G
erek dünya ve bölge ölçeğindeki siyasal gelişmelerin seyri, gerekse de iç siyasal takvim, Türkiye’de son birkaç yıllık göreli siyasi sükûnetin 2006 yılında değişmeye başlayacağına işaret etmektedir. Suriye’ye ve İran’a yönelik emperyalist baskının hızla tırmandırıldığı ve özellikle İran’a bir saldırı ihtimalinin gündemde olacağı, Türkiye’nin de bu planlara dahil edilmeye çalışıldığı bir uluslararası siyasal iklime ilaveten, içeride de seçim baskısının ve cumhurbaşkanlığı seçiminin gündemi artan ölçüde belirleyeceği görülüyor. Tüm bunlara düzen cephesinin Kürt sorununda yaşadığı sıkışmışlığı ve özellikle Kıbrıs meselesi dolayısıyla gerilimin artacağı anlaşılan AB ile ilişkilerdeki sorunları da eklemek gerekiyor. Ekonomi cephesinde birikmekte olan çelişkiler de hesaba katıldığında, giderek ağırlaşacağı anlaşılan bu sorunlar dolayısıyla, özellikle TÜSİAD’çı büyük sermaye, bir yandan hükümetin hassaslaşan rejim içi dengeleri sarsacak biçimde kontrol dışına çıkmaması, bir yandan da daha genel ve uzun vadeli siyasal düzenlemeler için müdahalelerde bulunuyor. TÜSİAD’ın, rektör Yücel Aşkın üzerinden hükümetin yürüttüğü ve statükocu güçlerin tepkisini çeken harekâta yönelik çıkışı, Orhan Pamuk meselesinde hükümeti eleştiren tarafta yer alması ve cumhurbaşkanıyla sıcak görüntüler vererek onun seçim barajının düşürülmesi mesajına ortak olması bu müdahalelerin örnekleriydi. Bunlar ve daha birçok görünür görünmez basınçların bir sonucu olsa gerek, başbakan soğukkanlılığını yitirerek TÜSİAD’a çatmaya hatta ona sopa göstermeye kalktı. Başbakanın hiddetli mesajını alan kapıkulu aygıtı, gözünü karartıp Mustafa Koç hakkında soruşturma başlatacak kadar ileri gitti. İş sonradan tatlıya bağlandı gibi görünse de, hükümetin cami duvarına işemiş olduğu gerçeğinin TÜSİAD tarafından tümüyle unutulacağını düşünmek saflık olur. Aslında TÜSİAD bu hamlelerle hükümete, açmış olduğu kredinin sınırsız olmadığı mesajını vermekte ve evin sahibinin kim olduğunu hatırlatmakta-
Burjuvazinin Demokrasi Oyunu Levent Toprak
Türkiye gibi ülkelerde kronik demokrasi sorununun bir devrim sorunu olduğuna şüphe yoktur. Sonradan görme azgelişmiş ülke burjuvazilerinden bu bağlamda dişe dokunur reformlar beklemek boşunadır.
1
marksist tutum
dır.
Tam da gerilimi takip eden günlerde büyük sermayenin “think-tank” kuruluşu niteliğindeki TESEV’in akademisyenlere hazırlattığı yeni bir seçim sistemi önerisinin tanıtım kampanyası başlatıldı. “Temsilde adalet” ve “siyasi istikrar” sağlamak amacıyla hazırlandığı belirtilen bu sisteme göre seçim barajı kaldırılıyor, sadece 2-3 vekil çıkaracak dar seçim bölgelerinin söz konusu olduğu ve ikinci tercihin yapılabildiği tercihli çoğunluk esasına dayanan bir seçim sistemi öngörülüyordu. Hatırlanacağı gibi hükümet uzun zamandır seçim sisteminin değiştirilmesi yönünde hem AB’nin hem de çeşitli sermaye sözcülerinin eleştirilerine maruz kalmaktaydı ve eleştiriler daha ziyade, yüzde 10 gibi pek rastlanmayan yükseklikteki barajın varlığına odaklanıyordu. Nitekim cumhurbaşkanı da barajın “birkaç” puan indirilmesini talep ediyor. Tabii cumhurbaşkanının hesabı daha ince: Kürt hareketinin meclise girmesini engelleyecek kadar yüksek, ama AKP’yi dizginlemek için gerekli diğer bazı partilerin girmesini sağlama alacak kadar düşük bir baraj! Bu irili ufaklı seçim sistemi değişikliği önerilerini, son yıllarda çeşitli sermaye sözcüleri tarafından sıkça dile getirilen başkanlık sistemi istekleriyle birlikte ele aldığımızda, büyük sermayenin siyasal sisteme ilişkin daha geniş çaplı bir değişiklik arayışının önemli bir cephesini görmüş oluyoruz. Nitekim geçtiğimiz yıl bu günlerde TÜSİAD başkanı Sabancı şunları söylemişti: “Türk siyasal sistemine ilişkin her türlü değişiklik önerisi demokrasiye, siyasi istikrara ve yönetimde etkinliğe katkıda bulunmalıdır. Siyasal yapı bir bütündür. Başkanlık sistemi/parlamenter sistem tartışması yaparken, seçim ve siyasi parti sistemlerini mutlaka hesaba katmak gerekir.” Seçim sistemine ilişkin son önerinin bu çerçevede yer aldığı açık bir şekilde anlaşılıyor.
Burjuvazinin ihtiyacı Yeni seçim sistemi önerilerinde olsun başkanlık sistemi önerilerinde olsun ısrarla vurgulanan hususun “siyasi istikrar” olduğu hemen göze çarpıyor. Bu, arzulanan değişimin demokrasiyle, “halkın temsili”yle pek ilgili olmadığına dair önemli bir ipucu vermektedir. Burjuvazi 12 Eylül faşist darbesiyle işçi sınıfını ezmiş, hatta onu sendikal örgütlülük alanında bile neredeyse tümüyle etkisizleştirmiş ve böylece kendisine bir dikensiz gül bahçesi yaratmış olduğu halde neden “istikrar” telâşına düşmüştür? Bunun birkaç nedeni var. En temel neden, örgütsel ve siyasal açıdan etkisizleştirilmiş olduğu halde işçi sınıfı ve diğer emekçi yoksul kesimlerin buhar olup uçmamış olmasıdır. Burjuvazinin daha akıllı unsurları, işçi sınıfından ümidi kesip kendine yeni dinamikler arayanların ya da hepten mücadeleyi terk edenlerin aksine, sınıfın nesnel varlığı devam ettiği müddetçe, kapitalizmin varlığını tehdit edecek devrimci patlamaların her zaman mümkün oldu-
2
Şubat 2006 • sayı: 11
ğunu bilmektedir. Yine nihayetinde bu temel noktaya çıkan, ama farklı düzlemde yer alan başka sebepler de var. Türkiye’de burjuvazi günün koşullarına uygun biçimde programını yürütecek nitelikte siyasi kadrolara ve örgütlere sahip olmamanın sıkıntısını çekmektedir. Vaktiyle Cem Boyner’in sahneye çıkmasının ve daha sonra Kemal Derviş üzerinden yürütülen sonuçsuz çabaların anlamı buydu. Yıllardır süren “İkinci Cumhuriyet” tartışmasının ve medya köşelerinde yığınak yapmış olan liberal akıl hocası takımının varlığının da anlamı budur. Elbette mevcut partiler ve kadrolar sonuçta burjuva düzenin hizmetkârlarıydılar. Ancak Türkiye’nin özgün tarihsel koşullarını yansıtan siyasi rejimin bir parçası olan bu unsurlar, Türkiye kapitalizminin geldiği yeni evrenin ve Soğuk Savaş sonrasının bastıran gereklerini sorunsuz biçimde yerine getirecek nitelikte değildiler. Burjuvazi, kıran kırana bir kapışmanın yürümekte olduğu yeni dünya şartlarında, mevcut siyasi yapı ve kadroların yetersiz kaldığını düşünmektedir. Temelde dünya kapitalizminin genel bunalımı tarafından belirlenen bu şartların burjuva liderler ve partiler için zorlu ve yıpratıcı olması nedeniyle, daha kolay yenilenebilir, esnek, parti ve lider değişikliklerinin daha çabuk ve sorunsuz yapılabileceği bir yapılanmaya geçmek istemektedir. Tekrar etmek gerekirse, burjuvazi, kıran kırana bir kapışmanın yürümekte olduğu yeni dünya şartlarında, mevcut siyasi yapı ve kadroların yetersiz kaldığını düşünmektedir. Temelde dünya kapitalizminin genel bunalımı tarafından belirlenen bu şartların burjuva liderler ve partiler için zorlu ve yıpratıcı olması nedeniyle, daha kolay yenilenebilir, esnek, parti ve lider değişikliklerinin daha çabuk ve sorunsuz yapılabileceği bir yapılanmaya geçmek istemektedir. Bu yapılanmayla, halkın gözünde yıprananlar, sorun çıkarma fırsatı bulamadan değiştirilebilmeli ve böylece düzenin imajı daha kolay tazelenerek, halkın tepkisi daha kolay yönlendirilip yatıştırılabilmelidir. İşçi sınıfı ve diğer emekçi halk yığınlarının çalışma ve yaşam koşullarına dönük ağır bir saldırı programının yürütüldüğü günümüzde, “siyasi istikrarın” sağlanmasının giderek güçleşeceği açık. İşin dibine indiğimizde “siyasi istikrar” arayışıyla aslında kitlelerin isyanını önlemenin kastedildiğini görürüz. Son zamanlarda MGK toplantılarında da sıkça “sosyal patlama tehlikesi”ne dikkat çekilmesi bunun yalnızca sıradan bir göstergesidir. Kitleler yaşadıkları ve bundan sonra yaşayabilecekleri daha beter koşullara isyan etmemeli, bunları sineye çekmeli, ama daha önemlisi bunların nihayetinde kendi iyiliğine olduğuna ikna olmalı, ve daha daha önemlisi bunları kendi kararları ve seçimleri olarak görmelidir. Burjuvazinin bu “siyasi istikrar” söylemini “demokrasi” söylemine sarıp sarmalayarak sunması-
Şubat 2006 • sayı: 11
nın hikmeti de buradadır. Çünkü burjuva demokrasisinin püf noktası tam da bu aldatmacanın sürekli olarak yeniden üretilmesidir. Çağımızın egemen sınıfı olan burjuvazinin temel sıkıntısı, gerçek hayatta “demokrasi” kavramının çağrıştırdığı tüm olumlu değerlerin canına okurken, görünüşte demokrasi oyununu oynamak zorunda olmasıdır. Zira kapitalizm gezegene yerleştiği ölçüde, egemenlerin halkın gönlünü çelmeden, onu şöyle ya da böyle razı etmeden egemenliklerini uzun süre sürdürmeleri mümkün değildir. “Demokrasi”nin ardındaki temel gerçek bu olunca elbette ortaya demokrasi adına bin bir türlü garabetin çıkması kaçınılmaz olmaktadır. Burjuvazi pek kolay olmayan bu oyunu sürdürebilmek için yüzyıllar boyunca çeşitli tedbirler, mekanizmalar geliştirmiş, bunları mükemmelleştirmiştir.
Demokrasi ve Burjuvazi Bir halk hareketi niteliğini kazanmış tüm devrimlerde demokrasinin kapsamını dönemin koşullarına göre azami ölçüde genişletme eğilimleri hep kendini göstermiştir. Bu, aynı niteliği taşıyan burjuva devrimler için de geçerlidir. Nitekim İngiliz, Amerikan ve Fransız devrimlerinde bu eğilimler değişik derece ve biçimlerde hayat bulmuşlardır. Ancak burjuvazi kendi devrimi içinde patlak veren bu eğilimleri bir yandan bastırmaya, dizginlemeye, bozmaya ya da boşa çıkarmaya, bir yandan da hasımlarına karşı bu dinamikten yararlanmaya çalışmıştır. Burjuvazinin bu çabalarının ürünü, demokrasinin temsili sistemle sınırlanması olmuştur. İngiliz Devriminde burjuva diktatör Cromwell yalnızca mülk sahiplerinin oy hakkının bulunduğu bir cumhuriyeti savunurken, emekçi kesimler, her evin aile reisinin oy hakkına sahip olduğu ve iki yılda bir seçilen bir parlamenter cumhuriyeti ve ayrıca yargının da halk tarafından seçilmesini, tam bir din, düşünce ve basın özgürlüğü talep ediyorlar, hatta bazıları daha da ileri giderek mülkiyetin kaldırıldığı ve toprağın ortaklaşa ekilip biçildiği komünal bir toplumu savunuyorlardı. İngiliz Devriminin gerçek kitle tabanını oluşturan bu kesimlerin baskısıyladır ki, yine bu kesimlerin dinamizm verdiği devrim ordusunun başında yer alan Cromwell, kralın başını uçurma noktasına kadar ileri gidebilmişti. Kendi amaçlarına ulaşma yolunda emekçilerin devrimci enerjisinden yararlanan burjuvalar, daha sonra saldırılarını onlara yönelterek devrimin ordusu içinde çeşitli evrelerden geçen bir tasfiye hareketi yürüttüler. Emekçi kesimlerin taleplerinde yer alan birçok hususun gerçekleşmesi ancak yüzyıllar sonra oldu ya da hiç olmadı. Örneğin İngiltere’de tüm erkeklere oy hakkının verilmesi bile ancak 20. yüzyılda oldu, yargının seçilmesi ise hiç gerçekleşmedi. Devrimin ordusu içinde hayat bulan milis demokrasisi hızla son buldu. Benzer türde eğilimleri Amerikan Devrimi sürecinde de görmek mümkündür. Bugünden geriye bakanlar, gü-
marksist tutum
nümüzde yeryüzü gericiliğinin ana üssü olan Amerikan devletinin temel kurucu belgelerinden biri olan Bağımsızlık Bildirgesinde, halka kötü yönetimler karşısında ayaklanma hakkı ve görevinin verilmesine şaşırabilirler. Aynı sürecin daha ehlileştirilmiş bir ürünü olan ABD Anayasasında da milis oluşturma esası vurgulanarak halka silahlanma hakkı tanınır. Elbette devrim günlerinin bir kalıntısı olan bu hak bugün bir kabuğa indirgenmiştir. Bu ilerici unsurlar aslında genel olarak devrimde yer alan halk tabakalarının burjuvalar üzerindeki baskısını yansıtmaktadır. Bugün hâlâ Amerika’da bazı eyalet ve bölgelerde yargıçların, savcıların, polis şeflerinin ve başka devlet görevlilerinin seçimle gelmesinin, bazı durumlarda görevden alma mekanizmasının mevcut olmasının, mahkemelerdeki halk jürisi uygulamasının kökeni hep o günlerin radikal demokrasi eğilimlerinin artık kabuk haline gelmiş kalıntılarıdır. Bu eğilimler karşısında büyük burjuvalar, ta o devrim günlerinden itibaren bu tür talepleri etkisizleştiren ya da dengeleyen düzenlemeler yapmışlardır. Örneğin güçler ayrılığı mekanizması ve demokrasinin doğrudan ya da temsili olması tam da Amerikan Devrimi sırasında bir tartışma konusuydu ve burjuvalar güçler ayrılığını ve temsiliyeti dayattılar. Devrimin kimi sözcüleri temsili demokrasinin demokrasi değil bir aldatmaca olduğunu açık yüreklilikle söyleyecek kadar dürüsttüler. Benzer eğilimlerin söz konusu olduğu Fransız Devriminden uzun boylu bahsetmeyeceğiz. Yalnızca burjuvazinin, devrimin halkçı “aşırılıklarını” geri devşirebilmesi için bugüne kadar tam beş cumhuriyet gerektiğini belirtelim. Son kez 1958’de, yarı-Bonapartist bir role soyunan de Gaulle’ün bastırmasıyla hazırlanan yeni anayasayla kurulan bugünkü 5. Cumhuriyet, parlamentonun gücünü kısıtlayan bir yarı-başkanlık sistemi esasına dayandırılmıştır. Genel bir muhasebe yaptığımızda, başka her türlü sorun bir yana, sadece genel oy hakkının bile gelişmiş kapitalist ülkelerde yerleşmesinin ancak 2. Dünya Savaşından çok sonra olabildiğini hatırlamak gerekiyor. Genel oya gelene kadar, oy hakkı mülk sahipliğiyle, servet sahipliğiyle, vergi verenlerle, okuma-yazma bilenlerle, erkeklerle vs. sınırlanmıştır. Uygulamada öne çıkan en temel kısıtlama şüphesiz kapitalizmin ruhuna uygun olarak mülkiyet esasına göre olan kısıtlamaydı. O zamanlar kendi düzeninin sağlamlığına yeterince güvenemeyen burjuvazi, işçi sınıfının oy hakkına kavuşmasının özel mülkiyet sistemi için büyük risk oluşturacağını biliyordu. Ancak işçi sınıfına önemli tavizler vermek zorunda kalarak ve ama bununla da onu ehlileştirerek oy hakkının genelleşmesine izin verildi.
Burjuva demokrasisinin niteliği Siyasal alan ile ekonomik alanın göreli ayrışması kapitalizmi tarihsel olarak kendisinden önceki toplumsal formasyonlardan ayıran bir niteliktir. Daha önceki toplumsal
3
Şubat 2006 • sayı: 11
marksist tutum
formasyonlarda sömürü ekonomi dışı zora dayandığı halde, tarihte ilk kez kapitalizmde sömürü ekonomik zor esasına dayanıyordu. Kapitalizmde ilke olarak kimse kimseyi zorla köle, serf ya da kul yapmıyordu. Üretim araçlarına sahip olmayanlar da “özgür”dü. Özgürce aç kalma ve ölme hakkına sahiplerdi. Ekonomik ve siyasal alandaki bu göreli ayrışma sayesinde burjuvazinin demokrasisi siyasal alanla sınırlı kalmaya mahkûm, temsili bir demokrasi niteliğini taşımak zorundadır. Bu demokraside en yüce hak, ve aynı zamanda sınır, özel mülkiyettir. Ama her ne kadar ekonomik ve siyasal alan birbirinden ayrışmış ve burjuvazinin egemenliğinin kaynağı ekonomi olsa da, siyasal alan, yani siyasal egemenlik, burjuvazi için hayati öneme sahiptir. Zira siyasal egemenlikten yoksun bir ekonomik egemenlik topal bir egemenliktir ve nitekim burjuva devrimlerinin temel motivasyonu da, burjuvazinin ekonomik egemenliğini siyasal egemenlikle taçlandırarak garanti altına almak istemesi olmuştur. Ama bu süreç bir kez tamamlandıktan sonra bu ayrışma halk kitleleri için yanıltıcı bir özgürlük ideolojisinin dayanağı olur. Bir halk hareketi niteliğini kazanmış tüm devrimlerde demokrasinin kapsamını dönemin koşullarına göre azami ölçüde genişletme eğilimleri hep kendini göstermiştir. Bu, aynı niteliği taşıyan burjuva devrimler için de geçerlidir. Nitekim İngiliz, Amerikan ve Fransız devrimlerinde bu eğilimler değişik derece ve biçimlerde hayat bulmuşlardır. O halde halk bu temel ayrımla öncelikle mülkiyete dokunma hakkından men edilmiştir. İkinci olarak, temsili mekanizmanın doğası gereği halk karar alma hakkına da sahip değildir. Yani buradaki temsil ya da vekalet, halkın aldığı ya da genel çerçevesini çizmiş olduğu kararların uygulanması için verilen bir vekalet (emredici vekalet) değildir. Halk yalnızca 4-5 yılda bir, arada bir daha karışamayacağı bir şekilde, kendi önüne sunulan parti ya da siyasetçilerden birini seçip köşesine çekilmelidir. Yani sözde egemenliğin sahibi olan halk (“hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir”), egemenliğini “temsilcilerine devretmeli”, dolayısıyla demokrasimiz temsili bir demokrasi olmalıdır. Bununla bağlantılı bir diğer kısıtlama, halkın, seçtiği temsilcileri denetleme ve görevden alma hakkının olmamasıdır. Bu bakımdan burjuva demokrasisi pasif demokrasidir. Ancak bu kadarı da burjuvaziye yetmez. Burjuvazi siyasal temsil mekanizmasıyla bile olsa mülksüz yığınların toplumsal yaşamın düzenlenmesindeki etkisini elden geldiğince kısıtlamaya çalışır. Bunun temel araçlarından birisi “kuvvetler ayrılığı” denen örgütlenmedir. İktidar yasama, yürütme ve yargı olarak üçe ayrılır ve halka çoğu durumda yalnızca 4-5 yılda bir yasama temsilcilerini seçme hakkı verilir. Bunların ötesinde burjuvazi siyasi istikrar sağlayabil-
4
mek ve işçi sınıfı temsilini kısıtlamak için seçim düzleminde birtakım düzenlemeler yapar. Seçmen kitlesini sınırlamaktan tutun, barajlara, eşit olmayan oy uygulamalarına, orantılı temsili dışlayıcı türlü seçim sistemlerine (başta çoğunluk sistemi denilen sistem meselâ) ve nihayet seçim hilelerine başvurur. Burjuva demokrasisinin tarihsel gelişimine baktığımızda, bazı biçimsel adımlar atılmış gibi görünse de özde halk temsilinin sürekli olarak daha etkisiz hale geldiği ve geniş halk yığınlarının seçimlere giderek artan ölçüde ilgilerini yitirmekte olduğunu görüyoruz. Bu, seçimlerle bir şeyin değişmediğine dair yerleşen kanının bir ifadesidir. Burjuva demokrasisi halkın demokratik özlemlerine çare olamadığı gibi, onların artan ölçüde boğulması anlamına gelmiştir. Diğer taraftan bu tarihsel gelişim içinde temsili kısıtlayıcı biçimlerin daha fazla yaygınlık kazandığını da gözlemekteyiz. Meselâ parlamenter biçime karşı başkanlık sistemi uygulamaları yayılmaktadır. SSCB’nin dağılmasıyla birlikte kurulan, başta Rusya olmak üzere yeni kapitalist ülkelerin hemen tamamında da başkanlık sistemi yürürlüğe konmuştur. Son yıllarda Türkiye’de de sıkça başkanlık sistemi tartışmalarının açılması ve seçim sistemi değişikliği önerisi de bu genel eğilimlerin bir uzantısından başka bir şey değil aslında. Biçimsel olarak bakıldığında sanki halkın seçme hakkı geliştiriliyormuş gibi bir düzenleme (“yürütmeyi [başkan] de halk seçiyor!” ya da “barajlar kalkıyor!”), ama gerçekte halk açısından iktidarı kontrol ve etkileme olanaklarından daha fazla uzaklaşma ve siyasal aygıtın sermayenin çok daha doğrudan kontrolüne alınması. İşte burjuva demokrasisi oyununun günümüz koşullarındaki somut eğilimleri bunlardır.
İşçi demokrasisi Burjuva demokrasisi temsili nitelikte olduğu için, düzen sıkıştığı ölçüde kendi ayağına da dolanmaktadır. O nedenle burjuvazi, belirli bir partinin hükümet edecek çoğunluğu elde etmesini neredeyse olanaksızlaştıran orantılı
Şubat 2006 • sayı: 11
temsil ilkesinden uzaklaşmaktadır. Artan siyasal çelişki ve çekişmeler de eskinin istikrarlı koalisyonlarını giderek olanaksızlaştırdığı için, seçim sistemlerinde iki aşamalılık ve çoğunluk (“birinci gelen hepsini alır”) yöntemleri daha fazla rağbet görmektedir. Böylece burjuvazi kendi sebep olduğu soruna, temsilin özünü daha da kısıtlayan daha otoriter çözümler bulmaktadır. Tüm dünya ölçeğinde demokratik hak ve özgürlüklerin genel bir daraltılma sürecine girilmiş olduğunu ve “terör” bahanesiyle polis devleti uygulamalarının gelişmiş burjuva demokrasilerinde bile yaygınlaştığını özel olarak belirtme gereğini duymuyoruz. Demokrasi sorununun temel çözümü proleter sosyalist devrimin konsey tipi örgütsel mekanizmalarında olmakla birlikte, işçi sınıfı birtakım demokratik reformlar için mücadeleyi elden bırakmaz. Özellikle işçi sınıfını doğrudan ilgilendiren, sınırsız grev, gösteri, eylem, örgütlenme özgürlüğü ve sosyalist basın için özgürlük gibi temel noktalarda, düzen çerçevesinde elde edilebilecekler konusunda yanılsamalara kapılmaksızın var gücüyle mücadele eder. Burjuvazinin yarattığı bu deli gömleğinden kurtulmanın ve demokrasi kavramının yarattığı olumlu çağrışımları (demos+kratei=halk egemenliği) hayata geçirmenin tek yolunu tarihte esas olarak işçi sınıfının vermiş olduğu mücadeleler ve ortaya koyduğu deneyimler göstermiştir. Paris Komünü örneği ve sovyet demokrasisinin somutlandığı Rus Devrimi örneği ve daha birçok yenilgiye uğramış işçi devrimi örnekleri (Almanya, Macaristan, İspanya vb.) doğrudan demokrasi örnekleri olarak üstünlüklerini sergilemişlerdir. Lenin çürümüş burjuva parlamentarizmi karşısında Komün’ün üstünlüğünü şöyle açıklıyordu: “Burjuva toplumun iliklerine dek çürümüş, satılık parlamentarizmi yerine, Komün, düşünce özgürlüğü ve tartışmanın yutturmaca halinde yozlaşmadığı organları koyar. Bu organlarda, düşünce özgürlüğü ve tartışma, yutturmaca halinde yozlaşmaz: çünkü parlamenterler [bu organlara seçilenler] kendileri çalışmak, yasalarını kendileri uygulamak, bu yasaların etkilerini kendileri denetlemek, bunlar üzerine, seçmenlerine karşı, doğrudan kendileri yanıt vermek zorundadırlar.” (Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Y., 1989, s.58-9) Böylece hayatı üreten emekçi halk kitleleri doğal üyesi oldukları işçi konseylerinde kararlarını özgürce tartışarak kendileri alacaklar, uygulayacaklar ve sonuçlarını her an denetleyeceklerdir. İşçi sınıfının devrimle birlikte kuracağı kendi demokrasisi, bunu, Marx’ın Komün örneğinden çıkarsayarak genelleştirdiği üç ana tedbirle yürütecektir. Birincisi, sürekli ordunun ortadan kaldırılarak tüm halkın silahlandırılması; ikincisi tüm memurların seçimle gelmesi, sorumlu olması ve seçmenler tarafından istenildiği anda görevden alınabilir olması; üçüncüsü, tüm devlet görevlilerinin ortalama
marksist tutum
işçi ücretinden fazla ücret almaması. Sınıf bilinçli işçiler her demokrasi tartışması patlak verdiğinde gerçek bir demokrasinin bu temel ilkelerini döne döne hatırlamalıdırlar. Yeri gelmişken belirtelim ki, sosyalizm söylemi altında bürokratik bir diktatörlüğü savunanlar bu noktaları pek hatırlamak istemezler. Onların sosyalizmi, pasifleştirilmiş halka yukarıdan buyruklarla “ekonomik kalkınma” vermektir. Türkiye’de demokrasi sorunu kronik bir sorundur ve bu sorun işçi sınıfının devrimci mücadelesinin önemli boyutlarından birini oluşturmaktadır. Tam da Türkiye’deki burjuva rejimin kuruluşundan itibaren süregelen olağanüstü baskıcı karakteri nedeniyle bu topraklarda devrimci demokrasi hareketi, yani küçük-burjuva devrimci hareket çok yaygın ve etkili olmuştur. Türkiye gibi ülkelerde bu kronik demokrasi sorununun bir devrim sorunu olduğuna şüphe yoktur. Sonradan görme azgelişmiş ülke burjuvazilerinden bu bağlamda dişe dokunur reformlar beklemek boşunadır. Ne var ki devrimci demokrasi bunun ancak proleter sosyalist nitelikte bir devrimle olabileceğini, mülkiyete tayin edici darbeler indirilmeden, kapitalizmin tasfiyesi söz konusu olmaksızın demokratik özlemlerin gerçekleştirilmesinin imkânsızlığını göremez. Bugün hâlâ Türkiye ve Arjantin gibi kapitalizmin hayli yol almış olduğu ve çok uzun yıllardır burjuva cumhuriyetle yönetilen ülkelerde bile “kurucu meclis” gibi burjuva demokrasisinin biçim ve araçlarını temel şiar olarak ileri süren sosyalistler bulunuyor. Üstelik bu, Latin Amerika ülkelerinde halkın devrimci ayaklanmalar sırasında nüve halinde de olsa yer yer konsey (sovyet) tipi örgütlenmeler oluşturduğu halde yapılabilmektedir. Diğer taraftan, demokrasi sorununun temel çözümü proleter sosyalist devrimin konsey tipi örgütsel mekanizmalarında olmakla birlikte, işçi sınıfı birtakım demokratik reformlar için mücadeleyi elden bırakmaz. Özellikle işçi sınıfını doğrudan ilgilendiren, sınırsız grev, gösteri, eylem, örgütlenme özgürlüğü ve sosyalist basın için özgürlük gibi temel noktalarda, düzen çerçevesinde elde edilebilecekler konusunda yanılsamalara kapılmaksızın var gücüyle mücadele eder. Bu mücadele Lenin’in de hep belirttiği gibi işçi sınıfının demokrasi okulundaki eğitimini oluşturur. Yine bu çerçevede, elbette her türlü barajın ve özellikle mevcut durumda ezilen Kürt halkının politik temsilcilerinin önündeki engellerin kaldırılması, temsilde orantılılığın sağlanması ve bölgeler arası temsil eşitsizliğinin (taşra oylarının işçilerin yoğun olduğu büyük kentlerdeki oylardan 3-4 kat daha değerli olması gibi) kaldırılması gerekir. Bu gibi değişiklikler karşısında değişik burjuva kesimlerin yaygarasını kopardığı “politik istikrar”, “etkin yönetim”, “hükümet krizi” gibi sorunlar işçi sınıfının derdi olamaz. Burada önemli olan, bu tür taleplerin, doğrudan demokrasiyi ifade eden taleplerle bütünlenmesi ve gerçek demokrasinin ancak bir işçi demokrasisi olarak cisimleşebileceğinin her fırsatta vurgulanmasıdır.
5
Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı / 4 Mehmet Sinan
Doğu despotizminin (dolayısıyla asyatik üretim tarzının) temel çelişkisi, egemen sınıfın kütlesinin, devletçe ele geçirilen artık-ürünün kütlesinden daha hızlı büyümesi biçiminde dışa vurur kendini. Bunun sonucunda, egemen sınıf unsurlarının oturduğu kentsel kesimde belli bir ilerleme (üretici güçler ve teknoloji açısından) söz konusu olsa bile, despotizmin asıl gelir kaynağını sağlayan üretken kırsal kesim (tarım komünleri), sürekli bir durgunluk içinde yaşamını sürdürmek zorunda kalır. Bu durum, Doğu despotizminin “siyasal ihtişam” ve “ekonomik yükseliş” dönemlerinde de böyledir.
6
Osmanlının ekonomik yükseliş ve siyasal ihtişam dönemi (14, 15 ve 16. yüzyıllar) Buraya kadar anlattıklarımızla, Osmanlı toplumunda devletin (yani siyasal gücün) nasıl bütün güçlerin en tepesinde duran bir “süper güç” olduğunu ve tüm ekonomik-toplumsal yaşamın bu güç tarafından nasıl güdüldüğünü ortaya koymaya çalıştık. Öte yandan, bu tipte bir despotik güç oluşumunun yalnızca Osmanlı’ya özgü bir şey olmayıp, kapitalizm öncesi tüm Doğu toplumlarının tarihsel bir gerçekliği olduğuna işaret ettik. Nitekim, Marx’ın kullandığı “asya tipi üretim tarzı” ve “doğu despotizmi” kavramlarının da esasen bu tarihsel gerçekliği ifade eden kavramlar olduğunu söyledik. Marx, Doğu ve Batı uygarlıklarının kapitalizm öncesi gelişim çizgilerini incelerken, bu iki uygarlık çizgisi arasında (gerek mülkiyet biçimleri ve üretim ilişkilerinin, gerekse toplumsal ve politik yapıların oluşumu bakımından) esaslı farklılıkların bulunduğu gerçeğini saptamıştı. Sonunda her iki uygarlık çizgisi de kapitalizme varmıştır. Ama, bunlar arasındaki tarihsel gelişim farklılığı, kapitalizm öncesinde olduğu gibi, kapitalizme geçtikten sonraki ekonomik, toplumsal ve politik süreçlerde de kendini güçlü bir biçimde hissettirmeye devam etmiştir. Nitekim, şu an incelemekte olduğumuz Osmanlı toplumunun evrim çizgisi de bu gerçekliğin canlı bir örneğini sunmaktadır bizlere. Şurası bir gerçek ki, Batı’dan farklı bir gelişme seyri izlemiş olan Osmanlı toplumunun ortaya çıkardığı sosyo-ekonomik, siyasal ve kültürel yapıların, Batı’dan farklı bir uygarlık çizgisini simgelediği açıktır. Yazımızın bundan önceki bölümlerinde, Osmanlı’da devletin kuruluşu ve ekonomik-toplumsal yapıların oluşumuyla ilgili temel saptamalarımızı ortaya koymaya çalışmıştık. Şimdiki ve daha sonraki bölümlerde ise, Osmanlı despotizminin Batı feodalizmi karşısındaki yükselişinin (14, 15 ve 16. yüzyıllar) ve sonra da Batı kapitalizmi karşısındaki gerileyişinin (17. yüzyıldan itibaren) temel nedenle-
Şubat 2006 • sayı: 11
rini ortaya koymaya çalışacağız. Bilindiği üzere, asyatik-despotik karakteri esas olarak II. Mehmed (Fatih) döneminde belirginleşen Osmanlı devleti, 15. ve 16. yüzyıllarda giriştiği fetih savaşları sayesinde topraklarını alabildiğine genişletmiş ve hem Doğu’ya hem de Batı’ya hükmeden bir despotik imparatorluk düzeyine yükselmişti. Bu bakımdan, 15. ve 16. yüzyıllar, Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünün doruğuna ulaştığı yüzyıllar oldu. Bu ekonomik yükseliş ve siyasal ihtişam döneminin ayırt edici bir özelliği, Osmanlı devletinin askerî-idarî-malî tüm yönetim kademelerinin, kendini devletle özdeşleştirmiş olan devşirme kulların (kapıkulu bürokrasinin) elinde temerküz etmiş olmasıdır. Dolayısıyla, esas olarak Bizans’ın fethi ile başlayan ve Osmanlı devletini zenginliğinin ve siyasal gücünün doruğuna ulaştıran genişleme döneminde başlıca rolü, iktidarı elinde tutan bu devşirme kulların oynadığını söylemek yanlış olmaz.
Batı’da feodalizm çöküyor, Doğu’da despotizm yükseliyor! 15. yüzyılın ortalarına kadar, uygarlık dünyasının temeli Avrupa değil Asya kıtası idi. Batı uygarlığının en ihtişamlısı olan Büyük Roma İmparatorluğu zamanında bile, Asya’nın birinci büyük imparatorluğu olan Çin, ulaşılması özlenen efsanevi bir diyardı Batı için. Roma’nın çöküşünden sonraki yüzyıllarda ise, Çin’den Avrupa’ya doğru uzanan şerit üzerinde (Hindistan, İran, Orta Asya, Yakın Doğu bölgelerinde) pek çok Doğu imparatorluğu daha kurulacaktı. Aynı yüzyıllarda Avrupa, bu uygarlık âleminin dışında kalan ve ekonomik, askerî, siyasî açıdan esamisi dahi okunmayan bir “çevresel bölge” konumundaydı. Bu eski kıta, tüm Orta Çağ boyunca para, servet ve endüstri bakımından hep Asya’nın gerisinde kaldı. Avrupa’nın bu durumda kalışının temel bir nedeni ise, bu kıtanın 8. yüzyıldan başlayarak müslüman Arapların, Hunların ve Normanların istilâlarına maruz kalması ve kendi içine kapanmasıydı. 9. yüzyılda Frank (Karolenj) İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra, Batı Avrupa’da yaşayan ve Engels’in deyimiyle “barbar geleneklerinin anılarını hâlâ taşımakta olan” Cermen topluluklar, kıtayı istilâ eden bu yeni fatihler karşısında boyun eğerek uyruklaşmayı değil, kendi toplulukları içinde himaye aramayı yeğlemişlerdi. Saldırılar karşısında içe kapanma ve toprak imtiyazları yoluyla himaye arama çabaları, 9. yüzyıldan itibaren Batı Avrupa’da istisnai bir sistemin (feodalizmin) gelişmesiyle sonuçlandı. İnsanlar arasında “metbuluk-vasallık” ilişkisine dayanan bu sistem, sonuçta toprakta “serflik” ilişkilerinin gelişmesine ve giderek özgür Cermen köylüsünün serfleştirilmesine yol açtı. Bu döneme ait “her toprağın bir beyi olmalı” (“senyörsüz toprak olmaz”) özdeyişi, feodal çağın karakterini özetleyen bir özdeyiştir. Avrupa kıtasında, birbirinden yalıtılmış, kendi içine kapanmış fe-
marksist tutum
odal ekonomilerin yüzyıllar boyu hükmünü sürdürmüş olması, bu kıtayı merkezileşmiş bir devlet gücünden ve ekonomik bütünlükten yoksun bırakmıştı. Bu durum Avrupa’yı Asya’daki uygarlığın gerisine düşürdüğü gibi, para, servet ve teknoloji açısından da Asya’ya bağımlı hale getirdi. Batı’nın orta çağları diye tanımlanan bu tarihsel dönem, Avrupa’da Rönesans’ın başlamasına kadar sürdü. Marx, Doğu ve Batı uygarlıklarının kapitalizm öncesi gelişim çizgilerini incelerken, bu iki uygarlık çizgisi arasında esaslı farklılıkların bulunduğu gerçeğini saptamıştı. Sonunda her iki uygarlık çizgisi de kapitalizme varmıştır. Ama, bunlar arasındaki tarihsel gelişim farklılığı, kapitalizm öncesinde olduğu gibi, kapitalizme geçtikten sonraki ekonomik, toplumsal ve politik süreçlerde de kendini güçlü bir biçimde hissettirmeye devam etmiştir. 15. yüzyıla girildiğinde, Batı Avrupa artık feodalizmden uzaklaşmış bulunuyordu. Ne var ki, aynı yüzyılda Orta ve Doğu Avrupa ile Balkanlar’da feodalizm yeniden canlanıyor ve buralarda büyük köylü kitleleri daha da serfleştiriliyordu. Avrupa’nın bu kesimindeki feodal rejimlerin hemen hepsinde köylü ayaklanmaları yaşanıyordu. Bu nedenle de feodal rejimler askerî açıdan güçsüz ve dağınık bir konumdaydılar. Oysa Osmanlı devleti, 15. yüzyılın başlangıcından itibaren askerî, idarî ve malî açıdan güçlü bir merkezi-despotik yapılaşmaya doğru ilerlemekteydi. Askerî gücü ve savaş tekniği bakımından üstün konumda bulunan Osmanlı devleti, 15. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın işte bu dağınık feodal güçleriyle karşı karşıya gelecek ve tutuştuğu her savaşta bu güçleri alt etmekte zorlanmayacaktı. Osmanlı devleti, özellikle İstanbul’un fethinden sonraki genişleme döneminde, Balkanlar’da ve Orta Avrupa’da ele geçirdiği topraklarda feodal hanedanlıkları tuzla buz ederek, serflik ilişkilerine son vermiş ve buralardaki hıristiyan köylü topluluklarını Osmanlı devletinin reayası konumuna dönüştürmüştü. Öte yandan, zaten feodal beylerin keyfî baskı ve zulmünden yılmış bulunan hıristiyan köylü kitleleri (serfler) de Osmanlı’nın gelişini bir kurtuluş gibi karşılamışlardı. Nitekim, Osmanlı hakimiyetine giren bu bölgeler, daha sonraları Osmanlı’ya bol bol devşirilecek “kul” sağlayan yerler olacakı. Osmanlı’nın Avrupa’daki bu ilerlemesi de gösteriyor ki, askerî-idarî-malî açıdan güçlü bir merkezî örgütlenmeye sahip bulunan Doğu tipi despotik bir rejimin karşısında, böyle bir merkezi örgütlenmeden ve askerî güçten yoksun bulunan Orta Çağ kalıntısı dağınık feodal yapıların tutunabilmesi mümkün değildi. Batı’da feodalizm çökerken, Doğu’da despotizmin yükselişinin temelinde yatan gerçek neden de buydu. Ama tabii bu, üretici güçlerin o zamanki verili gelişmişlik düzeyinde geçerli olabilen bir durumdu. Üretici güçlerin gelişmesi, Batı’da kapitaliz-
7
marksist tutum
min gelişmesini sağlayacak bir düzeye ulaştığında ise durum tersine dönmüştür. Üretici güçlerin gelişmesine ayak uyduramayan, ama kendi içinde de evrimci dinamiklere sahip bulunmayan Osmanlı despotizmi (asyatik üretim tarzı), belli bir noktadan sonra çöküş sürecine girmiştir. Bu noktaya, Osmanlı devletinin gelişme dönemlerini incelerken ileride değineceğiz.
Despotik rejimin sürekli genişleme ihtiyacı nereden kaynaklanıyordu? Asya’da, tarımcı topluluklar üzerine çöreklenerek kurulmuş olan bütün despotik devletler, varlıklarını sürdürebilmek için sürekli fetih savaşları yaparak topraklarını genişletmek, yağma ve talanla hazinelerini güçlendirmek zorundaydılar. Büyük bir askerî gücü ve bürokratik mekanizmayı ayakta tutmaları buna bağlıydı çünkü. Dolayısıyla, savaş onlar için temel bir ekonomik faaliyet alanıydı. Nitekim Doğu despotizmi tarzında örgütlenmiş olan Osmanlı devletinin de sürekli genişleme ihtiyacı içinde olması, işte bu zorunluluğun bir ifadesiydi. Asyatik üretim tarzı üzerinde yükselen Doğu devletlerinin temel fonksiyonlarını inceleyen Marx, 25 Haziran 1853 tarihinde New York Daily Tribune’de yayınlanan Hindistan’da İngiliz Egemenliği adlı makalesinde şöyle yazıyordu: “Çok eski zamanlardan beri Asya’da, genellikle üç hükümet bakanlığı olagelmiştir: Maliye, ya da iç yağma; Savaş (Harbiye) ya da dış yağma; ve nihayet Bayındırlık.” (Marx-Engels, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol Yay., Eylül 1992, s.145-46) Marx burada, despotik bir devletin kendi varlık koşullarını devam ettirebilmek için nasıl bir sömürü mekanizması örgütlediğine dikkat çekmektedir. Doğu’ya özgü bu sömürü mekanizması, devleti elinde tutan yönetici sınıfın (bürokratik korporasyonun), tarımda çalışan dolaysız üreticilerin (devlete bağımlı çiftçilerin) ürettiği artık-ürüne el koyması şeklinde işlemekteydi. Bu el koyma, vergi ve haraç biçimi altında gerçekleşmekte ve dolayısıyla, despotik devletin yönetimi altında, “vergili” ve “haraçlı” diye tanımlayabileceğimiz bir toplumsal yapı oluşmaktaydı. Esasen böyle bir toplumda, “maliye” idaresi ile “savaş işleri” idaresi, despotik devletin birbirini tamamlayan fonksiyonlarıydı. Çünkü tarıma dayalı Asyatik toplumlar üzerine çöreklenen bu despotik devletler, yağma ve fetih savaşları yaparak ganimet ve toprak ele geçirmedikçe, devletin yeni haraç ve vergi kaynakları (tımarlar) elde etmesi ve dolayısıyla, maliyesini güçlendirmesi mümkün olamazdı. Öte yandan, vergiye bağlanmış toprakların (tarımcı toplulukların) sayısı artmadıkça da, despotik devletin toprağa dayalı militer gücünün (tımarlı askerin) artması son derece zorlaşırdı. Marx’ın dikkat çektiği “bayındırlık işleri” idaresine gelince, bu bölüm, despotik devletin üçüncü temel fonksiyonunu meydana getirmektedir. Yani, üretimin ve yenidenüretimin aksamadan yürütülmesi için, gerekli altyapı çalışmalarının (ulaşım yolları, kemerler, sulama kanalları vb.)
8
Şubat 2006 • sayı: 11
örgütlenmesi görevi. Asyatik üretim tarzı çerçevesinde, tarımda artık-ürün üretiminin düzenli olarak sağlanabilmesi ve bunun devlete akıtılabilmesi için, söz konusu bayındırlık işlerinin de despotik devlet tarafından yerine getirilmesi temel bir şarttı. Despotik rejimlerde devletin bu üç temel fonksiyonu üstlenmiş olması, onun çok karmaşık-bürokratik bir idarî ve malî aygıta sahip olmasını ve bu aygıtta çok sayıda görevlinin çalışmasını zorunlu kılmaktaydı. Bu da despotik rejimin temel bir açmazıydı. Bu rejimlerde egemen yönetici sınıfın kütlesinin, devletin el koyduğu artık-ürün kütlesinden daha hızlı büyümesi, devleti, sürekli artan ihtiyaçları karşılayamaz duruma getirmekteydi. Bu dengesizliğin somut görüntüsü, egemen sınıf mensuplarının ve görevlilerin ikamet ettiği kentlerin devamlı büyümesine karşın, bu kentlerin maddi ihtiyaçlarını karşılayan tek kaynak olan kırsal kesimin (tarım komünlerinin) devamlı bir durgunluk içinde olmalarıydı. Despotik rejim bu çelişkiyi giderebilmek için, sürekli bir dış-artık elde etme ihtiyacı içinde olurdu. Asya’da, tarımcı topluluklar üzerine çöreklenerek kurulmuş olan bütün despotik devletler, varlıklarını sürdürebilmek için sürekli fetih savaşları yaparak topraklarını genişletmek, yağma ve talanla hazinelerini güçlendirmek zorundaydılar. Büyük bir askerî gücü ve bürokratik mekanizmayı ayakta tutmaları buna bağlıydı çünkü. Dolayısıyla, savaş onlar için temel bir ekonomik faaliyet alanıydı. Ve tabii, dış-artık sağlama imkânı devam ettiği sürece sorun yoktur. Bu durumda sistem hiçbir evrim geçirmeksizin aynen devam eder. Yani Asyatik üretim tarzı ve onun üzerinde yükselen depotizm olduğu yerde durur. Fakat, sistem bu dış-artığı gerçekleştiremez (yani yeni fetih savaşları yaparak genişleyemez) ve başka malî kaynaklar da yaratamaz duruma gelirse, o zaman her şey tersine döner ve sistemin çöküşü kaçınılmaz olur. Tarihe baktığımızda, despotik sistemlerin yaşadığı çöküş sürecinin ve sonrasındaki gelişmelerin, tarihsel koşullara bağlı olarak iki farklı biçimde tecelli ettiğini görüyoruz. Eğer söz konusu olan, Asya’nın kapitalizm öncesi tarihsel koşulları ise, o takdirde, çöken bir despotik imparatorluğun yerini, aynı Asyatik temeller üzerinde gelip bir başkası almıştır hep. Fakat kapitalizmin bir dünya sistemi olarak gelişmesi ve buna bağlı olarak Asya’nın tarihsel koşullarının da değişikliğe uğramasıyla birlikte, durum değişmiştir. Değişen bu koşullarda, örneğin Asya’nın tanınmış despotik imparatorluklarından Çin ve Osmanlı imparatorlukları çöktüklerinde, bunların yerini bir başka despotik imparatorluk ya da devlet almamıştır ve alamazdı da. Çün-
Şubat 2006 • sayı: 11
kü zamanında kendi içsel dinamikleriyle başka bir sisteme evrilememiş ve evrilmeleri de mümkün olmayan bu yaşlı imparatorluklar, çözülme ve çöküş süreçlerini, gelişmekte olan dünya kapitalizminin (dışsal dinamiğin) etkisi altında yaşamışlar ve bu nedenle de, önce Batı’nın yarı sömürgesi haline gelmişler, daha sonra da güdük bir burjuva “demokratik” devrim geçirerek, kapitalist gelişme sürecine eklemlenmişlerdir. Şimdi bu söylenenleri, incelediğimiz örnek eşliğinde, yani Osmanlı devletinin 15. yüzyıldan itibaren başlayan genişleme süreci temelinde izlemeye çalışalım.
Osmanlı’nın genişleme dönemi Bilindiği gibi, Osmanlı devletinde kapıkulu ocaklarının kurulması ve bu ocaklarda yetişen devşirme kulların devletin yönetim kademelerinde (askerî, idarî, malî) yüksek yönetici görevlere getirilmeleri, bir başka deyişle Osmanlı devletinin despotik-bürokratik bir yapıya doğru evrilmesi, I. Murad (1360-89) devrinde başlamıştır. Bu dönemde Osmanlı devleti bir taraftan Anadolu’daki Türkmen beyliklerini topraklarına katarken, diğer taraftan da Balkanlar’da ve Orta Avrupa’daki genişlemesini sürdürdü. I. Murad, 1371-87 arasında Makedonya’yı, Manastır’ı, Niş’i, Sırbistan’ı fethederek Macaristan sınırına kadar dayandı. Bu birinci genişleme döneminde, henüz despotik yapısı tam olarak olgunlaşmamış olan Osmanlı devleti, fethettiği bu yerlerdeki feodal vasallıkları ve Bizans’tan kopan yerel hanedanları tamamen ortadan kaldırmak yerine, onları askerî ve malî açıdan kendine bağlamakla yetindi. Buna göre, Osmanlı devleti, kendi metbuluğunu tanıyan, yıllık vergilerini düzenli ödeyen ve istendiğinde Osmanlı ordusuna asker gönderen yerel feodal hanedanlarla işbirliğine gidiyordu. Böylece, Osmanlılar I. Murad döneminde Avrupa’da vasallık ilişkilerine dayanan bir imparatorluğun temellerini atmış oluyorlardı. I. Bayezid (Yıldırım) devrinde de (1389-1402) Osmanlı’nın genişlemesi sürdü. I. Bayezid, Batı Anadolu’daki bütün Türkmen beyliklerini topraklarına kattı ve Doğu Anadolu’daki bazı Türkmen beyliklerini ortadan kaldırdı. Daha sonra Balkanlar’a yönelen Bayezid, Bulgaristan’ı işgal ederek ilk kez doğrudan Osmanlı yönetimine bağladı ve ardından Konstantinopolis’i kuşattı. Macaristan’ın örgütlediği büyük haçlı ordusunu da Niğbolu Savaşında (1396) yenilgiye uğratarak, Tuna’nın güneyinde Osmanlı egemenliğini iyice pekiştirdi. Bu nokta 14. yüzyıldaki Osmanlı genişlemesinin doruğu oldu. 1397 yılında tekrar Anadolu’ya dönen Bayezid, Karamanlıları da ezip geçerek, bu son Türkmen beyliğini de topraklarına kattı. Ne var ki, bu genişlemenin ardından, Yıldırım Bayezid’in Ankara Savaşı’nda (1402) Timur karşısında aldığı büyük yenilgi, Osmanlı devletininin merkezî-siyasal birliğinin ve topraklarının parçalanmasına ve Bayezid’in oğulları (şehzade Çelebiler) arasında on yıl (1402-13) sürecek bir iktidar kavgasına yol açacaktı. Fetret Devri olarak bili-
marksist tutum
nen bu iktidar boşluğu dönemi, nihayet Çelebi Mehmed’in (I. Mehmed), Bizans’ın da desteğiyle Osmanlı devletinin yönetimini ele geçirmesi (1413) ve egemenliğini kabul ettirmesiyle son buldu. Söz konusu olan, Asya’nın kapitalizm öncesi tarihsel koşulları ise, o takdirde, çöken bir despotik imparatorluğun yerini, aynı Asyatik temeller üzerinde gelip bir başkası almıştır hep. Fakat kapitalizmin bir dünya sistemi olarak gelişmesi ve buna bağlı olarak Asya’nın tarihsel koşullarının da değişikliğe uğramasıyla birlikte, durum değişmiştir. Değişen bu koşullarda, örneğin Asya’nın tanınmış despotik imparatorluklarından Çin ve Osmanlı imparatorlukları çöktüklerinde, bunların yerini bir başka despotik imparatorluk ya da devlet almamıştır ve alamazdı da. Çelebi Mehmed’ten sonra gelen II. Murad’ın (1421-44 ve 46-51) hükümdarlığı döneminde Osmanlı devleti ikinci bir genişleme dönemi yaşadı. Fakat bu dönem aynı zamanda, devlet yönetimindeki devşirme kullar ile eski kurucu aristokrasiden gelen Türkmen soyluları arasında çekişmenin başladığı bir dönem olacaktı. II. Murad, eski Türkmen ailelerin Rumeli ve Anadolu’da kurdukları büyük mülklere yaslanarak güçlenmelerinden tedirgin olmuştu. Çünkü, Fetret Devrinde yaşanan ve bu Türkmen ailelerin de dahil olduğu iktidar kavgalarının anıları hâlâ belleklerde tazeliğini koruyordu. O nedenle II. Murad, hükümdarlığı döneminde Türkmen soyluların nüfuzunu dengelemek ve böylece gelecekte ortaya çıkabilecek “feodalleşme” eğilimlerini kırabilmek için, hizmetindeki Türkmen olmayan grupları güçlendirmeye koyuldu. Başta Yeniçeri Ocağı denen piyade gücünün örgütlenmesi olmak üzere, doğrudan kendisine bağlı devşirme kulların (hıristiyan gençlerin) yetiştirilmesine ve devlet yönetiminde görev almalarına ağırlık verdi. Dolayısıyla, II. Murad’ın hükümdarlığı dönemi, devlet yönetiminde devşirme kulların ağırlığının giderek arttığı ve Osmanlı devletinin bir kul devleti olmaya doğru evrildiği (ve bu anlamda despotik yapısının şekillenmeye başladığı) bir dönem oldu. Osmanlı devlet yapısındaki bu niteliksel değişim, ilerleyen süreçte kendi sonuçlarını yaratmakta gecikmeyecekti kuşkusuz. Yeni fethedilen toprakların tımar, zeamet ve haslar halinde dağıtımından aslan payını artık bu devşirme kullar kapıyordu. Giderek zenginleşen ve devlet yönetiminde sayıları artan devşirmeler, bu dönemde hep savaştan ve sürekli genişlemeden yana oldular ve padişahı da bu yönde teşvik ettiler. Çünkü, yeni tımarlar elde etmek ve servet yığmak, fetih yoluyla mümkün olabiliyordu! Bu yükseliş dönemlerinde başarılı giden fetih seferleri de yönetici sınıf
9
marksist tutum
korporasyonu içinde devşirme kulların ağırlığının sürekli artmasını sağladı. Bu durumda, iktidardaki pozisyonlarını yitirme telâşına düşen Türkmen aileler, devşirme kullar karşısında çıkarlarını koruyabilmek için, eski kurucu aristokrasiden gelen ve Osmanlı devletine birçok sadrazam yetiştirmiş olan ünlü Çandarlı ailesi etrafında birleştiler. Devşirme kullar Balkanlar’da ve Orta Avrupa’da feodal vasallıklara karşı fetih savaşları yapmayı ve genişlemeyi savunurken, bu savaşların devşirmeleri güçlendireceğinden çekinen eski Türkmen aileler ise, Avrupa’ya karşı barışçı ve uzlaşmacı bir politikayı savunuyorlardı. Devşirme kullar ile Türkmen soylular arasında içten içe süren bu iktidar kavgası, II. Mehmed (Fatih) tahta geçtiğinde (1451) de bütün şiddetiyle devam ediyordu. II. Mehmed de babası gibi, devletin eski kurucu aristokrasi ile olan göbek bağını kesmek ve devleti tam anlamıyla toplumdan bağımsız ve toplumun üstünde bir görünüme büründürmek istiyordu. Bu nedenle de, doğrudan sultana bağlı devşirme kullardan oluşacak ve devletin özerk çıkarlarını savunacak bir aygıtı geliştirmek üzere planlar yapıyordu. II. Mehmed tahta çıktığında, fetih savaşlarından, genişlemeden yana olan devşirmeler genç sultanın çevresinde toplanmıştı. Kurucu aristokrasiyi temsil eden Türkmen soylular ise, sadrazamlığını hâlâ koruyan Çandarlı Halil Paşa’nın etrafında kenetlenmişlerdi. Yani iktidar bloku içindeki çelişkiler, henüz çözülmemiş olarak duruyordu. II. Mehmed’in kesin desteğini alan devşirmeler, bekledikleri anın geldiğini düşünüyor ve iktidarı bütünüyle ele geçirip, eski kurucu aristokrasiyi saf dışı etmek için sabırsızlanıyorlardı. Ama kurucu aristokrasinin gücünü kırabilmek için, hem genç sultanın hem de devşirmelerin, kendilerine saygınlık kazandıracak, gerçekten büyük, hatta olağanüstü bir zafere ihtiyaçları vardı. O nedenle, devşirme ricalin II. Mehmed’e gösterdiği ilk hedef, doğrudan doğruya Bizans başkentinin, yani Konstantinopolis’in fethedilmesi idi. Gerçekten de, iki yakayı birleştiren bu tarihi kent başkalarının elinde kaldığı sürece, Osmanlı egemenliği Avrupa’da daha fazla genişleyemeyeceği gibi, Anadolu ve Rumeli’de fethedilen toprakları tek bir merkezî idare altında birleştirecek bir imparatorluk da kurulamayacaktı. Sadrazam Çandarlı Halil Paşa ve diğer Türkmen soyluları ise, Bizans başkentine saldırmaya karşıydılar. Bizans’la barışın bozulmasının, bir haçlı seferine yol açacağını söylüyorlardı. Oysa asıl neden bu değildi. Onlar, Bizans başkentinin düşürülmesinin devşirmelerin bir zaferi olacağından ve bunun da kendi iktidarlarının sonunu getireceğinden korkuyorlardı. Nitekim korktukları başlarına geldi. Konstantinopolis’in fethinden sonra, Türkmen ailelerin önderleri ihanetle suçlanarak idam ya da sürgün edildi ve servetlerine el konuldu. İktidarın bütün kilit mevkilerine de devşirme kullar ve yandaşları yerleşti.
10
Şubat 2006 • sayı: 11
Doğu despotizmi ve Asya üretim tarzının feodal Avrupa’ya taşınması
Konstantinopolis’in fethi, Osmanlı’nın tarihinde yeni bir dönemin açılması anlamına geldi. Konstantinopolis’i kendine başkent yapan Osmanlı devleti, bir ayağı Asya’da diğer ayağı Avrupa’da olan büyük bir imparatorluk olarak çıkıyordu tarih sahnesine. İstanbul’un alınışı II. Mehmed’i “Fatih” unvanıyla İslam âleminin en ünlü hükümdarı yaptığında, onun düşü yalnızca müslümanları ve Türkler’i egemenliği altında toplamak değil, belki de Roma İmparatorluğu’nu yeniden canlandırmak ve hatta hıristiyan dünyasını bile kendi egemenliği altına sokmaktı. Kendisini Roma imparatorlarının ardılı olarak gören II. Mehmed’in fetihten sonra yaptığı ilk şey, devletin eski kurucu aristokrasiyle olan göbek bağını tamamen kesmek ve yalnızca sultana bağlı devşirme kullardan oluşan bir “devlet aygıtı” inşa etmek oldu. Böylece Osmanlı devleti, tam anlamıyla despotik bir niteliğe kavuşmuş oluyordu. II. Mehmed, devletin despotik yapısını pekiştirmeye yönelik bir diğer önlem olarak, gelir yaratan her türlü mülkiyetin sultana ait olduğu ilkesini getirdi ve bu ilkeye dayanarak, ilmiye sınıfının ve eski Türkmen ailelerin elindeki mülkleri ve vakıf toprakları zor alım yoluyla yeniden mirî araziye (devlet mülkiyetine) kattı. II. Mehmed, devletin despotik yapısını pekiştirmeye yönelik bir diğer önlem olarak, gelir yaratan her türlü mülkiyetin sultana ait olduğu ilkesini getirdi ve bu ilkeye dayanarak, ilmiye sınıfının ve eski Türkmen ailelerin elindeki mülkleri ve vakıf toprakları zor alım yoluyla yeniden mirî araziye (devlet mülkiyetine) kattı. Bu sayede, genişleyen mirî araziden daha çok sayıda sipahiye tımar verme imkânı doğmuş oluyordu. Bunun yanısıra II. Mehmed, devşirme kullardan oluşan daimi piyade gücünün (yeniçerilerin) ulufelerini (ücretlerini) ödeyebilmek ve diğer savaş masraflarını karşılayabilmek için de hazineye ek gelir kaynakları yaratma yoluna gitti. Örneğin hazineye gelir sağlamak üzere, ayarı (içindeki altın ve gümüş miktarı) yüksek olan bütün sikkeleri dolaşımdan çekti ve yerine nominal değeri aynı, ama ayarı düşük sikke (züyuf akçe) çıkarttı. Herkesi, elindeki eski değerli sikkeleri, değeri düşük yeni sikkelerle değiştirmeye zorladı. Osmanlı devletinde ilk kez uygulanan bu “para tağşişi” usulüyle, hazineye ek altın ve gümüş kazandırmış oldu. Fatih’in hazineye ek gelir arayışında başvurduğu diğer bir yöntem, “bazı zorunlu tüketim maddelerini devlet tekeline almak, sonra bu gelir kaynaklarını birer mukataa olarak açık arttırma yoluyla en yüksek peşin bedeli ödeyenlere belirli sürelerle satmak” oldu. (Ana Britannica) Cihan egemenliği iddiası ile hareket eden Fatih Mehmed yaptığı fetih seferleriyle, Osmanlı’nın Avrupa ve Asya’daki egemenliğini babasından devraldığı sınırların öte-
Şubat 2006 • sayı: 11
sine taşıdı. Fatih zamanında Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa’daki sınırları (Bulgaristan, Yunanistan, Mora, Makedonya, Arnavutluk, Karadağ, Bosna, Hersek, Sırbistan, Romanya, Eflak ve Boğdan’ı kapsamak üzere) Macaristan’a dayandı. Önceki Osmanlı hükümdarları tarafından Avrupa’nın bu kesiminde kurulmuş bulunan gevşek vasallık ilişkileri, Fatih dönemde tamamen ortadan kaldırıldı ve tüm topraklar Osmanlı devletinin dolaysız mülkiyetine geçirildi. Bunun anlamı, fethedilen yerlerde feodal toprak düzeninin tasfiye edilmesi ve yerine Osmanlı’nın klasik toprak düzeninin (askerî tımar sistemi) geçirilmesiydi. Bu durumda, daha önce feodal beylerin buyruğu altında serfleştirilmiş olan hıristiyan köylü kitleler de, Osmanlı devletinin mülkiyetine geçen topraklarda, devletin daimi kiracısı (reaya-çiftçi) konumuna getiriliyorlardı. Tımar sistemi, Anadolu’da olduğu gibi, Rumeli ve Balkanlar’da da Osmanlı’nın idarî, askerî ve malî örgütlenmesinin belkemiğini oluşturacaktı. Böylece, Doğu despotizmi ve asyatik üretim tarzı, Osmanlı İmparatorluğu’nun şahsında feodal Avrupa’ya da girmiş oluyordu. II. Mehmed bir yandan büyük fetih seferleriyle imparatorluğunun sınırlarını genişletmeye çalışırken, diğer yandan, devletin despotik niteliğini sağlam temellere oturtmak için kurumsal yapılaşmaya büyük önem verdi. Kendinden önceki Osmanlı hükümdarlarının, örf aracılığıyla geliştirmiş oldukları siyasî, idarî, hukukî ve askerî usulleri, II. Mehmed, çıkardığı bir dizi kanunnamede (ünlü “Fatih Kanunnamesi”) sistemleştirmeye çalıştı. Bu nedenle, kapıkulu kavramını, hıristiyan devşirmelerin yanı sıra, müslüman-Türk kökenden gelenleri de kapsayacak şekilde genişletti. Müslüman olsun hıristiyan olsun, bundan böyle ancak padişahın kulları olmayı kabul edenler ve canlarını, mallarını, ailelerini padişahın hizmetine sunanlar devlet yönetiminde ve orduda mevki ve makam sahibi olabilecekti. “Böylece bütün önemli yöneticiler, komutanlar, beylerbeyleri ve sancak beyleri, tımarlılar, mültezimler, yeniçeriler ve sipahiler kapıkulu ocaklarının üyeleri haline getirilip sultanın iradesine bağımlı kılındılar.” (age) Esasında II. Mehmed yaptığı tüm bu düzenlemelerle, sosyal kökenleriyle bağları tamamen kesilmiş ve devletteki görevleriyle özdeşleşmiş bir yönetici sınıf korporasyonu (devletli sınıf) yaratmak istiyordu. Bunun yanı sıra Fatih, devletin bir bütün olarak yönetici ailenin (hanedan) mülkü gibi görüldüğü ve hanedan üyeleri arasında paylaşılıp parçalanmasının önüne geçilemediği eski Ortadoğu İmparatorluklarının durumuna düşmemek için de bir dizi önlem getiriyordu kanunnamesinde. Bunlardan biri ve en önemlisi, kardeş katlinin vacip olduğuyla ilgili o ünlü hüküm idi. Fatih, “Şehzadelerden hangisi başa geçerse ‘nizam-ı âlem’ uğruna bütün erkek kardeşlerini öldürtmesinin meşru olduğunu ünlü kanunnamelerine yazdı ve böylece bir bakıma, şehzadelerden hangisinin sultan olacağının belirlenmesi anında bütün kesimleriyle Osmanlı egemen sınıfını yeniden söz
marksist tutum
sahibi yaptı”. (age) Nitekim, Fatih’ten sonra gelen padişahlar bu kuralı sık sık işleteceklerdi “nizam-ı âlem” için! Örneğin, I. Selim (Yavuz) “yalnızca erkek kardeşleriyle onların yedi oğlunu değil, kendi beş oğlundan dördünü de öldürttü ve tahtın tek varisi olarak en yetenekli oğlu Süleyman’ı (Kanunî) bıraktı.” (age) Fatih Mehmed’den sonra gelen Osmanlı hükümdarları (özellikle Yavuz Selim ve Kanunî Süleyman) da onun açtığı yoldan ilerleyerek, imparatorluğun asyatik-despotik temellerde genişlemesini sürdürdüler. Bu bakımdan Osmanlı İmparatorluğu, İstanbul’un fethinden sonraki yaklaşık yüz yıl (1453-1566) içinde, genişlemesinin ve siyasal ihtişamının doruk noktasına ulaştı. 15. yüzyılın ikinci yarısı ile 16. yüzyılın tamamını kapsayan bu dönemde, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’daki sınırları bugünkü Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan, BosnaHersek, Hırvatistan, Slovenya, Romanya, Macaristan, Rusya’nın bazı kesimleri ve Akdeniz’in doğusundaki adaları; Asya’daki sınırları Kafkasya, Irak, Suriye, Filistin ve Arabistan’ın bir bölümünü; Afrika’daki sınırları ise, Mısır’ı ve Cezayir’e kadar tüm Kuzey Afrika’yı kapsıyordu. Tımar sistemi, Anadolu’da olduğu gibi, Rumeli ve Balkanlar’da da Osmanlı’nın idarî, askerî ve malî örgütlenmesinin belkemiğini oluşturacaktı. Böylece, Doğu despotizmi ve asyatik üretim tarzı, Osmanlı İmparatorluğu’nun şahsında feodal Avrupa’ya da girmiş oluyordu. Osmanlı İmparatorluğu, askerî fetihlerin sağladığı “siyasal ihtişam” görüntüsünün yanı sıra, Akdeniz havzasındaki Doğu-Batı transit ticaretinden elde ettiği kazançlar ve tâbi ülkelerden gelen haraçlar ve vergiler sayesinde hazinesini de muazzam zenginleştirmiş bulunuyordu. Hazineye akan altınlar, ekonomik bir ihtişam görüntüsü veriyordu Osmanlı devletine. Ne var ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun askerî ve teknik açıdan olduğu kadar, servet yığılımı açısından da Batı’ya olan bu üstünlüğü, aşağıda açıklanacak nedenlerden ötürü çok uzun sürmeyecek ve 16. yüzyılın sonlarına doğru bu durum tersine dönecektir.
Yükseliş döneminde despotizmin iç çelişkisi Bilindiği gibi, bir üretim tarzının temel çelişkisi, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasında doğan çelişkidir. Bu çelişki, egemen ve sömürülen sınıflar arasında cereyan eden sınıf savaşımıyla dışa vurur kendini ve ancak, üretim tarzı ile ona karşılık düşen devlet tipinin aşılmasıyla çözülmüş olur. Ama tabii bu söylediğimiz, toplumsal ve siyasal yapıları (sınıflar ve devlet) özel mülkiyet temelinde oluşmuş sosyo-ekonomik kuruluşlar için geçerlidir. Örneğin kölecilik, feodalizm, kapitalizm gibi. Oysa Doğu despotizmi altında biçimlenmiş olan asyatik üretim tarzlı toplumlarda durum daha başkadır. Bu toplumlarda en
11
marksist tutum
temel üretim aracı olan toprak devletin mülkiyeti altında olduğu için, toprak üzerinde devletten bağımsız bir üretim ilişkisi kurulamaz ve dolayısıyla, devletten bağımsız bir sınıflaşma ve sömürü ilişkisi gelişemez. Buradaki sömürü ilişkisi, toprak sahibi olan devlet (dolayısıyla devleti elinde tutan yönetici sınıf) ile, o toprakta çalışan dolaysız üretici (çiftçi) arasında doğan bir ilişkidir. Ama burada çiftçinin ürettiği artık-ürün, çiftçinin elinden vergi biçiminde çekilip alındığı ve alan da devlet olduğu için, dolaysız üretici (toprağa bağlı çiftçi) karşısında feodalizmde olduğu gibi bir toprak beyi, ya da özel toprak sahibi görmez. Dolayısıyla, özel mülkiyete dayalı sınıflı toplumlarda görüldüğü şekliyle gerçek bir sınıf mücadelesi de gelişemez bu toplumlarda. Bu toplumlarda “sınıf mücadelesi” olarak görülen şey, aslında egemen sınıfın (devlet sınıfı) bölüntüleri arasında geçen mücadeledir. İktidar bloku içinde geçen ve daha çok saray entrikalarına dayanan bu mücadele, gerçekte mevki ve makam kapma (siyasal güç) mücadelesinden başka bir şey değildir. Çünkü egemen sınıfı oluşturan bireyler açısından, servet yığmanın, zenginleşmenin yolu, siyasal güç basamaklarında yükselmekten ya da bulundukları mevki ve makamlarını korumaktan geçer. Şurası bir gerçek ki, egemen sınıfın bölüntüleri arasında geçen bu mücadele sonucunda, ne despotik devletin yerini başka tipte bir devlet alır, ne de asyatik üretim tarzı başka bir üretim tarzına evrilir. Olan sadece sistemin iyice yozlaşması ve bir çöküş sürecine girmesidir. Doğu despotizminin (dolayısıyla asyatik üretim tarzının) temel çelişkisi, egemen sınıfın kütlesinin, devletçe ele geçirilen artık-ürünün kütlesinden daha hızlı büyümesi biçiminde dışa vurur kendini. Bunun sonucunda, egemen sınıf unsurlarının oturduğu kentsel kesimde belli bir ilerleme (üretici güçler ve teknoloji açısından) söz konusu olsa bile, despotizmin asıl gelir kaynağını sağlayan üretken kırsal kesim (tarım komünleri), sürekli bir durgunluk içinde yaşamını sürdürmek zorunda kalır. Bu durum, Doğu despotizminin “siyasal ihtişam” ve “ekonomik yükseliş” dönemlerinde de böyledir. Nitekim, Osmanlı despotizminin ekonomik yükseliş ve siyasal ihtişamının doruk noktası olarak bilinen Kanunî Sultan Süleyman dönemi de dahil olmak üzere, 16. yüzyılda yaşanan gelişmeler, bunun somut bir örneğini sunmaktadır bizlere. Kanunî Süleyman’ın tahta çıktığı 1520 yılından, yüzyılın sonuna kadar geçen seksen yıllık zaman dilimi, imparatorluk hazinesinin altın rezervi bakımından bir hayli zenginleştiği bir dönemdir. Fakat buna bakıp, toplumun da bu zenginlikten payını aldığı sanılmamalı. Hazinenin gelirleri arttıkça, devletin masrafları da artıyor. Çünkü devlet durmadan genişliyor ve genişledikçe de ihtiyaçları büyüyor. Despotik devletin asker-sivil bürokratik aygıtının durmadan şişmesi ve daha fazla kaynağı emmesi, toplumun yaşam koşullarını daraltıyor. Yani tam bir ters orantılılık işliyor devletle toplumun gelişmesinde. Bir tarafta yönetici sınıf (saray ve kapıkulu bürokrasi) daha fazla kaynak
12
Şubat 2006 • sayı: 11
emerek, lüks ve debdebe içinde bir yaşam sürüyor, diğer tarafta pahalılık ve fiyat artışı nedeniyle toplum bunalıyor. Tepede bürokratik aristokrasinin elinde büyük bir servet yığılması olurken, tabanda geniş emekçi kitlelerin (reaya ve berayanın) yaşam koşulları kötüleştikçe kötüleşiyor. Toplumun üretim imkânları gittikçe daralıyor, ama buna karşın, yeni seferler ve askerî masrafları karşılamak için devletin olağanüstü vergi talepleri artıyor. Ve nihayet buna tepki olarak, 16. yüzyılın sonuna doğru imparatorluğun göbeğinde isyan hareketleri, eşkıyalık vb. başlıyor. Bu aslında, despotizmin yükseliş ve ihtişam döneminin ardından kaçınılmaz olarak gelen bir düşüşün, yani bir terse dönüşün başlamasıdır. Şimdi, Osmanlı despotizminin bu yükseliş döneminde yaşanmış birkaç örneği aktararak, durumu gözümüzde canlandırmaya çalışalım. “1527 yılında Osmanlı Devletinin kamu giderlerine tahsis edilmiş ‘harici hazinesi’nin gerçek gelirleri 277.244.782 akçe ve giderleri 200.126.393 akçedir. Yani, hazinenin 77 bin akçe fazla fazlası var. Aynı yıl florinin değeri 55 akçedir. Oysa 1592 yılında, hazinenin gelirleri topu topu 293.400.000 akçeye çıkmış olmasına mukabil, giderler 363.400.000 akçeye çıkmıştır. Yani hazine 70.000.000 akçe açık vermiştir. Bu durumda akçenin değeri düştükçe düşer ve florinin değeri 220 akçeye çıkar.” (Aktaran: Stefanos Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, c.1, Gözlem Yay., 1974, s.407) Buradaki sömürü ilişkisi, toprak sahibi olan devlet (dolayısıyla devleti elinde tutan yönetici sınıf) ile, o toprakta çalışan dolaysız üretici (çiftçi) arasında doğan bir ilişkidir. Ama burada çiftçinin ürettiği artık-ürün, çiftçinin elinden vergi biçiminde çekilip alındığı ve alan da devlet olduğu için, dolaysız üretici (toprağa bağlı çiftçi) karşısında feodalizmde olduğu gibi bir toprak beyi, ya da özel toprak sahibi görmez. Dolayısıyla, özel mülkiyete dayalı sınıflı toplumlarda görüldüğü şekliyle gerçek bir sınıf mücadelesi de gelişemez bu toplumlarda. Bir yanda hazine suyunu çekerken, akçenin değeri devamlı düşerken, fiyatlar alabildiğine artarken ve emekçi kitleler tam bir yoksulluk ve darlık içinde yaşarken, öte yanda sadrazamdan başlamak üzere, devletin tepesinden tabanına kadar tüm kapıkulu bürokrasinin yükünü tuttuğuna tanık oluruz. İktidarın bu mutlak sahipleri, oturdukları koltukların kendileri için sürekli olmadığının da bilincinde olarak, zamandan azami ölçüde yararlanmak isterlerdi. Bunlar, servet biriktirmedeki tek ve gerçek kaynağın, bürokratik hiyerarşide yükselmek, yani siyasal güç elde etmek olduğunu iyi bilirlerdi. Böyle olduğu için de, uzun vadede, hem siyasal hem de ekonomik açıdan felâketli sonuçlar getireceğini bilseler de, kısa dönemde kendilerine servet kazandıracak savaşlara, ya da tam tersine, gelecekte Osmanlı’nın hasımlarının işine yarayacak barış-
Şubat 2006 • sayı: 11
marksist tutum
lara, kapitülasyon anlaşmalarına yeşil ışık yakmakta ustalaşmışlardı. Bu bağlamda, Osmanlı yüksek bürokratlarının, gerek devlet hiyerarşisi içinde, gerekse de devletler arası ilişkilerde, nasıl rüşvet ve yiyicilikle servet yığdıkları, dönemin diplomatlarının anılarında da bolca dile getirilmiş gerçeklerdir. “Bu yüzdendir ki, üç sultana vezir-i azamlık eden ve 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun en göze çarpan şahsiyetlerinden biri olan Sokullu Mehmet Paşa ‘Devlet katında mevkilere aday olanların sunduğu devamlı armağanlardan meydana gelen hadsiz hesapsız bir gelire sahiptir. (...) Mehmet Paşa altından ve değerli taşlardan müteşekkil akıl almayacak bir servete sahiptir. (...) Kim yüksek bir mevkie konmak isterse, ona yüzlerce, binlerce duka altınlık armağanlar sunmak ya da ayağına atlar, oğlanlar taşımak zorundadır.” (age, s.408) Ne var ki Osmanlı yönetici sınıfına mensup kesimlerin elinde biriken bu servetler, hiçbir zaman üretim alanında üretken bir yatırıma dönüşmeyecektir. Kaldı ki, siyasi kişilerin (yönetici sınıf mensuplarının) elinde biriken bu servetlerin hiçbir kalıcılık garantisi, dolayısıyla istikrarlı bir yapısı yoktu zaten. Çünkü her an müsadere (zor alım) yoluyla tekrar hazineye döndürülebilirdi bu servetler. Öte yandan, toprakta gerçek bir özel mülkiyetin ve serbest mübadele ilişkilerinin gelişmediği Osmanlı düzeninde, devlet sınıfının elindeki bu tür servet yığışmasının, verili üretim ilişkileri değişmediği sürece, üretim tarzında köklü bir değişikliğe yol açamayacağı da bilinen bir gerçekliktir. Nitekim Osmanlı’nın son yüzyıllarında olan da budur. 16. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı devleti, İbn Haldun’un Doğu despotizmleri için belirttiği o büyük çe-
lişkinin eşiğine gelmiş bulunuyordu. İçte büyük çatırdamalar, çatışmalar baş gösterecektir. Ne var ki Osmanlı devleti bu süreci, İbn Haldun’un 14. yüzyılda tanımladığı, Doğu’ya özgü despotik dinasti (hanedan) devletlerinin yaşadığı bir çerçevede değil, çok farklı bir tarihsel çerçevede yaşayacaktır. Osmanlı despotizmi Batı’da kapitalizmin geliştiği bir momentte çözülüş sürecine girmişti. Bu nedenle de sonu, o eski Doğu imparatorluklarının sonu gibi olmayacaktı. Yani Osmanlı despotizminin yerini, aynı temeller üzerinde bir başka despotik imparatorluk alamazdı artık. Çünkü Batı’da kapitalizmin gelişmesi ve giderek bir dünya ekonomisi yaratma doğrultusunda ilerlemesi, kapitalizm öncesi eski dünyanın maddi temellerinin esaslı bir depremle sarsılmasına yol açmıştı. Eski maddi temel ortadan kalktığına göre, geçmişte bu maddi temeller üzerinde yükselmiş olan eski tipte despotik devletlerin yeniden kurulmasının nesnel imkânları da ortadan kalkmış oluyordu. Osmanlı despotizmi başka bir sisteme dönüşmeksizin kendi içinde yozlaştı (“bozuk düzenli despotizm”) ve giderek bu yoz ilişkiler çerçevesinde bir çürüme sürecine girdi. İşte burada, Marx’ın dile getirdiği ve üzerinde çok tartışılan, Doğu toplumlarındaki, daha doğrusu asyatik üretim tarzındaki “durgunluk” sorununa geliyoruz. Osmanlı toplumunun 17. yüzyıldan itibaren yaklaşık üç yüz yıl boyunca, bir gerileme ve çürüme süreci içinde yaşamış olmasına karşın, neden çökmediği ya da kendi içinde bir devrim geçirerek başka bir sisteme evrilmediği sorusunu yanıtlayabilmek için, ileriki bölümlerde bu “durgunluk” sorunu üzerinde biraz durmamız gerekecek. (devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır.
MARKSİZMİN IŞIĞINDA bir tarihsel dönemin sorgulanması Elif Çağlı Marx’ın bilimsel sosyalizm kuramı, “tek ülkede sosyalizm”in olabilirliğini içermekte midir? Marx’ın teorisinde, komünizm dışında ayrıca “sosyalizm” diye, kendi başına bir bütünlük oluşturan bağımsız bir sosyo-ekonomik formasyon var mıdır? Toplumun sosyalist örgütlenmesi (sınıfsız toplum) ile aynı anda bir “ulus-devlet”in varlığı bağdaşabilir mi? Profesyonel ordusu ve polisiyle, adli ve idari mekanizmasıyla, bürokratik tarzda örgütlenmiş bir devlet, işçi sınıfı “adına” hareket ediyor olsa bile, eğer işçiler yönetemiyorsa, orada gerçekten bir işçi demokrasisi işleyebilir mi; ya da böyle bir “işçi” devletinde gerçek egemenlik işçilerde mi yoksa başkalarında mı olur? İşte bu kitapta, yazarın bu ve benzeri teorik sorunlara Marksist yöntemle verdiği yanıtları bulacaksınız. (2. baskı, Haziran 2005, 266 sayfa, 10 YTL)
13
Sendikal Yasaklar Savaşarak Aşılır İlkay Meriç
A
vrupa Birliği uyum süreciyle birlikte çeşitli yasal düzenlemelere girişmek zorunda kalan Türkiye burjuvazisi, bu kapsamda 2821 ve 2822 sayılı sendikal yasaları da gözden geçirmeye ve yeni yasa taslakları hazırlamaya başladı. İşçi sınıfının militan sendikal örgütlülüğünü engellemeye, onu devlet güdümlü sendikalara mahkûm etmeye, grev yapmasını bin bir prosedürle olanaksız kılmaya çalışan, örgütlülüğün önüne devasa barajlar diken bu gerici sendika yasaları yaklaşık 23 yıldır yürürlükteler. Ve bugün Avrupa Birliği’ne gelin gitme telâşı içindeki Türkiye burjuvazisi, annesinin tepe tepe eskitip ona miras bıraktığı bu “çeyizleri”, deliklerini, yırtıklarını biraz oyayla, boncukla kapatıp çeyiz sandığına koymak istiyor. 12 Eylül faşist cuntası tarafından hazırlanıp yürürlüğe sokuldukları 1983 yılından bu yana, işçi sınıfının mücadeleci unsurları bu yasaların değiştirilmesi talebini ileri sürüyor ve bu konuda mücadele ediyordu. Ne var ki, makyaj kabilinden birkaç değişiklik dışında hiçbir zaman öze dokunan bir değişikliğe gidilmedi. Bu sefer makyaj biraz daha kapsamlı görünüyor, ama egemen olan yine aynı geçiştirici, yasak savıcı anlayış. 83 yıllık cumhuriyet tarihinde, içine sokulduğu cendereyi gevşetip kafasını kaldırabildiği yıllar sayılı olan Türkiye işçi sınıfı, “sendika” kurma hakkına 1947 yılında, yani cumhuriyetin ilanının üzerinden 24 yıl geçtikten sonra kavuşmuştu. Ama bu öyle bir sendikaydı ki, grev ve toplusözleşme yapma hakkı yoktu ve işçilerin bu hakka kavuşmaları için 16 yıl daha beklemeleri gerekecekti. 1963 yılında çıkarılan 274 sayılı Sendikalar Kanunu ile 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu, sınıf hareketinin yükselişe geçtiği yeni bir dönemin ürünleri oldular. Bu yasalar, çeşitli revizyonlardan geçerek ve en köklü revizyon sırasında şanlı 15-16 Haziran direnişini doğurarak 12 Eylül 1980 faşist darbesine kadar yürürlükte kaldılar. 1983 yılında ise, yerlerini 12 Eylül cuntasınca hazırlanan 2821 sayılı Sendikalar Kanununa ve 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanununa bıraktılar. AB’nin baskısı sonucu, üç yıla yakın bir süredir değiştirileceği söylenen bu yasalardan ilki olan Sendikalar Kanunu, yeni bir tasarıyla geçtiğimiz Aralık ayında Meclis komisyonunda ele alınmaya başlandı. Tasarıyı incelediğimizde, eski yasaya göre bazı olumlu değişiklikler içermekle birlikte, “genel gerekçe”sinde belirtilen “sendika özgürlüğünü uluslararası normlara uydurmak” hedefinin bile çok uzağında kaldığını görüyoruz. Tasarının yine genel gerekçesinde belirtilen amacı, bu hedefe neden ulaşılamadığını da açıklıyor
14
Şubat 2006 • sayı: 11
aslında: “2821 sayılı Sendikalar Kanununun genel sistematiğini bozmadan, Türk mevzuatını ILO ve Avrupa normlarına yaklaştırmak”. Böylece daha gerekçesinden anlıyoruz ki, 12 Eylül “sistematiğini” bozmamaya özen gösteren bu tasarı, Türk mevzuatının “ILO ve Avrupa normlarına” uyum sağlamasını değil, ona mümkün olan asgari miktarda “yaklaştırılmasını” hedefleyerek hazırlanmış. Kuşkusuz bu anlayışla oluşturulan bir tasarının, köklü ve bütünlüklü bir değişiklik getirmesini beklemek son derece yanlış olur. 2821 sayılı Sendikalar Kanununun temel iskeleti, sendikal örgütlülüğün işkolu esasına oturtulmasına ve işyeri esasına göre işçi sendikası kurulamamasına dayanmaktaydı. Bu model şu anki tasarıda da aynen korunarak sendikalaşmanın önündeki en büyük engellerden birini oluşturmaya devam ediyor. Mevcut yasanın ve tasarının 3. maddesine göre, sendikalar “işkolu esasına göre bir işkolunda ve Türkiye çapında faaliyette bulunmak amacı ile kurulur” ve “meslek veya işyeri esasına göre işçi sendikası kurulamaz”. Oysa 12 Eylül öncesinde yürürlükte olan 274 sayılı yasa, işyeri esasına göre örgütlenme hususunda bir sınırlama getirmiyordu. Böylece tek bir işyerindeki işçileri örgütleyen bir sendika bile o işyerinde yetkili sendika olabiliyor ve toplusözleşme yapabiliyordu. Bu durumun avantajlarının yanında dezavantajları da vardı kuşkusuz. Bunlardan biri, bu tür bir örgütlenmenin, tek tek işyerlerinde örgütlü olan yüzlerce küçük sendikanın ortaya çıkmasına yol açmasıydı. Bir diğeri ve daha önemlisi ise, mücadeleci sınıf sendikalarını işyerinden uzak tutabilmek için bizzat patronlar tarafından kurdurtulan sarı sendikaların ortaya çıkmasına fazlasıyla uygun bir zemin yaratmasıydı. 1983 yılında yürürlüğe giren sendikal yasaların işyeri sendikacılığına izin vermemesi ve ülke çapında %10 örgütlülük barajı getirmesi, bu dezavantajları ortadan kaldıracağı, sendikal örgütlülükteki çok parçalılığı gidereceği ve daha güçlü sendikaların oluşmasına olanak tanıyacağı gerekçesiyle, o dönemde sendikacıların hatırı sayılır bir bölümü tarafından olumlu karşılanmıştı. Ne var ki bundan en çok çıkarı olan, daha baştan devlet güdümlü bir sendikal anlayış temelinde kurulmuş olan Türk-İş’ti. 12 Eylül faşizmine bakan veren ve bu rejim tarafından korunup kollanan Türk-İş, bu sayede tek olmasa bile açık farkla en güçlü konfederasyon haline gelebilecekti. O günden bu yana aradan geçen 20 yılı aşkın süre, bu dayatmaların örgütlülüğün alabildiğine düşmesine, mücadeleci birçok sendikanın bu sınırlamalar yüzünden yetki alamamasına, dolayısıyla işçi sınıfının en iyi ihtimalle gerici sendikalara, genelde ise örgütsüzlüğe terk edilmesine yol açtığını açık bir biçimde göstermiştir. Üstüne üstlük çok sayıda işyerinden oluşan işletmelerde, yetki alabilmek için işyeri değil işletme çapında çoğunluk elde etme zorunluluğunun getirilmesi, sendikalaşmaya vurulan en büyük darbe olmuştur. Örneğin yurt çapında faaliyet gösteren
marksist tutum
bir marketler zincirinde yetki alabilmek için o zincire bağlı yüzlerce mağazayı örgütlemek gerekmektedir. Ya da bir akaryakıt şirketinin ülke çapına yayılmış yüzlerce istasyonunda örgütlenmeksizin o şirkette toplusözleşme yetkisi almak olanaksızdır. Burjuva demokrasisinin hüküm sürdüğü hiçbir ülkede bu kadar yüksek barajlar ve sınırlayıcı maddeler bulunmamaktadır. Daha demokratik bir sendikalar yasasının ilk koşullarından biri, bu engellerin ve sınırlamaların tümüyle ortadan kaldırılmasıdır. Şu anda Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanununda bulunan %10 barajının yeni yapılacak düzenlemeyle %5’e çekileceği söyleniyor ve bu konuda sendikalar, işveren örgütleri ve Bakanlık arasındaki görüşmeler devam ediyor. Dikkat çekici bir nokta, barajın indirilmesine en çok karşı çıkanların başında Türkİş’in gelmesidir. Türk-İş bürokratları, tıpkı 1970’te getirilen sendikal barajları (federasyonlar, konfederasyonlar ve ülke çapında faaliyet gösterecek sendikalar için işkolu barajı 1/3, yani %33’tü) o gün savundukları gibi bugün de aynı tutumu takınıyorlar. Koltuklarını yitirmek istemeyen sendika ağaları, barajın kaldırılmaması konusunda yıllardır sergiledikleri ısrarlı tutumu devam ettiriyorlar. Dibe vuran sendikal hareket, militan, mücadeleci sınıf sendikacılığı anlayışının yerini sınıf işbirlikçi, uzlaşmacı sendikal anlayışa terk etmesi, sendika bürokrasisinin bu tutumları nedeniyle başarısızlığa mahkûm edilen sendikalaşma deneyimleri, başarısız grevler ve direnişler… Tüm bunlar, bütünüyle burjuvazinin çıkarları doğrultusunda devlet güdümlü sendikalar yaratmayı hedef alan yasalar ile uzlaşmacı ve işbirlikçi anlayışı merkezine oturtan sendikaların kucaklaşmasının sonuçlarıdır. Sendikal birliğin devlet eliyle sağlanmasından medet ummanın, faşist rejimlere özgü korporatif sendikaların ortaya çıkmasından yarar beklemekten öte bir anlam taşımadığını, Türkiye işçi sınıfının son 25 yıllık tarihi açıkça kanıtlamıştır. 12 Eylül faşizmi, işçileri sınıf mücadelesinden uzaklaştırmak, pasifize etmek ve apolitikleştirmek için, onları korporatif bir devlet örgütüne dönüştürmeyi arzuladığı Türk-İş’te birleştirmek istemiş ve diğer konfederasyonların faaliyetini durdurmuştur. Hak-İş sadece dört ay faaliyet dışı kalırken, o dönemde kapatılan DİSK ancak 1992’de yeniden açılabilmiştir. Tüm bu sürecin sonuçlarını işçi sınıfı çok acı bir biçimde yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Dibe vuran sendikal hareket, militan, mücadeleci sınıf sendikacılığı anlayışının yerini sınıf işbirlikçi, uzlaşmacı sendikal anlayışa terk etmesi, sendika bürokrasisinin bu tutumları nedeniyle başarısızlığa mahkûm
15
marksist tutum
edilen sendikalaşma deneyimleri, başarısız grevler ve direnişler... Tüm bunlar, bütünüyle burjuvazinin çıkarları doğrultusunda devlet güdümlü sendikalar yaratmayı hedef alan yasalar ile uzlaşmacı ve işbirlikçi anlayışı merkezine oturtan sendikaların kucaklaşmasının sonuçlarıdır.
Tasarının getirdiği bazı değişiklikler Tasarının, yukarıda sözünü ettiğimiz özü aynen koruyarak birtakım değişikler getirdiğini daha önce de söylemiştik. Bunların en önemlilerinden birisi, işkollarının sayısının 28’den 18’e indirilmesi1 ve özel eğitim kurumlarında (özel okullar, dershaneler) çalışan öğretmenler için geçerli olan sendikalaşma ve toplusözleşme yasağının kaldırılmış olmasıdır. Birbiriyle çok yakın ilişki içindeki işkollarının birleştirilmiş olması elbette olumlu bir gelişmedir ve sendikal alandaki statükoyu kısmen de olsa sarsıp yeni oluşumlar doğmasına yol açabilir. Ne var ki yetki barajı sözü edildiği gibi %5’e düşürülse bile, kapsadığı işçi sayısı çok daha artan bazı birleştirilmiş işkollarında örgütlenmek daha zor hale gelecektir. Görüldüğü gibi baraj engeli her adımda işçi sınıfının ayağına dolanmaktadır. Tasarının bir diğer yeniliği, kurucularda aranan niteliklerin yeniden düzenlenmesi hususudur. Mevcut yasanın 5. maddesi, sendika kurucularında aranacak nitelikleri faşist ve baskıcı rejimlere özgü bir kısıtlamalar silsilesine dönüştürmüştü. 12 Eylül’ün faşist zihniyetinin sindiği bu madde sadece kurucuları değil, yöneticileri ve işyeri temsilcilerini de bağlıyordu. İlgili maddeyi ol-
Şubat 2006 • sayı: 11
dukça kısa ve öz hale getiren tasarı, Türk vatandaşı olma zorunluluğunu kaldırdığı gibi, Ceza Kanununun çoğu siyasi “suç”ları içeren ilgili maddelerinden hüküm giymeme zorunluluğunu da kaldırıyor. Bu elbette olumlu bir değişiklik. Zira söz konusu madde yüzünden pek çok mücadeleci, sosyalist işçi, temsilci, yönetici ve kurucu olamıyordu. 2821 sayılı yasa, genel merkez yönetim, denetim ve disiplin organlarına seçilebilmek için, 5. maddede aranan niteliklerin yanı sıra, sosyal güvenlik kurumlarına bağlı olarak bilfiil 10 yıl çalışma zorunluluğu getiriyordu. Yeni tasarıda bu zorunluluk da kaldırılmış bulunuyor. Mücadeleci genç işçilerin önüne fiili bir engel olarak koyulan tüm bu sınırlamalar, kaşarlanmış sendika bürokratları için dikensiz gül bahçesi demekti. Düzenle entegre olmamış, militan ruhunu henüz yitirmemiş, kavgacı öncü işçiler, bu yasakların duvarına çarparak, genel merkez düzeyindeki yönetim kademelerini sendika ağalarına terk etmek zorunda kalıyorlardı. Bu sınırlamanın kalkması kuşkusuz mücadeleci genç işçiler açısından olumlu bir gelişmedir. Yürürlükteki yasa sendikaların siyasi faaliyet yürütmelerini, siyasi amaç gütmelerini, siyasi partilerle ilişki kurmalarını, işbirliği yapmalarını yasaklıyordu. AB uyum yasaları çerçevesinde Anayasada yapılan düzenlemelerle sendikalara siyaset yapma yasağı kaldırılmıştı. Tasarıyla bu değişiklik Sendikalar Kanununa da yansıtılmış oluyor. Tasarı, mevcut yasa maddesinin ilgili bölümünü şu hale getirmiş: “Sendika ve konfederasyonlar, amaçları dışında faaliyette bulunamazlar. Siyasî partilerin ad, amblem, rumuz veya işaretlerini kullanamazlar.” Kuşkusuz buradaki “amaçları dışında” ifadesi, düzenin istediği sınırların dışına çıkan her sendika için dilendiğinde suç unsuru bulunmasına olanak sağlayan, son derece bilinçli olarak seçilmiş muğlâk bir ifade. Burjuvazi, düzenini koruyacak her türlü tedbiri, “pek demokratik” yasalarının orasına burasına sokuşturmakta çok mahirdir. Bunlar, zamanı geldiğinde işçilere karşı kullanılmak üzere bir kenarda tutulan sigorta ifadelerdir. Mevcut yasanın uluslararası işçi kuruluşlarına üyeliği düzenleyen maddesinde de değişikliklere gidilmiş. Şu hususlar ilgili maddeye yeni eklenmiş: “Sendika ve konfederasSendikaları sınıfla hiçbir bağı bulunmayan işbirlikçi sendika bürokratlarının elinden kurtarmanın yolu, başta komünistler olmak üzere sınıfın en militan kesimlerinin tüm işyerlerinde ve sendikalarda çok aktif bir çalışma yürütmelerinden geçiyor.
16
Şubat 2006 • sayı: 11
yonlar uluslararası faaliyette ve işbirliğinde bulunabilir, yurtdışında temsilcilik veya şube açabilir, yurtdışında sendika ve üst kuruluş kurabilirler. Uluslararası sendikalar, Dışişleri Bakanlığının görüşü alınmak suretiyle İçişleri Bakanlığının izniyle Türkiye’de faaliyette veya işbirliğinde bulunabilir, temsilcilik veya şube açabilir, üst kuruluş kurabilir veya kurulmuş sendika veya üst kuruluşlara üye olabilirler.” Aslında bu oldukça köklü bir değişiklik. Avrupa Birliği mevzuatına uyum sağlanabilmesi için yapılan bu değişiklik, işçi sınıfının uluslararası sendikal örgütlülüğüne olanak tanıyan bir ortam yaratmakla birlikte, Dışişleri Bakanlığının “görüşü” ve İçişleri Bakanlığının iznini şart koşarak, devletin sopasının her an tepede olacağını da gösteriyor. Yani yine her şey devletin iki dudağı arasında düğümleniyor. İşte burjuva usulü demokrasi! Sendikaları sınıfla hiçbir bağı bulunmayan işbirlikçi sendika bürokratlarının elinden kurtarmanın yolu, başta komünistler olmak üzere sınıfın en militan kesimlerinin tüm işyerlerinde ve sendikalarda çok aktif bir çalışma yürütmelerinden geçiyor. Bu yapılmadıkça işçi sınıfının burjuvazinin tahakkümünden kurtulması ve uluslararası ölçekte yürütülen saldırılara göğüs germesi beklenemez, beklenmemelidir. Hedef, işçi sınıfının öncü kesimlerine “sendika biziz” dedirtebilmek, bu anlayışı tüm işçi sınıfına yaymak ve sınıfın doğrudan müdahalesiyle sendikaları, işyeri işyeri, şube şube bürokrasinin elinden kurtarmak olmalıdır. Unutulmamalı ki, sendikal yasaklar burjuva devletin “yüce gönüllülüğüyle” değil savaşarak aşılır! Tasarı, ayrıca üyelikte noter şartını kaldırıyor, fakat istifa için zorunlu kılmaya devam ediyor ve ayrılmanın kesinleşmesi için mecbur tutulan bir aylık süreyi üç aya çıkarıyor. Böylece işçilerin sendikaya üye olmalarının önündeki fiili engellerden biri kaldırılmış gibi görünürken, işçinin özgür irade beyanının önüne dikilen noter engeli istifada devam ettirilmektedir. Üyelik ve istifada referandum uygulaması getirilmedikçe işçi dilediği sendikayı seçemeyecek ve yetki kargaşasından doğan sorunlar işçiler lehine çözülemeyecektir. Bu durumda açıktır ki mevcut yasa maddeleri işveren yanlısı sendikaların önünü açmaya yarayacaktır. Tasarıyla sendika ve konfederasyonların ticaretle uğraşmaları ve gelirlerini üyeleri arasında dağıtmaları üzerindeki yasak da kalkıyor. Kuşkusuz bu değişiklik burjuvazinin yasak karşıtı oluşundan değil, sendika bürokrasisine işçi örgütlerini şirketleştirip yozlaştırma kapısını iyice açmak istemesinden kaynaklanıyor. Dolayısıyla bu, sendika bürokrasisine verilen bir rüşvet niteliği taşıyor. Daha önce gelirlerini repoya, faize yatırıp dolaylı olarak “ticaret hayatı”na atılan sendikalar, artık bunu çok daha geniş kapsamlı ve rahat biçimde yapabilecekler. Böylece, otelle-
marksist tutum
ri, fabrikaları olan, borsada hisse senetlerine yatırım yapan, kapitalist kâr hesaplarının sınıfın çıkarlarını alabildiğine gölgelediği bir sendikal anlayış egemenliğini pekiştirmiş olacak. Tasarı, üyelik aidatlarına ilişkin sınırlamayı ve sendikaların giderleriyle ilgili kısıtlamaları kaldırarak bu hususların belirlenmesini sendika tüzüklerine bırakıyor. Kuşkusuz demokratik bir işleyiş açısından bu noktaların tüzüklerce belirlenmesi gerekir. Ne var ki, sendikaların demokratik işleyişten son derece uzaklaştığı ve maddi gelir-giderleri üzerinde işçilerin fiilen hiçbir denetimlerinin bulunmadığı dikkate alındığında, bu durum işçilerin sendika yönetimlerini sıkı bir şekilde denetlemelerinin yakıcılığını da arttırıyor. Sendika tüzüklerinin hazırlanması, onaylanması ve sendikal faaliyetler noktasında öncü işçilerin aktif katılımı ve denetimi olmaksızın, sınıftan kopuk sendika bürokratlarının kapitalistleşmelerini engellemek olanaksız hale gelecektir.
Yasalara değil örgütlü gücüne güven! Genel çerçeveyi belirleyip işleyişe dair hususları tüzüklere bırakmayı esas alan Batı normlarının aksine, Türkiye’deki sendikal yasalar, tepeden inmeci, baskıcı bir devlet zihniyetinin ürünü olarak, sendikaların iç işleyişlerine en ufak ayrıntısına kadar müdahale etmekte ve bu örgütleri son derece dar bir yasal kalıp içine hapsetmektedirler. Bu yasalar, sendikal örgütlüğü alabildiğine engelleme, sendikaları daha baştan son derece bürokratik ve birörnek kurumlar haline getirme ve tabana hiçbir inisiyatif tanımama temeli üzerine inşa edilmiştir. Ve bugün AB baskısıyla gündeme gelen tasarının da bu dar kalıpları sınırlı alanlarda bir parça gevşetmenin ötesine geçmediği ortadadır. Bugün Türkiye’de sendikal alana ilişkin üç temel yasa bulunuyor: 2821 sayılı Sendikalar Kanunu, 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu ve 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu. Bu çok parçalılığın temel nedeni, sendika, toplu sözleşme ve grev hakkını birbirlerinden kopararak ele alan, sınıfın “memur” denen geniş bir kesimine toplu sözleşme ve grev hakkı dahi tanımayan despotik anlayıştır kuşkusuz. Bugün geldiğimiz noktada, tüm bu yasalar, demokratik temellerde hazırlanmış yeni ve tek bir yasada birleştirilmeksizin ve Anayasadaki sendikal kısıtlamalar kaldırılmaksızın, işçi sınıfının özgür ve demokratik sendikal örgütlenme hakkından söz edilmesinin mümkün olmadığı son derece aşikârdır. İşçi-memur ayrımını ortadan kaldıran diğer yasal düzenlemelerle desteklenecek böyle bir birleştirilmiş yasa, sınıfın ortak bir sendikal çatı altında birleşmesini de olanaklı kılması bakımından önem taşıyacaktır. Fakat işçi sınıfının sendikal örgütlülüğündeki zayıflamanın nedenleri, sendikal yasalardan daha çok, sınıfın devrimci siyasal örgütlülükten yoksun bulunması ve bu
17
marksist tutum
Şubat 2006 • sayı: 11
İşçi sınıfının sendikal örgütlülüğündeki zayıflamanın nedenleri, sendikal yasalardan daha çok, sınıfın devrimci siyasal örgütlülükten yoksun bulunması ve bu durumun doğurduğu gerileme ve dağınıklıkta aranmalıdır.
durumun doğurduğu gerileme ve dağınıklıkta aranmalıdır. Türkiye işçi sınıfı yıllardır bir yandan neoliberal saldırıların hedefi konumunda bulunurken, bir yandan da üzerinden geçen 12 Eylül silindirinin ağırlığını taşımıştır. Buna, şüphesiz, SSCB’nin çöküşüyle ortalığı saran “sosyalizm çöktü” burjuva propagandasının yükünü de eklemek gerekir. Bu koşullar altında bilinç ve örgütlülüğü son derece gerileyen işçi sınıfının, sendikal mücadele alanında dikkate değer başarılar kaydetmesinin güç olduğu açıktır.2 Pek çok örnekle kanıtlanabileceği üzere, örgütlülük açısından güçlü bir işçi sınıfı en gerici yasalara rağmen devasa mücadelelere girişerek büyük kazanımlar elde edebildiği gibi, örgütlü gücünün alabildiğine zayıfladığı dönemlerde çok daha demokratik yasalara rağmen ağır kayıplar yaşayabilir. Örneğin 1993-2003 yılları arasında sendikalı işçi sayısı Almanya’da %24, Avusturya’da %13, Yunanistan’da %11, İsveç’te %7, İngiltere’de %12 oranında düşmüştür ve bu düşüşlerin yanı sıra işçi sınıfına yönelik diğer saldırılar da her alanda büyük bir hız kazanarak devam etmektedir. Genel olarak ILO ve AB normlarını uygulayan bu ülkelerdeki genel durum ve sendikalılık oranlarındaki düşüşler, bu normların hiç de her derde deva olmadığının bir göstergesidir. İşçi sınıfının dünya çapındaki hali pür melalini gösteren bu tablo şüphesiz değiştirilemez değildir, ancak bu alandaki en ağır yük işçi sınıfı devrimcilerine düşmektedir. Bunun için, sendikalar da dahil olmak üzere sınıfın tüm kesimleri içinde Bolşevik tarzda, kararlı ve sabırlı bir devrimci çalışma yürütmek ve ilk etapta onun en ileri kesimlerini bu mücadeleye çekmek gerekiyor. Kuşkusuz bu, sendikalara burun kıvıran, onları köhnemiş, düzene entegre olmuş ve bir kenara atılması gereken kurumlar olarak değerlendirip, el değmemiş, bozulmamış, sosyalistlere kucağını açacak yepyeni örgütler kurma ütopyasına kapılan bir anlayışla başarılamaz. Sendikaları sınıfla hiçbir bağı bulunmayan işbirlikçi sendika bürokratlarının elinden kurtarmanın yolu, başta komünistler olmak üzere sınıfın en militan kesimlerinin tüm işyerlerinde ve sen-
18
dikalarda çok aktif bir çalışma yürütmelerinden geçiyor. Bu yapılmadıkça işçi sınıfının burjuvazinin tahakkümünden kurtulması ve uluslararası ölçekte yürütülen saldırılara göğüs germesi beklenemez, beklenmemelidir. Hedef, işçi sınıfının öncü kesimlerine “sendika biziz” dedirtebilmek, bu anlayışı tüm işçi sınıfına yaymak ve sınıfın doğrudan müdahalesiyle sendikaları, işyeri işyeri, şube şube bürokrasinin elinden kurtarmak olmalıdır. Unutulmamalı ki, sendikal yasaklar burjuva devletin “yüce gönüllülüğüyle” değil savaşarak aşılır! —————————————————— 1 Tasarıda, madencilik işkoluna taş ocakları da eklenmiş; gıda sanayii ve şeker işkolları “gıda” başlığı altında birleştirilmiş; dokuma ve deri işkolları “dokuma, giyim ve deri” işkolu olarak birleştirilmiş; ağaç ve kâğıt işkolları birleştirilmiş. Bunların yanı sıra, basın ve yayın işkolu, haberleşme işkolu ve gazetecilik işkolu “iletişim, basın-yayın ve gazetecilik” olarak tek bir işkoluna alınmış; banka ve sigorta işkolunun yerine “mali aracılık” işkolu getirilmiş; gemi işkolu kaldırılmış ve muhtemelen “metal” işkoluna dahil edilmiş. Ayrıca işçi sayısı oldukça fazla olan kara, demiryolu, deniz ve hava taşımacılığı ile ardiye ve antrepoculuk işkolları “taşımacılık, ardiye ve antrepoculuk” adı altında tek bir işkolunda toplanmış. Sağlık işkoluna sosyal hizmetler alanı da eklenmiş; milli savunma işkolu, milli sıfatı kaldırılarak “savunma” işkoluna dönüştürülmüş. 2 Türkiye’de sendikalaşma oranlarında son 15 yılda %50’nin üzerinde bir düşüş yaşanmıştır. Ne var ki kamu çalışanlarını işçiden saymayan ve sendikalı işçi oranını hesaplarken sadece SSK’lı işçi sayısını esas alan Çalışma Bakanlığı, yıllardır, son derece şişirilmiş sendikalı işçi sayılarıyla %50’nin üzerinde sendikalaşma oranları açıklıyor. Gerçeklerle en ufak ilişkisi olmayan bu oranlar, bir yandan AB ve ILO’nun gözünü boyamak için, diğer yandan ise gerçek veriler alındığında %10 barajını aşacak sendika kalmayacağı için gerek Bakanlık gerekse sendikalar tarafından sessizlikle geçiştiriliyor. Gerçekte TİS’ten yararlanan sendikalı işçi sayısının 800 bini geçmediği ve çalışan işçi sayısının kamu çalışanları da dahil olmak üzere 12,5 milyon dolayında olduğu dikkate alınırsa, günümüzde sendikalaşma oranının %7’yi aşmadığı görülecektir.
İslam ve Kapitalizm Kerem Dağlı İslamiyetin ve diğer dinlerin bugün hâlâ kitleler nezdinde kabul görmesinin ve daha da önemlisi bir kurtuluş kapısı olarak algılanmasının en büyük nedeni, insanların kapitalizmin gücü ve baskısı karşısında kendisini çaresiz hissetmesidir. Oysa ne İslam ne de bir başka dinsel toplum düzeni işçi ve emekçi kitlelerin sorunlarına çözüm getirebilir. Her türden kötülüğün, acının, sefaletin ve eşitsizliğin kaynağı olan kapitalist sistemi ortadan kaldırmadıkça işçi sınıfının kurtuluşu mümkün değildir. Kapitalizmin tek alternatifi işçi sınıfının kendi elleriyle kuracağı sosyalist bir dünyadır.
80
’li yılların başından beri İslamcı hareketler, Cezayir’den Filipinler’e kadar oldukça geniş bir coğrafyada güç kazanıyor, yoksul işçiemekçi kitlelerin de dahil olduğu milyonlarca insanı peşinden sürükleyebilen partiler olarak karşımıza çıkıyorlar. Bu hareketlerin kökleri çok daha gerilere uzansa da, kitleselleşerek iktidar mücadelesine girişecek denli güç kazanmaları özellikle son 25 yıllık dönemde söz konusu olmuştur. Daha “Soğuk Savaş” döneminden itibaren, “anti-komünizm” propagandası çerçevesinde emperyalistler tarafından el altından ciddi destek gören İslamcı hareketler, 70’lerle birlikte ABD emperyalizminin hayata geçirmeye başladığı “Yeşil Kuşak” projesi kapsamında hissedilir biçimde büyümeye ve kitleselleşmeye başladılar. O kadar ki, anılan coğrafyadaki ülkelerin hemen hepsinde İslamcılar iktidar mücadelesine girişmiş ve birkaçında da iktidarı almışlardır. Sonrasında gelişen süreçte ise, İran Devriminin etkileri, SSCB’nin çöküşü, Birinci Körfez Savaşıyla ABDnin Irak’a saldırısı, Filistin sorunundaki kilitlenme, kriz dolayısıyla Batı’da gelişen yabancı düşmanlığı, ABD’nin yeni düşman olarak İslamı öcüleştirmesi gibi faktörlerin sonucu olarak, İslamcı hareket içinde Amerikan karşıtlığı yaygın bir karakter kazandı. Palazlanan İslamcı güçlerin iktidar mücadelesine girmesi ve dünya çapında yaşanan hegemonya yarışı çerçevesinde farklı emperyalist güçlerin devreye girmesiyle birlikte İslamcılar ABD’nin bölgedeki çıkarları için bir tehdit haline geldiler. İslamcı hareket bugün kendini her ne kadar anti-emperyalist göstermeye çalışsa da, bu, yoksul ve ezilen kitlelerin desteğini kaybetmemek için onun kullandığı demagojik bir söylemden ibarettir. Amerikan karşıtlığından öteye gitmeyen sözde anti-emperyalist sloganlar ve ezilen kitlelerin desteğini koruyabilmek için sürdürülen “sol” tan-
danslı bu demagojik söylem sayesinde, işçi ve emekçi sınıfların sisteme ve bitmek bilmez bölgesel çatışmalara, savaşlara karşı duydukları öfke, ciddi bir sol alternatifin de yokluğu koşullarında, rahatlıkla gerici ve hatta kimi zaman faşizan karakterli İslami hareketlere kanalize edilebilmiştir. Yine de İslamcı hareketin temsil ettiği siyasi çizgiyle, yoksul işçi-emekçi kitlelerin beklentilerini ve duygularını birbirinden ayırmak gerekir. Marksistlerin bu iki farklı olguya yaklaşımları da farklıdır. Sorun işçi ve emekçi kitlelerin dini duygularında yahut daha iyi bir dünya özlemi duymalarında değil, bunun ve sisteme duydukları tepkinin yanlış yöne kanalize olmasındadır. Gerçekte İslami ideoloji ya da onun toplum modeli, kapitalizme bir alternatif oluşturabilecek nitelikte değildir ve nitekim iktidara gelen İslamcı hareketler de yoksul ve ezilen kitlelerin ihtiyaçlarını, beklentilerini karşılamamışlardır.
İslamiyetin kökeni ve ideolojisi Dini düşünceler ve öğretiler de tüm diğer fikir akımları gibi içinde bulundukları toplumun nesnel koşullarına bağlı olarak ve toplumun ihtiyaçlarına göre hayat bulur ve şekillenirler. Bu bağlamda İslamiyetin ortaya çıkışı ve gelişiminde de belirleyici olan, ilâhi güçler değil mevcut toplumsal ve tarihsel maddi koşullardır. İslamiyet, 7. yüzyılın ilk yarısında kabile düzeni içerisinde örgütlenmiş tüccar Arap toplulukları arasında ve dönemin büyük ticaret yolları üzerinde bulunan Mekke, Medine gibi kentlerde ortaya çıktı. İslamiyet zamanla, bir yandan dağınık haldeki Arap kabilelerini birleştirerek devletleşmelerini mümkün kılacak, öte yandan temelleri atılan yeni toplumsal yaşantının çerçevesinin ve esaslarının çizilmesini sağlayacaktı.
19
marksist tutum
Devletleşme sürecinin tamamlanması ve başlangıçta kabile aristokrasisi şeklinde cisimleşen egemenlik ilişkilerinin nitelik değiştirerek kabile şeflerinin devletlû sınıfa dönüşmesiyle birlikte, İslam egemen sınıfın ve onun egemenliğinin aracı olan devletin ideolojisi haline geldi. Bu durum İslamiyetin kurumlaşmasını da sağlamış, Kur’an’ın yazılı hale getirilmesi, yani resmi ideolojinin oluşturulması ve din adamlarının egemen sınıfın bir parçası olarak bürokratik aygıtta yerini alması da bu döneme rastlamıştır. Ayrıca fetihler yoluyla elde edilen ganimetler ve fethedilen topraklarda yaşayan halklardan alınan cizye (vergi-haraç) gelirleri de ciddi boyutlara ulaşarak devletin asli gelir kaynaklarından biri haline gelmiştir. Fetihler ve ticaret yoluyla, çok geniş bir coğrafyaya yayılan İslam uygarlığının Ortaçağda ulaştığı düzey, aynı dönemin feodal Avrupa’sıyla karşılaştırıldığında gerçekten de dikkat çekicidir. İslam düşüncesi ve ona bağlı olarak şeriat düzeni de sürekli bir değişim içerisinde olmuştur. Tıpkı diğer dinlerde olduğu gibi, İslam dininde de ilk ortaya çıktığı dönemle egemen sınıfların ideolojisi haline geldiği dönem arasında ciddi farklılıklar vardır. Kendi dönemine göre ciddi bir reform hareketi olduğunu ve ilerici bir karakter taşıdığını söyleyebileceğimiz İslamiyet, pek çok açıdan eski komünal gelenek ve adetleri içinde barındırmaya devam etmiş, içinde bulunulan coğrafyada kendisinden önce etkin olmuş dinlerden ve çeşitli öğretilerden de (özellikle Yahudilikten ve yerel pagan dinlerinden) büyük ölçüde etkilenmiştir. Bunun anlamı eski toplumsal ilişkilerin (barbarlık döneminden kalma komünal ilişkilerin) tamamen ve bir çırpıda ortadan kalkmayıp, en azından bir kısmının sembolik de olsa varlığını devam ettirmesidir. Dolayısıyla İslam dininin ilk müritleri (militanları) ve en başta da peygamber sıfatıyla Muhammed, başlangıçta toplumun ortak çıkarlarını ön plana çıkaran daha “akılcı ve adaletçi” bir İslam fikrinin propagandasını yapmışlardır. Ancak asr-ı saadet dönemi diye adlandırılan devletleşme süreci ilerledikçe, yani hâlâ komünal toplumun kimi alışkanlıklarını yitirmemiş üst-barbarlık düzeyindeki kabile yaşantısından sınıflı ve devletli topluma geçildikçe, bizzat Muhammed’in kendisi daha önce koyduğu kimi kuralları ve alışkanlıkları değiştirerek İslamın asıl işlevini görmesini sağlamıştır. İslam anlayışı, dört halife devrinden itibaren egemenlerin ve devletin ihtiyaçlarına göre defalarca elden geçirilerek revize edilmiştir. Böylece tüm diğer dinler gibi İslamiyet de zamanla egemenlerin çıkarlarına hizmet eden ideolojik bir araç haline gelmiştir. Kur’an’daki ayetlerden peygamberin hadislerine ve sonrasındaki din ulemalarının yorumlarına kadar tüm İslam külliyatı ve tarihi gösteriyor ki; İslam dini ve onun öngördüğü şeriat düzeni, kabile yaşantısından devlet düzenine (barbarlıktan uygarlığa) geçen Arap toplumundaki egemenlik ve mülkiyet ilişkilerinin ideolojik ifadesidir. İslam anlayışı ve şeriat düzeninde, önceleri kabile şeflerinin, ardından devletin mülkü, mülk sahibi olmayan kö-
20
Şubat 2006 • sayı: 11
lelere ve mevali denilen mülksüz sınıflara karşı sıkı bir şekilde korunmuştur. Allah tüm insanlardan, peygamber diğer insanlardan, onun yakın çevresi olan ehl-i beyt benzeri kimi ayrıcalıklı gruplar geri kalanlardan, mülk sahibi olanlar mülksüzlerden, mülksüzler kölelerden ve nihayet erkekler kadınlardan üstündür. Toplumda kimilerinin zengin-mülk sahibi, kimilerinin ise fakir-mülksüz olması da Kur’an’da yazılı olanlara ters bir durum değildir. Bilâkis “Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır” (Al’i İmran 3:27) denilerek mülk sahibi sınıfların meşruiyeti sağlanmıştır. Toplumdaki eşitsizlik bizzat Allah’ın isteği olarak konulduğundan, fakirliğine ve ezilmişliğine isyan etmek Allah’a isyan etmekle eş tutulmuştur: “Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Onların dünya hayatındaki geçimlerini de aralarında biz taksim etmişizdir. Onları derece derece birbirlerine üstün kıldık ki birbirilerine işlerini gördürebilsinler.” (Zuhruf:32) Halk, yüzyıllar boyunca toplumdaki eşitsizliğin ezeli ve ebedi olduğu, hatta takdir-i ilahi olduğu, yani değiştirilemeyecek bir şey olduğu düşüncesiyle yoğrulmuş ve fani dünyadaki bu çilelere isyan etmeden katlanırlarsa sonunda ebedi öteki dünyada mükâfatlarını alacakları vaadiyle avutulmuştur. Zenginin malını çalan hırsız bu dünyada ve en vahşi biçimde cezalandırılırken, zenginliğinin kaynağı Allah’tan olduğu söylenen mülk sahibi sınıfların işledikleri sınıfsal suçların cezası soyut ve gerçeklik dışı cehennem kavramıyla öteki dünyaya havale edilmiştir. Oysa egemen sınıfların mülkünün kaynağı soyut doğaüstü güçler değil, ezilen ve sömürülen sınıfların son derece somut olan emeğidir. Ancak toplumsal eşitsizliklerin takdir-i ilahi denilerek meşrulaştırılmaya çalışılması, bu çelişkilerden kaynaklı sınıf mücadelelerinin üzerini örtememiştir. Asr-ı saadet döneminde bile, bizzat peygamberin kendisi çeşitli isyanları kanla bastırmış, liderlerini sürgüne göndermiş ve öldürtmüştür. İslam tarihi, daha asr-ı saadet devrinden başlayarak kabileler arası çekişmelerin ve iç savaşların, tasfiyelerin, katliamların, şeriat düzeninin tüm totaliter karakterine, uyguladığı iç ve dış şiddete rağmen sayısız mezhebe ve bunların da altında sayısız tarikata bölünmenin tarihidir. Henüz peygamberin sağlığında başlayan siyasi çekişmeler ve çatışmalar, dönemin koşullarına uygun olarak dini kisve altında kendini gösterdiğinden, mezhep ve tarikat kavgaları görünümünü almıştır. İslam tarihinin ilerleyen yıllarında da bu bölünmeler temelinde ayrı devletler kurulmasıyla birlikte çatışmalar nüfuz savaşları biçiminde süregitmiştir. Ayrıca İslam tarihi içinde pek çok kez mevali ve köle isyanları baş göstermiş, ama hepsi de kanlı bir biçimde bastırılmıştır. Tüm bunlardan anlaşılacağı gibi İslami şeriat düzeni, zenginliğin, ayrıcalıkların, servetin belirli ellerde toplanmasının ve mevcut sınıfsal eşitsizliklerin üzerini “mülk Allah’ındır” söylemiyle örterek, toplumsal eşitsizliği ezilen ve sömürülen sınıfların gözünde meşrulaştıran bir yaklaşımı savunmaktadır. Eşitsizliği böylesine meşru gören bir anla-
Şubat 2006 • sayı: 11
yışın, kapitalizmdeki emek sömürüsüne karşı çıkması nasıl beklenebilir? Nitekim günümüz İslamcılarının anlayışında, işçinin emeğini sömüren patron, kendisine şükredilmesi gereken bir rızk dağıtıcı konumundadır. Zaten bu yüzden, İslamcı ideologların ezilen ve yoksul kesimleri tavlayabilmek için kullandıkları demagojik söylemlerinde öne çıkardıkları kavram “eşitlik” değil “adalet”tir. Modern İslam anlayışına göre toplumsal adaleti sağlayacak mekanizmanın en önemli iki unsuru ise zekât sistemi ve faiz karşıtlığıdır. Zekât sistemi, İslamcıların savunduğu gibi her derde deva olmaktan çok uzak ve işin aslı göstermelik bir kurumdur. Eşitsizliği kutsayan, hatta yoksulluğu “zayıflık”, “zillet” (alçalma) sayan İslam anlayışında zekât, zenginlerin sevap kazanmalarının bir yolu ve aracıdır da. Dolayısıyla zekât vermek, köle azad etmek ve sadaka vermek karşılığında sevap kazanılması gibi uygulamalar, aslında eşitsizliğin devamını sağlamaya hizmet etmiştir. Oysa yok-
marksist tutum
taraf olan en alt %20’lik tabaka ise %3’ünü almaktadır. Bu durumda en üst tabakanın vereceği zekât sonucu, en fakirin aldığı pay %4,5’a çıkacak, en zengin tabaka ise %58,5 olarak kalacaktır. Sınıflar arası uçurumun böylesine ilkel ve göstermelik bir yolla aşılması mümkün müdür? İşte İslamın sağlayabildiği adalet bu kadardır! İslamda faizciliğin yahut tefeciliğin hoş görülmemesinin tarihsel kökeninde ise, nüfuzu ve ekonomik gücü artan Yahudi tüccar ve tefecilerin etkisinin kırılması isteği yatar. Dolayısıyla burada insani veya ahlâki bir kılıf aramaya gerek yoktur. Üstelik bu coğrafyada faiz daha önce de zaman zaman yasaklanmıştır. Gerilere gidilecek olursa, Hammurabi kanunlarından tutun da firavunlar devri Mısır’ına kadar pek çok eski uygarlıkta bu tür uygulamalar yer almıştır. Tümünde amaç kurulu düzenin çıkarlarının korunmasından ibarettir ve modern İslamcıların faize karşı çıkmalarının ardında yatan gerçekler de çok farklı değildir. İslamcı siyasetin amacı sınıflı toplum düzenini ortadan kaldırmak olmadığından, İslamcı ideologlar tarafından sürekli olarak vurgulanan nokta, işçi-emekçi sınıfların toptan kurtuluşunu sağlayacak toplumsal bir devrim değil kültürel ve siyasal yeniden yapılanmadır. İslam ideolojisi, sorunların üzerini örterek kitleleri emperyalistkapitalist sisteme karşı gerçek bir mücadeleden alıkoyar ve onlara kötülüğün asıl kaynağının kapitalizm değil de insanların İslama uygun bir yaşantı sürmemesi olduğunu söyler.
sulların kurban kesecek, sadaka verecek, zekât verecek paraları ve mülkleri olmadığından sevap kazanma olanakları da sınırlıdır! Allah’ın insanları neden eşitsiz yarattığı, sınıfsal ayrımlara göz yumduğu ve hatta bunu savunduğu sorgulanmazken, zenginlerin malının 1/40’ını dağıtmaları suretiyle toplumsal adaletin sağlanacağı düşüncesi kuşkusuz ham hayalden ibarettir. En başta şunu söylemek gerekir ki, zekât sistemini zenginlerden alınan bir tür gelir vergisi gibi düşünsek bile azalan oranlı bir vergilendirme söz konusudur. Örneğin 40 koyunu olan biri bunun 1 tanesini zekât verirken, koyun sayısı 120’yi geçince 2, 200’ü geçince 3 ve nihayet 400’e ulaşınca 4 koyun zekât olarak verilir, yani oran başlangıçta %2,5 iken mal arttıkça %1’e düşer. Böylesine adaletsiz bir sistemin yoksulluğu ortadan kaldıracağı düşüncesinin temelsizliğini göstermek için bir örnek de günümüzden verilebilir. 2004 yılı verilerine göre ve yaklaşık rakamlarla, nüfusun zekât vereceğini varsayabileceğimiz en üst gelir grubuna mensup %20’lik tabakası toplumsal gelirin %60’ını almakta ve zekâtı alacak
Onlar enflasyonist politikalardan ve yüksek faizli kredilerden canı yanan orta sınıfların sözcülüğüne soyunarak sermayenin daha güçlü kesimleri karşısında siyasi ve maddi güç toplamaya çalışmaktadırlar. Asıl amaç faizden farklı gösterdikleri kâr payı ve benzeri uygulamalarla bu kesimlerin sırtından kendi sermayelerini arttırmaktır. Oysa kapitalizmde sınai kâr, ticari kâr, faiz ve rant (kira gelirleri) emeğin sömürüsüyle elde edilen artı-değerin farklı biçimleridir. Sorun “paradan para kazanma”nın kötülüğü ise, gerçek şu ki, kapitalist toplumda emekçiler dışında herkes “paradan para kazanır.” Dolayısıyla faiz ne kadar haramsa, her türlü sermaye kazancı da o kadar haram olmalıdır. Fabrikatör olmaktan ya da ticaretle uğraşmaktan tutun da, miras parası yemek, sermaye payı diye kâr payı almak veya hisse senedi almaya kadar birçok şeyin bu kapsama girmesi gerekir. Oysa bunlara karşı çıkmak kapitalizme karşı çıkmak demektir ve İslamcıların yapmadığı şey de budur. Kısacası İslami anlayışta kapitalist sömürüye karşıt bir öz yoktur. İşçinin emeğinin sömürülerek kâr elde edil-
21
marksist tutum
Şubat 2006 • sayı: 11
mesinde, zenginliğin bir avuç kapitalistin elinde birikmesinde, insanlığın yoksulluk ve zenginlik temelinde giderek artan oranda kutuplaşmasında ilke olarak İslamcılara ters gelen bir şey yoktur. Aksine tüm bu olup bitenler takdir-i ilahidir, yani Allah’ın isteğidir. Bu duruma isyan etmek Allah’a ve onun buyruklarına karşı gelmektir. Müslüman kişi durumuna isyan etmeyip, haline şükretmeli, Allah’ın kendisini sınamak için uygun gördüğü cefaya katlanmalı ve ahrette alacağı mükâfatı hayal etmekle yetinmelidir; bu arada varsın bir avuç burjuva bu dünyada kendileri için kurdukları cennette gününü gün etsin, ne çıkar!
mücadeleden alıkoyar ve onlara kötülüğün asıl kaynağının kapitalizm değil de insanların İslama uygun bir yaşantı sürmemesi olduğunu söyler. İslamcı ideologların pek çoğuna göre toplumun İslam düzeninden, yani şeriattan sapmasının asıl sebebi dış güçlerdir. Statik İslam toplumunu çözerek onu değişime zorlayan emperyalistkapitalist sistemin bu etkisi mutlaklaştırılarak, düşman yabancı emperyalistler veya yabancı dil konuşan, yabancı dinleri kabul eden, geleneksel yaşam tarzına sadık kalmayan, yani yabancıların etkisinde kalanlar olarak sunulur. Erbakan’ın meşhur “Batı taklitçileri” deyişiyle özetlediği gibi, sorun daima bu şekilde çarpıtılır.
İslam alternatif midir?
Zekât sistemi, İslamcıların savunduğu gibi her derde deva olmaktan çok uzak ve işin aslı göstermelik bir kurumdur. Eşitsizliği kutsayan, hatta yoksulluğu “zayıflık”, “zillet” (alçalma) sayan İslam anlayışında zekât, zenginlerin sevap kazanmalarının bir yolu ve aracıdır da. Oysa yoksulların kurban kesecek, sadaka verecek, zekât verecek paraları ve mülkleri olmadığından sevap kazanma olanakları da sınırlıdır!
Tarihsel olarak çok farklı bir dönemin ve koşulların ürünü olan İslam anlayışının ve şeriat düzeninin kapitalizme alternatif olup olamayacağı bir tarafa, modern İslami hareket, varolduğu ve geliştiği tüm ülkelerde mevcut iktidarlarla ne ölçüde karşı karşıya gelirse gelsin, sol hareketin ve işçi sınıfının mücadelesinin bastırılmasında etkili ve gönüllü bir rol oynamıştır. Aynı coğrafyada 12 yüzyıldır hüküm süren İslamın pratiği bir yana, sadece İran ve Suudi Arabistan’da yaşanan deneyimler bile İslamın sınıflı toplumlara yahut kapitalizme ne ölçüde alternatif olabileceğinin göstergesidir. İslam her dönem egemenlerin hizmetindeydi. Neredeyse tüm örneklerde İslamcı hareket, siyasi tabanını emperyalist-kapitalist sistemin yarattığı yıkımdan ürken küçük-burjuvaziden ve yoksulluğun, sefaletin pençesinde kıvranan işçi-emekçi sınıflardan oluştursa da, esas olarak burjuvazinin çıkarlarını yansıtmış ve daha çok da onun geleneksel ve gerici kesimlerinden destek görmüştür. Suudi Arabistan, Afganistan, İran, Sudan benzeri örnekler üzerinden de görüldüğü gibi, bir siyasal doktrin veya toplum projesi olarak İslam düzeni, olsa olsa baskıcı, totaliter ve gerici bir sistemdir. İslami söylemin “popülist” içeriği ve İslamcı partilerin kullandığı geleneksel retorik, asıl olarak kapitalizmin yıkıma uğrattığı küçük-burjuvazinin geçmişe duyduğu özlemi tatmin etmeye yöneliktir. Örneğin günümüzde bazı İslam ideologlarının temel sloganı olan “asr-ı saadet dönemine geri dönme” ütopyası bu nesnelliğin bir yansımasıdır. Yoksa yüceltilen asr-ı saadet döneminde bile, fakirlik, eşitsizlik ve sefalet varolduğuna göre, ne cehennem azabı korkusu ve ne de adil bir halifenin Kur’an’a harfiyen uyarak kuracağı şeriat düzeni egemen sınıfların baskı ve sömürüsünü ortadan kaldırabilir. İslamcı siyasetin amacı sınıflı toplum düzenini ortadan kaldırmak olmadığından, İslamcı ideologlar tarafından sürekli olarak vurgulanan nokta, işçi-emekçi sınıfların toptan kurtuluşunu sağlayacak toplumsal bir devrim değil kültürel ve siyasal yeniden yapılanmadır. İslam ideolojisi, sorunların üzerini örterek kitleleri emperyalist-kapitalist sisteme karşı gerçek bir
22
Modern İslamın nasıl bir toplum düzeni öngördüğünün anlaşılması bakımından belki de en güzel örnek İslamcı hareketin Türkiye’deki gelişim çizgisi ve izlediği politikalarıdır. 600 yıllık Osmanlı döneminde ve onun öncesinde İslamiyet, devletin resmi ideolojisini ve şeriat düzeni de hukuksal yapıyı oluşturmuştur. Ancak burjuva TC’nin kuruluşundan bu yana Kemalist-laik egemen çizgi ile İslamcı çizginin yıldızı pek barışmamış, MNP-MSP süreci ile partileşen hareket en sonunda AKP’nin işbaşına gelmesiyle önemli aşama kaydetmiştir. AKP ciddi farklılıklar barındırsa da sonuçta bu çizginin modern kapitalizm koşullarında geldiği yeri temsil etmektedir. ‘80 öncesindeki gelişmeler bir yana bırakılacak olursa, özellikle 28 Şubat’ta Erbakan liderliğindeki RP’ye vurulan darbe ve sonrasında yaşanan süreçte “laiklerle” dinci kesim arasındaki çatışma artarak devam etmiş, nihayetinde AKP’nin iktidara gelmesiyle de farklı bir boyut ve içerik kazanmıştır. 70’li yıllarda kendini “küçük ve orta çaplı işadamlarının temsilcisi” olarak gören Erbakan’ın ortaya attığı “adil düzen” tezinin özü; devletçi bir kalkınma modelinin öne çıkartılması, küçük ve orta burjuvazinin ucuz krediler ve diğer devlet olanaklarıyla büyüklere karşı korunması ve güçlendirilmesinden ibaretti. “Adil düzen” programında işçi sınıfının çıkarlarına hitap eden ciddi hiçbir madde yoktu. Nitekim MC hükümetleri dönemindeki icraatları da bu partinin gerçek yüzünü göstermeye yetmiştir. Erbakan, bir yandan egemen sınıfa, yükselen sınıf mücadelesinin önünü İslami ideolojiyle kesebileceği mesajını verirken, öte yandan burjuvazinin orta kesimlerini oluşturan Anadolu sermayesini de, tekelci İstanbul burjuvazi-
Şubat 2006 • sayı: 11
siyle karşıtlık temelinde peşine takmaya çalışıyordu. MNP-MSP çizgisinin temsil ettiği “yeşil sermaye” daha 70’li yıllarda sahnedeki yerini aldı ve Arap-İslam ülkeleriyle geliştirilen ekonomik ilişkilerden, özellikle de Suudi Arabistan menşeli “Rabıta”dan hatırı sayılır krediler alarak ve siyasi gücü sayesinde devletten nemalanarak hızla gelişti. Ve kısa sürede tekelci sermaye çevreleri arasında kendisine de bir yer açabileceğinin sinyallerini vermeye başladı. 90’lı yılların sonlarına gelindiğinde “yeşil sermaye” ülkedeki toplam mevduatın %3’ünü kontrol edebilecek kadar serpilmişti. Böylece aynı siyasi çizginin devamı olan RP-SP ve AKP de artık büyük burjuvazi karşısında taşralı sermaye grupları adına temsili adalet arayan bir kesimin değil, uluslararası ilişkilere, bankalara, fabrikalara, finans kurumlarına sahip olan tekelci burjuvazinin bir kesiminin temsilcisi haline gelmişti. 1994’teki yerel seçimlerde belediyelerin birçoğunu kazanan RP’li belediye başkanlarının ilk icraatları sendikalı işçilerin örgütlülüğüne saldırmak ve belediye iştirakli işletmeleri özelleştirerek sendikal örgütlülüğe darbe vurmak oldu. Diğer taraftan baskı ve tehditlerle sendikalı işçileri Hak-İş’e bağlı sendikalara üye olmaya zorladılar. Sınırsız ve ücretsiz mesailerle, keyfi görev değişiklikleriyle çalışanların hakları gasp edilmeye başlandı. Yine bu dönemde işten atılmalar ve sürgünler gündeme geldi. İhlas Holding, Kombassan gibi kuruluşlar halktan ve yurt dışında çalışan işçilerden topladıkları milyonlarca doları bulan paralarla dev sermaye kuruluşları haline gelirken, yıllar geçmesine rağmen bu paraların ne kendisi ne de “kar payı” işçilere geri ödendi. İktidarları döneminde birçok grevi yasadışı ilan ederek işçi sınıfının hak arama mücadelesini engellediler. İşçilerin kazanılmış haklarını budayan İş Yasası yine bu hükümetler döneminde yasalaştı. Şimdi de sosyal güvenlik ve emeklilik sisteminin budanması veya tasfiye edilmesi gündemde. AKP’nin ekonomik ve politik programı, adeta, İslamcı hareketin işçi sınıfına yaptıklarının ve yapacaklarının teminatı gibidir. İzlediği neo-liberal ve işçi düşmanı politikalarla AKP, modern İslamcılığın en yetkin temsilcisi ve evrilebileceği son nokta olarak görülmelidir. AKP her şeyden önce İslam düşüncesinin ve şeriat düzeninin kapitalist sisteme uymayan tüm ideolojik ve politik fazlalıklarından kurtulmuş ve burjuvazinin güvenini de ancak böyle kazanabilmiştir. Dolayısıyla onun nezdinde İslamcılık önemli ölçüde içi boş bir kabuğa ve arada sırada siyasi oy kaygısıyla tekrarlanan bir söyleme dönüşmüştür. Bu süreçteki evrimi, en radikal biçimlerde başlasa da İslamcılığın kapitalizm altında ulaşabileceği yerin ne olacağını göstermiştir. AKP örneğinden de anlaşılacağı gibi İslamiyetin kapitalizme bir alternatif oluşturmadığı ve oluşturamayacağı açıktır. Zaten çağdaş şeriatçıların dikkate alınabilir olanları, genel olarak İslami toplumun sınıflı karakterini kabul ederek, İslamiyeti kapitalizme alternatif bir sistem
marksist tutum
olarak değil, insanları kapitalizmin zararlı etkilerden koruyacak bir rehabilitasyon aracı olarak ele almaktadırlar. Gerçekten de tüm kurumsal dinler gibi İslam dininin temel özelliği de sınıflı toplumların bir ürünü olması ve hizmet ettiği egemenlerin çıkarlarını korumak adına halkı uyutan bir afyon işlevi görmesi olmuştur. Burjuvazi, kendi sınıf egemenliğini gözlerden saklayabilmek ve onları sınıf mücadelesinden alıkoymak için, kitlelerin dini duygu ve inançlarını bir örtü olarak kullanıyor. Bu bağlamda Marksistlerin din konusundaki yaklaşımlarıyla, burjuvazinin ikiyüzlü laiklik anlayışının ayrımını netleştirmek gerekir. Burjuvazi siyaset sahnesindeki yerini alabilmek için yüzyıllar boyunca din kurumlarıyla mücadele etmiştir. Fakat yine aynı burjuvazi, bir kez iktidarını sağlama aldıktan sonra din afyonunu işçi sınıfını uyutmak için kullanmaktan da çekinmemiştir. Din, kitleler nezdindeki etkisi ve yaygınlığıyla istisnasız tüm kapitalist devletlerde burjuvazinin asla vazgeçmeyeceği bir ideolojik araç durumundadır. Bu yüzden Marksistlerin en temel sloganı, devletin din işlerinden elini çekmesi ve dinsel kurumların devlete bağlı olmaması yönündedir. Din kurumları devlet tarafından desteklenmemeli, din eğitimi zorunlu müfredattan çıkartılmalıdır. Din, baskı ve ayrımcılık aracı olmaktan çıkartılmalıdır. Herkes istediği dini savunmakta ya da dinsiz olduğunu açıklamakta özgür bırakılmalıdır. Din kişisel bir sorun olarak, herkesin vicdanına ve cemaatlere bırakılmış bir mesele olarak görülmelidir. Kuşkusuz işçi sınıfının dini duygularından ve boş inançlardan kurtulması basit veya bugünden yarına halledilebilecek bir sorun değildir. Din ve benzeri her türden burjuva ideolojisinin hayat bulduğu nesnel koşullar değişmedikçe, din hakkında söylenecek sözlerin ya da koyulacak yasakların kitlelerin kafasından bu inancı söküp atması olanaksızdır. Marksistlerin görevi, tek tek bireylerin dini duyguları ile uğraşmak değil, onları mücadeleden alıkoyan ve dini duygularını sömüren İslamcı hareketin sermayenin çıkarlarını savunan gerçek yüzünü teşhir ederek, işçi sınıfını bir bütün olarak sosyalizm mücadelesinin saflarına çekmektir. İslamiyetin ve diğer dinlerin bugün hâlâ kitleler nezdinde kabul görmesinin ve daha da önemlisi bir kurtuluş kapısı olarak algılanmasının en büyük nedeni, insanların kapitalizmin gücü ve baskısı karşısında kendisini çaresiz hissetmesidir. Oysa ne İslam ne de bir başka dinsel toplum düzeni işçi ve emekçi kitlelerin sorunlarına çözüm getirebilir. Her türden kötülüğün, acının, sefaletin ve eşitsizliğin kaynağı olan kapitalist sistemi ortadan kaldırmadıkça işçi sınıfının kurtuluşu mümkün değildir. Kapitalizmin tek alternatifi işçi sınıfının kendi elleriyle kuracağı sosyalist bir dünyadır.
23
Geçiş Sorunu ve Geçiş sorunu, emperyalist aşamaya yükselen kapitalizm döneminin proleter devrimler çağı oluşuyla doğrudan ilişkili bulunuyor. Lenin tarafından dillendirilen bu sorun, işçi sınıfının kitlesinin proleter devrim hedefine kazanılması ve mücadelenin bu hedef doğrultusunda ilerletilmesi amacıyla gündeme getirilmişti. Lenin’in geçiş sorununu ortaya koyuşu, bir zamanlar Marksist saflarda bir hayli tartışmaya neden olan aşamalı devrim anlayışına da verilmiş net bir yanıttı. Böylece, irili ufaklı tüm kapitalist ülkelerde devrimci programın işçi iktidarını amaçlaması gereğine işaret etmekteydi Lenin. Fakat onun ölümünden sonra Stalinist bürokrasinin egemenliğiyle birlikte Sovyetler Birliği’ndeki işçi iktidarı son bulacak ve dünya komünist hareketine de İkinci Enternasyonal oportünizminin ya da Rus Menşevizminin alâmeti fârikası olan aşamalı devrim anlayışı enjekte edilecekti. Stalinizm, geçiş sorunundaki Marksist yaklaşımı söz düzeyinde kabul eder görünse de, gerçekte onu devrimci özünden tamamen uzaklaştırmış veya yadsımıştır. Bu duruma karşı çıkan ve Lenin’in devrimci eylem programı anlayışını sürdürmeye çalışan devrimci önder Troçki’dir. Troçkinin biçimlendirdiği Geçiş Programı, devrimci Marksist zincirin önemli bir halkasını oluşturmaktadır.
Sorunun Geçmişi Marksist düşünce ve mücadele anlayışının temellerinin atıldığı bir dönemde dünyaya gözlerini açan Komünist Manifesto, enternasyonalist bir işçi örgütü olan Komünistler Birliği’nin programı olarak kaleme alınmıştı. Marx ve Engelsin devrimci program çalışmalarına damgasını basan başlıca kaygı, kapitalizme son verecek ve işçi sınıfını iktidara taşıyacak komünist mücadele anlayışını ortaya koyabilmekti. Almanya örneğinde olduğu üzere henüz bir burjuva demokratik devrimin yaşanmadığı ülkelerde bile, Marx ve Engels, devrim sorununa, nihayetinde proletaryayı egemen kılabilecek stratejinin ve taktiklerin belirlenmesi açısından yaklaştılar. Onların devrimci program anlayışı, devrimin kesintisizliği ve sürekliliği bağlamında işçi iktidarının kuruluşuna giden yolu aydınlatıyordu. Ne var ki oportünist ve reformist siyasetler, daha Mark-
24
Komünist öncünün rolü, bu görevin üstesinde (devrimci durum) ortaya çıkması veya olgunlaşt önem kazanmıştır. Komünist partiler, kitle gerçekleşebilir görünen kısmi talepler uğruna m kurulması hedefine fiilen yaklaştıracak taleple devrimci önderler tarafından geliştirilen ve d sorununda sahip çıkılması gerek sizmin kurucularının yaşadıkları dönemden başlayarak işçi partilerini devrimci program çizgisinden uzaklaştırmaya koyuldular. Böylece, İkinci Enternasyonal’e egemen olan ve asgari-azami program ayrımında ifadesini bulan bir program anlayışına varılmış oldu. İkinci Enternasyonal’in başını çeken Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin Erfurt Programı, asgari talepler uğruna mücadeleyle, azami hedef (işçi iktidarı ve sosyalizm) arasında devrimci tarzda bağ kurmayan yapısıyla, Marksist kavrayışa tamamen aykırı bir öze sahipti. Ancak ne yazık ki, İkinci Enternasyonal’in siyasi çizgisi ve program anlayışı sosyalist hareket üzerinde uzun bir dönem boyunca egemenlik kurmaya muvaffak ol-
Geçiş Programı /1 Elif Çağlı
en gelmeyi mümkün kılacak nesnel koşulların tırılması bakımından da fevkalâde belirleyici bir e mücadelesini, yalnızca kapitalizm altında mücadeleye kilitlememeli, kitleleri işçi iktidarının eri savunmalıdırlar. İşte Lenin, Rosa, Troçki gibi dün olduğu şekilde bugün de devrimci program ken talepler sisteminin özü budur. du ve kolayına da aşılamadı. 19. yüzyılın önde gelen Rus Marksisti Plekhanov tarafından biçimlendirilen Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi programı da, devrimci iktidar hedefini asgari ve azami diye ikiye bölen yapısıyla, genelde İkinci Enternasyonalin program anlayışından esinlenmişti. İlerleyen yıllar içinde Lenin, Rosa, Troçki gibi önderler, program, strateji, taktikler, mücadele anlayışı benzeri tüm temel konularda oportünizm ve reformizm tarafından köreltilen devrimci damarı yeniden keşfe çıkacaklardı. Bu sayede, İkinci Enternasyonal’in Marksizme yabancı ve aykırı niteliği zamanla açıkça teşhir edilecekti. Lenin’in daha 1905 Rus devrim süre-
cinde, Menşeviklerin liberal burjuvaziyle uzlaşan ve devrimi boğan taktiklerine karşı devrimci taktikler oluşturması, Marksizmin devrimci köklerinin sahiplenilmesi anlamına geliyordu. Keza Troçki’nin sürekli devrim anlayışını geliştirmesi ya da Rosa’nın İkinci Enternasyonal’in reformist şeflerine karşı devrimci mücadele bayrağını yükseltmesi de benzer örneklerdi. Devrim kitleler için olduğu kadar devrimci önderler için de çok eğiticidir. Rusya’da 1917 Şubatından Ekimine ilerleyen dönem bu gerçeği kanıtlar. Bu süreçte Troçki, savunduğu sürekli devrim anlayışının ancak Lenin’in önderlik ettiği tipte bir Bolşevik örgüt sayesinde yaşama geçirilebileceği noktasına ilerlemiştir. Lenin ise, İkinci Enternasyonal’in asgari-azami program ayrımının izini taşıyan eski Bolşevik yaklaşımın terk edilmesini mümkün kılmış ve işçi iktidarının kuruluşuna giden yolu açabilmiştir. Rusya’ya döndükten bir gün sonra, Lenin’in 4 Nisan 1917’de Tauride Sarayında okuduğu ünlü Nisan Tezleri bu açıdan büyük bir önem taşır. Rusya gibi bir ülkede, nesnel koşulların, önce “işçilerin-köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğü”nün kurulmasını gerektirdiği görüşünün yanlışlığı ortaya çıkmış bulunmaktadır. Lenin Nisan Tezleri’nde, işçi vekilleri Sovyetlerinin mümkün olan biricik devrimci hükümet olabileceğini açıklar. Ve böylece, devrimci iktidar sorununu, devrimin demokratik ve sosyalist görevleri bakımından iki ayrı aşamaya bölen o “eski” Bolşevik anlayışın terk edilmesi imkânını yaratmış olur. Fakat Lenin’in, o dönemde başka tellerden çalan ve Menşeviklerle birleşme konusunu gündeme getirmiş bulunan Kamanev’i, Stalin’i ve Bolşevik Merkez Komitesinin daha pek çok üyesini ikna edebilmesi kolay olmayacaktır. Ancak aradan bir aya yakın bir süre geçtikten sonra parti çoğunluğunu kendi görüşlerine kazanabilir. Yaşam, Lenin, Troçki gibi devrimci önderlerin iktidar sorunundaki devrimci yaklaşımlarını doğrulayacak ve muzaffer Ekim Devrimiyle kurulan proletarya diktatörlüğü kendisini hem demokratik hem de sosyalist görevlerin çözümüyle yükümlü bulacaktır. Rusya’da 1917 devrim sürecinde proletarya diktatörlüğünün kurulması önündeki başlıca engel, nesnel değil öznel koşullardan kaynaklanmaktaydı. İşçi kitlelerinin bilinç ve örgütlülük düzeyi henüz yetersiz olduğu ve işçi sınıfı
25
marksist tutum
Şubat 2006 • sayı: 11
Rusya’da 1917 devrim sürecinde proletarya diktatörlüğünün kurulması önündeki başlıca engel, nesnel değil öznel koşullardan kaynaklanmaktaydı. İşçi kitlelerinin bilinç ve örgütlülük düzeyi henüz yetersiz olduğu ve işçi sınıfı henüz küçük-burjuva ideolojisinin etkisinden kurtulamadığı için, devrimin öznel koşulları olgunlaşamamıştı. İşte zaten Lenin’in de bu süreçte üzerinde önemle durduğu konu, devrimin olgunlaşmış nesnel koşulları ile henüz yetersiz kalan öznel koşulları arasındaki dengesizliği ortadan kaldıracak taktikleri tayin edip uygulayabilmekti.
henüz küçük-burjuva ideolojisinin etkisinden kurtulamadığı için, devrimin öznel koşulları olgunlaşamamıştı. İşte zaten Lenin’in de bu süreçte üzerinde önemle durduğu konu, devrimin olgunlaşmış nesnel koşulları ile henüz yetersiz kalan öznel koşulları arasındaki dengesizliği ortadan kaldıracak taktikleri tayin edip uygulayabilmekti. Lenin bu görevin üstesinden gelmek amacıyla, aslında daha Nisan Tezleri öncesinden başlayarak, devrimi ilerletecek talepleri formüle etmeye koyulmuştur. Uzaktan Mektuplar adıyla bilinen beş adet mektup, buna ilişkin görüş ve önerilerini içerir. Bu mektuplarda Lenin, ikili iktidar gerçeğinden söz etmekte ve işçi sınıfının eski devlet aygıtının yerine artık kendi iktidar organlarını geçirmesi gerektiğini belirtmektedir. Devrimin, asgari (burjuva demokratik) bir aşamada konaklaması diye bir seçeneğin bulunmadığı, ya ilerletileceği ya da gerileyerek yenilgiye uğrayacağı çok açıktır. Bu nedenle proletaryanın mücadelesi, mutlaka sosyalist devrimin gerçekleştirilmesi noktasına taşınmalıdır. Lenin yarım kalan beşinci mektubundaki fikirlerini, Bugünkü Devrimde Proletaryanın Görevleri Üzerine (on maddeden oluşan Nisan Tezleri) ve Taktik Üzerine Mektuplar adlı çalışmalarında daha da geliştirecektir. Bu sayede Lenin’in, sosyalizme geçişi sağlayacak talep ve tedbirler diye sıraladığı önlemler netleşecek ve yenilenen parti programının da belkemiğini teşkil edecektir. Bu çerçevede, Lenin, siyasal iktidarın Sovyetlere geçmesi; polis, ordu ve bürokrasinin lağvedilmesi; büyük toprak mülkiyetine el konulması ve tüm toprağın ulusallaştırılması; bütün bankaların derhal İşçi Temsilcileri Sovyeti’nin denetimine tabi bir ulusal bankada birleştirilmesi şeklinde talepler sıralar. Ve şöyle der: “Doğrudan görevimiz, sosyalizmin ‘başlatılması’ değildir, yalnızca üretimin ve ürünlerin dağıtımının işçi vekilleri Sovyetleri tarafından denetlenmesine derhal geçiştir.” (Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Sol Yay., Şubat 1979, s.1213) Açıktır ki Lenin, sıraladığı geçişsel nitelikteki tedbirleri iktidar sorunuyla doğrudan ilişkili kılmıştır. Böylece biçimlenmeye başlayan geçiş yaklaşımı, Bolşeviklerin toplantılarında ele alınacak ve kabul edilecektir. Lenin ayrıca, Ekimin arifesinde savaş ve açlık koşulları nedeniyle yaklaşan felâket karşısında, kontrol tedbirleri diye bilinen talepleri formüle edecektir. Başlıca beş madde halinde toparlanan bu tedbirler, Troçki’nin hazırladığı Geçiş Programı’nın da temel
26
ekseni niteliğindedir. Lenin tarafından kaleme alınan ve doğrudan işçi denetimi altında gerçekleştirilecek geçiş talepleri özetle şunlardır: 1. Bütün bankaların tek bir banka halinde birleştirilmesi ve devletleştirilmesi; 2. En önemli tekelci kapitalist birliklerin (şeker, petrol, kömür, maden vb.) devletleştirilmesi; 3. Ticari gizliliğin kaldırılması; 4. Bütün sanayici, tüccar ve genel olarak patronların sanayi birliklerinde birleştirilmesi; 5. Halkın tüketici kooperatiflerinde örgütlenmesi. Lenin’in yukarda değindiğimiz bütün bu açılımlarının kabulü, dünya komünist hareketi bakımından büyük bir önem taşır. Zira böylece, İkinci Enternasyonal’in işçi sınıfı mücadelesini fiilen, iş ve yaşam koşullarında tedrici iyileştirmeler sağlanması, burjuva demokratik hakların elde edilmesi veya genişletilmesi gibi kısmi talepler çerçevesine hapseden asgari program anlayışı tarihsel olarak aşılmış bulunmaktadır. Rusya’da Lenin önderliğinde, doğrudan devrim sürecinin içinde formüle edilen ve kitlelere acil eylem hedefi olarak gösterilen geçişsel talepler, bundan böyle tüm kapitalist ülkelerde işçi sınıfının devrimci eylem programına ışık tutacaktır. Emperyalizm çağında komünist partilere düşen görev, önüne herhangi bir başka iktidar aşaması dikmeksizin, iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi için mücadele etmektir. Zaten 1917 devrim süreci içinde Bolşevik programda yapılan değişikliğe damgasını vuran temel unsur da budur. Ve Lenin’in çağ tanımıyla da doğrudan ilişkilidir. Emperyalizm aşamasına ulaşmış kapitalizmin, proleter sosyalist devrim çağı olduğunu belirtir Lenin. Yalnızca proleter sosyalist devrim, insanlığı emperyalizmin ve emperyalist savaşların yarattığı çıkmazdan kurtarabilecektir. “Devrimin
Şubat 2006 • sayı: 11
zorlukları ve olası geçici başarısızlıkları ya da karşı-devrimin dalgaları ne kadar büyük olursa olsun, proletaryanın nihai zaferi kaçınılmazdır. Bu yüzden objektif koşullar sayesinde mevcut dönemin gündeminde, sosyalist devrimin içeriğini oluşturan ekonomik ve politik önlemlerin gerçekleştirilmesi için proletaryanın politik iktidarı ele geçirmesine yönelik çok yönlü doğrudan hazırlığı bulunmaktadır.” (Lenin, Seçme Eserler, c.6, İnter Yay., Kasım 1995, s.107, abç) Böyle bir çağda komünist öncünün rolü, bu görevin üstesinden gelmeyi mümkün kılacak nesnel koşulların (devrimci durum) ortaya çıkması veya olgunlaştırılması bakımından da fevkalâde belirleyici bir önem kazanmıştır. Komünist partiler, kitle mücadelesini, yalnızca kapitalizm altında gerçekleşebilir görünen kısmi talepler uğruna mücadeleye kilitlememeli, kitleleri işçi iktidarının kurulması hedefine fiilen yaklaştıracak talepleri savunmalıdırlar. İşte Lenin, Rosa, Troçki gibi devrimci önderler tarafından geliştirilen ve dün olduğu şekilde bugün de devrimci program sorununda sahip çıkılması gereken talepler sisteminin özü budur. Komünist Enternasyonal, reformistlerin ve merkezcilerin asgari programlarının yerine, bir bütün olarak alındıklarında burjuvazinin iktidarına meydan okuyan, proletaryayı örgütlendiren ve proletarya diktatörlüğü için mücadeleyi ilerleten bir talepler sistemi koymayı karar altına almıştır. 1917 Rus devriminin etkisi kuşkusuz yalnızca Rusya ile sınırlı kalmadı, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere tüm dünyaya yayıldı. Zaten yıllardır İkinci Enternasyonal’in evrimci ve reformist çizgisine karşı çıkan Rosa, Aralık 1918’de Spartakistlerin program anlayışını açıklarken, devrimi ilerletecek talepleri sıralıyordu. Keza Rosa, ölümünden kısa bir süre önce gerçekleşen Alman Komünist Partisi Kuruluş Kongresinde yaptığı konuşmada, İkinci Enternasyonal’in asgari-azami program ayrımının terk edilmesinin mutlak bir zorunluluk olduğuna dikkat çekmekteydi. Spartakistlerin programının, acil ve sözümona asgari talepleri sosyalist hedeften kopartan Erfurt programıyla bilinçli bir karşıtlık içinde olduğunu vurgulamaktaydı. “Bizim için asgari ve azami bir program yok; sosyalizm tek ve aynı şey; bugün gerçekleştirmek zorunda olduğumuz asgari hedef budur” diyordu Rosa. (Rosa Luxemburg, Spartakistler Ne İstiyor, Belge Yay., Nisan 1979, s.142) Rusya’da işçi sınıfını iktidara taşıyan Ekim Devrimi, Troçki’nin savunduğu sürekli devrim perspektifinin ve 1917 devrim süreci içinde Lenin’in geliştirdiği devrimci strateji ve taktiklerin doğruluğunu kanıtlayan büyük bir sınav oldu. Ekim Devrimi, yalnızca sosyalist görevlerin değil, devrimin demokratik görevlerinin de işçi iktidarı altında üstesinden gelinebileceğini gösterdi. Muzaffer Ekim Devri-
marksist tutum
mi ayrıca, bir Enternasyonal örgütün, doğrudan komünist ilke ve amaçlar doğrultusunda yaşama gözlerini açmasını da mümkün kıldı. Lenin’in sağlığında toplanan Komünist Enternasyonal kongrelerinde, devrimci Marksist geleneğin halkalarını oluşturacak kararlar alındı, son derece önemli konular tartışıldı. Lenin, Komintern’in 1920 yılında toplanan İkinci Kongresine katkı mahiyetinde kaleme aldığı ve Çocukluk Hastalığı olarak bilinen kitabında, dünya komünist hareketinin dikkatini geçiş sorununa çekti. Lenin’in vurguladığı gibi, işçi sınıfının öncüsü burjuva demokrasisine karşı proletarya diktatörlüğü safına kazanılmıştı ve böylece çok önemli bir iş başarılmıştı. Fakat bu her şey demek değildi. “Şimdi bütün güçleri, bütün dikkati daha az önemli görünen, ... fakat buna karşılık görevin somut çözümüne pratik olarak daha yakın olan bir sonraki adıma, yani proleter devrime geçişin, daha doğrusu proleter devrime yaklaşmanın biçimini bulmaya yoğunlaştırmak” gerekiyordu. (Lenin, Seçme Eserler, c.10, İnter Yay., Haziran 1997, s.152) Buradan hareketle, Komünist Enternasyonal Üçüncü ve Dördüncü Dünya Kongresi geçiş sorunu üzerinde durmuştur. Ne var ki geçiş taleplerine acil eylem çağrısı olarak can veren nesnel koşullar bu dönemde değişime uğramış, Avrupa’da devrimci dalga geri çekilmiştir. Bu durum geçiş sorunu tartışmalarını kaçınılmaz olarak etkileyecektir. Devrimin yeniden canlanması yönünde beslenen arzularla, içinden geçilen dönemin buna ters niteliği arasındaki uyumsuzluk, geçiş sorununa bağlı kimi açılımlarda (örneğin işçi hükümeti) çekiştirmelere ve bazı noktalarda bulanıklığa neden olacaktır.
Üçüncü Kongre ve Geçiş yaklaşımı Avrupa’da devrimci dalganın geri çekildiği, Ekim Devriminin Rusya gibi geri bir ülkede yalıtıldığı ve burjuva gericiliğinin, faşizmin çeşitli ülkelerde yükselişe geçtiği koşullar Komintern’i son derece yaşamsal problemlerle yüz yüze getirir. Temmuz 1921’de toplanan Üçüncü Kongre, komünistlerin dikkatini, kitleleri kazanmadan öncünün hazırlıksız savaşlara atılmasının yaratacağı tehlikelere çeker ve işçi sınıfının sermayeye karşı birleşik cephesinin oluşturulması gereğini vurgular. 1921 yılında Orta Almanya’da komünist öncünün giriştiği hazırlıksız Mart ayaklanması çok büyük kayıplara neden olmuştur. Durumun vahametini değerlendiren Komintern yönetimi, bu koşullarda saldırı değil savunma taktiklerinin uygulanmasının doğru olacağı görüşünü savunur. Troçki tarafından kongreye sunulup oybirliğiyle kabul edilen raporda (Uluslararası Durum ve Komintern’in Görevleri Üzerine), proletaryanın açık iktidar mücadelesinin birçok ülkede bir yavaşlama ve duraklama içine girdiği tespiti yer almaktadır. Bu durumda Komintern, kitlelerin kazanılmasına yönelik örgütlenme ve ajitasyon çalışmalarına ağırlık verilmesini kararlaştırır.
27
marksist tutum
Üçüncü Kongrede geçiş sorunu da ele alınmış ve Radek’in sunduğu Taktikler Üzerine Tezler, geçiş talepleri yaklaşımını içerecek biçimde hazırlanmıştır. Tezlerde, komünist partilerin, kapitalizmin sallantıda olan temellerini güçlendirmeye ve onarmaya yönelik asgari programlar ileri sürmeyeceği belirtilmektedir. “Komünistlerin temel hedefi kapitalist sistemi yıkmaktır. Ancak bu hedefe ulaşabilmek için komünist partiler, işçi sınıfının acil ve dolaysız ihtiyaçlarını ifade eden talepler ileri sürmelidirler. Komünistler, kapitalist sistemin varlığının devamıyla bağdaşıp bağdaşmadığına bakmaksızın, bu talepler için savaşmak amacıyla kitlesel kampanyalar örgütlemelidirler.” (Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal – Belgeler, c.2, Maya Yay., Eylül 2002, s.117) Aynı yerde belirtildiği üzere, şayet ileri sürülen talepler geniş işçi kitlelerinin acil ihtiyaçlarına denk düşüyorsa ve kitleler tarafından bu ciddiyetiyle benimseniyorsa, o takdirde bu talepler için mücadele iktidar mücadelesinin kalkış noktası olacaktır. Komünist Enternasyonal, reformistlerin ve merkezcilerin asgari programlarının yerine, bir bütün olarak alındıklarında burjuvazinin iktidarına meydan okuyan, proletaryayı örgütlendiren ve proletarya diktatörlüğü için mücadeleyi ilerleten bir talepler sistemi koymayı karar altına almıştır. Stalinizm, işçi sınıfının devrimci program anlayışını, bir zamanlar Lenin’in önderliği sayesinde ulaşılan mevzilerin çok gerilerine savurdu. Dünya komünist hareketini Menşevizmin kirli sularına sürükledi. Geçiş talepleri ve program sorunu bağlamında Lenin’in ortaya koyduğu devrimci görevin sorumluluğunu üstlenen siyasal önder, Bolşevik mirası devrimci tarzda sahiplenen Troçki olacaktı. Mücadelenin yükselişine bağlı olarak, sınıfın kitlesini düzenle bütünleşmiş sendika bürokrasisinin cenderesinden kurtaracak örgütsel formların yaratılması da büyük önem kazanmaktadır. Geçiş talepleri, işçi-emekçi kitlelerin öz-örgütlenmelerini teşvik eden bir biçimde ortaya sürülebilmelidir ve üretimin işçiler tarafından kontrolü hedefiyle birleştirilmelidir. Bu açıdan fabrika komiteleri ve devrimci sendikalar önem taşır. “Fabrika komiteleri, ancak geniş işçi kitlelerinin ekonomik çıkarlarını savunmaya yönelik mücadeleler içinde ortaya çıktıkları ve proletaryanın tüm devrimci kesimlerini –komünist parti, devrimci işçi örgütleri ve radikalleşen sendikalar– birleştirmeyi başardıkları takdirde, bu görevlerini yerine getirebileceklerdir.” (age, s.119) Üçüncü Kongrede, Lenin’in daha önce ele aldığı ve kitle çalışmasını baltalayacak sekter yaklaşımlar olarak değerlendirdiği tutumlar üzerinde de durulmuştur. Sendikalara katılmaya veya parlamento kürsüsünü kullanmaya kar-
28
Şubat 2006 • sayı: 11
şı çıkan sol komünistler, geçiş talepleri yaklaşımını da oportünist bulup reddetmektedirler. Bu yanlış tutum Komintern tarafından haklı olarak eleştirilmiştir. Kongre kararlarında yer aldığı üzere, sorun nihai amacı işçi sınıfına ilan etme sorunu değil, sınıfı nihai amaç için mücadeleye çekebilme, böyle bir mücadeleyi yoğunlaştırma sorunudur.
Dördüncü Kongre ve İşçi Hükümeti 1922 Aralık ayında toplanan Dördüncü Dünya Kongresi, birleşik cephe çalışmaları içinde ileriye sürülebilecek geçişsel sloganlar konusu üzerinde durur ve bu çerçevede işçi hükümeti sloganını da ele alır. Zinovyev tarafından sunulan ve kongrenin oybirliğiyle kabul edilen Taktikler Üzerine Tezler, işçi hükümetine ilişkin kararları içermektedir. Ne var ki bu konu, doğrudan iktidar sorunuyla ilişkili olması nedeniyle diğer geçişsel taleplerden farklı olarak son derece hassas bir niteliğe sahip bulunmaktadır. Zaten bu yüzden de kongrede sert tartışmalara yol açmıştır. Tezlerde açıklandığı üzere, işçi hükümeti (veya işçi ve köylü hükümeti) sloganı, genel bir propaganda veya ajitasyon sloganı olarak her yerde kullanılabilir. “Ancak, güncel politik bir slogan olarak işçi hükümeti, burjuva toplumun konumunun özellikle istikrarsız olduğu ve işçi partileriyle burjuvazi arasındaki güçler dengesinin hükümet sorununu acil çözüm gerektiren pratik bir sorun olarak gündeme getirdiği ülkelerde en büyük öneme sahiptir”. (age, s.306) İşçi hükümeti sloganı Komintern tarafından genel düzeyde ortaya kondu, ancak farklı koşullarda doğabilecek problemler ciddi bir tartışmaya yol açtı. Kongreye tezleri sunan Zinovyev, işçi hükümeti sloganının parlamenter geleneklerin güçlü olduğu ülkelerde kullanılması konusunda özellikle dikkatli olunması gerektiğini söylüyordu. Bu sloganın olağan parlamenter mücadele çerçevesinde kurulacak bir “işçi hükümeti”ni savunur tarzda ileri sürülmesi reformizmden başka bir anlama gelmeyecekti. Nitekim Fransız delege Duret, Fransa’da işçi hükümeti sloganının yalnızca parlamenter bir içeriğe sahip bulunduğunun altını çiziyor, ama şayet işçi hükümeti kitlelere dayanacaksa bunun da zaten sovyetler iktidarına denk düşeceğini belirtiyordu. İtalyan delege Bordiga ise, işçi hükümeti sloganı eğer proletarya diktatörlüğünün yerine kullanılacaksa, bu yaklaşımda içine sinmeyen taraflar olmasına rağmen karşı çıkmayacaktı. Ama iktidarın işçi sınıfı tarafından devrimci şekilde ele geçirilmesinden başka anlama gelecekse, bunu kabul etmeyecekti. Genelde sol sekterlikle suçlanan Bordiga, işçi hükümeti sorununda dile getirdiği bu endişelerinde hiç de haksız değildi. Dördüncü Kongrenin işçi hükümeti konusundaki açılımları hakkında genel bir değerlendirme yapmak gerekirse, problemli bulduğumuz noktayı baştan açıkça ifade edelim. İşçi hükümeti talebi, eğer yalnızca proletarya diktatörlüğü hedefini popüler sloganlarla kitlelere benimsetmek amacına dayandırılmış olsaydı, hatalı bir yön içermeyecek-
Şubat 2006 • sayı: 11
marksist tutum
1917 Rus devrim sürecinde ortaya çıkan ikili iktidar durumunda Lenin’in savunduğu geçişsel taleplerin uygulayıcısı devrimin yarattığı işçi örgütleridir, başkası da olamaz. Çeşitli işçi partilerinin koalisyonu anlamına gelecek şekilde ve nispeten durmuş oturmuş dönemlere has hükümetleri çağrıştıracak tarzda yürütülecek işçi hükümeti propagandası, asla proletarya diktatörlüğünün popüler propagandası olamaz. ti. Ve neticede bir bulanıklığa da yol açılmayacaktı. Ama öyle olmadı. Bir yandan savunulan bu hedefe, fiilen ancak işçi sınıfının devrimci diktatörlüğünün gerçekleştirebileceği görevler yüklendi; diğer yandan ise işçi hükümetinin henüz bu anlama gelmeyeceği söylendi. İstenirse pekâlâ yanlış yönlere çekiştirilebilecek bu tür bir yaklaşımın olumsuz etkileri, takip eden yıllar içinde ortaya çıkacaktı. Dördüncü Kongre tartışmaları içinde işçi hükümetine dair çelişkili değerlendirmelere örnek verelim. Radek, bir işçi hükümetinin henüz proletarya diktatörlüğü olmayıp, ancak ona geçiş aşaması sayılabileceğini açıkça belirtiyordu. Öte yandan kongre tarafından kabul edilen metinde, işçi hükümetinin üstesinden geleceği görevler şu şekilde sıralanıyordu: “proletaryayı silahlandırmak, burjuva karşıdevrimci örgütleri silahsızlandırmak, üretimin kontrolünü sağlamak, verginin asıl yükünü mülk sahibi sınıfların üzerine kaydırmak ve karşı-devrimci burjuvazinin direncini kırmak”. (age, s.306) Şayet Dördüncü Kongrenin bu açılımlarına sahip çıkılacaksa, bu ancak, Lenin’in 1917 devrim sürecinde örneklediği üzere, ikili iktidar durumuna devrimci proletarya lehine son verecek önlemleri savunmak anlamına gelebilirdi. Bir başka deyişle, bu açıkça iktidarın sovyetlere devrini istemek demekti. Bu uğurda yürütülecek fiili mücadele ise bu hedefin gerçekleşmesini, proletarya diktatörlüğünün kurulmasını mümkün kılacaktı. İşte Lenin’in proletarya diktatörlüğüne geçiş talepleriyle anlatmak istediği de özde buydu. Belirtmeliyiz ki, bu yaklaşımdan uzaklaşan ve ikili iktidar döneminin olağandışı karakterini görmezden gelen hükümet formülleri ya tamamen havada kalacak ya da daha kötüsü oportünizme kapıyı açacaktır. 1917 Rus devrim sürecinde ortaya çıkan ikili iktidar durumunda Lenin’in savunduğu geçişsel taleplerin uygulayıcısı devrimin yarattığı işçi örgütleridir, başkası da olamaz. Çeşitli işçi partilerinin koalisyonu anlamına gelecek şekilde ve nispeten durmuş oturmuş dönemlere has hükümetleri çağrıştıracak tarzda yürütülecek işçi hükümeti propagandası, asla proletarya dik-
tatörlüğünün popüler propagandası olamaz. Dördüncü Kongrenin işçi hükümetine ilişkin muğlak değerlendirmeleri, aslında farklı siyasal eğilimler arasında bir uzlaşma sağlama gayretini yansıtıyordu. Çelişik yaklaşımlara bir örnek verelim. Hükümet mevzuunda çeşitli olasılıklar sıralanırken, İngiltere’de karşılaşılabilecek cinsten liberal işçi hükümetleri ya da Almanya örneğindeki sosyal-demokrat işçi hükümetleri de değerlendirilmekteydi. Bu iki tip hükümetle ilgili olarak tezlerde şöyle deniyordu: “Yukarıdaki ilk iki tip, devrimci işçi hükümeti değildir, gerçekte burjuvazi ve devrim karşıtı işçi önderleri arasındaki koalisyon hükümetleridir. Böylesi ‘işçi hükümetleri’ne, kritik zamanlarda güçsüz düşmüş burjuvazi tarafından, proletaryayı devletin gerçek sınıf karakteri hakkında aldatmanın bir aracı olarak ... veya satılmış işçi liderlerinin de yardımıyla proletaryanın devrimci saldırısının önünü kesmek ve zaman kazanmak için, izin verilir. Komünistler böyle hükümetlere katılmazlar. Aksine, onlar bu sahte işçi hükümetlerinin gerçek karakterlerini kitleler önünde amansızca teşhir etmelidirler.” (age, s.308) Dikkat çekilen bu hususlar tamamen doğru olmakla birlikte, bu değerlendirmeyle tamamen çelişen yanlış görüşler de yansıtıldı. İşte somut bir örnek: “Fakat devrim için proletaryanın çoğunluğunu kazanmanın en önemli görev olduğu, içinde bulunduğumuz kapitalizmin gerileme döneminde, böylesi hükümetler dahi, burjuva iktidarının parçalanma sürecini hızlandırmaya nesnel olarak yardımcı olabilirler.” (age, s.308) Dördüncü Kongrenin, işçi hükümetine dair bu tür muğlak ve çelişik değerlendirmeler yapması, bu konuda daha sonra ortaya çıkacak savrulmalara gerçekten de adeta mazeret sunan bir temel döşemiştir. Bir yandan Stalinistler, aslında burjuvaziyle uzlaşma anlamına gelen Halk Cephesi hükümetleri anlayışını buraya dayandırmak istemişlerdir. Diğer yandan ise bazı Troçkistler, yine aynı noktadan hareketle komünistlerle sosyal-demokrat partilerin (ya da aynı anlama gelmek üzere sosyalist partilerin) koalisyonunu bir geçiş talebi olarak savunabilmişlerdir.
29
marksist tutum
Şubat 2006 • sayı: 11 Rusya’da işçi sınıfını iktidara taşıyan Ekim Devrimi, Troçki’nin savunduğu sürekli devrim perspektifinin ve 1917 devrim süreci içinde Lenin’in geliştirdiği devrimci strateji ve taktiklerin doğruluğunu kanıtlayan büyük bir sınav oldu. Ekim Devrimi, yalnızca sosyalist görevlerin değil, devrimin demokratik görevlerinin de işçi iktidarı altında üstesinden gelinebileceğini gösterdi.
Ama Dördüncü Kongrenin işçi hükümeti konusunda yarattığı muğlaklık kuşkusuz bu derece vahim boyutlarda değildir ve o nedenle de kongre kararları hakkında fazladan eleştiri yapmak doğru bir tutum olmaz. Örneğin, komünistlerin diğer işçi partileriyle hükümete katılma koşulları kongre tarafından doğru bir şekilde karar altına alınmıştır. “1. Bir işçi hükümetine katılma, ancak Komintern’in onayıyla gerçekleşebilir. 2. Böyle bir hükümete katılan komünistler, partilerinin en sıkı denetimleri altında bulunurlar; 3. Böyle bir işçi hükümetine katılan komünistler, kitlelerin devrimci örgütleriyle son derece yakın temasta olmalıdırlar; 4. Komünist parti, kendi kimliğini ve ajitasyonunun tam bağımsızlığını koruma hakkına kayıtsız şartsız sahip olmalıdır.” (age, s.307) Dördüncü kongrenin işçi hükümetine ilişkin kararlarında yer alan ve yanlış yorumlanmaması gereken bir başka hususa değinerek bu konuyu kapatalım. Bu husus, proletarya diktatörlüğünün kavranışıyla ilgilidir. Kararlarda, “proletaryanın tam diktatörlüğü, yalnızca komünistlerden oluşan gerçek bir işçi hükümeti olabilir” denmektedir. (age, s.308) Açıktır ki, Lenin ve diğer devrimci önderler, iktidarın partiye değil sovyetlere ait olması gereğini savunmuş ve o doğrultuda davranmışlardır. Partinin görevi sovyetler içinde önder olabilmektir ve bu misyonunu da elbet, işçi kitle örgütlerinde çoğunluğu ele geçirerek yerine getirebilir. O nedenle Lenin, sovyetler içinde Bolşevik çoğunluk sağlanmadan iktidarın fiilen alınması çağrısının zamansız olacağını savunmuştur ve bu yaklaşımı doğrudur. Ama bu hiç de, proletarya diktatörlüğünün komünist parti diktatörlüğü olduğu ve bir işçi hükümetinin de ancak ve yalnızca tek bir komünist partinin unsurlarından oluştuğunda tam işçi
30
iktidarı sayılabileceği anlamına gelemez, gelmemelidir. Dördüncü Kongrede geçiş sorunuyla ilgili olarak bir başka önemli karar daha alınmıştı. Komünist Enternasyonal’in Programı Üzerine Karar’da ulusal seksiyonların önüne program hazırlıklarına girişme görevi konmaktaydı. Seksiyonların hazırlayacağı program taslaklarında geçiş talepleri için mücadelenin gerekliliğinin kesin ve açıkça belirlenmesi isteniyordu. Ayrıca Komintern bir genel program oluşturacak ve burada da tüm geçiş taleplerinin ve kısmi taleplerin teorik temelleri ortaya konacaktı. Karar metninde, “programda geçiş taleplerine yer verilmesinin oportünizm olarak tanımlanmasına yönelik her girişime ve temel devrimci hedeflerin yumuşatılmasına ya da bunların yerine kısmi taleplerin geçirilmesine aynı kararlılıkla karşı çıkılması” istenmekteydi. (age, s.332) Alınan bu karar gereği, hazırlanacak genel programda çeşitli ülkelerin ekonomik ve siyasal yapılarındaki temel farklılıklar hesaba katılacak ve geçiş taleplerinin başlıca tarihsel türleri açık seçik bir biçimde somutlanarak gösterilecekti. Ama Lenin’in ölümü ve Stalinist egemenliğin kurulmasıyla birlikte Komünist Enternasyonal ne yazık ki devrimci raydan çıktı. Bu nedenle Stalinist Komintern tarafından hazırlanan 1928 Programı, Lenin döneminde kararlaştırılan görevin yerine getirilmesi anlamına gelmedi. Tersine Stalinizm, işçi sınıfının devrimci program anlayışını, bir zamanlar Lenin’in önderliği sayesinde ulaşılan mevzilerin çok gerilerine savurdu. Dünya komünist hareketini Menşevizmin kirli sularına sürükledi. Geçiş talepleri ve program sorunu bağlamında Lenin’in ortaya koyduğu devrimci görevin sorumluluğunu üstlenen siyasal önder, Bolşevik mirası devrimci tarzda sahiplenen Troçki olacaktı. (devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır.
Şubat Devriminden Hatırlanması Gerekenler Oktay Baran
L
atin Amerika’da sınıf mücadelesinin yükseldiği, özellikle Ortadoğu ve Orta Asya’da emperyalist hegemonya kavgasının kızıştığı bir dönemden geçiyoruz. Dünya işçi sınıfı giderek daha büyük bir hızla emperyalist savaşlar-krizler sarmalının içine giriyor ve yer yer devrimci durumlar yaşanıyor. Dolayısıyla geçmiş devrim deneyimlerinin derslerini döne döne hatırlamak gerekiyor. Kapitalizm bugün yüz yıl öncesine göre bir hayli yol kat etmiş durumda. Yüzyıl önce insanlığın büyük bir bölümü için kapitalist üretim henüz yabancı bir unsur idi. Avrupa ve Amerika kıtaları dışında yaşayan halkların çoğunluğu kapitalistleşme sürecine daha yeni giriyorlardı. İleri ve geri ülkeler arasındaki ayrımın ve halkların toplumsal yaşam tarzları arasındaki uçurumun son derece derin olduğu bir dünyada, Avrupa’da kapitalizmi yıkma çabası olarak proleter devrimler gündeme girmişken, dünyanın diğer bölgeleri hâlâ kapitalistleşme sancısı içerisinde tarihsel olarak burjuva demokratik devrimlerle karşı karşıya idiler. Bu ülkelerden biri de Rusya idi. Kapitalist dönüşüm sürecini tamamlamak için onun gelişiminin önündeki tüm engellerin ve en başta da Çarlığın yıkılması gerekiyordu. Rusya’da tarihsel olarak burjuvaziye ait olan bu görevler, yani burjuva demokratik devrimin görevleri, ancak 1917 Şubatıyla başlayan bir devrim sürecinin sonunda proletaryanın iktidarı ele almasıyla çözülebildi. 1917 Ekiminde iktidarı alan proletarya, kendisini bu demokratik görevlerle sınırlamayarak, devrimi sosyalist bir devrime büyüttü. Böylelikle yıllar boyunca Marksistler arasında tartışılan devrimin perspektifleri, temel stratejisi, ortaya çıkaracağı iktidarın biçimi ve sınıfsal temeli, ve tüm bunları proletaryanın hangi müttefiklerle yapabileceği gibi sorunlar pratikte çözülmüş oldu. Bu pratik çözümün teorik ifadesi, Lenin ve Troç-
Devrimci durumlar, devrimci parti ve örgütlerin kararlarıyla ortaya çıkmazlar. Proleter kitlelerin, iktidarı ele geçirme mücadelesi, devrimci partilerin emriyle başlatılamaz. Ne var ki bu temel gerçekten, devrimci partilerin hatta ve hatta bu partilerin tek tek önderlerinin devrim süreçlerinde belirleyici bir etkisi olmadığı sonucu asla çıkartılmamalıdır. Bilâkis, tüm sınıf mücadelesi tarihinin çok acımasızca kanıtladığı gibi, devrimci partiler ve bu partilerin başında gerçekten devrimci, deneyimli, birikimli, kitlelerin nabzını tutabilen ve siyasal atmosferi ve güç dengelerini doğru okuyabilen bir önderler ekibi olmadan proleter devrimler asla zaferle sonuçlanamaz.
31
marksist tutum
ki’nin yazıları ve Komünist Enternasyonal’in programatik belgeleriyle günümüze kadar ulaştı. Ama bu o kadar kolay olmadı. Demokratik devrimin görevleri ile sosyalist devrimin görevlerinin pratikte asla birbirine karıştırılmaması gerektiği, bu görevlerin ancak birbirinden farklı sınıfsal iktidarlar tarafından çözülebileceği şeklindeki yanılgı o denli yaygındı ki, 1917 başında Bolşeviklerin önemli bir çoğunluğu bile bu yanılgıya kapılmışlardı. Onları bu yanılgıdan kurtaran ve doğru bir çizgiye çeken, Lenin’in enerjik ve kararlı müdahalesi oldu. Bu nedenle, Şubat devrimini ve onu takip eden Mart-Nisan sürecinde Bolşevik Parti içinde yaşanan mücadeleyi hatırlamak yararlı olacaktır. Böylelikle, doğru bir devrim perspektifinin, doğru bir teorik kavrayış ve politik çizginin nasıl hayati bir sorun olduğunu görmekle kalmayacağız, aynı zamanda inanmış ve kendini işçi sınıfının davasına adamış komünistlerden oluşan devrimci örgütlerin bile doğru bir merkezi önderlikten yoksun olduğu koşullarda nasıl bataklığa saplanabileceğini de görmüş olacağız.
Bolşeviklerin Şubat Devrimi imtihanı Rusya’da halka kan kusturan, onu sefalete, yoksulluğa, savaşın getirdiği ölümlere ve siyasal esarete mahkum eden Çarlık rejimi, 1917 Şubatında, aslında Bolşevikler de dahil olmak üzere kimsenin beklemediği bir anda ve hiç de hayal edilemeyecek denli kolay ve çabuk bir şekilde yıkılıvermişti. O kadar ki, Lenin devrimin patlak vermesinden sadece haftalar önce, kendi kuşaklarının devrimi göremeyebileceklerini söylemişti. Diğer büyük devrimler gibi Şubat Devrimi de, emekçi kitlelerin doğrudan inisiyatifi ile gerçekleşmişti. Ne Bolşeviklerin ne de diğer sol grupların başlangıçta devrimin gelişimi üzerinde tayin edici bir etkisi olmuştu. Bolşevik önderlerin çoğu hapishanelerde, yurt içinde ya da yurtdışında sürgün durumundaydılar. Tutuklamalar, sürgünler ve polis operasyonları nedeniyle güçsüz düşen illegal Bolşevik örgütün yerel komiteleriyle parti merkezi arasındaki iletişim, bu kadar hızla gelişen olaylara aynı hızla karşılık verebilecek bir durumda değildi. Bu nedenle de partinin gerçek devrimci ruhu olan Lenin’in yurtdışından dönüşüne kadar, Bolşevik Parti içerisinde önemli bir kargaşa, kafa karışıklığı yaşandı. Bolşeviklerin Petersburg Komitesi ile Parti Merkezi arasında ve hatta Petersburg’un kimi yerel komiteleri ile il komitesi arasında anlaşmazlıklar başgöstermişti. Rusya’daki Bolşevikler arasında devrimin ortaya çıkardığı sorunlara ilişkin en önemli ayrım noktaları, Geçici Hükümete karşı takınılacak tutum ve Menşeviklerle ilişkiler meseleleri üzerinde odaklaşıyordu. Örneğin, Petersburgun en önemli sanayi bölgesi olan Viborg bölgesindeki Bolşevik parti örgütü, Geçici Hükümeti tanımayarak 1 Martta, “Petersburg Sovyetinin kendisini geçici devrim hükümeti ilan etmesi”ni talep eden bir bildiri yayınlamıştı. Bu yaklaşım, sürgünden dönüşünde Lenin’in açıklayacağı “Bütün
32
Şubat 2006 • sayı: 11
İktidar Sovyetlere” sloganı ile örtüşüyordu. Ancak Menşevikler ve Sosyal-Devrimciler gibi, Bolşeviklerin Petersburg Komitesi de Geçici Hükümetin desteklenmesinden yana tutum takınmıştı! Son derece hayati bir sorun hakkındaki tartışma, Stalin ve Kamenev gibi önderlerin 12 Martta sürgünden dönmeleriyle netleşti. Fakat bu netleşme Geçici Hükümet lehine gerçekleşmişti! Stalin ve Kamenev’in yazı kuruluna girdikleri Bolşevik gazetesi Pravda, Geçici Hükümeti destekleme ve üstelik bu desteği “şartlı destek”ten “tam desteğe” çevirme çizgisini izledi ve Bolşevikler arasında bu görüşün yayılmasına yol açtı. Dahası Kamenev, savaşa karşı tutum almayı ve savaştan çekilmeyi “ahmaklık” olarak nitelendiren yazılar kaleme aldı. Tarihin devrimci momentlerinde, gerçekten devrimci bir kurmayın, ve bu kurmaya bağlı disiplinli bir devrimciler ordusu olan devrimci bir partinin varlığı sıradan bir öznel etken olmanın çok ötesinde bir anlam ve önem taşır. Böyle bir kurmayın ve onun devrimci ordusunun varlığı devrimin zafere ulaşmasının en temel koşuludur. Onun yokluğu, devrim sürecinin başarıya ulaşamaması demektir. Günümüzün örgütsüzlük koşullarında, 1917 ŞubatEkim sürecinden çıkan bu dersin altını döne döne çizmemiz gerekir. Lenin ise çok farklı düşünüyor ve bu uzlaşmacı çizgi ile asla birarada olamayacağını belirtiyordu. Mart ayı içerisinde, henüz İsviçre’de sürgündeyken, beş ayrı mektup yazarak görüşlerini dile getirdi. 7 Mart tarihli ilk mektubunda, Geçici Hükümeti, kapitalist büyük toprak sahiplerinin ve burjuvazinin emperyalist hükümeti olarak değerlendiriyor, onların zaten çoktan beridir iktisaden egemen sınıf olduğunu, 1914-17 arasında görülmemiş bir çabuklukla tüm yerel iktidar aygıtlarını ve Duma’yı ele geçirdiğini, bu burjuva sınıfın 1917 başlarında iktidara “hemen hemen tamamen” geçtiğini, Şubat devrimiyle birlikte ise resmen iktidara geldiğini belirtiyordu. Ama, “resmi olmayan, henüz gelişmesinin başlangıcında, görece güçsüz bir işçi hükümeti, asıl hükümet” de ortaya çıkmıştı. Petersburg İşçi Temsilcileri Sovyeti idi bu hükümet. Ne var ki Sovyet, Geçici Hükümeti destekliyordu! Lenin, bu durumdan, yanılsamalar içindeki işçilerin kuyruğuna takılarak Geçici Hükümete “eleştirel destek” verme sonucunu değil, işçilere hükümetin burjuva ve gerici doğasını ısrarla ve sabırla açıklamak gerektiği sonucunu çıkarmıştı. Ona destek vermek “işçilere ihanet etmek, proletarya ülküsüne, barış ve özgürlük ülküsüne ihanet etmek demektir” diyordu. Görev, işçi hükümetinin, yani Sovyet’in, “işlev, önem ve gücünün pekişmesi, yaygınlaşması ve gelişmesi”ni sağlamaktı. Tek güvence, silahlanmış işçilerdi. Devrimin “birinci evresi”nden “ikinci evresi”ne geçiş dönemiydi sözkonusu olan. İşçiler kendi zaferleri için hazır-
Şubat 2006 • sayı: 11
lanmalıydılar. Mektup şu şekilde bitiyordu: “Proletarya, güncel geçiş döneminin özelliklerinden yararlanarak (…) ilkin demokratik cumhuriyetin fethine ve köylülerin büyük toprak sahipleri üzerindeki tam zaferine, ardından da savaşta gücü tükenen halklara barış, ekmek ve özgürlük verecek tek şey olan sosyalizme yürüyebilir ve yürüyecektir de.” Lenin’in mesajı çok açıktı. Ve bu nedenle de StalinKamenev denetimindeki Pravda’da bu mektup kısaltılarak yayınlandı. 2., 3. ve 4. mektuplarında bu hususların farklı boyutlarını ele aldı. 5. mektupta ise, işçi hükümetinin sovyet tarzında örgütlenmesi, burjuva devlet aygıtının parçalanması ve yerine silahlı halk milisinin geçirilmesi, büyük toprak mülkiyetine el konması için yoksul köylülüğün desteğinin kazanılması, üretimin kontrolünün ve önemli ürünlerin dağıtımının sağlanması, kırlarda tarım işçileri sovyetlerinin kurulması gereğinden bahsetmekteydi. Devlet iktidarı işçilerin ve yoksul köylülerin eline geçmeliydi. Bu tedbirler “bütünlükleri ve evrimleri içinde düşünülürse sosyalizme doğru bir geçişi” oluşturacaktı! Ne var ki, ilki hariç bu mektupların hiçbiri Stalin-Kamenev denetimindeki Pravda’da yayınlanmadı! Dahası 1924’e kadar bu mektuplar basılmadı. Leninin düşünceleri partiden gizlenmeye çalışılıyordu. Parti örgütlerinin çoğu, Stalin-Kamenev’in Geçici Hükümeti destekleyen ve Menşeviklerle işbirliğini savunan çizgisinden yanaydılar. Mart ayı sonunda Petersburg’da toplanan Bolşeviklerin Rusya konferansı, Stalin-Kamenev’in başını çektiği çizgiyi onayladı: Geçici Hükümet desteklenecek ve Menşeviklerle işbirliğinin yolları aranacaktı! Lenin’in çizgisi, apaçık bir azınlık durumunda kalmıştı. 3 Nisanda Rusya’ya ancak dönebilen Lenin, “bizim parlamenter bir cumhuriyete, burjuva demokrasisine” ihtiyacımız yok diyordu. Gerekli olan sovyet hükümeti idi. 4 Nisandaki Parti toplantısında ünlü Nisan Tezleri’ni okudu. Bu tezler özetle şöyleydi: 1) Savaşın sürdürülmesi politikasına hiçbir ödün verilemez, 2) İktidarı burjuvaziye vermiş olan devrimin birinci aşamasından, iktidarı proletaryaya ve köylülüğün yoksul kesimlerine verecek olan ikinci aşamasına geçilmelidir, 3) Geçici hükümet hiçbir şekilde desteklenmemelidir, 4) Sovyetler, “mümkün olan biricik” devrimci hükümet olabilir, 5) Bir parlamenter cumhuriyet değil komün tipinde bir devlet; işçiler, ücretliler ve köylü temsilcileri sovyetlerinin cumhuriyeti, 6) Büyük toprak sahiplerinin topraklarına el koyulması, bütün toprakların ulusallaştırılması, yoksul köylü sovyetlerinin denetimi, kolektif çiftlikler, 7) Bankaların tek bir banka halinde devletleştirilmesi, 8) Derhal sosyalizme girmek yani kapitalist işletmelere el koymak değil, işçi denetimi, 9) Partinin programını ve ismini değiştirmek, 10) Yeni bir Enternasyonal kurmak. Bu tezler, apaçık bir biçimde gündeme bir proleter devrimi ve onun zaferiyle kurulacak komün tipi bir devleti sokuyordu. Bu nedenle de tezler, Bolşevikler arasında şaşkınlık yarattı. Tezler 7 Nisanda Pravda’da yayınlanırken, yazı kurulu şu notu koyuyordu: “Lenin’in genel şeması burjuva
marksist tutum
demokratik devrimin tamamlandığı ve sosyalist bir devrime geçişi önerdiği için bizce kabul edilemez görünüyor.” 8 Nisanda Bolşeviklerin en önemli örgütü olan Petersburg Parti Komitesi, tezleri 2’ye karşı 13 oyla reddetti! Lenin için en çetin mücadelelerden biri başlamıştı. 9 Nisanda İktidar İkiliği Üzerine adlı bir makale daha yayınladı. Bu makalede, iktidar ikiliği durumunu açıklıyor ve komün tipi devleti tanıtarak, sovyetlere dayalı bu tipte bir devletin gerekliliğini savunuyordu. Ardından 10 Nisanda Taktik Üzerine Mektuplar adlı bir broşür kaleme aldı. Bu broşür, Nisan Tezleri’ni teker teker ele alarak açıklıyor, bu tezlere yönelik eleştirileri yanıtlıyordu. Nisan ayı sonunda gerçekleşecek Bolşevik Parti Konferansından hemen önce Lenin’in deyişiyle “platform taslağı olarak” kaleme alınan bu broşür de yayınlanamadı ya da yayınlanmadı! Konferans delegelerine ancak daktilo ile çoğaltılarak ulaştırılabildi. Lenin görüşlerini parti çoğunluğuna kabul ettirebilmek için parti üyeleri arasında kıyasıya bir mücadeleye girişmişti. Nisan ayı sonunda toplanan 7. Tüm Rusya Bolşevik Konferansı, yine tartışmaların ve çetin bir mücadelenin sonucunda, Lenin’in Nisan Tezlerinin ilk sekiz tanesini onayladı. Tezler, farklı düzeylerde onay görmüştü. Örneğin savaşı desteklememe tezi, 133 oy hakkına sahip delegeden yalnızca 7’sinin çekimser oyu dışında oybirliği ile kabul edilirken, sosyalist devrime hazırlanılması gerektiğine dair karar, 39 aleyhte, 8 çekimser oya karşılık 71 oyla ancak kabul edilebilmişti. Dahası Lenin’in son derece önem atfettiği, partinin isminin Komünist Parti olarak değiştirilmesi ve yeni bir Enternasyonal’in inşasına girişilmesi önerisi (9. ve 10. tezler), tek bir lehte oy alarak reddedildi. O tek oy da Lenin’inkiydi!
33
marksist tutum
Devrimci önderliğin önemi Lenin’in kurduğu parti, bir aydan uzun süren büyük bir mücadele sonucunda, en azından Rus devriminin acil görevleri hususunda Lenin’in çizgisine önemli bir çoğunlukla tekrar kazanılmış ve proleter devrim çizgisine oturtulmuştu. Ne var ki, Lenin’in tüm ısrarlarına rağmen, partinin adının, programının değiştirilmesi ve Komünist Enternasyonal’in kurulmasına girişilmesi konusunda gösterilen zaaf hiç de küçümsenecek türden değildi. Nisan Tezleri’nin bu son iki maddesi birer ayrıntı olmanın sonsuz derecede ötesinde bir önem taşımaktaydı. Lenin, dünya savaşının her ülkede devrimlere gebe bir ortam yarattığını hissediyordu. Sürgünden Rusya’ya geri dönüşünde trenden inerken yaptığı konuşmayı “Yaşasın sosyalist dünya devrimi” sloganı ile bitirmişti. Onun gibi, devrimlerin ancak sapasağlam bir devrimci partiyle gerçekleştirilebileceğine inanan bir devrimci açısından, yaklaşmakta olan sosyalist dünya devrimini muhakkak yeni bir Komünist Enternasyonal ile karşılamak gerekiyordu. Aksi takdirde, dünya devrimi olanağı heba edilecek ve bu durumda Rusya’da da bir proleter devrimin ayakta kalma şansı olmayacaktı. Devrim sorunu tek başına doğru perspektif ve öngörü sorunundan ibaret olmadığı gibi, devrimlerin kaderi de yalnızca bununla belirlenmemektedir. Bunun yanısıra devrimci partinin devrimdeki rolü ve önemi konusunda da doğru bir kavrayışa ve buna uygun bir pratiğe sahip olmak tayin edici niteliktedir. Lenin’in öngörülerinin ne denli sağlam ve doğru olduğu birkaç yıl içinde tüm çıplaklığı ile ortaya çıktı. Avrupa’da devrimler patlak verdi ve hepsi de yenilgiyle sonuçlandı. Komünist Enternasyonal’in inşasına girilmekte çok geç kalınmıştı. Başta Alman devrimi olmak üzere yenilen Avrupa devrimiyle birlikte Ekim 1917 devrimiyle kurulmuş olan işçi devleti de büyük sıkıntılarla boğuşmaktan ve en sonunda Stalin’in önderliğindeki bürokrasi tarafından boğazlanarak yok edilmekten kurtulamadı. Lenin olmasaydı Rus devriminin kaderinin ne olacağı sorunu çok tartışılmıştır. Bu kısa özetten bile şu sonucu çıkarmak rahatlıkla mümkün: O olmasaydı, Bolşevikler Şubat devrimi sınavından geçemeyeceklerdi! Lenin’in bizzat inşa ettiği Bolşevik Parti içinde enerjik bir çalışmayla yıllar içerisinde sağladığı ve her kritik aşamada yeniden tesis ettiği siyasi otorite olmasaydı, yolunu kaybetmiş bir şekilde Menşevizme doğru kaymaya başlayan Bolşevik Parti, Rus devriminin dehlizlerinde kaybolup giderdi. Lenin’in müdahalesi olmasaydı, Nisan Konferansında rota düzeltilmez ve bu durumda Ekim devrimi de mümkün olmaz, Rus devrimi “eski Bolşevikleri” de yanına katarak Menşevizmin uzun yıllara yayılan kapitalist gelişme perspektifine saplanıp kalırdı. Devrimci durumlar, devrimci parti ve örgütlerin karar-
34
Şubat 2006 • sayı: 11
larıyla ortaya çıkmazlar. Proleter kitlelerin, iktidarı ele geçirme mücadelesi, devrimci partilerin emriyle başlatılamaz. Ne var ki bu temel gerçekten, devrimci partilerin hatta ve hatta bu partilerin tek tek önderlerinin devrim süreçlerinde belirleyici bir etkisi olmadığı sonucu asla çıkartılmamalıdır. Bilâkis, tüm sınıf mücadelesi tarihinin çok acımasızca kanıtladığı gibi, devrimci partiler ve bu partilerin başında gerçekten devrimci, deneyimli, birikimli, kitlelerin nabzını tutabilen ve siyasal atmosferi ve güç dengelerini doğru okuyabilen bir önderler ekibi olmadan proleter devrimler asla zaferle sonuçlanamaz. Tarihin devrimci momentlerinde, gerçekten devrimci bir kurmayın, ve bu kurmaya bağlı disiplinli bir devrimciler ordusu olan devrimci bir partinin varlığı sıradan bir öznel etken olmanın çok ötesinde bir anlam ve önem taşır. Böyle bir kurmayın ve onun devrimci ordusunun varlığı devrimin zafere ulaşmasının en temel koşuludur. Onun yokluğu, devrim sürecinin başarıya ulaşamaması demektir. Günümüzün örgütsüzlük koşullarında, 1917 Şubat-Ekim sürecinden çıkan bu dersin altını döne döne çizmemiz gerekir. Rus devriminin önderlerinden olan Troçki’nin ise 1905 devrim sürecinde sürekli devrim perspektifini geliştirdiği bilinir. Neydi bu perspektifin özü? Köylülüğün proletaryadan ve burjuvaziden bağımsız bir çizgisinin olamayacağı, dolayısıyla geri ülkelerde demokratik devrimin görevlerini ancak yoksul köylülerin desteğini kazanmış bir proletarya iktidarının tam olarak çözebileceği ve ulusal arenada zafer kazanan devrimin, zaferini ancak uluslararası arenada tamamlayarak garanti altına alabileceği. Bu tezlerin hepsi stratejik tespitler olarak Rus devrimiyle tek tek doğrulanmıştır. Ancak devrim sorunu tek başına doğru perspektif ve öngörü sorunundan ibaret olmadığı gibi, devrimlerin kaderi de yalnızca bununla belirlenmemektedir. Bunun yanısıra devrimci partinin devrimdeki rolü ve önemi konusunda da doğru bir kavrayışa ve buna uygun bir pratiğe sahip olmak tayin edici niteliktedir. Nitekim Troçki’nin de 1917 Rus devrim sürecinden çıkarttığı en önemli ders bu oldu ve bunu 1917 Temmuzunda Bolşeviklere katılarak kanıtladı. Şurası çok açık ki, Lenin ve Troçki, 1917 Temmuzunda yıllar süren siyasal anlaşmazlıkları bir tarafa bırakarak en sıkı işbirliğini geliştirmekle kalmadılar, aynı politik çizgiyi ve taktikleri savunarak Ekim devrimine önderlik ettiler. İkisinin adı tüm dünya işçilerinin kafasına Rus devriminin önderleri olarak kazındı. 1917 Şubat devrimi bir burjuva devrimiydi. Ancak bu devrim, hiçbir görevini yerine getirmedi, getiremezdi de. Demokratik görevleri tüm içeriğiyle, tutarlı ve radikal tarzda ancak proletarya iktidarının çözebileceğini kavrayamayanlar, tıpkı o dönemde olduğu gibi bugün de, burjuvazinin şu veya bu kanadının peşine takılmaktan kurtulamazlar. Dünya komünist hareketi için bir kâbus olan II. Enternasyonal’in ve Stalinizmin bu aşamacı anlayışının karşısında proleter sürekli devrim anlayışı bugün parıldamaya devam ediyor.
Gericiliğin Kuşattığı Bilim Selim Fuat
K
apitalizmin içine girdiği derin tarihsel bunalım, kendini her türden akıldışı eğilimin toplumsal hayattaki yükselişiyle ve çürümeyle dışa vuruyor. Plüton’a uzay aracı gönderilmesinin gündemde olduğu bir dönemde, ABD’deki insanların önemli bir kısmı dünyanın güneş etrafında döndüğüne bile hâlâ inanmıyor. Ya da Fransız devriminin üzerinden neredeyse 220 yılın geçtiği Fransa’da, vergi ödeyen profesyonel astrologların sayısı 40 binin üzerinde. Dinsel ve mistik gericilik “bilimsel” kanıtlarla körükleniyor. Bu türden dinsel bağnazlıklar ve mistik şarlatanlıklar, sadece kapitalizmin bilgiye ulaşmasının ve düşünsel gelişmesinin önüne dağlar diktiği işçi sınıfı ve diğer yoksul kesimler nezdinde itibar görmüyor elbette. Öyle olsa geçmişe oranla çok da farklı bir durumdan söz edemezdik zaten. Safsatalar ve hurafeler bilim insanları üzerinde de etkili olabilmekte; onların “fikirsel”, burjuvazinin ise maddi katkılarıyla, toplumda bu türden “düşünceler” daha da yaygınlaşmaktadır. Bilim alanında da safsatalar bilimsel teoriler olarak itibar görmekte ve burjuvazi tarafından desteklenebilmektedir. Evrenin tek noktada yoğunlaşmış sonsuz enerjiden, büyük patlama yoluyla oluştuğu ve genleşmesinin sonunda kendi üstüne çökerek yine tek noktaya yoğunlaşacağını iddia eden büyük patlama (Big-Bang) teorisi bu duruma iyi bir örnektir. Büyük üniversitelerin anlı şanlı profesörleri de dâhil pek çok kimse bu yeni dönem “yaratılış efsanesi”ne iman etmektedir. Genetikteki “suç geni” türünden saçmalıklar da günümüz bilim insanlarının en önde gelenlerinin çalışma konularıdır.
Bilim dünyasında artan gerici eğilimler
Üretici güçleri kendi içinde çelişkili olarak geliştirmeyi sürdüren kapitalizm, “yıkıcı yaratıcılığı” ile insanlık için sorun oluşturmaya devam ediyor. Oysa üretici güçlerin gelişmişliğinin ulaştığı düzey, bizler için, bugün çok daha farklı bir dünyada yaşayabilmeyi olanaklı kılıyor. Bilimin gelişmesi insanlığı uzun zamandır kolektif mülkiyet biçimine zorluyor aslında. Bu nesnel gelişime prangalar vurmaya kalkan burjuvazi ise, bilim alanında yaşanan sorunlarda görüldüğü üzere çökmekte olan Roma misali akıldışılığı yaygınlaştırıyor.
Tutucu ve skolastik eğilimlerde gözle görülür bir güçlenme: artık iyiden iyiye ihtiyarlayan kapitalizmin bilimde ve felsefede bugün
35
marksist tutum
içinde bulunduğu durumu bu belirlemelerle ifade etmek yanlış olmaz. Burjuvazinin akılcı bir dünya görüşünü savunduğu, bunun için mücadele ettiği ve bedeller ödediği dönemler artık çok gerilerde kaldı. Bilim alanında son iki yüzyılda kaydedilen göz alıcı başarılara rağmen, görülüyor ki, kapitalizmin kendi tarihsel sınırlarına ulaşmasıyla birlikte, burjuvazinin elinden aklın bayrağı da düştü. Oysa burjuvazi, feodalizmi ortadan kaldırıp kendi egemenliğini kurma mücadelesi verdiği dönem boyunca, sadece üretici güçleri geliştirmek suretiyle insanlığın doğa üzerindeki hâkimiyetini arttırmakla kalmamış, bilimin sınırlarını geliştirerek de ilerici bir rol oynamıştı. Engels’in söylediği gibi, burjuvazinin yükMuazzam bir potansiyel, burjuva çıkarların belirlediği sınırlar dâhilinde çarçur edilmektedir. Bu durumun pek çok örneği mevcut; alternatif enerji kaynakları ve alternatif teknolojiler mümkünken fosil kaynaklı teknolojilerde ve nükleer fisyon reaktörlerinde ısrar edilmesinin doğa üzerindeki tehdidi, insanlığın bilgi hazinesinin kullanım hakkının patentler yoluyla dev tekellerin kasalarında atıl durması, savaş sanayiine yapılan yatırımların muazzamlığı ortada.
Şubat 2006 • sayı: 11
selişine kültür, sanat ve bilimin ilerlemesi de eşlik etmişti: Burjuvazinin yükselmesine adım adım paralel olarak ise bilimdeki müthiş atılım gelişiyordu. Astronomi, mekanik, fizik, anatomi, fizyoloji yeniden ele alındı. Burjuvazi, sanayi üretimini geliştirmek için, doğal nesnelerin özelliklerini ve doğa güçlerinin etki tarzlarını araştıran bir bilime ihtiyaç duyuyordu. Bilim ise o zamana dek, kilisenin –imanın koyduğu sınırları aşmasına izin verilmeyen– uysal beslemesi olmuştu –kısacası, o, bilimden başka her şeydi. Bilim kiliseye karşı ayaklandı; burjuvazinin bilime ihtiyacı vardı ve ayaklanmaya katıldı. (Sosyalizmin Ütopyadan Bilime Gelişmesi, İnter Y.,s.26)
Engels’in belirttiği gibi, “burjuvazinin modern egemenliğini kuranlar, burjuva sınırlamaların dışında herhangi bir sınırlama tanımıyorlardı.” Aslına bakılırsa bugün de özünde durum bundan farklı değildir. Burjuvazi kendi sınırlarından başka bir sınır bilmemektedir. Ancak eskiden kendisi bir devrimci sınıf olarak feodalizmin karşısına çıkmışken bugün karşısında devrimci bir sınıf olarak proletarya durmaktadır. Bu yüzden iki yüzyıl öncesinin akılcı ve devrimci burjuvazisi iktidara geldikten sonra karşıtına dönüşmüş, akıldışı düşüncelerin bayraktarlığına başlayarak gericileşmiştir. Burjuvazinin skolastik düşünceyi bertaraf etmek için ihtiyaç duyduğu bilimsel düşüncenin zaferi, skolastikten ve taassuptan ebediyen kurtulduğumuz anlamına gelmemiştir. Burjuvazi iktidarını koruyabilmek için bugün dört elle bunlara sarılmaktadır.
Burjuvazi insanlığın birikimini çarçur ediyor Burjuvazinin gericiliğinden ve kapitalist sistemin artık üretici güçlerin gelişiminin önünde engel olduğundan bahsederken elbette bilim ve teknolojinin mutlak bir gerilemesinden söz etmiyoruz. Çünkü böylesi bir durum “üretim araçlarını, dolayısıyla üretim ilişkilerini ve onlarla birlikte bütün toplumsal ilişkilerini sürekli değişikliğe uğratmaksızın var olamayan” kapitalizmin doğasıyla çelişir. Ne var ki üretici güçlerin bugün barındırdığı gelişme potansiyeli ile karşılaştırıldığında mevcut bilimsel-teknolojik gelişmeler son derece cılız kalıyor. Üstelik bu gelişmeler, insanlığın ve doğanın tahribatını arttırıcı bir biçimde gerçekleşiyor. Bunun temeldeki nedeni, kapitalist toplumda bilimin de sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin gereklerine tâbi olmasıdır. Kapitalist toplumda, bilgi üretimi, daima bu baskının altında çarpılır ve gelişimi yavaşlar. Egemen sistemin çıkarlarına hizmet etmeyen yeni gözlem ve buluşlar sürekli baskı altındadır ve genel bilgi teorisinin içinde hak ettikleri yeri bulamazlar. Bugün söz konusu çelişkiyi fazlasıyla yaşamaktayız. Yapılan onca bilimsel gözlem, buluş ve üretilen bilgi, ço-
36
Şubat 2006 • sayı: 11
ğunlukla doğaya ve insana zarar veren bir sanayi üretiminin, kapitalistlerin dünyaya hükmetmek için ihtiyaç duydukları ideolojik çerçevenin ve israfa dayanan bir tüketimi esas alan kültürün sınırları içine hapsedilerek iğdiş edilmektedir. Genel çıkarlar gözetilerek yaşama geçirildiğinde insanlığın önünü açacak bilimsel buluşlarsa, eğer o sırada burjuvazi için kârlı görünmüyorsa veya onun ideolojisiyle bağdaşmıyorsa hasıraltı edilmektedir. Böylece insanlığın yarattığı göz kamaştırıcı birikim hayata geçirilememekte, atıl durmakta ya da israf olmaktadır. Kâr ve rekabet kıskacında üretici güçlerin insan ve doğa yararına gelişmesi boğulmaktadır. Yani muazzam bir potansiyel, burjuva çıkarların belirlediği sınırlar dâhilinde çarçur edilmektedir. Bu durumun pek çok örneği mevcut; alternatif enerji kaynakları ve alternatif teknolojiler mümkünken fosil kaynaklı teknolojilerde ve nükleer fisyon reaktörlerinde ısrar edilmesinin doğa üzerindeki tehdidi, insanlığın bilgi hazinesinin kullanım hakkının patentler yoluyla dev tekellerin kasalarında atıl durması, savaş sanayiine yapılan yatırımların muazzamlığı ortada. Bönleştirici bir eğlence sektörünün devasa boyutlara ulaşması da insanlığın birikiminin kapitalist ellerde nasıl har vurulup harman savrulduğunun göstergeleri. Üstelik burjuvazinin sağlayabildiği bilimsel ve teknolojik dönüşümler, işçi sınıfının bir bütün olarak daha fazla sömürüsüyle ve doğanın belki de geri dönülemez bir biçimde tahribiyle mümkün olmaktadır. Kapitalizm altında ilerlemenin bedeli budur.
Kapitalist toplumda bilgi üretimi baskılanıyor Burjuvazinin bilime kendi sınıf çıkarları yönünde müdahalesi ve engellemeleri, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin önünü önemli ölçüde tıkamaktadır. Skolastik düşünceye karşı mücadelesinde pek çok şehitler veren burjuvazi bugün var gücüyle engizisyon gibi işlev görecek mekanizmaları geliştirmektedir. Neyse ki günümüzde de Giordano Bruno gibiler var olabilmektedir. Onun gibileri yakan engizisyonun yerini ise kapitalistlerin malî giyotinleri almıştır. Nükleer politikalarını desteklemediği için “demokrat” İsveç hükümeti tarafından aforoz edilen ve fonları kesilen Hannes Alfven’in başına gelenler anlamlıdır. Yine, evrenbilimci Rennan Pekünlü tarafından aktarılan gökbilimci Halton Chip Arp’ın yaşadıkları da bir istisna olmasa gerek: Bulguları, evrenbilimin ana akıntısındaki görüşleri çürüttüğünden ünlü gözlemevlerindeki teleskop zamanı elinden alınmış, bilimsel makaleleri yıllarca bekletildikten sonra ya basılmamış ya da basılabilmesi için “bilimsel ödünlerde” bulunması istenmiştir!
İstenen “bilimsel ödünlerin” büyük patlama teorisiyle bağlantısına işaret eden Pekünlü, bu teorinin egemenlerin ihtiyaçlarına nasıl hitap ettiğini de vurguluyor: Big-Bang yalnızca evrene ilişkin bir model değildir. Bu mo-
marksist tutum del, birçok fiziksel süreçlerin yanı sıra, insanın tanrılarıyla olan ilişkileri gibisinden metafizik sorunlarına; yönetici sınıfların yönetilenlerle olan hiyerarşik ilişkilerine de yanıt veriyor. (“Evren Genişliyor mu?”, Bilim ve Ütopya, sayı 31)
Burjuva ideolojisi yalnızca toplumsal bilimlerde değil doğa bilimlerinde de etkili oluyor görüldüğü gibi. Yani sınıflı toplumlarda egemen fikirlerin, maddi üretim araçlarını ellerinde bulunduranların fikirleri olduğu gerçeği bilim alanında da doğrulanıyor. Üretici güçleri kendi içinde çelişkili olarak geliştirmeyi sürdüren kapitalizm, “yıkıcı yaratıcılığı” ile insanlık için sorun oluşturmaya devam ediyor. Oysa üretici güçlerin gelişmişliğinin ulaştığı düzey, bizler için, bugün çok daha farklı bir dünyada yaşayabilmeyi olanaklı kılıyor. Bilimin gelişmesi insanlığı uzun zamandır kolektif mülkiyet biçimine zorluyor aslında. Bu nesnel gelişime prangalar vurmaya kalkan burjuvazi ise, bilim alanında yaşanan sorunlarda görüldüğü üzere çökmekte olan Roma misali akıldışılığı yaygınlaştırıyor. Marksizmin tüm açıklığıyla farkında olduğu bu durum, bizler için umutsuzluk değil kapitalizme karşı mücadelemizde bir motivasyon kaynağı olmalıdır. Çünkü bu akıldışı düzen bizler mücadele etmeden yıkılmıyor; insanlığı barbarlığa sürüklüyor. Bu mücadele de bilim dâhil yaşamın tüm alanlarını kapsamalı elbette. Biliyoruz ki; tarihsel sürecin tüm aşamalarında, baskılara karşı bilim ve felsefe alanında sarf edilen özgürleşme çabaları, toplumsal ve politik mücadeleleri beslemiş ve karşılık olarak onlardan güç alarak sıçramalar yapmıştır. Zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimizin olmadığı bu dünyada, adı sosyalizm olan ve mücadele ederek kazanacağımız bir yaşam var. Sosyalizm denen o insana yakışır yaşamla birlikte: “Kapitalist zincirlere mahkûm edilmiş olan bilimsel araştırma-geliştirmenin önündeki tüm engeller kalkacak ve kapitalizmin bir kenara attığı, ihmal ettiği, gelişmesini tökezlettiği, insan ve doğaya uyumlu buluşlar kısa sürede fışkıracak, en yaygın biçimde hayata geçirilecektir. Tüm bu etmenler bir yeryüzü cennetinin oluşumu için gerekli maddi temeli belki de şaşılacak kadar kısa süre içinde döşeyecektir. Zira üretici güçlerin mevcut gelişmişlik düzeyi daha önce hiç olmadığı kadar güçlü olanaklar sunmaktadır.” (Deniz Moralı, Radyoaktif Kapitalizm, Tarih Bilinci Yayınları, s.54)
37
Kitap Dünyası
marksist tutum
Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok! Utku Kızılok
Birinci ve İkinci Emperyalist Savaşta milyonlarca insan öldü, Avrupa kıtasında taş üstünde taş kalmadı. Ama bugün burjuva ideologları bizlere rahat olmamızı öğütlüyorlar. Bu korkunç dünya savaşlarının bir daha asla yaşanmayacağını, geçmişte yaşananlardan gerekli derslerin çıkarıldığını vaaz ediyorlar. Oysa kapitalist sistem sürekli savaş üreten bir mekanizmadır, o ortadan kalkmadan da savaşlar asla son bulmayacaktır. Dünyanın birçok bölgesinde on binlerce insanın yaşamını yitirdiği savaşlar yaşanıyor; emperyalistler yeni bir uluslararası savaşın kara bulutlarını dolaştırıyorlar dünyamızın üzerinde. Bizler bu uluslararası kapışmanın parçası olarak görülmesi gereken bir emperyalist savaşı yanı başımızda, Irak’ta, her gün onlarca insanın ölümüne tanık olarak yaşıyoruz. Böylesi koşullarda, savaşın ne demek olduğunu anlatan eserleri hatırlatmak önem kazanıyor. Tarih bilincimiz olmadan, ne bugün yaşananları anlamamız ne de yarın olabilecekleri öngörmemiz mümkün. *** Savaşı anlatan ve üstelik bunu yaşamış bir insan olarak anlatan yazarların en önemlilerinden biri Erich Maria Remarque’dır. Savaş karşıtı yazarların öncülerindendir Remarque. Onun, Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok kitabı dünyaca ünlü savaş karşıtı bir klasiğe dönüşmüştür. Gerçekleri tüm çıplaklığıyla anlatmakta, insanın savaş anında yaşadığı duyguları çok canlı olarak gözler önüne sermektedir. Yazar, Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’un devamı niteliğindeki Dönüş Yolu adlı romanında ise savaşın bitmesiyle başlayan cephe dönüşünü işler. Savaşın bitişini, başlayan 1918 Alman devrimini, karşı-devrimin üs-
38 38
tün gelmesini ve geri dönen askerlerin korkunç bir travmaya kapılıp topluma uyum sağlayamamasını etkileyici bir dille anlatır.
Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok Yazar, Birinci Emperyalist Savaşa Alman ordusundan katıldığında daha 17 yaşında bir lise öğrencisidir. Savaş heyecanının tüm halkı esir aldığı, burjuva ideolojisinin insanların bilincine ket vurup gözlerini kör ettiği günlerde o da savaşa tutkuyla katılmak isteyenlerden biridir. Alman burjuvazisi, emekçi yığınları kendi emelleri doğrultusunda kullanmak maksadıyla hiç aralıksız, Alman halkının ne kadar üstün bir millet olduğunun propagandasını yapar. Topluma militarist bir kültür egemen kılınır; daha savaş başlamadan çok önceleri tüm ortaokul ve lise öğrencileri birer asker gibi yetiştirilmeye başlanır. Kışladaki askeri eğitimin aynısı okullarda da verilir ve burjuva ideolojisinin yıkıcı zehri genç beyinlere zerk edilir. Savaş, adeta bir ülkü halinde sunulur gençlere. Yeni yerlerin keşfedilmesi, başka ülkelerin fethedilmesi ülküsü… Tüm gençler, yaşlarının bir döneminde kendilerini kanıtlamak isterler; bunu bilen Alman egemen sınıfı, kendisini ortaya koymak isteyen genç kuşağa savaşı romantik bir hale büründürerek sunar. Böylelikle romantik bir ülkü haline büründürülmüş savaş, genç kuşakları yakıp tutuşturur. Savaş bandolarının çalınıp şenliklerin başlamasıyla bu tutku daha da kabarır. Savaş korkunç bir yıkım, yok etme, ölüm demek değil, topluca oynanan şenlikli bir oyundur gençlik için. Alman burjuvazisi gençliği özellikle bu yönde manipüle eder; savaşa
katılmak bir gençlik aşkına dönüştürülür böylece. Ancak savaş hiç de bir aşk değildir; daha bunu trenlere binip cephelere yollanırken anlarlar askerler. Oyun bitmiş, her şeye bir ciddilik hâkim olmuştur; onların hiç de hesap etmediği korkunç olaylar başlamıştır. Henüz cepheye ulaşmadan, ölenlerin, sakat kalanların haddi hesabı olmadığını görürler. Hastaneler yaralılarla dolup taşarken, morglar ölü yığınına dönmüştür. Bu ilk şok, yani gerçeğin korkunç yüzü, başlarının üzerinden kara bulutlar olarak dolaşıp gider. Ama ne zaman ki kendilerini cephede bulurlar ve karşı siperlerden atılan toplar yanı başlarına düşmeye başlayıp birkaç kişi paramparça olur, işte o zaman savaşın bir oyun olmadığını tüm çıplaklığıyla görerek anlarlar. Her tarafta paramparça olmuş cesetler, kol ve bacaklar, bağıran, inleyen yaralılar ve durmaksızın süren top atışı: yer gök barut ve kan… Savaş, korkunç bir altüst oluşla yeni bir çağı açıyordu 1914’te. Savaşla birlikte o güne kadarki tüm toplumsal yapılar köklerinden sarsılır, kitleler tüm yeknesak yaşamlarından sıyrılarak savaş devinin kucağına düşerler. Halklar birbirlerinin boğazına sarılırlar. Egemen sınıflar ise hiç de eski alışkanlıklarını değiştirmezler başlangıçta; onlar yine zevk ve sefa içinde, salonlarda lakırdıyla günlerini geçirmektedirler. Fakat bu kez, muhabbetin konusu savaş ve yeni fethedilecek ülkelerdir. Diğer halklar iğrenç bir tiksinti uyandırır onların gözünde; dünün süprüntü askerleri ya da ayaktakımı veya alt tabakanın meydana getirdiği askerler ise kahraman ilan edilivermişlerdir birden bire. Şimdi kahraman askerlerden beklenen savaş sanatını uygulamaları, ülküleri uğruna
çarpışarak yeni zaferler kazanmalarıdır. Ancak egemen sınıfların bu yüce ruhluluğu kısa zamanda yerini önce tedirginliğe, sonra da korkuya bırakacaktır. Savaşın uzaması toplumu derinden sarsacak ve kitleleri bir iç dönüşüme uğratacaktır. Askerler bir süre sonra kandırıldıklarını kavrayacaklardır. Savaşın yıllarca sürmesi, ölüm ve yaşam çizgisindeki askerlerin kendilerine başka bir dünya yaratmasına neden olur. Savaşın içinde çocukluklarından kurtulan askerler, kan ve barutun havasına alışırlar; bir taraftan duyuları körelir, bir taraftan da umutsuzluğa düşerler. Artık hiç bir şeyin anlamı kalmamıştır onlar için. Şimdi artık ölümler normal sayılmakta ve mümkünse acısız bir ölümü tercih etmektedirler. Nitekim kitabın ismi, değişen pek bir şeyin olmadığını, savaşın devam ettiğini anlatmaktadır. Yazar kitabının sonunu şöyle bağlar: “Garp cephesinde yeni bir şey yok.” Ve devam eder: “Yüzükoyun düşmüştü ve yerde uyur gibi yatıyordu. Sırt üstü döndürdükleri zaman fazla ıstırap çekmemiş olduğunu gördüler. Yüzünde, öyle sakin bir ifade vardı ki, bu sonuçtan âdeta memnun kaldığı sanılırdı.”
Dönüş Yolu Remarque, Dönüş Yolu’nda, yenilmiş Alman İmparatorluğu’nu ve patlayan devrimi, kitlelerin umutla devrime katılmalarını, askerlerin terhisten sonra ikiye bölünerek bir kısmının devrimin, diğer bir kısmının ise karşı-devrimin saflarına katılmasını anlatıyor. Kitabın girişi savaşın son günlerini anlatsa da, kitap bir savaş kitabı sayılmaz. Savaş sonrasında terhis olmuş askerlerin toplumla bağ kuramamasını, işsiz güçsüz sokaklarda dolaşmalarını, gelişen devrimi ve ardından gelen karşı-devrimi anlatması bakımından oldukça önemli Dönüş Yolu. Zira 1918’in toplumsal krizini, yükselen devrimci dalgayı ve Sosyal Demokrasinin ihanetini, Spartakistlerin yetersizliğini çok yalın bir şekilde anlattığından dolayı, öğreneceklerimiz var bu kitaptan. Askerler ne düşünürler, aç susuz ve işsiz güçsüz kalmış yığınlar ne istemektedir, tepkileri ne olmaktadır: tüm bunları içten bir dille ve hiçbir abartmaya yer vermeden anlatıyor Remarque. Terhis olan askerlerin cephe hat-
Kitap Dünyası
marksist tutum
larından çıkıp yollara düşmeleri sırasında yaşanan ilginç bir olayı anmadan geçmeyelim: “Amerikalılar bizleri görünce şaşırıyorlar. Konuşmaları yarıda kesiliyor. Ağır ağır yaklaşıyorlar. Arkamızı sağlama almak için bir sundurmaya doğru geri geri çekilip, bekliyoruz. Yaralıları ortamıza alıyoruz. Bir dakikalık bir sessizlikten sonra, sırık gibi uzun bir Amerikalı mangadan ayrılıp bize el sallıyor. “Hello arkadaş!” Adolf Bethke de elini havaya kaldırıyor: “Arkadaş!” Gerginlik azalıyor. Amerikalılar yanımıza geliyor. Bir saniye içinde sarılıyoruz. Esir düştükleri veya vuruldukları zaman böyle yakından görmemiştik onları.” Amerikalı askerler de Alman askerlerini o güne kadar yakından görmemiştir. Yıllarca düşman diye karşı cephelerde birbirlerinin boğazına sarılan bu askerler gerçekte aynı sınıfın evlatlarıdır. Yoğun bir burjuva milliyetçi ideolojinin etkisinde kalan askerler, savaşta çarpışırken öldürdüklerinin kimler olduklarını sorgulamaya pek zaman bulamazlar; dahası karşıdakiler de aynı durumdadır ve sürekli bir kör dövüşü yaşanır. Ölüm ve yaşamın ne demek olduğunu çok iyi bilen askerler, aradaki düşmanlıkların kırıldığı ortamlarda dostça sarılmaktan geri durmazlar. Her iki taraftaki insanlar da aynı refleks içindedir; savaşın tüm iğrenç yüzünü görmüşler ve bunun kendi savaşları olmadığının öyle ya da böyle farkına varmışlardır. O güne kadar hiç tanımadıkları insanların kendileri gibi emekçi sınıflardan olduğunu ve düşman olmadığını, cani hiç olmadığını kesinkes anlamışlardır. İşte bu, buzların eridiği
ve kardeşçe bir ilişkinin gelişmekte olduğu anlardır. Böylesi birçok örnek mevcuttur. 1917 Rus Devrimi olduktan sonra Rus ve Alman askerlerinin savaşmayı bir kenara bırakıp, kendi mevzilerini terk ederek, günlerini birlikte geçirdikleri bilinmektedir. Rus askerleri bildiriler dağıtarak devrimi anlatırken, Alman askerleri de onlarla devrimi tartışmaktan ve kendi komitelerini örgütlemekten geri durmamışlardı. Dönüş Yolu’nun amacı bir anlamda, savaştan bitkin çıkmış askerlerin durumunu anlatmak ve bu askerlerin devrimle olan ilişkisini kurmaktır. Uzun yıllar cephelerde kalmış ve her an öldürülme tehlikesi içinde yaşamış bu askerlerin toplumla bağ kurması kolay değildir. Ama öte yandan, klasik deyimle hayat da devam etmektedir. Cephede edinilmiş dostluklar, ölüm arkadaşlıkları toplumsal yaşamın içinde parçalanıp gidiverir. O güne kadar dost olan askerler, sivil yaşama geçince, devrimin de etkisiyle kendi sınıfsal doğalarına göre hareket etmeye başlarlar. İşçiler yine işçidir ve yoksullukları işsizlikle birleşince çekilmez bir hal alır; az ya da çok mülk sahibi sınıfın çocukları ise ayrıcalıklarını kaldıkları yerden sürdürürler. Cephelerde can ciğer olan askerler tez zamanda sınıfsal bir bölünme yaşarlar. Sonra devrim Sosyal Demokrasi eliyle boğazlanır ve egemen sınıflar kendi işlerini yürütmeye devam ederler. Burjuva kurumlar çalışmasını sürdürür. Daha düne kadar, egemen sınıflar cephelerdeki askerleri kahraman olarak ilan ederek ikiyüzlüce alkışlamışken, şimdi onların paspas ka-
39
Kitap Dünyası
marksist tutum
dar değeri yoktur. Askerler, burjuva düzen için çarpışarak ölmüşler ve çevrelerinden yüzlerce arkadaşlarını yitirmişlerdir; fakat bunlar çoktan unutulmuştur. Bir olaydan dolayı mahkemeye düşen askerleri egemen sınıfların intizamlı çalışan kurumları ağır bir şekilde cezalandırmaktan geri durmaz. Yoksul sınıfın bu üyelerinin yaşadıkları, bir kez daha sınıfsal ayrışmayı gözler önüne sermekte ve savaşın kimin savaşı olduğunu ortaya koymaktadır. 1918 Devriminin nasıl bir umutsuzluk içinde yitip gittiğini anlattığı sahneler bakımından kitap oldukça önemli. Devrimin emekçi sınıflara getirdiği pek bir şey yoktur. Burjuva düzen olduğu gibi devam etmektedir. Sosyal demokrat SPD kitleleri kandırmaya devam eder; devrimi burjuvazinin çıkarları doğrultusunda rayından çıkartır. Oysa yoksul sınıfların ihtiyacı olan, sorunlarının bir an önce çözülmesidir. Binlerce işçi doğru düzgün ücret alamadığı gibi ücretler düşüktür; işsizlik had safhadadır; binlerce asker savaşta sakat kalarak sokağa terk edilmişken, yüz binlercesi terhis olduktan sonra işsiz kalmıştır. Köylüler yoksulluk içinde kıvranmaktadır; kentli küçük-burjuvazi mülkünü kaybederek açlığın pençesine düşmüştür. Yani ezilen geniş yığınların umudu devrimdir. İşçiler ve askerler, SPD devrime ihanet ettikten sonra tekrar sokaklara çıkmaktan ve bir kez daha silaha sarılmaktan geri durmazlar. Ama ne yazık ki, Rusya’daki toplumsal krizi bir devrimle emekçi kitlelerin iktidarını kurma doğrultusunda çözen Bolşevik Parti Almanya’da yoktur; Rosa Luxemburg ve Karl Liebk-
40
necht önderliğindeki Spartakistler ise çok güçsüzdür. Devrim başarıya ulaşamaz. Kitabın en trajik sahnelerinden biri binlerce işçi ve askerin Berlin’de gösteriler düzenleyerek hükümet binalarına karşı yürüyüşe geçtikleri andır. Berlin’de gece boyunca olaylar yaşanır. Belediye binasını saran göstericiler içinde askerler de vardır; buna karşın belediye binasını koruyan askerlerin ve rütbelilerin bir kısmı aynı askerlerin cephe arkadaşlarıdırlar. Ancak sınıfsal ayrışma, bu cephe arkadaşlarını karşı karşıya getirmekten geri durmaz. Ve göstericilerin önünde yürüyen askerler, yine cephe arkadaşları tarafından yere indirilir; öldürülür. Düzen safındaki askerler tüm kitlenin üzerine kurşun yağdırır. İşte bir sahne: “Evlerin kapı ağızlarında yüzüstü yatmaktayız. Kurşunlar vınlıyor. İnsanlar haykırışıyor. Kapılıp sürükleniyoruz. Nefretten çılgın gibiyiz. Kaldırımlar kan içinde. Yine askerler olduk. Savaşın gümbürtüsü ve kudurması yine üzerimizden akıp geçiyor, aramızda ve içerimizde dolaşıyor. Her şey bitti. Makineli tüfekler arkadaşlığı delik deşik etti. Askerler askerlere ateş açıyor. Arkadaşlar arkadaşlara ateş ediyor. Bitti, her şey bitti…” Devrimin başarısızlığı, bununla birlikte toplumsal krizin devam etmesi, kitlelerde hiç bitmeyen bir huzursuzluğa ve umutsuzluğa yol açar. Devrim yenilmesine karşın, burjuvazi düzeni bir türlü sağlayamamıştır. Kitlelerin düzene duydukları nefret, komünist bir önderlik tarafından doğru yola kanalize edilememiş ve yerini umutsuzluğa bırakmıştır. Bu umutsuzluk gelecekte faşizmi iktidara taşı-
yacaktır. Küçük-burjuva kitleler devrime arkalarını dönerek umutsuzluklarının hesabını devrimden sormaya başlayacaktır. Bunu ise, bizzat Nazizmi destekleyerek, işçi sınıfına saldırarak yapacaklardır. Perişan askerler, işsizlikten bunalmış askerler, sakat kalmış ve birer süprüntüye dönüşmüş askerler, hayatta kalabilmek ve yaşama umutlarını sürdürmek için, düzen vaat eden faşizme bağlanacaklardır. Dönüş Yolu faşizmin yükselmesini anlatmıyor, hatta bu konuya değinmiyor. Fakat toplumsal çöküşün tablosunu çok iyi veriyor. İnsanlar umutsuzca intihar ediyor; bir kısmı çıldırıyor. Devrimin muzaffer olamadığı koşullarda toplumsal krizin karşı-devrimle son bulduğunu, akabinde ise Almanya’da faşizmin yükseldiğini bugün biliyoruz. Dönüş Yolu, bu sürecin toplumsal koşullarını anlatıyor. Bir taraftan ise Alman egemen sınıfları gelecekteki savaşa hazırlanıyorlar. Okul çocuklarına yine savaş bir ülkü olarak sunuluyor. Bir önceki savaşta yenilen askerler birer düşman, Bolşevik vatan haini olarak damgalanıyorlar. Gelecekte, Alman onurunu şimdiki öğrenci-askerler kurtaracaklardır! Eğitim yaptırılan öğrenciler, ormanda dolaşan askerleri gördüklerinde, “yaşasın cephe! yaşasın cephe!” diye slogan atarlar. Bu sahnede bir asker, “Evet, böylece her şey yeniden başlıyor” demektedir. Devrimin yenilmesi sonucunda, burjuvazi umutsuz yığınları kendi çıkarları için kullanmaya devam etmekte, kuşkusuz öncesinde düzenini sağlamlaştırmaktadır. Evet, her şey yeniden başlamaktadır ve gelecekteki savaşta Alman emperyalizmi için çarpışanlar işte bu küçük neferler olacaktır! Emperyalist savaş çanlarının dünya üzerinde çalındığı bir ortamda, Remarque’nin bu iki önemli kitabını yeniden gündeme almak, genç kuşaklara savaşın ne menem bir şey olduğunu anlatmak bakımından önem taşıyor. Son olarak şunu söyleyelim ki, bu iki kitap bir bütündür ve mutlaka birlikte okunmalıdır. Daha az bilinen ve bulunan Dönüş Yolu savaşın sonrasında yaşananların anlaşılması bakımından oldukça yararlıdır. Dahası Dönüş Yolu devrim karşı-devrim kapışmasını, toplumsal yıkımın nasıl faşizme giden yolu açtığını anlatması bakımından mutlaka okunması gereken bir kitaptır.
Şubat 2006 • sayı: 11
marksist tutum
İşçi Sınıfı ve Futbol H
angi dilden, hangi ırktan, hangi ulustan olursak olalım biz işçilere dayatılan kültür egemen sınıfın kültürüdür. Bu kültür bizi iş ve yaşam koşullarımıza, birbirimize, ürettiklerimize, doğaya, insani değerlere yabancılaştırıyor, bizi yozlaştırıyor. Bunu yaparken de bizden alıp götürdüklerinin farkına varmamızı engelliyor. Bir kısmımız bu etkilerin farkına varsak da sorunun neden kaynaklandığını bir türlü kavrayamıyoruz. Çünkü tüm zamanımızı, zihnimizi kendi ideolojisiyle kaplıyor. Ailemiz, okulumuz, televizyonlar, gazeteler ve hayatın aklımıza gelebilecek her alanı bu düzenden farklı bir dünya olamayacağı aldatmacasını yayıyor. Bunu en iyi yaptığı araçlardan biri de futbol. Çoğu insan için futbol basit bir eğlence aracı olarak görünse de, burjuvazi için çok daha derin anlamlar taşıyor. Kapitalizm doğası gereği rekabetçi ve yayılmacıdır. Kendi kültürünü, rekabetini, dar ulusal sınırlarda tutmaz. Kurallara dayalı bir takım oyunu olmanın ötesinde futbol kültürü Türk işçisi için ne ifade ediyorsa İngiliz, Alman, İtalyan vs. işçileri için de aynı şeyi ifade eder. Eğitim düzeyi, yaşı ne olursa olsun milyonlarca işçinin gündeminde daima yer alarak etkisini sürekli kılar. Böylelikle işçilerin gündeminde kendi sorunları ve yaşam koşulları olması gerekirken, takımlar, transferler, goller, ligler, liderler, kupalar, kulüpler, federasyonlar, teknik direktörler vb. yer alır. Sıradan bir işçi, evine götürecek ekmeği zor bulur ancak bunun neden kaynaklandığına kafa yormaz. Çünkü burjuvazi başka birçok araç gibi futbolu da devreye sokar; işçi yenilen takımını kendine dert edinir veya kazanan takımıyla teselli bulur, mutlu olur. İşyerindeki, mahallesindeki işçi kardeşiyle yan yana geldiğinde sohbetlerinin içeriği bellidir. Burjuvazi bu noktadan itibaren gündemimizin dümenini eline almıştır ve ideolojik saldırılarının kapsamını, boyutlarını genişletebilir. Farklı takımların taraftarı olmak işçiler arasındaki suni ayrımları güçlendirir. Uluslararası karşılaşmalardan önce estirilen milliyetçilik rüzgârları maçın sonucuna göre yeniden şekillenir. Kazanan taraf savaşın galibi olan bir ordu gibi zafer sarhoşluğu yaşarken burjuvazi için yeni yasaların, zamların, sömürü politikalarının örtüsü hazırdır. Kaybeden taraf ise milliyetçilik rüzgârlarının şiddetiyle diğer uluslara olan kinlerini bileyerek rövanşa hazırlanır. Takımlarıyla özdeşleşen taraftarlar, takıma gelecek her türlü hakareti, yenilgiyi, hatta bir sarı kartı bile kişiliğine gelmiş bir saldırı olarak algılarlar. Bu durumla birlikte şiddet ve saldırganlık daha da ön plana çıkar. Uzun yıllardır sahalarda erkek-egemen kültüre, küfürlere, dayağa şahit olduk. Fakat bugün şiddet öyle boyutlara ulaştı ki sahalarda, sokaklarda, kahvehaneler-
de futbol cinayetleri bile alışıldık bir durum oldu. Son zamanlarda gazetelerin köşe yazıları, tartışma programları, haber bültenleri şiddetin futbola etkilerini işliyor. Ama hangi yönüyle!? Futbola ilgi duyan kitlelerin bu ilgilerini kaybetmeleri burjuvazinin istemeyeceği bir şeydir. Çünkü hem kitleler üzerinde önemli ideolojik saldırı araçlarından, hem de en kârlı sektörlerinden birini yitirmeyi göze alamaz. Bilet ücretleriyle, bahis oyunlarıyla, bol reytingli televizyon programlarıyla, yüksek tirajlı gazeteleriyle, reklâmlarıyla, mafyasıyla, kara para aklamalarıyla futbol devasa bir sektördür. Kapitalizm iğrençliğini her şeye bulaştırıyor. Basit bir takım oyunundan bile kapitalizm koşulları altında kan ve irin damlıyor. Bize verilenle, öğretilenle yetinmemek, sorgulayıcı olmak, bu düzende yaşıyorsak en masum görünen şeylerin bile arkasında kapitalistlerin kirli emelleri olebileceğini unutmamak gerekiyor. Onlar sınıf olduklarının farkındalar ve kendi çıkarlarına hizmet edecek ne varsa kullanıyorlar. Bizim emeğimiz, alınterimiz üzerinden ve kültürel yozlaşmamız pahasına sefahat düzenlerini idame ettiriyorlar. Ya bizler? Bunu mu istiyoruz? Başka bir dünyanın mümkün olduğunu bilmiyorsak bunun bizim kaderimiz olduğunu zannederiz. Halbuki insanın insanı sömürmediği, insanca yaşanan bir dünya mümkün. Üretici güçlerin ve üretim araçlarının gelişkinlik düzeyi bu zemini çoktan yaratmıştır. Pusulamız devrimci Marksizm kapitalizmi çözümlemekle kalmamış, bize bu zemin üzerinde işçi sınıfının tarihsel rolünü nasıl gerçekleştireceğini ve nasıl başka bir dünya yaratacağını göstermiştir. İşçi sınıfı bu bilince ulaşmadığı sürece burjuvazinin tüm oyunları amacına ulaşacaktır. Bizler de kendi sınıfımızın çıkarlarını unutup, burjuvazinin ekmeğine yağ sürmüş oluruz. O halde amacımız pusulamızı, rotamızı şaşırmadan insanlığın kaderini değiştirme mücadelemize daha çok işçi kardeşimizi katmak olmalıdır. Yeni işçi kuşağı ancak bu yolla zihin bulanıklığından kurtulur ve burjuvazinin yoz kültürü yerine dünyanın tüm güzelliklerinin ortakça paylaşıldığı bir yaşamı var edilebilir. Ancak bu sayede bilim de, sanat da, spor da, bir ezme-ezilme aracı değil, insanlara mutluluk veren paylaşımlar, uğraşlar olacaktır. Annelerin ninnilerinden spikerin okuduğu habere kadar, yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı, anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık, anlamak gideni ve gelmekte olanı.
Kartal’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
41
marksist tutum
Şubat 2006 • sayı: 11
Doğum Günü Hediyesi M
edyada sık sık en az okuyan toplum olduğumuz vurgulanır. Toplumun okumamasının nedenleri sizce nelerdir? Aklıma ilk önce okunacak malzemelerin (kitap, dergi, gazete...) oldukça pahalı olması geliyor. Okumak için vakit yetersizliği de önemli bir diğer neden. Ancak belki de en önemli neden, 12 Eylül faşizminin okumayan, düşünmeyen, sorgulamayan bir toplum yaratma yolunda gerçekleştirdiği tahribattır. 12 Eylül’den bu yana binlerce kitap yasaklanmış, yakılmış, ceza almıştır. Onun bir ürünü olarak, okuyan insanlara “tehlikeli” insanlar gözüyle bakılmaktadır. Fakat burjuvazinin gözünde sorunsuz kitaplar da bulunmaktadır ve bunlar bugün bütün piyasayı işgal etmiştir. Bugün kitap fazlasıyla ticari bir meta haline gelmiş durumda. Kitap satışlarını arttırmak amacıyla yayınevleri kuruluyor, fuarlar düzenleniyor, reklam ve kitap ekleri veriliyor, medyada programlar hazırlanıyor, imza günleri düzenleniyor vs. Kitap bir yandan kâr aracıyken, bir yandan da kapitalist ideolojinin yayılma aracı olarak kullanılıp kitlelerin “bilinci” belirleniyor. İnsanların kitlesel olarak neyi düşüneceklerine, neye sevinip üzüleceğine, neyi satın alacağına ve hatta neyi okuyacağına burjuvazi karar veriyor. Örneğin şimdilerde en çok okunan kitaplar listesinde “Metal Fırtına”, “Şu Çılgın Türkler”, “Harry Potter” veya “Küçük Şeyler” adlı kitaplar yer alıyor. Milliyetçi kurguların, fantastik hülyaların ve psikolojik sorunların işlendiği bu türden kitaplar neden ilgi görüyor? Bu kitaplar toplumun ihtiyaç duyduğu kitaplar mıdır? Sizler de okuduysanız (okumadıysanız daha iyi), bu kitapların burjuvazinin çıkarlarına hizmet ettiğini fark edeceksiniz. İnsanlara burjuvazinin istediği düşünce empoze edilmektedir. Bir anlamda bu kitaplar toplumsal bilinç çarpılmasına uğratıldığımız kitaplardır. Kurgusal, fantastik, psikolojik, milliyetçi sahte dünyalar içinde kendi kendini kandırmanın birer aracı olmaktan öteye bir anlam ifade etmiyorlar. “Küçük Şeyler” Çok satılan kitaplar listesinde yer alan “Küçük Şeyler” adlı kitap, çalıştığım fabrikada işçilere doğum günü hediyesi olarak dağıtılıyor. İşçiler hediye olarak kitap dağıtılmasının iyi bir şey olduğunu düşünseler de hemen hemen hiçbiri bu kitabı okumuş değil. Kitabımızın konusu: İnsan ilişkilerinde, ailede, evlilikte ve işyerinde insanların karamsar ve mutsuz olduğu, oysa mutlu ve iyimser olmanın yolunun küçük şeylerden, olaylardan, anlardan mutlu olmayı bilmek-
42
ten geçtiğidir. Kitaba göre, insan isterse küçük şeylerden büyük mutluluklar üretebilir. Örneğin bir bacağımızı kaybettiysek öbürünün varlığına sevinmeliyiz! Ya da asgari ücret alıyorsak bir işimizin olduğuna sevinmeliyiz. Kitap bizlere bol bol bardağın boş değil dolu tarafını görmemiz gerektiğini örneklerle anlatıyor. Kitap özünde olayların değil, olayları algılama şeklimizin önemli olduğunu söylüyor. Pes doğrusu! Kapitalist düzen işçi sınıfının sömürüsünde inanılmaz boyutlara erişti. Artık sömürdüğü sınıfın elinde hiçbir hak kırıntısı, yaşama sevinci, mutluluk hissini bırakmıyor. Sömürü hızla artarken kapitalistler “küçük şeylerle” mutlu olmamız gerektiğini öğütlüyorlar. Ücretlerimiz, sosyal haklarımız hızla erirken, çalışma saatlerimiz sürekli uzarken, nefes aldığımıza şükredip mutlu olmamız gerektiğini söyleyerek bizleri kandırıyorlar. Kapitalistler için ezilen ve sömürülenlerin kendi kendilerini teselli etmeleri önemlidir. Yaşanan sorunları tekil olaylar olarak görme, kadere inanma, öbür dünyayla avunma ve şükretme bu teselli araçlarından bazılarıdır. Bunlara ilaveten şimdilerde kapitalizm bir de yoga, meditasyon, hipnoz vs. yöntemlerinin kullanıldığı psikolojiyi öğütlüyor. “Küçük Şeyler” kitabının bu kadar çok okunuyor olmasının önemli bir nedeni, yaşadığımız kapitalist toplumda psikolojik sorunların artıyor olmasıdır. Ekonomik-siyasal-sosyal sorunların artmasıyla psikolojik sorunlarda da patlamalar yaşanıyor. İnsanlar açlık ve işsizlik kadar yalnızlık, korku, güvensizlik ve mutsuzluk sorunlarıyla da uğraşır oldular. Kitap okumak önemlidir, ama ne okunduğu koşuluyla! Bizler öncelikle doğru kitaplar okumalıyız. Bunlar, sınıfımızı, mücadelelerimizi, tarihimizi anlatan kitaplardır. Burjuvazinin kılavuzluğunda okuduğumuz onlarca kitabın bize hiçbir katkı sunmayacağı, “çok okunan” kitaplara bakılarak anlaşılabilir. Bizlerin okuduklarımızla, öğrendiklerimizle, bildiklerimizle beraber sorunlarımızı çözmek için birleşmeye, örgütlenmeye ve mücadele etmeye ihtiyacımız var. Sorunlarımızın çözüm yolu kapitalizme karşı mücadele etmekten geçiyor. O zaman “küçük şeylerden” büyük şeylere nasıl kavuşacağımızı daha iyi görüp öğreneceğiz.
Marksist Tutum okuru bir işçi
Şubat 2006 • sayı: 11
marksist tutum
Karanlıktan Aydınlığa H
epimizin hayatında mutlaka bir dönüm noktası olmuştur ve olacaktır. Bir devrimci işçi olarak benim de yaşamımın dönüm noktası, devrimcilikle tanışmakla oldu. Herkes gibi ben de kapitalist düzenin içinde sıradan birisiydim. ‘80 sonrası kuşaktan olduğum için kendimi şanssız, ama bir başka nedenle de bir o kadar şanslı hissediyorum. Şansız hissetmemin sebebi, ‘80 sonrası sınıf hareketinin ağır bir yenilgiye uğradığı, sınıf mücadelesinin güçsüz olduğu bir dönemde, burjuvazinin fikirleriyle büyümüş olmamdır. Her ne kadar hayatımın belli bir noktasına kadar bu böyle sürse de, bir noktasından sonra doğru bir mücadele anlayışı ile tanıştığım için, kendimi şanslı hissediyorum. Sınıfsal çelişkilerin olabildiğince derin olduğu bir dönemde yaşıyoruz, ancak ne var ki herkes bu sınıfsal çelişkileri göremiyor. Çünkü burjuvazi bunları görmememiz için bize ta çocukluğumuzdan başlayarak kendi egemen fikirlerini enjekte ediyor.
iktidar ortağı olduğu bir döneme denk gelmişti ve bu ortamda önce milliyetçi duyguların etkisi altında kalmaya başlamıştım. Ancak sonra bu yavaş yavaş kırıldı. Liseden sonra çalışma hayatı da başladı. Gerçi küçük yaşlardan beri çalışmaya başlasam da okul nedeniyle kesintiye uğramıştı. Yaşım artık yirmiye yaklaşıyordu, bu yıllar insanların kendisini, çevresini sorguladığı yıllardır ve zaten onun için burjuvazi bizi bu yaşımızda askere alır, sistemi hayatı sorgulamayalım diye. Tekrar sola karşı bir sempati duymaya başlamıştım ve bir arayış içindeydim.
Ben de bu çelişkileri göremiyordum, hem de çelişkilerin en belirgin olduğu bir yerde yaşadığım halde. İstanbul’un bir gecekondu mahallesinde yaşamama, her gün çamurlu yollardan geçmeme, soğukta donmama, kilometrelerce yol yürüyerek okula gitmememe rağmen Türkiye’de sınıfların olmadığını iddia ediyordum. Çünkü bizlere okulda verilen burjuva eğitim ve onun resmi ideolojisi öyle diyordu. Hemen yanı başımızda zenginlerin yaşadığı villalar yükseliyordu, etrafı duvarlarla çevrili bu yere girmemiz bile yasaktı. Bir tarafta sabahları işlerine gidebilmek için sokakları dolduran işçilerin yaşadığı bir işçi mahallesi, hemen yanında, o işçilerin artı-değer sömürüsüyle kendilerine bambaşka bir yaşam kuran burjuvaların yaşadığı yer. Cennet ve Cehennem yan yana. Bütün bunlara rağmen hâlâ onlarla eşit olduğumuzu düşünüyordum, yani burnumun ucunu bile görmüyordum. Devletin iyi yönetilemediğini, eğer sosyal bir devlet olursa bütün bunların ortadan kalkacağını, bütün bunların az gelişmemizden kaynaklandığını, ekonomik kalkınmayla ortadan kalkacağını düşünüyordum her Kemalist gibi ben de.
Artık yaşam yönümü çizmem gerekiyordu. Kısa bir süre sonra İşçi Özeğitim Gruplarının toplantılarına katılmaya başladım, işte hayatımın dönüm noktası buradaydı. Bu eğitimlerle birlikte işçi sınıfının tarihini, sınıf mücadelesini, Marksizmi, kapitalizmi öğrenmeye başladım. Artık hayatım değişmeye başlıyordu, öğrendiklerimle anladım ki daha önceki hayatım karanlık bir dünyadan ibaretmiş. Ancak bu değişim hemen olmadı. Yıllardır burjuvazinin fikirleriyle dolmuş birisine sınıf mücadelesini, devrimciliği anlatmak onun o şekilde davranmasını sağlamak sabır gerektiren bir işti, tıpkı sınıf mücadelesi gibi. Şimdi yoldaşlarımın neden bu kadar sabırlı olduklarını daha iyi anlıyorum. Yeni bir dünyayla karşılaşmıştım, burada her şey farklıydı, her şeyden önce insanlar arasındaki dostluk, güven ve sıcaklık gözden kaçmıyordu. Bana öğretilen şey, gerçek bir devrimci olabilmek için sadece teorik bilgi birikimine sahip olmanın yetmeyeceği, bunu yaşamımıza uygulamamız gerektiğiydi. Bu da yaşam tarzımın tamamen değişmesi anlamına geliyordu. Bu yaşam tarzı, egemen sınıfın bizlere aşıladığı bir yaşam tarzıydı ve bu yaşam biçimine ait ne varsa kırılıp atılması gerekiyordu. Bunun yerine devrimci bir yaşamın örgütlenmesi gerekliydi; dostluğun, güvenin, dayanışmanın, bireysel çıkarlara dayanmayan bir yaşamın, yani Bolşevik devrimci tarzın hayata geçirilmesi. Tabii yaşam tarzının değişmesi belirli bir süreç aldı bende, bunu ne kadar kırdıysam devrimciliğe de o kadar yaklaştım.
Çocukluğumdan beri siyasete bir ilgim vardı, bu ilgi ağabeyimin politik birisi olmasından kaynaklanıyordu. Evde sürekli tartışmalar çıkıyordu; bir tarafta aile yani burjuva ideolojisi, bir tarafta ağabeyim ve devrimci fikirleri. Bu çatışmada bazen ağabeyimin tarafını, bazen de ailemin tarafını tutuyordum. Tabii aile baskısı galip geliyordu. Buradan da anlaşıldığı gibi bugün aileler sınıf mücadelesine atılmamızı engelleyen burjuvazinin en küçük yapı birimidir. Kimi zaman ağabeyimin anlattıklarını haklı ve doğru buluyor ve ben de okula gittiğimde bunları anlatmaya çalışıyordum. Ama öğrenciler böyle şeylere uzaktı, onun için beni dinlemekle yetiniyorlardı. Öğretmenlerimle tartışmalar yapıyordum. Öğretmenin anlattıkları da aklıma yatıyordu, bu durum ağabeyimin anlattıklarıyla tezat oluşturuyordu. Öğretmenim Kemalistti. Okulda onun etkisi altında kaldığım için evde ağabeyimle tartışmaya giriyordum, şimdi üzülüyorum ağabeyimi bu kadar yorduğum için. Okula gidişim sürekli olduğundan öğretmenin etkisi de sürekli hale geliyordu. Ama ağabeyimin anlattığı gerçekleri söküp atamadığımdan, aklımca Marksizmle Kemalizmin bir sentezini yapıyordum. Yani aslında ben de solcuydum ve de emperyalizme karşıydım.
Eski alışkanlıklardan sıyrılmak tıpkı doğum sancısı gibi bir şey. Önce bir çelişkiye düşüyor insan, bilinç geliştikçe çelişki aşılıyor. Yoldaşlarımı çok uğraştırdım, ama şimdi bunu başardım desem de her şey devrimci ideolojinin ve bu yaşam tarzının korunmasıyla sürecektir. Şimdi yaşamımdan şu sonucu çıkarıyorum, eğer doğru bir yaklaşım tarzı olmasıydı, belki de bugün hayatımı burnunun ucunu görmeyen bir budala olarak sürdürecektim. Beni kapitalizmin pisliklerinden çekip çıkardıkları için başta ağabeyim olmak üzere diğer tüm yoldaşlara minnettarım, ancak şunu da biliyorum ki bu minnettarlık kuru bir minnettarlık değildir. Bugün kapitalist sistemde kurtulmayı bekleyen milyarlarca insan var, tüm yaşamımı işçi sınıfının mücadelesi için harcayamazsam, devrimci yaşamı sürdüremezsem bu borcu ödeyemem. Bugün kendimi çok şanslı olarak görüyorum, çünkü geçmiş kuşağın yaşamış olduğu ideolojik politik çarpıklığı yaşamadım. Stalinizme bulaşmadan Marksizmi doğru bir şekilde öğrenme olanağı buldum. Şimdi dünya işçi sınıfı enternasyonalist bir önderlik bekliyor, işçi sınıfının kurtuluşu ancak böyle enternasyonalist, Bolşevik bir parti önderliğinde olabilir. Bana düşen ise bu önderliğin bir neferi olarak kapitalizme karşı savaşmaktır.
Ortaokul ve lise yıllarım bu düşüncelerin etkisi altında geçti. Lise bittikten sonra Kemalizmin etkileri de yıkılmaya başladı. Lisenin bitimi, Türkiye’de milliyetçi dalganın yükseldiği, MHP’nin
Yaşasın Devrimci Mücadelemiz! Topkapı’dan devrimci Marksist bir işçi
43
marksist tutum
Şubat 2006 • sayı: 11
Kurtuluş Yok Tek Başına! A
şağıda anlatacaklarım bugün kendime büro işçisi diyebiliyor olmamın hikâyesidir aslında. Bundan tam beş yıl önce ilk işe girdiğim zamanlarda kendimi işçi olarak değil istikbali parlak, gelecek kaygısı olmayan, kariyer sahibi biri olarak görüyordum. İyi bir maaş, iyi bir mevki sahibi olma yolunda hızla ilerliyordum. Arkadaşlarımla birlikte iyi kötü birer üniversite bitirmiş, imkânı olanlarımız yurtdışında master yapmış ve dönünce de çok da zorlanmadan iş sahibi olmayı başarmıştık. Fakat bizi bekleyen kapitalizmin o sert ve acımasız çarklarının baskısını olanca gücüyle üzerimizde hissetmemiz çok uzun sürmedi. İşe girdikten henüz 6 ay sonra çalıştığım bölümün müdürü çok da anlam veremediğimiz bir nedenden dolayı işten çıkartıldı. Çıkarılma gerekçesi özel bazı sebeplerdi, fakat benim dikkatimi çeken o güne kadar can ciğer olan diğer müdürlerin işten çıkarma kararından sonra o insana aldıkları tavır oldu. İnsanlar inanılmaz bir şekilde değişmiş ve o insana karşı mesafe koymuşlardı. Çalıştığım yöneticinin bu kadar kolay bir şekilde işine son verilmesi ve bu kadar kısa sürede böyle yüzüstü bırakılması aslında bazı şeyleri önceden fark etmeme neden olmuştu. Birilerinin elinde tuttuğu o büyük kılıç her an bizim başımıza da inebilirdi. Bu olaydan birkaç ay sonra da başka bir müdürlükte eleman açığı olduğu için görev yerimin değiştirildiğini öğrendim. Bu konuda hiçbir şekilde bana bir şey sorulmamış, yama yapar gibi beni boş olan yere yerleştirmişlerdi. Tıpkı bir makinenin yerini değiştirir gibi kolay olmuştu her şey ve şimdi o makineden beklenen de aynen eski yerinde çalıştığı gibi çalışmasıydı. Yeni yerimde ilk günlerde herkes beni en güler yüzlü haliyle karşıladı. Belki de beni o günlerde tek teselli eden şey birlikte işe girdiğimiz arkadaşlarımdan birinin aynı departmanda çalışıyor olmasıydı. Nasıl olsa o bana yardımcı olur, yol gösterirdi. Fakat böyle bir tesellinin ne kadar boş olduğunu çok geçmeden öğrenecektim. Artık burada arkadaşlık değil çıkarlar vardı ve böyle bir düzende kimse kimseye yardım edemezdi. Daha ilk günlerde mesai bittiğinde kimsenin yerinden kalkmadığını görünce biraz yoğun bir departmana geldiğimi düşünmüştüm. Fakat zamanla aslında mesainin iş yüzünden değil birilerine çalışıyor gibi görünmek için olduğunu anladım. Mesaiye kalmanın gerekli olduğu söylenmiyor fakat bir şekilde hissettiriliyordu. Mesaiye kalmadığım günler departman yöneticisinden başlayarak herkes bana sanki onların hakkını yemişim gibi davranıyordu. Bir yerde 1 hafta ya da 1 ay mesai olabilirdi fakat 2 yıl sürekli mesaiye kalınması orada sebebin farklı bir şeyler olduğunu gösteriyor ve bundan da benden başka kimse rahatsız olmuyordu. Gün geçtikçe mesai bitiminde onların çalışmaya devam etmesi benim üzerimde bir baskı oluşturdu. Çalışmaya diyorum ama gerçekte büroda oturmak ve geyik yapmaktan başka bir şey yapılmıyordu. Hiç kimse aslında 10 dakika bile iş yapmıyordu ama dışarıdan bakıldığında herkes çok yoğundu. Zamanla benim çıkmam birilerinin gözüne iyice batmaya
44
başladı. Departman yöneticim birkaç kere odasına çağırarak niye herkes mesaiye kalırken benim kalmadığı sordu. “Benim mesaiye kalacak kadar acil bir işim yok” dediğimde “ben sana iş bulurum yeter ki sen kal” deme cüretini bile gösterdi. Artık saldırılarını iyice arttırmışlardı. En ağır işleri, en angarya dediğimiz işleri bana veriyorlar, en küçük bir hatada inanılmaz hakaretlerle baskı yapıyorlardı. Bu arada kendimi dışlanmış ve yapayalnız hissediyor, bir çıkış yolu arıyor fakat bulamıyordum. Ya onların istediği gibi bir çalışan olacak ve her istediklerine boyun eğecek ya da hayatımı kendi elime alarak onlarla mücadele edecektim. Aslında mücadele ettiğim insanların da benim gibi işçi olduğunu görmek beni daha da üzüyordu. Nasıl oluyor da böyle davranabiliyorlardı? Kariyer ve mevki sahibi olma isteği gözlerini bu kadar karartmış olamaz diye düşünüyor fakat başka bir neden de bulamıyordum. Sistem işkolik bir yönetici ve bu yöneticilerin çevresinde pervane olacak işkolik çalışanlar talep ediyordu. Bu çalışanların özel hayatları, istekleri, tercihleri kimsenin umurunda değildi. Daha sonra mesaiye kalan insanların özel hayatlarında da sorunlar olduğunu çok açık bir şekilde gördüm ve bu sorunları işle kapatmaya çalıştıklarını fark ettim. Yani sistem sizi içine çekiyor, yalnızlaştırıyor ve işi hayatının merkezi haline getiriyordu. Mücadeleler, çekişmeler, kavgalarla dolu bir 2 yıl sonunda kendimi bir psikiyatristin muayenehanesinde buldum. Sinir sistemim çökmüş, bazı rahatsızlıklar baş göstermişti. Psiko-terapiler esnasında birçok defa aslında orada oturanların ben değil onların olması gerektiğini düşündüm. Terapilerin çok faydası da olmuyor çünkü somut durum ortadan kalkmıyordu. En sonunda maalesef bir yıl kadar anti-depresan kullanmak zorunda kaldım. Daha sonradan öğrendiğim kadarıyla benim gibi birçok çalışan benzer sıkıntılar nedeniyle antidepresan kullanıyordu. İşte size dışarıdan modern ve heybetli görünen binalarda çalışan insanların içler acısı durumu. Bu sistemin insanları ne kadar değiştirdiğini, acımasızlaştırdığını ve bencileştirdiği o binalarda çok açık bir şekilde görebilmek mümkün. Ben Marksist Tutum vasıtasıyla Marksizm ile tanıştıktan sonra başıma gelenlerin artık tesadüf olmadığını, aslında sistemin özünde baskının, şiddetin ve sömürünün olduğunu ve bu sorunların hepimizin sorunu olduğunu biliyorum. Bu sistem herkesi kapitalizmin gönüllü kölesi haline getirmeden biz bir şeyler yapmalı ve içine düştüğümüz bu bunalımdan yine kendi çabalarımızla kurtulmalıyız. İşçi sınıfının bu kesimini modern binalarda çalıştırarak kendi sınıfına yabancılaştırmaya çalışıyorlar ama biz bu tuzağa düşmemeliyiz. Aslında bugün de her zaman olduğu gibi zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimizin olmadığını biliyoruz. O yüzden hangi kesimden olursa olsun bütün işçi sınıfı olarak bilinçlenmeli ve mücadeleye katılmalıyız. Bu sistemi yıkarak iktidarı ele geçirmedikçe, nerede, nasıl çalışılıyor olursa olsun işçi sınıfı insanca bir yaşam elde edemeyecektir. Marksist Tutum okuru bir büro işçisi
Şubat 2006 • sayı: 11 Merhaba dostlar, Son zamanlarda yoğun olarak rastladığım iş kazalarını daha dikkatlice sorguladığımda sizlerle paylaşmak istediğim birkaç konu çıktı. Bu dünyadaki altı milyar insanın ezici çoğunluğu işçi sınıfının bir parçası. Yaşadığımız bu topraklardaki insanların çok büyük bir bölümü de hayatını her gün bir fabrikada, atölyede, ofiste, tarlada, insanlık dışı koşullarda çalışarak kazanmaya çalışıyor. Fakat ne tuhaftır, bu dünyada sınıf kardeşlerimizin yaşadığı iş kazaları sonucunda ölenler/ sakatlananlar ne medyada gündeme alınıyor, ne de ciddi bir tartışma konusu olarak tartıştırılıyor. Neden? Her gün borsalardaki hisse senedi fiyatlarının, döviz kurlarının, bunların sonuçlarının değerlendirildiği haber programlarının, ihracat, ithalat rakamlarının ve bunlar üzerine değerlendirme programlarının, futbolcuların ve futbolun konu edildiği programların, ulusal damat, gelin ve kaynana programlarının ısrarla gündemimize sokulması, bizleri insani olan her şeye duyarsızlaştırma çabasının bir ürünüdür. Boyalı, takım elbiseli, ses tonları etkileyici “haber” sunucularının anlattığı konular her gün yaşadığımız iş kazalarından daha ilgi çekici, daha önemli hale getiriliyor. Çalıştığımız fabrikalarda, atölyelerde vs. yanı başımızda kolunu, parmağını veya hayatını haybeden insanların dramı bizlerin bilincinde birkaç saatlik yer bile tutmaz oluyor. İşçi sınıfı bu olanlara en ufak bir tepki veremez durumda. İnsan olmanın gereklerini dahi kaybetmek üzereyiz. Kim ne derse desin işçilerin, emekçilerin çok büyük çoğunluğu bilincini medya şarlatan-
YA ELLERİ OLMAYANLAR
Derler ki gelecek Ellerinizdedir … … gelecek kimin? “İnsan” olan herkesin mi? Peki insan olan hangimiz, yaşadığımız bu insan cehenneminde? Çook yorulanlar mı? Ne dersiniz, koşturanlar, çalışanlar desek… Koşturulup çalıştırılanlar, cüzzamını iyileştirmeye çabalarcasına… Korkunun ve acıların bolluğunu, derin bir sessizlik gibi, katledilişlerimizin ıssızlığında büyütenler. Binlerce yıldır biriktirilip, kutsal elleri ile, bu “akıl köleliğine” esir edilenler. SİZİN SOYUNUZDANDIR ONLAR İŞÇİLER ELLER Rahmeti ve serveti yaratan, yağdıran hep onlar. Çeliğe etini akıtıp, bir zerrenin uçuşması gibi gökyüzünde, soyumuzu kâinatta gezdiren hep onlar ELLER ELLER İŞÇİLER ELLER Bugünü demir yaratmadı, bildiklerimizi de, Kuantum fiziği değil uzayda dolaşmamıza vesile olan, Kanını böğrüne akıtan kurşun mu diyorsun hâlâ? Sana, bana kentlerin varoşlarını yaratan, Terli ve başsız olan. Sokak kenarlarında isimsiz ve soysuz dolaşan
marksist tutum larına teslim etmiş durumda. Yukarıda medyanın neden iş kazalarına yer vermediği sorusunu sormuştuk. NEDEN? Benim cevabım açık. Para babalarının yani patronların, yani patronların sınıfı olan burjuvazinin, yani onların sistemi olan kapitalizmin memurları olan medyanın ve program yapımcılarının bizden yana program yapması şöyle dursun, biz işçileri, emekçileri hatırlamasını ve iş kazalarını doğru bir temelde açmasını ummak bile yanlış olur. Bizim için medyada olmak değil işçi sınıfının gündeminde olabilmek asıl olandır. Bizce sorun medyanın gündemine yeterince girememek değil, medyanın yarattığı bu mantıksızlaşma, hafızasızlaştırma ve kişiliksizleştirme durumundan kurtulabilmektir. Bizce asıl başarı işçi sınıfını medyanın gündeminden kurtarabilmektir. Bunun için bizler gündemimizi gerçeklerle doldurmalıyız, masallarla değil. İş kazaları ve ölümler GERÇEKLİĞİN ta kendisidir. İş kazalarında ölenler işçiler, emekçilerdir. Suçlusu kapitalist dünya sistemidir, patronların sistemidir. Her yıl on binlerce işçi iş kazaları sonucunda hayatını kaybediyor. Birçoğumuz sakat kalıyor. Gerçek olan gündem budur. Hepimiz bu gündemi kendi çevremizde her gün bıkmadan usanmadan teşhir etmeliyiz. Şimdi sizlerle, yaşadığım bölgede kaynak yapmak için galvaniz kazanın üzerine çıkıp oradan kazanın içine düşüp, haşlanarak hayatını kaybeden işçi kardeşimizin anısına yazdığım, fakat bütün iş kazalarında hayatını kaybedenlere ithaf ettiğim şiirimi paylaşmak istiyorum: ama elleri olan İşte ELLERİN soyundan olan cevaplarsa bulunacak olan… O, ızdırabın kalelerinde yatan Soğuğu yenip, kendi, cüruf içinde yanan, Haykırışları, içinde kalan Kendini, kendi yarattıklarına satan, kiralayan Susan, Acıkan, “Cahil” olan. Gürlemesiyle insanı insan yapacak olan. Türeyip de geldiklerinin düşlerinde dahi göremeyeceklerini yaratan ELLER ELLER Bir tek, tanrının vekilleri “görebilmiş” eller olmadan “yaratılanı”, “gökten düşeni” Bana pislik içinde yaşamak niyedir diye sorma. İşte ellerim! İşte kanım, canım İşte servetim: ellerim, bileklerim, aklım. Bir banka hesabı kadar kayıtlı, kolay değil elbet, Bir banknot gibi kaba, hesapsız da değil, Tapu senedi gibi garantili de görünmez, Çatlakları derin ve kararsız, Kemikleri iri, biçimsiz, İşine kıvrak, hünerli. Cevapları sıkılı yumruklar içinde … sessiz. İŞTE EFENDİMİZ, ELLERİMİZ! Gebze’den Marksist Tutum okuru bir işçi
45
Okurlarımızdan Merhaba Marksist Tutum okurları. Size, biz işçiler bir araya geldiğimizde sorunlarımızı nasıl çözdüğümüzü gösteren bir olay anlatmak istiyorum. Tanıdığım bir işçi arkadaşımın işyerinde yaşanıyor bunlar. İşçiler gece vardiyasında şalter indiriyorlar ve sabah nöbet değiştirmeye gelen işçiler de kartlarına basıp çalışmayarak, birlik olup ilk kez patronlarını şaşırtıyorlar. Bunların nasıl bir işyerinde ve neden yaşandığını anlatacağım. Bu şirket bir çuval fabrikası, işçiler üç vardiya halinde çalışıyorlar. Örme, boyama ve depo bölümlerine ayrılan işyerinde toplam yüz işçi çalışıyor. Örmede çalışanlar çuval dokuyor, makinelerin boyu üç metre kadar. Bu işi yaparken çok dikkatli olunması lazım, aksi takdirde en ufak bir kafa dalgınlığı parmakları kıymaya çevirebilir. Patron, dokuma sırasında parmağını kaptıran işçiyi hastaneye götürüp iki dikiş attırdıktan sonra “senin dikkatsizliğin” deyip görevine devam ettirebiliyor. Boyama bölümünde ise iplikler boyanıyor. Bu işi yapanlar, kimyasal maddelerden dolayı zehirlenme riski taşıyor. Birçok işçi bu yüzden verem, kanser ve akciğer rahatsızlıkları yaşıyor. Bu işyerinde hiçbir koruma önlemi yok. Patron bir işçinin verem olduğunu öğrenince o işçiyi “işime yaramazsın” deyip hemen işten çıkartıyor. Bu işyerinin daha önceleri dört tam ikramiyesi, primleri ve servisleri varmış. Zamanla bunların hepsi ellerinden alınmış ve kimse buna bir tepki göstermemiş. Bu koşullar altında en azından iyi bir yemek yeme hayali ile masaya oturan bir işçinin önüne ancak 1 YTL’lik çamur gibi bir yemek konuyor. Patron bu yemeği alırken en ucuzunu seçiyor ama işyerinde beslediği kedisine her gün bir bütün tavuk döner getiriyor. İşçilerin sağlığını hiç düşünmezken kedisi hamile kaldığında her gün veterinere götürüyor, akşam saatlerinde süt içsin diye de her akşam bir işçiyi görevli olarak bırakıyor. Evet, işçiler insan yerine konmuyor ve bir kedi kadar bile değer verilmiyor. İşçilerin her gün gitgide ağırlaşan çalışma koşulları, onları artık rahatsız etmeye başladığında bir işçinin ev kirası sorunu patlıyor. Beş aydır doğru dürüst maaş alamayan ve bu yüzden de iki aylık ev kirasını veremeyen bu işçinin evine ev sahibi geliyor ve işçinin eşine “kocan ev kirasını veremiyor, o zaman sen benimle yatarak kira borcunu öde ve gelecek iki ayın kirasını da istemem” di-
Merhaba Marksist Tutum, merhaba dostlar, Bugün, yaşadıklarımdan bence çok önemli bir kesiti sizlere anlatmak istiyorum. Bu bir grev ziyareti. Çünkü proletarya açısından bu grevin ve grevlerin, direnişlerin çok önemli olduğu açıktır. Grev ve direnişler işçi sınıfının okullarıdır. Grev ziyaretine bir grup arkadaşla gittim, bu benim ilk grev ziyaretim değil ama diğerlerinden farklı olduğu için ilk sayılabilir. Gittiğimizde ilk önce grev gözcüsü dostlarla tokalaştık. Hal hatır sorup grev çadırına geçtik. Hava yağmurlu ve çok soğuktu. Çadırın kapısını açtığımda sıcak bir hava yüzümüze çarptı. Çok sıcak bir ortam, gözleri neşe ve sevinç dolu dostlar tarafından karşılandık ve merhabalaşıp tokalaştıktan sonra sobanın kenarına oturup çayla sohbete başladık. İşçi arkadaşlar yaşadıklarını bir bir anlattılar. Dört açmıştım kulaklarımı, çünkü daha önce ne böyle bir tecrübe edinmiştim ne de böyle bir grevde bulunmuştum. Bir grup arkadaş bir yıl öncesinde hazırlıklara başlamışlar. Öncelikle bilinçlenme ve ilerisi için ne yaşayabi-
46
yor. İşçi bunu öğrendiğinde hemen işyerindeki arkadaşlarına olayı anlatıyor: “Bizler dişimizi tırnağımıza takıp çalışıyoruz. Ama hakkımız olan parayı vermeyip daha fazla zenginleşmeye uğraşan patronumuz yüzünden ev sahiplerimiz ve diğer alacaklılarımız bu iğrenç teklifleri eşlerimize, çocuklarımıza yapacaklar. Bir şeyler yapmalıyız” diyor. Canı yanan o işçiyi gece zor sakinleştiriyorlar ve o gece şalter indiriyorlar. İşçi, burada olayı arkadaşlarına anlatmayıp bireysel tutum alabilirdi, eline bir silah alıp ev sahibini öldürebilirdi, ama bu çözüm olmazdı. Ama kendisiyle aynı durumda olan, ev sahibine kirasını ödeyemeyen işçi arkadaşları da olduğundan, bu sorunu patronları yüzünden yaşadıklarını anlatır arkadaşlarına. Bundan sonra da işçiler, ortak bir sorunu ancak bir araya gelerek çözebilecekleri refleksiyle hareket ediyorlar. İşçilerin birlikte hareket ederek gece ve sabah kartlarını basıp çalışmamaları, bir günde patronu dize getirmiş ve hemen toplantı yapılmış. Patronları iki gün içinde maaşlarını ve ay sonuna kadar diğer kalan paralarını vereceğini söylemiş. Mağdur olan işçiye de hemen iki aylık ev kirası verilmiş. Bu sorunlar her işyerinde yaşanan sorunlar ve bunları çözmek için örgütlü mücadele yürütmekten başka yolumuz yok. Kaçmak, “daha iyi” işyerleri aramak hiçbir zaman çözüm olmayacak. Böyle yaparak patronların ekmeğine yağ sürmüş oluruz. Anlattığım bu olay patronların hep aynı olduğunu, işçileri sömürmek için elinden geleni ardına koymayıp, her şeyi yaptıklarını bir kere daha gösteriyor. Tüm dünyada patronlar bir avuç olmalarına rağmen en ufak bir sorunlarında domuz topu gibi birleşiyorlar. Aslında onların bu örgütlülüklerinden bizler de örnek almalıyız. Çünkü bizler bir avuç değil milyonlarcayız ve dünyanın her yerindeyiz, bu hayatı bizler var ediyoruz. Biz işçiler gücümüzü örgütlülüğümüzden alırız ve örgütlü değilsek patronların karşısında hiçbir gücümüz olmaz. Bizler sorunumuzu çözmek için bir araya gelip örgütlü bir şekilde hareket ederek gücümüzü hissederiz ve HİSSETTİRİRİZ. Yaşasın örgütlü mücadelemiz!
leceklerini düşünerek hazırlıklar yapmışlar. Bilinçsiz ve tedbirsiz bir hareket ve eylemde bulunmak duvara toslamaktan başka bir şey değildir. Onlar bunu fark etmişler ve tek başına, bilinçsiz, tedbirsiz hareket etmemişler. Onlara bilinçlenmelerinde ve örgütlenmelerinde yardımcı olan gerçekten çok iyi dostlarla başlamışlar mücadeleye. Bizlere anlattıkları sayesinde biz genç işçiler de onların tecrübelerinden dersler çıkarıyoruz. Çadırdaki pankartların sloganlarını gördükçe daha bir sevinçli olduk. “Bütün Dünyanın İşçileri Birleşin”, “Örgütlüysek Herşeyiz Örgütsüzsek Hiçbir şey”… Onlar dünya işçi sınıfının bir parçası olduklarını anlamışlardı ve bu bilinçle hareket ediyorlardı. Bir bayan yaşadıklarını kısaca şöyle anlatıyordu: “On beş sene boyunca Serna-Seral tekstil firmasında çalıştım. Maaşım asgari ücretin altındaydı. Daha önceleri patronla yüz yüze gelmekten bile korkuyordum ve on beş yıldır neden asgari ücretle ve sefil bir hayatta yaşıyorum diye kendime sormaktan çekinirdim. Çünkü işsiz kalma korkusu vardı. Yaşadıklarımı bir ka-
Maltepe’den Marksist Tutum okuru bir işçi der olarak algılıyor, aldığım maaşa şükrediyordum. Ve bilinçlendiğim süreçte neredeyse en önde gidenlerdendim.” Ve sonrasında şöyle dedi: “Maaş ve tazminatlarımız elbette bizler için önemli, ama şimdi onlardan daha önemli olan şeyler mücadelemiz ve örgütlülüğümüzdür. Bize güç veren de budur.” Müthiş heyecanlı ve sevinçliydim. Çünkü işçilerin mücadele ettiğini görmek gerçekten güzel bir duygu ve kendi gücümüzü bir kez daha görmüş oldum orada. Dostlar bu dünya öküzün boynuzunda değil, bu dünya ellerimizin üzerinde duruyor! Bu kokuşmuş düzeni ancak biz işçiler, yani onların tabiriyle varoşlardan gelenler değiştirecek. Bunun yolu da Marksizmin kılavuzluğunda mücadele etmekten ve diğer işçi kardeşlerimizi de bu mücadeleye çekmekten geçer. YAŞASIN ÖRGÜTLÜ MÜCADELEMİZ YAŞASIN SERNA-SERAL GREVİ Gebze’den bir metal işçisi
Okurlarımızdan Kapitalizm artık her konuda acımasız yüzünü daha açık bir şekilde gösteriyor. Yıllardır iyi bir gelecek vaadiyle avutulan genç nesil, bugün üniversiteden mezun olunca şanslı olup da iş bulabilirse ne kadar maaş alabileceğini az çok tahmin edebiliyor. Eskiden iyi bir gelecek için üniversite kapılarını zorlayan gençler artık üç kuruşa razı olmuş durumda. Bu ümitsizlik yüzünden birçoğu daha lise çağlarında uyuşturucu, alkol ve depresyon ilaçlarıyla tanışıyor. Sistem o vahşi yüzünü gösterdikçe insanlar her geçen gün daha da umutsuzluğa kapılıyor. Bunu en iyi geçenlerde bir arkadaşımın işyerinde yaşananlar anlatıyor. Türkiye’nin önde gelen bankalarından biri olan bu şirket, alacağı 20 memur için işe giriş sınavı açıyor ve çok kısa bir süre içinde sınava yaklaşık 2600 kişi başvuruyor. İşe başvurmanın ön şartı üniversite mezunu olmak ve girecek olanların alacağı net maaş 390 YTL. Buradan da anlaşılıyor ki, artık işçi sınıfının bir zamanlar görece iyi maaş alan kesimleri bile sosyal güvence için asgari ücrete razı olmuş durumda. Kapitalizm her geçen gün işçi sınıfına saldırılarını arttırıyor ve bunu yaparken artık saklama ihtiMerhaba, ben Beylikdüzü’ndeki bir tekstil firmasında çalışan bir işçiyim. Marksist Tutum’u yürekten beğenerek okuyorum. Çünkü Marksist Tutum hayatımıza ışık tutuyor. Marksist Tutum, biz işçilerin yaşadığımız bu sistem içinde aslında yaşamadığımızı, patronları lüks içinde yaşatıp servetlerine servet katmak için nasıl birer makine parçası haline dönüştürüldüğümüzü gösteriyor bizlere. Biz makine değiliz! Kapitalist toplumda bireysel çabalarla, hiçbir şey elde edemeyeceğimizi, örgütsüz bir hiç olduğumuzu ama birleştiğimizde coşkun bir nehir gibi önümüze çıkan bütün engelleri aşabileceğimizi gösteriyor bizlere! Marksist Tutum, kapitalizmin insanları ve daha küçücük yaştan itibaren çocuklarımızı esrar, eroin, kumar, hırsızlık vs. bataklığına sürüklediğini, fabrika atıkları ve kimyasal maddelerle doğayı nasıl tahrip ettiğini, insanlığın ve dünyanın sağlığına zararlı bir sistem olduğunu gösteriyor bizlere. Silah sektörüne katrilyonların ayrıldığı ve burjuvazinin biz çalışanların sırtından elde ettiği artı-değerle çatlayana kadar tıkındığı bu sistemin, biz üreten işçileri nasıl açlığa, yoksulluğa, kölece çalışmaya mahkûm ettiğini gösteriyor Marksist Tutum bizlere. Dünya çapında örgütlenmiş bu iğrenç sistemin, biz işçileri nasıl da farklı uluslar, din-
yacı bile duymuyor. Burjuvazi, yöresel asgari ücret, serbest asgari ücret gibi uygulamaları hayata geçirmek isteyerek, açlık sınırının bile altında olan asgari ücrete göz dikmiş durumda. Sadece asgari ücret değil tabii, fazla mesai gibi uygulamalar da olağan hale gelmiş durumda. Birçok işyerinde normal mesai saati resmi olmasa bile 12 saate çıkmış durumda. Cumartesi çalışmayan işyeri sayısı yok denecek kadar azaldı. Çalışmaktan kafasını kaldıramayan işçi akşam eve geldiğinde de sistemin en yaygın propaganda aracı olan TV karşısında vakit öldürüyor. TV ekranları resmen eğlence sektörüne dönmüş durumda. Her kanalda insanlara zorla göbek attırılıyor, eğleniliyormuş gibi gösteriliyor. Kapitalizmin getirdiği yozlaşma toplumun her kesimine hızla yayılıyor. Bugün artık bu gidişe bir son vermeli ve sınıfımızı hep birlikte tekrar ayağa kaldırmalıyız. Eğer biz bugün bir şeyler yapmazsak kapitalizm tüm pisliği ve ağırlığıyla hepimizin üstüne çökecek ve kendi kendini yok ederken insanlığı da yok oluşa sürükleyecek.
ler, mezhepler, cinsler, ırklar şeklinde bölüp birbirimize düşman hale getirdiğini ve kendi çıkarları doğrultusunda bizleri birbirimize boğazlattığını, aslında düşmanımızın kapitalizm olduğunu gösteriyor bizlere Marksist Tutum. DÜNYANIN BÜTÜN İŞÇİLERİ BİRLEŞİN! Evet dostlar, kapitalizmin bu gerçek yüzünü görmek ve elimizden geldiğince herkese göstermek zorundayız. Bizler dünya çapında örgütlenip, bu sistemi yerle bir edip, yerine sınıfsız sömürüsüz bir dünya kurmadığımız sürece bu kanlı kılıç bir gün gelip bizim de boğazımızı kesecektir şüphesiz. ENTERNASYONALLE KURTULUR İNSANLIK! Kapitalizmin insanlığı ve dünyayı yok etmesine onay vermeyen herkes ona karşı mücadele etmek gerektiğini bilmeli, Marksizme ve Marksist Tutum’a dört elle sarılmalıdır. Hiç kimse salyangoz gibi kendi kabuğuna çekilerek kendini kurtaramayacaktır kapitalizmin bataklığından. Yukarıda bahsettiğim şeylerin hepsinden kapitalizm sorumludur, ama bu gerçeklere yüz çevirenler de en az onun kadar suçludur. KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA, YA HEP BERABER YA HİÇBİRİMİZ! Beylikdüzü’nden bir işçi
Merhaba Marksist Tutum, Ben bir öğrenciyim. Ama aynı zamanda da özel bir klinikte çalışıyorum. Klinikte beraber çalıştığımız bir doktor muayeneye gelen tüm hastalara gerekli gereksiz bütün işlemleri yaptırıyor. Örneğin hastanın sadece ilaç tedavisine ihtiyacı varken, serum taktırıyor. Solunumu normalken oksijen tüpüne bağlatıyor ve bunun gibi daha birçok şey. Özellikle maliyeti yüksek olan işlemleri yaptırıyor. Bunun nedeni ise para. Aylığı sadece 350 YTL olan bir işçi kaza geçirip kan kaybıyla geldiğinde önce para konuşuyor. Para yetmiyorsa işlem yapılmıyor ve hasta o halde geri gönderiliyor. Böylesi rezil bir sistemden başka ne beklenir ki? Kapitalist sistem para aygıtını yaşamımızda öyle bir yere koymuş ki, onu elde etmek için insanlar kişiliklerini bile satıyorlar. Para her şeyden önce geliyor, insandan da önce. Acil gelen hasta kan kaybından ölse bile parası yoksa müdahale edilmiyor. Bu iğrençliğe daha ne kadar göz yumabiliriz? Uzatalım ellerimizi, sıkıca tutunalım birbirimize. İşte o zaman yıkılmaz sanılan bu sömürü sistemi bile karşımızda titreyecektir. Bütün işçiler, birleşin!
Marmara Üniversitesinden bir öğrenci
İstanbul’dan bir büro işçisi Ben tekstil işçisiyim. İşyerinde bundan bir hafta önce %3 zam aldık. Yani kimilerine 10, kimilerine 20 YTL verildi. İşçi arkadaşlarımla konuşmalarımda duyduklarım; “şu müdür yok mu?”, “şu şefe ne demeli!”, “nasıl olur da benden 10 YTL fazla alır” sözleriydi. Bizleri böyle bölmeye çalışan patron da rahat koltuğunda olanlara gülüyordu herhalde. Yani müdür ya da şef vitrinini önümüze koyup da sadece onların suçuymuş gibi aradan sıyrılıyordu. Evet vitrin mide bulandırıcı olabilir ama vitrini hazırlayana bakmak, bu köhne düzene öfke duymak lazım. Günde 8 tır yükleyen, bununla onlara 240 milyon YTL (240 trilyon TL) kazandıran ve hiç sesimizi çıkarmadan onların rahat koltuklarında huzur içinde oturmalarını sağlayan bizleriz, biz işçiler! Onun tüm işyerlerinin de, lüks arabasının da, villasının da asıl sahipleri bizleriz aslında. Bizler günde 11 saat çalışırken o da koltuğunda oturup bu işçileri nasıl daha fazla sömürürüm, nasıl daha fazla kâr elde ederim diye düşünüyor. Bizden sömürdüğü artı-değerle sermayesine sermaye katıp yeni yeni işyerlerini kurup, nasıl büyürümü düşünüyor. Biz işçilere düşen görev, kim 10 YTL fazla aldı tartışmalarını bir kenara bırakıp, asıl sorunun patronlar ve onların kâr düzeni olduğunu fark ederek ve bunun sadece bizim işyerimizde değil bütün dünyada olduğunu görerek azimle mücadele etmektir. Şunu asla unutmamalıyız; kapitalizm var oldukça işçiler emeklerinin karşılığını hiçbir zaman alamayacaklardır. Bunun için biz Marksistler haykırıyoruz ve hep haykıracağız: DÜNYANIN BÜTÜN İŞÇİLERİ BİRLEŞİN! ENTERNASYONALLE KURTULUR İNSANLIK! Topkapı’dan bir tekstil işçisi
47
Okurlarımızdan Gün erken başlar şehirde işçiysen... Her sabah günün en erken saatlerinde kalkar, mesaiye hazırlanır, türlü zorluklarla işyerine ulaşır, saatlerce emek gücünü satar ve akşam olunca bir dahaki güne hazırlanmak için evine dönersin. Hayat bundan ibarettir; çalıştığın sürece varsın, aldığın ücret kadar insansın çünkü. Kapitalizm altında kendine, emeğine, çevrene yabancılaşır, bize ait koskocaman bir dünyada yaşadığını unutursun. Yağmurlu bir kış akşamı şehrin karşı yakasına geçmek için iskeleye doğru yürüyorum. Aklımda bütün bir günün yoğunluğu var. Her ay olduğu gibi bu ayı da nasıl geçireceğimin hesaplarıyla boğuşmak, yaşadığım yerin güzelliklerini unutturuyor bana. Vakitsiz çıkan borçlar, evin kirası, faturalar, ne zaman para alabileceğimi bilememe sıkıntısı, sevdiklerimden uzak olmak, ailemin tutumları, işyerinde patronun yaptığı hakaretler, iş arkadaşlarımın birbirleriyle aşık atma yarışı, yalanlar dolanlar, kadın olduğum için yapılan baskılar ve akla gelebilecek bin bir türlü sıkıntı. Yürürken çevremi fark edemiyorum bile. Hâlbuki karşımda boğazın o eşsiz manzarası, İstanbul’un sevdiğim silueti. İskeleye vardığımda, aklımı kurcalayan sorunları bir an için düşünmeden, denizi, yağmurun yağışını seyrediyorum, vapuru beklerken. Daha rahatladığımı hissediyorum. Sonra yağmur hızlanmaya başlıyor. İnsanlar koşuşturmaya, ıslanmamak için birbirlerini itmeye başlıyorlar. İskele çok kısa bir sürede hınca hınç doluyor. İyice havasızlaşıyor etraf. Artık manzarayı düşünecek halim yok, vapur bir an önce gelse de rahatlasak diyorum. Bir on beş dakika o halde bekledikten sonra vapur geliyor. Kapı açılınca yine iyi bir yer-
de oturmak, yer bulabilmek için birbirimizi ite kaka vapura doğru koşuyoruz. Kendime iyi bir yer bulabildikten sonra yine manzarayı seyredebiliyorum. Birkaç dakika sonra vapur hareket ediyor. Şimdi İstanbul’u karşıma almış durumdayım. İki kıtayı birleştiren Boğaz Köprüsü, deniz kenarındaki son derece lüks villalar, Beşiktaş tarafına bakınca arkada görünen gökdelenler, kıyıya yapılmış saraylar, oteller, İstanbul’un bilindik manzarası. Bu şehirde yaşıyor olmama rağmen manzara karşısında sanki farklı bir şehirden geliyor gibi hissediyorum kendimi. Sıradan bir apartman dairesinde, çarpık çurpuk binaların bulunduğu bir muhitte oturuyorum. Her sabah kalktığımda gördüğüm manzara o binalardan ibaret. Aynı hayatımın o evlerden ibaret olduğu gibi, aldığım gelir kadar bir yaşamım var çünkü. Yanımdaki insanlara bakıyorum. Belli ki hepsiyle aynı durumdayım. Onlar da bakıyorlar hayranlıkla ve şaşkın şaşkın, şehre. Onlar da belli ki işten çıkıp binmişler vapura. Bizim zevkimiz ancak bu kadar; eve dönerken kısa bir vapur yolculuğu! Bir değil, beş değil, milyonlarcayız maalesef... Maalesef çünkü bu kadar çok olmamıza rağmen, reva görüyoruz kendimize bu sefil yaşamı, bu daracık hayatı. Gözümüzün önündekini göremiyoruz, aslında her şeyin bizim emeğimiz olduğunu, bizim yarattığımızı. Yabancı yabancı bakıyoruz etrafa, başta kendimize yabancıyız çünkü. Hiç de zor değil aslında bizim olanı almak. Tek çıkar yol, birlikte mücadele etmek, bilinçlenmek. Zincirlerimizden başka kaybedecek hiçbir şeyimiz yok, oysa kazanacağımız koskoca bir dünyamız var!
Merhaba Marksist Tutum okuru arkadaşlar. Sizlerle katıldığım bir grev ziyaretinde tanık olduğum bir tartışmayı paylaşmak istiyorum. Bizler gibi grev ziyaretine gelen devrimci bir çevrenin grevci arkadaşlarla sendikalar üzerine yaptıkları tartışmada savundukları fikirler dikkatimi çekti. Bu ziyarete gelen arkadaşlar, sendikaların işçileri eğitip, bilinçlendirip, örgütlemesi gerektiğini fakat günümüzde sendikaların bu özelliklerini kaybettiklerini söylüyorlardı. Sendikalı olabilmek için bu kadar mücadele verdikten sonra bile grevci işçilere, sendikaların bu haliyle işçi sınıfının örgütlenmesinin önünde engel olduğunu ve bu sendikaların yerine yeni sendikalar veya işçi örgütleri kurulması gerektiğini söylüyorlardı. Sendikalı olabilmek için uzun bir örgütlenme dönemi geçiren ve bu uğurda greve çıkan işçilere sendikaların gereksiz örgütler olduğunu yeni örgütler oluşturulup eskilerin yıkılması gerektiğini söylemek doğru değildi. Kaldı ki işçi arkadaşlar bu fikirleri şu kelimelerle çok güzel cevapladılar: Sendika biziz. İşçileri satan yöneticilerdir. İşçiler bilinçli ve örgütlü ise sendika yöneticilerini istediği gibi çalıştırır.
Ekim ayında ortaya çıkan iki görüntü (bunlar gibi niceleri var kuşkusuz) hepimizin tüylerini diken diken eder cinstendi. Bu iki görüntü de medya aracılığıyla yansımıştı bizlere. Açıkçası ürpermemenin elde olmadığı bu görüntülerden birincisi Malatya’da, sosyal hizmetler kurumunun, bakıma muhtaç çocukları koruduğunu söylediği çocuk yuvasında gerçekleşmişti. Burada kalan çocuklar, onların temizlik vs. gibi işlerinden sorumlu olan insanların ellerine ve merhametine terk edilmişlerdi. Yani esas olarak onların bakım, eğitim gibi ihtiyaçlarını karşılayacak yeterlilikte insanlardan yoksundular. İkinci olay ise yine bir gazetecinin kameralarından yansıtıldı bize. Tam da Malatya çocuk yuvası olayıyla tüyler diken diken olmuşken, Trakya bölgesinde bir kiremit fabrikasında çocuk işçilerin nasıl da insanın dayanamayacağı şartlarda çalıştırıldığını anlatıyordu haber.
Sınıf hareketinin zayıf olduğu bir dönemden geçiyoruz. Sendikalar sınıftan kopuk sendika bürokratlarının elinde. İşçiler apolitikleşmiş ve kendi sınıf siyasetini yapmaktan uzak. Fakat geçmişte işçilerin kendi siyasetine yani Marksizme sahip çıktığı dönemlerde bu böyle değildi. Özellikle bizim ülkemizde 1980 faşist diktatörlük döneminden önce sınıf hareketinin yükselişte olduğu dönemlerde böyle değildi. İşçi sınıfının politik oluşu bu örgütlerin muazzam mücadelelere imza atmasını ve önemli haklar kazanmasını sağladı. 15-16 Haziran genel direnişinde İstanbul’u felç eden, egemen sınıfı korkutan güç, bilinçli ve örgütlü işçilerin gücüydü. Oysa bugün sendikalar sendika bürokratlarının elinde. 1980 faşist diktatörlük döneminde bu kurumların içindeki devrimciler hapse tıkıldı hatta sendikalar kapatıldı ve işçi sınıfı siyasetten uzak, korkak, bilinçsiz ve örgütsüz bireyler haline getirildi. Bugün sorunlarımızın çözümü, sendikalara alternatif yeni, temiz, el değmemiş işçi örgütleri kurmaktan geçmiyor. Sendikal bürokrasinin tepesine çöreklendiği, binlerce işçinin örgütlü olduğu sendikalarımızı Marksist fikirler temelinde örgütlenip geri almalı ve bu asalak bürokratları sendikalarımızdan defetmeliyiz. Sendikalarımızı militan sınıf sendikacılığı perspektifiyle çalışan örgütler haline getirmeliyiz. Sendikana üye ol, sahip çık, denetle! Küçükyalı’dan bir işçi
48
İstanbul’dan bir işçi
Gündeme gelen bu iki haberin çok daha ağırlarına her gün tanık oluyoruz kuşkusuz. Peki nasıl oluyor da bu “baba devlet” bizzat kendi kurumlarında yaşanan bu türden olaylara izin veriyor? Kendi yasalarında ilköğretimi zorunlu kılmışken, ilköğretim çağındaki çocukların bu kadar ağır koşullarda çalıştırılmasına nasıl ses çıkarmıyor? Bu ses çıkarmamanın sebebi elbette ki, görmeme, duymama olamaz! Çünkü bizler biliriz ki, bu topraklardaki geleneksel ceberut devlet, burjuva devlet biçimine dönüştükten sonra da, kendisinden habersiz tek bir kuşun havalanmasına bile izin vermez! Kaldı ki Trakya’da fabrikada çalıştırılan bu çocukları görüntüleyen gazeteci de, yine bizzat devletin jandarması ve polisi tarafından gözaltına alınmış, çektiği görüntülere de el konulmak istenmiştir. Açıkçası, bu olaylar bana bir kez daha gösterdi ki, eğitim, sağlık, güvenlik gibi konularda en güvendiğimiz “baba devlet”, biz işçiler için bir baba değil eli sopalı bir hayduttur. Asıl güce sahip olan egemenler için ise çok şefkatli bir babadır. O halde, bilmeli ve tüm gücümüzle haykırmalıyız ki, işçilerin kendi sınıf kardeşlerinden başka dostları yoktur. İşçiler örgütlüyse her şeydir ve tüm dünyayı, insanlığın çıkarları için yaşanabilir bir hale getirecektir. Ama örgütsüz ve dağınık bir işçi sınıfını bundan daha iyi bir yaşam bekleyemez! Örgütlüysek Her Şeyiz, Örgütsüzsek Hiçbir Şey! Gebze’den Marksist Tutum okuru bir büro işçisi