Åžubat 2014
107
İt Dalaşı, Seçimler ve Bağımsız Sınıf Tutumu Levent Toprak
17
Aralıktaki yolsuzluk operasyonuyla başlayan siyasi kriz olgunlaşarak devam ediyor. Kavganın tarafları yeni hamlelerle hasarlarını asgariye indirmeye, karşı tarafa azami hasarı vermeye ve mevzilerini güçlendirmeye çalışıyorlar. Gün geçmiyor ki flaş bir gelişme olmasın. Ülke medyası kadar uluslararası medya da bu heyecanlı hikâyeye dâhil olmuş durumda. BBC’den tutun, New York Times’a, Washington Post’a, Wall Street Journal’a kadar dünyanın en büyük ve kilit medya organlarının başköşelerinde bu konuya yer veriliyor, Türkiye hakkında değerlendirmeler yapılıyor. Marksist Tutum’un geçen sayısındaki değerlendirmede de vurgulandığı üzere, bir yandan yolsuzluk boyutu bir yandan da cemaat ile Erdoğan şürekâsı arasında bir iktidar kavgası boyutu içermekle birlikte, süreç bunlardan ibaret değildir. Yaşanan kapışmanın ve gelişmelerin asıl dinamiği uluslararası düzeydedir. Türkiye’nin dünya ve bölge içindeki konumunun ve politikalarının ne olacağı ile ilgili hususlar asıl belirleyici niteliktedir. Özetleyecek olursak: Esasen Erdoğan’ın temsil ettiği ve Batılı büyük emperyalist güçlerin politikalarıyla yer yer inatçı bir zıtlaşmaya varan, hırsı çapından büyük “maceracı” türde bir alt-emperyalist yöneliş, özellikle Batılı büyük emperyalist merkezlerde biriken memnuniyetsizliği bir kırılma noktasına taşıdı.
Bununla da bağlantılı olarak Erdoğan ekibinin içeride çeşitli büyük sermaye kesimlerini dahi baskılamaya yönelen otoriterleşmesi bu sermaye kesimlerinin Erdoğan’dan kurtulma çabalarını arttırmıştır. Bu hem Batılı büyük emperyalist güçler açısından hem de içteki çeşitli büyük sermaye grupları açısından aciliyet kazanmıştı, çünkü Erdoğan Türkiye’yi bir on yıl kadar daha, üstelik bir “başkan baba” olarak yönetmeye hazırlanmaktaydı. Yeni bir Putin, bölge ve dünya dengeleri açısından da Türkiye’nin iç dengeleri açısından da kabul edilebilir bir şey değildi. Sonuç olarak tam da Erdoğan’ın başkanlık ya da cumhurbaşkanlığı planlarını somutta hayata geçireceği seçimlerin ve olası halk oylamalarının yapılacağı kritik 2014 yılına girilirken süreç başlatıldı. AKP döneminde ayyuka çıkmış yolsuzluklar konu edilerek ve ilgili adli ve polisiye süreçleri yürütebilmek üzere Gülen Cemaati sahaya sürülerek politik operasyona girişildi. Bu gelişmeler somut olarak ilk planda önümüzde uzanan 1-1,5 yıllık süreçteki bir dizi seçimle bağlantılıdır. Tüm aktörler önümüzdeki seçimlere odaklanmış durumdadırlar ve hamleler öncelikle ve dolaysız olarak seçimler bağlamında gerçekleştirilmektedir. Daha önce de dikkat çektiğimiz üzere, seçimler ve bu bağlamdaki diğer gelişmeler Türkiye’nin sonraki seyri açı-
1
marksist tutum
sından kritik bir süreci ifade etmektedir. Sınıf bilinçli işçiler bu önemli sürecin politik niteliğini iyi kavramak ve doğru tutumlarla işçi sınıfının bağımsız sınıf siyasetinin yol göstericisi olmak durumundadırlar. Bu zorlu süreçte doğru bir teoriye dayanan sağlam sınıf pusulasının önemi daha da artmaktadır.
Siyasal güçlerin hareket tarzı ve işçi sınıfı Şimdi sahne önünde Erdoğan şürekâsı ile Gülen Cemaati arasında bir kapışma kıran kırana yürümekte. İşçi sınıfı açısından daha baştan net olmak gerek. Bu her iki güç de burjuva güçlerdir ve aralarındaki mücadele bir iktidar mücadelesidir. Her iki güç de işçi sınıfının düşmanıdır, her ikisi de işçileri sömürmek, maddi ve manevi baskı altında tutmak ve gerektiğinde savaşlara sürmek için birbiriyle yarışmaktadır. Her ikisi de özgürlükçü olmayıp, baskıcıdır. Sermaye gericiliğinin bu iki büyük siyasi gücü işçi sınıfının hedef tahtasından başka yeri hak etmiyor. Şu anda medya üzerinden yürüyen propaganda savaşında her iki taraf da geniş emekçi yığınların beynini bulandırmaya, onları kendi yanlarına çekmeye çalışıyor. Kendi taraflarını haklı ve temiz, karşı tarafı haksız ve kirli gösterme gayreti içindeler. Gerçekte ne yolsuzluklar bakımından ne de komplolar tezgâhlama açısından herhangi biri ak paktır. Bunlar işçi sınıfının gaspedilmiş emeği üzerinde sefahat şatoları inşa eden, onun kanıyla beslenen ve ona sadece lütufmuş gibi kırıntılar bahşeden sermayenin değişik öbekleşmeleridir yalnızca. Ama sahnenin ön planındakilerden ibaret değildir kavgadaki güçler. Şimdi Gülen Cemaati, TÜSİAD ve CHP, hükümetin karşısında aynı cephede yer alıyorlar. Ve bu cephenin de uluslararası planda asıl olarak Amerikan emperyalizmi tarafından arkalandığı, uzun sözü gerektirmeyecek kadar açık bir olgudur. En az o kadar açık bir olgu da bu güçlerin hepsinin de keza işçi sınıfının düşmanı olduğudur. Bunun karşısında ise hükümet yer alıyor hiç kuşkusuz. Onunla kader birliği etmiş sermaye grupları ve dini cemaat örgütlenmeleri onun etrafındaki cepheyi oluşturuyorlar. Bu cephenin arkasında uluslararası planda aktif ve etkili bir güç şu ana kadar görünmüş değil. Söz gelimi bir Çin ya da Rusya’nın hükümet yanında “topa girdiği” söylenemez. Hiç şüphesiz hükümetin asıl politik sermayesi geniş kitlelerin şimdiye dek sürmüş oy desteğidir. AKP, başta alternatifsizlik olmak üzere bir dizi faktörün bileşimi sonucunda emekçi yığınların gözünü 10 yılı aşkın bir süredir boyamayı başarmış durumdadır. Zaten AKP’nin olağan seçim yarışıyla alt edilmesi diğer burjuva güçlere pek olası görünmediği için, olağanüstü araçlara başvurma anlamına gelen yolsuzluk soruşturmaları, gizli ses ve görüntü kayıtlarına dayanan yıpratma kampanyaları, uluslararası planda küçük düşürücü polisiye operasyonlar vb. yürütülmektedir. Ve elbette AKP’nin de eli armut toplamamakta, o da
2
Şubat 2014 • sayı: 107
aynı araçlarla mukabele etmektedir. Dolayısıyla her türlü kirli yöntemin devreye sokulduğu, tamamen kirli bir politik süreç önümüzde uzanmaktadır. İşçi sınıfının böylesi bir süreçte bu sömürgen ve kirli güçlerin hiçbirisiyle işinin olmaması gerektiği açıktır. Dahası, bu sürecin kendisi kimin galip geleceğinden bağımsız olarak, baskıların artmasını ve şu ya da bu biçimde rejimin otoriterleşme eğiliminin güçlenmesini beraberinde getirmektedir. Taraflar karşılarındaki güçleri alt etmek için daha fazla güce ihtiyaç duymakta, bu ihtiyaç tüm iplerin bir elde toplanması eğilimini kışkırtmaktadır. Bunu şimdi yapanın AKP olması kimseyi aldatmamalıdır. Karşı taraf da aynı eğilimleri taşımakta ve fakat sadece elinde hükümet gücü olmadığı için somut değişiklikler yapamamaktadır. Ama her türlü anti-demokratik, özgürlük düşmanı yöntemleri kullanma konusunda bu cephenin elinin temiz, alnının ak olduğunu kim söyleyebilir? Kim iktidara gelirse tüm ipleri kendi elinde toplamak için mümkün olan her şeyi yapacaktır. Söz gelimi AKP alaşağı edildiğinde, onun yerini alacak güçler AKP’nin kalıntılarını “temizlemek” için aynı araç ve yöntemleri kullanacaklardır. CHP ve Cemaat güçlerinin bir biçimde AKP’yi alt ettiği bir Türkiye’yi düşünelim. AKP’nin gitmesine en son üzülmesi gereken işçi sınıfı olurdu elbette. Ama bunun, Türkiye işçi sınıfı açısından ve örneğin ülkenin en yakıcı siyasal sorununu oluşturan Kürt sorunu açısından daha olumlu bir ortam anlamına geleceğini kim söyleyebilir? Doğru yaklaşım, bunların hepsinin birbirinden kötü olduğunu net biçimde görmek ve ona göre tutum almaktır. Bu tür otoriterleşme süreçlerinde asıl darbeyi emekçi kitlelerin ve demokratik muhalefet dinamiklerinin aldığını unutmamalıyız. Grev hakkının, sendikalaşmanın vb. daha da tırpanlandığı düzenlemeler bu tür süreçlerin doğal parçası olarak önümüze gelirler. Emperyal emeller doğrultusunda hava yollarına yüklenen önem dolayısıyla THY’de yaşananlar henüz tazeliğini korumaktadır. Bu süreçte sanki bazı olumlu ve demokratik gelişmeler oluyormuş gibi görmek ya da böyle bir beklenti içinde olmak yanlıştır. Uzun süredir tutuklu olan çeşitli kişi ve çevrelerin salıverilmeye başlanması, bazı davalarda yeniden yargılama süreçlerinin başlatılması girişimleri vb. özellikle iyi anlaşılmalı, doğru değerlendirilmelidir. Yukarıda genel hatlarıyla ortaya koyduğumuz güçler dizilişi içinde, hükümet, karşı cephenin genişlememesi için kendince bir taktik çizgi izlemektedir. Burada iki önemli gücü karşı cephenin saflarına kaptırmamak için taktik manevralar yapmaktadır. Bu güçler Kürt hareketi ve ordudur. Hükümet, hem uzun süredir Kürt hareketi ve diğer demokratik ve sosyalist güçler tarafından mücadeleyle talep edilen tutuklu Kürt vekillerin serbest bırakılmasını sağlamış, hem de Kemalist-statükocu güçlerin bazı unsurlarını salıverdirmiştir. Birçok baskıcı, anti-demokratik uygulama da kaşla göz arasında tümüyle Cemaatin üzerine yıkılmıştır bu arada. Siyasal konularda uzun zamandır sessiz olan ordu
sayı: 107 • Şubat 2014 İşçi sınıfının böylesi bir süreçte bu sömürgen ve kirli güçlerin hiçbirisiyle işinin olmaması gerektiği açıktır. Dahası, bu sürecin kendisi kimin galip geleceğinden bağımsız olarak, baskıların artmasını ve şu ya da bu biçimde rejimin otoriterleşme eğiliminin güçlenmesini beraberinde getirmektedir.
da hükümetin bu yaklaşımına dayanarak devreye girmiş ve hem ordu mensuplarının yeniden yargılanması hem de onlara karşı bir “komplo” yapılmışsa bunun cezalandırılması talebini dillendirmiştir. Hükümetin bu taktik çizgisi sonuçlarını vermekte gecikmemiştir. Kürt hareketi hükümetin destekçisi bir konumda olmamış, karşı cepheye de iltihak etmemiştir. Öte yandan özellikle hassas bir konumu olan ordu da en azından şimdilik saha dışında tutulabilmiştir. Dahası ordunun ötesinde Kemalist-statükocu cenahta da, tabir caizse bir bölünme yaratılmıştır. Bir bölüm bu kapışmada hükümet karşısında yer almaya öncelik ve ağırlık verirken, diğer bir bölüm asıl olarak Cemaat karşısında yer almaya öncelik ve ağırlık vermektedir. İçlerinde tek tük bazı bireylere hukuki süreçlerde haksızlıklar yapıldığı doğru olsa da, darbe tezgâhları içinde olduklarına dair en küçük bir şüphemiz olmayan Kemalist-statükocu güçleri bir kenara koyacak olursak, Kürt hareketi bağlamında şunu söyleyebiliriz. Milletvekillerinin salıverilmesi Kürt hareketinin de ifade ettiği gibi büyük önem taşımamaktadır. Asıl önemli olacak olan Kürt sorunu bağlamında gerçekten ciddi bazı adımların atılmasıdır. Hükümetin ÖYM’leri (Özel Yetkili Mahkemeler) kaldıracağını ve TMK’yı (Terörle Mücadele Kanunu) “ayıklayıp” kalan hususları ceza yasası içine alacağını söylemesinin anlamını önümüzdeki günlerde göreceğiz. Ama buradan aman aman bir “özgürlük paketi” çıkacağını ummak doğ-
marksist tutum
ru değildir. AKP her zaman yaptığını yapacaktır. İsim değiştirilerek, yer yer belki küçük bazı olumlu değişiklikler, ama yer yer de eskisinden daha kötü ve baskıcı düzenlemeler gündeme getirilecektir. Olumlu değişiklikler davulla zurnayla ilan edilip, diğer yönler hasıraltı edilmeye çalışılacaktır. Türkiye’nin alt-emperyalist bir ülke konumuna geldiğini ısrarla vurguluyoruz. Bugün yaşananları yerli yerine oturtmak, doğru anlamak ve devrimci doğrultuda doğru tutumlar geliştirmek istiyorsak bu gerçeği iyi kavramalıyız. Türkiye bu Ortadoğu coğrafyasında bu aşamaya gelmiş bir bölge gücü olarak artan ölçüde diğer ülkelerin iç işlerine karışmakta, çatışmalı süreçlerin artan ölçüde tarafı ve müdahili olmakta ve bunun sonucunda daha militaristleşmekte, baskı aygıtlarını daha fazla geliştirip rafine etmektedir. Bugün yaşanan internet sansürü ve baskılarını basitçe AKP’nin özel sıkışmışlığının bir ürünü olarak görmek yüzeysel bir değerlendirme olur. Keza daha itaatkâr ve kanaatkâr bir işçi sınıfı yaratmak için izlenen muhafazakâr politikaları da aynı gözle görmek gerekir. Türkiye burjuvazisi dünya ölçeğinde yükselen yeni bir güç olmak istiyorsa baskıcı politikalar bunun doğal bir sonucudur. Dahası içteki devlet krizi ve belirsizliğin dünya ölçeğinde ekonomik konjonktürdeki önemli değişimlerle üst üste gelmesi nedeniyle, son haftalarda ülkede fiilen bir devalüasyon yaşanmıştır. Çoğu tüketim ürününün ve ara ürünlerin ithalata bağlı olduğu düşünüldüğünde ve dahası enerjinin dışa bağımlı olduğu göz önüne alındığında, bu durum hayat pahalılığında ciddi bir artışı beraberinde getirmektedir. Eğer gelişmeler aynı istikamette devam ederse, döviz cinsinden borçları olan tüm firmaların borçları giderek ödenemez hale gelecek ve iflaslar sökün edecektir. Bunun işçi sınıfı için anlamı açıktır. İşsizlik, reel ücretlerin daha da düşürülmesi, iş saatlerinin daha da uzaması, sosyal haklarda yeni kayıplar, işsizlik fonu gibi işçilerin fonlarının burjuvazi tarafından daha fazla yağmalanması, yoksulluğun artması vb.
Solun hali ya da Stalinist dogmaların iflası Sürecin niteliğini ve eğilimlerini doğru okumanın önemli olduğunu başından beri vurguluyoruz. İçinden geçilmekte olan bu son süreç Türkiye’de ve bölge çapında önemli değişimleri işaret eden geniş kapsamlı bir süreç olduğundan ayrıca önem taşımaktadır. Siyasal dengeler, ittifaklar değişmektedir. İşçi sınıfının bağımsız siyasetinin örülmesi açısından, bu süreçte siyasal güçlerin nasıl dizildiğini, bunun anlamını işçi sınıfının öncü unsurları iyi kavramalıdır. Doğru bir teori olmadan doğru bir pratik de olamaz.
3
marksist tutum
Türkiye sosyalist solunun son ayların gelişmeleri karşısındaki haline bakınca bunun önemini bir kez daha ve çarpıcı biçimde görebiliyoruz. Kestirmeden giderek söyleyelim: sosyalist solun önemli bölümü bu son politik sürecin gerçek niteliğini açıklama konusunda tam anlamıyla iflas etmiştir. Sahip olduğu Stalinist dogmalar nedeniyle bir kez daha kendini gülünç duruma düşüren tahliller yaparak aczini ortaya koymuştur. Söz konusu sol kesimler bir yanda kapitalizmin ve onun en yüksek aşaması olarak emperyalizmin doğasını Marksist temelde kavrayamamanın, bir yanda da din konusunda Marksizmin çizgisini anlayamamanın, bunun yerine küçük-burjuva kısır Stalinist dogmalara sarılmanın hazin sonuçlarıyla karşı karşıyadırlar. Biraz açacak olursak, söz konusu çevreler özde milliyetçi bir anti-emperyalizm anlayışına sahip olduklarından, ne Erdoğan’ın izlediği dış siyaseti ne de Türkiye’de egemen sınıf içindeki kapışmaların gerçek doğasını ve boyutlarını çözümleyebilmişlerdir. Yakın zamana kadar Erdoğan’ı ABD emperyalizminin ve TÜSİAD’ın bir kuklasıymış gibi ve ayrıca da, din kabuğu nedeniyle diyelim CHP’den daha gerici bir siyasi parti olarak ele almışlardır. Böylece Türkiye kapitalizminin gelişimini küçümsemiş, görmezden gelmiş ve doğal olarak onun dünyanın 17. büyük ekonomisi durumuna gelmesini, emperyal amaçlar güden kapitalist bir bölge gücü olarak alt-emperyalist aşamaya yükselmesini ve bu noktada büyük emperyalist güçlerle de çelişkilere düşebileceğini tutarlı biçimde anlayamamışlardır. Erdoğan ve şürekâsını farklı bir sermaye kesiminin ve kendine özgü bir emperyal siyasetin yürütücüsü olarak göremeyen, onu ABD’nin kuklası ya da basitçe taşeronu olarak algılayan bir zihniyetin, bugün ABD’nin onu götürmek istemesini anlaması ve tutarlı biçimde açıklaması elbette mümkün değildir. O nedenle söz konusu çevrelerin yayınlarında analiz namına tutarsızlıklar ve zigzaglar cirit atmaktadır. Ya tutarsızlığı gözden saklamak üzere tüm dikkat yolsuzluk hadiselerine odaklaştırılmaya çalışılmakta ya da ABD’nin Erdoğan’dan “vazgeçişi” isteksizce kabul edildiğinde, bu durum gülünç biçimde temellendirilmeye çalışılmaktadır. Güya emperyalistler Gezi süreci sayesinde Erdoğan’ın artık Türkiye’deki kitleleri zaptedemediğini, kitle hareketini kontrol etmek için bir tazelenmeye ihtiyaç olduğunu gördükleri için ondan vazgeçmişler! Bu “tahlillerin” gülünçlüğünü görmek için Marksist olmaya gerek yoktur. Sadece aklıselim sahibi olup gerçekçi bir gözlem yapabilmek yeterlidir. İşte doğru teoriye sahip olmamanın hazin sonuçları! Bunların ulusalcı kesimleri tam da sakat küçük-burjuva Stalinist anlayışları nedeniyle, AKP’nin her ne pahasına olursa olsun def edilmesi gerektiğini savunan burjuva siyasete her daim yazılmaya teşne oldular. AKP o kadar gerici ve kötüydü ki, böylesi ehveni şerdi. O nedenle bu çevreler her daim bu Kemalist siyasetin eteklerinde kendilerine yer aradılar ve çoğunluğu küçük-burjuva zihniyetin esiri olan
4
Şubat 2014 • sayı: 107
sözde ilerici Kemalist toplum kesimlerinden medet umar oldular. Şimdi bu çevreler yine, AKP’yi ne pahasına olursa olsun götürmek adına CHP’nin eteklerinde dolaşıyorlar. Emperyalist Batı medyasında Erdoğan’a vuran haber ve yorumları şevkle çevirip yayınlıyorlar. Ama CHP’nin Ankara ve İstanbul’da Mansur Yavaş ya da Mustafa Sarıgül gibi adaylar belirleyip tat kaçırmasına da içerliyorlar. “Daha sol görünümlü bir aday olsa da CHP ile ortak bir cephe oluştursak” anlayışı aslında bu çevrelerde köklü bir anlayıştır. Böyle olmadığı ölçüde mızıldanıp, sitem ederler, ama sonunda etkileri altındaki kitlenin gidip CHP’ye oy vermesine göz yumar ve ses çıkarmazlar. Bunlar hep CHP’nin sol bir parti olduğu vehmi üzerine dayanmaktadır ki, bu gerçeklerle alay etmekten başka bir şey değildir.
Bağımsız sınıf tutumu ne olmalıdır? İşçi sınıfının bir yandan kendi üzerindeki baskı ve sömürünün artmasına bir yandan da bölge halklarının kanını dökmeye kaçınılmaz olarak varan emperyal yönelişe ve politikalara karşı çıkması, ayrıca bunlarla bütünlük içindeki otoriter yönelişlere karşı da mücadeleyi yükseltmesi gerekmektedir. Son günlerin hararetli ve çatışmalı politik süreçleri somutta seçimlerde sonuç almaya yönelik olduğu için seçimler bağlamında bu tutumu somutlamak özellikle önemlidir. Bu süreçleri doğuran kapışmanın bir bütün olarak gerici doğasını ortaya koyduğumuza göre, işçi sınıfı öncelikle seçimlerde mevcut burjuva seçeneklere yüz vermemeli, kendi bağımsız sınıf tutumunu ortaya koymalıdır. AKP’den kurtulunacak diye CHP ve onun kilit bölgelerde gizli destekçisi konumunda olacağı anlaşılan Cemaatin değirmenine su taşımak ne ölçüde vahimse, işçilerin emperyalist komplo var diye AKP’yi koruma refleksine sürüklenmesine de aynı ölçüde karşı durulmalıdır. Bu kutuplaşma daha da tırmandırılacak ve emekçi yığınlar hoyratça ayrıştırılmaya çalışılacaktır. Bu bir burjuva kapandır ve boşa çıkarılmalıdır. Ne yolsuzluklar gerçek dışıdır, ne de hükümete karşı komplo olduğu uydurmadır. İkisi de vardır, gerçektir. Ama ikisini de, başka milyon türlü pisliği de yaratan kapitalist düzendir. Kapitalist düzeni hedef tahtasına koyacak bir mücadele bu pisliğin bütününe karşı verilmiş olacaktır. Bu noktada, toplumun genelinde olduğu gibi işçiler arasında da hâkim olan, “başka seçenek yok ki” ya da “oyum boşa gitmesin” yaklaşımı yanlıştır. Aslında düzen partilerine atılmış her oy boşa gitmektedir. İşçi sınıfı “üreten biziz, yöneten de biz olmalıyız” düşüncesiyle hareket etmeli ve kendi çıkarlarını savunacak bir alternatife yönelmelidir. Bugünün somut koşullarında işçi ve emekçi kitleler açısından önümüzdeki seçimlerde alınması gereken doğru tutum, Kürtlerin, diğer ezilen toplumsal kesimlerin, sosyalistlerin, ilerici ve demokratların anlamlı bir güç birliğini temsil eden Halkların Demokratik Partisi (HDP) adaylarını desteklemektir.
Derininden Paraleline Malûm Devlet İlkay Meriç
A
KP hükümeti ile Gülen Cemaati arasında yürüyen ve büyük bir devlet krizine yol açan iktidar savaşı, tarafların karşılıklı hamleleriyle daha da kızışarak devam ediyor. Bu savaş çeşitli görünümleriyle ve yöntemleriyle, bir süre öncesine kadar AKP ile statükocu Kemalist bürokrasi arasında yürüyen şiddetli kapışmayı andırıyor. Hatta o çatışmada birkaç yıla yayılarak yapılan hamleler bugün bir buçuk ay gibi kısa bir süreye sıkıştırılmış olarak karşımıza çıkıyor. Birbiri ardı sıra patlatılan yolsuzluk operasyonları, deşifre edilen ses kayıtları ve gizli belgeler, basılan silah yüklü MİT tırları, İHH baskınları; bunun karşılığında hükümetin birkaç haftada binlerce polisin, hakimin ve savcının görev yerini değiştirmesi, canhıraş bir şekilde yasal değişikliklere giderek yargıyı mutlak kontrol altına almaya çalışması ve birkaç yıl öncesine kadar Kemalist bürokrasiye karşı vurucu güç olarak kullandığı Cemaati “paralel devlet” oluşturan illegal bir örgüt olmakla suçlayıp vatan haini ilan etmesi... AKP’nin dilinde eski düşmanı kodlayan “derin devlet”in yerini şimdilerde yenisini simgeleyen “paralel devlet” almış durumda. Kısa bir süre öncesine dek kendisini eleştirenleri “derin devletin maşası olan darbeciler” olarak damgalayan hükümet, bugünlerde her taşın altında “paralel devlet” aramakla meşgul. Yakın döneme kadar “derin devlet”in marifeti olarak gösterilen birtakım operasyonlar şimdi “paralel devlet”e mal ediliyor ve MİT’in öncelikli takip listesinde baş sıralara oturtulan “paralel devlet yapıları” her türlü melânetin kaynağı olarak gösteriliyor. Burada çok yönlü bir ideolojik manipülasyonla karşı karşıya olduğumuz aşikârdır. Bu manipülasyonun bir ayağını, AKP’nin ortak çıkarlar etrafında bir araya gelen çeşitli kesimlerden (Milli Görüş geleneğinden gelen burjuva kadroların yanı sıra, aralarında Gülen Cemaatinin de bulunduğu çeşitli tarikatlar, MHP kökenli kadrolar vs.) müteşekkil bir koalisyon olarak iktidara geldiği gerçeğinin üstünü örtme çabası oluşturmaktadır. Bugün Erdoğan ve şürekâsının virüs, çete, hain, darbeci, komplo-
Burjuva devlet, bürokratıyla, siyasetçisiyle, çeşitli sermaye çevrelerinin çıkarları temelinde hareket eden gruplardan bağımsız bir aygıt değildir. Burjuvazi açısından devlet, sadece düzenin bekasını sağlayan bir aygıt değil, onun ekonomik çıkarlarını yakından ilgilendiren düzenlemeleri de yapan bir organdır. Dolayısıyla sermaye grupları, kendi özel çıkarları doğrultusunda hareket eden bürokratlar ve siyasetçiler aracılığıyla bu aygıt içinde belirleyici konumda bulunmak için her türlü örgütlenme faaliyetine girişirler. İçinde bu tür çıkar gruplarının bulunması burjuva devlete dışsal değil içsel bir olgudur. Yani AKP hükümetinin “paralel devlet yapıları” dediği şey, burjuva devletin dışında olup ona sızan değil onun içsel bir parçası olan oluşumlardır.
5
Şubat 2014 • sayı: 107
marksist tutum
Bugün Erdoğan ve şürekâsının virüs, çete, hain, darbeci, komplocu gibi sıfatlarla nitelendirdiği Gülen Cemaati, AKP’nin kuruluşundan itibaren bu koalisyonda yer almış ve önemli görevler üstlenmiş bir burjuva siyasi yapılanmadır. Bir vakitler hükümete yardımları karşılığında Erdoğan’ın deyimiyle “ne istediyse” alan Cemaat, bugün aynı kadrolara dayanarak ve aynı yöntemlere başvurarak Erdoğan’ın altını oymaya çalışmaktadır. Yıllardır önünü açtıkları ve iktidarı paylaştıkları Cemaatin şimdi gözlerini oymaya kalktığını gören Erdoğan takımı ise “paralel devlet var” diye bas bas bağırmaktadır. Oysa “paralel devlet” olarak adlandırılan Cemaat kadroları, AKP’nin on bir yılı aşan iktidar döneminde, tıpkı Erdoğan’ın kadroları gibi, devlet aygıtının dışsal değil içsel bir parçası olmuştur.
6
cu gibi sıfatlarla nitelendirdiği Gülen Cemaati, AKP’nin kuruluşundan itibaren bu koalisyonda yer almış ve önemli görevler üstlenmiş bir burjuva siyasi yapılanmadır. 90’lı yıllardan itibaren polis ve yargı aygıtı içinde önemli pozisyonlar ele geçirmeye başlayan ve ABD’yle yakın işbirliği içinde bulunan bu yapı, AKP’nin asker-sivil bürokrasiye karşı yürütülen iktidar savaşından galibiyetle çıkmasında büyük bir rol oynamıştır. Üstelik bu savaşta, AKP’nin şimdi hedefte kendisi olunca tukaka ilan ettiği her türlü hukuksuzluğa (tıpkı rakip burjuva güçlerin de yaptığı gibi) çekinmeksizin başvurulmuştur: gizli belgelerin medyaya sızdırılıp faş edilmesi, hukuk dışı yargı ve polis operasyonları, yasadışı dinlemeler, belgelerde tahrifat, manipülasyon vs. Ne var ki, mutlak iktidara kavuştuğu vehmine kapılan Erdoğan’ın, yerlisiyle yabancısıyla kendisini oraya getiren sermaye güçlerini umursamayıp sultan edalarında başınabuyruk davranmaya başlaması, eski dostların arasının hızla açılmasına yol açmıştır. Neticede, bir vakitler hükümete yardımları karşılığında Erdoğan’ın deyimiyle “ne istediyse” alan Cemaat, bugün aynı kadrolara dayanarak ve aynı yöntemlere başvurarak Erdoğan’ın altını oymaya çalışmaktadır. Yıllardır önünü açtıkları ve iktidarı paylaştıkları Cemaatin şimdi gözlerini oymaya kalktığını gören Erdoğan takımı ise “paralel devlet var” diye bas bas bağırmaktadır. Oysa “paralel devlet” olarak adlandırı-
lan Cemaat kadroları, AKP’nin on bir yılı aşan iktidar döneminde, tıpkı Erdoğan’ın kadroları gibi, devlet aygıtının dışsal değil içsel bir parçası olmuştur. Her burjuva hükümet, başta İçişleri, Savunma, Dışişleri, Adalet ve Milli Eğitim Bakanlıkları gibi kilit organlar olmak üzere tüm devlet aygıtına kendi kadroları aracılığıyla sahip olmaya çalışır ve gücü oranında bunu yapar. AKP de, ortağı olan Cemaatle birlikte (MHP kökenli kadroları da unutmamak gerekiyor) bunu fazlasıyla yapmıştır. Bu noktada AKP’nin “asıl devlet benim, Cemaat illegal bir örgütlenmeyle devleti ele geçirmeye çalışıyor” hezeyanı ile, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana kendisini devletin gerçek sahibi olarak gören Kemalist asker-sivil bürokrasinin “AKP devleti ele geçiriyor” hezeyanı arasında hiçbir fark yoktur. Mesele dün de bugün de burjuva güçler arasında cereyan eden bir iktidar kavgasıdır ve bu kavgada emekçi kitleler çeşitli manipülasyon yöntemleriyle kandırılmaya çalışılmaktadır. Söz konusu ideolojik manipülasyon harekâtının önemli bir sonucu da burjuva devletin gerçek niteliğinin gözlerden saklanmasıdır. Cemaatçi kadrolaşmanın “devlet içine sızan paralel bir yapı” olarak nitelenmesi, burjuva devlete yönelik yanılsamalı algıyı fazlasıyla beslemektedir. Bir zamanlar liberallerin de “hakkı ödenmez” yardımları sayesinde nasıl her türlü şer “derin devlet”in pis işi olarak gösterildiyse, bugün aynı şey “paralel devlet” söylemiyle yapılmakta ve burjuva devlet tıpkı daha
sayı: 107 • Şubat 2014
önce olduğu gibi kutsanmaktadır. Buna göre devlet, tüm toplumun ortak çıkarlarını temsil eden, siyaset üstü kadrolardan oluşan, sınıf dışı bir aygıttır! Bu kutsal aygıt, hukuka dayanır ve kanunların dışına zinhar çıkmaz! Çıkanlar, devlet görevlisi kılığında onun içine sızan kötü adamlar ve onların oluşturduğu çetelerdir: “derin devlet”, “paralel devlet yapıları” vs.! Oysa devlet, soyut ilkeler temelinde işleyen, ayakları havada bir yapı olmayıp, polisiyle, yargısıyla, ordusuyla, istihbarat teşkilatlarıyla, gizli/örtülü yapılarıyla ve diğer tüm kurumlarıyla bütünlük oluşturan sınıfsal bir baskı aygıtıdır: “Tarihin her döneminde, mülk sahibi azınlık, sınıfsal egemenliğini tesis etmek, pekiştirmek ve devam ettirmek üzere bir aygıta yani devlete ihtiyaç duymuştur. Mülk sahibi azınlığın, mülkiyet haklarını koruyacak-güvence altına alacak bir hukuka, bu hukuku uygulayacak yani mülksüzlere boyun eğdirecek bir baskı aygıtına ihtiyacı vardır. İşte devlet, bu baskı aygıtının ta kendisidir. Ordu-polis gibi kurumlar devletin basit birer kurumu değil, varlığının temel dayanak noktalarıdır. Diğer bir deyişle, bizlere sadece «bir kurumlar toplamı» gibi gösterilmeye çalışılan devlet, gerçekte bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki egemenlik aygıtıdır. Her devlet nihayetinde bir «sınıf devletidir». “Kuşkusuz ki devlet, kamusal ihtiyaçları gideren pek çok kurumu da içerisinde barındırır. Ancak devletin «devlet» olarak varlık sebebi bu değildir. Üstelik devlet kamusal işlevlerini, mülk sahibi egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda icra eder. Devlet siyasal bir aygıttır. Sınıflar üstü (siyasal karakter taşımayan) bir devlet ne varolmuştur ne de varolabilir.” (Serhat Koldaş, Derin Devlet mi, Burjuva Devlet mi?, MT, Haziran 2005) Tıpkı kendinden önceki sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalist sistemde de devlet, egemen sınıfın çıkarlarını korumakla ve sömürü düzeninin devamını sağlamakla mükellef bir siyasi aygıttır. Ne var ki, devletin egemen sınıfın yani burjuvazinin devleti olması, onun aynı tornadan çıkan kadrolardan oluşan, çatışmasız, çelişkisiz bir aygıt olduğu anlamına gelmez. Kapitalizm altında sınıf mücadeleleri sadece bir bütün olarak burjuvaziyle işçi
marksist tutum
sınıfı arasında vuku bulmayıp egemen sınıfın değişik kesimleri arasında da cereyan eder. Burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki çıkar uyuşmazlıkları bizzat devlet içinde de yansımasını bulur ve bu nedenle devlet içinde de çatışmalar ve çekişmeler eksik olmaz. Parlamenter demokrasilerde yürütme gücünün, farklı siyasi anlayışlara sahip olan ve çoğu kez egemen sınıfın farklı kesimlerinin çıkarları temelinde örgütlenen burjuva partilerde olması ve iktidar partilerinin devleti kendi siyasi anlayışları doğrultusunda ve kendi kadrolarına dayanarak yeniden şekillendirme çabaları bu çatışmayı daha da derinleştirir. Asyatik devlet geleneğinden gelen Türkiye gibi ülkelerde, bürokrasinin bağımsız bir sınıf gibi davranma ve devleti kendi mülkü olarak görme güdüsünün kuvvetli olması da başlı başına bir çatışma kaynağı teşkil eder. Söz konusu çatışmalar keskinleştikçe bu durum kaçınılmaz olarak şiddetli devlet krizlerine yol açar. Tıpkı şu an Türkiye’de de yaşandığı gibi. Burjuva devlet, bürokratıyla, siyasetçisiyle, çeşitli sermaye çevrelerinin çıkarları temelinde hareket eden gruplardan bağımsız bir aygıt değildir. Burjuvazi açısından devlet, sadece düzenin bekasını sağlayan bir aygıt değil, onun ekonomik çıkarlarını yakından ilgilendiren düzenlemeleri de yapan bir organdır. Her şeyden önce devlet, mali kanunlardan ceza kanunlarına, vergi kanunlarından imar kanunlarına burjuvazinin genel çıkarları kadar onun farklı kesimlerinin özel çıkarlarını da yakından ilgilendiren yasaları düzenleme yetkisini tekelinde bulunduran bir aygıttır. Bunun yanı sıra o, burjuvazi için, ucuz kredilerin alınabileceği kamu bankaları, üzerine konulabilecek hazine arazileri, büyük çaplı ihaleler, çeşitli sektörlere yönelik özel teşvikler, açılan iç ve dış pazar olanakları da demektir. Dolayısıyla sermaye grupları, kendi özel çıkarları doğrultusunda hareket eden bürokratlar ve siyasetçiler aracılığıyla bu aygıt içinde belirleyici konumda bulunmak için her türlü örgütlenme faaliyetine girişirler. İçinde bu tür çıkar gruplarının bulunması burjuva devlete dışsal değil içsel bir olgudur. Yani AKP hükümetinin “paralel devlet yapıları” dediği şey, burjuva devletin dışında olup ona sızan değil onun
Birkaç yıl öncesine kadar “derin devlet”in hükümete dönük operasyonel icraatlarını öne çıkararak kendisini mazlum pozisyonunda gösteren AKP, bugün aynı şeyi “paralel devlet” söylemi altında kendisi yapıyor. İktidarını güvence altına almak ve yaklaşan seçimlerden başarıyla çıkmak için emekçi kitleleri çarpıtma ve yalanla soslanmış ikiyüzlü bir mağduriyet edebiyatıyla kendi peşine takmaya çalışıyor. Karşıt kutupta ise, yine tüm ikiyüzlülükleriyle ve yalanlarıyla diğer burjuva güçler yer alıyor. İşçi sınıfı devrimcilerinin görevi, AKP’siyle, MHP’siyle, CHP’siyle, Cemaatiyle tüm burjuva güçlerin çıkarlarının işçi sınıfının çıkarlarıyla bir ve aynı olmadığını, aksine temelden karşıt olduğunu bıkmadan usanmadan işçilere anlatmak ve onların bağımsız sınıf siyaseti temelinde birleşerek harekete geçmelerini sağlamaktır.
7
marksist tutum
içsel bir parçası olan oluşumlardır. Bunlar sadece Gülen Cemaati etrafında bir araya gelen sermaye çevrelerinin çıkarları doğrultusunda hareket eden kadrolardan ibaret değildir. Devlet içinde, şu ya da bu tekelin, çeşitli emperyalist devletlerin ya da küresel tekellerin çıkarlarını savunan çok sayıda yapılaşma mevcuttur. AKP’nin temsilcisi olduğu burjuva kesimler ise, bugün için, iktidar partisi aracılığıyla devlet içindeki en güçlü örgütlenmeye sahiptirler. Sermaye grupları arasındaki çatışmanın amansızca alevlendiği mevcut koşullarda devlet içinde de kıran kırana bir savaş yürüdüğü aşikârdır. Yargı ve polis gücü başta olmak üzere, kilit önemdeki tüm devlet organlarında büyük bir yarılma söz konusudur. İki ay içinde altı binden fazla polisin ve iki yüzden fazla savcının ve hâkimin görev yeri değiştirilmiş, yerlerine yeni atananlardan bir kısmı bir ay bile geçmeden yeniden görevden alınmıştır. Görevden alma dalgası diğer bakanlıklara da sıçramıştır. Devlet içinde yürüyen savaş o boyuta ulaşmıştır ki, Cemaatçi savcılar AKP’nin ipliğini pazara çıkarmak için Suriye’deki radikal İslamcı çetelere silah taşıyan MİT tırlarına baskın düzenleyip hükümetin gizli kapaklı işlerini TC’yi uluslararası alanda itibarsızlaştırma pahasına deşifre etmekten çekinmemektedirler. AKP ise sadece Cemaati değil, kendisine yönelik eleştiriler getiren TÜSİAD’ı bile vatan haini ilan edecek kadar ileri gitmiştir. Bununla da kalmayıp, Ergenekon, Balyoz, Kafes gibi davaların hukuka uygunluğunu sorgulayıp yeniden görülmelerinin yolunu açarak, bir zamanlar kanlı bıçaklı düşman ilan ettiği darbeci generallere ve subaylara zeytin dalı uzatmakta, böylelikle Cemaate karşı yürüttüğü savaşta bu kesimi yanına çekerek iktidarını güvence altına almaya çalışmaktadır. Kuşkusuz Türkiye burjuvazisi böylesine şiddetli bir devlet krizini ilk kez yaşamıyor. AKP iktidarının ilk yıllarından itibaren, hükümetle statükocu Kemalist kesimler arasında yaşanan çatışma benzer bir kriz hali doğurmuştu. İlerleyen süreçte AKP bu kesimleri etkisiz hale getirip devletin dümenini ele geçirerek siyasi istikrarı yeniden tesis etmişti. Gerilere gidersek, cumhuriyet tarihinde benzer siyasi kriz durumlarının daha önce de yaşandığını görürüz. 50’li yıllarda Demokrat Parti iktidarı ile Kemalist asker-sivil bürokrasi arasında yaşanan sert kapışma, 1960’ta, Menderes ve iki bakanının idamına imza atan bir askeri darbeyle son bulmuştu. 70’li yıllarda ise bu kez sosyalist hareketin ve işçi hareketinin hızlı yükselişinin de eşlik ettiği bir toplumsal atmosferde, burjuva sistem kilitlenmiş ve toplumsal yarılma devlet içinde de aynen yansımasını bulmuştu. Polis aygıtı içindeki bölünme bunun tipik bir göstergesiydi. Solcu polislerin POL-DER’de, faşist polislerin ise POL-BİR’de örgütlenmeleri, bugünküyle kıyas kabul etmeyecek ölçüde daha keskin bir kamplaşmanın ürünüydü. O dönemde benzer bölünmeler en küçük memurundan en kıdemli bürokratına kadar tüm devlette olağan bir hal almıştı. Hükümetler dikiş tutmuyor, tüm sağ partiler ancak koalisyon halinde iktidar olabiliyor ve
8
Şubat 2014 • sayı: 107
her gelen hükümet bir önceki hükümetin kadrolarını sürgüne gönderip yerine kendi kadrolarını geçirmeye girişiyordu. Bu siyasi kriz de nihayetinde 12 Eylül faşist askeri darbesi aracılığıyla sona erdirildi. Burjuvazi içindeki rekabet ve çatışma sadece Türkiye’ye özgü bir durum da değildir. Kapitalist devletin ve parlamenter sistemin çok daha uzun bir tarihsel geçmişe sahip olduğu emperyalist ülkelerde, bu durum kimi dönemlerde çok daha şiddetli bir düzeyde yaşanmıştır ve yaşanmaya da devam etmektedir. Emperyalizm çağı mali sermayenin egemenlik çağıdır ve bu çağda burjuva devlet de en güçlü sermaye gruplarını oluşturan tekellerin borusunu öttürmektedir. Ancak tekeller arasındaki rekabet ve çıkar çatışmaları, bürokrasi, siyasetçiler ve çeşitli gruplaşmalar aracılığıyla bizzat devlete de uzanmaktadır. ABD’de başta silah ve petrol tekelleri olmak üzere tüm tekelci sermaye gruplarının, iç ve dış politikanın kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirilmesi için hükümetler üzerine bindirdikleri basınç ayan beyan ortadadır. Pentagon’dan istihbarat teşkilatlarına tüm devlet organları içinde çeşitli sermaye gruplarının çıkarları doğrultusunda hareket eden kadroların oluşturduğu gruplar mevcuttur. Yasadışı dinlemelerle elde edilen telefon kayıtlarından şantaj kasetlerine, yolsuzluk ve rüşvet belgelerinden aile sırlarına varıncaya kadar her türlü malzeme, söz konusu sermaye çevrelerinin çıkarlarına ters düşmeleri halinde ilgili bürokratları ya da siyasetçileri derdest etmek için her an bir kenarda hazır bekletilmektedir. Dolayısıyla “paralel devlet yapılarının”, yani devlet içinde çeşitli çıkar gruplarının varlığı, tüm kapitalist devletler için söz konusu olan ve burjuva devlete içkin bir olgudur, arızi bir durum değil. Birkaç yıl öncesine kadar “derin devlet”in hükümete dönük operasyonel icraatlarını öne çıkararak kendisini mazlum pozisyonunda gösteren AKP, bugün aynı şeyi “paralel devlet” söylemi altında kendisi yapıyor. İktidarını güvence altına almak ve yaklaşan seçimlerden başarıyla çıkmak için emekçi kitleleri çarpıtma ve yalanla soslanmış ikiyüzlü bir mağduriyet edebiyatıyla kendi peşine takmaya çalışıyor. Karşıt kutupta ise, yine tüm ikiyüzlülükleriyle ve yalanlarıyla diğer burjuva güçler yer alıyor. İşçi sınıfı devrimcilerinin görevi, AKP’siyle, MHP’siyle, CHP’siyle, Cemaatiyle tüm burjuva güçlerin çıkarlarının işçi sınıfının çıkarlarıyla bir ve aynı olmadığını, aksine temelden karşıt olduğunu bıkmadan usanmadan işçilere anlatmak ve onların bağımsız sınıf siyaseti temelinde birleşerek harekete geçmelerini sağlamaktır. Bu yapılamadıkça ve bağımsız sınıf çıkarları temelinde bir siyaset işçi sınıfı saflarına taşınamadıkca, işçi sınıfı ne yazık ki şu ya da bu burjuva kesimin peşine takılmaktan kurtulamayacak ve burjuva partilerin payandası olmayı sürdürecektir. Bu durumda, burjuva kesimler arasındaki kapışma o veya bu şekilde çözüme kavuşurken, burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki tahakkümü de devam edecektir.
Kapitalizm ve Yolsuzluk Utku Kızılok
17
Aralıkta başlatılan yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun etkileri devam ediyor. Hiç kuşku yok ki, bu operasyonun asıl amacı yolsuzlukla mücadele etmek değil, AKP’ye ve Erdoğan’a haddini bildirmekti. Nitekim AKP ile Gülen Cemaati arasında süren iktidar kavgası, operasyon sonrasında alabildiğine sertleşmiş ve yeni boyutlar kazanmıştır. Fakat esas yaşanan şeyin bir iktidar kavgası olması, yolsuzluğun ise bu doğrultuda bir yıpratma unsuru olarak kullanılması, ortada devasa bir yolsuzluk ve rüşvet bataklığı olmadığı anlamına gelmez, gelmemektedir. Tersine, AKP hükümeti gırtlağına kadar yolsuzluk ve rüşvet bataklığına batmıştır. İşte bu yüzden gerek Cemaat, gerek burjuvazinin bir kesimi ve gerekse kendileriyle boy ölçüşmeye kalkışan Erdoğan’a haddini bildirmek isteyen uluslararası güçler, halk kitleleri nezdinde esaslı bir itibar kaybına yol açacağını düşündükleri için AKP’nin yolsuzluk çarkını ifşa etmişlerdir. AKP hükümeti ise, elindeki tüm gücü kullanarak rakiplerinin saldırılarını savuşturmaya ve bu arada açığa çıkan yolsuzluklarının da üzerini örtmeye çalışmaktadır. Şu hususu akılda tutmak lazım: Yolsuzluk, rüşvet, dolandırıcılık, mafya, hile, yalan dolan kapitalizmin doğasında vardır. Bu nedenle Cemaat ve TÜSİAD burjuvazisinin, bunların medya organlarının, ABD ve AB sözcülerinin yolsuzlukların üzerine gidilmesi yönündeki açıklamaları tam bir riyakârlıktır. Ne zaman ki burjuva
siyaset arenasında yolsuzluktan söz edilse, bilinmelidir ki ortada bir iktidar kavgası vardır; burjuvazinin bir kesiminin diğer bir kesimini ya da onun partisini sıkıştırma, yıpratma ve etkisizleştirme arzusu vardır; ortaya saçılan pisliğin artık temizlenmesinin zaruri hale gelmesi vardır. Durum ciddi bir hal aldığında, yolsuzlukla mücadele kapsamında bazı kurbanlar verilir, yani safra atılır ve geniş kitlelerin gözünde sömürü sistemi temize çıkarılmaya çalışılır. Oysa patlak veren yolsuzluklar buzdağının yalnızca görünen kısmıdır ve o buzdağı, kapitalist sistemin tüm kılcallarına ulaşan bir derinliğe sahiptir. Her şeyin para üzerine kurulduğu, tüm amacın para kazanmak ve güç elde etmek olduğu, bu temelde burjuvazinin kıran kırana rekabet ettiği, pazar ve yatırım alanları üzerinde korkunç yıkıcı savaşların sürdürüldüğü kapitalist düzende, elbette yolsuzluk arızi bir durum olamaz. Kapitalizm, doğası gereği durmaksızın açgözlülüğü ve tatminsizliği kışkırtır. İnsan ile insan arasındaki ilişki para dolayımıyla kurulur. Marx’ın, paranın nasıl da “ilah” haline getirildiğini betimlediği şu sözleri gerçekten çarpıcıdır: “Gücüm, paranın gücü kadar büyük. Paranın nitelikleri para sahibi olarak benim niteliklerim ve potansiyelimdir. Ne olduğum ve neye gücümün yettiği demek ki hiç de benim bireyselliğimce belirlenmemektedir. Ben çirkinim ama kendime dünyanın en güzel kadınını satın alabilirim. O halde çirkin değilim ben, çünkü çirkinliğin etkisi (itici
9
marksist tutum
gücü) paraca sıfıra indirilmiştir. Bireysel özelliklerim bakımından, ben kötürümüm, ama para bana kırk tane ayak sağlar. O halde kötürüm değilim. Ben kötü, namussuz, vicdansız, aptalın biriyim; ama para saygındır, öyleyse sahibi de. Para, en yüksek iyiliktir, o halde sahibi de iyidir. Para, ayrıca beni namussuz olma derdinden kurtarır: O yüzden namuslu da sayılırım. Ben beyinsizim, ama her şeyin gerçek beyni paradır, nasıl olur da sahibi beyinsiz olabilir? Üstelik para sahibi en akıllı kişileri de satın alabilir; insan, akıllılardan daha güçlü olunca onlardan daha akıllı olması da gerekmez mi?” (1844 El Yazmaları) Marx’ın ifadesiyle para insanın tanrısı haline gelince, tüm amaç o tanrısal gücü ele geçirmek olmaktadır. Bu nedenle dürüstlük, açgözlü olmamak gerektiği, hakkaniyet, vicdan, adalet, başkalarını sömürmenin ve hakkını yemenin kötü bir şey olduğu gibi ahlâki değerler kapitalistlerin nezdinde hiçbir şey ifade etmez. İnsanları sömürmek, sermayenin çıkarları doğrultusunda çıkartılan savaşlarda milyonları ölüme göndermek, milyonlar açlıktan kırılırken ve çok daha fazlası yoksulluk içinde kıvranırken bir avuç azınlığın sefahat denizinde yüzmesi kapitalistler nezdinde gayet doğaldır, ahlâkidir. Onlara göre bu durum bir doğa kanunudur. Zira onların ahlâkını belirleyen şey kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkileridir. İşte tam da bundan ötürü, bir taraftan geniş kitleleri aldatmak amacıyla dinden, ahlâktan ve dürüstlükten dem vuran AKP, öte taraftan baştan aşağı yolsuzluk bataklığına batmıştır. 12 yıllık iktidarı döneminde AKP ve onun etrafındaki burjuva kesimler, sıçramalı bir şekilde zenginleştiler, zenginleşiyorlar. Paranın ve iktidarın gücüne ulaşan bu kesimler, giderek artan ölçüde lükse boğulurken, ayrıcalıklarını korumak amacıyla yolsuzluk, rüşvet, dolandırıcılık gibi en ahlâksız ilişkilerin merkezine oturmuşlardır.
10
Şubat 2014 • sayı: 107
AKP iktidarı döneminde ekonomi neredeyse aralıksız büyüdü. Bu büyüme sonucunda tüm burjuva kesimler palazlanırken, emekçilere yine yoksulluk ve sefalet reva görüldü. Ekonominin büyümesini sürdürmek maksadıyla, başta konut olmak üzere inşaat sektörüne onlarca milyar dolar akıtıldı. Meselâ 3. havaalanı ve inşaatı süren 3. Boğaz Köprüsünün ihale bedeli 35 milyar doları aşmaktadır. Böylesine muazzam paraların döndüğü bir alanda yolsuzluk ve rüşvet olmaması mümkün mü? Elbette değil. İslamcı/ muhafazakâr burjuvazi, ikbal kokusunu alarak AKP çevresinde kümelenen burjuvalar ve devlet bürokrasisi, tam bir açgözlülükle her alana saldırmıştır. İş adamları, belediye başkanları, AKP’nin üst düzey yöneticileri, devlet bürokrasisi kucak kucağa, can ciğer kuzu sarması olarak, ortaya çıkan muazzam rantı paylaşmaya girişmişlerdir. İhaleler istenildiği gibi belirlenmiş, rant getirisi yüksek olan araziler istenildiği gibi imara açılmış, yasal engeller bir çırpıda kitabına uydurulmuştur. Sonuç itibariyle AKP, bir taraftan kendi etrafındaki burjuva kesimlere oluk oluk para aktarırken, öte taraftan gerçekleşen yolsuzlukların, rüşvetin ve sahteciliğin üzerini kapatmaya gitmiştir. Nitekim eninde sonunda bu lâğımın patlayacağını bilen AKP’nin, Sayıştay’ın denetimini kaldırması ve TOKİ’yi kamu ihale kanununa tâbi olmaktan çıkartarak denetimden muaf tutması boşuna değildir. Başbakan Erdoğan, yolsuzluk konusunda sorulan soruları cevaplamak yerine, ne denli önemli yatırımlar yaptıklarını ve ekonominin büyüdüğünü anlatmayı tercih ediyor. Sanki yolsuzluğun panzehiri, yatırımlar yapılması ve ekonominin büyümesiymiş gibi! Oysa ekonomik büyüme ile yolsuzluk ve rüşvetin katlanarak artması arasında doğrudan bir ilişki vardır. Bu konuda Çin, oldukça çarpıcı bir örnek teşkil etmektedir. Yıllardır kesintisiz bir şekilde büyüyen Çin ekonomisi, dünyanın ikinci büyük ekonomisi düzeyine yükselmiştir. Büyük ihaleleri kapmak ya da bu ülkedeki yatırımlarını güvencede tutmak isteyen uluslararası tekeller, Çin bürokrasisine muazzam paraları rüşvet olarak yedirmekten geri durmuyorlar. Fakat yolsuzluk ve rüşvet ilişkisi artık daha “incelikli” yöntemler altında yürütülmektedir. Meselâ Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu’nun (ICIJ) yayınladığı rapora göre J.P. Morgan, 1993-2013 döneminde Başbakanlık yapan Wan Jiabao’nun çocuğunu, 75 bin dolar ücretle danışman olarak işe almış. Böylece banka ile başbakan arasında doğrudan ve etkili bir ilişki kurulmuş; Morgan, bu yolla amaçlarına ulaşırken, başbakan ve ailesine ise tam
sayı: 107 • Şubat 2014
1,8 milyon dolar yedirmiş. Birçok uluslararası tekelin bu yönteme başvurduğunun altını çizmek lazım. Çin bürokrasisinin, 1990’ların ortalarından yakın bir döneme kadar yurtdışına 120 milyar dolar çıkardığı göz önüne alınırsa, gerek rüşvetin gerekse devlet kasasından hortumlanan paraları çeşitli biçimlerde özel hesaplara aktararak yapılan yolsuzluğun boyutları daha iyi kavranır. Yolsuzluk, devlet gücünü elinde tutanların, bu gücü özel kazanç sağlama doğrultusunda kötüye kullanması biçiminde tanımlanmaktadır. Bu tanımı yapan bizzat Dünya Bankası ve IMF gibi emperyalist kurumlardır. Hiç şüphesiz bu tanım, son derece yetersiz bir tanımdır ve amaç yolsuzluğun kapitalizme içkin olduğu gerçeğini perdelemektir. Bu tanımla yolsuzluk “kötü yönetim”e bağlanmakta, sermaye sınıfı ve sermaye ile devlet arasındaki ilişki gözlerden ırak tutulmaktadır. Meselenin bu şekilde konması aynı zamanda ideolojiktir. Bilhassa neo-liberal saldırıları hayata geçirmek ve özelleştirmeleri emekçi kitleler nezdinde meşrulaştırmak isteyen burjuvazi, devlete ait işyerlerinde büyük yolsuzluklar yaşandığını gündemden düşürmemektedir. Hatırlanacağı üzere, Türkiye’de de aynı söyleme başvurulmuştu. Söz konusu kurumlarda yolsuzlukların olduğu elbette ki doğrudur; lakin o yolsuzlukların bir tarafında hükümetler, bakanlar ve üst bürokrasi varsa, öte tarafında da işadamları vardır. Devlete ait işyerlerinde yolsuzluktan dem vuran burjuvazi, bu işyerlerini ele geçirmek amacıyla kıran kırana bir rekabet yürütmekten ve büyük rüşvetler dağıtmaktan geri durmamıştır, durmamaktadır. IMF, Dünya Bankası ve benzeri emperyalist kurumlar, yolsuzluk, rüşvet, sahtecilik ve dolandırıcılığın az gelişmiş ülkelere özgü olduğunu iddia etmektedirler. Bu tespit tümüyle tek taraflı ve maksatlıdır. Az gelişmiş ülkelerde önemli yolsuzlukların gerçekleştiği doğrudur. Özellikle devletin ekonomik alanda ağırlığını hissettirdiği ülkelerde yolsuzluklar sonucunda bir taraftan bürokratlar, siyasetçiler ve onların yakın çevresi zenginleşirken, öte taraftan devlet kaynakları burjuvalara peşkeş çekilmektedir. Fakat yolsuzluk az gelişmiş ülkelere mahsus bir olgu değildir. Ancak gelişmiş ülkelerde daha inceltilmiş yöntemler kullanıldığı için, tüm bu kirli ilişkiler sistem tarafından meşrulaştırılabilmektedir.
Kapitalizmin temeli hırsızlık ve sahtekârlıktır İşin aslında kapitalizm, daha üretim sürecinin başında işçiyi aldatarak yola çıkar. İşçiye emeğinin karşılığının verileceği taahhüt edilir fakat gerçeklik hiçbir zaman bu değildir. İşçiye yarattığı değerin sadece küçük bir bölümü verilir, geri kalan ise artı-değer olarak patron tarafından gasp edilir. Kapitalist zenginliğin temel kaynağı işte bu sahtekârlığa dayalı emek sömürüsüdür. Böyle bir sömürü sistemi doğal olarak her türlü sahtekârlığı, yağmayı, talanı içinde barındırır.
marksist tutum
Kapitalistler artı-değerden daha fazla pay kapmak için birbirleriyle de kıran kırana bir rekabet içindedirler. Lakin bu rekabetin salt sistemin normal işleyiş mekanizmalarıyla sürdürüldüğünü ve bunun dışına çıkılmadığını düşünmek saflık olur. Kapitalistler, rakiplerini alt etmek amacıyla ekonomik araçların yanı sıra, rüşvet, yolsuzluk, sahtekârlık, şantaj, mafyatik yöntemler gibi gayri ahlâki yollara başvurmaktan da geri durmazlar. Üstelik bu yöntemlerin çoğu binbir çeşit ideolojik manipülasyonla meşrulaştırılır. Örneğin borsa, kapitalist soygunculuğun ve dolandırıcılığın merkezlerinden biridir. Kriz dönemlerinde daha net ortaya çıkan birçok örnekte görüldüğü üzere, muhasebe oyunlarıyla şirketlerin değerleri olduğundan fazla gösterilmekte, hisse senetleri yükseltilmekte ve bu senetleri almaya itilen yüz binlerce insanın birikimine el konularak muazzam kârlar elde edilmektedir. Kapitalistler devasa kârlara el koyup sefa sürerken, şişirilen balon patlayıp da çöküş kaçınılmaz hale geldiğinde, emeklilik fonları borsa spekülasyonlarına kurban edilir ve küçük hisse senedi sahibi olan milyonlarca insan hüsrana uğrar. 2001’in sonunda batan ABD’nin dev tekellerinden Enron ya da 2008’de patlak veren son krizde iflas eden banka, sigorta ve gayrimenkul tekelleri, bu konuda çarpıcı örnekler sunmaktadırlar. Dünyanın en büyük denetleme ve derecelendirme şirketlerinden biri olan Arthur Andersen ile Enron arasında kurulan kirli ilişkiyle, borsa aracılığıyla on binlerce insan dolandırılmıştır. Arthur Andersen, Enron’un yetersiz olan öz kaynaklarını açıklamamış, muhasebe oyunlarıyla zararlarını bilanço dışına çıkartmış ve aynı zamanda kârlarını yüksek göstererek şirketin piyasa değerinin bir hayli yükselmesini sağlamıştır. Oysa gerçekte, Enron’un sermayesi gösterildiğinden çok daha azdı ve kırılgan bir yapıya sahipti. Fakat sahtecilik sonucunda şirketin borsadaki değeri yükselmiş, kapış kapış giden hisse senetleri büyük kârlar getirmişti. Ancak balon bir süre sonra patladı ve Enron iflas bayrağını çekerken binlerce küçük hisse sahibini de beraberinde iflasa sürükledi. Aslında mali sermaye tekelleri ile sözümona onların durumlarını değerlendiren ve denetleyerek not veren Standards and Poor’s, Moody’s veya Fitch gibi kuruluşlar daima içli dışlıdır ve aralarında kirli bir ilişki vardır. Unutmamak lazım ki, bu kredi derecelendirme kuruluşlarının kendileri de birer kapitalist işletmedirler. Kredi derecelendirme kuruluşlarının gelirlerini temelde, denetleyip not verdikleri şirketlerin ödediği ücretler oluşturmaktadır. Derecelendirme şirketleri, tekellerin piyasa değerini arttırdıkça gelirlerini de katlamaktadırlar. 2007-2008 arasında Moody’s, kârlarını dört katına çıkartmıştı ve bu kârların önemli bir kısmı, riskli tahvillere güvenilir not vermesinin karşılığıydı. Başbaşa veren bu kuruluşlar ile finans tekelleri, kitleleri aldatarak dolandırmaktadırlar. Meselâ 2008 krizinde batan üç İzlanda bankasının notu, iflas etmeden kısa süre önce, söz konusu derecelendirme şirketleri ta-
11
marksist tutum
rafından en yüksek düzeye çıkartılmıştı. Bankaların hisse değerleri üç katına çıkmış ve büyük kârlar elde etmişlerdi. Keza ABD’de Lehman Brothers, Merrill Lynch, AIG gibi banka ve sigorta tekelleri de 2008 krizinde battıkları ana kadar, yatırım yapılabilir en güvenli şirket notuna sahiptiler. Aynı Enron’daki gibi bu tekellerin piyasa değeri de muhasebe oyunlarıyla yüksek gösterilmiş ve hisse senetlerinin değerlenmesi sağlanmıştı. Yine krizde çökme noktasına gelen mortgage şirketi Fannie Mae, 1998 ilâ 2003 arasında kazançlarını 10 milyar dolar daha fazla göstererek halkı aldatmış ve büyük kârlar elde etmişti.
Kâr hırsı ve kapitalist açgözlülük sınır tanımaz Kâr hırsı ve kapitalist açgözlülük sınır tanımamaktadır. Sahtecilikle, yalan dolanla, yolsuzlukla geniş halk kitleleri soyulup soğana çevrilmektedir. ABD, bu konuda gerçekten de çarpıcı örnekler sunmaktadır. Bir taraftan tüketim kışkırtılıp zengin olma hayalleri pompalanırken, öte taraftan kredi mekanizması kullanılarak milyonlarca insana yüksek faizli konut kredisi verildi. Verilen kredinin miktarı arttıkça tekellerin hisse değerleri ve kârları da arttığı için balon durmaksızın şişirildi. Beri taraftan tekeller muhasebe oyunlarıyla yüksek kârlar açıkladı, evi ya da arabası olan emekçilerin, bunları ipotek ettirerek borsada oynaması teşvik edildi. Sonuç malûm: Kapitalistler kârları cebe indirirken, bir süre sonra balon patladı ve milyonlarca emekçi evini, arabasını ve elindeki tüm birikimini kaybetti. Krizden sonra, yalnızca 2010’a kadar 6 milyon insanın evinin haczedildiğini belirtmek yeterli olacaktır. Buna karşın, halkı aldatan ve dolandıran tekellerin yöneticilerine muazzam paralar ödenmiştir. Örneğin, iflas ettikten sonra Merrill Lynch’in icra kurulu başkanının 161 milyon dolar alarak istifa etmesine izin verilmiştir. Hükümet ise olup bitenleri yalnızca izlemiş ve bu duruma sesini çıkartmamıştır. Başta ABD’de ve Avrupa’da olmak üzere, krizin vurduğu hemen her ülkede, batan finans tekellerinin kurtarılması için trilyonlar akıtılmış, böylece emekçilerden toplanan vergiler, bir de bu yolla kapitalistlerin kasasına transfer edilmiştir. Elbette başka türlü de olamazdı. Zira hükümetler, en genel anlamıyla burjuvazinin hizmetindeki komitelerden başka bir şey değillerdir. Fakat bu gerçek, emekçi kitlelerin gözünden uzak tutulmaya ve herkese “eşit” duran bir devlet ve hükümet görüntüsü verilmeye çalışılır. Meselâ bir taraftan patronlarla özel görüşmeler yapan, kimilerine rafineri, kimilerine gazete ve televizyon kanalı vb. sözü veren, bakanlara emirler yağdırarak inşaat patronlarının yolunu açan Başbakan Erdoğan, rakipleri tarafından siyaset arenasında sıkıştırıldığında “millet iradesi” diye bağırabilmektedir. Eğer kapitalizmin serbest rekabetçi döneminden emperyalizm dönemine ve özellikle de günümüze bir çizgi çekersek, yolsuzluk, rüşvet ve dolandırıcılık grafiğinin sıç-
12
Şubat 2014 • sayı: 107
ramalı olarak tırmandığını görürüz. Tekeller, bir taraftan kendi aralarında kıran kırana rekabete tutuşurken, öte taraftan da kendi amaçlarına ulaşmak için devlet yetkililerine büyük rüşvetler yedirmekten, sahteciliğe, dolandırıcılığa, uyuşturucu kaçakçılığına, kara para aklamaya başvurmaktan imtina etmezler. Lenin’in ifadesiyle mali oligarşinin baskısı sonucunda her alanda bir gericilik başlar; burjuva siyaset arenası daha boğucu hale gelirken, hükümetler artan ölçüde bu tekellerin baskısı ve denetimi altına girerler. ABD’de, özellikle 1980’den bu tarafa, istisnasız, gerek maliye bakanlığına gerekse merkez bankası başkanlığına dev tekellerin icra kurulu başkanları ya da en önemli danışmanları getirilmektedir. Meselâ, neo-liberal saldırıların mimarı Ronald Reagan’ın maliye bakanlığına getirdiği kişi, Merrill Lynch’in başkanıydı. Aslında Reagan yalnızca bir kuklaydı ve tekeller onu istedikleri gibi kullanıyorlardı. 2008’de kriz patlak verdiğinde ise maliye bakanlığında, ABD’nin en büyük ve en belirleyici tekellerinden Goldman Sachs’ın eski icra kurulu başkanı Henry Paulson oturmaktaydı. Aynı Goldman Sachs’ın Obama’nın seçim çalışmalarına 1 milyon dolar bağış yaptığını ve seçilmesi için özel destek verdiğini de belirtmek lazım. ABD ekonomisine yön veren Alan Greenspan, Robert Rubin, Ben Bernanke, Larry Sammers gibilerin tümü dev tekellerin adamlarıdır. Bunlar ve daha başkaları, bugün de Obama yönetiminin etrafında toplanmış durumdalar. Çok açık ki bu adamların tamamı, söz konusu tekellerde milyonlarca dolarlık hisse senetleri olan kapitalistlerdir. Dolayısıyla hükümette görev yaptıkları tüm süre boyunca, aslında ortak oldukları tekellerin ne numaralar çevirdiklerini ve halkı nasıl dolandırdıklarını bal gibi de biliyorlardı. Ne var ki açgözlü kapitalistlerden, kendi politikalarının uygulanmasına müdahale etmelerini beklemek saflık olur. İşte kapitalist düzen budur ve başka türlü de olamaz. Bir tarafta sonu gelmez bir açgözlülük, dizginsiz sömürü, sefahat denizinde yüzen bir avuç asalak, ama öte tarafta açlık, hastalık ve yoksulluk çıkmazında kıvranan milyarlar! Bir tarafta deveyi hamuduyla götüren ama masum olduğu iddia edilen siyasetçiler, bürokratlar, öte tarafta baklava çaldığı için onlarca yıl hapse mahkûm edilen çocuklar! Bir tarafta ayakkabı kutularından çıkan milyon dolarlar, ama öte tarafta ayakkabısı bile olmayıp sefalet içinde ölen çocuklar! Bir tarafta 700 bin liralık “hediye” saati kolunda gezdiren bakanlar, öte tarafta 846 lira olan asgari ücretle geçinmeye çalışan milyonlar! Yolsuzluk kapitalizmin bizatihi kendisidir. Kapitalizmin yollusu olmaz, olamaz. Sömürüyle, yolsuzlukla, rüşvetle, sahtecilikle, dolandırıcılıkla karakterize olan bir sistem düzeltilemez. Bu nedenle, işçi sınıfı asla ve asla kapitalizme ve onun hizmetindeki düzen partilerine umut bağlamamalıdır. Yapılması gereken şey bellidir: Kapitalizmi yıkmak! İşte o zaman insanlar arası ilişkiye para ve çıkar dolayımı girmeyecek, açgözlülük son bulacak ve yeni bir dünya kurulacak.
Ortadoğu’ya Devrim Gerekiyor Kerem Dağlı
A
rap coğrafyasını altüst eden isyan dalgasının üzerinden üç sene geçti, ama Arap halklarına “artık yeter” dedirten koşullar ortadan kalkmış değil. Emekçi sınıfların ayağa kalktığı ülkelerin hiçbirinde sorunlar çözülmedi. Demokratikleşmeden söz etmek zor, siyasi istikrarsızlık hâlâ varlığını sürdürüyor. Barış ve huzurdan bahsetmekse hiç mümkün değil. Suriye’de kanlı bir içsavaş sürüyor ve diğer ülkelerde de içsavaşlara ucu açık çatışmalı-gerilimli durumlar mevcut. İşçi ve emekçilerin yaşam koşullarında en ufak bir iyileşme olmadı. Geçim sıkıntısı, yoksulluk ve işsizlik olanca ağırlığıyla kitlelerin belini bükmeye devam ediyor. Yolsuzluklar ve siyasi çürüme ise had safhada sürüyor. Oysa kendini yakarak isyan dalgasının kıvılcımını çakan Tunuslu Bouazizi’yi izleyen Arap halkları, canları pahasına sokaklara döküldüklerinde çok farklı beklentiler içindeydiler. Korku duvarını aşan kitlelerin isyanı onlarca yıllık diktatörleri devirmiş ve halklar çok daha iyi bir geleceğin umuduyla dolmuşlardı. Emekçi sınıflar cesurca ileri atılarak onyılların hatta yüzyılların durgunluğunu kırıp yeni bir dönemin kapısını aralamışlardı. Ama isyanlarını başarılı devrimlere evriltecek örgütlülükten yoksundular ve bu yüzden sürecin kontrolünü burjuva güçler ellerine aldılar. Devrimci bir önderliğe sahip olmadıkları için, tüm
örneklerde kitlelerin enerjisi emperyalist güçler ve egemen sınıflar arasındaki kapışmalara kanalize oldu.
“Baharım güz oldu, yazım kış” Mısır’da, geçtiğimiz yılın Temmuz ayında, kitlesel protesto gösterilerinin ardından eski rejimin asıl sahibi ordu, güya devrimi korumak adına bir darbeyle Müslüman Kardeşler’i devirmiş ve iktidarı tekrar ele geçirmişti. Ardından ordu bu İslamcı hareketi terör örgütü ilan etti ve yasakladı. Neredeyse tüm liderlerini tutukladı ve malvarlığına el koydu. Orduyu temsilen yönetime el koyan General Sisi güdümündeki geçici yönetim bir anayasa taslağı hazırladı ve Ocak ortasında yapılan referandumda bu taslak %98,1 oyla (!) kabul edildi. Ancak gerek Müslüman Kardeşler’in gerekse de darbeye karşı çıkan diğer muhalif kesimlerin protestoları ve referandumu boykot etmeleri sonucu sandığa gitme oranı %38,6’da kaldı. Dolayısıyla “halkın desteğini arkasına alarak devrimi kurtarmak”tan bahseden halk düşmanı ordunun aslında ciddi bir kitle desteğine sahip olmadığı da kanıtlanmış oldu. Gerçekte orduyu ve onun yeni anayasayla iyice pekiştireceği vesayet rejimini destekleyenler, eski Baasçılar, ulusalcı solcular, burjuva liberaller ve demokratlardan
13
marksist tutum
oluşan sözde “ilerici, laik” kesimlerdir. Bunlar, bir yandan Müslüman Kardeşler döneminde emekçi halkta oluşan tepkilerden ve diğer yandan da Batılı emperyalistlerin İslamcılara karşı yükselen alerjisinden faydalanarak, kendi çıkarları doğrultusunda seçkinci-laikçi ve baskıcı bir rejimi tekrar inşa etmek peşindedirler. Emekçi halkın sıkıntılarının giderilmesi veya özlemlerinin karşılanmasıyla en ufak bir alâkaları yoktur. Ama halkın desteğini kazanabilmek için ağızlarından “devrim” veya “devrimi korumak” laflarını da düşürmemekte, en güçlü rakipleri olarak gördükleri İslamcıları da teröristlikle suçlayarak gözden düşürmeye çalışmaktadırlar. Askeri-sivil bürokratik vesayeti kabul eden ve ordunun arkasına dizilen bu burjuva güçlerin planı, önce Sisi’yi cumhurbaşkanı seçtirmek, ardından da yeni anayasa temelinde (tıpkı bizdeki 27 Mayıs darbesi ve 1961 anayasasında olduğu gibi) vesayet kurumlarını daha güçlü biçimde tahkim ederek rejimi garanti altına almaktır. Böylece genel seçimlerde kim gelirse gelsin düzenleri bozulmayacak ve çıkarları korunacaktır. Bu maksatla yeni anayasada bir yandan göstermelik demokratik hükümler yer alırken (cumhurbaşkanının meclis tarafından görevden alınabilmesi, meclisin üst kanadı “şura”nın kaldırılması, kadın-erkek eşitliğinin garanti edilmesi, devletin mezhebsel karakterine ilişkin maddelerin kaldırılması, azınlık haklarının garanti edilmesi, devletin ahlâki değerlerin koruyucusu olduğu yönündeki maddenin kaldırılması vb.); diğer yandan askeri-sivil bürokratik vesayeti güvenceye alacak düzenlemeler yer almaktadır (ilk 8 yılda savunma bakanını atama yetkisinin orduya verilmesi, ordunun imtiyazlarının daha da arttırılarak mali ve hukuki bağımsızlık sağlayan yetkilerin genişletilmesi, sivillerin askeri mahkemelerde yargılanması, orduya siyasi ve hukuki dokunulmazlık sağlanması, ordunun siyasete müdahale edebilmesini sağlayacak mekanizmaların oluşturulması; polis teşkilatına
14
Şubat 2014 • sayı: 107
hukuki dokunulmazlık ve kendini ilgilendiren yasal düzenlemelerde veto hakkı getirilmesi, olağanüstü yetkilerinin arttırılması vb). Böylece Mısır’da aslında bir kez daha otoriter ve anti-demokratik bir rejim tesis edilmiş olmaktadır. Seçimle gelen siyasi partilerin neredeyse hiç hükmü olmayacaktır. Ancak anayasadaki göstermelik demokratik hükümlerin ve “şeriatçı, terörist İslamcılar” öcüsünün Mübarek’i deviren kitleleri sakinleştirmeye yetmeyeceğini iyi bilen Sisi, Körfez ülkelerinden gelen milyar dolarlarla halkın hoşnutsuzluğunu gidermeye çalışmaktadır. Yoksullara yapılan sosyal yardımların (ki halkın neredeyse %50’sini kapsamaktadır) devam ettirilmesinin ve asgari ücrete %40 zam yapılmasının amacı da budur. Ancak elbette bunlara, en ufak muhalefete bile aman vermeyecek baskıcı uygulamalar eşlik etmektedir. Katliamların, tutuklamaların, yasaklamaların ve devlet terörünün şimdilerde asıl olarak Müslüman Kardeşler’i hedef alması kimseyi yanıltmamalıdır. Baskıların İslamcılarla sınırlı kalmayacağı açıktır. Nitekim darbeye ve anayasa referandumuna karşı çıkan ve Mübarek’in devrilmesini sağlayan süreçte en ön saflarda yer alan “6 Nisan Hareketi” gibi yapılar da aynı devlet teröründen nasiplerini fazlasıyla almaktadırlar. Darbeci ordu güçleri, sıra muhalefeti bastırmaya geldiğinde İslamcılarla sosyalistler veya devrimciler arasında bir ayrım yapmamaktadırlar. Mevcut ekonomik tablo da, rejimin halkı şimdilik oyalamasını sağlayan Körfez dolarlarının etkisinin fazla uzun sürmeyeceğinin işaretleriyle doludur. Ekonomik büyüme %5-6’lardan %1-2’lere düşmüş durumdadır. Milli gelirin %10’unu oluşturan turizm gelirleri dörtte bir oranında azalmıştır. Su ve elektrik kesintileri ise azalmakla birlikte devam etmektedir (ki bu kesintiler Müslüman Kardeşler’in devrilmesinde önemli rol oynamıştı), ekmek bulmak bile zorlaşmıştır. İşsizlik resmi rakamlara göre %14’tür, gerçekteyse %40’lara ulaştığı tahmin edilmektedir. Gençlerde işsizlik oranı %71’e çıkmıştır. BM’e göre açlık sınırının altında kalanlar nüfusun %17’sini oluşturmaktadır. Enflasyonun %130’larda olduğu söylenmektedir. Yabancı sermaye yatırımları ise tamamen durmuştur. Tüm bunlara rejimle Müslüman Kardeşler arasındaki gerilimden kaynaklı giderek artan siyasi istikrarsızlık ve şiddet eylemleri eklendiğinde, yükselecek halk tepkisini bastırmak için rejimin otoriterliğinin artacağını ama bunun çok fazla işe yaramayacağını öngörmek zor değildir. “Arap Baharı”nın başladığı ülke kabul edilen Tunus’taki durum da pek parlak değildir. Mısır’daki “kardeşleri-
sayı: 107 • Şubat 2014
nin” akıbetini gören En Nahda (Müslüman Kardeşler’in Tunus versiyonu) durumdan vazife çıkartarak diğer burjuva güçlerle uzlaşmış ve eski rejim güçlerine ciddi tavizler vererek pozisyonunu koruma yoluna gitmiştir. En Nahda, Laik Cumhuriyet Partisi ve Ettakol Partisi (sosyal demokrat parti) koalisyon halinde Ulusal Kurucu Meclis’i oluşturmaktadırlar. Mısır’da Müslüman Kardeşler devrilirken Tunus’ta da sol ve laikçi-ulusalcı kesimden liderlerin radikal İslamcıların suikastlarına kurban gitmesi En Nahda’yı oldukça zora sokmuş ve ülkenin en büyük sivil gücü olan UGTT adlı işçi sendikası konfederasyonunun baskısı ve araya girmesiyle uzlaşı sağlanmıştır. En Nahda’nın yerini teknokrat bir hükümete bırakması ve yeni anayasanın yürürlüğe girmesiyle kriz şimdilik atlatılmıştır. Ancak En Nahda’nın kendini kurtarmak ve iktidarda kalabilmek adına eski rejim güçlerine verdiği tavizler tepkileri arttırmaktadır. Yeni anayasa da tam bu nedenle, “beklentileri karşılamadığı ve devrimin hedeflerini tam olarak yansıtmadığı” sebebiyle eleştiri konusu olmuştur. Halkın özgürlüklerle ilgili talepleri karşılanmış değildir. Diğer Arap ülkelerine nazaran güçlü bir sendikal geleneğe sahip olan Tunus işçi sınıfı da “işçilerin hakları açısından bir iyileştirme getirmediği” gerekçesiyle yeni anayasayı yetersiz bulmaktadır. “Anayasa bir grup burjuva tarafından hazırlandı. Ne fakir insanlar tarafından yapılan devrimin hedeflerini ne de toplumsal talepleri karşılıyor” ifadesi emekçi halkın yeni anayasa hakkındaki düşüncelerini özetlemektedir. Bu bağlamda, koalisyon ortağı burjuva güçlerin, “çoğulcu ve katılımcı sisteme dayandığı, ülkede gerçekleşen özgürlük devriminin onur kaynağı olduğu; halkın, İslamın öğretilerine ve amaçlarına olan bağlılığını açıklık ve itidal ilkeleriyle karakterize ettiği” şeklindeki açıklamalarla yeni anayasayı selamlamaları emekçi halk açısından pek bir şey ifade etmemektedir. Eskisine göre çok daha demokratik hükümler içermesi ve Mısır’daki gibi daha otoriter ve vesayetçi bir rejime yol açmaması, sokaklara dökülerek Bin Ali’yi ülkeden kovmuş emekçiler için yeterli değildir. Ayrıca başta işsizlik ve yoksulluk olmak üzere, işçi sınıfının yakıcı ekonomik sorunları da hâlâ devam etmektedir. Genel seçimler de sırada beklemektedir. En Nahda, tansiyonu geçici olarak düşürmeyi başarmış olsa da ekonomik-siyasi istikrarı sağlamaktan uzaktır. En Nahda bir yandan eski rejim güçlerinin ve ulusalcı-laik kesimin, diğer yandan da radikal İslamcıların basıncı altındadır. İki tarafı aynı anda memnun etmesi olanaklı değildir. ABD ve Fransız emperyalizminin başını çektiği NATO güçlerinin müdahalesiyle devrilen Kaddafi’nin ardından Libya’da da sular durulmamıştır. Kabilelerin etkinliklerini sürdürüyor olmaları nedeniyle Libya’da merkezi bir devlet yapısı bile oluşturulabilmiş değildir. Silahlı kabileler ve çeşitli gruplar sürekli birbirleriyle çatışmakta, kimi zaman petrol tesislerini veya limanları işgal etmekte, hatta başbakanı bile kaçırabilmektedirler. Bu haliyle Libya’da bir
marksist tutum
tür “kabile” kapitalizminin hüküm sürdüğünü söylemek mümkündür. Emperyalist güçler ise petrol bölgelerini ve tesislerini paylaşmış olduklarından, Libya’da kendilerinin yol açtıkları bu durumu izlemek dışında bir şey yapmamaktadırlar. Petrol zengini bir ülke olmasına rağmen Libya’da da işsizlik ve yoksulluk ciddi bir tırmanış halindedir. Bunun şu anki en önemli sebebi ise, farklı silahlı grupların ve kabilelerin elinde bulunan petrol tesisleri, hatları veya limanlarının kullanılamaz durumda oluşudur. Bu kaotik ortamda nüfusun üçte birinin işsiz ve yoksul durumda olduğu tahmin edilmektedir. Bu tabloya ciddi bir yolsuzluk ve çürümüşlük de eşlik etmektedir. Ortadoğu’da bugünlerde moda olduğu üzere, Libya’da da çeşitli burjuva kesimler koro halinde ılımlı İslamcıları da teröre destek vermekle suçlamaktadırlar. İktidarın güçlü ortaklarından olan ve Müslüman Kardeşler’in Libya ayağını oluşturan Adalet ve İnşa Partisi oldukça ılımlı bir çizgi izlese de, ülkenin doğusunda kimi radikal İslamcıların yarı bağımsız bölgeler oluşturmaları ve gittikçe artan şiddet eylemleri, bu propagandayı olanaklı kılmaktadır. Her ne kadar İslamcı güçler hedef tahtasına oturtulsa da, bizzat Ulusal Meclis oybirliğiyle şeriatı yasamanın kaynağı olarak kabul etmiştir. Hiçbir siyasi parti kendini “laik” olarak tanımlamamaktadır. Ancak bu gerçeklik, rakip burjuva güçlerin birbirlerini ikiyüzlü biçimde ve sahtekârca suçlamalarını engellememektedir. “Arap Baharı”nın bir diğer durağı olan Yemen’de de, bizzat uluslararası ve bölgesel güçlerin anlaşması ve müdahalesiyle iktidarı bırakmak zorunda kalan Ali Salih’in yerine geçen eski yardımcısı, bir yandan egemen sınıfı oluşturan kabile liderlerini diğer yandan da ABD ve Suudi Arabistan’ı memnun etmeye uğraşıyor. Parçalı kabile yapısı, Libya gibi Yemen’in de en önemli sorunudur. Geçmişin mirası olan çatışmalar da hortlamış durumdadır. Aynı zamanda Suudi Arabistan’la İran’ın nüfuz savaşına konu olan ülkenin kuzeyindeki Şii kabileler bir yandan, güneydeki El Kaide yanlısı kabileler öteki yandan bastırarak siyasi istikrarın oluşmasını engellemektedirler. Devrik cumhurbaşkanının şu sözü, Yemen’in durumunu özetlemektedir: “Kabilevî toplum devlete dönüşmek yerine devlet kabileye dönüştü.” Halkın yarısının yoksulluk sınırının altında yaşadığı Yemen’de kabileler ve çeşitli çıkar grupları arasındaki çatışmalar ile bizzat ABD’nin El Kaide’yi bahane ederek insansız hava araçlarıyla yürüttüğü acımasız saldırılar, bu ülkede de kaotik ortamın devam etmesine neden olmaktadır.
İslamcı hareketler neden başarılı olamadılar? “Arap Baharı” denilen sürecin önemli sonuçlarından birisi de, Arap halklarının yarattığı isyan dalgasının, bu ülkelerde hüküm süren rejimleri sarsarak şimdiye kadar bastırılmış ve engellenmiş olan İslamcı siyasetlerin önünü
15
marksist tutum
açmasıdır. Devrimci alternatiflerin yokluğunda, bu ülkelerdeki en örgütlü muhalif güçler İslamcı hareketler olduğundan, bunlar sınırlı kitle desteğine sahip olmalarına rağmen kısa sürede öne çıktılar. Suriye örneği bir yana bırakılacak olursa ya iktidara yükseldiler ya da iktidar ortağı oldular. Suriye’de de burjuva muhalefetin ana gövdesini oluşturdular ve koalisyon halindeki muhalefet bloku içinde hâkim güç haline geldiler. Ancak bu durum kısa sürmüştür. İslamcı siyasetler ne işçi ve emekçi kitlelerin derdine derman olabilmiş ne de emperyalistlere yahut diğer burjuva kesimlere yaranabilmişlerdir. Müslüman Kardeşler’in çeşitli versiyonlarının bölgedeki köklü sorunlara çözüm getiremeyeceklerinin anlaşılması fazla uzun sürmemiştir. İslamcı partiler ya da siyasetler yükseldikleri hızla düşmüşlerdir. Müslüman Kardeşler’in Mısır’da, Batı’nın da cevaz verdiği askeri bir darbeyle devrilmesi; Tunus’ta başına gelecekleri anlayan iktidardaki En Nahda hareketinin yerini teknokrat bir hükümete terk ederek şimdilik paçayı yırtması somut örneklerdir. Bu örnekleri izleyen Libya ve Yemen’deki İslamcılar ise fazla öne çıkmadan ve göze batmadan beklemekte, Mısır’da yaşananların kendilerinin başına gelmemesi için uğraşmaktadırlar. Suriye’de de burjuva muhalefetin ağırlıklı kesimini oluşturmalarına rağmen ılımlı İslamcılar, esen ters rüzgârların kurbanı olmamak için çareyi Esad güçleriyle ittifak halinde, radikal İslamcı gruplara cephe almakta bulmuşlardır. “Arap Baharı”na konu olan ülkelerdeki İslamcı hareketlerin bu inişinin çeşitli sosyal ve siyasal sebepleri olsa da, ikisinin altını çizmek yeterlidir. Bunlardan birincisi, Müslüman Kardeşler veya çeşitli İslamcı hareketlerin, emekçi kitlelerin beklentilerini karşılayamayacaklarının ortaya çıkmasıdır. Emekçi halkların isyan etmelerinin temel nedenleri yüksek düzeydeki işsizlik, yoksulluk ve sefalet koşulları ile onyıllardır hüküm süren ve kendilerini insan yerine dahi koymayan baskıcı politikalardır. İslamcılar bu faktörlerin hiçbirini ortadan kaldıramadıkları ve halkın yaşam koşullarında en ufak bir düzelme sağlayamadıkları gibi, tüm enerjilerini kendi iktidarlarını tesis etmeye ve sağlama almaya hasretmişlerdir. Bu yüzden de kitlelerin özlem duyduğu özgürlüklerin önünü açacak demokratik düzenlemeler yapmak yerine farklı türden yasaklamaları ve otoriter-baskıcı uygulamaları hayata geçirmeye başlamışlardır. Bu da kredilerini erken tüketmelerine neden olmuştur. Bu noktada şu önemli soruyu sormak ve cevaplamak gereklidir: Başka türlü olabilir miydi? Tabii ki olamazdı. Çünkü başta Müslüman Kardeşler olmak üzere bu İslamcı hareketlerin hepsi de burjuva siyasal akımlardır ve burjuvazinin İslamcı denilen kesimlerinin çıkarlarının temsilcisidirler. Tabanlarında barındırdıkları milyonlarca işçi ve emekçinin varlığı ve bağlılığı bu bağlamda gerçekliği değiştirmez. Tüm diğer burjuva siyasi partiler gibi İslamcıların da hedefi iktidardan pay kapmak ve hatta ik-
16
Şubat 2014 • sayı: 107
tidarı ele geçirmektir. Bu yolda takiyye yapmak, pragmatist veya oportünist politikalar izlemek sadece İslamcıların değil tüm burjuva siyasetlerin sıklıkla başvurdukları yol ve yöntemlerdir. Müslüman Kardeşler de “Arap Baharı”nın rüzgârları altında kendilerini “devrimin ve halkın savunucusu, koruyucusu” olarak ilan etmişlerdir ama kazın ayağının öyle olmadığı kısa sürede kitlelerce de anlaşılmıştır. Daha da önemlisi, emekçi kitleler için hayati derecede belirleyici olan işsizlik, yoksulluk, yaşam standartlarının iyileştirilmesi gibi konularda ne İslamcıların ne de diğer burjuva siyasetlerin (ister iktidarda olsunlar ister muhalefette) yapabilecekleri pek bir şey yoktur. Ancak göz boyamaya yarayan geçici iyileştirmeler için bile burjuvazinin ciddi mali kaynaklara sahip olması gerekir ki, bahsi geçen Arap ülkelerinin hiçbirinde böyle bir kapasite yoktur. Kalıcı iyileşmelerin ise kapitalist bir düzende, hele ki içinden geçilen küresel ekonomik kriz koşullarında, hayata geçirilme ihtimali yoktur. Ortadoğu coğrafyasında İslamcı hareketlerin inişe geçmelerinin ikinci önemli sebebi ise ABD emperyalizminin bu hareketlere yönelik yaklaşımındaki değişikliktir. Ortadoğu’daki Baasçı veya diğer totaliter rejimleri değiştirmek noktasında ılımlı İslamcılardan yararlanma düşüncesi ABD yönetimlerince bir süre için gündeme alınsa da, AKP-Müslüman Kardeşler-Hamas gibi örnekler üzerine bu politikalar rafa kaldırılmış gözükmektedir. Verili konjonktürde ABD’nin İslamcı hareketlerin fazla güç kazanmasını istemediği ve çıkarlarına aykırı pozisyonlar takınmalarını engellemek amacıyla önlerini kesmeye çalıştığı aşikârdır. Bu tablonun oluşmasında radikal İslamcı güçlerin artan etkinliği de önemli bir faktör olmuştur. “Ilımlı İslam”ı temsil eden Müslüman Kardeşler vb. hareketlerin nispi geri çekilişine, hemen her yerde radikal Sünni İslamcı güçlerin yükselişi eşlik etmektedir. Bu radikal İslamcı güçler, genel anlamda İslamcı hareketlerin tabanında oluşan tepkisellikten (İslamcı akımların demokratik yollardan iktidara gelmelerinin engellendiği düşüncesine bağlı olarak) ve emperyalist kapışmanın yarattığı fırsatlardan da yararlanarak etkinliklerini arttırmışlardır. Gerçekleştirdikleri radikal eylemler veya saldırılar Müslüman Kardeşler vb. akımları daha da köşeye sıkıştırmış ve karşıt burjuva güçlerin (ve ABD’nin) elini güçlendirmiştir. Hatta Suriye örneğinde bizzat ABD, “Suriye’de El Kaide’yi görmektense Esad’a razı oluruz” diyerek tercihini açık biçimde ortaya koymuş ve işler Şii İran’la birlikte El Kaide’ye karşı savaş verme noktasına kadar varmıştır. Ancak İslamcı hareketlerin bu gerileyişinden, siyaseten ortadan kalkacakları veya tamamen güçsüzleşecekleri sonucunu çıkartmak da doğru olmayacaktır. Çünkü yükselişlerini doğuran nesnel sebeplerin birçoğu yerli yerinde durmaktadır. Kitleleri cezbedecek yeni ve güçlü siyasi alternatifler oluşmuş değildir. Batı’nın ve mevcut baskıcı rejimlerin İslamcıları anti-demokratik yollarla engellemeye
Arap halklarının ve daha pek çok halkın bir arada yaşadığı geniş Ortadoğu coğrafyasının emekçi halk sayı: tamamında 107 • Şubat 2014 kitleleri derin bir huzursuzluk ve bıkkınlık içindedirler. Bir yandan olumsuz sosyal ve ekonomik koşulların ağırlığı, diğer yandan bitip tükenmek bilmeyen çatışmalar ve savaşlar, emekçi halkları adeta canından bezdirmiştir. Ayaklanan kitleler istediklerinin azını bile almış değillerdir, bu yüzden de önlerine konulanla yetinmeyeceklerdir.
yönelik girişimleri, dindar kitleler nezdinde ciddi biçimde tepki uyandırmakta ve İslamcıların sıkça başvurduğu “mağduriyet” söyleminin tabanda yankı bulmasını sağlamaktadır. Özellikle ılımlı İslamcıların kendilerini reforme etme çabaları sona ermiş değildir. Bu da ilerde kitlelerin ve Batı’nın gözünde tekrar bir seçenek haline gelmeleri ihtimalinin sürmesi demektir.
Devrime duyulan ihtiyaç ve işçi sınıfını bekleyen tehlikeler Sonuç olarak, aslında tüm olgular ve gelişmeler Ortadoğu’da işçi devrimlerine duyulan ihtiyacın son derece yakıcı hale geldiğini göstermektedir. Köklü tarihsel, sosyal, ekonomik ve siyasal sorunların başka türlü kalıcı olarak ve işçi-emekçi sınıflar yararına çözülmesi mümkün değildir. Sadece birbiri ardına patlak verecek başarılı devrimler, yüz yıl önce emperyalistlerin attığı kördüğümü çözerek halklara barış ve huzur getirebilir. Bu kördüğümün çözülmesi, yani bir önceki emperyalist paylaşım savaşının neticesine göre oluşturulmuş Ortadoğu düzeninin yeniden dizaynı, değişen küresel dengelerden kaynaklı olarak, aslında Batılı emperyalistlerin arzusuydu. Başta ABD olmak üzere büyük emperyalist güçlerin, Ortadoğu’ya yeniden şekil vermek bağlamında uygulamaya soktukları planlarının bir ayağını da eskinin Baasçı veya diğer türden totaliter rejimlerini değiştirmek oluşturuyordu. Bu niyetini çeşitli yollarla hayata geçirmeye zaten başlamış olan ABD açısından Arap halklarının yarattığı isyan dalgası, işçi sınıfının bağımsız siyasi örgütlülüğünün yokluğunda, bir diğer başvurulabilir yöntem olarak görünmüştü. Ama işler pek de istenildiği gibi yürümedi. Ilımlı Sünni İslamcı siyasetlerin ABD çıkarlarına çok da uygun bir seçenek olmadığı kısa sürede açığa çıktı. Dolayısıyla ABD ve diğer emperyalist güçler, Ortadoğu’nun diğer baskıcı rejimlerine doğru yayılan toplumsal hareketlere verdikleri destekleri hızla geri çektiler ve hatta önünü kesme noktasında Suudi Arabistan gibi son derece gerici rejimlerin doğrudan askeri müdahalelerde bulunmasına göz yumdular. Ama bir yandan
marksist tutum
da bu hareketlerin yarattığı basıncı işlerine gelen yerlerde kullanmaya devam ettiler. Kısacası, ABD ve Batılı emperyalistler şimdilik, Tunus, Mısır, Libya, Yemen ve Suriye gibi örneklerde içinde Baas artıkları ve İslamcıların da yer aldığı koalisyon hükümetlerine fit olurlarken; Körfez ülkelerinde de gerici ve baskıcı rejimlerin aynen devam etmesine razı oldular. Oysa bir kez ayağa kalkmış kitleler açısından bunların hiçbiri tatmin edici seçenekler oluşturmamaktadır. Arap halklarının ve daha pek çok halkın bir arada yaşadığı geniş Ortadoğu coğrafyasının tamamında emekçi halk kitleleri derin bir huzursuzluk ve bıkkınlık içindedirler. Bir yandan olumsuz sosyal ve ekonomik koşulların ağırlığı, diğer yandan bitip tükenmek bilmeyen çatışmalar ve savaşlar, emekçi halkları adeta canından bezdirmiştir. Çözülmeyi bekleyen ulusal sorunlar orta yerde durmaktadır. Ayaklanan kitleler istediklerinin azını bile almış değillerdir, bu yüzden de önlerine konulanla yetinmeyeceklerdir. Ortadoğu devrimi geciktikçe, ekonomik ve siyasi istikrarsızlığın körükleyeceği toplumsal çelişkiler ya emperyalist kapışmalarla iç içe geçmiş içsavaşlara ya da başka türden yıkımlara yol açacaktır. Ve bu yıkım sürecinin onyıllarca sürmesi mümkündür. Çünkü devrimci işçi sınıfının sahnede olmadığı koşullarda tarihin akışını emperyalistlerin ve burjuva güçlerin kapışması belirleyecektir. İşte bu yüzden Ortadoğu gerçek işçi devrimlerine yakıcı biçimde ihtiyaç duymaktadır. Emperyalistlerin ve burjuva iktidarların, kendi yarattıkları sorunlara işçi-emekçi halkların yararına çözümler bulmaları zaten beklenemeyeceğinden, Ortadoğu’nun onyıllardır katmerlenerek ağırlarmış sorunlarına kalıcı çözümü ancak ve ancak başarılı işçi devrimlerinin getirebileceği çok açıktır. Burjuva ideologlarının “Arap Baharı” dedikleri sürecin en önemli ve temel sonucu budur: Ortadoğu’ya “bahar” veya “yasemin” devrimleri ya da burjuva liberallerinin sözde devrimleri değil, gerçek anlamda proleter devrimleri gereklidir. İşçi ve emekçi sınıflar Baas rejimlerinin artıklarıyla İslamcı güçler arasında tercih yapmak zorunda değillerdir. Kendi seçeneklerini yaratabilirler ve yaratmalıdırlar.
17
TC’nin Artan Militarist Çabaları Selim Fuat
B
aşbakan Erdoğan’ın Ocak ayının başlarında gerçekleştirdiği Japonya gezisi sırasında Türkiye ile Japonya arasında bir nükleer enerji anlaşması imzalandı. Sinop’ta kurulacak nükleer santrale ilişkin detayları içeren bu anlaşma ile en fazla 10 yıl içerisinde tamamlanacak, 22 milyar dolar civarında maliyeti olacak bir yatırıma imza atılmış oldu. Uzun süreden beri hazırlıkları yapılan bu anlaşmanın imzalanması hiç kimse için sürpriz olmadı. Ancak anlaşmanın detaylarında bulunan bazı hususlar oldukça dikkat çekiciydi ve Türkiye’de olmasa bile özellikle Japonya’da tartışma konusu oldu. Anlaşmanın ardından Japonya’nın 12 milyon tirajlı önemli bir gazetesi olan Asahi Şimbun’da kaleme alınan başyazıda, Türkiye’nin baskısı ile, yapılan anlaşmaya Türkiye’nin uranyum zenginleştirmesini ve plütonyum elde etmesini mümkün kılan bir maddenin de eklendiği belirtildi. Japonya hükümeti de nükleer silahların geliştirilmesine yönelik bir faaliyete destek veriyor olmasından dolayı eleştirildi. Plütonyum ve zenginleştirilmiş uranyum, esas olarak nükleer silahların ve savaş başlıklarının üretiminde kullanılmaktadır. Yani bu maddenin anlaşmaya eklenmesi, Türkiye’nin nükleer silahlanmaya dönük önemli bir adım atması, en azından bu konudaki hevesini ortaya koymuş olması anlamına geliyor. Dünyanın siyasal istikrarsızlıklarla çalkalandığı bir dönemde, burnunun dibindeki sıcak cephelerde yaşanan
18
emperyalist savaşın, Türkiye’nin egemen sınıfını askeri olarak da daha güçlü olma çabası içine sokacağını tahmin etmek zor değil. Kısa bir süre önce, ABD’nin İran’ın nükleer faaliyetleri konusunda İran’la yaptığı anlaşmaya tepki gösteren İsrail Dışişleri Bakanı Liberman, “Ne Suudi Arabistan, ne Türkiye, ne de Mısır, kimsenin oturup beklemeyeceği apaçık. Onlar da kendi nükleer programlarını başlatacak” demişti. Emperyal emelleri nedeniyle zaten silahlanmasını arttırmak ve özellikle kendi kontrolünde silah üretim kapasitesini geliştirmek için can atan TC, Japonya ile yaptığı nükleer enerji anlaşmasına eklettiği madde ile birlikte Liberman’ın “kehanetini” boşa çıkarmamak için elinden geleni ardına koymayacağını da herkese göstermiş oldu.
TC’nin silahlanma konusundaki gayreti Japonya ile yapılan anlaşmaya koydurulan madde militarist kudurganlıkta yeni bir düzeyi gösteriyor olsa da, aslında Türkiye burjuvazisinin silahlanma konusunda gösterdiği gayretler yeni değil. Silahlanma konusunda her yıl dünya genelinde çalışmalar yapan Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) raporlarına göre Türkiye’nin askeri harcamaları sürekli olarak artmaktadır. 2005’te 16 milyar 537 milyon dolar olan “savunma” harcamaları, 2008’de 16 milyar 767 milyon, 2011’de 18 mil-
sayı: 107 • Şubat 2014
yar 687 milyon dolar olmuştur. 2012 yılında ise 18,2 milyar dolar askeri harcama yapan Türkiye, dünyada en çok askeri harcama yapan ülkeler sıralamasında ilk 15 ülke arasında yerini aldı. Üstelik dünya genelinde 1998’den bu yana ilk kez askeri harcamalarda düşüş yaşanırken; harcamalar geçen yıla göre yüzde 0,5 azalarak 1,75 trilyon dolara gerilerken, Türkiye, Rusya ve Çin ile birlikte askeri harcamalarını arttıran ülkelerden biri oldu. Türkiye 2012 yılında tüm dünyadaki silah harcamalarının yüzde birini gerçekleştirdi. Türkiye’nin 2014 yılı savunma, güvenlik ve istihbarat bütçeleri ise 2013 yılına göre yaklaşık yüzde 10’luk artış gösterdi. Bütün bu veriler burjuvazinin silahlanma konusundaki gayretini açık biçimde gösteriyor. Ancak son yıllarda TC’nin bir noktada özel bir hevesi var ki asıl olarak onun üzerinde durulması gerekiyor. TC kullanacağı silah teknolojisinin kendi kontrolünde olabilmesi için yerli askeri endüstrinin gelişmesine büyük yatırımlar yapıyor. Kara, Deniz ve Hava Kuvvetlerinin ana muharebe araçlarının yerlisinin, tamamen özgün tasarım veya ortak üretim şeklinde üretilmesi konusunda yoğun çabalar gösteriyor. Alt-emperyalist bir güç olarak pozisyonunu daha da kuvvetlendirmeye çalışan Türkiye, emperyal emelleri için kullanacağı katliam silahlarını yetkinleştirmek amacıyla kapsamlı bir silahlanma hamlesine girişmiştir. Bu doğrultuda, Kara Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde kullanılmak üzere üretilen ana silah ve araçların geliştirilmesi konusunda büyük yol alınmış durumdadır. Örneğin, Altay ismi verilen tank tamamen yerli tasarımdır ve üretim aşamasındadır. Zırhlı personel taşıyıcılar ve geliştirilmiş zırhlı personel taşıyıcılar Nurol firması-yabancı ortaklığı ile üretilmektedir. Kara havacılığının önemli unsuru olan “genel maksat ve taarruz” helikopterleri ise İtalya firmalarıyla birlikte üretilmektedir. Yine Başbakan’ın son Japonya gezisinde, Mitsubishi Heavy Industries ile ortak tank motoru geliştirme konusunda bir anlaşma yapılmıştır. Deniz Kuvvetleri için ana muharebe gemisi üretim projesi olan MİLGEM Projesi de tamamen yerli tasarım ve üretim projesi olarak ilerlemektedir. Denizde İkmal Muharebe Destek Gemisi Projesi, Sahil Güvenlik SAR-33 Botu Modernizasyonu Projesi, Denizaltı Dalış Simülatörü Projesi ise sürdürülmektedir. İnsansız hava araçlarında da önemli ilerlemeler sağlanmış; ANKA insansız hava aracının daha uzun menzil ve yük taşıma kapasitesine sahip turbo-prop motorlu versiyonunun ön tasarımının geliştirilmesine başlanmıştır. Yerli uçak yapımı projesinin giriş adımları olarak ise bazı küçük keşif uçakları, eğitim uçakları vb. tasarlanmaktadır. Burjuva sözcülerin övünçle bahsettikleri bu “ilerlemeler” elbette işçi sınıfı açısından haksız savaşlarda emekçi halkların kanının dökülmesi için yapılan hazırlıkların tam gaz gitmesinden başka bir şey ifade etmemektedir. Ayrıca burjuvalar katliam kapasitelerinin artması için
marksist tutum
yeni projeleri ve teşvik sistemlerini de yürürlüğe koymuşlardır. Meselâ Milli Elektronik Harp Sistemi, Özel Kuvvetler Helikopter Modernizasyonu, CN-235 Aviyonik Modernizasyonu gibi isimlerle yürütülen faaliyetlerin geliştirilmesi için önemli miktarlarda kaynak ayrılmıştır. Bunların yanı sıra, milyarca dolarlık bir kaynağın ayrılacağı belirtilen bir uçak gemisi projesinden bahsedilmektedir. Ayrıca, Başbakan Erdoğan başkanlığında toplanan Savunma Sanayi İcra Kurulu, yerli sanayi kuruluşlarına yönelik kredi-teşvik sisteminin kurulması, Türk Silahlı Kuvvetlerinin ihtiyaçlarını karşılamak için yurtiçi AR-GE projelerinin desteklenmesi ve silah sanayi kuruluşları ile üniversitelerin katılımının sağlanması doğrultusunda kararlar almıştır. Alt-emperyalist bir güç olarak pozisyonunu daha da kuvvetlendirmeye çalışan Türkiye, emperyal emelleri için kullanacağı katliam silahlarını yetkinleştirmek amacıyla kapsamlı bir silahlanma hamlesine girişmiştir. Devletin var gücüyle büyütmeye çalıştığı savaş sanayiinin cirosu 2012 yılında 4,3 milyar dolara, toplam ihracatı ise bir yılda yüzde 35 artarak 1,3 milyar dolara ulaşmıştır. Bununla da yetinmeyen Türkiye 2023’te askeri harcamalarda dünya sıralamasında 15. sıradan 10. sıraya gelmeyi hedeflemektedir. Devletin var gücüyle büyütmeye çalıştığı savaş sanayiinin cirosu 2012 yılında 4,3 milyar dolara, toplam ihracatı ise bir yılda yüzde 35 artarak 1,3 milyar dolara ulaşmıştır. Bununla da yetinmeyen Türkiye 2016’da 2 milyar dolar ihracat yapmayı ve 2023’te askeri harcamalarda dünya sıralamasında 15. sıradan 10. sıraya gelmeyi hedeflemektedir. Başbakan Erdoğan hemen her fırsatta yerli askeri sanayinin geliştirilmesinin önemini vurgulamakta, mevcut durumu kabullenmediğini ifade edip ilgili tüm kurumları bu doğrultuda motive etmeye çalışmaktadır. Çünkü Türkiye, her şeye rağmen dünya savaş sanayii ölçeğinde hâlâ bir cücedir. Ancak bir atılım yapmak için hevesi de son derece fazladır. Erdoğan’ın, örneğin, Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu toplantısında TÜBİTAK yetkililerine söylediği, “Kapı komşumuz İran’ın füzeleri 2000 km menzilli, bizimkiler 150 km, bu olmaz, geliştirmemiz lazım. İran tamamen yerli; Avrupa’dan bağımsız olarak kendisi üretiyor. Ambargoya rağmen bunu yapıyor. Biz de yapabiliriz. Sizden bunu istiyorum” sözleri, her ne kadar Erdoğan’a özgü hırslı üslubu yansıtsa da, gerçekte bundan ibaret olmayıp, alt-emperyalist bir güç haline gelen Türkiye burjuvazisinin bu konudaki eğilimini ortaya koymaktadır. TC’nin yerli silah sanayiini güçlendirme ve geliştirme arzusu o denli kuvvetli ki, bu arzuları yüzünden büyük emperyalist güçlerle karşı karşıya gelmeyi bile göze alabilmektedir. Uzun süre askıda kalan ancak en sonunda Çin
19
marksist tutum
firmasına verilen uzun menzilli füze savunma sistemi ihalesinin sonucu bu cüretkârlığı açıkça göstermektedir. ABD ve Avrupa’nın ciddi telkinlerine ve baskılarına rağmen hükümet yerli savaş sanayiine zemin sağlayacağı için Çin firması lehine karar vermiş ve ilk defa bir NATO ülkesinde Çinli bir silah firmasının ihale kazanmasının altına imza atmıştır. Milli Savunma Bakanı ve Başbakan’ın ifadeleri eğilimin neden bu yönde oluştuğunu açıkça ortaya koymaktadır: Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz Vatan gazetesine yaptığı açıklamada, “Biz ortak üretim ve teknoloji transferi istiyoruz. Diğer ülkeler bunu sağlamıyorsa biz de sağlayandan alacağız” demiştir. Başbakan Erdoğan ise, “En uygun ve düşük fiyatı Çin verdi. Bunların yanında Çin bir de ortak üretime evet dedi. Diğer ülkeler ortak üretime hayır dedi. Onun için diğer ülkeleri çıkardık. Çin en erken bunun üretimini teyit etti. Sürede yüzde 50 fark var. Konuyla ilgili puanlamalar yapıyor. Genelkurmay Başkanımız ve Savunma Bakanımız ile Çin’i bu işe daha uygun gördük. NATO’nun söyledikleri hilafı hakikattır. NATO’nun ülkelerinde Rus füzelerinin olduğunun kaydı vardır. 7-8 ülkenin askeriyesinde Rus füzeleri var. Bunlar dosyalarımda mevcut” diyerek, TC’nin yerli savaş sanayiini geliştirmek için ne denli kararlı olduğunu ortaya koymuştur. Bu ihalenin sonuçlandığı günden bu yana da hükümetin üzerinden baskılar hiç eksik olmamış, deyim yerindeyse hükümet abluka altına alınmıştır. Baskıların yoğunlaşmasının ardından hükümet sürecin sonuca bağlanmadığını açıklayarak geri adım atma sinyali vermiştir. Hükümetin bu tutumunu belirleyen güdü de aslında Batılı emperyalist güçlerden yerli silah sanayiini geliştirme ve teknoloji aktarımı konusunda daha fazla taviz koparmaktır. Sürecin bu seyri, TC’nin bir yandan Batılı emperyalist güçlere şantaj yaparak pazarlık gücünü arttırmak istediğini, diğer yandan ise mevcut güç dengelerini sarsacak düzeyde adımlar atacak kapasitede olmadığını göstermektedir.
Burjuvazi silahlı gücünü neden tahkim ediyor? Bilindiği üzere Türkiye ekonomisi son on yılda büyük bir ilerleme kat etti ve dünyanın önemli ekonomilerinden biri haline geldi. Normal olarak da bu süreç burjuvaların daha da semirmesini, sermayelerini büyütmesini sağladı. Bir alt-emperyalist güç haline gelen burjuvazinin devleti de bölgesinde nüfuzunu genişletmek için ciddi bir nesnel zemine sahip oldu ve buna uygun bir devlet ideolojisi
20
Şubat 2014 • sayı: 107
oluşturup bu doğrultudaki politikaları hayata geçirmeye girişti. Ancak emperyalizm çağında ciddi bir askeri güce sahip olmadan nüfuz kavgası vermek mümkün olamayacağı için Türkiye burjuvazisi kendi kontrolündeki bir savaş gücünü yaratmanın yollarını da aramaya başladı. “Emperyal Türkiye” kudurganlığının başlıca sözcülerinden ve Erdoğan’ın danışmanlarından biri olan Yiğit Bulut’un sözleri bu arayışı açıkça ortaya koymaktadır: “Özellikle yeni emperyal vizyonun gerektirdiği en önemli ayrıntı; kullandığımız silah teknolojilerini kendimizin üretmesinde olacaktır... Olaya bu açıdan bakınca görünen açık: Türkiye başta İsrail olmak üzere rol savaşına gireceği bütün ülkelere olan bağımlılığını süratle yok noktasına doğru zorlamalı ve kendi imkânlarını bu yolda seferber etmelidir... Türkiye vizyon olarak genleşiyor ama endüstriyel olarak bu rolden hâlâ çok uzak!... Başbakanınızı Lübnan topraklarında Amerika-İsrail veya Almanya’dan aldığınız silahlar veya bilgisayar sistemlerielektronik cihazlar ile koruyamazsınız... Bugün için bunu yapabiliyoruz ama yarın uçağımıza bile elektromanyetik saldırı olacağı kesin... Kendi teknolojilerimizi süratle, akşamdan sabaha çalışmaya başlayarak hatta, acilen geliştirmemiz gerekli...” Son süreçte, Erdoğan hükümeti, emperyalist nüfuz mücadelesinde haddini aşan adımlar attığı için epeyce hırpalandı ve hırpalanmaya da devam ediyor. Ancak her şeye rağmen kendine vehmettiği misyonları yerine getirmek arzusundan da vazgeçmiş değil. Bunun bir güç mücadelesi olduğunu ve koşulların sürekli olarak değişme imkânının olduğunu bilerek mücadelesini sürdürüyor. Burjuvazinin sözcüleri “güçlü Türkiye”nin emekçilerin de çıkarına olduğu yalanını pompalasa da gerçek bunun tam tersidir. Erdoğan hükümetinin izlediği emperyal politikalar işçi sınıfına ağır bedeller ödetiyor. Burjuvazi bir taraftan iktisadi gücünü arttırmak için, çalışma saatlerini uzatarak, ücretleri düşürerek, işçi sınıfını örgütsüzleştirerek sömürüyü derinleştirirken, diğer taraftan da askeri gücünü arttırmak için bütçenin önemli bir kısmını silahlanmaya ayırıyor. Bu yolun sonunda işçi sınıfının ve diğer emekçilerin çocuklarının savaş meydanlarına sürülerek birbirlerine kırdırılmasından başka bir şey yoktur. Bu yüzden silahlanma çabalarına ve burjuvaların emperyal emelleri için uyguladıkları politikalara karşı durmak işçi sınıfının en önemli görevlerinden biridir.
Roboski Katliamı “Kaçınılmaz Hata”ymış! Zehra Aras
K
ürt halkına dönük zulmün simgelerinden biri olan Roboski katliamının üzerinden iki yıl geçti. Yitirdikleri evlatlarının parçalarını bile bir araya toplayamayan yoksul Kürt analarına, acıların en büyüğü reva görüldü. Katliamın sorumlularının ortaya çıkarılması için devletin mahkemelerinde çile çeken aileler, bir kez daha yıkıldı. Nice katliamın altına imza atan devlet, diğerlerinde olduğu gibi Roboski’de de kendini akladı. Genelkurmay Askeri Savcılığı, çoğu çocuk 34 silahsız sivilin uçaklarla bombalanarak hunharca katledildiği Roboski katliamı soruşturmasında, takipsizlik kararı verdi. Soruşturmada adı geçen şüpheli askerler Tümgeneral İlhan Bölük, Korgeneral Yıldırım Güvenç, Topçu Kurmay Kıdemli Albay Aygün Eker, Tuğgeneral Halil Erkek ve Tuğgeneral Ali Rıza Kuğu hakkında kovuşturmaya gerek olmadığına, şüphelilerin “kaçınılamayacak” bir hataya düştüklerine karar veren savcılık, “TSK personeli TBMM ve bakanlar kurulu kararları çerçevesinde, kanunun emrini icra kapsamında kendilerine verilen görev gereklerini yerine getirdiklerini, görevi yerine getirirken kaçınılmaz hataya düştükleri dolayısıyla eylemleri hakkında kamu davası açılmasını gerektiren sebep bulunmadığı anlaşıldığından kovuşturmaya yer olmadığına karar verildi” diye buyurdu. Kararda hava harekâtına Genelkurmay Başkanı’nca onay verildiği de belirtildi. Katliamda oğlu Serhat Encü’yü yitiren acılı anne Halime Encü, askeri savcılığın kararı üzerine, “Hiç mi vicdanları yok! Bu devlete, bu adalete lanet olsun” diyerek acısını haykırdı. Bombalarla katledilen Cemal Encü’nün annesi Hazal Encü’nün söyledikleri de hissettiklerini özetliyor: “Bu sabah 34 kez daha bizi katlettiler.”
Burjuva devletin sınırsız zalimliği Çoğu çocuklardan oluşan 34 insanın 4 savaş uçağından atılan bombalarla katledilmesini takip eden ilk saatlerde, hükümet ve egemenlerin medyası hiçbir açıklama yapmamıştı. Ardından medyanın faşist kalemşorları öldürülenlerin “kaçakçı” olduğunu ilan ederek katliamı meşrulaştırmaya çalışmıştı. Dönemin İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, bu kaçakçılığın ardında PKK olduğunu, terörün bu tür işlerden beslendiğini söyleyerek katledilenleri arsızca karalamaya yeltenmişti. Sınır köylerindeki kaçakçılar “büyük paralar” kazanıyormuş ve “terörizme hizmet” ediyormuş gibi bir algı yaratılmak istendi. Oysa sınırdaki köylüler 1 seferde 50-100 TL kazanabilmek için soğukta 6-7 saat yürüyor, katır sırtında mazot ve sigara gibi mallar taşıyorlardı. Bu küçük çaplı sınır ticareti aslında hep vardı: “Bu topraklarda, geleneksel sınır kaçakçılığının tarihi kahır ve acıyla bezelidir. Bu tarih, yoksul köylülerin ve sınır kentlerindeki işsizlerin umutsuzluğunu, çıkışsızlığını, patlayan mayınlarda parçalanarak ölmelerini, sakat kalmalarını, geride kalanların ise acı çekmesini yazıyor. Ortak bir coğrafyada yaşayan insanlar arasına sınırlar çeken, geleneksel ticaret yollarını kapatan ve onları ‘kaçakçı’ durumuna düşüren burjuva ulus-devletlerdir. Giriştiği emperyalist paylaşım savaşında yenik düşen Osmanlı İmparatorluğu parçalandığında, Ortadoğu’da yeni devletler ortaya çıktı ve bu devletlerin sınırları yapay bir şekilde çizildi. Kürt halkının üzerinde yaşadığı topraklar, emperyalist güçlerin de müdahaleleriyle dört ayrı devlet tarafından paylaşıldı ve o güne kadar bir arada ve yan yana yaşayan insanlar sınırlarla birbirinden kopartıldı. Kürtlerle birlik-
21
marksist tutum
te, Arapları ve Süryanileri de saymak gerekiyor. Yani ortaya çıkan ulus-devletlerin yapay sınırları, hem halkları hem de akrabaları birbirinden ayırdı, böldü. Bugün kaçakçılık olgusunun geliştiği topraklar esas olarak Türkiye, Suriye, Irak ve İran sınırlarıdır ve bu sınırların her iki tarafında da aynı halklara mensup ve çoğu birbiriyle akraba insanlar yaşamaktadır.” (Utku Kızılok, Sınırların Yarattığı Tutsaklık ve “Kaçakçılık”, MT, Şubat 2012). Emperyalist devletlerin çizdiği sınırlar Kürt halkını parçalara ayırdı. Halk bu sınırlara asla alışamadı. Sınırın iki yakasındaki Kürt köyleri arasında sosyal ilişkiler devam etti. Sınırın öte yakasındaki köylerde akrabaları yaşayan yoksul köylülerin en önemli geçim kaynağı sınır ticaretidir. Devlet, kayıt dışı olarak yürütülen bu küçük çaplı sınır ticaretinin varlığını her zaman biliyor ve göz yumuyordu. Ne yoksul köylülerin pasaport alacak hali var, ne de dağ sıralarının arasına sınır kapısı koymak mümkün. Köylüler, katliam günü bölgedeki askeri karakolun, köylülerin mal almaya gittiklerini bildiklerini anlatıyorlar. Kaçağa giden çoğu çocuk 35 kişinin dönüş yolu kapatılmıştı. Askeriyeden izli mermiler sıkılıyor, aydınlatmalar atılıyordu. Yukarıdan Heronlar uçuyordu. Köylüler yolun açılmasını beklediler. Sonunda savaş uçakları geldi ve 5 saat yolun açılmasını bekleyen 35 kişinin tepesine bombalar yağdırdı. Köylüler uçaklarla vurulan çocuklarının ve akrabalarının yanına koştuklarında parçalanmış cesetlerle karşılaştılar. Kimi cesetler yanıp kavrulmuş, tanınmayacak hale gelmişti. Parçalanan katırların iç organlarıyla insan parçaları iç içeydi. Ağır yaralı olanlar için ambulans istendi ama asker müsaade etmedi. Katliamda yaralananlardan sadece biri kurtulabildi. Öldürülenlerin çoğu, parçaları bulunamadığı için eksik gömüldü.
Geride kalanların kâbusu, 28 Aralık 2011! “Biz terörist değiliz. Biz halkız, biz Kürdüz! Bütün bölge teröristse, bu Başbakan’ın ayıbıdır. Bizim bir dilimiz var, o da Kürtçe. Biz Kürtçe konuşuyoruz. Biz TC bay-
22
Şubat 2014 • sayı: 107
rağı altında yaşıyoruz. Biz TC kimlik numarası taşıyoruz. Bizim çocuklarımızı paramparça ettiler. 34 fidanımızı paramparça ettiler. 19’u çocuk! Bu çocuklar silah getirmedi, bu çocuklar terör getirmedi, bu çocuklar mafya değil! Bu çocuklar ne getirdi? İki bidon mazot veya iki torba şeker veya da bir yük sigara. Burada satıyor, 50-55 TL alıyorlar. En fazla kazanan 100 TL kazanıyor. 100 TL için biz bombayı hak etmedik. Bütün Türkiye duysun, herkes bilsin. Bizim çocuklarımız hak etmedi. Herkes gelsin, burada bizim sefaletimizi görsün. Biz yaylaya gitmiyoruz, koyun beslemiyoruz, inek beslemiyoruz. Bizim geleceğimiz yok!” Bu sözler gencecik Yüksel Ürek’in babasına ait. Katliamda ölenlerin Roboski belgeselinde anlattıkları, devletin vahşetini sergiliyor. Yavrusunun açık kalan gözlerini kapamaya çalışan, başını gövdesinde bulamayan babalar, yeterince sarıp koklayamadığına yanan, erken gideceğini bilemeyen analar, ölüm getiren sefalete isyan eden ailelerin gözünde hep o son fotoğraf var. Ceset parçaları! Muhammed Encü’nün babası, bombalanan yere gittiklerinde yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Kepçe istedik, dedik dağ yıkılmış, cenazeler bu dağın altında kalmıştır. El feneri yoktu, telefonu tutarak görmeye, aramaya çalıştık. Ağacın altında bir şeyler vardı. Bir cenaze vardı. Çektim kumun içine çıkardım, baktım kafasının yarısı yok. Bazı gençler şok geçirmişti, dedim ki bakmayın buraya… Ben daha sınırdayken telefon ettik 112’ye. Dedim ki yaralılar vardır, ambulans gelsin. Ambulanslarımızı yol ayrımında 45 dakika asker durdurdu. Sağ kalanlar da gebersin gitsin istediler.” Şervan Encü’nün babası ise oğlunu bulduğunda kolunun kopmuş olduğunu, başının bedeninde olmadığını, oğlunu ayakkabılarından tanıdığını anlatıyor. Zalimlik, namussuzluk, alçaklık, vahşet demek hafif kalıyor. Esas soyguncu, hırsız, rüşvetçi olan devlet; “kaçakçı” diyerek karalamaya çalıştığı köylülerin katlini haklı göstermeye, halkın ne büyük bir yoksulluk ve çaresizlik içinde olduğunu yok saymaya çabalıyor. Katledilen Nadir Alma’nın babası anlatıyor: “Bu dağ başında yaşadığımız için bir gelirimiz yok. Ne fabrika var, ne başka iş. Sonba-
sayı: 107 • Şubat 2014
marksist tutum
hara kadar hep kaçağa gidilip geliniyordu. Kendim de kaç defa gittim. Dedelerimizden beri gidilir. Daha doğrusu biz hayatımızı bu hudut ticareti üzerinden devam ettiririz. Türklerin ‘Kuzey Irak’ dedikleri hududun öte yakasındaki insanlar bizim akrabalarımız. Mesela kız kardeşim, halam, yeğenlerim hep o tarafta yaşıyor. Yabancı değiliz ki birbirimize. Gece gündüz karşılıklı gider geliriz. Biz birbirimizin hısımları, akrabalarıyız. Kaç senedir Şırnak Valisi, kaymakamı, askeriye, hepsi gidip geldiğimizi biliyorlar. Çocuklarımızı bu yolla zengin olalım, arabalar alalım, marketler açalım diye göndermiyorduk. Sadece aç kalmayalım, hayatımızı devam ettirebilelim diye gönderiyorduk.” Acı ve öfkesini haykıran Aslan Encü’nün annesi yaşadıklarına isyan ediyor: “Aslan iki bidon mazot getirdi, sadece iki defa gitti. Aslan’ımın parçalarını göremedim. Vallahi billahi oğlum gömüldükten 5 gün sonra eli bulundu. Ben o elini insanlara gösterecektim. İmam ve köylüler onun kolunu benden sakladılar, o eli oğlumun mezarına koymuşlar. Vallahi ben o kolu devletin karşısına çıkaracaktım. 34 şehitten biri de Hamza Encü’ydü. Onun da bir bacağı ve ayağı kalmıştı. Devletin bunu bize yapmaya ne hakkı vardı? İki bidon mazotun cezası iki gün hapistir; dört uçakla parçalamak değil. Bunların hepsi fakir çocuklarıydı, çoban çocuklarıydı. Mağdur çocuklarıydı. Devlet bu sefer de göz yumsaydı, evlerine dönselerdi ne olurdu? İnsan dört uçağı dört devletin üstüne kaldırmaz! Bir tanesi için bile Allah’tan korkmaz mı?” Devlet hem katletmiş, hem geride tanık bırakmamak için yaralıların ölmesini bile sağlamıştı. Cemal Encü’nün annesi, yaralı oğlunun ve diğer yaralıların ölüme terk edildiğini söylüyor. Evladının o vahşetten sağ kurtulma ihtimali olduğunu bilerek yaşayan acılı anne, onun son halini aklından çıkaramıyor:“Oğlum 3 saat boyunca soğuk karın üzerinde sağdı. Babası gittiğinde bedeni daha sıcaktı. Bazılarını torbaya, bazılarını semere sardılar. Oğlumu bir semere sarmışlardı. O semer hep rüyama giriyor. Oğlum ölmezdi. Ne ambulans, ne helikopter, yaralıları kurtarmak için hiçbir şey yapılmadı. Yaralıların on üçü de ölmezdi.” Salih Ürek’in annesi, oğlu son kez kapıdan çıkarken eliyle meyve yedirdiğini anımsıyor ve anlatıyor: “3-4 aydır hudut serbestti. Asker yola gitmiyordu, bizi hep görüyordu. Kimseyi öldürmüyordu, tutuklamıyordu. Yakaladıkları zaman yüklerini alırlardı, başka sorun olmazdı.” Anlatılanların çoğu, 34 Kürt yoksulunun, kaçağa gittikleri için öldürülmediklerinin kanıtıdır. Bu katliamın devletin Kürt halkına karşı yürüttüğü savaşın bir parçası olduğu ortadadır.
* * * Roboskili ailelerin anlattıkları, kirli tarihin berrak belgeleridir. Bu gerçekleri gizlemeye uğraşan bazı devlet yetkilileri, bu köylülerin sadece yoksul köylüler olmadığını ispat etmek için “nasıl oluyor da mayına basmadan gidip gelebiliyor bu köylüler” diyordu. Katliamda 11 yakınını
yitiren Encü ailesi ise bugüne kadar pek çok kişinin askeriyenin mayınları yüzünden öldüğünü açıklıyor. Hükümet “teröristlerle” köylülerin ayırt edilemediğini iddia ediyordu. İnsan Hakları Komisyonu’ndaki milletvekilleri, katliamdan 4 ay sonra Heron görüntülerini incelediler. Vekiller her şeyin açık ve net olduğunu, görüntülerden “kaçakçıların” rahatlıkla seçilebildiğini, 34 insanın göz göre göre katledildiğini ifade ettiler. Başbakan Erdoğan uzun ve detaylı incelemelerin ardından failin “kader” olduğunu açıkladı. Ölenlerin yakınları katliamın sorumlularının bulunmasını ve hesap vermesini beklerken, hükümet ölenlerin yakınlarına 123 bin lira tazminat verip olayı kapatmaya kalkışarak acılı ailelere hakaret ve zulmediyordu. Aileler hükümete şöyle seslendi: “Tazminat konusunun söylenmesi bile bizim yaramızı her gün daha çok açmaya başladı. Biz bunu en son söylenecek söz olarak görüyoruz. Failler bulunmadığı sürece Başbakan’ın dile getirdiği tazminatı kesinlikle almayacağız.” 13 yaşındaki oğlunu kaybeden Felek Encü, “Suriye ve Filistin için insanlık isteyenler acaba biz Kürtler için ne zaman insanlık isteyecek? Tazminatı kabul etmeyeceğiz. Bizi para ile satın alamazsınız” diyordu. Adaletten başka bir şey talep etmeyen acılı aileler, hukuki süreci ısrarla takip ediyorlar. Katliamdan yaralı olarak kurtulan Servet Encü, ailesiyle birlikte adaletin bir türlü uğramadığı toprakları terk ederek Irak Kürdistan’ına göç etti. Katliamdan bu yana Roboskili acılı ailelerin başına gelmeyen kalmadı. Katliamı protesto ettiklerinde gözaltına alındılar, tutuklandılar, evleri basıldı, kolluk kuvvetlerinin saldırılarına maruz kaldılar. Mahkemelere giderken defalarca aramalardan geçirildiler. Jandarma, ailelerin taşıdıkları “Uludere’ye Adalet” pankartının yasak olduğunu, provokasyon yaptıklarını söyledi. Katliamın 500. gününde yakınlarının mezarına karanfil bıraktılar diye 50 bin TL idari para cezası ve haklarında 7 yıl hapis istemiyle dava açıldı. Uludere Adliyesi, katliamda ölen Nadir Alma’nın ailesine elden tebligat verdi. 2003 yılındaki kaçakçılık davasından dolayı Nadir Alma, 8 bin 403 lira cezaya mahkûm edilmişti. Alma öldüğü halde dava düşmemişti. Tebligatta cezanın faiziyle birlikte ödenmesi isteniyordu. Aslında devlet aileleri yıldırarak adalet arayışından vazgeçirmeye çalışıyor. Katliamcı devletin, öldürdüğü insanları borçlu çıkarması, hatta hapisle cezalandırması ilk değildir. Fakat son da olmayacaktır. Yoksul emekçilere sefalet, kahır, katliamlar yaşatan kapitalist düzen son bulmadıkça, bu kan durmayacaktır. Emperyalist savaşlarla, faili “meçhullerle”, haksız savaşlarla, soykırımlarla, suikastlarla egemenler can almaya devam edecek. Bu kirli, kokuşmuş düzene, ezilen halkların, emekçilerin kapitalizme karşı mücadelesi son verecek. Katliamcı burjuvaziyi tarihe gömecek olan devrimci işçi sınıfı, halkların kardeşçe bir arada yaşayacağı, sömürüsüz, özgürlük dolu bir dünya yaratacak!
23
Devrimci Propaga P
ropaganda sözcüğü Latincede “yayılacak şeyler” anlamına geliyor. Geniş ve genel içeriğiyle ele alındığında, propaganda, toplumun ya da belirli bir insan kümesinin tutum ve davranışlarını belirlemek ve istenen doğrultuda yönlendirmek amacıyla seçilmiş fikir ve savları sistemli bir çaba ve sözlü-yazılı araçlar kullanımıyla yayan etkinlikleri kapsıyor. Propaganda, dinî inançların yayılmasından siyasi düşüncelerin kitlelere taşınmasına, psikolojik savaş yöntemlerinden reklâmcılık tekniklerine dek geniş bir yelpaze oluşturuyor. Ajitasyon sözcüğü ise, konumuzu ilgilendiren yönüyle sınırlandırarak ifade edecek olursak, uyandırma, uyarma, heyecanlandırma, harekete geçirme gibi anlamlar ifade ediyor. 20. yüzyılın başları genelde propaganda tekniklerinin geliştirildiği ve bilimsel ifadelere büründürüldüğü bir dönem olmuştur. Böylece propaganda iç ve dış siyasetin en önemli unsurlarından biri haline gelmiş ve bunun uzantısı olarak güçlü bir psikolojik savaş aracı niteliğine de bürünmüştür. Bunun uç örneklerinden biri, Almanya’da Nazilerin propagandayı faşizmin etkin bir silahı olarak kullanmaları ve Hitler’in propaganda bakanı Göbels’in bu temelde yükselen ünüdür. Kitleleri sürekli üretilen yalan haberlerle bombardımana tâbi tutan ve bu nedenle Büyük Yalan doktrini olarak da adlandırılan faşist propaganda, kitle bilincinin çarpıtılmasının en önde gelen somutlanışıdır. Ama unutmamak gerekir ki, günümüzde de emperyalist güçler arasında kızışan hegemonya mücadelesine yoğun psikolojik savaş boyutuna ulaşan propaganda eşlik ediyor. Hegemonyayı başkasına kaptırmama telâşı içindeki ABD, “Uluslararası Terörizme Karşı Savaş” ya da “Medeniyetler Çatışması” adı altında sürdürdüğü büyük yalanlarla Hitler örneğini bile aşıp geçiyor. Propaganda ve ajitasyon konusu devrimci mücadele açısından ele alındığında ise kuşkusuz tamamen farklı bir içeriğe sahiptir. Devrimci mücadelenin vazgeçilmez parçalarını oluşturan propaganda ve ajitasyon faaliyeti, dev-
24
rimci öncünün örgütlenmesinden kitle bilincinin dönüştürülmesine ve kitlenin harekete geçirilmesine dek zengin ve farklı yönler taşır. Propaganda ve ajitasyon konusu 19. yüzyıldan 20. yüzyıla uzanan Rus devrimci mücadelesi içinde yoğun biçimde gündeme getirilmiş ve ete kemiğe büründürülmüştür. Bu devrimci damar, işçi sınıfına kapitalizmden kurtuluş doğrultusunda yol gösteren içeriğiyle geçmişten günümüze sınıf mücadelesi alanında yaşam sürdürüyor.
Propaganda ve ajitasyon ayrımı Rus sosyal demokratlarının partileşmeye başladıkları 1890’lı yıllarda cereyan eden teorik tartışmalar propaganda ve ajitasyon ayrımına da ışık tutar. Bu tartışmalar içinde, o yıllarda önde gelen Rus Marksisti olarak tanınan Plehanov’un açılımları önemli bir yere sahiptir. Plehanov’un değerlendirmeleri, devrimci propaganda ve ajitasyon konusunda referans alınacak esaslı bir kalkış noktası niteliğine ulaşmıştır. Buradan hareketle propaganda ve ajitasyon konusunun ayrımına dair sıkça tekrarlanan bir açılım hatırlanabilir. Propagandacı birçok düşünceyi görece az sayıda insana iletir; ajitatör ise az sayıda düşünceyi geniş yığınlara aktarmaya çalışır. Lenin propaganda ve ajitasyon ayrımında Plehanov’un yaklaşımını benimsemiş ve Ne Yapmalı adlı ünlü çalışmasında konuyu daha da açık hale getirmek için örnekleyerek aktarmıştır. Örneğin işsizlik sorununu ele alan bir propagandacı, bunalımların kapitalist niteliğini, modern toplumda bunalımların kaçınılmazlığının nedenini ve sosyalist toplum biçimine geçişin zorunluluğunu vb. açıklayacaktır. Böylece propagandacı birçok düşünceyi birbirleriyle bağlantılı bir bütün oluşturacak şekilde ortaya koymaya çalışacaktır. Ve bu kapsamlı açıklamalar, ajitasyonun geniş hedef kitlesine oranla haliyle daha az sayıda işçi tarafından anlaşılabilecektir. Aynı konu üzerinde konuşan
anda ve Ajitasyon Elif Çağlı
ajitatör ise sorunun son derece çarpıcı ve çok bilinen bir yönünü ele alacak, diyelim işsiz bir işçinin ailesinin açlıktan ölmesine, artan yoksullaşmasına değinecektir. Böylece ajitatör herkesin bildiği bu olgudan yararlanarak daha geniş işçi kitlesinin dikkatini tek ve çarpıcı bir düşünceye, örneğin servet artışıyla yoksulluğun artışı arasındaki çelişkiye ve haksızlığa çekecektir. Ajitatör, kapitalist düzenden kaynaklanan bu çelişkinin kapsamlı bir açıklamasını propagandacıya bırakacak ve üzerinde durduğu bir-iki çarpıcı örnek vasıtasıyla can yakan eşitsizlik ve haksızlıklara karşı kitleler arasında hoşnutsuzluk ve öfke yaratmaya çalışacaktır. İşte bu nedenledir ki, propagandacıda olması gereken özelliklerle ajitatörde olması gereken özellikler farklıdır. Propagandacı genellikle yazı yazarak; ajitatör ise işçi kümelerine doğrudan hitap ederek görevini yerine getirir. Ancak burada “genellikle” vurgusunun altını kalınca çizmeliyiz. Zira belirlenen ayrım noktaları yalnızca devrimci görevlerin farklı yönlerinin kavranmasını kolaylaştırmaya yöneliktir, daha fazlası değil. Nitekim açıktır ki, yüz yüze ve birebir insan kazanma çabasında sözlü propaganda kaçınılmaz olarak büyük önem taşır. Fakat bu propagandacıları (yani örgütçüleri) eğitip besleyecek merkezi yayın faaliyeti (yazılı propaganda malzemesinin merkezi üretimi) olmaksızın da sözlü propaganda daldan dala sohbetlere dönüşebilir. Diğer yandan ajitasyonun da illâ ki sözlü olacağı yolunda bir kural yoktur. Bilinçlenen ve örgütlenen işçiler kapitalist düzene karşı kendi sınıf kitlelerinde öfke ve hoşnutsuzluk yaratmak için, devrimci ajitasyonu sözlü olduğu kadar yazılı biçimler altında da yürütürler. Merkezi yayın organlarına iletilen işçi okur mektupları bunun en güzel ve çarpıcı örneklerini vermektedir. Devrimci mücadele sürecinde çeşitli görevler bazı noktalarda o denli içiçe geçer ya da kesişirler ki, bunların mutlak olarak ayırt edilmesini istemek gerçekten de saçma ve mekanik bir yaklaşım olur. İşin asıl önemli yönü,
devrimci örgütlenme faaliyeti içinde bu faaliyetin çeşitli işlevlerinin kolektif olarak nasıl organize edileceğidir. Bu konuda getirdiği teorik çözümlemeler ve yarattığı örgütsel deneyimle, Lenin, devrimci işçi mücadelesine unutulmaz biçimde yol aldırmıştır. Onun, çeşitli siyasal işlevlerin kolektif sentezi bağlamında merkezi yayın organına verdiği rol çarpıcıdır. Dün olduğu kadar günümüzde de geçerli olan Bolşevik anlayışa göre merkezi yayın organı kolektif örgütçü, propagandacı ve ajitatördür ve öyle de olabilmelidir. Lenin’in değerlendirmesi, ajitasyon-propaganda ve örgütlenme faaliyetinin birbirlerinden yersiz biçimde Çin setleriyle ayrılmak istenmesinin önüne geçer. Ve yaratılan kolektif sentez içinde, bir propagandacının neden aynı zamanda bir örgütçü işlevi yerine getirdiğini de aydınlatır. Devrimci örgütlenmenin kendi iç yasaları vardır ve işçi sınıfının siyasal örgütlülüğünün sağlanabilmesi için öncü işçilerin devrimci fikirler temelinde örgütlenmesi bir zorunluluktur. İşte burada siyasi yayın organının merkezi rolü devreye girmekte ve yazılı propaganda malzemesini üretenler, öncü işçilerin örgütlenmesine doğrudan hizmet etmiş olmaktadırlar. Merkezi yayın organında yer alan çok yönlü teşhirler ve pek çok bölge ve işkolundan gelen işçi mektupları da, yeni işçi halkalarında devrimci mücadeleye karşı ilgi uyandırmaya kolektif biçimde hizmet etmektedir. Devrimci mücadelede pratik eylemin işlevlerinden olan propaganda ve ajitasyon örgütlenmeye yol aldırırken, aynı zamanda işçilere şu ya da bu düzeyde eylem çağrılarını da iletmiş olmaktadır. Devrimci faaliyette propaganda ve ajitasyonun oluşturacağı bütünsellik dışında, “yığınları belirli ve somut bir eyleme çağırmak” biçiminde ifade edilebilecek ayrı bir işlev türü yoktur. Dolayısıyla, propaganda faaliyeti yalnızca bilgilendirir ve ajitasyon faaliyeti ise eylem çağrısı yapar biçiminde mekanik ayrımlara gitmek yanlıştır. Farklı kapsam ve düzeylerdeki eylem çağrıları, bazen teorik incelemeye dayanan bir propaganda broşürünün veya bir
25
Şubat 2014 • sayı: 107
marksist tutum
makalenin tamamlayıcısı olabilir; bazen de ajite edici bir söylevin ya da siyasal bir bildirinin doğal uzantısını teşkil edebilir. Enerjik bir siyasal ajitasyon yapılır yapılmaz ve canlı, çarpıcı teşhirler etkin olur olmaz, yığınların zaten eyleme çağrılmakta olduklarını hatırlatır Lenin. Bu nedenle de siyasal teşhirleri ve siyasal ajitasyonu derinleştirmek, genişletmek ve yetkinleştirmek başlıca devrimci görevler arasında yer alır. Komünistler işçi sınıfının en ivedi iktisadi talepleri için yürütecekleri ajitasyonu, kapitalist düzen karşıtı siyasal ajitasyona bağlamakla yükümlüdürler. İşçi sınıfını yalnızca sendikal mücadele çerçevesinde örgütlenmeye çağıran ekonomizm, işçi hareketini ebediyen kapitalist düzen sınırları içinde kalmaya mahkûm kılan bir niteliğe sahiptir. İşçileri salt sendikal sorunlar çerçevesinde dönüp duran lapa tarzı yavan fabrika bildirileriyle beslemeye kalkışanlar devrimci bir işçi çalışması yürütmemektedirler. Olsa olsa kendi kuyrukçu ve uvriyerist eğilimlerini teşhir etmektedirler; çünkü Bolşevik tarzda işçi çalışması kendisini asla sınıfın iktisadi sorunlarının teşhiri ile sınırlandıramaz. İşçilerin siyasal gerçekleri bilmeye ihtiyacı vardır ve çok yönlü siyasal gerçeklerin teşhiri devrimci siyasal ajitasyonun başlıca biçimidir. Ayrıca, nasıl ki ekonomik alanda işçilerin yaşamını etkileyen tüm sorunlar ekonomik ajitasyon amacı için kullanılabiliyorsa, aynı şekilde politik alanda da akla ve gündeme gelebilecek tüm sorunlar politik ajitasyonun konusu edilebilmelidir. Buradan hareketle ifade edecek olursak, propaganda ve ajitasyon, işçilerin toplumsal yaşamda yüz yüze geldikleri sorunları anlamalarına yardımcı olacak, işçilerin dikkatlerini en önemli sınıfsal ve toplumsal istismarlara çekecek bir yol izleyecektir. İşçiler arasında dayanışma bilincini yalnız ulusal değil uluslararası ölçekte geliştirmeye özen gösterilecektir. Üzerinde büyük bir dikkatle durulması gereken bir başka husus daha vardır. Propaganda ve ajitasyon konularının yalnızca işçi sorunlarıyla sınırlanması işçi sınıfının eğitimini kısır hale getirir. Komünistler, kapitalist sisteme karşı çıkan çeşitli devrimci hareketleri yok saymaz ve bütün ezilen ulusları, zulme uğrayan dinleri, baskı altında tutulan toplumsal kesimleri eşit haklar için verdikleri mücadelede desteklerler. Fakat sorunun bir başka yönünü göz ardı etmek de doğru olmaz. Propaganda ve ajitasyonun işçi sorunlarıyla sınırlandırılmamış geniş bir içeriğe sahip olması gereğiyle, “hedef kitle”nin belirlenmesi sorunu birbirine karıştırılmamalıdır. Mücadelenin yasaları gereğince devrimci çalışma birincil ve esas olarak fabrika ve kent işçilerine yönelmek durumundadır. Anlamlı ve planlı biçimde yol kat edebilmek için, güçleri dağıtmamaya ve devrimci fikirleri öncelikle bunları kabule en hazır ve siyasal bakımdan en gelişmiş işçi kesimlerine taşımaya ağırlık verilmelidir. Fakat fabrika ve kent işçileri arasında kalıcı bir devrimci örgütün yaratılmasının birincil ve en acil görev olarak kabulü, işçi sınıfının öteki katmanlarını ya da diğer ezilen kesimleri,
26
kent yoksullarını, tarım emekçilerini görmezlikten gelmek şeklinde de anlaşılamaz. Komünistler, emekçi halkın tüm kesimleri arasında propaganda ve ajitasyon çalışması yürütülmesi gereğini savunurlar. Ancak bu noktada da ana halkayı, bilinçlenen ve devrimcileşen işçilerin örgütlü etkisinin diğer yoksul halk kesimlerine ulaşacağı gerçeği oluşturur. Lenin örgütlenme sorunlarını ele alan Nereden Başlamalı adlı ünlü makalesinde, nüfusun azıcık olsun siyasal bilince erişmiş olan her kesiminde siyasal teşhir için bir tutku yaratmalıyız der. Ulus çapında teşhirler için gerekli kürsüyü devrimci hareketin merkezi siyasal yayını kuracaktır. İşçilerin fabrika koşullarını dile getiren iktisadi teşhirler nasıl ki fabrika sahiplerine karşı savaş ilânı anlamına geliyorsa, siyasal teşhirler de kapitalist düzene karşı savaş ilanı anlamına gelecektir. Elbette bu ilanın içeriği, içinde bulunulan somut koşullara paralel olarak, devrimci eğitim amacı gütmekten doğrudan eyleme çağırmak gibi değişen bir nitelik taşır. Ne var ki buradan hareketle yanlış bir noktaya savrulmak ve olağan dönemlerde siyasal teşhir ve propaganda faaliyetini işçi devriminin propagandasına bağlamaktan kaçınmak, düpedüz ekonomizm ve reformizme yol açar. Sınıfın devrimci eğitimi ve devrimci örgütün inşası devrimci durumlar patlak verdiğinde bir çırpıda gerçekleştirilebilecek bir iş değildir. Devrimci durumlara hazırlıklı olabilmek için, en zor dönemleri de kapsamak üzere planlı inşa taktiklerinin uygulanması esastır.
Bolşevik tarzın önemi Devrimci propaganda faaliyeti, örgütlenme ve devrimci bilincin geliştirilmesi sorunlarıyla doğrudan bağlantılıdır. Devrimci bilinç sorunu ise, devrimci teorinin üretimi ve bu teorinin canlı ifadeleri olan programatik açılımların ve çeşitli devrimci fikirlerin sınıfa taşınması gibi yönler içerir. Lenin’in açıklığa kavuşturduğu üzere, devrimci teori sendikal mücadele içindeki işçilerin kendiliğinden çabasının ürünü olamaz. Sosyalist siyasal bilinç ancak derin bilimsel bilgi temelinde üretilebilir. Bu bilinç işçilere siyasal bir örgütlülük sayesinde ve sendikal mücadele çerçevesi dışından taşınabilir. Devrimci propaganda, devrimci teorinin ürünleri olan siyasal açılım ve fikirlerin sınıfın öncüsüne ve sınıfın kitlesine taşınmasının yöntem ve araçlarını kapsar. Bu arada eşyanın doğası gereği aşikâr olmalıdır ki, bir siyasal çevrenin kimliğini oluşturacak teorik temeller atılmadan veya bu temellere sahip olunmadan sağlıklı bir devrimci propaganda faaliyeti yürütülemez. Bu nokta aslında büyük bir önem taşır ve devrimci mücadelede amatörlükle kelimenin olumlu anlamında profesyonelliğin ayırt edilmesini de mümkün kılar. Amatörce yaklaşımlar, devrimci sınıf mücadelesinin çeşitli nedenlerle güçsüz düştüğü ve gerilediği dönemlerde yaygınlaşan bir hastalıktır. Bunun en önde gelen belirtilerinden biri de teorinin
sayı: 107 • Şubat 2014
küçümsenmesi ve dar pratikçiliğe tapınılmasıdır. Bolşevik tarz, teorik çalışmaya verilen önem ile pratik devrimci çalışmanın dengeli bileşimi üzerinde yükselir. Vaktiyle Bolşeviklerin örgütlenme çabası içinde hemen her fırsatta teorinin önemine vurgu yapan Lenin, bunun pratik çalışmanın önem ve gereğinin ikincil plana düşürülmesi şeklinde anlaşılmaması için de zorunlu uyarıları yapmıştır. Lenin’in dediği gibi, teorik çalışma olmaksızın ideolojik lider olunamaz. Fakat bu çalışmayı devrimci mücadelenin ihtiyaçlarını karşılamaya yöneltmeden, devrimci teorinin sonuçlarını işçiler arasında yaymaya ve onların devrimci fikirler ekseninde örgütlenmesine yardımcı olmadan da ideolojik lider olunamaz. Aydın çevrelere egemen olan ve mücadelenin pratik boyutundan kopuk, daha ziyade birbirleriyle rekabete, kendi aralarında paslaşmaya ve üstünlük taslamaya odaklanmış bir “teoricilik” merakı ile devrimci mücadele için zorunlu olan devrimci teori üretimi birbirinden tamamen farklıdır. Mekanik aşamalara bölmemek koşuluyla dikkat çekmek gerekirse, devrimci örgütlülüğü inşaya girişebilmek için devrimci teorik temellerin atıldığı bir başlangıç dönemine ihtiyaç vardır. Bu dönem asgari ölçüde geride bırakıldıktan sonra, propaganda-ajitasyon ve örgütlenme biçimindeki pratik devrimci çalışma kaçınılmaz olarak ön plana geçer. Lenin’in titizlikle üzerinde durduğu bu husus Bolşevik tarzın da temel bir özelliğidir. Zaten devrimci pratiğin örgütlenmesine önem verilmediği takdirde, en doğru görünen fikirler bile etkisizleşecek ve son tahlilde bir işe yaramayacaktır. Marx ve Engels’in Kutsal Aile’de değindikleri gibi, fikirler kendi başlarına hiçbir şeyi uygulayamazlar. Fikirleri uygulamak için, belirli bir pratik güce sahip insanlar gerekir. Propaganda ve ajitasyon faaliyetine aydınca veya küçük-burjuvaca yaklaşımlarla Bolşevik tarzda propaganda ve ajitasyon arasında dağlar kadar fark vardır. Lenin’in dediği gibi, şaşaalı sözlerle gösteriş yapmak, sınıfını yitirmiş küçük-burjuva entelektüellerin karakteristiğidir. Böyle bir “huy”a sahip unsurlar örgütlü işçilerin ancak alaylarını hak edebilirler. Komünist
marksist tutum
propagandacı ve ajitatörler, en basit görünen gerçeklerden en karmaşığına dek işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin yaşamını ilgilendiren tüm sorunları onlara sade biçimde ve anlaşılır tarzda açıklayabilmelidirler. Çeyrek aydınların ya da bilgiçliğe özenen küçük-burjuva okumuşların pek de meraklısı oldukları tarzda “lügat parçalama” tutkusu anlaşılmaz bir dil yaratır. Oysa hüner, bildiğini kitlelere berrak biçimde aktarabilmektedir. Marx ve Engels’ten Lenin’e uzanan devrimci damar, propaganda ve örgütlenme konusunda küçük-burjuva anlayışlara vuran pek çok örnekle bezeli bulunuyor. Engels, henüz proletaryanın son derece küçük azınlıklarını kapsayan farklı sosyalist çevreler arasında birbirlerini tüketmeye dayalı bir çekişmenin ve böyle bir “siyasal” faaliyetin sınıfa bir şey kazandırmayacağına dikkat çekmiştir. Onun ifadesiyle, komünistlerin propaganda alanında izleyecekleri doğru taktik, “karşıtımızdan orada burada tek tek kişileri ve üyeleri ayartma taktiği değil, henüz ilgisiz bulunan büyük yığın üzerinde etkili olma” taktiğidir. Yanlış siyasal yaklaşımlarla kafası karıştırılmamış olanlardan kazanılacak tek bir yeni güç, sözde devrimci siyasallaşma adına kafası çorba edilmiş ya da yamultulmuş olanların onlarcasından daha değerlidir. Örgütlenme, propaganda ve ajitasyon konusunda doğru tutum takınabilmenin başlıca koşullarından biri de, devrimci tarihsel geleneğin yıllar içinde ortaya koymuş olduğu kurallara bağlılıktır. Bu kurallar bağlamında öncelikle hatırlanması gereken örneği ise, Lenin önderliğindeki Komünist Enternasyonale katılma koşulları oluşturur. Bir numaralı katılma koşulunda şu hususlara dikkat çekilmektedir: “1. Bütün propaganda ve ajitasyon, gerçekten komünist nitelik taşımalı ve Komünist Enternasyonal programı ile kararlarına uygun düşmelidir. Partinin bütün basın organları, proletarya davasına bağlılıklarını kanıtlamış, güvenilir komünistler tarafından yönetilmelidir.”
Bolşevik tarz, teorik çalışmaya verilen önem ile pratik devrimci çalışmanın dengeli bileşimi üzerinde yükselir. Vaktiyle Bolşeviklerin örgütlenme çabası içinde hemen her fırsatta teorinin önemine vurgu yapan Lenin, bunun pratik çalışmanın önem ve gereğinin ikincil plana düşürülmesi şeklinde anlaşılmaması için de zorunlu uyarıları yapmıştır. Lenin’in dediği gibi, teorik çalışma olmaksızın ideolojik lider olunamaz. Fakat bu çalışmayı devrimci mücadelenin ihtiyaçlarını karşılamaya yöneltmeden, devrimci teorinin sonuçlarını işçiler arasında yaymaya ve onların devrimci fikirler ekseninde örgütlenmesine yardımcı olmadan da ideolojik lider olunamaz. Aydın çevrelere egemen olan ve mücadelenin pratik boyutundan kopuk, daha ziyade birbirleriyle rekabete, kendi aralarında paslaşmaya ve üstünlük taslamaya odaklanmış bir “teoricilik” merakı ile devrimci mücadele için zorunlu olan devrimci teori üretimi birbirinden tamamen farklıdır.
27
Şubat 2014 • sayı: 107
marksist tutum
ları yönlendirerek, uykudakileri uyandırarak, güçsüzleri yüreklendirerek kavganın en önünde yürüdü” demesi boşuna değildir.
Doğru yöntem ve yaklaşımlar
Engels, henüz proletaryanın son derece küçük azınlıklarını kapsayan farklı sosyalist çevreler arasında birbirlerini tüketmeye dayalı bir çekişmenin ve böyle bir “siyasal” faaliyetin sınıfa bir şey kazandırmayacağına dikkat çekmiştir. Onun ifadesiyle, komünistlerin propaganda alanında izleyecekleri doğru taktik, “karşıtımızdan orada burada tek tek kişileri ve üyeleri ayartma taktiği değil, henüz ilgisiz bulunan büyük yığın üzerinde etkili olma” taktiğidir. Yanlış siyasal yaklaşımlarla kafası karıştırılmamış olanlardan kazanılacak tek bir yeni güç, sözde devrimci siyasallaşma adına kafası çorba edilmiş ya da yamultulmuş olanların onlarcasından daha değerlidir.
28
Sınıf mücadelesinin yakıcı ihtiyaçlarına yanıt verebilecek bir çalışma tarzının ve devrimci disiplinin yerleştirilmesi, devrimci proleter mücadelenin her alanında başarının kilit unsurlarını teşkil eder. Adına lâyık bir devrimci örgüt, sınıf mücadelesinin devrimci deneyiminden süzülmüş kurallara gönül rızası ve gönül ferahlığıyla uymayı başaran militan bir kadro birikimi üzerinde yükselebilir. Bu niteliğe ulaşmış kadrolarla, söz konusu kuralları sıkıcı veya gereksiz bulan ve mücadelenin teorik, eğitimsel ve yazınsal yönlerini daha ziyade aydınca bir faaliyet olarak algılayan unsurlar arasında her zaman kapanmaz bir uçurum olacaktır. Tüm tarihsel deneyim de bunu doğrulayan örneklerle doludur. Çeşitli ülkelerde ve tarihin çeşitli kesitlerinde devrimci parti ve örgütsel çevrelerin yaşamından, burjuva düzen kriterleri bakımından son derece parlak addedilen “yıldız”lar kayıp geçmiştir. Fakat mücadelede kalıcı ve anlamlı sonuçlar hep ve her zaman, daha gösterişsiz olsalardahi son derece azimli, çalışkan, disiplinli ve yürekli unsurlar tarafından nice ter dökülerek elde edilebilmiştir. Aynı tarihsel deneyim bize, mücadeleye adanmış devrimci propagandacı ve ajitatörlerin de son tahlilde işte böyleleri arasından çıktığını gösteriyor. Lenin’in 1905 Rus devrim deneyimiyle ilgili olarak, “çalışan sınıfın en sağlam öğeleri, kararsız-
Devrimci propaganda ve ajitasyonda başarı elde edebilmek, uygulanacak yöntem ve yaklaşımlar konusunda ustalaşmayı da gerektiriyor. Bu konular yaşamla ve deneyimle öylesine iç içedir ki, bunlara dair yazılmış hazır reçeteler bulmak hiçbir zaman mümkün olmamıştır ve olmayacaktır da. İnsanları devrimci propaganda ve ajitasyon temelinde dönüşüme uğratabilmek ve devrimci eyleme katabilmek için her şeyden önce hedef kişiler ya da kitle ile canlı bağlar kurmaya ve onları dinleyip anlamaya ihtiyaç vardır. Devrimci mücadele söz konusu olduğunda, propaganda ve ajitasyon, yalnızca bu faaliyeti yürütenler açısından değil muhataplar açısından da aktif katılımı içeren çok canlı ve değişik boyutlara sahiptir. Devrimci ajitasyon, uygun yöntemlerin yerleştirilmesini ve uygun eylem çağrılarının seçimi üzerinde titizlikle durulmasını talep eder. Bu bağlamda da ancak karşılıklı etkileşime açık yaklaşımlar başarı sağlayabilir. Seslenilen işçilerin beklentilerini ve düzeylerini bilmek ve eylem çağrılarını işçi kitlelerini gerçekten harekete geçirecek biçimde yapabilme hünerini sergilemek şarttır. Ajitasyon, işçilerde yalnızca kapitalist düzenin olumsuzluğunun teşhiri temelinde bir duyarlılığın sağlanması noktasında bırakıldığında bu aksak bir yaklaşım olacaktır. Kitlelere, yıkacakları şey kadar yapacakları şey konusunda da fikir vermek gerekir. Sömürü ve baskı koşullarının işçi kitlelerine teşhiri, bu bataklıktan devrimci bir çıkış yolunun mevcut olduğunu anlatan ajitasyonla birleştiğinde onlarda yeni heyecan ve umutlar doğurabilir. Tek yönlü teşhirler ise, onlara zaten bu düzen tarafından aşılanmakta olan karamsarlık ve çıkışsızlık duygusunu büyütür. O halde sınıf mücadelesinin her alanında işçilerde olumlu bir değişim yaratabilmek için, varolan durumu sergileyen negatif ajitasyonun yanı sıra onlara devrimin ruhunu taşıyacak olan pozitif ajitasyon da gereklidir. Somut eylem çağrıları, hedef işçi kitlesinin örgütlenme düzeyini hesaba katan ve onu ilerletmeyi esas alan akılcı yaklaşım-
sayı: 107 • Şubat 2014
larla üretilmelidir. Kitlenin devrimci bilincini geliştirmeyi amaçlayan propaganda amaçlı sloganlarla doğrudan eyleme çağıran sloganlar özenle ayırt edilmelidir ki, somut eylem çağrıları net biçimde kavranabilsin. Her eylem çağrısının o eylemi gerçekleştirecek işçi kitlesinin örgütlülüğüne dayandırılması ve eyleme katılacak işçilere pratik eylem hattı konusunda açık bir fikir verilmesi, kitle içinde çalışma yürüten örgütçülerin ve ajitatörlerin gözlerini dört açacakları hususlardır. Bolşevik tarz, örgütçüsünden ajitatörüne tüm kadroların işçi sınıfının devrimci inisiyatifini geliştirecek tarzda davranış özelliklerine sahip olmasını şart koşar. Devrimci propaganda konusunda da özenli yaklaşımları ifade eden bazı temel kurallar mevcuttur. En başta belirtmek gerekirse, devrimci propaganda faaliyeti okul sıralarında uygulanan motomot ders verme yöntemleriyle asla bağdaşmaz. Propaganda faaliyetini, bir eğitim metnini kuru ve didaktik biçimde karşıdakine aktarma biçiminde algılayıp uygulayan kişiler asla başarılı bir propagandacı olamazlar. Doğru fikirler ancak başarılı bir propagandacının elinde canlı, yaşayan, ilgi uyandıran ve hedef kitleyi devrimci tarzda esinlendirip onların görüş ufkunu açan bir araca dönüşebilir. Başarısız bir propagandacının “marifetiyle” ise pekâlâ bir ölü fikirler kalıbına, ruhsuz cümlelere ve sıkıcı bir vaaza dönüştürülebilir. Yaşamın gerçek görünümlerine dikkat edilecek olursa, aralarında çalışma yürütülen sınıf unsurlarının sempatisini kazanabilen örgütçülerin empati yapmayı becerebilen unsurlar olduğu görülecektir. Kısacası her şey karşıtıyla vardır ve karşıtıyla birlikte düşünülmelidir. Hayatın her alanında olduğu gibi, devrimci örgütlenme, propaganda ve ajitasyon çalışmalarına da diyalektik tarzda yaklaşmak zorunludur. Hedef kitlenin durumunu, düzeyini ve burjuva düzence uğratıldığı çarpılmaları göz ardı edip yalnızca tek tipte kurgulanmış birtakım gerçekleri açıklamaya odaklanmak asla iyi bir propaganda yürütüldüğü anlamına gelmeyecektir. İnsan kazanmada birebir ilişki, sözlü iletişim belirleyici yere sahiptir ve bu nedenle de elde edilecek sonuçta propagandacının sahip olduğu özellikler ve izlediği yöntem doğrudan rol oynar. Merkezi düzeyde en doğru ve çarpıcı biçimde ifade edilmiş bir propaganda malzemesi bile, kötü bir propagandacının elinde bir işe yaramayabilir. Propagandacı karşısındakini dinleyip anlamaya özen sarf etmeden, propaganda malzemesini motomot biçimde karşısındakine aktarmaya odaklanırsa sonuç hüsran olur. Çarpıtılmış bilinçleri doğrultabilmek için, öncelikle insanların zihninin içindeki yanlışları bilmek ve öğrenmek elzemdir. İlişkiye geçilen insanları konuşturup yanlışlarını onlarla birlikte su yüzeyine çıkarmak ve çürütmek propagandada büyük önem taşır. Bu faaliyet alanlarında başarı elde edenler, dışa dönük olmak ve karşısındaki kişilerin özelliklerini yakından bilip anlamaya özen sarf etmek gibi meziyetlere sahiptirler. Dünyanın merkezine
marksist tutum
kendisini koyan ve daima kendisiyle meşgul kişilik özelliklerine sahip olan insanlar iyi örgütçü ve propagandacı olamazlar. Bunun yanı sıra, iyi bir propagandacı doğrular konusunda karşısındakileri ikna edebilecek bilgi donanımına, onların sempati ve güvenini kazanacak içten ve dürüst bir tutuma sahip olabilmelidir. Bu özellikler bir ölçüde doğal biçimde edinilmiş bazı olumlu kişilik vasıflarıyla ilgilidir. Ama büyük ölçüde de sınıf tavrıyla ve iyi bir devrimci düzeyine yükselebilmek için gösterilecek kolektif ve kişisel çabayla alâkalıdır. Örneğin karşısındakini ikna gücü, doğru bir teorik temel ve sağlam bir bilgi donanımı üzerinde yükseldiğinde devrimci bir anlam ifade edebilir. Buna ulaşabilmek ise merkezi düzeyde atılan devrimci teorik temellerin iyice öğrenilmesine, propagandacı ve örgütçülerin planlı bir kolektif çalışma ve de kişisel çaba sayesinde bilgi donanımlarını artırıp pekiştirmelerine bağlıdır. Devrimci bilgi ve devrimci deneyim gibi özellikleri hiç kimse anasının karnından doğarken edinmiş değildir. Bu gibi özellikler, proleter mücadeleye yürekten inanan, tembellikten nefret eden ve kendini dönüştürmek için ter akıtmayı göze alan unsurlar tarafından edinilebilir ancak. Devrimci propagandacı yaptığı işi ve karşısındaki insanı ciddiye alır. Her zaman yüz yüze bulunduğu hedef kitle ve kişilerin durumunu, buradan türeyen farklılıkları hesaba katar. İnsanı dönüştürebilmenin devrimci inanç ve bilgiden kaynaklanan bir enerji yayılımı gerektirdiğini unutmaksızın, her seferinde propaganda konusuna önceden titizlikle hazırlanır. Devrimci propagandacı ve örgütçünün, karşısındaki işçilerin bilgisizliğine güvenip sıradan açıklama ve sohbetlerle durumu idare etmeyi marifet bilen küçük-burjuva solcularla en ufak bir benzerliği olamaz ve olmamalıdır. Devrimci sıfatını alınlarının akı ve bileklerinin gücüyle hak eden kadrolar, propaganda yürütecekleri konularda gerekli bilgiyi tazeleme ve cepten
29
marksist tutum
yeme durumuna düşmeme konusunda titiz ve güvenilir insanlardır. İşin aslına bakılacak olursa, bu gibi özelliklere sahip kadrolar çeşitli düzeylerdeki işçi çevrelerini cezbedecek bir devrimci ışıltı yayarlar. Bilinmesi gerekir ki, hemen her konuda son derece yüzeysel ve kulaktan dolma bilgi ile idare etmeyi yaşam düsturu edinmiş kişiler, yılların ilerlemesine rağmen devrimci bilgi, görgü ve deneyimlerini bir türlü geliştiremeyeceklerdir. Yaşam boşluk tanımaz ve böyleleri kendilerinde olmayan hasletler nedeniyle ortaya çıkan boşluğu, karşısındakine şirin görünme maskaralığı veya nabza göre şerbet verme uzlaşmacılığı ile doldurup günü idare etmeye çalışırlar. Bu tür unsurlar kısa vadede işler yolunda gidiyormuş izlenimi vermeyi başarsalar da, orta ve uzun vadede devrimci bir çevrenin bu gibi “kadrolar” nedeniyle büyük kayıplara uğrayacağı açıktır. Münferit yaklaşımlar her ne olursa olsun, genelde işçiler işini ciddiye alıp konusuna iyi hazırlananları ayırt etmeyi başarır ve takdir ederler. Kendi tembellikleri ve yetersizlikleri nedeniyle işçileri sade suya tirit bilgi kırıntıları ile beslemeye kalkışanlar ise, hem kazanılması istenen kişileri geriletir hem de devrimci çevrenin merkezi birikim ve deneyim düzeyini lekelerler. Devrimci teoriye ve yeterli bilgi birikimine dayanmayan propaganda, içlerinde çalışma yürütülen işçi çevrelerinde devrimci mücadelenin tamamen yanlış algılanmasına ve buradan türeyen çarpılmalara neden olur. Devrimci teoriye önem vermeyen ve çeşitli tipte çalışmalarda enerjik ve güvenilir bir tutum sergilemeyenler, sözüm ona bir siyasallaşma adına işçileri de yozlaşma ve düzeysizliğe sürüklerler. İşçi sınıfının devrimci örgütlenmesinde yakıcı biçimde rol oynayacak diğer bir faktör ise, boşa geçirilmeyen zamana dayanan ve sistemli çalışmalarla örülen sabır faktörüdür. Bolşevik propaganda ve örgütlenme tarzı, planlı ilişki, kararlı iletişim ve sabırlı yaklaşım gibi öğeleri içerir. Olumlu tarihsel örnekler incelendiğinde görülecektir ki, Bolşevik propagandacılar farklı çevrelerden işçileri, onların düzeylerini ayırt etme, psikolojilerini bilme ve neyi, ne zaman, ne kadar anlatacaklarını önceden hesaplayarak ilerleme temelinde kazanmışlardır. Devrimci örgütlülüğün inşası yolunda sarf edilecek planlı çabalar ve işçilere sabırla yaklaşım kuşkusuz zaman alacak ve özenli bir emek sarfını gerektirecektir. Ama hedefe başarıyla ilerlemenin de başka bir yolu yoktur ve bu uğurda sarf edilen zaman ve emek asla boşa gitmeyecektir. Çünkü devrimci bir program temelinde örülecek komünist birlik, çok bildiğini sanan bir avuç aydının birliği değildir; sabır ve özenle zahmetli biçimde devrimci dönüşüme uğratılan işçilerin birliğidir. Planlanmış bir faaliyet temelinde insanların dönüşümü için onlara zaman tanımak ve bu konuda sabırlı davranmak devrimci propagandanın gerçekten de önde gelen özellikleri arasında yer alır. En doğrusu, en haklısı ve en çarpıcısı bile olsa, sabırlı ve uzun soluklu bir örgütsel anlayışla birleşmediği sürece hiçbir fikir kendi başına muci-
30
Şubat 2014 • sayı: 107
zeler yaratamaz. Devrimci mücadeleye kazanılmak istenen işçiler, örgütlenme ve propaganda çalışması yürüten kadroların her ağzından çıkanı bir çırpıda kabullenecek ya da kavrayacak değillerdir. Daha işin başında ve en ufak bir direnç ya da karşı koyuşla karşılaştıklarında hedef kitleye sırtını dönen kadrolar asla iyi propagandacı ve örgütçü olamayacaklardır. Ancak, karşısındakine zaman tanıyacak sabra sahip olan ve iletişim içinde olduğu insana güven vererek onu devrimci fikirlere yaklaştırmayı beceren propagandacılar örgütlü yapıya ciddi katkılarda bulunabilirler. İnsanlar düzensiz ilişkiler temelinde de hiçbir yere kazanılamazlar. Bu konuda ancak sistematik yaklaşım tarzı verim sağlayabilir. Uzun veya düzensiz aralıklarla yürütülen ilişkilerde eksikliği bombardıman usulü propagandayla kapatamazsınız. Böyle bir tarz yarardan çok zarar getirir. O nedenle, yeni işçi bağlarının kurulması kadar kurulan işçi bağlarının takibi ve geliştirilmesi de Bolşevik tarzın ayırt edici unsurları arasındadır. Gelişigüzel ilişkiler kuran veya kurulan ilişkilerin pekiştirilmesi konusunda gereken enerji ve disiplini göstermeyen ya da çevreye kazanılan işçileri dönüştürmek adına ilişkilere bir çırpıda aşırı yüklenip gereksiz kopmalara neden olan tarz “öğrenci tarzı”dır. Bolşevik prensipleri savunan bir örgütsel yapılanmada bu tarza yer olamaz, olmamalıdır. Propaganda konusunda kişilerin sahip olması gereken kimi temel özelliklerin yanı sıra, yöntemsel olarak uyulması gereken bazı genel hususlar da bulunuyor. Örneğin, işçilerin zihnine burjuva düzen tarafından yerleştirilmiş yanlışların yıkılması ve yerine doğruların yerleştirilebilmesi, uygun eğitim tekniklerinin kullanımını gerektiriyor. Doğruların bir kez aktarılmasıyla insanların bunu içselleştirebileceğini ummak saflık olur. Yeni bir konunun öğrenilmesinde tekrar her zaman başrole sahiptir. Bu nedenle, merkezi düzeyde üretilmiş olan devrimci fikir ve belgelerin tekrarı asla ihmal edilemez. Daha önce üretilmiş teorik malzemelerin önemli yönlerini uygun biçim ve dilde tekrar etmeyi başaramayan bir yayın politikası devrimci propaganda amacına doğru biçimde hizmet edemez. Nihayet toparlayarak vurgulayalım ki, tüm propaganda, ajitasyon ve örgütlenme çalışmasını güdüleyen esas prensip, işçi sınıfının kurtuluşunun ancak kendi eseri olabileceğine duyulan inanç ve güven olmalı. Devrimci ajitasyon, propaganda ve örgütlenmede işçi kitlesine güven telkin etmek kadar, onlara kendi eylemleri temelinde kendilerine güven kazandırılabilmeli. İşçilerin pasiflikten sıyrılması ve kurtuluşu başkalarından beklemeksizin aktif ve örgütlü biçimde harekete geçmeleri sağlanabilmeli. Devrimci mücadele sınıf içinde bu anlayışla çalışacak öncülerden yalnızca boş zamanlarını değil, bu soylu amaca adanmış bütünsel bir yaşamı ve mücadeleyle uyumlu bir yaşam tarzını talep ediyor. Aralık 2007 tarihli bu yazı www.marksist.com sitesinden alınmıştır
Otoriterleşen İktidarın “Baş Belâsı” İnternet Serhat Koldaş
H
ükümet 17 Aralık operasyonlarının yarattığı politik krizi aşmak üzere otoriterleşme yönünde adımlar atmaya devam ediyor. Yargı ve emniyete yönelik operasyonlarla iktidar kavgasını kendi lehine çözmeye çalışan AKP, art arda patlatılan yolsuzluk dosyalarının ve kirli ilişkileri deşifre eden ses kayıtlarının internette dolaşmasını önlemenin de yollarını döşüyor. AKP’li bir grup milletvekili, yaşamın pek çok alanını ilgilendirecek yeni düzenlemeler içeren 70 maddelik kanun teklifini TBMM’ye sundu. Yeni Torba Yasa teklifinin en çok tartışılan kısmını, internet sansürünü daha da ağırlaştıran14 madde oluşturuyor. İnternet erişiminin kısıtlanması ve daha sıkı kontrol altına alınması amacıyla yapılacak düzenlemelere göre öncelikle Erişim Sağlayıcıları Birliği (ESB) kurulacak. ESB internette “sakıncalı” kabul edilen içeriklere erişimi en geç 4 saat içerisinde engellemekle görevli olacak. İnternette bir içeriğin “sakıncalı” kabul edilerek sansürlenmesi için mahkeme kararına ya da savcılık talimatına gerek bile duyulmayacak. Ulaştırma Bakanı’nın veya ESB Başkanı’nın kararıyla, internette “sakıncalı” kabul edilen içeriklere erişim, “gecikmesinde sakınca var” denilerek derhal engellenecek. Yani internette sansür artık jet hızıyla gerçekleşebilecek. Türkiye devleti internet sansürüne yeni başlamadı. 2007 yılında yürürlüğe giren 5651 sayılı “İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun”un internete getirdiği kısıtlamalar zaten eleştiri konusuydu. Hatta bu kanun 2009 yılı sonunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşınmış, kanun 2012 yılında AİHM tarafından “ifade özgürlüğüne aykırı” bulunmuş, kanunun uygulanmasının insan haklarını ihlal ettiği kararına varılmıştı. İnternet kafelere filtre kullanma
zorunluluğu getiren düzenleme, yasak olmayan sitelerin bile sansürlenmesini sağlıyor. Polis, denetim yaptığı internet kafelere binlerce sitenin adresini veriyor; site adresleri filtrelere ekletilerek kafelerden bu sitelere erişimin fiilen engellenmesi sağlanıyor. Örneğin İnsan Hakları Derneği, Savaş Karşıtları, Grup Yorum, Azadiya Welat, Atılım, Alınteri, Marksist Tutum gibi siteler internet kafelerdeki fiili sansüre takılıyor. Hükümet 2007’de çıkardığı internet sansürü yasasıyla da yetinmemiş, 2011 yılında tüm internet kullanıcılarını filtre kullanmak zorunda bırakmaya da kalkışmıştı. Her internet kullanıcısı “aile”, “çocuk”, “yurtiçi” ve “standart” adlı filtrelerden birini seçmek zorunda bırakılacaktı. Bu filtrelerin hangi internet sitelerine girmemize izin vereceğini Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurulu (BTK) belirleyecek, BTK’dan şifre ve kullanıcı kodu almayanlar internete giremeyecekti. Bu kod internet kullanıcısının internetteki TC kimlik numarası olacaktı. Yani internet kullanıcıları sadece devletin onay verdiği sitelere girebilecek ve kullanıcının sanal alemde attığı her adımdan sorumlu hale gelecekti. Ayrıca herkesin kimlik bilgisiyle ziyaret ettiği siteler, kullanıcıların fişlenmesini de sağlayacaktı. Kamuoyunda gelişen tepkiler ve internete özgürlük kampanyaları üzerine hükümet, filtre zorunluluğunun kapsamını sınırlandırmak zorunda kalmıştı. Son hazırlanan ve Torba Yasaya dahil edilen 14 madde ise geniş kapsamlı bir internet sansürünün hayata geçirilmesini hedefliyor. Hükümetin yolsuzlukları başta olmak üzere düzenin türlü pisliklerinin ortaya döküldüğü ve internet ortamından hızla yayıldığı bir dönemde “Özel Hayatın Gizliliği” bahanesiyle mahkeme kararı bile olmaksızın “sakıncalı” içeriğe erişimin engellenmesi gündeme getirilmiştir. Yani “zamanlama manidar”dır! Kanuna göre internet sitelerine yer
31
marksist tutum
sağlayan “host” firmaları, BTK’nın veya Ulaştırma Bakanlığı’nın emriyle içeriği derhal engellemek zorunda olacaklar. Ayrıca web sitelerinin trafik bilgilerini yani kimin ziyaret ettiği, ne kadar kaldığı, internette ne paylaştığı bilgisini 2 yıl saklamakla yükümlü olacaklar. Bu firmalar, hükümetin “suç” saydığı bilgilere erişenlerin kayıtlarını tutmakla yükümlü tutulacak. Getirilmek istenen bu yükümlülükler, insanların fişlenmesinin yasal hale getirilmesidir. “Host” firmaları bu yükümlülüklerini yerine getirmezse, 15 bin liraya kadar idari para cezası ve 3 gün ticari faaliyetlerinin durdurulmasıyla cezalandırılacaklar. Egemenler kendileri için mal, sermaye ve bilgi akışını kolaylaştıran, sermayenin çarklarını daha hızlı döndürecek bu küresel ağı, yani interneti büyük bir coşkuyla bağırlarına basmışlardı. Hükümetler interneti “iletişim özgürlüğü”, “bilgi çağı” söylemleri eşliğinde yüceltmişlerdi. Egemenler başlangıçta, hoşlarına gitmeyecek bilgilerin internette dolaşmasını da sineye çekmek zorunda kalıyorlardı. Ancak burjuvazinin çeşitli kesimlerinden gelen uyarı ve itirazlar üzerine “özgür iletişim”in sınırlarını çizme çabaları baş gösterdi. 2007’den bu yana TC hükümetlerinin internetle ilgili atmaya çalıştığı her adım, sansürü sıkılaştırmayı amaçlamıştır. Gezi direnişi sırasında hükümet, sosyal medyanın “baş belâsı” olduğunu ilan etmişti. AKP, 17 Aralık sonrası şiddetlenen egemenler arası iktidar kavgasının yarattığı politik krizi fırsata çevirerek, her türlü muhalefeti engelleme, bilgi akışını kontrol altına alma yöntemleri üzerine çalışıyor. Geleneksel medya araçları büyük ölçüde hükümetin kontrolü altındadır. Yasadışı yollardan elde edilen-sızdırılan, “devlet sırrı” addedilen verilerin geleneksel medya araçları üzerinden servis edilmesi, ağır yaptırımlarla engellenebiliyor. Oysa bu verilerin önce internetten servis edilmesi durumunda, geleneksel medyanın yayılan bu verileri haber yapması engellenemiyor. İnternet yasası değişikliği ile HSYK yasası değişikliğinin aynı zamana denk gelmesi de elbette tesadüf değildir. AKP yıllardır birlikte yürüdüğü Cemaatin elinde kendisini daha da zor durumlara düşürebilecek bilgi ve belgelerin
32
Şubat 2014 • sayı: 107
varlığından korkuyor. Bu korkusu hiç de boş bir korku değildir. Kendisine yargı ve Emniyet’ten yönelebilecek soruşturma ve operasyon tehditlerini sürgünlerle bertaraf etmeye çalışan hükümet, kendi pisliklerini ortaya dökecek bilgi ve belgelerin internete servis edilmesi ve hızla yayılması tehlikesine karşı önlem almaya çalışıyor. Türkiye’de internet abonesi sayısı 10 milyona yaklaşmış durumda. Mobil telefonlardan internete ulaşanların sayısı ise 25 milyona varıyor. İnternet kullanımı günden güne genişlerken internet yasaklarının kapsamı da genişletiliyor. 2010 yılında 1667 olan yasak internet sitesi sayısı, 2012 yılında 8409’a yükseldi. 2013 yılı sonu itibarıyla erişimi engellenen site sayısı 35 bini aşmış durumdadır. Engelleme kararlarının yüzde 90’ı Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB) tarafından verildi. Web sitesi yurtdışından yayın yapıyorsa, TİB mahkeme kararı olmaksızın sitelere erişimi engelleyebiliyor. Mahkeme kararıyla kapatılan site sayısı ise sadece yüzde 5’lik bir kısmı oluşturuyor. Türkiye internet yasakları açısından istatistiklerde üst sıralarda yer alıyor. Çin, İran, Kazakistan, Kuzey Kore, Suudi Arabistan gibi katı siyasi sansür uygulayan ülkelerin tamamında otoriter rejimler hüküm sürüyor. Türkiye halen “kısmen özgür” ülkeler arasında sayılıyor. Ancak özgür bırakılan kısım giderek daralıyor. Arama motoru Google, TC hükümetinin kendisinden içerik çıkarma taleplerinin, 2013 yılında yüzde 966 oranında arttığını açıklıyor. Kısacası egemenler, internette hangi bilgilere, hangi verilere ulaşıp ulaşmayacağımızı kontrol etmek istiyor. Cep telefonlarının dinlendiği ve arşivlendiği biliniyor. GSM operatörleri abonelerinin iletişim verilerini 5 yıl süreyle saklıyor. Daha da ötesi, insanlar, internette girdikleri sitelere göre, eriştikleri bilgilere göre, internette paylaştıkları siyasi fikirlerine ve eğilimlerine göre de fişleniyor. Yeni yasal düzenleme işte bu yasadışı fişlemenin yasal zeminini döşemeye çalışıyor. Çıkarılacak bu tür yasalarla insanların internet ortamında da üzerlerinde baskı hissetmeleri amaçlanıyor. Yönetenler kendi pisliklerini “özel hayat” ve “devlet sırrı” gibi bahanelerle örtmeye çalışıyor. İnsanların hangi web sitelerini ziyaret edeceğine, sanal ortamda arkadaşlarıyla ne konuşacağına müdahale edilmesi, devletin insanların özel hayatına burnunu sokmasıdır. Egemenlerin “devlet sırrı” dedikleri ise halktan gizlenmeye çalışılan gerçeklerdir. Ancak kapitalizm öyle çok pislik üretiyor ki ne internet yasakları, ne fişlemeler, ne dinlemeler, ne de insanların üzerinde daha yoğun hissettirilmeye çalışılan baskı, kapitalizmin pisliklerini gizlemeye yetmeyecektir.
Küresel Kriz Sürüyor, İşsizlik Artıyor Hakan Sönmez
İ
şsizlik kapitalizmin sürekli ürettiği bir olgu olduğu gibi ekonomik krizlerin de temel göstergelerindendir. Bugün kapitalizm 1929 yılında yaşadığı büyük ekonomik buhranı da aşan bir tarihsel kriz içindedir. Artan işsizlik ve yoksulluğun boyutu da bunu çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Ancak burjuvazi, emperyalist kurumları eliyle, kapitalizmin içinde bulunduğu bu tarihsel krizin kolayına aşılabileceği izlenimi yaratmaktadır. Dünya Bankası, tıpkı geçen yıl olduğu gibi bu yıl başında da, krizin sona erdiği ve belirgin bir ekonomik büyümenin başlayacağı tahminlerinde bulundu. Dünya Bankası’nın yayınladığı raporda, küresel ekonominin %2,4, uzun süredir durgunluk içindeki ABD ekonomisinin ise %2,8 oranında büyümesi öngörülüyor. Raporda Türkiye de 2014’te büyüme artışının beklendiği ülkeler arasında yer alıyor. 2013’te %3,6 büyüyen Türkiye ekonomisinin, 2014’te %4,5 ve 2015’te %4,7’lik bir büyüme seyri içinde olacağı tahmin ediliyor. Aynı raporda, en yüksek büyüme oranlarına sahip Çin ekonomisinin de 2014 yılında %7,7 büyüyerek büyüme hızını koruyacağı vurgulanıyor. Dünya Bankası raporunda gelişmiş ülkelerin ekonomik büyümesinde olumlu tahminlerde bulunulurken, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin depresyonda olduğu belirtiliyor. Dünya Bankası’nın yaptığı bu olumlu tahminler kapitalizmin krizden çıkacağı anlamına gelmiyor. Açıklanan bütün bu büyüme oranlarına rağmen küresel krizin en
büyük göstergelerinden biri olan kitlesel işsizlikte dikkate değer bir düşüş söz konusu değildir. Tam tersine dünyada ve Türkiye’de işsizlik ve buna bağlı olarak yoksulluk artmaya devam ediyor. Dünya Çalışma Örgütü (ILO), işsizlik oranlarına ilişkin bir rapor yayınladı. Raporda AB ülkelerinde ve gelişmiş ülkelerde 2013’te istihdamda herhangi bir artışın söz konusu olmadığı, 2013’te 5 milyon yeni işsizin işsizler ordusuna katıldığı belirtiliyor. ILO’nun açıkladığı tabloya göre, dünyada işsiz sayısı 202 milyona ulaşmış durumda ve bu sayının 2018’e kadar 13 milyon artarak 215 milyona ulaşacağı tahmin ediliyor. Ayrıca 1524 yaş arası genç nüfusta işsiz sayısı 80 milyonu aşıyor. Söz konusu raporda, 375 milyon çalışan işçinin günde yalnızca 1,25 dolarla geçinmeye çalışmak zorunda kaldıkları verisi de yer alıyor. Başta Avrupa ülkelerinde olmak üzere bütün dünyada genç nüfusta işsizlik oranlarının, genel işsizlik oranlarına göre çok yüksek oluşu, kapitalizmin yaşadığı derin krizin sonuçlarından biridir. Çünkü kapitalistler çalışabilir genç nüfus için yeni istihdam alanları yaratamamaktadırlar. Bugün 15-24 yaş aralığındaki işçilerde işsizlik oranı Yunanistan’da %58 ile rekor seviyeye çıkarken, İspanya %55’e, Portekiz’de ise %40’a ulaşıyor. Ekonomileri bu ülkelere göre daha güçlü olan, emperyalist piramitte başı çeken ülkelerde ise bu oran Fransa’da %25, İngiltere’de %21, ABD ise %16’dır. Gelişmemiş ülkelerde ise durum içler acısıdır. Örneğin genel işsizlik oranları Kongo’da
33
marksist tutum
%50, Haiti ve Bosna Hersek’te %44’dür. Genç nüfusta ise bu oranların çok daha yüksek olduğu düşünüldüğünde nasıl bir yoksulluk ve sefaletin olduğu ortadadır.
Türkiye’de işsizlik oranları Tüm dünyada işsizlik oranları artarken, dünya kapitalist sisteminin bir parçası olan Türkiye’de de durum farklı değildir. 2013 yılı başında işsizlik oranlarını açıklayan TÜİK, çeşitli hilelerle gerçek oranları olduğundan çok daha düşük göstermişti. AKP hükümeti de yaptığı açıklamalarla bir taraftan işsizlik korkusunu dile getirmiş, diğer taraftan da TÜİK’in yayınladığı sahte rakamları gerçekçi çıkarmaya çalışmıştı. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik ise, “işsizlik yok, iş beğenmeme var, işçiler iş bulamıyorum dememeli” diyerek işsizliğin varlığını bile reddetme yüzsüzlüğü göstermişti. Burjuvazi birtakım hilelerle gerçek işsizlik oranını düşük gösteriyor. İş arama kanallarını üç ay kullanmayanlar, iş arama umudunu yitirenler, geçici ve part-time işlerde çalışanlar, tarımda çalışan gizli işsizler, ev kadınları vb. işsizlik oranlarına dahil edilmediği için işsizlik oranları gerçekte var olandan çok daha düşük çıkıyor. TUİK’in bu yöntemleri kullanarak açıkladığı Ekim ayı verilerine göre işsizlik önceki yılın aynı ayına göre 0,6 puan artarak %9,7’ye yükseldi. Bu da 202 bin kişinin işsizler ordusuna katıldığı anlamına geliyor. Yine TÜİK rakamlarına göre tarım dışı işsizlik artarak %11,9 olurken 15-24 yaş grubu genç işsizlik oranı 1,2 puanlık artışla %19,3’e yükseldi. Devletin resmi kurumu TÜİK bile her türlü hileli hesaplamaya rağmen işsizlik oranlarındaki artışı gizleyememektedir. Ne var ki, gerçek rakamlar da sürekli hasıraltı edilmektedir. Bu nedenle de sendikaların yayınladıkları işsizlik verileri ile TÜİK’in açıkladığı rakamlar arasında
34
Şubat 2014 • sayı: 107
her daim belirgin bir fark çıkmaktadır. Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Enstitüsü’nün (DİSK-AR) açıkladığı rapora göre, umudu olmadığı halde veya çeşitli nedenlerden dolayı üç aydır iş arama kanallarını kullanmayan ve bu nedenden dolayı işsiz sayılmayanlar dahil edildiğinde ortaya çıkan işsizlik oranı %15,5’tir. Bu da 4 milyon 698 bin kişinin işsiz olduğu anlamına gelmektedir. Gizli işsiz olan ve eksik istihdam edilenler de eklendiğinde, işsizlik oranı %18,6’a, işsiz sayısı ise 5 milyon 644 bine çıkmaktadır. Bir yıllık süre zarfında yeni istihdam edilen işçi sayısı yalnızca 139 bindir. Bunun yanı sıra, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de işsizlik oranları kadın ve genç nüfusta yaklaşık iki kat fazladır. DİSK-AR’ın raporuna göre, kadınlar için geniş tanımlı işsizlik oranı %28, gençlerde ise %24’tür. Ayrıca şehirlere göre de işsizlik oranları farklılık göstermekte ve bazı bölgelerde oldukça yüksek çıkmaktadır. Örneğin Mardin, Batman, Şırnak ve Siirt’te işsizlik oranı %34 civarındadır. Ancak sanayinin ve nüfusun yoğun olduğu büyük kentlerde de bu oran düşük olmayıp, İstanbul’da %13,4, İzmir’de %19,2 Adana ve Mersin’de %20, Kocaeli, Sakarya ve Düzce’de yüzde 12,2 düzeyindedir. Sendikaların yayınlamış olduğu işsizlik oranlarını daha fazla ayrıntılandırmak mümkün. Ancak bu kadarı bile kapitalizmin işsizliğe ve yoksulluğa asla çare olamayacağını ve gerçekleri birtakım istatistik oyunlarıyla değiştiremeyeceğini göstermeye yeter.
İşsizlik kapitalizmin doğasından kaynaklanır Burjuvazi işsizliğin gerçekte kapitalizmin işleyişinden kaynaklandığını gizlemek için, bu olguyu her daim, nüfus artışı, eğitimsizlik vb. sebeplerle açıklamaya çalışmıştır. Oysa işsizliğin nedeni bizzat kapitalizmdir: “Kapitalistler kârlarını arttırmak için emek verimliliğini arttırmak, makineleri daha da yetkinleştirmek isterler. Makinelerin yetkinleşmesi ve emek üretkenliğinin artmasıyla, eskiden iki işçinin yapabildiği işi artık yenilenen teknolojiyle bir işçi tek başına yapabilir hale gelir. Yani kapitalist aynı zaman diliminde çok daha az işçiyle aynı miktarda ürünü üretmeye devam eder. Bunun anlamı giderek büyüyen bir işsizler ordusu ve işsizliğin kronik hale gelmesidir. Böylece sınıfsız bir toplum kurulmasının kaldıracı olacak olan emek üretkenliğindeki artış, kapitalizmde işgücünün yoğun sömürüsünün, milyonların işsiz, aç ve yoksul kalma-
sayı: 107 • Şubat 2014
sının araçlarına dönüşür, iktisadi krizlerin yolunu döşer. Emek üretkenliğinin artması nedeniyle işsizliğin büyümesi kapitalizmin kaçınılmaz bir sonucudur. Bunun yanı sıra, kapitalist, işgününün uzatılması ve iş temposunun yoğunlaştırılması sayesinde üretim sürecinde daha az işçiye ihtiyaç duyar ve böylece işsizler ordusu bu yolla da büyümeye devam eder. Kuşkusuz bunlar sınıf mücadelesinin düzeyine ve sınıfsal güç dengelerine bağlı olarak belirlense de, kapitalistlerin her daim hâkim kılmak istediği şeydir. Bu saldırılar kriz dönemlerinde daha da tırmandırılır ve işsizler ordusu alabildiğine büyür. Kapitalistlerin çalışan işçiler üzerinde bir kamçı olarak kullandığı işsizlik, kriz dönemlerinde işçilerin sırtında çok daha şiddetli şaklamaya başlar. Sosyal haklar gasp edilir, ücretler düşürülür, işgünü uzatılır ve iş temposu alabildiğine yoğunlaştırılır.” (Utku Kızılok, Genç Nüfusta İşsizlik Artıyor, Burjuvazi Korkuyor!, MT, Haziran 2010) Dünya Bankasının bazı ülkeler için güçlü büyüme tahminlerinde bulunması, o ülkelerde daha fazla işçinin istihdam edildiği yanılsamasına yol açmamalıdır. Türkiye’nin de içinde bulunduğu birtakım ülkelerin ekonomisi kriz koşullarında dahi büyüyebilmektedir. Bu koşullardaki büyüme, işçi sınıfının örgütsüzleştirilmesi, ücretlerin düşürülmesi, iş saatlerinin uzatılması, katliam düzeyinde iş kazalarının yaşanması pahasına sağlanmaktadır. Ancak bunun da bir sınırı vardır, ağır yaşam koşulları, kitlesel işsizlik ve beraberinde getirdiği yoksulluk, eninde sonunda toplumsal patlamalara yol açacaktır. Yakın dönemde Kuzey Afrika’da yaşanan halk ayaklanmaları tam da bu derin çelişkilerin bir sonucudur. Krizle birlikte artan işsizlik ve yoksulluk sonucunda başta Kuzey Afrika ülkelerinde olmak üzere birçok ülkede kitlesel ayaklanmalar baş gösterdi. 2010 yılı sonunda Tunus’ta başlayan isyan kısa sürede Mısır, Cezayir, Yemen, Umman, Libya ve Suriye’ye sıçramıştır. Özellikle Mısır’da yaşanan halk isyanı uzun süre sıcaklığını korumuştur. Ne var ki devrimci bir önderliğin
marksist tutum
olmadığı koşullarda kitleler mevcut burjuva odakların peşinden sürüklenmek durumunda kalmışlardır. Krizle birlikte artan işsizlik ve yoksulluk, AB ülkelerinde de sınıf hareketinin yükselmesine yol açmıştır. Başta Yunanistan olmak üzere İspanya, Portekiz, İngiltere ve Fransa olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde kitlesel işçi eylemleri yaşanmaya devam etmektedir. Bu yüzden burjuvazinin kurumları ve temsilcileri her türlü yalan dolana başvurmak suretiyle ekonomik krizden çıkıldığı, işlerin düzelmeye başladığı izlenimini yaratmaya, böylelikle de işçi sınıfının öfkesini dizginlemeye çalışmaktadırlar.
İşçi sınıfının devrimci mücadelesini yükseltelim! Burjuvazi ne derse desin ekonomik kriz sürüyor. Bu da burjuvazinin işçi sınıfının ekonomik ve sosyal haklarına daha fazla saldırması anlamına geliyor. İşçiler sağlıksız ve güvencesiz iş koşullarında, düşük ücretlerle günde 10-14 saat köle gibi çalıştırılıyor. Yürüyen emperyalist savaş ve kriz koşulları nedeniyle milyonlarca insan bulundukları yaşam alanlarından koparılarak göçe zorlanıyor ve köleliğe itiliyor. Dünyada 163 ülkede 30 milyon insan köle olarak çalıştırılıyor. Gözünü kâr hırsı bürümüş sermaye sınıfı grev ve direnişlere azgınca saldırıyor. Örneğin 2012 yılının Ağustos ayında Güney Afrika’nın Marikana bölgesinde İngiliz sermayeli Lonmin Platin Maden işçileri ücret artışı talebiyle greve gitmiş, bunun üzerine polisler işçilere saldırmış ve 28 işçiyi katletmişti. Önümüzdeki dönemde de burjuvazi kitle eylemlerine, grev ve direnişlere azgınca saldırarak işçi sınıfını yıldırmak isteyecektir. Burjuvazinin uyguladığı tüm baskılar karşında işçi sınıfı alternatifsiz ve çaresiz değildir. Kriz ve savaş dönemleri aynı zamanda işçi sınıfına kapitalist sömürü düzenini tarihin çöplüğüne atma fırsatı tanıyan devrimci durumlara gebedir. İşçi sınıfının iradi müdahalesi olmadan kapitalizm ne kadar krize girerse girsin, çelişkiler ne kadar derinleşirse derinleşsin kendiliğinden yıkılmayacaktır. Kapitalistler ağır yıkımlar pahasına bile olsa bir çıkış yolu bulacaklardır. Kapitalizmin yeni felâketlerinden kurtulmanın yolu, işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyini yükselterek bitirici darbeyi vurmaktan geçiyor. İşçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyinin yükseltilmesi ve devrimci bir mücadelenin örgütlenmesi de Bolşevik sınıf devrimcilerinin sabırlı çabalarıyla gerçekleşecektir.
35
Beyrut Kasabı Öldü, Filistin Sorunu Devam Ediyor Gülhan Dildar
2
006’dan bu yana bitkisel hayatta olan İsrail’in eski başbakanı Ariel Şaron’un 11 Ocakta ölmesi, Filistin halkının yaşadığı acıları, katliamları yeniden gündeme taşıdı. İsrail’de “büyük bir asker” ve “kahraman bir savaşçı” olarak görülüp “Buldozer” lakabıyla anılan eli kanlı Şaron, Arap halkları ve özelde Filistin halkı içinse “Beyrut Kasabı” olarak tarihe geçmiştir. Filistinlilerin, Şaron’un ölüm haberini bir bayram havasında karşılamaları ve sevinç duymaları, onun Filistin sorununda izlediği imhacı siyasi çizgiden kaynaklanmaktadır. İşgal edilen Filistin toprakları üzerinde 1948’de kurulan İsrail devleti, Batılı emperyalist güçlerin de desteğini arkasına alarak izlediği Siyonist politikayla Filistin halkına tarifsiz acılar yaşatan kanlı bir süreç başlattı. Filistin halkı, dünyanın gözleri önünde topraklarından sürüldü, her türlü haktan mahrum kılındı, vahşi işkencelere ve katliamlara maruz bırakıldı. 65 yılı aşkın bir süredir devam eden bu durum sonucunda bugün Filistin sorunu halen çözülemeyen bir ulusal sorun olarak tüm yakıcılığıyla varlığını sürdürüyor.
Şaron Kimdir? 1928’de, İngiliz mandası altındaki Filistin topraklarında doğan Şaron, daha 14 yaşındayken orduya gir-
36
di. Gençliğini o dönemde suikastlarıyla ünlenmiş olan Yahudi askeri yeraltı örgütü Haganah’ta geçirdi. 1948’de İsrail devletinin ilan edilmesinin ardından başlayan 194849 Arap-İsrail savaşında Şaron, müfreze komutanıydı. 1953 yılında, henüz 25 yaşındayken, Filistin’in Kibya köyünü basarak çok sayıda Filistinliyi katletmişti. İki İsrailliyi öldürdükten sonra Kibya köyüne doğru kaçtıkları iddia edilen Filistinlileri yakalama bahanesiyle, Şaron, İsrail ordusuna bağlı liderliğini yaptığı 101. Komando Birliğiyle köydeki evleri yerle bir etmişti. Bu katliam, sonraki yıllarda da gerçekleştirilecek olan kanlı operasyonlardaki gibi insan aklının alamayacağı türden bir vahşetin örneğiydi. Gece köye giren İsrailli askerler bütün evleri basıp bombardımana tuttular. Dinamit de kullandıkları bu vahşet sonucu 73 Filistinli can verirken, yaklaşık 100’ü de yaralandı. Köyün büyük bölümü bu saldırı sonucu yerle bir oldu. Katil Şaron, “başarıyla” yönettiği Kibya katliamı sonrasında “Buldozer” lakabını kazandı! Bu katliam, Siyonist burjuvazinin, Filistin köylülerini korkutup kaçırmak ve onların boşalttığı alanlara Yahudileri yerleştirmek için gözünü kırpmadan masum insanları katledebileceğini açık bir biçimde ortaya koymuştu. Kibya katliamı, Siyonist İsrail devletinin gerçekleştirdiği ilk katliam da değildi. 1948 Nisanında Deir Yasin köyüne saldırılmış, erkek,
sayı: 107 • Şubat 2014
marksist tutum
kadın, çocuk 254 kişi katledilmişti. Haganah komutanı Zvi Ankori olanları şöyle anlatıyor: “Koparılmış cinsel organlarla karınları deşilmiş kadınlar gördüm… Düpedüz katliamdı.”1 Katliamlar art arda gelmeye devam etmiş ve Filistin köyleri haritadan silinmişti. Deir Yasin katliamı, Siyonist yeraltı örgütlerinin marifetiydi. Deir Yasin katliamının ardından aynı yıl yapılan Dueima katliamı ise bizzat İsrail Savunma Kuvvetleri tarafından gerçekleştirilmişti. “… Araplardan seksen ile yüz arası erkek, kadın ve çocuk öldürdüler. Çocukları kafalarına sopalarla vura vura öldürdüler. Bütün evler cesetlerle doluydu. Önce erkeklerle kadınlar aç susuz evlere tıkıldı. Sonra da kundakçılar tarafından üzerlerine dinamit atıldı.”2 1955’te Gazze’de 38 Mısırlı askerin öldürüldüğü operasyona komutanlık eden Şaron, 1967’de yaşanan meşhur “Altı Gün Savaşı”nda da yer aldı. Şaron’a tuğgenerallik rütbesi kazandıran bu savaş, Doğu Kudüs, Batı Şeria, Gazze Şeridi, Sina ve Suriye’ye ait olan Golan Tepelerinin işgaliyle sona erdi. Bu savaş, 1000 İsraillinin ve 18 bin Arabın ölmesiyle sonuçlanmıştı. Batı Şeria’da yaşayan 200 binden fazla Arap, bu savaş sonrasında Ürdün’e göç etmek zorunda kalmıştı. 1972 yılında tümgeneral olarak ordudan ayrılan Şaron, bir yıl sonra sağcı Likud Partisinin milletvekili olarak İsrail parlamentosuna girdi. 19771999 yılları arasında ise sırasıyla Tarım, Savunma, Ticaret ve Sanayi, İnşaat ve Konut, Ulusal Altyapı ve Dışişleri Bakanlığı görevlerini yürüttü.
Sabra ve Şatilla katliamları İsrail, 1982 Haziranında Lübnan’a saldırarak Beyrut’u işgal etti. Bu dönemde Savunma Bakanı olan Şaron, Lübnanlı Hıristiyan faşist Falanjlar ile işbirliği yaparak, Eylül ayında Beyrut’taki Sabra ve Şatilla kamplarına asker gönderdi. Bunlar, İsrail işgali nedeniyle topraklarından Şaron’un Filistinlilere hatırlattığı, dehşet verici katliamlar, acı ve gözyaşı ile yoğrulmuş bir tarihtir. Fakat bu tarih Şaron ile sınırlı değildir. Çünkü Filistin sorunu, Şaron ile başlayıp onunla biten bir sorun değildir. Bu sorunun varlığından sadece Siyonist İsrail burjuvazisi değil, “böl-yönet” taktiği ile halkları birbirine boğazlatan Batılı emperyalist güçler ve işbirlikçi bölge devletleri de sorumludur.
kaçmak zorunda kalan yoksul Filistinlilerin ve Filistinli direnişçilerin kaldığı kamplardı. Basılan bu kamplarda çocuk, kadın, yaşlı demeden binlerce Filistinli katledildi. Katliamın boyutu Kibya’da yaşananları katmer katmer aşıyordu. Toplu mezarların açılmasına izin verilmediği için katledilen Filistinlilerin sayısı tam olarak bilinmiyor olsa da 3 binin üzerinde olduğu tahmin ediliyor. Katliam sırasında İsrail birlikleri kampın etrafını kuşatarak çıkışları engelliyor ve katliamı izliyordu. Washington Post gazetesinden Loren Jenkins, kamplarda gördüklerini 23 Eylül 1982’de şöyle anlatıyordu: “Yabancı gözlemciler cumartesi günü Şatilla’ya geldiklerinde, gerçek bir kâbusla karşılaştılar. Kadınlar şişmeye başlamış cesetlerin başında ağlıyordu, bütün sokaklar mermi kovanlarıyla doluydu. İçlerinde insanlar bulunan evler buldozerlerle yıkılmış, yerle bir edilmişti. Delik deşik duvarların diplerinde, kurşuna dizildikleri belli olan cesetler gruplar halinde yığılıydı. Sokaklar ise görünüşe göre kaçmaya çalışırken vurulan insanların cesetleriyle doluydu.” Amerikalı gazeteci Mya Shone ve Ralph Schoenman, katliam hakkında araştırma komisyonuna verdikleri ifadede şöyle diyorlardı: “18 Eylül 1982 Cumartesi, yani katliamın son günü Sabra ve Şatilla’ya geldiğimizde, her yerde cesetler gördük. Balta ve bıçaklarla parça parça edilmiş kurbanların fotoğraflarını çektik. Bu insanların sadece pek azı silahlıydı. Kiminin kafaları parçalanmış, gözleri oyulmuş, boğazları kesilmiş, derileri yüzülmüştü. Bazılarının iç organları dışarı çıkartılmıştı. Katiller Filistinlilerin evlerini yağmalamaya bile vakit bulmuşlardı.” Binlerce savunmasız, yoksul Filistinlinin kıyımdan geçirildiği bu vahşi katliam sonrasında Şaron, “kasap” unvanıyla anılmaya başlandı. İsrail’in amacı Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) lideri Yaser Arafat’ın ve örgütün önde gelen kadrolarının Lübnan’dan çıkmasını sağlamaktı. Çok uzun ve kanlı geçen Lübnan-İsrail savaşı sonucunda,
Sabra Katliamı
37
Şubat 2014 • sayı: 107
marksist tutum
emperyalist güçler ve işbirlikçi bölge devletleri de sorumludur.3
Katliamların hesabını işçi sınıfı soracak
FKÖ’nün Sabra ve Şatilla kamplarını boşaltıp Lübnan’ın kuzeyine ve Tunus’a çekilmeyi kabul etmesiyle İsrail Beyrut’tan çıktı, fakat güney Lübnan’ı işgal altında tutmaya devam etti. Eline aralarında bebeklerin de bulunduğu binlerce insanın kanı bulaşan Şaron, bu katliam sonrasında İsrail’de yargılanıp suçlu bulundu. Bu dönemde Şaron, Savunma Bakanlığını bıraksa da daha sonra İnşaat ve Konut Bakanı olarak 1990’larda İsrail işgali altındaki Gazze ve Batı Şeria’da büyük bir Yahudi yerleşim merkezi kurma furyasına girişti ve 2001’de başbakanlığa kadar ilerledi. Şaron, başbakanlığa ilerlediği süreçte, “Barak’ın Kudüs’ten vazgeçmek gibi bir hakkı olamaz” diyerek dönemin başbakanı Ehud Barak’ı uzlaşmacılıkla suçluyordu. 2000’de Müslümanlar için kutsal bir mekân olan Mescid-i Aksa’ya yüzlerce koruma eşliğinde girdi. Bu tam anlamıyla bir provokasyon demekti ki, hemen akabinde İkinci İntifada patlak verdi. Filistinlilerle mevcut görüşmelerin bağlayıcılığını reddeden, uzlaşmaz ve saldırgan bir politik çizgiyi savunan Şaron nihayetinde başbakanlık koltuğuna oturdu. Şaron, başbakanlığı döneminde Filistin topraklarındaki Yahudi yerleşimlerine hız verdi ve Batı Şeria’da ırkçı apartheid uygulamalarını anımsatan “güvenlik” duvarları inşa ettirdi. Yine binlerce insanın katledilmesiyle sonuçlanan İntifada süreci, ABD’nin devreye girmesiyle son buldu ve hiçbiri sonuç vermeyen “barış” görüşmelerinden birisi daha başladı. Şaron’un Filistinlilere hatırlattığı, dehşet verici katliamlar, acı ve gözyaşı ile yoğrulmuş bir tarihtir. Fakat bu tarih Şaron ile sınırlı değildir. Çünkü Filistin sorunu, Şaron ile başlayıp onunla biten bir sorun değildir. Bu sorunun varlığından sadece Siyonist İsrail burjuvazisi değil, “böl-yönet” taktiği ile halkları birbirine boğazlatan Batılı
38
Şaron, 2006’da beyin kanaması geçirerek siyaset sahnesinden ayrılsa da İsrail burjuvazisinin politikalarında ciddi bir değişim yaşanmadı. Yukarıda örneklerini verdiğimiz katliamlar, Filistin halkına yönelik insanlık dışı uygulamalarda ve vahşette sınır tanınmadığını göstermektedir. İnsanlık için bir utanç olan bu tablo, burjuva egemenler tarafından gurur ve zafer kaynağı olarak görülmektedir. Kadın, çocuk, yaşlı demeden katledilen binlerce insanın kanı, canı pahasına… Ne yazık ki, Filistin halkına uygulanan ambargolar, ablukalar, katliamlar bugün de devam etmektedir. Yeni yıla girdiğimiz günlerde İsrail yine Gazze’ye karadan ve havadan operasyonlar gerçekleştirdi. Yıllardır İsrail kuşatması altındaki Gazze’de Filistinliler bir yandan açlıkla, sefaletle boğuşurken, öte yandan İsrail askerleri tarafından hastanelerinin dahi bombalandığı, yaralılarını bile doğru düzgün tedavi ettiremedikleri koşullarda yaşam savaşı veriyorlar. Yıllardır sayısız “yol haritaları” çizilse de, sözde çözüm planları ortaya konsa da, çelişkilerin yoğunlaştığı Ortadoğu’da Filistin sorununda çözümsüzlük devam etmekte ve kangrenleşmektedir. Başta ABD olmak üzere emperyalist devletler Filistin sorununu çözme çabası içindeymiş gibi görünseler de, gerçekte yaptıkları şey, İsrail’in yanında yer alarak Filistin halkının kölelik şartlarını kabul etmesini sağlamaya çalışmaktan ibarettir. Üstelik bu adımlar çoğu zaman bölgedeki akan kanı durdurmak şöyle dursun, halklar arasındaki çatışmaları körüklemek yönünde oluyor. Dolayısıyla işçi-emekçi kitlelerin payına daha fazla kurban vermekten, acı ve gözyaşından başka bir şey düşmüyor. Tüm Ortadoğu halkları için kalıcı bir barışın yolu, işçi sınıfının kapitalist düzeni yıkarak toplumsal devrimi başarıya ulaştırması ve siyasal iktidarını kurmasından geçiyor. Yaşanan onca katliamın hesabı da ancak kapitalist sömürü düzenine son vererek sorulmuş olacaktır! ___________________ 1
Ralph Schoenman, Siyonizmin Gizli Tarihi, Kardelen Yay., 1992, s.36
2
Ralph Schoenman, age, s.39
3
Ayrıntılı bir okuma için bkz. Zeynep Güneş, Filistin Sorununa Marksist Yaklaşım,www.marksist.com
Tayland’da Burjuva Kapışma Kemal Erdem
T
ayland’da Kasım ayında başlayan hükümet karşıtı protestolar, bir ay içinde milyonların katıldığı eylemlere dönüştü. Başbakan Yingluk Şinavatra’nın istifasını isteyen kitleler, bakanlık binalarını işgal etti. Polisle protestocular arasında haftalarca süren çatışmalar, Aralık ayı ortasında zirveye ulaştı. Hükümet, önümüzdeki Şubat ayında erken seçime gitme kararı aldı. Protestoların şiddeti azalmakla birlikte, erken seçim kararı muhalefeti tatmin etmedi. Yaşananları yerli yerine oturtmak için Tayland’ın sosyo-ekonomik yapısına ve yakın tarihine kısaca göz atalım. Tayland Güney Asya’da Hindiçin bölgesinde bulunan 67 milyon nüfuslu bir ülke. Kuzeyde yoksul bir kırsal nüfus yaşıyor. Güneyde ise sanayi ve turizmle zenginleşmiş eyaletler bulunuyor. Geçmişte Hindiçin bölgesinde sömürge haline gelmemiş tek ülke Tayland idi. Tayland’da krallar, sömürgeci devletler arasındaki çelişkilerden yararlanmış, denge politikaları izleyerek sömürge olmaktan kurtulmuş, öte yandan tepeden reformlarla kapitalistleşmenin önünü açmışlardı. 1932 yılında ordudaki subayların ve Halk Partisi’nde örgütlenmiş burjuvazinin tepeden gerçekleştirdikleri kansız bir devrimle mutlak monarşiden parlamenter monarşiye geçildi. Tepeden devrimin başını çekenler Batı’da eğitim görmüş subaylar ve sivil bürokratlardı. 1939 yılında da Siyam olan ülkenin adı Tayland olarak değiştirildi. 2. Dünya Savaşında kısa bir süre Japon işgali yaşayan Tayland, savaştan sonra ABD’nin etkisi altına girdi. 1946 yılında kralın öldürülmesiyle başlayan süreç hükümeti zayıflattı ve 1948’de ordu yeniden yönetime geldi. “Soğuk savaş” dönemi boyunca ABD’nin müttefiki olan Tayland’da çok sayıda askeri darbe yaşandı. 1997’de Asya’da yaşanan büyük finansal krizden Tayland ekonomisi de etkilenmişti. Özellikle küçük işletmeler ve köylüler borç batağına girdi. 1998’de Taksin Şinavatra’nın liderliğinde Thai Rak Thai (Taylandlı Tay-
landlıyı Sever) Partisi kuruldu. Şinavatra tüccar bir aileden geliyordu. Askeri liseyi ve polis akademisini bitirmiş, mastır ve doktorasını ABD’de yapmış olan Şinavatra, polis örgütünde albaylığa yükseldikten sonra ticarete atıldı. Polis örgütünün bilgisayar sistemini kurma tekelini ele geçirdikten sonra hızla zenginleşen Şinavatra, Tayland’ın telekomünikasyon devi ve en zengin işadamlarından biri haline geldi. Thai Rak Thai, Tayland’ın iç piyasasını büyütmeyi, kır ve kent küçük-burjuvazisine borçlarını ertelemeyi, mikro kredilerle küçük işletmeleri desteklemeyi vaat ediyordu. Bu vaatlerle 2001 seçimlerine giren Şinavatra seçimleri kazandı. Şinavatra devlet kaynaklarından dağıttığı desteklerle yoksul kesimlerin gönlünü kazandı. Öte yandan yolsuzluklarla kendi cebini doldurmayı da ihmal etmedi. Özellikle Bangkok merkezli büyük sermayenin desteklediği ordu, 2006 yılında, Şinavatra yurtdışındayken askeri darbeyle yönetimi ele aldı. Büyük yolsuzluklarla suçlanan Şinavatra, ülke dışında sürgünde yaşamaya başladı. 2006 yılındaki askeri darbe Tayland toplumundaki burjuva temeldeki siyasi kutuplaşmayı derinleştirdi ve keskinleştirdi. Güney’deki Bangkok merkezli kentli küçükburjuvazi ve büyük burjuvazi “Sarı Gömlekliler” olarak da anılan PAD (Halk İktidarı Partisi) içerisinde örgütlendi ve darbecilerin safında konum aldı. “Sarı Gömlekliler” içerisinde, geleneksel muhafazakâr elit kesimler, monarşi yanlıları, kent küçük-burjuvazisi, bürokratlar ve subaylar yer alıyor. Kuzey ve Kuzeydoğudaki kırsal kesimlerde yaşayan Taksin Şinavatra yanlısı “Kırmızı Gömlekliler” ve diğer darbe muhalifleri ise aynı saflarda örgütlendi. Her iki muhalefet kesiminin de başını çeken burjuvazidir. Başta çiftçiler olmak üzere kırsal kesimde yaşayanlar, kır ve kent yoksulları “Kırmızı Gömlekliler”i destekliyor. “Sarı Gömlekli” elitler ise yoksul kesimlere karşı düşmanlık besliyor. Şinavatra, 2001 seçimlerini kazanarak iktidara gelin-
39
marksist tutum
ce milyarlık altyapı projelerine girişmişti. İnşaat sektörü ekonomik büyümenin lokomotifi oldu. Devlet bankalarından çiftçilere düşük faizli krediler dağıtıldı. Çiftçilere ürünlerinin devlet tarafından satın alınacağı garanti edildi. Genel Sağlık Sigortası sistemi kuruldu. Eğitim reformu yapıldı. Üreticiler için teknik destek programları, mikro krediler ve köy destekleme fonları uygulamaya sokuldu. Bu adımlarla kırsal kesimi uyutmayı başaran Şinavatra, bir yandan özelleştirmelere hız verirken öte yandan yandaş burjuva kesimlerin de ceplerini doldurmasının önünü açtı. Nüfusun çoğunluğunu yanına çeken Şinavatra, 2005 seçimlerini %54 oy alarak kazandı. Şinavatra’ya karşı seçim kazanamayacağını gören “Sarı Gömlekliler” Şinavatra’nın önünü darbeyle kesmeye çalıştılar. Darbe ve yolsuzluk yargılaması sayesinde Taksin Şinavatra Tayland’a geri dönemeyecekti. Ancak 2006 darbesinin ardından yapılan seçimleri Taksin Şinavatra yanlısı Samak Sundaravej kazandı. Seçim sonuçlarına itiraz eden “Sarı Gömlekliler” büyük protesto gösterileri düzenledi. Bangkok’daki uluslararası havaalanı haftalarca protestocuların işgali altında kaldı. Anayasa Mahkemesi seçimlerde hile yapıldığı gerekçesiyle Şinavatra yanlısı Başbakan Samak Sundaravej’i görevden aldı. Başbakanlığa “Sarı Gömlekliler”in yani Bangkok merkezli güney burjuvazisinin onayladığı Abhisit Vejjajiva getirildi. Bu sefer sokakları işgal etme sırası yargı destekli hükümet darbesine öfkelenen Şinavatra yanlılarının yani “Kırmızı Gömlekliler”in idi. “Kırmızı Gömlekliler” Bangkok şehir merkezini aylarca işgal altında tuttular. Çatışmaların şiddeti 2010 Mayısında doruk noktasına ulaştı. Ordunun “Kırmızı Gömlekliler”e müdahalesi sonucu yüze yakın sivil ve birkaç asker hayatını kaybetti. Bangkok savaş alanına döndü. 3 Temmuz 2011’de yapılan erken seçimleri yine Şinavatra yanlısı Pheu Thai (Taylandlılar İçin) Partisi kazandı. Sürgündeki lider Taksin Şinavatra’nın kız kardeşi Yingluk Şinavatra ülkenin ilk kadın başbakanı oldu. Kız kardeşi Taksin Şinavatra’nın politikalarını aynen sürdürdü. Geçtiğimiz Kasım ayında “Sarı Gömlekliler” Yingluk Şinavatra’nın istifası talebiyle yeniden sokaklara döküldü. “Sarı Gömlekliler”in ileri sürdükleri en önemli gerekçe, Yingluk’un sürgündeki Taksin Şinavatra’nın tekrar ülkeye dönmesini sağlayacak bir af yasası üzerinde çalışmasıydı. “Sarı Gömlekliler” devlet binalarını işgal ederken ordu protestolara müdahale etmedi. “Sarı Gömlekliler”in liderleri şiddetin artmasını ve ordunun müdahale etmesini istiyordu. Hükümet bunu bildiği için protestolar başlayınca af yasasını Meclis’ten geri çekti. Başbakan Yingluk Şinavatra, polisi meydanlardan geri çekerek “Sarı Gömlekliler”le diyaloga açık olduğunu ilan etti. Tansiyonu düşürmeye çalışarak ordu müdahalesine zemin vermemeye çalıştı. Hükümetin geri adımlarına rağmen
40
Şubat 2014 • sayı: 107
muhalefet eylem çağrılarını arttırdı. Büyük sermaye ile sıkı ilişkilere sahip olan muhalefetin hedefi, hükümeti düşürmek ve “Taksinokrasi” dedikleri rejime son vermek. Başbakan’ın 9 Aralıkta, parlamentoyu feshederek erken seçime gidileceğini açıklaması da muhalefeti tatmin etmedi elbette. “Sarı Gömlekliler” kırsal nüfusun ağırlığı yüzünden Taksin Şinavatra yanlıları karşısında seçimleri kazanamayacaklarını biliyorlar. Bu yüzden “Sarı Gömlekliler”in liderleri erken seçimi kabul etmiyorlar. Bir “Halk Konseyi” kurulmasını ve hükümetin bu konseye verilmesini talep ediyorlar. Sonuçta Tayland’da esas olarak iki burjuva kesim kapışıyor ve tıpkı Türkiye’de olduğu gibi emekçi sınıflar da bu iki kesim ekseninde kutuplaşmış bulunuyor. Bunun bir diğer tipik örneğini de Ukrayna oluşturuyor. 2013 yılı biterken protestolarla ve sokak çatışmalarıyla çalkalanan bir diğer ülke de Ukrayna idi. Hükümetin AB ile ekonomik ortaklık anlaşmasını askıya alması üzerine büyüyen protestolara yüz binlerce insan katıldı ve burada da Tayland’dakine benzer manzaralar yaşandı. Gerek Tayland’da gerekse de Ukrayna’da meydanları ve hükümet binalarını zapt eden kitleler ülkelerindeki burjuva kutuplaşmaların tarafı olarak sokağa dökülüyorlar. İşçi sınıfının kahredici örgütsüzlüğü koşullarında yoksul kitleler beş para etmez burjuva liderlerin peşinden sürükleniyorlar. Meydanlara çıkan geniş yığınların içerisinde elbette işçiler de var. Ancak bu işçiler sınıf kimlikleriyle, sınıfsal talepleriyle ve en önemlisi kendi sınıf örgütleriyle sahneye çıkmıyorlar. Örgütsüz işçiler etrafında saf tuttukları burjuvazinin zavallı birer piyonu haline geliyorlar. İşçi sınıfının örgütsüzlüğü koşullarında, kitlelerin her sokağa döküldüğü durumun devrimci sonuçlara yol açmayacağını herkesin kafasına kazıması gerekiyor. Bunu Türkiye’deki sosyalist ve devrimci çevrelerin anlaması da hayati bir sorun olarak önümüzde duruyor. www.marksist.com sitesinden alınmıştır
“Bereketli Topraklar Üzerinde” Soner Güven
B
ir kitabın sayfalarını çevirip okumaya başlamadan önce, ön kapağına şöyle bir bakarız. Sonra da arka kapağında yazarın ve kitabın kısa tanıtımını okuruz. Yazar ve elimizde tuttuğumuz kitap hakkında kısa bir fikir ediniriz. Yazar kimdir, hangi sınıfın mensubudur, nasıl bir hayat yaşamıştır? Merak ve heyecanla kitabın ilk sayfasını çeviririz ve kitabın içinde bir yolculuğa çıkarız. Uzun bir tren yolculuğu gibidir; geçtiğimiz yolları, dağları, ovaları, uğrayacağımız ve adını sanını bilmediğimiz istasyonları, köyleri, kasabaları, şehirleri görmek isteriz. Bu merakla kitabı okumaya koyuluruz. Kitabın yazarı bizi kahramanlarla başbaşa bırakır. Eğer yazar işçi sınıfının insanlarını anlatıyorsa, sayfaları çevirdikçe, vardığımız istasyonlarda, köylerde, kasabalarda ve şehirlerde yaşayan ve hayatı üreten işçilerin acılarına, sevinçlerine, korkularına, mücadelelerine ortak oluruz. Ortak oldukça, kendimizi o işçilerden biri gibi hissetmeye başlarız. Bazı kitapların çevirdiğimiz her sayfasında “işçilerin işçilere anlattığı” duygusunu yaşarız. Bazı kitaplardaysa şunlar geçer zihnimizden: “İşçileri, işçilerin içinden anlatıyor.” İşte Orhan Kemal’in Çukurova’da işçilerin acılarını, sevinçlerini, çaresizliklerini, birbirlerini gammazlamalarını, isyanlarını, ekmek kavgalarını anlattığı Bereketli Topraklar Üzerinde isimli romanı da böyle bir romandır. Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde’yi
Kitap Dünyası
marksist tutum
yazıp bitirdikten sonra, basılmadan önce işçilere okumuş ve kitabın arka kapağında şu sözlere yer vermiş: “Bu kitap, kendi bilgi ve görüşlerim dışında, bir lokma ekmek için kötü iş şartları içinde zehir gibi bir hayatı yaşayanlardan derlenmiş malzemeyle meydana gelmiştir. Yayımlanmadan önce, çeşitli ırgat, usta, usta yardımcısını toplayarak bir gece sabaha kadar okudum onlara. Dinlediler. ‘Pardon dediler, bu kadar olur. Bütün anlattıkların doğru. Eksik bile. Çukurova’nın bereketli topraklarında öyle işler olur ki, aklın durur. Sana anlatsak, bir değil beş roman çıkarırsın.’” Tarih 1950’lerin ortalarıdır. O tarihte toplumun yarısından çoğu henüz köylüdür. Tarıma dayalı üretim ağırlıktadır. Sanayi yeni yeni atılım göstermektedir. Köylü nüfusu da artık kendi yağıyla kavrulamaz hale gelmeye başlamıştır. Geçim derdi köylünün boğazını iyiden iyiye sıkmaya başlamıştır. Nüfus arttıkça bir parça tarla, üç-beş hayvan köylüyü doyurmaz hale gelmiştir. Köyden şehre çalışmaya gidip gelenlerin sayısı her yıl biraz daha artarak sürmektedir. Köyden şehre göçün yolu tam olarak açılmamıştır. Köylü, şehri ırak diyar olarak bilir. Devleti, kapısındaki hayvanına, ambarındaki tahıla vergi adı altında el koymasından tanır. Devlet, köylüyü öylesine soyup soğana çevirmiştir ki, bir eşeği olanın eşeğini bile alıp götürmekten geri durmamıştır.
41
Kitap Dünyası
marksist tutum
42
O tarihlerde, köyün erkeklerinin bir ayağı köyde, diğer ayağı ise şehirdedir. Erkekler köyde tarla işlerini bitirdikten sonra, dürdüğü yorganı sırtına vurarak iş bulma umuduyla şehrin yolunu tutarlar. O dönem işyerlerinin büyük çoğunluğu kamuya aittir. Çoğunluğu kamu işyerlerinde çalışan işçiler sendikal ve ekonomik hakları için mücadele ederken, yarı-köylü, yarı-tarım işçisi olan emekçiler de başta Çukurova olmak üzere tarımda ağır koşullarda çalışmaktadırlar. Türkiye’de traktörün tarıma girdiği, patozun kullanılmaya başlandığı bu yıllarda, gerçekleşen ağır iş kazalarının bedelini de tarım işçileri ödemektedir. Traktör ve kara patozun ilk kullanıldığı yerlerin başında Çukurova gelir. Irgatbaşı, patoz ve benzeri konularda hiçbir bilgilendirme ve eğitim verilmemiş ırgatları kıstırır ve gözüne kestirdiği gürbüz bir ırgata, “Sen patozda çalıştın mı?” diye sorar. Irgatın verdiği cevap aslında her şeyi anlatmaktadır: “Patoz ne ki ağam?” Devlet ve patronlar, işçinin ve köylünün gözüne mil çekmek için her türlü yalana başvurmaktan geri durmamıştır. Fakat gerçekleri emekçilere açıklayan, ezilenlerin gözlerine çekilen perdeyi yırtıp atmaları için çabalayan, kalemini namusluca kullanan aydınlar da vardı. Orhan Kemal işte bunlardan biridir. Orhan Kemal’in romanı, Anadolu’da bir köyde yaşayan ve daha önce birbirlerinden o güne kadar hiç ayrılmamış üç arkadaşın, sevdiklerini geride bırakarak şehrin yolunu tutmalarının hikayesini anlatmaktadır aynı zamanda. Dürdükleri yorganları sırtlarında, azıkları bohçada, yürekleri sızlayarak Çukurova’nın yoluna düşerler. Üç arkadaştan yalnızca Köse Hasan daha önce bir sefer gurbete çıkmış, işçilerin ciğerlerini harap eden Sivas Çimento Fabrikası’nda çalışmıştır. Köse Hasan, sessiz ve düşüncelidir. Kızı Emine’yi düşünür kendi kendine konuşarak. İflahsız Yusuf, atılgan, hakkının peşini bırakmayan, işe yatkın biridir. Pehlivan Ali ise güçlü, kuvvetli, çalışkan ve meraklıdır. Gördüğü her şeyi öğrenmek için soru sorar… Ali ve Yusuf ilk kez gurbete çıkmaktadırlar. Adana’da fabrika sahibi hemşerilerinin kendilerine iş vereceğine bel bağlayarak, ucu bucağı görünmeyen, toprağından ürün fışkıran, taşın üzerine düşen çekirdeğin bile kök salıp toprakla buluştuğu Çukurova’nın yolunu tutarlar. Üç arkadaş, raylar üzerinde hohlaya puflaya, sarsıla sarsıla giden bir trenin üçüncü mevkiinde, yorganlarının üzerinde yatarak Adana’ya varırlar. İstasyonda indiklerinde gördükleri her şey onlar için yenidir, yabancıdır. Üç arkadaş trenden iner inmez soluğu hemşerilerinin fabrikasının önünde alırlar. Fabrikanın önüne vardıklarında fabrika kapısındaki kalabalık işsizleri görürler. Yaklaştıklarında kapı önüne yığılmış işsizler, “çalışmak istiyoruz, günlerdir burada bekliyoruz, iş istiyoruz, iş” diye haykırmaktadırlar. Üç kafadar şaşkınlığa uğrarlar. Fabrikada makineler ve işçiler, harıl harıl çalışmaktadır. Bekçi, iş iş diye kapıyı zorlayanları ittirerek
“bu fabrikada iş miş yok” diyerek işçileri dağıtır. Ama üç arkadaş hemşerileri olan patronun kendilerine iş vereceğinden henüz umutlarını kesmiş değildirler. Fabrika önünde kendi aralarında konuşurlarken, patronun hemşerileri olduğunu duyan, işe girmek için bekleyen işsiz bir işçi, “Burası şeherdir, hemşeri memşeri geç bir kalem. Boyna işçi çıkartıyorlar” der. Lakin üç arkadaş hâlâ hemşerileri olan patrona olan güvenleri sürdüğü için inanmazlar. Üç arkadaştan İflahsız Yusuf, patronun otomobilinin önüne kendini atarak patrona hemşeri olduklarını söyler ve kendilerine iş vermesini ister. Patron, “Irgatbaşına gidin, işine yararsa alır” der ve otomobiliyle tozu dumana katarak uzaklaşır. Üç arkadaşı, ırgatbaşı, haftalıklarından bir miktar parayı kendisi almak koşuluyla işe alır. Lakin ırgatbaşının ücretlerinin bir kısmını cebe indirmesini içine sindiremeyen Yusuf Ali, “Bu böyle olmaz. Kadere kırk beş. Gidelim hemşerimize arz edelim” der ve patrona giderler. Bel bağladıkları patronun odasına giremezler bile. Irgatbaşı tarafından tekme tokat işten atılırlar. Pamuk fabrikasının tozu, camsız pencerelerden esen yel, üç arkadaştan Köse Hasan’ı yere serer. Zaten ciğerleri sorunludur ve “ince hastalığa” tutulur. Irgatbaşı, verem olan Köse Hasan’ın yerine başka ırgat alarak o güne kadar hiç ayrılmamış üç arkadaşı ayırır. Köse Hasan, köyden çıkarken kızı Emine ona şöyle demiştir: “Şehirden gelirken şu kara hafızın torunu Dürdane’ninki gibi yeşil bir saç tokasıyla kırmızı bir tarak getirir misin?” Hasan bunu düşünür, hasta-
lık illetinden beter yürek sızısı onu daha fazla yakar, kendi kendine konuşur. Köse Hasan, iyileşemeyeceğini ve köye dönemeyeceğini hisseder ve ceketinin iç cebinden çıkarttığı yeşil saç tokasını ve kırmızı tarağı iki arkadaşına uzatır. “Kardaşlar, hepimizin derdi ekmek derdi. Varın sağlıcakla gidin. Bu tokayla tarağı Emineme verin. Gözlerinden doya, doya öpün” der gözyaşları içinde. Köse Hasan, hastalık illetinden kurtulamaz ve gurbet elde yapayalnız gözlerini sonsuzluğa yumar. İki arkadaş, bir yandan arkadaşlarını yitirmenin acısı, diğer yandan gurbet acısıyla ve yeni iş umuduyla yeniden yollara düşerler. Bir inşaatta çalışmaya başlayan iki arkadaşın ücretlerinin bir kısmını, aynı daha önceki fabrikada olduğu gibi, patronun adamı cebine atar. İflahsız Yusuf, yanında çalıştığı Kılıç Usta sayesinde işi yavaş yavaş öğrenir. Yusuf’un ustası Yusuf’a yalnız işi öğretmez, aynı zamanda haksızlığa karşı çıkmasını ve dürüstlüğü de aşılar. Yusuf usta bir işçi olur. Bir gün Kılıç Usta, “Hadi kal sağlıcakla” der ve gider. Yusuf, torbasını alıp giden ustasının ardı sıra bakar ve onun sözlerini hatırlar: “Olma kula kul. Öpme el-ayak. Kirlenmesin ağzın. İnsan ya vermeli insan için canını ya da kalabalık etmemeli dünyamızda.” Pehlivan Ali ise gençtir, sevdalanır, alır sevdiği kadını ve altın sarısı buğday tarlalarıyla ünlü Çukurova’nın yolunu tutar. Pamuk tarlalarında kadın, erkek, çocuk yüzlerce ırgatın elleri makine gibi pamuk toplar. Irgatbaşı uzaklaştığında, kederlerini ve sevinçlerini hep bir ağızdan dile getiren türküler yakarlar. Irgatbaşı belini düzelten bir ırgat gördüğünde düdüğünü öttürür, ağzına gelen küfürleri savurur; “hadi, hadi, hadi” diye bağırarak hızlı çalışmalarını buyurur. Lakin aynı ırgatbaşı, mola saatlerinde aynı düdüğü hiç de vaktinde öttürmez. Ağanın gözüne girmek için çoluk çocuk demeden ırgatları takatsiz bırakana kadar, sabahın köründen akşamın karanlığına dek çalıştırır, çalıştırır. Irgatların küçük çocukları kimi zaman tok kimi zaman aç kalırlar. Sinekler küçük çocukların yaralı bereli yüzlerini yer, açlıktan yarı açık ağızlarına dolar. Güneş çocukların kirli saçlarını bomboz etmiş, bit, pire çansız bedenlerine doluşmuş ve onları takatsiz bırakmıştır. İşten yorgun argın dönen, elleri nasır bağlamış, güneşten ve ayazdan dudakları çatlamış erkek ırgatların gözü çocukları falan görmez. Tek istedikleri yorgun bedenlerini dinlendirmektir; uyumak, uyumak, uyumak ve acılarını geçici olarak da olsa unutmak. Erkek ırgatlar tükenmiş bedenlerini dindirmek için buldukları kuytularda uykuya dalarken, kadın ırgatlar küçük çocukları doyurmak, temizliğini yapıp uyutmak için gecenin bir vaktine kadar didinip dururlar. Kadın ırgatların çilesi bitip tükenmez. Çalışmaktan anaları ağlar, yemek yaparlar, çocuklara bakarlar ve bir taraftan da çocuk doğurmaya devam ederler. Doğum sancıları tuttuğunda bile, yanı başında çalışan kocaları çöküp kalmalarına dönüp bak-
maz, bakamazlar. Hamile kadın sürünerek bir kuytuya gidip tek başına doğum yapar. Kadın ırgatların çilesi bununla da bitmez, kız çocuğu doğurduysa kimse yüzüne bakmaz. Kocası tarafından aşağılanır, horlanır, oğlan çocuğu doğurmadığı için dayak yer. Çukurova’nın uçsuz bucaksız altın sarısı buğday tarlalarında, gözü doymaz ağa, 40 ırgatın yapacağı işi 20 ırgata yaptırır. Ağa, ırgatbaşına harman işini istediği zamanda bitirmesini emreder. Irgatbaşı, ırgatlara nefes aldırmaz, göz açtırmaz. Bu arada onlara esrar satar, borç para vererek iş saatlerinin dışında kumar oynatır. Esrar ırgatların beynini uyuşturarak onları yaşadıkları acılardan uzaklaştırır. Esrarı çeken ırgatların beyinleri uyuşsa da elleri, kolları daha hızlı çalışır. Irgatbaşı, herkesin çalışamadığı “koltukçu” denilen patozda çalışan iki mücadeleci işçiyi işten atar. İşçiden yana olan, hakkını arayan tek kişi, traktör ve patoz tamir ustasıdır. Yol verilen iki usta işçinin işten atılmasına da, acemi ırgatın tehlikeli işe verilmesine de karşı çıkar. Fakat söz dinletemez ırgatbaşına. Irgatbaşı, gözüne kestirdiği acemi iki ırgatı (birisi de Pehlivan Ali’dir) koltukçu olarak çalıştırmaya başlar. Irgatbaşı ve ağa sürekli olarak ırgatların daha hızlı çalışmaları için baskı yapar. “Ha babam ha, ha babam ha” diye gaza getirirler işçileri. Sabahtan akşama hızlı çalışmak felâkete neden olur. Feci bir iş kazası yaşanır. Patozun çarkları Pehlivan Ali’nin kolunu koparır. Fakat arabasının kirlenmesini istemeyen patron, kolu kopan Pehlivan Ali’yi hastaneye götürmez. Pehlivan Ali, hayattan tüm beklentileri, hayalleri ve özlemleriyle tarlanın ortasında öylece kala kalır ve ağır ağır can verir. Örgütsüz ve bilinçsiz ırgatlar, patrona tepki gösterseler de çaresizlikten hiçbir şey yapamazlar. O günden bu yana 60 sene geçti. Üzerinde yaşadığımız topraklar üzerindeki nüfus iki kat arttı. Köylülerin çocukları ve torunları işçileşti, nüfusun ezici çoğunluğu büyük şehirlere göçtü. İşçilerin sayısı artarken, bir avuç kapitalistin kârı ise katlandıkça katlandı. Sömürü çarkları daha da hızlandı, iş cinayetleri “kader” olarak gösterilmeye çalışılıyor ve her ay 100’den fazla işçi, tüm hayalleriyle birlikte yaşamını kaybediyor. İşçiler, patronlara sermaye üretirken, kendi paylarına yoksulluk, tükenmişlik üretiyorlar. Romanı okuyup bitiren herkes, Orhan Kemal’in, o günlerde köylülerin ve işçilerin yaşadıklarına onların içlerinden biri olarak ayna tuttuğunu görecektir. Orhan Kemal işçilere, kendilerini ezen, sömüren, aşağılayan patronların kâr düzenini tanımalarını, sorgulamalarını ve mücadele yolunu seçmelerini öğütlemektedir. İşçi sınıfı büyük kahırlar yaşıyor. Bunu değiştirecek ve dünyayı daha yaşanır bir hale getirecek olan şey, işçi sınıfının örgütlenerek mücadele etmesidir. İşçiler kapitalist sömürü düzenini yıktıklarında, yeni bir dünyanın, sosyalizmin kapılarını da açmış olacaklar.
Kitap Dünyası
marksist tutum
43
Okurlarımızdan
Bizi “Bir Lokma Bir Hırka”ya Razı Edip “Dünya Malını” Götürenlerin Kavgası “Maddi servetin babası emek, anası topraktır” der Karl Marx, Kapital’in birinci cildinin birinci bölümünde. İster yerin yüzlerce metre altındaki maden, isterse toprağın üstünde yeşeren buğday olsun, işçiler onu işleyip kullanıma hazır hale getirmedikçe, bu ham halleriyle pek de bir şey ifade etmezler insanlar için. Bu ve benzeri bütün emek ürünlerine el koyan egemen sınıflar, yaşam araçlarımızı ticaretin bir unsuruna dönüştürürler. Örneğin, kanser hastası için iyileşmek, sağlığına kavuşmak anlamına gelen bir ilaç, onu satan bir kapitalist için ise zenginleşme aracıdır. Bu örnek bütün tüketim maddeleri için geçerlidir. Yani patronlar sınıfının insanları, milyarlarca emekçinin ihtiyacını karşılayan maddeleri metalaştırarak zenginleşir ve yeryüzünün efendilerine dönüşürler. İşçilerin kanından canından çalıp kendilerine yeryüzü cennetleri kuran patronlar, işçileri, öbür dünyadaki cennetle avuturlar. “İnsanın insana üstünlüğü takva iledir. Mal mülk ve zenginlikle üstünlük olmaz. Bu dünya fanidir, gelip geçicidir. Dünya malları için birbirimizi üzmeye, kavga etmeye, kötü söz söylemeye, darılıp gücenmeye, düşmanlıklar yaratıp savaşlara neden olmaya gerek yok” derler. Oysa “takva”da üstün olmanın birinci şartı “infak” etmektir. İnfak etmek ise bir kimsenin ihtiyaç fazlasını vermesi ya da birlikte üretilen ürünlerden kendi ihtiyacı kadar olanını almasıdır. Peki işçilerin ürettiği ürünlerin tamamına el koyan patronlar takva sahibi midir? Hayır. Çünkü onlar, işçilerin ürettiği ürünlere el koyar ve bunu toplum üzerinde egemenlik kurmanın aracına dönüştürürler. Yaşadığımız dünyadaki tüm patırtı kütürtü, toz duman ve savaşlar, işçilerin ürettiği zenginliğe hangi patron kesiminin ne kadar el koyacağı üzerinedir. Bu öyle bir çıkar dalaşıdır ki, “bizler din kardeşiyiz” diyenleri bile birbirine düşürür. İşte son günlerde şahit olduğumuz AKP-Cemaat çatışması da böyle bir iktidar çatışmasıdır. Devletin tepesindeki egemenler, küfür ve beddualar eşliğinde ortalığı toz dumana katmışlardır. Hükümet tarafı Cemaati devletin içine sızmaya çalışan “virüse” benzetirken, Cemaat ise hükümete “Allah ocağınıza ateşler salsın” diyerek beddua etmekte beis görmemektedir. Sormak gerekir; ne oldu sizin “din kardeşliğinize”? Anlaşılan o ki sizleri bir araya getiren,
44
can ciğer kuzu sarması, “din kardeşi” yapan şey iktidarın nimetlerini paylaşmak iken, itilafa düşünce birbiriniz için eşkıyaya, virüse, azılı düşmanlara dönüşüyorsunuz. Buradan da anlaşılıyor ki, sizin “din kardeşliği”niz, “çıkar birliği”nden başka bir şey değilmiş! Çıkarlar çelişince de dostluk, düşmanlığa dönüşüveriyormuş! Biz işçilerin bu kıssadan çıkaracağı hisse ise, patronların “din kardeşiyiz” palavralarına inanmamaktır. Yalnızca AKP ve Cemaat değil bütün diğer mülk sahibi sınıfların kardeşliği, asıl olarak biz işçilerin verdiği sınıf mücadelesine karşı yarattıkları bir birliktir. Yoksa onların “din kardeşliği”, rekabetin katı gerçeğine toslayana kadardır. Müslümanlığın ve kardeşliğin bittiği ve aynı zamanda azılı kapitalistliğin başladığı yer de orasıdır işte. Kapitalist işletmelerde işçileri iliklerine kadar sömürürken esas aldıkları şey inançları değil, asıl Kâbeleri olan kapitalizm ve onun kurallarıdır. AKP burjuvazisinin işçi ve emekçi sınıflara karşı tutumunu anlamak için Mehmet Sinan’ın yazdıkları oldukça öğreticidir: “… gözünü 12 Eylül darbesinden sonraki endüstriyel ilişkiler ortamında açan AKP burjuvazisi ve diğer burjuvalar için durum oldukça farklıdır. Bunlar adeta köpeksiz köyde değneksiz gezen hırsızlar gibi meydanı boş bulmuşlardır. İşçi sınıfının örgütlü gücünü ensesinde hiç hissetmemiş ve sınıf mücadelesiyle hiç terbiye edilmemiş, yeni yetme bir burjuva kesimin mensubudur bunlar. Böyle oldukları içindir ki, işçilerin ağzından ‘örgüt, sendika, işçi hakları’ vb gibi laflar çıkınca, kırmızı görmüş boğalar gibi saldırıyorlar işçilerin üzerine.” (Ulus-Devletten Emperyalistleşen Ulus-Devlete ve AKP/3, MT, Şubat 2013) Dini bütün AKP’nin Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Kürt illerini kast ederek, “buraları Türkiye’nin Çin’i haline getireceğiz” demişti. Bu daha fazla sömürü demekti elbette. Milyonlarca Müslüman işçi ve emekçinin inanış ve yaşam biçimini kendi zenginlik ve iktidarlarının aracı yapanlar, yalanın ve riyanın en büyüğünü yapıyorlar. Bin bir türlü uydurma ve çarpıtma ile işçi ve emekçileri afyonlayıp uyutuyor, onları “bir lokma bir hırka”ya razı edip “dünya malını” kendi mülkü haline getiriyorlar. Bunlar, dünyayı açgözlü patronlar sınıfından kurtarmaya çalışan devrimcileri, sürgünlere yollayan, zindanlara atan, darağaçlarında katleden kapitalist devletin sahipleridir. Biz devrimci Marksist işçiler olarak yalnızca bu coğrafyada değil bütün dünyada bizleri ürettiğimiz bütün nimetlerden mahrum edenleri biliyoruz. Mücadelemiz onları yeryüzünden silip atana kadar sürecek! Yaşasın İşçilerin Uluslararası Mücadele Birliği! Adana’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
Okurlarımızdan
Kapitalizm Gençleri Uyuşturarak Öldürüyor “Belki kullanabilirim, merak ediyorum ama denemeye korkuyorum, bir kereden bir şey olmaz, bir kerede asla ben bağımlı olmam, istersem bırakabilirim, bu meret bırakılmaz, bırakmak zorundayım, artık bırakacağım, bıraktım bir daha başlamam …” Bu cümleler sigarayı bırakmak isteyip de bırakamayanlara çok tanıdık gelmiştir. Bir öğretmen olarak katıldığım madde bağımlılığına ilişkin bir seminerde dağıtılan el kitabından aktardığım cümleler bunlar.. Maalesef uyuşturucu kullanmaya da tıpkı sigaraya başlar gibi başlanıyor. Bir kereden bir şey olmaz denerek başlanıyor ama sigaradan çok daha beter, çürütücü, öldürücü bir süreç işliyor. Seminerde aktarıldığına göre uyuşturucu kullananların sayısı giderek artarken, kullanıcıların yaşı da giderek düşüyor; artık uyuşturucu kullanım yaşı 10-11 yaşlarına kadar inmiş durumda. Okullar da uyuşturucu pazarı haline geliyor. Çeşitli uyuşturucular gençlerin çevrelerinde dolaştıkça gündelik dillerine de uyuşturucu bağlantılı kelimeler yerleşiyor. Bazı okullarda, bazı işçi semtlerinde gençler birbirlerine hitap ederken uyuşturucu satıcısı anlamında “oğlum sen torbacısın” diye takılabiliyor. Çeşitli uyuşturucuların zararından çok kullanınca neler yaşandığına dair her türlü bilgiye sahip olan gençlerin sayısı giderek artıyor. Bu seminerde verilmiş olan el kitabına göre gençlerin uyuşturucu maddeleri ne amaçla kullandığı şöyle açıklanıyor: Aile içi sorunlardan kaçmak için; sıkıntılarını, sorunlarını madde kullanınca unutacağını zannettiği için; cesaretini ve delikanlılığını ispat etmek için; karşı cinsin dikkatini çekmek için; çevresine kendisini fark ettirmek, aradığı ilgiyi bulamadığını hissettirmek için; merakını yenemediği için; madde kullanan arkadaşları tarafından dışlanmamak için… Özellikle madde kullanan arkadaşları tarafından dışlanamamakla ilgili bölümde şunlar yazıyor: Uyuşturucu maddeleri satanların karşılarındaki kişilerin durumuna, zayıf yönlerine göre maddenin kullanılması sağlanıyor. Maddeye özendiriliyor, bir kerecik olsun içmesi için “bir kereden bir şey olmaz, hemen bağımlı olmazsın” denerek eline tutuşturuluyor. Eğer uyuşturucu madde ikram edilen kişi direnç gösterirse hangi yönde zayıflığı varsa o yönde sıkıştırılıyor. Başkalarını kıramayan birisine “hatırım için iç”, yalnız kalmaktan çekinen biri ortamı terk etmek isterse “eğer gidersen bir daha yüzüne bakmam” deniyor. Delikanlılık konusunda eksiklik hissettiği düşünülüyorsa ve içmekte tereddüt ediyorsa “süt çocuğu sen de, ana kuzusu…”; sorunları, sıkıntıları olan birine “iç bak, her şeyi unutacaksın, hiçbir şeyin kalma-
yacak”; biraz korkak olduğu düşünülen birine “bak peşini bırakmayız, bunu mutlaka kullanacaksın” deniyor. Bir kere bu maddeler genellikle ilk kullanımda para almadan, hediye verir gibi denettiriliyor. Sonraki seanslarda kişi artık para karşılığında kullanmaya başlıyor ve bu maddeleri kullanmadığında daha sorunlu, sıkıntılı bir ruh hali içinde kıvranıyor. Sorunlarını bu madde yardımıyla çözebileceğine veya daha kolay unutabileceğine inanan kişi bu maddeleri kullandıktan sonra elbette bu haliyle sorunlarını çözmek bir yana artık doğru düzgün düşünemez hale geliyor ve bu tüm sorunların yanı sıra bir de bu maddelerin vücudunda yarattığı tahribatla ve giderek artan parasal sorunlarla boğuşuyor. Yani sorunlarından kurtulmuyor, aksine giderek artan sorunlarının altında eziliyor. Uyuşturucu maddelerin ne kadar yaygınlaştığını, nasıl başlandığını, ne gibi sonuçları olduğunu, ne kadar tehlikeli olduğunu anlatan bu seminerde eksik bir şey vardı: İnsanı eninde sonunda ölüme götüren, eldeki avuçtaki bittikten sonra parasını temin etmek için çeşitli suçları işlemeye yatkın hale getiren, fiziksel ve ruhsal olarak çürüten, çeşitli hastalıklara yatkın hale getiren bu illetin yaşadığımız düzenin bir ürünü olmasının anlatılmaması. Bu uyuşturucu illeti, sorunlarla boğuşan ama çözemeyen, giderek yalnızlaşan insanlar olduğu sürece, yani kapitalist sistem olduğu sürece devam edecek. Asgari ücretiyle kendini ve ailesini geçindiremeyen, maddi sorunlar altında kıvranan, kendi sosyal çevresine sevgi bağıyla bağlanamayan, bunu görmediğini düşünen gençlerin yanı başında bu bataklık giderek büyüyor. Yaşadığımız sömürü düzeni kapitalizm, bu bataklığı giderek büyütüyor. Bu bataklıktaki sivrisinekler ısırabileceği kurbanları bulmakta zorlanmıyor. Genellikle yoksul işçi-emekçi mahallelerinin gençleri hedefte. Ve bu gençlerin gittiği okullar bu ölüm satıcılarının pazarı durumunda. İşçi-emekçi kardeşlerimizin en büyük korkularından birisi, çocuklarını uyuşturucu tacirlerine kaptırmak. Evet korkmakta haklılar, korkmalılar da! Ama korkunun ecele faydası yok. Çocuklarını yaşadığımız düzenin sorunlarına karşı uyanık tutmadıkları, bu sorunlar karşısında çocuklarının duyarlı, bilinçli, mücadeleci gençler olmasını istemedikleri ve bu doğrultuda onları yönlendiremedikleri sürece bu tehlike kapının eşiğinde onları bekliyor. Gençler içinde bulundukları boşluktan çıkarılmadıkları sürece, hayata dair güçlü toplumsal ideallere sahip olmadıkları sürece, kendini yalnız hissetmesini ve hata yapmasını engelleyecek bir örgütlülüğün içinde olmadıkları sürece bu tehlike kapıda. İşçiler işçi örgütlerinden kaçtıkça, kaçtıkları yerde sorunlarına çözüm bulamazlar. Tüm sorunlarımızın tek bir çözümü var: Örgütlü mücadele! İstanbul’dan Marksist Tutum okuru bir öğretmen
45
Okurlarımızdan
(Para)lel Yüzsüzlük! B
urjuvalar, doğaları gereği en çok da birbirleriyle tepişirken etrafa irinlerini, pisliklerini saçarlar. Son günlerde gördüğümüz tablo da bundan başka bir şey değildir. İşin ilginç tarafı, kutulara dizdikleri, kasalara doldurdukları, kamyonlara istifledikleri tüm bu paralar işçilerden gasp edilmemiş de babalarının malıymış, bu malı bölüşemiyorlarmış ve bizim olayla hiç alâkamız yokmuş gibi davranarak bizleri iki kez çarpmaya çalışmaktadırlar. Parayla olan ilişkileri, araya bu değerin yaratıcısı işçiyi bulaştırmayacak kadar sıkıdır. Eee devlet dediğin de bunun içindir değil mi! Paralel maralel diye gevezelik etseler de her burjuvanın bu çiftliğin içinde yeterince ayakçısı, ideologu, levazımatçısı vardır ve onlar için koşturur dururlar. Bu aşağılık sömürü düzenini alaşağı etmek için pek çok geçerli sebebimiz var: Bir ilköğretim okulunda rehber öğretmenim; görevim taş kalpli dünyaya ayak uyduramayan çocukları aslında dünyanın o kadar da taş kalpli olmadığına, sorunun kendilerinde olduğuna inandırarak bu çarkın dişlisi olmaya razı etmek! Okul mevcudu 912, taş kalpli dünyaya ayak uyduramayan ve rehberlik servisine sevk edilen öğrenci sayısı ise yılda 600 küsur. Ben birkaçını anlatayım, siz varın gerisini konu komşudan, hısım akrabadan, evdeki çoluk çocuktan dinleyin. Müzik öğretmeni bir öğrenciyi kulağından tutup yanıma getirdi. Bunun ipini çek dercesine “bu çocuk sınıfın huzurunu bozuyor” dedi. Çocuk oturdu ve birkaç sorudan sonra anlatmaya başladı: “Hocam benim annem cezaevinde, bir çuval esrar yakalattı, babam uzun zamandır akciğer kanseri olduğu için yatalak ve çalışamıyor, normalde babam sıvacı ama çimentodan böyle bir hastalık kapmış. İki ablam var, biri annemle birlikte cezaevinde, diğeri de ‘sevgi evi’nde (yani çocuk esirgeme kurumunda).” Sana kim bakıyor oğ-
lum demeye çalıştım, “babaannem pencereden kaçak sigara satıyor, normalde yürüyebilse çok kazanır ama bacakları tutmadığı için evin penceresinden satıyor. Hem bana hem de babama bakıyor. Söyle hocam ben müzik dersinde nasıl flüt çalayım?”. Ne saçmalasam yüreği serinlerdi bu çocuğun? Başka bir gün bir öğrenciyi nöbetçi öğretmen getirdi, “hocam bu çocuk hem derste durmuyor hem de teneffüste… Bıktık artık bir ilgilen şunla” dedi marangoza kütük getiren ormancı gibi. Çocuk 6. sınıf öğrencisi, 11 yaşında. Biraz muhabbetten sonra, “hocam ben 12’de okuldan çıkıyorum, 1’de kaportacıda işe başlıyorum, saat 9’da eve gelip yatıyorum, tek özgür olduğum yer aha bu okul” dedi. Haklıydı, hatta her okula girdiğinde “iyi eğlenceler” deyip içeri alınacak kadar haklıydı. Bir öğrenci kendisi geldi ve intihar etmek istediğini söyledi. Nedenini sorduğumda, “annem, babam bizi terk edip gittiğinden beri bizi anneanneme bıraktı, unuttu” dedi. Annesini okula çağırdım, iki hafta sonra ancak gelebildi, durumu anlattığımda, “hocam eşim borçlardan, sorumluluktan kaçıp Kıbrıs’a gitti, ben de gündüzleri temizliğe gidiyorum, akşamları bir yemek firmasında bulaşık yıkıyorum. Söyleyin daha ne yapabilirim” dedi. Freud olsaydı acaba biraz da çocuğuna zaman ayır diyebilir miydi? Ben diyemedim. Bu hikâyeler istisna değil, milyonların küçücük bedenlerdeki emsalleridir. Bizim bu düzeni bir an önce yıkmamız gerektiğini anlamamız için o kadar çok geçerli sebebimiz var ki, burjuvaların tepişmesini, eşref saatini, eşek saatini bekleyecek halimiz yok. Her gün gözümüzün önünde bu dünyanın ırzına geçtiklerini küçük-büyük hepimiz görüyoruz. İlmek ilmek örgütlü mücadeleyi örmek, bizim ürettiğimiz dünyayı gasp eden bu patronların bezirgân saltanatını mezara sokana kadar emek harcamak, yılmadan mücadele etmek boynumuzun borcudur. Öteki türlü hiçbir şeyden şikâyet etmeye hakkımız yoktur ve olamaz! Mersin’den bir Marksist Tutum okuru
Viyana’da Faşistlerin Balosu Protesto Edildi
F
aşist Avusturya Özgürlük Partisi öncülüğünde her yıl düzenlenen ve 24 Ocak Cuma gecesi Avusturya sermaye devletinin yönetim merkezi sayılan tarihi Hofburg Sarayında gerçekleştirilen “Viyana Akademiker Balosu”, Alman, Avusturyalı ve göçmen devrimcilerin ve anti-faşistlerin hışmına uğradı. Avrupa’nın çeşitli ülkelerindeki gerici, faşist, yabancı düşmanı partilerin üst düzey yöneticilerini bir araya getiren bu baloya katılan yaklaşık 1000 kişiyi Avusturya burjuva devletinin 2000 polisi korurken; demokratik kitle örgütlerinin organize ettiği protesto yürüyüşüne 6000 kişilik bir kitle katılım gösterdi ve faşistleri lanetleyen sloganlar atarak onlara gözdağı verdi. Burjuva hükümet, balo öncesinde, anti-faşist mitingin yapılmasının planlandığı alanın güvenlik gerekçesiyle polis tarafından kapatılacağını açıklamıştı. Bu karar devrimci grupların tepkisine yol açtı ve çoğunluğu Almanya’dan gelen militan bir grup, barikatları yarmak amacıyla polisle çatıştı ve polis araçlarını tahrip etmenin yanı sıra şehir merkezindeki turistik lüks mağazaların vitrinlerini de parçaladı. Faşist güruhunu kanatları altında koruyup cumhurbaşkanlığı sarayında balo düzenlemesine yıllardır izin veren sermaye devleti ise
46
büyük bir yüzsüzlük örneği göstererek eylemlerdeki şiddet dozunu “kınadı”. Önceki yıllarda kamuoyu tepkisi nedeniyle balonun Hofburg Sarayından men edilmesini gündeme getirmek zorunda kalan burjuva siyasetçiler, daha sonra ustaca bir manevrayla balonun adının değiştirilmesini sağlayarak tepkileri yumuşatmaya çalışmış ve bu faşist güruhun söz konusu devlet sarayında balo tertiplemeye devam etmesi mümkün kılınmıştı. “Ball des Wiener Kooperationsring” adıyla 1952 yılından beri yapılmasına izin verilen bu balo, daha sonra “Akademikerball” olarak anılmaya başlandı. Balonun protesto edildiği eylemler sırasında, aralarında polislerin de bulunduğu onlarca kişi yaralandı. Polis faşist çeteleri korumak için cop ve biber gazı kullandı. “Sağa karşı birlik” sloganıyla bir araya gelen binlerce insan “faşizme ölüm”, “FPÖ kapatılsın”, “Naziler defolun” diye haykırarak tepkilerini ortaya koydu. Avusturya sermaye devleti de uyguladığı polis terörüyle faşist, ırkçı haydutların yanında olduğunu bir kez daha göstermiş oldu. Avusturya’dan A.E.
Okurlarımızdan Erzurum H Tipi Cezaevinden devrimci tutsakların dergimize gönderdikleri sıcak ve içten yeni yıl mesajlarını okurlarımızla paylaşıyor ve tüm devrimci tutsakların yeni mücadele yıllarını kutluyoruz.
Sevgili Marksist Tutum dergisi çalışanları, Erzurum zindanının soğukluğuna, duvarlarının soğukluğuna inat, insanlığın içini ısıtan enternasyonal dayanışma ruhundan aldığımız sıcaklıkla sizi sımsıkı kucaklıyoruz. Bu vesile ile dostane selamlarımızı olanca coşkumuzla yolluyoruz. Umut ediyoruz ki son günlerini yaşadığımız şu yılda coşkunuz ve neşeniz her zaman olması gerektiği gibidir. Gezi direnişinden bir kez daha aldığımız muhalif ruh ve “başka bir dünya mümkündür” şiarında dile gelen alternatifi yaratma düşüncesinin direngenliğinde iyiye ve daha güzele varmak için mücadelemizi farklı kulvardan emekçi halkın mücadelesinde her alanda olduğu gibi bu kapatıldığımız alanda da kararlılıkla sürdürüyoruz. Bireyseli toplumsaldan ayırmayan kader ortaklığına dayalı çabamız siz ve emekçi halkımız ile birlikte özgürlüklerin yaşanacağı geleceği sürdürme kararlılığındadır. Yeni yıla girerken bu çabamızın gerçeğe daha da yakınlaşması dileğiyle insanlığın sınıfsızlık düşüne sarılıp eylemlerimizi bu yönde büyüterek yeni olan ile eskileri yıkacağız… Bu vesile ile ilk günlerini karşıladığımız bu yeni yılımızı da mektubumuzla kutluyoruz… Özgürlüklerin doyasıya yaşanacağı geleceğe olan hasretle… Mutlu yıllar… Selamlar ve sevgiler Siyasi tutsak Ünal Günal Gezi tutsağı Mukamet Çelik
GEZİyor Hayaletleri Gezi direnişinde yıldızlaşanlara ithafen… Küçük Asya’da geziyor hayaletleri Ortakça büyütüyorlar cesaret ve cüreti Mağlup etmek için korku duvarlarını Üleştiriyorlar her dilim ekmeği düşdaş sofralarında Ne ütopyalar kurdularsa özgür geleceğe dair Ayan kıldılar genç elleriyle gezi komünlerinde “Razı gelmeyiz artık” diyor yeninin ebesi kuşaklar Cevapları her dilden “bu daha başlangıç…” Ayağa kaldırdılar komünarca gezici akıl ve yürekleri Düştüler en önden yollara, barikatlara Üzerlerine sıkılanlara aldırmadan Şafağın müjdesi direnç yıldızı oldular Güneşinoğlu (Tüm düşdaşlara yeni yıl armağanımdır.)
Örgütlenmek Hayat Kurtarır Ç
alışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili hazırladığı bir dizi kamu spotunu medya aracılığı ile kitlelere duyuruyor. Devlet, iş kazalarına karşı güvenlik önlemlerini alıyor algısı yaratmak için bu spotları yayınlattırıyor. Örneğin bir spotta, “İşini güvenle yap Salih Usta, geleceğe güvenle bak usta!” deniliyor ve şöyle devam ediliyor: “Türkiye’de her 6 dakikada bir iş kazası yaşanıyor. İş sağlığı ve güvenliği yasası ile mevcut sağlık ve güvenlik şartları iyileşiyor, verim artıyor, emeğin değeri artıyor ve Türkiye güvenle büyüyor.” Evet, Türkiye ekonomisi, işçilerin kanı ve alınteri üzerinden büyüyor. İşçilerin ocağına düşen ateş aileleri paramparça ediyor. Çocuklar babasız büyüyor, geride kalanlar dayanılmaz acılar çekiyorlar. Geleceğe elbette güvenle bakıyoruz. Ama güvenimiz çürümüş kapitalizme değil, işçi sınıfının örgütlü gücünedir. Elbette bunların hesabını kan emicilerden işçi sınıfı bir bir soracaktır, her
kaybettiğimiz işçi kardeşimizin acısı yüreklerimizde mücadele ateşi olarak can bulacaktır. İşyerlerinde işçiler çok uzun saatler ve kötü koşullarda, yazın sıcakta, kışın buz gibi fabrikalarda çalıştırılıyorlar. Patronlar iş güvenliği önlemlerini maliyet olarak gördükleri için en basit önlemler bile alınmıyor. Örneğin iş güvenliği malzemeleri işçilere verilmiyor. Patronlar bu maliyeti işçinin hayatından daha değerli gördüğü için, her ay ortalama 100 işçi kardeşimizi iş cinayetlerinde kaybediyoruz. Üstelik bu rakamlar sadece sigortalı işçileri içeriyor. Bir de kayıt dışı çalıştırılan işçileri hesaba kattığımızda tablo çok daha vahim durumda. Yaralanmalı kazalar ve meslek hastalıkları da bu hesabın içinde yok. Utanmadan Türkiye’nin güvenle büyüdüğüne vurgu yapılıyor. Evet, söyledikleri gibi verim artıyor. İşçiler gece, gündüz demeden yarış atı gibi çalıştırılıyorlar. Asgari ücretin sefalet koşullarında olması, işçile-
47
Okurlarımızdan ri fazla mesai yapmaya mecbur bırakıyor. Patronlar sınıfı için bugün Türkiye “güvenle” büyüyor ve şimdilik karşılarında güçlü, örgütlü bir işçi sınıfı görmüyorlar. Bu yüzden de bu kadar pervasızca davranabiliyorlar. Tanıtım filminin birinde ise işçilerin gemiler yapmasından, madenlerde elmaslar çıkarmasından, demiri dövmesinden vs. bahsediliyor. Bu tanıtımın biz açıklamasını yapalım. İşçiler tersanelerde, fabrikalarda, madenlerde ve aklımıza gelen her yerde üreten bir sınıf. Ne yazık ki her şeyi kendisi üretmesine rağmen, ürettiklerine bu düzende sahip olamayan bir sınıf aynı zamanda. Dünyayı var eden ellerimiz örgütlendiğinde, başarabileceklerimiz sınır tanımayacaktır. İşçiler için kapitalizmde tehlikeler sadece iş kazaları ile
sınırlı değildir. Artan baskılar, çalışma sürelerinin uzunluğu, ücretlerin düşüklüğü, haksız savaşlar… Tüm bunlar işçiler için gün geçtikçe katlanılmaz boyutlara ulaşmaktadır. İşçiler örgütlü olursa ne insanlık dışı bir biçimde uzun saatler çalışırlar, ne de iş cinayetleri yaşanır. Demek ki bu düzende, hayatımızı bile korumak için örgütlenmekten başka seçeneğimiz yok. İşçi sınıfı bugün yeteri kadar örgütlü değil, ama boşuna dememişler gün gelecek devran dönecek. İşçiler örgütlü bir güce kavuşup ayağa kalkarak bu sömürü düzenini patronların başına yıkacak! Bundan kimsenin şüphesi olmasın!
Pendik’ten bir Marksist Tutum okuru
Umut Şans Oyunlarında Değil Örgütlü Mücadelemizde!
M
illi piyango, İddaa, Sayısal Loto, Spor Loto, On Numara… Ne çok umutlar bağlanır şans oyunlarına. Milyarları bulur ikramiyeler. İşçiler her hafta “ya kazanırsam” diyerek bir umutla oynuyorlar şans oyunlarını. Ben kapitalistlerin yılbaşlarında milli piyango bileti aldıklarını, sayısal loto, spor loto ya da iddia oynadıklarını görmedim, duymadım. Bu şans oyunlarını oynayanlar da yine biz işçiler-emekçiler oluyoruz. İnsan düşünmeden edemiyor, neden bu şans oyunlarını hep biz oynuyoruz da patronlar buna gerek bile duymuyor? Aslında hiç uzağa gitmeye gerek yok. Biz de bir işçi ailesiydik ve bir zamanlar milli piyango biletlerine fazlaca umut bağlamıştık. Hiç unutmam, babam her yılbaşında altı çocuğu, kendisi ve annem için birer tane olmak üzere toplam sekiz adet milli piyango bileti alırdı. Yılbaşı akşamı geldiğinde de hepimiz pür dikkat televizyonun karşısına dizilir, dönen Milli Piyango toplarından çıkacak sayıların bizimki olmasını umutla beklerdik. Hepimiz “ya çıkar da zengin olursak, kurtuluruz bu sefil hayattan” diye hayal kurardık. Akşam bir şey çıkmadıysa, sabah ilk işimiz hemen piyangonun tam listesini veren bir gazete almak olurdu. Ama nedense hiçbir yılbaşında da bize bir şey çıkmıyordu. Her yılbaşında babamın verdiği onca bilet parası boşa giderdi. Hatta o zaman İstanbul’da oturmuyorduk. Bizimkiler “keşke İstanbul’da olsak da bir de şu Nimet Abla’dan bilet alsak” derdi. Umuttu işte. Bizim gibi on binlerce işçi ve emekçi ailenin “ya çıkarsa” umuduyla bilet aldıklarını düşünürsek aslında piyango olarak verilen o milyarları bizler biriktiriyorduk. Yıllar sonra bir işçi olunca ve mücadelenin içine girince patronların neden bu oyunları oynamadıklarını anladım. Çünkü onlar bizlerden çaldıklarıyla, bizleri sömürerek zaten zengin olmuşlardı. Onların bir eli yağda bir eli baldaydı. Biz işçiler de patronların kurulu düzeninde sürekli olarak zengin olmanın umuduyla kandırılıyorduk. Milli piyango ve diğer şans oyunları işçile-
48
ri oyalamak için ortaya çıkarılmıştı. Patronların bize reva gördükleri yoksulluktan, sömürüden, uzun iş saatlerinden ve kötü çalışma koşullarından kurtulmanın bir ilacı olarak gösteriliyordu bu oyunlar. Patronlar, işyerlerinde haklarını aramamaları ve düzeni sorgulamamaları için işçileri sürekli hayal dünyasında tutuyorlar. Milyonda bir çıkma olasılığı olan büyük ikramiyeler için işçiler sürekli olarak umut besliyorlar. Şans oyunları oynayan işçilerin sayısı gün geçtikçe artıyor. İş arkadaşlarımız, akrabalarımız ya da tanıdıklarımızdan bir kaçı şans oyunlarından en az birini oynar hale gelmiş durumda. Yolda, sokakta şöyle etrafımıza bakınca şans oyunları satan büfelerden, seyyar satıcılardan geçilmiyor. İddaa bayilerinin önünde uzun kuyruklar oluşurken, yılbaşlarında da milli piyango bayilerinden bilet satın almak için uzun kuyruklar oluşturuluyor. İşçiler ceplerinde para kalmadıysa kredi kartlarıyla oynuyorlar. Ne kadar büyük oynarsam, ne kadar çok alırsam çıkma olasılığı o kadar artar diyerek cepte kalan son ekmek parasını da şans oyunlarına yatırıyorlar. Patronlar sınıfının düzeni işçileri bu hale getirmiş durumda. Oysa bizler patronların bu oyunlarına kanmayarak işyerimizde mücadele etsek, bir araya gelsek asıl zenginliğe kolayca ulaşacağız. Asıl zenginlik biz işçiler mücadele edersek gelecek. Umut, patronların kandıran, yalancı şans oyunlarında değil bizim örgütlü mücadelemizde. Bizler mücadele etmediğimiz için işyerlerinde çalışma koşullarımız daha da kötüleşiyor. O da yetmiyor iş kazalarında hayatımızı kaybediyoruz. Tüm bunları değiştirecek olan bizim örgütlü mücadelemizdir. Sarıgazi’den bir işçi