Medeniyetler Çatışması mı, Emperyalist Saldırganlık mı? Levent Toprak
K
arikatür krizi ile birlikte, emperyalist güçlerin Sovyetler Birliği çöktüğünden beri sürmekte olan yeni düşman imal etme çabaları önemli bir dönüm noktasını geride bırakmış bulunuyor. Bu aynı zamanda üçüncü sınıf bir uydurmacadan ibaret olan “medeniyetler çatışması” tezine inandırıcılık kazandırma yolunda önemli bir mesafe katedildiği anlamına geliyor. Bir tarafta bunu imal eden emperyalist güç odakları, diğer tarafta bundan kendi çıkarları açısından medet uman İslamcı güçler, gerçek dünyadaki sorunların ve çatışmaların altında yatan sınıf çatışmalarını gizlemek için bu yeni sis bulutunu artan ölçüde kullanıyorlar. Tarihsel olarak halihazırda açılmış olan yeni dönem bir emperyalist savaş sürecidir ve işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle önü alınmadığı sürece önümüzdeki dönemde emperyalistler işçi sınıfını aldatmak için bu “medeniyetler” ve “kültürler” jargonunu savaş sürecinin ana ideolojik silahı olarak bir koçbaşı gibi kullanacaktır. Gerçekte çıkarları ortak, tek bir bütün olan dünya işçi sınıfının gövdesine bununla yeni yarıklar açılmaktadır. Emperyalistlerin kıyamet senaryolarıyla flört ettikleri bir dönemde bu, dünya işçi sınıfı için çok büyük bir tehlike oluşturmaktadır. Batı işçi sınıfı azgelişmiş ülkelerdeki sınıf kardeşlerine karşı düşmanlaştırılmakta ve buna mukabil azgelişmiş ülkelerdeki işçi sınıfı da Batılı sınıf kardeşlerine karşı kışkırtılmaktadır. Son olaylarla vahameti artan bu tehlikeye karşı azami bir uyanıklık gerekiyor. Buna karşı koymanın tek yolu ise proletarya enternasyonalizminin birleştirici bayrağına sıkı sıkıya sarılmak ve Komünist Manifesto’nun çağrısına uygun olarak dünyanın tüm işçilerinin bu bayrak altında toplanması için inatla uğraş vermekten geçiyor.
Patlama dinamikleri Karikatür krizini birçok yönden ele almak mümkün. Ama öncelikle, dili yeryüzünde topu topu birkaç milyon
insan tarafından konuşulan Danimarka gibi küçük ve uzak bir kuzey ülkesinde yayınlanan birkaç karikatürün böylesine büyük çaplı bir galeyana yol açabilmiş olmasının anlamına dikkat çekmek gerekiyor. Konunun salt bu yönü dünyanın nasıl patlamaya hazır gerilimlerle yüklü olduğunu, yani iktisadi, toplumsal, siyasi ve kültürel çelişkilerin nasıl keskinleşmekte ve derinleşmekte olduğunu göstermektedir. Müslüman ülkelerin ezilen emekçi kitleleri uzun yılların birikimi olan öfkelerini bu provokasyon üzerinden açığa vurmaktadırlar. Gerek Avrupa ülkelerinin sayısı kabarık göçmen işçi ve yoksulları olarak, gerekse de kendi ülkelerinde (Afganistan, Irak ve Filistin’de olduğu gibi) maruz kaldıkları emperyalist baskı ve aşağılama nedeniyle, bu kitleler emperyalist cadı kazanlarında kaynatılan İslam düşmanlığının (İslamofobi) etkilerine hayli zamandır maruz kalmaktaydılar. Özellikle 11 Eylül’den sonra dozu iyice artan bu İslam düşmanlığının körükleyicileri, Müslümanları cahil, geri, ilkel, barbar, gayri medeni, akıldışı, şiddet sapkını olarak resmetmekte ve bu kötülük timsali tipolojiyi Batılı kitlelerin zihnine nakşetmeye çalışmaktadırlar. Şimdiki krizle yaşanan da en dolaysız biçimde bu uğursuz oyunun oynanmasından başka bir şey değildir. Kapitalizm tarihsel bir bunalım yaşamaktadır ve bu bunalım işçi sınıfına ve diğer ezilen emekçi sınıflara yönelik dünya ölçeğinde çok yönlü saldırılarla kendisini göstermektedir. Bu durum kaçınılmaz olarak işçi sınıfı ve emekçilerin huzursuzluğunu ve tepkisini uyarmaktadır. Bunun gayet iyi bilincinde olan egemenler tepkinin sorunların gerçek kaynağı olan kapitalizmi hedef almaması için, bu tepkileri yanlış kanallara yönlendirmeye çalışmakta ve göçmenleri, azgelişmiş ülkeleri, “terörizmi” vs. hedef göstermektedir. Yükselen işsizlik, yoksulluk ve hak gasplarıyla karşı karşıya kalan Batı işçi sınıfına, alttan alta bunların sorumlusunun kapitalizm değil de, düşük ücretlerle çalışan, devletin sosyal fonlarını emip kurutan göçmenler olduğunu; ve yine ucuz işgücü çalıştıran Çin gibi ülkeler olduğu-
1
Mart 2006 • sayı: 12
marksist tutum
nu telkin etmektedirler. Bunun inandırıcılığını pekiştirmek için de sıradan halkta zaten pasif biçimde varolan bazı önyargılar tahrik edilerek kolay hedefler yaratılmaktadır. Bu uğurda akla gelebilecek insana özgü her türlü kötülük göçmenlere adeta doğuştan gelme özellikler olarak yakıştırılmakta ve bu kesimler şeytanlaştırılmaktadır. Zaten içinde bulundukları koyu sefalet nedeniyle suça eğilimli hale getirilen göçmenler, bir yandan sistematik polis tacizleriyle, faşist saldırılarla, yasal düzenlemelerle, ırkçı yayınlar ve filmlerle, gözle görülürgörülmez binbir türlü aşağılama biçimiyle kışkırtılmaktadır. Geçen ay Almanya’da ve Hollanda’da gündeme getirilen, okullarda ve kamuda kendi anadilini konuşma yasağı bu kışkırtmaların sadece son bir örneği. Bunlarla göçmenler daha fazla suça itilmekte ve toplumun lanetlisi konumuna sürüklenmektedirler. Bu ırkçı aşağılama ve nefretten en çok nasibini alanlar da özellikle Avrupa’da yoğun olarak
bulunan yoksul Müslüman kitleler olmaktadır. Tam da bu nedenle geçtiğimiz aylarda Fransa’da ve kısmen diğer bazı Avrupa ülkelerinde patlak veren şiddetli göçmen işçi isyanının kitle tabanı da ağırlıkla Müslüman ülkelerden gelen emekçilerin çocuklarından oluşmaktaydı. Ama sorun bu kitlelerin yalnızca göçmenler olarak maruz kaldıkları baskılar değildir. Bu kitleler yalnızca geldikleri anavatanlarında yer alan on milyonlarca yoksul emekçinin nispeten küçük bir uzantısı durumundadırlar. Ana gövdeyi oluşturan Ortadoğu’nun Müslüman halkları da Batı emperyalizminin ağır baskısı ve saldırılarına maruz kalmaktadır. Kapitalizmin tarihsel bunalımı her zaman olduğu gibi kendisini emperyalist rekabetin giderek artan ölçüde olağandışı yollarla, yani şiddetle yürütülmesi biçiminde göstermektedir ve günümüzde bundan en çok nasibini alanların Ortadoğu halkları olduğuna şüphe yoktur. Filistinler, Afganistanlar, Iraklar, Felluceler, Guantanamolar, Ebu Garipler hep Müslüman ülkelerdeki emekçilerin acı defterine yazılmaktadır. Ayrıca sırada hedef tahtasına konmuş ve üzerlerindeki baskı arttırılmakta olan Suriye ve İran bulunmaktadır. Tüm bu tabloya baktığımızda daha nice pat-
2
lamalar için uygun zeminin hazır olduğu gün gibi açıktır.
Emperyalist provokasyon İşte karikatür krizi böylesi bir arkaplan üzerinde patlak vermiştir. Gelişmeleri doğru anlamak isteyen herkes öncelikle bu bağlamı anlamalıdır. Tam da bu nedenle, aşağıda ayrıca değineceğimiz gibi, konu, özünde ne bir “ifade özgürlüğü” sorunudur, ne de “İslam ve laiklik” sorunu. Söz konusu olan, odağında Ortadoğu coğrafyasının yer aldığı emperyalist planlarla sıkı sıkıya bağlantılı gerici, emperyalist bir saldırıdır. Benzer türde krizlerin çıkması için yeterli zemin fazlasıyla mevcut olmakla beraber, karikatür hadisesinin başlangıcı ve ilerleyişine dikkatlice bakıldığında, bunun hiç de basit bir düşüncesizlik eseri olmadığı, bilinçli bir provokasyon niteliği taşıdığı açıkça görülmektedir. Bu işi tezgâhlayanlar gayet bilinçli bir biçimde hareket ederek, “medeniyetler çatışması” safsatasını gerçek kılmayı hedeflemişlerdir. İsrail devletinin uyguladığı zulmün gemi azıya aldığı ve Irak’ta işgalin her gün onlarca insanın hunharca ölümüne yol açtığı, Guantanamoların, Gazzelerin, Ebu Gariplerin, Fellucelerin, uçan işkencehanelerin yaşandığı bir dünyada, böylesi bir girişimin özellikle Ortadoğu’da nelere yol açacağını bal gibi biliyorlardı. Hele hele Şeytan Ayetleri vakası ya da Hollandalı yönetmen Teo Van Gogh vakası gibi benzer olayların yol açtığı sonuçlar ortadayken. Zaten bu işi tezgâhlayanların sicili çok şey anlatıyor. Bu işte başrolü oynayan kişinin (karikatürleri ilk yayınlayan Danimarka gazetesi Jyllands-Posten’in kültür editörü Flemming Rose) “medeniyetler çatışması” safsatasının işlenip pazarlanmasında etkin olan kirli Amerikan kuruluşlarıyla ilişkileri ortaya çıkmış bulunuyor. Bu zat karikatürleri bizzat Muhammed’in resmedilmesi konusundaki “otosansürü test etmek” için sipariş etmişti. Yani daha baştan provokasyon maksadı güdüldüğü gün gibi açık. O kadar ki, sipariş verilen çizerlerden birisi, gönderdiği karikatürün içinde, doğrudan gazeteyi hedef alan, “Jyllands-Posten’li gazeteciler gerici bir provokatörler çetesidir” sözlerine yer vererek bu maksadı teşhir etmişti. Ayrıca söz konusu gazetenin, kökleri eskiye uzanan sağcı bir gazete olduğu, 30’larda Nazilerle flört ettiği ve genel olarak göçmen düşmanı ırkçı eğilimler taşıdığı iyi biliniyor. Kriz boyunca gazeteyi genel olarak arkalayan Danimarka hükümetinin siciline de dikkat çekmek gerekiyor. Bir kere hükümet sağcı bir hükümet ve Irak savaşı sürecinde Avrupa içindeki bölünmede Amerikan yanlısı tavır alarak emperyalist saldırı alanlarına asker gönderen hükümetlerden. Hükümetin yapısı ve dayandığı siyasi güçler açısından da çarpıcı yönler var. Hükümet aşırı sağcı Danimarka Halk Partisinin desteğine sahip ve bu parti Nazi unsurlarla bağlantılı bir parti. Bu özelliklere sahip hükümet, aynı zamanda şimdiye kadar izlediği ırk ayrımcı politikalar nedeniyle de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından birçok
Mart 2006 • sayı: 12
uyarı almış durumda. Karikatürlerin yayınlanmasını izleyen sürecin gelişimi de başka kanıtlar sunuyor. Patlak veren tartışmanın Danimarka’daki havasının 1930’ların Almanya’sını andırmakta olduğu ve Müslümanların “iç düşman”, “beşinci kol” ve “zararlı tohumlar” olarak anıldığı gözlemciler tarafından aktarılıyor. Aynı tartışmada başbakanın partisinin “göçmenlerin %82’si suç işliyor” gibi sloganlar eşliğinde kampanyalar yürüttüğü ve ikinci ve üçüncü kuşak göçmenlere iki kez suç işleme hakkı verilerek üçüncüde ülkeden atılmaları gibi taleplerin dile getirildiği de biliniyor. Diğer taraftan hem gazete hem de hükümet, önce Danimarka’daki Müslüman göçmen örgütlerinin, ardından Müslüman devletlerin elçiliklerinin girişimlerine ve sonraki daha birçok girişime rağmen ısrarla özür dilemeyi reddederek, olaylar vahim boyutlar alana kadar (yani maksada ulaşılana kadar) bilinçli biçimde gerilimi tırmandırma stratejisi izlemiştir. Aynı provokatif tutum genel anlamda Avrupa’nın geri kalanı için de söz konusudur. Karikatürlerin Avrupa çapında aynı gün (1 Şubat) içinde yayınlanması, bir İtalyan bakanın karikatür baskılı tişört giyeceğini sansasyonel biçimde açıklaması ve ardından bunu gerçekleştirmesi gibi olgular bu provokasyon tablosunu bütünüyle desteklemektedir. Mayıs ayında İngiltere’de yapılacak belediye seçimlerine girecek olan İngiliz faşist partisi BNP daha şimdiden bu seçimlerin “İslam konusunda bir referandum” haline getirilmesi gerektiğini propaganda etmeye başlamış durumda.
İfade özgürlüğü? Bu provokasyonu gerçekleştirenlerin, ona sahip çıkanların ya da mazur göstermeye çalışanların başından beri kullandığı başlıca gerekçe “ifade özgürlüğü” gerekçesiydi. Efendim, Müslümanlar da eleştiriye biraz tahammül göstersinlermiş, ne yani dinle ilgili espri yapılamayacak mıymış, vs.… Çizgiyi daha baştan net çekmek gerekiyor. Bu olayın ifade özgürlüğü tartışması kanalına dökülmesi açıkça bir saptırmacadır. Konuyu buraya çekenler eğer bilinçli bir saptırmaca içinde değillerse, gaflet içindedirler. Yukarıda da belirttiğimiz gibi söz konusu olan emperyalist, ırkçı, gerici bir provokasyondur. Siyasal ve toplumsal yaşamdaki temel işlevi gerçekleri gizlemek, çarpıtmak, bozmak, kitleleri düzenin çıkarları doğrultusunda manipüle etmek olan burjuva medyanın, ifade özgürlüğü konusunda vaaz vermesi doğrusu rezil bir ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. Bütün burjuva medyanın tarihi bir bakıma bu ikiyüzlülüğün tarihidir ve bunu kanıtlamak için uzun boylu kalem oynatmaya gerek bile yoktur. Ancak en azından bu olayla doğrudan ilintili birkaç olguya işaret etmek gerekiyor. Örneğin söz konusu gazetenin daha bundan birkaç yıl önce İsa ile ilgili bazı karikatürleri “okurları rencide edebileceği” gerekçesiyle yayınlamadığı biliniyor. Herhalde hiçbir kanıt bundan daha çar-
marksist tutum
pıcı olamazdı. Medeniyetler çatışmasının haçlılarının, umacılaştırmak istedikleri İslama karşı özellikle tarafgir davrandıkları aşikâr. Ayrıca örneğin Batı medyasının genel olarak antisemitist yayınlar konusunda otosansür uygularken, iş Müslümanlara yönelik ırkçı hakaretlere geldiğinde ifade özgürlüğünden dem vurmasına kim inanır? Özgür medya koca bir yalandır. Gerçekte medyanın yaptığı tam da 1945 öncesi dönemde Yahudiler için yaptıklarının bir benzeridir. “Özgürlükçü” medya için geçerli olan, yasalar ve politik özgürlükler düzleminde haydi haydi geçerlidir. “Özgürlükçü” Batı ülkelerinde her geçen gün yeni bir baskıcı yasal düzenleme yapılıyor, özgürlükler kısıtlanıyor. ABD’de “Yurtseverlik Yasası” (sol adına Türk yurtseverliğine soyunanların kulağı çınlasın!), en son geçtiğimiz günlerde İngiltere’de çıkarılan ve “şiddeti övmeyi” cezalandıran gerici yasa gibi sayısız örnek bu gerici gidişin yalnızca sıradan örnekleri. Hal böyleyken Danimarka başbakanının ve diğer AB sözcülerinin karikatür krizi dolayısıyla özgürlükçü değerler ve kültürlerinden söz etmeleri bir başka ikiyüzlülük değildir de nedir? Diğer taraftan, ironik biçimde, ifade özgürlüğünden dem vuranların, sözüm ona hassasiyetleri giderme adına tam da özgürlükleri kısıtlayıcı birtakım yeni gerici yasalar çıkarması tehlikesi bulunuyor. Karikatürlere tepki gösterenlerin bir bölümü “inanca hakareti” yasaklayan yasal düzenlemeler talep ediyorlar. Ne yazık ki bunlar arasında bazı Avrupalı sosyalist çevreler de bulunuyor. Genel olarak kazanılmış özgürlüklerin budanmakta olduğu bir dönemde bu tür yasaklar talep etmek iki kere yanlıştır. Karikatürlerin İslam düşmanı ve ırkçı olduğu doğru olmakla beraber, çare devlet yasağı talep etmek değildir. Biz çok iyi biliriz ki bu tür yasaklar asıl olarak işçi hareketine, sosyalistlere, devrimcilere karşı kullanılmışlardır ve kullanılacaklardır. Ancak böylesi yasaklara karşı olmak hiç de halkın dini duygularına bu türden açık hakaret ve provokasyon içeren yayınların yapılmasını savunmak anlamına gelmez. Aksine Marksistler bu tür provokasyonlara açıkça karşı çıkarlar. Ama diğer taraftan Marksistler din ve onunla bağlantılı çeşitli konuların bilimsel temelde eleştirisinin bu kapsama sokulmasına da şiddetle karşı dururlar. Özellikle dinci gericilerin açık hakaret ve provokasyonu bahane ederek genelde din eleştirisini yasaklama gayretlerine asla prim verilemez. Öte yandan karikatür olayında olduğu gibi, ırkçı ve gerici yayınların engellenmesi konusunda devrimci işçi hareketinin tarihi zengin örnekler sunmaktadır. Rus Devrimi döneminde matbaa işçilerinin gerici örgütlerin yayınlarını basmayı reddetmeleri gibi örneklerin yanı sıra, 1984 yılında İngiltere’deki büyük madenciler grevi sırasında matbaa işçileri, ön sayfada greve açıkça saldırı niteliğindeki bir başyazının yer aldığı gerici The Sun gazetesini bu ön sayfası bomboş olmak üzere basmışlardı. Eğer sınıf güçleri bu denli gerilememiş olsaydı, Jyllands-Posten ve diğer Avrupa
3
Mart 2006 • sayı: 12
marksist tutum
gazetelerinin matbaalarında devrimci, mücadeleci işçi ve örgütler etkin olsalardı bu tarihsel örneklerin gösterdiğini yapabilirlerdi.
Gerici kısır döngü Bu gerici emperyalist saldırı, tam da maksadına uygun olarak karşısında bir başka gericiliği yaratmakta ve beslemektedir. Radikal İslamcılar ve Ortadoğu’daki gerici rejimler ezilen ve sömürülen halk kitlelerinin tepkisini kanalize ederek güç kazanmakta ve çatışmanın bir din/kültür/ medeniyet çatışması olarak sunulan yanlış resmine kendi cephelerinden inandırıcılık sağlamaktadırlar. Böylece birbirini besleyen gericiliklerden oluşan bir gericilik kısır döngüsü oluşmaktadır. Bir tarafta emperyalizm, ırkçılık ve İslamofobi, diğer tarafta radikal İslamcılar. Nitekim radikal İslamcılar ve Ortadoğu’daki gerici rejimler karikatürlerin yayınlanmasını takip eden süreçte kendi rollerini oynadılar. Nasıl ki Batılı egemenler Batı işçi sınıfını kendi arkalarına yedeklemeye uğraşmaktaysalar, aynı şekilde Müslüman ülkelerin gerici egemen sınıfları da işçi sınıfını ve yoksul emekçi kitleleri kendi arkalarına yedeklemek istemektedirler. Dünya işçilerini ve emekçilerini bölerek birbirlerine karşı kışkırtmak her iki cenahın da ortak hedefidir. Karikatürler Danimarka’da yayınlandıktan sonra bunları İslam ülkelerine taşıyan İslamcılar, bunların etkisini arttırmak için karikatürlere orijinal karikatürler içinde yer almayan, ama öyle sunulan yeni karikatürler ilave ederek bunu yaptılar ve aynı zamanda halkı galeyana getirmek için de ellerinden geleni artlarına koymadılar. Diğer taraftan gerici Suriye rejimi de, Suriye ve Lübnan’da Danimarka elçiliklerinin yakılıp yıkılmasına yol açan gösterileri el altından örgütledi. Benzer bir tutumu İran gerici rejimi de gösterdi. İranlı gericiler sözümona misilleme adına Yahudi soykırımını hafife alacak bir karikatür yarışması açtılar. Daha birçok irili ufaklı örneğin verilebileceği bu tablo nasıl bir gericilik sarmalının oluşmakta olduğunu çarpıcı biçimde göstermektedir. Radikal İslamcıların tutumunun kendi gerici dünya görüşleriyle tümüyle uyumlu olduğuna özellikle dikkat çekmek gerekiyor. Bunlar “medeniyetler çatışması” safsatasının sonuçlarından şikayetçi olsalar da, ilkesel olarak bu tezle hemfikirdirler. Huntington’un söz konusu makalesi ve kitabını, ve ayrıca bu tezlerin tarihsel öncülü olan Nazilerin fikir babalarından Oswald Spengler’in ilgili çalışmasını da Türkiye’de ilk olarak İslamcı kesimlerin yayınlamış olması bunun anlamlı bir göstergesidir. Batılı gericiler “bizler ayrı dünyaların insanıyız ve üstün olan biziz” derken, İslamcı gericiler aynı görüşü, sadece ayna yansımasını alarak savunmaktadırlar. Nitekim karikatür krizi nedeniyle İstanbul’da miting düzenleyen Saadet Partisi bile burada Batı karşıtı bir söylem tutturdu ve Türkiye’nin AB sevdasından vazgeçip İslam dünyasının başına geçerek yeni bir
4
dünyanın kuruluşuna öncülük etmesi gerektiği düşüncesini propaganda etti.
“Medeniyetler Çatışması” Sovyetler Birliği çöktüğünde emperyalist egemenlerin sevinç çığlıkları pek uzun ömürlü olmamıştı. Kendi halklarının gözünü korkutarak kapitalizmin hastalıklarını gizleyebilmelerine olanak sağlayan o dağ gibi düşman yıkılıp gitmişti. Yeni düşmanlar, günah keçileri ve şamar oğlanları bulmak gerekiyordu. Düzen ideologları kısa bir bocalama yaşamakla beraber pek de vakit kaybetmeden kendilerine benzer işlevi görecek yeni bir düşman ve buna uygun bir ideoloji arayışına giriştiler ve yeni adaylar kısa süre içinde imal edildi. 1991’deki Birinci Körfez Savaşında Irak güçlerinin uğradığı hızlı ve mutlak yenilgi üzerine, düşman sıkıntısı yaşayan ABD emperyalizminin meramını o zamanın genelkurmay başkanı Colin Powell çarpıcı sözlerle dile getirmişti: “Bunu iyice düşünün. İblislerim bitiyor. Kötü adamlarım bitiyor.” Amerikan “derin” devlet aygıtıyla irtibatlı çoğu akademisyen kılıklı ideologlar eliyle, “terörizm”, “terörist devletler”, “haydut devletler” gibi hayaletler icat edildi. Bu tür ülkeler, onların “çılgın” liderleri ve onların beslediği teröristler, “Batılı değerler ve yaşam tarzı” için bir tehdit oluşturuyordu. Nitekim Bush da 11 Eylül sonrası yaptığı konuşmalarda sıkça bu noktaya vurgu yaparak, “yaşam tarzımıza yönelik tehditlere karşı savaşacağız” demişti. Aynı sözler Londra bombalamalarının ardından da Blair tarafından sıkça tekrarlandı. Doğal olarak bu tehditlere ilişkin tedbirler de gündeme getiriliyordu. “Tarihin Sonu” safsatasıyla meşhur olan Fukuyama’nın, aynı zamanda, ehil olmayan ülke ve güçlere karşı “kuvvet uygulama yeteneğinde olan” yeni bir “uygar milletler topluluğu” önerdiği daha az bilinir. Yani İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin dengelerini yansıtan Birleşmiş Milletler’in bile, yeni açılan dönemde ABD emperyalizminin çıkarları için ayakbağı olabileceği düşüncesi daha o zamandan işlenmeye başlamıştı. Yeni dönemin ideolojik iklimini oluşturmak için yapılan bu girişimlerin, yukarıda belirttiğimiz genel niteliğinin (içteki hastalıkları gizleyebilecek bir düşman bulma) yanı sıra, onunla bağlantılı değişik hedef ve motifleri de bulunuyordu. Bir yandan karanlık devlet aygıtıyla iç içe geçmiş muazzam silah kompleksinin çıkarlarını sürdürme söz konusuyken, bir yandan da Sovyetler Birliği’nin varlığıyla belirlenen önceki dönemin koşullarında Batılı emperyalist güçlere karşı göreli bir manevra alanı kazanmış olan ve bu sayede bu güçlere zaman zaman kafa tutarak kimi durumlarda onların çıkarlarını zedelemiş olan azgelişmiş ülkelere haddini bildirme söz konusuydu. Elbette dünya petrol rezervlerinin üçte ikisinin bulunduğu Ortadoğu temel bir hedefti. Bu bölgede başta İran olmak üzere birçok devlet eski dünya konjonktürünün bir
Mart 2006 • sayı: 12
kalıntısı olarak ABD emperyalizminin çıkarlarına ters bir konumdaydılar ve başkalarına yâr olmadan yeniden yapılandırılarak ABD nüfuz alanına sokulmaları gerekiyordu. Bu coğrafyanın esas olarak İslam coğrafyası olması da, ihtiyaç duyulan ideolojik umacı için en güçlü adayın İslamcılık olarak sivrilmesinde rol oynadı. Diğer taraftan ABD emperyalizmi için yeni dönemin en önemli önceliklerinden birisi bu dönemde eskinin SSCB’si gibi ABD’ye kafa tutacak yeni büyük güçlerin çıkmasını her ne pahasına olursa olsun engellemekti. Avrupa’nın birleşerek yeni bir güç olmasının ve ABD ile karşıtlaşmasının engellenmesi bunun bir somut hedefi iken, ufukta görünen Çin’in ve yeniden ayağa kalkması muhtemel Rusya’nın kuşatılması da diğer temel hedeflerdi. Bu gerici safsata, içeriğinin doğası gereği Batı dışındaki toplumları küstahça küçümseyen ırkçı bir nitelik taşır. Bugün Müslümanların şeytanlaştırılması üzerinden bu çok açıkça görülmektedir, ama gelecekte bununla sınırlı kalınacağının da bir garantisi yoktur. Yarın pekâlâ Çinlilerin ve öbür gün başkalarının benzer şekilde şeytanlaştırılmasına tanık olabiliriz. Esasen Batı emperyalizmi bu konuda zaten sabıkalıdır. İlk kez 1993 yılında Amerikan Dışişleri Bakanlığının danışmanı Samuel Huntington tarafından ortaya atılan “Medeniyetler Çatışması” safsatası, tüm bu gerici argümanların sentezlendiği genel bir ideolojik çerçeve olarak ortaya çıktı. ABD emperyalizminin yeni dönemdeki tüm temel ideolojik/politik ihtiyaçlarına cevap veren bu safsataya göre, artık temel çatışma kaynağı ideolojik ya da ekonomik değil “kültürel” olacak ve asıl çatışmalar da “kültürel varlıklar” olarak tanımlanan farklı uygarlıklar arasında olacaktı. Dünya, “birbirlerinden tarih, dil, kültür, gelenek, ve en önemlisi din, tarafından” ayrılan 7-8 kültür/uygarlığa bölünmekteydi, çatışma ve ittifaklar bu çizgiler etrafında gelişecekti. Bu uygarlıklar Batı, Konfüçyüs, Japon, İslam, Hindu, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve “muhtemelen” Afrika uygarlıklarıydı. Ancak, “Dünya politikasının gelecekteki ana ekseni (...) ‘Batı ve diğerleri’ arasındaki çatışma ve Batılı olmayan uygarlıkların Batı gücüne ve değerlerine verdiği karşılıklar olacak gibi görünmekte”ydi. Fakat bu “gerisi” içinde bazıları öne çıkmaktadır: “Kültürleri ve güçlerinden dolayı Batıya dahil olmak istemeyen veya olamayan ülkeler, kendi ekonomik, askeri ve politik güçlerini geliştirerek Batı ile yarışmaktadırlar. Bunu kendi iç gelişimlerine ağırlık vererek ve diğer Batılı olmayan ülkelerle işbirliği yaparak gerçekleştirmektedirler. Bu işbirliğinin en dikkat çeken biçimi Batının çıkarlarına, değerlerine ve gü-
marksist tutum
cüne meydan okumak üzere ortaya çıkan Konfüçyüs-İslam bağlantısıdır.” Yani esas düşmanlar İslam ve Çin olarak tarif edilmektedir. Peki Batı bunlara karşı ne yapmalıdır? Huntington’a göre, “kendi uygarlığı içinde, özellikle Avrupa ve Kuzey Amerika bileşenleri arasında, işbirliğini ve birliği daha fazla teşvik etmek; kültürleri Batıya yakın olan Doğu Avrupa ve Latin Amerika’yı Batı toplumları içine dahil etmek; Rusya ve Japonya ile işbirliği ilişkilerini teşvik etmek ve bunları sürdürmek; uygarlıklar arası yerel çatışmaların bunlar arasında büyük ölçekli çatışmalara doğru tırmanmasını engellemek; Konfüçyüsçü ve İslami devletlerin askeri güçlerinin büyümesini sınırlamak; doğu ve güneydoğu Asya’da Batının askeri kapasitesinin azaltılmasını yavaşlatmak ve askeri üstünlüğünü muhafaza etmek; Konfüçyüsçü ve İslami devletler arasındaki farklılık ve çatışmaları istismar etmek; diğer uygarlıkların içinde Batı değerlerine ve çıkarlarına yakın duran grupları desteklemek; Batı çıkarlarını ve değerlerini yansıtan ve meşrulaştıran uluslararası kuruluşları güçlendirmek ve Batılı olmayan devletlerin bu kuruluşlarda yer almasını teşvik etmek açıkça Batının çıkarınadır.” Emperyalistlerin bugün gütmekte oldukları siyasetin hemen tüm unsurları burada gayet açık olarak görülüyor. Bunun en son önemli göstergesi de geçtiğimiz günlerde ABD’de duyurulan yeni uzun dönemli strateji belgesiydi. Burada Çin en büyük ve tehlikeli rakip ve “terörizm” adı altında kodlanan İslamcılık da en büyük tehdit olarak yeniden tarif ediliyor. Görüldüğü gibi bu yeni emperyalist safsata, toplumsal ve siyasal hayatın temel çizgilerini belirleyen ve temelde maddi çıkarlar üzerinden işleyen sınıf mücadeleleri gerçeğini gizleyerek dünya işçi sınıfını “medeniyet” ya da “kültür” denilen sahte çizgiler üzerinden bölerek birbirine düşmanlaştırmakta ve kendi arkasına yedeklemeyi hedeflemekte; emperyalist güçler arasındaki dünyanın yeniden paylaşımı mücadelesini, bu temelde nüfuz alanları mücadelesini saklamakta, emperyalist saldırganlığı medeniyet çatışması kılığına bürüyerek aklamaktadır. Gerçekte insanlık tarihinin gelişimine ve bu temelde medeniyet kavramına bilimsel ölçülerle bakıldığında kapitalizmin yeryüzü üzerinde tam hakimiyetini ilan ettiği döneme kadar yalnızca iki farklı ana uygarlık çizgisi hüküm sürmüş, ama kapitalizmin hakimiyetiyle birlikte dünya giderek artan ölçüde tek bir uygarlık çizgisi üzerinde ilerlemiştir. Kabaca toprakta özel mülkiyete dayalı Batı uygarlık çizgisi (Batı tipi sınıflı toplum) ve kolektif devlet mülkiyetine dayalı Doğu uygarlık çizgisi (Doğu tipi sınıflı toplum) diyebileceğimiz bu iki çizgi içinde yer alan toplumlar da birbirleriyle birçok bakımdan etkileşmişler ve bu durum egemen sınıfların çıkarlarına dokunmadığı sürece hiç de sorun oluşturmamıştır. Bu iki çizginin somut olarak yan yana yaşadığı kapitalizm öncesi dönemdeki savaşlar da, hiç de özel olarak bu iki uygarlık çizgisinin farklılığından değil egemen sınıfların çıkar çatışmasından kaynaklanıyordu.
5
marksist tutum
Hatta aynı nedenle, çoğunlukla aynı uygarlık dairesinin içindeki sayısız toplum ve kavim arasında çatışmalar söz konusuydu. Kısacası tüm tarihe olduğu gibi bu tür çatışmalara “medeniyetler farklılığı” değil maddi çıkarlar dünyasının somut çelişkileri hakimdi. Bugünün dünyası ise az önce belirttiğimiz gibi tek bir kapitalist uygarlığın egemenliği altındadır. Elbette uzak geçmişin farklı tarihsel gelenek ve unsurları bugün de önemli farklılıklar olarak değişik toplumların yaşantısında son derece farklı görünümler ortaya çıkarmaktadır. Ancak dünya ölçeğindeki temel iktisadi, sosyal ve politik süreçler asla bu tür farklılıklarla tayin edilmezler. Tayin edici etmen, üretici güçlerin gelişimi ve bu temel üzerinde sınıflar arası ve nihayetinde onun bir türevi olan devletler arası ilişkiler alanıdır. Bu gerici safsata, içeriğinin doğası gereği Batı dışındaki toplumları küstahça küçümseyen ırkçı bir nitelik taşır. Bugün Müslümanların şeytanlaştırılması üzerinden bu çok açıkça görülmektedir, ama gelecekte bununla sınırlı kalınacağının da bir garantisi yoktur. Yarın pekâlâ Çinlilerin ve öbür gün başkalarının benzer şekilde şeytanlaştırılmasına tanık olabiliriz. Esasen Batı emperyalizmi bu konuda zaten sabıkalıdır. Üstelik sanıldığı gibi bu sadece Alman Nazizmiyle sınırlı değildir. Genel olarak Batı emperyalizmi sömürge halklar konusunda ve hatta Japonlar konusunda benzer şekilde davranmıştır. Diğer taraftan bu ırkçılık, Batıda yaşayan çok geniş bir Müslüman kitle olması dolayısıyla ırkçı nefretin üzerine dolaysızca akabileceği bir hedefe de sahiptir. Geçmişin antisemitizminin yerini şimdi İslamofobi almaktadır. Batılı egemenler bir kez daha bu tür kışkırtmalarla Batı işçi sınıfını zehirlemeye çalışmaktadırlar. Bu safsatanın hiç de yeni bir icat olmayıp, iki savaş arası dönemde Nazilerin fikir babalarından biri olan Oswald Spengler’in karanlık düşüncelerinin yeniden canlandırılmasından başka bir şey olmaması tam da bu nedenle şaşırtıcı değildir. Spengler o zaman için Avrupa’nın tüm dünyaya ve kültürlere üstünlüğünü ve egemenliğini savunuyor ve en azından başlangıçta Nazilerin de bunun bir gerçekleştiricisi olacağını umuyordu. Huntington ise bu rolü ABD emperyalizmine vermektedir.
Çare: sınıf mücadelesi ve proletarya enternasyonalizmi Gerici “medeniyetler çatışması” safsatasının geniş halk kitleleri nezdinde kabul görmesi büyük bir tehlikedir ve emperyalistlerin (ve onların ekmeğine yağ süren radikal İslamcıların) yapmak istedikleri budur. En başta da işaret ettiğimiz gibi bununla insanlık “medeniyet” denilen çizgiler üzerinden bölünerek birbirine düşürülmeye ve yeni kan banyolarına sürüklenmeye çalışılmaktadır. Bu emperyalist bir kapandır. Binbir türlü provokasyon ve komployla gerçeklik ka-
6
Mart 2006 • sayı: 12
zandırılmaya çalışılan bu safsataya karşı dünya işçi sınıfının proletarya enternasyonalizmi bayrağını öne çıkarması yegâne çıkış yoludur. Bugün kapitalizm kendi doğasının eseri olarak bir kez daha büyük bir bunalım yaşamaktadır ve bu bunalımın bedelini bir kez daha insanlığa ödetmek istemektedir. Kapitalizmin yeni bir yükselişi ancak, geçmişte olduğu gibi yeni kan banyoları üzerinden olabilir. Buna engel olabilecek tek güç ise işçi sınıfıdır. Ama bir şartla: proletarya enternasyonalizmine sarılarak tüm dünyada kapitalistlere karşı sınıf mücadelesini yükseltirse! Bilimdışı, keyfi tanımlarla oluşturulan ve gerçek kılınmaya çalışılan sahte “medeniyet” teranesi, bunun önüne dikilen yeni bir engeldir ve bununla mücadele edilmesi gerekmektedir. Bunun getirdiği tehlikeler geçmişte yaşananların yalnızca yeni bir kılık altında zuhur etmesidir. “Medeniyet” ya da “kültür” lafzı altında, bildik ırkçılık ve emperyalist şovenizm belâsı hortlatılmaktadır. Batıda işçi hareketi ve sosyalist hareket şayet “terörizm”, “şiddet” gibi sahte öcülere aldanıp, kapitalizmin bütünsel saldırısının yalnızca kendilerini doğrudan etkileyen yönlerine odaklanırlarsa, geçmiştekinden daha katmerli acıların yaşanması kaçınılmaz olur. Paris’teki göçmen işçi isyanı karşısında Fransız sosyalistlerinin tavrı bu konuda ciddi bir uyarıdır. Bu kapsamda Batı solunun basmaması gereken bir tuzak da, özellikle Müslüman ülkelerden gelen göçmenleri düşmanlaştırmaya dönük girişimlerin sinsi bir ayağını oluşturan laiklik ya da kadın sorunu gibi konulardır. Fransız sosyalistleri başörtüsünün yasaklanması gibi konularda genel olarak ne yazık ki bu tuzağa basmışlardır. Diğer taraftan yine genel olarak söylemek gerekirse, dinin gerici etkilerine karşı mücadelenin yolu ezilen kitlelerin inançlarına hakaret etmek ya da bu inançları alay konusu haline getirmek değildir. Zira Marx’ın dediği gibi din “kalpsiz dünyanın kalbi, ruhsuz şartların ruhudur”. O nedenle asıl sorun, dini bu insanlar için bir sığınak haline getiren sömürü ve baskıya karşı mücadele etmektir.
Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı / 5 Mehmet Sinan Gelişen Batı kapitalizmi karşısında Osmanlının bocalama ve gerileme dönemi (17 ve 18. yüzyıllar) Osmanlı İmparatorluğu’nun 15. yüzyılda başlayan ve 16. yüzyıl boyunca devam eden militer genişlemesi ve bu genişlemeye bağlı olarak gerçekleşen ekonomik yükselişi, 17. yüzyıla gelindiğinde artık daha ileri gidemeyeceği bir noktaya gelip dayanmış bulunuyordu. Bunun başlıca nedeni, Osmanlı toplumundaki hâkim üretim ilişkilerinin (Asyatik despotizm), bu toplumun bağrındaki toplumsal üretici güçlerin gelişmesine daha fazla imkân tanımayan bir karakterde olmasıydı. Aslında diğer despotik devletler gibi, Osmanlı devleti de belli bir genişleme döneminden sonra kaçınılmaz olan bir “tarihsel dönüm” noktasına gelmiş bulunuyordu. Osmanlı toplumundaki egemen üretim ilişkileri değişmediği sürece, bu toplumunun kendi içsel dinamikleriyle yeni bir üretim tarzına geçmesi ve daha gelişkin bir sosyo-ekonomik formasyona evrilmesi söz konusu olamazdı. Oysa bu söylediğimiz olay, feodal üretim tarzı içinde yeni üretim ilişkilerinin gelişme imkânı bulması sonucunda 16. yüzyıl Avrupa’sında yaşanmakta olan bir olaydı. Toprakta özel mülkiyetin, yaygın meta üretiminin ve serbest mübadele ilişkilerinin bulunmadığı, dolayısıyla bir sivil toplumun (özel mülkiyete dayalı sınıfların) oluşmadığı ve buna bağlı olarak da gerçek anlamda sınıf karşıtlıklarının ve sınıf mücadelelerinin gelişemediği Osmanlı toplumunda, evrimci ve devrimci dinamiklerin işleyebilmesi son derece güç, hatta imkânsız gibi bir şeydi. Bu durumda olan bir toplumdan beklenebilecek şey, kendini özellikle devlet katındaki (egemen sınıf içindeki) çatışma, yozlaşma ve çürümeyle dışa vuran, uzun ve sancılı bir çözülme süreci olabilirdi ancak. Nitekim, Asya tipi bir sınıflı toplum olan Osmanlı toplumunun 17. yüzyıldan itibaren içine girdiği süreç de bundan başka bir şey olmayacaktı. 17. ve 18. yüzyıllar, gelişen Batı kapitalizmi karşısında derin bir malî bunalım içine giren Osmanlının, hem merkezi despotik-devlet yapısında, hem de sosyo-ekonomik yapılarında esaslı bozulmaların, çözülmelerin ve dağılmaların yaşandığı; imparatorluk bünyesinde büyük toplumsal çalkantıların vuku bulduğu bir bocalama ve gerileme dönemidir. Başka bir deyişle bu dönem, düzeni bozulmuş despotizmin ayakta kalmak için direndiği bir dönemidir.
17 ve 18. yüzyıllar, Osmanlının despotik sisteminde esaslı bozulmaların ve çözülmelerin yaşandığı önemli bir tarihsel dönemdir. Artık Osmanlı padişahları orduyu eskisi gibi öyle kolay kolay savaşlara da süremezler bu dönemde. Asker savaşmak istemez ya da savaşmak için daha çok altın, daha çok “prim” talep eder padişahtan. Bunun sonucunda, sık sık isyanlar da baş gösterecektir kapıkulu sipahiler ve yeniçeriler arasında. Öte yandan bu dönem, egemen devletlû sınıf içinde bireysel servet yığma yarışının da başladığı bir dönemdir. Saray, kapıkulu bürokrasi, paşalar, vezirler, mültezimler ve sarraflar arasında kurulan çıkar zinciri de, devlet katında başlayan yozlaşma ve çürümenin esaslı bir göstergesidir.
7
marksist tutum
Osmanlı despotizminin bu iki yüz yıllık dönem içinde ayakta kalmak için gösterdiği direnç, gerçekten ilginçtir. Bir yandan Batı Avrupa’da kapitalist üretim tarzı gelişiyor ve Osmanlı devleti de bu Avrupa ile ticarî ilişkiler geliştiriyor. Ama öte yandan aynı Osmanlı devleti, kendisini bu kapitalist transformasyonun dışında tutabiliyor ve kendi bozuk düzenli yapısını, müthiş bir direngenlikle iki yüz yıl daha sürdürebiliyor... Peki bu nasıl olabiliyor? Ya da Osmanlı’nın bu “başarısı”nın sırrı nerededir? Bunun o dönemdeki dış faktörlerle açıklanabilecek pek çok nedeni var kuşkusuz. Ama bizce bu sorunun asıl yanıtı, Osmanlı despotizminin maddi temelini oluşturan Asyatik üretim tarzının iç mekanizmalarında aranmalıdır.
Osmanlı toplumuna ilişkin önemli bir tartışma: Asyatik üretim tarzı ve “durgunluk” sorunu Marx’ın, ileride yazmayı düşündüğü büyük esere hazırlık niteliğinde kaleme aldığı 1857-58 elyazmaları (Grundrisse), yazılışından neredeyse yüz yıl sonra (1953’te) yayımlanabilmiştir. Marx bu elyazmalarının “kapitalizm öncesi ekonomi biçimleri” başlığını taşıyan bölümünde, Asyatik üretim tarzının, diğer üretim tarzlarından (kölecilik ve feodalizm) farklı tipte bir “üretim tarzı” olduğunu söylüyordu. Şöyle ki, Batı uygarlığının (Batılı sınıflı toplumların) temelini oluşturan köleci ve feodal üretim tarzları, esas olarak toprakta özel mülkiyete dayanırken, Doğu uygarlığının (Doğulu sınıflı toplumların) temelini oluşturan Asyatik üretim tarzı, toprakta kolektif devlet mülkiyetine dayanmaktadır. Öte yandan Marx, Asyatik üretim tarzının, tarihsel olarak (yani zaman bakımından) köleci ve feodal üretim tarzlarına ön gelen bir aşama olduğunu belirtmektedir. 1859 yılında kaleme aldığı Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı adlı esere yazdığı ünlü önsözde de bu görüşünü yineler Marx: “Geniş çizgileriyle, asya üretim tarzı, antik çağ, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, toplumsalekonomik şekillenmenin ileriye doğru gelişen çağları olarak nitelendirilebilirler.” (Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yay., Eylül 1993, s.24) Sonradan Marx’ın bu açılımını yanlış yorumlayan kimi Marksistler, tarihsel bakımdan köleci üretim tarzına ön gelen Asyatik üretim tarzının, içerdiği üretici güçler bakımından da kölecilikten daha geri, daha ilkel bir üretim tarzı olduğunu iddia ettiler. Bu iddiaya ya da varsayıma göre, Asyatik üretim tarzı, kolektif topluluk mülkiyetine dayanan ilkel sınıfsız toplumdan (ilkel komünizmden), özel mülkiyete dayanan ilk sınıflı toplumlara (kölecilik ve feodalizm) bir geçiş aşaması ya da bir “ara aşama” idi yalnızca! Marxın Katkı’ya önsözdeki açılımını bu şekilde yorumlayanlar bu insanlar, Asyatik üretim tarzı ile köleci veya feodal üretim tarzları arasında, yalnızca tarihsel bir ardışıklığın değil, organik bir geçişselliğin de söz konusu olduğunu iddia et-
8
Mart 2006 • sayı: 12
tiler. Yani onlara göre Asyatik üretim tarzı, tarihte kendi başına kalıcı bir uygarlık yaratabilmiş bir üretim tarzı değildi. Bu üretim tarzı, ya köleciliğe ya da feodalizme evrilen geçici ve “geçişsel” bir üretim tarzı idi yalnızca! Bu anlayış sahiplerine göre, tarihteki temel üretim tarzları, yalnızca Batı tipi uygarlığa temellik etmiş olan kölecilik ve feodalizm idi. Tarihsel evrim sürecinde ortaya çıkan Asyatik üretim tarzı ise, kalıcı hiçbir uygarlık yaratamamış olan “talî”, “geçici” ve “ilkel” bir üretim tarzı idi! Bu yaklaşımın, Marx’ın söyledikleriyle hiçbir ilgisi yoktur tabii ki. Bir kere Marx, Asyatik üretim tarzını da diğer üretim tarzları gibi, “temel” bir üretim tarzı olarak tanımlar. Gerçi Marx, Asyatik üretim tarzı ile köleci ve feodal üretim tarzları arasında tarihsel bakımdan bir ardışıklık olduğunu söylemiştir, ama organik bir ardışıklık olduğunu hiçbir zaman söylememiştir. Yani köleci ve feodal üretim tarzları, hiçbir biçimde Asyatik üretim tarzından türemiş değillerdir. Ya da başka bir ifadeyle söylersek, Asyatik üretim tarzı, hiçbir zaman köleciliğe ya da feodalizme evrilmiş değildir. Aslında Marx, kapitalizm öncesi ekonomiktoplumsal kuruluşlara ilişkin olarak, iki ayrı sınıflı toplum tipi ve iki ayrı uygarlık çizgisi ayırt etmektedir. Birincisi, toprakta kolektif devlet mülkiyetine dayanan Doğu despotizmi tarzındaki sınıflı toplum tipi (Doğu’nun uygarlık çizgisi); ikincisi ise, toprakta özel mülkiyete dayanan köleci ve feodal üretim tarzındaki sınıflı toplum tipi (Batı’nın uygarlık çizgisi). Marx, kapitalizm öncesi ekonomiktoplumsal kuruluşlara ilişkin olarak, iki ayrı sınıflı toplum tipi ve iki ayrı uygarlık çizgisi ayırt etmektedir. Birincisi, toprakta kolektif devlet mülkiyetine dayanan Doğu despotizmi tarzındaki sınıflı toplum tipi (Doğu’nun uygarlık çizgisi); ikincisi ise, toprakta özel mülkiyete dayanan köleci ve feodal üretim tarzındaki sınıflı toplum tipi (Batı’nın uygarlık çizgisi). Ekonomik-toplumsal kuruluşların tarihsel evrim süreçleri incelendiğinde görülmektedir ki, antik çağlardan zamanımıza kadar olan tarihsel dönemde, Asyatik sınıflı toplumlardan hiçbiri, köleciliğe ya da feodalizme evrilmiş değildir. Asyatik üretim tarzından, gene Asyatik üretim tarzından başka bir şey türememiştir. Ta ki kapitalizm bir dünya sistemi olarak gelişip, Asyatik üretim tarzı temelinde oluşmuş ekonomik-toplumsal kuruluşları dışardan bir etkiyle çözene kadar! Marx’ın ortaya koymuş bulunduğu bu “iki ayrı uygarlık çizgisi” ve “iki ayrı sınıflı toplum tipi” çözümlemesi doğru bir şekilde kavranmadığı ve kabul edilmediği takdirde, Marx’ın tarihsel maddecilik kuramının bütünsel bir kavranışının mümkün olamayacağı yeterince açık olmalı.
Mart 2006 • sayı: 12
Öte yandan, Marx’ın çözümlemelerinden, Asyatik üretim tarzının, köleci ve feodal üretim tarzlarından daha geri ya da daha ilkel bir üretici güçler düzeyini temsil ettiği ve hep de öyle kaldığı gibi bir sonuç çıkarmak asla doğru değildir. Zira tarihte, sahip olduğu üretici güçlerin gelişme düzeyi bakımından ilkel (arkaik) bir aşamada bulunan Asyatik sınıflı toplumlara (örneğin eski çağlardaki Sümer, Hint, Mısır vb. uygarlığı) rastlandığı gibi, üretici güçlerin gelişme düzeyi bakımından, köleci ve feodal aşamalara eşdeğerde bir gelişme gösteren Asyatik üretim tarzlı sınıflı toplumlara da rastlanmıştır. Üstelik bu ikinciler yakın çağlara kadar varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Örneğin, 16. yüzyılın sonlarına kadar parlak bir gelişme sergileyen Çin ve Osmanlı İmparatorlukları gibi. Dolayısıyla, “Asyatik sınıflı toplumlarda üretici güçler mutlak bir durgunluk içindedir” gibisinden bir varsayımın ya da iddianın, bizce hiçbir geçerliliği yoktur. Tersine, üretici güçlerin gelişme düzeyi bakımından bir karşılaştırma yapıldığında, Asyatik üretim tarzı çerçevesinde oluşmuş kimi Doğu uygarlıklarının, köleci ve feodal üretim tarzı çerçevesinde oluşmuş kimi Batı uygarlıklarından daha parlak bir üretici güçler ve teknolojik gelişme düzeyini yansıttıkları rahatlıkla söylenebilir. Örneğin, Asyatik üretim tarzı çerçevesinde gelişen kimi İslam devletlerinin Orta Çağ’da yarattıkları uygarlıkların, Batı’da feodal üretim tarzı çerçevesinde yaratılan uygarlıktan çok daha parlak bir uygarlık düzeyini dışa vurduğu yadsınamaz bir gerçekliktir. Keza aynı şekilde, 16. yüzyılın sonlarına değin çağlarının en gelişmiş devletleri olarak kabul edilen Çin ve Osmanlı İmparatorluklarının sergiledikleri uygarlık düzeyi de bu savın doğruluğunu kanıtlayan bir başka örneği oluşturmaktadır. Bu konuda Marx da (gerek Grundrisse’de ve gerekse Kapital’de) farklı bir görüş ileri sürmüş değildir kuşkusuz. Marx hiçbir zaman, “Asyatik üretim tarzı üretici güçlerin mutlak durgunluğu ile karakterize olur” gibisinden bir genelleme yapmış değildir yazılarında. O, “durgunluk” kavramını üretici güçler bağlamında değil, üretim ilişkileri bağlamında kullanmış, yani Asyatik üretim tarzı çerçevesinde “durgun üretim ilişkileri”nden söz etmiştir. Marx’ın bu tespiti, Asyatik üretim tarzına sahip eski Doğu toplumlarının tarihsel evrim çizgisini anlamamız bakımından fevkalâde öneme sahip bir tespittir kuşkusuz. Önemlidir, çünkü Marx’ın bu tezi, kapitalist üretim tarzının köken olarak niçin Asyatik üretim tarzından değil de, feodal üretim tarzından türediğinin tarihsel koşullarını açıklamaktadır bize. Tarihte ortaya çıkan Asyatik üretim tarzlarının çeşitli gelişkinlik düzeyinde olmaları, üretici güçlerin bu üretim tarzı çerçevesindeki değişik gelişme düzeylerine bağlıdır. Ama öte yandan, ne kadar çeşitlilik gösterirlerse göstersinler, kapitalizm öncesi çağlarda Asyatik üretim tarzları başka bir üretim tarzına evrilmeksizin durmadan kendilerini yinelemişlerdir. Asyatik üretim tarzının bu biçimdeki sürekliliği, aslında bu üretim tarzı çerçevesinde toplumsal koşulların, yani “üretim ilişkilerinin” durgunluğuna işaret
marksist tutum
eder. İşte Marx’ın Doğu toplumlarına ilişkin olarak dillendirdiği “durgunluk sorunu” da, esasen bu “üretim ilişkilerinin durgunluğu”dur. Marx Kapital’de şunu yazdı: “Asyada toprak rantı vergilerin temelini oluşturur ve ayni olarak ödenir. Orada durgun üretim ilişkilerine dayanan bu rant biçimi, dolayısıyla eski üretim tarzını sürdürür. Türk imparatorluğunun ayakta kalma gizemlerinden biri de budur.” (Marx, Kapital, c.1, Sol Yay., 1978, s. 155) Ne kadar çeşitlilik gösterirlerse göstersinler, kapitalizm öncesi çağlarda Asyatik üretim tarzları başka bir üretim tarzına evrilmeksizin durmadan kendilerini yinelemişlerdir. Asyatik üretim tarzının bu biçimdeki sürekliliği, aslında bu üretim tarzı çerçevesinde toplumsal koşulların, yani “üretim ilişkilerinin” durgunluğuna işaret eder. İşte Marx’ın Doğu toplumlarına ilişkin olarak dillendirdiği “durgunluk sorunu” da, esasen bu “üretim ilişkilerinin durgunluğu”dur. Yazımızın bu bölümünde değineceğimiz üzere, Asyatik üretim tarzınca temellendirilmiş olmasına karşın, Osmanlı toplumunun sahip olduğu üretici güçler ve teknolojik düzey (özellikle kentlerde), hiç de Avrupa feodalitesinin sahip olduğu düzeyden daha geri değildi. Özellikle de Osmanlının 15 ve 16. yüzyıllardaki ekonomik ve siyasal ihtişam dönemlerinde. Osmanlılar bu dönemde, savaş teknolojisindeki gelişmeler açısından olduğu kadar, kentlerindeki endüstri ve el zanaatlarının gelişimi bakımından da Avrupa’dan öndeydiler. Ne var ki, üretici güçlerin ve teknolojik düzeyin bu görece gelişmişliğine karşın, üretim ilişkilerindeki sürekli durgunluk, aşağıda göreceğimiz gibi, sonunda her alanda bir tıkanıklığa yol açmıştır Osmanlı toplumunda. Asyatik üretim tarzına özgü “durgun üretim ilişkileri”nden kaynaklanan genel durgunluk görüntüsü, Osmanlı toplumunda kendini iki düzeyde dışa vurmaktaydı. Birincisi, kırsal kesim düzeyinde yaşanan durgunluktur. Kırsal kesimdeki durgunluğu, Osmanlı devletinin genel bir kural olarak tarımsal artığın tümüne el koyması yaratmaktaydı. Bu el koyma nedeniyle, serbest meta değişimine (ticarete) konu olacak bir artık-ürün birikimi kalmıyordu köy topluluklarının elinde. Osmanlı devleti bu yolla, kırsal kesimde kendisinden bağımsız ekonomik güç odaklarının türemesini engellemiş oluyordu tabii ki. Ama diğer taraftan, bu el koyma biçimi, kırsal kesimin son derece geri ve hemen hemen hiç değişmeyen bir teknolojik düzeyde kalmasına da neden oluyordu. Yalıtık köy toplulukları, bu durumda ancak kendi basit yeniden üretimlerini sağlayabiliyorlardı. Doğu despotizminin temel çelişkisi de işte bu noktada sırıtıveriyordu: Osmanlı despotizminin esas temelini oluştu-
9
marksist tutum
ran kırsal kesim (reaya çiftlikleri), yalnızca üretim ilişkileri bakımından değil, üretici güçlerin gelişmesi (teknolojik düzey) bakımından da bir durgunluğa mahkûm olurken, devlet ricalinin (siyasal gücün) karargâhı durumundaki şehirler, fetihlerden gelen bir dış artıkla da beslenerek parlak bir gelişme gösterebiliyorlardı. Ne var ki, bu “parlak gelişme”nin ne kadar yanıltıcı olduğu ve despotik sistem içinde üretici güçlerin genel gelişme düzeyinin son tahlilde durgun üretim ilişkileri tarafından sınırlanmış bulunduğu gerçeği, Osmanlının gerileme döneminde (17 ve 18. yüzyıllarda) bütün çıplaklığıyla ortaya çıkacaktı. Asyatik üretim tarzının işleyişi çerçevesinde, kent ile köy arasında giderek derinleşen farklılaşma (teknoloji ve üretici güçler kentsel kesimde görece bir gelişme gösterirken, köysel kesimde genel bir durgunluğun hüküm sürmesi), sonunda kentleri ayrı bir “gezegen” haline getirirken, kendi kaderine terk edilmiş köyleri tarihin dışına iteler. Despotizmin siyasal güç merkezleri olan kentler, Asyatik üretim tarzı çerçevesinde daha da geliştikçe, köysel kesimdeki durgunluğun yol açtığı tarih-dışılık daha da belirginleşir. Bu nedenle, tüm Doğu uygarlığının tarihinde olduğu gibi, Osmanlı toplumunun tarihinde de, gerçek tarihsel harekete (toplumsal ve siyasal mücadelelere) katılabilen yalnızca kentsel kesim olmuştur. 17. yüzyıldan itibaren Batı’da kapitalizm gelişirken, Osmanlı ekonomisinin bu gelişmeye eklemlenememesi, tersine bir gerileme süreci içine girmesi, gene aynı nedenden, yani Asyatik üretim tarzının kendi içsel dinamikleriyle başka bir üretim tarzına evrilme kabiliyetine sahip olmamasından kaynaklanıyordu. Bu kabiliyetsizliğin başlıca nedeni ise, tüm sisteme egemen olan durgun üretim ilişkileridir. Ama öte yandan, kentlerdeki bu gelişmeye rağmen, üretici güçlerin genel gelişme düzeyi bakımından Asyatik üretim tarzında aşılamayacak bir sınır da vardır. Tarihteki örnekler de göstermiştir ki, Osmanlı toplumu da dahil, tüm Asyatik sınıflı toplumlarda, üretici güçlerin genel gelişme düzeyi feodalizme “eşdeğerde” bir gelişmenin daha ötesine geçemez. Örneğin, Batı feodalitesinde kapitalizmin gelişmesine yol açan tefeci ve tüccar sermayesi, Asyatik üretim tarzı temelinde biçimlenmiş Osmanlı toplumunda yozlaşma ve çürümeden başka bir şeye yol açmamıştır. Kısacası, Asyatik sınıflı toplumlar, üretici güçlerin gelişme düzeyini kendi içsel dinamikleriyle kapitalizme evriltme imkânına hiçbir zaman sahip değillerdi. Çünkü bu üretim tarzının durgun üretim ilişkileri, son tahlilde bu evrimi engelleyici bir rol oynuyordu. Nitekim aşağıda da açıklayacağımız üzere, 17. yüzyıldan itibaren Batı’da kapitalizm gelişirken, Osmanlı ekonomisinin bu gelişmeye eklemlenememesi, tersine bir gerileme süreci içine girmesi, gene aynı nedenden, yani Asyatik üretim tarzının kendi içsel di-
10
Mart 2006 • sayı: 12
namikleriyle başka bir üretim tarzına evrilme kabiliyetine sahip olmamasından kaynaklanıyordu. Bu kabiliyetsizliğin başlıca nedeni ise, tüm sisteme egemen olan durgun üretim ilişkileridir. Üretim ilişkilerinde bu durgunluğu yaratan nedir diye sorulacak olursa, cevabımız, “Doğu despotizmi tarzındaki devlet örgütlenmesi”dir, olacaktır.
Osmanlı despotizmi kapitalist Avrupa’yla karşılaşınca neler oluyor? 16. yüzyıla girerken, yeni bir çağın açılacağını haber veren çok önemli gelişmeler olmaktadır Batı Avrupa’da. 1492 yılında İspanyollar Amerika kıtasına ayak bastılar. Hemen ardından, 1498 yılında Portekizli gemiciler, Atlantikten Afrika’yı dolanarak Hindistan kıyılarına ulaştılar. 16. yüzyılın ortalarına gelindiğinde (1540’larda) ise, Portekizliler okyanusta açılan yeni ticaret yolunu kullanarak Hindistan, Malaka ve Çin’le ticaret yapmaya başladılar. Aynı tarihlerde Amerika’dan Avrupa’ya (İspanya’ya) dalga dalga altın ve gümüş akmaya başladı. Kuşkusuz tüm bu gelişmeler, iktisadî devrim diye nitelendirilecek muazzam ekonomik değişimlere yol açacaktı Batı Avrupa’da. Batı’da kapitalizm çağına bir ön giriş olarak kabul edilen merkantilizm döneminin başlaması ise, Avrupa’nın tarihsel gelişimini tamamen farklı bir mecraya sokacaktı. Öte yandan Avrupa’daki bu gelişmeler, başta Doğu Akdeniz havzası ekonomileri olmak üzere, tüm Doğu’nun ekonomik ve toplumsal tarihini de derinden etkilemekte gecikmeyecekti. Doğu-Batı ticaretinin 17. yüzyıldan itibaren Akdeniz’den Atlantik Okyanusu’na kayması sonucunda, eskiden Akdeniz’e gelip oradan tüm dünyaya dağılan Kuzey Afrika’nın altını, Hindistan’ın ve Çin’in değerli metaları, şimdi okyanusta açılan yeni ticaret yolları üzerinden doğruca Avrupa’ya taşınmaktaydı. Bu malları taşıyanlar ise, sahneye yeni çıkan ve kısa zamanda ün yapan Portekizli, İngiltereli, Hollandalı tüccarların gemileriydi. Bizans’ın fethinden sonra zaten Batı’nın ekonomik coğrafya sınırları içine girmiş bulunan Osmanlı Devleti ise, Batı Avrupa’daki bu gelişmelerden esaslı bir şekilde etkilenecek Doğu devletlerinin başında geliyordu. Atlantik’te büyük deniz ticaret yollarının açılmasıyla birlikte, Osmanlının egemenliği altındaki Doğu Akdeniz ticareti ve Doğu ticaret yolları (baharat ve ipek yolu) eski önemini yitirecek ve Osmanlı’nın buralardan elde ettiği gelir kaynakları zamanla kurumaya başlayacaktır. 17. yüzyıldan itibaren merkantilist bir politika güden Avrupa’ya kıymetli maden (altın, gümüş) akışı hızlanırken, aynı tarihlerde Osmanlı devleti bir kıymetli maden darlığı içine girecektir. Nitekim, Osmanlı akçesinin istikrarını yitirmesi de bu dönemde başlayacak ve takip eden dönemlerde Osmanlı parası, Batı Avrupa’daki maden akışına bağlı olarak sık sık devalüasyonlarla yüz yüze gelecektir.
Mart 2006 • sayı: 12
Batı Avrupa’da merkantilizmin gelişmesi Osmanlıyı nasıl etkiliyor? 16. yüzyılın sonlarına kadar, Osmanlı ülkelerinden Batı Avrupa’ya (Fransa, İngiltere, Hollanda) önemli bir ticaret faaliyeti olmamıştır. Osmanlının dış ticareti daha çok Doğu’ya (Mısır, Yemen, Arabistan, İran, Kırım, Kafkasya vb.) yapılan bir ticaretti. Bu dönemde iç ve dış ticaret faaliyetleri, hâlâ devletin mutlak tekelinde ve sıkı kontrolü altında bulunmaktadır. Çünkü Osmanlı devleti 17. yüzyıla girildiğinde de eski anlayışını sürdürmekte ve tüm gelir getirici faaliyetleri ya da gelir kaynaklarını, hazineyi güçlendirmek amacıyla değerlendirmektedir. Zenginleşmenin tek yolunun hâlâ fetih savaşları ve toprak zaptı olduğuna inanan devletlû sınıf, bunun için devletin (yani sarayın, yönetici sınıfın, ordunun) artan harcamalarının karşılanmasını, en önde gelen bir amaç olarak bellemektedir. Ticaret de hazineyi güçlendirici bir gelir kaynağı olarak görüldüğü için, daha baştan devletin tekeli altında tutulmaktadır. Aşağıda anlatacağımız gibi, Batı Avrupa’da devletler merkantilist bir politika güderek, kendi lehlerine bir ekonomik genişleme sağlarken, Osmanlı devletinin yüksek katlarında hâlâ Asyatik despotizmin mantığı işlemektedir. Bu mantığa göre, üstün bir “savaş gücü” ile, “güçlü bir hazine”ye sahip olmak, bir devletin siyasal gücünün ve iktisadî zenginliğinin tek yoludur! Nitekim bu anlayış nedeniyledir ki, Osmanlı devleti, tüm ekonomik faaliyet alanlarına (tarım, iç ve dış ticaret, endüstri, madenler vb.) toplumun iktisadî gelişmesini sağlayacak “yatırım ve üretim” alanları olarak değil, hazinenin (yani devletlû sınıfın) doyurulmasını sağlayacak bir akar, bir gelir kaynağı (mukataa) olarak bakmaktadır. Dolayısıyla, bu alanlarda faaliyet yürüten kişileri de, devlet hazinesine gelir sağlayan, yani devletin hizmetkârı olan unsurlar olarak görmektedir. Bu hâkim mantık nedeniyledir ki, Osmanlı devleti, mutlak tekeli altında bulundurduğu tüm iktisadî faaliyet alanlarını, iç ve dış kapitülasyonlarla (yani bu alanlarda faaliyet yürüten yerli ve yabancı kişilere imtiyaz ve tekel hakkı vererek) yürütmüştür hep. Oysa aynı dönemde bambaşka bir ekonomik ve siyasal gelişme yaşanmaktadır Batı Avrupa’da. Özellikle İngiltere, Fransa, Hollanda gibi toprakları nispeten küçük olan devletler, fetih savaşlarına girişmeden ve başka ülkeleri zaptetmeden de iktisadî güçlerini arttırmanın yolunu bulmuş gibidirler. Feodalizm döneminin devlet anlayışını çoktan aşmış bulunan bu ülkelerin devletleri, gelişmekte olan sınıf (ticaret burjuvazisi) ile işbirliğine girişerek ve bu sınıfın iktisadî girişimlerinin önünü açarak, dışarıdan içeriye “ticaret” yoluyla zenginlik kaynaklarının (altın ve gümüş) akmasını sağlıyorlar. Bu ekonomik siyasete “merkantilizm”, bu siyaseti güden devletlere de “merkantilist” devletler deniyor Avrupa’da. Merkantilist devletlerin amacı, ticaret yoluyla altın ve gümüş elde etmek. Bunda da en önemli araç, tabii ki, ordu
marksist tutum
ve fetih değil, ticaret ve de özellikle dış ticarettir. Bir ülke dış ticaretini daima kendi lehine olacak şekilde düzenlerse, ticaret, sermaye biriktirmenin ve iktisadî zenginliğin kaynağı haline gelebilir diye düşünüyor merkantilist devletler. Bir ülke dışardan düşük değerli maddeler ithal edip, bunu kendi nüfusunun iş gücü ile işledikten sonra, daha yüksek bir değerle tekrar ülke dışına satarsa, başka ülkeler aleyhine kendi servetini arttırmış oluyordu. Merkantilistlere göre, bir ülkenin zenginleşebilmesi için, dış ticaret ödemeler dengesinde daima kendi lehine bir fark yaratılmalı ve bu fark da değerli maden (altın ve gümüş) olarak ülke içine girmeliydi. Bir ülkede değerli madenlerin artışı, para hacmini ve para dolaşımını genişletecek ve bu da endüstri ve ticaret alanlarının genişlemesine yol açacaktı. O halde devletin görevi, bu genişlemelerin gerektirdiği bütün şeyleri yapmaktı. Sonuçta bu mantık, Avrupa’nın bu tüccar devletlerini ilerde sömürgeci devletler haline de getirecek ve merkantilizm ile sömürgecilik el ele yürüyecektir. Batı Avrupa’da devletler merkantilist bir politika güderek, kendi lehlerine bir ekonomik genişleme sağlarken, Osmanlı devletinin yüksek katlarında hâlâ Asyatik despotizmin mantığı işlemektedir. Bu mantığa göre, üstün bir “savaş gücü” ile, “güçlü bir hazine”ye sahip olmak, bir devletin siyasal gücünün ve iktisadî zenginliğinin tek yoludur! Nitekim bu anlayış nedeniyledir ki, Osmanlı devleti, tüm ekonomik faaliyet alanlarına (tarım, iç ve dış ticaret, endüstri, madenler vb.) toplumun iktisadî gelişmesini sağlayacak “yatırım ve üretim” alanları olarak değil, hazinenin (yani devletlû sınıfın) doyurulmasını sağlayacak bir akar, bir gelir kaynağı (mukataa) olarak bakmaktadır. İşte 17. yüzyıldan itibaren bu zihniyetle hareket eden Batı Avrupa’nın tüccar devletleri, ticaret yapmak üzere dünyanın dört bir yanında koşturan kendi tüccarlarını desteklerlerken, aynı tarihlerde klasik despotik anlayışını sürdürmekte olan Osmanlı devleti kendi tüccarlarını mutlak kontrol altında tutuyor ve onlara asla hareket serbestisi tanımıyordu. Ama öte yandan aynı Osmanlı devleti, Avrupalı tüccarlara kendi ülkesinde faaliyet yürütmeleri için ticarî imtiyaz ve tekel hakları (kapitülasyonlar) vermekten de çekinmiyordu! Peki neden? Çünkü o tarihlerde kendi devletinin ihtişamından ve gücünden son derece emin olan Osmanlı egemen sınıfı, yeni fetih savaşlarına çıkmadan önce, kimi Avrupalı devletlerle barış tesis etmek, onların “dostluğunu” kazanmak istiyordu. Yani başlangıçta Osmanlı egemen sınıfı, Avrupalı devletlere (örneğin Fransa’ya) tanıdığı iktisadî kapitülasyonları, siyasal bir dostlukmüttefiklik gösterisi olarak algılıyor. Bu kapitülasyonların, yarın kendisine getireceği ekonomik zararları asla düşünmüyor. Hatta işin içinde komisyon ve rüşvet de dönmeye
11
marksist tutum
başladığı için, bir kısım devlet ricali bu işe bilerek de göz yumuyor. İşin ilginç yanı, Osmanlı devletinin Batı Avrupalı devletlere kapitülasyonlar vermesi, tam da bu devletlerin merkantilist bir iktisat politikası uyguladıkları, yani dışarıya karşı kendi gümrük duvarlarını yükselttikleri bir döneme rastlıyor. Nitekim, Osmanlıların uyguladığı bu kapitülasyon politikası (yani Avrupalı tüccarlara kendi topraklarında birtakım ticarî imtiyazlar ve tekel hakları tanıması), Batı Avrupa ile ekonomik ilişkilere girdikleri 17. yüzyıldan itibaren, hep Osmanlıların aleyhine işleyecek ve Osmanlı maliyesi ve para sistemi üzerinde yıkıcı etkileri olacaktır.
Batı’daki para ve fiyat devriminin (kapitalist gelişmenin) Osmanlının malî düzeninde yarattığı derin bunalım Osmanlı devletinin 16. yüzyıl boyunca İran’la, Macaristan’la, Batı Akdeniz’de İspanya’yla yürüttüğü uzatmalı savaşlar, yıllar içinde devletin giderlerini öylesine arttırmıştı ki, yüzyılın sonuna gelindiğinde, toplumda sarsıcı bir para darlığı ve malî kriz baş gösterecekti. 1592 yılında devletin harcamaları gelirlerini yarım milyondan fazla geçti ve hazine askerîn maaşını ödeyemez duruma geldi. Bu durumda, askerî kesimin en azgın silahlı gücü olan kapıkulu sipahilerin (sipah) ilk ayaklanma girişimleri olur. Patlak veren bu ilk bunalım, sarayın (padişahın) iç hazinesinden alınan parayla atlatılabilir ancak. Fakat bu tarihten itibaren, Osmanlı parası bir daha istikrara kavuşamayacaktır artık. Çünkü devletin güttüğü para ve maliye politikası, yeni dönemin, yani Batı Avrupa’yla girilen ekonomik ilişkilerin (dış ticaretin) gereklerine göre değil, hâlâ eski zihniyete (yani hazinenin ihtiyaçlarının karşılanmasına) göre belirlendiği ve askerî bürokrasinin sayısı da sürekli arttığı için, maaşları ödeyemez duruma gelen devlet, sürekli olarak paranın değeriyle oynamak (para tahşişi yapmak) zorunda kalır. Nitekim ilk büyük devalüasyon ve ardından da büyük kalpazanlık olayları bu dönemde yaşanacaktır. Üstelik bu para kalpazanlığı, Osmanlı devlet ricalinin bilgisi dahilinde, Avrupalı bankerler tarafından yürütülmektedir. Avrupalı bankerler ve sarraflar dışarıda basılan ayarı bozuk (değeri düşük) sikkeleri Osmanlıya satmakta ve bu yolla büyük vurgunlar vurmaktadırlar. Tabii, ülke içinde buna göz yuman vezirler, vezir-i azamlar, üst düzey bürokratlar da bu kalpazanlıktan bolca nemalanmaktadırlar. Sonuçta, bu malî buhran döneminde, en tepeden en alt kademeye kadar tam bir yozlaşma ve çürüme yaşanacaktır Osmanlı yönetici sınıfı içinde. Bütün bu 17 ve 18. yüzyıllar, Osmanlının despotik sisteminde esaslı bozulmaların ve çözülmelerin yaşandığı önemli bir tarihsel dönemdir. Artık Osmanlı padişahları orduyu eskisi gibi öyle kolay kolay savaşlara da süremezler bu dönemde. Asker savaşmak istemez ya da savaşmak için
12
Mart 2006 • sayı: 12
daha çok altın, daha çok “prim” talep eder padişahtan. Sefere çıkıldığında, artık eskisi gibi esaslı bir zafer ve ganimet de söz konusu olmaz. Bunun sonucunda, sık sık isyanlar da baş gösterecektir kapıkulu sipahiler ve yeniçeriler arasında. Öte yandan bu dönem, egemen devletlû sınıf içinde bireysel servet yığma yarışının da başladığı bir dönemdir. Saray, kapıkulu bürokrasi, paşalar, vezirler, mültezimler ve sarraflar arasında kurulan çıkar zinciri de, devlet katında başlayan yozlaşma ve çürümenin esaslı bir göstergesidir. Örneğin, kapıkulu ocaklarının en disiplinlisi olan yeniçerilerin bozulması ve çoğunun esnaflık yapmaya başlaması da bu dönemde olur. Yeniçeriler, “Bir çok ticaret şubelerini tekelleri altına almaya, halkı kendileriyle alışverişe zorlamaya veya esnafın iş yerlerine ‘baltalarını asma’ya başladılar (Denildiğine göre yeniçeriler, bir dükkâna uğrayıp, kazançtan hisse istediklerini bildirmek üzere, oraya bir balta asarlarmış. ‘Balta olmak’ deyimi bundan kalma. Bu bir nevi Amerika’daki gangsterlerin metodu).” (Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, c.2, Gerçek Yay., 1970, s.166) Ayrıca bu dönemde, sarayın içinde de esaslı bir boğazlaşma yürümektedir kapıkulu bürokrasi ile köle kökenli saray hizmetkârları (harem ağaları vb.) arasında. Bu kavganın amacı da, devlet hazinesi üzerinde kimin tahakkümünün geçerli olacağıdır. Bu amaçla saray içinde tam bir çeteleşme oluşuyor. Ve bu çetelere mensup olan egemen sınıfın unsurları, hazineyi soyarak, rüşvet yiyerek, sarraflarla gizli ortaklıklar kurarak muazzam servetler yığıyorlar. Ne var ki bu servetler, daha sonra değineceğimiz üzere, Osmanlı sisteminde egemen olan Asyatik üretim ilişkileri nedeniyle, üretken bir yatırıma hiçbir zaman dönüşemiyor ve dolayısıyla, kapitalist sermaye yönünde bir evrimleşme sürecine giremiyor. Despotik sistemin kendi örfî yasalarına göre, gayri meşru yoldan edinilmiş sayılan bu servetlerin ne kadar büyük meblağlara ulaştığı, ancak bu servetlerin sahiplerinin kelleleri vurulup, malları müsadere edildiğinde ortaya çıkabiliyor. Örneğin, saray çetelerinden birinin başında bulunan valide Kösem Sultan öldürülüp, serveti müsadere edildiğinde, bu kadının 20 sandık altın florisi ve bir alay da emlâkinin bulunduğu ortaya çıkıyor. Osmanlı yönetici sınıfının bir tek unsurundan bu kadar “gizli” servet çıktığına göre, ötekilerin elinde biriken toplam servet miktarı ne kadardır varın siz düşünün! Bu temel bilgilerden sonra, artık, Batı Avrupa’yla (yani kapitalizmle) temasın Osmanlının toplumsal sınıfları üzerinde nasıl bir etkide bulunduğunu, üretim ilişkilerinde ve mülkiyet biçimlerinde ne gibi değişikliklere yol açtığını, egemen devletlû sınıf (bürokratik korporasyon) içinde nasıl bir çatışma ve ayrışma yarattığını ve Osmanlı despotik sisteminin bir bütün olarak bozuluşu üzerinde nasıl bir etkide bulunduğunu incelemeye geçebiliriz. (Devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır.
Emekçi Kadınlar Mücadeleyle Özgürleşecek İlkay Meriç
B
urjuvazi istediği kadar sınıfsal özünü karartmaya ve onu sistem içine çekmeye çalışsın, 8 Mart, emekçi kadınların kapitalist sisteme, erkek egemenliğine ve bunların bileşik sonuçları olan çifte ezilmişliğe ve çifte sömürüye karşı seslerini yükselttikleri bir başkaldırı günüdür. Bu gün, burjuva ve küçük-burjuva feministlerin iddia ettiği gibi tüm kadınları erkek egemenliğine karşı birleştirecek sözde bir ortak mücadelenin değil, kadın işçilerin sınıf mücadelesiyle iç içe ördükleri kurtuluş mücadelesinin sembolüdür. 8 Mart 1857’de ateşi yakılan isyanın kahramanları nasıl kadın işçilerse, bu isyan ateşini o günden bu yana körükleyenler de her daim onlar olmuştur, ancak onlar olabilir. Kadınların ezilmişliğinin tarihi elbette kapitalizmle başlamaz; çok daha gerilere, ortaklaşa mülkiyete dayalı, sınıfsız, sömürüsüz, eşitlikçi komünal toplumun çözüldüğü dönemlere uzanır. Bu çözülüşü takiben günümüzden yaklaşık altı bin yıl önce ortaya çıkan ilk sınıflı toplum, aynı zamanda tarihteki ilk erkek egemen toplumdu. Böylece insanın insanı sömürmesine paralel olarak, bir yandan da erkeğin kadını ezdiği, sömürdüğü ve aşağı cins konumuna ittiği bir tarihsel dönemin kapısı aralanmış oldu. Bundan böyle erkek egemen ideoloji yaşamın her alanına damgasını basacaktı. Öyle ki, komünal toplumlarda kadın, üretkenliğin, yaşamın ve bereketin simgesiyken, tam da bu toplumların sınıflı topluma çözülmesinin bir ürünü olarak, daha sonra kutsanan, üstün ve ayrıcalıklı görülenler hep erkekler olacaktı. Tanrıçaların yerini erkek tanrılar, ardından onların da yerini artık tek bir erkek tanrı almıştı. Tümüyle erkek egemen bir bakış açısının ürünü olan tek tanrılı dinlerde, kadın kötülük ve fesatlık kaynağı, ikinci sınıf bir yaratık olarak resmediliyordu. Bu yaratık, Adem’in yani erkeğin cennetten kovulmasının da baş müsebbibi olan bir yoldan çıkarıcıydı. Aklı kıttı, dolayısıyla elma hikâyesinde de olduğu gibi şeytana kolayca uyabilirdi. Bu nedenle erkek ona karşı uyanık olmalı, baştan çıkmamalıydı. Aslına bakılırsa, hikâyedeki “cennet” artık maziye karışan eşitlikçi komünal toplumu simgeliyordu. Dolayısıyla cennetten kovulmayla birlikte mutlu günler de sona ermiş, adaletsizliğin, eşitsizliğin, kargaşanın kol gezdiği bir dünya ortaya çıkmıştı. Bundan böyle kadın, binlerce yıl boyunca, sadece bir hizmetçi ve erkeğin soyunun sürmesini sağlayan bir çocuk yapma makinesi olarak görülecekti. Üstelik çilesi erkeğe yeryüzünde hizmet etmekle bitmeyecekti, cennette de mesaisi devam edecekti…
Erkek egemen toplumsal sistemlerle birlikte ayrımcılığa, baskıya, aşağılanmaya uğrayan kadın gerçeğine rağmen, sınıflı toplumların tarihinin hiçbir döneminde kadın cinsine eşit olarak uygulanan bir eşitsizlik söz konusu olmadı. Bazı kadınlar için “ikinci sınıf” olmak bile ulaşılmaz bir ayrıcalık oldu hep. Zira onlar, “üçüncü” hatta “dördüncü sınıf” konumunda olan ezilen sınıfın kadınlarıydılar. Sınıflara bölünen toplumda, ezen sınıfın kadınıyla ezilen sınıfın kadını, bu eşitsizlikten de eşitsiz şekilde nasiplerini aldılar.
13
marksist tutum
Sınıfımız ayrı, sorunlarımız da! Erkek egemen toplumsal sistemlerle birlikte ayrımcılığa, baskıya, aşağılanmaya uğrayan kadın gerçeğine rağmen, sınıflı toplumların tarihinin hiçbir döneminde kadın cinsine eşit olarak uygulanan bir eşitsizlik söz konusu olmadı. Bazı kadınlar için “ikinci sınıf ” olmak bile ulaşılmaz bir ayrıcalık oldu hep. Zira onlar, “üçüncü” hatta “dördüncü sınıf ” konumunda olan ezilen sınıfın kadınlarıydılar. Sınıflara bölünen toplumda, ezen sınıfın kadınıyla ezilen sınıfın kadını, bu eşitsizlikten de eşitsiz şekilde nasiplerini aldılar. Egemen sınıfın kadını için, ister Asyatik toplumda olsun, ister köleci, feodal ya da kapitalist, sorun her zaman aynıydı: mülkiyeti, gücü ve iktidarı erkeğiyle paylaşmak. Ancak buna rağmen egemen sınıfın kadını bile yasalar karşısında erkekle eşit olmadığından kapitalizme gelindiğinde burjuva feminist hareket, kadınların seçme-seçilme, eğitim, miras ve en önemlisi de mülkiyetle ilgili konularda erkeklerle eşit haklara sahip olma mücadelesini yürüttü. 19. yüzyılın sonlarından itibaren ve yirminci yüzyıl içinde burjuva kadını bu tür sorunlarını önemli ölçüde çözüme kavuşturdu. Ezilen sınıfın kadınına gelince, onun sorunu tüm tarihsel akış içinde tamamen farklı oldu. İster Asyatik toplumda olsun, ister köleci, feodal ya da kapitalist, ezilen sınıfın kadını için mesele özetle şuydu: bir yandan genel olarak erkeğin baskısından kurtulmak, öte yandan çok daha yakıcı bir şekilde, sınıfının erkeğiyle birlikte yaşadığı bir sorun olarak, egemen sınıfın sömürüsünden ve baskısından kurtulmak. Kapitalizmde kadın, bir patronun ücretli kölesi haline geldiği ölçüde erkekten bir derece özgürleşme şansı yakalar. Kapitalist toplumun gelişmesiyle birlikte kadının toplumsal üretime katılma oranı artar ve para kazanan kadın evde giderek erkeğiyle daha eşit hale gelir. Onu kocasına
14
Mart 2006 • sayı: 12
bağımlı kılan ekonomik nesnel zeminin değişmesi, kadını daha önce görülmedik biçimde evden, dolayısıyla da kocasından “özgür” kılmaya başlar. Ama bu “özgürlük”, kocasıyla birlikte geçirdiği saatlerin çok daha fazlasını patrona satan işçi kadının ücretli köleliği pahasına elde ettiği bir “özgürlük”tür. Kapitalist toplumda işçi kadının elde ettiği hak, kendisi de mülksüz olan erkeğiyle mülkiyeti değil ücretli kölelik koşullarını paylaşma hakkıdır. Dolayısıyla onun görüp görebileceği yegâne eşitlik sömürülmekte eşitliktir. Görüldüğü gibi, her ikisi de kadın cinsine dahil olmakla birlikte, burjuva kadınla işçi kadının sorunları arasında en az sınıfları arasındaki kadar derin bir uçurum söz konusudur. Tam da bu yüzdendir ki, mülkiyeti ve egemenliği sınıfının erkeğiyle paylaşmayı amaçlayan burjuva feminizmi ile toplumun ezilen çoğunluğunu oluşturan mülksüzlerin bir parçası olan işçi kadının kurtuluş mücadelesi, ortaya çıktıkları ilk dönemlerden itibaren çok farklı yollardan ilerlemiştir. Küçük-burjuva feminizminin temel sorunu erkeklerle hukuksal eşitlik sağlanması sorunuyken, işçi kadının sorunu bunun çok ötesine taşar. Birinciler sorunu, mülkiyet, kariyer, statü gibi konularda eşitsizlikte görürler ve kadın sorununun eğitimle, toplumsal ilerlemeyle, hukuksal düzenlemelerle, kapitalizm aşılmadan da çözülebileceğini savunurlar. Onlar sorunu bireysel temelde ele alıp çözümü de o temelde görürler. Oysa işçi sınıfı açısından kadın sorununun çözümü burjuva hukuksal eşitlikle, eğitimle vb. sağlanamaz. Kapitalizm, aşağılanan, ezilen, ayrımcılığa tâbi tutulan işçi kadının yükünü, ücret köleliğiyle iki katına çıkaran bir sömürü sistemidir. İşte bu nedenle onun için özgürlük sorunu, sınıfsal doğası gereği, bireysel değil toplumsal bir devrim sorunudur. Bunu gerçekleştirmek için de işçi sınıfının kadını, kapitalist sömürüye karşı sınıfının erkekleriyle omuz omuza vereceği bir mücadele yürütmek zorundadır. Kadın sorununu sadece bir cinsiyet sorunu olarak değerlendirmeyip aynı zamanda sınıfsal temelleri ve boyutlarıyla ele alan Marksizmin tersine, küçük-burjuva feminizmi, onu sınıflardan bağımsızlaştırmaya ve erkeklere karşı bir kadın dayanışmasına indirgemeye çalışır. Ne var ki, çıkarları birbiriyle tamamen çelişen sınıfların kadınlarının birbirleriyle dayanışma içinde olmaları olanaksızdır. Kadın patronların kadın işçilere hiç de kardeşçe duygular beslemediğini, erkek patronlardan çok daha acımasız olabildiklerini işçiler çok iyi bilirler. Tıpkı erkek kapitalist gibi bir kadın kapitalistin de kadın işçiyi tercih etmesinin gerçekte tek nedeni olabilir: daha ucuz işçilik. Kadınların gece vardiyalarında ve mesailerinde çalışmakta problemler yaşamaları, gebelik, annelik durumları gibi nedenler, kadın kapitalistin de canını en az erkeği kadar sıkar ve eğer ken-
Mart 2006 • sayı: 12
disine sağlayacağı kâr çok da fazla olmayacaksa mümkün olduğunca kadın işçiden uzak durmayı tercih eder. Çalışanlarının tümü kadınlardan oluşan bir kadın kapitalistin işçi ücretlerinin arttırılması, servis, kreş, revir, emzirme odası gibi, kadınları çok yakından ilgilendiren düzenlemelerin yapılması, iş saatlerinin kısaltılması gibi konulara vereceği tepkiyle erkek kapitalistinki arasında herhangi bir fark bulunabileceği düşünülebilir mi?
Kapitalizm kadın işçi için çifte sömürü demektir Kapitalizm, insan ihtiyaçlarına değil kâra dayalı bir sistem olması dolayısıyla, emekçi kadının yükünü ortadan kaldırmayan bir sömürü sistemidir. Bu sistemde, işçi kadın bir yandan işyerinde patron için üretim yaparken, iş saatlerinden arta kalan zamanının önemli bir bölümünü de ev işlerine, çocukların bakımına ve erkeğin (babanın, kocanın, erkek kardeşin) hayatının yeniden üretimine ayırmak zorundadır. Oysa kapitalizmin üretici güçleri geliştirdiği mevcut düzey, kadını, yorucu, yıpratıcı ev işlerinden kurtarmak için gerekli tüm olanakları yaratmıştır: lokantalar, kreşler, temizlik ve çamaşır şirketleri... Ama bütün bunlar işçi sınıfı için ulaşılmaz lükslerdir. O nedenle işçi kadın en az sekiz saat patron tarafından sömürüldükten sonra yorgun argın eve dönüp, bu sefer de evdeki mesaisine başlamak zorundadır. Yani kapitalizm işçi kadın için çifte ezilmişlik ve çifte sömürü demektir. Kapitalist sistemde kadın emeği ucuz emek olarak görülmekte ve pek çok durumda salt bu yüzden tercih edilmektedir. Bugün en gelişmiş kapitalist ülkelerde bile kadınlar erkeklerden yüzde 10-25 oranında daha düşük ücret alıyorlar ve bu oran daha geri ülkelerde yüzde 30-50’ye yükseliyor. İstatistiklere baktığımızda dünyanın en yoksul işçilerinin yüzde 60’ını (330 milyon) kadınların oluşturduğunu görüyoruz. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de kadın işçilerin büyük bir bölümü kayıt dışı çalıştırılıyor ve bu nedenle herhangi bir sosyal güvenceleri bulunmuyor. Gördüğümüz gibi, yüzlerce yıllık kapitalizmin emekçi kadınlara sunduğu “eşitlik”, sömürülmekte eşitlik noktasının bile çok çok gerisinde kalıyor! Kapitalizmin tarihi, büyük savaşlarda ortaya çıkan işgücü açığının kadınların kitleler halinde sanayiye çekilmesiyle doldurulmasının ve savaş bittikten sonra çeşitli politikalarla tekrar eve gönderilmelerinin örnekleriyle doludur. Gerek Birinci gerekse İkinci Dünya Savaşı dönemlerinde kadınları üretime çekmek için afişlerle, filmlerle devasa propaganda kampanyaları düzenlenmiş ve milyonlarca kadın işgücüne dahil edilmiştir. Kadınlar kapitalizmin ihtiyacı olduğunda erkeklerle aynı işi yapan eşitler olarak kutsanırken (ücrette değil işte eşitler!), işler kötüye gittiğinde, görevlerinin iyi bir eş ve iyi bir anne olmak olduğu hatırlatılarak evin yolu gösterilir. Örneğin Birinci Dünya Savaşında Almanya’da kadın işçi sayısı yüzde 230 artmış, savaş
marksist tutum
sonrasında ise bu işçiler yerlerini erkek işçilere bırakarak eve dönmek zorunda bırakılmışlardır. Özellikle 1929 krizini izleyen Nazi iktidarı döneminde, kadınlar Nazi imparatorluğuna çocuk üretecek birer kuluçka makinesine dönüştürülmüşlerdir: “1930’larda, Nazi Almanya’sında kadınlar zorla işlerinden edildi ve yerlerine erkekler işe alındı. Almanya ve Avusturya’da kadınlar 1929 krizinin yol açtığı kitlesel işsizliğin en ağır yüklerine katlanmak zorunda kaldılar. Kadınlar sigortasız çalıştırılıyor, bu yüzden de işsizlik yardımı hakkını kaybediyorlardı. ... Devlet dairelerinde çalışan kadınlardan, önce işlerini bırakmaları istendi. Almanya’da iktidarı Nazilerin ele geçirmesinin ardından, kadınların işgücünün dışına itilmesi, işsizliği alt seviyelerde tutmak için kullanıldı. ... Annelik, Nazi programının kadınlara ilişkin bölümünün temel taşıydı; sözde üstün ırkın korunması. Evlendikten beş yıl sonra çocuk sahibi olmayan çiftler para cezasına çarptırıldı, dört ve daha fazla çocuk sahibi olanlarsa ödüllendirildi.” (Barbara Humphries, Kadın ve Kapitalizm, www.marksist.com)
Ne var ki ikinci savaş patlak verdiğinde her şey tekrar değişecek, kadınlar yine düşük ücretlerle üretime çekileceklerdi. Sadece Nazi Almanya’sında değil genel olarak tüm kapitalist ülkelerde kadın işçilerin kaderi aynıydı. Tıpkı savaş dönemlerinde olduğu gibi ekonominin büyüme dönemlerinde de, işgücü açığını kapatmak için kadınlar yığınlar halinde üretime dahil edilirler, ta ki kriz patlak verinceye dek. O zaman ilk kapı gösterilecek olanlar yine kadınlardır. Bir kısmıysa çok düşük ücretlerle çalıştırılarak, yaratılan rekabet sonucu ücretlerin genel olarak düşürülmesinde bir araç olarak kullanılırlar. Tümüyle kapita-
15
marksist tutum
lizmin yarattığı bu koşullardan dolayı, sosyal güvencesi, düzenli bir işi ve geliri olmayan kadının, erkeğe bağımlılıktan, fiziksel ve cinsel şiddetten, ikincil konumundan kurtulması da mümkün olamamaktadır. Kapitalizmin işçi sınıfına yönelttiği ve dozunu her geçen gün daha da arttırdığı saldırılardan en çok etkilenenler de emekçi kadınlardır. İnsan sağlığının paraya endekslenip hastanelerin ticarethaneye dönüştürülmesinden en çok zarar görenlerin başında kadınlar ve çocuklar geliyor. Yoksulluk nedeniyle okula gönderilmeyenler öncelikle kız çocuklar olurken, dünyada okur-yazar olmayan her 3 kişiden 2’sini kadınlar oluşturuyor. Bu nedenle, herkes için tam kapsamlı, kaliteli ve parasız sağlık hizmeti talebinin yanı sıra, eşit, parasız ve kaliteli eğitim talebi, başta kadın işçiler olmak üzere tüm işçi sınıfının yükseltmesi gereken en önemli ve acil talepler arasında yer almaktadır. Kadınların uğradığı ayrımcılık ve yaşadıkları eşitsizlik her alanda hüküm sürüyor. Kadınlar, kapitalist toplumda esas olarak mülk sahibi kadını ilgilendiren miras, mülk edinme, seçme-seçilme hakkı gibi konularda kâğıt üzerinde eşit yasal haklara kavuşsalar da, kapitalizmin erkek egemen doğasından kaynaklı olarak cins ayrımcı yasalar ve uygulamalar dünyanın bütün ülkelerinde bugün bile varlığını sürdürüyor. Ve kuşkusuz bunların önemli bir bölümünü işçi-emekçi kadınları mağdur eden yasalar (medeni kanunlardaki, iş yasalarındaki çeşitli maddeler gibi) oluşturuyor. Dünya genelinde mültecilerin yüzde 80’ini kadınlar oluştururken, yoksulların yüzde 70’i kadın. Dünyada her yıl, yarım milyondan fazla kadın, gebelik ya da doğum sırasında yaşamını yitiriyor. Ve hiç kuşkusuz bunların tamamı emekçi kadınlar. Bu tabloya bakmak bile, kapitalizm altında sınıflardan bağımsız genel bir kadın sorunu tarif edilemeyeceğini gösteriyor aslında.
Sorunumuzu burjuvazinin yasaları ve düzeni çözemez Kadın sorununun tarif edilmesi noktasında olduğu gibi çözümü noktasında da karşımıza farklı sınıfsal bakış açıları çıkmaktadır. Konuya kendi meşreplerince yaklaşan küçük-burjuva feministler, kadın milletvekillerinin, kadın hukukçuların, kadın patronların, üst düzey kadın yöneticilerin sayısının arttırılmasıyla daha eşitlikçi yasaların çıkarılacağına, daha adil iş ilişkilerinin kurulacağına, “eşitlikçi”, “kadıncıl”, “duyarlı”, “adaletli” bir toplumun yolunun buralardan geçtiğine inanırlar ve mücadelelerini bu alanla sınırlı tutarlar. Meseleyi işçi sınıfının perspektifinden değerlendiren Marksistlerse, kadın üzerindeki sömürünün, baskının, ayrımcılığın, şiddetin, gerek yasalar bağlamında, gerekse yaşamın içinde, ancak sınıf mücadelesinin yükseltilmesiyle ve kadının mücadele içinde daha fazla yer almasıyla çözüm yoluna girebileceğini savunurlar. Kadın sorununun köklü ve geri dönüşsüz bir şekilde çözüm yoluna
16
Mart 2006 • sayı: 12
girmesi işçi iktidarının kurulmasıyla başlayacak ve cinsler arasındaki ayrımlardan kaynaklanan izler sınıfsız toplumda tümüyle silinecektir. Cins ayrımcı yasaların tümüyle ortadan kaldırılması ve hukuksal alanda gerçek eşitliğin sağlanabilmesi için yürütülmesi gereken mücadelenin emekçi kadınların mücadelesinde hâlâ çok önemli bir ayağı teşkil ettiği aşikârdır. Bununla birlikte bu mücadelenin oldukça geri düzeylerde seyrediyor olması bile, sorunun sınıf mücadelesiyle nasıl doğrudan bir ilişki içinde olduğunun çarpıcı bir göstergesidir. Sınıf mücadelesindeki genel gerilemenin ve işçi sınıfının örgütsüzlüğünün doğrudan bir ürünü olarak, emekçi kadının kurtuluş mücadelesi de alabildiğine zayıflamıştır. Küçük-burjuva feministler istedikleri kadar sınıflardan bağımsız bir kadın sorunu tanımlayıp, işçi hareketinden bağımsız bir kadın hareketi yaratmaya çalışadursunlar, bu zayıflık feminist hareketteki gerilemenin de birincil nedenidir. Zira şimdiye dek kadın hareketlerindeki gerçek anlamda yükselişlerin tümü, işçi sınıf mücadelesinin de yükselişe geçtiği dönemlerde yaşanmıştır. Bugün başta komünistler olmak üzere, tüm öncü işçi kadın ve erkeklerin en temel görevlerinden biri de, sendika yönetimlerindeki, grev komitelerindeki, fabrika komitelerindeki ve işçi sınıfının siyasal örgütlerindeki kadın sayısını arttırmaya çalışmaktır. Ekonomik ve siyasal mücadelenin her alanında, her grevde, her direnişte sayısız örneğine rastladığımız üzere, mücadeleye atılan kadın işçilerin birkaç ay gibi kısa bir sürede yaşadıkları dönüşüm kendilerini bile şaşırtacak düzeyde olmaktadır. İşte bu yüzden bizler, emekçi kadını ancak mücadelenin özgürleştirebileceğini, kendine olan güvenini yerine getireceğini ve onu en ön saflara sıçratacağını bilerek, emekçi kadının kurtuluş yolunu ancak erkeğiyle omuz omuza vereceği mücadelenin açacağına inanıyoruz. Bu yolu alabildiğine genişletecek olanınsa, tıpkı Ekim Devrimi örneğinin de gösterdiği gibi, işçi devrimiyle kurulacak bir işçi iktidarı olduğu tarihteki örneklerden açıkça bellidir.
————————————— Kuşkusuz kendilerini hukuksal alandaki mücadeleyle sınırlamayan küçük-burjuva feministler de bulunmaktadır. Bu feminist kadınlar esas olarak erkek egemen toplumsal yapıya karşı çıktıklarını savunurlar, fakat kadın sorununu büyük ölçüde kendinden menkul bir mesele olarak ele aldıklarından, mücadelelerini sınıf mücadelesiyle birleştirmekten ve sosyalizm mücadelesinin parçası haline getirmekten alabildiğine uzak dururlar. Nitekim her 8 Martta, devrimci çevrelerin kadınlı erkekli karma bir katılımla gerçekleşecek birleşik ve daha güçlü bir eylem önerisini “erkekler miting alanına giremez” diyerek uzlaşmaz bir şekilde reddeden, fakat aralarında kendilerine sosyalist diyenler de bulunduğu halde, aynı hassasiyeti burjuva kadın kuruluşlarının katılımı konusunda göstermeyenler de bunlardır.
Sermayenin Fendi Kırmızı Çizgileri Yendi Oktay Baran Güney Kürdistan’da yaşanan çuval hadisesinin “mağdurları”nın gerçek ve çok “derin” dostları, “vadi”lerinden çıkarak sinema perdesinde “emperyalizm”den aldıkları intikamla “milletin sızlayan yarası”na bir nebze de olsa merhem oldular. Bu arada ürettikleri sinema filmi rekorlar kırarak ceplerini şişirmelerini de sağlamış, ne âlâ! Ama burjuva iş âleminin intikam ve rövanş anlayışı, “itler vadisi”nin kahramanlarından biraz farklı. Burjuvazi kitlelere her türlü ve her renkten hayaller aşılamaktan ve hayali rövanşlar yaratmaktan geri durmazken, kendisinin hayallerle pek işi yoktur. O sanal başarılar ve intikamlar peşinden değil, gerçek, somut, elle tutulur şeylerin peşinden koşar. Onun tek başarı ve kahramanlık kriteri vardır: daha fazla kâr. İşte bu nedenledir ki, burjuvazi bugün Irak’ın kuzeyine, “kahraman Polat” gibi savaşmaya değil, onun savaştıklarıyla ticari anlaşmalar imzalamaya gidiyor.
A
BD’nin Irak’ı işgal etmesiyle birlikte, Türk burjuvazisinin statükocu-devletçi kesimi, Irak’ta kurulacak bir Kürt devletinin savaş sebebi sayılacağını açıklayarak “kırmızı çizgilerini” bir kez daha belirtik hale getirmişti. Bu çizgilerin zamanla nasıl sararıp solduğunu uzun süre önce dile getirmiştik. Daha işgalin ilk aylarında, Temmuz 2003’te, Süleymaniye’de bulunan TC ordusuna ait bir özel kuvvetin komutanlarıyla birlikte ABD tarafından gözaltına alınıp başlarına çuval geçirilmesiyle, bu çizgilerin pek de kaale alınmadığı mesajı verilmişti Ankara’ya. Emperyalist hiyerarşi içerisinde herkesin haddini bilmesi gerektiği, Türkiye gibi bir ülkenin kendi bölgesinde bir güç olmak istiyorsa bunu ancak büyük ağabeyin verdiği icazetle ve onun çizdiği sınırlar çerçevesinde kalarak yapabileceği hatırlatılıyordu böylelikle. Türk egemen sınıfı, o günden bu yana, Irak’ta zaten uzun süredir yol almakta olan Kürt devletleşmesinin önüne geçmek, süreci mümkünse durdurmak, değilse alabildiğine sekteye uğratarak yavaşlatmak için elinden geleni yaptı. Bu arada Türkiye’deki Kürtlere dönük saldırılar, provokasyonlar, katliamlar, devlet eliyle tezgâhlanmış linç girişimleri ve haksız savaş da dönem dönem alevlendirildi. Ne var ki TC’nin tüm geleneksel çabalarına rağmen hem içeride hem de dışarıda süreç hiç de onun arzu ettiği gibi ilerlemedi. Türkiye’deki Kürt hareketi bir hayli geri adım atmasına ve uzun süredir bir bekleyiş havası içerisinde olmasına rağmen, TC’nin istediği şekilde yok edilemedi. Güneyli Kürtler ise, Irak Anayasasının onaylanmasıyla bugün artık Irak’ın bir parçası olarak federal bir devlete sahip oldukları gibi, son seçimlerde aldıkları oy oranı ile
Irak’ın ikinci büyük siyasal gücü olarak konumlarını da pekiştirmiş oldular. Hal böyle olunca, genelde burjuvazi özelde ise onun statükocu-devletçi kesimi, tüm böbürlenmelerine rağmen emperyalist sistemin gerçek güçler dünyasına toslayarak, Irak Kürtleri hususunda yeni bir politika belirleme zorunluluğu ile karşı karşıya kaldı. Başlarda tıpkı Türkiye’deki Kürtleri aşağıladıkları gibi Güneyli Kürtlere de yukardan bir edayla bakan, Irak’taki Kürt önderlerini “aşiret reisi” olarak küçümseyen generaller ve onlarla aynı kafada olanlar, bugün artık “realiteyi kabullenmek”ten bahseder oldular. Liberal geçineninden devletçi olanına, yazarlarından profesörlerine bugün tüm burjuva kesimler, Türkiye’nin “Kuzey Irak” politikasını tümüyle değiştirmesi gerektiğini ifade ediyor ve henüz bir kesinliğe ve netliğe ulaşmamasına rağmen yeni yaklaşımlar tartışılıyor, tartıştırılıyor. Çeşitli burjuva kesimlerin Kürt sorununa yaklaşımlarındaki farklılıklar, AB sorununa ilişkin farklılıklarla sarmaş dolaş devam ediyor. Bir başka deyişle, Federe Kürdistan’a ilişkin ileri sürülen açılımları ve bu temelde yürüyen tartışmaları, Türk burjuvazisinin iç çatışmasından bağımsız olarak ele almak mümkün değildir. Bu çatışmanın sonucu bir parça netlik kazanmadan TC’nin Kürtlere dönük iç ve dış politikasında köklü ve radikal bir değişim beklemek pek doğru olmaz. Diğer taraftan Türkiye’nin kendine has “tuhaflık”larının bir sonucu olarak, ordunun oluşturduğu sermaye grubu OYAK, burjuva iş âleminin en önde gelen gruplarından biridir. Kapitalizmin ekonomik gerçekleri ve burjuva pragmatizmi ile siyasal darkafalılık, statükoculuk ve akıldışılık arasındaki çelişkilerin yansıma-
17
marksist tutum
Mart 2006 • sayı: 12
OYAK’ın cirit attığı Kürdistan bugün bir şantiyeye dönüşmüş durumda. Tüm Kürt kentleri yeniden inşa ediliyor. Ve altyapıdan otoyol ve kavşaklara, kentsel konut projelerinden üniversitelere, havaalanlarına, bakanlık binalarına, emniyet saraylarına ve kışlalara kadar neredeyse tüm inşaat faaliyetlerini Türk firmaları yürütüyorlar.
ları, toplumsal yaşamın içinde ve ekonomik faaliyet alanında olduğu kadar, giderek ordu içinde de ifadesini buluyor. Ordu içinde üst düzey bürokratlarla daha düşük rütbeliler arasında da çeşitli ihtilafların var olduğuna dair fısıltılar medyada dolaşıyor. Demek ki, burjuvazi içerisindeki çelişki ve ihtilaflar çeşitlenerek keskinleşiyor. Bu sorunda da, son tahlilde ve uzun vadede iktisadi çıkarların belirleyici olacağına ve yeni politikaların somut iktisadi çıkarlar temelinde şekilleneceğine hiç kuşku yok! Tarih düz bir çizgide değil gelgitlerle ilerliyor. Ama yine de ilerliyor. Tüm bu sorunlar hakkında bugünkü manzara her ne olursa olsun, kapitalizmin tarihsel hareketi içerisinde konjonktürel olanla, tarihsel eğilimleri birbirine karıştırmamamız gerekir. Kapitalizmin kendi yasaları temelinde ilerleyişi, statükocuların direnişi gibi faktörlerle yavaşlatılabilir olsa bile son tahlilde engellenemez. Sermaye kendi bildiği yoldan çelişkili bir biçimde de olsa ilerlemeye ve er ya da geç önündeki engelleri temizlemeye devam eder. Bugün Türk burjuvazisinin iç çatışmasının nasıl sonuçlanacağını da ancak bu perspektiften öngörebiliriz. Bugün bu değişim arayışının uzun vadeli hedeflerinin ve sonuçlarının ipuçlarını çeşitli vesilelerle görmek mümkün. Son dönemde Güney Kürdistan’da yaşanan süreçle Türk burjuvazisinin ilişkilenme tarzındaki değişime bakmak bu açıdan yeterli olacak.
Türkiye’ye “Irak olmayan” yeni yatırım alanı: Federe Kürdistan Güney Kürdistan’da yaşanan çuval hadisesinin “mağdurları”nın gerçek ve çok “derin” dostları, “vadi”lerinden çıkarak sinema perdesinde “emperyalizm”den aldıkları intikamla “milletin sızlayan yarası”na bir nebze de olsa merhem oldular. Bu arada ürettikleri sinema filmi rekorlar kı-
18
rarak ceplerini şişirmelerini de sağlamış, ne âlâ! Ama burjuva iş âleminin intikam ve rövanş anlayışı, “itler vadisi”nin kahramanlarından biraz farklı. Burjuvazi kitlelere her türlü ve her renkten hayaller aşılamaktan ve hayali rövanşlar yaratmaktan geri durmazken, kendisinin hayallerle pek işi yoktur. O sanal başarılar ve intikamlar peşinden değil, gerçek, somut, elle tutulur şeylerin peşinden koşar. Onun tek başarı ve kahramanlık kriteri vardır: daha fazla kâr. İşte bu nedenledir ki, burjuvazi bugün Irak’ın kuzeyine, “kahraman Polat” gibi savaşmaya değil, onun savaştıklarıyla ticari anlaşmalar imzalamaya gidiyor. Burjuvazinin tüm değişim arayışlarına rağmen, bugün birkaç istisna dışında burjuva ideologlar gerçekliği adıyla anma cesaretini henüz gösteremiyorlar. Hâlâ Kuzey Irak diyorlar. Oysa o bölge artık herhangi bir coğrafi bölge değil, farklı statüsü olan bir siyasal-idari birim, adı da Federe Kürdistan. Uluslararası burjuva hukukuna göre artık federal bir devlet olarak tanımlanan Irak’ın bir parçası olan ve kendi idari aygıtı, parlamentosu, bakanlıkları, ordusu, polisi ve kuşkusuz hapishaneleri olan bir burjuva federe devlet! Bu oluşumun bir numaralı yöneticisi de Federe Kürdistan Bölgesi Başkanı sıfatıyla Barzani. Ve ne tuhaftır ki, “aşiret reisi” olarak horladıkları Barzani’nin önünde iş anlaşmaları için sıraya girenlerin ve pastadan en büyük payı kapanların başında da OYAK ve ona bağlı şirketler geliyor. Hani şu, başına çuval geçirilenlerden kesilen zorunlu primlerle kurulup bugün en büyük mali-sermaye gruplarından biri haline gelmiş olan pek milli ve pek millici olan holding! OYAK’ın cirit attığı Kürdistan bugün bir şantiyeye dönüşmüş durumda. Tüm Kürt kentleri yeniden inşa ediliyor. Ve altyapıdan otoyol ve kavşaklara, kentsel konut projelerinden üniversitelere, havaalanlarına, bakanlık binalarına, emniyet saraylarına ve kışlalara kadar neredeyse tüm inşaat faaliyetlerini Türk firmaları yürütüyorlar. Yalnızca 2005 yılı içerisinde bölgede 1 milyar doların üzerinde bir inşaat işinin yapıldığı söyleniyor. Kürt hükümeti bu yıl bu altyapı yatırımları için 5 milyar dolarlık bir ödenek ayırmış durumda. İnşaat alanındaki bu pastadan en büyük payı ise OYAK’a bağlı şirketler alıyorlar. Öyle ki, bir burjuva gazetesi, bir sürçü lisanla olsa gerek, o tabu sözcüğü kullanarak şöyle manşet atıyor: “Kürdistan’ın temelini OYAK atıyor”. Bu inşaatların demirinden çimentosu ve çivisine kadar tüm malzemeleri yine Türkiye’den getiriliyor ve dünya piyasalarındakinden çok daha yüksek fiyatlarla satılıyor. Tür-
Mart 2006 • sayı: 12
kiye’nin en büyük çimento üreticisi de, Erdemir’i almak için seferber olan ve bunu başaran da yine OYAK! Bir zamanlar Kürt devletinin kurulmasını savaş nedeni sayan silahlı bürokrasinin organik bir uzantısı olan bu holding, bugün Kürdistan parlamentosu ek binalarını, bakanlık konutlarını ve emniyet sarayının inşasını da üstlenmiş durumda! Federe Kürdistan’ın tümünün olduğu gibi Barzani’nin KDP’sinin yayın organlarının kâğıt ihtiyacını karşılayan da yine OYAK. KDP’nin denetimindeki televizyonun stüdyoları ve teknik altyapısı da Türk genelkurmayının onayını alan Türk burjuvalarınca hazırlanmış. Türk şirketlerinin faaliyet alanları inşaatla sınırlı değil. Bankacılık sektörüne de el atan Türk bankalarından şu anda yalnızca bir tanesi faaliyet izni almış durumda. 2 milyar dolarlık bir ihracat gerçekleştiren 200’e yakın şirket, gıda, mobilya, beyaz eşya, elektrik, elektronik gibi alanlarda faaliyet yürütüyor. Kürt yetkililer Kürdistan’da tüketilen ürünlerin yüzde 90’ının Türk malları olduğunu söylüyorlar. Bunun dışında özellikle Türkiye’den gelen Kuzeyli Kürt işadamları lüks lokantalar ve otellerden güzellik salonlarına kadar hizmet sektörünün her alanına el atmış görünüyorlar. “Türkiye’nin Güneydoğu’sundan ayrılıp bambaşka bir diyara ayak bastığınızı düşündürecek bir izlenimi fazlaca almıyorsunuz” diyor bölgeye giden gazeteciler. Türk burjuvazisinin Federe Kürdistan’daki ekonomik icraatından, onun emperyalist niyetlerini ve yağmacı çıkarlarını teşhir etmek için değil de, gerçek vatanseverlerin burjuvalar değil kendileri olduğunu ispatlamak için yararlanmaya çalışanlar var. Çuval hadisesiyle onuru kırılan, bayrak hadisesini esefle karşılayan, ulusal onur, vatan ve yurt aşkının heyecana sevk ettiği reformist sol kesimlerin ve hatta küçük-burjuva devrimci çevrelerin önemli bir bölümünün durumu bu. Türkiye gibi emperyalistleşme arzusuyla ve emperyalistleşememenin sancılarıyla kıvranan bir ülkede, AB ve ABD emperyalizmine karşı ulusal kurtuluş mücadelesi vermek gerektiğinden, yurtseverlikten vb. bahsetmek, işçi sınıfını açıkça aldatmak demektir. Habur sınır kapısından Türkiye’ye giriş yapılırken, üzerinde Kürdistan kelimesi yazılan tek bir malı ve hatta Türkiye’de basılmış ve içerisinde bu kelimenin geçtiği tek bir kitabı bile sınırdan içeri sokmak yasak. Ama Türkiye’den “Kuzey Irak”a birkaç milyar dolarlık ihracat yapmak serbest. Barzani’ye “Başkan” denmesi egemenlerimizi kızdırıyor. Ama aynı Barzani’nin Kürdistan Bölgesi Başkanı mührünün üzerine imza attığı kağıt yüz milyonlarca dolarlık bir ticaret anlaşması ise, burjuvalar sevinç içerisinde ellerini ovuşturuyorlar. Kırmızı çizgilerin yerini yeşil dolarlar aldığı sürece sorun yok.
marksist tutum
Burjuva ideologların Güney Kürdistan’ı Türkiye’ye “bağlama” arayışları Bu çelişik görüntüden çıkartılması gereken önemli sonuçlar var kuşkusuz. Yıllar boyu kendisini koruyup palazlandıran devletin, onun resmi ideolojisinin ve geleneksel politikalarının biçtiği gömlek bir süredir burjuvaziye dar geliyor. Onun mümkün olduğunca dışa açılmaya, yeni pazarlar bulmaya ve etine buduna uygun nüfuz alanları elde etmeye ihtiyacı var. Tek kelimeyle, Türk burjuvazisi en azından yakın çevresinde bölgesel bir güç olmak, alt-emperyalist bir role soyunmak istiyor. Bunu başarmak içinse eninde sonunda resmi ideolojisini, iç ve dış politikalarını köklü bir değişikliğe uğratmak, toplumsal-siyasal-iktisadi yapısını kapitalizmin gerçekleriyle tam uyumlu hale getirmek zorunda. Buna karşı çıkan dar kafalı, statükocu ve kapitalist maddi çıkarlar dünyasının pragmatizmiyle uyuşmayan sivil-asker bürokrat unsurlar, mali-sermayenin geniş kesimleri tarafından bir engel olarak görülüyor. Bu çelişkiler ve çatışmalarla yüklü, mehter temposuyla gerçekleşen gelişme, emperyalistleşmek ve daha büyük rollere soyunmak isteyen burjuvaziyi tatmin etmekten uzaktır. Bu nedenledir ki, burjuvazinin emperyalistleşme arzusunun sözcülüğüne soyunan burjuva yazarlar takımı, Güney Kürdistan’daki süreci kendi emperyal sınıf çıkarları açısından faydacı bir yaklaşımla değerlendiriyorlar. “Bizimkiler, bağımsız devlet oluşursa bizim Kürtlerimiz de onlarla birleşir diye korkuyorlar”. TC’nin “Kuzey Irak hassasiyeti”nin gerçek nedeni olarak dile getirilen bu sözler, gazetecilik, danışmanlık, gayri resmi arabuluculuk vb. gibi işlerle de uğraşan bir burjuvaya, İlnur Çevik’e ait. Onun Kürt sorununa ilişkin yaklaşımları, yalnızca kendi şahsi yaklaşımını değil, tekelci burjuvazinin en geniş kesiminin ve bu arada öyle görünüyor ki ABD’nin de yaklaşımını ifade etmesi açısından önemli. Irak’ta bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasına bile “paranoya”yla yaklaşmamak gerektiğini, Kuzey Kürtlerinin Türkiye’den kopmaya niyetleri olmadığını söyleyen İlnur Çevik, gelişen mali-sermayenin emperyalist arzularını dile getiriyor: “Türkiye’ye göbekten bağlı bir Kürt devleti Türkiye’nin yararına olacaktır, buna göre politikaların hazırlanması gerekir”. Solcu geçmişinin kendisine sağladığı entelektüel avantajlarla, aynı misyonu üstlenen bir başka gazeteci Cengiz Çandar da benzer görüşleri ve açılımları savunuyor: “Kuzey Irak, Irak’tan ziyade, Güneydoğu üzerinden Türkiyenin bir «doğal uzantısı» gibi.” Bugün gazetesinde 6 Ocak 2006 tarihli yazısının başlığı şöyle: “Kuzey Irak: Güneydoğu’nun Devamı ya da Türkiye’nin «Ekonomik Nüfuz Alanı»...” Şunları söylüyor: “Kuzey Irak, sadece oradaki «Kürt oluşumu»nun alacağı şekil veya PKK isminin telaffuz edilmesiyle «Türkiye gündemi»ne giren bir alan değil. Türkiye’nin «siyasi sonuçlar üretecek» cinsten yoğun ekonomik faaliyet alanı ve hatta Türk ekonomisinin «doğal nüfuz alanı». (...) Irak bütçesi 21 milyar dolar. Petrolden
19
marksist tutum
elde edilen gelir, toplam ihracat gelirlerinin yüzde 98’i ve bütçenin yüzde 90’ı. Ve ülkenin petrol rezervlerinin yüzde 40’ının Kuzey’de yattığı tahmin ediliyor. [Bunlar] Türkiye’de Kuzey Irak ve Kürtlerle ilgili «stratejik bakış açısı»na sahip olanların göz önünde tutması gereken olgular.” Mehmet Ali Birand da şunları yazıyor: “Kuzey Irak Kürdistanını düşman görmemeli, aksine kucaklamalı ve korumamız altına almalıyız. Bütün bunları, Ankara’da hem hükümet hem MİT hem de bazı askeri yetkililer bilmekte, düşünmekte ancak henüz uygulamaya cesaret edememektedir.” (Milliyet, 8/12/2005) Dikkat edelim, Güney Kürdistan’ı işgal etmek, Musul ve Kerkük’ü Türkiye’ye katmak ve Kürdistan’ın o parçasını da bir sömürgeye dönüştürmek değil dile getirilen. Onu Türkiye’ye göbekten bağlı hale getirmek, Türkiye’nin doğal uzantısı ve iktisadi nüfuz alanı kılmak, kucaklamak ve koruma altına almak! Burjuvazi, bir bölgeyi kendisine tâbi kılmanın ve sömürmenin, o bölgeyi sömürge ya da yarısömürge haline getirmekten çok “daha güvenilir ve kârlı yöntemleri” olduğunu 20. yüzyılın başlarından itibaren biliyor ve uyguluyor. Emperyalizmi özü itibarıyla en doğru biçimde tahlil eden Lenin bu noktanın altını defalarca çizmişti. 31 Ocak 1917’de, emperyalist savaş süreci içerisinde, egemen sınıfın kitleleri pasifize etmek için birtakım reformları da yapmak zorunda kaldığını belirtirken, emperyalist-kapitalist sistemin ezilen ulusların “siyasal bağımsızlığı” olgusuyla bağdaşmayacağı düşüncesinin yanlışlığını şu güzel örnekle anlatıyordu: Ulusal kaynaşmanın gücü, ulusal sempatilerin önemi bu savaş sırasında açığa çıktı, örneğin İrlandalıların bir emperyalist koalisyona, Çeklerin ise bir diğerine yönelmesi gibi. Emperyalizmin zeki liderleri kendilerine şunu söylüyorlar: Şüphesiz, küçük ulusları boğazlamaksızın hedeflerimizi gerçekleştiremeyiz; ancak bunu yapmanın iki yolu var. Bazen, bunu sağlamanın daha güvenilir ve kârlı yolu, politik olarak bağımsız devletler yaratmakla emperyalist savaşta “anavatan savunusu”nun candan ve vicdan sahibi destekleyicilerinin hizmetlerini sağlamaktır; “biz”, şüphesiz mali bağımlılıkları için gerekeni yapacağız! Emperyalist güçler büyük bir savaşa tutuşmuşken, bağımsız bir Bulgaristan’ın müttefiki olmak, bağımlı bir İrlanda’nın efendisi olmaktan çok daha kârlıdır. Ulusal reformlar alanında eksik bırakılmış olanları tamamlamak, bazı durumlarda emperyalist bir koalisyonu içsel olarak güçlendirebilir... (Lenin, Emperyalizm Üzerine, “Dünya Politikasında Bir Dönemeç”, www.marksist.com)
“Zeki” burjuva ideologların Güney Kürdistan’a ilişkin önerdikleri proje de işte budur. Ve üstelik bunun yalnızca ekonomik getirisi değil siyasi getirisi de mevcut onlara göre. Güneyli Kürtlerin hamiliğine soyunarak ve kendi Kürtleriyle de “barışarak” İran ve Suriye üzerinde belli bir yaptırım gücüne sahip olmak. Böyle bir “koalisyon” için ulusal-siyasal reformlar yapmak ve “paranoya”dan kurtulmak gerektiğini aynı ağızlardan duymak da hiç tesadüf değil. Burjuvazinin bildiği, Lenin’in uzun yıllar önce tahlil et-
20
Mart 2006 • sayı: 12
tiği bir gerçekliği bugün döne döne hatırlatmak zorunda kalışımız, sol hareketin ne denli gerilere savrulduğunu kanıtlıyor maalesef: Emperyalizm sömürgecilik değildir. Emperyalist güçlerin ekonomik üstünlükleri sayesinde zayıf durumdaki ülkelere kendi siyasal koşullarını, askeri planlarını dikte ettirdikleri bir sistemi, “bu da sömürgeciliğin bir çeşididir” diye tanımlayanlar, –eğer kötü niyetli değillerse– en azından sorunu bulandırmaktadırlar. (...) emperyalist kapitalist sistem altında, bazı istisnalar dışında genelde eski sömürge ülkelerin çoğu siyasal bağımsızlığını kazanmış ve böylece asıl bağımlılığın ekonomik bağımlılık olduğu gerçeği olanca çıplaklığıyla açığa çıkmıştır. (...) Dolayısıyla, emperyalizm döneminin bu ekonomik bağımlılığını, sömürgecilik döneminin siyasal bağımlılığı ile bir tutmanın hiç ama hiçbir bilimsel temeli yoktur. Zira, siyasal bağımsızlığın kazanılması kapitalist sistemin işleyişi ile çelişmemektedir. Tam tersine, emperyalist kapitalizm altında güçlü kapitalist ülkeler, bu bağımsızlığa sahip tüm ülkeleri de bin bir türlü ekonomik mekanizmayla kendilerine bağımlı kılmaktadırlar. (...) ekonomik bağımlılığı gerekçe göstererek, az ya da orta derecede gelişmiş kapitalist ülkelerin bir zamanların sömürge ya da yarı sömürge ülkelerinde olduğu gibi bir ulusal kurtuluş mücadelesi vermeleri gerektiğini ileri sürmek hiç doğru değildir. (Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, s.33)
Türk burjuvazisinin Federe Kürdistan’daki ekonomik icraatından, onun emperyalist niyetlerini ve yağmacı çıkarlarını teşhir etmek için değil de, gerçek vatanseverlerin burjuvalar değil kendileri olduğunu ispatlamak için yararlanmaya çalışanlar var. Çuval hadisesiyle onuru kırılan, bayrak hadisesini esefle karşılayan, ulusal onur, vatan ve yurt aşkının heyecana sevk ettiği reformist sol kesimlerin ve hatta küçük-burjuva devrimci çevrelerin önemli bir bölümünün durumu bu. Türkiye gibi emperyalistleşme arzusuyla ve emperyalistleşememenin sancılarıyla kıvranan bir ülkede, AB ve ABD emperyalizmine karşı ulusal kurtuluş mücadelesi vermek gerektiğinden, yurtseverlikten vb. bahsetmek, işçi sınıfını açıkça aldatmak demektir. Egemen burjuva sınıfa ve onun askeri ya da sivil yöneticilerine ve temsilcilerine “sizin hiç mi ulusal onurunuz yok” kabilinden bir ajitasyonla hücuma kalkarak emekçi kitleler nezdinde prim toplama planı yapanlar, gerçekte işçi sınıfının başına bir çorap örüyorlar. Enternasyonalist komünistler, burjuvaziyle milliyetçilik konusunda bir yarışı kesin bir dille reddederler. “Burjuvazinin milliyetçiliği bu kadardır” demekle, “milliyetçilik bir sahtekârlıktır” demek arasında dağlar kadar fark vardır. Burjuvazinin milliyetçiliğe karnı toktur, ama karnı aç gezenleri avutmak ve uyutmak için her türden milliyetçi ideolojiyi canlı tutmak zorundadır. Bu tuzağa karşı bizlerin görevi şu ya da bu türden milliyetçiliği değil, yalnız ve yalnızca proletarya enternasyonalizmini savunmak ve tüm diğerlerinden önce “kendi” burjuvazimizi hedef tahtasının ortasına oturtup teşhir ederek onun saltanatına son vermeye çalışmaktır.
Haramiler Düzeninde Mal Varlığı Tartışmaları ve Yolsuzluklar Selim Fuat
B
urjuva siyasetçilerin malvarlıklarına ilişkin tartışmalar ve bu tartışmalara örtük ya da açık bir biçimde eşlik eden yolsuzluk iddiaları, Türkiye’de geçtiğimiz ay gündemin başköşesini uzun süre işgal etti. Hükümetin yumuşak karnı haline gelen Maliye Bakanının imaları ile başlayan ve karşılıklı restleşmelerle süren kapışmalar, alışık olduğumuz üzere bir hararet evresinin ardından soğumaya bırakıldı. Belli ki Cumhurbaşkanlığı seçiminin yaklaşmasıyla birlikte egemen sınıf içindeki taraflar birbirlerine karşı pozisyonlarını almaya başladılar. Böylece yıpratma operasyonlarında her zaman en kullanışlı araç olan mal varlığı tartışması da “tencere dibin kara seninki benden kara” atışmalarıyla birlikte masaya sürüldü. Bütün bu suçlamalara ve imalara medyanın bir bölümü tarafından, bir dönemler delikanlılığı övülen başbakanın “keşfedilen” kaba saba yönlerinin vurgulanması da eklendi. Artık iyice anlaşılıyor ki, Tayyip Erdoğan’ın veya benzer siyasi niteliklere sahip bir ismin Cumhurbaşkanı seçilmesinin önü, başını askeri ve sivil bürokrasinin çektiği ve bu durumu hazmetmekte zorlanacak egemen sınıf kesimleri tarafından tıkanmaya çalışılıyor. Türkiye’deki “yolsuzluk” tartışmaları her zaman egemenler arasındaki kapışmaların ve siyaset oyunlarının bir parçası olmuştur. Görülüyor ki bugünlerde tanık olduğumuz söz konusu tartışmalarda da aynı kural işlemektedir. Bütün bu itiş kakış vesilesiyle eski defterler de karıştırılmaya başlanınca, burjuva siyasetçilerin “çıkın”ındakilerle beraber burjuva medyasının önde gelen temsilcilerinin kirli çamaşırları da ortaya saçıldı. Başbakan Erdoğan’ın “mal varlığı” tartışmasında şeffaflık nutukları atanların göründükleri kadar şeffaflıktan yana olmadıkları ortaya çıktı. Sabah gaze-
Sömürüye dayanan tüm üretim ilişkileri gibi kapitalizm de “yolsuzluğun” ta kendisidir. Çünkü kapitalist sermayenin ve tüm servetlerin kaynağı işçilere karşılığı ödenmemiş olan artı-emektir. Eğer bir çalıp çırpma varsa suçlu tam da burada aranmalıdır. Özü bu anlamda hırsızlığa dayanan kapitalizmin her türlü çürümeyle beraber yolsuzlukları da üretmesi bu yüzden kaçınılmazdır. Mal varlığı tartışmasıyla açıklanan-açıklanmayan trilyonlarca liralık politikacı servetleri de, yasalara göre “hiçbir!” konuda yolsuzluk yapmadan dünyanın en zengin adamları listelerine giren burjuvaların sermayeleri de işçilerin gasp edilmiş emekleridir. Bilinçli işçiler bunun farkında olmalı ve mücadele silahlarını, saltanatları sürsün diye bizleri bu çürümüş düzende “yaşamaya” mahkûm eden haramilere çevirmelidir.
21
marksist tutum
tesi yazarı Umur Talu açıkça, “Bugünkü başbakanın mal varlığı üstüne epey ‘hassas’ yönetici ve kalemlerin kimileri, 1994’te, o günkü başbakanın ‘gizli mal varlığı’nı sansürleyen isimlerdir” diye yazdı. Talu’nun yaptığı hatırlatma şöyleydi: “Birisi üşenmez, o günün büyük gazetelerine bakarsa; Kimi gazete yöneticilerinin, muhabirlerinin gönderdiği bir ‘gayrimenkul’ün haberini dahi gizlediklerini; Kimilerinin, ‘yüzde 100 gazetecilik’ inat ve ısrarındaki meslektaşlarının ortaya çıkardığı ‘Başbakanın serveti’ni dahi görmezden gelmek, meşrulaştırmak, önemsizleştirmek için bin bir takla attıklarını görür. Bu isimler, bugün de ‘medyanın en üst düzeyleri’nde bulunuyor. Ne hazindir ki, bugün gönül bağıyla veya başka bir nedenle Başbakan’a arka çıkmaya çalışanların kimileri ise, hem o günlerin, hem 28 Şubat sonrası iktidarların ‘yolsuzlukları’ üstüne çok kalem oynatanlardır. Hoşlanmadığı sivil iktidar üstüne olanca dürüstlük ve sıkı gazetecilikle giderken, askeri kokulu kimi bulaşık işlerde, ‘Lockheed, F–16, İsrail’e tank ihalesi’ gibi meselelerde gıkı çıkmayanlar da sütunlardan göz kırpmaya devam eder. Bazen bir iktidarı, bazen bir bakanı, bazen dostu işadamını, bazen yasa siparişi verilen koalisyonu, bazen bankaya arka çıkan politika cambazını, bazen ünlü reklâmcıyı kollamak adına ‘sansür’ yaptığı halde sık sık ‘editoryal bağımsızlık, yayına müdahale etmeme, özgür gazetecilik’ üstüne nutuk atanlar da öyle.” Nasırına basılanın tozu dumana katıp diğerlerine saldırdığı bu hengâmede aslında, siyasetçisiyle, gazetecisiyle tüm burjuva unsurların nasıl bir çürüme içinde oldukları bir kez daha gözler önüne serilmiş oldu. Ancak elbette burjuva ideologlar da bu süreçte, ortalığa yayılan bunca pis kokunun işçi sınıfında yaratacağı tepkileri düzen sınırları içinde tutma çabasını ihmal etmediler. Egemen sınıflar kapışıp birbirlerinin temsilcilerini gözden düşürme gayretine girişmişken bir yandan da ortalığı onların “namuslu kapitalizm” vaazları kapladı. Yolsuzluk yapıp “tüyü bitmemiş yetimin hakkını yiyenler” lanetlenirken “helâl” kazanç sahipleri aklandı. “Piyasa ekonomisinin” henüz yeterince yerleşmemiş olmasının sıkıntılar yarattığı, devletin kamu sektöründeki göreli ağırlığının yolsuzluklara zemin hazırladığı ve çözümün bunu değiştirmekten geçtiği propagandası bu vesileyle de medyada yer buldu. Bu türden mal varlığı tartışmalarına ve yolsuzluk vukuatlarına elbette sadece Türkiye’de rastlanmıyor. Kapitalizmin krizinin derinleşmesiyle birlikte burjuvalar arasındaki rekabet de kızışmakta ve tüm kapitalist dünyada bu tür “kuralsızlıklar” artmaktadır. Hatta son büyük örneğini enerji şirketi Enron’un iflasıyla ABD’de gördüğümüz yolsuzlukların boyutları karşısında Türkiye’deki örnekler devede kulak bile sayılabilir; bu devasa şirketin muhasebe kayıtlarında yapılan sahteciliğin tespit edilebilen miktarı 65 milyar doların üzerindedir. Görüldüğü gibi, sistemin çürümüşlüğünü gösteren bu emare sadece kapitalist gelişmişlik düzeyi görece geri olan Türkiye ya da benzeri ülkelerin hastalığı değildir. Ancak Asyatik-despotik bir sistemin mirasçısı olan Türkiye’de yolsuzluk her zaman
22
Mart 2006 • sayı: 12
yönetme geleneğinin bir parçası olmuştur. Dünya Bankası ve Avrupa İskân ve Kalkınma Bankası tarafından ortaklaşa olarak 1999’da 26 ülkede dört binden fazla şirketi kapsayan “şirket-devlet” ilişkilerinin incelendiği saha çalışmasında, Türkiye’deki şirketlerin yıllık gelirlerinin yaklaşık yüzde 2,5’inden fazlasını rüşvet olarak verdiği ortaya çıkmıştır. Saha çalışmasına katılan Türk şirketlerinin yüzde 40’ına yakın bir bölümü devlet ihalelerinde, genellikle, kontrat bedelinin yüzde 5 ilâ 10’u arasında değişen “komisyon” ödediklerini belirtmişlerdir. Nasırına basılanın tozu dumana katıp diğerlerine saldırdığı bu hengâmede aslında, siyasetçisiyle, gazetecisiyle tüm burjuva unsurların nasıl bir çürüme içinde oldukları bir kez daha gözler önüne serilmiş oldu. Ancak elbette burjuva ideologlar da bu süreçte, ortalığa yayılan bunca pis kokunun işçi sınıfında yaratacağı tepkileri düzen sınırları içinde tutma çabasını ihmal etmediler. Egemen sınıflar kapışıp birbirlerinin temsilcilerini gözden düşürme gayretine girişmişken bir yandan da ortalığı onların “namuslu kapitalizm” vaazları kapladı. Devlet dairelerinde en sıradan işlerini halletmek ya da trafik cezalarından kurtulmak için verilen rüşvetleri kanıksayan Türkiyeli insanların zihnine, divan şairi Fuzuli’nin “selam verdim rüşvet değildir diye almadı” ifadesinin bir vecize gibi yerleşmiş olması boşuna değildir. Türkiye’de rüşvet, bürokrasinin ortak kültürünün bir parçasıdır ve bu yerleşik yolsuzluğun kuvvetli kökleri ülkenin Asyatik-despotik geçmişinden beslenmiştir.
Türkiye’nin kısa yolsuzluk tarihi 16. yüzyıldan sonra, Osmanlı Devleti’nde Avrupa’da gelişen kapitalizmin yarattığı dış basınçla birlikte mali sistem çözülmeye başlayınca, yolsuzluk ve rüşvet büyük boyutlara varan bir yaygınlık kazandı ve zaman içinde gelenekselleşti. Nüfuzlarından yararlanan Osmanlı’nın tüm kapıkulu bürokrasisi, padişah da dâhil olmak üzere herkes tarafından kabul gören bir biçimde rüşvetler alarak dillere destan servetler oluşturdular. Örneğin üç padişaha (I. Süleyman, II. Selim, III. Murat) “hizmet veren” ve Osmanlı’nın yetiştirdiği en değerli sadrazam olarak bugün caddelere, okullara adı verilen Sokullu Mehmet Paşa (1505–1579), rüşvet yoluyla hadsiz hesapsız bir servete sahip olmuştu. Sokullu’nun serveti ve rüşvetçiliği hakkında Alman tarihçi Ludwig Von Gerlach; “kim yüksek bir mevkiye gelmek isterse, ona yüzlerce, binlerce duka altınlık armağanlar sunmak ya da ayağına atlar, oğlanlar taşımak zorundadır” diyordu. Fransa’nın İstanbul Büyükelçisi De Germigny’nin 1580 yılında Paris’e gönderdiği rapor da, rüşvetin Osmanlı’da hangi kapıları açtığının bir başka belgesidir. Raporda
Mart 2006 • sayı: 12
şöyle yazmaktadır: “Mümkünse şöyle hareket edilmelidir: Kral, Yeniçeri ağası İbrahim Paşaya ve Padişahın Donanma Komutanı Kaptan-ı Derya İbrahim Paşaya, Paris kumaş ticaretinden pay ayırmalarını ihmal etmemelerini, krallık meclisi üyelerine ve hazine bakanına buyurmalıdır. Unutulmamalıdır ki, benden önceki İspanya elçisinin İspanya Kralı’nın işlerini kolaylaştırması için ödediği 50 bin duka altın armağan karşısında, Sokullu Mehmet Paşa yelkenleri suya indirmişti.” (Aktaran, S. Yerasimos, Az Gelişmişliğin Sürecinde Türkiye, cilt 1, Gözlem Y., 1974) Bugün Galataport, Telekom gibi ihaleler vesilesiyle sıklıkla kullanmaya başladığımız peşkeş sözcüğü de Osmanlı’da üst düzeyde bir devlet memuruna verilen “yasal hediye” anlamına gelirdi. Sözgelimi bir büyük vezir, bir adamın işini hallettiğinde buna karşılık “pişkeş” alırdı ve bu yasaldı. Ancak belli (!) hadleri vardı. Bunun üstü “rüşvet”e girerdi. İlerleyen dönemlerde çeşitli tedbirler alınmaya çalışılmasına rağmen önü alınamayan rüşvet ve yolsuzluklar cumhuriyetin kurulmasıyla da ortadan kalkmamıştır şüphesiz. Havuz-Yavuz davası olarak bilinen ve devletin üst düzeyde bir bakanının yüce divana sevk edilmesiyle başlayan yolsuzluklar silsilesi 1946’da çok partili rejime geçilmesinden sonra da dönemin Gümrük ve Tekel Bakanı Suat Hayri Ürgüplü’nün yargılandığı ve bakanlığın birçok memurunun adının karıştığı bir yolsuzluk davası ile devam etmiştir. Ancak yolsuzlukların ve rüşvetin yöntemlerinin çeşitlenmesi ve asıl patlaması kapitalist gelişmenin belirli bir düzeye ulaştığı 70’li yıllarla birlikte olmuştur. 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte geçmiş dönemdeki bazı siyasilerin hakkında yolsuzluk soruşturmaları açılmış ve 13 Nisan 1982 tarihinde Sosyal Güvenlik Bakanı Hilmi İşgüzar, 16 Mart 1982 tarihinde de Gümrük ve Tekel Bakanı Tuncay Mataracı görevini kötüye kullanmak suçlarından Yüce Divan’da mahkûm olmuşlardır. 1980 öncesindeki önemli yolsuzluk olaylarından biri de “Lockheed Skandalı”ydı. Tüm dünyada çok sayıda tutuklama ve mahkûmiyetlere neden olan bu olay, Türkiye’de ucu askeri bürokrasinin üst kademelerine kadar dokunduğu için aydınlatılamamıştır. 1980’lerden bu yana ortaya çıkan başlıca yolsuzluk olayları arasında, Devlet Bakanı İsmail Özdağlar’ın adının karıştığı rüşvet yolsuzluğu, F-16 savaş uçağı alımıyla ilgili rüşvet olayı, İstanbul Bankası
marksist tutum
yolsuzluğu, Jaguar Olayı, Karayolları Yolsuzluğu, İSKİ yolsuzluğu, İLKSAN yolsuzluğu, TÜRKBANK yolsuzluğu, hayali ihracat yolsuzlukları sayılabilir. Bu vakalar, çoğu bir sonuca ulaşmayan soruşturmalarla veya önemsiz cezalarla geçiştirilmiştir. 1990 yılında, bazı gazeteler, politikacıların mal bildiriminde bulunmalarını ısrarla talep ettiklerindeyse, adı her daim yolsuzlukla anılan iktidardaki ANAP bir yasa hazırlamak zorunda kalmıştı. Ancak elbette kendisini buna zorlayanları da yasa kapsamına almayı ihmal etmeyerek! Bu yasayla, politikacıların yanı sıra, vakıf mütevelli heyetleri, gazetelerin patronları, yöneticileri ve bütün köşe yazarları da mal bildirimi verme yükümlülüğü altına sokuldu. Onca tantananın ardından Meclis’te oluşturulan Mal Varlığı Araştırma Komisyonundaki ANAP ve DYP’li temsilciler, liderlerini karşılıklı olarak aklayarak meseleyi kapattı. Yani hükümet etme hakkını elinde tutanların ihsanıyla bu kesimlere yakın duranlar, Türkiye’de her daim iktidarın nimetlerinden faydalandılar.
Yolsuzluk sömürücü sistemlerin mayasındadır Anlatılanlar şüphesiz yaşadığımız topraklara has şeyler değil. Sömürücü sınıflar var olduğundan beri hem bu topraklarda hem de tüm dünyada yolsuzluklar olmuştur. Yolsuzluğun tarihi, devletin tarihi kadar eskidir. M.Ö. 4000 yılından kalma Sümer tabletlerinden, Dante’nin İlahi Komedya’sına kadar pek çok tarihi ve edebi eserde yolsuzluktan, rüşvetten şikâyet edilir. Elbette “insanla insan arasında ‘nakit ödeme’nin katı ihtiyaçlarına göre kurulan bağdan başka hiçbir bağ, soğuk bir bireysel çıkar ilişkisinden başka hiçbir ilişki bırakmayan” kapitalizmde de yolsuzluk her daim var olmuştur, var olmaya devam edecektir. Aslında sömürüye dayanan tüm üretim ilişkileri gibi kapitalizm de “yolsuzluğun” ta kendisidir. Çünkü kapitalist sermayenin ve tüm servetlerin kaynağı işçilere karşılığı ödenmemiş olan artı-emektir. Eğer bir çalıp çırpma varsa suçlu tam da burada aranmalıdır. Özü bu anlamda hırsızlığa dayanan kapitalizmin her türlü çürümeyle beraber yolsuzlukları da üretmesi bu yüzden kaçınılmazdır. Mal varlığı tartışmasıyla açıklanan-açıklanmayan trilyonlarca liralık politikacı servetleri de, yasalara göre “hiçbir!” konuda yolsuzluk yapmadan dünyanın en zengin adamları listelerine giren burjuvaların sermayeleri de işçilerin gasp edilmiş emekleridir. Bilinçli işçiler bunun farkında olmalı ve mücadele silahlarını, saltanatları sürsün diye bizleri bu çürümüş düzende “yaşamaya” mahkûm eden haramilere çevirmelidir.
23
Geçiş Sorunu ve Troçki ve 1938 Geçiş Programı Troçki tarafından hazırlanan ve 1938 yılında Dördüncü Enternasyonal’in kuruluş kongresinde uluslararası program olarak kabul edilen Geçiş Programı, günümüzde de örnek bir tarihsel belge olma niteliğini sürdürüyor. Troçki böyle bir devrimci eylem programını inşa çabasına girişmekle, Komintern Dördüncü Kongresinin karar altına aldığı, fakat Lenin’in ölümünden sonra Stalinizmin egemen oluşu nedeniyle yerine getirilmeyen bir görevi fiilen üstlenmiştir. Bu program metni üzerinde burada tüm ayrıntılarıyla durmaya olanak yok, zira geçiş taleplerini teker teker ele almaya kalkmak neredeyse bu belgeyi olduğu gibi aktarmak anlamına gelirdi. Bu nedenle yalnızca bazı önemli noktalarına değineceğiz. Geçiş Programının dünden bugüne devrimci özünü vurgulayan şu önemli satırların daha baştan altını çizelim: “Görevi, kapitalizmin hakimiyetini ortadan kaldırmaktır. Amacı, sosyalizmdir. Yöntemi, proleter devrimidir.” (Troçki, Geçiş Programı, Kardelen Yay., 1992, s.48) Programın daha ilk bölümünde çok önemli bir soruna değinilir. Belirtildiği üzere, tarihsel koşulların sosyalizm için henüz “olgunlaşmadığına” ilişkin lafazanlıklar ya cehaletin ürünü ya da bilinçli bir aldatmacadır. Oysa, proleter devrim için gerekli nesnel önkoşullar yalnızca olgunlaşmakla kalmayıp, neredeyse çürümeye yüz tutmuştur. Önümüzdeki tarihsel dönemde sosyalist devrimin gerçekleşmemesi halinde bütün insanlık kültürünün bir yıkım tehdidi altında olduğu aşikârdır. Bu nedenle, artık her şey proletaryaya, esas olarak da proletaryanın devrimci öncüsüne bağlı hale gelmiştir. Kısacası, insanlığın tarihsel bunalımı, devrimci önderliğin bunalımına indirgenmiştir. Troçki’nin bu tespitleri son derece yerindedir ve zaten devrimci mücadelenin bu örgütsel boyutunu açıklığa kavuşturmadan da, bir programa sahip olması gereken devrimci ruhu kazandırmak asla mümkün olmayacaktır. Ne var ki, bu satırların yazılmasının üzerinden yıllar
24
Komünist adını taşımayı hak edenler, gerçeklik devrimci doğrultuda değişikliğe uğratmak için ça kazanan birincil görev, yitirilen örgütsel ve ideo kazanılabilmesi için canla başla çalışmaktır. B sınıfının ileri unsurları, işçi devriminin ve işçi i yeniden kazanılabilmeli. Devrimci program ve de tutulacak ana halka, sınıfın öncü kesimlerinin, ö devrimci Marksist görüşler geçmiş olmasına rağmen işaret edilen tarihsel bunalım henüz aşılabilmiş değildir. Bu da bize işin bir başka önemli tarafını hatırlatıyor. İşçi sınıfının kurtuluşu ve insan toplumunun esenliğe kavuşabilmesi bakımından yaşamsal önem taşıyan bu gibi tarihsel sorunlara yalnızca işaret etmekle yetinilemez, gereğini yerine getirmek için sorumluluk üstlenilmelidir. Değerli olan, örgütsel alanda bunalımın aşılmasını mümkün kılacak bir yolun tutulabilmiş olmasıdır. Marx’tan başlayarak Lenin’e, Troçki’ye ve diğer devrimci önderlerin mirasına sahip çıkmanın başka bir ölçütü bulunmuyor. Geçiş Programı, İkinci Enternasyonal geleneğinin yerleştirdiği ve daha sonra da Stalinizmin sahip çıktığı asgariazami program ayrımına karşı koyan devrimci program anlayışının somut örneğidir. Bu program işçi sınıfının gündelik mücadelesiyle devrim hedefini, kısmi taleplerle geçişsel talepleri birbirine bağlar. Böylece, zaten 1917 Nisanın-
Geçiş Programı /2 Elif Çağlı
karşısında ürküntüye kapılmaksızın, koşulları abalayanlardır. Günümüz koşullarında aciliyet olojik mevzilerin yeniden ve sağlam temellerde Bu görev anlayışı çerçevesinde, öncelikle işçi iktidarının gerekliliği fikrine örgütlü biçimde evrimci propaganda çalışmalarında bugün için özellikle işçi iktidarı ve sosyalizm konularında r temelinde eğitilmesidir. da Lenin sayesinde aşılmış bulunan, fakat Stalinizmin egemenliğinin kurulmasıyla bir kez daha hortlatılan eski “asgari program” anlayışının yeniden aşılması sağlanmıştır. Troçki’nin bu konuyla ilgili değerlendirmesine bakalım: “Kapitalizmin yükseliş çağında hareket eden klasik Sosyal Demokrasi, programını, birbirinden bağımsız iki bölüme ayırmıştı: burjuva toplumunun çerçevesi içinde gerçekleştirilecek reformlarla sınırlı olan asgari program ve belirsiz bir gelecekte kapitalizmin yerini sosyalizmin alacağını vaad eden azami program. Asgari ve azami program arasında hiçbir köprü yoktu. Gerçekte Sosyal Demokrasi’nin böylesi bir köprüye ihtiyacı da yoktur; çünkü sosyalizm sözcüğü, sadece bayram söylevlerinde kullanılır.” (age, s.15) Geçiş Programında yer aldığı üzere, devrim öncesi ajitasyon, propaganda ve örgütlenme döneminin stratejik görevi, devrimin nesnel koşullarının olgunluğu ile proletarya ve onun öncüsünün olgunlaşmamışlığı arasındaki çelişki-
nin üstesinden gelmektir. Bu bakımdan, güncel taleplerle devrimin sosyalist programı arasındaki köprüyü kurmaları için kitlelere günlük mücadele süreci içinde yardımcı olunmalıdır. Bu köprü geçiş talepleri sistemi sayesinde kurulacaktır ve iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesine hizmet edecektir. İşçi sınıfının devrimci programı farklı düzeydeki taleplerin bütünlüğü üzerinde yükselir. Ancak devrimci durumlarda gerçek anlamlarına bürünecek geçiş taleplerinin yanı sıra, işçi-emekçi kitlelerin gündelik mücadelede takipçisi olacakları iktisadi ve demokratik içerikli kısmi talepleri de içerir. Önemli olan, ileri sürülen taleplerin bulunulan her evrede kapitalizmin nefessizliğini sergileyebilmesi ve böylece kitlelerin giderek daha üst düzeydeki talepler uğruna mücadeleye çekilebilmesidir. Hangi sloganların hangi dönemlerde ve ne amaçla ortaya atılacağı konusu, uygun talepler formüle etmenin kendisi kadar büyük önem taşır. Bir talebin veya buna denk düşen bir sloganın olağan dönemlerde genel bir propaganda ve ajitasyon sloganı olarak mı, yoksa devrimci dönemlerde güncel ajitasyonel bir slogan olarak mı yükseltileceği noktasındaki ayrımı kavramak fevkalâde önemlidir. Bu gibi hususlar, devrimci bir örgütü başarıya ya da başarısızlığa götürecek olan taktik belirleme sanatıyla doğrudan ilgilidir. Örneğin proletarya diktatörlüğünü kitleler nezdinde popülarize edecek olan işçi iktidarı ya da işçi demokrasisi sloganı, genel propaganda ve ajitasyon amacıyla devrimci olmayan bir dönemde de yükseltilmelidir. Böylesi örnekler daha çok öncünün eğitimi açısından büyük önem taşır. Diğer yandan devrimci bir dönemde ise, sözünü ettiğimiz bu sloganlar, düpedüz güncel bir nitelik kazanacak ve kitleleri doğrudan eyleme çağıracaklardır. Geçiş Programında da belirtildiği üzere, eğer kapitalizm kendi yarattığı felâketler karşılığında yükseltilen talepleri karşılayamıyorsa, yıkılıp gitmelidir. Devrimci yaklaşım, kapitalizmin verebileceğinin neler olduğunu “gerçekçi” biçimde kestirmekle değil, veremediklerini kitlelere teşhir etmekle yükümlüdür. Kaldı ki, ileri sürülen taleplerin ger-
25
marksist tutum
çekleşip gerçekleşemeyeceği düzen içi statik bir sorun olmayıp, sonucu mücadele içindeki güçler ilişkisince belirlenen bir sorundur. Troçki, Geçiş Programı Üzerine Tartışmalar bağlamında bu konuya değinecek ve şu önemli gerçeğe dikkat çekecektir: “Devrimciler, daima, reformları ve kazanımları devrimci mücadelenin yalnızca bir yan ürünü olarak değerlendirirler. Eğer biz, sadece onların verebileceklerini talep ederiz dersek egemen sınıf taleplerimizin yalnızca onda birini karşılar ya da hiçbirisini karşılamaz. Daha fazlasını talep ettiğimizde ve taleplerimizi dayattığımızda kapitalistler azamisini vermek zorunda kalırlar. İşçiler ne kadar militan bir ruha sahiplerse o kadar fazlası talep edilir ve kazanılır.” (Writings of Leon Trotsky 1938-9, Merit Publishers, 1969, s.45) Bilindiği gibi, işsizlik ve hayat pahalılığı kapitalist düzenin asla kaçıp kurtulamayacağı ve yoksul, sömürülen kitlelerin doğrudan canını yakan başlıca sorunlardır. Bu sorunlara karşı devrimci tarzda yürütülecek mücadele yalnızca çalışma ve yaşam koşullarında bazı iyileştirmelerin sağlanmasıyla sınırlı bir anlayışa dayandırılamaz. İleri sürülecek sloganlar, kısmi taleplerle sınırlandırılamaz. Bu, sınıf mü-
Mart 2006 • sayı: 12
talebi, burjuva düzenin nefessizliğini geniş işçi kitlelerine kavratmak amacıyla ileri sürülmelidir. Gerçekten de ileri sürülecek talepler, kitlelerin kapitalizm dahilinde bir çıkış yolu olmadığını kavramalarına hizmet etmelidir. İşçi sınıfında devrimci bilinç sıçraması sağlayabilecek yöntem, kapitalist düzenden “mantıklı” ve “gerçekçi” gözüken küçük lokmalar koparmakla yetinmek olamaz. Kapitalizm altında yaygın biçimde gerçekleşmesi mümkün olmayan, ama devrimci bir durumda işçi-emekçi kitlelerin fiilen inisiyatif üstlenmesini sağlayacak işçi denetimi, fabrika komiteleri benzeri geçişsel taleplerin yükseltilmesi fevkalâde önemlidir. Devrimci bir önderliğin görevi, olağan görünen dönemlerde sınıfın öncüsünü bu temelde eğitmek, devrimci süreçlerde de bu taleplerin kitlelerce benimsenip yaşama geçirilmesini sağlamaktır.
İleri sürülecek sloganlar, kısmi taleplerle sınırlandırılamaz. Bu, sınıf mücadelesini sendikalizmin dar çerçevesine hapsetmek olurdu. İktisadi ve siyasi içerikli kısmi talepler uğruna mücadelenin, sınıfın kitlesini seferber etmesi bakımından önemi kuşkusuz yadsınamaz. Ne var ki, yalnızca bu tür talepler ileri sürmek ve geçiş taleplerini reddetmek, devrimci Marksist yaklaşımla bağdaşmayan, uzlaşmacı ve reformist bir tutumdur. cadelesini sendikalizmin dar çerçevesine hapsetmek olurdu. İktisadi ve siyasi içerikli kısmi talepler uğruna mücadelenin, sınıfın kitlesini seferber etmesi bakımından önemi kuşkusuz yadsınamaz. Ne var ki, yalnızca bu tür talepler ileri sürmek ve geçiş taleplerini reddetmek, devrimci Marksist yaklaşımla bağdaşmayan, uzlaşmacı ve reformist bir tutumdur. Başarılması gereken, en “barışçı” görünen dönemlerde bile, geniş kitlelerin sahip çıkacağı mücadele hedeflerini, kısmi taleplerden geçiş taleplerine doğru yükseltebilmektir. Bu nedenle Troçki, örneğin işsizlik ve hayat pahalılığı gibi kapitalizmin her an can yakan sorunları karşısında, toplu sözleşmelerle sağlanan sıradan ücret artışları veya çalışma saatlerinde tedrici bazı düzenlemelerle yetinilmemesi gereğine dikkat çeker. Bu bakımdan, ücretlerin ve iş saatlerinin ayarlanmasında eşel mobil sisteminin uygulanması (toplu sözleşmelerle sağlanacak ücret artışından vazgeçmeksizin, ücretlerin enflasyon oranında otomatik olarak arttırılması ve bütün işlerin, ücretlerde hiçbir kayıp olmaksızın mevcut işçiler arasında paylaştırılıp iş saatlerinin kısaltılması)
26
Geçiş Programında sıralanan, kapitalist grupların mülksüzleştirilmesi, özel bankaların ve kredi düzeninin devletleştirilmesi, ticari sırların açıklanması ve sanayi üzerinde işçi denetimi, grev gözcüsü, savunma kolları, işçi milisi, işçi köylü ittifakının sağlanması, emperyalizme ve savaşa karşı mücadele kapsamında silahlanma programlarına, gizli diplomasiye karşı çıkılması, işçi ve köylü komitelerinin doğrudan denetimi altında işçi ve köylülerin silahlandırılması ve askeri eğitimi şeklindeki geçiş talepleri, vaktiyle Lenin’in gündeme getirmiş olduğu taleplerdir. Bu talepler, işçi sınıfının kitlesini devrimci işçi iktidarının kurulmasına doğru çekmeye yöneliktirler. Geçiş talepleri sisteminin özünü, bunların gitgide daha açık ve kesin bir biçimde doğrudan burjuva düzenin temellerine yöneltilmesi
Mart 2006 • sayı: 12
oluşturur. Kapitalistlerin mülksüzleştirilmesi, bankaların devletleştirilmesi gibi sloganlar söz konusu olduğunda rahatlıkla anlaşılacağı üzere, bu tür talepler devrimci iktidar sorununa bağlanmadıkları takdirde devrimci özlerini yitireceklerdir. Böylece, siyaseten reformizme kapı açılmış olacaktır. Bunu çarpıcı bir örnekle somutlayabiliriz. Bazı siyasi gruplarca bilinçli olarak çarpıtılan devletleştirme mevzuu, her koşulda aynı anlama gelecek basit bir olgu değildir. Hatırlatmak gerekir ki, Lenin’in geçiş sorunu çerçevesinde savunduğu devletleştirme talebiyle, reformistlerin bu konudaki tutumu taban tabana zıttır. Reformist siyaset, devlet mülkiyetini, kapitalist düzen çerçevesinde de işçi sınıfı adına bir kazanım olarak değerlendirmektedir. Ve böyle yapmakla, daha Marx döneminden beri mahkûm edilmiş bulunan bir anlayışı savunmaktadır. Ne yazık ki bu tür sakat görüşler ısıtılıp ısıtılıp Marksizm adına önümüze sürülüyor. Oysa burjuva iktidarlar altında gerçekleşen “devletleştirmeler”, kapitalist mülkiyetin özel ellerden kapitalist devlete geçmesi demektir. Mülkiyetin sınıfsal niteliğinde bir değişim yaratmayan, kapitalist mülkiyetin özünü değil yalnızca biçimini değişikliğe uğratan ve olsa olsa devlet kapitalizmini güçlendirmeye hizmet eden bu tür devletleştirmeler, işçi sınıfı için bir kazanım teşkil etmezler. Hangi sloganların hangi dönemlerde ve ne amaçla ortaya atılacağı konusu, uygun talepler formüle etmenin kendisi kadar büyük önem taşır. Bir talebin veya buna denk düşen bir sloganın olağan dönemlerde genel bir propaganda ve ajitasyon sloganı olarak mı, yoksa devrimci dönemlerde güncel ajitasyonel bir slogan olarak mı yükseltileceği noktasındaki ayrımı kavramak fevkalâde önemlidir. Devletleştirme talebi, ancak ve ancak, mülkiyetin burjuvaziden kopartılıp alınması bağlamında devrimci bir anlam ifade edebilir. Bunun da olağan dönemlerde değil, burjuva düzenin derin bir sarsıntıya sürüklendiği devrimci dönemlerde gündeme gelebileceği asla unutulmamalıdır. Bu talebin devrimci tarzda savunulması, bunun gerektirdiği diğer koşullara da (kapitalistlere tazminat ödenmesinin reddedilmesi, işçi denetimi altında devletleştirme) uyulmasıyla mümkündür. Nitekim Geçiş Programında devletleştirme talebi işte bu kapsamda yer alır. Programda, bankaların devletleştirilmesinin, ancak devlet iktidarının bütünüyle sömürücülerin elinden emekçilerin eline geçmesi durumunda yararlı sonuçlar doğurabileceği belirtilir. Böylece reformistlerin bulanık “millileştirme” talebiyle ayrım çizgisi de net biçimde çekilmiş olmaktadır. Özetle, bu gibi önemli konularda Geçiş Programında yer alan değerlendirmeler doğrudur.
marksist tutum
Geçiş Programı yalnızca devletleştirme özelinde değil, genelde geçişsel taleplerin bütününde tayin edici unsur olarak iktidar sorununa bağlanmıştır. Devrim süreci içinde ortaya çıkacak fabrika komiteleri, savaşa karşı mücadele örgütleri, fiyat denetim komiteleri benzeri yeni organlar arasında koordinasyonun ancak sovyetler (ya da aynı anlama gelmek üzere işçi konseyleri) sayesinde sağlanabileceği açıklığa kavuşturulmuştur. Bunun yanı sıra, sovyetlerin ancak kitle hareketinin açıkça devrimci aşamaya geçtiği bir zamanda ortaya çıkabileceği belirtilir ve şu açılım getirilir: “Ortaya çıktıkları ilk andan itibaren, sovyetler, sömürücülere karşı mücadelelerinde milyonlarca emekçinin etrafında birleştikleri bir eksen olarak, yerel yönetimin ve daha sonra da merkezi hükümetin rakipleri ve hasımları olurlar. Nasıl ki fabrika komitesi fabrikada bir ikili iktidar yaratıyorsa, sovyetler de ülke çapında bir ikili iktidar dönemi başlatırlar.” (Troçki, Geçiş Programı, s.34-35.) İkili iktidar dönemi ise, geçiş döneminin doruk noktası olacaktır. Geçiş Programı, taşıdığı başlıktan da anlaşılacağı üzere (Kapitalizmin Can Çekişmesi ve Dördüncü Enternasyonalin Görevleri), ulusal düzeyde bir talepler listesi değildir; komünistlerin dünya genelinde görevlerini bütünsel olarak vurgulayan bir belgedir. O yüzden geçiş talepleri, emperyalist, sömürge ve yarı-sömürge, faşist ülkelerdeki ve nihayet Stalinist bürokrasinin egemenliği altında bulunan SSCB’deki farklı görevler de hesaba katılarak sistematize edilmiştir. Programatik açıdan komünistleri enternasyonal düzeyde eğitmeyi amaçlayan önemli bir içeriğe sahiptir. Ancak bu program son noktası konmuş bir program olmayıp, bizzat Troçki’nin ifadesiyle bir “taslak program” idi. Şöyle diyordu Troçki: “Bu taslak programda eksik olan şeyler ve doğası gereği programa ait olmayan şeyler vardır diyebiliriz. Programa ait olmayan şey yorumlardır. Bu program sadece sloganları değil fakat aynı zamanda yorumları ve hasımlara karşı polemikleri de içeriyor. Fakat tamamlanmış bir program değil. Tamamlanmış bir program, emperyalist aşamasındaki modern kapitalist toplumun teorik bir açıklamasını içermelidir”. (“More Discussion on the Transitional Program”, Writings of Leon Trotsky 1938-9, s.49.) Günümüzde daha net ve etkin programların hazırlanabilmesine temel oluşturan bu programın dondurulmaya değil, geliştirilmeye ihtiyacı var.
Günümüzde sorun nasıl ele alınmalı? Geçiş Programının yalnızca bugünün koşulları bakımından değil, kaleme alındığı tarihsel dönem bakımından da problem teşkil eden ve düzeltilmesi, netleştirilmesi gereken bir bölümü olduğunu belirtelim. Bu bölüm, Stalinist egemenlik altındaki Sovyetler Birliği’nin sınıf karakteri ve bu tip ülkelerde egemen bürokrasiye karşı yürütülmesi gereken mücadele konusuyla ilişkili bulunuyor. Ne var ki, hazırlanışının üzerinden uzun yıllar geçen bu belgede eskiye dönük düzeltme gereği bir yana, son tarihsel kesitte köp-
27
marksist tutum
rülerin altından çok sular aktı. Artık o Sovyetler Birliği ve benzeri rejimler çöktü. Bugün devrimci programın teorik temellerini döşemek için, geçmişten yakın tarihe uzanan bu devasa deneyim titizlikle değerlendirilmeli. Tarihsel bir hesaplaşmayı zorunlu kılan bu gibi konularda, Troçki’nin çözümlemelerinde yanlış bulduğumuz hususları ve kendi görüşlerimizi kapsamlı biçimde ortaya koyduğumuzdan, burada işin bu yönü üzerinde ayrıca durmayacağız. (Bkz. Elif Çağlı, Marksizmin Işığında) Ama zaten günümüzde asıl sorun, Troçki’nin çözümlemelerindeki kimi eksiklik ve hatalı noktalardan ziyade, Troçkizmin zaaflarıdır. Sovyetler Birliği’nin ve benzeri rejimlerin göçüp gittiği koşullarda bile tarihsel geçmişi yeniden değerlendirme zahmetine katlanmayan bazı Troçkistler, Troçki’nin değerlendirmelerini de ölü kalıplara çevirmişlerdir. O nedenle, sekter tutumlarda ayak direyen Troçkist çevrelerin, 1938 Geçiş Programına aynen sahip çıktıklarını söyleyerek, “bizim programımız zaten var” diye övünmeleri içi boş ve haksız bir üstünlük taslamadır. Stalinizmin uzun bir dönem boyunca dünya komünist hareketine empoze ettiği ve ne yazık ki günümüzde de etkisi devam eden aşamalı devrim anlayışından kopulması, devrimci işçi mücadelesinin güçlendirilmesi bakımından mutlak bir zorunluluktur. Dünya kapitalist sisteminin iyice olgunlaşıp çürümeye yüz tuttuğu ve artık insanlığı bir yok oluşa sürüklemekte olduğu günümüz koşullarında, temel görev, kapitalizmin aşılmasını mümkün kılacak proleter devrimlerin savunulmasıdır. Aslında her önemli sorunda olduğu üzere program sorununda da, çözümlenmesi gereken problemlere bulunacak yanıtlar ve günün somut koşulları itibarıyla dillendirilecek talepler, bunların hiçbiri, daha önceki devrimci halkalara eklemlenmeksizin vücut bulamazlar. Komünist Manifesto’dan başlamak üzere, Lenin, Rosa, Troçki gibi devrimci önderlerin program sorununda birbirine eklemiş oldukları halkalar, sahip çıktığımız bütünsel bir devrimci mirası oluşturmaktadır. Lenin’in devrimci işçi hareketinin gündemine soktuğu geçiş sorunu ve daha sonra da Troçki tarafından geliştirilen geçiş programı bugün de büyük önem taşıyor. Stalinizmin uzun bir dönem boyunca dünya komünist hareketine empoze ettiği ve ne yazık ki günümüzde de etkisi devam eden aşamalı devrim anlayışından kopulması, devrimci işçi mücadelesinin güçlendirilmesi bakımından mutlak bir zorunluluktur. Dünya kapitalist sisteminin iyice olgunlaşıp çürümeye yüz tuttuğu ve artık insanlığı bir yok oluşa sürüklemekte olduğu günümüz koşullarında, temel görev, kapitalizmin aşılmasını mümkün kılacak proleter devrimlerin savunulmasıdır. İşçi sınıfının devrimci programı, bu görevin başarıla-
28
Mart 2006 • sayı: 12
bilmesi için her zaman ve her koşul altında sınıfın öncüsünü eğitecek ve devrimci durumlar doğduğunda ise yalnızca öncüyü değil sınıfın kitlesini de fiilen bir işçi iktidarının kurulmasına doğru ilerletecek öze sahip olmalıdır. Troçkinin devrimci Marksizme kazandırdığı 1938 Geçiş Programı, genelde böyle bir anlayışa ve böyle bir öze sahiptir. Ne var ki aradan geçen yıllar içinde cereyan eden gelişmeler ve değişim hesaba katıldığında, günümüzde işçi sınıfının devrimci program sorununun, yalnızca bu önemli tarihsel belgeye dayanarak çözülemeyeceği aşikâr olsa gerek. İşte bazı Troçkist çevrelerin program sorununa yaklaşımında bizce doğru olmayan tarz tam da bu noktada somutlanıyor. Başka meselelerde de görüldüğü şekilde, Troçki’nin görüşlerine sahip çıkmak adına, onun çözümlemelerinin değişen koşullar hesaba katılmaksızın tekrarıyla yetinilmesi mücadeleyi ilerletmiyor, tersine zarar veriyor. Örnekse, Geçiş Programında o dönemin sömürge ve yarı-sömürge ülkeleri için söylenenleri hatırlatabiliriz. Bu ülkeler bugün genelde kendi ulus-devletlerini kurmuş ve şu ya da bu ölçüde gelişmiş kapitalist ülkelere dönüşmüş durumdadırlar. Fakat yanlış bir tutum sergileyen kimi Troçkist çevreler, devrimci strateji ve taktikleri değişen gerçeklik üzerine inşa edecek yerde, Troçki’nin yıllar önceki formülasyonlarını yinelemekle tatmin olabiliyorlar. Troçki Geçiş Programında, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde demokratik program ihtiyacının toptan reddedilemeyeceğini, mücadele içinde aşılabileceğini savunuyordu. Bu nedenle de, Ulusal (ya da Kurucu) Meclis sloganının, Çin ve Hindistan benzeri ülkeler için geçerliliğini koruduğunu belirtiyordu. Ancak bu slogan, ulusal bağımsızlık ve tarım reformu talebine de kopmazcasına bağlanmalıydı. Bu açılımlar, o günün dünyasındaki somut koşullar çerçevesinde ileri sürülmüştüler. Değişen şartlara aldırmaksızın, diyelim Türkiye gibi ülkelerde “Kurucu Meclis” şeklinde talepler ileri sürmek tamamen yanlıştır. Bu tür görüşlere sahip Troçkistler, günümüzde siyasal bağımsızlığa sahip çeşitli ülkeleri hâlâ sömürge veya yarı-sömürge olarak nitelemekte ısrar ederek ve buradan hareketle anti-emperyalist mücadeleyi de bir tür sömürgecilik karşıtlığına indirgeyerek büyük yanılgılara sürüklenmektedirler. Dahası, böyle bir yol tutmakla aslında Troçki’nin bıraktığı düşünsel mirasa da saygısızlık etmektedirler. Böylesi örneklerde açıkça görüldüğü üzere, bu Troçkizm aslında Troçki’nin sahip çıktığı Marksist kavrayıştan uzak, ama Stalinist görüşlere daha yakındır. Tüm geçişsel taleplere yaşam kazandıracak olan siyasal iktidar sorunu, her zaman ve her koşulda son derece titizlikle yaklaşılması gereken bir konudur. Diyelim programda şu ya da bu talebin ifadesinde eksiklik olabilir ve bazen bu durum çok da ciddi bir problem teşkil etmeyebilir. Ama iktidar mevzuunun çözümünde yaratılacak bir bulanıklık, sınıfın devrimci kavrayışında ve pratik mücadelede son derece büyük riskler doğuracaktır. Komintern Kongresi vesilesiyle üzerinde durduğumuz işçi hükümeti sorunu buna
Mart 2006 • sayı: 12
örnektir. Proletarya diktatörlüğünün popüler tanımlaması olarak işçi hükümeti (ya da işçi-köylü hükümeti) açılımının geçiş programında yer alması doğruysa da, bu konuda çeşitli yönlere çekiştirilebilecek muğlak sloganlar kullanılmamalı. Günümüzde devrimci durumların yaşandığı bazı Latin Amerika ülkeleri vesilesiyle örneklendiği üzere, bir yandan devrimci geçiş taleplerinden söz edilmesi diğer yandan işçi hükümeti gibi önemli meselelerde oportünizme düşülmesi affedilir hatalar olamaz. Daha somut biçimde ifade edecek olursak, bazı Troçkist çevrelerin bir elleriyle devrimci içerik kazandırır göründükleri işçi hükümetini diğer elleriyle bir burjuva koalisyon hükümetine dönüştürmeleri, devrimci Marksist tutumla bağdaşmaz. Bir taraftan işçi hükümetinin burjuva-demokratik yorumuna karşı çıkar gözükmek, ama ardından da geçiş talebi diye sosyal demokrat partilerle koalisyon hükümetleri formüle etmek tutarlı bir siyasal çizgi değildir. (Somutlamak için belirtelim ki, bazı Troçkistlerce Yunanistan’da Papandreu-Florakis hükümeti veya Portekiz’de SoaresCunhal Hükümeti biçiminde örnekler ileri sürülmüştü!) Bu tür yanlışlara verilecek en iyi yanıt, Geçiş Programındaki satırları hatırlatmak olacaktır. “ ‘İşçi Köylü Hükümeti’ sloganını ancak 1917’de Bolşevikler için taşıdığı anlamıyla, yani anti-burjuva ve anti-kapitalist bir slogan olarak kabul edebiliriz; yoksa onu sosyalist devrime bir köprü olmaktan çıkarıp sosyalist devrim yolundaki başlıca engele dönüştüren epigonların sonradan verdikleri o ‘demokratik’ anlamıyla değil.” (Troçki, Geçiş Programı, s.33) İşçi hükümeti sorunu Troçki tarafından işte bu kadar net ifade edilmiştir. Böyleyken, günümüzde artık ipliği büsbütün pazara çıkmış burjuva işçi partilerini (yukarıda adı geçtiği üzere Yunanistan’da Papandreu’nun veya Portekizde Soares’in partisi ya da İngiltere’de Blair’in İşçi Partisi gibi partiler!) içeren veya bunlara dayanan “işçi hükümetleri”ni bir geçiş talebi olarak ileri sürmek, tam tamına reformizmdir. Bu noktada insanın aklına ister istemez, reformist anlayışın devrimci yaklaşıma yönelttiği sekterlik suçlamaları geliyor. Ancak hemen hatırlatalım ki, bir reformiste reformlar her zaman devrim gibi, devrimci tutum ise aşırı solculuk, sekterlik olarak görünecektir. Dün olduğu gibi bugün de Marksist geçinenler arasında böyleleri hiç eksik değildir. Troçki’nin ifadesiyle, reformistler kitlelerin duymak istedikleri şeylerin ne olduğu hakkında iyi bir sezgiye sahiptirler. Ancak devrimci tutum bu olamaz. Geçiş Programı üzerine yürüttüğü bir tartışmada şöyle der Troçki: “İşçiyi zaman zaman sarsmak gerekir, açıklamada bulunmak, ve sonra tekrar sarsmak –bunların hepsi propaganda sanatına aittir. Fakat propaganda bilimsel olmalı, kitlelerin haletiruhiyesi önünde eğilmemelidir.” (“More Discussion on the Transitional Program”, Writings of Leon Trotsky 1938-9, s.52.) Hiçbir zaman unutulmasın ki, komünistlerin gerçekçiliği bilimseldir, nabza göre şerbet vermekten, ko-
marksist tutum
lay görünen ama yanlış olan yolları seçmekten uzaktır. Burada yeri gelmişken, gözden kaçırılmaması gereken bir kaç genel hususu –tekrar pahasına da olsa– vurgulayalım. Birincisi, dünden bugüne yakıcı önemini koruyan işçi öz-örgütlerinin çeşitlenmesi, yaygınlaşması ve güçlendirilmesi, yalnızca iradi kararlara değil kuşkusuz içinde bulunulan nesnel koşullara da bağlıdır. Örneğin olağan dönemlerde fabrika komiteleri türünden işçi örgütlenmelerinin yaygınlaşması mümkün değildir. O yüzden, içi boş “genel grev” çağrılarının sergilediği fiyaskoya benzer bir duruma düşülmemeli ve “fabrika komiteleri” veya “sovyetler” gibi sloganların kullanımı ve verdiği mesajlar bakımından dikkatli olunmalıdır. Ancak devrimci bir dönemde acil eylem çağrısı anlamına gelecek bu tip sloganların, sınıf mücadelesinin durgun seyrettiği koşullarda yalnızca genel propaganda ve ajitasyon amacıyla yükseltilebileceği unutulmamalıdır. İkincisi, proletarya diktatörlüğü anlamına gelen devrimci iktidar hedeflerinin propagandasını, (bunun ancak devrimci dönemlerde yapılabileceği bahanesiyle) gündelik propagandanın sınırları dışına sürgün etmek reformizmdir. Dün olduğu gibi bugün de bu tür sakat yaklaşımlara karşı amansız bir mücadele yürütülmeli. Lenin, 1920 yılında toplanan Komintern İkinci Kongresinde yaptığı bir konuşmada, “devrimci bir durum olmasa bile devrimci propaganda yapılabilir ve yapılmalıdır” der ve şu önemli tespitle devam eder: “Bolşevik Parti’nin bütün tarihi bunu kanıtlamıştır. Sosyalistlerle komünistler arasındaki fark tam da buradadır; herhangi bir durum karşısında sosyalistler bizim gibi davranmayı reddetmektedirler; yani devrimci bir çalışma yapmayı reddetmektedirler.” (Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal – Belgeler, c.1, Maya Yay., Mart 1997, s.142) Üçüncüsü, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin güçlendirilmesi için kuşkusuz yalnızca reformizm ve benzeri eğilimlere karşı mücadele yürütmek yetmiyor. Küçük-burjuva devrimciliğine, sol lafazanlığa ve sekter eğilimlere karşı da uyanık olunmalı. Sol komünistler, nihai hedeflerin yinelenmesiyle kitlelerin harekete geçebileceğini ummak şeklinde derin bir yanılgı içindedirler. Oysa işçi sınıfı devrimcilerine düşen görev, gündelik mücadelenin konusu olarak bilinen iktisadi ve siyasi içerikli kısmi taleplerden (ücretlerin yükseltilmesi, işçi-emekçi kitlelerin vergi yükünün hafifletilmesi, genel sağlık sigortası, parasız eğitim, çalışma saatlerinde indirim, iş ve sendika yasalarında işçiler lehine değişiklik yapılması, demokratik hakların genişletilmesi vb.), daha karmaşık geçiş taleplerine dek tüm talepleri, mücadele içinde savunmaktır. Dahası, sendikalar da dahil sınıfın kitle örgütlerini devrimci bir çizgiye çekmeye çalışmak ve böylece devrimci mücadeleyi ilerletmeye fiilen hizmet etmek gerekir. Bazı genel sorunlara değindikten sonra, şimdi de devrimci programın inşasında düne oranla günümüz koşullarının içerdiği kimi önemli farklılıklara işaret etmeye çalışalım. Vaktiyle Lenin, Komünist partilerin dikkatini geçiş
29
marksist tutum
sorununa çeker ve bu tartışmayı Komintern gündemine taşırken, o dönemin somut gerçekliğinden hareket ediyordu. Altını çizdiği husus, sınıfın öncüsünün proletarya diktatörlüğü hedefine kazanılmış olduğu, fakat proleter devrimin yalnızca öncünün çabasıyla ilerletilemeyeceği idi. İşin bu yönü, günümüz dünyasında da asla göz ardı edemeyeceğimiz bir önem arz ediyor. Ancak tarih hep düz bir çizgide ilerlemiyor ve işçi sınıfı devrimci mücadele bakımından ulaştığı noktalardan pekâlâ çok daha gerilere sürüklenebiliyor. Lenin’in geçiş sorununu ortaya koyduğu tarihsel dönemin koşullarına oranla, devrimci işçi hareketi hem düşünsel hem de örgütsel bakımdan ileriye gitmemiş, tersine gerilemiş ve derin yaralar almıştır. İşçi sınıfının kitlesini bir yana bıraktık, onun öncü kesimleri dahi bugün o döneme oranla, proleter devrimin ve proletarya diktatörlüğünün gerekliliğini kavrama noktasından henüz çok uzak bulunuyor. Lenin dönemi Komintern örgütlenmesi içinde yer alan ve proletarya diktatörlüğüne ilişkin Marksist kavrayışı enternasyonale katılımın koşulu olarak kabul eden komünist partiler çoktan berhava olmuş durumda. Dahası, Ekim Devriminin ülkesi Sovyetler Birliği’nde Stalinist bürokrasinin iktidara el koymasıyla dünya komünist hareketinde ortaya çıkan yozlaşma, yıllar içinde Marksizme büyük zarar vermiştir. Yakın tarihlerde yaşanan ve bürokratik rejimlerin çöküşüyle neticelenen olaylar ise, sosyalizme ve Marksizme hak ettiği itibarı kendiliğinden kazandırmadığı gibi, dünya genelinde sosyalist çevreleri büyük bir moral çöküntüsüne ve örgütsel çözülmeye sürükledi. Günümüzde Marksist veya komünist geçinen nice siyasi çevre o denli sağa kaymış ve reformizm batağına saplanmış durumda ki, proletarya diktatörlüğü hedefini savunmak ne kelime, bu hedefin karalanması için neredeyse burjuva işçi partileriyle ağız birliği ediliyor. Sözün kısası, günümüzde devrimci mücadele alanında yüz yüze bulunulan sorunlar, geçmişten günümüze miras kalan bazı devrimci belgelerin basitçe tekrarı sayesinde aşılamayacak derecede yoğun ve ciddidir. Yaşanan olaylar işçi sınıfını devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyi bakımından alabildiğine geriletmiştir. Komünistleri de düşünsel ve örgütsel olarak geçmişte kazanılmış mevzilerin gerilerine savurmuştur. Ancak çözümlenmeyi bekleyen sorunlar bugün ne denli devasa görünürse görünsün, yarın devrimci bir sıçramayı mümkün kılacak koşulların da aslında için için mayalanmakta olduğunu asla göz ardı edemeyiz. Komünist adını taşımayı hak edenler, gerçeklik karşısında ürküntüye kapılmaksızın, koşulları devrimci doğrultuda değişikliğe uğratmak için çabalayanlardır. Günümüz koşullarında aciliyet kazanan birincil görev, yitirilen örgütsel ve ideolojik mevzilerin yeniden ve sağlam temellerde kazanılabilmesi için canla başla çalışmaktır. Bu görev anlayışı çerçevesinde, öncelikle işçi sınıfının ileri unsurları, işçi devriminin ve işçi iktidarının gerekliliği
30
Mart 2006 • sayı: 12
fikrine örgütlü biçimde yeniden kazanılabilmeli. Devrimci program ve devrimci propaganda çalışmalarında bugün için tutulacak ana halka, sınıfın öncü kesimlerinin, özellikle işçi iktidarı ve sosyalizm konularında devrimci Marksist görüşler temelinde eğitilmesidir. Bu görev doğrultusunda ilerleme kaydetmedikçe, sınıfın kitlesini hedefleyen geçişsel talepler konusu –ne denli önemli olursa olsun– biraz havada kalacaktır. Ancak kuşkusuz yaşam her zaman sürprizlerle doludur ve olaylar hiç de önceden düşünülüp tasarlanmış planlara göre gelişmezler. O nedenle, devrimci strateji ve program bakımından daha baştan olabildiğince her şeye hazırlıklı olmak, ama günün somut koşullarının öne çıkardığı ana halkayı da doğru tespit etmeye çalışmaktan geri durmamak gerekiyor. 1938 Geçiş Programı, enternasyonal düzeyde teorik ve örgütsel bir sıçrama kaydedilip aşılmadığı sürece, devrimci Marksist program konusunda örnek teşkil eden bir son halka olmayı sürdürecek. Ama kuşkusuz, bu tarihsel belgede yer alan bazı değerlendirmeler ve talepler günümüz koşullarında güncelleştirilip pekâlâ daha öz ve net biçimde vurgulanabilir. Ancak iş bununla da bitmiyor. Sosyalizm konusunda yaratılan onca kafa karışıklığı hesaba katılacak olursa, bugün program sorunları çerçevesinde yerine getirilmesi gereken temel bir görev var. Sınıfın öncüsü, Sovyetler Birliği’nde yaşanan tarihsel deneyimin anlamı, işçi devrimi, işçi demokrasisi, ezilen ulusların hakları, sınıfsız topluma geçiş, sosyalizm ve komünizm gibi önemli konularda sağlam ve tatmin edici biçimde aydınlatılmalıdır. Geçiş talepleri sayesinde bugünden yarına uzatılacak köprü, ancak bu koşulla sağlam bir zemine inşa edilebilir. O yüzden, günümüzde programatik hedeflerin açıklanmasında kısa bir talepler bildirgesinden çok, devrimci programın üzerinde yükseleceği temel görüşleri içeren belgelerin kullanılmasının yararlı olacağı inancındayız (bu konuya ilişkin somut bir yaklaşım olarak bkz., Temel Görüşlerimiz ve Platformumuz, www.marksist.com). İşin bu yönü, kuşkusuz, çeşitli ülkelerde sınıfın öncüsünü eğitecek ve kitleleri ileri çekecek uygun talep ve sloganların bizzat mücadele içinde yükseltilmesi görevini asla ortadan kaldırmıyor. Son olarak ve her şeyden önemlisi, devrimci enternasyonalin ve onun programının inşasını, oportünizme ve ilkesizliğe asla taviz vermeden devrimci kurallara dayandırmayı başarmak gerekiyor. Bir zamanlar Troçki’nin Dördüncü Enternasyonal için dile getirdiği gibi: “Gerçeklere dürüstçe bakmak; işin kolayına kaçmamak; olgulara adını koymak; ne derece acı da olsa kitlelere doğruyu söylemek; engellerden çekinmemek; önemlilerinde olduğu gibi önemsiz meselelerde de titiz olmak; programı sınıf mücadelesinin mantığına dayandırmak; eylem anı geldiğinde cesur olmak”. (Troçki, Geçiş Programı, s.45.) İşte izlenecek yolun temel yapı taşları! www.marksist.com sitesinden alınmıştır.
Filistin Seçimleri ve Hamas’ın Yükselişi Utku Kızılok Burjuva demokrasisinin ikiyüzlülüğü! Filistin’de 25 Ocakta yapılan seçimleri Hamas’ın kazanması dünya ölçeğinde geniş yankı uyandırmış bulunuyor. Öyle anlaşılıyor ki, başta ABD ve İsrail olmak üzere, Avrupalı emperyalistler ve bölgenin despotik rejimleri bu düzeyde bir sonuç beklemiyorlardı. Emperyalist temsilciler şaşkınlıklarını gizlemiyorlar. Hamas’ın seçimlerden zaferle çıkması Filistin’de El-Fetih liderliğinde oluşturulmuş statükoyu sarsmakla kalmadı, Ortadoğu’da yürüyen emperyalist hegemonya kavgasına yeni bir boyut kazandırarak pek çok olasılığı da gündeme taşıdı. Filistin’deki seçimlerin aynasına yansıyanlara bakarak şu tespitleri yapmak mümkün: Birincisi, burjuva demokrasisi, emperyalist-kapitalist çıkarların üzerini örten bir kılıf, egemenlerin diktatörlüğünü meşrulaştıran bir araçtır. İkincisi, seçim sonuçları ve bilahare patlayan karikatür krizine Müslüman kitlelerin verdiği tepki dünya ölçeğinde işleyen patlayıcı dinamiklerin muhtelif biçimlerde dışavurumudur. Üçüncüsü, bir kez daha görüldü ki, Filistin direnişi Ortadoğu’daki emekçi kitleler için aynı zamanda bir vicdan meselesi niteliğindedir. Dördüncüsü, Filistin sorununda bu noktaya gelinmesi, sanıldığının aksine Hamas’ın uzlaşmaz ve anti-emperyalist oluşundan kaynaklanmıyor. Beşincisi, seçimler, öteden beri sıradan bir ulusal sorun veya “Filistin-İsrail çatışması” olmanın sınırlarını aşmış olan Filistin sorununun, Ortadoğu’yu merkez alan ve dünya ölçeğinde yürüyen emperyalist hegemonya kavgasının konusu olduğunu bir kez daha teyit etmiştir. Emperyalist-kapitalist merkezlerin seçim sonuçlarına verdiği tepkiler tam anlamıyla bir sahtekârlık örneğidir; burjuva demokrasisinin ikiyüzlülüğünün resmidir. Sonuçlar belli olunca tez elden, Hamas’ın “terörist” bir örgüt olduğu hatırlatıldı ve muhatap alınmayacağı açıklandı. ABD emperyalizminin ve İsrail’in başını çektiği, AB’nin ise onları izlediği bir dizi açıklamanın özeti şu: “Hamas silahları bırakmalı, İsrail’i tanımalı ve denileni harfiyen yerine getiren
uzlaşmacı bir çizgiye gelmelidir.” Aksi takdirde “Filistin Yönetimi”ne yapılan tüm yardımlar kesilecek ve Filistin halkı kaderiyle baş başa bırakılacak. Nihayetinde ABD emperyalizmi yardımları durdurmakla kalmadı, verdiği yardımları geri de istedi. İsrail, daha kapsamlı ambargo uygulayacağını açıkladı ve Filistin’e gitmesi gereken vergi fonlarını kesti. ABD, AB ve İsrail, Filistin halkının boynundaki boyunduruğu biraz daha sıkma gayretindedir. Oysa emperyalist temsilciler daha düne kadar “demokrasi” ve “özgürlüğü” dillerinden düşürmeyerek Ortadoğuya demokrasi getirecekleri nutukları atıyorlardı. Seçimlerden Hamas’ın zaferle çıkmasıyla birlikte yüzlerindeki o yalancı gülücükler silinip gitti. Kadife eldivenin altındaki demir yumruğu Filistin halkına göstermekten bir nebze olsun geri durmadılar. Öyle ki, Bush ve Almanya Başbakanı Merkel, histeri krizine tutulmuşçasına Hamas’a esip gürlediler ve İsrail’i tanıması için tehditler savurdular. Hatta Merkel, histeri krizinin derinleşmesinden ötürü olsa gerek Hamas’ı Hitler’e bile benzetti. Görülüyor ki, “özgürlük” ve “demokrasi” havarisi kesilen ABD emperyalizmi, sadece emperyal çıkarları söz konusu olduğunda demokrasiyi savunmaktadır. Pek demokrat geçinen ve hatta demokrasinin beşiği (!) olarak kendini emekçi kitlelere yutturmaya çalışan burjuva Avrupa, yücelttiği burjuva demokrasisi çerçevesinde “tecelli eden” Filistin halkının iradesini yok saymaktadır. Zira kapitalist düzendeki demokrasi, burjuvazinin egemenliğini ezilen kitlelere kabul ettirmesi için kullandığı bir araçtır. Diktatörlüğün meşrulaştırılması için yalnızca bir araç! Eğer burjuva demokrasisi, emperyalist-kapitalistlerin çıkarları doğrultusunda bir sonuca yol açmayarak ezilen kitlelerin politik arenaya girişinin veya isteklerinin tezahürü olmuşsa, o zaman pek “özgürlük sever” “pek demokrasi sever” emperyalistler, seçim kazanmış bir partiyi tez elden “terörist” ilan etmekte duraksamazlar. Filistin seçimleri vesilesiyle bu gerçek bir kez daha kanıtlandı. Emperyalistlerin öncelikle derdi demokrasi veya özgür
31
marksist tutum
seçimler değil, kimin iktidara geldiğidir. Nitekim ABD emperyalizmi Hamas’ı “terörist” ilan ederken kendi hegemonyası altındaki El-Fetih’e seçimlerde kullanması için 2 milyon dolar yardım yapmaktan geri durmamıştır. Hamas’a dönük tecrit kampanyasının altında çeşitli faktörler olmakla birlikte, esas etmenlerden biri El-Fetih’i iktidara taşıyacak yeni bir seçim kararı aldırmaktır. Bu meyanda belirtelim ki, Rusya ve Türkiye’nin Hamas’ı kabul etmiş olması bu ülkelerin demokrasi aşığı olmalarından dolayı değildir; yürüyen emperyalist hegemonya kavgasında kendilerine alan açmaya dönük politik manevradır. Kaldı ki, Türkiye’nin Hamas ile görüşmesine ABD de göz yummuştur.
Hamas’ın zaferinin anlamı Öncelikle belirtmek gerekiyor ki, birbirinden kopuk, duvarlarla çevrili, işgal altındaki topraklarda, İsrail silahlarının gölgesinde bir seçim yapılmıştır. Esarete mahkûm edilmiş bir halkın “özgürce” seçimlere gittiğini söylemek düpedüz dünyayla alay etmektir. Zira Filistin halkı özgür olmadığı gibi, ortada bağımsız bir Filistin devleti de yoktur. Sadece, İsrail işgali altında olan ve her an tankların ve buldozerlerin paletleri altında ezilerek dağıtılabilecek sözümona bir “Filistin Yönetimi” söz konusudur. Nitekim İsrail’in Hamas’ı muhatap kabul etmeyeceğini açıklaması, yardımları kesmesi ve Batı Şeria ile Gazze arasındaki geçiş noktalarını kapatarak vekillerin tek bir parlamentoda toplanmasının önüne geçmesi bu gerçeğin çarpıcı bir yansımadır. Fakat her şeye karşın Filistin halkı seçimlere giderek işgale karşı direniş iradesini ortaya koymuştur. Hamas’ın seçimleri kazanması on yıllardır boynuna boyunduruk vurulan, işgal altında ezilen ve hor görülen Filistin halkının derinlerde biriken öfkesinin bir dışavurumudur kuşkusuz. Belirttiğimiz üzere Filistin seçimlerinin ortaya koyduğu sonuç ve karikatür kriziyle sokağa dökülen yığınların öfkesi, esasında dünyanın her yerinde huzursuz ve kaygılı olan iş-
Mart 2006 • sayı: 12
çi-emekçi kitlelerin yaşadıkları koşullara tepkisinin bir ifadesidir. Bu bakımdan oldukça önemlidir. Ancak kitlelerin yaşadıkları koşullara öfkelenmesi ile bu öfkenin örgütlü başkaldırı biçiminde kapitalist düzeni alaşağı edecek bir devrime dönüşmesi apayrı şeylerdir. Genel olarak baktığımızda son dönemde Ortadoğu’daki emekçi kitlelerin çeşitli vesilelerle tepkilerini ortaya koyduğunu görüyoruz. Ortadoğu, emperyalist savaş tarafından tam anlamıyla cehenneme çevrilmiştir ve çevrilmektedir. Bununla birlikte, yıllardır devam eden Filistin ihtilafı Ortadoğu’daki Arap kitleler için kanayan bir yaradır. Savaş, işgal, despotik rejimlerin nefes dahi aldırmayan baskısı, açlık ve yoksulluğun pençesine düşen işçi-emekçi yığınları yaşadıkları koşullara isyan etmeye zorluyor. Lakin işçiemekçi kitlelerin tepkisini örgütleyerek kapitalist düzenin temellerine akıtacak bir uluslararası devrimci parti olmadığı için, yığınların gelişen tepkisi siyasal İslamın yükselişine can veriyor. Ne yazık ki, Ortadoğu’nun Arap ülkelerinde anlamlı sayılabilecek ne bir işçi hareketi ne de devrimci hareket var. Bunun bir sonucu olarak, toplumsal kurtuluş fikrinin ve mücadelesinin yerini İslamcı hareketler doldurmaktadır. İran, Irak, Mısır ve Suudi Arabistan’da son dönemdeki seçimleri radikal İslamcılar kazanmış veya bu partiler anlamlı ölçüde oy almışlardır. İran’da emekçi kitleler seçimlerin ikinci tura kalmasını sağlayarak diplerde meydana gelen huzursuzluğu dışa vurmalarına karşın, ne yapacaklarını bilemediklerinden daha faşizan bir rejimi savunan ve Humeyni’nin takipçisi olan Ahmedinecat’ı seçmişlerdir. İşgal altındaki Irak’ta Şii ve Sünni İslamcı partiler oyların yarıdan fazlasını almayı başarırken, Hamas’ın uzantısı olduğu Müslüman Kardeşler örgütü Mısır seçimlerinde Mübarek despotizminin tüm baskılarına ve anti-demokratik uygulamalarına rağmen emekçi kitlelerden önemli ölçüde oy almıştır. Hamas’ın seçimleri kazanmasıyla bir kez daha görüldü ki, Ortadoğu’da radikal İslam genel olarak yükselişe geçmiş bulunuyor. Önümüzdeki dönemde, bölgenin despotik Filistin halkı, oluşan devletçik üzerinden kendine iktidar olanağı yaratıp bürokratik aygıtla iç içe geçerek çürüyen, yolsuzluklara gömülen ElFetih karşısında, militan bir direniş çizgisi izleyen ve kitlelerle iç içe yaşayarak dayanışmacı bir pratik sergileyen Hamas’ı tercih etmişlerdir. Fakat bu durum, kitlelerin Hamas’ın şeriatçı düşüncelerine oy verdikleri anlamına gelmiyor.
32
Mart 2006 • sayı: 12
rejimlerinin baskıcı kabuğu kırıldığı ölçüde, muhtemelen kitleler siyaset arenasına daha aktif giriş yapacaklar ve radikal İslamcı partilere yöneleceklerdir. Hamas ve Müslüman Kardeşler bu yükselişi yedekleyen partiler olarak öne çıkıyorlar, çıkacaklardır. Fakat yanılsamalara mahal vermemek gerekiyor; İslamcı partileri kurtuluş umudu olarak gören Ortadoğu’daki emekçilerin sandığının aksidir gerçek. İki gerçeğin altını çizmek gerekiyor: Birincisi, tüm İslamcı partiler –Hamas ve Müslüman Kardeşler de dahil– kapitalist sömürü düzeninin bir parçasıdırlar. Onların amacı kapitalist sömürü düzenini ortadan kaldırarak sömürüsüz bir dünya kurmak değil, İslami temellere oturmuş, siyasal olarak şeriatla yönetilen (İran gibi) rejimler kurmaktır. Hamas’ın amacı işgalden kurtarılmış Filistin’de şeriat rejiminin egemen olduğu bir kapitalist devlet yükseltmektir. İkincisi, genel olarak Amerikan karşıtlığının anti-emperyalizm sayılmasıdır. Türkiye solu da dahil genel olarak dünya solu, Irak’ta yürüyen Amerikan karşıtı direnişi antiemperyalizm olarak selamlamakla kalmamış, gelişen her anti-Amerikancı hareketi bu kategoriye atarak onların kuyruğuna takılmıştır. Nitekim Hamas’ın zaferi sonrasında anti-emperyalizm bayrağının Filistin’de yeniden dalgalandığı yazıldı çizildi ve Hamas bu bağlamda selamlandı. Ancak biliyoruz ki, anti-emperyalizm dünya kapitalist sistemini hedef alan devrimci Marksist bir perspektiftir; ve ne Hamas anti-emperyalisttir ne de sanıldığı gibi emperyalistlerle uzlaşmaktan kaçmaktadır.
FKÖ/El-Fetih’in çöküşüne giden yol Yaklaşık kırk yıldır Filistin halkının resmi temsilcisi, Arafat önderliğindeki FKÖ/El-Fetih idi ve Oslo süreciyle başlayan tüm anlaşmaların altında bu örgütün imzası vardı. 1993’te başlayan ve bugünkü “Filistin Yönetimi”yle sonuçlanan Oslo Anlaşmasının hedefi bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasıydı. Ancak gelinen aşamada ortada bir Filistin devleti olmadığı gibi, İsrail’in gömdüğü Oslo Anlaşmasının üzerinde otlar yeşermiş bulunuyor. Oslo sürecinden sonra İsrail, Filistin topraklarını işgal etmeye ve Yahudi yerleşim alanları açmaya devam etmiştir. 2000 yılında yapılan, Oslo Anlaşmasının revize edilmesinden başka bir şey olmayan ve İsrail’e yeni tavizler veren Camp David zirvesinden de bir sonuç çıkmamıştır. Baskı ve şiddet çözümsüzlükle birleşince Filistin halkı ikinci intifadayı (ayaklanma) başlatmıştır. 2003 yılına gelindiğinde emperyalistler “Yol Haritası” adıyla sözümona yeni bir plan ileri sürdüler. ABD emperyalizminin mimarlığını yaptığı, AB, Rusya ve BM’nin de desteklediği “Yol Haritası”nın en temel hedefi 2005 yılına kadar bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasıydı. Ancak 2006’nın ortalarına doğru ilerlerken ortada ne bir Filistin devleti var ne de “Yol Haritası”. Bu yıllar içinde pek çok harita ve plan üretildi ve çöpe atıldı; fakat Filistin halkının üzerine kurşun yağmaya devam etti, binlerce insan öldü-
marksist tutum
rüldü ve evleri İsrail buldozerleri tarafından başlarına yıkıldı. İsrail, Batı Şeria’daki Yahudi yerleşim bölgelerinin etrafını duvarlarla çevirerek Filistin topraklarını adacıklar haline getirerek birbirinden kopardı. Böylece Filistin topraklarının çeşitli yerlerinden duvarlar geçiyor, bu duvarlar/surlar Filistin halkının hem birbiriyle hem de İsrail ile ilişkisini kesiyordu. İsrail’de çalışan binlerce işçi işsiz kalarak açlığa terk edilirken, Filistin halkı kendi topraklarında dolaşamayarak tecrit hayatı yaşamaya mahkûm ediliyordu. 1993’te Oslo Anlaşmasıyla oluşturulan “Filistin Yönetimi” baştan aşağıya Filistin Ulusal Özgürlük Hareketinin (El-Fetih) kontrolünde inşa edildi. Ortada bir devlet olmamasına karşın kısa zamanda bürokratik bir aygıt oluştu ve bu aygıt El-Fetih tarafından fethedildi. Aslında “Filistin Yönetimi” tarihi bir gerçeğin trajik biçimde de olsa doğrulanmasıdır. Daha devlet bile olmadan ortaya çıkan burjuva bürokratik aygıt, tez zamanda çürümüş ve diğer burjuva devletlere benzemiştir. Filistin’e akan paralara bu aygıta yerleşen El-Fetih üst bürokrasisi el koyarken, zamanla ekonomik ve siyasi ayrıcalıkların oluşması kaçınılmaz olmuştur. Ortaya çıkan devletçikle iç içe geçen, çıkarları onunla bütünleşen El-Fetih’in önemli bir kesimi giderek mevcut durumu, yani siyasi ve ekonomik ayrıcalıklarını savunmaya başlamıştır. Bu durum, eşyanın tabiatına uygun bir sonuç doğurmuş ve bu kesimler İsrail karşısında daha fazla uzlaşmacı bir çizgiye evrilmişlerdir. 2004 yılının sonlarına doğru Arafat’ın ölümü kuşkusuz önemli bir dönemeçti. Filistin kurtuluş mücadelesiyle özdeşleşen Arafat, tüm tutarsızlıklarına rağmen kitleler tarafından destek görüyordu. Esasında kitlelerin Arafat’ı sahiplenmeleri ve beklentileri onun daha fazla taviz vermesinin de önüne geçiyordu. Arafat’ın sahneden çekilmesi hem El-Fetih üst bürokrasisini hem de Filistin burjuvazisini rahatlatmıştır. Filistin burjuvazisi parçalı da olsa bir devlete sahip olmak istediğinden, ortaya çıkan devletçiği başından itibaren sahiplenmiş ve El-Fetih’i desteklemiştir. Ebu Mazen (Mahmut Abbas) önderliğinde öne çıkan hâkim Filistin burjuvazisi, emperyalistlerin ileri sürdüğü “Yol Haritası”nı canlandırmak amacıyla onların tüm isteklerini yerine getirmeye çalışmıştır. İntifada bitirilerek emekçi kitleler kontrol altına alınırken, silahlı örgütlerin denetime sokulması ve hatta silahlarını bırakması yönünde baskı uygulanmaya başlanmıştır. 2005’in başlarında El-Fetih içerisindeki genç ve “duygusal” kesimlerin kontrol altına alınması, birçok silahlı örgütün İsrail’e karşı ateşkese zorlanması ve Hamas’ın ateşkes ilan etmesi bu dönemin ürünüdür. Sonuç olarak, yolsuzluklara gömülmüş, İsrail karşısında sürekli tavizler veren, mücadele yerine uzlaşmayı seçen ElFetih, Filistin emekçileri nezdinde tüm itibarını yitirmiştir. Bütün bu yaşananlar ulusal kurtuluş mücadelesinin ateşinde pişmiş Filistin halkını zamanla Hamas gibi radikal İslamcı örgütlere kaydırmıştır.
33
marksist tutum
Hamas’ın yükselişi Bugün Filistinli yoksul kitlelerin umudu haline gelen Hamas (Hareket el Mukaveme el İslamiye – İslami Direniş Hareketi), birden bire peyda olmadı. Nasıl ki ABD emperyalizmi, zamanında Bin Ladin ve Taliban’ı yarattıysa, Hamas’ın bağlı olduğu Mısır kökenli Müslüman Kardeşler örgütünü de bir dönem desteklemişti. 1987’de Müslüman Kardeşler’in Filistin örgütü olarak kurulan Hamas, anlaşılacağı üzere ABD emperyalizminin “yeşil kuşak” projesinin ürünüdür. SSCB’yi çökertmek isteyen ABD emperyalizmi, “soğuk savaş”ın kızıştığı ‘70’li yıllardan başlayarak İslamcı hareketleri desteklemiş, serpilip gelişmeleri için her türlü yardımı yapmıştır. Nasır’ın ölümünden sonra iktidara gelen ve ABD’nin nüfuzuna giren Enver Sedat, Müslüman Kardeşler’i Mısır’a bizzat kendisi davet ederek Ortadoğu düzeyinde örgütlenmesi için imkân ve olanak yaratmıştır. Bu yıllarda Filistin’de başlayan ulusal direniş ve FKÖnün eylemleri Arap halkları arasında büyük bir sempatiyle karşılanıyordu. SSCB’den de destek alan FKÖ, milliyetçisol, ulusal kalkınmacı bir anlayışa sahipti. Kitlelerin sola sempati duyması ve anti-Amerikancı temellerde yükselen Arap milliyetçiliği gerek ABD’yi gerekse nüfuzundaki despotik rejimleri tedirgin ediyordu. ABD emperyalizmi ve İsrail, FKÖ’ye karşı Hamas’ı desteklemeye başladılar. 1987’de başlayan birinci intifada sırasında kurulan Hamas geniş kitlelere rahatça ulaşabilme imkânı buldu. FKÖ “terörist” olarak ilan edilip yasaklanırken, Hamas’ın önü açılmaktaydı. Hamas, İsrail’in herhangi bir yasaklamasıyla karşılaşmadan Şeyh Ahmet Yasin önderliğinde rahatça örgütlenebiliyordu. Nitekim bugün Gazze’de güçlü olmasının nedeni o dönemde hiçbir engele ta-
34
Mart 2006 • sayı: 12
kılmadan örgütlenebilmiş ve kök salmış olmasındandır. Oslo görüşmeleri sürecinde dönemin İsrail Başbakanı İzak Rabin Hamas’ı desteklediklerini itiraf edecekti. Fakat SSCB’nin tarih sahnesinden çekilmesiyle dünyadaki tüm siyasi dengeler değişti. “Yeşil kuşak” projesinin ürünü İslamcı örgütler boşa çıkmakla kalmadılar, ABD’ye cephe alarak bulundukları ülkelerde burjuvazinin çeşitli kesimlerini temsil eder hale geldiler. Bu meyanda ulusal kurtuluş hareketleri de SSCB’nin çökmesiyle merkezsiz kalmış ve burjuva doğalarına uygun olarak emperyalistlere yanaşmaktan geri durmamışlardır. O güne kadar Arafat önderliğindeki FKÖ’yü “terörist” addeden ABD ve İsrail, Filistin halkının temsilcisi olarak onunla masaya oturmaktan geri durmayacaktı. İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmemesi ve Yahudi yerleşim bölgelerini genişletmesi, Batı Şeria’nın duvarlarla parçalanarak halkın tecrit edilmesi, “Yol Harita”larının boşa çıkması, kısacası Filistin sorununun çözümsüz kalarak kangrenleşmesi Hamas’ı iktidara taşıyan bir kaldıraca dönüşmüştür. El-Fetih’in uzlaşmacı çizgisi her geçen gün daha da belirginleştikçe, Hamas yoksul kitleleri kazanmak amacıyla militan söylemini sertleştirmekteydi. 2000 yılında başlayan ikinci intifada sırasında militan bir direniş sergileyen Hamas, onlarca “feda eylemi” (intihar eylemi) yaptı. Bu militan çizgi, kitlelerce sempatiyle karşılanmakla kalmadı, Hamas’ın Filistin halkının önderliğini kazanmasına da yol açtı. Denilebilir ki, zamanında FKÖ’nün oynadığı rolü 2000’lerden sonra Hamas oynamaya başlamıştır. Bununla birlikte, Hamas’ı iktidara taşıyan temel etmenlerin başında, yoksul kitlelere yardım ederek onlarla dayanışma içinde olması geliyor. Hastaneler, okullar, spor kulüpleri, çocuk yuvaları açması, evleri yıkılan, çocukları İsrail tarafından öldürülen ailelere yardım yapması, yoksulluğun pençesinde kıvranan işçi-emekçi yığınları Hamas’a yönlendirmiştir. Filistin halkı, oluşan devletçik üzerinden kendine iktidar olanağı yaratıp bürokratik aygıtla iç içe geçerek çürüyen, yolsuzluklara gömülen El-Fetih karşısında, militan bir direniş çizgisi izleyen ve kitlelerle iç içe yaşayarak dayanışmacı bir pratik sergileyen Hamas’ı tercih etmişlerdir. Fakat bu durum, kitlelerin Hamas’ın şeriatçı düşüncelerine oy verdikleri anlamına gelmiyor.
Mart 2006 • sayı: 12
Sonuçlar ve olasılıklar Emperyalist hegemonya kavgasının yeni boyutlar kazanarak dünya siyasal konjonktüründe değişiklikler meydana getirdiği bir süreçte Hamas’ın seçimleri kazanması, Filistin sorununda pek çok olasılığı gündeme taşımış bulunuyor. Öyle gözüküyor ki, Filistin sorununda yeni bir perde açılmış bulunuyor. Ancak bu Hamas’ın İsrail devleti karşısında uzlaşmaz, kararlı tutumundan değil, bilâkis, Filistin ihtilafının her zamankinden daha fazla emperyalist hegemonya kavgasının bir konusu haline gelmesinden kaynaklanıyor. Hamas’a da manevra alanı yaratan bu gerçekliktir. Açılan süreç zayıf bir olasılıkla bağımsız bir Filistin devletiyle sonuçlanabileceği gibi, tüm Ortadoğu’yu içine alan bir savaşın başlangıcı da olabilir. Hamas’ın zaferi Filistin’de oluşmuş tüm siyasi statükoyu parçalamakla kalmadı, El-Fetih aracılığıyla Filistin halkını ve dolayısıyla da “sorunu” kontrolünde tutan ABD emperyalizmini de zora soktu. ABD, AB ve İsrail, Hamas’a şiddetle tepki gösterip muhatap almayacaklarını açıklarken, Rusya Hamas’ı muhatap almaktan geri durmamıştır. Bilahare Türkiye ve İran Hamas’ı davet ederek görüşmelerde bulunmuştur. Tüm bu ülkelerin niyeti Hamas üzerinden Ortadoğu merkezli yürüyen emperyalist hegemonya kavgasında kendilerine yer açmaktır kuşkusuz. Önümüzdeki dönemde Çin, Rusya, İran eksenli bir “cephe”nin Hamas’a sahip çıkarak Filistin üzerinden ABD’yi çelmelemeye girişmeleri muhtemeldir. Ortadoğu’da anti-Amerikancı temellerde siyasal İslamın yükselmesi ve karikatür kriziyle oluşan İslami dalga yukarıda saydığımız etmenlerle birleşince Hamas’a beklenmedik ölçüde bir manevra alanı sunmaktadır. Önümüzdeki süreçte AB içinde çözülmelerin olması ve Hamas’ı muhatap alanların çıkması pek muhtemeldir. Ayrıca Latin Amerika’da ABD karşıtı popülist sol iktidarların varlığı da dikkate alındığında Hamas’ın manevra alanının genişlediği görülecektir. Hamas’ın ABD ve İsrail karşısında uzlaşmaz gözükmesinin nedeni budur; yoksa Hamas’ın gerçekten uzlaşmaz ve hatta anti-emperyalist olduğu tezi doğru değildir. 2004 sonunda gerçekleştirilen belediye seçimlerine katılan ve 2005 Ocağında yapılan başkanlık seçimlerini takip eden günlerde ateşkes ilan eden Hamas, böylece hem ABD ve İsrail’e hem de Filistin burjuvazisine düzene entegre olmak istediğinin ilk işaretlerini vermiş oluyordu. Hamas, son seçimlerde oldukça ılımlı bir çizgiye gelmiş bulunuyor. Seçimler süresince yapılan propaganda oldukça inceltilmiş bir çizgi üzerine oturtulmuş ve düzenle bütünleşme mesajları verilmiştir. Her ne kadar İsrail’i tanımayacağını ve direnişe devam edeceğini seçim propagandası olarak ileri sürmüşse de, “İsrail’i denize dökeceğiz” söylemi kullanılmamıştır. Bu inceltilmiş politik manevra seçim zaferinin akabinde daha somut bir görünüm kazanmıştır. Ne İsrail’i
marksist tutum
tanıyacaklarını ne de silah bırakacaklarını açıklayan Hamas liderleri, gelinen aşamada İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilerek 1967 sınırlarını tanıması koşulunu ileri sürmeye başlamışlardır. 1967’de İsrail’in işgal ettiği topraklar hem BM tarafından hem de “Yol Haritası” tarafından Filistin devletinin sınırları olarak tanınıyor. Hamas önünde açılan manevra alanını, kendini meşrulaştırmak ve İsrail’i uluslararası düzeyde sıkıştırmak üzere kullanmak istemektedir. Türkiye solu da dahil genel olarak dünya solu, Irak’ta yürüyen Amerikan karşıtı direnişi anti-emperyalizm olarak selamlamakla kalmamış, gelişen her antiAmerikancı hareketi bu kategoriye atarak onların kuyruğuna takılmıştır. Nitekim Hamas’ın zaferi sonrasında antiemperyalizm bayrağının Filistin’de yeniden dalgalandığı yazıldı çizildi ve Hamas bu bağlamda selamlandı. Ancak biliyoruz ki, anti-emperyalizm dünya kapitalist sistemini hedef alan devrimci Marksist bir perspektiftir; ve ne Hamas antiemperyalisttir ne de sanıldığı gibi emperyalistlerle uzlaşmaktan kaçmaktadır.
Önümüzdeki günlerde ABD emperyalizminin Hamas ile görüşmesi sürpriz olmayacaktır. Türkiye’nin Hamas ile görüşmesine ABD’nin tepki göstermemesi ve “ne konuşulduğu, hangi mesajların verildiği” önemlidir açıklaması dikkat çekicidir. ABD’nin doğrudan Hamas’a cephe alarak onu tecrit etme ve kendi zeminine çekme planı, görüldüğü üzere, oluşan siyasal dengeler nedeniyle tam anlamıyla başarılı olamamıştır. Diğer taraftan ABD’nin muhatap almadığı bir Hamas’ın hükümet etmesi zor görünmektedir. Bu gerçekliği bilen Hamas liderleri bir taraftan önlerinde açılan manevra alanını kullanmaya çalışırken, öte taraftan da yumuşama mesajları vererek ABD ve İsrail tarafından muhatap alınmanın zeminini döşüyorlar. Gerçekten de karmaşık, iç içe geçmiş pek çok olasılık gündeme gelmiş bulunuyor. Ancak görülen net bir gerçek var: Emperyalist hegemonya kavgasının dengelerinden bir Filistin devleti çıksa da (ki bu Filistin halkının meşru hakkıdır), emperyalistler, halklar arasında kardeşliği, barış ve huzuru sağlamaya muktedir değillerdir. Ezilen yığınlar için gerçek çözüm, ulusal sorun ile toplumsal kurtuluş hedefini birbirine bağlayan bir mücadele perspektifiyle kapitalist düzeni alaşağı etmektir. İsrail ve Filistin sorununu nihai olarak çözecek, “İsrail’i denize dökmek lazım” gerici yaklaşımını boşa çıkartarak halklar arasında kardeşliği ve barışı sağlayacak tek çözüm, bir proleter devrimle Ortadoğu İşçi-Emekçi Sovyetleri Federasyonunun kurulmasıdır.
35
Kadına Yönelik Şiddet Aylin Dinç
G
eçtiğimiz yıl Kürt illerinde yapılan bir araştırma, evli kadınların töreye uymayan davranışlarında kocaları ve akrabaları tarafından korkunç yöntemlerle cezalandırıldıklarını ortaya koyuyordu. Araştırmaya göre, kadınlara uygulanan yaygın cezalar arasında burun ve parmak kesme, saç kazıma, cinsel organ dağlama, aç bırakma, duyu organlarına kezzap damlatma yer alıyor. Kadınlar, radyodan şarkı isteme, sinemaya gitme, izinsiz dışarı çıkma, eve geç gelme, kuma kabul etmeme, kocaya ve ailesine karşı çıkma, ailenin istemediği bir ilişki yaşama gibi nedenlerden dolayı işkenceye uğruyor, hatta öldürülüyor. Bugünün modern kapitalist toplumunda, bunlar uç örnekler olarak karşımıza çıkıyor ama kadına uygulanan şiddet farklı boyutlarda tüm dünyada yaşanıyor. Cinayete kurban giden kadınların yüzde 70’i eşleri ya da sevgilileri tarafından öldürülüyor. Dünyada her üç kadından biri hayatının bir döneminde şiddete maruz kalmaktayken, bu oran Türkiye’de evli kadınlar arasında yüzde 90’lara çıkıyor. Dünyada her 5 kadından 1’i tecavüz veya tecavüz girişimi kurbanı. Tecavüz edilen kadının “bakire” olmaması, en gelişmiş ülkelerde bile hafifletici bir unsur sayılmakta, pek çok tecavüz davasında kadın en iğrenç şekillerde aşağılanmakta, adeta şikâyetçi olduğuna pişman hale getirilmektedir. Her toplumsal yapı kendine uygun ilişkileri yaratır ve ona uygun kadın ve erkek modellerini üretir. Bu, sistemin devamlılığının garantisini sağlar. Sınıflı toplumlarda erkeğe de kadına da daha doğduğu andan itibaren, ailede bir rol biçilmiştir. Bu kapitalist toplumda da böyledir. Erkek evin direğidir, evin patronudur, o ne derse yapılmalıdır. Erkek çalışmıyor olsa bile bunlar geçerlidir. Kadın ise eğitimli de olsa, çalışsa da, erkeğin bu rolünü benimseyecek şekilde yetiştirilir. Eğitimli ve çalışan kadınlar arasında bile yaygın olan “ev işlerinin erkeğin eline yakışmadığı” düşüncesi de, erkeğin otoritesine vurulacak darbeyi önleyen savunma mekanizmalarından biridir. Toplum ezenler ve ezilenler olarak sınıflara bölündüğünden bu yana, kadına işbölümünde verilen rol onu yararsızmış gibi göstermiş, toplumun yeniden var edilme-
36
sinde erkek kadar önemli işlerde bulunmadığı düşünüldüğünden cins olarak ikinci konuma atılmıştır. Daha önceki sömürü sistemlerinde kadınların cins olarak aşağı pozisyonları daha açık olduğu halde, kapitalist sistemde cinsler arasındaki eşitsizlik daha sinsice yürütülmektedir. Yasalar karşısında sözde herkes eşit haklara sahiptir, ama pratikte bu hiç de öyle değildir. Binlerce yıldır egemen sınıflar, ezdiği sınıfın erkeğinin karısı üzerinde egemenlik kurmasının yollarını döşeyerek, buna izin vererek, onun birisi üzerinde egemenlik kurma duygularını tatmin etmiştir. Patrona, şefe, bakkala, kasaba, işin yoğunluğuna, yani erkeği ezen her şeye duyulan öfke, kendisi üzerinde baskı oluşturan her şeye kusulacak nefret, akşam evde “kendini anlamayan” kadına kusulur. Erkek, geçici olarak rahatlar, kendini cendereye sokan patrona karşı öfkesini ifade edememenin kıncını en azından birilerinden almıştır. İşçi sınıfının erkeği, işyerinde kadın veya erkek patronu tarafından ezilir, horlanır, ama eve geldiğinde patron artık odur. İşyerinde hiçbir değeri yokken, evde egemen olan bir güçtür. Fakat ertesi gün işe gitmek üzere evden çıktığı anda tüm güçleri üzerinden gidiverir, değersiz bir nesneye, bir iş makinesine dönüşür. Bütün gün bir makinenin parçası gibi çalışan işçi patronlar için üretim yapar. İşin yoğunluğu bedensel ve zihinsel olarak yorar ama en kötüsü kimse tarafından insan yerine konulmamaktır. İş bittiğinde eve gelinir ve onu bütün gün insan yerine koymayan iş koşullarından sonra, ona insan olduğunu, ondan öte “erkek” olduğunu hissettiren bir kadının hizmete hazır durumda olması beklenir. Kadın çalışsa da işin esası pek değişmez. Aynı hizmeti yapmak zorundadır. Herkes yerini bilmelidir! O kadındır, diğeri erkek. Tanrı böyle yaratmış, töreler böyle buyurmuştur!
Mart 2006 • sayı: 12
Gelenekler, örf ve adetler, atasözleri hep kadına biçilmiş rolün sürgit devamını sağlamayı amaçlar. Kadınların dayağı hak ettiklerine inanılır ve en eğitimli insanlar arasında bile, dayağa karşı olunması gerektiği ama “dayaklık kadınlar olduğu” düşünülür. Kocasından dayak yiyen kadının karakola gidecek kadar cesareti varsa, kocasına saygısızlık ettiği, sessiz kalmadığı, aile kurumunun mahremiyetini bozduğu gerekçesiyle orada da dayak yeme olasılığı vardır. Erkeğin kadın üzerindeki şiddetini gerektiğinde yasalarda hafifletici nedenler bularak meşru gösteren ve kadına yönelik şiddeti erkeğin cehaletiyle açıklayan burjuvazi, işin gerçeğini saklamayı da çok fazla beceremez. Burjuvazinin medyası dayak atma oranının üniversiteli erkeklerde eğitim seviyesi düşük olanlara göre daha fazla olduğunu söylüyor ve istatistikler bunu gösteriyor: Gelişmiş Avrupa ülkelerinde bile kadınlar aile içi şiddete maruz kalmaktan kurtulamamıştır. Yapılan araştırmalara göre kadınların üçte biri eşleri tarafından dövülüyor. Yani “eğitim” seviyesi ve “medeniyet” seviyesi kadını dayak yemekten kurtaramıyor. Örneğin Almanya’da kadın sığınma evlerine bildirilen aile içi şiddet vakası yılda 40 binden fazladır. Kadınlar çoğu zaman utandıklarından, özel yaşamlarının bilinmesini istemediklerinden, ya da göçmen işçi durumunda olanlar dil sorunundan dolayı buralara başvuramadığından bu sayının çok daha fazla olduğu düşünülmektedir. Peki erkeklerin doğasında mı var dayak atmak yoksa “dayaklık kadınlara” mı rastlıyorlar? İşin gerçeği, yoksul ve eğitimsiz kadınlar, kendi çilelerini kader diye belleyip katlanmaları gereken bir şey olarak görürler, onlara böyle öğretilir. Küçük-burjuva eğitimli kadın ise erkeklerin burjuvazinin verdiği eğitimle değişebileceğine duyduğu safça inançtan dolayı, bu toplumun yarattığı erkek modelinin dışında bir erkekle karşılaşacağını düşünür. Kendisi de artık haklarının ne olduğunu bilen bir kadındır, kendine hiçbir erkeğin el kaldıramayacağına inanır ve bunu asla yapmayacağını düşündüğü bir erkekle bir araya gelir. Ama ne yazık ki binlerce yıllık hikâyenin tekrarlanma olasılığı oldukça yüksektir: Şiddet. Eğitimsiz kadınlar zaten “baba ocağından” bu konuda daha “eğitimli” olarak geldiklerinden erkeğin hegemonyasını kayıtsız şartsız kabul ederlerken, eğitimli kadınlar, her defasında erkeğin artık değişeceğine dair kendilerini kandırmaya devam ederler. Geleneksel aile yapısı, şiddete maruz kalmaması için kadının, kocası, oğlu, kardeşi ve akrabası olan tüm erkeklerin bir dediğini iki etmemesi, onlar için saçını süpürge etmesi, sistemin ona dayattığı ev köleliği rolünü itirazsız kabul etmesi şeklinde “çareler” üretmiştir. Kadının erkeğe boyun eğmesinin doğal olduğu, aksi davranan kadı-
marksist tutum
nın dayağı hak ettiğine inanılır. Genelde bu rolü kadınlar da benimsemiştir. Törelere uymadığı gerekçesiyle kadınların haklarında ölüm kararı çıkarılırken, aile içindeki diğer kadınların da buna onay verdikleri biliniyor. Burjuva kadınların yaşamını ise töreler, gelenekler değil, para yönetir. Dayak yemek onların kaderi değildir, dayak yemeğe mecbur değildirler, ekonomik özgürlükleri vardır, “eğer geçinilmiyorsa, medeni bir şekilde ayrılmak gerekir” sözü onlar için geçerlidir. Eğer geçinmiyorlarsa, aile içinde herhangi bir sebepten şiddete uğrayabiliyorlarsa, evlilik anlaşmaları işten ayrılan bir ortağın hesabı gibi oturup yapılır, kimse bu işten mağdur kalmadan ayrılırlar. Bu yüzden kadının çilesinden bahsediliyorsa bu, tüm kadın cinsinin değil, burjuva kadının değil, işçi, emekçi kadının çilesidir. Günümüzde kadına yönelik şiddetin, ayrımcılığın, aşağılamanın kaynağı kapitalizmdir. Bu nedenle emekçi kadınlar, yaşadıkları bu sorunlardan kurtulma yolundaki mücadelelerinde gerçek düşman olarak bu düzeni ve onun sahiplerini görmelidirler. Bu elbette kendi sınıflarının erkeklerinin tutum ve önyargılarına karşı mücadele etmeyecekleri anlamına gelmiyor. Aksine düzene karşı mücadelelerinin önemli bir boyutudur bu. Zira erkek işçilerin dönüştürülmesi için verilecek mücadele, işçi sınıfının bir bütün olarak düzene karşı mücadelesini sakatlayan, sekteye uğratan engellerle mücadele anlamına gelmektedir. İnsanlığın bir dünya toplumu olarak örgütlendiği, üretimin tüm insanların ihtiyaçlarını karşılayacak kadar bollaştığı, sömürünün olmadığı, sömürüyü sürekli kılmak için insanların cahil ve bilinçsiz bırakılmadığı, kadın ve erkek arasında ileri düzeyde bir kültürün yaratıldığı bir toplumda, sosyalist toplumda, kadınlar, yalnızca şiddete uğramanın ne demek olduğunu bilmemekle kalmayacak, belki artık “şiddet” kelimesinin bile ne anlama geldiğini hatırlamayacaklardır. Ama böyle bir toplumun yaratılması da, bugünden işçi sınıfının kadınının ve erkeğinin birbiriyle değil, onlar arasındaki her türlü sorunu her gün daha da derinleştiren patronlar sınıfına –o sınıfın tüm kadınları ve erkeklerine karşı– birlikte mücadele etmesiyle mümkündür.
37
marksist tutum
Sınıf Belleği
Burjuva Devletin Katliam Geleneği Kerem Dağlı
12 Eylül faşizminin yaşadığımız topraklarda bıraktığı izler hâlâ canlıdır. Gerek ‘80 öncesi diye tabir edilen ve faşizmin iktidara gelişini hazırlayan süreç, gerekse de ‘80 sonrası, egemenlerin, iktidarları tehlikeye girdiğinde ne denli acımasız ve kanlı saldırılara girişebildiklerinin örnekleriyle doludur. Mart ayı, bu bakımdan faşist terörün ve katliamların bolca yaşandığı, hafızamıza kazımamız gereken örneklerle dolu bir aydır. Bundan tam 35 sene önce 12 Martta darbe yaparak yarı-askeri bir rejim altında devrimci hareketi boğmaya çalışanlar da, Kızıldere’de devrimcileri pusuya düşürüp katledenler de, 16 Martta faşistleri okullarından atmaya kalkışan devrimci öğrencilerin üzerine kurşun ve bomba yağdıranlar da, Gazi mahallesinde emekçilere kurşun sıkanlar da, Newrozlarda Kürt halkına kan kusturanlar da aynı geleneğin ve düzenin temsilcileridirler. Burjuvazinin geçmişte yaptıkları, gelecekte yapacaklarının da teminatıdır. Bu bakımdan yaşananları bir kez daha hatırlatmak ve ondan dersler çıkarmak boynumuzun borcudur.
12 Mart 1971 darbesi ‘60 anayasasının yarattığı görece demokratik ortamda, dünyayı sarsan ‘68 dalgasının da etkisiyle yükselişe geçen sınıf mücadelesi ve devrimci hareket,
38
burjuvazinin korkuya kapılmasına neden olmuştu. Burjuvazi bir yandan, 1516 Haziran Direnişiyle birlikte prestiji ve kendine güveni iyice artan işçi hareketini bastırmak ve devrimcileşmesini engellemek istiyor, diğer yandan da gittikçe radikalleşen ve ivmelenen devrimci gençlik hareketini ezmek istiyordu. Bu yüzden polisiye tedbirleri ve baskıları artırmakla yetinmeyip, para-militer faşist çeteleri de devreye sokuyor, her türden gerici örgütlenmeye destek veriyor ve bir yandan da kontr-gerilla örgütlenmesine hız veriliyordu. Devlet destekli ve güdümlü faşist hareket, üniversitelerde ve yurtlarda, fabrikalarda ve grevlerde devrimci öğrencilere ve işçilere saldırının dozunu giderek artırıyor, giderek daha açıktan şiddet ve terör eylemlerine girişiyordu. Sınıf mücadelesi ve çelişkiler keskinleştikçe, devrimci güçlerle burjuva devlet arasındaki kavga da şiddetleniyor, burjuvazi kaçınılmaz gördüğü bir iç savaşa hazırlanmaya çalışıyordu. Bu hazırlığın bir ayağı faşist hareketin ve örgütlenmelerin güçlendirilmesi, diğer ayağı ise iş göremez hale gelmiş olan parlamenter rejimin yerine, burjuvazinin “demir yumruğu” işlevini görecek bir rejimin işbaşına getirilmesiydi. 1971 yılının Mart ayına gelindiğinde, ordunun bir darbeyle hükümeti devireceği herkes tarafından bilinen ve beklenen bir şeydi. Ne var ki, genel kanı bu-
nun “sol” bir darbe olacağı yönündeydi. Sonuçta genç “radikal” subayların çoğunlukta olduğu sol bir cuntanın önünü kesmek için, yeterli hazırlık ve planlama olmamasına rağmen, 12 Mart sabahı generaller bir muhtırayla hükümeti düşürdüler ve ardından orta kademelerde yer alan “radikal” subaylar tasfiye edildi. Böylece bir yandan burjuvazinin istediği rejim değişikliği yerine getirilirken, diğer yandan da ordu içindeki “ayrık otları” temizlenerek, burjuvazinin bir numaralı baskı aygıtı daha rafine ve güçlü hale getirilmiş oluyordu. Muhtıra sonrasında Nihat Erim başbakanlığında kurulan “teknokrat” hükümetin başlıca hedefi, düzeni tehdit eden devrimci ve muhalif güçlerin hizaya getirilmesi ve hatta ezilmesiydi. Yeni rejim, karşı devrimci saldırılarına rahatça devam edebilmek için, önce “nispi” özgürlük ortamına son vermek durumundaydı. Bu amaçla 26 Nisanda İstanbul, Ankara ve İzmir gibi şehirler başta olmak üzere toplam 6 ilde sıkıyönetim ilan edildi. “Balyoz harekatı” kapsamında TİP kapatıldı, DİSK’in faaliyetleri durduruldu, birçok sosyalist örgüt kapatıldı ve devrimciler tutuklanarak işkencelerden geçirildi. Kontr-gerilla yetkinleştirildi, devletin kolluk güçleri ile faşist çeteler adeta kaynaştılar. Bu anlamda 12 Mart, adeta 12 Eylül’ün bir provası niteliğindeydi. Parlamentoya ve
marksist tutum
Sınıf Belleği burjuva partilere dokunulmamasına rağmen, Türk halkına “bol geldiği” söylenen “demokrasi gömleği” önemli ölçüde daraltıldı. Rejimin faşizan ve baskıcı politikaları, bir yandan kitle hareketinde göreli ve geçici bir gerilemeye, diğer yandan ise devrimci gençlikte küçük-burjuva radikalizmine doğru ciddi bir kaymaya yol açmıştı. Devrimci gençlik hareketinin bir kesimi silahlanmış, banka soygunları ve Amerikan askerlerinin kaçırılması gibi eylemler yoluyla “silahlı kurtuluş savaşı”nın başladığı ilan edilmişti. Ancak hareketin önderlerinden üç tanesi Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan, darbenin hemen ardından yakalandılar ve 6 Mayıs 1972’de asılarak idam edildiler.
Kızıldere ve 16 Mart Beyazıt katliamları Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının yakalanarak idamla yargılanmaları, devrimci hareket içerisinde ve toplumda ciddi bir tepkiye yol açtı. Serbest bırakılmaları amacıyla birçok eylem yapıldı. 4 Mayıs 1971’de Jandarma Genel Komutanı Kemalettin Eken’i kaçırma girişimi ve birkaç gün öncesinde Ankara’da bir uçak kaçırılması, 17 Mayısta Mahir Çayanların İsrail başkonsolosu Efraim Elrom’u kaçırmaları ve öldürmeleri bunlardan bazılarıdır. Deniz ve yoldaşlarını kurtarma amacıyla girişilen eylemler, bir anlamda küçük-burjuva radikalizminin sınırlarını ve zaaflarını açığa çıkarmıştı. 25 Mart 1972 günü Mahir Çayan ve arkadaşları, Fatsa’daki NATO üssünde görevli İngiliz askerlerini kaçırmak amacıyla Ünye’deki bir tanıdıklarının evine gittiler. 26 Mart sabahı tüm Fatsa’yı ablukaya alan devlet güçleri, bir yandan bağlantılı olduklarını düşündükleri birçok insanı işkenceden geçirip sorguluyor, diğer yandan da havadan ve karadan arama çalışmaları yürütüyorlardı. Yakalanmadan önce eylemlerini gerçekleştirmek isteyen Mahir ve arkadaşları, üç İngiliz askerini rehin alarak Kızıldere köyüne ulaştılar. Burada köy muhtarının evine saklanan grup, muhtarın ihbarı
üzerine içinde kalabalık bir komando birliği, özel görevliler, jandarma birlikleri ve polis kuvvetlerinin de bulunduğu binlerce kişilik devlet güçleri tarafından kuşatıldılar. Mahir Çayan, Ertuğrul Kürkçü, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Cihan Alptekin ve Ömer Aynadan oluşan 11 devrimci, “teslim olun!” çağrılarını reddederek sonuna kadar çarpışmayı kararlaştırdılar. Amacı bir arada kıstırdığı bu devrimcileri yok etmek olan devlet güçleri, 30 Mart günü 10 devrimciyi hunharca katletti. Aralarından sadece Ertuğrul Kürkçü şans eseri sağ çıkabildi ve o da 16 yıl zindanda tutuldu. Görüşme yapmak bahanesiyle çatıya çıkmaları istenen devrimcilere haince ateş açılması, 11 kişilik bir gruba karşın binden fazla silahlı askerin üstelik roketatarlar ve bombalarla saldırması, egemenlerin devrimcilerden duyduğu korkunun açık bir kanıtıdır. Bu korkunun kökü o kadar derindedir ki, devrimci mücadelenin tarihi bu türden haince ve alçakça katliamlarla doludur. İşine geldiği zaman demokrasi havariliğini elden bırakmayan burjuvazi, sıra devrimcilere geldiğinde en acımasız ve hunharca saldırılara imza atmaktan çekinmemiştir. Burjuva devletin, devrimcilere yönelik baskısı Kızıldere katliamından sonra da devam etti. Fakat 12 Mart rejimi, tüm karşı-devrimci karakteri ve pratiğine rağmen devrimci hareketi ve sınıf mücadelesini yok edemedi. MHP yönetiminin 12 Mart rejimine ilişkin değerlendirmeleri, durumu gayet iyi özetliyordu. Faşist hareketin “başbuğ”u Türkeş, 12 Mart’ın devrimci hareketi ezdiğini ama yok edemediğini, “devleti demokrasiden önemli gören”, “yumruğunu vurmak için gözünü kırpmayan” bir iktidarın yaratılamadığını, bu nedenle gelecek dönemin daha sert mücadelelere sahne olacağını, “bu yeni çetin kavga devrinin ümidinin gene milliyetçi kitle ve ülkücü gençlik” olduğunu söylüyordu. İlerleyen yıllarda 12 Eylül faşizmi, Türkeş’in isteğini fazlasıyla yerine getirecekti, ancak bunun yapılabilmesi için
Mahir Çayan ve arkadaşları Kızıldere’de katledildiler
devrimci hareketin iyice ezilmesi ve toplumun faşizmin iktidarına hazırlanması gerekiyordu. Zaten burjuva devletin tüm planı da bunun üzerineydi. 1973’te “sol” ve “darbe karşıtı” görünen Ecevit hükümetinin işbaşına gelmesi ve bir yıl sonra genel af ilan edilmesiyle birlikte, toplumsal muhalefet tekrar canlanmaya başlamış ve yeni örgütlenmelerin önü açılmıştı. Ancak faşist hareket ve devlet güçleri de boş durmuyordu. MHP yönetimi bizzat kendi eliyle, “modern ve meşru şehir gerillası nizamı içinde, emekli subay ve emekli polislerin idaresinde, yalnızca il başkanının tanıdığı, birbirini tanımayan kişilerden oluşan savunma kuvvetlerinin organizesi”ne girişiyordu. Ecevit hükümetinin düşmesi ve yerini MC hükümetleri dönemine bırakmasıyla birlikte, faşist hareket ve devlet güçlerinin devrimci harekete yönelik saldırıları iyice artmaya başladı. Faşist çeteler, artık münferit ve “silahsız” eylemler yerine çok daha organize, planlı ve “silahlı” eylemlere başlamışlardı. Bu temelde devrimcilere, işçi önderlerine, sendikacılara, ilerici-demokrat aydınlara yönelik suikastlar yoluyla devrimci hareketi sindirmeye çalışıyorlardı. 1976 yılında 116 kişi faşistlerin saldırıları sonucu hayatını kaybediyor, ‘77 1 Mayısında yapılan provokasyon sonucu 37 işçi devlet güçleri tarafından kat-
39
marksist tutum
Sınıf Belleği mı gerçekleştiren ülkücülerden biri olan ve sonradan öldürülen Zülküf İsot’un ablası açıklamalarında, emri verenin bizzat Türkeş olduğunu söylemesine rağmen devlet hiçbir şey yapmadı. Her zamanki gibi failler bulunamadı ve dosya rafa kaldırıldı. Burjuvazi bugün olduğu gibi o dönemde de, kendi pis işlerini gördürdüğü köpeklerini koruyup ödüllendirdi.
Newroz ve Kürt halkının bitmeyen çilesi
16 Mart 1978’de faşistlerin bombalı saldırısı sonucu 7 devrimci hayatını kaybetti
lediliyor, 1978’de bu saldırılara AleviSünni gerginliği temelinde yaratılan provokasyonlarla Maraş ve Çorum gibi illerdeki katliamlar ekleniyordu. 1978 yılında, faşist terör sonucu hayatını kaybedenlerin sayısı 1000’in üzerindeydi. Bu anlamda ‘78 yılı faşist terörün zirvede olduğu bir yıldır. O yıl gerçekleşen 16 Mart Beyazıt katliamı da, para-militer faşist çetelerle kontr-gerilla ve devletin resmi kolluk güçlerinin birlikte gerçekleştirdikleri bir saldırıdır. 16 Mart 1978’de, üniversitelerdeki faşist ablukayı kırmak üzere bir gösteri düzenleyen devrimci öğrencilere, Beyazıt meydanında bir saldırı düzenlendi. Devletin legal ve illegal güçleri, devrimci öğrencilerin üzerine kurşun ve bomba yağdırdılar. 7 kişi öldü ve 50’den fazla kişi yaralandı. Beyazıt meydanı kan gölüne döndü. Kullanılan bomba kontrgerilla içindeki bir yüzbaşı tarafından yapılmıştı ve bu şahsın MHP’li olup, faşist hareketle ilişki içinde olduğu sonradan ortaya çıkacaktı. Katliamı gerçekleştiren polis timinin başında olan polis amiri, ödüllendirilerek terfi ettirildi. Faşist hareket ile kontr-gerilla ve devlet arasındaki ilişki o kadar açıktı ki, katlia-
40
Burjuva devletin katliamcı geleneği daha sonra da devam etti. ‘80 öncesinde kullandığı faşist çeteleri ve kontr-gerilla örgütlerini geliştirerek muhafaza eden burjuva devlet, pis işlerinde kullandığı kiralık katilleri olan Ağcaları, Çatlıları ve Kırcıları da elinin altında tutmaya ve kullanmaya devam etmiştir. ‘80 öncesinde asıl olarak işçi sınıfına ve devrimci harekete yöneltilen devlet terörü, sonrasında özellikle Kürt hareketini hedef alacaktı, üstelik çok daha gelişmiş savaş yöntemleriyle. 90’lı yıllara gelindiğinde, Kürt halkının haklı mücadelesinin yükselişe geçmesinden rahatsızlık duyan ve “bölünme” paranoyası içinde olan devlet güçleri, devlet terörünü faşizm yıllarını ara-
tacak ölçüde artırdı. Bir yandan Özel Tim, JİTEM gibi kontr-gerilla örgütleriyle, diğer yandan resmi kolluk güçleriyle, koruculardan oluşturduğu milis gücüyle Kürt halkının haklı mücadelesini ezmeye çalıştı. On binlerce insan öldürüldü, “faili meçhul” cinayetlere kurban gitti, köyler yakıldı, yıkıldı ve boşaltıldı. İnsanlar asırladır yaşadıkları yerlerinden yurtlarından sürüldüler. Yine aynı yıllarda Kürt halkının binlerce yıllık başkaldırı ve direniş geleneğini yansıtan, özgürlük umudunu simgeleyen Newroz da, burjuva devletin gazabından kurtulamadı. Devlet Newrozu önce yıllarca yok sayarak inkar etti, ardından 1992’de birçok yerdeki kutlamalarda halkın üzerine yaylım ateşi açarak katliamlara girişti. Engelleyemeyeceğini anladığında da, içini boşaltarak asimile etmeye çalıştı. Ancak burjuvazi ne yaparsa yapsın, on binlerin meydanlarda, sokaklarda ateşler yakarak, halaylar çekerek yeri geldiğinde jandarmayla, polisle çatışmaya girerek Newroz’u kutlamasını engelleyemedi. Kürt halkı üzerindeki baskılar ve katliam girişimleri yalnızca Türkiye’ye ve Mart ayına özgü bir şey değil kuşkusuz. Ancak Mart ayı, Güneyli Kürtler için de çok özel bir anlama sahip. Irak ordusu, kaderini kendi ellerine almak amacıyla
Halepçe’de binlerce Kürt, kimyasal bombalarla katledildi
marksist tutum
Sınıf Belleği mücadele eden Kürt halkının direnişini ezmek için, 16 Mart 1988 tarihinde Halepçe’de, ABD’den ve İngiltere’den aldığı kimyasal ve biyolojik silahları kullanarak, kadınıyla, çocuğuyla, yaşlısıyla, genciyle beş binden fazla insanı katletti. Saldırıdan yaklaşık beş ay sonra, Saddam ordusunun ikinci bir saldırı hazırlığına başlaması yüzünden on binlerce Kürt göç yollarına düştü, binlercesi yollarda açlıktan, sefaletten ve hastalıktan öldü. “Uygar” dünyanın “büyük medeniyetleri”nden hiçbiri Halepçe katliamına ses çıkarmadılar. Ne bugün Güney Kürtlerinin hamiliğine soyunan ABD emperyalizmi, ne de demokrasi havariliğini kimseye kaptırmayan diğer emperyalist güçler, katliamı engellemek için bir şey yaptılar. İşin doğrusu, Saddam’ın ordusuna bu silahları satanlar ve onu finanse edenler de bizzat bu emperyalist güçlerdi zaten. Bu yüzden Kızıldere’yi, 16 Mart Beyazıt katliamını unutmadığımız gibi, Halepçe’yi de unutmamalıyız. Sokağında, evinde, tarlasında çalışırken ölüme yakalanan insanları unutmamalıyız. Mosmor olmuş, daha ana sütünden kesilmemiş kundaktaki bebeleri unutmamalıyız. Göç yollarına düşürülen on binleri, yollarda can veren binleri unutmamalıyız. Şırnak, Lice, Kulp başta olmak üzere bombalanan, yakılan, yıkılan yüzlerce ilçe ve köyü, katledilen insanlarımızı da unutmamalıyız.
Gazi direnişi Her köşeye sıkıştığında yeni katliamlar tezgâhlamaktan, halkları birbirine düşürmekten çekinmeyen burjuva devlet, tıpkı ‘80 öncesinde Maraş’ta ve Çorumda yaptığı gibi, 1993’te Sivas’ta ve 1995te de Gazi Mahallesinde Alevi-Sünni karşıtlığı yaratmaya dönük saldırılara girişmiştir. 12 Mart 1995 günü bu devlet geleneğine bir kez daha şahit olundu. Alevi ve Kürt emekçilerin yoğun olarak yaşadığı Gazi semtinde bir kahve, “kimliği belirsiz” kişilerce taranıyor ve bir Alevi dedesi hayatını yitiriyordu. Devletin faşist katliam geleneğinin bir uzantısı olan Gazi katliamı ile buna karşı ge-
lişen direniş, işte bu saldırıyla başladı. Gazi halkı, bu provokasyonu düzenleyenlerin kimliğini gayet iyi biliyordu. Saldırıyı protesto etmek üzere sokaklara dökülen insanları dağıtmaya çalışan ve engel olamayınca da üzerlerine ateş açan kolluk güçleri ile halk arasında çatışmalar yaşandı. On bine yakın kişi katliamın faillerinin bulunduğu karakola doğru yürüyüşe geçti. Yılların ezilmişliğinin ve horlanmışlığının biriktirdiği öfkeyle direnişe geçen kitleler, barikatlar kurarak polisle çatıştılar. Tüm gün süren çatışmalarda 17 kişi burjuva devletin kolluk kuvvetleri tarafından katledildi. Gazi’de yaşanan olayların duyulmasıyla birlikte, Ümraniye’de ve İstanbul’un farklı bölgelerinde de protesto eylemleri başladı. Ümraniye 1 Mayıs Mahallesinde göstericilerle polis arasında çıkan çatışmalarda 5 kişi daha hayatını kaybetti. Yaralı sayısı ise yüzleri buluyordu. Saldırılar sona erdiğinde ve olaylar durulduğunda, bilanço 22 ölü ve yüzlerce yaralıdan oluşuyordu. Burjuva devletin kolluk güçlerinin ve kontr-gerillanın saldırısı emekçi halkın direnişiyle karşılaşmıştı, ancak devrimci bir örgütlülükten yoksun olan halk kitleleri, bir kez daha ne yapacağını bilmez durumda evlerine geri döndüler ve ölenlerin yasını tutmaya devam ettiler. Saldırıların ardından açılan davalar ise tam bir tiyatroya dönüştürüldü. Devletin kolluk güçleri, saldırıyı ve katliamı gerçekleştiren “mesai arkadaşlarını” bir türlü bulamıyorlardı! Mahkeme oradan oraya ve en sonu “milliyetçi hassasiyetiyle” meşhur Trabzon’a taşındı. Ne katiller bulundu ve cezalandırıldı, ne de burjuva devlet katliamcı geleneğinden vazgeçti.
Can çıkmadan huy çıkmaz! Kuşkusuz, burjuva devletin sahip olduğu bu katliamcı gelenek sadece yaşadığımız topraklarla sınırlı değildir. Başta demokrasi havariliğinden ödün vermeyen emperyalist devletler olmak üzere,
tüm burjuva devletler için durum aynıdır. Tarihin sayfalarını karıştırdığımızda, modern burjuva devletlerden tutun da, binlerce yıl öncesinin köleci toplumlarına kadar her devlet tipi kendine özgü baskı aygıtlarına sahip olmuştur. Sınıflı toplumların bir ürünü olan devlet, tarihin her döneminde egemen sınıfın toplumun geri kalanı üzerindeki tahakkümünü kurmasını ve devam ettirmesini sağlayan bir baskı ve zor aracı olmuştur. Bu işlevini yerine getirebilmek için sahip olduğu düzenli ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler gibi kurumlar devletin asli ve vazgeçilmez unsurlarıdır. Bu anlamıyla devlet, aslında örgütlü şiddet tekelidir. Modern çağın kapitalist devletleri, her açıdan olduğu gibi, şiddetin ve zorun toplumun sindirilmesi amacıyla kullanılması yönünden de kendinden önceki örneklere nazaran çok daha gelişkin ve karmaşık aygıtlara sahiptir. Burjuvazi, iktidarını korumak uğruna bu aygıtları kullanmaktan ve gerektiğinde en insanlık dışı yöntemlerle en kanlı, en zalimane katliamlara girişmekten hiçbir zaman çekinmemiş, legal ve illegal örgütlerini her daim elinin altında ve hazırda tutmuştur.
41
marksist tutum
Sınıf Belleği Sınıflar mücadelesinin yükseldiği, kapitalist düzenin iktisadi ve siyasi açıdan zora girdiği “olağandışı” dönemlerde ise burjuvazi, elinin altında tuttuğu bu baskı aygıtlarına yenilerini ekleyerek ve hatta her türden faşist ve gerici örgütlenmeleri de devreye sokarak, iktidarını ve düzenini korumak için işçi sınıfına ve devrimci harekete açıktan savaş ilan eder. “Olağan” zamanlarda ise aynı cinayetleri ve saldırıları daha usturuplu ve gizli bir biçimde işlemek zorundadır. Bu dönemlerde söz konusu olan, burjuva liberallerin zannettiği gibi devlet eliyle uygulanan şiddetin ve terörün ortadan kalkması değil, farklı araç ve yöntemlerle yürütülmesidir. Burjuva devletin sahip olduğu illegal örgütlenmeler, “olağan” dönemlerde ortadan kalkmazlar. Sadece daha az ve gizli kullanıldıkları için fark edilmezler. Susurluk olayında olduğu gibi, bir kamyon çarpmasıyla tesadüfen ortaya çıktıklarında ya da Şemdinli’deki gibi halkın bilinçli eylemiyle ele geçtiklerinde de dünya yerinden oynamaz. Liberal solcuların hezeyanlarına rağmen, burjuva devlet bu araçlarını ve katillerini her daim korur ve kollar. Geçtiğimiz haftalarda, Ağcanın beklenmedik bir biçimde salıverilişi ve ardından apar topar tekrar içeriye tıkılışı bunun en güzel kanıtıdır. “Özel Harp Dairesi”, Hizbullah gibi kontr-gerilla örgütleri veya kapının önünde bağlı duran faşist köpeklerin oluşturduğu ülkücü çeteler burjuva devletin bir “maraz”ı değil, onun vazgeçilmez tamamlayıcı unsurlarıdırlar. Görmek isteyen gözler için bu gerçeklik, devletin derinlerinde değil apaçık ortadadır. Kapitalizmin dünya çapında bir bunalımda olduğu, hegemonya savaşının ve bunun sonucu olarak bölgesel çatışmaların, savaşların ve bunların doğurduğu şiddetin, katliamların bilançosunun alabildiğine arttığı günümüz benzeri dönemler ise, yukarıda anlattığımız gibi burjuvazinin “olağanüstü” bir döneme yaklaştığını göstermektedir. Bu durum, burjuva düzenin geniş halk yığınları ve işçi sınıfı açısından giderek daha fazla sorgulanmaya başlayacağının ve sınıf mücadelelerinin dozunun yük-
42
seleceğinin işaretlerini taşıması bakımından önemlidir. Keza 11 Eylülden bu yana dünya çapında artan siyasal gericilik, faşizan yasalar ve uygulamalar, ırkçılığın, dini-etnik ayrımların, düşmanlıkların körüklenmesi, egemenlerin bu korkusunu ve kendi düzenlerini tehdit edebilecek her türden muhalefet hareketine karşı şimdiden önlem almaya başladıklarını gösteriyor. İşçi sınıfının uluslararası hareketi henüz kapitalist düzeni tehdit edecek düzeye ulaşmamış olsa da, dün yaşadıkları, bugün burjuvaziyi Gazi’de, devletin kolluk güçlerinin ve kontrtedirgin etmeye yetigerillanın saldırısı emekçi halkın direnişiyle yor. Burjuvazi, işçi karşılaşmıştı sınıfının ve ezilen halkların birikmiş öfkesi devrimci bir kanala akmaya baş- lerin egemen sınıf haline geldiği bir düladığında neler olabileceğini geçmiş de- zeni kurarak, kendi kendini yönetmeye neyimlerinden iyi bildiğinden, şimdiden başladı. İşçi sınıfının burjuva devletle hazırlığa başlamıştır. Oysa geçmiş sade- nasıl hesaplaşması gerektiğinin yolunu ce burjuvazi açısından değil, işçi sınıfı gösterdi. açısından da tekrar tekrar dönüp bakılBir avuç sömürücü azınlığın topluması ve hatırlanması gereken derslerle mun geri kalanını baskı altında tuttuğu doludur. burjuva düzenin tersine, çoğunluğun ikMart ayı yalnızca işçi sınıfının aldığı tidarı anlamına gelen işçi devletinde ne yenilgilerin ve uğradığı katliamların yıl- düzenli ordular ne de bürokratik baskı dönümlerini barındırmıyor kuşkusuz. aygıtları olacaktır. Burjuva devletin saNitekim, bundan tam 135 yıl önce yine hip olduğu her türden açık ve gizli basMart ayının 18’inde Parisli işçiler ve ko- kı aygıtından, işçi sınıfına ve ezilen halkmünarlar, yani Paris Komünü’nün yara- lara uyguladığı şiddet ve terör eylemletıcıları, bize doğru yolu göstermişlerdi. rinden, katliamlardan, savaşlardan ve çaParisli işçiler 18 Mart 1871’de ayaklan- tışmalardan kurtulmanın tek yolu, burdılar ve burjuvaziyi alaşağı ederek kendi juva devletin kendisini ortadan kaldıriktidarlarını kurdular. Burjuva devletin maktır. Bir atasözünün dediği gibi can ordusunu ve polisini dağıtarak tüm hal- çıkmadan huy çıkmaz! kı silahlandırmaya giriştiler. Böylece bizzat silahlı güç halinde örgütlenen halk, kendi düzenini yani ezilenlerin ve sömürülen-
Mart 2006 • sayı: 12
marksist tutum
Kadın Erkek El Ele, Örgütlü Mücadeleye! Merhaba Marksist Tutum okurları, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü yaklaşırken, grevde olan kadın işçiler olarak mücadele içinde yaşadığımız dönüşümleri sizlerle paylaşmak istiyoruz. Yaşamımızı kazanmak için hepimiz çalışmak zorundayız ve her birimiz için de çalışma koşulları oldukça ağır. Kadın erkek demeden hepimiz karın tokluğuna, yoğun çalışma saatlerine, işverenin akıl almaz baskılarına, saldırılarına katlanmak zorunda kalıyoruz. İşçi kadınlar olarak bizlerse aynı zorlukları iki kat daha fazla yaşamak zorundayız. Biz tekstil sektöründe çalışan işçi kadınlar birçok sorun ve sıkıntıyla karşı karşıya olmamıza rağmen bunların farkında bile değildik. Ancak mücadeleye katıldıkça insan olduğumuzun farkına vardık. Bir zamanlar işveren ve adamlarının ağır hakaretlerine gıkını bile çıkartmayan, küfür edildiğinde tuvaletlere gidip ağlayan ve bundan başka çaresi olmadığını düşünen birçok arkadaşımızın da bu mücadelede çelikleştiğini gördük. Bu elbette kolay olmadı. Evet biz mücadele etmemiz gerektiğinin farkına varmıştık. Ve mücadele etmek için de hayatımızdan zaman ayırmamız gerekiyordu. Kavgamız hayatımızın her saniyesini kaplamaya başladıkça da kadın olmamızdan kaynaklı olarak evimizde sorunlar ortaya çıktı. Evli olan arkadaşlarımız eşleriyle, bekâr olanlarsa anne ve babalarıyla ve hatta kardeşleriyle sorunlar yaşamaya başladı. Ama mücadelede öğrendiğimiz her şey kavgamızın ne kadar haklı bir dava olduğunu gösterdi bizlere. Bu dönemde ailelerimizden en çok tepkiyi eve geç gittiğimizde ve grev başladıktan sonra grev çadırında sabahlamamız gerektiğinde aldık. Ailelerimiz, kardeşlerimiz bizlere hep “sen kadınsın ne işin var orada? Erkek işçiler yok mu, onlar yapsın” gibi şeyler söylüyorlardı. Bu elbetteki onların suçu değildi. Böylesine geri bir kültürle beslenen bir toplumda ailelerimizin böylesi tavırlar takınması normaldi. Ama bizler bir kez mücadeleyle tanışmıştık ve bu mücadelenin kadın erkek diye ayrılamayacağını anlamıştık. Çünkü bizler öğrenmiştik ki, burjuvazi bizleri kadın erkek demeden, çoluk çocuk ayırmadan aynı sömürü sisteminin içerisinde çalıştırıyordu. Peki ne yapacaktık? Bir tarafta haklı olduğuna inandığımız kavgamız, diğer tarafta ailelerimiz. Ne yapacağımız aslında ortadaydı. Ya bu haklı kavgayı ne pahasına olursa olsun verecektik, ya da burjuvazinin her geçen gün artan saldırılarına katlanmaya devam edip onun ekmeğine yağ sürecektik. Bizler kavgayı seçtik ve ailelerimize de bu kavganın haklılığını anlatmaya başladık. Eve geç gittiğimizde ya da çadırda sabahladı-
ğımızda karşımıza çıkan ailelerimize şunu sorduk: Neden işveren gece gündüz demeden, hafta sonu dinlenme fırsatı bile vermeden en n ççalıştırırken alıştırırken sesiniz çıkmıyordu da şimdi hak kavgası verip sınıfımız yapmaya adına bir şeyler yapma aya a çalıştığımızda karşımıza çıkıyorsunuz? Evet, biz kadın işçiler olarak bu sistemin çürümüş, kokuşmuş düzeninden iki kat daha fazla etkileniyoruz. Baskıcı ve gerici toplumun yaygın kanısına göre, kadın evden işe, işten eve gitmeli, eşine ve çocuklarına bakmalı ve başka şeylerle uğraşmamalıdır. Çalışırken işverenin baskısıyla karşı karşıya kalan kadın işçiler, eve gittiklerinde de çeşitli baskılarla karşı karşıya kalırlar. İşyerinde gece yarılarına kadar çalışıp eve geldiğimizde de ev işleriyle, çoluk çocukla uğraşmak bizim görevimizdir. İşyerinde nasıl kafamızı kaldırmadan çalışıyorsak eve geldiğimizde de kafamızı kaşıyacak vakit bulamayız. İşte bizler yaşamımızın daha anlamlı olabileceğini mücadeleyle öğrendik. İşten eve geldiğimizde eşimizin ve ailemizin grev mücadelemize müdahale ettiği her tartışma aslında burjuvaziye hizmetten başka bir şey değildi. Bizler birbirimizi yerken burjuvazi her geçen gün sermayesine sermaye katıyordu. Niçin birbirimizi anlamıyor ve tartışıyorduk. Geçinemediğimiz, karnımızı doyuramadığımız için. Peki bunun sorumlusu kimdi? Ya da birbirimizi engelleyerek tüm bu sorunların üstesinden gelebilir miydik? Hayır. Bunun tek bir çözümü vardı, o da mücadele etmek! Ailelerimize de bunları anlattık. Burjuvazinin bizi nasıl böldüğünü ve bundan nasıl faydalandığını. Zamanla onlar da anlamaya başladılar, hatta bunun ötesinde destek olup bizlerle birlikte mücadele etmeye başlayanlar oldu. Bu mücadeleyle birlikte
43
marksist tutum
evli olan çiftler paylaşmanın ve birlikte bir şeyler yapmanın nasıl hayata bakışlarını değiştirdiğini görmeye başladılar. Mücadele başlamadan önce evden işe işten eve gidip gelen, hayatı televizyon izlemekten ibaret olan, hiçbir sosyal yaşantısı olmayan, aynı işyerinde çalıştığımız halde birbirini tanımayan, sorunlarını paylaşamayan işçi kadınlardık. Gece gündüz çalışır, üstüne hakaretler ve küfürler işitir, ama ne yapacağımızı bilemediğimizden sesimizi çıkaramazdık. İşyeri koşullarımız oldukça ağırdı. Çoğu kez sabahlamalara kalır hafta sonu tatili nedir bilmezdik. Evli ve çocuklu olanlar için bu durum daha da katlanılmazdı. Çocuğu hastalandığı için izin istediğinde işten atılan arkadaşlarımıza tanık olduk. İşveren kendi hastalandığında yurtdışına gidip tedavi olabiliyorken bir işçinin çocuğu hastalandığında birkaç saat izin istemesi bile işten atılma sebebi olabiliyordu. Birçok sektörde olduğu gibi çalışan kadınların her zaman karşılaşabileceği bir diğer sorun da işyerinde işverenlerden, amirlerden ya da ustabaşlarından gelen uygunsuz teklifler ve tacizlerdir. Örneğin çalıştığı bölümü değiştirmek isteyen bir kadın arkadaşımız vardı. Şefe bu talebini ilettiğinde, kadının dul olmasından faydalanmak isteyen şef, imalı sözlerle “bu senin elinde” gibi laflar etmiş, bu sorununu en yakınındakilerle bile paylaşamayan arkadaşımızsa işten ayrılmak zorunda kalmıştı. Fakat mücadelemiz başladıktan sonra işler tamamen değişti. Önceleri bizleri gizli gizli kapılardan süzen, el şakası adı altında cinsel tacizde bulunan, dik dik bakışlarıyla bizi rahatsız eden şef, mücadele sürecinde artık yanımıza yaklaşma cesareti bile gösteremedi. Çünkü biliyordu ki bizler artık onun aşağılık hareketlerinden dolayı kendini suçlu hissedip utanacak, işten atılma korkusuyla sesini çıkartamayacak, içine kapanık, suskun kadınlar değildik. Mücadele, fabrikada, sokakta ve evimizde kendimize olan güvenimizi kazanmamızı sağladı. Sürmekte olan grevimizde bizler de erkek işçi arkadaşlarımızla aynı sorunları yaşadık, ama hiçbir zaman kadınız geride duralım demedik. Erkek arkadaşlarımızın birçoğunun geri fikirleri, grevde hayatlarımızı, sorunlarımızı ve çözümlerimizi ortaklaştırdıkça yıkıldı. Kadın bunu yapmamalı ya da yapamaz dedikleri her şeyi bizlerin de yaptığını gördükçe dönüşmeye başladılar. İşbölümünü cins ayrımına göre yapmıyorduk artık. Grevdeydik ve grevin çadırsız olmayacağını biliyorduk ve kurmalıydık. Ama bunun bir bedeli vardı. Çadırımızı kurmaya başladığımızda devletin kolluk güçleriyle karşı karşıya kaldık. Erkek arkadaşlarımız biber gazı yiyor ve coplanıyordu. Buna sessiz mi kalacaktık? Kalmadık ve üzerlerine atlayıp kurtarmak istediğimizde biber gazı ve coplardan bizler de nasibimizi aldık. Çoğu zaman ka-
44
Mart 2006 • sayı: 12
dınlar kavgadan kaçar. Ama biz inandığımız ve savunduğumuz fikirler uğruna gerektiğinde yumruk yumruğa kavga etmeyi öğrendik. Diğer taraftan toplumun bize dayattığı “bu kadın işi, bu erkek işi” gibi ayrımları da ortadan kaldırdık. Çünkü bu ayrımlar sermayenin işine yarıyor, mücadelenin önünde engel oluşturuyordu. Aynı koşullarda yaşadığımız halde bir araya gelemeyen, sorunlarını paylaşamayan bizler, artık grevle birlikte oradaki gündelik işlerimizi de ortaklaştırıyorduk. Bulaşık yıkamak, yemek yapmak hep kadına özgü bir şeymiş gibi algılanırdı. Su taşımak, odun kırmak gibi işlerse erkeğin işiydi. Grevde, bunun böyle olmadığını, mücadelede kadın erkek ayrımına gidilemeyeceği gibi gündelik işlerde de bu ayrıma gidilmemesi gerektiğini yaşayarak gördük. Ayrım yapmaksızın her birimiz yapılması gereken işleri sahiplendik. Ben bulaşık yıkamam diyen erkek arkadaşlarımız bulaşık yıkamaya, ben odun kırmam diyen kadın arkadaşlarımız odun kırmaya başladı. Tüm bu öğrendiklerimizi zaman içerisinde hayatımızın her alanına, evlerimize de taşımaya başladık. Bu mücadelede öğrendiklerimiz bizlerin bundan sonra hayata nasıl bakmamız gerektiğini gösteriyordu. Burjuvazinin yarattığı tüm ayrımlar (kadın, erkek, din, dil, ırk gibi) örgütlenmemizi ve birlikte mücadele etmemizi perdeleyen ayrımlardır. Bizlere bu hayatın böyle gelip böyle gideceğini ve bunun değişmez bir şey olduğunu her fırsatta beyinlerimize kazıyan burjuva düzene karşı kadın erkek el ele örgütlü mücadele etmemiz gerektiğini artık biliyoruz. Sermaye bir avuç, bizse milyarlarcayız. Kadın, erkek ve hatta çocuk işgücünden sermayesini büyütmek, kârına kâr katmak için faydalanan asalaklar sınıfını, birlikte yürüteceğimiz örgütlü mücadeleyle tarihin çöp sepetine gönderebiliriz.
Marksist Tutum okuru grevci işçiler
Mart 2006 • sayı: 12
marksist tutum
Ankara’da “Herkese Sağlık, Güvenli Gelecek” Mitingi 19 Şubat Pazar günü Emek Platformunun çağrısıyla Ankara’da Genel Sağlık Sigortasına (GSS) karşı “Herkese Sağlık, Güvenli Gelecek” mitingi düzenlendi. Ankara garından yürüyüşle başlayan etkinlik Sıhhiye meydanında yapılan konuşmalarla sona erdi. Mitinge yaklaşık 2000 kişi civarında bir katılım oldu. TÜRK-İŞ, HAK-İŞ ve KESK’e bağlı bazı sendikalar, Ankara Tabip Odası, TMMOB, ASMMO, EMEP, ÖDP, ESP, ODAK, AKADER, Alınteri, BDSP, ÖVDER alandaydılar. Hem yürüyüş kortejinde hem de alanda coşkularıyla ve diğer katılımcılara nazaran daha kitlesel olmalarıyla dikkat çeken kortejler, Telekom’un özelleştirilmesi süreci ve belediye işçilerine son dönemde yapılan saldırılar nedeniyle, TÜRK-İş’e bağlı Haber-İş ve HAK-İş e bağlı Hizmet-İş kortejleriydi. GSS ve Sosyal Güvenlik Reformu Yasası işçi sınıfı için çok ciddi bir saldırı ve çok uzun zamandır gündemde. Bu yasa aslında sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesinin ilk adımlarını oluşturuyor. Yasayla birlikte getirilen pek çok yenilik sağlık alanında var olan tıkanmaları çözmek bir tarafa çok daha karmaşık sorunlar yaratıyor. Aslında bu bilinçli olarak yaratılan bir durum, çünkü sağlıkta özel sektörü teşvik etmek ve halkın gözünde meşrulaştırmak isteyen egemenlerin işine geliyor. Sağlık merkezlerinde hizmet kötüye gittikçe insanlar bari özel sektöre geçsin de paramızı verip hizmet alalım noktasına geliyorlar. Yeni yasayla birlikte herkes kazancına göre hizmet alacak. Şayet geliriniz var olan hastalığınızın tedavisi için gerekli parayı karşılamıyorsa öleceksiniz veya sürüneceksiniz ya da geliriniz kadar hastalanacaksınız! Yasa buna benzer pek çok sonucu bünyesinde barındırıyor. Aslında en temel haklarına karşı bu denli ciddi bir saldırı karşısında işçi sınıfının örgütlü gücünü kullanıp bu saldırıları geri püskürtmesi hiç de zor değil. Tıpkı 15-16 Haziranlarda yaptığı gibi... 19 Şubat günü sendika bürokratları miting alanında “Bu yasaları meclisten geçirmeyeceğiz” diye haykırdılar ve devamında dediler ki; “bu coşkuyu, bu mitingin coşkusunu yarın iş yerlerinde iş arkadaşlarınıza anlatın”. Ben genç bir işçiyim. Yaşım gereği çok fazla miting görmedim ve yine yaşım gereği işçi sınıfının egemenlerin saldırılarıMerhaba, Bir Marksist Tutum okuru olarak, dergide emeği geçen herkese ve tüm okurlara Kıbrıs’tan sevgilerimi göndererek başlamak istiyorum. Bugün demokrasi şampiyonluğunu hiç kimseye bırakmayan Avrupa’da komünizm fikri yargılanıyor ve mahkûm edilmeye çalışılıyor. Bu yapılırken de, şimdiye kadar yaşanan deneyimlerin sosyalizm olduğu, sosyalizmin zaten çöktüğü propagandaları eksik bırakılmıyor. Oysa çöken Sovyetler Birliği’ni ve onun sınır bekçilerini sosyalist/ komünist rejimler (ki sosyalizmde/komünizmde sınıflar ve devlet ortadan kalkar ve bu rejimler zaten sosyalist/komünist değildi) olarak adlandırmak bugüne kadar düşülen en büyük yanlış ve yanılgılardan biridir. Bunlar aslında bürokratik-diktatörlüklerdir ve bunun sosyalist rejimle hiçbir alakası yoktur. Fakat söz konusu tarihsel kesit boyunca Sovyet resmi politikasının çarpıttığı ideoloji, kitlelere bugün bile etkisi hala daha süren bir yanlış anlayış bırakmıştır. Bu rejimlerin tümü gerçekte totaliter rejimlerdi. Stalin’in Sovyetler’deki diktatörlüğü ile birlikte milyonlarca devrimcinin katledileceği bir kıyım süreci de başlamıştı. Stalin ve güruhu, Ekim devrimiyle kurulan işçi devletini kendi bürokratik çıkarları uğruna bir karşı-devrimle sonlandırdı ve daha sonra çeşitli coğrafyalarda oluşan devrimci potansiyelleri de söndürmeye çalıştı. Bu politikalara karşı gelenler, kendilerini sosyalist devrime adamış olanlar ve enternasyonalizmi ilke edinmiş olanlar o dönemde ve daha sonraki süreçlerde, içinde kıyımlar, komplolar, sürgünler ve toplama kamp-
nı durdurabildiği çok fazla miting de görmedim. Ama neyse ki kendi sınıfının sorunlarına ilgili ve sınıfının gücüne inanan bir işçiyim. İşçi sınıfının birlik olduğu zaman neler yapabildiğini tarihten okuyorum, yaşamış görmüş olanlardan dinliyorum. Aksi halde sendika bürokratlarına inanıp, 2000 işçinin bile olmadığı, doğru düzgün bir tek sloganın atılmadığı, tek tük atılan sloganların da birkaçı hariç milliyetçi, şoven bir öz barındırdığı bir mitingin bu saldırıları durdurabileceğine inanır ve orada gördüklerimi coşku sanırdım. Ben Pazar günü ne bu saldırıları durdurmaya kararlı bir kitle ne de coşku gördüm. Ama işyerimdeki ve çevremdeki arkadaşlarıma uzun zamandır şunları anlatıyorum ve bu anlattıklarımı bu mitingde gördüklerim de doğruluyor: Çok ciddi saldırılar bizi bekliyor ve bizler bir araya gelip örgütlü gücümüzle hareket etmezsek, bu gidişe dur demezsek, hayat bizim için şimdikinden kat be kat zorlaşacak. En temel haklarımızdan biri olan sağlık hizmetinden daha çok yoksun kalacağız (daha çok, çünkü şimdi de çalışan ve her türlü değeri üretenler olarak, var olan sağlık hizmetlerinden yeterince yararlanamıyoruz). Sendika bürokratlarının bizim yerimize söz sahibi olmalarına izin verdiğimiz sürece, onlar bu denli ciddi saldırıları, Pazar günkü mitingler gibi içi boş eylemlerle geçiştirip bizlerin ağzına bir parmak bal çalacak ve egemenlerin kendi gemilerini sorunsuz şekilde önlerine hiçbir engel çıkmadan yüzdürmelerine yardımcı olacaklar. Sendikalar bizlerin, işçi sınıfının mücadele alanlarının en önemlilerinden biridir. Ama bizler sendikalarımıza sahip çıkmadıkça buralar sendika bürokratları tarafından egemenlerin demokrasi yalanlarının doğrulayıcısı olmaktan öteye geçemiyor. Bizler sağlığımıza, ekmeğimize, özgürlüğümüze, geleceğimize, hayatımıza sahip çıkalım. Bu dünyayı yaşanabilir bir yer yapacak tek güç işçi sınıfının örgütlü gücüdür. Yaşasın Militan Sınıf Sendikacılığı! Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz! Ankara’dan Marksist Tutum okuru bir işçi ları olan bir kesitten geçeceklerdi. Sadece Stalin diktatörlüğü döneminde Sovyetler’de 10 milyondan fazla insan (ki bunların çoğunluğu devrimci Bolşeviklerdi) öldürüldü veya toplama kamplarında hayat çürüttü. Bu kıyımlar Sovyetler’le sınırlı değildir. Avrupa’da birçok devrimci Marksist bizzat Stalinist KP’ler tarafından öldürülmüştür. Avrupa’da devrimler destekleneceğine ve yaygınlaştırılacağına Stalin ikinci dünya savaşından sonra bürokratik menfaatler gereği kapitalist devletlerle masaya oturup, paylaşım planlarına iştirak etmiş ve dünya devrimine karşı barış içinde bir arada yaşama politikasını yüceltmiştir. Stalin ve onun isminden türeyen Stalinizm olgusu TEK ÜLKEDE SOSYALİZM anlayışında hayat bulur. Stalinizm Marksizmden bir kopuş, sosyalizmin tahribatıdır. Buna karşı gelenler ve devrimin yolunda yürüyenler her zaman bu tahribatçı okul üyeleri tarafından yok edilmeye çalışılmıştır. Meksika’da sürgündeyken Stalin’in kiralık katilleri tarafından öldürülen Rus devriminin liderlerinden Troçki, kendisini devrimin yoluna adayıp Stalin tarafından öldürülen milyonlarca devrimciden sadece biriydi. Bugün bütün bu yaşananlardan dersler çıkarmak ve gerçek sosyalizmin, gerçek komünizmin ne olduğunu işçilere, gençlere anlatmak hepimizin görevi olmalı. Burjuvazinin doğru bir sosyalizm anlayışıyla yükseltilecek mücadelenin önünde durması o zaman imkânsız olacaktır. Kıbrıs’tan bir Marksist Tutum okuru
45
Okurlarımızdan Hayatın hangi noktasına bakarsanız bakın hiçbir şey ama hiçbir şey sınıflar üstü değil. Tamamıyla sınıfsal. Gözlerimize çekilen perde indiğinde, tüm yanılsamalarımızdan kurtulduğumuzda, kendimize ve dünyaya bakış açımız bulunduğumuz sınıfın rengini yavaş yavaş almaya başlıyor. Neredeyim, nasılım diye sormaya başlıyoruz. Kendimizi avutabilmeyi iyi başarabiliyorduk. Her anı birbirine benzeyen günleri katlanılabilir kılan umutsuz bırakılmışlığımız olmasındı sakın? Ya da belki de sahte umutlar peşinde koşturulurken gerçek umudu kaybetmiştik. Çaresiz ve yalnız da hissetmiyor muyduk kendimizi acaba? Derinden derine bir kaygı içimizde. Onu büyütüyorduk, sevmeden. Gelecek düşümüz neydi? Hatırlayamıyorduk. Hatırlamamız gereken bir şeyler mi vardı; onu da hatırlayamıyorduk. Oyuncağı elinden alınıp da tekme tokat dövülmüş ve ağlaması bile yasaklanan bir çocuk gibiydik! Sindirilmiş ve mecbur edilmiş... Ve büyümeyi beklemeliydi daha. Olgunlaşmayı ve hazır olmayı… Pembe düşlerimizin çoğu kirlenmişti oysa. Kana bulanmışken gökyüzü ve bombalar yağarken düşlerimize, içimizdeki korku sığınaklarından çıkamamıştık. Kulakları sağır eden sesleri nasıl oldu da duymazlıktan gelebildik?! Kor kor yanan ateşlerin içinde duyduğumuz serinlik hissi bedenimizi ve ruhumuzu teslim etmişliğimizden miydi? Bencillik en büyük erdem miydi, neydi? Taktığımız tüm maskeler yüzleşmemek içindi gerçekliğimizle. Yanlış duraklar, yanlış otobüsler... Ulaştığımız hep hayal kırıklığı oluyordu. İmgemizde mutluluk, içimizde bencillik vardı. Her şey kendi anlamından uzaklaştırılmışken, olguları yorumlayışlar olguların önüne geçmişken, her şey akışına bırakılmışken, gelecekten emin olmadan anı kurtarmak başarı sayılıyorken, unutmak ve unuttuğumuzu hatırlamamak rahatlatıyorken, mutlu olmak için mutsuz ediyorken... Programlanmış gibiydik. Mini minnacıkken biz programlanmaya başlamamış mıydık? İzinden gitmemiz gereken o kadar çok kutsanmış doğrularımız vardı ki! Kendimiz olmamız, düşünüp sorgulamamız yasaklanmıştı. Karşı durmak, itiraz etmek, muhalefet etmek zararlıydı. Güce tapmalıydık. Duygusallaştırılmış ve duygusal imgelere bağlanmıştık. Aptallaştırılmıştık demek daha doğru olmaz mı? Nevrotikleştirilmiştik. Kaygılıydık, aşırı kaygılıydık. Kay-
gılarımızı dindirecek telafi yollarını da sunmuştu yüce düzen. Derdi veren dermanını da vermişti. Yoksunluklarımızın sunduğu acılar, derin bir bencillikle dindirilebilirdi ancak. Paylaşmak, kendimizi tatmin etmeye yetmezdi ki. Egomuz tatmin olmalıydı. Ağır basan yanlarımızı açığa çıkarmanın ve üstün görünmenin en pratik yolu karşıdakini küçültmek ve düşürmekse, bencil, kıskanç ve kurnaz olmalıydık. Her şey tek olmalıydı. Sıradan ve tekdüze yaşamlar belli kalıpları aşmamalıydı. Farklılıklarımız bizi herkese benzetmeli ama hiç kimseye benzememeliydik. Orijinal imajlar sıradanlığımızı örtemiyordu ki. Burjuva bir devlet gibiydik. Her telden, her sözden bir repertuarımız yok muydu? Hem demokrat hem faşist olabilirdik her an. Farklılıklara saygılı görünür ama bencilliğe muhafazakârdık. Herkes bize benzemeli ama kimseye benzememeliydik biz. Kendi tatminkârlığımızın koruyucusu ve kollayıcısıydık. Pusulamız şaşmıştı ve fırtınalara dayanıksızdık. Sakin suların dışına çıkmayı niye hiç düşünmemiştik? Biz, durgun ve sakin sular gibi görünüyorken içimizdeki fırtınaların bizi hangi kıyılara savuracağı belli miydi? Çelişkiler ilerletir. Savaşım durmaz asla. Kopan fırtınalar gibi önüne kattığını savurduktan sonra en sağlam ve direngen yanlarımızı bize bırakmaz mı? Fırtınanın söküp attığı yanılsamalardan geriye, gerçeğin değiştirilebilir rasyonelliğinden başka ne kalır ki? Yanılsamalarımızdan bizi kurtaracak kadar birikmiş fırtınamız vardı. Bizi doğru limanlara götürecek fırtına veya fırtınalar doğru yerde doğru zamanda esmeliydi o kadar. Sınıfımız, başat çelişkilerimiz bizi daha fazla küçük-burjuva sığ sularda tutamazdı. Dünya şimdi daha bir hızlı dönüyor. Çelişkiler alabildiğine keskinleşiyor. Büyük altüst oluşlara gebe dünya. Geleceğimizi kurtaracak saflardayız. Sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz dünyayı kuracak sınıf olduğumuzun farkındayız şimdi. Pusulamız bizi yanıltmayacak bir daha. Marksizmin yol göstericiliğinde bir büyük hazırlıktayız. Bize bizi hatırlatan geleneğe, Marksist Tutum’a ve tüm yoldaşlarımıza minnet borçluyuz.
Burjuvazi medyasıyla, tüm kitle iletişim araçlarıyla ve özellikle de eğitimiyle beynimizi yıkamaya, bilinçlerimizi çarpıtmaya devam ediyor. Bizleri mevcut sistemin kalıpları içinde yoğurarak “egemen burjuva kültürü” kokan bireyler olmamızı sağlıyor. Bu görevi aslolarak bu çirkef sistemin en küçük ama en etkili parçası olan aile ve eğitim kurumları üstleniyor. Almakta olduğumuz eğitim içinde gördüğümüz tarih dersleri bizlere aslında burjuvazinin ve sınıflı toplumların kanlı yüzünü gösterir. Tarihte yaşananlar, içlerine fazlaca destan sokulmuş birer masal havasında ezberlettiriliyor. Bu destanlara bilinçsiz, körpe beyinlerin inanmaması elde değil. Kahramanlıklar, sürekli işlenen milliyetçilik, vatan sevgisinin her şeyden üstün olduğu, bu topraklarda yaşayan herkesin aynı bayrak altında durması gerektiği, Türkün Türkten başka dostunun olmadığı edebiyatı, aşağılık kompleksi ve paranoyayla bezeli burjuva ideolojisinin bir uzantısıdır. Kanımızın son damlasına kadar bu toprakları savunmalıymışız, aksi takdirde bağımsızlığımız elden gidermiş! Hangi bağımsızlık? Okullarda başlayıp dershanelerde süren, üniversitede bile işlenen yoğun milliyetçilik propagandalı tarih dersleri dışında, rehberlik derslerinde nasıl kendi paçamızı kurtaracağımız anlatılıyor. Üniversiteyi kazanabilmek için sadece ders çalışan ama başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen robotlar olmamız isteniyor. Üstelik de üniversiteler öyle iştah kabartıcı bir biçimde sunuluyor ki, gerekirse üniversitelere girebilmek için yıllarımızı heba etmemiz isteniyor. Burjuvazi gerçeklerin kanlı yüzünü boyalı yalanları ile örtüyor, bizleri eğitmek adına kandırıyor, içimize kapıyor, hayat adını verdiği boşluğun
içine atıyor. Bu durum hep böyle mi devam edecek? Bu yalanların farkına varıp da burjuvazinin çevremize ördüğü kozayı çatlatamayacak mıyız? Başka bir dünya mümkün değil mi? Marksist Tutum okumaya başlamadan ben de bu hayal dünyasının bir ürünü idim. Ama şu anda, Marksist Tutum okuru, proletarya enternasyonalizmini savunan bir genç olarak, bireysel kurgularımdan ve can çekişmelerimden kurtularak bu soruların cevabını verdim. Kesinlikle başka bir dünya mümkün ve bunun adı SOSYALİZM. Gerçekten insan olduğumuzu hissettiren, bir devekuşu misali çevremizde olup bitenleri görmemek için başımızı kuma gömmek zorunda kalmayacağımız bir dünya. Ve bu dünyaya ulaşmak bir rüya değil. Kapitalizmin bizlere işlediği bireycilik bizleri ileri götürmekten çok geriye atıyor. Ve burjuvazi yaşamımızda oluşan boşlukları kendi istediği gibi dolduruyor. Kendi içinde devasa bir devlet örgütüne sahip olan burjuvaziye karşı tek tek bireyler olarak mücadele etmek Don Kişot’luk yapmaktan öte bir şey olamaz. Bundan dolayı savaştığımız sınıfa karşı bizler de örgütlü olmak zorundayız. İşçi sınıfı dünya çapında bir örgütsüzlük ve dağınıklık dönemi yaşıyor ve kapitalistler bundan fazlası ile faydalanıyorlar. Ama tarih daima aynı çizgiyi izlemez. Bir gün, ki bu günün çok da uzak olduğunu sanmıyorum, tarihi işçi sınıfı olarak biz yazacağız. BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN, ONUN ADI SOSYALİZM! KURTULUŞA KADAR SÜREKLİ DEVRİM!
46
Van’dan bir Marksist Tutum okuru
Pendik’ten bir öğrenci
Okurlarımızdan Söylediğimiz türkülerle, marşlarla uğulduyordu kulağım. Sıcak otobüsümüzden inme vakti gelmişti ama. Grev meydanına varmıştık. Hava kararmıştı, ana caddenin gürültüsü içerilere kadar ulaşsa da etraf sessizdi. Karanlığın içinden gülümseyen yüzler seçtik yavaş yavaş, kadınlı erkekli yürüyorlardı bize doğru. Parıldayan gözler yaklaştı iyice. Bir, beş, onbeş oldu kardeşlikle kollarını uzatan gövdeler. Tıpır tıpır bir yağmur ıslatıyordu saçlarımızı. Soğuk havayı ciğerlerimize çektik. Grevdeki Serna işçilerinin arasındaydık işte. Yüzlerine bakmaya gelmemiştik sade. Geldik işte demeye de. Grev işçinin okuludur denmişti. Öğrenmeye gelmiştik biz de, onların yaşadıklarını onlardan dinleyerek. Nasıl devirmişlerdi üç ayı? Disiplinlerini nasıl kurmuşlardı? Duyguları nasıl ortaktı böyle, çay tutarken, sohbet ederken, ellerini ısıtırken? Tinerci çocukların yüzlerine bakılıp başların çevrildiği şehir değil miydi burası, nasıl güvenmişlerdi birbirlerine? Anlattılar günlerini, hazırlıklarını. Hoş bulduk diyerek gelenleri, güneşte gelenleri, bayramda, yağmurda gelenleri, omuz omuza halay çektiklerini. Sonra kendi ziyaretlerini anlattılar. Başka grevlerde biz de yanınızdayız dediklerini. Polisin, belediyenin, kolluğun kimin “huzurunun teminatı” olduğunu öğrendiklerini anlattılar. O huzurun nasıl kaçtığını 90 gündür. Çevre işyerlerinin işçilerinin merakını, ürkekliğini. İlk başlarda yanlarından geçerken verdikleri ürkek selamı, sonra tek tük gelmeye başlamalarını. İşsizin, öğ-
Biz işçiler yaşamımızı sürdürebilmek için tüm günümüzü para kazanmak için çalışmaya ayırıyoruz. Kötü ve zor olan koşullar ve giderek daha da zorlaşan şartlarda çalışmak bütün yaşamımızı altüst ediyor. Sabah 7’de işbaşı yapmak, haftanın çoğu günü sabah 7’den gece 11’e kadar çalışmak ve eve geldiğinde yıkanmamıza, karnımızı doyurmaya bile halimiz olmadığından bulduğumuz boş bir yere uzanıp yorgunluktan gerisini hatırlamamak... Hatta gündüz çalıştığımız yetmiyormuş gibi geceleri yatarken bile patronlar için çalışıyoruz ve psikolojimiz altüst oluyor. Örneğin bir arkadaşım sabah 8’den gece 11-12-1-2 gibi saatlere kadar çalışıyor. Bu arkadaş işin yoğunluğundan ve stresinden kaynaklı olarak, geceleri uyurken bile kalkıp (uyur gezer) bir şeyler yapıyormuş. Gelen malları, faturaları evin içinde arayıp duruyormuş. Hangi birini anlatsak ki! Yoksa tuğla fabrikasında çalışan bir başka arkadaşın geceleri uyurken kendinde olmadan kalkıp kamyon yüklemesini mi? Şimdi de çalıştığımız fabrikada yaşanan sorunlarda sıra: 1-2 hafta önce çalıştığım bölüme diğer bölümden bir bayan arkadaş geldi ve aynı masada çalışırken biraz sohbet etme olanağımız oldu. 8 yıldan beri bu fabrikada çalıştığını, sürekli oturarak, kafasını öne eğerek çalışmak zorunda kaldığını ve bunun sonucunda boyun fıtığı olduğu için zorlandığını ve bu sorunun sadece onda olmadığını, bölümde çalışan çoğu kişide olduğunu söy-
rencinin, cebinde yol parası bile olmayanın, “bir şeyiniz eksik mi arkadaşlar?” diye sorduğunu. Biz de anlattık. Kendi koşullarımızı. Bazen bıkkınlığımızı, mesailerden nasıl tükendiğimizi, umutsuzluğa düştüğümüzü. Öyledir dediler, tek başına umut yok. Kurtuluş yok tek başına. Olursa hep beraber yoksa … bataklıkta tek başına. Türkülerimizi söyledik yine; güneşten, ateşten, buluttan, rüzgârdan, buğdaydan, bakırdan şiirlerimizi seslendirdik. Ellerimiz kızardı soğuktan, paltolarımıza gömdük boynumuzu birkaç saat. Sonraysa evlerimize gidecektik gecelemeye. Grevcilerse kazanana kadar oradaydılar daha geceler boyu, belki karda da. Ama yıldızlar her yerdeydi; Kartal’da, Topkapı’da, Kayseri’de ve Siirt’te, Almanya, Yunanistan ve Malezya’da. Yıldızlar gibi ışıklı bir şey daha vardı paylaştığımız: bir bütündük biz, hepimiz. Gemilere yol aldıran, şehirleri ısıtan, binaları ışıldatandık, işçi sınıfıydık biz. Bunu paylaştık, hissettik bir kez daha. Gücümüzün birliğimizden geldiğini okuduk birbirimizin gözlerinden. İçimiz titreyerek çıktık dönüş yoluna, soğuktan değil heyecandan… Yaşasın devrimci sınıf mücadelemiz!
ledi. Eve gittiğinde kızını bile ancak 1520 dakika kucağında tutabildiğini, fıtıktan kaynaklı kollarının ağrıdığını anlattı. Ve sık sık yapılan toplantılardan bahsetti. Bölüm müdürü onlara, “sakın bana izin almaya gelmeyin, yok hastayım, yok çocuğum hasta, yok o hasta, yok bu hasta, yok düğündür, nişandır, sözdür. Ölüm harici bana izin almaya gelmeyin” diyormuş. Bütün kadın işçileri toplayıp, “çok abartıyorsunuz, bu ne, niye hamile kalıyorsunuz, senin bir çocuğun var yetmiyor mu, sen yeni evlendin niye hamile kaldın?” diyerek onları azarlıyormuş. Ve hamile kalmalarına kızdıkları için, hamile olanları bilinçli olarak en zor makinelere verip, ağır kasaları kaldırmak zorunda bırakıyorlarmış ve bundan kaynaklı çoğu kadın düşük yapıyormuş. Yani eşimizle çocuk yapma kararı almadan evvel, önce patronların fikrini almamızı istiyorlar! Kapitalistler bizlere bir makineden, bir robottan farklı gözle bakmıyorlar. Kapitalizmin kâr hırsı uğruna yapamayacağı hiçbir şey yok. Ve biz işçi sınıfı olarak bu sorunlarla dünyanın her yerinde karşılaşıyoruz. İşçi sınıfının uğrunda ağır bedeller ödeyerek burjuvaziden söküp aldığı kazanımlar, biz böyle bilinçsiz, örgütsüz olduğumuz sürece tek tek elimizden alınmaya devam edilecek. Yaşasın Dünya İşçi Sınıfı ve Örgütlü Mücadelemiz! Gebze’den bir kadın işçi
İstanbul’dan bir Marksist Tutum okuru
Merhaba kardeşler! Ben çalışmaya yeni başlayan taze bir işçiyim. Hepimizin bildiği ve birçoğumuzun da yaşadığı bir konuya değinmek istiyorum; iş kazaları ya da başka bir deyişle işçi katliamları. Ben bu konuda başımdan geçenleri siz işçi kardeşlerimle paylaşmak istedim. Çalıştığım şantiyede daha ilk günümde bir işçi 11. katta kalıp çakarken görünmez kaza denilen fakat ne hikmetse sürekli tekrarlanan bir şekilde aşağıya düştü ve hayatını kaybetti. Peki o arkadaşımız kaza sonucu mu aşağıya düştü? HAYIR! Onu aşağıya iten burjuvazidir! İşçilerin, kabini çalışmayan bir yüksek vinçle çalışması patronun işine gelmektedir. Çünkü vinç bu haliyle herhangi biri tarafından kullanılabiliyordu ve maliyeti düşüktü. Aşağıdan joistikle kullanılan vinç bir işçinin ölümüne yol açtı. Peki ya sonrası: şantiye sonraki gün tatil edildi. Neden? Gereken “bütün önlemleri” almak için tabii ki! Vinç tamir edildi, joistik kaldırıldı, her yer güvenlik bantlarıyla çevrildi. Bütün bunlardan sonra gelen denetimciler işçinin kendi dikkatsizliği sebebiyle düşüp kendini öldürdüğüne karar verdiler. Kardeşimizi öldüren dikkatsizliği değil patronun ta kendisidir. Bu, kapitalist düzenin doğurduğu katliamlardan yalnızca bir tanesidir ve bu düzen sürdüğü sürece ölümler de sürecek. Biz işçilere düşen görev birlik olmaktır, devrimci Marksist fikirleri paylaşmak ve yaymaktır. Bunu kulağımıza küpe yapalım ve birleşelim. Unutmayalım; BİRLEŞEN İŞÇİLER YENİLMEZLER! Marksist Tutum okuru genç bir işçi
47
Okurlarımızdan Küçük işyerleri, bu işyerlerinde çalışan işçiler ve onların küçük patroncukları! Dünya üzerinde hüküm süren kapitalist düzenin bir parçasını oluşturan küçük işyerleri bugün işçi sınıfının kafasını karıştırmaktadır. İşçi sınıfı, burjuva ideolojisinin propagandasına maruz kalmakta ve küçük-burjuva hayaller kurmaktadır. İşçilerin ellerindeki parayı bir işyeri açmak için kullanması, hep daha büyük işler yapma planları kurması ve bu sistemin getirdiği sorunlarla ilgilenmemesi burjuvazinin yağlı ekmeğine bal sürmektedir. Çıkarları ortak olan işçi sınıfının, bir sınıfı yokmuşçasına davranarak hayal peşinde koşmasıdır burjuvazinin işine gelen. Küçük işyerlerinde çalışan işçi kardeşlerimizin gözleri bağlıdır ve zincirlerinden başka kaybedecek tek şeyleri asla gerçekleşmeyecek olan hayalleridir. Ufuklarında hep bir işyeri açmak, büyümek, büyümek, büyümek vardır. Halbuki fabrikasında mücadele eden işçinin çoğunlukla ondan daha kısa süreli çalıştığından bile haberi yoktur. Kendisi 12-14 saat çalışır ama bunun normal olduğunu düşünür. Kendi sorunlarını bilmez. Patronun onu sömürerek üzerinden geçindiğini fark edemez. Çünkü bu tip işyerlerinde patronlar da çalışır ve hep yakınırlar “ben de sizden fazla kazanmıyorum” diye. Durum bu iken patroncuklar sermayelerine sermaye katarak gelişmeye çalışırlar. Ta ki kapitalizmin vazgeçilmez zorunlu krizleri gelene kadar. Bu krizden küçük-burjuvazinin ancak bir kısmı sağ salim çıkabilir. Ve ayakta kalamayanların işçileri işsizler ordusuna katılarak, kurdukları hayaller bir yana açlık ve sefaletle yüzleşir. Bu dünyanın en ücra köşesinde bile böyle işler.
Dünya sistemi olan kapitalizm dünyanın hiçbir yerinde işsizliğe, sefalete, açlığa bir çözüm bulamaz. Aksine bizi sindirerek, biz işçilerin sırtından kârına kâr katmaya devam eder. Peki küçük işyerlerinde ne yapmalı? Daha önce belirttiğim çalışma saatlerini bahane göstererek “zamanım yok” dememekle başlamalıyız işe. Öğrenmeliyiz, ama maç skorlarını değil! Okumalıyız, ama spor sayfalarını değil! İzlemeliyiz, ama pembe dizileri değil! Dinlemeliyiz, ama dedikoduları değil! Dünyada bu düzen hüküm sürdüğü sürece ne patronlar ne de patroncuklar başımızdan eksik olacak. Bir daha üstüne basarak, altını çizerek söylemek istiyorum: tüm dünyada hüküm süren bu düzen devam ettiği sürece ne Afrikalıların karınları tok olacak, ne işsizlik sona erecek, ne Amerika’da insanlar artık sokakta yatmaktan kurtulacak, ne de Japonya’da çocuklar ölmekten. Bu düzen, bu devletler patronların; biz bir dünya sınıfıyız, küçüğüyle büyüğüyle patronlara çalışıyoruz. Biz üretiyoruz, biz aç kalıyoruz, biz ölüyoruz. Bu yüzden patronların yaratmaya çalıştığı yapay ayrımlarla birbirimizden kopmadan, omuz omuza, kararlı adımlarla bu yolda yürümeliyiz. Tüm işçiler olarak, burjuvazinin bizi sektör sektör, din din, ırk ırk, millet millet ayırmasına izin vermeden örgütlenmeliyiz. Üreten biziz ve mücadele bayrağını yükselttiğimizde yöneten de BİZ olacağız. Örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey!
Ahmet Arif, bir yanımızda dünyanın son derece gelişmiş teknolojilerle donatılmış olmasına rağmen, bir yanda açlığın ve yoksulluğun kol gezdiğini şu dizelerle ne de güzel anlatıyor; “atom çağında bir ayağımız, ham çarık kıl çorapta olsa da diğeri.” Dünyanın hemen hemen her yerinde kapitalizm farklı şekillerde ortaya çıkmış olsa da sonuçlar hep aynı olmuştur. Yani bir tarafta işçi ve emekçi kesimin kanını emen asalak sınıf olan burjuva sınıfı, diğer tarafta işgücünü satarak yaşamak zorunda olan işçi sınıfı. Yani birbirine düşman iki sınıf. Bu iki sınıfın arasında çetin mücadeleler yaşanmasına rağmen günümüzde işçi sınıfının örgütsüz oluşunu fırsat bilen burjuvazi var gücüyle saldırmaktan ve nice mücadelelerle elde ettiğimiz kazanımları ellerimizden bir bir almaktan geri durmuyor. Uyuyan bir devi andıran işçi sınıfının uyanmaması için sistematik saldırılar düzenleyerek yatıştırmaya çalışıyor. İşçi sınıfını uyandırmaya çalışanları da gözaltılarla, işkencelerle, katliamlarla susturmaya çalışmaktadırlar. Yaşadığımız topraklarda sık sık bunları görüyoruz, işçi sınıfının üzerindeki bu baskı aygıtının temsilcileri ne kadar haktan, hukuktan, adaletten, eşitlikten dem vursalar da, yukarıda bahsettiğim gibi ortada birbiriyle zıt çıkarlara sahip iki sınıf var. Ve haliyle egemen olan burjuva sınıfının “adaletini” yaşıyoruz. En küçük bir hak arayışına girdiğiniz zaman görürsünüz burjuvazinin adaletini ve devletin kimin devleti olduğunu, kime hizmet ettiğini. Bizim sırtımızdan kazandıkları paraların bizlere “elektrik”li işkence, “yol”suzluk, “su”surluk olarak geri döndüğünü görürüz. Burjuvazinin ve onun devletinin adı olan TC’nin bizim tepemize çöken karabasandan farkı yoktur. TC devleti ve egemenleri bir yandan Avrupa hayalleri kurarken, işçi ve emekçileri bununla oyalarken, bir yandan da TC Kürt halkına kan kusturuyor; ardından yine eşitlik, özgürlük masalları. Son olarak ortaya çıkan daha doğrusu örgütlü Kürt halkı-
nın ortaya çıkardığı Şemdinli’deki JİTEM saldırısında devletin makyajı akmış ve ortaya yine o tanıdık canavar çıkmıştı. Evet yine o canavar; yıllarca adam kaçırmaktan, binlerce kayıptan, binlerce insanın katledilmesinden sorumlu olan o canavar. Bütün işledikleri suçları Kürt ulusal mücadelesinin ve PKK’nin üzerine yıkan o canavar ortaya çıkmıştı. O canavar daha önce de ‘77 1 Mayısında, Dersim, Çorum, Maraş katliamlarında, Sivas katliamında ve daha nicelerinde karşımızda sırıtmıştı. Şemdinli olayıyla birlikte büyük paniğe kapılan bu sistemin asalakları kendilerini aklamak için var güçleriyle yalan makinesini işletmeye çalışıyorlar ama nafile. TBMM başkanı ne demek olduğunu bilmiyormuş gibi JİTEM’in ne olduğunu soruyor, generaller ellerine yüzlerine bulaştırdıkları kendi pisliklerini temizlemeye çalışıyor, burjuva medya olayın üstünü örtmekte görev alıyor. Bir taraftan da sözde demokrat “aydınlar” katillerin yakalanmasına seviniyor ve bunların devlet tarafından yargılanmasını istiyor. Acaba kim kimi yargılayacak? Acaba bu JİTEMciler hobi olsun diye mi bu işleri yapıyorlar? Acaba bu devlet kimin devleti? Acaba yargılanması gerekenler sadece JİTEM elemanları mı? JİTEM’i kim yarattı? Bu sorunlar dünyanın her yerinde yaşanmaktadır. Türkiye sadece bir örnektir. Burjuvazinin elbetteki kendi kolluk kuvvetlerini ve kendisini yargılamasını bekleyemeyiz, daha önce işlediği suçlarda yargılamadığı gibi. Ve JİTEM’i de yaratan tabii ki bu kapitalist TC devletidir. Bu pislikleri asıl yargılayacak olan örgütlü işçi sınıfıdır. Bu mümkündür ve gün bunun için örgütlenme günüdür. Gün dünya işçi sınıfının kurtuluşuna giden yolda mücadele verme ve asalakları tarihin çöp sepetine atma günüdür.
48
Topkapı’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
Beylikdüzü’nden Marksist Tutum okuru bir tekstil işçisi