletilmediği için, hak kazanyoksul emekçi devlet yardımı kapsamı dışında kalacaktır. dıklarından daha azına talim etmek zorunda kalacaklar. Gelirleri yardım kapsamına girecek kadar düşük olmayıp Sonuçta bir yandan ABD’nin dış borçlarını ödememeama bir sağlık sigortası satın alamayacak kadar az olan çok si gibi bir durumun çok ciddi zararlara yol açmasının, bir geniş bir kitle olduğu biliniyor. Yapılan hesaplamalar 25 yandan da süreç devam ederse milyonlarca Amerikalı işçimilyon kişinin bu kapsamda olduğunu gösteriyor. nin maaşlarını alamayacak olmasının, emekli maaşlarının ABD’de sağlık sigortası olmayan yoksul emekçilerin ödenmemeye başlayacak olmasının, sağlık ve eğitim hizsayısının 50 milyona yaklaştığı düşünüldüğünde bu kadametlerinin verilmeyecek olmasının sorumluluğunu göze rının bile o kitleler için anlamlı olduğunu akıldan çıkaralamayan Cumhuriyetçiler, kulaklarının da bükülmesiyle masak da, düzenlemenin, ne emekçilerin gerçek ihtiyaçgeri adım atmayı kabullenmek zorunda kaldılar. Ancak larının düzeyi açısından ne de emsal ülkelerin sistemleri ABD’de ciddi bir borç sorunu olduğu gerçeği orta yerde

20


sayı: 104 • Kasım 2013

marksist tutum

duruyor. Borcun tarihsel olarak çığ gibi yaşaması anlamına gelecektir. Bugünkü borç krizinin de büyümesi, beraberinde birçok sorunu taBurjuvazi açısından bakılacak olursa, dolaysız sebeplerinden şımaktadır. borç sorununun düzen çerçevesinde çöbiri olan 2008 krizi Amerikan ekonomisi hiç kuşkusuz zümü standart reçetelerden geçiyor. Ya sonrası yapılan şirket kurtarma ve borç devralma halihazırda dünya ekonomisinin en büdevletin gelirlerini artıracaksınız ya da operasyonları, kapitalistler yük ve belirleyici bileşeni. Son 30-40 giderlerini azaltacaksınız. Bu, vergilerin açısından olumlu sonuçlarını yılın tüm yıpranmasına rağmen Ameriarttırılması, sosyal harcamaların kısılvermiş durumda. Şirketler kan kapitalizmi bu konumunu temelde ması, kamusal hizmetlerin eksiltilmesi kriz döneminde yaşadıkları muhafaza etmeyi başarmıştır. Avrupa’nın ve gitgide ortadan kaldırılması gibi açık kayıpları önemli ölçüde telafi ettiler. Genel düzeyde yükselişi ciddi anlamda sekteye uğramış sınıfsal saldırı politikalarını gerektirmekde büyüme rakamları olumlu ve başı çeken Almanya’nın arzu ettiği tedir. Aslında hükümetlerin borçlanmagibi izlenim veriyor. Hatta düzeyin çok altında kalmıştır. Öte yanya bu kadar yüklenmelerinin bir sebebi işsizlik verilerinde bile dan Japonya da ciddi bunalımlarla yüz de bu tür saldırıların dozunu istedikleri kâğıt üzerinde düzelme var. Ama tüm bu göstergeler yüze kalarak gerilemiştir. Yeni yükselen gibi arttıracak olurlarsa doğacak olan aradan geçen sürede Çin ise henüz küresel bir hegemon olma toplumsal-siyasal faturayı göğüslemeksağlanan büyümenin ve noktasından çok uzaktır ve bünyesinde ten korkmalarıdır. Sermaye üzerindeki toparlanmanın işçilerin devasa çelişkiler barındırmaktadır. Ancak vergileri arttırmak ise başka zorlukları ücretlerine zerrece Amerikan kapitalizmi bu gücü yukarıiçermektedir. Yaşanan borç tavanı ve keyansımadığı gerçeğini gizleyemiyor. Hane da kısaca özetlediğimiz çelişkileri adım penk kapatma krizi bile Amerikan burhalkı gelirleri en üstteki adım büyütme pahasına muhafaza edejuvazisinin bir “ortak akıl” çerçevesinde dar bir kesim dışında bilmiştir. Bu çelişkiler her aşamada daha hareket etme becerisinin zayıfladığını, artmış değil, hatta bir ağır hale gelmekte ve niteliksel değişim körleşme düzeyinde anlaşmazlıklara sükısım için de azalmıştır. Yani devlet kesesinden noktasına yaklaşılmaktadır. rüklenebildiğini ortaya koymaktadır. yapılan transferler Doların rezerv para konumu gitgide Nitekim dünyanın en zengin ve güçlü tümüyle şirketlerin daha fazla sorgulanmakta, ülkeler onun ülkesi, son 16 yıldır adam gibi bir bütçe sermaye büyümesine ve kaprislerine daha fazla teslim olmamanın kabul ederek yürürlüğe koyamamıştır. zenginlerin servetlerine yollarını aramaktadırlar. Mevcut aşamaBir başka ifadeyle ABD 16 yıldır tüm gitmiş, emekçilerin ezici çoğunluğuna zırnık da doların yerine alacak bir alternatifin şekliyle oluşmuş ve onaylanmış olma koklatılmamış ya da daha da olmaması bu arayışları henüz emekleme anlamında bir bütçe olmaksızın yönetilyoksullaştırılmıştır. düzeyinde tutsa da, bir yanda hoşnutmektedir. En son kabul edilmiş büyük suzluk artmakta, bir yanda da dolar bu ölçekli harcama paketi ise 2009 tarihli. yükü taşımakta gitgide zorlanmaktadır. Altın fiyatlarının Tüm harcamalar şu ya da bu paket ya da harcama kalemson 13 yıldır genel ve güçlü bir artış seyri izlemesi ve bu leri için parça parça onaylanmakta ve sık sık aksaklıklar süre içinde onsu 250 dolardan 1350 dolar düzeyine gelyaşanmaktadır. Burada ele aldığımız son krizin ABD’ye miş olması, dünya ekonomisinde ve özellikle dolar bağla24 milyar dolarlık bir maliyeti olduğu hesaplanıyor. Bu mında ciddi bir hastalık olduğunun işaretidir. Altına bu hafif bir hasar. 2011 yılında da benzeri bir kilitlenme yakadar talebin olması, ulusal paraların ve doların rezerv şanmış ve Cumhuriyetçi ve Demokratların son dakikada olarak itibar yitirmekte olduğunu ve genelde de güvensizuzlaşmaya varmasına rağmen krizin korkusu bile o döliğin artmakta olduğunu göstermektedir. nemde dünya borsalarında 6 trilyon dolarlık değer kaybıTam da bu bağlamda Çin son yıllarda ortak dünya na yol açmıştı. parası oluşturulması çağrısı yapmaktadır. Dahası, somut Bu borç krizi aslında sadece bugün federal devlet düzolarak Rusya, Hong Kong, bazı Ortadoğu ve Latin Ameleminde yaşananlardan ibaret değil. Uzunca bir süredir rika ülkeleri gibi çeşitli ülkelerle ikili anlaşmalar yaparak, ABD’de eyalet devletleri, yerel yönetimler, belediyeler bu aralarındaki ekonomik ilişkilerde dolar yerine kendi ulusal sorunlarla yüz yüzeler ve her zaman zararı görenler emekparalarını kullanmaya başlamıştır. çi kitleler olmaktadır. Son yıllarda birbiri ardına WisconSosyal fonlar sayılmazsa ABD’nin borcu 12 trilyon dosin, California, Alabama, Detroit krizleri gibi çeşitli dülar düzeyinde, ki bu borcun yüzde 47’si (5,6 trilyon dozeylerde krizler patlak vermekte. Bu yerellerde kamusal lar) elinde tahviller bulunan dış yatırımcılara. Bunların hizmetler askıya alınıyor, belediyeler kapanıyor, çalışanlar en büyükleri ise Çin ve Japonya. Çin’in elinde 1,3 trilyon tümüyle işten çıkarılıyor ya da çok daha kötü çalışma ve dolarlık, Japonya’nın elinde ise 1,1 trilyon dolarlık Ameriücret koşullarına razı ediliyorlar. New York Merkez Bankan hazine tahvili bulunuyor. Dolayısıyla onları fazlasıyla kası verilerine göre bu türden irili ufaklı 3000’e yakın kuyakından ilgilendiren bir durum var ortada. ABD batarsa rum temerrüde, yani borcunu ödeyemez hale düşmüş duÇin ve Japonya’nın da beraberinde gitmesi kuvvetle muhrumda. Genel olarak da şunu akılda tutmakta fayda var. temel. Bu da bütün dünya ekonomisinin büyük bir çöküş Amerikan ekonomisi yılda yüzde 1-2 dolaylarında büyür-

21


marksist tutum

Kasım 2013 • sayı: 104

sıkma programlarına razı etmektir. Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek! Aynı zamanda yoksul emekçiler için hayati önem taşıyan sağlık sigortası gibi düzenlemelerin emekçileri daha öte beklentilere sürüklememesini sağlamak da onlar için bir hedef. Böylece siyasal düzlem gitgide daha geri noktalara kaymakta. Öte yandan bazı hizmetler ve bunların çalışanları “elzem olmayan” hizmetler ve çalışanlar olarak damgalandılar. İleride benzer her türlü kriz ya da sıkışıklık anında, benzer tabirler kullanılarak yüz binlerce işçi bir çırpıda gözden çıkarılabilecek hale getirildi. Onlar hakkında ideolojik bir önyargı yaratılmış ve ideolojik telkin yapılmış “İŞ HAKTIR! KAPİTALİZM İŞLEMİYOR!” oldu ki, bunun anlamı genel ideolojik eksenin bir parça daha sağa kaymasıydı. ken, borçları yüzde 4 ilâ 10 arası büyümekte. Aradaki çok Bir yandan bu tür hizmetler gözden düşürülürken, burabüyük fark bundan sonra kendini benzer birçok krizlerle larda örgütlü sendikalar da sergiledikleri yetersiz direniş göstermeye namzettir. için bile bir kez daha gerici bir perspektiften hedef tahtasıİşçi sınıfını yakından ilgilendiren başka sorunlar da na oturtulmuştur. var. Bugünkü borç krizinin de dolaysız sebeplerinden biri ABD’deki borç krizi meselesi, tüm bu boyutları düolan 2008 krizi sonrası yapılan şirket kurtarma ve borç şünüldüğünde, asla basitçe bir Cumhuriyetçi-Demokrat devralma operasyonları, kapitalistler açısından olumlu soanlaşmazlığı ya da kaprisi değildir. Sorun ABD’deki yönuçlarını vermiş durumda. Şirketler kriz döneminde yaşanetim sisteminin özgünlükleri de değildir. Doğru noktadıkları kayıpları önemli ölçüde telafi ettiler. Genel düzeydan başlayarak sorun anlaşılmak istenirse, bu nokta neden de de büyüme rakamları olumlu gibi izlenim veriyor. HatABD’nin bu kadar büyük bir borcu olduğu ve nasıl bu ta işsizlik verilerinde bile kâğıt üzerinde düzelme var. Ama noktaya gelindiği sorunudur. Ve devamla bunun Ameritüm bu göstergeler aradan geçen sürede sağlanan büyükan kapitalizmi ve dünya kapitalizmi bakımından ne ifade menin ve toparlanmanın işçilerin ücretlerine zerrece yanettiğidir. Yukarıda ayrıntıya girmeden açıklamaya çalıştığısımadığı gerçeğini gizleyemiyor. Hane halkı gelirleri en mız üzere, bu kriz dünya kapitalizminin kırılgan bir zeüstteki dar bir kesim dışında artmış değil, hatta bir kısım min üzerinde durduğunu, dünyanın en güçlü kapitalist için de azalmıştır. Yani devlet kesesinden yapılan transferülkesinin burjuvazisinin dağınıklık içinde olduğunu ve ler tümüyle şirketlerin sermaye büyümesine ve zenginlerin emekçiler için en sıradan iyileştirmeleri bile yapmaya meservetlerine gitmiş, emekçilerin ezici çoğunluğuna zırnık calsiz olduğunu göstermektedir. 2008 krizi Amerikan hakoklatılmamış ya da daha da yoksullaştırılmıştır. Bu mezinesinin içine taşınmış, doların dünya parası kimliği daha seleye biraz daha uzun ölçekte bakacak olursak, Amerikan fazla sorgulanır hale gelmiş, Çin gibi ülkelerin yeni para ekonomisi büyüdüğü halde Amerikan işçi sınıfının reel arayışları güçlenmiş ve meşruiyet kazanmış, ABD’nin bir geliri 1980’lerden bu yana genel olarak azalmaktadır. Örhegemon olarak itibarı zedelenmiştir. neğin ortalama hane halkı geliri 1999’dan 2012’ye yüzde Başta Amerikalı emekçiler açısından olmak üzere 9 oranında düşmüştür. Son 10-12 yıldır yoksulluk sınırı bunların dolaysız anlamı, saldırı programlarının yeni bir altında yaşayan Amerikalıların oranı ya artmış ya aynı düitilimle emekçilerin önüne getirileceğidir. Yeni vergiler, zeyde seyretmiştir. Sağlık sigortası olmayanların oranı yüzsosyal kesintiler, reel ücret kayıpları, daha ağır çalışma ve de 15’in üzerinde seyretmeye devam ediyor. yaşama koşulları… Dahası emekçilerin canlarının sahaya Böylece görmüş bulunuyoruz ki, 2008 krizi emekçisürüleceği ve onlardan başka başka fedakârlıkların istelerin sırtı üzerinde, devasa kurtarmalar, borçlanmalar ve neceği gerici emperyalist savaşlar. Egemenler mevcut örpara basmalar ile Amerikan hazinesinin içine doğru ilergütsüz haliyle bile işçi sınıfından korkmaktadırlar. Kapilemiştir. Şimdi krizin nabzı orada atmaktadır. Daha önce talizmin çürümüşlüğünün her fırsatta ortaya döküldüğü o dev şirketlerin bilançoları bozulmuştu şimdi ise hazinegünümüz koşullarında işçi sınıfının mücadelesinde hiç ninki. kuşkusuz yeni yükselişler göreceğiz. Görev bu mücadeleCumhuriyetçilerin yaptığı, sonuç olarak, Amerikalı leri daha örgütlü kılmak ve kapitalizmi hak ettiği sonuna emekçilerin gözünü iflas ve çöküş ile korkutup ağır kemer kavuşturmaktır. 

22


Afrika’da Yürüyen Emperyalist Kapışma Kerem Dağlı

D

ünyanın gittikçe daha fazla bölgesi emperyalist savaşın alanı haline geliyor. Bazı coğrafyaların talihi ise öteden beri “kara” harflerle yazılmış durumda, tıpkı Afrika gibi… Yüzyıllar boyu Avrupalı sömürgecilerin elinde çekmediği kalmayan, köleleştirilen, aşağılanan, acıların ve sefaletin en derinine mahkûm edilen Afrika halklarının çilesi kapitalizmin bu en “modern” çağında da son bulmuş değil. Çoğu 50’li ve 60’lı yıllarda bağımsızlığını elde eden dünün sömürgesi Afrika ülkelerinde yaşayan halkların özgürlük sevinci çoktandır kursaklarına tıkılmış durumda. Afrika halkları, sömürge olmaktan kurtulmanın kapitalist sömürüden ve emperyalizmden kurtulmaya yetmediğini yaşarak öğreniyorlar. Bağımsızlık hareketlerinin önderleri hızlıca yozlaştılar ve bizzat kendileri Afrikalı işçi ve emekçileri sömürmeye başladılar. Afrika’nın ezilen ve sömürülen emekçileri, bir yandan yerli egemenlerin bir yandan da kıtadan elini hiç çekmeyen emperyalist güçlerin kıskacı altında inliyorlar. Yaşlı kıta, milenyum çağıyla birlikte başta ABD olmak üzere büyük emperyalist güçler ve Çin arasındaki kapışmanın alanına dönüşmüş durumda. ABD emperyalizmi, yakın zamanda dünyanın birinci ekonomik gücü olmaya aday Çin’in kıtadaki etkisini kırmaya ve yayılmasını durdurmaya, kıtanın zengin petrol-doğalgaz-maden kaynak-

larını kontrolü altında tutmaya çalışıyor. Bu amaçla da kıtadaki çatışmaları körüklüyor ve askeri gücünü de sürekli olarak arttırıyor. 2000’li yılların başında sadece eski SSCB yanlısı ülkelerde nüfuz elde edebilen Çin, bugün yıllık 100 milyar doların üstündeki ekonomik hacimle artık Batılı emperyalistlerin geleneksel olarak etkin olduğu Kenya, Somali, Sudan, Güney Afrika, Nijerya gibi ülkelere de el atmış durumdadır. Aynı ülkelerin “terör saldırıları” veya iç savaş derecesindeki çatışmalara boğulmuş olması, bu nedenle hiç de tesadüf değildir. ABD, Fransa, İngiltere ve İtalya gibi emperyalistler bu çatışmaları bilinçli olarak provoke etmekte, bu yolla hem bu ülkelerdeki askeri güçlerini arttırmanın meşru zeminini yaratmakta hem de Çin’le iyi ilişkiler geliştirmeye yönelen ülke yönetimlerine uyarı mesajları vermekteler. Bu çatışma ortamının tarihsel, sosyal ve siyasi zemini eskinin sömürgeci güçleri tarafından çok önceden atılmıştır. Buna içinden geçtiğimiz dönemin ekonomik kriz ve emperyalist savaş koşulları da eklendiğinde, zaten yüzyıllardır “böl ve yönet” politikalarının esiri haline getirilmiş Afrikalıları manipüle etmek ve birbirine kırdırmak çok da zor olmamaktadır. Çin’in artan nüfuzuyla salt ekonomik önlemlerle baş edemeyeceklerinin iyice farkına varan Batılı emperyalistler, askeri anlamda kıtaya yığınak yaptıkça ve Çin’in ya-

23


marksist tutum

yılmasının önüne engeller diktikçe Çin de kıtadaki ABDBatı karşıtı güçleri desteklemekte ve kışkırtmaktadır. Bu güçlerin başında da İslamcı rejimler ve radikal İslamcı hareketler gelmektedir. ABD, dün “anti-komünizm” çerçevesinde besleyip büyüttüğü radikal İslama karşı 11 Eylül sonrasında “terörle mücadele” adı altında savaş açmıştır. ABD emperyalizmi radikal İslamcı hareketlerin eylem ve politikalarını kendi saldırganlığının üzerini örtmek ve Afrika’daki askeri varlığını meşrulaştırmak için bahane olarak kullanmaktadır. Radikal İslamcı grupların “terör” saldırılarını da bölgede yürüyen emperyalist kapışmayla dolaylı ve doğrudan bağları dışında değerlendirmek mümkün değildir. Mali, Nijerya, Sudan ve Somali’deki çatışmaların, son olarak da Kenya’daki saldırıların gündeme taşıdığı tablo bunun kanıtıdır. Son örnekten başlayacak olursak, Kenya’daki El Kaide-El Şebab saldırısını bu çerçeve içinde yorumlamak gerekiyor. 11 Eylül’den bu yana, patlayan bombalar basit birer “terör” eylemi değil, emperyalist savaşın bir parçası ve aracıdır.

Kenya’daki saldırı ve radikal İslam Yakın zaman önce El Kaide’ye katıldığı açıklanan Somali merkezli El Şebab örgütünün Kenya’nın zengin semtlerinden birindeki büyük bir AVM’ye düzenlediği baskının arka planının ele alınması, yukarıda anlatmaya çalıştığımız durumun kavranması açısından önemlidir. Sorulması gereken ilk soru şudur: Bu saldırı neden şimdi ve Kenya’da gerçekleştirilmiştir? Asıl olarak Somali’deki Batı yanlısı geçiş hükümetine karşı mücadele yürüten El Şebab, yaptığı açıklamada, Kenya ve diğer Afrika ülkelerinden derlenmiş “Barış Gücü” askerlerinin Somali’den çekilmesi amacıyla saldırıyı düzenlediğini söylemiştir. Bu saldırı Kenya yönetimini zora sokmuştur ve yakın dönemdeki ilk saldırı da değildir. El Şebab örgütü bir süredir Kenya’da çeşitli küçük çaplı saldırılar düzenlemektedir. Kenya’nın mevcut yönetimi, yakın zamana kadar birbirleriyle savaş halinde olan iki büyük kabilenin temsilcilerinden (devlet başkanı Kenyatta ve yardımcısı Ruto) oluşmaktadır ve kabileler arasında ateşkesin sağlanması pek kolay olmamıştır. Daha da önemlisi, bu yönetime ABD ve diğer Batılı güçlerin sıcak bakmıyor oluşudur. Gıyabi olarak Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanmakta olan bu iki liderin seçimleri kazanmamaları için İngiltere yoğun çaba sarfetmiş, ama başarılı olamamıştır. İngiltere’nin korkusu ticaret hacminin küçülmesi ve ülkedeki askeri üslerin kaybedilmesidir. Kenya’da İngiltere’nin yanı sıra BM’ye ve ABD’ye ait askeri güçler de bulunmaktadır. Somali’deki İslamcı güçlere ve El Şebab örgütüne karşı yürütülen askeri operasyonların merkez üssü Kenya’dadır. Dolayısıyla saldırının Kenyatta-Ruto ikilisini zora sokması ve ülkedeki Batılı askeri güçlerin varlığına

24

Kasım 2013 • sayı: 104

duyulan ihtiyacı arttırması, en çok ABD-İngiltere’nin işine yaramıştır. Toplumsal yapısı da saldırılar için Kenya’nın seçilmesinin tesadüf olmadığına delalet eden özellikler içermektedir. Nüfusunun çoğunluğu Hıristiyan olan ama önemli bir Müslüman azınlığın yaşadığı Kenya’da ciddi sayıda Somalili göçmen bulunmaktadır ve ülkenin kuzeydeki komşularında da (Sudan, Etiyopya, Somali) Müslüman nüfus ağırlıktadır. Sudan ve Somali’de İslamcı hareketler oldukça etkin vaziyettedir. Müslüman karşıtlığı ülkede gittikçe yükselmektedir. Ayrıca ülkedeki iki büyük kabile arasındaki etnik çatışmalar daha yeni sona ermiştir. Yani ülkenin siyasi yapısı, sahip olduğu dinsel ve etnik çelişkiler açısından oldukça kırılgan durumdadır. Bu da ülkeyi emperyalist güçlerin müdahalelerine açık hale getirmektedir. Kenya örneğinin tekil ya da münferit bir olgu olmayıp Afrika’nın pekçok ülkesinde benzer durumların yaşandığı gözönüne alındığında, radikal İslamcı örgütlerin faaliyetlerinin veya saldırılarının emperyalist kapışmayla ilgisi daha rahat kavranacaktır. Radikal İslamcı güçlerle ABD’nin ve diğer Batılı emperyalistlerin ilişkisi göründüğünden daha karmaşıktır. Kimi solcuların yaptığı gibi, “radikal İslamı aslında ABD besliyor” türünden yüzeysel komplo teorileriyle durumun açıklanması mümkün değildir. ABD’nin geçmişte “yeşil kuşak” projesi çerçevesinde genel olarak siyasal İslamı ve çoğu yerde (örneğin Afganistan) radikal İslamcı grupları örgütleyip silahlandırdığı, eğittiği doğrudur. Ama aradan geçen yıllar ve değişen dengeler sonucu bugün

El Şebab’ı doğuran ve güçlenmesine vesile olan bizzat Batı’nın “terörle mücadele”sidir. Gelinen noktada El Şebab, El Kaide çatısı altına da girerek aslında sadece Somali’de değil tüm bölgede etkin bir güç haline gelmeye niyetli olduğunu da ortaya koymuştur.


sayı: 104 • Kasım 2013

ABD ve Batı dünyasının pozisyonu değişmiştir. Siyasal İslam ve paralel olarak radikal İslamcı hareketler çoktandır ABD’nin kontrolünden çıkmış ve bölgede etkili bir aktör durumuna gelmişlerdir. Bu da onların Çin gibi farklı emperyalist güçlerle işbirliği içine girmesine olanak sağlamıştır. Radikal İslamın yükselişine yol açan koşulları yaratan bizzat emperyalist-kapitalizmdir. Bunu El Şebab ve Somali örneği üzerinden görebiliriz. Somali’de 1991 yılında diktatör Siad Barre’nin devrilmesinin ardından ülke karışıklığa sürüklendi. ABD öncülüğündeki BM güçlerinin işgali bu karmaşayı daha da içinden çıkılmaz hale getirdiği gibi bir direnişe de yol açtı ve nihayetinde BM “Barış Gücü” 1995 yılında ülkeden çekildi. Ardından İslam Mahkemeleri Birliği (İMB) adlı siyasi oluşum hâkimiyetini kurdu. Ancak Batı İMB’yi istemediğinden Hıristiyan Etiyopya’nın askeri birlikleri ülkeyi işgal etti ve İMB’yi ülkenin güneyine sürdü. Somali fiilen ikiye bölünmüş oldu. Bu durum İslami hareketin içindeki radikal kanadın güçlenmesini ve öne çıkmasını sağladı, çünkü işgal kuvvetlerine karşı savaşı onlar örgütlediler ve halk da onları destekledi. İMB’nin içinden çıkan El Şebab kısa sürede etkili bir güç haline geldi. Yani El Şebab’ı doğuran ve güçlenmesine vesile olan bizzat Batı’nın “terörle mücadele”si oldu. Gelinen noktada El Şebab, El Kaide çatısı altına da girerek aslında sadece Somali’de değil tüm bölgede etkin bir güç haline gelmeye niyetli olduğunu da ortaya koymuş oldu. Bu örnek, Batılı emperyalistlerin politikalarıyla radikal İslamcı hareketlerin yükselişi arasındaki bağıntıyı ortaya koyması açısından tipiktir. Emperyalistler müdahalelerine zemin oluşturan etnik, dini, ulusal ayrılık ve çatışmalara her zaman ihtiyaç duyar ve bunları kullanırlar. ABD ve diğer Batılı güçler bugün radikal İslamcı güçlerin varlığını emperyalist müdahalelerinin bahanesi olarak da kullanmaktadırlar.

Terörle mücadele bahanesiyle emperyalist tahkimat Radikal İslamı ve korsanları bahane eden ABD, bugün Somali’yi adeta Doğu Afrika’daki ileri karakolu haline getirmiştir. Komşu Cibuti’deki Camp Lemonier ile birlikte Somali El Kaide’ye yönelik operasyonlar için üs konumundadır. Somali’deki Afrika Birliği Misyonu’nda (AMISOM) ABD destekli 17 binden fazla asker bulunuyor. Afrika ülkelerinden derlenen bu askerler bizzat Pentagon tarafından eğitilip finanse ediliyorlar. Somali yeni petrol yataklarının bulunduğu bir yer. Ülkenin kuzey bölgesinde kısa süre önce bulunan petrol Kanadalı ve İngiliz şirketler eliyle çıkartılıyor. Batılı güçlerin desteğini arkasına alan Fransa, yakın zaman önce yine İslamcı terörizmi bahane ederek Mali’ye operasyonlar düzenlemişti. İslamcı güçlerin püskür-

marksist tutum

tülmesine rağmen Fransa birlikleri yerleşik hale geçtiler. Mali ordusu zaten AFRICOM’la (ABD’nin Afrika Komutanlığı) sıkı ilişkideydi; Mali ordusu AFRICOM tarafından eğitiliyor, ortak askeri tatbikatlar yapılıyordu. Ama nedense (!) bu ordu darbeyle iktidarı ele geçirdi (kuzeydeki Tuareg isyanının bastırılamadığı gerekçesiyle) ve kuzeydeki durumun daha da kötüleşmesine yol açtı. Azavad Kurtuluş Hareketi adlı İslamcı grup bağımsızlığını ilan etti ve ardından da Fransa’nın operasyonu geldi. Şu anda Fransa’nın yanı sıra binlerce ABD-İngiltere-Alman askeri de ülkede konuşlanmış durumda. Ülke, Güney Afrika ve Gana’nın ardından Afrika’nın en büyük üçüncü altın üreticisi. Mali ayrıca, Fransız şirketleri tarafından işletilen uranyum yataklarına da sahip. Ekim ayının sonlarına doğru Sudan’da da benzer gelişmeler yaşandı. İsrail, İran ve Sudan’ın ortak askeri faaliyetler içine girmesi sebebiyle Sudan ordusuna ait bir fabrikayı bombaladı. Üstelik bu saldırı ilk değildi. Ayrıca yakın dönemlere kadar Afrika’nın en büyük yüzölçümüne sahip ülkesi olan Sudan, bizzat emperyalist kapışmaların bir sonucu olarak bölünmüştü. Binlerce insanın ölümüne ve yüz binlercesinin göç etmesine, halkın sefaletinin kat kat artmasına yol açan iç savaş hâlâ tam anlamıyla sona ermiş değil. Şimdi de ülkenin batısındaki Darfur bölgesinin kopartılması için emperyalist müdahaleler ve kışkırtmalar devam ediyor. ABD yönetimi, Batı karşıtı bir direniş hareketini bahane ederek (Joseph Kony) Sudan’a ve diğer bölge ülkelerine (Uganda, Orta Afrika Cumhuriyeti, Güney Sudan, Demokratik Kongo Cumhuriyeti) sürekli yeni birlikler sevkediyor. Ülke zengin petrol kaynaklarına sahip. Özellikle Güney Sudan’da Çin’in ulusal petrol şirketi CNPC en büyük aktör durumunda idi. Fakat yaşanan iç savaş ve ardından gelen bölünme sonucunda Çin, Güney Sudan’daki imtiyazlarının önemli bir bölümünü yitirdi. Güney Sudan yönetimi tarafından desteklenen silahlı gruplar, özellikle Çin’in işlettiği petrol sahalarında silahlı eylemler düzenliyorlar. Çin 1990’lı yılların sonlarından itibaren, Sudan’a milyarlarca dolar yatırım yaptı. Bu noktadan bakıldığında Sudan, Çin için büyük bir kayıp gibi görünüyor. Petrol sahalarında istikrarı bozan bu silahlı grupların, Eritre ve Çad tarafından desteklendiği de ileri sürülüyor. Çad askerleri ise ABD’nin “İslami Terörizmle Mücadele Stratejisi” kapsamında bir süredir eğitiliyor. ABD-Çin rekabetinin önemli cephelerinden biri olan Kongo da geniş ve kilit öneme sahip coğrafyasının yanı sıra, trilyonlarca dolarlık ekonomik değerle ifade edilen maden rezervlerine sahip bir ülke. Çin, Kongo’dan önemli miktarda, sanayide kullanılan tantal tozu ithal ediyor. Bu ülkeyle Çin arasındaki dış ticaret hacmi 10 milyar dolara yaklaşmış durumda. ABD ve İngiltere ikilisi, eskiden SSCB yanlısı olan ve sonrasında da Çin’le iyi ilişkiler geliştiren bu ülkeyi dize getirmek için, ülkenin komşuları olan Ruanda ve Uganda’yla anlaşmazlığını körüklemiş,

25


Kasım 2013 • sayı: 104

marksist tutum

Yatırımlarını ve çıkarlarını korumak için ABD 2007 yılında AFRICOM’u kurmuş ve kıtaya yönelik tüm ekonomik-siyasiaskeri faaliyetini tek bir merkeze bağlamıştır. AFRICOM, emperyalizmin geldiği noktada ekonomik-siyasiaskeri faaliyetlerin birbirinden nasıl kopmaz biçimde yürütüldüğünün de göstergesidir.

26

90’lı yıllardan 2003’e kadar devam eden savaşta da Ruanda-Uganda’yı desteklemişlerdi. Kongo’nun bu ülkelerle sorunları hâlâ bitmiş değildir ve savaş ihtimali ABD-İngiltere tarafından bir baskı aracı olarak kullanılmaktadır. 2010 yılında bulunan zengin petrol rezervlerinin en önemli alıcısı da ABD olmuştur. Kuzeyinde Müslüman nüfusun, güneyinde ise Hıristiyan nüfusun yoğun olarak yaşadığı Nijerya da, siyasi istikrar kavramını çoktan unutmuş durumdaki Afrika ülkelerinden biridir. Çünkü Nijerya, Güney Afrika ile birlikte Çin’in Afrika’daki en önemli ticari ortaklarındandır. Dolayısıyla ABD’nin de potansiyel askeri etkinlik alanlarından biri durumundadır. Nijerya’da Çin ve Güney Afrika’nın ortak petrol üretimi 200 bin varil civarındadır. Halen ABD’li Exxon ve Chevron ile İngiltere-Hollanda’ya ait Shell firmalarının faaliyet gösterdiği Nijerya, Çin’le ilişkilerini geliştirmeye başladığından beri şiddetli çatışmalarla boğuşuyor. Kısacası geçmişte Avrupa’nın sömürgeci devletlerinin rekabetine konu olan Afrika, bugün de emperyalist güçler arasındaki kapışmaya teslim olmuş durumdadır. Çin’in önünü kesmek isteyen ABD ve diğer Batılı güçlerin politikaları nedeniyle darbeler, siyasi karışıklıklar, savaşlar ve iç savaşlar kıtada eksik olmamaktadır. Tabii bir dolu sosyal sorunu, AIDS salgınlarını ve açlığı, kuraklığı da buna eklemek gerekir.

Afrika’da ABD-Çin rekabeti Afrika, sahip olduğu petrol-doğalgaz-maden yatakları nedeniyle gittikçe daha fazla önem arz eder hale gelmektedir. 80’lere kadar asıl olarak

elmas madenlerine ve değerli mineral yataklarına dadanmış olan Batılı tekellerin iştahını 90’lardan bu yana petrol ve doğalgaz rezervleri kabartmaktadır. BP’nin verilerine göre Afrika dünyanın kanıtlanmış petrol rezervlerinin %10’una sahiptir. Bu oran Ortadoğu’nun %57’lik potansiyeline göre pek fazla görünmese de, 2025 yılına kadar Afrika’nın rezervlerinde %90’lık bir artış olacağı öngörülmektedir. Doğalgaz açısından da Afrika dünyanın dördüncü büyük doğalgaz bölgesi sayılmaktadır. Nijerya, Mısır, Cezayir ve Libya önemli doğalgaz ülkeleridir. Büyük ekonomilerin artan petrol ve enerji ihtiyacı göz önüne alındığında bu potansiyelin es geçilmesi mümkün değildir. Örneğin Ortadoğu petrolüne bağımlılığı bilinen ABD, önümüzdeki 10 yıllık süreçte petrol ihtiyacının dörtte birini Afrika’dan karşılamayı planlamaktadır. Bu yüzden de büyük petrol şirketlerini Afrika’da yatırım yapmaları konusunda teşvik etmektedir. Amerikan tekelleri bu bağlamda son on yıllık dönem içinde 40 milyar dolarlık yatırım yapmışlardır. Ve gerek bu yatırımların gerekse de petrol-doğalgaz-maden kaynaklarının güvenliğinin sağlanması, petrol üretimindeki istikrarın süreklilik arz etmesi ve enerji nakil hatlarının korunması ABD için hayati derecede önemlidir. Yatırımlarını ve çıkarlarını korumak için ABD 2007 yılında AFRICOM’u kurmuş ve kıtaya yönelik tüm ekonomik-siyasi-askeri faaliyetini tek bir merkeze bağlamıştır. Nitekim AFRICOM’un program ve görev listesinde “kalkınma-sağlık-eğitim-demokraside büyümeyi sağlama”, “AIDS’le mücadele” gibi hususlar bulunmaktadır. AFRICOM adlı oluşum, emperyalizmin geldiği noktada ekonomiksiyasi-askeri faaliyetlerin birbirinden nasıl kopmaz biçimde yürütüldüğünün de göstergesidir. Kriz, hegemonya yarışı ve savaş kızıştıkça, AFRICOM örneği istisna olmaktan çıkmakta, genel kaide haline gelmektedir. Ne var ki ABD’nin ve ona eşlik eden Batılı güçlerin faaliyetleri Çin’in kıtadaki ekonomik yayılmasını durdurmaya yetmemektedir. Bunun başlıca sebebi, en Batı yanlısı yönetimlerin bile, sömürgeci geçmişlerinden ötürü ABD-Batı ittifakına duyduğu güvensizliktir. Batılılara göre çok daha yeni bir güç olan Çin, Afrikalı burjuvalara, nispeten daha fazla


sayı: 104 • Kasım 2013

avantaj sağlayacak politikalar izlemektedir. Çin’in Afrika ülkeleriyle ekonomik ilişkisi yıllık 100 milyar doları geçmiş durumdadır. Giderek büyüyen ekonomisinin enerji-hammadde ihtiyacını karşılamak ve mallarına yeni pazarlar bulmak zorunda olan Çin için de Afrika vazgeçilmez alanlardan biridir. Çin öne geçmek için Afrika ülkelerine uygun ve uzun vadeli krediler vermektedir. 34 ülkede yatırımları bulunmaktadır ve 14 ülkeyle de çifte vergilendirmenin kaldırılmasına yönelik anlaşması vardır. Kıtada faaliyet gösteren Çinli şirket sayısı 800’e ulaşmış durumdadır ve 1 milyon Çinli Afrika’da yaşamaktadır. Petrol ihtiyacının %30’unu bu kıtadan karşılayan Çin’in ayrıca ilaç ve tekstil fabrikaları bulunmakta, baraj, köprü ve yol inşaatları da hızla artmakta, madencilik ve elektrik üretiminde de yatırımları bulunmaktadır. Ancak ABD-Batı ittifakının askeri gücü karşısında sadece ekonomik yöntemlerle ilerleme kaydedemeyeceğinin farkında olan Çin, Sudan, Zimbabve, Nijerya, Kongo gibi ülkelerle askeri ilişkiler de kurmuş durumdadır. Ayrıca çatışma bölgelerine de yoğun silah satışı yapmaktadır.

Afrika nasıl kurtulur? Afrika kıtasında yürüyen bu emperyalist kapışmanın Afrikalı halklara neye malolduğu az çok herkesin malûmudur. Emperyalist rekabet Afrika’daki siyasi istikrarsızlığı daha da pekiştirmektedir. Kıtanın her yanı bitmek bilmeyen iç savaşlarla, etnik-dini çatışmalarla, savaş ağalarıyla, sözde “özgürlük” veya “kurtuluş” ordularıyla doludur. Ülkelerin çoğu oldukça zengin kaynaklara sahip olmalarına rağmen burjuva rejimler elde ettikleri gelirleri silahlanmaya ve iktidarlarını korumaya harcamaktadırlar. Kıtadaki açlığı, sefaleti, ağır yoksulluğu ve işsizliği, salgın hastalıkları bir nebze olsun azaltacak bir ekonomik düzelme sağlayacak yönde gelişmelerden bahsetmek oldukça zordur. Sermaye yatırımları ağırlıklı olarak yeraltı kaynaklarının çıkarılmasına, işlenmesine ve ithalatına yöneliktir. İşsizliğin ve yoksulluğun önemli sebeplerinden biri budur. Tarım alanlarının maden işletmelerine çevrilmesi, tarıma kapatılması ya da gıda dışı tarıma ayrılması açlığın katlanmasına katkıda bulunmaktadır. Afrika’nın ekonomiksiyasal-toplumsal sorunları adeta birbirini besleyen bir sarmal haline gelmiştir ve burjuva iktidarlar eliyle, hele ki emperyalist kapışma-

marksist tutum

nın gittikçe kızıştığı bir ortamda, bu tablonun değişmesi mümkün değildir. Bu kısır döngüyü kıracak olan tek şey Afrikalı işçi ve emekçilerin örgütlü mücadelesidir. Ama son dönemde gelişen sınıf hareketi bu tabloyu değiştirmekten henüz oldukça uzaktır. Kıtanın Güney Afrika, Nijerya, Kenya gibi nispeten gelişmiş ülkelerinde işçi sınıfı son dönemde genel bir hareketlilik içinde olsa da bağımsız bir siyasi örgütlülük yaratılabilmiş değildir. Bu yüzden de işçiler ve emekçiler, dünyanın her yerinde olduğu gibi, ya burjuva kamplardan birinin peşine takılmakta ya da mücadeleleri ekonomik çerçeveyle sınırlı kalmaktadır. Alternatif yokluğunda özellikle radikal İslamcı hareketler güç kazanmaktadır. Bu yüzden de siyasi mücadele İslamcı aşırılık ile Batının modern değerleri arasında cereyan ediyor gibi görünmektedir. Bağımsız bir siyasal hat oluşturamadığı için bu ikileme hapsolan sınıf hareketleri ise burjuva kutuplaşmanın esiri olmaktan kurtulamamaktadırlar. Sosyalist hareketin bir kesimi de siyasal İslama karşı diğer burjuva güçlerin yanında saf tutmakta, hatta Mısır örneğinde olduğu gibi işi darbecileri desteklemeye kadar vardırmakta; bir yandan siyasal İslamı Amerikan emperyalizminin bir komplosu olarak açıklamaya çalışırken diğer yandan siyasal İslama karşı olduğu için örneğin Fransa’nın Mali’deki emperyalist müdahalesini destekleyerek çelişkiye düşmektedir. Sosyalist hareketin gerçek işlevini görebilmesi ve bağımsız bir sınıf hareketi yaratabilmesi için dogmalardan ve önyargılardan kurtulması, ezberini bozması ve Marksizmin ışık tuttuğu yola girmesi şarttır. Ancak bu sayede yükselen sınıf hareketinin enerjisi devrimci bir kanala akıtılabilecek ve sosyalist devrimler mümkün hale gelecektir. Yoksa Mısır ve Tunus örneğinde olduğu gibi kitlelerin kendiliğinden hareketi ve ayaklanması tek başına sorunları çözmeye yetmemektedir. Oysa birbirini tetikleyecek sosyalist devrimler sonucu işçi sınıfı Afrika’nın belli başlı ülkelerinde iktidarı ele geçirdiğinde, hem yerli burjuvaları hem de onlarla işbirliği içindeki emperyalist güçleri defetmek mümkün olacak; yaşlı kıtanın makûs talihini değiştirmek imkânı doğacaktır. İşçi iktidarı altındaki planlı ve merkezi bir ekonomi yönetimi, kıtanın kangren haline gelmiş sorunlarını çözecek ve kıtanın yüzlerce yıllık kaderini kısa sürede değiştirecek potansiyele sahiptir. 

27


Mısır ve Tunus’ta Son Gelişmeler Suphi Koray

A

rap coğrafyasını sarsan halk isyanları her ülkenin kendi özgüllüğüne göre başladı, devam etti, sönümlendi veya farklı biçimlere büründü. Tunus’ta başlayan isyan dalgası Mısır’dan Libya’ya, Bahreyn’den Suriye’ye kadar yayıldı. Kimi ülkelerde çok büyük altüstlüklere sebep olan bu hareketler, bazı ülkelerde ise egemenlerin politikaları ve bölgedeki emperyalist kamplaşmalar gibi sebeplerle daha kolay savuşturulabildi. Tunus, Libya ve Mısır’da diktatörler devrilirken, Suriye’de iç savaş devam ediyor. Bin Ali’nin devrildiği Tunus’tan sonra 25 Ocak 2011’de bölgenin kilit ülkesi konumunda olan Mısır’da kitleler Mübarek diktatörlüğüne karşı sokaklara döküldüler, Mübarek istifa edene kadar Tahrir Meydanı’nı terk etmeyeceklerini açıkladılar. Başlangıçta kitlelerin talepleri karşısında geri adım atmayacağını deklare eden Mübarek, sonunda 11 Şubatta istifa etmek zorunda kaldı. Kitlesel mücadele sonunda Mısır halkı Mübarek’i koltuğundan alaşağı etmişti ama rejim yerli yerinde kalmıştı. Mübarek’in istifasının ardından YAK (Yüksek Askeri Konsey) yani askeri cunta yönetimi devraldı ve seçimler yapılana kadar iktidarı elinde tuttu. Mısır ordusu burjuvazinin hizmetindeki bürokrasinin bir parçası olmaktan öte, hem ekonomik hem de siyasi bakımdan çok güçlü bir konuma sahip. Bu sebeple, yönetimde olduğu süreçte ordu aynı zamanda kendi yetkilerini de arttırarak geleceğini seçimler sonrasında da garanti altına almaya çalıştı. Cumhurbaşkanlığı seçimleri ancak Mübarek’in devrilişinden 1,5 yıl sonra yapılabildi. YAK, 4 adayı veto ettiği için çıkan çatışmalarda yüzlerce kişi öldü, çok daha fazlası yaralandı. Nihayetinde 2012 Haziranında Müslüman

28

Kardeşler’in adayı Mursi seçimlerden galip çıktı ve Mısır’ın seçimle işbaşına gelen ilk cumhurbaşkanı oldu. Ne var ki Mursi çıkardığı yasa ve kararnamelerle cumhurbaşkanlığı yetkilerini arttırdı ve “tek adam” olma yönünde ilerledi. Seçim öncesinde bulunduğu vaatlerin hiçbirisini yerine getirmeyen Mursi’nin, demokrasiyi nalıncı keseri gibi hep kendine yontması kitlelerde büyük bir tepkinin oluşmasına sebep oldu. Sonuç olarak, daha önce Mübarek’i deviren kitleler bu sefer de Mursi’ye karşı ayağa kalktılar. Ancak bütün kitleselliğine rağmen, oyunun ikinci perdesi de aynı şekilde sona erdi. Ayağa kalkan kitlelere yol gösterecek proleter bir önderlik olmadığı için, kitlelerin hoşnutsuzluğunu bahane olarak kullanan ordu iktidarı yeniden ele geçirdi. Mursi ironik bir biçimde seçimlerden sonra “seçimleri demokratik bir şekilde koruyan şerefli Mısır askerleri” diyerek övdüğü ordu tarafından darbeyle alaşağı edildi. Üstelik darbe, Tantavi’ye güvenmediği için bizzat Mursi’nin atadığı yeni genelkurmay başkanı Sisi tarafından yapıldı. Mursi yanlıları darbe karşıtı gösterilerle devrik Cumhurbaşkanını kurtarmaya çalıştılarsa da bunda başarılı olamadılar. Adeviye Meydanı Mursi yanlılarının Tahrir Meydanı oldu. Ordu, eylemlere katılanlara acımasızca saldırdı ve çok sayıda insanı öldürerek direnişin önemli oranda kırılmasını sağladı. Mursi’nin devrilişinden bu yana çıkan çatışmalarda bini aşkın insan öldü. Sadece 14 Ağustostaki çatışmalarda en az 300 kişinin öldürüldüğü söyleniyor. Kimi kaynaklara göre bu sayı çok daha fazla. Son olarak İsrail-Arap savaşının 40. yıldönümü vesilesiyle 6 Ekimde yapılan gösterilerde 57 kişi hayatını kaybetti. Ordu Kahire’de hava gösterileri ile zafer kutlamaları yaparken, mey-


sayı: 104 • Kasım 2013

dana girmek isteyen Müslüman Kardeşler yanlıları ile ordu güçleri arasında çatışmalar yaşanıyordu. Mursi yanlılarının protesto gösterileri kitlesel olmasa da devam ediyor. “Darbeyi Ret ve Meşruiyete Destek İçin Ulusal İttifak Hareketi” adı altında bir araya gelen Mursi destekçileri 4 Kasımda kitlesel bir gösteri yapmayı planlıyor.

Ne olacak? Darbe sonrası oluşturulan geçici hükümet, Mübarek dönemi unsurlarını da barındırıyor. Mübarek burjuvazisi ve onun destekçileri, eşyanın doğası gereği, siyasi ve ekonomik pozisyonlarını kaybetmek istemiyorlardı. Ancak konjonktürel olarak eski yönetim biçimiyle mevcut iktidarlarını koruyamayacaklarının da farkındaydılar. Hem içerde gelişen halk tepkisinden dolayı, hem de emperyalistlerin kırmızıçizgilerinin aşılmaması için Mübarek feda edilmişti. Mısır egemenleri için önemli olan Mübarek değildi, önemli olan müesses nizamın korunmasıydı. Emperyalistler kırmızıçizgileri de (hareketin kapitalist düzeni hedef almaması; İran’ın bölgesel nüfuzunu arttırmaması; İsrail’in konumunu sarsmaması) her zaman kişilerden daha önemli bulmuşlardır. Bu çizgiler aşılmadığı sürece emperyalistler kitle hareketlerini kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye çalışırlar. Nitekim Mübarek’in gitmesine cevaz veren ABD, Müslüman Kardeşler’in İslamcı politikasına da güven duymadığı için bu sefer de Mursi’yi deviren darbeyi destekledi. Elbette hem başta ABD olmak üzere emperyalistler, hem de Mısır ordusu, Mübarek rejimini olduğu gibi yeniden tesis etmeyi düşünmüyorlar. 2011’deki halk ayaklanmasıyla başlayan süreç bunun mantıklı ve mümkün olmadığını açıkça gösteriyor. On yıllardır askeri diktatörlükle

marksist tutum

yönetilen Mısır halkı, ekonomik ve demokratik hakları için mücadele etmesini öğrenmiş bulunuyor. Ölümlere, katliamlara, baskılara rağmen kitleler sokaklara çıkmaktan, polisle, askerle çatışmaktan korkmuyorlar. Gösteriler, çatışmalar ve istikrarsızlık başta turizm olmak üzere tüm sektörleri etkilemiş durumda. Bölgede faaliyet gösteren uluslararası tekeller üretimlerini diğer ülkelere kaydırıyorlar. Bu yüzden hem emperyalistler hem de Mısırlı egemenler istikrarın bir an önce sağlanması için çabalıyorlar. Bu darbeyle eski güç dengelerinin yeniden tesis edilmesi amaçlanmaktadır: “Darbenin amacı, kitle seferberliğini suiistimal ederek İhvan hükümetini devirmek, Müslüman Kardeşler’i bir taraftan devlet terörüyle ve kitle katliamlarıyla ezmek, bir taraftan da bu basınç altında başkalaştırarak daha da evcilleştirmek, sözümona «devrime» sahip çıkar bir pozisyonda kalarak kitle hareketini pörsüterek sönümlendirmek ve sonuçta da Mübarek rejimi dönemindeki güç dengelerini yeniden tesis ederek demokratik bir makyajla da olsa ordu merkezli otoriter rejimi restore etmektir. Kuşkusuz Mübarek rejimi aynen ihya edilemez, çünkü bu rejim hem iç gelişmeleri karşılayamaz hale gelmişti hem de artık emperyalist güçler açısından iş göremez bir noktaya kaymıştı. Restorasyonla kastımız, Mübarek rejiminden nemalanan burjuvazinin ve askersivil bürokrasinin hegemonik pozisyonunu restore etmek ve bunu eskisine göre daha demokratik görünümlerde bile olsa özünde yine otoriter bir burjuva rejimle sürdürmektir.” (Oktay Baran, Mısır’da İsyan, Darbe ve Zorunlu Dersler, MT, Eylül 2013) Mısır’da yaşanan son gelişmeler bu satırlarımızı doğruluyor. Önce Mübarek serbest bırakıldı, ardından da Müslüman Kardeşler örgütü yasadışı ilan edildi. On yıllardır yasaklı olan Müslüman Kardeşler, Mübarek’in devMursi yanlıları darbe karşıtı gösterilerle devrik Cumhurbaşkanını kurtarmaya çalıştılarsa da bunda başarılı olamadılar. Adeviye Meydanı Mursi yanlılarının Tahrir Meydanı oldu. Ordu, eylemlere katılanlara acımasızca saldırdı ve çok sayıda insanı öldürerek direnişin önemli oranda kırılmasını sağladı. Mursi’nin devrilişinden bu yana çıkan çatışmalarda bini aşkın insan öldü.

29


Kasım 2013 • sayı: 104

marksist tutum

rilmesinden sonra “sivil toplum örgütü” statüsü kazanarak legal faaliyet yürütmeye başlamıştı. Ancak darbe sonrasında mahkeme tarafından “Müslüman Kardeşler örgütünün her türlü sivil toplum faaliyetinin ve ondan türeyen tüm organizasyonların yasaklanmasına” karar verildi. Temyiz aşamasındaki bu karar henüz kesinleşmediyse de, İhvan hükümet tarafından sivil toplum kuruluşları listesinden çıkarıldı bile. Bu karar, aynı zamanda İhvan tarafından kurulan Hürriyet ve Adalet Partisi’nin de darbecilerin hedefinde olduğunu gösteriyor. Çünkü yasaklama sadece Müslüman Kardeşler örgütüne getirilmemiş, kararda ondan türeyen tüm organizasyonların da yasaklandığı özellikle belirtilmiş. Nitekim henüz bağlayıcılığı olmasa da Devlet Hukuk Heyeti’nin partinin mahkeme tarafından yasaklanmasını tavsiye ettiği gelen haberler arasında yer alıyor. Mursi halen tutuklu bulunuyor. “5 Aralıkta cumhurbaşkanlığı önünde anayasal düzenlemeleri protesto eden eylemcileri öldürmeye teşvik etmek” suçundan yargılanacak devrik Cumhurbaşkanının ilk mahkemesi 4 Kasımda görülecek. Mursi’nin yanı sıra tutuklu olan ve aynı suçtan yargılanacak başka İhvan yöneticileri de var. İhvan’ın hukuk bürosunun yaptığı açıklamaya göre, Mursi mahkemeyi tanımadığı için duruşmada savunma avukatları bulunmayacak. Darbeci Sisi ise cumhurbaşkanı adayı olarak parlatılıyor. Darbe destekçileri tarafından Sisi’nin aday olması için büyük bir kampanya başlatılmış durumda, her tarafa Sisi posterleri asılıyor, bir halk kahramanı yaratılmaya çalışılıyor. Mısır’ı ancak güçlü bir liderin kurtarabileceği düşüncesi empoze ediliyor. Farklı bağlamlarda olsa da Kenan Evren’in 12 Eylül darbesinde yıldızının nasıl parlatıldığını bilenlere “kurtarıcı Sisi” portesi hiç de yabancı gelmiyordur.

30

Mısır’da Mursi devrildi ama sorunlar olduğu gibi duruyor. Mursi’nin devrilmesinde önemli payı olan elektrik, su ve gaz kesintileri darbeden sonra sona ermiş olsa da, ülkede kargaşa devam ediyor. Sıkıyönetim uygulamaları devam ediyor. Sina Yarımadasında silahlı güçler güvenlik güçleri ile çatışıyor. Başta Kahire olmak üzere çeşitli kentlerde çatışmalar, bombalı saldırılar gerçekleştiriliyor. İçişleri Bakanının konvoyuna bombalı araçla suikast girişiminde bulunuldu. Bakanın sağ kurtulduğu saldırıda 10 kişi yaralandı. Mansura kentinde emniyet müdürlüğü hedef alındı.1 kişi öldü, 17 kişi yaralandı. Hıristiyan Kıptilerin düğününe yapılan bombalı saldırıda, içlerinde 8 yaşındaki bir çocuğun da olduğu 3 kişi öldü. Bu saldırıdan sorumlu tutulan İhvan, suçlamaları kabul etmeyerek yapılan saldırıyı kınadı. Elbette burjuvazinin kendi içinde çatışmaya girdiği böyle kritik süreçlerde taraflar provokasyonlara girişir, at izi it izine karışır. Sivillerin de öldüğü saldırılar faili meçhul kalır. Mısırlı emekçilerin sorunlarını ne darbeciler ne de İhvan çözebilir, tersine bu sorunların kaynağı onlardır. Yüz günde Mısır’ın sorunlarını çözeceğini iddia eden Mursi gibi, geçici hükümet de, geçici hükümet sonrası kurulacak başka bir burjuva hükümet de Mısır emekçilerinin derdine derman olamaz. Mısırlı emekçilerin kendi bağımsız sınıf siyasetleri temelinde mücadele etmeleri gerekiyor. Burjuva kamplardan birinin peşine takılmaları, “devrimimiz elimizden çalındı” hissini yaşamaya devam edecekleri anlamına gelecektir. Maalesef sosyalist hareket de bu konuda devrimci bir çizgi izlemekten uzak bulunuyor. Örneğin Mısır Komünist Partisi “Söz konusu olan askerî darbe değil, Mısır halkının bu faşist yönetimi devrimci bir hücumla ortadan kaldırmasıdır. Ordu halkın iradesini yerine getirdi, halkı Müslüman Kardeşler ile silahlı terörist müttefiklerinin komplolarından korudu” düşüncesindedir.

Tunus’ta neler oluyor? Arap halklarının isyanlarının başlangıç durağı olan Tunus’ta da tıpkı Mısır’da olduğu gibi, diktatör Bin Ali’nin gitmesi emekçilerin sorunlarının çözülmesi için yeterli değildi. İşçi ve emekçilerin örgütlülükten yoksun olmaları İslamcı Ennahda Hareketinin öne çıkmasını sağladı. 2011


sayı: 104 • Kasım 2013

marksist tutum “Devrimimiz elimizden alındı” diye hisseden emekçiler sorunlarının çözümü ve ihtiyaçlarının karşılanması için eylemler düzenlemeye devam ediyorlar. Son olarak 23 Ekimde başkentte düzenlenen gösteride binlerce insan Ennahda hükümetinin istifasını istedi.

yılının Ekim ayında yapılan seçimlerin galibi Ennahda oldu ve başını Ennahda’nın çektiği bir koalisyon hükümeti kuruldu. İhvan ile ideolojik bağı olan Ennahda, işçi ve emekçilerin ne yoksulluk ve sefaletine son verdi ne de demokrasi ihtiyacını karşılayabildi. Tersine, hükümet bilindik kemer sıkma politikalarını hayata geçirmeye başladı. Bu yüzden “devrimimiz elimizden alındı” diye hisseden emekçiler sorunlarının çözümü ve ihtiyaçlarının karşılanması için eylemler düzenlemeye devam ettiler. Kitlesel bir desteğe sahip olmayan hükümete karşı gösteriler artmaya başladı. Tüm bunların üzerine Halk Cephesi liderlerinden Belaid’in öldürülmesi, hükümete karşı tepkiyi daha da arttırdı. Tekrar ayağa kalkan kitleleri pasifize etmek için Başbakan istifa etti; yerine İçişleri Bakanı Ali Larayedh getirildi. Ancak bu istifa da öfkeyi dindirmedi. Belaid suikastının ardından Temmuz ayında Halk Cephesi’nden bu kez de Muhammed İbrahimi’nin öldürülmesi hükümete yönelen tepkiyi daha da arttırdı. Bu suikastların ardında hükümetin olduğunu düşünen 50’den fazla milletvekili Kurucu Meclisi boykot etti. Kurucu Meclis çalışmalarına ara vermek zorunda kaldı. Görünen o ki, uzlaşma sağlanamadığı için yazımı gecikmiş olan Anayasanın kabulü bir başka bahara kaldı. Diktatörü devirdik diye sevinen Tunus halkı, demokratik adımların atılmaması nedeniyle öfkeli. Ekonomik durum da demokratik durumdan farklı değil. İşsizlik Bin Ali döneminin bile üzerinde seyrediyor. Fiyatlar artarken, emekçilerin cebine giren para azalıyor. 2013 bütçe açığı toplam bütçenin dörtte biri kadar. “Ne adalet var ne de iş!” diyen emekçiler sık sık sokaklara çıkıyor. Emekçilerin bu tepkisini bu sefer de diğer burjuva kanadı temsil eden hükümet karşıtı cephe örgütlüyor. Bu cephenin içerisinde liberaller, sol partiler ve eski dönemin kalıntıları bulunuyor. Ennahda karşıtı cephe ile hü-

kümet arasında arabuluculuğu ise UGGT (Tunus Genel İşçi Sendikası) yapıyor. UGGT de siyasi krize çözümün ancak hükümetin istifası ile bulunabileceğini düşünüyor. Müzakereler sonunda hükümet istifa etmeyi kabul etti. Mısır’daki darbeden sonra, hükümet Mursi gibi uzlaşmaz bir tutum sergilemek yerine muhalefetle müzakere yolunu tercih etti. Tunus ordusu Mısır ordusu kadar büyük bir güce sahip olmadığı için ordunun bir darbe girişiminde bulunması beklenmiyordu. Artan protestolar, parlamento binası önünde yeniden “halk rejimin düşmesini istiyor” sloganlarının yükselmesi, hükümetin daha uzlaşmacı bir siyaset izlemesine yol açtı. Başbakan geçtiğimiz günlerde üç hafta içinde istifa edeceğini açıkladı ve hükümetle muhalefet arasında Ulusal Diyalog Süreci adı verilen görüşmeler başladı. Buna göre seçimlerin yapılması, anayasa taslağı hazırlanması ve yeni hükümetin kurulması için komiteler oluşturulacak. Mısır gibi Tunus’ta da işçi ve emekçilerin bağımsız politikasını izleyebilecek bir parti bulunmuyor. Sosyalistlerin kurduğu Halk Cephesi ikinci suikastın ardından Tunus için Birlik Koalisyonu ile birleşerek Ulusal Kurtuluş Cephesini oluşturdu. Ennahda’ya karşı politika yürütmek adına laik milliyetçi burjuva partilerle aynı safta yer aldılar. Mısır’da da Tunus’ta da işçi ve emekçilerin sorunlarını mevcut hükümetler çözemeyeceği gibi yeni bir burjuva hükümet de çözemez. İster İslamcı olsun ister laik, ister İhvancı olsun ister Nasırcı, bütün burjuva hükümetler temsilcisi olduğu sınıf için çalışır. Bunun anlamı ve sonucu da işçilerin sorunlarının katmerleşmesidir. İşçi ve emekçilerin en yakıcı sorunu örgütsüzlüğüdür. Bu sorun çözülmezse, burjuvazinin şu veya bu kanadı, yıllardır kitlelerin bağrında birikmiş öfkeyi kendi çıkarlarına payanda etmeye devam edecektir. 

31


Hollywood İşkencecilerin Hizmetinde İlkay Meriç

E

gemen sınıfın, yıldırma, sindirme, cezalandırma, itirafa zorlama gibi amaçlarla sıkça başvurduğu işkence, dünyanın pek çok ülkesinde halen sistematik bir şekilde uygulanmaya devam ediyor. Türkiye’nin de aralarında olduğu 150’den fazla devlet tarafından bağlayıcı kabul edilen “İşkenceye Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi”nde, bir kişinin, onu itirafa zorlamak, bilgi almak, korkutmak, cezalandırmak gibi amaçlarla fiziksel ya da ruhsal olarak ciddi acı ya da ıstırap veren uygulamalara maruz bırakılması işkence olarak tanımlanıyor. Sözleşmede, işkence yapmanın kesinlikle hiçbir mazereti olmadığı, savaş, sıkıyönetim, ayaklanma ya da herhangi bir olağanüstü durumda dahi işkenceye asla izin verilemeyeceği ve işkencenin asla meşrulaştırılamayacağı söyleniyor. Benzer şekilde, bu sözleşmeye ve aynı içerikteki diğer uluslararası sözleşmelere imza atan devletlerin yasalarında da işkence insanlıkdışı bir uygulama olarak mahkûm edilip, işkence yapan kamu görevlilerinin cezalandırılmaları öngörülüyor. Ne var ki söz konusu sözleşmeleri ve yasaları hazırlayan ikiyüzlü egemenler için, bunlar kâğıt üzerindeki boş sözlerden başka bir anlam ifade etmiyor ve işkenceye, sadece çıplak diktatörlüklerin ya da otoriter rejimle-

32

rin hüküm sürdüğü ülkelerde değil, gelişmiş demokrasiler olarak sunulan Batılı devletlerde de yaygın bir şekilde başvuruluyor. Özellikle 11 Eylül 2001’deki İkiz Kuleler saldırısının ardından “terörle mücadele” adı altında başlatılan emperyalist savaşla birlikte, gerek Irak ve Afganistan gibi işgal altındaki topraklarda, gerekse işgalci emperyalist güçlerin kendi sınırları içinde, işkence rutin bir uygulama haline gelmiş bulunuyor. Bu olgunun ifşa olması kuşkusuz başta ABD olmak üzere emperyalist güçlerin elini yasalar ve kamuoyu karşısında zora sokuyor. Tam da bu nedenle, işkenceyi kitleler nezdinde meşrulaştırmak ve böylelikle bu fiili suç olarak gören yasaların çiğnenmesine, yumuşatılmasına ya da devre dışı bırakılmasına yönelik tepkileri bertaraf etmek için çeşitli araçlar devreye sokuluyor. Bu noktada Hollywood, senaryoları doğrudan hükümet politikaları ekseninde ve daha da ötesi CIA yönlendiriciliğinde hazırlanan filmlerle ve televizyon dizileriyle, söz konusu meşrulaştırma operasyonunda önemli bir rol üstlenmiş durumda. Bilhassa Guantanamo üssündeki ve Ebu Garib Cezaevindeki insanlıkdışı uygulamaların ortaya çıkmasının ardından, bu tip filmlerde ve dizilerde bir patlama yaşanmakta.


sayı: 104 • Kasım 2013

marksist tutum

Senaryoları son derece sinsi bir şekilde kurgulanan bu sokarak bu fiili kabul ettirmeye dönük psikolojik savaş yapımlar, vicdani bir ikileme sokulan izleyicide işkencearaçlarıdır. Burada verilmek istenen mesaj şudur: “İşkence nin “olağanüstü koşullarda” zorunlu olarak başvurulması yanlış olabilir ama binlerce insanın ölmesi bundan daha gereken bir yöntem olduğu kanaatini oluşturarak bunun kötü bir şeydir; bundan dolayı kitleleri korumak amacıyla meşru bir fiil olarak kabul görmesini sağlama amacı gübaşvurulan işkence tolere edilmelidir.” Zira egemenler, “işdüyorlar. Bu kanaati oluşturmanın en kolay yolu olarak kence olağanüstü durumlarda kabul edilebilir bir fiildir” ise, izleyicinin “binlerce insanın hayatı mı, işkence uygukanaatini bir kez yerleştirdiklerinde, çeşitli bahanelerle lanmamasında direnmek mi” ikilemine sürüklendiği “zagerçekleştirdikleri bu insanlıkdışı uygulamayı sıradan duman ayarlı bomba” senaryosu karşımıza çıkıyor. rumlar için de kabul ettirebileceklerini gayet iyi bilmekÖzellikle İkiz Kuleler saldırısından sonra bilinçli bir tedirler. şekilde sıkça işlenmeye başlanan bu tuzak senaryoların 2001’den önceki film ve dizilerde genelde işkenceciler özü, ABD’nin kilit önemdeki kurumlarına ya da nüfus psikopat ve cani tipler olarak canlandırılırken, bu tarihten yoğunluğunun fazla olduğu merkezi noktalarına zaman sonra patlamalı bir şekilde artan söz konusu yapımlarda ayarlı kitlesel imha silahları yerleştiren ve yüz binlerişkencecilerin kahraman olarak resmedilmeleri de bir tece insanı öldürmeyi planlayan bir terörist grubun (çoğu sadüf değildir. Zira artık karşımızdaki işkenceciler, polisiydurumda İslamcı!) ele geçirilen üyesine bombanın yerini le, ajanıyla, askeriyle, “vatansever” kamu görevlileridirler! söyletmek ya da bombayı etkisiz hale getirmek üzere işCani olarak sunulanlarsa, bu “vatansever” işkenceciler takence yapılmak “zorunda kalınmasına” dayanmaktadır. rafından türlü eziyetlere maruz bırakılan “terörist”lerdir! Bu kurgusal senaryolarda, son derece manipülatif biçimMeselâ Amerikan yapımı olan, gerçek zamanlı kurgu ve de, bu tip olaylar gerçek hayatta sıkça yaşanan durumsunum tekniğiyle de ayrıca ilgi çeken “24” dizisi bu tür larmış gibi gösterilmekte ve izleyicide senaryoların en yetkin örneklerinden bunların ancak işkence sayesinde engelbirini teşkil etmektedir. Senaryosunun Senaryoları son lenebileceği algısı yaratılmaktadır. Oysa CIA yönlendiriciliğinde yazıldığı belli derece sinsi bir şekilde kurgulanan Hollywood dünya tarihinde şimdiye dek ne herhanolan, stüdyo ofislerinde sorgu teknikleyapımları, vicdani gi bir devlet dışı politik örgüt bu tür bir rini anlatan CIA el kitapları bulunan ve bir ikileme sokulan kitlesel imha eylemi gerçekleştirmiştir, 11 Eylül saldırısının hemen ardından izleyicide işkencenin ne de böylesi bir planlı eylemin işken2001 yılında yayına sokulan bu televiz“olağanüstü koşullarda” ce aracılığıyla edinilen bilgiler sayesinde yon dizisi, bir taraftan ABD politikalazorunlu olarak önlendiği görülmüştür. Böylesi bir olay rıyla uyumlu bir şekilde İslamcı örgütbaşvurulması gereken olasılık olarak hesaba katılacak olsa bile, leri, Ortadoğu ülkelerini, Almanya’yı, bir yöntem olduğu kitlesel imha silahlarıyla gerçekleştirileÇin’i ve Rusya’yı “terörist” faaliyetler kanaatini oluşturarak bilecek bu tür eylemlerin politik örgütyürüten güçler olarak hedef tahtasına bunun meşru bir lerin değil ancak burjuva devletlerin ve oturtmaktadır. Diğer taraftan ise, bu fiil olarak kabul görmesini sağlama burjuva istihbarat örgütlerinin işi olabi“düşman” güçlerin desteğiyle ABD’ye zaamacı güdüyorlar. Bu leceği çok açıktır. Şimdiye dek nükleer rar vermek isteyen “teröristlerin” ellerinkanaati oluşturmanın bombanın kitlesel imha aracı olarak bir deki kitle imha silahlarını kullanmalarını en kolay yolu olarak kez, o da ABD tarafından kullanıldığı ve engellemek için, ele geçirilen şahıslara ise, izleyicinin yüz binlerce Japonun ölümüne yol açtı“zamanla yarışıldığı” için “mecburen” iş“binlerce insanın ğı gerçeği de unutulmamalıdır. Demek kence yapılması gerektiği mesajını verehayatı mı, işkence ki, ortada insanlığa karşı bir tehdit varsa rek işkenceyi haklı göstermeye çalışmakuygulanmamasında bu tehdit Hollywood yapımı sanal terötadır. direnmek mi” ikilemine ristlerden değil, başta ABD olmak üzere Dizinin baş kahramanı, izleyicinin sürüklendiği “zaman emperyalist güçlerden gelen bir tehdittir onunla özdeşleşmesi istenen Jack Bauer ayarlı bomba” senaryosu karşımıza çıkıyor. Bu ve gerçek terörist onlardır. Dolayısıyla adındaki bir “terörle mücadele birimi” senaryolar her açıdan bu senaryolar her açıdan bilinçli bir ideajanıdır. Dizi Bauer’i, aylar boyunca bilinçli bir ideolojik olojik çarpıtmanın ürünüdür ve amaç, korkunç işkencelere uğrayıp ser verip çarpıtmanın ürünüdür “terör” öcüsüyle kitleleri korkutup sinsır vermezken, vatanını ve Amerikalıları ve amaç, “terör” dirirken, emperyalist saldırganlığı ve işkorumak için aynı yola kendisi de başöcüsüyle kitleleri kenceyi de kitleler nezdinde meşrulaştırvurmaktan çekinmeyen ve ele geçirilen korkutup sindirirken, maktır. şahısları işkenceyle çözmeyi başarıp ülemperyalist saldırganlığı Söz konusu filmlerde ve dizilerde kesini büyük felâketlerden kurtaran bir ve işkenceyi de işkence kaba değil son derece sinsi bir kahraman olarak sunmaktadır. Aslında kitleler nezdinde şekilde savunulmaktadır. Bunlar, işkenBauer karakteri, yaptığının doğru oldumeşrulaştırmaktır. ceye karşı olanları bile vicdani ikileme ğuna inanan insanların en ağır işkence-

33


Kasım 2013 • sayı: 104

marksist tutum

İşkence her zaman egemen sınıfın bir yöntemi olagelmiştir. Tarih boyunca egemen-ezen sınıflar, ezilen ve sömürülen yığınların mücadelesiyle karşılaştıklarında haksız konumda olmalarının yarattığı güçsüzlüğü işkence, baskı ve zorbalıkla gidermeye çalışmışlardır. İşkencenin genel olarak emekçi yığınlar cephesinde nefretle karşılanmasının nedeni de ona muhatap olanların hep haklı konumundaki ezilen emekçi kitleler oluşudur. İşte Hollywood filmlerinin yapmaya çalıştığı da esas olarak bu haklı-haksız ayrımını tepe taklak ederek, egemenleri haklı, ona karşı mücadele edenleri haksız bir konumda göstermektir.

34

lere bile göğüs gerip çözülemeyeceğini göstermektedir. Ama dizi yapımcılarının çok yönlü mesaj verme kaygısı nedeniyle, senaryonun genel temasıyla çeliştiği halde bu hususun üzerinden atlanmaktadır. Çünkü bir yandan “işkence eninde sonunda çözer” mesajı verilmek istenirken, bir yandan da “Amerikalı kahramanlar en zorlu işkencelere dahi dayanır, teröristlerse birkaç saat içinde çözülen karaktersiz şahıslardır” algısı yaratılmak istenmektedir. Söz konusu dizi, işkencenin önündeki yasal engelleri felâketlere yol açabilecek ayakbağları olarak göstermeyi de ihmal etmemektedir. Örneğin Bauer’in gizli servisten atılan ya da ayrılan bir ajan olarak her türlü pis işi bireysel olarak üstlenmek zorunda kalması, doğrudan bu mesajı vermektedir. Kimi durumda Başkan, kimi durumda ise gizli servis şefleri tarafından yasadışı faaliyetleri onaylanmayıp devre dışı bırakılmaya çalışılan, ama eninde sonunda haklılığı ortaya çıkıp ona muhtaç olunan bir karakterdir Bauer. Üstelik böylelikle Başkanı ve gizli servisi bu tür yasadışı faaliyetler nedeniyle yargı karşısında hesap vermekten de korumuş olmaktadır. Bilhassa 90’lı yıllardan itibaren İsrail’in ve ABD’nin “alternatif sorgu prosedürleri” adı altında yaygınlaştırdıkları ve “ılımlı yöntemler” olarak göstererek işkence suçu kapsamında değerlendirilemeyeceğini iddia ettikleri “su altında havasız bırakma”, “ilaçla konuşturma” gibi işkence teknikleri, bu dizide de bolca seyir malzemesi haline getirilmektedir. Yayınlandığı süre boyunca yüzlerce işkence örneğini ayrıntılı bir şekilde sergileyen bu dizi, meşrulaştırma çabasının yanı sıra kanıksatma yoluyla kitleleri işkenceye tepki göstermemeye itme amacı da gütmektedir. Benzer amaçlar güden ve yine saatli bomba senaryosunu temel alıp bu alandaki kült filmlerden biri olarak anılan bir diğer yapım ise Akılalmaz (Unthinkable) adlı Amerikan filmidir. İzleyiciye “işkence olağanüstü durumlarda kabul edilebilir mi” sorgulamasını

bu soruya olumlu ve olumsuz yanıtlar veren karakterler aracılığıyla yaptıran Akılalmaz, gerçekten de “akılalmaz” tuzaklarla örülmüş bir filmdir. İşkence karşıtı kadın gizli servis elemanı kahramanla işkencede hiçbir sınır tanımayan bir cani olan erkek eleman arasındaki diyaloglar işkenceyi ahlâki ve felsefi düzeyde sorgularmış görünürken, öte yandan film kadın kahramanın tezlerini geçersiz kılan bir senaryo üzerinden akmakta ve her aşamasında bir üst düzey sorgulamaya geçilmektedir. İşkenceye uğrayan kişi, kalabalık kent merkezinin bilinmeyen yerlerine nükleer bombalar yerleştirmiş bir İslamcı militandır. Ama 24’ten farklı olarak burada İslamcı militan, asıl suçlunun yüzbinlerce insanı katleden bir savaş başlatan ABD olduğunu açıkça savunarak en ağır işkencelere bile tık demeden dayanmaktadır. Militan direndikçe işkencenin dozuna paralel olarak yukarıda sözünü ettiğimiz sorgulama da bir üst düzeyde yaşanmakta ve izleyici için birbiri ardı sıra tuzaklar kurulmaktadır. İlk aşamada “olağanüstü durumlarda işkenceye başvurmak zorunlu olabilir” kanaati yaratılarak militana yapılan işkence haklı gösterilmiş olmaktadır. Ancak ilerleyen aşamalarda militan, yanına getirilen karısına ve çocuklarına işkence yapılmasıyla tehdit edilerek, bu meşruiyetin sınırları sorgulanmaktadır. Buna karşı olan kadın ajanın düşüncesi, “çocukları tehdit unsuru olarak kullanmak zorunlu olabilir” denilerek olumsuzlanmakta, ancak nihayetinde “çocuklara işkence yapılmamalı” fikri haklı gösterilerek, “bizim de bir sınırımız var, o kadar da cani değiliz” mesajı verilmektedir. Oysa “saatli bomba” senaryolarının genel tezi bir kez kabul edildiğinde, bu sınırın aşılmasının önünde hiçbir ahlâki ve vicdani engelin dikilemeyeceği çok açıktır. Zaten gerçekte de başta CIA olmak üzere istihbarat örgütleri böyle bir sınır tanımayarak her türlü insanlıkdışı yöntemi uygulamaktadırlar.

İnsanlık onuru işkenceye direniyor İşkence her zaman egemen sınıfın bir yöntemi olagelmiştir. Tarih boyunca egemen-ezen sınıflar, ezilen ve sömürülen yığınların mücadelesiyle karşılaştıklarında haksız konumda olmalarının yarattığı güçsüzlüğü işkence, baskı ve zorbalıkla gidermeye çalışmışlardır. İşkencenin genel olarak emekçi yığınlar cephesinde nefretle karşılanmasının


sayı: 104 • Kasım 2013

nedeni de ona muhatap olanların hep haklı konumundaki ezilen emekçi kitleler oluşudur. İşte Hollywood filmlerinin yapmaya çalıştığı da esas olarak bu haklı-haksız ayrımını tepe taklak ederek, egemenleri haklı, ona karşı mücadele edenleri haksız bir konumda göstermektir. Böylelikle ezilen kitlelerin sınıf içgüdüsü diyebileceğimiz haklı ve mağdur olanın yanında olma duygusu suiistimal edilmektedir. Ortalama her insan, bir “cani” kitlesel bir katliam peşindeyse ve birileri bunu engellemeye çalışıyorsa, haksız olanın “cani”, haklı olanın da onu engellemeye çalışanlar olduğunu ve bu “caniyi” durdurmak için her yolun mübah olduğunu düşünecektir. İşte söz konusu filmlerde insanın içine sokulduğu ikilem ya da paradoks budur. Ve bir çok paradoks gibi, bu paradoksun da tek çözümü, tanımlanan durumun tümüyle hayal ürünü olduğunu kavramaktan geçer. Ezilenlerin bağrından çıkmış hiçbir siyasi hareket, nükleer, kimyasal ya da biyolojik silahlarla onbinlerce insanı katletmeyi aklının ucundan bile geçirmez, geçiremez. Bu canilik, olsa olsa mülk sahibi sınıflara, onların devletine ya da bunların kuklası durumundaki suç çetelerine mahsustur. Tam da bu yüzdendir ki, sinemanın etkileme gücünü inanılmaz ölçüde istismar eden yoğun ideolojik propaganda bombardımanına rağmen burjuvazi, insanlığın ezilen çoğunluğu nezdinde bu fiili meşrulaştırmayı başaramamaktadır. Bu konuda çeşitli ülkelerde yapılan kamuoyu araştırmaları, “teröre karşı mücadele” ya da “ulusal güvenlik tehdidi” gibi argümanlar karşısında bile insanlığın büyük çoğunluğunun işkenceye karşı olduğunu göstermektedir. Bu gerçek, egemenlerin söz konusu meşrulaştırma operasyonuna neden bu denli önem verdiklerini de açıklamaktadır aslında. BBC’nin 2006 yılında, 25 ülkeden 27 bin kişiyle görüşerek gerçekleştirdiği kamuoyu araştırması, %60’a yakın bir çoğunluğun işkenceye koşulsuz hayır dediğini gösteriyor. Bu araştırmada, ABD ve çeşitli Avrupa ülkelerinin yanı sıra, Türkiye, Avustralya, Kanada, Brazilya, Şili, Meksika, Rusya, Çin, Irak, Mısır, Filipinler, Güney Kore ve İsrail’in de aralarında bulunduğu 25 ülkede, katılımcılara şu soru sorulmuş: “Ülkelerin çoğu, tutuklulara işkence yapılmasını yasaklayan kuralları kabul etmiştir. Sizin tutumunuz aşağıdakilerden hangisine yakın? a) Teröristler öylesine olağanüstü bir tehdit oluşturmaktadırlar ki, eğer masum insanların hayatını koruyacak bilgiyi elde ede-

marksist tutum

biliyorsa hükümetlere işkenceyi belli bir ölçüde kullanma izni verilmelidir. b) İşkenceyi yasaklayan açık kurallar olmalıdır, çünkü işkenceye başvurulması gayri ahlâkidir ve tersi bir durum işkenceye karşı uluslararası insan hakları standartlarını zayıflatacaktır.” Verilen yanıtların ortalamasına bakıldığında, ilk seçeneği onaylayanların oranının %29, ikinci seçeneği onaylayanların oranının ise %59 olduğu görülüyor. Bu arada, bu insanlık dışı uygulamanın acılarının derinden yaşandığı Türkiye de %62 ile ikinci seçeneğin onaylandığı ülkeler arasında yer alıyor. Genelde tersi düşünüldüğü halde Amerikan halkı açısından da sonuç farklı değildir. Söz konusu ankette %58 gibi bir çoğunlukla ikinci seçeneğe onay veren Amerikan halkının bu kanaatinin, 2001-2009 yılları arasında gerçekleştirilen çeşitli anketlerden izlendiği üzere fazlaca değişmediği görülüyor. Anketler, ABD’nin tam bir beyin yıkama operasyonuna tâbi tutarak Irak’a gönderdiği askerler arasında bile işkenceye her koşulda karşı olanların %60’a yakın bir çoğunluğu oluşturduğuna işaret ediyor. Burjuvazi sömürü düzenini devam ettirmek için her türlü zulme başvururken, insanlık onuru, sömürüye, haksızlığa, adaletsizliğe ve zulme direniyor. Zalimlerin zulmü, ezilenleri sindirmek yerine öfkelerini bileylemekten başka bir işe yaramıyor. Engizisyona rahmet okutan işkence yöntemleriyle iktidarını ebedi kılmaya çalışan Nazi faşizmi, insanlık tarafından ilelebet lanetle anılmaya mahkûm edilmiştir. 12 Eylül faşizminin tüm cezaevlerini, karakolları, kışlaları işkence merkezine çevirmesi, sosyalistlerin ve Kürt halkının haklı mücadelesinin önüne geçememiştir. İsrail devletinin yasal güvence altına almaktan bile çekinmeden uyguladığı vahşi işkenceler, Filistin halkının boyun eğmesini sağlayamamıştır. Apartheid rejimi altında uygulanan dizginsiz işkence, Güney Afrika halkının özgürlük mücadelesinin başarıya ulaşmasını engelleyememiştir. İrlandalı ve Cezayirli özgürlük savaşçılarına uyguladıkları tarifsiz zulme rağmen İngiltere ve Fransa da aynı kaderden kaçınamamıştır. Ve Amerika’dan Asya’ya dünyanın pek çok ülkesinde yaşanan daha nice örnek… Sınıf mücadeleleri tarihi, tıpkı Ortaçağ’ın en vahşi işkencelerinin feodal mutlakıyetin ve kilisenin saltanatını ebedi kılmayı sağlayamadığı gibi, burjuvazinin zulüm politikalarının da onun saltanatını ebedi kılmayı sağlayamayacağını kanıtlayan sayısız örnekle doludur. Ezilenlerin tarihsel haklılığının önüne zulümle örülmeye çalışılan duvarlar eninde sonunda o duvarları örenlerin başına yıkılmaktadır; burjuvazinin de bundan kaçışı yoktur.

35


İşçilerin Yoksulluğu Üzerinden Yükselen Zenginlik Gülhan Dildar

O

ECD, ILO, TÜİK gibi gerek ulusal, gerekse uluslararası burjuva kurumlar tarafından her yıl pek çok rapor yayınlanıyor. Bu raporlarda, toplumun gelir dağılımından yaşam ve çalışma standartlarına, işsizlik oranlarına varıncaya kadar pek çok konuda veriler sunuluyor. Burjuvazinin gerçek tabloyu gizlemek amacıyla türlü manipülalif işlemden geçirerek işlediği ve yayınladığı bu veriler bile, işçi ve emekçiler açısından durumun hiç de iyiye gitmediğini gösteriyor. Dünya işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarının giderek ağırlaştığı, yaşam kalitesinin düştüğü bu verilerle de kanıtlanıyor. Kapitalist gelişmeden işçi sınıfının payına açlık ve sefaletin düştüğü gerçeği, burjuvazinin verileriyle de gözler önüne seriliyor. Bu yıl açıklanan raporlara şöyle bir göz attığımızda dünyanın her yerinde zenginlerle yoksullar arasındaki uçurumun derinleştiğini görmek mümkün.

Türkiye’de yaşam kalitesi Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) her yıl konut, gelir, iş imkânları, toplum, eğitim, çevre, sağlık, hayat memnuniyeti, güvenlik, iş-özel hayat dengesi gibi kriterleri dikkate alarak “Yaşam Kalitesi Endeksi” hazırlıyor. Bu rapor pek çok çelişkiyi gözler önüne seren çarpıcı sonuçlar içeriyor. 34 OECD ülkesinin yukarıdaki kriterlere göre kıyaslandığı bu raporda, Avustralya “yaşam kalitesi” en yüksek ülke olarak ilk sırada yer alırken, onu sırayla İsveç, Kanada, Norveç, İsviçre ve ABD takip ediyor. Türkiye ise bu sıralamada Brezilya, Şili ve Meksika’nın ardından sonuncu ülke olarak yer alıyor. Örneğin, OECD ülkelerinde yıllık ortalama çalışma süresi 1776 saat iken, Türkiye’de ortalama 1877 saat çalışılıyor. Yani Türkiye işçi sınıfı OECD ortalamasından 101 saat fazla çalışıyor. Türkiye’de işçilerin %46’sı çok uzun saatler çalışırken, bu oran OECD’de %9. Türkiye’de 15-64

36


sayı: 104 • Kasım 2013

yaş arası kesimin %48’i ücretli bir işte çalışırken, OECD ortalaması %66. OECD ülkelerinin yıllık kullanılabilir hane halkı geliri ortalama 23 bin 47 dolar iken, Türkiye’deki rakam 14 bin dolar düzeyinde. Türkiye’nin durumu eğitim ve sağlıkta da farklı değil. Türkiye’de 25-64 yaş arası nüfusun sadece %31’i lise mezunu, OECD ortalaması ise %74. OECD ortalaması 80 yıl olan yaşam süresi ise Türkiye’de 75. Tüm bu veriler neticesinde yaşam kalitesinde sonuncu olan Türkiye’nin, dünyanın 17. büyük ekonomisi olmakla övündüğünü ve her yıl dolar milyarderi sayısını hızla arttırdığını unutmamak gerek. 2003 yılında 4 olan dolar milyarderi sayısı bugün neredeyse 11 kat artarak 43’e çıktı. Ne var ki bir avuç azınlık servetine servet katarken, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçiler cephesinde durum hiç de parlak değil. Toplumdaki gelir dağılımı adaletsizliği katmerleşerek arttı. Zenginlerle yoksullar arasındaki uçurum derinleşti. Sermayenin önünü açan politikalar izleyerek dolar milyarderi sayısını rekor seviyelerde arttıran ve Türkiye’yi en çok dolar milyarderine sahip ülkeler sıralamasında ilk on içerisine sokan AKP iktidarı, bu başarısını güle oynaya kamuoyuna duyuruyor. Toplumun geri kalan kesimlerinin de bu “başarı” ile gurur duymasını sağlamaya çalışıyor. Peki ama burjuvazi işçi sınıfının gurur duymasını istediği bu “başarı”yı neye borçlu acaba? Burjuvazi bu “başarı”yı elbette işçi sınıfının emeğini gasp ederek sağlıyor. Milyarder sayısındaki artış, işçi sınıfının yaşam standardındaki gerileme pahasına gerçekleşiyor. İşçi sınıfının çalışma koşulları her geçen gün ağırlaştırılıyor; güvencesiz çalışma, taşeron çalışma yaygınlaşıyor, iş saatleri artıyor, iki-üç işçinin yapacağı iş bir işçinin üzerine yıkılıyor, çalışma temposu hızlandırılıyor ve tüm bunların sonucunda iş kazaları ve cinayetleri artıyor. Yani dolar milyarderlerinin serveti, işçi sınıfının canı, kanı pahasına artıyor. Ve utanmadan “bu başarı ile övünün, gurur duyun” deniliyor. 10 yıllık AKP iktidarı döneminin en can yakıcı sonuçlarından biri de iş kazalarındaki ve cinayetlerindeki artıştır. Bu süreç içerisinde, patronlar sınıfının maliyet unsuru olarak gördüğü işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri alınmayarak her yıl işçi ölümlerinin artışına seyirci kalınmış ve hiçbir önleyici yaptırım uygulanmamıştır. Kendini emekçiden yana gösteren ama gerçekte patronlar için dikensiz gül bahçesi yaratan ikiyüzlü AKP, patronların sermayelerini büyütmekteki başarısını her ne hikmetse işçi ölümlerini azaltmakta gösterememiştir.

marksist tutum

Kazalar, azalmak bir yana her geçen yıl artmıştır. 2003 yılında iş kazalarında yaşamını yitiren işçilerin sayısı 810 iken, 2011 yılında bu sayı 1700’e çıkmıştır. 2003-2011 yılları arasında yaklaşık 10 bin 500 işçi yaşamını iş cinayetlerinde kaybetti. Üstelik bu rakamlar AKP’nin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından deklare edilen rakamlardır. Bir de üzeri kapatılan, kayıtlara iş kazası olarak geçirilmeyen ölümleri hesaba kattığımızda bu rakam katbekat yükselmektedir. OECD ülkelerinde yıllık ortalama çalışma süresi 1776 saat iken, Türkiye’de ortalama 1877 saat çalışılıyor. Yani Türkiye işçi sınıfı OECD ortalamasından 101 saat fazla çalışıyor. Türkiye’de işçilerin %46’sı çok uzun saatler çalışırken, bu oran OECD’de %9. Türkiye’de 15-64 yaş arası kesimin %48’i ücretli bir işte çalışırken, OECD ortalaması %66. OECD ülkelerinin yıllık kullanılabilir hane halkı geliri ortalama 23 bin 47 dolar iken, Türkiye’deki rakam 14 bin dolar düzeyinde. İşçileri kandırmakta sınır tanımayan AKP, kendi canları ve kanları pahasına büyüyen Türkiye ekonomisinden sanki işçi ve emekçiler de aynı oranda pay alıyormuş aldatmacası yaratıyor. AKP, iktidara geldikten kısa bir süre sonra AB uyum süreci çerçevesinde milli gelir hesaplama yönteminde değişiklikler yaparak, kişi başına düşen milli geliri daha yüksek gösterdi. Yani kâğıt üzerinde bir anda zenginleşiverdik! TÜİK verilerine göre Türkiye’de kişi başına düşen ortalama milli gelir 10 bin dolar civarında. Fakat bu rakam hesaplanırken servetleri milyar dolarlar olan kodamanların da hesaba katıldığını göz ardı etmeyelim. Dolayısıyla gerçekte emekçilerin gelirlerinin daha da düşük olduğu gün gibi ortadadır. Burjuva ekonomistler, türlü oyunlar oynayarak gelir dağılımındaki adaletsizliği ve uçurumu işçilerden gizlemeye çalışıyorlar. En yoksulla en zengin arasındaki gelir uçurumunu gizlemek için toplum %1’lik dilimler yerine %20’lik dilimlere bölünüyor ve böylece en

37


marksist tutum

zengin bir avuç asalağın devasa boyutlardaki serveti, milyonlarca insanı kapsayan %20’lik dilim içinde gözlerden gizlenmiş oluyor. Böylece burjuva kalemşorlar, gelir dağılımındaki adaletsizlik azalıyor palavraları atabiliyorlar. Oysa 2012 TÜİK verilerine göre Türkiye’de yoksulluk %16 oranındadır ve 12 milyon kişi yoksulluk sınırının altında yaşam savaşı vermektedir. Türkiye’nin en zenginler listesinde 8 milyar doları aşan servetiyle başı çeken Koç ailesinin yaşam standardı ile asgari ücretle geçinmeye çalışan milyonlarca yoksul işçinin yaşam standardını varın siz kıyaslayın!

Dünyada yaşam kalitesi “Yaşam Kalitesi Endeksi”nde ilk sıralarda yer alan ülkelerde de toplumun alt kesimleri ile tepedekiler arasındaki uçurum korkunç boyutlardadır. Ancak burada da yapılan hesaplamalarda toplum %20’lik dilimlere bölünerek, en alttaki %20 ile en üstteki %20 arasında sadece birkaç katlık bir gelir farkı varmış gibi gösterilmektedir. Örneğin, İngiltere’de tepedeki %20 ile alttaki %20 arasındaki gelir farkı 6 kat, ABD’de ise 8 katmış gibi sunulmaktadır. Oysa yüzde 20’lik gruplar yerine daha küçük dilimler baz alınarak bu hesaplamalar yapıldığında gelir dağılımındaki eşitsizlik çok daha çarpıcı bir şekilde görülecektir. ABD’de

38

Kasım 2013 • sayı: 104

nüfusun en zengin yüzde 10’unun ortalama geliri, en fakir yüzde 10’unun gelirinin 14 katıdır. Bu fark yüzde 1’lik, hatta binde 1’lik dilimlere göre yapılmalı ki aradaki gelir farkı uçurumu tüm çıplaklığıyla görülebilsin. 2009 ile 2012 yılları arasında, ABD’nin toplam milli geliri yüzde 6 oranında arttı. Fakat bu büyümenin yüzde 95’i en zengin yüzde 1’lik kesime gitti. İşçiler açısından ise gerçek gelirler keskin bir şekilde düştü. Sermayenin yarattığı çelişkilerin keskin bir şekilde yaşandığı ülkelerden bir diğeri de Meksika’dır. OECD yaşam standardı endeksinde sondan ikinci sırada yer alan Meksika, öte yandan dünyanın en zengin kapitalistini barındırıyor. 73 milyar dolar servetiyle Meksikalı Carlos Slim, bu yıl Forbes dergisinin yayınladığı verilere göre dolar milyarderleri sıralamasında dünyanın en zengini olarak belirlendi. Bir tarafta dünyanın en zengini, diğer tarafta ise tüm zenginliği üreten ve sefalet içinde yaşayan milyonlar bulunuyor. Aslında Meksika örneğinde gördüğümüz bu eşitsizlik ve adaletsizlik, dünya genelinde de bariz bir şekilde görmek mümkün. Gelir dağılımındaki adaletsizlik dünya nüfusu baz alındığında çok daha çarpıcı bir şekilde görünmektedir: “Dünyanın en zengin 1000 insanının toplam serveti, en fakir 2,5 milyar insanın sahip olduğu servetin yaklaşık iki katı. Helsinki merkezli Dünya Kalkınma İktisadı Enstitüsü’ne göre, dünya nüfusunun en zengin yüzde 1’lik kesimi, alttaki yüzde 50’lik kesimden tam 2000 kat daha zengin. Uluslararası Çalışma Örgütü, 3 milyar insanın günlük iki dolarlık bir gelire tekabül eden yoksulluk sınırının altında yaşadığını tahmin ediyor. 1998 yılında yayımlanan Birleşmiş Milletler’in İnsani Gelişme Raporu’nun önsözünde Galbraith, dünya nüfusunun yüzde yirmisinin bütün bir yerkürede üretilen mal ve hizmetlerin yüzde 86’sını tüketirken, en fakir yüzde 20’nin bu mal ve hizmetlerin ancak yüzde 1,3’ünü tüketebildiğini ifade ediyordu. Bugün durum çok daha vahim: Dünya nüfusunun yüzde 20’si, üretilen mal ve hizmetlerin yüzde 90’ını tüketirken, en fakir yüzde 20 ancak yüzde 1’ini tüketebiliyor. Dünyadaki tüm servetin yüzde 40’ı, dünya nüfusunun yüzde 1’lik kesimine ait. Dünyanın en zengin 20 kişisi, milyarlarca fakirin mal varlığına denk bir refaha sahip.” (Agos, Zygmunt Bauman) İşçi sınıfının gerek Türkiye’de gerekse dünya çapında içine düştüğü ağır sefalet koşullarını anlatmak bakımından bu rakamlar oldukça çarpıcıdır. Fakat bu veriler, dünyadaki zenginliğin nasıl da bu bir avuç asalağın elinde biriktiğini görmek bakımından daha önemlidir. Milyarlarca insan açlık ve sefaletle cebelleşirken, burjuvazi sefasını sürmektedir. Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü üzere ABD’den Hindistan’a, Türkiye’den Meksika’ya, İngiltere’den Çin’e dünyanın dört bir yanında sınıf çelişkileri derinleşmektedir. Bu çelişkiler üzerine kurulu olan kapitalizme son vermeden, dünyanın tüm nimetlerinden herkesin eşit bir şekilde faydalanması mümkün olmayacaktır. 


21. Yüzyılda Kölelik Devam Ediyor Hakan Sönmez

K

öle ticareti 19. yüzyılda resmen yasaklansa da, kölelik bugün bile çeşitli kılıflar altında fiilen sürdürülüyor. Avustralya’da bulunan Walk Free adlı vakfın 2013 küresel kölelik endeksi raporu, modern diye geçinen kapitalizmin iliklerine kadar çürümüş olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. Rapora göre dünya genelinde 162 ülkede 30 milyon insan köle olarak çalıştırılıyor. Yaklaşık 14 milyon köleyi barındıran Hindistan, bu utanç verici tablonun en başında yer alırken, onu Çin, Pakistan, Nijerya, Etiyopya ve Rusya takip ediyor. Köle olarak kullanılan 30 milyon insanın büyük bir bölümünün bu ülkelerde bulunması, diğer ülkelerde, özellikle de gelişmiş Batılı ülkelerde köle olmadığı anlamına gelmiyor. Rapora göre birçok gelişmiş Avrupa ülkesinde de yüz binlerce insan köle olarak çalıştırılıyor. Son on yılda işçi sınıfının yoğun sömürüsü temelinde palazlanan ve dünyanın 17. büyük ekonomisi durumuna gelen Türkiye de, kölelik endeksinde 90. sırada yer alıyor ve 120 bin köleyi barındırıyor. Nüfusa oranla en çok kölenin yaşadığı ülke Moritanya. Raporda dikkat çeken diğer bir husus da, Avrupa ülkeleri endeks sıralamasında son sıralarda yer alsalar da, köle oranlarının bu ülkelerde geçmişe oranla 6 ilâ 10 kat arttığıdır. Kapitalizm her şeye meta gözüyle bakar; bu sistemde insanlar bile alınıp satılabilir. Kapitalizmde büyük bir yer tutan yasadışı ekonomik faaliyetler içinde insan ticare-

tinin uyuşturucudan sonra en büyük ikinci sektör oluşu, kapitalizmin ne kadar çürümüş bir sistem olduğunu yeterince ortaya koyuyor.

Savaş, kriz ve işsizlik köleliği körüklüyor Burjuvazi ilk sermaye birikiminin önemli bir kısmını köle emeği kullanarak elde etti. Amerika kıtasının keşfedilmesiyle birlikte bu büyük kıtaya akın eden Avrupalı işgalciler, yerli halkı katlederek, onları köleleştirerek servetlerine servet kattılar. 17. yüzyılda Avrupa’dan Amerika’ya göç hız kazanırken, yerlilerin toprakları gasp edildi ve tüm zenginliklere el koyuldu. İşgal edilen bu toprakları işleyecek, madenleri çıkaracak ucuz işgücüne duyulan ihtiyaç da sıçramalı bir şekilde arttı. Avrupa’dan göç eden yüz binlerce proleter bile kapitalizmin bu işgücü ihtiyacını karşılamaya yetmiyordu. Kapitalistler çözümü Afrika kıtasındaki Siyahları zincire vurarak zorla Amerika’ya taşımakta buldular. Yüz binlerce Afrika yerlisi, köle pazarlarında alınıp satılıyor, çok ağır koşullarda çalıştırılıyor, hayvan muamelesi görüyordu. Bu insanlık dışı koşullardan kaçmaya çalışan köleler diğerlerine ibret olsun diye feci şekilde cezalandırılıyorlardı. 1800’lü yılların başlarında İngiltere, ABD ve diğer Avrupa ülkelerinde köle ticareti yasaklandı. Ancak ABD’nin güneyinde kölelik 1862’ye kadar devam etti. Ne var

39


marksist tutum

ki 300 yıl boyunca köle emeğini kullanarak sermaye birikimini yoğunlaştıran kapitalizmde, kölelik yasaklanmakla bitmiyordu. Amerikan İç Savaşı güneydeki köleciliğe son verse bile, Siyahların ikinci sınıf vatandaşlığı yüz yıldan fazla süre devam etti. Bugün gelinen noktada görüyoruz ki, yasaklanmasının üzerinden 200 yıl geçmesine rağmen kölelik halen sürüyor ve işsizlik, yoksulluk ve savaş bu durumu körüklüyor. Nitekim kölece çalışma koşullarına katlanmak zorunda kalan veya tam anlamıyla köle olarak kullanılan kesimin başında göçmen işçiler geliyor. Açlıkla, yoksullukla baş başa bırakılan milyonlarca insan, köylerden büyük kentlere, azgelişmiş ülkelerden emperyalist ülkelere daha iyi bir yaşam umuduyla göç ediyor. Burjuvazi ihtiyaç duyduğu ucuz işgücünü göçmen işçilerden karşılarken, göçmen emekçilerin bir kısmını da doğrudan köle haline getiriyor. Bugün dünya üzerinde göçmen durumundaki nüfus 300 milyonu geçiyor. Uluslararası Göçmen Teşkilatı IOM’nin yayınladığı raporda bu sayının 2050 yılında 400 milyonu geçeceği tahmininde bulunuluyor. Günümüzde dünya nüfusunun %5’ini oluşturan 300 milyonluk göçmen nüfusun 12,5 milyonu yarı-köle, 2,5 milyonu insan ticareti mağduru, 30 milyonu “kaçak” ve 50 milyonu da mülteci konumunda bulunuyor. Mülteci konumunda ve yarı-köle konumunda olan göçmen emekçilerin büyük bir bölümünü bizzat bölgesel savaşlar yüzünden göç etmek zorunda kalanlar oluşturuyor. Sayısı birçok ülkenin nüfusundan fazla olan 12,5 milyonluk yarı-köle işçiler, kapitalizmin ikiyüzlülüğünü ve çürümüşlüğünü yeterince ortaya koymuyor mu? İnsanlık nutukları atan burjuvazi bu gerçekleri neyle açıklayabilir? Demokrasi, özgürlük bunun neresinde? Libya’ya, Irak’a, Afganistan’a demokrasi götürdüklerini söyleyenler, insanları köle olarak kullanıyorlar. Sermayenin neo-liberal saldırıları ve emperyalist savaşın kızışmasıyla birlikte göç oranında büyük bir artış yaşanmıştır. Örneğin 1985 yılında 105 milyon olan göçmen sayısı, son yirmi yılda iki kat artarak 300 milyonu aşmıştır. Son yirmi yılda Balkanlar’da, Kafkasya’da, Ortadoğu’da, Afrika’da yaşanan bölgesel savaşlar sonucunda milyonlarca insan mülteci durumuna düşmüş, on binlercesi de göç sırasında hayatını kaybetmiştir. Gittikleri ülkelerde iş bulduklarında çoğu kez patronlar tarafından kimliklerine, pasaportlarına el konulan göçmen işçiler, kaçak durumunda olmalarından faydalanılarak en ağır işlerde çok düşük ücretlerle çalıştırılmakta, pek çok durumda bu ücreti dahi alamamaktadır. Kadınlar

40

Kasım 2013 • sayı: 104

fuhşa zorlanırken, çocuklar da köle pazarında satılmaktadır. 30 milyon kölenin bir bölümünü köleleştirilen göçmen ve mülteci emekçiler oluştururken, bir bölümünü de doğrudan köle olarak doğanlar oluşturmaktadır. Kimi bölgelerde köle ticareti o kadar meşrulaşmıştır ki, örneğin Suudi Arabistan’ın Basra Körfezi’ne bakan güney şehirlerinde köle pazarı kurulmakta, insanlar alenen alınıp satılmaktadır.

Kapitalizmin potansiyel kölesi göçmen işçiler Her yıl yüzlerce göçmen, daha iyi bir yaşam umuduyla çıktıkları yolculukta, insan simsarlarının eline düşerek yaşamını yitiriyor. Daha birkaç hafta önce, İtalya’nın Lampedusa adasının bir kilometre açıklarında batan bir teknede 340 göçmen hayatını kaybetti. Aradan bir hafta geçmeden bu defa da Sicilya kanalında göçmenleri taşıyan bir tekne battı ve 50 Afrikalı göçmen öldü. Gemilerde, botlarda, kamyon kasalarında, konteynırlarda istif edilmiş halde taşınan göçmenlerin bir kısmı daha yolculuk sırasında yaşamını yitirirken, sağ olarak gideceği ülkeye ulaşanları ise kölelik de dahil her türlü insanlık dışı koşullar bekliyor. Burjuvazi tarafından potansiyel köle olarak görülen göçmen emekçiler, ağır koşullarda çalıştırılmakta, ekonomik, sosyal ve siyasal haklardan mahrum bırakılmakta, dayak, taciz, fuhuş gibi insanlık dışı uygulamalarla baş başa kalmaktadırlar. Bugün dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisi olan Çin, bu büyümeyi, kırdan büyük kentlere göç etmek zorunda kalan milyonlarca işçinin sırtından gerçekleştirmektedir. Bu işçiler ya kölelik koşullarına yakın koşullarda ya da ücretleri ödenmeyerek fiilen köle olarak çalıştırılmaktadırlar. 2022 yılında Dünya Kupasına ev sahipliği yapacak olan Katar’daki inşaatlarda çalıştırılan göçmen işçilerin durumu da, burjuvazinin emekçileri nasıl adım adım köleliğe ittiğini gösteriyor. Katar, nüfusuna oranla dünyada en fazla göçmen işçinin bulunduğu ülke durumunda. Yaklaşık 2 milyonluk Katar nüfusunun neredeyse yüzde 90’ını göçmen işçiler oluşturuyor. Göçmen nüfusun yüzde 40’ı ise Nepalli göçmenler. İngiltere’de yayımlanan Guardian gazetesinin haberine göre, göçmen işçiler 50 derece sıcağın altında, günde 17 saate varan sürelerle çalıştırılıyor, susuz bırakılıyor, pasaportlarına el konuluyor, kaçmamaları için aylarca ücretleri ödenmiyor. Pasaportlarına el konulan işçiler, parasal ceza, polise teslim etme, başka işe girmeyi engelleme gibi tehditlerle zorla çalıştırılıyorlar. Uygulanan kefillik sistemiyle sömürü katmerleşiyor. Kefillik uygulamasına göre, işçi çalıştığı işverenin izni olma-


sayı: 104 • Kasım 2013

marksist tutum

Burjuvazi tarafından potansiyel köle olarak görülen göçmen emekçiler, ağır koşullarda çalıştırılmakta, ekonomik, sosyal ve siyasal haklardan mahrum bırakılmakta, dayak, taciz, fuhuş gibi insanlık dışı uygulamalarla baş başa kalmaktadırlar. 2022 yılında Dünya Kupasına ev sahipliği yapacak olan Katar’daki inşaatlarda çalıştırılan göçmen işçilerin durumu da, burjuvazinin emekçileri nasıl adım adım köleliğe ittiğini gösteriyor.

dan iş değiştiremiyor, ülkeyi terk etmeden önce kendisine kefil olan işverenden çıkış belgesi alıyor. Haliyle bir işçi bu şartlarda patronun her dediğini yapmak zorunda kalıyor. Aksi halde ülkeyi terk edemiyor ve başka işte de çalışamadığından açlıkla baş başa kalıyor. Bu kölece çalışma koşullarından dolayı, bu yılın Haziran-Ağustos döneminde 44 Nepalli işçi kalp krizi ve iş kazaları nedeniyle yaşamını yitirdi. Son beş yıl içinde 82 Hintli işçi yaşamını yitirirken, 460 işçi de kölelik koşullarından kaçarak Hindistan büyükelçiliğine sığındı. Yine susuz bir şekilde çöl sıcağında çalıştırılan 30 Nepalli işçinin Daho’daki Nepal büyükelçiliğine sığındığı belirtiliyor. Ülkesine dönmeyi başarabilen 27 yaşındaki Nepalli işçi Ram Kumar Mahara, Katar’da yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “12 saat çalışıp, boş mideyle 24 saat geçirdiğimiz oluyordu. Yöneticime dert yanınca hiçbir ödeme yapmadan beni kapı dışarı etti. Biraz yemek için arkadaşlarıma yalvarmak zorunda kaldım...” Yapılan hesaplamaya göre, 2022 Dünya Kupası için 100 milyar dolar harcanarak yapılacak stadyumlar, oteller, köprüler ve yollar için 1,5 milyon işçi daha gerekli. Uluslararası İşçi Sendikaları Konfederasyonun (ITUC) yaptığı açıklamada, kupanın başlayacağı 2022 yılına kadar bu kölelik koşullarında çalıştırılmaları halinde, 4 bin işçinin hayatını kaybedebileceği ifade ediliyor. Ancak yapılan bu uyarılar burjuvazi için hiçbir şey ifade etmiyor. Katar hükümeti bugüne kadar gelen şikâyetler karşısında kılını bile kıpırdatmamıştır. Burjuvazi için köle cenneti olan Katar’da örgütlenmek, hak aramak yasaktır. Burjuvazi hem işçileri köle olarak kullanıp milyarları cebine indiriyor, hem de işçilerin ölümü pahasına inşa ettiği stadyumlarda milyonları uyutuyor.

Enternasyonalle kurtulur insanlık Burjuvazi göçmen işçileri alabildiğine sömürürken, yerli işçi sınıfını da ırkçılıkla, şovenizmle zehirleyerek en temel çelişkilerin görülmesinin önüne geçiyor. Artan işsizlik, uzayan iş saatleri, iş kazaları, örgütsüzleştirme, esnek çalıştırma, taşeronlaştırma gibi saldırılarla karşılaşan işçi sınıfına, suçlu olarak göçmen emekçiler gösteriliyor. Özellikle Avrupa Birliği ülkelerinde sağcı partilerin söyleminin ana eksenini göçmen karşıtlığı oluşturuyor. Bu ülkelerde baskıcı yasalarla göçmen işçilerin ülkeye giriş çıkışları zorlaştırılıyor. Tırmandırılan milliyetçilikle birlikte ırkçı faşist gruplar göçmenlere saldırmakta, tacizde bulunmakta ve kolluk güçleri de bu duruma göz yummaktadır. Ne var ki aynı Avrupa ülkeleri artan ucuz işgücü ihtiyaçlarını karşılamak için 2050 yılına kadar 60 milyon göçmen işçi almak zorundalar. Yabancı düşmanlığından, milliyetçilikten arındırılmamış bir işçi sınıfı çelişkileri göremez, kendi haklarına yapılan saldırıya karşı koyamadığı gibi sınıf kardeşlerinin köleleştirilmesine, taciz edilmesine, fuhşa sürüklenmesine, alınıp satılmasına da ses çıkaramaz. Eğer işçi sınıfı göçmen emekçileri de kapsayacak tarzda bir mücadele yürütebilmiş olsaydı, burjuvazi ne göçmen işçileri yarı-köle ya da köle durumunda çalıştırabilirdi ne de işçi sınıfına böylesine azgın bir şekilde saldırabilirdi. İşçi sınıfının birliği için enternasyonalizmin ne kadar önemli olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor. İşçi sınıfının gözünü açacak, ona dünya çapında bir sınıf olduğu gerçeğini kavratacak olan, milliyetçiliğin panzehiri olan enternasyonalizmdir. Enternasyonalle kurtulur insanlık! 

41


Okurlarımızdan

Suriyeli Göçmenlerin Ayakta Kalma Mücadelesi savaş oyuncakları istemiyorum bizim buralarda büyükler oynuyor hep her yanımız kıpkırmızı boya değil ablalar abiler hep ağlıyor kimisi de ses etmiyor usul usul uyuyorlar bir yerleri eksik savaş oyuncakları istemiyorum benim silahımda su vardı onlarınkinde mermi gelip o mermi taaaa yüreğime saplandı topladığım sarı başaklarla sokaklarda oynayacaktık oysa

Dünyanın neresinde olursa olsun savaşlar işçi-emekçi halkın canını alıyor. Sağ kalabilenlerin bir bölümü ise her şeyini geride bırakıp başka yerlere göç ediyorlar. Bu göç bambaşka eziyetleri de beraberinde getiriyor. Dillerini, kültürlerini bilmedikleri yerlerde, aç açık kalıp ne yapacaklarını bilmeden yaşamaya çalışıyorlar. İş bulup çalışmak kimi Suriyeli aileler için mümkün olmazken, iş bulanlar da çok kötü koşullarda uzun saatler çalışmak zorunda kalıyor ve ucuz işgücü olarak kapitalistlerin iştahını kabartıyorlar. Bu sorunların yanı sıra çok daha iç acıtan durumlarla karşılaşıyorlar. Buna ilişkin çeşitli örneklere her geçen gün daha fazla şahit olmaya başlıyoruz. Savaşta ailesini kaybeden iki genç kızın annesinin akrabasını bulmak için Suriye’den Adana’ya gelmesi, fakat akrabalarının İzmir’e taşındığını öğrenmesi, çaresizlikten yardım bulma umuduyla camiye gitmeleri ve geçen yıl eşini kaybetmiş elli yaşlarında birinin bu iki kız kardeşi kendisine eş olarak alarak onlara “yardım etmesi” bu şahitliklerden sadece birisi. AKP hükümeti Suriye’den Türkiye’ye sığınmak zorunda kalan Suriyelilerin sanki her sorununu çözüyormuş gibi bir propaganda yürütüyor. Elbette sorun falan çözdükleri yok. Onların politikaları sorunların sadece katmerlenerek çoğalmasına yol açıyor. Adana’nın işçi semtlerinden birinde yaşayan bizler de, çoğalan bu sorunları yaşayanlara sıkça tanıklık ediyoruz, çünkü artık pek çok Suriyeli göçmen komşumuz var. Bunlar arasından konuştuğumuz bir aile kendi sorunlarını anlatırken kendileri dışında yüzlerce ailenin de aynı katlanılmaz sorunlarla karşı karşıya olduklarını ifade ediyor. Bizi evine davet eden bu ailenin dile getirdiği gerçekler, hem Suriye’de, hem de Türkiye’ye gelince yaşadıklarını göstermesi açısından oldukça önemli noktalara işaret ediyor: Suriye’de savaştan önceki hayatınız nasıldı? Savaştan önce bir telefon dükkânımız ve 3 katlı bir evimiz vardı ve yanında buğday ambarı vardı. Eşim ve

42

büyük oğlum işe gidiyor, diğer çocuklarım ise okula gidiyorlardı. Geçinip gidiyorduk. Savaşın başlamasıyla neler yaşadınız? Savaş başladığında evimize roket düşünce bir medreseye yerleştik, orada iki ay kaldık. Bir grup gelip medreseye el koydu, bizler de çıkmak zorunda kaldık. Daha sonra başka bir eve yerleştik. Altı ay kaldık. Oradan da tekrar başka bir medreseye yerleştik. En son yeraltında bir sığınakta dört ay birçok aile ile birlikte yaşamak zorunda kaldık. Bizim oturduğumuz yer Halep Şeyh Mahsud semti. Bir gecede muhalifler (Özgür Suriye Ordusu) Beşar Esad’ın askerlerinden orayı insanları ile birlikte on bin TL’ye satın aldılar. Erkek çocukları askere diyerek alıyorlar, eşyaları ise satıyorlardı. Biz orada her şeyimizi bırakıp çıktık. Suriye’den Türkiye’ye geliş sürecinden bahseder misiniz? İlk olarak büyük oğlum altı ay önce geldi. Önce Kızıltepe’ye, ardından Diyarbakır’a, daha sonra da Adana’ya yerleşti. Büyük oğlumun geliş nedeni gençleri zorla savaşa götürmeleriydi. Oğlum savaştan kurtulmak için kaçtı. Gençler savaşta hangi tarafa giderse diğer taraf aileyi esir alıyordu. Biz ülkemizdeki iç savaşta herhangi bir taraf olmadık. Bir buçuk ay önce ben beş çocuğumla birlikte geldim. İki hafta önce de kocam ve kız kardeşi geldi. Bizim bulunduğumuz bölgenin toprakları Esad’ın kontrolündeydi. Oradan muhaliflerin olduğu bölgeye geldik. Yolculuğumuz boyuncu yaya ilerledik. Her gece bir köyde konakladık dikkat çekmemek için. En son 5 km mayınlı tarlada yürüyerek ve 350 TL muhaliflere vererek Antakya sınırına geldik. Sınıra geldiğimizde Türk askeri ve polisi bizi bırakmadı. Ben çok yalvardım sınırı geçelim diye, ellerini ayaklarını öptüm. Zorla geçtik. Eşim ve kızkardeşi ise muhaliflere 500 TL verip geçebildiler. Biz Sünni Müslüman bir aileyiz ama oturduğumuz yerde Süryani, Kürt, Arap, Hıristiyan, Yahudi her milletten insan vardı. (Ağlayarak) biz birlikte çok iyiydik ama şimdi hep başka yerlerdeyiz. Bu yolculukta nelerden vazgeçmek zorunda kaldınız? Hiçbir şeyimiz kalmadı ki! Kendimizi aldık geldik. Bir de kedimiz Lulu’yu getirdik, ondan vazgeçemedik. Türkiye’den ne bekliyordunuz? Biz bir şey beklemiyoruz. Çocuklarımıza bir şey olmasın yeter. Eğitim, sağlık, barınma ihtiyacınızı nasıl karşılıyorsunuz? Biz hiçbir şeyden yararlanamıyoruz. Eğitim burada yok. Kampta olmadığımız için sağlık hakkımız da yok. Hasta olduğumuzda hastanede doktor bize bakmıyor. Kampa gitmemiz gerektiğini söylüyorlar. Eğer kampta kaldığımıza dair evrak göstermezsek polise bildirecekle-


Okurlarımızdan rini söylüyorlar. Biz kampta kalmak istemiyoruz. Benim üç tane oğlum var, onları tekrar Suriye’ye göndermek istemiyorum. Kampta eğitim yaptırıp Özgür Suriye Ordusu’na gönderiyorlar. Biz istemiyoruz. Buradaki en büyük sıkıntınız nelerdir? İş yok, okul yok! Bunlar en önemlisi. Kış geliyor, yakacak yok! Korkuyorum, üzerimizdeki her şeyi aldılar; kışlık giyeceklerimiz bile yok. Sizce bu savaşın asıl nedeni nedir? Ürdün sınırı üzerinde Derah şehrinde 10-14 yaşları arasındaki çocuklar duvara “ÖZGÜRLÜK” yazdıkları için işkenceyle öldürüldüler. Derah bölgesi aşiretle yönetiliyor. Derahlılar çocuklarının işkenceyle öldürülmesi üzerine ayaklanma başlattılar. Daha sonra işi gücü olmayanlara para karşılığında ayaklanma yaptırdılar, herkes kendi grubunu oluşturdu. Bu gruplar ise istedikleri gibi davrandılar. Derah ve Humus’ta bir yıl süren savaş, bir yıl sonra Halep’e sıçradı. Yakınlarınızdan kayıplar var mı? Kuzenime ve ablama şarapnel parçası isabet etti. Bir başka akrabamızın kızını keskin nişancılar kafasından vurdu. Başka bir akrabam ise mayına bastı, ayakları koptu. Çocuklar neler hissediyor? (9 yaşındaki Rima evin en küçüğü) Suriye’yi çok özlüyorum. Eskiden Suriye çok güzeldi. Okula gitmek istiyorum, burada okul yok (bunu söylerken ağlıyor). Yerlerinden yurtlarından kaçıp, dillerini bile bilmedikleri yerlerde yaşamak zorunda kalan Suriyeli sığınmacıların günlük yaşamda karşılaştıkları en büyük sorunlardan birisi de, geldikleri ülkelerin insanları tarafından istenmeyen “misafir” olarak görülmeleri. Suriyeli sığınmacıların Türkiyeli işçiler tarafından kendilerinin işlerini çok daha ucuza yapan “oyun bozanlar” olarak görülmelerine, egemen sınıfların “Araplar kalleştir, Türkleri sevmezler” yönlü milliyetçi propagandası eşlik etmektedir. Emperyalist talan savaşlarından elbette ki sadece işçi-emekçi halk etkilenmiyor, toplumun diğer kesimleri de etkileniyor. Ancak savaştan kaçan varlıklı kesimler yine en lüks semtlerde hayatlarını devam ettiriyorlar. Üstelik dil bilmemek onlar için hiç de sorun olmayabiliyor. Yoksul Suriyeliler sokaklarda kör, sağır, dilsiz dolaşırken, çok ucuza çalıştırılırken, diğer tarafta zenginler aynı hayatlarına devam ediyorlar. Yoksulların payına çaresizlik, açlık ve ölüm düşerken, varsıllar savaştan da kârlı çıkmanın bir yolunu bulurlar mutlaka. Bunun içindir ki emperyalistler savaşları önleyecek olan, bundan çıkarı olmayan işçiler ve onların örgütlü gücüdür. Adana’dan Marksist Tutum okurları

Savaş Suriye’de de Yoksulları Vuruyor

S

uriye’deki iç savaşla birlikte çarşıda, pazarda, sokakta birçok Suriyeli sığınmacı ile karşılaşıyoruz. Kimisi pazarın artıkları ile geçinmeye çalışıp izbe evlerde yaşamaya çalışırken, kimileri de son model arabalarla lüks semtlerde hayatlarına devam ediyor. Anlaşılan o ki, diğer olağanüstü dönemler gibi savaşlar da yoksulları, işçi sınıfını vuruyor. Yaptığım iş gereği şehrin birçok yerinde çalışıyorum. Şu günlerde çalıştığım semt düzenli bir işi olanların yaşadığı bir yer. Orada da Suriyeli sığınmacılarla karşılaşıyorum. Ancak buradakiler pazarın artıkları ile geçinmek zorunda olanlar değil, lüks arabalarla dolaşıp lüks dairelerde oturanlar. “Bak” diyorum yanımdaki işçi arkadaşa, “Suriyeli”. Altında son model bir araba. Arabayı bir kadın kullanıyor. Oldukça kapalı giyinmiş ve bakımlı da. Yanımdaki arkadaş “doğru ya zenginin vatanı yok, yoksulun vatanı var, onların çoğu çıkamazlar yurtlarından ve savaşta da onlar ölür, onlar aç kalır”. Şaşırıyorum biraz, bunu söyleyen birinin politikayla haşır neşir olduğu düşünülebilir. Ama bu işçi arkadaşın politik biri olduğu söylenemez. Ancak mevcut durum o kadar gözüne batıyor olsa gerek ki, bu sözleri söylemek için hiç de politik olmaya gerek kalmayabiliyor. Zaten politika günlük yaşamımızda içtiğimiz suda, aldığımız ücrette, uzun çalışma saatlerinde, iş kazalarında ölmemizde, yaralanmamızda, işten atılmamızda, savaşlarda paramparça olmamızda, yani yaşamın tam ortasında değil mi? Birkaç gün önce Adana’ya yakın bir şehre gittim. Emlak fiyatlarını öğrenmek için gittiğim bir inşaatın müteahhidiyle daireleri gezdik, kiralık ve satılık daire fiyatlarını sordum. “Kiralık daireler eşyasız 600 TL, eşyalı 700-750 TL civarında” dedi. Tam bu esnada yanlarında bir rehber ve emlakçı ile birlikte Suriyeli bir aile geldi. Kiralık ev sordular. Müteahhit onlara ne fiyat dese beğenirsiniz. “Daireleri eşyalı olarak 1000 TL’ye kiralıyoruz, birkaç aylık da depozito alıyoruz.” Birkaç dakika sonra ben oradan ayrıldım. Suriyeli sığınmacılar evi kiraladılar mı bilemiyorum. Ancak müteahhit paranın en çok savaş gibi felâketin yaşandığı dönemlerde kazanıldığını çoktan öğrenmiş. Ben de, “mal satmadan önce vicdanını satman gerekiyormuş” onu öğrendim. Bu burjuvalara has bir ahlâksızlıktır. Onlar düzenlerinin devamı için bu ahlâksızlığa bizleri de ortak etmeye çalışıyorlar. Askere gittiğimin ilk günü acemi erlerden sorumlu usta bir rütbeli asker, “vicdanınızı, merhametinizi ve onurunuzu çantanıza koyup depoya bırakın. Giderken alırsınız, çünkü burada bir işinize yaramaz” demişti. Burjuvalar da vicdanlarını, merhametlerini, şereflerini, ahlâklarını bir sandığa kilitlemiş bilinmeyen bir yere gömmüşler. Çünkü varlıklarını sürdürmek için onlara hiç ihtiyaçları olmuyor. Savaşlar Devrimlere Yol Açar, Devrimler Savaşları Önler! Yaşasın Sosyalist Dünya Devrimi! Adana’dan Marksist Tutum okuru bir inşaat işçisi

43


Okurlarımızdan Emperyalist Katliamları Mücadele Ederek Durdurabiliriz Pozantı Çocukları Sincan’da da Mağdurlar E P

ozantı Cezaevi’nde Kürt çocuklara uygulanan baskı, şiddet, dışlama ve tehditler, Sincan Çocuk ve Gençlik Cezaevi’nde devam ediyor. Pozantı Cezaevi’nde yaşanan olaylar açığa çıktığında Adalet Bakanı Sadullah Ergin hiçbir olayın karanlıkta kalmayacağını söylemişti. O zamandan bu yana iki yıla yakın bir süre geçti ama cezaevlerinde özellikle Kürt çocuklara yönelik psikolojik ve fiziksel baskı son bulmuyor. Pozantı Cezaevi’ndeki uygulamaları protesto etmek için koğuşta bulunan yatak, battaniye, masa ve sandalyeleri ateşe veren çocuklara toplamda 21 bin 900 lira para cezası verildi. Şimdi Sincan’da bulunan çocuklardan S.B. dışarıya gönderdiği mektupta, bunun nasıl bir intikam operasyonu olduğunu şöyle dile getiriyor: “Yanan eşyalar 3 yatak, 3 battaniye, 3 sandalye ve 1 masadır. Masa ve sandalyelerin parasını hesabımızdan kestikleri halde üzerinde hayvan bağlasanız duramayacak battaniyeler ve 3 yatak için 7 bin 300 lira para isteniyor biz çocuklardan. Pozantı Cezaevi’nin mağdurları olduğumuz halde halen intikam alınmaya çalışılıyor. Ailelerimizden uzak olmamız yetmiyor daha da bizi mağdur etmeye çalışıyorlar.” Tek sorun para cezası değil ne yazık ki. Çocuklar Sincan Cezaevi’nde de şiddet görmeye devam ediyorlar. Tutuklu çocuklarla görüşmeler yapan İnsan Hakları Derneği Ankara Şubesi üyesi Av. Hürmüz Biçer, hazırladığı raporda, özellikle hastane ve mahkeme sevklerinde çıplak arama uygulamasının dayatıldığını ve çocukların infaz koruma memurlarının ve jandarmaların kötü muameleleri ile karşılaştıklarını belirtiyor. Rapora göre koğuşlarda bulunan tuvaletlerin otomatik kapıları ancak gardiyanın izniyle açılabiliyor ve çocukların tuvalet ihtiyacı gardiyanlar tarafından kasıtlı olarak engelleniyor. Haftalık telefon görüşmelerinde tekmil verilmesi şartı dayatılıyor. Çocuklar doğrudan diğer mahpusların önünde yahut görüp/duyulabilecek mesafelerde kaba dayağa, ağır hakaretlere maruz kalıyorlar. “Terörist oldukları” gerekçesiyle başka tutuklularla konuşmaları yasaklanıyor. Ve bütün bunlar yaşanırken “hiçbir nokta karanlıkta kalmayacak” diyen Sadullah Ergin üç maymunu oynuyor. AKP hükümeti “çözüm süreci”nde elle tutulur bir adım atmadığı gibi, Kürt çocuklara uygulanan zulmü bile devam ettiriyor. Demokrasiden bu kadar dem vuran AKP hükümeti, söz konusu olan işçiler, emekçiler ve Kürt halkı olunca teğet geçiyor! Cezaevlerinde yaşanan insanlık ayıbına son verecek olan sahte demokrasi savunucusu AKP değil, gerçek demokrasinin savunucusu olan işçi sınıfının örgütlü mücadelesidir.

İstanbul’dan Marksist Tutum okuru bir işçi

44

mperyalist-kapitalist güçler yıllardır Ortadoğu halklarının kanını dökmeye devam ediyorlar. Kentler atılan bombalarla yerle bir oluyor. Caddeler dolaşan insanlarla değil, yerde yatan cesetlerle doluyor. Dün Irak, Afganistan, Pakistan, Filistin kana bulanırken, şimdi de Suriye emperyalistlerin çıkarları için kana bulanmış durumda. Her gün televizyonlarda Suriye’de ölen insanların sayıları veriliyor. Duygular kaybolmuş, sinirler alınmış vaziyette izleniyor bu görüntüler. Katledilen binlerce insan karşısında sağır ve dilsiz kalınıp öfke duyulmuyor. Belki savaşın ortasında hiç kalmadık. İnsanların ne kadar acı çektiğini bilmiyoruz. Ama insanız. Bir değil binlerce insanın kilometrelerce uzakta olsa da başka ülkelerde katledilmesine karşı duyarsız kalmamalıyız. Emperyalist-kapitalist güçler tarafından yaşam bir anda cehenneme döndürülüyor. İnsanların hayatları kararıyor. Düşünün, işe gitmek için veya bir şeyler almak için evden çıkıyorsunuz ve başınıza bombalar, kurşunlar yağıyor. O an orada ölüyorsunuz. Savaş cehenneminin içinde kimi eşini kimi de çocuklarını kaybediyor. Fotoğraflara bakmaya insan dayanamıyor. Sokaklarda kolları, bacakları kopmuş insanlar... Ölenlerin başında feryat eden analar, babalar ve öksüz kalan çocuklar... Emperyalist savaş geriye acıdan, gözyaşından ve harabeye dönmüş kentlerden başka bir şey bırakmıyor. Bir fotoğrafta Suriye’de bir baba oğlunun katledilişine ağlayarak feryat ediyor. Baba canını dişine takarak oğlunu hastaneye yetiştirmeye çalışmış. Fakat hastaneden oğlunun ölü bedeniyle birlikte çıkıyor. Bir baba için 10 yaşındaki oğlunun cansız bedenini kollarında taşımak nasıl bir acıdır? Kim bilir iki yıl önce baba-oğul okula gidiyorlardı ve belki de babanın gözlerinde oğluyla gurur duyan mağrur bakışlar vardı. Fakat şimdi savaşın orta yerinde katledilen çocuğunu kaybetmenin acısını kelimelerden çok daha güçlü bir şekilde anlatan acı ve çaresizlik dolu bakışlar var o gözlerde... Fotoğrafa bakarken işte bunları düşünüyor ve kendimi daha fazla tutamayıp gözyaşlarımı özgür bırakıyorum. Fotoğraftaki adam benim babam, annem, kardeşim olabilirdi ya da ben olabilirdim diyorum kendi kendime. Fakat biliyorum ki ağlayarak, üzülerek katliamlar durmuyor. Ancak mücadele ettiğimizde katliamlar duracak, anaların ve babaların gözyaşları akmayacak. İnsanları mezhepleri, dinleri, dilleri, renkleri temelinde bölerek birbirine düşüren, onları korkunç silahlarıyla katleden kapitalistlerin milyonlarca insanın ölümüne sebep olmasına daha ne kadar seyirci kalacağız? Emperyalist savaşlara, haksız savaşlara karşı örgütlü mücadeleyi yükseltelim! Emperyalist Savaşlara Hayır! Ortadoğu’ya Barış İşçilerle Gelecek! Sarıgazi’den bir kadın işçi


Okurlarımızdan

Emekçi Kadınların Zorlu Yaşamı Nasıl Değişir?

Ç

aresizlik, yalnızlık, başka bir seçeneğinin olmadığı hissi... Herkeste var olabilen bu duyguyu ne yazık ki kadınlar çok daha ağır bir şekilde yaşıyorlar. Örgütsüzlük, kadınları adım adım bu ruh haline sürüklüyor. Pek çok kadın umutsuzluktan boğuluyor adeta. Yaşamış oldukları berbat evliliklerin içinde zorla nefes almaya çalışıyorlar. Bağırmak istiyorlar, ama örgütlü ve bilinçli olmadıkları için bunu yapamıyorlar. Bir kadın olarak, kadınları bu duruma iten kapitalist sisteme, geleneksel geri değerlere öfke kusuyorum. İnsan kadınıyla erkeğiyle ancak mücadele içinde değişir. Kapitalizm, mücadele içinde değişmek ve özgürleşmek için çaba sarf eden bizim gibi kadınların bile peşini bırakmaz, bin bir iple kendine bağlamaya çalışırken, mücadelenin içinde olmayan emekçi kadınların durumunu bir düşünün. Düzenin ve erkek egemen toplumun dayattığı çerçevede yaşamak istemeyip kuralların dışına çıktığın an yüzüne tokat gibi çarpan dışlanmışlık hissi… Mevcut sistemin dışına çıkınca hemen yaftalarını yapıştırarak kadınların kendine güvenini kırmaya çalışıyorlar. Zor, evet zor, ama doğru olan buna direnmek değil mi? Doğru gitmeyen bir şeyler varsa, neden bunu kabullenelim? Ototmobili bile kadın bedenini teşhir ederek pazarlayan kapitalist sistem… Bu sistem tarafından sömürülen ve çektiklerinin acısını kendinden zayıf ve güçsüz olarak gördüğü kadına şiddet uygulayarak çıkarmaya çalışan erkekler… İşten eve yorgun gelip bir de evde iş yapan, hayatını çocuklarına ve eşine adayan, kendisi için yaşamayan, kürtaj olup olmayacağına, kaç çocuk doğuracağına bile devletin karar verdiği, “kadın başına beceremez”, “sen ne anlarsın?” denen, aşağılanan, hor görülen biz kadınlar. İşyerinde ustası tarafından taciz edilen fakat işini kaybetme korkusuyla sesini çıkaramayan, ucuz işgücü olarak görülen, kriz dönemlerinde kapıya konanların ilk sıralarında yer alan biz kadınlar. Zorla evlendirilen ve bir eşyaymış gibi “ya benimsin ya toprağın” denen biz kadınlar. Bu sistemde kurtuluşu zengin koca bulup evlenmek olarak gören kızlarımız. Tecavüze uğrayan kadını bir de tecavüzcüsüyle evlendirmeye zorlayan, üstüne üstlük kadının “tahrik ettiğini” söyleyip tecavüzcünün cezasını hafifleten lanet olası yargı sistemi. Mağdurken utanç duymaya zorlanan, eşinin şiddetine maruz kalan, karakola gittiğinde “karı koca arasına girilmez” denip şikayeti dikkate alınmayan kadınlarımız. Evet bütün bunları biz kadınlar yaşıyoruz ve mücadele etmediğimiz sürece hayatlarımız gün geçtikçe kötüye gidiyor. Kuşkusuz bu kapitalist sistemde erkekler de sömürülüyor. Ama emekçi kadınlar iki kat ezilmiyor mu? Peki, biz işçi sınıfının kadınları bunları yaşarken, zengin burjuva kadınlar nasıl yaşıyor? Madem kadın her yerde kadınsa yaşamlarımız arasındaki bu uçurum farkı ne oluyor? “Hangi kuaföre gitsem, akşam yemeğini hangi restoranda yesem” diye düşünen, tek sorunu

kırılan tırnağı ve saç modeli olan bu kadınlarla işçi sınıfının kadınlarının sorunları ortak olabilir mi? Olmaz, olamaz. Lüks içinde yaşayan burjuva kadınlarla, işyerlerinde makine başlarında iliklerine kadar sömürülen işçi sınıfının kadınlarının sorunları aynı olamaz. Bu kapitalist sistem biz işçileri susturmaya, sorgulamamızı engellemeye çalışıyor. Burjuvalar lüks içinde sefa sürerken işçileri onların kölesi ve hizmetkârı yapıyor. İşçi sınıfını erkeğiyle kadınıyla birlikte sömürüyor. Bizleri insanlıktan çıkartan bu sistemi yıkıp, bambaşka bir dünya inşa etmek işçi sınıfının elinde. Bu sömürü sistemini yok etmek için kadınlara ve erkeklere çok iş düşüyor. Mücadele etmek için bunca sebebimiz varken, özellikle biz kadınlara boyun eğmek, susmak yakışmaz. Aydınlı’dan bir kadın işçi

“Tatil Cenneti” Yalanı E

gemenlerin ağzından, “bizim kadar tatil yapan millet yok dünyada”, “senede şu kadar gün yatıyoruz, diğer ülkeler tabii ki bizden ileri olurlar” gibi cümleleri sık sık duyarız. Oysa bu söylenenlerle gerçeklik birbirinden tümüyle farklı. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü OECD’nin 2012 raporunda, üye ülkelerdeki çalışma saatleri sıralamasında, Türkiye haftada 48,9 saatle birinci sırayı almış. Türkiye’yi 44,5 saat ile Güney Kore izliyor. Listede en az çalışan ülke ise 30,5 saatle Hollanda. “En fazla tatil yapan ülke” yalanını bir başka araştırma daha yıkıyor: İstanbul Serbest Muhasebeci ve Mali Müşavirler Odası’nın 20 Mayısta yayınladığı “Türkiye’de Tatil ve Çalışma İstatistikleri” raporuna göre, Türkiye 34 OECD ülkesi sıralamasında yılda ortalama 25 gün tatil ile sondan üçüncü ülke. Aslında bizler bu sayıların bile gerçeği yansıtmadığını biliyoruz. Çünkü fabrikalarımızda, işyerlerimizde en az 10-12 saatlik çalışma gününün ardından bir de fazla mesailere kalmak zorunda bırakılıyoruz. Genelde itiraz etme hakkımız olmuyor. Ya gelirimizi biraz olsun yükseltmek için ya da zaten bize kalmak isteyip istemediğimiz sorulmadan fazla mesai listelerine yazıldığımız için 16 saate kadar çalıştığımız oluyor. Yıllık izinlerimizi de istediğimiz gibi kullanmakta problem yaşıyoruz. Hak ettiğimiz izinler ya kullandırılmıyor ya da onayımız alınmaksızın siparişin az olduğu zamanlara, çoğu zaman da kış aylarına denk getiriliyor. Bu yalanlara inanmamız için kirli propagandalarını yıllarca yürüten patronlar da bu arada servetlerine servet katıyorlar. Az çalıştığımız yalanıyla mücadele etmemizin önüne geçmek isteyen patronların yalanlarına kanmayalım. Kendi gerçeklerimizin farkına varıp koşullarımızı düzeltmek için örgütlü mücadele etmekten başka yolumuz yok! Ümraniye’den bir işçi

45


Okurlarımızdan

Toroslar’da HES’e Karşı Köylüler Ayakta! N

erede bir akarsu varsa, üstüne hidroelektrik santrali (HES) kuruluyor. Kapitalistler şimdi de Toroslar’da bir doğa harikasını HES uğruna yok etmek istiyorlar. Antalya’nın Manavgat ilçesine bağlı Ahmetler Köyü’ndeki kanyona da HES kurulmak isteniyor. Köylüler ise santralin kurulmaması için ellerinden geleni yapıyorlar. Seslerini duyurmak için birçok kez protesto eylemleri ve basın açıklamaları yaptılar. Ayrıca imza kampanyası da başlatarak duyarlı olan herkesi kanyonun katline karşı mücadeleye çağırdılar. Köylüler santrali yapmak için gelen firmaya, kadın, erkek, genç, yaşlı demeden birlik içinde karşı koymaya çalıştılar, çalışıyorlar. Firmanın her girişiminde kendilerini iş makinelerinin önüne siper ederek çalışmayı durdurdular. Yeri geldi nöbet tuttular. Firma, köylülerin bu kararlı duruşuna karşı önce kendi adamlarını, daha sonra da özel güvenlik güçlerini yanında getirmeye başladı. Şirket, son olarak 8 Ekimde köylülerin tepkisinden kurtulmak için gece projektör ışığıyla çalışmayı başlatmış. İş makinelerinin gece aniden kanyonu tahrip etmeye, ağaçları devirmeye başladığını duyan köylüler 9 Ekim sabahı kanyona akın ettiler. Kadınlar dozerlerin önüne kendilerini siper ederek inşaat girişimini durdurmaya çalıştılar. Bu arada civar köylerden de gelen köylülerle birlikte büyük bir kalabalık oluştu. Köylülerle özel güvenlik güçleri arasında kavga çıktı. Güvenlik güçleri suyunu, köyünü korumak isteyen köylülere silahla ateş açıp, biber gazı kullandı. Çıkan kavgada biri kadın 3 köylü yaralandı. Firma bu olaydan sonra dozerlerini, adamlarını alarak oradan uzaklaştı. Ahmetler Kanyonu’nu HES yaparak katletmek isteyen şirket, köylülerin direnişi karşısında şu an çalışmalarını durdurmuş durumda. Yılbaşından bu yana kanyonla ilgili ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme) raporu bile çıkarılmadan iş makineleri getirilerek santral yapılmak isteniyor. Ama en başından beri köylüler haklı mücadelelerini sürdürerek kanyonlarına sahip çıkıyorlar. Kanyona HES yapılması yaklaşık 10 köyün suyunun kuruması, doğal yaşamın bozulması ve yürüyüş, tırma-

46

nış ve rafting de yapılabilen bu doğal güzelliğin katledilmesi demek. Köylüler haklı tepkilerini her seferinde dile getiriyorlar. Bir kadın köylü, “yıllardır bu yurtta yaşıyoruz, ormanımızı bile kesmedik, biz yurdumuzu vermeyiz, kendimizi öldürürüz onlara yine bir damla su vermeyiz!” diyor. Başka bir köylü ise şöyle dile getiriyor tepkisini: “Düne kadar yolumuz yokken, hastalarımızı 10 kilometre sırtımızda taşırken kimse bizi hatırlamadı. Çocuklarımız, çıplak ayaklarıyla çoban obalarından okula gidip geldiği zamanlarda kimsenin umurunda değildik. Elektriksiz, ışıksız yaşadığımız yıllarda Ahmetler’i kimse aklına getirmemişti. Yüzlerce yıl kuyulardan su çekerken ya da içme suyumuzu 2 kilometre uzaktan sırtımızda taşırken halimizi soran hiç olmadı. Okulumuzu bile 1951’de imece yoluyla kendimiz yaptık. Ahmetler kimsenin umurunda değilken birden bir şeyler oldu. Ne zamanki birileri sahip olduğumuz tek zenginliğimize göz dikti; o zaman Ahmetler’i hatırladılar. Sakın yanlış anlaşılmasın; Ahmetler’i sevdikleri için ya da Ahmetlerliyi düşündükleri için değil bu hatırlama. Ne zaman ki Ahmetler’in ırmağında, suyunda bir menfaat gördüler, işte o zaman Ahmetler gündeme geldi.” Kapitalizm girilmedik yer, kesilmedik ağaç, kurutulmadık dere bırakmıyor. Evet, köylülerin de dile getirdiği gibi kapitalistler her zaman çıkarları olduğunda ve kâr elde edeceklerse işçi ve emekçileri hatırlıyorlar. Ama bu hatırlama iyi bir hatırlama değil, insanlığa ve doğaya zarar vermek için oluyor. Kapitalistler tarımla ve hayvancılıkla geçinen köylülerin ellerinden en önemli yaşam kaynağı olan suyu almak istiyorlar. Kapitalizm ırmakların, derelerin özgür akmasına izin vermiyor. “Temiz enerji üretimi” denilerek doğanın katline devam ediliyor. HES’ler “temiz enerji üretim projesi” değil doğayı katletme ve kurutma projesidir. Yenilenebilir enerji sistemleri kullanılarak doğayı katletmeden enerji üretimi mümkündür. Doğaya ve insanlığa zarar veren kapitalizmden ancak mücadele ederek kurtulabiliriz. Sarıgazi’den bir işçi


Okurlarımızdan Ne Zaman Şaştı Dünyanın Uçurum Şirazesi? D B

ir televizyon dizisinde yargı sistemindeki haksızlıklara isyan eden bir idam mahkûmu söylüyordu bu sözü. Duyunca bu sözü düşünmeye başladım ben de, “ ne zaman şaştı acaba” diye. Yaşı ilerlemiş insanlar hep eski günleri yad ederler ve “nerde o eski günler diye” iç geçirirler. Belli ki her geçen zaman bir öncekini aratıyor. Ya da sınıflı toplumun ideolojisi böyle bir yanılsama yaratıyor insanlarda. Bence dünyanın şirazesi, birileri diğerlerine göre daha ayrıcalıklı olmaya başladığı zaman şaştı ve bir daha da tarihin çok kısa dönemleri ve bu dönemlerde de kısmi kalan bölgeleri hariç düzelmedi. “Egemen düşünce, egemen sınıfın düşüncesidir” demiş işçi sınıfının kurtuluşunun yolunu bilimsel olarak ortaya koyan Marx. Dünyanın diğer bölgelerinde, kendi özgül koşullarıyla farklı ama genel itibariyle ortak yönleri olan örneklerde olduğu gibi, yaşadığımız topraklarda da insanlar tarihe egemenlerin istediği gibi bakıyorlar. Bu nedenle de, meselâ bazıları Osmanlı devletinin çok adaletli olduğunu ve o günleri geri getirmek gerektiğini söylüyor. Oysa her sınıflı toplumda olduğu gibi Osmanlı’da da yoksul halkın saray eşrafından maddi manevi çektiğinin haddi hesabı yok. Egemen sınıf saraylarda, köşklerde sınırsız bir zenginlik ve zevk-i sefa içinde yaşarken, emekçi halkın bırakın zengin olmayı, kendi yaşam koşulları üzerine fikir yürütme hakkı bile yok. Bazıları da, Cumhuriyetin kurulmasıyla Osmanlı saltanatının bittiğini ve halkın egemenliğine dayanan bir düzen kurulduğunu söylüyor. Oysa Cumhuriyet kurulduğunda da halk egemenliği denilen şey sadece yine tepedeki bir avuç azınlığın çoğunluk üzerindeki tahakkümünün üstünü örten bir şal olmaktan başka bir şey olmadı. TC yönetimi altında bu sefer Osmanlı padişahları ve onların hizmetkârları değil, burjuvalaşma yoluna giren eski Osmanlı paşaları ve onların devlet bürokrasisi yoksul emekçi halk kitlelerini iliğine kadar sömürmeye, hor görmeye, aşağılamaya, en ufak bir hak talebinde tepesine binmeye devam etti. Biraz daha gerilere gidelim, belki oralarda şirazesi şaşmamış bir dünya buluruz… Peygamberler zamanında dünya hakkaniyetli bir düzene sahip miydi acaba? Bütün din kitapları peygamberlerin yoksul insanlara, acı çekenlere yaptığı maddi manevi yardımlardan bahseder. Ama peygamberler zamanında da dünyada yaratılabilen bir cennet yaşanmamıştır. Tek tanrılı dinler, cenneti ölümden sonrasına bırakırlar. Bütün tek tanrılı dinler ilk çıktıkları zamanlarda yoksulların ve ezilenlerin sesi olduğu halde, sömürüye karşı gerçek çözümler üretememişlerdir. Dünyanın şirazesi bir ya da birkaç insanın iyi niyetiyle düzelmez. Dünyada gerçek eşitlik, adalet ve özgürlük, ancak özel mülkiyet ortadan kaldırıldığı, insanın insanı sömürmesi son bulduğu, erkek egemenliğin yıkılarak kadın da özgürleştiği zaman yaşanacaktır. Bu dünyayı kuracak olan kuvvet de ancak ve ancak mülk sahibi olmayan tek sınıfta işçi sınıfında ve onun örgütlülüğünde vardır. Bu nedenle dünyanın şirazesinin ne zaman şaştığının cevabı çok açık ve nettir; toplum sınıflara bölündüğü zaman! Öyleyse ne zaman düzeleceği de belli: İşçi sınıfı sınıfsız bir dünya yarattığında! Demek ki devrimci işçilere düşen şey, işçi sınıfının örgütlenmesi için yılmadan mücadele etmektir. Ankara’dan bir Marksist Tutum okuru

İnsanları

aha önce Jack London’un “Uçurum İnsanları” kitabını okumuştum. Jack London bu kitabında “rüyalar ülkesi” ABD’yi çok iyi anlatıyordu. Bir tarafta korkunç bir zenginlik, diğer tarafta açlık, yoksulluk ve insanların uçuruma itilmesi, aç karnına bir ekmek için günlerce çalışması. Marksist Tutum dergisinin son sayısında bu çelişkinin ortadan kalkmadığını ve hâlâ derinleşerek devam ettiğini okumuş oldum. Bu sayıda, kapitalist sistem büyüyüp geliştikçe ve bir dünya sistemi haline dönüştükçe uçurumların dünya genelinde derinleştiğini anlatan çok anlamlı bir yazı vardı. Sanayi gelişiyor, dev karteller ortaya çıkıyor, bunun karşılığında da büyük bir yoksulluk oluşuyor. Dünyamızda çelişkiler öyle derinleşmiş durumda ki, bir tarafta kimi insanlar altın kaplama tuvaletlere giderken diğer tarafta çamurdan kurabiyeler yenilmektedir. Kimi insanlar bir villayı bir günde alırken, kimi insanlar en az 10 yıl borç altına girmekte ve bankalara yakayı kaptırmaktadır. Türkiye’de ise son zamanlarda bir şey iyice dikkat çekici hale gelmiştir; adım başı bir dilenciyle karşılaşıyoruz. Bazen TV kanallarında yakalanan bir dilencinin üzerinden çuvalla para çıktığı haberleri yayılmaktadır. Burjuvazi bu tip haberlerle “dilenciler aslında sizi kandırıyor” havası yaratmak istemektedir. Oysa istisnalar bir tarafa, ortada gerçekten de dilenci konumuna itilmiş geniş bir insan kitlesi vardır. Kapitalist sistemin çürüme aşamasına gelmesiyle birlikte toplumdaki dayanışma ruhu da ortadan kalkmış ve insanlar kaderlerine terk edilmiştir. Büyümeyle böbürlenen burjuvazinin yalanları sokakta ortaya çıkmaktadır. O kadar refah varsa neden yüz binlerce insan dilenci durumuna sürüklenmiştir? Bazen yaşlı bir kadına rastlıyoruz, bazen engelli bir vatandaşa, bazen dilenci olmadığını söyleyenlere, bazen gencecik delikanlılara. Bunların hepsi mi üçkâğıtçıdır? Burada kişilerin yaş ve niyetlerinden bağımsız olan şey bu insanların nasıl bu duruma sürüklendikleridir. Nasıl olup da bir başkasına avuç açar duruma sürüklendikleridir. Burada suçlu olan dilenciler mi yoksa onları bu uçuruma itenler midir? Bir tarafta işsizlik alabildiğine artıyor, diğer tarafta ise fabrikalar 24 saat çalışıyor, 3 işçinin yaptığı işi gelişen teknolojiyle 1 işçi yapıyor. Bazen koca bir banda tek işçi bakıyor, hafta sonları dahi fabrikalar çalışıyor ve buna rağmen ücretler asgari ücrete düşüyor. Doğal olarak da bunun yansımasını evlerimizde ve sokaklarda görüyoruz. Kadın cinayetleri, aile içi şiddet ve gençliğin yozlaşması olarak bu çelişki dönüp biz emekçileri vuruyor. İnsanlar onursuzlaşıyor, canileşiyor ve her şeyi yapacak duruma sürükleniyor. Hatta kadın erkek demeden insanlar üç kuruş para için bedenlerini satıyor. Tüm bu çelişkilerin altında yatan şey kapitalist sistemdeki eşitsizlik ve adaletsizliktir. Bu adaletsizliği ortadan kaldırmanın yolu, kapitalist sistemi ortadan kaldırıp yerine insanların insan gibi yaşadığı bir toplumsal düzeni inşa etmektir. Bu çürümüşlüğe son vermek için örgütlenmek ve bataklığa dönüşmüş olan bu sistemi yıkmak zorundayız. Esenyurt’tan bir metal işçisi

47


Okurlarımızdan B

12 Eylül’ün Ürünü YÖK Lağvedilmelidir

undan tam 32 yıl önce, işçi sınıfının kazanılmış tüm mevzilerinin talan edildiği bir dönemde, 6 Kasım 1981’de kuruldu YÖK.12 Eylül faşist darbesi toplumun üzerinden bir silindir gibi geçmiş ve düzene tehdit olarak gördüğü her kurumu lağvedip, yukarıdan aşağı yeniden organize etmişti. YÖK’ün kurulmasındaki amaç işçi sınıfının yanında mücadele veren öğrenci gençliğini kontrol altına almak ve düzen içi kanallara hapsetmekti. Bu uğurda binlerce öğrenci tutuklandı, işkence gördü, öldürüldü. Yüzlerce solcu-demokrat akademisyen fişlendi, işten atıldı. Bütün üniversite yönetimleri tasfiye edilerek, yönetime askeri cunta tarafından atanan sözde akademisyen, bilim insanı, rektörler getirildi. Üniversitelerdeki devrimci yükselişin önüne bentler kurmak ve öğrencileri burjuva ideolojisinin palavralarıyla cendereye sokmak için kurulan YÖK, ne yazık ki karşısında 32 yıldır yeterli bir direnç görmediği için yerli yerinde duruyor. Okullarda bilimsel, çağdaş eğitim yerine, gerici, ırkçı, antidemokratik bir ideolojik eğitim hâkim kılınmış durumda. 21. yüzyıldayız ama tüm bilimsel gerçeklere rağmen hâlâ okullarda “insanın doğası gereği çıkarcı olduğu”, “kaynakların kıt, insan ihtiyaçlarının sınırsız olduğu” gibi sayısız palavralar anlatılıyor. Devrimci mücadelenin önünü kesmek için sudan bahanelerle öğrencilere soruşturmalar açılıyor, uzaklaştırma cezaları veriliyor. “İdeolojik halay çekme”, “suç işleme potansiyeli taşıma” gibi saçmalık ötesi suçlamalarla öğrencilere cezalar kesiliyor. Anadilde eğitim isteyen, parasız eğitim isteyen,

Küçük-Burjuva Hayaller

B

urjuva devletin üniversitelerinin kapısı işçi çocuklarına da “açık”. İşçiler, çocukları kendileri gibi ezilmesinler, okusunlar, makam, mevki sahibi olsunlar diye, onları, dişlerinden tırnaklarından arttırarak ya da bankalardan kredi çekerek bazen 2-3 yıl üst üste üniversite hazırlık dershanesine gönderiyorlar. İşçi çocukları bu adaletsiz eğitim sisteminde, milyonlarca lirayı en iyi dershanelere, özel okullara ve özel öğretmenlere harcayabilen burjuva çocuklarına yetişip üniversiteye girebilirlerse bu sefer de üniversite masrafları işçi ailelerin boyunu aşıyor. Çocuk bin bir imkânsızlık ve yokluk içinde şayet üniversiteyi bitirebilse dahi işçi ailenin çilesi bitmiyor. Çünkü bu sefer de KPSS kursu, dil kursu vs. çıkıyor karşılarına. En az 1 yıl dershane, üstüne en az 4 yıl üniversitenin ardından bu sefer de en az 1 yıl KPSS kursu masrafı başlıyor. Bu büyüyen masrafların yanı sıra boş umutlar da büyüyor aynı zamanda. Kendiliğinden olmuyor bu büyüme. Üniversite eğitimi boyunca hem hocalar hem de üniversiteye gelip paneller, seminerler veren burjuva bilimciler, iktisatçılar, şirket CEO’ları vb. kariyer yapmaktan, toplumda saygın yerler kapmaktan, iyi paralar kazanmaktan, hayatın yaratacağı fırsatlardan bahsedip duruyorlar. Bunları dinleyen ve işçi ana- babasının hayallerini yerine getirmek isteyen işçi çocuğu da geleceğe dair boş umutlarını yeşerttikçe yeşertiyor. Bir tarafta dipsiz bir yoksulluk, isteyip de ulaşılamayan milyonlarca şey, çekilen maddi manevi sıkıntılar; bir tarafta işçi ailenin ödediği bedellerin karşılığını verme isteği, borçluluk duygusu; bir tarafta ise sınıf atlama arzusu, ana-babanın yaşadığı yoksulluğu, yoksunluğu yaşamak istememe duygusu. İşçi-emekçi çocukları için üniversite yılları, üniversiteye hazırlık aşamasından, üniversite bitip iş bulma aşamasına gelinceye ve hatta iş bulduktan sonra, daha iyi iş, daha iyi kariyer beklentileri ve çabalarıyla böylece sürüp gidiyor. Ve bütün bu maceranın sonunda üniversite mezunu olmuş fakat hayalleri

48

yemek fiyatlarına gelen zammı protesto eden yüzlerce öğrenci okullardan atıldı. Eğitim hakları gasp edildi. Burjuvazinin saldırılarının arttığı ama siyasal ve sendikal örgütlülüğü son derece zayıflamış olan proletaryanın buna tepkisinin yetersiz olduğu bir dönemden geçiyoruz. Emekçiler burjuva kamplaşmada saf tutmaya zorlanırken, sol cenahta bile örgütsüzlüğün kutsanabilmesi tüm bu sorunları daha da ağırlaştırıyor. Bu dönemin bir sonucu olarak öğrencilerin geneline hâkim olan sınıf atlama düşüncesi benliklere, iliklere kadar kazınmış durumda. Daha yüksek puan almak için birbirinden not saklayan, üniversite yıllarını sertifika programlarında köşe kapmaca oynayarak geçiren üniversite gençliğinin tozpembe hayalleri en fazla 4 yıl sürüyor. Mezun olduklarında akıl tutulması yaşayan diplomalı işsizler ordusuna katılan bu gençleri psikolojik bunalımlar bekliyor. Bu yüzden sorun sadece YÖK sorunu değildir. Sorun köhnemiş kapitalizmin kendisidir. Bu yüzden öğrenci hareketinin dar eylemlerden çıkıp kitleselleşmesi ve işçi sınıfıyla organik bağlarının örülmesi gerekmektedir. Sınıftan kopuk bir öğrenci hareketinin düzeni tehdit edecek bir güce sahip olmasını beklemek hayalciliktir. İşçi sınıfının gençlerinin rüyalar âleminde gezmesinin zamanı geçti, geçiyor. Zaman sınıfını bilip, safına gelip mücadele etme zamanıdır. Ancak mücadele eden örgütlü işçi sınıfı, YÖK gibi darbe ürünü kurumların lağvedilmesini sağlayabilir ve kapitalizmin defterini dürebilir. İstanbul Üniversitesinden Marksist Tutum okuru bir öğrenci

gerçekleşmemiş milyonlarca işçi-emekçi çocuğu, boş özlemlerini, hırslarını hastalıklı birer birey olarak devam ettiriyorlar. Aileden gelen zengin çevreleri ve yurtdışı eğitim sertifikaları olmayan avukatlar bile 600 TL maaşla başka avukatların yanında çalışıyor. Binlerce eğitim fakültesi mezunu, yarım zamanlı sigortayla, ders saati ücreti karşılığı, hiçbir iş güvencesi olmadan, her an kapı dışarı edilme korkusuyla öğretmenlik yapıyor. Binlerce fen ve mühendislik fakültesi mezunu, belki iş çıkar umuduyla “iş güvenliği uzmanlığı” sınavlarına giriyor. İşletme, iktisat vb. bölüm mezunları, bankalarda 800-900 TL maaşla gişe memurluğu yapıyor, gişeye başka bir bankacılık işlemi yapmak için gelen müşteriye kredi pazarlamaya çalışıyor, yeterli satışı yapamazsa da ya başarısız addediliyor ya da hafta sonları çalışıp satış kotasını doldurmaya çalışıyor. Pek çok üniversite mezunu, taşeron şirketlerde temizlik, inşaat işçiliği yapıyor, çağrı merkezlerinde beynini tüketiyor. Ve daha verilebilecek yüzlerce örnek…Boş umutlarla beslenmiş onlarca yılın ardından, gerçekte koca bir sıfır ve kapitalist kâr ve sömürü sisteminin kölesi olmuş insanlar. İşçi çocukları burjuva eğitim sistemi içinde ne kadar eğitim alırlarsa alsınlar kendi sınıflarının gerçekliğini unutmamalıdırlar. İçinde yaşadığımız kapitalizm iki farklı sınıfın uzlaşmaz çelişkisi üzerinde duruyor. Kapitalist sistem yoksulluğu, savaşları, doğanın katliamını, esareti simgeliyor ve kapitalist sistemi yıkma mücadelesi içinde olmayan herkesi kendi pisliği içine alıyor. Bir yandan bireysel kurtuluş çerçevesinde boş hayaller pompalarken diğer yandan bu hayaller peşinden koşanların zihnini kendi çıkarlarına köle yapıyor. Ailelerinin ve bütün işçilerin emekleriyle üniversite okuma şansını elde etmiş işçi-emekçi çocuklarının tek gerçek kurtuluşu, bütün imkânlarını ve birikimlerini kapitalist sistemin yıkılması yolunda mücadele eden örgütlü proletaryanın mücadelesine sunmalarıyla mümkün olacaktır. Bunu yapamayanlar kör bir dünyada esir olarak yaşamaya mahkûmdurlar. Ankara’dan bir Marksist Tutum okuru



Fiyatı: 3 TL


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.