Mt no 106

Page 1

Ocak 2014

106


Cemaat-Erdoğan Kapışmasının Arkaplanı Levent Toprak

T

ürkiye yeni bir politik krizle sarsılıyor. İstifa ettirilen bakanlar, hapse atılan bakan çocukları, adeta kilitlenen hükümet-yargı-kolluk işleyişi, televizyon ekranlarından ve meydanlardan yükselen beddualar, ayakkabı kutularında saklanan milyon dolarlar, uluslararası para aklama trafiği, İran bağlantıları, Amerikan elçisine açıktan “çek git” diyen hükümet yanlısı gazete manşetleri vs. Tüm bunlar ortada büyük bir politik çatışmanın yürüdüğünü gösteriyor. Bir yolsuzluk soruşturması görünümünde başlayan süreç kısa sürede bir tür devlet krizi halini aldı. Bir yandan devlet açısından kritik önem taşıyan bir kurum olan poliste bir çırpıda binlerce tasfiye ve kaydırma yaşanırken, bir yandan da polis, mahkeme kararlarını ve savcı emirlerini yerine getirmemekte ve kolluk görevini anayasaya aykırı biçimde fiilen askıya almakta. Hükümet kolluk gücünü resmen yargının emrinden alıp kendi iznine tâbi kılan bir yönetmelik değişikliği yaparken, Danıştay da bu yönetmeliği yıldırım hızıyla iptal eden bir karar almakta. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu hükümeti açıkça hedef alan bildiri yayınlamakta, davalar savcıların elinden alınmakta, savcılar üst amirleriyle köşe kapmaca oynayarak medyaya ifşaatlarda bulunmakta. Ve şimdi de yargıya yönelik yeni yasal düzenlemeler yapılması gündemde. Yürütme gücü ile yargı gücü arasında bir kopma ve kapışma biçimini almış olan bu tablonun bir devlet krizini resmettiği şüphe götürmeyecek derecede açıktır. Basında çok yazılıp çizildiği üzere bu gelişmeler hükü-

met ve Gülen cemaati arasında canhıraş bir iktidar savaşı yaşandığı görüntüsü verse de, meselenin buna indirgenemeyeceğini daha baştan koymak gerekiyor. Söz konusu iki burjuva güç odağı arasında açık bir savaş yürüdüğü doğrudur. Ancak bu savaşın ardında çok daha başka boyutlar ve güçler de bulunmaktadır. Öncelikle belirtelim ki, AKP hükümeti döneminde kendi iddialarının aksine rüşvet, yolsuzluk, usulsüzlük vb. son bulmamış, tersine, yeni bir burjuva kesimin palazlandırılması sürecinde ayyuka çıkmıştır. Dolayısıyla ortaya saçılanlar gerçek olmak ne kelime, buzdağının sadece görünen kısmıdır. Bununla birlikte, son yolsuzluk operasyonu yargının ve polisin bir “temiz eller” operasyonu olmayıp, Erdoğan’ı tasfiye etmeye ve AKP hükümetini yıpratmaya dönük siyasi bir operasyondur.

Yolsuzluk meselesi Türkiye kapitalizminin hızlı bir büyüme sürecinden geçtiği 12 yıllık AKP iktidarı döneminde, doğa ve işgücü dizginsiz bir şekilde sömürülmüş, yağmalanmış, talan edilmiş ve böylece sermaye birikimi yeni bir düzeye sıçramıştır. Bu dönemde, klasik rüşvet ve yolsuzluğun yanı sıra, Sayıştay’ın denetim yetkisinin kısıtlanması, kamu ihale kanunundaki değişiklikler ve benzerleriyle, her türlü yolsuzluk denetimsiz hale getirilmiş ya da yasal kılıfa büründürülmüştür. 17 Aralıktan bu yana yaşanan süreçte, AKP iktidarının kirli çamaşırlarının bir bölümü ortaya

1


Ocak 2014 • sayı: 106

marksist tutum

dökülmüş, bu kadarı bile gündemi çalkalamaya yetmiştir. Günlerdir medyada boy boy ifşaatlar yapılmaktadır. Bu nedenle burada işin bu yönü üzerinde uzun boylu durmanın bir gereği yoktur, mal meydandadır. İşin aslı AKP’yi destekleyenler de dahil bütün emekçiler bu durumun şu ya da bu ölçüde farkındadır. Temel bazı gerçeklikleri hatırlayalım. Rüşvet, yolsuzluk, usulsüzlük gibi olgular kapitalizmin, hele de çürüyen kapitalizmin doğal işleyiş mekanizmalarıdır. Bazı şekil ve boyut farklılıkları olmakla birlikte, en gelişmiş ve “kurallı” kapitalist ülkelerde bile bu olgular mevcuttur. Almanya gibi kural ve nizam abidesi izlenimi veren bir ülkede bile daha geçtiğimiz yıl cumhurbaşkanının bu sebeplerle görevden alındığını ya da ABD’de Bush dönemindeki devasa Enron skandalını hatırlatmak yeterli. Bunların ifşa edilmesi ya bazen gözden saklanamayacak durumların ortaya çıkmasından ve sistem için risk oluşturmasından dolayıdır ya da bazen kimi siyasetçilerin ya da partilerin siyasetten tasfiyesinin gerekli hale gelmesindendir. Yolsuzluk kapitalizmde daima vardır ve bu hiç kuşkusuz işçi sınıfın mücadelesi bağlamında düzenin teşhirinde bir manivela işlevi görür. Ancak düzenin devrimci teşhirine dayanmayan her yolsuzluk kınaması, “yollu” kapitalizmin sözde erdemlerine dair bir yanılsamayı da besler. Ve sonunda kazanan kapitalist düzen olur. Kötü çocuklar kınanır, tukaka ilan edilir ve olabiliyorsa tasfiye edilerek düzen “temiz” hale getirilir. Öte yandan yolsuzluk meselelerinin aynı zamanda egemenler arası mücadelelerde tipik olarak kullanılan bir tuzak olduğunu da asla unutmamak gerekir. Egemenlerin bir kesimi bir diğerini tasfiye etmek ya da yıpratmak istediği zaman, en revaçtaki savaş araçları arasında, özel hayata ilişkin ifşaatların yanı sıra bu tür yolsuzluk meseleleri yer alır. İddialar çoğu durumda gerçektir gerçek olmasına, ama meselenin özü bu değildir. Kitleler bu tür operasyonlarla iki yönlü kandırılmış olurlar çoğunlukla. Hem yıpranan düzen aklanır ve taze bir başlangıç yapar, hem de egemenlerin kendi içindeki kapışmalarda tasfiye edilmek istenen unsurlara karşı kamuoyu desteği oluşturulmuş olur. Bugünlerde yürüyen yolsuzluk soruşturmalarının temelinde de bu tür bir politik operasyon bulunmaktadır. Gülenciler, Kemalistler, solun önemlice bir kesimi ve liberallerin geniş bir kesimi meseleyi büyük oranda yolsuzluk odaklı olarak sunmayı

2

tercih ediyorlar ve toplumda bu yönde bir algı oluşturmaya çalışıyorlar. Şimdi kitleler bir yanda çalıp çırpan bir Erdoğan ekibinin resmedildiği propagandayla doldurulurken, diğer yandan hedefteki Erdoğan ve ekibinin masumiyet ve mazlumiyet edebiyatına dayalı karşı propagandasına maruz kalmaktadırlar. Böylece işçi-emekçi kitleler yeni bir düzen içi kutuplaştırma operasyonuna tâbi tutulmaktadırlar. Oysa yolsuzluk operasyonuyla ortaya saçılan gerçekler, yaşanan politik savaş ile ilgili hakikatin yalnızca bir bölümünü teşkil etmektedir. Bunu görmemek, naiflik değilse ancak bilinçli bir körlük olabilir. Yolsuzluk iddialarının doğru olduğu açıktır. Ama sorunun özünü kavramak istiyorsak meseleye daha derinlemesine bakmamız gerekiyor. Sorulması gereken soru, Erdoğan’ın politik kariyerini sonlandırma amacını taşıyan bu operasyonu başlatan Cemaat ile AKP koalisyonunun neden bozulduğudur.

Cemaat ve Erdoğan ekibi arasında iktidar çekişmesi Yolsuzluklar gerçekliğin yalnızca bir bölümünü oluşturmaktadır dedik. Gerçekliğin bir diğer bölümünü ise, yine basında çokça yazılıp çizildiği üzere, Gülenciler ile Erdoğancılar arasındaki güç mücadelesi oluşturmaktadır. Konunun bu boyutu Marksist Tutum’un geçen sayısında ele alındı. (Bkz. Serhat Koldaş, Dershane Kavgasının Perdeleyemediği İktidar Çekişmesi) Devlet içinde uzun yıllara dayanan bir örgütlenme stratejisi izlemiş olan Gülen cemaati, son yıllarda özellikle yargı ve poliste büyük bir güce ulaştı. Devlet içinde bu denli yaygın ve etkin bir örgütlenmeye ve yeterli ölçüde yetişmiş kadrolara sahip olmayan AKP, devlette önemli konumları elinde bulunduran statükocu Kemalist güçlere karşı mücadelesinde kaçınılmaz olarak Gülencilerle bir ittifak oluşturdu. Bu mücadele her şeyden önce bir hayatta kalma mücadelesiydi. Geçmişin


sayı: 106 • Ocak 2014

statükocu Kemalist güçleri AKP’yi def etmek için alıştıkları tüm yöntemlerle mücadeleye giriştiklerinde AKP de Gülencilerle kurduğu ittifak sayesinde kendi direnişini örgütledi. Burada Gülenciler kritik bir rol oynadılar. Bu mücadele değişik aşamalardan geçerek esasen 2010 referandumuyla bir anlamda nihayete erdi. Bunu takip eden 2011 seçimleri de artık yeni dönemin başlangıcı anlamına geliyordu. Ancak statükocu Kemalist güçlere karşı mücadelenin zafere ulaşmasının ardından galipler arasında güç paylaşımı konusunda kaçınılmaz biçimde anlaşmazlıklar baş gösterdi. Gülencilerin devlet içindeki gücü hiç kuşkusuz Erdoğan ve şürekâsı için pek arzu edilir bir şey değildi. Kendi kontrolünde olmayan böylesi bir güç pekâlâ kendi altını da oyabilirdi. Üstüne üstlük bu güç zafer sonrası kendine çok daha büyük bir pay talep ediyordu. Peş peşe kazandığı zaferlerle hem özgüveni ve hırsı artan hem de başka güç odaklarına tahammülü azalan bir Erdoğan’ın, bu duruma sürgit katlanamayacağı açıktı. AKP her ne kadar daha kuruluşundan itibaren bir tür koalisyonu ifade etse de ve Gülenciler de bu koalisyonun parçası olsalar da, sonuç olarak bu koalisyon içinde politik hegemonya Erdoğan ve şürekâsında olmuştur. Dahası bu hegemonya süreç içindeki muhtelif tasfiyelerle daha da pekişmiştir. Bu şartlar altında Erdoğan’ın zafer yürüyüşünde bir sonraki aşamada Gülencilerle bir hesaplaşma kaçınılmazdı. AKP içinde yer alan tüm diğer çevreler Erdoğan’ın hegemonyasına biat ederken, tümüyle bağımsız bir koldan gelmiş ve kendi attığı temeller üzerinde duran Gülenciler hiçbir zaman böylesi bir pozisyonda olmadılar. Çeşitli hadiseler ve basına yansımalardan anlaşılabildiği kadarıyla, Cemaat biat etmek bir kenara, daha yüksek perdeden dillendirilen talepler ileri sürüyordu. Daha çok koltuk, ordu

marksist tutum

ve MİT’e daha çok yerleşme gibi taleplerin Erdoğan tarafından pek karşılanmadığı görülüyor. Sonuç olarak bu iki güç arasında bir iktidar paylaşımı sorunu olduğu bir sır değildi, şimdi de değildir. Bu sorun çeşitli aşamalarda kendisini belirli biçimlerde dışa vuran gerilimler yaşanmasına yol açtı. Bu gerilimler belirli bir noktaya kadar tolere edilip, sonunda uzlaşmaya varıldı. Ancak belirli bir noktadan sonra bu sınırlar aşıldı ve önce dershaneler sorunu, ardından da hükümeti hedef alan yolsuzluk operasyonlarıyla yeni aşamaya gelindi. Ancak, bir devlet krizi halini de alan bu gelişmeler, yine de, kendi başına basit bir koltuk kavgası gibi görülemez. Gerçekte bu güç çekişmesi çok daha büyük bir bağlam içine oturmakta ve anlam kazanmaktadır.

Alt-emperyalist Türkiye ve Erdoğan’ın çapını aşan hırsları Yolsuzluklar meselesi ve Gülenciler ile Erdoğancılar arasındaki kapışma olgusu yine de gerçekliğin bütününü oluşturmamaktadır. Daha derine inecek olursak, bir yanda Türkiye’deki kapitalist gelişmenin ulaştığı altemperyalist aşama olgusuyla, bir yanda da bu aşamanın uluslararası planda ne tür politikalarla somutlanacağı meselesiyle karşı karşıya geliriz. Gerçek şu ki, Türkiye’nin hızlı kapitalist gelişmesi temeli üzerinde, Erdoğan ve ekibinin özgüveni arttığı ölçüde, dış politikada daha hırslı ve riskli bir hat izlenmeye başlanmıştır. İçte statükocu Kemalist kesimler tasfiye edilerek tarihsel bir kırılma yaratılırken, dışta da Türkiye’nin uzun yıllardır içinde yer aldığı uluslararası dengelerin sınırları zorlanmaya başlanmıştır. Dünyanın 17. büyük ekonomisi düzeyine gelen, G20 üyesi olan, uluslararası arenada yatırım ve girişimleri hızla yükselen Türkiye’nin bölgede ve uluslararası sistem içinde nasıl bir yeri olacaktı? ABD’nin siyasetlerinin bölgedeki yürütücülüğünü yapan ve bundan payını alan alt-emperyalist bir Türkiye mi, yoksa daha fazlasına göz diken ve daha bağımsız bir konuma sahip bir alt-emperyalist Türkiye mi? İşte Türkiye’nin önündeki seçim buydu. Türkiye kapitalizminin altemperyalist aşamaya yükselmesinin esas olarak Erdoğan gibi bir politik lidere denk gelmesi, burada daha riskli olan ikinci seçeneği ön plana çıkarmıştır. Gerek içinden geldiği Milli Görüş geleneğinin ideolojik motivasyonları gerekse de kişisel özellikleri nedeniyle Erdoğan Türkiye alt-emperyalizminin daha hırslı ve riskli bir yola yönelmesinde belirleyici olmuştur. Kendisini gitgide bir bölge, İslam dünyası ve dünya lideri olarak dev aynasında görme yolunda ilerleyen Erdo-

3


marksist tutum

ğan başlarda kazanıyor gibi görünse de, çeşitli uluslararası sorunlarda büyük emperyalist güçlerle ve bölge güçleriyle düşülen çelişkiler bir noktadan sonra hızla büyümeye başlamıştır. İran sorununda, Filistin-İsrail sorununda, Suriye sorununda, Mısır’da, nükleer santral ve büyük silah sistemleri gibi kritik konularda ortaya çıkan tutum ve tercihlerde, ABD ve Batılı emperyalist güçlerin çizgileri gitgide zorlanmış ve artan ölçüde bu çizgilerin dışına çıkılmaya başlanmıştır. Özellikle bölgede İsrail ile iplerin kopmasının burada önemli bir kırılma noktası oluşturduğunu vurgulamak gerekir. Özetle Erdoğan’ın liderliğinde izlenen siyaset Ortadoğu coğrafyasında yer alan bir alt-emperyalist gücün boyunu aşan bir şekle bürünmüştür. Bir alt-emperyalist güç boyundan büyük işlere kalkışarak büyük emperyalist güçlerle aşık atma hevesine kapılırsa ve bunda ısrarcı olursa bunun bir cezasının olması olağandır. Dünya kapitalizminin tarihsel bir bunalım döneminde olması ve eşitsiz ve bileşik gelişme yasası uyarınca sistemin dengelerinde belli değişimlerin mümkün olması nedeniyle belirli manevra alanları mevcut olsa da bunun sınırları vardır. İşin doğrusu taze alt-emperyalist bir gücün hırslı lideri olarak Erdoğan bu manevra alanlarını hayli zorlamış ve kredisini tüketmiştir. Gelinen noktada, başta ABD olmak üzere büyük em-

4

Ocak 2014 • sayı: 106

peryalist merkezler, Türkiye kapitalizminin büyük sermaye gruplarının ağırlıklı bölümü ve Gülen hareketi Türkiye siyasetini yeniden tanzim etmek üzere bir operasyon başlatmışlardır. Bu operasyonun somut hedefi AKP’yi yok etmek ya da tasfiye etmekten ziyade, asıl karın ağrısı olarak görülen Erdoğan’ı tasfiye etmektir. Bunun altında yatan husus ise kişi olarak Erdoğan sorunu olmaktan ziyade, onda şahıslaşan bir siyasetin tasfiyesidir. Bu siyaset, altemperyalist bir düzeye yükselmiş Türkiye kapitalizminin bu aşamayı ne tür siyasetlerle somutlayacağı meselesinde beliren, daha kendi başına buyruk ve “maceracı” bir yönelişi ifade eden bir siyasettir. Sermayenin bütün kesimleri emperyalistleşme konusunda hemfikir ve arzulu olmakla birlikte, bunun, özellikle bölge ve dünya dengeleri açısından nasıl politikalar ve ne tür ilişkilerle somutlanacağı konusunda hemfikir değildirler. Gelinen düzeyin genel getirileri bütün burjuva kesimleri memnun etmekte şüphesiz. Ancak Erdoğan ve yakın şürekâsının büyük emperyalist güçlerle hassas birtakım konularda zıtlaşan ve daha otonom bir yönelişi ifade eden eğilimleri, bir aşamada artık tolere edilemez noktaya geldi. Böylece ABD açısından önceleri umutlar bağlanan Erdoğan bir karın ağrısına dönüşmüştür. Bu sadece ABD açısından böyle değildir kuşkusuz. ABD’nin yanı sıra Avrupa güçleri de, İsrail de Erdoğan’dan memnun değildir. Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grup Başkanı Svoboda’nın “Belki de Türkiye’nin yeni bir başbakana ihtiyacı vardır” sözü yeterince açıktır. ABD’nin Ankara büyükelçisinin açıklamaları da konuyla yakından ilgili olduklarını vurgulamaktadır. Bu dış güçlere içeride de Batıcı büyük sermaye kesimleri eklenmektedir. AKP’nin Doğan Grubuna, Koç Grubuna ve dışarıya daha az yansıyan başka bazı sermaye gruplarına yönelik cezalandırmalarını hatırlayacak olursak, bu kesimlerin özellikle Erdoğan’a diş bilediklerini görmek zor olmaz. Çeşitli sermaye çevrelerini hedef alan baskı, aslında Erdoğan’ın başkan baba olma hayalleri uğruna giderek tüm muhalefeti bastırma heveskârlığı içinde otoriterleşmesinin özel bir boyunu temsil etmektedir. Mevcut aşamada böylesi bir otoriterleşmeyi Türkiye’nin tüm çelişkileriyle kaldırması da mümkün değildir. Mevcut şartlarda bu hem sermaye açısından hem de genel olarak toplumsal açıdan böyledir. TÜSİAD sermayesini karşısına almış bir başkan babanın pek sağlam bir zemin üzerinde olamayacağı açıktır. Erdoğan’ın hırsları doğrultusunda etrafına sadece evet efendimcileri toplayıp diğer herkesi savması ve tek adamlığa soyunmasının çok dar bir sermaye kesimi dışında kabul görmesi mümkün değildir. Sermayenin bir başka kesimini ifade eden Gülen cemaatinin de Erdoğan’ın tek adamlığını benimsemediği açıktır. Gülen cemaatinin temsil ettiği çizgi ABD için Erdoğan’a nazaran hiç kuşkusuz daha makbul bir çizgidir. Bir yandan çok daha yetişmiş ve uluslararası kapitalist sisteme çok daha derinden entegre olmuş kadrolar üzerinde


sayı: 106 • Ocak 2014

yükselmesi, bir yandan da ABD politikalarıyla tam bir uyumu öngören stratejisi ve faaliyeti nedeniyle Gülencilerin ABD için daha uygun bir İslamcı ortak olduğu açıktır. Diğer taraftan Gülen cemaatinin çok erken dönemlerden itibaren ABD ile çok daha organik bir ilişki içine girmiş olduğu da biliniyor. Uzun yıllara yayılan çok boyutlu örgütlenme çalışması ile devlet içinde kilit birtakım mevziler tutulmuş ve genel olarak da çok geniş bir kadro birikimine ulaşılmıştır. Erdoğan’a karşı yürütülecek bir operasyonun devlet içinde güçlü dayanaklara yaslanması gerektiği açıktır. Zira Erdoğan’ın mevcut şartlarda olağan politik mekanizmalarla, yani esas olarak seçimler ve parlamento mekanizmaları yoluyla alt edilemediği görülmüştür. Yolsuzluk operasyonlarının sırrı buradadır. Cemaat de böylelikle ilk perdedeki rolünü oynamıştır.

Yeni bir süreç başlamıştır Daha önce Marksist Tutum sayfalarında 2013’ün son aylarından itibaren Türkiye’de yeni bir siyasal savaşlar döneminin açılacağını vurgulamıştık. İçte ve dışta Türkiye’nin çelişkilerinin ciddi ölçüde birikmiş olduğunu ve bunlarla bağlantılı olarak bir dizi kritik seçimlerin yaşanacağı 2014 yılına girilirken, siyasette yeni bir perdenin açılmakta olduğuna işaret etmiştik. Bugün bunun somut gelişmelerine tanık olmaktayız. Bugünlerde ayyuka çıkan kapışma yukarıda anlatmaya çalıştığımız üzere geniş bir nesnel temele oturmaktadır. O nedenle bazı yorumcuların iddialarının aksine kısa vadede Cemaatle Erdoğan arasında uzlaşma sağlanarak aşılacak bir sorun olarak görülemez. Çünkü sorun her şeyden önce Erdoğan’dan ve onunla birlikte izlemekte olduğu hırslı politikalardan kurtulma sorunudur. Çünkü sorun, Cemaatin istek ve arzularının ötesinde sermayenin büyük bir kesiminin ve büyük emperyalist güçlerin istek ve arzularının tatmin edilmesidir. Erdoğan bir biçimde gitmedikçe, onun izlediği özgül politikalar tasfiye edilmedikçe bu meselenin gerçek anlamda yatışması söz konusu olamaz. Bunun anlamı alt-emperyalist Türkiye’nin yeni durumunun belirlenmesidir. Bu noktada hiç şüphesiz yeni siyasi alternatifler hazırlanmaktadır. AKP cenahından Gül ve CHP cenahından da Sarıgül bu alternatif arayışlarının mevcut aşamadaki en belirgin isimleri durumunda. Cemaatin de özellikle İstanbul bağlamında Sarıgül’ü desteklemekte olduğu yazılıp çiziliyor. Görünen o ki, İstanbul’da Sarıgül’e kaydadeğer düzeyde bir oy aldırtmak ve eğer olabiliyorsa kazandırmak hedefleniyor. Elbette seçimlere kadar eldeki birçok gizli bilgi ve belgenin açığa döküleceğini ve yeni fırtınalar kopacağını tahmin edebiliriz. Bu gelişmelerin bir sonucu İslamcı bir kisve altında mazbutluk ve ahlâklılık pozları veren siyasi kadroların ipliğinin pazara çıkmasıdır. Bu kadroların geniş emekçi

marksist tutum

yığınlar üzerinde sahip oldukları saygınlık erozyona uğramaktadır. İslamcı ya da eski İslamcı kadrolar eskiden iktidar olmadıkları ve dışlandıkları için mağduriyet ve temizlik pozları kesebiliyorlardı. 12 yıllık doğrudan ve açık iktidar süreci sonunda bu resim bozulmaya başlamıştır. Böylece Türkiye’nin siyasi evriminde bir evreden daha geçilmektedir. Bundan sonrası artık İslamcıların da denenmiş olduğu bir süreç olacaktır. Bugünlerde ayyuka çıkan kapışma geniş bir nesnel temele oturmaktadır. O nedenle bazı yorumcuların iddialarının aksine kısa vadede Cemaatle Erdoğan arasında uzlaşma sağlanarak aşılacak bir sorun olarak görülemez. Çünkü sorun her şeyden önce Erdoğan’dan ve onunla birlikte izlemekte olduğu hırslı politikalardan kurtulma sorunudur. Çünkü sorun, Cemaatin istek ve arzularının ötesinde sermayenin büyük bir kesiminin ve büyük emperyalist güçlerin istek ve arzularının tatmin edilmesidir. Erdoğan bir biçimde gitmedikçe, onun izlediği özgül politikalar tasfiye edilmedikçe bu meselenin gerçek anlamda yatışması söz konusu olamaz. Bunun anlamı alt-emperyalist Türkiye’nin yeni durumunun belirlenmesidir. Bunun ilk sonucu Erdoğan’ın başkanlık ya da yarı-başkanlık sistemi özlemlerinin artık suya düşmüş olmasıdır. Hiç olmazsa “partili cumhurbaşkanı” olsun şeklinde dillendirilen formülün tutmayacağı da ortaya çıkmış durumdadır. Yetkileri artmamış bir cumhurbaşkanlığının Erdoğan’ın ne ölçüde işine yarayacağı ise şüphelidir. Bu şartlar altında dört bir yandan saldırı altında olduğunu düşünen Erdoğan otoriterleşmeye daha da hız vermeye yönelebilir. Ancak işçi sınıfı açısından uzun zamandır geçerli olan sorun yine devam etmektedir. 2014 yılı seçimlerle geçecek bir yıl olacak ve işçi sınıfı bir kez daha kendi sınıf çıkarlarının dışında benzer kutuplaşmalara sürüklenmek istenecek: Erdoğan’ı götürmek adına Sarıgül’ün peşine takılmak ve diğer kutupta da Erdoğan’ın arkasında kenetlenmek. İşte bu oyuna gelmemek gerekiyor. Bu kapışmanın bütün tarafları işçi sınıfının düşmanıdır, bunların topuna birden karşı durmak gereklidir. Ayrıca meselenin basitçe seçimlerle de ilgili olmayıp bölge çapında önemli değişikliklerin mayalanmakta olduğu bir süreçte çok daha karmaşık ve büyük ölçekli gelişmelere hazırlıklı olmak gerekiyor. Sömürünün dizginsizce arttığı, yağmanın, talanın, yolsuzlukların, rüşvetin, adaletsizliğin ayyuka çıktığı, emekçilerin emperyalist savaş ve ekonomik kriz kıskacında boğulduğu bu düzenden kurtuluş, işçi sınıfının bağımsız siyaseti temelinde mücadeleye atılması ile mümkün olacaktır. Bunun dışındaki tüm burjuva seçenekler bu sarmalı daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır.

5


Sendikal Hareketin Krizi Utku Kızılok

G

eçtiğimiz haftalarda gerçekleşen Hava-İş kongresinde THY yönetiminin ekibinin seçilmesi, hemen sonrasında ise Hak-İş’e bağlı Hizmetİş’te büyük bir yolsuzluğun patlak vermesi sendikal hareketin vahim durumunu yeniden gündeme getirdi. Uzun bir dönemdir Türkiye’de sendikal hareket krizdedir ve bu kriz hâlâ aşılabilmiş değildir. Sendikalar giderek daha fazla bürokratlaşmış, üst bürokrasi burjuvaziyle ve burjuva hükümetlerle daha fazla iç içe geçmiş, yozlaşma ve yolsuzluk alıp başını gitmiştir. Şaşırtıcı olmayan bu son gelişmeler sendikal krizin giderek derinleştiğinin de bir başka ifadesidir. Aslında Türkiye işçi sınıfı, 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinden beri büyük bir saldırı altındadır. Faşist rejimin işçi hareketine ağır darbeler indirdiği ve işçi sınıfının önemli siyasal, ekonomik ve sosyal kazanımlarına el koyduğu malûmdur. Bir taraftan işçi hareketi baskı ve yasaklarla denetim altına alınırken, öte taraftan da kapitalist neo-liberal saldırılar kapsamında işçi sınıfının kazanımları günden güne budanmıştır. Geldiğimiz aşamada, işçi sınıfının elinde neredeyse hemen hiçbir ekonomik ve sosyal kazanım kalmamıştır. Emeklilik yaşı ve iş saatleri uzatılmış, reel ücretler düşürülmüş, taşeronlaştırma ve esnek çalışma biçimleri alabildiğine yaygınlaştırılmıştır. Bu sürecin bir parçası olarak örgütsüzleştirme ve sendikasızlaştırma derinleştirilmiştir. Buna rağmen, çalışma alanında burjuvazinin dayattığı orman kanunlarına dur diyecek bir sendikal hareketten söz etmek mümkün değildir. Sendikal hareket, kelimenin gerçek anlamıyla bir çöküş manzarası çizmektedir. Öyle ki, bir taraftan işçi sayısı

6

giderek artarken, tezat biçimde sendikalı işçi sayısı azalmaktadır. Kamu emekçilerini bir kenara koyacak olursak, toplu sözleşmeden yararlanabilen işçi sayısı hepitopu 650 bin civarındadır. Üstelik bu sayının korunup korunamayacağı da belli değildir. Beri taraftan AKP hükümetinin yürürlüğe koyduğu yeni sendikalar yasasından dolayı birçok sendika baraj altında kalmıştır. İşkolu barajı %3’e indirilmesine rağmen, bazı işkolları birleştirildiği ve işçi sayıları doğrudan SSK kayıtları esas alınarak belirlendiği için başka pek çok sendika da yetkisini kaybetmekle yüz yüzedir. Hâl bu olmasına karşın, sendikal harekette, bu vahim tabloyu değiştirmeye dönük herhangi bir istek ve irade yoktur. Görece mücadeleci sendika ve sendikacıların durumu da farklı değildir. Genel olarak sendikal harekete atalet, uyuşukluk, vurdumduymazlık hâkimdir. Sınıfın pek çok can yakıcı sorunu çözüm beklerken, sendikalar en temel konularda kıllarını dahi kıpırdatmıyorlar. Meselâ iş kazaları korkunç bir yıkıma yol açmasına ve neticede her ay 100’den fazla işçi yaşamını kaybetmesine rağmen, sendikalar neredeyse tümüyle suskunluğa gömülmüş durumdalar. Keza AKP hükümetinin gündemde tuttuğu Ulusal İstihdam Stratejisi saldırısına ve bunun ana parçalarından birini oluşturan kıdem tazminatının ortadan kaldırılması girişimine dönük anlamlı bir mücadele örgütlenebilmiş değildir. Türk-İş ve Hak-İş üst bürokrasisi tümüyle AKP hükümetine teslim olurken, DİSK’in örgütlediği eylemler göstermelik olmanın ötesine geçememiştir. Türk-İş merkezi yönetimine muhalefet eden ve görece mücadeleci bir çizgiyi temsil eden Sendikal Güç Birliği Platformu ise, şu ana değin bu konu başlıklarında


sayı: 106 • Ocak 2014

bir girişimde bulunmamıştır. Burada özellikle bir hususun altını çizmek gerekmektedir: Mesele tek başına sendikalı işçi sayısı değil, sendikaların mücadeleci bir anlayışa sahip olup olmadıklarıdır. Bugün için sendikalarda eksik olan şey, işçi sınıfının çıkarları temelinde militan bir mücadele anlayışına sahip olmamalarıdır. Sınıf mücadelesinin genel geriye çekilişinin bir sonucu olarak burjuva ideolojisi ve kültürü sendikalar üzerinde daha fazla belirleyici olmaya başlamıştır. Artan bürokratikleşme, uzlaşma ve sınıf işbirlikçi tutumlar, örgütlü bir işçi tepkisi olmadığı için kendiliğinden meşrulaşmış ve üstelik bunlar, “yükselen değerler” olarak sınıf kitlelerine yutturulmak istenmiştir. Sendikalar adeta sendikacıların aile şirketlerine dönüştürülürken, işçi aidatlarının oluşturduğu fonlar üzerinde ise aşağılık bürokratik kavga alenileşmiş, normalleşmiş, riyakârlık ve pişkinlik üstünlük olarak pazarlanmıştır. Meselâ çıkar yarışına girişen bürokratlar, bir taraftan sözümona işçilerin haklarını savunur gözükürken, öte taraftan da ailelerine şirketler kurdurarak sendikanın örgütlü olduğu işyerlerinde bazı işlerin ihalesini almaktan geri durmamaktadırlar. Özetle yozlaşma ve çürüme diz boyudur. Nitekim yakın dönemde Yolİş, Türk Metal, Belediye-İş, Harb-İş, Tez-Koop-İş ve son olarak Hizmet-İş’te ortaya çıkan yolsuzluklar bu gerçeği gözler önüne sermektedir. İşçi sınıfının örgütsüz ve sosyalist hareketin güçsüz olduğu tüm koşullarda sendikalar, kaçınılmaz olarak burjuvazinin ve partilerinin çekim alanına girerler. Durum bugün de farklı değildir. İşçi sınıfının örgütleri olan sendikalar, AKP’li, CHP’li ya da MHP’li sendikacılar tarafından ele geçirilmiş ve burjuva partilerin arkasına takılmış durumdadır. Meselâ burjuva siyaset arenasında yaşanan kutuplaşma ve iktidar kavgası sendikaları doğrudan etkilemekte ve bürokratlar, işçi kitlelerini şu ya da bu burjuva parti ve kesimin peşine takmaya çalışmaktadırlar. Bilhassa AKP ile statükocu-devletçi güçler arasında süren iktidar kavgası ve bu temelde yaşanan kutuplaşmanın sendikalara taşınması, işçi sınıfına büyük zarar vermiştir. AKP’nin dümen suyuna giren sendika bürokratları işçi sınıfına dönük saldırılar karşısında tam bir ihanet çizgisi izlerken, CHP’li sendikacıların mücadeledeki temel motivasyonunu ise esas olarak AKP karşıtlığı oluşturmuştur. İşçi sınıfının bağımsız sınıf çizgisinin güçlenememesi ve kutuplaşmanın bir de sendikalar eliyle pekiştirilmesi işçi sınıfının bilincini bulandırmış, yan yana çalışan işçiler burjuva partiler arasındaki rekabet temelinde karşı karşıya gelebilmiş, böylece örgütlenme ve birlikte mücadele etme istekleri kırılabilmiştir. Bir taraftan sermayenin yoğun saldırı programını hayata geçiren AKP hükümeti, öte taraftan da sendikaları kendi denetimine alarak işçi sınıfı cephesinden gelebilecek tepkileri önlemeye girişmiştir. Hiç kuşkusuz, iktidardaki her burjuva parti sendikaları kendi yanına çekmek ve böylece işçi sınıfının her türlü tepkisini işbirlikçi bürokrasi

marksist tutum

aracılığıyla engellemek ister. Meselâ Türk-İş üst bürokrasisinin sağlı sollu burjuva iktidarların yanında saf tutmasını hatırlatmak gerekiyor. Kurulduğu günden beri Türk-İş’in üst bürokrasisi, devlet/düzen sendikacılığının bir gereği olarak, açık ya da örtük biçimde işçi kitlelerinin tepkisini yatıştırmaya, tabandan militan bir mücadelenin gelişmesini engellemeye çalışmıştır. AKP iktidarı döneminde de farklı olmamıştır. Lakin AKP’nin özgünlüğünün sendikal alana da yansıdığını ve daha önceki hükümetlerden çok daha fazla bu alanı kontrol ettiğini belirtmek lazım. AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte, İslamcı/ muhafazakâr motivasyonlarla hareket eden Hak-İş ve Memur-Sen’in önü açılmış, bu konfederasyonlar işçi sınıfı içinde hükümetin bir uzantısı olmuşlardır. Gerek baskı ve zorbalıkla gerekse patronaj ilişkileriyle kamu emekçileri Memur-Sen’e üye yapılırken, muhalefet odağı olan ve mücadeleci bir çizgi izleyen KESK, yetkili ve etkili bir sendika olmaktan çıkartılmıştır. Daha sonra ise Türk-İş’e bağlı pek çok sendika ve üst bürokrasi AKP’nin yanında saf tutmaya başlamıştır. Bilhassa Türk-İş’in şu anki yönetimi, aynı Hak-İş gibi doğrudan AKP’nin işçi sınıfı içindeki aparatı konumundadır. Sendikaları zayıflatan ve önemli bir kısmını da kontrolüne geçiren AKP, işçi sınıfına dönük her saldırıyı pek de patırtı gürültü olmadan hayata geçirebilmiştir, geçirmektedir. Mesele tek başına sendikalı işçi sayısı değil, sendikaların mücadeleci bir anlayışa sahip olup olmadıklarıdır. Bugün sendikalarda eksik olan şey, işçi sınıfının çıkarları temelinde militan bir mücadele anlayışına sahip olmamalarıdır. Sendikalar adeta sendikacıların aile şirketlerine dönüştürülürken, işçi aidatlarının oluşturduğu fonlar üzerinde ise aşağılık bürokratik kavga alenileşmiş, normalleşmiş, riyakârlık ve pişkinlik üstünlük olarak pazarlanmıştır. Mücadeleci olduğunu söyleyen sendikalar ise, tüm bu süreçlerde yalnızca itiraz etmekten ve bu itirazlarını içi boş tehditlerle süslemekten öteye geçememişlerdir. İşçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarları temelinde, tüm sınıf kesimlerini kapsayan bir bakış açısıyla etkili eylemler örgütlemek yerine, CHP eksenine yaslanan ve esas olarak AKP karşıtlığına odaklanan bir muhalefet yürütmüşlerdir, yürütmektedirler. Bütün iddialarına karşın bu sendika ve sendikacıların, kapsamlı, hedefli, uzun soluklu bir mücadele anlayışları da mecalleri de yoktur. Onlar, bürokratik rutinizmin ve tükenmişliğin çarklarında yalnızca laf öğütmektedirler. Sendikaların vahim durumu apaçık ortadayken ve bizzat bunu söz konusu sendikacılar da dile getiriyorken, öylece şikâyet edip atalet sarmalından çıkmak için hiçbir şey yapılmamasının başka izahatı yoktur. Nitekim Havaİş’in işbirlikçi bir yönetime teslim edilmesi bu hakikatin çarpıcı bir ifadesidir. Sendikanın pek çok imkânı olmasına rağmen işçiler arasında uzun soluklu bir örgütlenme çalış-

7


marksist tutum

ması yürütülmemesi, hazırlıksız bir şekilde girişilen eylem ve grev sonrasında ortaya çıkan olumsuz tabloyu değiştirmek için de gerekli adımların atılmaması ve duruma pasifçe boyun eğilmesinin başka bir sonucu olamazdı. İşçi sınıfının tarihsel kazanımlarını kaybetmesinin ve sendikasızlaşmanın derinleşmesinin temel nedeni; sendikaların “kirlenmesi”, bürokratik geleneksel yapılara dönüşmesi ya da üretim sürecindeki birtakım farklılaşma ve esnekleşme değildir. Meselenin bu yönüne odaklananlar, sosyalist hareketin içinde bulunduğu krizi görmezden geliyor, daha da önemlisi kendi üzerlerine düşen görevleri sırtlarından atıvermiş oluyorlar. Şurası çok açık ki, sendikal hareket içinde bulunduğu krizini kendi başına aşamaz. Sosyalist hareket güçlenmeden ve kararlı bir şekilde bu alana müdahale etmeden, sendikaların krizden çıkarak burjuvaziye karşı etkili mücadeleler vermesi olanaksızdır. Yeri gelmişken açıkça söylemek gerekiyor ki, sendikal hareketin krizi gerçekte sosyalist hareketin krizidir. Elbette sosyalist hareket ile sendikal hareket arasında diyalektik bir ilişki vardır; belirli etmenlere bağlı olarak kimi zaman sendikal hareket çıkış yapıp sosyalist hareketin önünü açarken, kimi zaman da sosyalist hareket sendikal hareketi ilerleterek işçi hareketinin canlanmasını sağlamıştır. Ne var ki, son tahlilde belirleyici olan politik faktördür ve o politik faktörü temsil eden sosyalist harekettir. Gerek dünya gerekse Türkiye deneyimi gösteriyor ki, sosyalist hareket güçlenip sendikaları belirlediğinde, sendikalar hızla canlanmakta, mücadeleci işçi örgütlerine dönüşmekte ve sınıf mücadelesinin yükselmesini sağlayan aktörler haline gelmektedirler. Şimdiki durumun tam aksine, geçmişte, sendikalar ile sosyalist hareket daima iç içe olmuştur. Bu kapsamda kısaca Türkiye deneyimini hatırlatalım: TİP’i kuran sendikacıların kendi başlarına yol alamamaları ve daha sonra sosyalistleri partiye davet etmeleri, iki hareketin iç içe geçmesiyle yükselen mücadelenin sonucu olarak DİSK’in kurulması çarpıcıdır. Keza 1970’lerin ikinci yarısına damgasını vuran DİSK’in militan mücadelesinin arkasında TKP’den başlayarak güçlenen sosyalist hareketin olduğunun altını kalınca çizmek lazım. Fakat burjuvazinin 1980’ler boyunca sürdürdüğü neoliberal saldırıların geri püskürtülememesi, bilhassa da SSCB’nin çökmesi neticesinde dünyada sınıflar arası güç dengeleri değişmeye başladı. Kuvvetlice estirilen neo-liberal politikaların amacı, yarattığı toplam değerden işçi sınıfının aldığı payı azaltmak ve böylece burjuvazinin kâr oranlarını yükseltmek, ama aynı zamanda bu saldırılara karşı işçi sınıfının öfkesini sergilememesi için sendikaların belini kırmaktı. Özellikle Avrupa işçi hareketinin “sosyal devlet” yanılgısından sıyrılıp bu saldırılara zamanında ve yeteri sertlikte yanıt verememesi, daha sonra da sosyalizm

8

Ocak 2014 • sayı: 106

olarak algılanan SSCB’nin çökmesi, dünya işçi hareketinde korkunç bir hayal kırıklığına ve geriye savrulmaya yol açtı. Büyük bir tasfiye dalgasıyla karşılaşan sosyalist hareket hızla küçülüp güçsüzleşirken, moral üstünlüğü ele geçiren burjuvazi saldırılarını sürdürdü. Faşist rejim tarafından ezilen Türkiye sosyalist hareketi ise, SSCB’nin çökmesiyle ikinci büyük darbesini almış oldu. Sosyalist hareketin cılızlaşması, ama aynı zamanda moralsizlik, tükenmişlik ve artan ölçüde reformizm sarmalına hapsolması, böylece burjuvazi karşısında bir mücadele iradesi ortaya koyamaması işçi sınıfını ve sendikaları doğrudan etkiledi. Sendikalar küçülüp sermaye karşısında etkisiz örgütler haline gelirken, belirttiğimiz üzere giderek daha fazla bürokratikleştiler, burjuva partilerle iç içe geçtiler ve çürüdüler. Elbette buradan çıkartılacak sonuç, kimilerinin dile getirdiği gibi sendikaları bir kenara atarak “temiz” yeni örgütler yaratmak olamaz. İşçi sınıfının tarihsel kazanımlarını kaybetmesinin ve sendikasızlaşmanın derinleşmesinin temel nedeni; sendikaların “kirlenmesi”, bürokratik geleneksel yapılara dönüşmesi ya da üretim sürecindeki birtakım farklılaşma ve esnekleşme değildir. Meselenin bu yönüne odaklananlar, sosyalist hareketin içinde bulunduğu krizi görmezden geliyor, daha da önemlisi kendi üzerlerine düşen görevleri sırtlarından atıvermiş oluyorlar. Unutmayalım ki, mücadelenin yükseldiği her dönem o bürokratik mekanizmalar kırılıp atılabilmekte, köhnemiş ve kirlenmiş sendikal yapılar işçi sınıfı kavgasının ışıldayan örgütlerine dönüşebilmekteler. Türkiye özelinde konuşacak olursak, işçi hareketinin yükseliş devresine geçmesi için nesnel koşullar olgunlaşmış olmasına rağmen, işçi sınıfının bilinç ve siyasal örgütlülük düzeyini ifade eden öznel faktör henüz yeterince güçlenmiş değildir. İşçi sınıfı içinde uzun soluklu, hedefli ve kararlı bir irade ortaya konmadan mücadelenin kolayına gelişmeyeceği açıktır. İşte sosyalist hareketin içine yuvarlandığı derin krizden çıkış yolu böylesi bir mücadele vermesinden geçmektedir. Ne var ki sosyalist hareketin büyük çoğunluğunun işçi sınıfıyla hiçbir bağı yoktur; onlar küçük-burjuva sosyalizminin sığ sularında debelenip duruyorlar. Bıçak kemiğe dayanmadığı ya da tüm umutlar tükenmediği müddetçe geniş kitlelerin kendiliğinden harekete geçmediği tarihsel ve güncel deneyimlerle kanıtlanmıştır. Meselâ şu günlerde önemli bir yolsuzluk skandalı patlamasına, iktidar kavgası sonucunda devletin tepesinde büyük ve kritik bir kriz ortaya çıkmasına rağmen, geniş işçiemekçi kitleler suskundur. Tüm olup bitene karşın henüz AKP’nin dışında bir alternatife yönelme eğilimi de göstermemektedirler. Zira burjuva siyaset arenasında AKP’nin alternatifi CHP ve MHP’dir ve geniş kitleler bunlara itibar etmemektedirler. İşte sosyalist hareket bu gerçekliği görmek zorundadır. Bu gerçek, işçi sınıfı içinde uzun ve sabırlı bir çalışma yürütmenin ve devrimci bir alternatif yaratmanın yakıcı önemini bir kez daha gösteriyor. 


Dershanelerden Özel Okullara Eğitim Sistemi Suphi Koray

C

emaat ile AKP arasında dershaneler üzerinden yürüyen kavganın ardından 2 Aralıkta yapılan Bakanlar Kurulu toplantısında dershanelerin kapatılması konusunda izlenecek politika belirlendi. Buna göre Ocak ayında konuyla ilgili yasa taslağı Meclis’e gelecek. Dershanelere 2 yıl süre verilecek. Dershanelerin bu süre zarfında özel okula dönüştürülmesi için gerekli hazırlıkları tamamlamaları gerekiyor. 2015-2016 eğitimöğretim dönemi öncesinde hazırlıklarını bitiremeyen dershanelerin durumu tekrar değerlendirilip çeşitli teşvikler sunulacak. Hükümetin dershaneler konusundaki kararını açıklayan Arınç, dershanelerin kapatılmadığına, özel okullara dönüştürüleceğine vurgu yaparak bu konuda hükümete karşı oluşan tepkilere engel olmaya çalışmıştı. Serbest piyasadan bahseden Arınç, ticari faaliyet yürüten kurumların kapatılmasının zaten Anayasa’ya aykırı olduğunu belirtmişti. Ayrıca “Dershaneler ve Hizmet hareketi ile hükümet karşı karşıya gelmiş değil. Böyle bir karşı karşıya gelmekten Allah bizi muhafaza etsin. Bu Türkiye için, hepimiz için kötü olur” demişti. Kavganın diğer tarafı da bu ılımlı açıklamaları memnuniyetle karşılamıştı. Cemaatin sözcülerinden Hüseyin Gülerce, “Dualar kabul oldu.

Hatadan dönüldü. İki yıl daha dershanelerin açık kalması kabul edildi. İki yıl içinde sınav sistemi yenilenebilir. Bu arada dönüşüm çalışması da yürür” diyerek memnuniyetlerini dile getirmişti. Ancak iki tarafın da duaları kabul olmadı ve Cemaat ile AKP arasındaki kavga savaşa dönüştü. Dershane kavgasının perdeleyemediği iktidar çekişmesini geçen sayıda ele almıştık. AKP, Cemaatin kadro kaynağı olan dershaneleri kapatarak bu kaynağı kurutmak istiyor. Her iki taraf da dershaneler konusunda argümanlarını ortaya koydu. Cemaat, dershanelerin fırsat eşitliği yarattığı, dershaneler kapatılırsa zengin çocuklarının özel ders alabileceği fakat yoksul çocukların buna imkânları olmadığı için üniversite şanslarının azalacağı, dershanelerin kapatılmasının Anayasa’ya aykırı olduğu, on binlerce dershane çalışanının işsiz kalacağı vb. argümanlarla dershanelerin kapatılmasına karşı çıktı. Şu satırlar Zaman gazetesinde yayınlandı: “Eşit olmayan eğitim şartları nedeni ile okuyamamış nesil tamamen kayıp bir nesil olarak ülkemiz açısından ciddi sıkıntıların oluşmasına sebep olacaktır. Eşitsizlik ve onun getirdiği psikolojik zedelenme bu neslin devlete ve kendini yönetenlere karşı uzun dönemli olarak sıkıntı hale getirecektir. Eşit olmayan eğitim şartları eğitimin en önemli

9


Ocak 2014 • sayı: 106

marksist tutum

Dershanelerin kapatılmasını savunan AKP’nin de, buna karşı çıkan Cemaatin de tüm söyledikleri ikiyüzlüce emekçi kitleleri kandırmaya yöneliktir. Dershaneleri savunanlar burayı bir kâr ve kadro kaynağı olarak gördükleri için kapatılmasına karşı çıkıyorlar. Emekçi çocuklarını ise kendi çıkarlarına payanda ediyorlar. Diğer yandan dershanelerin kapatılmasını savunanlar da kendilerinin hiçbir sorumluluğu yokmuş gibi çocukların yarış atına dönmesinden şikayet ediyorlar. Sürekli değiştirilen sınav sistemi ile çocukları daha fazla test çözmek dışında bir şey düşünemez hale getiren, hayattan kopartan eğitim politikalarını daha da sorunlu hale getirerek devam ettiren Erdoğan’ın AKP’si değil midir?

10

problemlerinden birisidir.” Bu endişe hiç de yersiz değildir. Yoksul gençlerin gelecekten umutlarını kaybetmeleri ve kapitalist düzene karşı tepki duymaları burjuvazinin tamamının ortak korkusudur. Cemaat, bu tehlikeye işaret ederek AKP’yi burjuva aklıselime davet etmektedir. Dershanelerin kapanmasını savunanlar ise dershanelerin fırsat eşitliğini engellediğini, çocukların yarış atı gibi sınava hazırlandıklarını ve öğrencilerin birer meta olarak görüldüğünü öne sürerek dershanelerin kapatılmasını savundu. Bizzat Erdoğan şu sözleri sarf etti: “11 yıl boyunca fırsat eşitliği için kararlı bir mücadele veriyoruz. Büyük Türkiye’yi böyle bir eğitim sistemi ile inşa edemeyiz. 2023 hedeflerine bu eğitim sisteminin aksaklıkları ile ulaşamayız. Anaokulundan itibaren üniversite bitinceye kadar çocuklarımızın bir yarış atına dönüştürüldükleri, dünyadan koptukları sistem sağlıklı bir sistem değildir. Çocuklar oyun oynayamıyor, spor yapamıyor, sanata zaman ayıramıyor. Hafta içi gel okul, hafta sonu iki gün git gel dershane. Analar bana ‘okullar varsa dershane niye var, dershane varsa okullar niye var?’ diye söylüyor.” Dershanelerin kapatılmasını savunan AKP’nin de, buna karşı çıkan Cemaatin de tüm söyledikleri ikiyüzlüce emekçi kitleleri kandırmaya yöneliktir. Dershaneleri savunanlar burayı bir kâr ve kadro kaynağı olarak gördükleri için kapatılmasına karşı çıkıyorlar. Emekçi çocuklarını ise kendi çıkarlarına payanda ediyorlar. Diğer yandan dershanelerin kapatılmasını savunanlar da

kendilerinin hiçbir sorumluluğu yokmuş gibi çocukların yarış atına dönmesinden şikayet ediyorlar. Sürekli değiştirilen sınav sistemi ile çocukları daha fazla test çözmek dışında bir şey düşünemez hale getiren, hayattan kopartan eğitim politikalarını daha da sorunlu hale getirerek devam ettiren Erdoğan’ın AKP’si değil midir?

Eğitim sisteminin rezilliği Kasım ayı verilerine göre Türkiye’de 3640 dershane var. Öğrencilerin büyük çoğunluğu üniversiteye girebilmek için dershanelere gitmek zorunda kalıyor. Eğitimin yetersizliği ve kalitesizliğinin yanı sıra okullarda verilen öğretimin içeriği ve biçimi ile üniversite giriş sınavlarındaki soruların içeriği ve biçimi arasındaki farklılık, ailelerin zorunlu olarak bütçelerinin önemli bir kısmını dershanelere ayırmasına yol açıyor. En düşük dershane ücreti 1500 TL. Bu da aylık ortalama 200 TL’lik bir tutar anlamına geliyor ki, asgari ücretin 800 TL olduğu ülkemizde bu bir işçi ailesi için hiç de azımsanacak bir rakam değildir. Aynı durum lise giriş sınavları için de geçerlidir ve eğitim sisteminin içler acısı durumu nedeniyle, iyi bir lisede eğitim görmek umuduyla bu sınavlara giren öğrencilerin hedeflerine ulaşabilmeleri için dershaneye gitmek, hatta üstüne bir de özel ders almak dışında bir seçenekleri yoktur. Bu da işçi ve emekçi aileler için büyük bir külfet anlamına gelmektedir ve çoğunluk bu külfetin altından kalkabilecek durumda değildir. Üstelik yapılan sınavların sıralama sınavı olması ve iyi okulların kontenjanlarının sınırlılığı nedeniyle ancak küçük bir azınlık bu okullarda eğitim görme şansını yakalayabilmekte, çoğunluk ise yetersiz ve kalitesiz eğitime mahkûm kalmaktadır. MEB, temel hedeflerinin “çocuklarımızın eğitim öğretim süreci içindeki sınavlarının sayısını mümkün olduğunca azaltmak, orta öğretime geçişte uygulanan ilave sınav ya da sınavları tamamen ortadan kaldırmak, okula alternatif olarak ortaya çıkan eğitim kurumlarının işlevini azaltmak ve çocuklarımızın sanatsal, sportif, sosyal, kültürel etkinliklere zaman ayırmasını sağlamak” olduğunu söylüyor ama bunun için gerekli adımları atmıyor. Eğitim sistemi çocukların bahsi geçen etkinliklere katılmasını sağ-


sayı: 106 • Ocak 2014

layacak altyapıdan yoksundur. Eğitim politikası da iddia edildiği gibi bu altyapıyı oluşturmak üzere planlanmıyor. Eksik olan sadece teknik altyapı değildir. Sorun kapitalist eğitimin doğasından kaynaklanmaktadır. Kapitalist eğitimin temel amaçlarından birisi burjuva ideolojisini genç beyinlere zerk etmek, böylece kapitalist sisteme uygun bireyler yetiştirmektir. AKP’nin eğitim politikasının hedefi de haksızlıklara boyun eğen, ömür boyu sömürülmeye hazır uysal nesiller yetiştirmektir. Bu sebeple çocuklara bir yandan isyankâr olmamaları için “milli ve manevi değerler” öğretilirken, diğer yandan bunları sorgulanmadan kabul ettirmek üzere çocuklar sınav odaklı bir eğitimin cenderesine sıkıştırılmaktadır. MEB, ortaöğretim geçiş sınavını kaldırdığını iddia ediyor ama gerçeklik bu değildir. Merkezi tek sınavın yerine 6 temel dersten (Türkçe, fen bilgisi, matematik, din kültürü ve ahlak bilgisi, yabancı dil, TC İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük) merkezi sınavlar uygulamaya sokulmuştur. Bu, üç sene boyunca 36 sınavın ortaöğretime giriş için baz alınacağı anlamına gelmektedir. Başka bir deyişle sınav sayısı azaltılmak bir yana katbekat arttırılmıştır. Aynı durum Yükseköğretime Geçiş Sınavı için de geçerli. AKP, dershanelerin kapanacağı 2015 Eylülüne kadar üniversite giriş sınavlarında yeniden değişiklik yapmayı planlıyor. YGS’nin kaldırılacağı açıklandı. Peki yerine ne geliyor? 5 dersten 2 ay aralıklarla merkezi sınavlar yapılacak. Yani tıpkı lise giriş sınavında olduğu gibi, YGS’yi “kaldırıyoruz” diyerek merkezi sınav sayısını arttırıyorlar. Milyonlarca öğrenci yarış atı gibi koşmaya devam edecek. Üstelik düne göre daha çok koşmak zorunda kalacak. Bu durumda aslında merkezi sınav sistemi ile üniversitelere giriş devam edeceği için öğrencilerin takviye alma ihtiyacı ortadan kalkmış olmayacak. Zengin aileler çocuklarının bu ihtiyacını özel derslerle karşılayabilecekken, geniş çoğunluğun buna bütçesi el vermeyecektir. Dolayısıyla yoksul çoğunluğun iyi lise ve üniversitelere girişlerinin önündeki engeller daha da artmış olacak. Her türlü olanağı kullanarak sınava hazırlanan zengin çocukları ile yoksul işçi-emekçi çocukları aynı değerlendirilmeye tâbi tutulmaya devam edilecek. İşte kapitalizmin fırsat eşitliği; işte “eşit eğitim hakkı”!

Özel okullar MEB’in Kasım ayında TBMM Plan ve Bütçe Komisyonuna sunduğu raporda özel okulların sayısındaki artışa dikkat çekiliyor. Buna göre, 2012-2013 eğitim öğretim yılında öğrencilerin yüzde 3,6’sı özel okullarda okumuş. Özel okul sayısının toplam okul sayısına oranının ise yüzde 9,6 olduğu belirtiliyor. Raporda “2011-2012 yılında 885 olan özel ortaöğretim kurum sayısı, Ekim 2013 itibariyle yüzde 9,6 artış göstererek 970 olmuştur” deniliyor. MEB özel okulların sayısının artışını büyük bir başarı olarak lanse ediyor. Çünkü diğer tüm alanlarda olduğu gibi

marksist tutum

eğitim sektöründe de AKP’nin niyeti özelleştirmenin önünü açmak ve eğitimi özelleştirmektir. Kapitalist eğitim bugün sadece burjuva ideolojisini tüm topluma yaymanın bir aracı değil, doymak bilmeyen sermaye sınıfı için aynı zamanda büyük bir kâr kapısı anlamına geliyor. Tıpkı sağlık, ulaşım gibi eğitim sistemi de neo-liberal politikaların bir sonucu olarak 80’li yıllardan beri tüm dünyada sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden şekillendiriliyor. Türkiye’de de 80’li yıllarda Özal’la başlayan bu süreç 2000’li yıllarda AKP ile birlikte hız kazanmıştır. Toplumun özel okulları tercih etmesi için adeta kampanya yürütüldü. Medya aracılığıyla, devlet okullarında yaşanan şiddet olayları vb. abartılarak ailelere korku salınmaya ve özel okullara yönlendirilmeye çalışıldı. “Fatih Projesi” gibi cafcaflı projeler uygulamaya sokuldu ama devlet okullarının asıl ihtiyaçları karşılanmadı. Öğretmen açıkları devam ediyor, sözleşmeli ve ücretli öğretmenlerle açık kapatılmaya çalışılıyor. Öğretmenler branşları olmayan derslere giriyorlar; eğitim-öğretim müfredatı kalitesiz ve yetersiz. Birçok konu kâğıt üstünde işleniyor gözüküyor. Öğrencileri yetiştirmekle sorumlu öğretmenler de aynı eğitim sisteminin ürünü oldukları için, çocukların sosyal, kültürel gelişimini sağlayacak ve onların yeteneklerini ortaya çıkaracak yetkinlikte değiller. Eğitim sisteminin kepazeliğine rağmen kendisini geliştirebilmiş öğretmenler de yine sistemin engellerine takılıyorlar. Kısacası bilinçli bir şekilde devlet okulları sadece diploma dağıtan kurumlara dönüştürülmüş durumda. Haliyle devlet okullarının itibarı kalmadı. Henüz azınlıkta olsa da imkânlarını zorlamak pahasına emekçi aileler bile çocuklarını özel okullara göndermeye çalışıyorlar. AKP, eğitimde özel sektörün payını arttırmak için gerekli yasal düzenlemeleri de gerçekleştirmektedir. 4+4+4 düzenlemesi hayata geçirilirken “ilköğretimin devlet okullarında parasız olduğu” maddesi Milli Eğitim Temel Kanunundan çıkartıldı. Arsa tahsisi, vergi muafiyeti gibi yöntemlerle teşvik edilen özel okulların eğitimdeki payı bugün yüzde 3 civarında. Bu payın yüzde 30’lara çıkarılması hedefleniyor. Dershanelerin özel okullara dönüştürülmesiyle bu süreç hızlandırılmaya çalışılıyor. Hükümet yanlısı gazetelerin haberlerine göre dershanelerini özel okullara dönüştüren dershane sahiplerine devlet öğrenci başına en az 1500 TL (bazı kaynaklara göre 4500 TL) ödeyecek. Yani vergiler yoluyla bizden alınan paralar eğitim burjuvazisinin cebine aktarılacak. Sabah gazetesinin haberine göre “Türkiye’de toplamda 1 milyon öğrenci kapasiteli yaklaşık 2 bin 750 özel okul bulunurken, öğrenci sayısı sadece 430 bin. Öğrenci başına bin 500 liralık destek ile Anadolu’da özel okulda okuyan öğrenci sayısı 200 binden 350 bine, İstanbul, Ankara İzmir gibi büyükşehirlerde ise kapasite yüzde 5 arttırılacak. Devlet sağlıkta olduğu gibi eğitimde de hizmet alacak. Buna göre özel sektör, devletin ihtiyaç duyduğu yere okul yapacak. Öğretmen dışında tüm personeliyle devlete kiralayacak. Kampustaki işletmeler

11


Ocak 2014 • sayı: 106

marksist tutum

iştahını kabartıyor. Cemaatçi sermayeye ait olan Doğa Koleji AKP iktidarı ile birlikte öyle bir büyüme gösterdi ki, dünyanın en büyük eğitim kurumları arasına girdi.

Parasız, bilimsel, demokratik, anadilde eğitim

Kapitalist eğitimin temel amaçlarından birisi burjuva ideolojisini genç beyinlere zerk etmek, böylece kapitalist sisteme uygun bireyler yetiştirmektir. AKP’nin eğitim politikasının hedefi de haksızlıklara boyun eğen, ömür boyu sömürülmeye hazır uysal nesiller yetiştirmektir. Bu sebeple çocuklara bir yandan isyankâr olmamaları için “milli ve manevi değerler” öğretilirken, diğer yandan bunları sorgulanmadan kabul ettirmek üzere çocuklar sınav odaklı bir eğitimin cenderesine sıkıştırılmaktadır.

12

özel sektörün olurken, devlet öğrenci maliyetini minimuma indirerek okul ihtiyacını giderecek. Kanunda var olan arsa ve vergi teşviki de daha işlevselleştirilecek. Özel okul yapmak isteyenlere hazine arsası temin edilecek. Özel okulların ilk 5 yıl gelir vergisinden muaf tutulma süresi uzatılacak, KDV de yüzde 8’den aşağıya çekilecek”. Bütün teşviklere rağmen dershanelerin büyük bir çoğunluğunun okul kriterlerine uygun olmadığı ve dönüşemeyeceği ortada. Sadece daha büyük dershaneler özel okullara dönüşebilecektir. MEB ilk etapta 720 dershanenin özel okula dönüştürüleceğini söylese de, dershanelerin ancak yüzde 10’u okul kriterlerini karşılayabiliyor (bunların büyük bir bölümünü de Cemaatin dershaneleri oluşturuyor). Örneğin, dershanelerin sadece yüzde 21’inde bahçe var. Bakan Avcı yaptığı açıklamayla bu konuya da açıklık getirmiş oldu: “Özel okula dönüşme kriterlerimizde bir esneklik sağlayacağız, böylece mevcut dershanelerin muhtemelen 5’te 1’i, belki daha azının, bu kriterlerin esnetilmesiyle özel okula dönüşebilme kabiliyetleri var, bunu sağlamaya çalışıyoruz.” Yani dershaneler kriterlere uymuyorsa, kriterler dershanelere uydurulacak. Yeter ki, eğitim özelleştirilsin. Dershane sahiplerinin bir kısmı ise istekleri yerine getirilirse dershanelerin özel okula dönüştürülmesine karşı değil. Kâr nereden gelecekse sermayesini oraya yatırmak gibi sınıfsal bir refleksi olan burjuvazi açısından bu son derece doğal bir tutum. Örneğin yurtiçinde ve yurtdışında toplam 85 kampüsü ve 50 bin öğrencisi bulunan dershane kökenli Doğa Koleji büyük dershane sahiplerinin

Sorunu sadece dershanelerin kapatılmasına veya kapatılmamasına indirgemek Türkiye’de eğitim sisteminin içler acısı halinin görülmesini engeller ki, bu da egemenlerin tuzağına düşmemiz anlamına gelir. Dershanelerin tartışma konusu haline gelmesi, iktidar kavgasının bu konu üzerinden yürütülmesi bile eğitim sisteminin çarpıklığını ortaya koymaktadır. Resmi istatistikler de Türkiye’de eğitim sisteminin kalitesinin dünya ortalamasının altında olduğunu gösteriyor. OECD ülkelerini de kapsayan 68 ülkede eğitim seviyesini ölçmek için yapılan PISA sınavlarında Türkiye ortalamanın altında kalıyor. Sorun sadece Türkiye ile sınırlı değildir. Kapitalizmin çelişkileri ve sınırları eğitim sisteminin de niteliğini belirliyor. En ileri kapitalist ülkelerde dahi insanlığın yüzyıllardır biriktirmiş olduğu bilgiyi ve deneyimi bir bütün olarak insanlığın çıkarları için kullanacak bir eğitim anlayışı yok. Elbette bu, kapitalist eğitimi tümden reddetmek gerektiği anlamına gelmez. Tersine daha nitelikli bir eğitim işçi sınıfının taleplerinden birisi olmalıdır: “İşçi sınıfı, bu sistemi yıkıp tüm insanların her türlü ihtiyaçlarını eşitlik ve bolluk temelinde karşılayacakları sınıfsız, sömürüsüz bir dünyayı yaratmak için gereken her türlü bilgi ve beceriyle şimdiden donanmaya başlamalıdır. Parasız, bilimsel, demokratik ve anadilde eğitim talebi bu açıdan vazgeçilmez bir taleptir. Ancak şuna da şüphe yoktur ki, işçi sınıfı ihtiyaç duyduğu gerçek eğitimi ancak kendi iktidarı altında alabilecektir. Bu yüzden işçi sınıfının gençlerine büyük bir görev düşüyor: Sınıf bilinciyle donanmak ve bu sistemi yerle bir edip, burjuva toplumun meslek denen dar ve güdükleştirici kalıplarının yıkılacağı, herkesin dilediği ilgi alanlarına yönelebileceği, her alanda olduğu gibi bu alanda da zorunluluğun yerini özgürlüğün alacağı komünist topluma doğru yürümek!” (İlkay Meriç, 4+4+4’ün Arkasına Gizlenenler, MT, Nisan 2012) 


Ortadoğu’da Kartlar Yeniden Karılıyor Kerem Dağlı

E

ylül ayında, Obama ve Ruhani’nin telefon görüşmesiyle başlayan nükleer müzakere sürecindeki yumuşamayla devam eden ABD-İran “yakınlaşması” Ortadoğu’da yeni bir sürecin başladığının işaretiydi. Obama yönetiminin bu hamlesi, Suriye konusunda Rusya’yla uzlaşan tutumuyla birlikte ele alındığında, ABD’nin Ortadoğu’da taktik düzeyde politika değişikliğine gittiğini göstermektedir. Bu taktik değişikliği, ABD’nin bölgedeki müttefikleri olan İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleri açısından oldukça sıkıntılı bir durum yaratmıştır. ABD, bu müttefiklerini, oluşturmakta olduğu yeni politik hat doğrultusunda pozisyon almaya zorlamaktadır. Ancak bu o kadar da kolay olmayacaktır. Bu ülkeler ABD’ye açıktan kafa tutamasalar da rahatsızlıklarını belli etmektedirler. Çünkü ABD gibi küresel güçler açısından mümkün ve zaman zaman da gerekli olan bu tür taktik değişiklikler, rakip bölgesel güçler açısından da dengelerin tamamen değişmesi anlamına gelebilir. Dolayısıyla Obama yönetimiyle ilişkilerinin “tatsızlaşmasının” yanı sıra, bahsi geçen ülkelerin ABD’nin yeni politikasının başarısızlığa uğraması için el altından çalışacaklarını, kendi aralarında kimi açık veya gizli ittifaklara gireceklerini de öngörmek gerekiyor. ABD’nin başını çektiği kampta yer alan Batılı emperyalist güçler arasında da bu politika değişikliğine muhalefet edenler mevcuttur. Fransa örnek olarak verilebilir. Yeniden atılım yapmaya aç olan Fransız emperyalizmi, gerek Afrika’da gerekse de Ortadoğu’da saldırgan politikaların savunuculuğunu yapmaktadır. Hem İran’la yürütülen nükleer müzakereler esnasında hem de BM Güvenlik Kurulunda, İran’la ilişkilerde diplomasinin ön plana çıkacağı daha yumuşak bir siyaset izlenmesine karşı çıkmıştır. Ve bu tutumuyla ABD’ye yanlış yaptığını söyleyen İsrail’den

de övgü dolu sözler almıştır. Bu da ABD’nin işini zorlaştıracak faktörlerden biridir. ABD, bölgedeki müttefikleriyle arasını bozabilecek veya en azından ciddi güven kaybına yol açacak denli önemli sonuçları olabilecek böylesi bir politika değişikliğine neden ihtiyaç duymuştur? ABD’nin İngiltere’yle birlikte geliştirdiği yeni politikası, en azından kısa vadede, Ortadoğu’daki İran etkisini arttıracaktır. ABD bunun, kontrol edemediği Sünni İslamcı güçleri dengeleyici etkisinden de faydalanacaktır. ABD her yere yayılıp gittikçe güçlenen radikal Sünni İslamcı güçlerin önünü kesmeyi hedeflemektedir. El Kaide denilen cephe örgütlenmesiyle sembolize olan radikal Sünni İslamcı güçler, emperyalist kapışmanın yarattığı siyasal istikrarsızlık ortamından beslenerek Afrika’dan Uzakdoğu’ya kadar pek çok bölgede etkili aktörler haline gelmişlerdir. Amerikan karşıtlığını öne çıkaran bir propagandayla güçlü bir tabana ulaşan bu hareketler, güçlendikleri her yerde ABD’nin başını ağrıtmaya devam etmektedirler. Suriye’de Esad rejiminin yerini radikal Sünni İslamcı bir iktidarın almasını istemeyen ve bu yüzden de kırmızıçizgilerinden dahi vazgeçerek, Esad rejimini savunan Rusya-İran ikilisiyle uzlaşma yoluna giden ABD, İran’la başlattığı “yakınlaşma”ya dayanarak; Afganistan’da (askerlerini çekmeye başladıktan sonra) Taliban’ın hâkimiyeti tekrar ele geçirmesinin önünü almak, Irak’ta da siyasi istikrarın sağlanması doğrultusunda İran’ın etkisinden faydalanmak istemektedir. Ayrıca İran’ın ılımlı bir çizgiye çekilmesi, ABD’nin Ortadoğu’daki eli ayağı sayılabilecek İsrail açısından da önemlidir. Rusya-İran cephesiyle gerilimin dozunu düşürmek, hem farklı bölgelere güç kaydırmak açısından ABD’nin

13


Ocak 2014 • sayı: 106

marksist tutum

elini rahatlatacak, hem de bölgedeki müttefiklerinin işine gelmese de sorunlu konularda kendi çıkarlarını zedelemeyecek çözümler üretebilmesinin önünü açacaktır.

Emperyalist siyaset somut çıkarlara göre belirlenir Obama yönetiminin giriştiği bu politika değişikliğinin arka planını açıklamaya girişmeden önce emperyalizmin kurtlar sofrasında siyasetin nasıl yürüdüğüne dair birkaç hatırlatma yapmak yerinde olur. Birincisi, ABD gibi hegemonik bir güç için vazgeçilmez müttefik veya değiştirilemez taktikler yoktur. İsmet İnönü’nün meşhur bir lafı vardır: “Büyük devletlerle ilişki ayıyla yatağa girmek gibidir. Ayının ne zaman ne yapacağı belli olmaz. Severken bile pençesiyle yaralar.” ABD gibi büyük emperyalist güçlerin “dostluğu”nun ne getireceği belli olmaz, avdan küçük parçalar kopartmak isterken zarar görebilir, hatta bir anda av oluverirsiniz. İkincisi, Ortadoğu gibi yüzlerce yıldır paylaşım kavgalarına konu olmuş bir bölgede tahliller konjonktürel olmak zorundadır. Çünkü çıkarlar sürekli değişmektedir ve çok fazla aktör mevcuttur. Emperyalist-kapitalist güçlerin yerel unsurlarla birlikte, birbirlerine karşı düzenledikleri komplolar, tezgâhlar birbirini kovalar. Üçüncüsü, devletlerarası ilişkilerde tümden veya kalıcı biçimde dost veya düşman olmak oldukça istisnaidir. Genelde, belirli konularda veya dönemlerde anlaşma-anlaşamama hali sözkonusudur. Bunu belirleyen şey çıkarların ne denli örtüşüp örtüşmediğidir. Bugün dost olanlar yarın düşman olabilir ya da tersi. Bunları akılda tutarak devam edelim. Burjuva basından şimdilerde öğreniyoruz ki, Obama ile Ruhani’nin “tarihi” olarak lanse edilen telefon görüşmesinin öncesinde, ABD ile İran en az 5 kez gizlice görüşmüşler. Bu görüşmeler İsrail gibi yakın müttefiklerden ve muhtemelen Obama’ya muhalif pozisyondaki Cumhuriyetçi şahin kanattan da saklanmış. Yani daha Ruhani seçilmeden önce ABD ile İran arasında bugünkü ya-

14

kınlaşmanın temelleri atılmış. Bunun sağlanabilmesi için öncelikle ABD ile Rusya arasında bu konuda bir “yakınlaşma” olması gerekliliğini de biz ekleyelim. Demek ki ciddi bir taktiksel hamle yapılmıştır. ABD açısından bunu koşullayan önemli ve nesnel bir faktör sözkonusudur. ABD halen dünyanın egemen emperyalist gücü olsa da, eskiye nazaran zayıflamıştır. Her işini tek başına ve kafasına göre görmek yerine, farklı küresel ve bölgesel güçleri de hesaba katmak, onlarla ittifaklar yaparak işlerini yürütmek zorundadır. Obama döneminin sözde barışçıl dış politikası bu zorunluluğun ifadesidir. Aynı nedenden ötürü ABD aynı anda dünyanın birden fazla bölgesine müdahale etmekte zorlanmaktadır. Obama yönetimi işbaşına geldiğinden itibaren emperyalist kapışmanın ağırlık merkezini Ortadoğu’dan Uzak Asya’ya kaydırmaya başlamıştır. Çünkü ABD açısından şu an bir numaralı rakip Çin’dir. Geçmişte Rusya’ya yaptığı gibi Çin’e yönelik olarak da geniş çaplı bir ekonomik-siyasi-askeri kuşatma harekâtına girişmiştir. Asya ve Pasifik’te artan siyasi gerilim bunun sonucudur. Ve Obama yönetimi, Çin’e bu kadar yoğunlaşmışken Ortadoğu’da fazladan enerji-para-zaman kaybetmek istememektedir. Niyeti, Ortadoğu’da işleri belli bir düzene sokup tüm gücünü ve dikkatini Çin’e verebilmektir. Bush yönetiminin zor kullanarak ve ortalığı dağıtarak zayıflamış ABD hegemonyasını Ortadoğu’da yeniden tesis etmesinin ardından Obama yönetimi diplomasiyi ön plana çıkartıp etrafı düzeltmeye başlamış ve bölge müttefikleri üzerinden yeni düzeni

ABD açısından İran’la “yakınlaşma”yı koşullayan önemli ve nesnel bir faktör sözkonusudur. ABD halen dünyanın egemen emperyalist gücü olsa da, eskiye nazaran zayıflamıştır. Her işini tek başına ve kafasına göre görmek yerine, farklı küresel ve bölgesel güçleri de hesaba katmak, onlarla ittifaklar yaparak işlerini yürütmek zorundadır. Obama döneminin sözde barışçıl dış politikası bu zorunluluğun ifadesidir. Aynı nedenden ötürü ABD aynı anda dünyanın birden fazla bölgesine müdahale etmekte zorlanmaktadır. Obama yönetimi işbaşına geldiğinden itibaren emperyalist kapışmanın ağırlık merkezini Ortadoğu’dan Uzak Asya’ya kaydırmaya başlamıştır. Çünkü ABD açısından şu an bir numaralı rakip Çin’dir.


sayı: 106 • Ocak 2014

devam ettirmeye, pekiştirmeye çalışmıştır. Ama işler pek de istediği gibi yürümemiştir. AKP hükümeti sayesinde bir dönem ABD tarafından tüm bölgeye model ülke olarak lanse edilen Türkiye, yine aynı AKP iktidarının ve asıl olarak da Erdoğan’ın izlediği politikalarla kontrol edilemez hale gelmiş ve kimi noktalarda sorun yaratmaya başlamıştır. Hatta AKP’nin temsil ettiği ılımlı-modern İslami çizginin Ortadoğu’daki diğer temsilcisi olan Müslüman Kardeşler de ABD açısından hayati derecede önemli olan kimi konularda ABD’den bağımsız ve AKP’yle birlikte hareket etmeye başlamıştır. Bu sorunlu noktalar arasında İsrail karşıtlığını, Filistin sorununda ABD’nin çizgisini aşan tutumların ortaya konmasını, İran’a ve ABD karşıtlığına gereken sert tutumların alınmamasını sayabiliriz. Böylece ABD, “yeşil kuşak” projesinden beri destekleyip kullandığı Sünni İslamcılarla daha fazla yol alamayacağına karar vermiştir. Eş zamanlı olarak Arap Baharı denilen süreçte pek çok ülkede Müslüman Kardeşler ya iktidar olmuş ya da iktidarın en güçlü adayı/ortağı haline gelmiştir. Ortadoğu’ya yönelik planları açısından istediği gibi yönlendiremediği bu Sünni İslami çizginin bölgede genel anlamda yükselişe geçme ihtimalinin ortaya çıkması (üstelik kendisine kafa tutan AKP-Erdoğan öncülüğünde), radikal İslamcı hareketlerin de yayılmasıyla birleşince –ki bu iki şey birbiriyle bağlantılıdır– ABD açısından bugünkü gibi bir taktik-politik değişiklik zorunlu hale gelmiştir. Mısır’da İhvan’ın askeri darbeyle devrilmesi, Tunus’da En Nahda’nın önünün kesilmesi, Türkiye’de Gezi protestolarından beri AKP-Erdoğan aleyhinde açıktan bir yıpratma faaliyetine girişilmiş olması, İran’la açık diplomasinin tekrar başlatılarak Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin hizaya getirilmeye çalışılması (çünkü bu ülkelerdeki kimi burjuva kesimler radikal İslamcı grupların ana finansörleridirler) bundandır. Cephenin diğer tarafına göz atacak olursak, İran ve Rusya açısından da ABD’nin bu taktik hamlesine olumlu yanıt vermenin getirileri olduğunu görürüz. Rusya açısından fazla karmaşık bir tablo sözkonusu değildir. Radikal Sünni İslamcı güçlere karşı mücadele zaten Afganistan işgalinden beri Rusya’nın gündemindedir. Gerek Çeçenistan’da gerekse de diğer Orta Asya ülkelerinde bu radikal güçler Rusya’nın çıkarlarına karşı savaşmaktadırlar. Suriye konusunda ABD’nin uzlaşma noktasına gelmesi ise Rusya açısından bir başarıdır ve Ortadoğu’daki nüfuzunun devamı açısından önemli bir etki yaratmıştır. Benzer şekilde İran-ABD ilişkilerinin yumuşaması da İran üzerinden Rusya’nın bölgedeki etkisini arttıracak bir faktöre dönüşme potansiyeli taşımaktadır. Tabii bu “yakınlaşma” İran’ın Rusya’ya eskisi kadar ihtiyacının kalmadığı bir noktaya ilerlemediği sürece. İran açısından ise birden fazla sebep saymak mümkündür. En önemlisi, Batılı güçlerin uzun zamandır uyguladığı ekonomik ve siyasi ambargonun İran ekonomisine verdiği büyük zarardır. İranlı egemenler, halkın yaşam

marksist tutum

koşullarının berbat hale gelmesi ve yoğun siyasi baskılar altında insanların inletilmesi pahasına bu ambargoya direnmişlerdir. Öyle ki halk ekonomik sıkıntılardan ve rejimin baskılarından artık patlama noktasına gelmiştir. İran’ın egemenleri, halkta oluşan bıkkınlığın ve tepkinin bir patlamaya yol açmaması için zaten ne zamandır rejimi yumuşatma sinyalleri vermekteydiler. Reformcuların desteğini arkasına alarak seçilen –daha doğrusu seçtirilen– Ruhani’nin Batı’yla yakınlaşmaya başlaması ve daha ılımlı bir iç ve dış politika yönünde adımlar atması toplumsal patlamaların önüne geçme imkânı sunmaktadır. Molla rejiminin toplumu ve ekonomik-siyasi yapıyı içine soktuğu dar kalıplar, belirli bir gelişmişlik düzeyine ulaşmış olan sermayenin büyümesinin ve dışa açılmasının önünde de ne zamandır engel oluşturmaktadır. Bu yüzden sadece halkın değil İran burjuvazisinin de hâkim eğilimi ambargonun getirdiği yükten kurtulmak ve daha fazla dışa açılabilmektir. İran bölge gücü olmak için rekabet halindeki ülkelerden biridir. Ve Türkiye’yle birlikte başa güreşmektedir. ABD’yle yakınlaşma ve hatta radikal Sünni İslamcılara karşı Batı’yla ittifak, bölgedeki İran-Şii etkisinin artmasının önünü açacaktır. Yakın zamana kadar bölgenin yükselen gücü olan Türkiye, bir yandan AKP-Erdoğan’ın kifayetini aşan hırsının, diğer yandan da konjonktürel gelişmelerin sonucu olarak inişe geçmiştir. İran’a yönelik ambargoların bir miktar azalması Türkiye için avantajlıdır, çünkü İran’dan önemli miktarda doğalgaz ve petrol ithal etmektedir. Ancak bölgedeki en önemli rakibi İran’ın güç kazanması Türkiye burjuvazisinin hiç de işine gelen bir durum değildir. Yakın zamana kadar bölgenin yükselen gücü olan Türkiye ise, bir yandan AKP-Erdoğan’ın kifayetini aşan hırsının, diğer yandan da konjonktürel gelişmelerin sonucu olarak inişe geçmiştir. İran’a yönelik ambargoların bir miktar azalması Türkiye için avantajlıdır, çünkü İran’dan önemli miktarda doğalgaz ve petrol ithal etmektedir. Yakın zamana kadar ambargoyu çeşitli yollardan delerek yürüttüğü bu ticareti şimdi daha rahat bir şekilde yürütme imkânı doğmuştur. Ancak bölgedeki en önemli rakibi İran’ın güç kazanması Türkiye burjuvazisinin hiç de işine gelen bir durum değildir. Daha da önemlisi, ABD’nin Suriye ve İran konusunda aldığı tutumlar Türkiye’nin ne zamandır izlediği dış politikasını tam anlamıyla iflas ettirmiştir. Erdoğan ve AKP hükümeti hem içerde hem de dışarıda büyük baskı altındadır. Bu baskı altında Erdoğan, görünürde kuyruğu dik tutsa da, bir yandan ABD’yle gerilimin dozunu düşürmeye çalışmakta diğer yandan da özellikle Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleriyle işbirliğine daha fazla ağırlık vermektedir. Suudi Arabistan ise şimdiden İsrail’le ikili anlaşmalar çerçevesinde İranSuriye-Lübnan hattında güçlenen Şii güçlere karşı hazır-

15


marksist tutum

lıklara başlamış durumdadır. Suriye’deki radikal Sünni İslamcı güçlere yönelik silah ve para yardımını arttırmıştır.

Suriye Konferansı: dağ fare mi doğuracak? Suriye meselesine de aynı pencereden, yani ABD’nin yeni politik hamlesine eşlik eden/etmesi muhtemel olan çıkar çatışmaları ve saflaşmalar açısından bakmak gerekiyor. Aylardır ertelenen Suriye Konferansının (nam-ı diğer Cenevre-II Konferansı), son olarak, 22 Ocakta Montrö şehrinde yapılacağı açıklanmıştı. Buraya emperyalist güçlerin yanı sıra, İran hariç bölge ülkelerinin neredeyse tamamı katılacak. İran’ın katılımına ise ABD taş koyuyor. Konferans hazırlıklarını yürüten ABD-BM-Rusya üçlüsü, amacın Suriye’ye barış getirmek olduğunu söylüyor. Emperyalistlerin barışından Suriye halkına ne fayda geleceği bir yana, herkes farkındadır ki Suriye Konferansından ciddi ve işe yarar bir sonuç çıkması son derece düşük ihtimaldir. Açıklamalara göre konferansa BM’nin yanı sıra BM Güvenlik Konseyinin beş daimi üyesi, AB, İslam İşbirliği Teşkilatı ve 25 ülke daha katılacak. İlk gün bu katılımcılarla başlayacak konferans, ikinci gün BM özel temsilcisinin yönetiminde Esad rejiminin ve muhalif güçlerin temsilcilerinin bir araya gelip müzakerelere başlamasıyla devam edecek. Ancak henüz muhalefet adına katılacak heyette kimlerin yer alacağı netleşmiş değildir, çünkü ortada tek parça veya en azından temel konularda uzlaşmış bir muhalefet yoktur. Esad karşıtı muhalefet kabaca üç parçadan oluşmaktadır; ABD ve AB’nin desteklediği Suriye Ulusal Konseyi (SUK) yönetimi, bu konsey içinde yer alan ve başta Türkiye olmak üzere Körfez ülkelerinin desteklediği Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), yine Suudilerin finanse edip Türkiye’nin lojistik destek verdiği (her ne kadar AKP hükümeti son aylarda artan baskılardan kaynaklı araya mesafe koymaya başlamış olsa da) radikal Sünni İslamcı güçler. Radikal İslamcılar zaten konferansı boykot ediyor ve hiçbir şey çıkmayacağını söylüyorlar. SUK’un bir parçası durumundaki ÖSO da konferansa karşı mesafeli bir tutum içindedir. İstanbul’da ikamet eden SUK yönetiminin ise Suriye içinde savaşan güçler üzerinde çok fazla belirleyiciliği yoktur. Suriye Kürtlerinin ise özgün bir durumu bulunmaktadır. Savaşan iki gücün dışında durarak, Esad yönetimiyle doğrudan savaşan bir pozisyon almamışlardır. Ancak Baas rejiminin mevcut haliyle devam etmesine karşıdırlar.

16

Ocak 2014 • sayı: 106

PYD’nin temsilcisi olduğu Suriye Kürtleri özerk bir yapı kurmuştur ve bunlar bu konferansa göndermek üzere diğer Kürt gruplarla ortak bir heyet belirlemişlerdir. Bu heyetin SUK içinde yer alıp almayacağı ise henüz netleşmiş değildir. Öte yandan ABD, son durumda radikal İslamcıların iktidara gelmesindense Esad’ı tercih edeceğini açık bir dille beyan etmiş olduğundan ve Rusya-İran ikilisiyle bir uzlaşmaya varmış bulunduğundan, müzakereler için Esad’ın gitmesini eskisi gibi şart koşmamaktadır. ABD’nin hedefi en iyi ihtimalle Esad’ın da razı olacağı ve dolayısıyla bir biçimde içinde yer alacağı bir geçiş hükümetini taraflara kabul ettirmek, en kötü ihtimalle de tarafları bir ateşkese razı ederek zaman kazanmaktır. Bu maksatla Ekim ayı sonunda “Suriye’nin Dostları” grubunun Londra’daki toplantısında, başını çektiği cephede yer alan Türkiye-Suudi Arabistan-Körfez ülkeleri-ÖSO’nun gazını almaya yönelik kararlar çıkartmıştır. Ayrıca adını saydığımız bu ülkelere ve ÖSO’ya yoğun bir baskı uygulayarak “Esad’ın gitmesi” koşulunu kararlardan çıkartmış ve radikal Sünni İslamcı grupların Suriye dışına çıkarılması gerekliliğini kâğıt üstünde kabul ettirmiştir. Rusya-İran-Esad rejimi cephesi ise şimdilik avantajlı bir konumdadır. Esad güçleri askeri açıdan üstün pozisyondadır, ülkenin önemli bölgelerinde Esad’ın hâkimiyeti devam etmektedir, ABD kırmızıçizgilerini çiğnemek pahasına Esad’a karşı bir askeri müdahaleye girişmeyi göze alamamıştır, muhalefet güçleri birlik olmaktan uzak bir görüntü sergilemektedirler ve hatta kendi aralarında çatışmalar bile yaşanmaktadır. Ayrıca ABD’nin hiç istemediği radikal Sünni İslamcılar silahlı muhalefetin ana gücünü oluşturmaktadırlar ve muhalefetin silahlı kanadı içinde neredeyse hegemon bir güç haline gelmek üzeredirler. Ek olarak, ABD’nin tüm baskılarına rağmen Suudiler radikal İslamcılara para ve silah yardımı yapmaya devam etmektedirler. Türkiye de araya mesafe koysa bile el altından des-


sayı: 106 • Ocak 2014

teğini sürdürmektedir. Rusya-İran-Esad cephesinin Esad’sız bir formüle razı olması mevcut koşullarda olanaklı değildir. Her ne kadar Rusya çeşitli kereler Esad’ın kendi çıkarları açısından vazgeçilmez olmadığını ifade etmişse de, mevcut güç dengeleri açısından bu tavizi vermesi beklenmemelidir. Muhalefetin ise aslında ortaklaşabildiği tek husus Esad’lı hiçbir formülü istemedikleridir. Ama daha kendi aralarında bir geçiş hükümetinde yer alacak bakanların belirlenmesi noktasında dahi uzlaşma sağlayamamaktadırlar. Kısacası bu koşullarda Suriye Konferansından tüm tarafları tatmin edecek bir sonuç çıkması mümkün değildir. En yüksek olasılık, ABD ve Rusya’nın bastırmasıyla, geçici bir ateşkes sağlanmasıdır. Tam da bu nedenle, ABD ve Rusya’nın tarafları belirli bir çizgiye çekememeleri durumunda konferansın bir kez daha ertelenmesi sözkonusudur.

Ufukta “barış ve huzur” görünmüyor Görünen odur ki, Ortadoğu bizzat ABD tarafından “kartların yeniden karıldığı”, yani kozların yeniden paylaşılacağı ve pozisyonların yeniden belirleneceği bir sürece sokulmaktadır. Bu süreçten neler beklenebileceğini ve olası sonuçları yukarıda özetledik. Beklenmemesi gerekenleri ise şöyle sıralayabiliriz. İlk husus ABD’nin yeni taktik hamlesinden boyundan büyük anlamlar çıkarılmamasıdır. Bu politika değişikliği (en azından orta vadede) stratejik düzeyde bir politika değişikliğine yol açmayacaktır. ABD’nin başını çektiği kutbun karşı ucunda Rusya yer aldığı sürece ancak taktik düzeyde politika değişiklikleri beklemek gerekir. ABD-İran yakınlaşmasını da abartmamak lazımdır. Sonuçta ABD ve Batılı müttefikler, uranyum zenginleştirme çalışmalarını durdurması ve nükleer tesislerini tam denetime açması karşılığında ambargoyu 7-8 milyar dolarlık gevşetmek konusunda İran’la bir “ön anlaşma” yapmışlardır. 6 ay sonra süreç tekrar değerlendirilecek ve olumlu gelişmeler olursa yeni adımlar atılacaktır. Ve 6 ay Ortadoğu için çok uzun bir süredir. Köprünün altından çok sular akabilir ve “beş dakikada bütün işler değişebilir”. İlkiyle bağlantılı ikinci husus, ABD’nin bu taktik değişikliğini, aslında bölgedeki müttefikleriyle tezgâhladığı bir “trik” olarak görmemek gerektiğidir. Çünkü ABD’yi bu taktik değişikliğine iten nedenler nesneldir. ABD’nin müttefiklerinin itirazlarına fazladan prim vereceğini de düşünmemek lazımdır. Sonuçta “oyunu kuran” ABD’dir ve ayak uydurmak zorunda olan ise İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan gibi ülkelerdir. Uymamak seçenekleri ise bedelini ödemek kaydıyla mevcuttur. Ne kadar homurdansalar da sonuçta ABD’nin çizdiği çizgide dizileceklerini öngörmek gerekir. ABD açısından radikal Sünni İslamcıların önünü kesmek ve Ortadoğu’da işleri belli bir hal yoluna koyup Asya’ya yani Çin’e yoğunlaşmak değişmeyecek ön-

marksist tutum

celikler haline gelmiştir. Üçüncü olarak da şunu söylemek gerekir; ABD oyunu yeniden kurmaya dönük bir ilk hamle yapmıştır. Arkasından hangi hamlelerin geleceği ve sürecin nasıl şekilleneceği elbette diğer oyuncuların oyununa da bağlıdır. ABD başlangıçta yaptığı planlarda defalarca değişiklikler yapmak zorunda kalmıştır, bu kez de kalabilir. Sürece işçi-emekçi sınıflar ve ezilen halklar açısından baktığımızda ise çok fazla bir değişiklik olacağını söylemek mümkün değildir. Emperyalist-kapitalist güçler ne değişiklik yaparsa yapsın politikalarının temelini kendi sınıfsal çıkarları oluşturur ve bu bakımdan işçi-emekçi sınıfların lehine bir değişimin olması imkânsızdır. ABDİran ilişkilerindeki “yakınlaşma” Ortadoğu’da kalıcı barışa ve huzura giden yolu döşemiyor. Sadece yeni çatışmaların zeminini hazırlıyor. Bölgedeki güçlerin yarışında kimin öne geçip-gerilediğinin de işçi sınıfı açısından önemi yoktur. Çünkü rakip emperyalist-kapitalist güçlerden birinin öne geçmesinin işçi sınıfına faydası yoktur. Ne Türkiye ne de İran kapitalizminin gücünün artmasının Türkiye veya İran işçilerine faydası vardır. Zararı ise çoktur. Bu yüzden de İran ve Türkiye işçi sınıfları kendi egemen sınıflarının çıkarlarını desteklememelidirler. İşçi sınıfı egemenlerin rekabetinin parçası olmamalıdır. Emperyalistlerin Ortadoğu’ya dönük temel politikasının özü halen “böl ve yönet” olarak devam etmektedir. Emperyalistler ulusal-etnik-mezhepsel ayrılıkları bu çerçevede kullanmaya devam etmektedirler. Bu da çatışmaların ve savaşların devam etmesi anlamına gelir. Suriye’de süregiden iç savaş bunun en kanlı örneği durumundadır. Ne ABD-İran yakınlaşması ne de Suriye Konferansı Suriye halkının çektiği acılara son verecektir. Suriye dışında da savaş farklı biçimlerde devam etmektedir. Irak’ta ve Lübnan’da hiç kesilmeyen şiddet eylemleri sıradan terör olayları değil, emperyalist savaşın görünümleridirler. Kürt halkının veya Filistin halkının özgürlüğe duydukları özlemlerinin giderilmesi de emperyalistler eliyle olmayacaktır. Emperyalistler olsa olsa Barzani veya Mahmut Abbas gibi burjuvaları tatmin edecek çözümler üretebilirler. Halkların özgürlük taleplerini gerçek anlamda karşılamaları olanaklı değildir. Daha büyük olasılık ise bu ezilen halkların özlemlerini kendi planlarına kurban etmeye çalışmalarıdır. O halde İran, Türkiye ve Ortadoğu işçilerinin görmesi ve yapması gereken nedir? Hangi ülkede olursa olsun işçi sınıfı burjuvaların, kapitalist devletlerin veya emperyalist güçlerin kendi aralarındaki kapışmaya taraf olmamalı, onların yarattığı kutuplaştırmanın kendi sınıfını bölmesine izin vermemelidir. Ortadoğu’nun ve dünyanın tüm işçilerinin kaderi ortaktır. Farklı ülkelerin işçileri ya kendi bağımsız sınıf siyasetlerini yaratacak ve enternasyonalizm temelinde birleşecek ve böylelikle kaderlerini kendi ellerine alacak ya da kapitalizmin ve emperyalist savaşların kurbanı olmak üzere kaderlerine boyun eğeceklerdir. 

17


“Yeni” Toplumsal Sorunları Kim, Nasıl Çözecek? Selim Fuat

D

oğayı ve insanı insafsızca tahrip eden kapitalizmin yarattığı sorunlar kaçınılmaz biçimde toplumsal hoşnutsuzluğun da artmasına neden oluyor. Ekolojik yıkımlar, kentsel yağmalar, insan hakları ihlalleri, kadınları ezen erkek egemen zihniyet ve bunu hayata geçiren politikalar, etnik ya da cinsel kimliklerinden dolayı baskı altına alınan kesimlerin yaşadıkları sorunlar toplumsal tepkilere yol açıyor. Bu tepkiler de toplumsal mücadele içerisinde doğru ya da yanlış politik karşılıklarını buluyor. Özellikle 60’lı yılların sonlarından bu yana, bu türden sorunlar temelinde yükselen tepkilerin, “yeni toplumsal hareketler” adıyla sınıf hareketinden tamamen kopuk bir perspektifle örgütlenmesine dönük yoğun çabalar söz konusu. Esas olarak küçük-burjuva ve burjuva muhalefeti temsil eden bu politik anlayışlar kimi sosyalistler nezdinde bile itibar görüyor, destekleniyor. İşçi sınıfı hareketleri söndü bitti yaygaralarına eşlik eder biçimde, bu hareketlere temel toplumsal muhalefet hareketleri olarak fazladan önem atfedenlerin söyledikleri sözler bazı sosyalist çevreler içerisinde de fazladan önemseniyor. Dikkatler kayıyor ve enerji bu tarz mücadelelere yönlendiriliyor. İdeolojik ve politik netlikten yoksun kesimler ister

18

istemez bu savrulmaları yaşıyorlar. Bunun politik bir arkaplanı da var şüphesiz. Stalinizm üzerinden Marksizme mal edilen yanlış anlayışlar, kapitalizmin yarattığı sorunlara karşı işçi sınıfı mücadelesi hattının dışında politikaların önünün açılmasına da kaynaklık etti. Akademik Marksistlerin ve reformistlerin yoğun gayretleri ile desteklenen bu politikalar, devrimci işçi hareketinin yeterince güçlü olamadığı koşullarda, belirli çevreler üzerinde egemen olabiliyor. Türkiye’de de HES’lere karşı yürütülen mücadeleler, Gezi Parkının yerine Topçu Kışlası görünümünde bir AVM yapılması ya da ODTÜ ormanından yol geçirmek için ağaçların kesilmesi gibi uygulamalara yönelik protestolar vesilesiyle yapılan tartışmalarda, bu eylemlerden hareketle “yeni toplumsal dinamiklere” kimileri tarafından epeyce dikkat çekildi. Sosyalist çevrelerin önemli bir bölümü de toplumsal mücadelenin esasını bir kenara koyarak dikkatini ve sempatisini bu “dinamik”lere yöneltti. Elbette burada eleştiri konusu yapılması gereken şey çevre sorunları ve kentsel yağma gibi konularda toplumsal tepki gösterilmesi ve bunun üzerinden protestolar örgütlenmesi olamaz. Bu türden sorunlar üzerinden gösterilen tepkiler haklı tepkilerdir ve bu tepkilerin sağlıklı bir perspektifle


sayı: 106 • Ocak 2014

desteklenerek mücadelenin doğru kanallara yöneltilmesi de gereklidir. Meselemiz bu eylemler üzerinden “yeni toplumsal dinamikler” keşfederek işçi sınıfı mücadelesinden uzaklaşan anlayışlarladır.

“Yeni toplumsal hareketler” nedir ve hangi toplumsal hareketler “eskimiştir”? “Yeni toplumsal hareketler” ve “dinamikler” tezlerini dillendiren başta Habermas olmak üzere Touraine ve Melluci gibi akademisyenler, “endüstri sonrası” diye nitelendirdikleri toplumların, taleplerini ifade etmek ve ihtiyaçlarını karşılamak için yeni türden toplumsal hareketlere gereksinim duyduklarını öne sürdüler ve Marksizmin toplumsal değişim konusunda büyük önem atfettiği proletaryanın, devrimci özne olmak şöyle dursun artık kapitalizme entegre olduğunu iddia ettiler. “Yeni toplumsal hareketler”in ve “dinamikler”in öneminden dem vuranlara göre, eskinin işçi sınıfı hareketi ve bu hareketin talepleri 1960’lardan sonra giderek geçersiz hale gelmiş, bu talepler toplumun tüm kesimini kapsamadığı gibi işçi sınıfının bu talepler doğrultusunda mücadele etmesini gerektirecek bir sınıf çatışması kalmamıştır. “Yeni toplumsal hareketler”, “eski” toplumsal hareketlerin yani işçi sınıfı hareketlerinin taleplerini aşan, daha demokratik, daha katılımcı, daha eşitlikçi talepler içermektedir. Bu türden hareketlerin darlığını, perspektif yoksunluğunu, sınıfsal bulanıklığını, örgütsüzlüğünü, uçuculuğunu vb. bakın bir akademiysen nasıl şirinleştirerek anlatıyor: “Yeni toplumsal hareketler, endüstriyel kapitalizme özgü geleneksel işçi sınıfı hareketlerinden farklı olarak, geçkapitalizmin bilgi toplumlarının sınıfsal çeşitliliği zemininde gelişen, orta sınıfa dayalı hareketler. Bunlar, belirli ‘değerler’ üzerinden eylemde bulunan, tepki veren toplumsal grupların bir araya gelmesiyle ortaya çıkıyorlar ve değer yönelimliler. Bir başka deyişle, ‘daha yeşil çevre’, ‘şiddetten arınmış bir dünya’, ‘özel hayata saygı’, ‘deney hayvanlarına özgürlük’ gibi değerleri, parti veya çıkar gruplarından farklı olarak, daha yüce bir hedef uğruna araçsallaştırmadan savunuyorlar. Yeni toplumsal hareketler, büyük anlatıları, yerleşik düzeni kökten değiştirme idealleri olan ve bu ideallerin yansıtıldığı bir liderin olduğu ‘eski’ hareketlerden, ‘hemenşimdi-burada’ya odaklanmaları ve öndersiz olmalarıyla farklılar. Değer yönelimli taleplerinin, hemen-şimdi-burada’ya odaklanmış olması, öncesi olmayan belki sonrası da olmayacak, durumsal ve hızlı örgütlenme ve tepki vermelerini mümkün kılıyor.”* “Yeni toplumsal hareketler”e övgüler düzen anlayışların sınıf dışı karakteri ortadadır. Bu niteliği ile birlikte düşünüldüğünde devrimci Marksistler için ortada yeni bir şey olmadığı da açıktır. Toplumsal sorunlara karşı mücadeleyi işçi sınıfının mücadelesinden ve onun devrim perspektifinden ayrı düşürerek, düzen içi sınırlara hapsedenler, “yeni” olarak nitelendirdikleri toplumsal hareketlere

marksist tutum

hararetli övgüler düzüyorlar. Marksizmden kopup yeni sulara yelken açan, Yeşil hareketin öncü teorisyenlerinden Rudolf Bahro gibiler de bakış açılarını şöyle ortaya koyuyorlar: “Mesele, açıkça şu: Devrimci özne, bizim şimdiye kadar kullandığımız proletarya kavramının ve onun kavramsal çevresinin sunduğu beklentiler doğrultusunda ‘işlemedi’. Ve biz, gözlerimizi dikmiş, nafile yere, devrimci bir işçi sınıfı arıyoruz; nafile yere, çünkü yaptığımız iş, radyo dalgalarını teleskopla bulmaya çalışmaktır.” Peki, gerçeklik böyle midir? İşçi sınıfı toplumsal dönüşüm konusunda devrimci özne rolünü yitirmiş midir? Ya da işçi sınıfının devrimci programı bu türden sorunların çözümüne dair bir perspektif ortaya koymamakta mıdır? Elbette, ne işçi sınıfının devrimci programı kapitalizmin yarattığı bu türden toplumsal sorunlara karşı kayıtsızdır ne de işçi sınıfı kapitalist egemenliği yıkmak ve yeni temellerde bir toplumu örgütlemek yeteneğinden yoksundur. Bilakis bu sorunların çözümünü sağlayacak nesnel koşullar işçi iktidarı ile başlatılacak olan sürecin dışında başka bir yolla oluşturulamaz. Yeni toplumsal hareketler olarak adlandırılan hareketlerin hiçbirisi, konu edindiği sorunlara köklü bir çözüm getirme kapasitesine sahip değildir. Bu hareketlerin en iddialısı ve en çok ilerleme imkânı bulmuş olan Yeşil hareketin ortaya koyduğu pratik bunu net bir biçimde gösterir. Yeşiller hareketinin siyaseten en ileri taşındığı yer Almanya olmuştur. Çevre kirliliğine, nükleer enerji kullanımına, NATO militarizmine karşı mücadeleyi öne alan Yeşiller hareketi 1980’lerden itibaren Almanya siyasetinde etkili olmaya başlamış, siyasi parti olarak girdiği seçimlerde yüzde 8’ler civarında oy alır hale gelmiştir. 1998 seçimlerinin ardından sosyal-demokrat parti ile birlikte hükümet kurma noktasına bile gelmiştir. Uzun yıllar boyunca da hükümeti oluşturan koalisyonların içinde yer almıştır. Ne var ki, Yeşiller hükümete geldiklerinde, önceki tüm iddialarının aksine, ne NATO’nun emperyalist saldırılarına karşı ne de nükleer santrallerin derhal kapatılması konusunda ısrarlı bir mücadele yürütmüşlerdir. Koalisyon ortağı oldukları hükümet örneğin NATO’nun Kosova’ya yönelik askeri harekâtlarına aktif destek verirken ya da nükleer santralleri çalıştırmaya devam ederken, onlar böylesi bir hükümette kalmakta bir beis görmemişlerdir. Yeşiller hareketinin bu macerası, çevre sorunlarını kapitalizmden bağımsız olarak ele alan ve bu sorunlara karşı mücadeleyi düzen içine hapseden bir politik hattın sınırlarını çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. Böylesi bir anlayış, ne denli radikal biçimlere bürünürse bürünsün, kapitalist sistemle uzlaşmaya mahkûmdur. Araştırmaların ortaya koyduğu tablo, Yeşiller Partisine oy veren kitlenin ağırlıklı bölümünün, entelijansiya, öğrenciler ve beyaz yakalılar gibi küçük-burjuva zihniyete yatkın kesimlerden oluştuğunu göstermektedir. Yani bu tür unsurların desteklediği bu parti kapitalist düzenin yapısal özelliklerinin karşısında duramazdı, durmadı da zaten.

19


Ocak 2014 • sayı: 106

marksist tutum

“Yeni toplumsal hareketler” tüm dünyada esas olarak küçük-burjuva ve burjuva muhalefeti temsil ederler ve sınıf doğalarının gereği olarak kapitalist düzeni yıkmaya dönük bir mücadeleden uzak dururlar. Sorunların kaynağı kapitalizm olduğu için kapitalizmi doğrudan hedef almayan hiçbir çözüm önerisi bu yaralara merhem olmaz. Örneğin çevre sorunları söz konusu olduğunda, kapitalistlerin doğayı insanlığın ve genel olarak canlı yaşamın yok olması pahasına tahrip ederek sermayelerini büyütme iştahı, hiçbir sistem içi çözümle engellenemez.

Esas olan işçi sınıfının devrimci mücadelesidir Burjuva ideologların ya da pek çok akademik Marksistin, Marksizmin “yeni toplumsal hareketlere” konu olan sorunlarda sözü olmadığı ya da yanıldığı yönündeki iddiaları safsatadan ibarettir. Marksist teori ve Marksist hareketin tarihsel deneyimleri; ekolojik sorunların, kentsel yağmanın, insan hakları ihlallerinin, kadın sorununun, etnik ya da cinsel kimliklerinden dolayı baskı altına alınan kesimlerin yaşadıkları sorunların çözümü için sağlam bir çerçeve sunmaktadır. İşçi sınıfının devrimci programı bu sorunlara karşı mücadeleyi de kapsadığı gibi, bu sorunların tam ve tutarlı çözümü için sınıflı toplumun ve özel mülkiyetin tasfiyesine işaret eder. “Yeni toplumsal hareketler” ise tüm dünyada esas olarak küçük-burjuva ve burjuva muhalefeti temsil ederler ve sınıf doğalarının gereği olarak kapitalist düzeni yıkmaya dönük bir mücadeleden uzak dururlar. Sorunların kaynağı kapitalizm olduğu için kapitalizmi doğrudan hedef almayan hiçbir çözüm önerisi bu yaralara merhem olmaz. Örneğin çevre sorunları söz konusu olduğunda, kapitalistlerin doğayı insanlığın ve genel olarak canlı yaşamın yok olması pahasına tahrip ederek sermayelerini büyütme iştahı, hiçbir sistem içi çözümle engellenemez. Çünkü sermayenin büyümesinin durması kapitalizmin sonu demektir. Kapitalizmin kendisinin doğanın geri dönülmez tahribatının önüne geçmesini beklemek sistemin tabiatına aykırı-

20

dır. Keza erkek egemen bir sistem olan kapitalizm altında kadın sorununun çözülebileceğini düşünmek de aynı ölçüde ütopiktir. Kapitalist sömürü sistemini ortadan kaldırabilecek yegâne sınıf ise devrimci proletaryadır ve o bu niteliğini bizzat üretim sürecindeki rolünden almaktadır. Bu yüzden çevre sorunu, kadın sorunu ve benzerleri çerçevesinde örgütlenen hareketler ne işçi sınıfının devrimci mücadelesinin muadili olabilirler ne de onun yerine ikame edilebilirler. Toplumsal devrimin öznesi ve lokomotifi proletaryadır ve bunu ortadan kaldıracak niteliksel bir değişim kapitalizmin özüne aykırıdır. Burjuva ideologların aksi yöndeki bunca yıllık propagandası ve alternatif yaratma çabaları boşa çıkmıştır. Ne var ki, sınıfsal meşrepleri nedeniyle işçi sınıfı içerisinde sebatlı bir çalışma yürütmekten uzak duran küçük-burjuva sosyalistler, burjuvazinin bu tuzaklarına düşmekten de, sosyalist ideallere meyleden gençleri ve işçi sınıfının kimi unsurlarını bu nafile yollara sürüklemekten de geri durmamaktadırlar. Oysa kapitalizmin ortaya çıkardığı sorunlara karşı mücadele etmeyi samimiyetle önlerine koyan sosyalistler açısından yapılması gereken, bu tür sorunlara karşı da işçi sınıfını seferber etmek üzere sınıf temelinde devrimci bir çalışmaya yönelmektir.  ____________________ *

Cem Kaptanoğlu, “Psikososyal Açıdan Gezi Direnişi”, Türkı̇ ye Psikiyatri Derneği Bülteni, c.16, sayı 2


Mandela ve Güney Afrikalı Emekçilerin Mücadelesi İlkay Meriç

G

üney Afrika’da ırkçı apartheid rejimine karşı yürütülen özgürlük mücadelesinin simgeleşen önderlerinden Rolihlahla Nelson Mandela 5 Aralıkta hayatını kaybetti. 95 yaşındaki Mandela’nın ölümü, apartheid rejiminin korkunç anıları halen hafızalarından silinmemiş olan Güney Afrika halkının yanı sıra, başta Filistin olmak üzere dünyanın pek çok bölgesindeki ezilen halklarda büyük bir üzüntüye yol açtı. Ancak Mandela için gözyaşları dökenler sadece emekçiler ve ezilen halklar olmadı. Bu gözyaşlarına, emperyalist ülkelerin devlet başkanlarının, siyasetçilerinin ve tekelci medyanın gözyaşları da eşlik etti. Bu durum aslında emperyalist ikiyüzlülükle birlikte bir başka gerçeğin de ifadesiydi: Ortada iki Mandela’nın oluşu! İlki, Güney Afrika’nın siyah halkının gönlünde taht kuran bir özgürlük savaşçısı olarak Mandela; ve ikincisi, apartheid rejiminin yıkılmasının ardından devlet başkanlığı koltuğuna oturan ve hızlı bir dönüşüm yaşayarak kapitalist düzenin koruyucularından biri haline gelen, bu nedenle de onu bir zamanlar “terörist” olarak gören eski düşmanları tarafından aziz ilan edilmesinde sakınca görülmeyen burjuvalaşmış Mandela. Güney Afrikalı siyah emekçilerin ırk ayrımcılığının yanı sıra yoksulluğa, sömürüye ve ezilmişliğe karşı yükselttikleri toplumsal kurtuluş mücadelesinin, hareketin liderliği eliyle kapitalist düzen sınırlarına hapsedilmesinin de hikâyesi olan bu dönüşüme daha yakından bakalım. Rolihlahla Mandela, 1918 yılında, Güney Afrika’nın Cape eyaletindeki bir köyde, büyük bir kabilenin şefinin torunu olarak dünyaya geldi. İngiliz Hıristiyan misyonerlerin idaresindeki bir okulda ilkokula başladığında, izlenen asimilasyon politikasının sonucu olarak diğer tüm siyah çocuklar gibi onun adı da değiştirildi. Yedi yaşında birden bire “Nelson” olan Rolihlahla için ırk ayrımcılığının en ağır örneklerine tanık olacağı bir hayatın başlangıcıydı bu. Nüfusun ancak %15’ini oluşturan beyaz azınlığı temsil eden ırkçı rejim1, siyahlar ve diğer renkli halkları

her türlü siyasal haktan mahrum kılan ve sömürünün en derinine maruz bırakan faşizan bir egemenlik kurmuştu. Siyahların beyazlarla aynı ortamı paylaşmasını bile yasaklayan ve apartheid adı verilen bu katı ırk ayrımcılığı yasalarla da tescilleniyordu. Bu ağır baskı koşullarının yanı sıra derin bir yoksulluğun hüküm sürdüğü Güney Afrika’da, Mandela yine de şanslı sayılabilecek bir azınlık içindeydi. 1939’da, Güney Afrika’da siyahları kabul eden sayılı üniversitelerden birinde hukuk eğitimi görmeye başlayan Mandela, bu süreçte ırkçı beyaz azınlık rejimine karşı yürütülen özgürlük mücadelesinin liderliğini yapan Afrika Ulusal Kongresi (ANC) ile temas kurdu ve çok geçmeden onun gençlik örgütünün kurucularından biri oldu. ANC o dönemde, yakın ilişki içinde olduğu Güney Afrika Komünist Partisinin (SACP) de etkisiyle eski pasifist çizgisini terk etmiş ve giderek sertleşen militan bir siyasi çizgi izlemeye başlamıştı.2 1950’lere ilerleyen süreçte grevler, okul boykotları ve sivil itaatsizlik kampanyalarıyla ırkçı rejime karşı mücadele kitlesel bir direniş halini almıştı. 1950’de Mandela ANC’nin ulusal yürütme komitesine seçilirken, 1955’te toplanan Halk Kongresi, Mandela’nın da hazırlayıcıları arasında yer aldığı Özgürlük Sözleşmesi’ni ANC’nin ve siyah hareketin temel programatik belgesi olarak kabul edecekti. Emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı bağımsızlık ve özgürlüğü, ırkçı rejime karşı demokrasi mücadelesini savunan sözleşme, demokratik taleplerin yanı sıra, burjuvaziyi son derece rahatsız eden radikal ekonomik talepleri de içeriyordu: Bankaların, altın madenlerinin ve toprakların devletleştirilmesi, topraksız köylülere toprak dağıtılması, siyah halka serbest ikamet ve dolaşım hakkı, ırk ve milliyet ayrımı olmaksızın parasız ve zorunlu eğitim, asgari ücret belirlenmesi ve çalışma saatlerinin kısaltılması vb. Bu talepler yoksul siyah işçi ve emekçiler tarafından gönülden desteklenirken, ANC ve SACP de emekçi kitlelerin büyük sempatisini kazanıyordu. Komünistliği yasal olarak suç sa-

21


marksist tutum

yan ırkçı rejim ise, Özgürlük Sözleşmesi’ni komünist bir metin ilan ederek, Mandela’nın da aralarında bulunduğu ANC kadrolarını gözaltılarla, tutuklamalarla yıldırmaya çalışıyordu. Bu dönemde, Walter Sisulu ve Oliver Tambo gibi önde gelen ANC liderleriyle birlikte Mandela’nın adı da mücadelede öne çıkmış durumdaydı. Johannesburg’da Oliver Tambo ile birlikte açtığı ve Güney Afrika’da siyahların açtığı ilk hukuk bürosu olma özelliğini taşıyan avukatlık bürosu, adalet arayan siyahların önünde kuyruk oluşturdukları bir danışma ve hukuki yardım merkezi haline gelmişti. Irksal baskı ve yoğun sınıfsal sömürü altındaki yoksul siyah emekçilerin içinde bulunduğu korkunç koşullara yakından tanık olan ve ırk ayrımcılığına ve sömürgeciliğe karşı mücadelenin en tutarlı bileşeninin sosyalist hareket olduğunu gören Mandela, diğer pek çokları gibi komünist harekete yaklaşacak ve hatta 1960’ların başında Güney Afrika Komünist Partisine üye olacaktı. 1921’de kurulan ve 1950’de yasadışı ilan edilen SACP, Sovyetler Birliği çizgisinde bir komünist partiydi ve benimsediği Stalinist aşamalı devrim teorisi gereğince Güney Afrika için “ulusal demokratik devrim” hedefini önüne koyuyordu. Ne var ki, ülkenin içinde bulunduğu nesnel koşullar, onu bu hattaki reformist KP’lerden daha mücadeleci bir çizgi izlemeye zorluyordu. 1960’ta Sharpeville3 katliamını izleyen protestolar on binlerin ayağa kalkmasına yol açınca, ırkçı rejim çareyi sıkıyönetim ilanında ve ANC de dahil çeşitli

22

Ocak 2014 • sayı: 106

örgütleri yasaklayıp büyük bir tutuklama dalgası gerçekleştirmekte buldu. Bu gelişmenin ardından ANC, mücadelesini illegal olarak sürdürme ve silahlı mücadele başlatma kararı aldı. Buna paralel olarak Mandela, bazı SACP üyeleriyle birlikte, ANC’nin silahlı kanadını oluşturacak olan “Umkhonto We Sizwe” (Ulusun Mızrağı) adlı örgütü kurdu. Hedef, devlet kurumlarına, kışlalara, polis karakollarına, enerji ve ulaşım hatlarına vs. sabotajlar düzenleyerek rejimi zayıflatmak ve yıkmaktı. Mandela, örgüte teknik ve maddi yardım sağlamak üzere Güney Afrika dışına gerçekleştirdiği uzun gezi boyunca çeşitli komünist partilerle de temaslar kurarak onların desteğini aldı. 1962’de ülkesine döndükten kısa bir süre sonra ise CIA’in de yoğun katkılarıyla tutuklanarak ömür boyu hapse mahkûm edildi. Böylece, büyük bir kısmını Cape Town açıklarında yer alan Robben Adasındaki cezaevinde geçireceği 27 yıllık hapis hayatı başlamış oluyordu. Güney Afrika’daki kurtuluş mücadelesi 1970’li ve 80’li yıllarda çok daha güçlü bir yükseliş kaydetti. Irkçı rejime karşı sürdürülen mücadele bu süreçte açık bir sınıf mücadelesi halini almıştı. Yüz binlerce işçinin katıldığı kitlesel grevlere ek olarak, sokak gösterileri, boykotlar ve öğrenci eylemleri de alabildiğine kitleselleşip başkaldırı boyutuna sıçramıştı. Rejim bu başkaldırıya azgın bir devlet terörüyle karşılık veriyor, binlerce insan tutuklanıyor, ağır işkencelerden geçiriliyor, katlediliyordu. Ne var ki 1980’lerin ortalarına gelindiğinde, gerek ulusal gerekse uluslararası arenada iyice sıkışan egemenlerin artık apartheid rejimini devam ettirecek gücü kalmamıştı. Üstelik yükselen sınıf mücadelesi, beyaz burjuvaziyi, sadece apartheid rejiminden değil sahip olduğu mülkiyetten de yoksun bırakacak şekilde, düzen dışı bir rotaya girmişti. Oluşturulan sokak ve halk komiteleri aracılığıyla birçok bölgede siyah halk kontrolü ele geçirmişti. Bütün bunlara ek olarak ekonomik kriz nedeniyle de büyük bir sıkışmışlık içinde olan egemenler, ANC ile müzakereleri başlatmak zorunda kaldılar. Bu müzakerelerin anlaşmaya doğru ilerlemesiyle, ömrünün kesintisiz 27 senesini ırkçı rejimin zindanlarında geçiren Mandela, 1990’da hapisten çıktı. Mandela, hapisten çıktığında kendisine sorulan sorulara verdiği yanıtlarda, altın madenlerinin, bankaların ve tekellerin devletleştirilmesini de içeren Özgürlük Sözleşmesi’nin ANC’nin programı olduğunu ve bu görüşleri değiştirmelerinin hayal bile edilemeyeceğini söylüyordu. Oysa bu görüşlerin değişmesi “hayal bile edilemeyecek” kadar kısa bir sürede gerçekleşecekti. Mandela ve ANC-SACP, zayıflayıp çökmeye yüz tutmuş burjuva iktidarı işçi ve emekçi sınıfların son bir yumruğuyla yıkmaya yönelmek yerine, ulusal ve uluslararası burjuvaziyle pazarlık masasına oturmayı tercih etmişti. Sonuçta da kapitalist sistemin işleyişine dokunmama sözü verilerek bir anlaşmaya varılmıştı. Doğal olarak Özgürlük Sözleşmesi’nin kapitalist sistemle çatışan tüm maddelerinin üstü de birer birer çizilmişti. Bunun yerini ise IMF


sayı: 106 • Ocak 2014

marksist tutum

tepe kadroları da burjuvalaştılar. Devlet aygıtıyla kaynaşan ANC kadroları, bürokrasinin ve orta sınıfın çekirdeğini oluşturdular. ANC ile koalisyon halindeki SACP ve işçi sendikalarının yöneticileri de kuşkusuz nasiplerini aldılar. Sendika yöneticileri maden tekellerinin yönetim kurullarında yerlerini alırken, Stalinist gelenekten gelen ve bir burjuva işçi partisine dönüşmüş olan SACP yöneticilerinin aile efradı Güney Afrika’nın zenginleri arasına girdiler. Kısacası ulusal sorunun çözülme yoluna girmesiyle birlikte bir siyah burjuvazi de oluşmaya başladı ve bunlar, ırkçı rejimin egemenleri olan beyazlarla uzlaşarak Güney Afrika’yı sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürmeye giriştiler. Öyle ki, ırkçı rejimin cesaret edemediği ekonomi politikalarını bile arkalarındaki muazzam kitle desteğinden aldıkları güvenle birer birer hayata geçirdiler.” (Kerem Dağlı, agm) Bu arada Mandela ve ailesi de bu yeni burjuva kesim içinde yerini almakta gecikmeyecekti. Artık karşımızda, Güney Afrika halkının gözünde kahraman olmasını sağlayan özgürlük savaşçısı, emekçi dostu Mandela değil, burjuva Mandela duruyordu. 1999’da görev süresini tamamladıktan sonra ikinci kez aday olmayıp aktif politikadan çekilen Mandela, AIDS’le ve çevre sorunlarıyla mücadele eden “bilge adam” rolüyle yetinip imajını daha fazla yıpratmamayı tercih etti. Başta elmas ve altın olmak üzere zengin maden yataklarına sahip olan Güney Afrika’nın topraklarını ve halkını 200 yıldır iliğine kadar sömüren emperyalist tekeller, zamanında, bu sömürüyü garanti altına alan ırkçı rejime her türlü desteği vermişlerdi. O dönemde, Güney Afrika’nın ezilen, sömürülen, insan yerine konmayan yoksul siyah halkının gözünde Mandela bir kahramanken, yerli ve emperyalist egemenlere göre şeytani bir teröristti. Ne var ki yaşanan değişim ve dönüşüm süreciyle birlikte, burjuvazinin Mandela’ya yönelik yargıları da kökten değişikliğe uğradı. İşte cenaze törenindeki manzara, bizzat bu değişimin ürünüydü. Mandela’nın cenaze törenine, apartheid rejimine destek veren ABD’den İngiltere’ye emperyalist devletlerin başkanları, başbakanları ve bilumum seçkin zevatı da katıldı ve bunlar Mandela’ya övgüler düzmekte birbirleriyle yarıştı. Irkçı beyaz azınlık rejiminin en büyük müttefiki olan ABD’nin eski başkanı Bush, Mandela için “zamanımızın en büyük özgürlük ve eşitlik güçlerinden biri” derken, Obama “çağımızın en etkileyici, cesur ve son derece iyi insanlarından biri” diyerek ona övgüler yağdırıyordu. İngiltere başbakanı David Cameron ise Mandela’ya yönelik “zamanımız yüce bir şahsiyeti, bir efsane, gerçek bir küresel kahraman” sözleriyle ikiyüzlülüğün doruğunu temsil ediyordu. O aynı Cameron’ın üyesi olduğu Muhafazakâr Parti gençlik kolu, 1980’lerde ANC

Ömrünün 27 yılını ırkçı rejimin zindanlarında geçiren Mandela, 1990’da hapisten çıktı. Mandela, apartheid rejiminin sona ermesiyle birlikte siyahların ilk kez beyazlarla eşit haklara sahip olarak oy kullandıkları 1994 seçimlerinde yüksek bir oyla devlet başkanı seçildi.

ve Dünya Bankasının emekçiler açısından yıkım anlamına gelen ekonomik programlarının kabulü almıştı. “Ulusal demokratik devrim” böylece tamamlanmış oluyordu! 1993’te, ırkçı rejimin son cumhurbaşkanı De Klerk ile birlikte Nobel barış ödülüne layık görülen4 Mandela, apartheid rejiminin sona ermesiyle birlikte siyahların ilk kez beyazlarla eşit haklara sahip olarak oy kullandıkları 1994 seçimlerinde yüksek bir oyla devlet başkanı seçildi. SACP ile birlikte, yüz binlerce siyah işçiyi temsil eden mücadeleci bir sendika federasyonu olarak 1985’te kurulan Güney Afrika Sendikalar Kongresinin (COSATU) de desteklediği ANC ise hükümet oldu. Ne var ki bu, on yıllardır vadettiği “halk iktidarı”nı kurmaktan ve yoksulluk, adaletsizlik, eşitsizlikten bıkıp usanan siyah halkın ekonomik ve sosyal özlemlerini karşılamaktan son derece uzak bir hükümet olacaktı. Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloku’nun çöktüğü ve tüm dünyada burjuvazinin bunu “sosyalizmin çöküşü” ve “piyasa ekonomi”sinin tarihsel zaferi olarak lanse ettiği bir atmosferde iktidara gelen bu üçlü ittifak hükümeti, neo-liberal uygulamaları hayata geçirmekten başka bir çarenin olmadığını iddia ederek kapitalist saldırı politikalarını hızla uygulamaya girişti. Özelleştirmeler, kamu harcamalarında kesintiler, devalüasyon ve tekelci sermayeye büyük vergi indirimleriyle burjuvazi memnun edilirken, işçi sınıfının canına okunmaya devam edildi: “ANC iktidarı altında Güney Afrika, toplumsal eşitsizliğin en fazla arttığı ülkelerden biri haline geldi. Beyaz sermayenin ve maden tekellerinin gücü ve kârları daha da arttı. Bu arada geçmişin «gerilla liderleri» ve ANC’nin

23


marksist tutum

ve Mandela’yı terörist ilan edip “Mandela’yı as” kampanyaları düzenliyordu. Egemenler cephesinde bu tiyatro sahnelenirken, törenin yapıldığı 60 bin kişilik stadı dolduran siyah işçiler ve emekçiler ise bu “saygın” zevatın konuşmalarını özgürlük şarkılarıyla protesto ediyor ve dev ekranda boy gösterip konuşmaya girişen devlet başkanı Jacob Zuma’yı aralıksız yuhalıyorlardı. Kaybettikleri itibarlarını Mandela’nın saygınlığından faydalanarak yeniden kazanacaklarını uman Zuma ve ANC’nin, bizzat ANC’nin tabanını oluşturan işçi ve emekçilerin böylesine sert bir protestosuyla karşılaşması elbette sebepsiz değildi.

ANC’nin kapitalist saldırı politikaları ve yükselen sınıf mücadelesi Siyah halkın özgürlük sarhoşluğundan yararlanan ANC, 19 yıllık iktidarı döneminde, burjuvaziyi alabildiğine zenginleştirip işçi sınıfının sefaletini daha da derinleştiren kapitalist saldırı politikalarını birbiri peşi sıra hayata geçirdi. Bu dönemde Güney Afrika dünyada gelir dağılımının en eşitsiz olduğu on ülke arasında yer almayı sürdürdü. 2009’da cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan ANC lideri Jacob Zuma ise çok geçmeden adı yolsuzluk skandallarıyla anılan bir devlet başkanı haline geldi. 53 milyon nüfuslu ve nüfusunun %80’ini siyahların oluşturduğu Güney Afrika Cumhuriyeti’nde siyah işçi sınıfı bugün hâlâ derme çatma barakalardan oluşan ve gözalabildiğine uzanan varoşlarda, sefalet koşullarında yaşıyor. Resmi işsizlik oranının %25 olduğu bu ülkede gerçek işsizlik oranı %40’a ulaşırken, gençler söz konusu olduğunda bu oran %70’e yaklaşıyor. Nüfusun yarıdan fazlası resmi yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Buna mukabil, Afrika ülkelerinin hepsinden daha fazla dolar milyarderinin olduğu Güney Afrika Cumhuriyeti’nde, dolar milyarderlerinin sayısı on yıl önce 2 iken şimdi 14’e çıkmış bulunuyor. Eşitsizliğin sınıfsal olduğu kadar ırksal temelde de varlığını korumaya devam ettiği Güney Afrika’da, ülke gelirlerinin %60’ı, çoğunluğunu beyazların oluşturduğu %10’luk dilime gidiyor. Ekilebilir toprakların %80’i halen beyaz burjuvazinin elindeyken, beyazların gelirleri siyahlara göre iki kat daha fazla artıyor. Ortalama ömrün (2009 verilerine göre) beyazlar için 71 yıl iken siyahlar için 48 yıl olması da eşitsizliğin çarpıcı bir göstergesini oluşturuyor. Afrika kıtasının en güçlü işçi sınıfı olma özelliğini taşıyan Güney Afrika proletaryası, çalışma ve yaşam koşullarına yönelik azgın saldırılara karşı özellikle

24

Ocak 2014 • sayı: 106

son beş yıldır giderek artan bir militan karşı duruş sergilemekte, grevlerin ve direnişlerin sayısı artarken süresi de uzamaktadır: “Daha 2010 yılında madencilerin kitlesel grevleri ülkeyi sarsmış, 2011 yılında ise petrol, enerji, ulaşım ve metal sektörleri başta olmak üzere pek çok sektörde ülke tarihinin gördüğü en büyük grev dalgası yaşanmış ve polisin ciddi saldırıları gündeme gelmiştir. Maden işçilerinin köklü mücadele geleneği, işçi sınıfının yükselen hareketinde onların başı çekeceğini açıkça göstermiştir. Ama grevler madencilik sektörüyle sınırlı olmadığı gibi, kitlelerin öfkesini dışavurduğu tek eylem biçimi de grevler değildir. Gecekondu bölgelerinde yaşayan halk, ırkçı rejimin gettolaştırma politikalarına benzeyen “kentsel dönüşüm” saldırılarına karşı çoktandır kendi öz-örgütlenmelerini oluşturmak için harekete geçmiş durumdadır. Burjuva hükümetin uyguladığı siyasi ve iktisadi politikalara karşı tepkinin dozu ve yaygınlığı da giderek artmaktadır.” (Kerem Dağlı, agm) 2012 Ağustosunda, emperyalist Lonmin tekeline ait Marikana platin madenlerinde çalışan işçilerin greve çıkması ve bu grevin polis terörüyle bastırılmaya çalışılması esnasında 34 madencinin polis tarafından makineli tüfeklerle taranarak katledilmesi, sınıf mücadelesi açısından bir dönüm noktası oluşturmuştur. Bu katliam, proletaryayı bastırıp sindirmek yerine mücadelenin daha da sertleşmesine yol açmıştır. Apartheid rejimi sırasında yaşanan Sharpeville ve Soweto katliamlarını akla getiren bu katliam, işçi sınıfının yükselen mücadelesinden korkan ANC’nin gerçekte hangi sınıfın temsilcisi olduğunu bir kez daha tüm açıklığıyla ortaya koymuştur ve işçi sınıfı bu gerçeğin giderek daha fazla farkına varmaktadır. Marikana katliamı sonrasında, grevler derhal diğer madenlere ve farklı sektörlere sıçramış ve 100 binden fazla işçi greve çıkmıştır. ANC hükümetinin “Ulusal Kalkınma Planı” adı altında yürürlüğe koyduğu yeni saldırı planları ise işçi sınıfının tepkisini daha da arttırmıştır. Sınıf mücadelesindeki bu keskinleşme, COSATU’yu ve ANC hükümetini derinden sarsmaktadır. ANC’ye duyulan öfke artarken, 2,2 milyon üyesi olan ancak sendika bürokrasisinin izlediği sınıf işbirlikçi çizgi nedeniyle işApartheid rejimi sırasında yaşanan Sharpeville ve Soweto katliamlarını akla getiren Marikana katliamı, işçi sınıfının yükselen mücadelesinden korkan ANC’nin gerçekte hangi sınıfın temsilcisi olduğunu bir kez daha tüm açıklığıyla ortaya koymuştur


sayı: 106 • Ocak 2014

marksist tutum

nin doğrudan bir ifadesi olduğu açıktır. Sendikaların yanı sıra belli ki SACP içinde de yürüyen bu sert tartışmalar, Güney Afrika sosyalist hareketinde yıllardır izlenen sınıf işbirlikçi çizginin ciddi bir sorgulamaya tâbi tutulmaya başlandığını gösteriyor. Önemli potansiyel sonuçlar içeren bu gelişmelerin, sınıf hareketi içinde devrimci dinamiklerin güç kazanmasının önünü açtığı açıktır. Güney Afrika işçi sınıfının gerçek kurtuluşu ve özgürlüğü, bu dinamiklerin doğrudan kapitalizmi hedef alan bir işçi devrimi yolunda büyümesiyle gerçekleşecektir.  ____________________

çiler açısından güvenilirliğini yitirmiş COSATU tam bir kriz içindedir. Marikana işçilerinin üyesi olduğu militan AMCU (Maden İşçileri Birliği ve İnşaatçılar Sendikası), maden tekelleriyle işbirliği halindeki COSATU’ya bağlı NUM (Ulusal Madenciler Sendikası) karşısında güç kazanmıştır. Metal işçilerinin yükselen tepkisi de benzer bir çıkışa yol açmıştır. 338 bin üyesiyle ülkenin en büyük sendikası olan Güney Afrika Metal İşçileri Sendikası NUMSA, 2014 genel seçimlerinin hemen öncesinde, üyesi olduğu COSATU’ya ve şimdiye dek desteklediği ANC hükümetine yönelik tutumunu yeniden değerlendirmek üzere geçtiğimiz günlerde özel gündemli bir genel kurul topladı. Kendini “Marksizm-Leninizmin kılavuzluğundaki sosyalist, devrimci bir sendika” olarak nitelendiren NUMSA, bu genel kurul öncesinde yayınladığı deklarasyonda, COSATU’daki krizin merkezinde, kapitalizmin güçleriyle sosyalizmin güçlerinin çatışmasının yattığını ve bu krizin ancak sosyalist güçlerin COSATU’yu militan bir sınıf sendikasına dönüştürmeleriyle aşılabileceğini dile getirdi. Genel kurulda ise SACP, COSATU ve ANC liderliklerine ağır eleştiriler getirildi, Zuma istifaya çağırıldı, COSATU’nun “üçlü ittifak”tan ayrılması ve “sosyalizmi” hedefleyen yeni bir politik oluşumun kurulması çağrısında bulunuldu. NUMSA örgüt olarak seçimlerde ANC’yi ve diğer partileri desteklemeyeceğini de açık bir şekilde ifade etti. SACP içinden gelen NUMSA kadrolarının bir taraftan sosyalizmden bahsederken öte taraftan “beyaz kapitalist egemenliğe” ve “özel tipte sömürgeciliğe” karşı “ulusal demokratik devrim”den dem vurmalarını bir yana bırakacak olursak, bu sol çıkışın aslında tabandan yükselen tepki-

1

Kendilerini Afrikaner olarak adlandıran Hollanda asıllılar başta olmak üzere İngilizler ve Kıta Avrupa’sından gelenlerden oluşan beyaz azınlığın, katı bir ırk ayrımcılığına dayalı sömürgeci rejimi. Sömürgelerin ganimetlerini Avrupa’ya taşıyan diğer Avrupalılardan farklı olarak, Afrikanerler, geldikleri toprakları kendi yurtları olarak kabul edip yerleşmiş, süreç içinde ülkenin iç kesimlerine doğru ilerlemiş, zengin topraklar ve madenler işletmenin yanı sıra, kendi yalıtık toplumlarına özgü bir dil (Afrikaans denen bu dil okullarda siyahlara da dayatılacaktı), kültür ve kiliseler oluşturmuş bir tarımcı topluluktu. Bu süreçte İngilizlerle de savaşan Afrikanerler, 1910’da kurulan Güney Afrika Birliği’ni İngiliz tasarısı olması nedeniyle tam olarak benimsememiş ve 1961’de yeni anayasa ile Güney Afrika Cumhuriyeti’ni ilan ederek İngiliz Uluslar Topluluğu’ndan çıkmışlardır. (bkz. Güney Afrika’da Siyah Öfke, Metis Yay., 1985, s.27-28).

2

Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Kerem Dağlı, Güney Afrika: Marikana Katliamının Gösterdiği Gerçekler, MT, Kasım 2012

3

1960’ta, 16 yaş ve üzerindeki beyaz olmayan her erkeğin geçiş belgesi taşımasını zorunlu kılan Pasaport Yasasını protesto etmek üzere bir kampanya düzenlenmiş ve bu kampanya gereğince binlerce siyah erkek, “pasaport taşımıyorum, beni tutuklayın” diyerek karakolların önüne yığılmıştı. Sharpeville polis karakolu da protesto eyleminin merkezlerinden biriydi ve önünde binlerce protestocu birikmişti. Ne var ki polisin bu eyleme tepkisi beklenmedik sertlikte oldu ve açılan yaylım ateşi sonucunda yarım dakika içinde 8’i kadın 10’u çocuk 69 kişi polis kurşunlarına kurban giderek can verdi, 178 kişi ise yaralandı. İlgili polis müdürüne bu olaydan bir ders çıkarıp çıkarmadığı sorulduğunda, verdiği yanıt şuydu: “Daha iyi donatılmamız gerekiyor.” Nitekim ırkçı rejim tarafından daha iyi donatılması gecikmeyen polis, 1976’da, bu kez Soweto kentinde kitlesel bir protesto gösterisi düzenleyen öğrencilere saldıracaktı. Polisin gerçek mermi kullanarak kitleye ateş açması sonucunda ilk gün 25 kişi yaşamını yitirmişti. Bu katliam karşısında pek çok kentte on binlerce siyah emekçi sokağa dökülmüştü. Dört gün boyunca devam eden azgın polis saldırısı sonucunda, Soweto’da resmi sayıya göre 109, gayriresmi sayıya göre ise 700’e yakın siyah öldürülmüş, 1000 kişi yaralanmış, yüzlerce siyah ise tutuklanmıştı.

4

TC de 1992’de Mandela’ya “Atatürk Uluslararası Barış Ödülü”nü vermiş, ne var ki Mandela, daha önce NATO genel sekreterine ve 12 Eylül faşizminin baş cellâdı Kenan Evren’e verilen bu ödülü onurlu bir duruş sergileyerek reddetmişti. Kürt halkına zulmeden ve uluslararası ambargoya rağmen apartheid rejimine İsrail silahlarının sağlanmasında aracılık yapan TC’nin “barış” ödülünü kabul etmeyen Mandela, TC egemenlerini fena halde kızdırmıştı. Öyle ki, ölümünün ardından Mandela’ya övgüler düzen Hürriyet gazetesi, o günlerde ona “Çirkin Afrikalı” manşetiyle kin kusuyordu.

25


Burjuvazin 2014 Bütçesi Hakan Sönmez

B

urjuva iç kapışmanın yaşandığı, kapışmaya bağlı olarak burjuva sistemin pisliklerinin ortaya döküldüğü bir dönemde 2014 yılı bütçesi Meclis’ten geçti. Her yıl olduğu gibi bu yıl da bütçe görüşmeleri işçi sınıfının gündemini pek meşgul etmedi. Oysa bu konu işçi sınıfını yakından ilgilendirmektedir, çünkü bütçeler gerek devletin sınıfsal meşrebini ortaya sermesi açısından, gerekse kaynakların sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda nasıl ve ne şekilde kullanıldığını göstermesi açısından önemlidir. Hele ki burjuvazinin iç kapışmasının ayyuka çıktığı, yolsuzlukların birer birer ortaya döküldüğü bir dönemde. Burjuva devlet “kutsallık” kisvesi altında vergi yükünü işçi-emekçilerin üzerine yıkarken, iş sermaye sınıfına gelince, vergi birden kutsiyetini yitirmektedir. 2014 bütçesine baktığımızda bütçe gelirinin önemli bir bölümünü yine işçi-emekçilerden toplanan vergilerin oluşturduğunu görüyoruz. Ancak buna mukabil dağıtım ise tam tersi yöndedir. Yani işçilerden toplanan vergilerin büyük bir kısmı sermayenin çıkarları doğrultusunda kullanılırken, işçi sınıfına ise kırıntılar düşmektedir. Meclisten geçen 2014 bütçesinde gelirler yaklaşık 403,2 milyar lira iken, giderler 436,3 milyar lirayı buluyor. 348,4 milyar liraya yakın bir vergi geliri öngörülürken, giderlerin yaklaşık 52 milyar lirasını faiz ödemeleri oluşturuyor. Yine bu yıl, 33,2 milyar liralık bütçe açığı, 18,8 milyar liralık da faiz dışı fazla bekleniyor. Başbakan, “bizim tek petrol kuyumuz vergi” diyerek, burjuva devlet için verginin hayati öneminden bahsediyor.

26

Ama bu “petrol kuyusu”nu, her yıl kârlarına kâr katan sermaye sınıfı değil, işçiler ve emekçiler dolduruyor. 2014 yılında toplanacak 348,4 milyar lira verginin 70,8 milyarını oluşturan gelir vergisi büyük oranda işçi-emekçiler tarafından ödenirken (yaklaşık 50 milyar), 193,8 milyarını oluşturan KDV ve ÖTV de yine ağırlıklı olarak işçiemekçilerce ödeniyor. Bir de patronların ödediği vergilere bakalım. 2014 yılında sermayenin ödeyeceği kurumlar vergisi 31,1 milyar lira olarak öngörülüyor. Her yıl ciroları iki katına çıkan, milyarlarca liralık kâr bilançoları açıklayan holdinglerden toplanan vergi, kârlarının yanında devede kulak kalıyor. Örneğin 2012 bütçesinde büyük bölümü işçi-emekçilerden alınan gelir vergisi 50 milyar lira iken, 2014 bütçesinde bu rakam 70,8 milyar liraya çıkmıştır. Yani işçi-emekçilerden toplanan gelir vergisi yüzde 40 oranında artmıştır. Her yıl kârları ve ciroları mislisiyle artan sermayenin ödediği vergideki artış ise iki yılda yüzde 10’u geçmemektedir. 2012 yılında kurumlar vergisinden toplanan miktar 27 milyar lira iken 2014 yılında bu rakam 31,8 milyar liraya çıkmıştır. Sermaye sınıfının ödediği vergi kurumlar vergisinden ibaret olmamakla birlikte asıl kalem kurumlar vergisidir. Oluşturulan bütçenin seçim bütçesi olarak eleştirilmesine Maliye Bakanı Mehmet Şimşek şöyle cevap veriyor: “Bu rakamlar 2014 yılı bütçesinin bir seçim bütçesi olmadığını, aksine giderlerin kontrol altına alındığını ve bütçenin sağlam gelir kaynaklarına dayandığını açıkça göstermektedir.” Bakana sormak gerekiyor, “sağlam gelir kaynağı” neden patronlar değil de sefalet ücretiyle geçin-


sayı: 106 • Ocak 2014

meye çalışan milyonlarca işçi oluyor? Milyonlarca işçinin aldığı asgari ücretten kesilen gelir vergisi yıllarca vaat edilmesine rağmen kaldırılmazken patronlara her türlü vergi indirimi ve muafiyet tanınmaktadır. İş öyle hal almıştır ki, sermayeye yapılan vergi indirim tutarı, ödedikleri toplam kurumlar vergisi oranına eşit hale gelmiştir. Sermaye sınıfına tanınan vergi istisna ve muafiyet indirim tutarı 2014 bütçesinde 23,9 milyar liraya çıkartılmıştır. Yani sermayenin emrindeki AKP hükümeti bu tutardaki vergiyi almaktan vazgeçmiş, sermayeye peşkeş çekmiştir. Bu rakam bütçe gelirlerinin yüzde 5,9’una tekabül etmektedir. AKP hükümetinin bütçeden sermayeye çektiği kıyak bununla bitmemektedir. Sermaye için 8,4 milyar lira işveren prim desteği ve 3,8 milyar liralık bireysel emeklilik prim sigortası desteğinin de içinde yer aldığı bir destek sağlanmıştır. Bu da bütçe gelirlerinin yüzde 12,4’üne tekabül etmektedir.

Bütçe gelirleri nerelere harcanıyor? Her yıl olduğu gibi bu yıl da AKP bütçe görüşmelerinde eğitime ve sağlığa ayrılan payın artmasından dem vurdu. Maliye Bakanı sürekli 2002 yılı rakamları ile karşılaştırma yaparak şöyle diyor: “Eğitim bütçesini 78,5 milyar TL’ye çıkarıyoruz. Bu rakam, toplam bütçe giderlerinin yaklaşık yüzde 18’ine, vergi gelirlerinin ise yüzde 22,5’ine tekabül etmektedir. 2002 yılında bütçeden eğitime sadece 11,3 milyar TL ayrılmış idi. Biz ise bunu 2014 yılında yaklaşık 7 katına çıkararak bütçeden eğitime ayrılan payı yüzde 9,4’ten yüzde 18’e yükselttik. Geçen sene 4+4+4 ile zorunlu eğitim süresini 8 yıldan 12 yıla çıkardık. Bu çerçevede Milli Eğitim Bakanlığına 2013 Yılı Bütçemiz ile 47,5 milyar TL ödenek ayırdık, 2014 Bütçemiz ile de 55,7 milyar TL kaynak tahsis ediyoruz. Geçen yıl yaptığımız düzenleme ile yükseköğretimin birinci öğretim ve açıköğretim programlarında öğrenci harçlarını kaldırdık. Bu uygulama için 2014 Yılı Bütçesinde 548 milyon TL kaynak ayırdık. Böylece yaklaşık 2,6 milyon öğrencimizin eğitime erişimini kolaylaştırmış olacağız. Böylece 2002 yılından bu yana kamu sağlık harcamaları yaklaşık 6 katına çıkmıştır. Sağlık harcamaları eğitimden sonra en büyük ikinci harcama kalemi olmuştur. ‘Aile Hekimliği’ uygulaması için 2014 Bütçesinde 4,5 milyar TL’lik ödenek tahsis ettik. Bu uygulamanın Türkiye geneline yaygınlaştırıldığı 2010 yılından bu yana 16,6 milyar TL kaynak ayırmış olacağız.” Ancak bu rakamlar yanıltıcıdır. Her yıl artan öğrenci sayısı, buna bağlı olarak öğretmen, derslik, laboratuar vb. ihtiyaçlar düşünüldüğünde yapılan artışın son derece yetersiz olduğu ortadadır. Eğitim harcamalarının yüzde 80’inin personel giderlerine, yüzde 8’inin mal ve hizmet alımlarına, yüzde 8’inin de yatırımlara gitmiş olması, verilen eğitimin niteliksiz ve yetersiz olduğunun açık göstergesidir. Hükümetin dershaneleri kapatmak istemesiyle

marksist tutum

şiddetlenen Gülen cemaati ve AKP arasındaki çatışmada, dershanelere duyulan gereksinimin verilen eğitimin yetersiz olmasından kaynaklandığını bizzat AKP hükümeti itiraf etmiştir. Acaba milyonlarca öğrenci neden dershanelere gitmek zorunda bırakılıyor? Çünkü devlet okullarında nitelikli bir eğitim söz konusu değil. Üniversite sınavını kazanmak için öğrenciler yıllarca hayattan koparak, zamanını dershane ve ev arasında geçirmek zorunda kalıyor. Eğer eğitime ayrılan pay artmışsa neden hâlâ 300 bin öğretmen atanmayı bekliyor? Özel lise ve üniversitelerin sayısının her yıl artıyor oluşu eğitimin fiili olarak paralı hale getirildiğinin bir göstergesidir. Yine AKP hükümeti sağlık bütçesinin 6 kat arttığını söylüyor. Ne var ki fiiliyatta AKP hükümeti “sağlıkta dönüşüm” projesiyle sağlığı adım adım paralı hale getirmektedir. Muayene ve tedavi sürecinde alınan katkı payları, GSS ile herkesin prim ödemek zorunda bıraktırılması, sağlık ocaklarının özelleştirilerek aile hekimliğine dönüştürülmesi ile sağlık harcamalarının yükü emekçilerin sırtına yıkılmıştı. AKP hükümeti son olarak “tamamlayıcı sağlık sigortası” ile birçok tedavi ve muayene ücretini Genel Sağlık Sigortası dışında bırakarak sağlığı tamamen paralı hale getirecek bir uygulamayı devreye sokmaya hazırlanıyor. Sermaye hükümeti sağlıkta dönüşüm projesiyle bir taraftan devlete yük olarak gördüğü sağlık harcamala-

27


marksist tutum

rından kurtulurken, bir taraftan da özel hastane ve sigorta şirketlerini ihya etmektedir. Sağlık harcamalarını arttırdık dedikleri şey ise, özel hastaneye giden vatandaşa en eften püften durumlar karşısında bile olmadık tahliller ve tetkikler yapılarak çıkarılan faturanın devlete ödettiriliyor olmasından başka bir şey değildir. Eğer burjuva hükümetin dediği gibi bütçeden eğitime ve sağlığa ayrılan pay sürekli artsaydı bu durumun insani gelişmişlik endeksine mutlaka yansıması gerekirdi. İnsani gelişmişlik endeksi, yaşam uzunluğu, okur-yazar oranı, insanların eğitim ve sağlık gibi temel hizmetlere ne oranda sahip oldukları ve yararlandıkları vb. baz alınarak hazırlanmaktadır. BM’nin hazırladığı 2013 Yılı İnsani Gelişmişlik Raporuna göre Türkiye 187 ülke arasında 90. sırada yer alıyor. Oysa Türkiye dünyanın en büyük 17. ekonomisi ve burjuvazi bununla övünmemizi istiyor. AKP hükümeti sürekli bu büyüme oranlarıyla emekçilerin gözünü boyuyor. Sürekli büyüyen bir ekonomide eğitime ve sağlığa ayrılan pay arttırılıyorsa neden insani gelişmişlik endeksinde anlamlı bir değişiklik meydana gelmiyor? İnsani gelişmişlik endeksinin sıralamasına dikkat ettiğimizde, işçi sınıfının mücadele mirasının güçlü olduğu ya da daha örgütlü olduğu ülkelerin sıralamada üstte yer aldığını, işçi sınıfının örgütsüz olduğu ülkelerin ise ekonomisi ne kadar büyük olursa olsun alt sıralarda yer aldığını görüyoruz. Örneğin dünyanın ikinci büyük ekonomisi olan Çin bu endeksin 101. sırasında yer alırken, dünyanın 24. büyük ekonomisi olan Norveç’in 1. sırada yer alması bunun çarpıcı bir örneğidir. 2014 bütçesinde yine AKP hükümetinin otoriterleşme, muhafazakârlaştırma ve emperyalist emellerinin bir göstergesi olan Milli Savunma, Emniyet ve Diyanet İşleri Başkanlığının harcamaları istikrarlı bir şekilde artışını sürdürmektedir. Ordu, MİT ve Emniyet bütçelerinin içinde yer aldığı “savunma ve güvenlik” harcamalarına ayrılan pay 57,5 milyar lirayı buluyor. Bu rakam eğitime ayrılan payın üzerinde. Ayrıca belirtmek gerekir ki, “savunma ve güvenlik” adı altında yapılan savaş harcamalarının gerçek miktarı, ek bütçelerle, Savunma Sanayi Fonundan yapılan harcamalarla vb. bu miktarı kat be kat aşmaktadır. Özellikle AKP’nin otoriterleşme çizgisinin bir yansıması olan Emniyet bütçesinin son yıllarda 5 kat arttığının da altını çizmek gerekiyor. Diğer bir husus da Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesidir. Diyanet’in bütçesi uzun yıllardır birçok bakanlığın bütçesinden daha fazladır. Bu durum statükocu Kemalist cenah tarafından eleştirilse de, kurulduğu günden bu yana Diyanet’e biçilen rolün özünde değişen bir şey olmamıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kuran statükocu Kemalist bürokrasinin amacı, dini devletin kontrolü altına almak, sermayenin çıkarları doğrultusunda kullanmak ve kitlelere resmi Sünni İslam anlayışını dayatmaktı. Şimdi AKP hükümeti kendi ideolojisine uygun temelde bir dindar ve muhafazakâr toplum yaratmak istemekte ve bu

28

Ocak 2014 • sayı: 106

amaç doğrultusunda Diyanet’in bütçesini her geçen yıl daha da arttırmaktadır. Gelinen noktada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesi, Kültür ve Turizm, Ekonomi, Kalkınma ve Çevre Bakanlıklarının toplam bütçesine eşittir.

Bütçeden emekçilerin payına düşen ne? Kapitalist sistemde her şeyin seyrini belirleyen sınıf mücadelesidir. Dolayısıyla hangi sınıfın vergi yükünün ne kadar olacağı ve toplanan vergilerin kime ne ölçüde bir fayda olarak döneceği sınıf mücadelesine bağlıdır. Ancak günümüzde işçi sınıfının örgütsüz olduğu bir koşulda burjuva devlet işçi-emekçilerden topladığı vergileri kolayca sermayeye peşkeş çekebilmektedir. İşçi sınıfının örgütlü olduğu dönemlerde burjuvazi, asıl olarak işçi-emekçilere hitap eden eğitim, sağlık, ulaşım gibi birçok sosyal harcamaya daha fazla kaynak tahsis etmek zorunda kalırken, örgütsüzlük koşullarında bu kaynağı alabildiğine kısmak için elini serbest hisseder. 2014 yılı bütçe görüşmelerinde başbakanın yaptığı konuşma, burjuva devletin işçilere neyi ne kadar layık gördüğünü açıkça ortaya koyuyordu: “Çay ve simit hesabını da hatırlatmak isterim. 2002’de, asgari ücret 184 liraydı. Beş kişilik bir aile, günde üç öğün çay ve simitle geçinse 270 liraya ihtiyaç vardı. Yani asgari ücret, çay ve simide yetmiyordu. Bugün bu hesabı yaptığınızda, asgari ücret 804 lira. Beş kişilik bir aile, üç öğün çay ve simit tüketse, ihtiyacı olan miktar 450 lira. 11 yıl önce asgari ücret, çay ve simide yetmezken bugün ise asgari ücretin yarısı buna yetiyor.” Başbakan çay ve simit gibi sembolleri kullanarak mızrağı çuvala sığdırabileceğini sanıyor. O beş kişilik ailenin sadece temel ihtiyaçlarının toplamı ne kadar eder sorusunu bile sormayarak göz boyamaya çalışıyor. Başbakanın hesabına göre işçilerin eğitime, sağlığa, insan gibi beslenmeye, sosyal ihtiyaçlarını karşılamaya, gezmeye, eğlenmeye ihtiyaçları yok. İşçilerin tek ihtiyacı kuru bir simitle karın doyurmak; verilen asgari ücret de rahatlıkla buna yetiyor. Başbakanın özetlediği gibi, işçinin sırtından oluşturulan bütçeden işçilere yalnızca kuru bir simit ve çay düşmektedir. Ne var ki başbakanı bu pervasızlığa iten, yine işçi sınıfının örgütsüzlüğüdür. Eğer işçi sınıfı güçlü bir örgütlülüğe sahip olsaydı, kuşkusuz burjuvazinin temsilcileri bu kadar pervasızlaşamaz, konuşmalarını ve tavırlarını ona göre ayarlardı. Bütçe burjuvazinin bütçesi olsa da, işçi sınıfı, kendi ürettiği değerden daha fazla pay almak, daha iyi yaşam koşullarına ulaşmak için mücadele etmekten geri duramaz. Gerçek çözüm ise kapitalist sistemi kökünden yok etmekten geçmektedir. O vakit bütçeyi bizzat iktidarı elinde bulunduran işçi sınıfı oluşturacaktır. Böyle bir bütçe, bugün olduğu gibi sermayenin değil emekçilerin çıkarlarını temel alarak hazırlanacak ve emekçilerin tüm gerçek insani ihtiyaçlarını karşılamaya odaklanacaktır. 


S

ınıflı toplumlarda devlet egemen sınıfın devletidir. Hukuku ve neyin suç olup olmadığını belirleyen de egemen sınıfın kendisidir. Sömürü düzenine ve bunun koruyucusu olan devlete muhalefet edenler, başkaldıranlar, bu nedenle en ağır şekilde cezalandırılırlar. Türkiye’de cezaevlerinin durumu bu gerçeğin altını kalınca çizmekte; egemenlerin, başkaldıran ezilenlere duydukları sınıfsal kini yansıtmaktadır. Cezaevlerinden gelen ölüm, taciz, tecavüz, işkence haberlerinin ardı arkası kesilmemektedir. Hasta tutsaklara yapılan muamele de başlıbaşına bir işkence haline getirilmiştir. Hasta tutuklu ve hükümlülerin cezaevinden tahliye edilebilmeleri için yıllardır devam eden mücadelenin sonucu olarak 2013 yılı başında yeni bir yasal düzenleme yapılmıştı. Ancak gelinen süreçte düzenlemenin kendisi de işkenceye dönüşmüş durumdadır. Şubat 2013’ten önce, tutuklu veya hükümlülerin, sağlık nedenleriyle cezaevinde kalamayacak durumda olduklarının belirlenmesi için “hayati tehlike” altında olup olmadıklarına bakılıyordu. Şubat 2013’te yeni bir düzenleme ile İnfaz Yasasına “ağır hastalık veya sakatlık nedeniyle cezaevinde hayatını yalnız idame ettiremeyen ve toplum güvenliği bakımından tehlike oluşturmayacağı değerlendirilen mahkûmun cezasının iyileşinceye kadar geri bırakılacağı” hükmü eklendi. Böylece bu düzenleme ile getirilen “yaşamını tek başına idame ettirememe” ve “toplum güvenliği bakımından tehlike oluşturmama” kriterleri, hasta mahkûmların tahliyesinin önüne yine engel olarak dikildi ve düzenleme büyük oranda boşa çıkarıldı. Adli Tıp Kurumu’ndan rapor alma zorluğuna rağmen “cezaevinde kalamaz” raporu alabilen tutuklu ve hükümlüler bu gerekçelere dayandırılarak tahliye edilmedi. İnsan Hakları Derneği, kendisine yapılan başvurular arasında, 3 Kasım 2013 itibariyle 162 kişinin Sağlık Bakanlığı’na bağlı hastaneler ile üniversite hastanelerinden “cezaevinde tek başına hayatını devam ettiremez” şeklinde raporu olmasına rağmen tahliye edilmediğini açıkladı.

Hasta Tutsaklar Üzerinde Devlet Terörü Ezgi Şanlı

29


Ocak 2014 • sayı: 106

marksist tutum

devletin intikamcı uygulamaları ile karşı karşıyalar. Hasta tutsakların sorunları çözülmek bir tarafa işkenceyi aratmayan uygulamalar sistemli bir biçimde devam ediyor. Cezaevlerinde yaşananlar, tutsakların yakınları ve avukatları aracılığıyla dışarıya duyurulmaya çalışılıyor. Çeşitli Kürt illerinin baroları, oluşturdukları bir heyetle cezaevlerinde bulunan tutuklu ve hükümlülerle görüştüler. Bu görüşmelerin ardından heyet, “Tutuklu ve Hükümlülerin Tedavi Süreçlerinde Yaşadıkları Sorunlara İlişkin İnceleme Ön Raporu” adıyla bir rapor hazırladı. Bu rapor, hasta tutsakların cezaevlerinde karşı karşıya kaldıkları ve işkenceye dönüşen hak ihlallerini şöyle sıralıyor: 



İnsan Hakları Derneği Cezaevi Komisyonu’nun verilerine göre, son 6 ay içerisinde 14 tutuklu, Adli Tıp’tan rapor beklerken yaşamını kaybetti. Adli Tıp Kurumu, bir tıp kurumu gibi değil, bir siyasi merci gibi davranıyor ve cezaevinden tahliye edildikten kısa bir süre sonra hayatını kaybeden Güler Zere’nin tahliyesinde ortaya koyduğu mantık ve tutumu devam ettiriyor: “Sadece hastanın durumuna bakmıyoruz, onların mağdur ettiği insanlara da bakıyoruz.” Devletin intikamcı geleneği nedeniyle cezaevleri dolup taşarken Mayıs 2013’e kadar tahliye başvurusu yapan 460 tutuklu ve hükümlüden yalnızca 43’ünün cezasının infazı ertelendi. 417 kişinin istemiyse reddedildi. Bu arada 113 hasta mahkûm Adli Tıp raporu bekliyor. Hasta tutsakların serbest bırakılması için bir kampanya yürüten Tutuklu Aileleri ile Dayanışma Derneği (TUAD), Türkiye cezaevlerinde 562 hasta tutsağın bulunduğunu, bunlardan 162’sinin ağır hasta olduğunu, 60’a yakın hasta tutsağın ise ölüm sınırında olduğunu ve acilen tahliye edilmesi gerektiğini açıkladı. Dernek, açıklamasında Adli Tıp Kurumu’nun siyasi kararlarla hasta tutsaklara işkence uyguladığını, tutsaklara “cezaevinde yaşamını tek başına idame ettiremez” raporu verildiğinde bile savcıların Terörle Mücadele Müdürlüklerinden bilgi istediğini ve tahliyeleri engellediğini belirtti. Terörle Mücadele Müdürlüklerinin iki eli kopuk olan bir hasta tutsak için bile “siz bu insanı bırakırsanız biz suç işleyeceğine kanaat getiriyoruz” şeklinde savcılara görüş bildirdiğini açıkladı. Ciddi sağlık sorunları nedeniyle çektikleri eziyetten kurtulmak isteyen tutsaklar, yapılan düzenleme ile yakınlarının cezaevinden tahliye edileceğini, bakım ve tedavilerinin yapılabileceğini umud eden aileler, bir kez daha

30



  



Hasta tutuklu ve hükümlülerin hastaneye gitme ve muayene taleplerine uzun bir süre cevap verilmiyor. Talepten günler sonra hastaneye götürülme işlemi gerçekleşiyor. Bu uygulama hastaların sağlık durumunu tehlikeye atıyor. Ağır ve acil hastalık durumuna rağmen bazı ileri tıbbi tetkikler için 3-4 ay gibi uzun bir süre sonraya gün veriliyor. Hasta tutuklu ve hükümlüler, sağlık merkezlerine infaz kurumlarının ambulansı yerine uygunsuz ring araçları ile götürülüyor. Muayene ve diğer tıbbi işlemlerin beklenmesi sırasında ağır hastalar bile ring araçlarında bekletiliyor. Ağır hastalar birtakım prosedürler nedeniyle herhangi bir muayene ve tetkik yapılmadan gereksiz olarak ve gün boyunca ring araçlarında tutuluyor. Ağır hasta tutuklu ve hükümlüler, İstanbul Protokolü hükümlerine ve bu konudaki mevzuata aykırı şekilde, genellikle elleri kelepçeli şekilde muayene ediliyor ve tıbbi işlemlere tâbi tutuluyor. Tıbbi etik kurallarına ve hasta haklarına aykırı şekilde bu durum çoğu kez hekimlerin isteği ile uygulanıyor. Hasta tutuklu ve hükümlülerin bakımı yine hasta olan tutuklu ve hükümlüler tarafından yapılıyor. Cezaevi koşulları ve hastaya uygun yemek verilmemesi nedeniyle hastaların durumları daha da ağırlaşıyor. Tutuklu ve hükümlülere çoğu kere gerekçesiz ve keyfi bir biçimde disiplin cezaları veriliyor. Ağır hasta tutuklulara bile ölçüsüz bir şekilde disiplin cezaları uygulanıyor. Uzun ve zorlu nakil, hastaneye sevk ve inceleme sonunda verilen “sağlık bakımından cezaevinde tutulmasının uygun olmadığı” biçimindeki Adli Tıp raporlarına rağmen, 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin Uygulanması Hakkındaki Kanunun “toplum güvenliği bakımından tehlike oluşturmaması” şartına dayanılarak kolluk ve savcılıkların keyfi kararlarıyla ölümcül hastaların tahliyesi engelleniyor.

Örneğin yasadaki düzenlemenin ardından Türkiye’nin çeşitli cezaevlerinden 18 hasta tutuklu ve hükümlü Adli Tıp raporu almak için Haziran ayında Metris R Tipi


sayı: 106 • Ocak 2014

marksist tutum

Cezaevi’ne götürüldü. Ancak bu bekleyiş işkenceye dönüştürüldü. Hasta tutuklular birbirlerine bakmak zorunda bırakıldı. İki kez kalp krizi geçiren ve son olarak 2 yıl önce geçirdiği beyin kanaması sonucu vücudunun sağ bölgesi felçli olan Salih Tuğrul’un durumunu oğlu Münir Tuğrul şöyle anlatıyor. “Babam o günden beridir arkadaşlarının yardımı olmadan yemek, banyo, lavabo ihtiyaçlarını gideremiyor. Kendi başına yemek bile yiyemiyor. Bilinci dahi yerinde değil. Her saniye bir ölüme dönüşüyor. Bayramda açık görüşüne gittiğimizde babamla sadece bakışabildik. Konuşamadığı için tek bir kelime ağzından çıkmadı. Öylece birbirimize durup baktık. Durum içler acısıydı. Babam, cezaevinde psikolojik işkenceye tâbi tutuluyor. Yaşanacak herhangi olumsuz bir durum karşısında Adalet Bakanlığı, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık sorumludur.” Tuğrul, 2 ay önce Adli Tıp’tan babasının tahliye edilmesine yönelik rapor verilmesine rağmen hâlâ “toplumun güvenliği açısından sakıncalı mıdır?” sorusunun araştırıldığını söylüyor. Metris Cezaevi’ne sevk edilen ve durumları giderek ağırlaşan 18 hasta tutukludan çoğu hakkında cezaevinde kalabilecekleri yönünde rapor hazırlandı, hasta tutukluların bir kısmı ise hâlâ Adli Tıp Kurumu’ndan gelecek yanıtı bekliyor. Tuğrul’la aynı koğuşta kalan kronik kalp hastası tutsak Hayrettin Beştaş ise kendi hastalığını bir kenara bırakıp kendi ihtiyaçlarını gideremeyen Tuğrul’a yardımcı olmaya çalışıyor. Her ne kadar cezaevlerindeki bu uygulamalar sadece siyasi tutsaklara yönelik olmasa da bu uygulamaların en büyük hedefi onlardır. Siyasi tutsaklar dışarıdayken yürüttükleri mücadele nedeniyle içerdedirler. Devlet kendisine muhalefet edenleri sadece hukuk zoruyla özgürlüğünü kısıtlayarak değil, fiili uygulamalarıyla da cezalandırıyor. Bu uygulamalarla siyasi tutsaklardan adeta intikam alınıyor. Her ne kadar cezaevlerindeki bu uygulamalar sadece siyasi tutsaklara yönelik olmasa da bu uygulamaların en büyük hedefi onlardır. Siyasi tutsaklar dışarıdayken yürüttükleri mücadele nedeniyle içerdedirler. Devlet kendisine muhalefet edenleri sadece hukuk zoruyla özgürlüğünü kısıtlayarak değil, fiili uygulamalarıyla da cezalandırıyor. Tutsaklar fiziksel olarak imha edilmeye çalışılıyor ve mücadele yürütemeyecek duruma getiriliyor. Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in bir soru önergesine verdiği cevaba göre; 2002 yılında 89, 2003’de 163, 2004’de 54, 2005’de 59, 2006’da 157, 2007’de 176, 2008’de 211, 2009’da 196, 2010’da 252, 2011’de ise 268 tutuklu cezaevinde öldü. Yani 8 yılda 1625 kişi! Bu rakamlar ağır hasta tutuklu ve hükümlülerin salıverilmediğini açıkça ortaya koyuyor. Siyasi tutsaklar için durum daha da ağırdır. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı döneminde serbest bırakılan 26 kişiden sadece Güler Zere siyasi nedenlerle cezaevindeydi.

Hasta tutukluların serbest bırakılması ve tedavi şartlarının sağlanması cezaevi yönetimlerinin insafına bırakılıyor, tutsaklar Cumhurbaşkanından af istemek gibi onur kırıcı bir yönteme zorlanıyor. Çoğu kez ölüm sınırına yaklaşmış olmalarına rağmen salıverilmeyerek aileleriyle beraber büyük acılara mahkûm ediliyorlar. Cezaevlerinde yaşanan sorunlar soyut bir insan hakları mücadelesiyle bertaraf edilemez. Çünkü kapitalizm altında insanların hangi haklara sahip olduğunu belirleyen şey temelde hangi sınıfa ait oldukları ile ilgilidir. İşçilerin, emekçilerin, yoksulların, ezilenlerin hakları asla burjuva sınıfın hakları ile bir olamaz. İşçi sınıfının bireylerinin sahip oldukları sınırlı haklar arasında düzene muhalefet etmek, başka bir dünya istemek ve bu uğurda mücadele etmek yoktur. Bu nedenle cezaevlerindeki sorunlar çözülmek bir tarafa cezaevlerinin kapasitesi arttırılmakta, yeni cezaevleri inşa edilmekte, bilimsel olduğu iddia edilen uygulamalarla tutsaklar terbiye edilmeye çalışılmaktadır. Kapitalist sistemin içine düştüğü yapısal krizin etkisiyle daha da artan toplumsal hoşnutsuzluk ve buna eşlik eden toplumsal muhalefet egemenlerin yüreğine korku saldıkça baskılar artmaktadır. Egemenlerin korkusu değil ama baskıları boşunadır. Tarihin akışı ezilenleri mücadeleye sevk ettikçe kapitalizmin zorbalığı kendi sonunu yakınlaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. 

31


Eurosur: Göçmenlere Yeni Sur Zehra Aras

E

ski çağlardan bu yana insan toplulukları yaşadıkları yerlerden başka yerlere göç etmişlerdir. Yiyecek bulmak, verimli topraklara yerleşmek, doğal afetlerden, savaşlardan, işgallerden ve yağmalardan kaçmak, güvenli bir hayat sürdürebilecekleri yerler aramak için binyıllar boyunca insanlar dünyanın dört bir yanına göç etmişlerdir. Bugün Amerika ve Avustralya kıtalarında yaşayan nüfusun büyük çoğunluğunun kökleri son birkaç yüzyıl içinde bu kıtalara yerleşen göçmenlere dayanır. İnsanların açlıktan, yoksulluktan, savaştan, baskıcı rejimlerden kaçarak dünyanın daha müreffeh ve güvenli bölgelerine yerleşmeye çalışması hem tarihsel bir olgudur hem de doğal bir insan hakkıdır. Ancak ulus-devlet temelinde örgütlenen kapitalist egemenlik, göç olgusunu kendi çıkarları temelinde sınırlandırmaya ve yönlendirmeye çalışmaktadır. 15. yüzyıl sonlarından 19. yüzyıla kadar Afrikalılar, Amerika’ya, tarım plantasyonlarında köle olarak çalıştırılmak üzere taşındı. Bugün orta ve üst sınıflara mensup olmayan Afrikalılar, ABD’ye turist olarak bile kabul edilmiyorlar. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı başlayana kadar Avrupa ülkelerine girmek için bıraktık vizeyi, pasaporta bile gerek yoktu. 1914’ten itibaren Avrupa ülkeleri teker teker pasaport zorunluluğu getirmeye başladılar. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında hızlı bir büyüme yaşayan Avrupa kapitalizmi, işgücüne ihtiyaç duyduğu için yoksul ülkelerden milyonlarca işçiyi göçmen

32

olarak ithal etmeye çalışıyordu. Durgunluk ve kriz içerisinde debelenen Avrupa kapitalizmi, bugün göçmenleri ülke sınırlarına varmadan durdurmanın yollarını arıyor; üstelik yüzlercesini öldürmek pahasına… Yerli işçi sınıfı kadar göçmen işçilerin de sırtında yükselmiş olan Avrupa kapitalizmi, bugün ekonomik krizin ve artan işsizliğin faturasını göçmen işçilere ve mültecilere çıkartmaktadır. Kriz derinleştikçe göçmenlere ve mültecilere karşı baskıcı ve dışlayıcı politikalar şiddetleniyor. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşından sonra “insanlık düşmanı” olarak mahkûm edilen ırkçı-faşist örgütlenmelerin önü açılıyor. Egemenler işçi sınıfını bölmek ve hedefini şaşırtmak amacıyla yerli işçileri göçmenlere karşı kışkırtıyor, milliyetçilik zehriyle akıllarını felç ediyor. Göçmen işçiler ücretlerin düşmesinin, işsizliğin, artan suç oranlarının sorumlusu olarak hedef tahtasına oturtuluyor. Küreselleşmeden dem vuran, sermayenin ve metaların serbest dolaşımının önündeki tüm engellerin kaldırılmasını canhıraş savunan kapitalist egemenler, sıra işgücünün serbest dolaşımına geldiğinde koca duvarlar örüyorlar. Gelişmiş kapitalist ülkeler göçü kendi kontrolleri altına alarak kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek istiyorlar. Küresel rekabet ucuz işgücü ihtiyacını arttırıyor. Gelişmiş ülkelerde nüfus artış hızı yavaşlıyor ve işçi sınıfının yaş ortalaması yükseliyor. Buna karşılık kapitalistler ülkelerine genç, dinamik ve nitelikli işgücünü kabul etmek, yani göçmenler arasından işlerine yarayanları seçmek


sayı: 106 • Ocak 2014

marksist tutum

istiyorlar. Kendi kontrolleri dışında gelen göçmenlerin önünü kesmek üzere sınır “güvenliği”ni arttırmaya çalışıyorlar. Göçmenler ve mülteciler vatandaşlık haklarından mahrum bırakılıyor. Biraz daha yaşanabilir bir hayata kavuşmak için doğdukları topraklardan göç etmiş insanlar, güvenceden yoksun ve çaresiz bırakılıyor. Bu insanlar kayıt dışı bir şekilde karın tokluğuna çalışarak hayata tutunmaya çalışıyorlar. BM verileriEurosur, tüm teknolojik olanakları seferber eden bir sınır gözetleme ne göre 2013 yılı itibarıyla dünyada sistemi. Frontex’in Varşova’daki merkezine konumlandırılan dev ekrandan 232 milyondan fazla insan doğdukAB sınırlarındaki hareketler saniye saniye takip edilmeye başlandı. ları ülkelerin dışında göçmen olarak yaşıyor. Açlıktan, dayanılmaz yoksulluktan, işsizlikten, iç savaşlardan ve siyasi baskılardan için 1 Aralık 2013 tarihinde Eurosur adı verilen yeni bir kaçarak umut yolculuğuna çıkan insanların sayısı yıldan güvenlik sistemini devreye soktu. Eurosur, tüm teknoloyıla artıyor. Yoksul emekçiler, azgelişmiş ülkelerden gelişjik olanakları seferber eden bir sınır gözetleme sistemi. miş ya da gelişmekte olan ülkelere göç etmeye çalışıyorlar. Frontex’in Varşova’daki merkezine konumlandırılan dev Son yıllarda ekonomik ya da siyasi sebeplerle AB’ye ekrandan AB sınırlarındaki hareketler saniye saniye takip giden göçmen ve sığınmacı sayısı arttı. Hem AB’ye üye edilmeye başlandı. Uydular, insansız hava araçları ve hedevletler, hem de bu ülkelerdeki ırkçı-faşist çevreler bu likopterler, verileri Eurosur’a aktaracak. Eurosur’un 2020 olguyu abartarak, olduğundan çok daha büyük sorunlar yılına kadar 144 milyar euroya malolacağı öngörülüyor. yaşanıyormuş gibi bir hava yaratmaya çalıştılar. En düşük Frontex’in en önemli rolü Akdeniz’den Avrupa kıyılaücretlerle, en ağır işlerde kayıt dışı çalışmak zorunda bırarına ulaşmaya çalışan kaçak göçmen taşıyan tekneleri AB sınırlarından uzak tutmaktır. Frontex, kaçak göçmen takılan göçmenler AB’ye üye ülkelerin ekonomilerini krize sokmuş, kaynaklarını tüketmiş ya da sosyal yapıyı çökertşıyan teknelerin yola çıkmasını engellememiş, göçmen taşıyan teknelerin yolculuğunu daha riskli hale getirmişmiş değiller. AB’deki özellikle sağcı örgütler kapitalizmin tir. Sadece geçtiğimiz Ekim ayında, İtalya’nın Lampedusa sistem krizinin etkilerini perdeleyebilmek ve işçi sınıfıadası açıklarında bir hafta arayla kaçak göçmenleri taşıyan nı bölmek üzere göçmenleri tüm sorunların kaynağı gibi iki tekne battı. İlk kazada 390 kişi hayatını kaybetti. İkingöstermeye uğraşıyorlar. Oysa Avrupa tarihi iç ve dış göçci kazada ise 40’tan fazla göçmen can verdi. Lampedusa lerin de tarihidir. Avrupa ülkelerindeki, özellikle de Balfaciasından bu yana en az 5 trajik kaza daha yaşandı. Bu kanlar’daki etnik çeşitlilik bunun ispatıdır. yoksul ve çaresiz insanların umut yolculuğu, kapitalistlerin kendi çıkarlarına yontmaya çalıştıkları acımasız göçFrontex’den Eurosur’a sınır men politikaları yüzünden Akdeniz’in sularında son bulbekçiliğinin militarizasyonu du. İnsan Hakları İzleme Örgütü, Frontex’i ve Eurosur’u, Avrupa Birliği Sınır Güvenliği Birimi olan Frontex, amacı kaçak göçmenleri kurtarmak ya da ölümden koruAB üyesi ülkelerin komşularıyla olan sınırlarının korunmak değil sadece sınırdan uzak tutmak olduğu için eleştiması amacıyla kurulmuş bir AB kurumudur. 2005 yılınriyor. Sınıra yaklaştırılmayıp ülkesine geri gönderilen bazı da faaliyete geçen kurumun merkezi Polonya’nın başkenti kişilerin söz konusu ülkelerin rejimleri tarafından zulüm Varşova’dadır. Frontex, AB üyesi ülkelerin büyük bütçeler görebilecekleri hatta öldürülebilecekleri hatırlatılıyor. AB ayırarak sınırları aşılmaz hale getirme projesidir. Türkiyesözcüleri ise Eurosur’u kaçak göçmenlerin toplu ölümleYunanistan sınırının bazı bölümlerine dikenli teller örürini engelleyebilecek bir sistem gibi kamuoyuna pazarlalüyor. AB sınırlarına askeri ekipler yerleştiriliyor. Frontex, maya çalışıyor. AB İçişleri Komiseri Cecilia Malmstörm, sınırlardan kaçak geçişleri önleyecek personeli yetiştiriyor. uygulamanın “göçmenlerin hayatını kurtaracak gerçek bir AB, mültecilerin sığınma imkânlarını kısıtlıyor. İtalya, çözüm” olduğunu iddia ediyor. Oysa amacın mültecileri Bulgaristan, Yunanistan, İspanya ve Türkiye sınırları, özel kurtarmak olmadığı ve yeni sistemin mültecileri daha tehkuvvetlerle ve yüksek teknolojiye dayalı güvenlik önlemlikeli yollara iteceği çok açık. Yeni sistem, kaçak yolculuk leriyle donatılıyor. Göçmenler, yasaları ihlâl eden suçlular riskini, dolayısıyla toplu ölümler yaşanacak kazaları daha gibi muamele görüyor. 2005 yılında faaliyete geçen Fronda arttıracaktır. tex, AB sınırlarını kaçak göçmenlere tamamen kapamak

33


Ocak 2014 • sayı: 106

marksist tutum

Yeni sistem mültecilik hakkını da büyük ölçüde ortadan kaldırıyor. Bilindiği üzere mülteci, düşünceleri veya kimliği yüzünden zulüm gören ya da zulüm görme tehlikesi yaşayan, bu sebeple ülkesini terk ederek başka bir ülkeye iltica eden ve iltica sebebi haklı bulunan kişidir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne göre herkesin zulüm karşısında başka ülkelere sığınma hakkı vardır. Siyasi sebeplerle kişisel sığınma olabileceği gibi savaş, çatışma, doğal afet gibi sebeplerle toplu sığınmalar da olabilmektedir. İltica hakkını kullanmak zorunda kalanların sayısı hiç de az değildir. Bugün dünyada mülteci sayısı 50 milyonu bulmaktadır. İç savaş yüzünden her şeyini geride bırakarak ülkesini terk etmek zorunda kalan 2 milyondan fazla Suriyeli mülteci, son dönemdeki en büyük toplu sığınma vakasıdır. Bir insanın iltica etme hakkını kullanabilmesi ve mültecilik statüsünden yararlanabilmesi için çoğu durumda, yaşadığı ülkeyi kaçak olarak terk etmesi ve iltica edeceği ülkeye veya Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne başvurabileceği üçüncü bir ülkeye kaçak olarak girmenin yolunu bulması gerekiyor. İltica edecek insanları sınırlarına dahi yaklaştırmayan bir politika, temel bir insan hakkı olan iltica hakkının ve hukuki bir statü olan mülteciliğin fiilen yok edilmesidir. Türkiye’nin ve AB’nin kabul ettiği “Geri Kabul Anlaşması”, iltica hakkını hiçe sayan, temel insan haklarına aykırı, göçmen düşmanı, gerici ve kirli bir anlaşmadır. Türkiye, Avrupa’ya vizenin kaldırılması gibi, ne zaman ve nasıl gerçekleşeceği belirsiz, sınırlı bazı uygulamalar dışında muhtemelen hayata geçirilmeyecek bir vaat uğruna AB’nin kirli göçmen politikasına ortak olmuştur. TC devletinin, temel insan hakkı sayılan iltica hakkı ve mültecilik konusundaki pozisyonunu da hatırlamadan geçmeyelim: “Cenevre Sözleşmesi mültecilik tanımını Avrupa Konseyi’ne üye ülkelerde yaşayan insanlarla sınırlıyordu. 1967 yılında kabul edilen bir protokol ile bu sınır kaldırıldı ve mültecilik statüsü tüm dünya için tanımlandı. Türkiye bu protokolü coğrafi sınır şartı koyarak imzaladı. Türkiye sadece Avrupa Konseyi üyesi ülke vatandaşlarına mültecilik hakkı tanıyor. Diğer ülkelerden gelenlere ise üçüncü bir ülke tarafından kabul edilene kadar «geçici sığınma» imkânı tanıyor. Türkiye mültecilere Avrupalı olan ve olmayan diye ayrımcılık uygulayan tek ülke durumunda. (…) Sığınmacıların barınmaları için yol gösterici herhangi bir mekanizma yok. Kendi imkânlarıyla bir yerde yaşamak zorundalar. Çünkü bu kişilere sadece yaşayacakları kent gösteriliyor ve o kentin dışına çıkmalarına izin verilmiyor. Dolayısıyla ya para kazanmak için çalışmaları ya da devlet tarafından temel ihtiyaçlarını karşılayacak kadar finanse edilmeleri gerekiyor. Fakat devlet çalışma izni

34

vermiyor ve sosyal yardımda bulunmuyor.” (Zehra Aras, Mültecilerin ve Göçmen İşçilerin Türkiye’de Yaşam Savaşı, MT, Temmuz 2012)

Eurosur ve Türkiye Avrupa Birliği üyesi ülkelere kaçak yollardan girmek isteyenlerin yaklaşık yarısı Türkiye’yi transit ülke olarak kullanıyor. Türkiye’nin Ege kıyılarından kaçak göçmen taşıyan tekneler Yunanistan’a ulaşıyor. Ayrıca Türkiye’nin kara sınırlarından da Yunanistan’a ve Bulgaristan’a kaçak göçmen akışı var. Geçtiğimiz haftalarda Türkiye AB ile iki anlaşma imzaladı. Anlaşmalardan biri AB’ye vizesiz giriş için hazırlık sürecini başlatıyor. Diğer anlaşma ise “Geri Kabul Anlaşması”. Bu anlaşma, AB’ye Türkiye üzerinden giren göçmenlerin Türkiye’ye iade edilebilmesini öngörüyor. AB’nin on yıldan uzun süredir sertleşen sınır denetim yöntemleri kaçak göçmenleri ve mültecileri caydırmakta başarılı olamadı. Geri Kabul Anlaşması, AB’nin mülteci sorununu AB’ye komşu ülkelere havale etme çabasının yansımasıdır. Bu amaçla AB’ye komşu ülkelere çeşitli “vaatler” ve “rüşvetler” sunulmaktadır. Geri Kabul Anlaşması karşılığında Türkiye’ye, Avrupa’ya vizesiz seyahat edebilme hakkı vadediliyor. Türkiye’nin ve AB’nin kabul ettiği “Geri Kabul Anlaşması”, iltica hakkını hiçe sayan, temel insan haklarına aykırı, göçmen düşmanı, gerici ve kirli bir anlaşmadır. Irak ve Afganistan’ın işgalini onaylayan, Suriye’de iç savaşı harlayan, Sudan’da, Somali’de emperyalist hegemonya kavgasının uzantısı durumuna getirilen iç savaşların tarafı olup pay kapmaya çalışan, işlerine geldikçe diktatörlük rejimlerini destekleyen Batılı devletler, milyonlarca insanın bu ülkelerden kaçmaya çalışmasında hiçbir payları yokmuş gibi, “kendi” sınırlarını bu yoksul ve çaresiz durumdaki insanlara kapatma hakkını kendilerinde görüyorlar. Avrupa burjuvazisinin yaptığı, insanların evlerini ateşe verip kapıyı da üstlerine kilitlemekten farksızdır. Uçsuz bucaksız çıkarcılık, sınırsız bir yüzsüzlük, bu derece zalimlik, ancak kapitalistlere yakışır. Türkiye de, Avrupa’ya vizenin kaldırılması gibi, ne zaman ve nasıl gerçekleşeceği belirsiz, sınırlı bazı uygulamalar dışında muhtemelen hayata geçirilmeyecek bir vaat uğruna AB’nin bu kirli göçmen politikasına ortak olmuştur. Ne dünyamız ne de insanoğlu kapitalist devletlerin kendi egemenlik alanlarını belirlemek üzere çizdikleri sınırlarla var olmadı. Sınıfların ortaya çıkmasıyla birlikte devletler var oldu, sınırlar çizildi. Son yüzyıl içerisinde de insanların seyahat ve göç etme özgürlükleri önce pasaportla, daha sonraları da vize ile sınırlandı. Üretici güçlerin gelişimi, sınıfların ve sınırların olmadığı sosyalist bir dünyanın kurulmasını zorunlu kılıyor. İnsanoğlu eninde sonunda ulus-devletin deli gömleğini parçalayacak, kapitalizmi tüm rezillikleriyle beraber geride bırakacaktır. 


Orta Afrika Cumhuriyeti’nde Neler Oluyor? Gülhan Dildar

A

frika toprakları asırlarca Batılı egemenler tarafından yağmalandı, talan edildi. Bu da yetmedi, “uygarlık” götüren “beyaz adamlar” tarafından “kara derililer” köleleştirildiler, gemilere bindirilip denizaşırı ülkelere götürüldüler. Kapitalizm gelişti, “uygarlık” ilerledi, lâkin Afrika’nın kara bahtında yüzyıllardır bir değişiklik olmuyor. 1950’li, 60’lı yıllarda bağımsızlıklarını kazanan Afrika ülkeleri gerçek anlamda özgürleşemediler ve kapitalist sömürüden kurtulamadılar. Açlıktan, yoksulluktan, hastalıktan kırılan Afrikalıların acıları dinmiyor. Sefalet ve çaresizlik içerisindeki Afrika halkları, tüm bu yaşananlarla birlikte bir de uzun yıllardır savaş cenderesinin ortasındalar. Kapitalizmin krizinin derinleşmesiyle emperyalistler arası rekabet kızışmakta ve nüfuz alanlarını yeniden paylaşmak üzere yürütülen savaşlar dünyanın pek çok bölgesine yayılmaktadır. Afrika’nın pek çok ülkesi de emperyalistlerin pazar ve hegemonya savaşının bir alanıdır. Emperyalistler tarafından bölgedeki halklar arasında etnik ve dinsel ayrımlar kışkırtılmakta ve yıllarca birlikte yaşayan halklar vahşice birbirlerine boğazlatılmaktadırlar. Üstelik utanmadan bu katliamlar kabilelerin “ilkelliği” olarak sunulmaktadır. Kongo, Ruanda, Sierra Leone, Nijerya, Somali, Fildişi Sahilleri, Kenya, Mali, son olarak Güney Sudan ve Orta Afrika Cumhuriyeti (OAC) kan gölüne dönmüş durumda. Yeraltı kaynakları bakımından zengin olan bu ülkelerde sık sık katliam düzeyinde vahşet-

lerin yaşanması tesadüf olmasa gerek. Kara kıta Afrika, son yıllarda dünyada ekonomisi hızla büyüyen ve nüfuz alanları genişleyen Çin ile ABD, Fransa ve İngiltere gibi emperyalist ülkeler arasındaki nüfuz paylaşımına sahne olmaktadır. Batılı emperyalist güçler, geleneksel olarak etkin oldukları Kenya, Somali, Sudan, Güney Afrika, Nijerya gibi Afrika ülkelerindeki yıllık 100 milyar doların üstündeki ticaret hacmiyle, karşılarına dikilen Çin’in etkisini kırmaya ve yayılmasını durdurmaya çalışıyorlar. Kıtanın zengin petrol, doğalgaz ve maden kaynaklarını kontrol altında tutmaya çalışan emperyalist güçler, temellerini büyük ölçüde kendilerinin döşediği çatışmaları ve husumetleri zamanı ve yeri geldiğinde kaşıyarak “böl ve yönet” politikalarını hayata geçirmeye çalışıyorlar. Yüzyıllardır bu politikanın esiri haline getirilmiş Afrikalılar, kolaylıkla birbirlerine kırdırılıyor. Kıtadaki çatışmaları körükleyen emperyalistler, bu durumu fırsata çevirerek “demokrasi ve özgürlük götürme” ya da “yardım etme” bahanesiyle bölgedeki askeri güçlerini sürekli olarak arttırarak, çıkarlarını bizzat silahların gücüyle koruyorlar.

Hıristiyan ve Müslüman halklar birbirlerine boğazlatılıyor Fransa’nın Afrika’daki emperyalist müdahaleleri özellikle son iki yıldır artmış durumda. Avrupa Birliği ülkeleri arasında Afrika’da en büyük askeri varlığa sahip ülke

35


Ocak 2014 • sayı: 106

marksist tutum Fransa’nın Afrika’daki emperyalist müdahaleleri özellikle son iki yıldır artmış durumda. 2013 başında İslamcı terörizm bahanesiyle Mali’ye giren Fransa, 5 Aralıkta ise Birleşmiş Milletler’den aldığı izinle Afrika Birliği ile birlikte Orta Afrika Cumhuriyeti’ne askeri müdahalede bulunmaya başladı ve vatandaşlarını koruma bahanesiyle hazırda tuttuğu 400 kişilik askeri birliğinin büyüklüğünü hızla 1600’e çıkardı.

konumunda bulunan Fransa, 2011’de Fildişi Sahilleri’ne ve Libya’ya saldırmıştı. Suriye’ye müdahale konusunda da oldukça heveskâr olan Fransa, 2013 başında ise İslamcı terörizm bahanesiyle Mali’ye girmişti. Fransa, 5 Aralıkta ise Birleşmiş Milletler’den aldığı izinle Afrika Birliği ile birlikte Orta Afrika Cumhuriyeti’ne askeri müdahalede bulunmaya başladı ve vatandaşlarını koruma bahanesiyle hazırda tuttuğu 400 kişilik askeri birliğinin büyüklüğünü hızla 1600’e çıkardı. Batı Afrika ülkesi Burkina Faso’daki Fransız üssünden özel birlikler ve helikopterler, Senegal ve Fildişi Sahilleri üssünden paraşütçüler ve zırhlı araçlar Orta Afrika Cumhuriyeti’ne kaydırıldı. Afrika ülkelerinden derlenen askerlerden oluşan ve bizzat Pentagon tarafından eğitilip finanse edilen “Afrika Birliği” ise OAC’de 4 bin civarında asker bulunduruyor ve bu sayıyı 9 bine çıkarmayı planlıyor. 1910’da Fransız sömürgesi haline gelen OAC, 1960’ta bağımsızlığına kavuştu. Ancak, bağımsızlığını kazanan ülke, yıllarca monarşi ile yönetildi, darbeler ve güç kavgalarına sahne oldu. İlk çok partili seçimler 1993 yılında yapıldı ve seçim sonucunda Ange-Félix Patassé devlet başkanlığına geçti. Yaklaşık 10 yıl iktidarda kalan Patassé, 2003 yılında bir askeri darbe ile devrildi ve askeri darbeyi örgütleyen cuntanın lideri François Bozizé ülke idaresini eline aldı. Fransa’nın desteğini alan Bozizé, 2005 yılındaki seçimlerde de iktidarını korumayı başardı. Ancak 2010 yılında yeniden yapılması beklenen seçimleri “ülkenin kaos içinde olduğu” gerekçesiyle iptal eden Bozizé, 2011 yılında gecikmeli olarak yapılan seçimleri kazandı. Ne var ki tüm uğraşlarına karşın, 2013 Martında, Seleka (İttifak) adını taşıyan ve çoğunlukla Müslümanlardan oluşan bir silahlı örgütün gerçekleştirdiği darbeyi engelleyemedi ve koltuğunu bırakarak Kamerun’a kaçtı. Bozizé yerine ise bir Müslüman olan Seleka önderi Michel Djotodia kendini başkan ilan etti.

36

Seleka milislerinin Mart ayında iktidarı ele geçirmelerinden bu yana ülkedeki Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki şiddet giderek tırmanırken, “böl ve yönet” taktiğini çok iyi uygulayan emperyalist ülkelerden biri olan Fransa, eski sömürgesinde yaşananların katliam boyutuna vardığını gerekçe göstererek askeri müdahalede bulundu. Müdahaleyi haklı göstermeye çalışan Fransa Başkanı Hollande, Fransa’nın “bizi yardıma çağıran bu küçük, dost ülkeye, dünyanın bu en fakir ülkesine yardım ve dayanışma götürme görevi” ile hareket ettiğini iddia etti: “Fransa bir insani felâketi önlemek için harekete geçmelidir ve geçecektir. Bu operasyon için askerlerimize güvenim tam.” Hollande’ın burjuva siyasetine yaraşır bir ikiyüzlülükle yaptığı açıklamalar, emperyalist planlarının üzerini örtme çabasından başka bir şey ifade etmemektedir. 5 milyon nüfusa sahip Orta Afrika Cumhuriyeti’nde, nüfusun yaklaşık yüzde 60’ını Hıristiyanlar, yüzde 10’unu ise Müslümanlar oluşturuyor. Ülkede Hıristiyan AntiBalaka milisleri Müslüman mahallelerine, evlerine saldırırken, Seleka milisleri de aynı şekilde Hıristiyanlara saldırmaktadır. Hıristiyan ve Müslüman halklar arasında tırmandırılan şiddet nedeniyle yaklaşık 2 milyon insan evlerini terk etmiş, 40 binden fazla insan ise başkent Bangui Havalimanına sıkışıp kalmış durumda. BM’nin verilerine göre yaklaşık 370 bin kişi Bangui’den kaçtı ve Bangui dışındaki şehirlerde de yaklaşık 400 bin insan evlerini terk etmek zorunda kaldı. Nüfusun yüzde 15’i açlık riskiyle yüz yüze. Bossangoa’da evlerinden ayrılmak zorunda kalan 40 bin Hıristiyan kiliselere sığındı. OAC’de Hıristiyan ve Müslüman gruplar arasında çıkan çatışmalarda yüzlerce kişinin hayatını kaybetmesi, evlerini terk etmek zorunda kalması üzerine BM, “ülkedeki sivillerin korunması ve güvenliğin sağlanması” gerekçesiyle Fransa ve Afrika Birliği’nin ülkeye askeri çıkartma yapmasına izin verdi. ABD de Fransa’nın talebi üzerine asker desteğinde bulunma kararı aldı. Ayrıca Fransa, gerçekleştirdiği operasyonlar için Avrupa Birliği’nden maddi destek talep etti.

Emperyalist kapışma bu kez OAC’de devam ediyor Egemenlerin, geçmişten günümüze toplumlara etnik, dinsel, mezhepsel ayrılık tohumları ektikleri aşikârdır ve bu ayrılıklar zamanı geldiğinde emperyalist çıkarlar uğruna milyonlarca insanın katledilmesi pahasına kullanılmak-


sayı: 106 • Ocak 2014

tadır. Tüm yaşanan acılar, katliamlar ise emperyalist saldırganlığın gerekçesi olarak kamuoyuna sunulmakta ve “insani yardım” ya da “demokrasi ve özgürlük götürme” iddiası emperyalist çıkarların üstünü örten bir şal olarak kullanılmaktadır. Emperyalistler, utanmadan bir de tek amaçlarının “insan hayatını kurtarmak” olduğunu söylüyorlar. Fransa Savunma Bakanı Jean Yves Le Drian, işçi ve emekçi kitlelerle dalga geçercesine gerçekleri çarpıtıyor ve operasyonun amacının “ülkeye insani yardım götürmek için gerekli asgari güvenliği sağlamak ve insanların hastaneye gidebileceği şekilde sokakları güvence altına almak” olduğunu söylemekten çekinmiyor. Oysaki Fransa’nın başını çektiği emperyalist güçlerin Afrika ataklarının temel amacı nüfuzunu güçlendirmektir. Bizzat Hollande, geçtiğimiz haftalarda Fransa Ekonomi Bakanlığı ve işveren örgütü Medef tarafından düzenlenen ve Fransa’nın Afrika’daki ekonomik konumunu güçlendirmeye ve onun Çin karşısında ekonomik payını kaybetmesini tersine çevirmeye odaklanan bir ekonomi konferansına katılarak, Afrika’ya yapılan Fransız yatırımlarını yıllık 20 milyar avro civarına yükseltme planlarını açıkladı. Fransa, 2008-2013 arasında, Afrika’ya 10 milyar avroluk yatırım yapmıştı. Çin’in 1990’da yüzde 2’nin altında olan Sahra-altı Afrika’daki pazar payı 2011’de yüzde 16’ya çıkarken, Fransa’nınki 2000’den 2011’e kadar yüzde 10,1’den yüzde 4,7’ye düşmüştü. Elmas, altın, uranyum, kereste ve petrol gibi doğal kaynaklara ev sahipliği yapan OAC’de de son dönemde Çin’in pazar payı artmaktaydı. Bozize, Çin ile petrol anlaşmaları yapmış ve gerçekleştirilen darbe sonucu devrilmişti. Çin’in artan nüfuzuyla salt ekonomik önlemlerle başa çıkamayacağını anlayan Fransa ve diğer Batılı emperyalist güçler askeri önlemler de almaya başladılar. Kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden yönetimleri destekleyip, diğer tarafı darbe yöntemleriyle devre dışı bırakmakta ustalaşmış durumdalar. Lakin Çin de boş durmamakta, kıtadaki ABD-Batı karşıtı güçleri desteklemekte ve kışkırtmaktadır. Emperyalistler arasındaki bu kapışma şiddetlendikçe savaş alanları genişlemekte, Afrika halkı daha da yoksullaşmakta, sefaletin en derin uçurumlarına sürüklenmekte, açlığın pençesinde kıvranmakta ve her gün oluk oluk kanı akmaktadır. Bugün Orta Afrika Cumhuriyeti’nde yaşananlar, egemenlerin çeşitli bahanelerle operasyonlar gerçekleştirdikleri Afrika’nın en büyük üçüncü altın üreticisi Mali’de yaşananlardan ya da yıllar önce Ruanda’da yaşananlardan farklı değildir. Yaşlı kıta Afrika’nın kurak toprakları 200 yıldır milyonlarca “kara derili”nin kanıyla sulandı ve su-

marksist tutum

lanmaya devam ediyor. Kerem Dağlı’nın, Afrika’da Yürüyen Emperyalist Kapışma başlıklı yazısında belirttiği gibi, “Afrika kıtasında yürüyen bu emperyalist kapışmanın Afrikalı halklara neye mal olduğu az çok herkesin malûmudur. Emperyalist rekabet Afrika’daki siyasi istikrarsızlığı daha da pekiştirmektedir. Kıtanın her yanı bitmek bilmeyen iç savaşlarla, etnik-dini çatışmalarla, savaş ağalarıyla, sözde «özgürlük» veya «kurtuluş» ordularıyla doludur. Ülkelerin çoğu oldukça zengin kaynaklara sahip olmalarına rağmen burjuva rejimler elde ettikleri gelirleri silahlanmaya ve iktidarlarını korumaya harcamaktadırlar. Kıtadaki açlığı, sefaleti, ağır yoksulluğu ve işsizliği, salgın hastalıkları bir nebze olsun azaltacak bir ekonomik düzelme sağlayacak yönde gelişmelerden bahsetmek oldukça zordur. Sermaye yatırımları ağırlıklı olarak yeraltı kaynaklarının çıkarılmasına, işlenmesine ve ithalatına yöneliktir. İşsizliğin ve yoksulluğun önemli sebeplerinden biri budur. Tarım alanlarının maden işletmelerine çevrilmesi, tarıma kapatılması ya da gıda dışı tarıma ayrılması açlığın katlanmasına katkıda bulunmaktadır. Afrika’nın ekonomik-siyasal-toplumsal sorunları adeta birbirini besleyen bir sarmal haline gelmiştir ve burjuva iktidarlar eliyle, hele ki emperyalist kapışmanın gittikçe kızıştığı bir ortamda, bu tablonun değişmesi mümkün değildir. Bu kısır döngüyü kıracak olan tek şey Afrikalı işçi ve emekçilerin örgütlü mücadelesidir.” (MT, Kasım 2013) Dünyanın her tarafında emperyalist-kapitalistler, işçi ve emekçileri kendi çıkarları için başlattıkları savaşların, katliamların, kirli hesaplarının parçası haline getirmeye ve kapışmalarının bir tarafı yapmaya çalışmaktalar. Uzun yıllardır görüyoruz ki, egemenlerin siyasetinin bir parçası olmak dünyanın hiçbir yerinde işçi ve emekçilerin menfaatine olmamıştır. Afrikalı işçi ve emekçilerin kurtuluşu da ancak kapitalist sömürü düzenine karşı verecekleri toplumsal kurtuluş mücadelesiyle mümkün olacaktır. 

37


Kapitalizmde Yaşlılara Yer Yok! Derya Çınar

D

ünya nüfusunun yaşlanması başta Avrupa olmak üzere gelişmiş kapitalist ülkelerin burjuvazisini derinden kaygılandırıyor. Doğum oranlarının düşmesi ve ortalama ömrün uzaması, yaşlı nüfusun oranının giderek artmasına yol açıyor. 2000’lerin başında 600 milyon olan 60 yaş ve üstü nüfusun, 2050’de 2 milyara çıkması bekleniyor. Bu durum, sömürecek taze işgücüne ihtiyaç duyan ve yaşlı bakımı, emekli maaşları, sağlık giderleri gibi harcamaları tümüyle çalışanların sırtına yıkmak isteyen burjuvazi için tehlike çanlarının çalması anlamına geliyor. Türkiye burjuvazisi de Avrupa ülkelerinin başını çektiği bu kaygılı gruba dâhil olmuş durumda. Türkiye’de 60 yaşın üzerinde insan sayısı resmi verilere göre 7,1 milyon. Giderek artan bu sayı, 10-15 yıl sonra nüfusun yaklaşık %10’unun 65 ve üstü yaşlarda olması anlamına geliyor. Erdoğan “3-5 çocuk yapın” diye bas bas bağırarak bu tablonun değişmesi gerektiğini söylüyor. Doğum oranını yükseltmek amacıyla bir yandan gençler evlenmeye özendirilirken, öte yandan çocuk yardımı, doğum izninin arttırılması, part-time çalışmanın özendirilmesi gibi uygulamalarla kadınlar daha fazla çocuk yapmaya teşvik ediliyor. Gönüllülüğe dayalı bu teşviklere devlet eliyle zorla dayatma da eşlik ediyor ve gebe kalan kadının kürtaj hakkı resmi ve fiili engellerle gasp ediliyor.

38

Burada kapitalistler için temel kaygı elbette sömürülecek genç işçi kitlesinin ve yedek işçi ordusunun sürekliliğini sağlayabilmektir. Bunun yanı sıra, genç işçi demek uzun süre sigorta primi ve vergi ödeyerek sosyal güvenlik kurumlarını besleyen ve dolayısıyla emeklilerin maliyetlerini de sırtlanan işçi demektir burjuvazi için. Bu dengenin bozulması halinde ise suç yine işçi sınıfına atılır ve sosyal güvenlik kurumları iflasın eşiğinde denerek emeklilik yaşı yükseltilir, prim oranları arttırılır, sağlık hizmetleri sosyal sigorta kapsamından çıkarılır ve dolayısıyla yaşlı emekçiler sefalete ve ölüme mahkûm edilir. Burjuvazinin özellikle son 30 yılda büyük bir ideolojik propaganda eşliğinde yürüttüğü saldırılar ve bunların doğurduğu sonuçlar bunun tipik bir örneğidir. Tüm dünyada yaşlıların durumu giderek kötüleşirken, burjuvazi bu konuda ne kadar acımasız olabileceğini çeşitli vesilelerle göstermektedir. Örneğin Japon maliye bakanı ve başbakan yardımcısı Taro Aso, açık açık, yaşlıların tıbbi bakımının maliyetli olduğunu, onlara harcanan paranın devlete yük olduğunu ve yaşatmak için uğraşmamak, durumu zorlamamak gerektiğini söylemişti. Yani özetle “bu ihtiyar halleriyle yaşasalar da burjuvaziye bir yararları yok, onlar için boşuna masraf ettiriyorsunuz, bırakın ölsünler” demeye getirmişti. Bunu diyen şahıs 72 yaşındaydı ve ülkedeki milyonlarca işçi ve emekçinin kaderini belirleyen bir makamda bu-


sayı: 106 • Ocak 2014

lunuyordu. O yaşa kadar yaşamasının ve hâlâ o koltukta oturabilmesinin “topluma maliyetinin” ne kadar olduğundansa hiç söz etmiyordu! Bugün başta Avrupa ülkelerinde olmak üzere tüm dünyada yaşlıların sağlık giderleri kapitalist devletler için büyük bir mali yük olarak görülüyor. Burjuvazinin bu “yük”ten kurtulmak için ürettiği çözümlerden biri Almanya’da gündeme geldi. Maliyetleri azaltmak için yaşlı insanların kendi yaşam alanlarından kopartılıp, maliyetin daha düşük olduğu Polonya ve Macaristan gibi ülkelere gönderilmesi tartışmaya açıldı. Bu ve benzeri planların böylesine kolayca gündeme gelmesi bile kapitalist sistemin ne kadar insanlık dışı olabileceğini gösteren ürkütücü örneklerdir.

Türkiye’de yaşlıların durumu Türkiye’de yaşlıların üçte ikisi kentlerde ve yoksulluk içinde yaşıyor. Yarısından fazlası ise yalnızlığa mahkûm durumda. Huzurevi, bakımevi gibi kurumlarda yaşadıkları için yalnız olmadıkları varsayılanların ise durumu oldukça kötü. Bu kötü koşullara razı olsanız bile, mevcut yatak kapasitesine göre 340 yaşlıya 1 yatak düşüyor. Bu alanda hizmet veren kamu kurumlarının sayısı son derece yetersiz olduğu gibi, bu kurumların sunduğu hizmet de sadece açlıktan ölünmesini engelleyecek kadar. Yaşlılara karşı takınılan tutum ise içler acısıdır. Özel kurumların çoğu için de durum farklı değildir. Bu kurumlarda kalmanın maddi maliyeti çok yüksek olduğu gibi, ciddi bir denetim olmadığı için yaşlılara verilen hizmet çoğunda çok kötüdür. İster devlet kurumlarının ister özel kurumların olsun, kendilerine emanet edilen ve bakımından sorumlu oldukları yaşlılara bakışı, kapitalizmin insanlıktan çıkmışlığını tüm çıplaklığıyla göstermektedir. Buralarda kalan yaşlı insanların araba yıkar gibi boya fırçası ve hortumla yıkanması, içmeyi unuttukları ve kimse de umursamadığı için susuz kalmaları, ilaçlarının gerektiği ölçülerde ve sürelerde verilmemesi, hastalıklarının takip edilmemesi, vücutlarının çeşitli yerlerinde uzun süre hareketsiz kalmaktan, yataklara ve sağa sola çarpmaktan yaraların açılmış olması, beslenmelerinin çok yetersiz olması, itilip kakılmaları vb, bu kurumların pek çoğunda yaşananların alenileşmiş örnekleridir. Bugün Türkiye’de toplumun şiddete en fazla maruz kalan bölümünü yaşlılar oluşturmaktadır. Yaşlıların %98’i onur kırıcı söz ve davranışlara, %63’ü ise en az bir defa yakınlarının kaba kuvvetine maruz kalıyor.

marksist tutum

Sağlık sorunları göz ardı edilen, yetersiz beslenen, genel olarak temiz ve sağlıklı barınma olanaklarına sahip olmayan, kimi zaman zorla eve hapsedilen, gelirine el konulan yaşlıların oranı hiç de az değil. Yukarda saydığımız yaşam koşullarına tüm yaşlılar mı mahkûm? Elbette hayır. Yaşlılık, yoksul çoğunluğu oluşturan işçi ve emekçi sınıflar için sorundur; yaşamını onlardan gasp ettikleriyle en iyi koşullarda devam ettirme olanağına sahip olan burjuvazi için değil. Türkiye burjuvazisinin simge isimlerinden Koç gibi 83 yaşında dünya turuna çıkabilen bir insansanız yaşlılıktan niye korkasınız? Etrafınızda hizmetçilerin, doktorların, hemşirelerin fır döndüğü, en donanımlı hastanelerden anında sağlık hizmeti alabildiğiniz, en iyi besinlerle beslenebildiğiniz koşullara sahipseniz, sahip olduğunuz servet mıknatısın demiri çektiği gibi çevrenize eş, sevgili, arkadaş çekiyorsa yaşlılıktan neden korkasınız? Eğer bir korkunuz varsa, bu ancak böyle bir yaşamı geride bırakıp gitme korkusu olabilir, yaşlanınca ne olacağım korkusu değil!

Kapitalizm yaşlanan emekçileri yük olarak görür Toplumun ezilen ve sömürülen çoğunluğu için yaşlanmak kaygı verici bir şeydir. Her şeyden önce, yaşamak için çalışmak zorunda olanlar için yaşlanmak çalışamamak demektir. Bu nedenle yaşlanınca nelerle karşılaşabileceğini düşünmek bir emekçi için endişe kaynağıdır. Hele de emeklilik garantisi yoksa –ki emekçilerin çoğu bu haldedir– durum hepten korkutucudur. Ne var ki kapitalist sistem, ıskartaya çıkarıncaya kadar hem fiziksel hem ruhsal olarak tükettiği işçiyi, emekli maaşı ile de yaşamını sürdürmesinin neredeyse imkânsız olduğu koşullara mahkûm etmektedir.

39


marksist tutum Yaşlanmanın yıllar geçtikçe deneyim ve birikimi artan insanın değerini düşürmeyip tersine daha da arttıracağı, yaşlıların ölünceye kadar yaşamı üretebileceği, insanlığa birikimleriyle her gün biraz daha fazla katkı sunacağı, asla yalnızlık, çaresizlik içine düşmeyeceği bir dünyayı yaratmanın koşulları çoktandır mevcut. Kapitalizmin yıkıldığı, tüm bencilce hesapların insanlığın hafızasından silinip yok olduğu, tüm güzelliklerin eşitçe paylaşıldığı, insanın üretkenliğinin önündeki tüm engellerin ortadan kalktığı bir dünyada kim korkar yaşlanmaktan?

Kapitalist toplumda, işçiler için yaşlanmak, sermaye için artı-değer üretemez hale geldiğinden hiçbir işe yaramaz bir asalak olarak görülmek, yalnızlığa ve sevgisizliğe mahkûm edilmek de demektir. Bencilliğin, çıkarcılığın geçer akçe olduğu bu düzende, artık üzerinden hiçbir çıkar sağlanamayacak bir yaşlı sadece “yük” olarak görülmektedir. Sevgi, saygı, vefa gibi insani değerleri acımasızca yok eden kapitalist sistemde bu “yükü” taşımaya gönüllü kaç kişi bulursunuz? Kapitalist üretim tarzı tüm toplumu yeniden dizayn etmiştir. Sermaye kendi ahlâkını, kendi değer yargılarını, kendi doğrularını egemen kılmış, aile ve insan ilişkilerini de buna uygun şekilde değişikliğe uğratmıştır. Kapitalist üretim kırın çözülmesini sağlamış ve eskinin geçimlik toprağa dayalı üretimini dağıtmıştır. Sanayinin ve üretimin merkezi haline gelen kentler nüfusun yoğunlaştığı yerler olmuştur. Kırın kalabalık aileleri yerini kentlerde çekirdek aileye bırakmıştır. Yaşamak için işgücünü satmak zorunda olan insanlar için artık ekmek aslanın midesine inmiştir. Yoksulluğun giderek arttığı, eve ekmek getirmeyenin ağır bir yük olarak görüldüğü koşullarda, eskiden sözüne itimat edilen, yaşlandıkça saygınlığı ve bilgeliğinin arttığına inanılan ve çoğu durumda ailenin kaderini belirleyen yaşlılar, önce ailenin, sonra toplumun dışına itilmiştir. Paranın saltanatı ve sermayenin açgözlülüğü, tarihsel ve toplumsal güzellikleri değirmen taşı gibi ağır ağır toza dönüştürmüştür. Güzel olan ne varsa, yerini çirkin, kaba, vahşi ve acımasız olana bırakmıştır. Kâr için insan öğüten kapitalist sistemde, yaşlılarımız için gerçek bir sosyal korumanın sağlanması, koruyucu ve tedavi edici sağlık hizmetlerinin ücretsiz olarak verilmesi, bugünün bakım ve huzurevlerinden tamamen farklı, toplu ve konforlu yaşam

40

Ocak 2014 • sayı: 106

olanaklarına sahip olabilecekleri kurumların oluşturulup ihtiyacı tümüyle karşılayacak yaygınlığa ulaşması, yılların bilgi ve deneyimle zenginleştirdiği insanlarımızın bu birikimlerini toplumun hizmetine sunmalarını sağlayacak olanakların yaratılması, yaşamını kendi başına idame ettiremeyenlere yardımcı olmanın gönüllü bir toplumsal göreve dönüşmesinin sağlanması mümkün değildir. Emekçi yığınlar bu en insani hakka bile kapitalizmi yıkmadan ulaşamayacaklardır. İşçi sınıfının ekonomik ve sosyal koşullarının iyileşmesini sağlayan her değişim, burjuvaziyi bunu yapmaya mecbur eden mücadelelerle elde edilmiştir. Rusya’da yaşanan 1917 Ekim Devrimi, genciyle yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle tüm emekçi yığınları, kapitalizmin yarattığı karanlığı aydınlatan güneş hüzmeleri misali aydınlatıp ısıtırken, bu devrimin Avrupa’ya yayılması korkusu burjuvaziye ecel terleri döktürmüştü. Yükselişe geçen sınıf mücadelesi ve SSCB’nin varlığı koşullarında Avrupa burjuvazisinin devrimden duyduğu ölümcül korku, onu, gasp ettiği artı-değerin bir bölümünü işçi sınıfının taleplerini karşılamaya ayırmak, işsizlik sigortası, sosyal güvenlik sistemi ve sağlık sistemini geliştirmek zorunda bırakmıştı. “Sosyal devlet” uygulamaları diye nitelendirilen bu uygulamalar sayesinde görece daha iyi çalışma ve yaşam koşullarına kavuşan insanların ortalama yaşam süresi de uzadı. Nitekim dünya ölçeğinde ortalama ömür 1950-2000 yılları arasında 46’dan 66’ya çıkarak 20 yıl arttı. Burjuvazinin gasp ettiği artı-değerin kırıntıları bile ömrümüze ömür kattığına göre, işçi devrimleri yoluyla insanın insana kulluğunu ortadan kaldırarak kuracağımız o yeni dünyada, insanların artık yılları saymayacağını, yaşlanmaktan endişe duymayacağını, hayatın tadını doya doya çıkararak yaşayacağını öngörmememiz için hiçbir sebep yoktur. Yaşlanmanın yıllar geçtikçe deneyim ve birikimi artan insanın değerini düşürmeyip tersine daha da arttıracağı, yaşlıların ölünceye kadar yaşamı üretebileceği, insanlığa birikimleriyle her gün biraz daha fazla katkı sunacağı, asla yalnızlık, çaresizlik içine düşmeyeceği bir dünyayı yaratmanın koşulları çoktandır mevcut. Kapitalizmin yıkıldığı, tüm bencilce hesapların insanlığın hafızasından silinip yok olduğu, tüm güzelliklerin eşitçe paylaşıldığı, insanın üretkenliğinin önündeki tüm engellerin ortadan kalktığı bir dünyada kim korkar yaşlanmaktan? 


sayı: 106 • Ocak 2014

marksist tutum

Ezilenlerin Ezenlere Karşı Mücadelesi Hep Vardı, Var Olacak G

ünümüz dünyasında, geçmiş zamanlarda ezilenlerin ezenlere karşı verdiği mücadeleler ve bazı değerler unutturulmaya, değersiz gösterilmeye çalışılıyor. Patronlar, işçilerin ve emekçilerin kapitalist sömürü düzenine karşı birlik olmaması için uğraşıyorlar. Egemenler, işçi kuşaklarının verdiği mücadeleleri, yeni kuşak işçilerin öğrenmemesi ve bu kuşakların mücadeleden uzak durması için karalıyor, çarpıtıyor, kötü göstermek için her yolu deniyorlar. Kapitalizm toplumu iki ana sınıfa bölmüş durumda: Bir tarafta sayısı milyarlara ulaşan işçi sınıfı, öte tarafta dünya nüfusunun küçük bir yüzdesini oluşturan patronlar sınıfı. Patronlar işçileri sömürüyor ve en ağır koşullarda çalıştırıyorlar, iş cinayetlerinde işçilerin canını alıyor, sakat bırakıyorlar. İşçiler daha çok çalıştıkça daha çok sefalet koşullarında yaşıyorlar. Patronlar, işçilerin sırtından elde ettikleri kârlarla servetlerini büyüttükçe büyütüyorlar, lüks içinde yaşayıp sefa sürüyorlar. Sonra da işçilere ve ezilenlere “dünya böyle gelmiş böyle gider, mücadele anlamsız” diyorlar. Oysa ezelden beri, nerede ezenler ve zulmedenler olmuşsa, daima başkaldıran, zulmedenlere karşı mücadele edenler de olmuştur. Ezenlere ve sömürenlere karşı mücadele verenler insanlığın ortak vicdanı olmuştur. Bir zamanlar kölelik vardı, efendiler kölelerine “konuşan makine” diyorlardı, insan yerine koymuyorlardı. Ama gün geldi, devran döndü; zulmeden, insanı köleleştiren o efendilere, “konuşan makineler” tarafından büyük bir sille indirildi. Roma’da Spartacus diye bir köle çıktı ve tüm köleleri ayaklandırdı, egemenler yıllarca titreyip durdular kölelerin isyanı karşısında. Üstelik bu tarihteki ne ilk ne de son köle isyanıydı. Daha sonra da ezen ve sömürenlere karşı, ezilenler ve zulüm görenlerin isyanları,

başkaldırıları ve mücadeleleri olageldi. Köleler, efendilerine karşı sayısız mücadelelere giriştiler. Spartacus isyanı ilk köle isyanı değildi, lakin daha örgütlü ve daha bilinçliydi. Buradan da anlaşıldığı gibi, egemenler isyandan ama özellikle örgütlü ve bilinçli isyanlardan korkmaktadırlar. İşçiler de tarih sahnesine çıktıklarından beri sömürüye karşı hep baş kaldırdılar, örgütlendiler ve isyan ettiler. 1830’da Fransa’da işçiler yeni bir dünya için Lyon’da egemenlerin karşısına dikilmişlerdi. Paris işçileri sömürüye ve ezilmeye karşı 1848’de baş kaldırıp meydanlara, alanlara çıktılar. Egemenler sömürü düzenlerine karşı baş kaldırıp isyan eden işçileri katlettiler, zindanlara attılar. 1848’in Haziranında korkunç bir katliam yapıldı işçilere, isyan edenlere karşı. Bu katliamdan sonra egemenler, artık bir daha işçilerin ve ezilenlerin kendini toparlayamayacağını, moral bulamayacağını ve isyan edemeyeceğini düşünüyorlardı. Yanıldılar. Sömürüye ve ezilmeye karşı mücadeleye atılan işçileri ne zindanlar, ne katliamlar yollarından döndürebildi. 1871’de Paris işçileri bu kez egemenlerin yüreğine çok daha büyük bir korku salarak, sömürü düzeninin sonsuza kadar sürmeyeceğini göstermişlerdi. İşçiler Paris’te iktidarı ele geçirdiler ve tarihteki ilk işçi devleti deneyimi olan Komün’ü ilan ettiler. Dünya işçilerine bir gün sömürü düzeninin nasıl sökülüp atılacağını pratikte gösterdiler. Egemenlere ve onların sömürü düzenine, köle gibi çalışmaktansa savaşarak ölmeyi yeğlediklerini haykırdılar. Egemenler, bunları değersizleştirmek için çarpıtmaya, gözden düşürmeye çalışsa da, Parisli işçilerin sömürüye ve ezilmeye karşı haykırdığı o sözler günümüze kadar yankılanmayı sürdürdü ve mücade-

41


marksist tutum

leye atılan her işçiye hâlâ güç ve güven veriyor. Sanayinin ilk geliştiği ülkelerden İngiltere’de patronlar işçileri günde 14-16 saat çalıştırıyor ve ardından işsizliğe, açlığa terk ediyorlardı. İngiliz işçiler, katlanarak artan sömürüye, uzayıp giden iş saatlerine karşı isyan ettiler. İşçiler, önce makinelerin kendilerini işsiz bıraktığını düşünmüş ve makineleri parçalamaya başlamışlardı. Egemenler makine kırıcıları ağır hapis ve idamla yargılıyorlardı. İşçiler idamla yargılansalar bile kendilerini işsiz bıraktığını düşündükleri makinelere öfke duyuyor ve makineleri parçalamaya devam ediyorlardı. İngiliz işçiler, daha sonra kendilerini işsiz bırakanın, açlığa, yoksulluğa mahkûm edenin makineler değil, kapitalist sömürü düzeninin kendisi ve burjuvazi olduğunu anlamaya başladılar. Burjuvaziye baş kaldırarak meydanlara çıktılar; iş saatlerinin düşürülmesi, ücretlerin arttırılması için mücadele etmeye başladılar. İngiliz işçiler, 8 saatlik işgünü için başlattıkları mücadeleden geri dönmediler. İşçiler, taleplerinin kabul edilmesi için çetin bir mücadele verdiler. Bugün burjuva demokrasisinin normlarından biri sayılan herkese seçme ve seçilme hakkı da İngiliz işçi sınıfının mücadelesi sayesinde kazanılabildi. Amerikalı egemenler de, baş kaldıran işçileri bastırmak için kanlı katliamlara giriştiler. İşçi önderlerini düzmece iddialarla idam ettiler. İşçiler, egemenlerin uyguladığı idamlar, katliamlar, karşısında geri adım atmadılar. İşçiler taleplerini şöyle haykırıyorlardı: “8 saat iş, 8 saat uyku, 8 saat canımız ne isterse.” Amerika ve Avrupa işçi sınıfı verdiği mücadele sonucu 8 saatlik iş gününü egemenlere kabul ettirdi. 8 saatlik işgününü kazanan Amerikalı işçiler, mücadele sonucu elde ettikleri bu hakkı dünya işçilerine bir miras olarak bırakmış oldular. O zamandan beri dünya işçileri, 1 Mayıs’ta alanlara çıkarak sömürüye, ezilmişliğe karşı tek bir ordu gibi haykırıyorlar. Rusya’da işçiler 1917’de en koyu baskı koşulları altında sömürüye ve ezilmeye karşı mücadeleye girişmişlerdi. Egemenler işçilerin isyanını bastırmak için her türlü baskıyı uyguladı, katliamlar yaptılar, zindanları doldurdular. Baş kaldıran işçileri, hiçbir baskı biçimi mücadele etmekten geri tutamadı. İşçilerin verdiği mücadele kapitalizmin sınırlarını aşarak, yüzyıllardır hüküm süren Çarlığı yerlebir etti. Rusya işçileri, Parisli işçilerin öz-yönetiminden sonra dünyada ilk kez gerçek anlamda bir işçi iktidarını kurarak, kapitalist sömürüye son verilebileceğini gösterdiler. Rusya işçilerinin mücadelesi, burjuvaziyi derinden sarsarken, dünya işçi sınıfı için muazzam bir deneyim oldu. Rusya’da gerçekleşen işçi devrimi, dünya işçilerinin ortak sınıf çıkarları doğrultusunda örgütlenip mücadele vermeye başladıklarında egemen sınıfların sömürü düzeninin tarihin çöplüğüne gönderileceğinin nişanesi oldu.

42

Ocak 2014 • sayı: 106

Türkiye’de de sömürüye, ezilmeye ve horlanmaya karşı daima bir mücadele olmuştur. Gerek Osmanlı döneminde gerek daha sonrasında en baskıcı dönemlerde bile işçilerin sayısız mücadele örnekleri vardır. Osmanlı döneminde ağırlığını inşaat işçilerinin oluşturduğu işçiler ezilmeye, baskılara karşı mücadele etmeye başlamışlardı. Osmanlı devletinin uyguladığı tüm baskılara rağmen işçilerin mücadeleleri sürmüştü. 1908’de ve sonrasında işçiler, İstanbul başta olmak üzere birçok kentte taleplerinin karşılanması için tüm yasaklara ve baskılara karşı grevlere ve direnişlere çıkarak mücadele etmişlerdi. Osmanlı işçileri dünya işçileriyle aynı gün meydanlara çıkarak 1 Mayıs’ta taleplerini haykırıyorlardı. Cumhuriyet döneminde de devletin işçiler üzerindeki baskı ve yasaklamaları aynı şekilde sürmesine karşın, işçiler ezilmeye, horlanmaya karşı mücadele ettiler. Egemenler mücadele eden işçilere ağır hapis cezaları vererek onları zindanlara attılar, işkencelerden geçirdiler, katlettiler. Ama uygulanan hiçbir baskı işçilerin mücadelesinin önüne geçemedi. Türk devletinin egemenleri işçilerin Osmanlı döneminde bile alanlara çıkarak kutladıkları 1 Mayıs’ı yıllarca yasakladılar. Yasaklamalara, baskılara rağmen işçiler, 1 Mayıs’ı kutladılar. Egemenler daha sonra 1 Mayıs’ı çarpıtmak, özünden uzaklaştırmak ve işçilere unutturmak için 1 Mayıs’ı “Bahar Bayramı” ilan etmişlerdi. Buna rağmen işçiler, 1 Mayıs’ı her daim işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü olarak kutladılar ve sömürüye ve baskıya karşı mücadele etmeye devam ettiler. İşçilerin örgütlenmesinden ve mücadele etmesinden korkan egemenler, bir taraftan onları hep baskı altında tutmak için her yolu deniyorlar, öte taraftan da işçileri böcek kadar değersiz görüyorlardı. 1970’te 15-16 Haziran büyük işçi direnişi patlak verdiğinde, patronlar işçilerin direnişini bastıramayacaklarını anladılar, çareyi kaçmakta buldular. İşçiler, mücadeleye atılıp fabrikaları, işyerlerini boşaltarak yollara döküldüklerinde neleri başaracaklarını hem kendileri yaşayarak gördüler, hem de gelecek işçi kuşaklarına yol gösterdiler. Köleler efendilerine baş kaldırıp köleliğin kader olmadığını ilan ettiler. Günümüzde ise ücretli kölelik düzeni devam ediyor. Patronlar ne yaparlarsa yapsınlar, kapitalist sömürü düzeninde ezilenlerin, zulüm görenlerin isyanını bastıramayacaklar. Dünyanın tüm işçileri grevlerle, direnişlerle sömürüye ve ezilmeye karşı mücadele yolunu seçiyorlar. Patronların, “böyle gelmiş böyle gider” diyerek işçilerin zihnini bulandırmaya uğraşması boş bir çabadır; böyle gelmedi, böyle de gitmeyecek!

S.G.


sayı: 106 • Ocak 2014

marksist tutum

UİD-DER üyesi işçilerden mektup

İş Kazalarına Karşı Mücadeleye ve Dayanışmaya! M

arksist Tutum emekçisi ve okuru tüm sınıf kardeşlerimize merhaba, Bizler, işçi sınıfının saflarında örgütlülüğü, dayanışmayı ve mücadeleyi yükseltmek için kurulan ve bu uğurda ortaya koyduğu anlamlı çalışmalar ile günden güne büyüyen Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği üyesi işçileriz. UİD-DER çatısı altında, sınıf mücadelesi saflarında ter akıtan işçiler olarak sizleri en içten duygularımızla selamlıyoruz. Sermayenin işçi sınıfına yönelik saldırılarına büyük bir ivme verdiği bir dönemden geçiyoruz. Bu saldırılar, kitlesel işten atmalar, ücretlerin düşürülmesi ve dondurulması, emeklilik yaşının yükseltilmesi, sosyal hakların tırpanlanması, esnek, güvencesiz, taşeron çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılması, sağlık, eğitim, barınma, ulaşım gibi temel ihtiyaçların pahalanması, zamlar, artan vergiler, pazar ve nüfuz alanları için yürütülen emperyalist savaaşlarda halkların birbirine kırdırılması, emekçi sınıflara yönelik baskı ve şiddetin tırmandırılması gibi çok çeşitli biçimler altında sürüp gidiyor. Durum buyken biz işçiler çok daha yoğun bir tempo ile ve çok daha uzun saatler boyunca çalışmak zorunda bırakılıyoruz. İşçilerin çalışma yaşamında kuralsızlık kural olarak dayatılıyor. Bu ağır tablonun bedelini, açlık ve sefaletin yanı sıra, giderek artan bir biçimde meslek hastalıkları ve iş kazalarında yaralanarak, sakatlanarak ya da can vererek ödüyoruz. Ancak bizler biliyoruz ki tablonun bu kadar ağırlaşmasının altında yatan neden işçi sınıfının örgütsüzlüğü ve dağınıklığıdır. Bu nedenle, işçileri hem ulusal hem de uluslararası düzeyde bu dağınıklıktan çıkarmak ve örgütlemek görevi sınıf devrimcilerinin önünde durmaktadır. Sınıfımızın içinden mücadeleye atılmış işçiler olarak bizler, işçi sınıfının çeşitli mücadeleler kanalıyla deneyim ve güven kazanması, güç toplaması ve öfkesini patronlar sınıfına ve kapitalist sömürü düzenine yöneltmesi için sa-

bırlı ve kararlı bir çalışma yürütülmesi gerektiğine inanıyoruz. Bu uğurda ortaya koyduğumuz çalışmalar giderek daha çok işçiyi bir araya getiriyor ve kapitalizme karşı mücadeleyi ilmek ilmek büyütüyor. Bu bilinçle yürüttüğümüz “İş Kazaları Kader Değildir, İşçi Ölümlerini Durduralım!” kampanyamızda topladığımız 100 bini aşkın imzayı bir basın açıklaması ile Meclis’e taşıdığımızı sizlerle paylaşmıştık. Meclis’teki basın açıklamasının ardından kampanyamızı hangi taleplerle ve nasıl yürüttüğümüzü, kampanya süresince nelerle karşılaştığımızı ve kampanyamızın sonuçlarını işçilerle ve emek örgütleriyle paylaşmak, mücadelemizi daha da ilerilere taşımak üzere büyük bir etkinlik düzenledik. Kampanyamızın çapına ve amacına yakışır şekilde gerçekleştirdiğimiz “İş Kazalarına Karşı Mücadeleye ve Dayanışmaya” etkinliğimizi, etkinliğimize katılan işçi kardeşlerimizin duygularını ve yükselen mücadele azmini sizlerle paylaşmaktan onur duyuyoruz. Onur duyduğumuz bir şey daha var ki, o da derneğimizin kurulduğu günden bu yana aldığı yola ve işçilerin gerçek bir mücadele örgütü olarak büyümesine bir kez daha tanıklık etmemizdir. 15 Aralıkta, Petrol-İş Genel Merkezi salonunda düzenlediğimiz etkinliğe, onlarca sektörden yüzlerce işçi, direnişçi işçiler, çeşitli sendikalardan ve derneklerden

43


marksist tutum

yöneticiler ve HDP’li sosyalist milletvekilleri Ertuğrul Kürkçü ve Levent Tüzel katıldı. Başından sonuna kadar büyük bir coşkunun hâkim olduğu etkinlikte önce derneğimizi tanıtan bir video izlendi. Ardından derneğimiz adına bir konuşma yapıldı ve kampanyamızın amacı ve talepleri anlatıldı. İş kazalarının işçiler açısından nasıl bir yıkım olduğuna değinilen ve kapitalist sömürü düzeni devam ettikçe iş kazalarının ve cinayetlerinin de devam edeceğinin vurgulandığı konuşmada şu sözlere yer verildi: “UİD-DER tüm gücüyle işçileri bilinçlendirmeye, örgütlemeye ve iş kazaları konusunda harekete geçirmeye girişti. Bu sebeple somut ve acil talepler etrafında bir kamuoyu oluşturmak, iş kazası yıkımına dikkat çekmek ve işçileri örgütlü mücadeleye sevk etmek için kampanyamızı örgütlemeye giriştik. Rahatlıkla söyleyebiliriz ki kampanyamız önemli bir başarı sağlamıştır. Bundan sonra ise sendikalarla, emekten yana örgütlerle birlikte bu mücadeleyi daha da büyütmek, işçi sınıfının çok daha geniş kesimlerine yaymak ve işçi sınıfını mücadeleye çekmek zorundayız. Bizler, işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma geleneğini yaşatmak, güçlendirmek gerektiğine inanıyoruz. Derneğimizi de bu anlayışla kurduk. Bu nedenle de derneğimizin adını ‘Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği’ olarak belirledik. Biz UİD-DER’li işçiler, kapitalist sömürünün olmadığı, insanın insanı sömürmediği, savaşların son bulduğu, toplumun refah ve barış içinde yaşadığı bir dünyanın hayal olmadığına inanıyor ve böyle bir dünya için mücadele ediyoruz.” Etkinlikte iş kazası mağduru işçiler ve yakınlarını iş cinayetlerinde kaybetmiş aileler ile yapılan röportajların videoları gösterildi. Videolarda, kaybettikleri evlatlarının, eşlerinin acısını gözyaşları içinde anlatan aileler, ölümlerin kaza değil cinayet olduğunu vurgularken, salondaki işçiler de gözyaşlarını tutamadılar ve tüm bu acılara yol açan patronlar sınıfına karşı öfkeyle doldular. İş cinayeti kurbanı işçilerin ailelerinin, direnişçi işçilerin, sendika yöneticilerinin, sosyalist milletvekillerinin konuşmaları dikkatle dinlendi. Tüm konuşmaların ortak

44

Ocak 2014 • sayı: 106

vurgusu, UİD-DER’in yürüttüğü kampanyanın önemi ve bu mücadelenin sürdürülmesi gerektiği idi. Sosyalist milletvekilleri UİD-DER’li işçilerin kendileriyle ve ortaya koydukları çaba ile gurur duymaları gerektiğini vurgularken, direnişçi işçiler böyle bir etkinlikte olmaktan gurur duyduklarını ifade ettiler. UİDDER İşçi Sağlığı ve Güvenliği Komitesi adına yapılan konuşmada, patronların saldırılarına karşı örgütlenmeye ve mücadele etmeye devam edileceği ifade edildi ve kampanyanın ve çalışmalarımızın nedenini çok güzel özetleyen şu vurguya yer verildi: “Artık yeter diyoruz, patronların kârı için dökecek kanımız yok!” Etkinliğimizde çeşitli işyerlerinden direnişçi işçiler de bizlerle birlikteydiler. Punto Deri, Feniş ve Hacettepe Üniversitesi Hastanesi direnişçileri, yaptıkları konuşmaların ardından, tüm salonun hep bir ağızdan yükselttiği “Yaşasın Sınıf Dayanışması” sloganıyla selamlandılar. UİD-DER işçi sınıfının uluslararası birliği ve dayanışması uğrunda dünyanın pek çok ülkesinde işçi örgütleriyle bağlar kuruyor ve ortak faaliyetler yürütüyor. Bunun sonucu olarak birçok ülkeden işçi örgütlerinin ve mücadeleci işçilerin etkinliğimize gönderdikleri mesajlar, sınıf dayanışmasının güzel bir örneğini oluşturdu. Japon demiryolu işçilerinin mücadeleci sendikası Doro-Çiba’nın ve çeşitli ülkelerdeki İranlı göçmen işçi kardeşlerimizin yanı sıra, İngiltere’den, Almanya’dan, Avusturya’dan ve İran zindanlarından gelen sıcak uluslararası dayanışma mesajları salonda büyük bir coşkuyla ve “Dünyanın Bütün İşçileri Birleşin” sloganıyla karşılandı.


sayı: 106 • Ocak 2014

UİD-DER Müzik Grubu’nun söylediği türküler ve şarkılar da etkinliğimize katılan sınıf kardeşlerimizin yüreğine işledi. Mükellefiyet döneminde madencilerin çektiği acılar ağıt olup dile gelirken, bugün de aynı acıların yaşandığı maden kazalarının görüntüleri yansıdı perdeye. Kampanya devam ederken besteledikleri ve derledikleri şarkıları seslendiren UİD-DER Müzik Grubu’nun mücadele türküleri, şarkıları salonda bulunan işçilerin hem gözyaşları hem de coşkulu alkışlarıyla karşılık buldu. Mükellef İlan Oldu, Kader Değil, Maden Ocağında, İşçinin Türküsü… İşçilerin acılarını olduğu kadar mücadele ve kurtuluş azmini de yansıttı. Sunuma eşlik eden şiirler, işçi sınıfının zorlu iş ve yaşam koşullarına karşı bir isyan bayrağı gibi dalga dalga salona yayıldı. Etkinlik salonunda yerini alan tüm işçi kardeşlerimiz ve sınıf dostlarımız, bizlere ortaya koyduğumuz emek ve mücadele için teşekkür ettiler. “Sendikalar yürütmeleri gereken mücadeleyi yürütmezken, işçilerin can yakıcı sorunlarını çözmek üzere ileri atılmazken UİD-DER bu sorunları işçi sınıfının gündemine taşıyor ve bu sorunların çözümü uğrunda işçileri örgütlüyor” dediler. İşçi kardeşlerimiz UİD-DER’e güvendiklerini, çünkü UİD-DER’in onlara her zaman gerçekleri anlattığını, sorunları teşhir ettiğini ve bu sorunların çözümü için onları mücadeleye çağırdığını ifade ettiler. İş kazası mağduru genç bir kadın işçinin sözleri UİD-DER’in işçiler için anlamını ortaya koyuyordu: “Bugün burada şahit olduklarım bana çok şey düşündürdü. Biz işçiler her zaman patronlarımıza ve çalışma şartlarımıza öfkeleniyoruz. Her zaman sıkıntılar yaşıyoruz. Ama çok kez bu sıkıntıları nasıl aşacağımızı, bu öfkemizle ne yapacağımızı bilemiyoruz. UİD-DER bize diyor ki: ‘Gelin birleşelim, gelin birleşip güçlü olalım.’ Patronları nasıl dize getireceğimizi öğretiyor bize UİD-DER. Dünya benim işyerimden ibaret değil. Sömürüden ancak beraberce kurtulabiliriz. Birbirimizin acısını paylaştıkça, birbirimize güvendikçe bir şeyleri değiştirebiliriz.”

marksist tutum

Bizler derneğimizin tüm çalışmalarında ter akıtan işçiler olarak, işçi kardeşlerimizin ve sınıf dostlarımızın bu güvenine şahit olmaktan büyük bir onur duyuyoruz. Sınıfımıza güvenmekle, örgütümüze güvenmekle, patronlara karşı yürüttüğümüz mücadelede bize miras kalan yöntemlere, sınıfımızın birikimine güvenmekle doğru yaptığımızı bir kez daha anlıyoruz. Marksist Tutum emekçisi ve okuru sınıf kardeşlerimiz, mücadele yoldaşlarımız, Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği üyesi işçiler olarak bizler biliyoruz ki, işçi sınıfının mücadelesi bizimle başlamadı ve bizimle bitmeyecek. Yüreğinde sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya özlemi, yüreğinde örgütlü yaşamın gücüne ve güzelliğine inanç, yüreğinde sınıfına güven, yüreğinde insanlığın kurtuluşunun işçi sınıfının mücadelesiyle geleceğine inanç olan, bilincini Marksizmin ışığıyla aydınlatan bizden önceki sınıf devrimcilerine minnet duyuyoruz. Bizlere bu mücadelede daha ileriye çıkmanın ve işçi sınıfını doğru temellerde örgütlemenin yolunu gösteren önderlerimize duyduğumuz saygı ve güvenle azmimizi harmanlıyoruz. Onlara şükranlarımızı tek bir biçimde gösterebileceğimize inanıyoruz: Miraslarına doğru bir tarzda sahip çıkmak ve mücadeleye daha sıkı sarılmak; işçi sınıfının dev gövdesinin organik ve güçlü bir parçası olmak ve bu gövdeye etkin bir hareket kabiliyeti kazandırmak için ileri atılmak, bu gövdenin tüm gücüyle sömürü düzenine ölümcül darbesini indirebilmesi için ona önderlik edecek gücü büyütmek! Bunun için işçi sınıfının her düzeyde, her alanda örgütlenmesi olmazsa olmazdır. Kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla, sendikalısı sendikasızıyla işçileri her düzeyde örgütlemeyi başarmadan patronları alt etmek ve kapitalist sömürü düzeninden kurtulmak mümkün değildir. İşte bizler sınıf mücadelesi içinde mevziler yaratmaya çalışan, UİD-DER’e emek veren sınıf devrimcileri olarak çabalarımızı bu yönde yoğunlaştırıyoruz. Örgütlü işçiler ve onların yükselteceği mücadele, tarihin akışını değiştirecek ve insanlığın kurtuluşunu getirecektir. Biz insanlığın kurtuluşu uğruna işçileri örgütlemekten ve onları mücadele saflarına katmaktan vazgeçmeyeceğiz. İşçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinde Marksizmi rehber edinmekten vazgeçmeyeceğiz. Sizlerle omuz omuza yürüttüğümüz ve tüm işçi kardeşlerimizi güç katmak üzere davet ettiğimiz bu mücadeleyi azimle ileri taşımaktan vazgeçmeyeceğiz. Mücadele yoldaşlarımız, sınıf kardeşlerimiz, UİD-DER’li işçiler olarak sizleri bir kez daha sömürüsüz, sınırsız, savaşsız bir dünyanın özlemi, böyle bir dünya yaratma mücadelemizin sıcaklığı ve coşkusuyla selamlıyoruz. UİD-DER üyesi bir grup işçi

45


Okurlarımızdan

Derelerimizden Elinizi Çekin!

G

eçtiğimiz günlerde Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu “HES inşaatlarında bazı vahşi uygulamalar olduğunu” ifade eden bir demeç verdi. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız da bir konuşmasında halkın çok mağdur olduğunu belirterek “tepki çeken bazı nehir tipi HES’lerde iptallere, devre dışı bırakmalara gidilebilir” dedi. Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar ise “HES’lerle enerji işini çözemeyiz. Ayrıca, HES’lerle ufak dereleri mahvediyoruz. Artık 10 Megavattan daha aşağı enerji üretecek HES’lere izin vermeyeceğiz” diye konuştu. Bu açıklamaları okuyunca, bakanların doğayı korumak istediklerini ve doğayı katleden santrallere geçit vermemeye karar verdiklerini sanırsınız. Ama gerçek öyle değil. Bakanlar belli ki seçimlerin yaklaşmasından ötürü, halkın tepkisini yatıştırmak için böyle konuşuyorlar. HES (hidroelektrik santrali) projelerine onay vererek derelerin kurumasına neden olan hükümetin ve bakanlarının amacı HES projelerini durdurmak değil tam tersine yaygınlaştırmak. Bunun en yakın örneği ise şu an köyümüzde uygulanmak istenen HES projesidir. Bakanlar yaklaşık bir aydır HES kurdurmamak için gece gündüz nöbet tutan biz köylüleri görmüyorlar, görmek istemiyorlar. Bu şekilde açıklama yapıyorlar ama hâlâ sesimizi duymuyorlar. Biz Ahmetler köylüleri olarak yaklaşık bir aydır gece gündüz demeden kurduğumuz çadırlarda nöbet tutuyoruz. Neyi mi bekliyoruz? Kanyonumuzu bekliyoruz. Bir yıldır basın açıklamaları ve imza kampanyasıyla sesimizi duyurmaya çalıştık. Ama sağır kulaklar bizi değil inşaatı yapacak olan taşeron firmayı duyuyor. Köyümüzü, suyumuzu, geçim kaynağımızı korumak istedik. Bunun karşılığında her defasında jandarmayla ve firmanın silahlı adamlarıyla engellenmeye çalışıldık. Genç yaşlı, kadın erkek demeden 7’den 70’e hepimiz çadırda bekliyoruz ve beklemeye de devam edeceğiz. Şehirde çalışan köylülerimiz de nöbete işten arta kalan zamanlarında kalıyorlar. Kar kış, yağmur çamur demeden bütün köylüler olarak kanyonumuzu bekliyoruz. Artık hükümetin, bakanların ya da sorumluların ikiyüzlü ve yalan açıklamalarını değil kanyonumuzla ilgili sorunun çözülmesi için adım atılmasını istiyoruz. Doğamızın, suyumuzun katledilmesine sessiz kalmayacağız. Biliyoruz sadece bizde değil Türkiye’nin birçok bölgesinde HES’ler kuruluyor. Doğa her bölgede bilerek katlediliyor. TV’lerde veya gazetelerde bazen yapılan HES’lerden sonra kuruyan derelerin, ırmakların, çayların görüntüleri yer alıyor. Bizim kanyonumuz da yapılacak santralden sonra aynı o görüntülerdeki hale gelecek. Soruyoruz; daha kaç dere ve ırmak kurutu-

46

lacak bu şekilde? Kâr için doğayı katleden patronlara ve onlara doğayı katletmeleri için izin veren hükümete karşı artık sesimizi yükselterek dur demeliyiz! Eğer enerji ihtiyacı varsa doğayı talan ederek değil, yenilenebilir enerji kaynakları kullanılarak enerji üretilsin! Biz buradan tüm yetkililere sesleniyoruz: Derelerimizden elinizi çekin!

Antalya Manavgat’tan bir işçi

Rütbesiz Ölümler “Devrilen askeri gemide işçi, asker ve deniz erlerinden 10’u iş cinayetine kurban gitti!” Onu birden imdatsız düştü denize Rütbesiz öldüler devrilen gemide Aynı gemide değiliz biz Kan deryası içinde kaldı bedenlerimiz Bu gemiler hep böyle fora yüzer Dalgaları gücümüzle aşar gider Bekler sizi her limanda cennet mekânlar Düşer bizlerin bahtına ecelsiz ölümler Dümene dizildi patronu, bakanı, generali Tam yol ileri sömürüye verilir emirleri Yok, aynı gemide değiliz biz Bitecek deniz, kayaya oturacak geminiz Güvertede örgütleniyor sessiz ölümlerin nefreti Alacaklar demiri dünyanın kara bahtından işçi, asker ve deniz eri Yelkenler açılacak sömürüsüz ufuklara Meydan okuyacak tayfalar sömürücü cellâtlara Gebze’den bir işçi


Okurlarımızdan B

Yeni Yılı Karşılarken…

ir yıl daha geride kaldı. 2013 yılının son günleri rüşvet, kara para aklama gibi yolsuzluk olaylarının gündemiyle doluydu. Hükümet cephesinden olayların önüne geçebilmek için ardı ardına pek çok hamle geldi. Emniyet Müdürlüklerinde yapılan görev değişlikleri, ardından partiden gelen istifalar ve Erdoğan’ın yaptığı “kötüleri aramızdan ayırdık” açıklamaları. İşçilerin hak arama mücadelesi ya da talepleri söz konusu olduğunda domuz topu gibi birleşenler; kendi çıkarları, ayrıcalıkları söz konusu olduğunda birbirlerinin ipliğini pazara çıkarmaktan geri durmuyorlar. Ebette burada yürüyen çekişme ve kavgada bunca pisliğin su yüzüne çıkması biz işçileri ilgilendirmeyen meseleler değildir. Tam aksine işçilerin yakından takip etmesi ve tartışması geren konulardır. Çünkü evlerde ayakkabı kutularında saklanan milyon dolarların asıl sahibinin işçiler olduğu aşikârdır. Ancak bugün yaşananların sonuçlarını belirleyecek olan, gücün kimde olduğudur. Ne yazık ki işçi sınıfının yeteri kadar örgütlü olmadığı böylesi bir dönemde hükümet, temsil ettiği sermaye sahipleri ve çekişmekte olduğu sermaye çevreleri meydanı boş buldukları için at koşturabilmektedirler. Gündemin neredeyse her saat başı değiştiği son günlerde, işçileri yakından ilgilendiren pek çok konu gölgede kalmıştır. Bunlardan bekli de en önemlisi, yeni yılın da gelmesiyle birlikte milyonlarca işçiyi ilgilendiren asgari ücretin belirlenmesi konusudur. Her yıl olduğu gibi bu yıl da hükümetten gelen açıklamalardan yola çıkarak hükümetin işçilere yine sefalet ücretini reva gördüğü ortadadır. İlk görüşmelerde %3 olarak teklifini açıklayan hükümet, son görüşmelerde anlaşma sağlanmayınca teklifini %5,5 olarak açıkladı. Açılanan %5,5’lik oranın ardından bürokratlardan bu artışın fazla olduğu, dolayısıyla daha fazla

artışın olmayacağı yönünde açıklamalar da gelmeye başladı. İşçilerin sırtından iç edilen milyon dolarlara göz yumanlar, üç maymunu oynayanlar, işçilerin maaşına yapılacak üç kuruşluk zam söz konusu olduğunda yapacakları zammın yeterli olduğunu söylemekten geri durmuyorlar. Üstelik devletin kendi istatistik kurumu açlık sınırını 1047, yoksulluk sınırını ise 3312 lira olarak açıklamışken! Bütün bunlar, patronların ve onları temsil eden hükümetin, işçilerin sırtında nasıl deve güreşine tutuştuklarının bir göstergesidir. 2013 yılını geride bırakırken bu yıl içinde patronların kâr hırsının ailelerinden kopardığı binlerce işçiyi bir kez daha hatırlamakta fayda var. Hakkını aradığı, sendikalaştığı, örgütlendiği için işten atılan yüzlerce işçiyi de unutmamak gerekiyor. Tüm bu olumsuzlukların yanında mücadele yolunu seçen ve onurlu dik duruşundan taviz vermeyen işçilerin olması da bir yılı kapatıp, yeni bir yılı karşılarken içimizi ısıtan ve biz işçilere umut veren güzel örneklerdir. Hacettepe’de taşeronlaştırmaya karşı direnen ve yürüttükleri bu mücadeleyi kazanımla sonuçlandıran işçilerin mücadelesi, taşeron işçilerin de bir araya geldiğinde, birbirlerine kenetlendiğinde neleri başaracağını hem patronlara hem de taşeron işçileri örgütlemek konusunda kılını kıpırdatmayan sendika bürokratlarına verilmiş güzel bir cevaptır. Kuşkusuz bu örneğin devamını sağlamak ve işçilerin her alandaki örgütlülüğünü var etmek görevi, içinden geçtiğimiz bu süreçte önemini bir kez daha ortaya koymuştur. Hiç şüphe yok ki yeni yılda da işçilerin haklarına dönük pek çok saldırı paketi halihazırda sırasını beklemektedir. Kıdem tazminatının gaspına yönelik planlar da bunlardan sadece bir tanesidir. Gerek yolsuzluklar, gerek düşük ücretler, uzayan iş saatleri, sendikasız ve güvencesiz çalışma; tüm bunları yaratan kapitalizmin üstesinden gelecek olan işçilerin örgütlü gücü olacaktır. İşçiler olarak ortaya saçılan bunca pislik içinde o ya da bu sermaye grubunun peşine takılmadan kendi bağımsız sınıf siyasetimizi yürüterek bunca pisliği temizler ve bunların hesabını sorabiliriz. Dolayısıyla yeni yılda işçileri bu saldırıları geri püskürtmek için kararlı bir mücadele beklemektedir. Gebze’den bir kadın işçi

47


Okurlarımızdan

“Anne, Herkesin Annesi Çocuğunu Alıyor”

N

asıl izin alsam diye panik olmuş bir anne. Okula yeni başlamış oğlu. Baba da çalışıyor. Eşi mesaiye kalınca, çocuğu eve tek başına dönemez diye anne bir hayli paniklemiş. İzin alacak ama içinde fırtınalar kopuyor. “İzin alabilir miyim acaba, ne derler?” telaşına düşüyor. Çocuğu okula başladığından beri akşamdan akşama evde evladını gören bir annenin çaresizliği, insan olanın yüreğini sızlatıyor. Çalışmak zorunda olduğu için evladının büyüme sürecine dâhil olamaması bir anneye verilmiş en büyük ceza olsa gerek. Korunmaya ve savunmaya ihtiyaç duyduğu o küçük yaşında anne şefkatinden ve sevgisinden uzak büyüyen çocuklar için durum daha vahim. Annesine soruyor: “Anne herkesin annesi çocuklarını okuldan almaya geliyor, sen niye beni almıyorsun?” Evladına bu sorunun cevabını verememek onu bir hayli üzmüş. Anlatırken gözleri doluyordu. Aynı fabrikada çalıştığım işçi arkadaşım bunları anlatırken kendime hâkim olamadım. Benim de gözlerim doldu. Bütün gün çalışıyor ama aklı çocuklarında. “Ne yapar, ne yer, ne içerler?” diye stresle günü tamamlıyor. Öğlen arası yemeğe gittiğinde boğazından yemek geçmiyor, “evlatlarım evde aç” diye. “Evde kalıp çocuklarıma baksam olmuyor. Geçim sıkıntısı yüzünden çalışmak zorundayım. Kira, elektrik, su, çocukların masrafı derken elde bir şey kalmıyor. Bir de çalışmasam bir tek maaşla aç kalırız” diyor. Hatta bazen sitem ediyor. “Bu hükümet, bize beş çocuk doğurun diyor. Ben iki tanesine

bakamıyorum. Beş çocuğa nasıl bakacakmışım, merak ediyorum” diyor. “İşten çıkıp eve vardığımda dinlenmeden mutfağa giriyorum, çocuklarım açtır diye. Geceleri temizlik yapıyorum.” Bu anlatılanlar sadece onun değil, çalışan tüm annelerin yaşadığı sorunlardır. Çalışmak zorunda oldukları için, evlatları, annelerinden uzak, sevgiye ve ilgiye muhtaç büyüyorlar. Anneler çocuklarını ya komşuya ya anneanneye ya da babaanneye teslim etmek zorunda kalıyorlar. Bir yandan da anne olmanın yanı sıra kadın olarak işten sonra evde kendilerine biçilen rolü üstlenmek zorunda kalıyorlar. Bu durum bir anneyi çocuğundan uzaklaştırmanın yanı sıra sosyal hayatla da bağlarını kesiyor. Bir insan olarak varlığını yok ediyor. İçinde yaşadığımız bu kapitalist sistemin yarattığı sorunlardan kadın işçiler ve anneler, erkek işçilere oranla kat be kat daha fazla nasiplerini alıyorlar. Biz işçi sınıfının kadınları bunca zorluğu yaşamak zorunda değiliz. Uzun çalışma saatleri yüzünden kendimize ve ailemize vakit ayıramıyoruz. Bunca sorunla karşı karşıya kalan biz kadınlar, bu sorunların üstesinden ancak birlikte gelebiliriz. Kadınları özgürleştirecek olan, bu sorunlara karşı mücadele etmektir. Anne ve babalar olarak çocuklarımıza nasıl bir gelecek bırakmak istiyoruz diye kendimize sormalı ve geleceği güzelleştirmek için birlikte mücadele etmeliyiz. Tuzla’dan bir kadın işçi

Patronların Hizmetindeki Tehlikeli Araç!

İ

nsan bu hayata sınıfsal temelde bakmayınca etrafında olup bitenler için masumca düşünüyormuş meğer. İşçi sınıfının mücadelesiyle tanışmadan önceki halimi düşünüyorum da, ne kadar saf, nasıl da kader ve alınyazısı hikâyelerle büyütülmüşüm. Hâlbuki etraftaki her şey o kadar sistematik, planlı ve organize yürüyor ki akıl sır erdiremiyorsun. Buna en basit örnek, insanlar üzerinde etkili olan görsel medya. Biz işçiler, uzun çalışma saatlerinden sonra arta kalan vaktimizde karakutu ile kandırılıyor, uyutuluyoruz. Bu kandırma, uyutma işi, onursuz, vicdan duygusundan nasibini almamış, insanî duygularını yitirmiş sermaye medyası tarafından yapılıyor. Bu medya, daha iyi bir yaşamı inşa etmek, bu sistemin pisliklerini ortaya dökmek için uğraşmak, yayın yapmak yerine gerçekleri çarpıtmakla meşgul. Dizileriyle, reklâmlarıyla patronlar sınıfına hizmet eden medya, insana uzak gibi görünüyor. Ama evimizin içinde iliklerimize kadar işleyecek şekilde tasarlanmış yalanlarıyla izlemek zorunda bırakıldığımız programlar, bizleri istedikleri gibi şekillendirmelerine yarıyor. Yaşadığımız hayatlardan uzak başka hayatlara özendiren diziler başı çekiyor. Fabrikalarda uzun saatler çalışıyor, ay sonunu zor çıkartıyoruz. Çocuklarımıza vakit ayıramıyoruz. Elektrik, su, telefon, doğalgaz faturaları nasıl ödenecek derken ömür geçiyor. Ama o dizilerde biz işçilerin sorunlarını anlatan hiçbir konu yok. Zengin hayatlara özendiren, sorgulatmadan

48

“çalış senin de olur” düşüncesini empoze eden bu yayınlar, var olan olumlu değerleri, kültürü, ahlâk anlayışını bile değiştirebiliyor. Akşamları izlediğimiz haberlere ne demeli? İş kazalarında yiten canlarımız haber değeri bile görmüyor. Hakkını arayan işçiler polis tarafından şiddete maruz kalıyor, üstelik “terörist” olarak yansıtılıyor. İşsizlik alabildiğine arttı. Irkçılık, milliyetçilik alabildiğine kanımıza işletiliyor. Gazetelerde, TV kanallarında, işçilerin ellerinden alınan haklar müjdeymiş gibi sunuluyor. İşçileri köleleştiren, hayatlarını olumsuz etkileyecek yeni yasalar, biz işçileri, emekçileri kandıracak şekilde iyi bir şeymiş gibi gösterilmek isteniyor. Reklâmlar yoksulluğun çaresini kredi çekmekte gösteriyor. Yaşadığımız sorunlardan ve çözümünü düşündürtmekten uzak yayın yapılıyor. Kapitalist sistemin pisliklerini ortaya çıkaracak yayınlar maalesef bir elin parmaklarını geçmiyor. Var olanlar da zaten patronlara hizmet eden hükümet tarafından engelleniyor. Evet, medya bugün patronlara ve onların temsilcilerine hizmet ediyor. Bunu tersine çevirmek ve işçilerin, emekçilerin sorunlarını anlatan, çözüm yollarını gösteren bir basının varlığı çok önemli. Bu nedenle işçi basını her işçi tarafından takip edilmelidir. Yayınlarımıza sahip çıkmalı, çevremizdeki işçi kardeşlerimizin de okumasını sağlamalıyız. Aydınlı’dan bir işçi




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.