Gelecek 1 Mayıslara! D
ünya işçi sınıfının birlik, mücadele, dayanışma azminin ve geleneğinin çarpıcı bir ifadesi olan 1 Mayıs bu yıl da tüm dünyada milyonlarca işçinin ve devrimci gencin katılımıyla kutlandı. Bu tarihsel günün anlamının bilincinde olan ve onun mücadele çağrısını yüreklerinin en derinlerinde hisseden sınıf güçleri, kızıl bayraklarıyla ve devrimci sloganlarıyla 1 Mayıs alanlarındaydılar. Öfkeleri, tepkileri ve talepleri yüzlerce farklı dille ifade ediliyor olsa da, bütün dünyada işçi sınıfı ve devrimci gençlik kapitalist sistemi hedef alan şiarlarla alanları doldurduğunda, ırklarımız, dillerimiz, dinlerimiz ve milliyetlerimiz ne denli ayrışırsa ayrışsın, yüreklerimiz ve özlemlerimiz hep aynı noktaya işaret ediyor.
Sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz ve savaşsız; özgürlük, barış ve eşitlik dolu bir dünya toplumu, yani sosyalizm! Türkiye’de 1 Mayıs gününe, büyük kentlerin hepsini içermek üzere toplam 35 ilde düzenlenen ve
yaklaşık 100 bin kişiyi kucaklayan miting ve gösteriler damgasını basıyordu. Ne var ki, bu katılım sayısı geçen yıla oranla düşüktü ve son yıllarda özelde sendikal cephede ve genelde solda yaşanan bir dağınıklık ve gerilemenin somut göstergesiydi. İşçi sınıfının kalbi ve beyni sayılan İstanbul’daki 1 Mayıs Kadıköy mitingine de egemen olan gerçeklik bundan farklı değildi. Yaklaşık 30 bin kişinin katıldığı bu yürüyüş ve mitingin en göze çarpan tarafı, sendikalı işçilerin son derece sınırlı bir katılım göstermesiydi. Her zaman olduğu gibi, 1 Mayıs’a dönük olarak hiçbir ciddi çalışma yürütmeyen, işçileri seferber etmeyen ve miting yeri ve saatinin açıklanmasını bile son günlere bırakan sendika konfederasyonlarının üst yönetimlerinin bahanesi hazırdı: gergin siyasal ortam ve mitingin hafta içine denk düşmesi! Özellikle Türk-İş üst bürokrasisinin tutumu tam anlamıyla ibretlikti. Burjuvazinin sınıfa ve sendikal örgütlülüğe yönelik saldırılarının tam gaz sürdüğü ve işçi sınıfının ezen ulus şovenizminin zehirli bataklığına çekilmeye çalışıldığı bir dönemde, Türk-İş yönetimi 1 Mayıs’ın “sembolik” olarak kutlanması önerisini piyasaya sürmüştü. Miting öncesinde ortalığı bulandırıcı haberler yaymak dışında hiçbir “hazırlık” yürütmeyen ve mitinge katılımı genelde sendika temsilcileriyle sınırlamaya çalışan bu sendika ağaları, böylece bir anlamda muratlarına ermiş oldular! Ancak tabanda bazı sendikaların katılımı açısından olumlu istisnalar vardı kuşkusuz. Sözleşmelerinde 1 Mayıs’ı tatil günü olarak kabul ettiren belediye işçileri Türk-İş kortejinin ana gövdesiydi. Yıllardır mücadeleci çizgileriyle öne çıkan Tuzla deri işçileri, geçtiğimiz yılları aratsa bile yine de anlamlı ve coşkulu bir katılım sağlamışlardı. Bu iki sendikanın yanı sıra, işçi sınıfının canlılığını, disiplinini, militanlığını, coşkusunu yansıtan Tez-Koop-İş korteji ise, pankartları, dövizleri, yükselttikleri talepler ve enternasyonalist sloganlarıyla dikkat çekiyordu. Üç büyük konfederasyondan DİSK ve KESK’in de 1 Mayıs öncesinde ciddi bir hazırlık yürüttüğünü söylemek mümkün değildi. KESK korteji neredeyse yalnızca eğitim emekçilerinden oluşurken, DİSK kortejinde göreli kalabalık bir katılım sağlayan Genel-İş ve ikinci olarak da Birleşik Metal-İş sendikasıydı. Bunun dışında katılım son derece kısıtlıydı. Ancak altını çize-
1
marksist tutum
rek belirtmek de gerekir ki, proletaryanın tarihsel 1 Mayıs gününü sıradan bir kutlama gününe indirgemek ne denli yanlışsa, onun değerlendirilmesini de yalnızca törenlere katılan insan sayısının ölçülmesiyle sınırlamak o denli yanlış olur. Önemli olan, genel siyasal ortamın özelliklerini çözümlemek ve 1 Mayıs eylemliliğine damgasını basan genel ruh halini bu çözümleme içinde değerlendirebilmektir. Soruna bu açıdan yaklaştığımızda öncelikle hatırlanması gereken bir gerçeklik var. Burjuvazinin yıllardır işçi sınıfına yönelttiği saldırıların yanı sıra, Kürt halkına karşı yürütülen haksız savaş da 2006 Newroz’undan itibaren iyice körüklenmektedir. İşte bu durum sendika bürokrasisinin elinde, bu yıl 1 Mayıs’ı kutlamamak için iyi bir bahaneye dönüşmüştü. Yine de, bürokrasinin bu tutumlarına, burjuva medyanın günlerdir “büyük provokasyon olacak” söylentilerine, polisin “1 Mayıs mitinginde bomba patlatacaklardı” şeklindeki artık kanıksadığımız rezilce yalanlarına, işyerlerinde patronların tehditlerine, liselerde okul idarelerinin “1 Mayıs’a gitmeyeceksiniz” şeklindeki baskılarına, üniversitelerde o güne denk getirilen sınavlara ve en sonu kutlamaların hafta içine denk düşmesinin taşıdığı olumsuzluğa rağmen, 1 Mayıs geleneğinin söndürülemeyeceği bir kez daha kanıtlanmış oldu. Burada gözden kaçırılmaması gereken önemli bir noktaya değinelim. 1 Mayıs ve benzeri tarihi günlere salt bir günlüğüne alanlarda boy göstermekle değil, başta işçi sınıfı olmak üzere diğer emekçi ve gençlik kesimleri arasında tüm bir yıl boyunca örgütlü çalışma yürütmekle sahip çıkılabilir. Yılın diğer günleri boyunca sınıf içinde çalışma görevinden yan çizip de, 1 Mayıs vesilesiyle devşirme kalabalıklarla alanlarda boy göstermek devrimcilik değildir. Kısa süreliğine ve kolayından gelenlerin yine kısa sürede ve kolayca gidecekleri bili-
2
Mayıs 2006 • sayı: 14
nen bir gerçektir. Bu bilinçle önümüzdeki hedef, işçi sınıfının devrimci mücadelesini sağlıklı temellerde ilerletip güçlendirmeye çalışmak ve böylece 1 Mayısları da daha ileriye taşıyabilmek olmalıdır. Geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi bu yıl da tüm dünyada işçi sınıfının mücadele gündemine, sermaye cephesinin işçi ve emekçi kitlelerin yaşam ve çalışma haklarına yönelik çok yönlü saldırıları damgasını basmıştır. Açıkça görüldüğü üzere, kapitalist sistem ekonomik durgunluk ve kriz ortamından çıkabilmiş değildir. Buna eşlik eden emperyalist paylaşım kavgası ve bu kavganın doğurduğu savaşlar ise yatışmak şöyle dursun, giderek artacağının, derinleşeceğinin ve yaygınlaşacağının sinyallerini vermektedir. Tüm dünyada çalışma saatleri uzamakta, ücretler düşmekte, iş temposu artmakta, sosyal haklar budanmakta ve tümden yok edilmeye çalışılmaktadır. Sendikasızlaştırma, özelleştirme ve taşeronlaştırma saldırısı hız kazanmakta, çalışma koşulları “esnek çalıştırma” adı altında belirsizleştirilmektedir. Dahası, ırkçılık ve şovenizm körüklenmekte, siyasal-demokratik haklar budanmakta ve yok edilmekte, faşizan uygulamalar yaygınlaşmaktadır. Evet, saldırı tüm dünyada sürüyor; ama, burjuvazi her yerde aynı başarıyı yakalayamıyor. Çeşitli Avrupa ülkelerinde, Latin Amerika’da, Asya’nın kimi ülkelerinde burjuvazinin kesintisiz saldırıları, işçi ve emekçi sınıfların ciddi direnişiyle karşılaşıyor. Ama Türkiye’de işçi sınıfı bu saldırılara karşı henüz ciddi bir karşı koyuş sergileyebilmiş değil. İşçilerin yalnızca gündelik yaşantısını değil, tüm geleceğini de doğrudan etkile-
Mayıs 2006 • sayı: 14
yen yasalar ardı ardına burjuva meclisten geçirildi. İş Yasası, Sendikalar Yasası, Sosyal Güvenlik Yasası, Genel Sağlık Sigortası Yasası, Anti-Terör Yasası bir direnişle karşılaşmaksızın bu meclisten geçti ya da geçirilmek üzere. Ama işçi sınıfının sendikal planda örgütlü kesimlerinden dahi neredeyse hiçbir ses çıkmadı. Sendikaların başlarını tutmuş olan bürokrasinin ihaneti günden güne derinleşiyor. Açıktır ki, sendikal harekette işçiler açısından anlamlı bir atılım, ancak tabandan yükselecek örgütlü militan bir kıpırdanmanın sonucunda sağlanabilir; tepeden yürütülen ve şu ya da bu burjuva kliğin amaçlarına alet olan sendika üst yönetimleri tarafından değil! Bugünün somut koşullarına ve işçi konfederasyonlarının tepe yönetimlerinin eğilimine baktığımızda ortaya çıkan tablo şudur: Hangi işçi konfederasyonu söz konusu olursa olsun, sendika üst bürokrasisi burjuvazinin bir uzantısı konumundadır. Dolayısıyla bu bürokrasi, 1 Mayıslarda somutlandığı gibi kendi “iş”ini yapacak, sınıfı, uzlaşmacı bir çizgiye ve pasifizme çekmeye çalışacaktır. O nedenle meselenin bu yönünü çok fazla uzatmanın bir gereği yok. Asıl önemli olan, işçi sınıfının sendikal mücadelesinin önünü tıkayan bu bürokrasinin etkisini kırabilmektir. Bunun yolu da bellidir: Sendika bürokrasisi işçiler savaşırsa defolur! İşçiler hiç kuşkusuz burjuvazinin saldırılarına ve bürokratların tutumlarına karşı mücadele etmek istiyorlar. Ama onlardaki bu mücadele isteğinin açığa çıkartılabilmesi, örgütlenmesi, yönlendirilmesi ve sınıfın kendine güven duygusu- nun geliştirilebilmesi için,
marksist tutum
her şeyden önce işçilerin güven duyabilecekleri siyasal bir önderliğin var olması gerekir. Olmayan da bu! İşçi sınıfının sendikal düzeydeki örgütlülüğünün ileriye taşınabilmesinde de temel etken, sınıf içindeki uzun soluklu devrimci çalışmadır. Her yıl olduğu gibi bu yıl da tüm dünyada milyonlarca işçinin 1 Mayıs alanlarından yükselen mücadele çağrıları, işçi sınıfının enternasyonal birliğinin, dayanışmasının ve mücadelesinin ne denli önemli ve zorunlu olduğunu bir kez daha kanıtlamış bulunuyor. Bugün bizleri bölen burjuva ulusal sınırlara inat, kararlılıkla dillendirdiğimiz “yaşasın proletarya enternasyonalizmi” sloganı, enternasyonalist komünist bir dünya partisine duyduğumuz yakıcı ihtiyacı ifade ediyor. Sorunların aşılabilmesi için kolay başarı beklentisini, sihirli kestirme yollar arayışını bırakıp, sabır ve azimle bir duvarcı ustası gibi çalışmak gerekiyor. 1 Mayıs 2006’dan çıkan, ama hiç de yeni olmayan en önemli ders budur. Devrimci işçiler ve yolunu onlarla birleştirmiş devrimci gençler biliyorlar ki, sınıf mücadelesi enternasyonalist temellerde yükselişe geçtiğinde dünya yerinden oynayacaktır. Yaşasın İşçi Sınıfının Uluslararası Birlik, Mücadele, Dayanışma Günü 1 Mayıs! Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi! marksist tutum
3
Diyarbakır Aynasında Liberalizmin Acizliği Özgür Doğan
Y
aklaşık çeyrek yüzyıldır, Kürt sorunu, kimi zaman tüm sıcaklığıyla kimi zamansa alttan alta, siyasal gündemin her daim ilk sıralarında yer aldı. 150 yıl önce başlayan Kürt isyanlarının sonuncusu, 20 yıldan uzun bir süredir, kimi zaman gerileyerek kimi zaman da alevlenerek devam ediyor. 2006 Newrozundan sonra neredeyse tüm bölgeyi sarıp sarmalayan isyan dalgası, gene bir zorbalık ve katliamla kana bulandı. Newroz’a katılan yüz binlerce Kürt yoksulunun adil bir barış, “demokratik ve siyasi bir çözüm” ve bunun için de mevcut Kürt önderliğinin muhatap alınmasına dönük taleplerine, devlet alışılageldik yöntemleriyle cevap verdi: inkâr ve imha politikasının körüklenmesi. Resmi söylemin “terörist” olarak nitelediği bir örgütün sembollerinin, liderlerinin ve savaşçılarının, Kürt halkı tarafından kitlesel ve alenî bir biçimde sahiplenilmesi ve muhatap olarak alınmasının talep edilmesi, düzen güçlerini çılgına çevirdi. Bu nedenle de Newroz’un hemen ardından 24 Mart günü, nicedir sürdürülen haksız savaşın kirli bilânçosuna, “eylemsizlik” konumunda kışlık sığınaklarında barınan 14 Kürt gerillası katledilerek bir kalem daha eklendi. Öcalan’ın yakalanmasından bu yana geçen yedi yıl boyunca, Kürt halkının barışçıl kitlesel eylemlerle her fırsatta dillendirdiği demokratik çözüm talebine, sermaye devleti cephesinden gerçek, somut ve ciddi bir yanıt gelmemesi yetmezmiş gibi, inkâr ve imha politikalarının kimyasal silahlarla körüklenmesi bardağı taşıran son damla oldu. Kürt halkı gerilla cenazelerini sahiplendi. Burjuvazinin “bunlar teröristtirler” şeklindeki bağırışları, bu genç bedenlerin Kürt halkı tarafından kendi içlerinden çıkan ve sahiplenilmesi gereken “özgürlük savaşçıları” olarak değerlendirildiği gerçeğini saklamaya yetmiyor. 28 Martta Diyarbakır’da, öldürülen gerillaların cenaze törenine katılan genciyle yaşlısıyla on binlerce Kürt emekçisinin üzerine ateş açılması üzerine başkaldırıya dönüşen gösteriler neredeyse tüm Kürt illerine yayılarak bir hafta boyunca sürdü. Bölge yıllardır süren ulusal ezilmişliğin, biriken öfkenin, yaşanan hayal kırıklığının, çekilen acıların, katlanılan yoksulluk ve sefaletin başkaldırısına sahne oldu.
4
Sokaklar Kürt gençlerin militan mücadelesine ev sahipliği yaparken, işyerleri kapandı, okullar ve üniversiteler boykot edildi. Kürt halkının yıllardır çektiği sıkıntıların sorumlusu olarak gördüğü devlete ait kurum ve kuruluşların binaları, bankalar ve düzenden yana tavır koyan işyerleri de bu öfkenin hedefi oldular. Yaklaşık bir hafta boyunca süren gösteriler sırasında öldürülen 15 kişinin çoğu, polis ve jandarmanın hedef gözeterek açtığı ateş sonucunda katledildi. Öldürülenler arasında kurşunla hayatını kaybeden 3, 6 ve 8 yaşlarında üç çocuk ve kafasına aldığı darp nedeniyle ölen 78 yaşında bir insan da vardı! Yaralanan 500’e yakın insan arasında, aldığı kurşun yarası ya da darptan ötürü durumu kritik olanlar da bulunuyordu. Gösteriler sırasında binden fazla insan gözaltına alındı ve işkenceden geçirildi. Başta Diyarbakır olmak üzere tüm bölgede polis operasyonları devam ediyor. Tutuklananların sayısı 600’e yaklaşıyor ve bunların 99’u çocuklardan oluşuyor. Tutuklanan çocuklar için bile 24 yıla kadar ağır hapis cezaları isteniyor.
Burjuvazinin korkuları Türk egemen sınıfı kendi içerisinde geleneksel sivil-askeri bürokrasi ve onunla kader birliği yapmış olanlarla, AB taraftarı sözde özgürlükçü-demokrat kesimler şeklinde bir bölünme yaşıyor. Bu bölünme, burjuva siyasal gündemin temel konularındaki farklı yaklaşımlara da yansıyor. Kürt sorununda da durum farklı değildir. Statükocu kesimin tersine AB’ci büyük sermaye zaman zaman kimi kültürel-demokratik açılımlar dile getiriyor. Ama bu açılımların arkasında duracak bir siyasal kararlılık ve cesarete sahip olmadığı için karşı kanadın ciddi atakları karşısında sinmekten başka bir şey yapamıyor. Statükocu kanat hâlâ “kart kurt”tan bahsederek koskoca bir halkı “sözde halk, sözde vatandaş” ilan edip inkâr ediyor ve onun özgürlük taleplerini kanla bastırmaya çalışıyor. Diğerleri ise “Kürt realitesi”ni ya da “Kürt sorununun varlığını” kabul ettiklerini açıklayarak birtakım kırıntılarla idare edilmesini istiyorlar. Ama burjuvazinin çeşitli
Mayıs 2006 • sayı: 14
kesimlerinin Kürt sorununa yaklaşımındaki söylem, tarz ve yöntemleri kimi farklılıkları barındırsa dahi, gerçekte en gericisinden en demokrat geçinenine kadar burjuvaziyi bir arada tutan ortak payda değişmeksizin varlığını sürdürüyor. Bu ortak payda, “TC devletinin bölünmez bütünlüğü”dür. Faşistinden sosyal-demokratına, muhafazakârından liberaline kadar tüm burjuva siyasal akımlar, Misak-ı Milli’de hemfikirdirler. Kimileri kanla beslenmeyi sürdürmek isterken, diğerlerinin programı bu devlet aygıtının çirkin yüzünü güzel bir makyajla bir parça daha katlanılır kılmanın ötesine geçmiyor. Burjuvazinin hiçbir kesimi Kürt ulusal sorununun gerçek çözümünü (ayrılma hakkını da içeren kendi kaderini tayin hakkı) ağzına almamaktadır. Diğer taraftan bu sorunun barındırdığı sosyal dinamikler de onun için bir kaygı kaynağıdır. Büyük bir kentte gerçekleşen bir toplumsal patlamanın, diğer kentlere de yayılarak yerel bir olgu olmaktan çıkması ve üstelik burjuva Kürt siyasetçilerinin de tam olarak denetleyemedikleri kent yoksullarının bu patlamaya damgasını vurması, bir bütün olarak burjuvazi için alarm zillerinin çalmasına yetmiştir. En gericisinden en demokrat kesilenine dek burjuvazinin hiçbir kesiminin, siyasetin, kendilerinin tanımladığı çerçeve ve alanların dışına taşmasına tahammülü yoktur. Onlara göre siyasetin zemini Meclistir, sokaklar değil. Geniş emekçi kitleler, siyasal birtakım taleplerle sokaklara taşmaya başlıyorlarsa, tehlikeye giren bir bütün olarak sistemin kendisi olabilir. Kürt burjuvazisinin akıl hocalığına soyunan Taha Akyol, şu satırlarda, emekçilerin yaratabileceği tehdide işaret ederek, yalnızca Kürt mülk sahibi sınıflarının gözünü daha da korkutup onları hizaya sokmaya çalışmıyor, aynı zamanda Türk burjuvazisinin sınıfsal korkularını da dışa vurmuş oluyor: “Eylemler tırmandırılır da beraber yaşama sabote edilirse, bölgeden daha çok sermaye ve yetişmiş beyin Türkiye’nin batı illerine göçer! Bölge PKK eliyle daha «proleter», daha «patolojik» bir yapıya sürüklenir! Bu şekilde derinleşecek bir iktisadi yarılma etnik kutuplaşmayı keskinleştirir! Böyle bir felaketten herkes, özellikle de Kürtler sakınmalıdır; PKK’nın proleterleştirdiği bir «Kürdistan» Kürtler için çok daha büyük bir felaket olur çünkü.” (Milliyet, 31/3/2006)
Burjuva demokratların şovenist ikiyüzlülüğü Diyarbakır’daki cenaze törenine devletin acımasızca saldırmasıyla serhildana dönüşen gösteriler karşısında ordunun, onun basın bürosu gibi çalışan CHP’nin, faşist MHPnin ve devletin “derin” partisi DYP’nin tutumlarına değinmeye fazla gerek yok, yeterince biliniyorlar. Bunların hepsi de, neden daha sert önlemlerin alınmadığını, hükümetin “terörü” azdırdığını, kimlik vb. tartışmalarıyla Kürtlerin şımartıldığını, katı bir anti-terör yasasının ve OHAL’in yeniden gündeme getirilmesi gerektiğini tekrarlayıp duruyorlar. Onların bu tavırları bile, haksız savaşın yeniden canlandırılmasının arkasında hangi çıkarların yattığını, bir “düğmeye basıldı”ysa bu parmağın kimlere ait olduğunu aslında
marksist tutum
yeterince çıplaklıkla ortaya koyuyor. AKP’ye ve hatta liberallik şampiyonu “ikinci cumhuriyetçilere” baktığımızda, alınacak güvenlik önlemlerinin dozajı hususunda olmasa bile, olayların nedenlerini açıklama ve Kürt hareketine yaklaşım konusunda ciddi bir farklılık görmek mümkün değil. Yalnızca siyasetçiler değil, burjuva medyanın tanınmış köşe yazarları da, ilk tepki olarak, eşi görülmedik ölçüde bir ağızbirliğiyle Kürt halkına karşı nefretlerini, kinlerini ve kuşkusuz korkularını dışavurdular. Olayların patlak vermesini takip eden üç-dört gün boyunca burjuva yazarlar arasında Kürt hareketine kudurmuş gibi saldırmayan neredeyse tek bir kalem bile yoktu. Kürt sorunu konusunda en “anlayışlı”, en “sosyolojik yaklaşımcı”, en “liberal” ve en “demokrat” burjuva kalemlerin neredeyse tamamı soğukkanlılıklarını kaybettiler. Bu sahte demokratların ilk tepkilerini iyi okumak gerekir; bu onların refleksif tepkileridir. Demokrat ya da liberal söylemlerine rağ-
men, bu refleks, onların beyinlerinin gericiliğin ve şovenizmin ne denli etkisi altında olduğunun en güzel kanıtıdır. AB yolunda demokrat geçinenler, şahinler cephesinin ulumalarından duydukları korku nedeniyle pısıp, ödleklikte ne denli tutarlı olduklarını kanıtladılar. Yaşanan gerçeklik, uygulanan devlet terörüne karşı kitlesel bir başkaldırı olmasına rağmen, burjuvazi gerçekliği saptırıyor; kitleleri terörist olarak ilan edip, devletin aldığı canların sorumluluğunu da yine Kürt hareketinin üzerine yıkmaya çalışıyor. En temel demokratik hakların kullanımı bile terör olarak damgalanıyor. Taha Akyol, bugüne dek akıl vermek istediği DTP’nin il başkanlarına “bu adamlar” diye hitap ederek, onları “iç savaş kundakçılığı” ile suçluyor. “Tahrikçiliğin” kanıtı olarak ileri sürdüğü şey ise, bazı DTP’li il başkanlarının “«Türk devletine karşı» halkı kepenk kapatmaya, öğrencileri okula gitmemeye çağırması!” (Milliyet, 30/3/2006) Burjuvazinin korkaklığı, şovenizmi, ikiyüzlülüğü ve sahtekarlığı ancak bu denli açık olabilirdi: Devletin zulmüne karşı protesto çağrısında bulunmak iç savaş kundakçılığı oluyor! Esnafın kepenk kapatması ve öğrencilerin okul boykotuna girişmesi terörizm olarak ad-
5
marksist tutum
landırılmaya çalışılıyor! Bu zihniyeti işçi sınıfı iyi kavramalıdır, zira her militan grev hareketini de burjuvaların teröristlikle suçlamalarıyla aynı zihniyettir bu. Ve bugünlerde TC burjuvazisi, bu tür eylemleri terör tanımı kapsamına alacak düzenlemelere girişiyor. Emperyalizm çağında burjuvazinin demokratlığı ancak bu kadar oluyor işte. Ya devletin ceberut doğasını, Kemalizmin aşılması gerektiğini, demokrasi ve insan hakları kavramlarını ağızlarından düşürmeyen “ikinci cumhuriyetçilere” ne demeli? Tıpkı diğerleri gibi, onlar da Kürt hareketine karşı şovenizmle malûl olduklarını gizleyemiyorlar. Ortada ezilen, baskı, zorbalık ve tahakküm altında tutulan bir ulusun en temel hakları için verdiği bir mücadele varken, liberalizm şampiyonları bu ezilen ulusun mücadelesini “aşırı milliyetçilik”le ve hatta “ırkçılıkla” suçluyorlar. Mehmet Altan Irk çılık başlığını taşıyan yazısında şunları söylüyor: “hiçbir çoğulculuğa yer bırakmayan bir «Kürt toptancılığı» her şeyi bastırmaktadır. «Kürt sorunu», «Kürt siyaseti» gibi... Her şeye ırk kimliği üzerinden bakan bir yaklaşımın demokratik çözüm ile veya AB süreci ile de ilişkisi olamaz elbet.” (Sabah, 1/4/2006) Mehmet Altan gibi sosyal bilimler alanında akademisyenlik yapan birisinin, ulusal bir mücadeleyi değerlendirirken “ırk kimliği” ve “ırkçılık” kavramlarını kullanması, onun cehaletinin değil bilinçli tercihinin sonucudur ve Kürt hareketine duyduğu düşmanlığın da kanıtıdır. Globalizm ideolojisinin savunucuları, her türlü milliyetçiliğe ve şiddete karşı çıktıklarını söyleyerek, aslında ezen-egemen ulusun milliyetçiliğine ve sömürgeci şiddete dolaylı da olsa destek vermiş olduklarını saklamaya çalışıyorlar.
“Filistinleşme” Yalan ne kadar büyük olursa etkisi de o kadar büyük olur, denilir. Burjuvazinin güvendiği de bu. “Özgürlükçü” AKP hükümetinin destekçisi Yeni Şafak gazetesinin yalanları ise pes dedirtecek cinsten: “Bölge halkı PKK’nın eylem çağrısına uymamakla kalmamış, bu eylemleri protesto edecek noktaya gelmiştir.” (Yasin Doğan, Yeni Şafak, 6/4/2006) Burjuva basının büyük bir gayretkeşlikle üzerini örttüğü gerçek şu ki, bir hafta boyunca Kürt illerinde pervasız ve dizginlerinden boşanmış bir devlet terörü yaşanmıştır. Bu devlet terörüne girişilmesinin ardında, silahsız sivil halkın devlete başkaldırmasından duyulan korku yatmaktadır. Kürt hareketinin, bir silahlı mücadelenin ötesine geçip kentlerde halk ayaklanmaları görünümüne bürünmesinden korkuyorlar. Böyle bir durumda TC’nin yıllardır izlediği zorla asimilasyon, inkâr ve imha politikasının tüm inandırıcılığını yitireceğini ve artık Kürt hareketini “terörist” olarak damgalama kolaycılığının işe yaramayacağını biliyorlar. Kara Kuvvetleri Komutanının “Filistinleşme tehlikesi” olarak adlandırdığı olgu budur. Kürtlere karşı yürütülen haksız savaşın sona erdirilmesi, meşru ve yasal sayılmak zorunda kalınacak kitlesel ve siyasal bir Kürt hareketinin kentlere inmesi “tehlikesi”ni ve böylelikle rejimin bir ideo-
6
Mayıs 2006 • sayı: 14
loji ve kimlik bunalımına girmesi “riskini” taşımaktadır. Diğer taraftan savaşın sona erdirilmesi, ordunun burjuva siyaset üzerindeki belirleyici ağırlığının ortadan kalkmasını beraberinde getirebileceği gibi, 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğünün kalıntısı ve bir bakıma uzantısı olan baskıcı sistemin “ülke bütünlüğüne yönelik bölücü terör tehdidi” masallarıyla ordu eliyle devam ettirilmesini de güçleştirecektir. 80’li yıllarla birlikte artık yeterince palazlanan malisermayenin ordunun siyasal ağırlığı konusundaki artan rahatsızlıkları böyle bir durumda çok daha fazla yankı bulabilir. Orduya, savaşa ve savaş sanayiine akıtılan devasa bütçenin kısılmasıyla muazzam arpalıklar da kuruyabilir, sivilaskeri bürokrasi iktisadi-siyasal-sosyal ayrıcalıklarından fedakârlık yapmak durumunda kalabilir. Statükocu güçlerin ısrarla haksız savaşı körükleme gayretinin ardında yatan temel faktörler bunlardır. Statükocu burjuvazinin bu kaygıları ve çabaları biliniyordu. Ancak liberal geçinen burjuvazinin de Kürt hareketinin “siyasallaşması”ndan korktuğu ve bir kez patlak verince olaylara aynı söylemle yaklaştığı da bir gerçek. Liberallerin akıl hocalarından Mehmet Ali Birand, “ayaklanma” olarak adlandırdığı olaylarla birlikte, ordunun basın brifinglerinden aldığı yönerge doğrultusunda ve kuşkusuz “devletin bölünmez bütünlüğü” refleksiyle, barış ve diyalog için askeri operasyonların durdurulması talebiyle bile alay eder hale gelmiştir: “Güvenlik güçleri, bir ihbar üzerine harekete geçtiler ve karşılaştıkları grupla çatıştılar. Ne yapmaları gerekirdi? Özür dileyip, başka bir yere mi gitmelilerdi? Komik olmayalım. Ortada bir silahlı mücadele var. Terör uygulayan bir örgüte karşı bir savaş var. … İki seçenek var. Ya PKK’ya boyun eğilecek veya HAYIR denilecek.” (Milliyet, 31/3/2006) Oysa aynı Birand, bunun bir hafta öncesinde, Kürt halkının Newroz’da bir kez daha yükselttiği barış ve diyalog çağrılarını değerlendirirken şunları diyordu: “Kürt sorununu yöneten PKK ve DTP liderleri, terör silahını giderek daha az kullanmak, buna karşılık «sivil itaatsizlik» eylemlerine öncelik vermeye başlayacaklarının somut bir işaretini verdiler. … Eğer PKK terör yerine Sivil İtaatsizlik eylemlerini yaygınlaştırır ve terörü gerçekten ikinci plana atarsa, TC Devleti bu yeni yaklaşımla nasıl başa çıkabilecek? Nasıl bir tepki gösterecek? Bugüne kadarki, alıştığı tutumunu değiştirebilecek mi? … Sivil İtaatsizlik eylemi ile başa
Mayıs 2006 • sayı: 14
marksist tutum
önerememenin acizliği içinde kıvranıp duruyorlar.
Özgürlüklerin ve demokrasinin tek tutarlı savaşçısı devrimci proletaryadır
çıkmak ise çok daha zordur. Silahsız binlerce insana ateş açamazsınız. Tutuklayıp hapishaneye de sokamazsınız … bu tip durumlarla karşı karşıya kalındığında, uzun vadeli politikalar üretmek, gerektiğinde tabuları yıkmak, uzlaşılara varmak, geniş vizyona dayanan yaklaşımlarda bulunmak gerekir.” (Milliyet, 23/3/2006) Böylelikle, Kürt sorununa “imha” politikası dışında bir çözüm arayışında olduğu izlenimi veren liberal burjuva kesimlerin de, gerçekte tam ve kapsamlı bir demokratik dönüşümü gerçekleştirmeye niyetleri ve cesaretleri olmadığını bir kez daha görüyoruz. Onların “uzlaşmaya varmak”, “uzun vadeli çözüm politikaları üretmek”, “tabuları yıkmak” gibi ifadelerle kastettikleri çözüm yolunun bir önşartı var: Kürt sorununu Kürt halkı olmadan çözmek! Kürtlerden, sessizce beklemeleri ve kendilerine hangi kırıntılar verildiyse bu kırıntılarla idare etmeleri isteniyor. Kürtler sessizce beklediği sürece demokrat kesilenler, onlar konuşmaya başlayınca “şahin” kesiliveriyorlar. Eğer Kürtler kendilerine sunulanlarla yetinmeye niyetli değillerse ve hele de beklentilerini militan bir kitle hareketiyle ortaya koyarlarsa, liberallerin gözünde de bu bir “terör”dür ve en sert önlemlerle bastırılmayı hak etmiştir! Liberal burjuvazi, PKK’yi ve PKK ile ilişkili olduğunu düşündüğü hiçbir siyasal oluşumu muhatap almadan, dolayısıyla bugünün koşullarındaki somut realiteyi göz ardı ederek, Kürt sorununu çözme yolunu arıyor. PKK’yi tecrit edip marjinalleştirmek amacıyla, Kürt hareketinin yasal temsilcilerine PKK’yi kınama ve terörist olarak adlandırma koşulu dayatılıyor. Bunun doğru olmadığını ve dahası imkânsız olduğu kadar hiçbir işe de yaramayacağını yasal Kürt siyasetçileri gibi aslında Türk burjuvazisi de çok iyi biliyor. Ve sonuçta da, bugünkü somut koşullarda bu hayalî projenin çıkıp çıkacağı yer, Kürtler seslerini yükselttiği ölçüde, liberal geçinenlerin de statükocuların politikasına boyun eğerek ellerine birer cop alması oluyor. İnkâr ve imha politikasıyla bir yere varılamayacağını kabul eder gözükenler, Kürtlere “biz sizi inkâr etmiyoruz, ama siz kendinizi inkâr etmek zorundasınız”dan başka bir çözüm
Pek liberal bir köşe yazarı soruyor: “Neden Türkiye’de özgürlükler alanının başta Kürtler olmak üzere hemen herkes için genişlediği bir esnada, AB hedefi üzerinden bu ülkede çokkültürlü bir sistemin ışıklarının görüldüğü bir zamanda Kürt politikası demokrasi eksikliğinden yakınıyor?” (Ali Bayramoğlu, Yeni Şafak, 7/4/2006). Yanlış bir soruya doğru bir cevap verilemez ama biz yine de şunu belirtelim; ne Kürtler için ne de işçi sınıfı için genişleyen bir özgürlükler alanı söz konusudur. Hükümetin 2002’de büyük bir siyasal altüst oluşa imza atarak kazandığı seçim başarısının temelinde, Türkiyeli emekçilerin ve Kürt halkının değişim arzusu yatmasına rağmen, mali-sermayenin bu esnaf kafalı hükümeti de, kapsamlı bir demokratik dönüşüme imza atamayacağını gösterdi. Lenin’in 90 yıl önce dile getirdiği bir gerçektir söz konusu olan: “dünyanın herhangi bir yerinde büyük bir demokratik dönüşüm, bir dizi devrimlere girişmeksizin gerçekleştirilemez”. Hele emperyalist savaşların yaygınlaştığı, ekonomik kriz ve durgunluğun tüm dünyada hüküm sürdüğü, burjuvazinin işçi sınıfının iktisadi-sendikal haklarına ardı ardına saldırılar düzenlediği ve neredeyse tüm burjuva demokrasilerinde siyasal hakların birer birer kısıtlandığı bir dünya konjonktüründe, değil yeni haklar elde etmek, eldekileri korumak için bile son derece militan bir mücadele yürütmekten başka bir seçenek bulunmuyor. Kürt sorunu konusunda 1999’dan beri yaşanılanların kanıtladığı en temel ve en önemli gerçeklik işte budur. Sürece kısa bir bakış bunu apaçık gösterecektir. Kürt hareketinin karşılıklı ateşkes ilan edilerek demokratik ve siyasal bir çözümün önünün açılmasına dönük yükselttiği talepler ve bu temelde attığı adımlar, bugüne kadar ciddi bir karşılık bulamadı. PKK, 1999’dan sonra silahlı güçlerini sınır dışına çekerek eylemsizlik konumuna geçti. TC’den hiçbir yanıt gelmedi. Ardından gerekli adımların atılması koşuluyla silahları bırakmaya hazır olduğunu göstermek için bir “iyi niyet” göstergesi olarak iki silahlı grup TC’ye “teslim” oldu. Bu gruptaki insanlar 12-15 yıl arasında cezalar alarak zindana tıkıldıkları gibi, gerillaya dönük askeri operasyonlar devam etti. Yine de, artan operasyonlar karşısında, meşru savunma hakkı dışında askeri eylemsizliğe devam edileceği açıklandı. Tüm bunlara rağmen geçen yedi yıllık süre boyunca sorunun çözümü doğrultusunda hiçbir ciddi açılım yapılmadı. Son on beş yıl boyunca Kürtlerin kapatılan dört partisinden ikisi bu yedi yıllık dönem içerisinde kapatıldı. Bugünlerde ise sıra sonuncusuna gelmiş gözüküyor. Burjuvazinin Kürtçe dil kurslarının serbest bırakılmasını (sanki Kürtlerin Kürtçe öğrenmeleri için özel kurslara gitmesi gerekiyormuş gibi) büyük bir adım olarak göstermesi, Kürtlerin en doğal hakları olan anadilde eğitim hak-
7
marksist tutum
kına dönük talepleriyle alay etmekten başka bir şey değildi. Ardından güya Kürtçe televizyon yayınları serbest bırakıldı. Karşımıza çıka çıka, TRT kanallarından birinde, haftada 1 saatle sınırlı olmak üzere ve üstelik de altyazılı Kürtçe programlar çıktı. Bugünlerde de, özel kanallarda Kürtçe yayının serbest bırakıldığıyla böbürleniyorlar. Evet, günde bir saatle sınırlı olmak üzere, Türkçe altyazılı olarak (böylece canlı yayın olanaksız hale getiriliyor), metinleri derhal RTÜK’e ulaştırılmak kaydıyla ve toplumsal yaşamla, siyasal haberlerle alakasız yayınları kapsaması koşuluyla Kürtçe yayın serbest. Seyredin canınız istediği kadar! İşte yedi yıl boyunca, AB süreci, demokratikleşme, siyasal yasakların kaldırılması, Kopenhag kriterlerinin hayata geçirilmesinden Kürt halkının payına düşenler topu topu bu kadar. Bıraktık diğer hakların tanınmasını, Kürtçe konuşma üzerindeki, Kürt alfabesindeki harflerin kullanılması hakkındaki yasaklar ve bu gerekçelerle açılan parti kapatma davaları bile devam ediyor. Kürt hareketinin attığı geri adımların büyüklüğüne ve taleplerini asgariye çekmesine rağmen, barış ve demokratik çözüm beklentisinin boşa çıkması Kürt halkında haklı bir öfke doğuruyor. Bu nedenle de Başbakanın 2005 Ağustosunda Kürt sorununu kabul ettiklerini ve “demokratik cumhuriyet” çerçevesinde bir çözümden yana olduklarını açıklaması, Kürt halkı tarafından ihtiyatla karşılandı. Bu ihtiyatın ne denli yerinde olduğu da çok geçmeden ortaya çıktı. Başbakanın “Kürt sorunu” beyanatı ve kimlik tartışmasını başlatması statükocu kesimlerden öylesine bir yaylım ateşiyle karşılandı ki, hükümet geri adım atmak zorunda kaldı. Statükocular bunun üzerine saldırılarına daha kararlı bir şekilde devam ettiler. Askeri operasyonlar arttırıldı, Hakkâri, Yüksekova ve Şemdinli’de halkı hedef alan 18 bombalı saldırı yaşandı. Hükümetten ses çıkmadı. Ama Şemdinli’de halk bu saldırılardan sonuncusunda suçüstü yaparak failleri yakaladı, üstelik de tüm delillerle, işaretli haritalarla ve ölüm listeleriyle birlikte. Halk yakaladıklarını devlete teslim etti. Hükümet de dâhil tüm siyasi partiler, eski nakaratı tekrarlayarak, ucu nereye çıkarsa çıksın sonuna kadar gidilmesini istediler.
8
Mayıs 2006 • sayı: 14
Ama Van savcısı, olayların ordu komutanlarıyla ilişkisini iddianamesine katınca kıyamet koptu. Ordu, Cumhurbaşkanı ile birlikte, hükümete açıkça ültimatom verdi, bir bakıma yeni bir muhtıradır söz konusu olan. Hükümet son geri adımını da atıp statükoculara teslim oldu. Önce, “hırsız evin içinde” diyen Emniyet İstihbarat Daire Başkanı görevinden alındı. Ardından askeri taktikler konusunda uzman olan statükocular, rakipleri geri adım atınca onu kovalayabildiği kadar kovalamak amacıyla tekrar laiklik argümanını sivriltmeye başladılar. Başbakan tüm eski sözlerini geri alarak, “tek millet, tek devlet” söylemine geri döndü. İddianameyi hazırlayan Van savcısı meslekten ihraç edildi. Bir süredir gündemde olan ve bekletilen yeni terör yasası ise alelacele Meclise sevk edildi. OHAL talep etmelerine rağmen şimdilik bu talepleri karşılanmayan ordu güçleri, yine de bildiklerini okuyarak OHAL ilan edilmiş gibi davranıyorlar. Öldürülen gerillaların cenazeleri ailelerine verilmemeye başlandı, Kürt kentlerinin giriş çıkışlarında tekrar kontrol noktaları oluşturuldu. Ve son olarak Hakkâri’ye 200 binden fazla asker, tanklar, zırhlı araçlar, seyyar toplar ve savaş helikopterleri yığılmış, sınır ötesi harekâta hazır bir şekilde bekletiliyorlar. Bu askeri harekâtın planlarının sonbahardan beri yapıldığı ise gazetelere daha yeni yansıyor. Kürtlere dönük bu haksız savaşın devamını kimlerin istediğini gösteren bu apaçık tabloya rağmen, gerçeği söylemekten aciz ödlek liberaller savaş düğmesine basma sorumluluğunu Kürt hareketine atarak yalan söylüyorlar: “PKK, bölgeye askerin geri dönmesini, olağanüstü halin geri gelmesini istiyor. … Bu oyuna gelmememiz gerekir. PKK’nın oyununa düşmemeliyiz.” (M. Ali Birand, Milliyet, 31/3/2006) Hepsi de AB sürecinin nimetlerinden, ne denli demokratikleştiğimizden ve Kürtlere tanınan haklardan bahsederek, “PKK neden ısrarla terör saçmaya devam ediyor” diye soruyorlar. Sonra da kendi söyledikleri yalanlara kendileri de inanarak, türlü türlü açıklamalar getiriyorlar: PKK güç gösterisi peşinde, hâlâ var olduğunu kanıtlamaya çalışıyor, eylemden vazgeçilmesi örgütü tamamen silecektir ve etkinliğini yok edecektir vesaire. “Sivilleşmeci”, “özgürlükçü”, “demokrat” ve asker-sivil bürokrasinin “amansız” muhalifi Mehmet Altan bile bu yalanlara ortak olarak ödlekliğini sergiliyor: “Çözüm de, onlar için artık AB değildir, demokrasi değildir, insan hakları değildir, piyasa ekonomisi değildir. Hatta, özellikle AB süreci sorunları çözüp devlet birey ilişkilerini demokratikleştirdiği, durumu normalleştirip rant peşindeki profesyonelleri saha dışına attığı için karşı cephede sayılmaktadır.” (Sabah, 1/4/2006) Gerçekten de ortada bir “oyun” olduğu söylenebilir.
Mayıs 2006 • sayı: 14
AKP’nin liderleri, bu haksız savaşın tekrar körüklenerek alevlendirilmesinin, aslında statükocu burjuva kesimlerin işi olduğunu kavrayamayacak kadar bön olmadığına göre, bu oyunun senaristlerini açıkça teşhir etmekten çekinmelerinin tek nedeni, verilen ültimatomdan korkmuş olmalarıdır. İnsanlar gibi siyasal hareketlerin de gerçek yüzleri zor ve gerilimli günlerde ortaya çıkıyor. Gerici faşizan geçmişinin üstüne bir sünger çektiğini belirterek demokrat kesilen Erdoğan ve tayfasının, gerek statükocu güçlerle girdiği mücadelede son dönemde atmak zorunda kaldığı geri adımlar ve yaklaşan genel ve cumhurbaşkanlığı seçimleri nedeniyle, gerekse de AB ve ABD ile ilişkilerinin kötüye gitmesi nedeniyle yaşamaya başladığı sıkışmışlık, onların korkak, şovenist doğasını açığa çıkartıyor. Düzene muhalif bir parti görünümüyle bir oy patlaması yaparak iktidara gelen, AB sürecinin rüzgârlarını ve TÜSİAD’ın tam desteğini arkasına alarak sivil-askeri bürokrasiyi gerileteceği imajını çizen AKP’nin barutu da bu kadarmış. Mali-sermayenin hükümeti olarak işçi sınıfının sendikal, siyasal, iktisadi ve sosyal haklarına saldırırken aslan kesilen AKP, bir ültimatomla süt dökmüş kediye dönüverdi! Kürt halkı savaş istemiyor, adil bir barış ve demokratik bir çözüm talep ediyor. Burjuvazinin bir kesimi onun tüm taleplerini boğmak isterken, diğer kesimi de ciddi bir adım atabilecek cesaretten tümüyle yoksun olduğunu ispatlamış durumda. Bunun anlamı, en azından görünür gelecek için haksız savaşın maalesef devam edeceğidir. Kürt hareketinin AB’den ya da liberal geçinen burjuvaziden beklentileri boşa çıkmıştır. Bu kilitlenmenin ortadan
marksist tutum
kalkmasının ve ister “düşük yoğunluklu” ister alevlenmiş haliyle olsun yürüyen haksız savaşın sona ermesinin tek yolu, Kürt halkının gerçek ve samimi tek müttefikinin, sonuna dek tutarlı tek demokrasi gücünün, yani devrimci işçi sınıfının ayağa kalkması ve Kürt emekçilerine yardım elini uzatmasıdır. Türkiye işçi sınıfı, Kürt halkının Newroz’da milyonlarla uzattığı bu barış elini tutmak zorundadır, aksi halde kendi kurtuluşu da mümkün değildir. Lenin’in, ulusların kendi kaderini tayin hakkını boşanma hakkına benzeterek söylediği gibi: “Kapitalizmde, istisnasız bütün öteki demokratik haklar gibi, boşanma hakkı da bazı koşullara bağlanmıştır, sınırlıdır, biçimseldir, dardır ve gerçekleştirilmesi aşırı ölçüde güç bir haktır. Ama gene de kendine karşı saygısı olan hiç bir sosyal-demokrat, boşanma hakkına karşı duran bir kişiyi, sosyalist olmak şöyle dursun, demokrat bile saymayacaktır. Konunun özü budur. Bütün «demokrasi», kapitalizmde ancak çok ufak ölçüde ve yalnızca göreli olarak elde edilebilen «haklar»ın ilanını ve gerçekleştirilmesini içerir. Ama bu hakları ilan etmeksizin, bu hakları hemen şimdi getirmek için savaşım vermeksizin, yığınları bu savaşım ruhuyla eğitmeksizin, sosyalizm olanaksızdır.” (Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Sol Yay., 1.bsk, s.91)
Kürt halkının özgürlük ve eşitlik mücadelesini boğmaya çalışan güçler dengesini değiştirmek için işçi sınıfının bu bilinçle sahne alması gerekiyor. Ve o sahne aldığında yalnızca Kürt halkına değil kendisine de bunca acı çektiren kapitalizmin defterini nasıl düreceğini gayet iyi bilecektir. www.marksist.com sitesinden alınmıştır.
İsyanın Çocukları: Gazze’de “General”, Diyarbakır’da “Terörist” 15 yıl aradan sonra, jandarma birlikleri, orduya bağlı özel timler ve panzerler Diyarbakır merkezine girerken, şovenist cenah daha fazlasını talep ederek “devlet nerede” diye ulumaya başlamıştı. Diyarbakır valisi Efkan Ala, özel timler tarafından koruma altına alınan Valilik binasında Milliyet gazetesine verdiği demeçte, “örgüt sert müdahale etmemizi istedi, yapmadık. Çocukları mı öldürelim? Cam yerine konur ama can yerine konulabilir mi?” derken, dışarıda insanların üzerine ateş açılıyordu. “Sert müdahale etmiyoruz”, “anlayışlı ve dikkatli davranıyoruz” vb. şeklindeki yalanlar yalnızca devletin bölgedeki yöneticilerinden gelmedi, her geçen gün artan ölü sayısına rağmen liberal burjuva medya da bu yalanı tekrarladı. Ama “delikanlı” Başbakan gerçeği ağzından kaçırıverdi. Başbakanın olayların üçüncü günü verdiği demeçler, demokratikleşme konusunda Avrupa Birliği’nden, AB’cilerden ve AKP’den bir şeyler beklemenin ne denli boş hayalden ibaret olduğunu kanıtlamaya yeter. “Çocuk da olsa kadın da
olsa gerekeni yaparız” diyerek ateş emri veren ve üç yaşındaki çocukların ölüm fermanını imzalayan başbakanın sözleri, ancak 12 Eylül faşist generallerinin başı Kenan Evren’in 17 yaşındaki gencecik insanların idamı konusunda söylediği “asmayalım da besleyelim mi” sözleriyle karşılaştırılabilir. İkincisi dünya alem tarafından faşist bir cunta lideri olarak bilinirken, birincisi burjuva dünyasında demokrat olarak el üstünde tutuluyor! Başbakan, Kürtleri çocuğuyla genciyle yaşlısıyla düşman ilan edip ölüm emri vermekle kalmadı, aba altından sopa göstererek basına da olayları öne çıkarmamaları direktifi verdi. Psikolojik savaşın aracı burjuva basın da her zamanki görevini yerine getirerek gerçekleri saklayıp çarpıtma operasyonunu ve yalan bombardımanını hızlandırdı. Olayların ilk iki gününde öldürülen insan sayısı üçken, bilhassa başbakanın “katli vaciptir” fetvasından sonra bu sayının on beşe çıktığının üzerinde duran olmadı. Yüzlerce kişinin yaralandığı ve üç küçücük çocuğun kurşunlanarak öldürüldüğü
9
marksist tutum
de basında pek yankı bulmadı, öldürülmeyip gözaltına alınan çocukların iki gün boyunca dövüldüğü, aç bırakıldığı ve çırılçıplak soyulup üzerlerine soğuk su döküldüğü de. Yüze yakın çocuğun tutuklanarak zindanlara gönderildiğiyle de pek ilgilenen olmadı, serbest bırakılan çocuklardan bazılarının “dayağımızı yedik çıktık” rahatlığının ne anlama geldiğiyle de! Liberal burjuva basın bile 10 Nisan karakolunda bir gencin işkenceyle katledilmesinde bir “haber değeri” bulmazken, diğerleri, tutuklanan sendikacılardan, DTP’li yöneticilerden ve yüzlerce insandan mı bahsedeceklerdi? Burjuvazi, çocuk katili olmanın vebalini üzerinden atmak için, öldürdüğü çocukları bile Kürt hareketine karşı kullanabileceği bir malzemeye dönüştürdü. Faşist ve şovenist güruhu bir tarafa bıraktık, eski dinci yeni demokratlar ya da solcu geçinen burjuvalar bile, bu katliamın sorumluluğunu Kürt hareketine yıkmaya çabalıyorlar. Gösteri yapan on binlerce insanın üzerine ateş açılması ve insanların öldürülmesi sorgulanmıyor da, çocukların orada ne işi olduğu sorgulanıyor. Kamuoyunu manipüle etmek için ortaya attıkları “çocuklara para verildiği” türünden en aşağılık yalanlar bile itibar görüyor. Tüm bunları, burjuva hukukunu bile hiçe sayarak, evlatları gerillaya katılan aileleri de terörist suçlamasıyla yıllarca içeriye atacak yasal düzenlemeler yapmak için bahane olarak kullanıyorlar. Filistin’de İsrail tanklarına ve panzerlerine taş ve molotof atan çocukları, vaktiyle Arafat’ın kullandığı deyimle, “küçük generallerimiz” olarak bağırlarına basanlar; Güney Afrika’daki ırkçı rejime karşı mücadele ederken ölen çocukların ardından gözyaşı dökenler; söz konusu olan Kürt çocukları ve gençleri olduğunda, kabaran Türklük damarları ile kin kusuyorlar. Üzerinde Arapça ayetler yazan bantları çocuklarının başlarına bağlayan muhafazakâr-demokrat, ya da resmi bayramlarda ilkokul çocuklarını sabahın köründe geçit merasimlerinde sıraya sokup ellerine Türk bayrağı tutuşturan yurtsever “aydın”
10
Mayıs 2006 • sayı: 14
veyahut da çocuğuna Che’nin tişörtünü giydirmekten kıvanç duyan eski solcu, Kürt çocuklarının zafer işaretlerinde terörizmin kanıtını görüyor. Her fırsatta demokrasiden, AB sürecinin nimetlerinden bahseden bu sözde solcu burjuvalar, sanki on beş kişinin ölümüne yol açan şey devletin uyguladığı şiddet değilmiş gibi, kitlelerin mücadelesini lanetliyorlar. Ölen insanların değil de, tahrip edilen dükkânların hesabı soruluyor. Şiddete karşı olduklarını söyleyenler, insanları ezen panzerleri, kurşunlayan ateşli silahları değil de, taşları ve molotofları lanetliyorlar. Çocukların “gösteri yapan kitlelerin önünde” olması durumunda kurşunlara hedef olmalarını son derece normal bir şey olarak sunabiliyorlar, “biz büyükleri vuracaktık, PKK araya çocukları soktu” demeye getiriyorlar. Dünyanın her yerinde, ezen ve sömüren sınıflara karşı mücadelede emekçi sınıfların çocukları da yer almıştır, bundan sonra da alacaktır. Emekçilerin çocukları sıcak ve şefkat dolu yuvalarında, karınları tok, sırtları pek büyümüyorlar. Kürt çocukları, panzerlerin, tankların, kobra helikopterlerinin, otomatik makinalı tüfeklerin adlarını daha Türkçe öğrenmeden öğreniyorlar. Onlar, ilkokul sıralarına ilk adımlarını attıklarında evdeki isimlerini değil, resmi isimlerini kullanmak zorunda kalmanın şaşkınlığını, bilmedikleri bir dilde konuşma zorunluluğunun çaresizliğine katıyorlar. Ezilen ulusun çocukları, ölümün ne demek olduğunu, ezen ulusun çocuklarından çok daha erken yaşlarda kavrıyorlar. Ama tıpkı diğer uluslardan emekçilerin çocukları gibi onların da birçoğu daha kalem tutmayı öğrenmeden alet kullanmayı, hayvan gütmeyi ya da sokaklarda bir şeyler satmayı öğrenmek zorundalar. Onlar emekçilerin çocukları. Onlar yaşadığımız acıların, sefaletin, zulmün ve sömürünün kaçınılmaz ortakları. Diyarbakır’da “normalleşmenin fotoğrafı” diye burjuvaların bale kursuna giden çocuklarından bahsedenlerin, emekçilerin çocuklarına verecek timsah gözyaşlarından başka hiçbir şeyleri yoktur.
B
urjuva parlamentoları, “anti-terör” yasaları olarak adlandırılan anti-demokratik, militarist ve polis devleti uygulamalarını içeren gerici düzenlemeleri peş peşe onaylamaya devam ediyorlar. Başta Amerika ve Avrupa olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde bu gerici ve faşizan yasalar burjuva meclislerinde ya onaylanmış bulunuyor ya da onaylanmayı bekliyor. Adeta burjuvazinin uluslararası olağanüstü hal bildirgesine dönüşen ve hemen her ülkenin aynen kopya ettiği son dönemdeki faşizan “anti-terör” yasalarının kaynağını İngiltere oluşturuyor. 1998’de, “Teröre Karşı Yasama: Bir Danışma Dosyası” başlığıyla gündeme getirilen, ancak koşulların hasıl olmaması gerekçesiyle ertelenen bu gerici düzenlemeler, 11 Eylül’den sonra “terör” bahane edilerek hayata geçirilmeye başlandı. “Terörizm”, burjuvazinin elinde işçi-emekçi kitlelere karşı sihirli bir silaha dönüşmüş bulunuyor! Dünya burjuvazisi, önümüzdeki dönemde yükselecek devrimci mücadeleyi, başka şeylerin yanı sıra, bu sihirli silahı kullanarak bastırma amacını güdüyor. Burjuvazi için eskinin göreli istikrarlı günleri geride kalmış bulunuyor. Kapitalizm büyük bir bunalıma girmiş durumda, nüfuz alanlarını yeniden paylaşmak amacıyla sürdürülen emperyalist hegemonya kavgası şiddetlenerek sürüyor; sıcak savaşın kapsadığı alan genişliyor ve bu etmenlerin bir sonucu olarak genel düzlemde siyasi istikrarsızlık derinleşiyor. Buna karşın, dünyanın pek çok bölgesinde işçi ve yoksul yığınların ortaya koyduğu tepki, önümüzdeki süreçte sınıf mücadelesinin şiddetlenme olasılığına işaret ediyor. Nasıl bir döneme girildiğinin gayet farkında olan dünya burjuvazisi, günün koşullarına
Olağanüstü Rejimlerin Temelleri Döşeniyor Utku Kızılok
11
marksist tutum
uygun önlemler alıyor. Devlet makinesi yeniden yapılandırılıyor, ordular savaş düzenine sokuluyor. Demokrasinin sınırlarını daraltan, devlet makinesinin gücünü kitlelerin üzerinde daha şiddetli hissettirmesi amacıyla polise geniş yetkiler veren bu faşizan düzenlemeler bir taraftan dünya ölçeğinde yaşanan gericileşmenin ifadesiyse, öte taraftan asıl hedef, sınıf mücadelesinin patlamalı yükselişine karşı olağanüstü rejimlerin temellerini döşemektir.
Düzen çıkmazına çare arıyor Türkiye’de de geçen Temmuz ayından beri gündemde olan “anti-terör” yasaları, AKP Hükümeti tarafından “Terörle Mücadele Yasası” adıyla meclise gönderilmiş bulunuyor. Ermeni ve Kıbrıs sorunlarının uluslararası düzeyde gündemden düşmemesi ve TC’nin tarihsel kuruluş koşullarının sorgulanması rejimin “kimlik” bunalımı yaşamasına neden oluyor. Emperyalist savaşın bölgede yarattığı değişikliklere, Kürtlerin Irak’ta federe bir devlet kurmaları ve bu durumun içerideki Kürtler üzerinde yarattığı motivasyona ve son Diyarbakır olaylarıyla kendini açığa vuran direnişe de dikkat çekmek gerek. Bunlara ek olarak, işçi ve yoksul kitlelere dönük saldırıların yoğunlaşıyor olması beraberinde çok daha şiddetli tepkilerin gelebileceği korkusunu da yaratıyor, burjuvazi nezdinde. MGK bildirilerinde sıkça dikkat çekilen “sosyal patlama” olasılığı, burjuvazinin duyduğu bu korkunun bir ifadesidir. Tüm bu etmenler birleştiğinde görülüyor ki, rejim her alanda bir çıkmazın içine girmiş bulunuyor. Türk burjuvazisi, genel planda yaşadığı sıkışmışlığı, faşizan yasaları hayata geçirerek, işçi-emekçi ve Kürt yoksul kitlelerin karşısına daha sert devlet uygulamalarını dikerek aşmayı hedefliyor. Dünya burjuvazisinin duygularına da tercüman olan Dışişleri Bakanı Gül’ün şu sözleri yeterince açıktır: “devletin gücünü ve kararlığını göstereceğiz”! 12 Eylül faşist rejiminin egemen kıldığı yasal çerçeve, AB’ye uyum süreci vesilesiyle yapılan değişikliklere rağmen tümüyle ortadan kaldırılamamıştı; söz konusu yeni düzenlemelerle birlikte 12 Eylül rejimi adeta hortlatılıyor. Yasa maddeleri oldukça keyfi ve fazlasıyla yoruma açık. İfade özgürlüğünü neredeyse ortadan kaldıran, hemen herkesi potansiyel suçlu ilan eden, polisin vurma yetkisini genişleten bu yasa kabul edilirse, toplumsal hayat 12 Eylül rejiminin hüküm sürdüğü dönemlere geri dönecek. Erdoğan, yasanın zorunlu olduğunu savunurken, “demokrasi ve özgürlüklerden geri adım atıldığı izlenimi yaratmayacak bir düzenleme yapacaklarını” açıklamaktaydı. Yani işçiemekçi ve Kürt kitlelerine karşı faşizan uygulamaları hayata geçireceklerini, ama mümkünse, bunu çaktırmadan yapacaklarını söylüyor, burjuvazinin bu Kasımpaşalı prensi. Burjuvazi, çürüyen, insanı kendisine ve çevresine karşı yabancılaştırarak alıklaştıran, onu türlü yoz ilişkiler içine sürükleyerek suça teşvik eden kapitalizmin müsebbibi
12
Mayıs 2006 • sayı: 14
olduğu sonuçları “terör” ilan ederek toplumu genel düzeyde baskılamak isterken, asıl olarak işçi sınıfına ve Kürt halkına dönük çok boyutlu saldırıları kurnazca bir tutumla gözden ırak tutmaya çalışıyor. Yasa, fuhuş, cinayet, hırsızlık, dolandırıcılık, uyuşturucu ticareti ve bu minvalde onlarca suç türünü “terör” kapsamına alıyor. Hükümet ve düzen cephesinin devletçi-statükocu güçleri yasayı savunurken hep bu başlıkları öne çıkartmakta ve yasanın gerçek doğasını arka plana itmektedirler. Oysa yasa ayrıntılı ve dikkatli okunduğunda gerçek doğasını ele veriyor. Daha önceki yasa değişiklikleri sırasında kaldırılan TMY’nin ünlü 8. maddesi yeniden diriltiliyor. Çıkarılmak istenen yeni yasaya göre, “terör örgütünün veya amacının propagandasını yapan kişi” veya kişiler bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası alabilecek. Bu “suç” basın yoluyla işlenirse verilecek ceza yarı oranında artırılabilecek. Bu yasa, Kürt ulusal mücadelesini savunanları ve devrimcileri ifade özgürlüğünün sınırlarından dışarı atıyor ve “terörist” ilan ediyor. Sömürü düzenine karşı çıkarak kapitalizmin ortadan kaldırılmasını savunan devrimciler örgütlenmeye giriştiklerinde ve bunun propagandasını yaptıklarında burjuvazi tarafından “terörist” damgası yemeye devam edecekler. Böylece yasanın asıl hedefinin kim olduğu apaçık ortaya çıkıyor. Örneğin Kürt halkına özgürlük istemek “PKK’nin amacının” propagandası sayılıp, “terör” kapsamında değerlendirilebilecek. Yeni düzenlemeyle birlik-
Mayıs 2006 • sayı: 14
te, diyelim ki Abdullah Öcalan’ın konuşmalarını yayınlayan, onu “Kürt halk önderi” olarak adlandıran veya devrimci örgütlerin açıklamalarına yer veren gazete ve dergiler kapatılabilecek. Hatırlanırsa, TMY’nin 8. maddesinden onlarca gazeteci ve aydın hapis cezası almış, Kürt ve devrimci basın susturulmaya çalışılmıştı. Yasa, devrimci harekete ve Kürt halkına karşı topyekün bir savaşın çerçevesini çiziyor. Örneğin miting veya gösterilerde PKK veya diğer devrimci örgütlere sempati beslediğini belirten semboller taşımak “suç”! Yani polis isterse, Kürt halkının tarihsel kimliğinin bir ifadesi olan sarı, kırmızı, yeşil renkleri veya devrimci simgeleri taşıyanlar “terörist” sayılacak. Diğer taraftan, polisle çatışmaya giren ve gösterilerde yüzünü kapatanlara bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası öngörülüyor. Amaç, Kürt veya devrimci gençliğin moralini bozmak ve direncini kırarak etkisizleştirmektir. En dikkat çekici maddelerden biri de, çocukların eylemlere katılmasının “terör” olarak adlandırılması ve bunu “teşvik eden” anne ve babalara hapis cezasının verilecek olmasıdır. Bu madde polis tarafından gayet tabii bir çıkarsamayla şöyle de okunabilir: hangi yaşta olursa olsun, çocuklarının devrimci olmasına karşı durmayan, miting ve gösterilere katılmasını engellemeyen aileler “terörist” eylemlerde bulunmaktadırlar! Böylece aileler polisleştirilerek çocuklarının üzerine salınmaya çalışılıyor. Tekrarlamak gerekirse yasanın asıl amacı, dünya ölçeğindeki gelişmelerin de gösterdiği üzere önümüzdeki dönemde yükselecek olan sınıf mücadelesinin önünü kesmek ve Kürt halkının öfkesini bastırmak, denetim altına almaktır. Burjuvazi olağanüstü rejimin temellerini döşeyerek, yasal çerçeveyi buna uygun hale getirerek ve devlet makinesinin gerçek yüzünü göstererek düzenin çıkmazına çare arıyor. Yeni yasayla işçi-emekçi kitlelerin ve Kürt halkının temel hakları fütursuzca elinden alınırken, polise ateş açma, adam öldürme hürriyeti bahşediliyor. Yasaya göre gözaltına alınan kişinin sadece bir yakınına haber verilecek, gözaltı süresince sadece bir avukatla görüşebilecek, soruşturma dosyaları avukata verilmeyebilecek. Beri yandan, cezaevine konan tutuklu ve mahkûmlar istendiği zaman sorguya götürülebilecek. Oldukça dikkat çekici bir nokta ise şudur: Mahkûmlara işkence yapmış ya da gözaltına alınanların ölümüne neden olmuş polis veya askeri kolluk, tutuklanmadığı gibi, yargılanıp yargılanmayacakları da bilmem hangi yetkili mercilerin takdirine bırakılmıştır. Böylece burjuva devlet, gözaltı süresini fiilen uzatırken, işkencenin ve gözaltında kaybetmenin önünü de yasayla resmi düzeyde açmak istiyor. Yeni yasa, daha pek çok konuyu “terör” kapsamına alıyor. Bazı “terör” suçları şunlar: “İş ve çalışma hürriyetinin engellenmesi; eğitim ve öğretimin engellenmesi; yağma,
marksist tutum
mala zarar vermenin nitelikli halleri; ulaşım araçlarının kaçırılması veya alıkonması; devletin egemenlik alametlerini aşağılamak; halk arasında korku ve panik yaratmak amacıyla tehdit, suç işlemeye tahrik, suçu veya suçluyu övme; halkı askerlikten soğutma ve askeri itaatsizliğe teşvik; kamu görevlisine direnme, kamu kurumlarını ya da uluslararası kurumları ortadan kaldırmayı amaçlamak, bir ülkenin ya da uluslararası kurumun siyasal, anayasal, ekonomik ya da sosyal yapısının istikrarını bozmak/istikrarsızlaştırmak ya da yıkmak terörizmdir”. Her şey gayet basit ve açık! Böylece sinsice bir düzenlemeyle işçi sınıfının sendikal mücadelesi bile baltalanmaya çalışılacak. Sendikalaşmaya çalışan ve greve giden işçilerin önüne bu yasa çıkarılabilecek. Patronlar işçilerin giriştikleri eylemi bu yasaya dayanarak “iş ve çalışma hürriyetinin engellenmesi” olarak niteleyip onları rahatça “terörist” ilan edebilirler. Esas olarak işçileri ve devrimci hareketi hedef alan bu maddeler polise sınırsızca yetki veriyor; örneğin, miting ya da basın açıklaması yapmak isteyenleri polis dağıtmaya kalktığında ve göstericiler dağılmadığında bu, “kamu görevlisine direnme” olabilecek ve “terör” sayılacak. Bu düzenlemelerle birlikte üniversiteler yasal olarak polisin müdahalesine açılmakla kalmayacak, öğrenci hareketine de ağır darbe vurulmaya çalışılacak. Polisin koruması altında okullara saldıran faşistlere devrimci öğrenciler cevap verdiğinde bu, doğrudan doğruya “eğitim ve öğretimin engellenmesi” kapsamına sokularak öğrenciler “terörist” ilan edilecek. Böylelikle geniş öğrenci kitlesi korkutulup sindirilecek ve devrimci öğrencilerle bağları kopartılmaya çalışılacak. Dikkat çekici bir başka mevzu ise, ulusal ve uluslararası kurumları “ortadan kaldırmayı amaçlamak” meselesidir. Emperyalist-kapitalist sistemi ortadan kaldırmayı amaçlamak, NATO, IMF ve DB’nin varlığına karşı mücadele etmek bu kurumları istikrarsızlaştırmak sayılacağından, girişilen eylem “terörizmdir”! Görüldüğü üzere burjuvazi, emekçi kitlelerden gelebilecek hemen her tepkiyi “terörizm” olarak mahkûm etme peşindedir. Tekrarlamak gerekirse yasanın asıl amacı, dünya ölçeğindeki gelişmelerin de gösterdiği üzere önümüzdeki dönemde yükselecek olan sınıf mücadelesinin önünü kesmek ve Kürt halkının öfkesini bastırmak, denetim altına almaktır. Burjuvazi olağanüstü rejimin temellerini döşeyerek, yasal çerçeveyi buna uygun hale getirerek ve devlet makinesinin gerçek yüzünü göstererek düzenin çıkmazına çare arıyor.
Haydan gelen huya gider! Yukarıda da vurguladığımız üzere, dünya ölçeğinde çalkantılı bir dönemin tüm emareleri, yaşanan olaylarla, her düzeyde kendini açığa vuruyor. Biliyoruz ki, kapitalist düzen içine düştüğü büyük krizleri ancak savaşla aşabilmektedir. Ekonomik kriz ve emperyalist rekabet belirli bir düzeye geldikten sonra ABD emperyalizmi öncülüğünde
13
marksist tutum
uzun soluklu bir savaş olarak kendini dışa vurmuştur. 11 Eylül saldırıları derinlerde biriken ve her an patlamaya hazır çelişkileri açığa çıkarmanın aracı olmuştur sadece. Ancak savaş, bir taraftan silahlanmayı, yani savaş ve devlet makinesini güçlendirmeyi, öte taraftan içeride işçi-emekçi yığınların baskı altına alınarak susturulmasını, milliyetçilik zehiriyle bilinçlerinin çarpıtılmasını ve cepheye ölüme göndermeye hazır hale getirilmesini gerektirir. 11 Eylül’den sonra başta Amerika olmak üzere hemen her ülke burjuvazisi günün koşullarına uygun bir hazırlık içine girmiş ve “terör” bu doğrultuda işçi-emekçi yığınlara karşı geriletici bir argüman olarak kullanılmıştır. ABD emperyalizmi saldırıların mahiyeti henüz toplum tarafından anlaşılmadan, yoğun bir ideolojik bombardımana girişmiş ve bu arada anti-demokratik, faşizan uygulamalar içeren yasal düzenlemeler 11 Eylül’den yaklaşık bir ay sonra “Yurt severlik Yasası” adıyla kabul edilmiştir. Yasanın ayrıntıları bazı noktalarda değişse de, genel çerçeve yukarıda değindiğimiz hususlarda ortaklaşıyor. Belirtilmesi gereken önemli bir nokta, bu yasayla 1 milyon kişinin ajan olarak kullanılmak istenmesidir; sıradan insanlar doğal yaşamlarına devam ederken komşularını “terörist” olabileceği şüphesiyle ihbar edebilecekler! Bu tür faşizan yasalar esasında aylar öncesinden hazırlanır ve koşulların oluşması beklenir; nitekim 11 Eylül fırsatını kaçıran pek çok ülke, yeni bahanelerin oluşmasını beklemiştir. Son birkaç yıl içinde dünyanın hemen her köşesinde emperyalist savaşın uzantısı olan bombalama eylemleri gereken bahaneyi yaratmış ve burjuvazi “bakın terör var” diyerek gerici yasaları hayata geçirmiştir. İngiltere’de geçen sene meydana gelen bombalama eylemi burjuvazi tarafından ikinci bir 11 Eylül hadisesine çevrilerek, 1998’de hazırlanan fakat yürürlüğe sokulamayan yasalar katmerli biçimde ağırlaştırılarak mecliste kabul edilmiştir. Avrupa Birliği Parlamentosu “terörün” kapsamını genişletirken, Yunanistan, Hollanda, İtalya faşizan yasaları hayata geçirdiler. Fransız burjuvazisi, göçmen işçi gençliğin başlattığı isyan dalgasını durdurmak amacıyla sıkıyönetim ilan etmekle kalmamış, bilahare “anti-terör” yasalarını bu gürültüde onaylamıştır. Önümüzdeki dönemde işçi hareketinin devrimci yükselişine karşı bir çok ülkede sıkıyönetim ilan edildiğinde şaşmamak gerek. 300 yıllık siyasi egemenlik deneyimine sahip burjuvazi, yaşanan devrimlerden ve devrimci yükse-
14
Mayıs 2006 • sayı: 14
lişlerden kolektif sınıf çıkarları adına gereken dersleri fazlasıyla çıkartmış bulunuyor. Eyleme girişen kitleler, eylemlerinin nasıl bir potansiyel taşıdığını, nasıl patlamalı bir sürecin önünü açabileceğini yığınsal düzeyde bilince çıkartamasalar da, burjuvazi meselenin nerelere evrilebileceğinin gayet iyi farkındadır. Latin Amerika’da yaşanan devrimci durum, Fransa’da göçmen gençliğin başlattığı isyan ve bilahare İlk İşealım Sözleşmesi vesilesiyle patlak veren mücadele, Türkiye’de Kürt halkının gösterdiği direniş, içine girmiş olduğumuz dönemin patlamalı gelişimine işaret ediyor. Görüldüğü üzere dünyayı saran gerici faşizan yasaların gerçek amacı işçi sınıfını susturmak, gelişecek devrimci yükselişleri devlet makinesini aktif bir şekilde kullanarak bastırmak ve ezmektir. Ne var ki, biriken ve kendini toplumsal düzeyde açığa vuran sınıf çelişkilerinin patlama saati gelip çattığında hiçbir yasanın hükmü kalmaz. Devrimler tüm yasaları birkaç günde paramparça ederek tarihin çöplüğüne fırlatır ve kendi yasalarını yaratır. Fakat bu durum, işçi sınıfının hiçbir şey yapmadan oturması ve “o büyük günü” beklemesi anlamına gelmiyor. Lenin’in de ifade ettiği gibi, demokrasi okulundan geçmeyen, demokrasi mücadelesi vermeyen işçi sınıfı, sosyalizm mücadelesi de veremez. Böylesi bir mücadelenin gerekliliğini bilincine çıkartamaz. Demokrasinin sınırlarının darlığını ya da göreli genişliğini belirleyen sınıf mücadelesinin seyridir. Bunun gayet iyi farkında olan egemen sınıf, işçi sınıfının örgütlülüğü ve mücadelesi zayıf olduğunda, geçmişte vermek zorunda kaldığı tavizleri geri almak için saldırılarını arttırıyor. AB’ye girmek için, AB burjuvazisinin bastırmasıyla demokrasi makyajı yapmak zorunda kalan Türk egemen sınıfı, şimdi AB ülkelerini de saran gericilik dalgasıyla birlikte, zaten akmış olan makyajını rahatça temizlemeye girişebiliyor. Boşuna söylenmemiş: Haydan gelen huya gider! Bütün bu gerici saldırılar, kalıcı demokratik kazanımların ve özgürlüklerin ancak işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle elde edilebileceğini ve yalnızca bir işçi iktidarı altında garantiye alınabileceğini bir kez daha kanıtlamaktadır. n
Fransa ve 68 Dersleri Levent Toprak
F
ransa’da geçtiğimiz haftalarda işçi ve öğrencilerin verdiği mücadele sonucunda CPE olarak anılan İlk İşealım Sözleşmesi yasası geri çekildi. İki aydan uzun bir süre devam eden grevler, gösteriler, boykotlar, üniversite işgalleri ve barikatlar, ister istemez akla 68 Fransa’sını getirdi. Gerek solda gerekse de burjuva medyada 68 ile karşılaştırmalar yapıldı. CPE karşıtı mücadelenin aynı zamanda yaklaşık olarak 68 Mayısının yıldönümüne de denk düşmesi dolayısıyla, hem genel olarak 68’in anlamını hem de Fransa’daki 68 Mayıs sürecinde somutlanan önemli tarihsel deneyimi yeniden hatırlamanın yararı tartışmasızdır. CPE karşıtı mücadelelerle 68 Fransa’sı arasındaki benzerlik ya da farklılıkları anlayabilmek için öncelikle 68’i yerli yerine oturtmak gereklidir. Ne yazık ki 68’e ilişkin sağlı sollu birçok yanlış ve eksik değerlendirme mevcuttur. Her şeyden önce 68’in yalnızca Fransa ile ya da birkaç ülkeyle sınırlı olmadığını belirtmemiz gerekiyor. 68, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’nın yanı sıra Doğu Avrupa, Latin Amerika, Ortadoğu ve Asya ülkelerini de saran geniş bir hareketlilik idi. Yanı sıra bu hareketlilik yalnızca 68 yılıyla sınırlı bir hareketlilik de değildi. 68’in bir kod adına ya da bir klişeye dönüştürülmesi bu boyutun görülmesini güçleştirmektedir. Gerçekte dünya ölçeğinde yaklaşık olarak 1966 ile 1970 arasında cereyan ettiğini söyleyebileceğimiz bir hareketlilik söz konusuydu. Hatta çok daha geniş ve derin bir bağlamda konuşmak gerekirse, aslında yetmişlerin ikinci yarısına kadar uzanan daha büyük ölçekli bir dalgadan bahsetmek yanlış olmaz. Bu zamansal ve mekânsal yaygınlık Fransa 68’inin bir tesadüf olmadığını kendiliğinden göstermektedir. 68, en ge-
nel anlamda baktığımızda, gerçekte kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde bir bütün olarak dünya ölçeğinde biriken çelişkilerinin patlamalı bir dışavurumuydu. Dünya ölçeğinde milyonlarca işçi ve öğrenci bu dalganın içinde yer aldılar ve yaşanan süreç birçok ülkenin siyasal, toplumsal ve kültürel hayatında önemli değişikliklere yol açtı. Bu geniş kapsamlı ve önemli devrimci yükseliş dalgası, sonradan burjuvazinin propagandasıyla, hercai öğrencilerin bir çılgınlığı ya da hoşluğu gibi sunularak nostalji edebiyatının konusu edildi. Özellikle solcu eskisi dönekler bu propagandada temel bir rol oynayarak, 68’in gerçek niteliğinin anlaşılmasına mani olmaya çalıştılar. Bir kitle hareketi anlamında 68’de bir öğrenci isyanı boyutu şüphesiz vardır ve hatta bu boyut gerçekte de ön plandadır. 68’e ilişkin nostalji duvarını kırmak maksadıyla ondaki öğrenci isyanı boyutunu küçümsemek doğru değildir. Asıl mesele öğrenci isyanının kendinden menkul bir şey olup olmamasında ve bir de 68’in bundan ibaretmiş gibi gösterilmesindedir. 68 dendiğinde haklı olarak en çok akla gelen ve onunla en çok özdeşleştirilen ülke olan Fransa’da yaşananlara baktığımızda 68 olgusunun belki de aslına en uygun resmini görürüz. Öğrenci protestolarıyla başlayan toplumsal hareketlilik hızla işçi sınıfını sarmış ve bir anda 10 milyona yakın işçinin katıldığı o zamana kadarki en büyük genel grevle Fransız kapitalizmi birdenbire uçurumun kenarına gelmişti. O kadar ki, rejimin başı olan general de Gaulle, müdahalede kullanmak üzere Almanya’daki Fransız askeri birliklerini örgütlemek için gizlice Almanya’ya gitmek zorunda kaldı. Gerçek şu ki, işçi sınıfı yaygın bir militanlıkla mücadeleye atılmasaydı bugün 68 olarak zihinlerde yer eden olgu bu
15
marksist tutum
denli güçlü bir iz bırakmazdı. 68’i gerçek anlamda 68 yapan işçi sınıfı olmuştur. Ama nostalji tüccarları 68 anlatılarında bu temel olguyu ısrarla gözden saklamaya ya da önemsizleştirmeye çalışırlar.
68 Nasıl Oluştu? 70’lerin başlarında kendisini gösteren dünya ölçeğindeki ekonomik kriz, kapitalizmin İkinci Dünya Savaşının bitiminden bu yana birikmekte olan çelişkilerinin bir patlama noktasına geldiğini gösteriyordu. Bu 68’in gökten zembille inmediğinin önemli bir kanıtını sunar. Gerçekten de 68 birkaç yıl sonraki bunalımın bir ön habercisiydi aslında. Elbette bu, olay yaşandıktan sonra geriye dönüp bakmanın avantajıyla söylenebilen bir şey. Gerçek şu ki 68’i kimse öngörememişti. Bu aynı zamanda alttan alta işleyen birikimli süreçleri doğru teşhis edip ölçmenin ne denli zor olduğunu da göstermektedir. 68’i doğru anlayabilmek için onu önceleyen ve içindeyken anlaşılması zor olan dünya ölçeğindeki süreçleri anlamak gerekir. Bu bizi kapitalizmin yeni bir evresinin başladığı İkinci Dünya Savaşının bitimine kadar geri götürür. 68 tam da yukarıda özetle belirttiğimiz gibi kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde bir bütün olarak dünya ölçeğinde biriken çelişkilerinin patlamalı bir dışavurumuydu. En geniş anlamda on yıllık bu dalga, bugünden geriye bakıldığında iyice görülmektedir ki, bir dünya sistemi olarak kapitalizmin önemli bir tarihsel dönüm noktasına denk düşmektedir. Yetmişlerin ilk yarısıyla birlikte kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki canlı yükseliş dönemi sona erecek, büyüme hızları düşecekti. Daha sonra, sistemin küresel işleyişinde neo-liberalizm olarak adlandırılan önemli değişikliklerin yapıldığı, kitlesel işsizliğin yeniden hortladığı, işçi sınıfının tüm kazanımlarına yönelik cepheden saldırıların başlatıldığı 80’lerde yeni bir döneme girilecekti. Böylesine geniş boyutları olan bir gerçeklik söz konusuyken, sağlı sollu burjuva ideologların, 68’i adeta can sıkıntısından bunalan gençlerin tesadüfi bir isyanına indirgeme eğilimindeki yaklaşımları, başka her şey bir yana, kaba bir sığlıktır. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ne türden çelişkiler birikti? Kapitalizm İkinci Dünya Savaşının bitimiyle birlikte derin bir buhran dönemini geride bırakarak, ABD emperyalizminin hegemonyası altında yeni bir toparlanma evresine girmişti. “Altın çağ” olarak adlandırılan bu dönemde, kapitalizm daha önce görülmemiş bir tempoyla hızlı bir ekonomik büyüme yaşamış, buna paralel olarak dünya ticareti ve genel anlamda karşılıklı etkileşim de muazzam bir hızla genişlemiş, işsizlik önemli ölçüde azalmış, işçi sınıfı kapsamlı sosyal reformlar elde etmiş, yaşam standartlarında ve tüketimde önemli artışlar olmuştu. Ancak bu yükseliş dönemi güllük gülistanlık değildi. İktisadi, sosyal, siyasal ve kültürel planda birçok çelişki de ya mayalanmakta ya da patlak vermekteydi. İktisadi planda uygulanan Keynesçi politikalar enflasyonu azdırıyor, çok
16
Mayıs 2006 • sayı: 14
hızlı bir büyüme ve dönüşüm süreci yaşayan Almanya ve Japonya gibi kapitalist güçler ABD’nin iktisadi hegemonyasını yavaş yavaş zorlamaya başlıyor, ABD doları üzerine kurulu uluslararası para sistemi zayıflıyor, ekonomistlerin jargonuyla ekonomi “aşırı ısınma”ya başlıyordu. Diğer taraftan ücretler yükselmekle birlikte genel olarak bakıldığında emek verimliliğindeki devasa artışların gerisinde kalıyordu. Aynı zamanda işçi sınıfı, yeni kuşağın da gelmesiyle birlikte ağır savaş döneminin etkilerinden yavaş yavaş sıyrılıyor, kapitalistlerden kopardığı kapsamlı sosyal reformların da etkisiyle giderek daha fazla özgüven kazanıyordu. Bu dönemin politik bakımdan belki de en belirgin özelliği, yüz milyonlarla sayılan sömürge halklarının emperyalist sömürgecilere karşı verdikleri mücadelelerin birbiri ardına başarıya ulaşmasıdır. Kapitalizmin hızlı bir yükseliş temelinde güçlenişi, sömürge ve azgelişmiş ülkelerde kapitalist üretim ilişkilerinin giderek daha fazla kökleşmesini beraberinde getirdi. Bu da bir yandan emperyalizmin buraları sömürge statüsünde tutmaksızın da iktisadi açıdan bağımlılaştırmasını mümkün kıldı, diğer yandan da ulusal bilinci güçlü bir biçimde uyardı. Sonuçta ortaya çıkan dünya ölçeğinde yaygın anti-sömürgeci hareket, hem bunları bastırma
gayretindeki emperyalist güçlerin vahşetini açığa çıkardı, hem de emperyalist metropollerin savaş sonrası yeni kuşaklarına ilham verdi. Özellikle Cezayir, Küba ve Vietnamdaki devrimci ulusal kurtuluş mücadelelerinin başarıları, Soğuk Savaş ideolojisiyle bombardımana tutulan ve emperyalist güçlerin adeta yenilmezliğine inandırılmaya çalışılan genç kuşakları önemli ölçüde etkiledi. Bu mücadelelerin genelde sosyalist bir etiket taşıması da bu etkiyi arttırmaktaydı kuşkusuz. Ayrıca bu etkilere Mao’nun bürokrasi içindeki klik mücadelesinde gençleri kendi arkasına almak için Çin’de başlattığı sözde anti-bürokratik Kültür Devrimi seferberliğini de eklemek gerekiyor. Savaş sonrası dönemde gençlikle ilgili çok önemli bir başka değişim de yaşanmıştı. Bu dönemde temelde kapitalist üretimin geçirdiği önemli değişimlerin bir gereği olarak, kısmen de işçi sınıfının basıncının bir sonucu olarak, yük-
Mayıs 2006 • sayı: 14
sek öğrenim daha önce görülmemiş ölçüde yaygınlaşmış ve işçi sınıfı çocukları da yaygın biçimde yüksek öğrenim görmeye başlamıştı. Çeşitli veriler 10-15 yıl gibi kısa bir süre içinde örneğin Avrupa çapında yüksek öğrenim gençliğinin nüfus içindeki oranlarının üç-dört kat arttığını ortaya koymaktadır. Yeni bilimsel teknolojik atılımların kapitalist üretime daha geniş ölçekli uygulanmaya ve üretimin daha fazla karmaşıklaşıp, uzmanlaşmaya başlamasıyla birlikte yüksek vasıflı işgücü ihtiyacı artmıştı. Böylece yüksek öğrenim geçmişteki gibi yüksek bir ayrıcalık olmaktan çıkmaya, nispeten sıradanlaşmaya başlamıştı. Geçmişte üniversiteler, daha ziyade düzenin yüksek düzeyde görevleri için eleman yetiştiren, dar çerçeveli, toplumdan çok uzak ve genel olarak hayli tutucu kurumlardı. Fakat kapitalist üretimin yeni ihtiyaçları üniversitenin işlevlerinin genişleyip çeşitlenmesini dayatmış ve onun belirli ölçülerde de olsa halka yaklaşmasına yol açmıştı. “Üniversite ve sanayinin işbirliği” söylemi tam da bu döneme aittir. Eskinin dar tutucu kalıpları çerçevesinde hareket eden kurumlar olarak üniversiteler, özellikle Fransa’da buna ayak uydurmakta zorlandılar. Öğrenci sayısındaki muazzam artış ve kompozisyondaki kısmi avamlaşma, üniversiteleri zora soktu. Bunun dışında yaşanan çelişkilerden birisi de, üniversitenin bir yandan fikir özgürlüğü ve tartışmayı teşvik edip kışkırtan bir ortam oluşturmasına rağmen, diğer yandan kapitalist sanayinin istekleri doğrultusunda bir başka türden dar kalıplı standartlaştırma ve otomatiğe bağlama eğiliminin ortaya çıkmasıydı. Diğer taraftan 60’lara gelindiği ölçüde bu gençler artık İkinci Dünya Savaşının zor günlerini yaşamamış, aksine kapitalizmin canlı yükseliş döneminin ürünü olan gençlerdi. Dolayısıyla eski kuşaklarda söz konusu olabilen tevekkül ve temkinliliğe karşıt olarak bu kuşak talepkâr olmaya çok daha eğilimliydi. Eğitim sisteminin cenderesi, yukarıda kısaca tasvir etmeye çalıştığımız şartlar altında öğrencilerin giderek daha fazla tepkisini çekmeye başlamış ve eğitim sistemine ilişkin talepler giderek geniş bir kitlede yankı bulmaya başlamıştı. Fransa’da 68 sürecinin tetiklenmesinde başrolü oyna-
marksist tutum
yan ve isyan sürecinin ilk başladığı Nanterre Üniversitesi bu açıdan tipik bir örnekti. Bu üniversite modern anlayışa göre kurulan yeni tipte bir üniversiteydi ve Paris’in bir işçi mahallesinde kurulmuştu. Ama tuhaf biçimde kendisini işçi mahallesinden yüksek duvarlarla ayırmaktaydı. Böylece aradaki çelişki öğrencilerin gözünde daha belirgin hale geliyordu. Bu bütünsel arka plan üzerinde biriken çelişkiler, gelişmiş kapitalist ülkelerde kendisini ilk önce öğrenci gençliğin hareketliliği biçiminde dışa vurmaya başladı. Dikkat çekici ilk hareketlenmeler yeni kapitalist dünya düzeninin efendisi konumundaki ABD’de baş gösterdi. Burada başlangıçtaki dinamik, Sivil Haklar Hareketi olarak anılan ve siyahlara yönelik yasal ayrımcılığın kaldırılması için mücadele eden gençlerden filizlendi. Yürüttükleri kampanyalar sırasında Güney eyaletlerinde siyahlara yönelik ağır baskı ve ayrımcılığı tüm çarpıcılığıyla gören gençler buradan edindikleri deneyimlerle kendi üniversitelerindeki baskı ve çelişkileri de daha net görmeye başladılar ve deneyimlerini bu baskı ve eşitsizliklere karşı mücadelelere taşıdılar. Bu hareket ilk olarak ‘64 sonbaharında California Berkeley Üniversitesinde başladı ve öğrencilerin barışçıl eylemleri (idari binalarda oturma eylemi) ağır polis şiddetine maruz kalınca, sonrasında hızla yüzlerce ABD üniversitesine yayıldı. Polis vahşeti hem öğrencilere duyulan kamuoyu sempatisini arttırdı, hem de öğrenci hareketinin, sonrasında daha sert mücadele biçimlerine yönelmesi sonucunu doğurdu. Bu mücadeleler aynı dönemde güçlü bir yükseliş gösteren siyah hareketle de paralellik göstermiş ve ABD’nin Vietnam’a müdahalesinin de başlamasıyla birlikte hızla bir savaş karşıtı dinamik kazanmıştır. ABD ordusunun Vietnam’daki kayıpları zaman içinde hızla arttıkça, emekçi asker aileleri ve gazilerin de katılımıyla birlikte, bu hareketin etkisi de artmaya başladı. ABD’li üniversite öğrencilerinin mücadelesi Japonyadan Fransa’ya kadar birçok ülkede de üniversite öğrencileri arasında sempati dalgası yarattı ve özellikle Vietnam’ın genel etkisiyle birlikte bu sempati giderek güçlendi. ABD’de örgütlü işçi hareketi geleneği görece zayıf olduğu için, harekete bu cepheden göze çarpan bir katılım olmadığı söylenebilir. Ancak bütün hareket içinde en büyük kitleyi ve gücü oluşturan, ve tam da bu nedenle Amerikan devletinin asıl büyük saldırısına maruz kalan siyah hareketin tabanı büyük ölçüde yoksul ve genç işçilerden oluşuyordu. Daha zayıf bir unsur olarak, asker aileleri ve gazi hareketi de sınıfsal açıdan proleter bir nitelik taşıyordu. Yine de grev vb. mücadele biçimleriyle kendisini ortaya koyan bir sınıf hareketi söz konusu değildi. Ama örgütlü işçi hareketi geleneğinin güçlü olduğu Avrupa’da bu bağlantı kaçınılmaz olarak oluştu. Bu geleneğin özellikle güçlü ve politize olduğu Fransa ve İtalya’da öğrenci hareketi kısa sürede işçi hareketinin kıvılcımını çaktı.
17
marksist tutum
Mayıs 2006 • sayı: 14
Fransa Fransa’nın devrimci Mayısına giden yol bu genel atmosfer içinde oluştu. Kapitalizmin dünya ölçeğinde biriktirdiği çelişkileri her ülke elbette kendi özgüllüğü içinde yaşıyordu ve ileri kapitalist ülkeler kuşağı içinde bunu en şiddetli yaşayanlar Fransa ve İtalya idi. Bunlar bu kuşak içinde görece en zayıf olanlar olduğu gibi örgütlü işçi hareketinin de en güçlü ve gelenek sahibi olduğu ülkelerdi. Fransa’nın zayıflığı sömürge sistemini sürdürmekte zorlanmasıyla özellikle kendisini gösteriyordu. 1954’te Çin-Hindi’ni kaybetmesine yol açan yenilgisi, 1956’da başlayan Cezayir ulusal kurtuluş mücadelesi karşısındaki aczi nedeniyle önce Fas ve Tunus’a bağımsızlık vermek zorunda kalması ve sonunda Cezayir’i de kaybetmesi bunu somutluyordu. Özellikle Cezayir ulusal kurtuluş mücadelesi Fransa’da ciddi bir rejim sorununa yol açtı ve 1958’de ülkeyi bir askeri darbenin eşiğine getirdi. Sonunda 1958’de IV. Cumhuriyete son verilerek yeni bir anayasa eşliğinde yarı-başkanlık sistemine dayalı V. Cumhuriyete geçildi ve general de Gaulle başkanlığa getirildi. De Gaulle 1969’a kadar iktidarda kaldı ve bu süre zarfında Fransa’da onun şahsında simgelenen baskıcı bir rejim hüküm sürdü. De Gaulle rejimi altında sözde ülkeyi “büyük güç” yapmak ve ABD karşısında “bağımsızlaştırmak” amacıyla, çalışma saatleri Batı Avrupa standartlarının üstüne çıkarılıp tempo arttırılırken, ücretler Batı Avrupa düzeyinin altında tutuldu ve askeri harcamalara da ağırlık verildi. Baskıcı de Gaulle rejiminin etkileri on yıl boyunca üniversitelerde de hissedilmişti. Bu panorama 68 öncesi Fransa’sının durumunu çok kaba çizgilerle özetlemektedir. Bu durum işçi ve öğrenci hareketinde zaman içinde bir tepkiyi mayalayacaktı. Her ne kadar yukarıda öğrenci hareketinin işçi hareketi için bir kıvılcım işlevi gördüğünü söylediysek de, kıvılcımın bir yangına dönüşmesi için tutuşmaya hazır materyalin olması gerekir. İşin gerçeği 68’den önceki iki yıl içinde Fransa’da yöneticilerin fabrikalara kilitlendiği, fabrika işgallerinin ve özel polis kuvvetleriyle çatışmaların yaşandığı grev mücadeleleri ve çatışmalar olmuştu. Bu süre zarfında CGT’nin gösteri grevi niteliğinde bir günlük genel grevleri de olmuştu. Aslında hem bu iki yıl içinde hem de daha önceki yıllarda gerçekleşen mücadelelerde işçiler bir anlamda 68’in provasını yapmaktaydılar. Ama bu mücadelelerde sendika bürokrasisi de kendi provasını yapıyordu. Sendika bürokrasisi kendi inisiyatifi dışında başlayan ve radikalleşme eğilimi gösteren tüm işçi mücadelelerine belirli bir noktada “sahip çıkıyor” ve sonunda oradaki enerjiyi bir biçimde düzen içi kanallara akıtıyordu. Hatta bazen işçilerden önce davranıyor ve “gösteri” grevleri, “24 saatlik” genel grevler, “uyarı” grevleri, “nöbetleşe” grevler türünden, çoğu hedef saptıran eylemlerle biriken enerjiyi boşaltıyordu. Böylece sendikalar hem mücadele etmiş görüntüsü veriyor, hem de düzeni kurtarıyorlardı. Tıpkı günümüzde de olduğu gibi!
18
Öğrenci hareketi ise kâh öğrenim ve okul düzenine dönük talepler, kâh Vietnam’a destek temelinde, 1967 yılının başlarından itibaren çeşitli eylemlerle kendisini göstermeye başlamıştı. Bu gösteriler daha ziyade Maocu, Troçkist ve anarşist öğrenci örgütlerinin öncülüğünde gerçekleşiyordu. Sürecin 1967 başında yukarıda bahsi geçen Nanterre Üniversitesinde başladığı söylenebilir. Burada okul içi baskıcı disiplin uygulamalarını protesto amacıyla başlayan ve yurtların işgaline varan eylemler, ardından “eğitimin sanayileştirilmesi” olarak sunulan eğitim reformuna karşı eylemler ve Vietnam konulu gösteriler biçiminde devam etti. Bu süreçte ABD’deki öğrenci hareketinden gelen haberler de etkili oldu. 1968 Martındaki Vietnam gösterilerinde tutuklanan Nanterre’li öğrencilerin serbest bırakılması amacıyla, aynı üniversitenin öğrencileri 22 Martta Fransa’da ilk kez üniversite işgalini gerçekleştirdiler. Bu işgal 29 Martta polis müdahalesiyle sona erdirildi. Ancak Nisan ayı boyunca sosyalist öğrenci örgütleriyle faşist gruplar arasında başta Paris olmak üzere başka kentlerde de çatışmalar yaşandı. Çatışmaların yoğunlaşması üzerine Nanterre Üniversitesi 2 Mayısta süresiz kapatıldı. Polisin sözde faşist baskını önlemek üzere 3 Mayısta Sorbonne Üniversitesini işgal edip bazı öğrencileri tutuklaması üzerine öğrenci gösterileri daha da şiddetlendi. Öğrenciler 6 Mayısta Paris’te büyük bir gösteri örgütlediler ve takip eden dört gün boyunca bu gösteriler on binlerce öğrencinin Paris sokaklarında gece
Mayıs 2006 • sayı: 14
gündüz polisle çatışmalar yaptığı, barikatların kurulduğu gösteriler halini aldı. 10 Mayısta gösterici öğrencilerin sayısı 50 bine ulaşmıştı. Bu çatışmalar sırasında Paris halkı öğrencileri sık sık polis karşısında korudu. Sonunda sendika temsilcileri bir araya gelerek, öğrencilere yönelik polis şiddetine karşı, aynı zamanda de Gaulle rejiminin de onuncu yıldönümü olan 13 Mayısta bir günlük bir genel grev ve gösteri çağrısı yaptılar. 13 Mayıs günü Paris’te bir milyona yakın kişi gösteri yaptı ve o günün akşamı öğrenciler Sorbonne’u tekrar ele geçirip işgal ettiler. Gösteride sendikaların öne çıkardığı ücret artışı gibi sınırlı ekonomik taleplerden, daha ziyade öğrencilerin ve genç işçilerin attığı “işçi iktidarı” gibi politik sloganlara dek geniş bir yelpazede talepler dile geldi. Ancak yine de gösterinin ağırlık noktası “On yıl yeter!” ve “Güle güle de Gaulle” gibi sloganlarda da dile gelen de Gaulle karşıtı taleplerdi. Sendikalar ve FKP bu eylemin enerji boşaltmak için yeterli olacağını ve meselenin kapanacağını düşünmüşlerdi. Ancak öyle olmadı. 14’ünden itibaren ünlü Renault fabrikalarını da içerecek şekilde değişik kentlerde fabrika işgalleri başladı. 20’sinde grev fabrika işgalleri eşliğinde yaklaşık 9 milyonluk bir kitleye ulaştı. Dansçılardan futbolculara, tezgâhtarlardan gazetecilere kadar herkes grevdeydi. CGT ve FKP’nin “bizim bayrağımız hem üç renkli bayrak hem kızıl bayraktır” uyarılarına rağmen, her yerde kızıl bayraklar dalgalanıyordu. Öğrencilerin öncülük ettiği grev komiteleri de birçok işyerinde ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu komiteler embriyonik tarzda da olsa sovyetik bir rol oynama eğilimindeydiler. Ancak sürecin kendi kontrollerinden çıkmakta olduğunu gören FKP kontrolündeki CGT ve diğer sendikalar, kısa bir bocalamadan sonra durumu kontrol altına almak için her zaman yaptıkları gibi harekete “sahip çıkıp”, 17-18’inde grevi resmileştirdiler. Süreç içinde işçilerle temasa geçmiş olan devrimci öğrenciler grevin radikalleşmesinde de bir rol oynamışlardı. Bu nedenle FKP her fırsatta devrimci öğrencilerle işçilerin temasını engellemeye çalıştı. Fabrika kapılarının kilitlenmesinin ve birçok yerde KP’li
marksist tutum
sendika temsilcilerinin, işçilerin büyük bölümünü evlerine göndermeye çalışmasının temel nedenlerinden biri buydu. Engelleme uğraşının bir hedefi de grev komitelerinin merkezileşmesi çabalarıydı. Bu neredeyse tümüyle başarılı oldu. Bu arada günler süren sessizlikten sonra, de Gaulle 24 Mayısta radyodan yaptığı konuşmada görevden çekilmeyeceğini belirtip iç savaş tehdidi savurunca, öğrenci gösterileri yeniden alevlendi ve yine polisle çatışmalar oldu. Bu çatışmalar sonucunda iki kişi öldü ve yaklaşık 500 kişi de yaralandı. Durumu sıkışan hükümet bir uzlaşma çağrısında bulunarak 27’sinde sendikalarla masaya oturdu. Sendikalar birtakım sınırlı ekonomik kazanımlara fit olarak masadan ayrıldılar, ancak bu anlaşma hemen bütün fabrikalardaki oylamalarla reddedildi. Grev komiteleri kendi talepleri kabul edilene kadar greve devam edeceklerini açıkladılar ve grev yeni bir ivme kazanarak o ana kadar ulaşılamayan bazı sektörleri de kazanmaya, hatta polisi bile etkilemeye başladı. Bu arada kırda da 200 bin kadar köylünün katıldığı eylemler yapıldı. Ancak hareketin bir bütün olarak devrimci bir iktidar perspektifi yoktu. Her şeye rağmen işçiler üzerinde en büyük otoriteye sahip güç olarak CGT ve FKP’nin genel yatıştırıcı ve reformist stratejisi dışında genel bir dağınıklık söz konusuydu. Bu dağınıklık ve FKP’nin grevi öldürme stratejisi doğal olarak rejimin işine yaradı. Almanya’daki NATO-Fransız garnizonunun ve genel olarak Fransız ordusunun sadakatinden emin olan ve karşısındaki güçlerden korkmasına gerek bulunmadığına kanaat getiren de Gaulle, karşı saldırısını başlattı. 30 Mayıstaki radyo konuşmasında bir yandan parlamentonun dağıtılarak yeni seçimlerin yapılacağını duyuruyor, diğer yandan da gözdağı veriyordu. Ardından Paris’te, de Gaulle’cü partilerin, faşist grupların ve tüm diğer gerici örgütlerin düzenlediği 700 bin kişilik bir yürüyüş yapıldı. Sonraki günlerde faşist gruplar sokaktaki etkinliklerini arttırdılar. O andan itibaren grevin gerileme süreci başladı ve
19
marksist tutum
grevci sayısı 7 Haziranda üç milyona, 14 Haziranda 1 milyona indi. Haziran sonunda artık küçük bazı grevler dışında tüm grev sona ermişti. Ancak yine de işçiler, ordu ve polis müdahalelerine rağmen çatışarak ve direnerek yaşadılar bu geri çekilme sürecini. Bu yenilgi büyük bir moral bozukluğuna ve aynı yıl içinde yapılan seçimlerden, de Gaullecü partinin büyük bir zaferle çıkmasına yol açtı.
68’den bugüne dersler Gerek 68’in dünya ölçeğinde kapitalizmin uzun dönemli yükselişinin sona erdiği bir dönüm noktasına denk düşmesi, gerekse Fransa’da işçilerin mücadeleye istekli bir hava içinde olmaları ve en genel anlamda da dünya ölçeğindeki olumlu devrimci hava düşünüldüğünde, FKP’nin devrimci bir tutum alması halinde bu yükselişin dünya ölçeğinde yeni bir devrim dalgasına yol açması kuvvetle muhtemeldi. FKP’nin ihaneti devrimci önderlik sorununun ne derece önemli olduğunu göstermektedir. Sorun o FKP’den bunun beklenip beklenmeyeceği değil, bir önderliğin devrimci bir fırsat doğduğunda nelere kadir olduğunun anlaşılmasındadır. Stalinizmin kesin egemenliğine girdikten sonra FKP önderliği en az iki kez (1936 ve 1945) benzer durumlarda aynı ihanet tavrını sergileyerek, Fransız kapitalizmini içine düştüğü derin bunalımlardan kurtarmıştır. Bu nedenle FKP’ye gönül vermiş militan işçiler ve taraftarların gözünde FKP’nin itibarı zamanla erimiş ve bugünkü acınası duruma gelmiştir. Devrimci önderlik ve örgütlülük sorunu bir başka bakımdan da büyük önem taşımaktadır. 68 döneminde dünya ölçeğinde genel bir iyimser mücadele havasının olduğundan bahsetmiştik. Bugünkü mücadeleler ise, hâlâ burjuvazinin son çeyrek yüzyıldır yürüttüğü ağır saldırıların yarattığı genel karamsarlık atmosferinde cereyan etmektedir. Yeni bir kıpırdanma ve belini doğrultma sürecinin ilk işaretleri kendisini göstermekle beraber, bu genel atmosfer henüz kırılabilmiş değildir. Boğucu atmosferin kırılabilmesi için sosyalist bir esin verecek türde başarılara özellikle ihtiyaç var. Özellikle Latin Amerika başta olmak üzere dünyanın çeşitli bölgelerinde baş gösteren mücadeleler ve mütevazı başarılar şüphesiz bir birikim oluş-
20
Mayıs 2006 • sayı: 14
turmaktadır. Ancak bu birikimin tarumar olmaması ve güçlendirilmesi için kitlelere sosyalist bir ufuk ve özgüven verecek güçte bir devrimci örgütlülüğe ihtiyaç var. Böyle olmadıkça mücadelenin iniş çıkışlarının enerji tüketici yönünün ağır basma tehlikesi her zaman güçlü olacaktır. Fransa’da bugün CPE karşıtı mücadelenin kazandığı başarıyı elbette yabana atmamak gerekiyor. Yenilgi ve kayıplarla dolu uzun yılların ardından kitlelerin düzen güçlerini geri adım atmaya mecbur bırakması, mücadelenin konusu ne denli sınırlı olursa olsun kendi başına önemlidir. Ancak özellikle öğrencilerin geniş kitlesinin, en azından henüz, 68 kuşağının devrimci özlemleri ve ufkundan uzak olduğunu görmemiz gerekiyor. Geçmişte dünya ölçeğinde genel politik durum ve atmosfer bunu sağlamaya yetmişti, ama bugün tam da eksik olan bu olduğu için devrimci önderliğe bu noktada da önemli rol düşüyor. Gençlere ve işçilere dar çıkarların ötesine bakma ilhamını vermek de bugün büyük ölçüde devrimci örgütlülüğe düşmektedir. O nedenle bu sorunlar etrafında mücadeleler patlak verdiğinde, sosyalist örgütlenmelerin, beklentileri sınırlı tutma tutumunun tam aksine dar ufku kırmaya özel bir ağırlık vermesi gerekiyor. Kapitalizmin bugün içinde bulunduğu durum 68 dönemine nazaran daha kötüdür. Düzenin kitlelere verebilecekleri geçmişe göre çok daha sınırlıdır. Tam da bu nedenle CPE gibi bir yasa için bile işler bu noktaya gelebilmektedir. Dolayısıyla kısmi, kendiliğinden mücadelelerin artacağı bir dönem söz konusudur. Kendiliğindenciliğe meftun olanlar bununla yetinirken, Lenin böylesi durumların tam da devrimci önderlik sorununun önemini arttırdığını ve acilleştirdiğini savunmuştur. Enternasyonalist komünistlerin yolu Lenin’in yolu olmalıdır.
ABD’de Göçmen İşçiler Sokaklarda A
BD’de kaçak durumda bulundukları için, en kötü çalışma koşullarında, hiçbir sosyal güvenceleri olmaksızın, Amerikan işçisinin ortalama üçte biri ücretle çalıştırılan 12 milyon işçi! Tarım işçilerinin yarısı, otel çalışanlarının onda biri, her üç lokanta işçisinden biri, gıda imalatında çalışan 1,5 milyon işçiden 210 bini bu işçilerden oluşuyor. Temizlik şirketlerinde çalışanların, çöpçülerin, inşaat işçilerinin, zehirli maddelerle üretim yapılan yerlerde çalışanların önemli bir kısmı da yine bu işçiler. Ve Amerika, iki aydır, tarihinde görmediği kadar büyük çaplı göçmen işçi gösterilerine sahne oluyor. Geçtiğimiz Aralık ayında Temsilciler Meclisinden geçen ve Senato’nun onayını bekleyen göçmen karşıtı yasa tasarısının (kısaca HR 4437 olarak anılıyor) reddedilmesini isteyen yüz binlerce göçmen işçi, ülkenin dört bir yanında protesto eylemleri gerçekleştiriyor. 10 Martta Chicago 500 bin işçinin gerçekleştirdiği mitingle o güne kadar tanık olduğu en kalabalık kitle gösterisine sahne olurken, 25 Martta pek çok kentte yüz binlerce kişi sokaklara döküldü. Çeşitli okullardan ve üniversitelerden on binlerce öğrencinin de destek verdiği bu protesto gösterilerinde, toplam katılımcı sayısı iki milyonu geçiyordu. 9-10 Nisan tarihlerinde de, 120’den fazla yerleşim yerinde düzenlenen gösterilere 2 milyondan fazla işçi katıldı. Sadece Los Angeles’taki gösteride 1 milyon işçi yer alırken, Dallas ve Chicago da en geniş katılımın sağlandığı kentler arasındaydı. “Şimdi yürüyoruz, yarın grevdeyiz” diyen göçmen işçiler, Amerika’da 60 yıldan bu yana kitlesel olarak kutlanmayan 1 Mayıs gününü, “göçmen işçisiz 1 gün” şiarıyla ve işi-okulutüketimi boykot ederek büyük bir katılımla kutlama çağrısında bulunmuşlardı. Böylece, çalışmazlarsa nelerin olacağını ya da olmayacağını herkes somut olarak görebilecekti. Söz konusu olan, 1 Mayıs gibi bir günde milyonları kapsayan bir grev çağrısı olunca burjuvazi cephesinde de işin rengi değişti. O zamana kadar esas olarak gelecek sene yapı-
21
marksist tutum
lacak seçimler için şimdiden oy toplama kaygısıyla göçmenleri destekleyebilen Demokrat Partililer, bu eyleme şiddetle karşı çıktılar. Grev çağrısı aynı şekilde Latin kökenli işverenlerden ve Katolik klisesinden de büyük bir tepki aldı. Ürktükleri şey, grevin yol açacağı milyonlarca dolarlık zarardan çok daha fazlasıydı elbette. Onlar işçilerin giderek daha fazla radikalleşmelerinden ve hareketin daha geniş taleplerle ABD işçilerini de kapsayacak şekilde yayılmasından korkuyorlar. Aralarında sendika bürokratlarının ve sağcı göçmen temsilcilerinin bulunduğu bir kesim ise, işe gitmezlerse işten atılacakları propagandası yürüterek işçileri korkutmaya ve grev çağrısından vaz geçirmeye çalıştılar. Kuşkusuz, grev günü olarak seçilen günün 1 Mayıs olmasının, burjuvazinin ve onun sınıf içindeki ajanlarının gözlerinin korkmasında büyük bir rolü bulunuyordu. Onlar da, 1886 Chigaco ruhunun hortlamasından ve ülkedeki tüm işçileri sarıp sarmalamasından çekiniyorlar. Neticede, burjuvazinin bu baltalama girişimleri sonuç vermedi ve Amerika’nın pek çok eyaleti 1 Mayıs’ta yüzbinlerce işçinin dövizleriyle, pankartlarıyla katıldığı devasa gösterilere sahne oldu. Los Angeles ve Chicago, yarım milyon işçinin katılımıyla en kalabalık gösterilerin yapıldığı kentlerdi yine. Milyonlarca işçi işe gitmedi, çocuklarını okula göndermedi, alışveriş yapmadı. Göçmenlerin çalıştığı pek çok işyeri kapandı. Aynı şekilde sınırın öte yanında, yani Meksika’da da ABD’deki kardeşlerini destekleyen işçiler “Gringosuz 1 gün” şiarıyla ABD ürünlerini ve şirketlerini boykot ettiler. Düzenledikleri yürüyüşlerde, “Göçmen işçiler onurlu
22
Mayıs 2006 • sayı: 14
işçilerdir, terörist değil” pankartları taşıdılar. ABD’deki kaçak göçmen işçilerin yarısını Meksikalılar oluşturuyor. Bu ülkeden her yıl yüz binlerce işsiz işçi ve köylü, ekmek parası kazanma umuduyla ABD’ye gitmeye çalışıyor, ne var ki pek çoğu sınırı geçemiyor. Yüzlerce milyonluk nüfusuyla Amerika’nın yanı başında duran Latin Amerika’da, neoliberal politikaların ve genel olarak kapitalizmin yoğun saldırıları altında işsizlik arttıkça, insanlar karınlarını doyurmak umuduyla ABD’ye hücum ediyorlar ve bu durum çelişkilerin her geçen gün daha da derinleşmesiyle sonuçlanıyor. Kapitalist dünya ekonomisinin içinde bulunduğu kriz onun ana üssü konumundaki ABD’de de uzun süredir etkilerini hissettirmekte. İşçiler geçmişteki yaşam standartlarını muhafaza edebilmek için daha uzun sürelerle ve daha yüksek tempoda tükenircesine çalışmak zorundalar. Tüm dünyada işçi sınıfının kazanımlarına yönelik saldırılar (emeklilik, sağlık, eğitim vb.) ABD’de de burjuvazi tarafından yürütülüyor. Bunun ilerleyen dönemde daha da artacağı açık. ABD’li egemenler işçi sınıfı üzerindeki bu basıncın kendileri açısından tehlikeler doğurabileceğini gayet iyi biliyorlar. Bu nedenle şimdiden “terör” bahanesiyle baskıcı yasa ve uygulamaları hayata geçiriyorlar. Aslına bakılırsa ABD burjuvazisi gerçek “önleyici vuruşu” işçi sınıfına karşı yapmakta. Biriken patlama dinamiklerinin kendisini en çok göstermesi muhtemel kesimlerden birisi de siyahların yanı sıra göçmen işçiler. Bu göçmen işçilerin çok büyük bir bölümünün Latin Amerika kökenli olması günümüzde özel bir boyut da kazanmış durumda. Latin Amerika’nın genelinde yükselen devrimci dalganın bu göçmenler üzerinde de etki yapma olasılığı var. Bu insanlar memleketlerindeki akrabalarıyla sıkı ilişki içindeler ve ABD’de maruz kaldıkları baskı altında oradaki havadan etkilenmeleri hiç de zor değil. Latin Amerika’daki sol rüzgârların ABD karşıtı bir söylem taşıyor olmasını da burada ayrıca hesaba katmak gerekiyor. Diğer taraftan tüm kapitalist ülkelerde olduğu gibi, sistemin hastalıkları için yerli işçi sınıfına her zaman kolay hedef olarak gösterilebilecek suçlular icat edilir. Göçmen işçiler her zaman ideal günah keçileri yapılmışlardır. ABD’deki sorunun temel yönlerinden biri de budur. ABD burjuvazisi, sıkıp suyunu çıkardığı göçmen işçileri şimdi “ülkenin sır-
Mayıs 2006 • sayı: 14
tındaki yük” olarak gösteriyor. Bu yüzden de, göçmenleri tamamen kontrol altında tutmak ve ihtiyaç fazlasını kapı dışarı etmek için yeni yasalar hazırlıyor. Şu anda çıkarılmak istenen “Sınır Koruma, Antiterörizm ve Yasadışı Göç Kontrol Yasası” (HR 4437), kaçak göçmenliği federal bir suça dönüştürüyor ve bu durumdaki işçilerin yanı sıra onlara yardım edenleri de suçlu ilan ediyor. Örneğin kaçak durumundaki hasta bir göçmen işçiye yardım eden doktorlar ya da sağlık merkezleri suçlu sayılacak. Keza onları örgütlemeye ya da haklarını savunmaya çalışan sendikalar, çocuklarına eğitim veren öğretmenler ve eğitim kurumları vs. de öyle. Her yıl ortalama 400 işçi sınırı geçmeye çalıştığı sırada ABD polisi tarafından öldürülürken, bu yasa tasarısı, sınır polisi sayısının arttırılmasını, donanımının güçlendirilmesini, kontrollerin sıkılaştırılmasını ve Meksika sınırına yüksek bir duvar örülmesini öngörüyor. Latin Amerika’nın tümünü kapsayacak serbest ticaret anlaşmalarını kabul ettirerek sermayenin önündeki tüm engelleri kaldırmak ve işçi sınıfını dilediği gibi sömürmek ve ezmek isteyen ABD burjuvazisi, sıra emeğin serbest dolaşımına gelince, ülkesinin sınırlarına devasa duvarlar çekmeye koyuluyor. Tasarıda göçmenler üç kategoriye ayrılıyor: beş yıldan uzun bir süredir ABD’de olanlar, altı yıl daha kesintisiz çalıştıktan sonra sürekli yerleşim izni için başvurabilecekler, 60 günden daha uzun süre işsiz kaldıklarında ise sınır dışı edilecekler. Bunların ayrıca 2000 dolar para cezası ödemeleri de gerekiyor. 2-5 yıldır ABD’de olanlar, geçici çalışma vizesi için başvurmak üzere ABD’yi terk etmek zorundalar. 2 milyon civarında kaçak göçmeni kapsayan
marksist tutum
üçüncü grup ise, 1 Ocak 2004 sonrasında ülkeye girenlerden oluşuyor. Bunlar derhal sınır dışı edilecekler. Egemen sınıf, kendi sisteminin yarattığı işsizlik karşısında, “işinizi onlar elinizden alıyor” propagandası yaparak suçluyu ilan ediyor: göçmen işçiler! Üstelik onlar “yabancı” ve dolayısıyla da potansiyel teröristler! Burjuvazi bir yandan göçmenleri en kötü çalışma koşullarında en düşük ücretlerle çalıştırırken, öte yandan bu durumu yerli işçilerin ücretlerini geriye çekmenin bir aracı olarak kullanıyor. Aynı şekilde, hiçbir sosyal güvencesi olmayan ve bu şartlarda çalışmaya hazır olan milyonlarca işçi, sigortalı işçilerin tepesinde demoklesin kılıcı olarak kullanılıyor. Bu nedenle ülkedeki kaçak göçmenler, pek çok kapitalistin işine geliyor ve burjuvazinin bir kesimi bu yasanın çıkmasına itiraz ediyor. Örneğin tarımda esas olarak göçmen işçilerin çalıştırıldığı güney eyaletlerinde, tarım burjuvazisi, kendi sektörlerinin bu yasadan muaf tutulmasını istiyor. Elbette işçileri değil kendi ceplerini düşündükleri için. Gerek Demokrat Partinin gerekse Cumhuriyetçilerin bazı kesimlerinin yasaya şimdilik sıcak bakmamalarının bir nedeniyse gelecek yıl yapılacak seçimler. Milyonlarca Latin ve Asya kökenlinin oylarını kaybetmek kuşkusuz bu burjuva partilerin işine gelmiyor. Demokrat Parti ise tıpkı 60’larda siyah hareket üzerinden prim toplamak istediği gibi, şimdi de Latin kökenlilerin yarattığı bu hareketten oportünist bir şekilde yararlanmak istiyor. Bütün bunlarla birlikte burjuvazinin tüm kesimlerinin ortak korkusu, göçmen işçilerin tepkilerinin Amerikan işçileri tarafından da sahiplenilerek mücadelenin ortaklaştırılmasıdır. Tüm dünya işçileri gibi, ABD işçileri de, emeklilik, sağlık, ücret ve çalışma koşullarına yönelik büyük bir saldırıyla karşı karşıyalar. Fakat tüm dünya işçi sınıfının yüz yüze bulunduğu örgütsüzlük nedeniyle onlar da güçlü bir tepki yükseltemiyorlar. Ne var ki gerek göçmen işçilerin sorunlarının, gerekse yerli işçilerin sorunlarının ortak bir mücadele yürütülmeksizin çözülmesi olanaksızdır. Göçmen ve yerli işçiler, ancak tek bir sınıfın parçası oldukları bilinciyle, “birimize yapılan saldırı hepimizedir” şiarıyla enternasyonalist bir mücadele yürüttükleri takdirde burjuvazinin saldırılarını geri püskürtebilir ve onu tahtından indirebilirler. Aksi takdirde bundan en kârlı çıkacak olan, sınıfın çeşitli kesimlerini birbirine düşman eden ve onlar arasında yarattığı rekabetten kendi çıkarları doğrultusunda yararlanan burjuvazi olacaktır. n
23
Platform Sürekli Devrim 44. Emperyalizm çağında işçi sınıfının siyasal iktidar hedefini, proleter devrim için olgunlaşmış ve olgunlaşmamış ülke ayrımı temelinde somutlamanın anlaşılabilir ve onaylanabilir bir yanı yoktur. Proletaryanın zaten bağımsız bir rol oynayamayacak denli cılız olduğu istisnai gerilikteki bazı ülkeler bir yana bırakılacak olursa, aslında tüm ülkeler için işçi iktidarı mümkün ve savunulması gereken hedeftir. Bu hedefin önüne dikilecek farklı siyasal iktidar aşamaları anlayışı, devrimin yenilgisine çıkartılmış bir davetiye olmaktan başka bir anlama gelmeyeceği için reddedilmelidir. Ancak iktidar mücadelesinde işçi sınıfının, her bir ülkenin özgül koşullarına göre belirlenen bazı özgül talepleri olacaktır. Ama bu talepler her durumda geçişsel bir niteliğe kavuşturularak, işçi sınıfının siyasal iktidarı zaptetmesine köprü oluşturabilecek tarzda ileri sürülmelidir. 45. Küçük-burjuva sol iktidarlar ya da proletarya hegemonyası altında gerçekleşmeyen sözde devrimci koalisyonlar, son tahlilde burjuva işbirliğiyle sonuçlanır. Tarihsel deneyimlerin kanıtladığı üzere, emperyalizm çağında demokratik dönüşümlerin de, kapitalizmi tasfiye edecek sosyalist dönüşümlerin de üstesinden gelebilecek devrim proleter devrimdir. 46. Başlamış olan bir toplumsal devrimi, ulusal ölçekte durdurmaya, dondurmaya, yerel sınırlara hapsetmeye çalışma eğilimi ise, küçük-burjuva devrimciliğinin karakteristik özelliğidir. Bu nedenle, devrim ancak işçi iktidarı sayesinde sürekli kılınabilir. Gerillacılık vb. gibi hareketler ne denli radikal görünürlerse görünsünler, küçük-burjuva devrimcisi bu tür siyasal yapılanmalara dayanan iktidarlar altında devrimler “ulusal kalkınmacılık” çizgisinden öteye geçemezler.
Emperyalist Savaşlar ve Marksist Tutum 47. Emperyalist tekeller arasındaki rekabet ve paylaşım mücadelesi her zaman “barışçıl” bir politika temelinde yürümez. Hegemonya mücadelesi temelinde birbirleriyle kozlarını paylaşmaya girişen emperyalist güçler arasında gerginleşen ekonomik, siyasal, diplomatik ilişkiler yansımasını askeri alanda buluverir. Dünyanın ye-
24
Kapitalizm insanlığa cehennemi yaşatıyor. Bir avuç kapitalis yoksulluk ve yoksunluğun, işsizliğin, inanılmaz bir eşitsizlik gelmez bir çürüme ve yabancılaşmanın pençesinde kıvrandırıyo tahrip ediyor. Bu gidişi durdurmadığı takdirde insanoğlunu Üstelik bu kara tablo, bir yeryüzü cenneti yaratmanın araçları i açıcı başarıları, insanlığı özgürleştirmek yerine daha da köleleş ulus devlet engeli artık dayanılmaz bir cendereye dönüşmüştü olduğuna işaret ediyor. Ya İnsanlığı bu bataklıktan kurtaracak ve sosyalizme götürecek inatçıdır! İşçi sınıfı yok olmak şöyle dursun, büyümüş, geli nüfusunun çoğunluğunu işçi sınıfı oluşturmaktadır. Gerçekte işçi sınıfının bileşimi ve kapsamındaki değişimleri göstermekted beri vardır. Gerçek şu ki, dünya üzerinde işgücünü bir ücret sınıfının bugün de zincirlerinden başka kaybedecek bir niden paylaşılması için yürütülen emperyalist savaşlar, bu paylaşıma eşlik eden şiddet politikası, yükselen militarizm emperyalizm çağının ayırdedici özellikleridir. Emperyalizm, dönek Kautsky’lerin iddia ettiği gibi sermayenin arzu edilmeyen arızi bir saldırgan dış politikası değil, çağdaş kapitalizmin bizzat özü, ta kendisidir. 48. Günümüzde liberal solun savunduğu Kautskyci eğilim, mali sermaye grupları arasındaki uluslararası griftleşmenin artış eğiliminden, artık barışçı bir kapitalizm döneminin açılmakta olduğu sonucunu çıkartır. Bu yaklaşım, tekelci birliklerin giderek tek bir dünya tröstü yaratacağı ve böylece rekabet ve bunalımları ortadan kaldıracağı yolundaki “ultra-emperyalizm” çözümlemesinden türetilir. Bugün bu eğilim dünya burjuvazinin küreselleşme propagandasından etkilenen liberal solun globalizm yandaşlığında somutlanıyor. Oysa ki orijinleri farklı ülkelerde olan büyük sermaye grupları uluslararası alanda birbirleriyle girift ilişkiler içinde olsalar da, bu yine de rekabet içindeki bir birlikteliktir. Dolayısıyla rekabetin kızışması emperyalist ülkeler arasında menfaat çatışmalarını yoğunlaştırır, kendi çıkarlarını koruma temelinde “korumacılık” eğilimlerini besler, birbirlerine karşı farklı bloklaşmaları doğurur ve emperyalist savaşlara yol açar. 49. Günümüzde emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki rekabet ve hegemonya mücadelesinde, herhangi bir nüfuz alanını yeniden paylaşmak amacıyla çeşitli bölgelerde giriştikleri askeri müdahaleler haksız savaşların en tipik örneğidir. Fakat yayılmacı maceralara yalnızca em-
mumuz /2
stin saltanatı, gezegeni dolduran milyarlarca insanı, açlığın, ve adaletsizliğin, kanlı savaşların, zulüm ve işkencenin, dibi or. Kâr hırsına dayanan bu saltanat, tüm doğayı da acımasızca u bekleyen akıbet, misli görülmemiş bir barbarlık olacaktır. insanlığın elinin altındayken oluyor. Bilim ve teknolojinin çığır ştiriyor. Üretici güçlerin gelişiminin önündeki özel mülkiyet ve ür. Bu durum insanlığın önündeki tek çıkış yolunun sosyalizm Ya sosyalizm ya barbarlık! tek güç, artık “nesli tükendi” denilen işçi sınıfıdır. Gerçekler işmiş ve nesnel olarak daha da güçlenmiştir. Bugün dünya işçi sınıfının “bitişine” kanıt olarak gösterilen olgular, sadece dir. Bu değişim ise, sadece bugün değil işçi sınıfı varolduğundan t karşılığında satarak yaşamaya çalışan milyarların yani işçi şeyleri yoktur. Kazanacakları ise koskoca bir dünyadır! peryalist ülkeler başvurmaz. Bugün, emperyalistleşmeye çabalayan kapitalist ülkelerin (örneğin Türkiye, Yunanistan, İran ya da Irak gibi) kendilerine nüfuz alanı yaratabilmek amacıyla kendi bölgelerinde kışkırttıkları savaşlar da haksız savaşlardır. Bu tür savaşlar karşısında takınılacak doğru tutum, diğer ülkenin burjuvazisine karşı “kendi” burjuvazisinin savaşını desteklemek, onunla aynı cephede bir “ulusal” savaş yürütmek olamaz. 50. Öte yandan çeşitli kapitalist ülkeler arasında patlak veren haksız savaşların arkasında yer alan büyük emperyalist güçleri de görmek gerekir. Bunu görmek istemeyenler ve hiyerarşide daha altta yer alan kapitalist ülkelerin gerçekte büyük emperyalist ülkelerin taşeronları olarak kapıştıklarını kavramayanlar, şu ya da bu kapitalist devleti “ezilen ulus” statüsüne sokmaya teşebbüs ederek işçi sınıfının mücadelesini fena halde sekteye uğratırlar. 51. Kapitalist bir ülkede proletaryanın önünde duran tarihsel hedef, proleter devrimdir. Fakat ulus-devletin kuruluş aşamasını çoktan geride bırakmış kapitalist bir ülkenin yabancı bir devletin işgaline uğraması veya bir toprak ilhakının gerçekleşmesi durumunda da proletaryanın önüne bir çeşit “ulusal sorun” dikilebilir. Böylesi durumlarda devrimci proletaryanın görevi, emekçi kitleleri ulusal bir başkaldırıya iten ortamdan yararlanarak mücadeleye atılan kitlelerin önderliğini ele geçirmek ve bu mücadelenin “ulusal birlik” yanılgısıyla burjuva güçlerin hegemonyasına geçmesini engellemektir. Ancak
bu sayede geniş işçi ve emekçi kitlelerin mücadelesinin toplumsal devrime ilerletilmesi mümkün olabilir. 52. Emperyalist paylaşım savaşları yalnızca klasik dünya savaşları biçiminde gerçekleşmez. 20. yüzyılda iki büyük emperyalist paylaşım savaşı yaşandı. Bunlar kendi dönemlerinin koşullarına özgü birinci ve ikinci emperyalist dünya savaşlarıydı ama sonuncusu olmayacaklar. Diğer taraftan emperyalist dünya savaşlarının yalnızca geçmişte yaşanan biçimiyle algılanması, savaş sorununa yanlış ve yetersiz bir yaklaşım olur. Emperyalist savaşın biçiminin ve kapsamının ne olacağı tali bir sorundur. Önemli olan, yaşanan savaşın özü, onun hangi politikaların devamı olduğudur. Çeşitli emperyalist güçler, kendi aralarındaki kozları paylaşmak üzere, geliştirdikleri en modern ve en ürkütücü silahları kullanarak dünyayı bugün de büyük bir savaş cehennemine döndürebilirler. 53. Proletarya, birbirleriyle boy ölçüşmek üzere karşı karşıya gelen kapitalist ülkelerden hangisinin savaştan daha avantajlı çıkacağı temelindeki bir hesaplaşmada taraf olamaz. Böyle bir savaşı yürüten kapitalist ülkeler proleterleri açısından sorun, “kendi” burjuva hükümetlerinin yenilgisini istemek ve emperyalist savaşı kapitalist sömürü düzenine son verecek bir sınıf savaşına çevirmeyi başarmaktır. Bu nedenle, işçi sınıfının emperyalist savaş çılgınlığına karşı savunacağı hedef pasifist bir “barış” istemi olamaz. Dünyaya barış ancak işçi sınıfının kapitalist sisteme karşı yürüteceği savaşla gelebilir.
Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri 54. Günümüzde sayıları çok azalmış da olsa hala varlığını sürdüren sömürgeler ve ulus-devletini kurmaya çalışan ezilen uluslar açısından “ulusal kurtuluş” hedefi, gecikmiş bir tarihsel sorunun, ulusal sorunun çözümünü içerir. Ve bu temelde gelişen ulusal kurtuluş savaşları devrimci proletaryanın desteklediği haklı savaşlar olma niteliğini sürdürürler. 55. Sınırlı kapsamına rağmen ulusal kurtuluş mücadeleleri, yine de iki nedenle proletaryanın çıkarınadırlar. Birincisi, asıl olanın proletaryanın kapitalist düzeni yıkmayı hedefleyen mücadele birliği olduğu gerçeğini gölgele-
25
marksist tutum
yen “ulusal mücadele” sorununun aşılması. İkincisi, ulusal bağımsızlık istemiyle ayaklanan yığınları, proletarya hegemonyası altında gerçek kurtuluş ve özgürlük savaşımına, yani toplumsal devrime yöneltebilme olanağı yaratması. Öte yandan, ulusal sorunun çözümü, işçi sınıfı ve emekçi kitleler açısından asıl sorunun kapitalizm olduğunu ve emperyalist-kapitalist dünya sistemi yıkılmadıkça, her türlü ekonomik eşitsizliğin (ve dolayısıyla siyasal baskıların, ilhakların) yeniden ve yeniden üretileceğini gözler önüne serer. 56. Devrimci proletarya açısından ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkı, özünde ayrı devlet kurma hakkıdır. Fakat proletaryanın devrimci programı, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanındığını söylemekle yetinmez. Çünkü burjuvazi de, siyasal içeriğinin iyice boşaltılması koşuluyla bu hakkın tanınmasından söz edebilir. O nedenle, devrimci proletarya bu hakkın tanınmasına bağlı olarak şu hususlarda da bir mücadele yürütmelidir: Ezen ulusun, siyasal yönden ayrılma hakkı için mücadele eden ezilen ulusa karşı kuvvet kullanmasına kesin olarak karşı çıkılması, Ayrılma hakkının fiilen kullanılıp kullanılmayacağına karar vermenin ezilen ulusun sorunu olduğunun savunulması, Ezilen ulusun ayrılma hakkına karşı çıkan, ezilen uluslara ve ulusal topluluklara baskı uygulayan ya da uygulanmasını savunan tüm siyasal görüşlere karşı ideolojik savaşım yürütülmesi, Ulusal ayrıcalıklara ve resmi bir devlet dili olmasına kesinlikle karşı çıkılması. 57. Yürüyen bir ulusal kurtuluş mücadelesi sürecinde ezilen ulusun ayrılma hakkı tanınmadıkça, “ulusal sorun” genelde varlığını sürdürecek, ezen ve ezilen ulus işçi sınıfının birliğinin önünde engel oluşturmaya, böyle bir birlik gereksinimini gölgelemeye devam edecektir. İşte bu nedenle devrimci proletaryanın programı, gerçek bir siyasal çözümün, “ulusal kültürel özerklik” türünden liberal gevezeliklerle gündemden uzaklaştırılmasına karşıdır. 58. Burjuva demokratik içerik taşıdığı vb. gerekçesiyle ulusal bağımsızlık mücadelesi temelinde işçi sınıfının burjuvaziyle cephe birliğini savunmak, böyle bir işbirliği temelinde strateji geliştirmek daha baştan proletaryanın devrimci hegemonyasından vazgeçmek anlamına gelir. Hangi sorun olursa olsun, işçi sınıfının devrimci öncüsü mücadeleye kendi sloganlarıyla, kendi talepleriyle, kendi bayrağıyla katılmalı, ideolojik ve örgütsel bağımsızlığından asla taviz vermemelidir. 59. Devrimci proletarya her ulusal bağımsızlıkçı görünen hareketi desteklemekle yükümlü değildir. Tarihsel açıdan ileri bir istemle hareket etmeyen, gerici, hatta em-
26
Mayıs 2006 • sayı: 14
peryalist güç odaklarından birinin oyuncağı haline gelmiş -dolayısıyla ulusal kurtuluş mücadelesi kapsamında da değerlendirilemeyecek olan- ulusal hareketlere destek vermek proletaryanın çıkarlarıyla bağdaşmaz. 60. Ezilen ulusun haklı mücadelesinin desteklenmesi, ezilen ulus burjuvazisinin şovenizmine prim vermeyi gerektirmez. Sömürge ülkeler ya da ezilen uluslar burjuvazisinin doğası gereği devrimci olduğu düşüncesi, devrimi ulusal kurtuluş hedefiyle sınırlayan bir zihniyetin ürünüdür. 61. Devrimci proletarya, zor yoluyla gerçekleştirilmeyen fakat tarihin belirli bir kesitinde, somut koşulların mümkün kıldığı ulusların bir kaynaşmasını olumlu karşılar. Proletaryanın, tarihsel açıdan olup bitmiş, gerçekleşmiş bir uluslar birliğini tekrar eski bileşenlerine ayırmak gibi bir sorunu ya da bundan çıkarı olamaz. 62. Ezen ve ezilen ulusun devrimci işçilerinin ulusal sorunun çözümünde izlemeleri gereken politika taktikler düzeyinde farklılaşsa bile aynı öze sahip olmalıdır. Öte yandan, ayrılma hakkının tanınmasını, proletaryanın ulusal ayrılıklar temelinde örgütlenmesi noktasına kadar genişletmek ise dar kafalı milliyetçilikten başka bir şey olamaz. Proletaryanın tarihsel çıkarları açısından asıl olan, ezen ve ezilen ulus proleterlerinin ortak devrimci iktidarının kurulabilmesi ve bu nedenle ayrılma hakkının tanınması temelinde, ezilen ulusun emekçi kitlesinin birlik yönündeki gönüllü iradesinin oluşturulmasıdır. Ancak somut koşulların farklılığına bağlı olarak, aynı hedefe varabilmek için işçi sınıfının enternasyonalist politikası özde bir fakat propaganda ve taktiklerde farklı olabilir. Ortak hedefe ancak, ezen ulus komünistlerinin ayrılma hakkını tanımaları ve ezilen ulus komünistlerinin ise, propagandada ağırlığı birliğe vermeleri ile ulaşılabilir. 63. Sınıfsal çıkarları bütün ülkelerin işçilerinin birliğini gerektiren ve tarihsel misyonu, ulusların gönüllü birliğini ve kaynaşmasını sağlayarak ulusal ayrılıklara son vermek olan proletarya açısından “ulusal sorun”a verilen destek, “olumsuz” bir görevin yerine getirilmesi anlamını taşır. Proletarya için “olumlu” görev, ulusal ayrılıkların derinleşmesi ve yaygınlaşması değil, olabildiğince büyük ulusal birimleri kucaklayarak ilerleyen bir dünya devrimiyle ulus-devletlerin yıkılması ve ulusların gönüllü birliğine giden yolun döşenmesidir.
Kapitalist Toplumda Kadın ve Çevre Sorunu 64. Günümüzde işçi sınıfından umudu kesip “yeni toplumsal dinamikler” arayışına giren çevreci, feminist, vb. akımlar ne kadar radikal görünmeye çalışırlarsa çalışsınlar, kapitalist sisteme esaslı bir karşı duruş içinde
Mayıs 2006 • sayı: 14
değildirler. 65. Kadınların ezilmesi olgusu, toplumun sınıflara bölünmesi kadar eskidir ve ortadan kalkması da ancak sınıfsız topluma ulaşılmasıyla mümkündür. Bu nedenle kadın sorununun çözüm yolu proleter devrimden geçer. Her türlü toplumsal ayrımcılığa ve baskıya karşı mücadele yürüten devrimci proletarya ezilen cinsin sorununu sınıfsal ayrım temelinde kavrar. Kadın sorununu sınıflarüstü bir sorunmuş gibi, kadın ve erkek cinsi arasındaki bir mücadeleye indirgemek isteyen burjuva ve küçük-burjuva feminizmini reddeder. 66. İnsanın sömürüsünde sınır tanımayan kapitalizm elbette doğanın sömürüsünde de sınır tanımaz. Ozon tabakasının delinmesi, küresel ısınma, çevre kirliliği, biyolojik çeşitliliğin acımasızca yok edilmesi, ormanların hızla tüketilmesi, kuraklık ve çoraklaşma vb. son yıllarda etkileri giderek daha çok hissedilen ve tüm gezegeni tehdit eden yakıcı sorunlardır. Bu dev sorunların tek sorumlusu, tabiatı gereği anarşik olan kapitalist üretim sistemidir. Ancak ve ancak doğayla uyumlu, planlı bir üretim bu sorunları çözebilir. Kapitalizm yok edilmeden bu sorunların çözülebileceğini vaaz eden çevreciler, yeşiller vb. sahtekârca bunu örtbas etmektedirler. Bu sorunları da çözebilecek olan tek güç işçi sınıfıdır.
İşçi Sınıfının Mücadele Yöntemleri ve Araçları 67. İşçi sınıfının kurtuluşu ancak kendi eseri olabilir. Fakat işçi sınıfını kurtuluşa taşıyacak siyasal bilinç, sınıfın kitlesinin gündelik mücadeleleri içinde kendiliğinden doğmaz. İşçilerin bilincinin devrimci siyasal mücadele bilinci düzeyine yükseltilebilmesi ve sınıfın devrimci siyasal örgütlülüğünün sağlanabilmesi için, bu uğurda sınıf hareketi içinde yorulmak bilmeksizin çaba sarfeden ve Marksist teoriyle donanmış bir öncü örgütlenmeye ihtiyaç vardır. 68. Proletaryanın kurtuluş mücadelesinin devrimci enternasyonalist içeriği doğru kavranıp buna uygun bir mücadele uluslararası düzeyde örgütlenemezse, ulusal düzeyle sınırlı devrimci çabalar sonuçsuz kalacaktır. Yani proleter dünya devrimi bir enternasyonal olmaksızın düşünülemez. Dünya devrimini isteyen onun aracını da istemek zorundadır. Günümüz koşullarında işçi sınıfının enternasyonal düzeyde örgütlenmesi yalnızca dünya devriminin başarısı açısından değil, yerel ve kısmi ekonomik mücadelelerin zaferi için dahi vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. 69. İşçi sınıfının önderliği, bizzat onun fiili mücadelesi içinde yer alarak, sınıfın ekonomik mücadelesinden en kapsamlı siyasal mücadelesine dek her sorunda yol gösterici, örgütleyici olmayı başararak kazanılabilir. Kera-
marksist tutum
meti kendinden menkul iddialarla, küçük-burjuvaca rekabet ve reklâmlarla önder olunamaz. 70. Gündelik ekonomik mücadele özü itibariyle düzen içi bir mücadeledir fakat işçi sınıfının giderek büyüyen kitlesini mücadeleye seferber etmek bakımından vazgeçilmez önemdedir. Kapitalizm altında sendikalar işçi sınıfının en önemli kitle örgütleridir ve bugün de hâlâ bu tarihsel konumlarını devam ettirmektedirler. Çünkü bunların yerine başka tipte herhangi bir kitlesel işçi örgütlülüğü yaratılabilmiş değildir. 71. Ne var ki işçi sınıfı mücadelesinin gerilediği tarihsel koşullarda sendikalarda düzenle bütünleşme eğilimlerinin güç kazanması daha önceden görülmemiş bir durum değildir. Fakat burjuva devlet aygıtıyla iç içe geçen bir bütün olarak sendikalar değil, onların başına çöreklenen sendikal bürokrasidir. Sendikal bürokrasiye karşı mücadele işçi sınıfının kitlesini yalnız başına bırakarak, “yeni ve kirlenmemiş işçi örgütleri” oluşturmaktan geçmez. Sendikaları yeniden mücadeleci kitle örgütleri düzeyine yükseltmek, mevcut sorunları bahane ederek sendikalardan kaçmakla değil, sorunların altında ezilmeksizin onları çözmek üzere mücadeleye atılmakla mümkün olabilir. 72. İşçi sınıfı, mücadelesini, bu mücadelenin içeriğine uygun yöntem ve araçlarla yürütür. Sınıfın kitlesel mücadelesinin yerine kendi örgütlülüklerini ve maceracı yöntemlerini ikame eden küçük-burjuva akımlar, son tahlilde sınıf mücadelesine zarar verirler.
Geleneğimiz 73. Dünya işçi sınıfının enternasyonalist savaşımına yol gösteren temel çizgi 150 yıldır verilen sayısız mücadeleler içinde oluşturulmuş ve bu uğurda binlerce komünist can vermiştir. Bu enternasyonalist devrimci çizginin bugün de takipçisi olanlar, Marksist geleneğin en önemli kurucu önderleri olarak Marx, Engels, Lenin, Rosa Luxemburg ve Troçki’yi kabul ederler. 74. Marx ve Engels’in Komünistler Birliği’ni örgütleme çabaları ve I. Enternasyonal’in kuruluşuyla başlayan devrimci zincirin halkalarını oluşturan Lenin dönemi Bolşevik Partisi, ilk dört kongre dönemindeki III. Enternasyonal, Lenin’in ölümünden sonra Stalinizme karşı mücadele yürüten Troçki önderliğindeki Sol Muhalefet (Bolşevik-Leninistler), takiben Uluslararası Sol Muhalefet (Uluslararası Komünist Birlik) ve Troçki döneminde yaratılmaya çalışılan IV. Enternasyonal’in kuruluşunda temsil ettiği genel ideolojik-politik miras, sahip çıkılması gereken geleneğimizdir. www.marksist.com sitesinden alınmıştır
27
Korkunun Ecele Faydası Yok İlkay Meriç
E
konomik yükselişin canlı ve uzun erimli yaşandığı İkinci Dünya Savaşı sonrasında, burjuva politikacılar önceki dönemin saldığı devrim korkusunun da etkisiyle, ister istemez topluma daha güzel bir dünya ve daha güzel yarınlar vaat etmek zorunda kalıyorlardı. O sıralarda kapitalist dünyanın öcüsü SSCB idi ve sosyalist düşünceye içsel olan daha güzel bir dünya özlemi, iki kamp arasındaki rekabette, burjuva politikacılar tarafından da kitle desteği kazanmak üzere istismar ediliyordu. Fakat SSCB’nin çöktüğü ve işçi sınıfının her alanda büyük bir yenilgiye uğrayıp örgütsüzleştiği 90’lı yıllarla birlikte, ne burjuvaziyi güzel bir dünya vaat etmeye zorlayan bir itici güç kaldı ne de kapitalizmin buna yetecek soluğu. O günlerden bu yana burjuva politikacılar bireysel kurtuluş hayalini körükledikçe körüklüyorlar. Ve artık vaatleri, insanları çeşitli biçimlerde somutlaştırdıkları düşmanlardan ve kötülüklerden korumak üzere daha güçlü bir devlet yaratmanın ötesine geçemiyor. Kapitalizm insanlığı her geçen gün daha büyük felâketlerin içine sürüklerken, yoluna ancak, toplumun buna vereceği olağan tepkileri çeşitli mekanizmalarla ve yöntemlerle engelleyerek devam edebiliyor. Egemen sınıfın elinde, kitleleri isyan etmekten alıkoymak, daha rahat yönetmek, yönlendirmek, sindirmek ve gerektiğinde ilan ettiği reel ya da sanal düşmanlara karşı seferber etmek amacıyla pek çok aygıt var. Ve kuşkusuz bunların önemli bir bölümünü, devlette cisimleşen baskı aygıtlarından hiç de daha az güce ve etkinliğe sahip olmayan ideolojik aygıtlar oluşturuyor. Kapitalist gelişmişlik düzeyi arttıkça ve dolayısıyla burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki çelişki daha belirgin hale geldikçe, ideolojik baskı aygıtlarının düzeni korumak yönünde oynadıkları rol de alabildiğine büyümektedir. Düzenle bütünleşen siyasal partiler, eğitim, medya, din, spor, sanat bu aygıtlardan birkaçı olmakla birlikte, bunlar arasında medya, özellikle günümüzde, burjuvazinin bilinç bulandırma ve yönlendirmeye dönük propaganda savaşında tartışmasız önemde bir role sahip. Başrolü de elbette görsel medya, yani televizyon oynuyor.
28
Mayıs 2006 • sayı: 14
“Her yer tehditle dolu, evden dışarı çıkma!” Günümüzde teknolojinin ve medya tekniklerinin ulaştığı düzey sayesinde, her türlü görüntü istenilen çarpıcılığa kavuşturulabilmekte ve bu yolla habere muazzam bir inandırıcılık kazandırılabilmektedir. Bütünden koparılarak defalarca peşpeşe gösterilen kareler, iyi uydurulmuş bir de metinle birleştiğinde, izleyicinin yalanın en kuyruklusunu bile afiyetle sindirmemesi için ortada hiçbir neden (güçlü bir bilinç faktörü dışında) kalmamaktadır. Burjuvazinin çıkarları doğrultusunda korku salma, sindirme ve yönlendirme harekâtı, böylece, günün 24 saati evlere servis şeklinde yürütülmektedir. Örneğin, her 1 Mayıs öncesinde, kitlelere uygulanan devlet terörü görüntülerinin al baştan defalarca gösterilmesi, “1 Mayısın kana bulanacağı” yolunda kasıtlı söylentilerin ve düzmece haberlerin öne çıkarılması, ordu ve polisin yan kolu gibi çalışan burjuva medyanın bildik huylarından biri haline gelmiştir. Sadece 1 Mayıslar değil, her türden işçi ve öğrenci eylemi, ekranlara ve gazetelere benzer şekilde aksettirilmektedir. Devletin kolluk güçlerinin azgın saldırıları, bunların aslında kimin çıkarlarına hizmet ettiğini düşündürtmek üzere değil, tersine kitleleri korkutmak ve sindirmek amacıyla ekranlarda sergilenmektedir. Topluma verilen mesaj nettir: bu tür eylemlere teröristler gidiyor, başınıza her an bir şey gelebilir, mümkünse o günlerde sokağa dahi çıkmayın! Benzer operasyonlar ve toplum biçimlendirme çalışmaları sadece bu tür eylemler üzerinden yürümüyor kuşkusuz. Burjuvazi her türden olayı ve olguyu kendi uzun ya da kısa vadeli çıkarlarına tabi kılarak kullanıyor. Bu arada, gerekli çarpıtmalar ise ortalama insanın gözüne asla batmayacak şekilde ince ayardan geçirilerek yapılıyor. Medyanın yarattığı tehdit unsurlarından biri, bir dönem, sokaklarda binlercesinin elinde satır-bıçak dolaştığı ve gelen geçene saldırdığı izlenimi yaratılan tinercilerdi. Tiner kullanan çocuklar televizyonlarda toplumu tehdit eden katiller ve caniler olarak gösterilip bir korku faktörü olarak kullanıldılar. Tinercileri kapkaççılar izledi. Televizyonlarda her gün gösterilen birkaç kapkaç vakası sayesinde insanlar sokağa çıkmaktan, yolda tek başlarına yürümekten korkar hale getirildiler. Ve ardından sıra okullarda şiddet paranoyasına geldi. Son dönemlerde medyada sık sık karşılaştığımız bu abartılı haberlerin de, okullarda her gün onlarca çocuğun birbirini bıçakladığı, çocukların devlet okullarında hiçbir güvenliklerinin kalmadığı izlenimi yaratmak ve tüm toplumu korku ve endişeye sürüklemek üzere hazırlandığını görüyoruz. Okul yönetimlerinin ve ailelerin polisle işbirliği ve okullara kameralı takip sistemlerinin kurulması propagandası temeline oturtulan bu “yararlı” yayınların küçük-burjuvazi üzerinde oldukça önemli bir etki yarattığına ve dersini içselleştirmesine hayli yardımcı olduğuna hiç şüphe yok. Çocukları gözlerinin önünden ayrılınca içleri rahat etmeyen, onları eve kapatıp saksı içinde yetiştirme çalışmalarında hayli yol kat
marksist tutum
eden bu sınıfın mensupları, pek muhtemelen, bu yıl hayata geçirilmesi planlanan teşvikli özel okul uygulamasının faidelerini de yeterince kavramışlardır! Burjuvazinin kârı bu kadarla sınırlı değil elbette. Bunlar, liselerde artan politizasyonun önünü kesmek, gençliği denetim altında tutmak, polisin okulları karakol haline getirmesini meşrulaştırmak, bu yolla korku salıp tüm toplumu paniğe ve acz hissine sürüklemek ve sonunda devlet otoritesini talep eder hale getirmek gibi daha büyük hesapların sadece yan ürünleridir. Egemen sınıfın kısa ya da uzun erimli politikalarına göre çarpıtılmış haberlerin konuları da değişmektedir. Nitekim okullardaki şiddete ilişkin yayınlar, tüm toplumu daha derinden kuşatacak ve burjuvaziye atacağı adımlarda yardımcı olacak bir korku kaynağı ilan etme gereği doğduğunda ağırlığını yitirdi. Yukarıda sözünü ettiğimiz acz duygusu ve otorite talebi, artık daha güçlü bir düşmanla, “terör” öcüsüyle pekiştirilecekti. Diyarbakır’da yaşanan olayların ardından PKK’ye yönelik öfke kampanyası dört bir koldan hızla örgütlenirken, toplum “terör”le terörize edildi. Ve kaşla göz arasında, uzun süredir dillere dolanan ama çıkarılmasına bir türlü güçlü bahaneler yaratılamayan terörle mücadele yasası gündeme getirildi. Başkaldırıyı bıraktık, en ufak bir hak arama eylemini bile “terör” olarak değerlendirip yıllarca hapsi öngören “terörle mücadele” yasalarının çıkacağı müjdesi verilirken, bu “müjde” 240 bin askerle yürütüleceği söylenen “sınır” operasyonu haberiyle taçlandırıldı. Bu arada, toplum okullarda artan şiddetin ve yükselen terörün derdine düşürülmüşken, kısa günün kârı, nur topu gibi bir Sosyal Güvenlik Kurumu Kanunumuz olduğunu da belirtmeden geçmeyelim. İşte size “okullarda şiddet” ve “artan terör” haberleriyle yaratılan korku ortamı ve ardından adım adım devreye sokulan baskı-saldırı yasaları ve katliam operasyonları!
Korkunun ecele faydası yok İnsanlar içine sürüklendikleri panik havası sonucunda akılcılıktan uzaklaşarak her türlü akıldışı düşünceye açık hale gelirler. Burjuvazinin egemenliğini sürdürmek için başvurduğu yöntemlerden biri de, kitlelerin kolayca yönlendirilebilmelerine zemin hazırlayan bu toplumsal psikolojiyi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktır. Kapitalist sistemde, örgütlü korku, toplumu icat edilen ortak düşmana karşı devletin temsil ettiği otorite etrafında birleştirmek için kullanılan çok güçlü bir araçtır. Egemen sınıfın çıkarlarına göre, korku unsurları ülkeden ülkeye, dönemden döneme değişmektedir: diğer uluslar, göçmenler, komünistler, Siyahlar, Yahudiler, Müslümanlar, Kürtler, Çingeneler, terör, tinerciler, kapkaççılar… Bazen biri, bazen birkaçı… Burjuvazi, bu aracı kullanarak, sorgulamayan, itaat eden, kendisinden beklenen tepkileri düğmesine basıldığı anda ve basıldığı süre boyunca gösteren ve istendiğinde yine kabuğuna çekilen ortalama insan-
29
Mayıs 2006 • sayı: 14
marksist tutum
lar yaratmayı amaçlar. Bireylerin örgütlenerek bu tehditlerle başa çıkmalarının mümkün olmadığı, polisiyle, askeriyle, mahkemesiyle, hapishanesiyle güçlü bir devlete ihtiyaç olduğu ve ancak devlet otoritesinin bunlarla baş edebileceği düşüncesi ne kadar yaygınlaştırılabilirse, kapitalist sistemin devamı da o ölçüde sigorta altına alınır. Olağanüstü burjuva rejimlerin yürürlükte olduğu dönemlerde ya da bu olağanüstülüğün pek çok unsurunun dünya ölçeğinde olağanlaştırıldığı gericilik dönemlerinde (tıpkı içinden geçmekte olduğumuz dönem gibi), toplumsal paranoya, burjuva devletlerin sistematik saldırıları ve propaganda kampanyaları sayesinde alabildiğine tırmandırılır. Sınıf mücadelesinin keskinliğinin, sınıfın örgütlülüğünün, güven duygusunun, fedakârlığın, dayanışmanın doruklara vardığı devrimci dönemlerin tersine, bu tür dönemlerde, örgütsüzlük, atomizasyon, dağınıklık, bireycileşme, bencilleşme, içe kapanma ve derin bir güvensizlik duygusu ağır basar. Bu nesnel zeminden kaynaklı olarak toplum, her türden burjuva propagandasına ve provokasyonuna açık hale gelir ve böylesi dönemlerde toplumun kaBurjuvazinin yarattığı korku atmosferinden işçi sınıfı bir nasiplenirse küçük-burjuvazi bin nasiplenir. Bu yüzden, burjuvazinin yoğun ideolojik bombardımanlarından en çok etkilenen toplumsal kesim küçük-burjuvazidir. derini burjuvazi tayin eder. Kuşkusuz toplumun bu kadere razı oluşunda korku çok büyük bir role sahiptir. Burjuvazinin yarattığı korku atmosferinden işçi sınıfı bir nasiplenirse küçük-burjuvazi bin nasiplenir. Bu yüzden, burjuvazinin yoğun ideolojik bombardımanlarından en çok etkilenen toplumsal kesim küçük-burjuvazidir. Evi, arabası, ailesi, işi, onun kutsallarıyken ve tek yaşam felsefesi “kokmaz-bulaşmazlık” iken, egemen sınıfın yarattığı öcülerden duyduğu korku küçük-burjuvazinin hayatını kolay kolay bilincine çıkaramadığı bir cehenneme çevirir. Bu sınıfın tepkileri aslında çok tipiktir: Yolda çocuğunun başına bir şey geleceğinden korkup onu lise çağlarına kadar her gün kendi elleriyle okula getirip götürmeye çalışmak; depremden korkup her sarsıntıda panik ataklar geçirmek; kapkaççıdan, hırsızdan, terörden, şiddetten korkup tek başına sokağa adım atamaz ya da evde tek başına duramaz hale gelmek; yiyeceklerdeki, havadaki, sudaki, topraktaki kanserojen maddelerden korkup, organik gıdalarla, vitaminlerle vs. sağlıklı beslenebileceği zehabına kapılmak… Ama iş bu sorunları yaratan kapitalizme karşı mücadeleye geldiğinde, koca kıçını yerinden kaldırmadığı gibi, mücadele etmek isteyen herkese de engel olmaya çalışır. O, bütün bu çabalarının, korktuğu ne varsa başına geleceği bir eceli kendi elleriyle hazırlamaya hizmet ettiğinin bilincinde değildir.
30
Korkma, mücadele et! Kapitalizm, milyarlarca işçi ve emekçinin bir avuç sömürücüyü zengin etmek üzere posası çıkıncaya kadar çalışmak zorunda olduğu dünya ölçekli bir sömürü sistemidir. Sermaye, daha fazla kâr için sadece insanları değil doğa da dahil olmak üzere bulduğu her şeyi sömürerek büyümeye programlanmış bir makine gibidir ve hiçbir insancıl ya da ahlâki engel tanımaz. Bu uğurda havaya, toprağa, suya, besin maddelerimize, şifa diye sunduğu ilaçlara bin bir türlü ölümcül zehir karıştırmaktan çekinmez. Söz konusu zehirli maddelerden dolayı kanser de dahil olmak üzere pek çok ölümcül hastalığın patlamalı bir hızla yayılmasına ve milyonlarca insanın salt bu nedenle hayatını kaybetmesine aldırış etmez. Bütün insanların sağlıklı ve güvenli konutlarda barınmalarına yetecek gelişmişlikte bir üretici güçler düzeyi olmasına rağmen, kâra endeksli bu sömürü sistemi nedeniyle, milyonlarca insan kirli sulardan, önüne geçilebilecek hastalıklardan, sağlıklı olmayan barınaklardan, depremlerden, sellerden ya da diğer doğa olaylarından dolayı ölmeye yazgılıdır. Bu sömürü sisteminin işleyiş mekanizmalarından kaynaklı olarak yüz milyonlarca insan, aç, yoksul ve işsiz kalmaya mahkûmdur. Ve bu durum, kapitalizm devam ettiği müddetçe, hırsızlığın, fuhuşun, uyuşturucu satıcılığının ve bilumum pisliğin, yine burjuvaziyi zengin edecek kârlı sektörler olarak devam etmek zorunda olduğu bir nesnel zemini kendiliğinden yaratmaktadır. Kapitalizm, emekçi insanlara zarar verecek her türlü şiddeti de bilinçli bir şekilde üretir, kullanır ve yaygınlaşmasını sağlar. Burjuva medya tarafından gayet sistemli olarak körüklenen şiddetin, çocukların elde bıçak birbirlerine saldırmalarına ve Rambolara, Polat Alemdarlara özenerek televizyonlarda gördüklerini kendi arkadaşları üzerinde tatbik etmelerine yol açtığı açıktır. Ne var ki bundan çok daha önemlisi, yaratılan şiddet ortamının, toplumun korkutulup sindirilmesine, paniğe sürüklenmesine ve kurtarıcı bir güç olarak, aslında tüm bunların başlıca sorumlusu olan burjuva devlete sarılmasına hizmet etmesidir. Evet, kapitalizm dünyayı, insanlığı ve tüm canlı hayatı yok oluşla tehdit ediyor. Onun yarattığı yıkımdan, savaşlardan, çürük binalar nedeniyle kitlesel ölümlere yol açan depremlerden, hastalıklardan, artan suç oranlarından, şiddetten duyulan korku hiç de yersiz değil. Ne var ki, hiçbir insanın, pasif kalarak, susarak, kendisini ve ailesini doğrudan ilgilendirmediğini düşündüğü meselelere ilişmeyerek, kendi kabuğuna çekilerek bu sorunlardan kaçması da mümkün değil. Aksine sakınan göze daima çöp batar. Bugün insanlığın önünde iki seçenek duruyor: Ya kapitalizmin cehenneme çevirdiği ve korku duvarlarıyla ördüğü bu hapishanede, dünyanın adım adım yok olmasına seyirci kalmak ya da bu sömürü düzenini yıkmak için mücadele etmek! n
S
“Hakkım olan iki şey var; ölüm veya özgürlük.” (Harriet Tumban, Siyah Özgürlük Savaşçısı)
ınıflı toplumların tarihi ezenler ile ezilenler arasındaki mücadelelerin tarihidir. Bu mücadele tarihi Ekim Devrimi gibi büyük zaferlere tanık olmakla birlikte birçok yenilgiye de tanık olmuştur. İşçi sınıfı, sadece nasıl kazanıldığını bilerek değil, neden kaybedildiğini de öğrenerek burjuvaziye karşı mücadelesini yürütmek zorundadır. Aksi takdirde, tarihte yapılmış olan hataların tekrarlanması, gelecekte ortaya çıkabilecek olan devrimci olanaklardan faydalanılamamasına da yol açacaktır. Her geçen gün daha da gericileşen kapitalist sistemin bugün geldiği aşamada, bir taraftan sınıflar arasındaki mücadele devam ederken, diğer taraftan ezilen ırkların ve ezilen ulusların mücadelesi de sürüyor. Bir yandan Kürt halkı, Filistin halkı, İrlanda halkı ve Basklılar kendilerini ezenlere karşı mücadelelerini sürdürüyor, öte yandan siyahlar yüzlerce yıldır köle olarak kullanılmaya ve ezilmeye karşı mücadele etti ve bugün bile ırkçılık belasından mağdur olmaya devam ediyorlar. ABD tarihinde de siyahların önemli mücadelelerine tanık oluyoruz. Onların özgürlük ve eşitlik mücadelesi 1960’larda yükselişe geçmekle ve kitleselleşmekle birlikte, verdikleri bu mücadele aslında yüzyıllardır sürüyor. Birçok farklı ırk ve etnik kökene sahip “Amerikalı”nın aksine, Afrikalılar Amerika topraklarına kendi istekleriyle, “özgürlük” aramak veya zengin olmak için gelmemişlerdir. Onlar Amerika’ya, köle tacirleri tarafından, yaşadıkları topraklardan, ailelerinden ve yaşam tarzlarından koparılarak, el ve ayaklarından zincirlenerek, iradeleri dışında ve zorla getirilmişlerdir. 15-19. yüzyıllar arasında yaklaşık 15 milyon insan Afrika’dan Amerika’ya zorla getirilerek köleleştirilmiştir. Bundan dolayı da Afrikalı-Amerikalılar, diğer etnik grupların aksine, kendilerini Amerikalı olarak değil “siyah” olarak ifade etmişler, Amerika’ya getirildikleri tarihten itibaren, hatta bazen getirildikleri gemilerin içinde bile, kaybettikleri özgürlüğe kavuşma mücadelesi vermişlerdir. Özellikle 1730-1740
Kara Panterler Siyahların Özgürlük Çığlığı
Vedat Karpat
31
marksist tutum
yılları arasında onlarca siyah ayaklanması yaşanmıştır. İngilizlere karşı bağımsızlık mücadelesinin verildiği 1776’daki Amerikan devriminden sonra da siyahlar için değişen bir durum söz konusu olmadı. Devrim, burjuvazinin devrimi idi ve devrimle gelen demokrasi siyahlar açısından burjuvazinin kılıçlı diktatörlüğünden başka bir şey değildi. Kara Panterlerin eski bir liderinin de dediği gibi, “Bu gerçekten de bir Baron Devrimiydi; Afrikalıları köle olarak Amerikalıların mı, yoksa İngilizlerin mi tutacağına karar verme ‘özgürlüğü’ adına yapılan bir devrim.” (Mumia Ebu-Cemal, Biz Özgürlük İstiyoruz, Agora Kitaplığı, s.23) 1850 yılında çıkan Kaçak Köle Yasası (KKY), siyahların, beyazların herhangi bir ihbarı sonrasında köle olarak ele geçirilmelerini öngörüyor ve kaçan kölelerin eski sahiplerine iadesini zorunlu kılıyordu. Bu yasayla birlikte siyahlara uygulanan vahşet katmerlenerek arttı. Böylelikle siyahların önünde iki seçenek bulunuyordu: ya hiçbir şey yapmayarak köleliği kabul edeceklerdi ya da özgürlüklerini elde edebilmek için direneceklerdi. Yasanın çıkmasının ardından yüzlerce siyah tabancalar ve kamalar kuşanarak kaçmaya başladı: “Köle olmaktansa ölmeyi tercih ederiz” diyorlardı. Bu yasanın hemen bir yıl sonrasında siyahların o güne kadarki en görkemli direnişi patlak verdi: Christiana Direnişi. Özgürlüklerini korumak için “beyaz Adam”a karşı silahla karşı koyan siyahların bu direnişi, Amerikan İç Savaşının da habercisi olarak görülecek denli önemli sayılmaktadır. İç Savaşta (1861-1865), siyahlar kendilerine özgürlük vadeden Kuzeylilerle birlikte eski efendilerine karşı savaştılar. İç Savaşın sonrasında kölelik resmen kaldırılmış olsa da, bu durum siyahların sorunlarının çözülmesi için yeterli olmadı ve olamazdı da. Çünkü köleliğin ortadan kaldırılması ırkçılığın sona ermesi anlamına gelmiyordu.
Kara Panterlerin doğuşu 1800’lü yıllar boyunca bölgesel olarak süren, birbirinden bağımsız hareket eden ve inişli çıkışlı bir seyir izleyen siyahların özgürlük hareketi, 1900’lü yılların ortalarına kadar bu seyri devam ettirdi. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında siyahların kentlileşmeye başlamaları ile, içinde bulundukları toplumsal statüleri de farklılaşmaya başladı. Bir taraftan ten renklerinden dolayı ikinci sınıf insan muamelesi görürlerken, diğer taraftan çok büyük bir toplumsal ve kültürel dönüşüm geçirerek modern çağın ücretli köleleri olan işçi sınıfının parçası konumuna yükselmeye başlamışlardı. Çok küçük bir kesim içinse, ilk kez üniversiteye girebilme şansı ortaya çıkıyordu. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında, Çin
32
Mayıs 2006 • sayı: 14
devrimi, Latin Amerika’daki devrimci hareketlerin başarıları ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin yükselişi, ABD’de de devrimci akımların güç kazanması için bir moral motivasyon yaratmıştı. 1960’larda bütün dünyanın içinden geçtiği politik süreç göz önüne alındığında, ABD’nin de bu politik ivmeden mahrum kalamayacağı açıktı. Bir de bunun üstüne 1956’da ABD’nin Vietnam’a müdahale ederek Fransa’nın başlattığı savaşı sürdürmesi eklenirse, ABD’nin içinde bulunduğu koşullar daha iyi anlaşılabilir. Özellikle 1955 yılından itibaren, ABD’de siyah hareketi dağınıklıktan kurtulmaya ve bununla birlikte güç kazanmaya başladı. 1955 yılında Montgomery’de bir zenci kadına otobüste beyazlar tarafından hakaret edilmesi üzerine 381 gün süren bir “otobüs boykotu” düzenlendi. Bu eylem, siyahların örgütlü olarak yaptıkları ilk eylemdi ve ABD’de geniş yankılar uyandırdı. Otobüs boykotunu düzenleyen Martin Luther King’in bu boykot sonrasında siyah hareketin önderliğine gelmesi ve “medeni haklar hareketi”, siyah hareketi politikleşme yoluna sokuyordu. Ancak King’in önderliği altında daha çok pasifist, burjuva uzlaşmacı bir politika izlenirken, 1960’ların başından itibaren Malcolm-X’in radikal söylemi ön plana çıkmaya başlayacaktı. King “medeni haklar”dan bahsedip burjuvaziden hak talebinde bulunurken, Malcolm-X Amerika’da “bağımsız bir Zenci Cumhuriyeti” kurulması için uğraş veriyordu. Gettolara tıkılan, işsizlik içinde kıvranan, uyuşturucu batağına saplanan milyonlarca siyah, MalcolmX’in “Bağımsızlık ve Özgürlük” mücadelesini destekliyordu. Siyahların 400 yıllık öfkeleri, daha radikal söylemi olan Malcolm-X’in peşinden gitmelerini sağlarken, siyah hareket burjuva düzen sınırlarını zorlamaya başlamıştı. 1964-1965 yıllarına gelindiğinde ABD’nin her tarafı kaynamaya başladı. Florida’da bir siyah kadının öldürülmesi, siyah çocukların okudukları okulların bombalanma tehditleri alması, polislerin siyah çocuklara yaptıkları baskılar ve siyahlara uygulanan şiddet, toplum içindeki gerginliğin artmasına yol açmıştı. Siyah bir sürücünün tutuklanması ve genç bir siyah kadının polise tükürmekle suçlanarak haksız yere tutuklanması fitili ateşleyen kıvılcım oldu. Asırlar boyunca ezilen, hor görülen, hayvan yerine konan siyahların beyazlara karşı öfkesi, 1965 Ağustosunda büyük bir isyana dönüşecekti. 11-16 Ağustos tarihleri arasında devam eden Watts isyanı sırasında 4 binden fazla siyah tutuklandı. Ama sonrasında isyanın bitmediği, kendi içinde geri çekilerek geliştiği anlaşılacaktı. 1966 yazında kentler yakıldı, silahlı siyah gruplar ile ABD polisi arasında büyük çatışmalar oldu. 1967 yılına gelindiğinde isyan dalgası bütün ABD’ye yayıldı. Bu tarihteki polis kayıtları,
Mayıs 2006 • sayı: 14
irili ufaklı 123 olayın vuku bulduğunu gösteriyor. Bu olaylar sırasında büyük bir çoğunluğu siyahlardan oluşan 83 kişi ateşli silahlarla öldürülmüştü. İşte Kara Panterler Partisi tam da bu dönemde ortaya çıktı. Daha ziyade zengin siyahların benimsediği ve desteklediği Martin Luther King’in burjuva uzlaşmacı “Medeni Haklar” hareketi fazlası ile pasifistti. Malcolm-X’in hareketiyse siyahların yüzyıllardır süren esaretini sonlandırmak için silaha gereksinim olduğunu söyleyecek kadar radikalleşmiş, ancak Malcolm-X’in 1965’te öldürülmesinin ardından büyük bir güç kaybetmişti. Kara Panterler Partisinin ortaya çıkışı da, henüz 20’li yaşlarında olan ve Malcolm-X’in yanı sıra Lenin, Mao gibi devrimci önderlerden de etkilenen üniversite öğrencilerinden oluşmuş çevrelerin genişlemeye başladığı bu dönemde meydana geldi. Ve mücadeleci çizgisinden dolayı Malcolm-X taraftarları arasında yaygın bir popülariteye sahip oldu. Partinin liderlerinden biri ve kurucusu olan Huey Newton, beyaz liberaller ya da siyah burjuvalarla hareketin bir yere gidemeyeceğini, asıl hedefin siyah varoşlara ve kuvvete dayanan bir yoksul siyahlar hareketi olması gerektiğini söylüyordu.
marksist tutum
Genç üniversite öğrencilerinin kurduğu okuma gruplarının çevresinde biriken gençlerle yol almaya başlayan BPPFSD, daha sonra Kara Panterler Partisi (KPP) adını aldı. Partinin kurucusu ve önderi olan Huey Newton’un, Mao’nun kitaplarını çoğaltarak üniversitelerde satmaya başlaması ve bu kitapların üniversitede ulaşabildiği kitleler arasında tartışmaya açılması hareketin başlangıç noktasıdır. İlk ortaya çıktığında 15 kişilik bir grup olan Kara Panterler, dört yıllık bir süreçte (1966-1969) milyonlarca kişinin haberdar olduğu, on binlerce üyeye sahip bir parti konumuna geldi. Örgüt liderleri kendilerini “Marksist” olarak tanımlıyorlardı ve “Marksizmin” prensiplerine bağlı olduklarını söylüyorlardı. Örgüte dahil olabilmek için herkesin Mao’nun “Kızıl Kitap”ını okuması zorunluydu; okuma yazma bilmeyenler ise bu kitabı okumadılarsa da birkaç kez kitap üzerine yapılan tartışmalara katılmalıydılar. Önderler her ne kadar kendilerini Marksist prensiplere bağlı olarak görseler de aslında Marksist değillerdi. Küba Devrimi ve Çin Devrimini örnek alan, zaman zaman gerilla mücadelesi taktikleriyle hareket eden, mücadeleyi işçi sınıfına değil beyazların ezdiği etnik gruplara dayandıran küçük-burjuva devrimci bir önderlikti söz konusu olan. Ortaya çıkışından 1971 yılına kadar ABD’nin neredeyse her yerinde örgütlenen Kara Panterler Partisi, Malcolm-X’ten aldığı isyan ve bağımsızlık mücadelesi bayrağını daha da yükseğe kaldırdı. Parçalanmış olan siyah hareketi tek bir parti altında toplamayı büyük oranda başaran Kara Panterler, hareket güçlendikçe daha devrimci bir söyleme doğru yönelmeye başladı. Hareketin başlangıcında, beyazlar tarafından köleleştirilmenin ve sürekli ezilmenin verdiği doğal tepkinin sonucu olarak siyah milliyetçiliği ön plandayken, ilerleyen dönemlerde farklı etnik ve ırksal gruplar arasında çalışmaya yönelik bir siyaset izlendi. KPP sadece siyahlar arasında değil,
Partinin ortaya çıkışı ve perspektifi ABD’de siyah hareketin 1960’lara kadarki kısmı örgütsüzlükle malûldür. Kara Panterler bir hareket olarak bu dağınıklığı ve örgütsüzlüğü ortadan kaldırmak amacıyla ortaya çıkmıştı. Amaç, disiplinli, siyahları beyazların baskılarına karşı koruyabilen ve gerektiğinde silahla kendini savunabilen bir parti oluşturmaktı. The Black Panther Party for Self-Defense (BPPFSD/Öz-Savunma için Kara Panterler Partisi) 15 Ekim 1966 tarihinde kuruldu.
33
marksist tutum
Porto Rikolular, Amerikan yerlileri, Asya kökenliler ve diğer etnik gruplar arasında da popülarite sahibi olmayı başarmıştı. 1968’den itibaren ise dünyadaki ulusal kurtuluş mücadelelerine ve devrimci hareketlere destek verilmeye başlanmıştı. Vietnam savaşına gönderilen siyahlara “ABD sizin ülkeniz değil, ABD için savaşmayın!”, “sizlere emirler veren ırkçı domuzları öldürün!” mesajları yollayan KPP, Vietnam ulusal kurtuluş hareketine de yardım amaçlı olarak asker göndermeyi teklif ediyordu. Daha sonraki dönemlerde ise, Filistin’in İsrail ile mücadelesinde Filistinli direniş örgütü ElFetih’e destek verilecek ve El-Fetih’le yakınlaşmalar yaşanacaktı. Böylece siyah ırkın beyazlar karşısındaki ezilmişliğinin yol açtığı ırk ya da etnik temelli söylem, hareketin ilerlemesi ile birlikte yerini daha “enternasyonal” bir ruha ve mücadeleye bırakmıştı.
Burjuvazinin Kara Panterlerle mücadelesi ve çöküş Kara Panterler Partisinin ABD’de bir güç oluşturmaya başlaması ile birlikte burjuvazi kurulu düzenin bozulmasını engellemek için, bildik yöntemlere başvurmaya başladı. FBI altında oluşturulan COINTELPRO (Counter Intelligence Program – Karşı İstihbarat Programı) aracılığı ile örgüt üyelerine yönelik baskı ve şiddet politikaları tırmandırıldı. Belgelere göre, COINTELPRO 1956-71 yılları arasında çoğunluğu Kara Panterlere yönelik olmak üzere 295 eylem düzenledi. Açığa çıkmış kesin belgeler olmasa da, Malcolm-X’in 1965’te, Martin Luther King’in 1968’de öldürülmelerinin altında FBI parmağı olduğu aşikârdır. Özellikle üst düzey yöneticilere birbirlerinin ağızlarından yazılan mektuplar aracılığı ile örgüt içinde karışıklıklara yol açılmak istenmiş, örgüt yöneticileri ve üyeleri çeşitli yöntemlerle partiden uzaklaştırılmaya çalışılmış, bazense öldürülerek ortadan kaldırılmıştır. Kara Panterlerin “ulusal güvenliği tehdit eden” en büyük örgüt olarak görülmesi üzerine, FBI yöneticisi Hoover tarafından yönetilen operasyonlar sonucunda 1968-69 yılları arasında 14 yönetici öldürülürken, yüzlerce militan ömür boyu hapis cezalarına mahkûm edilmiştir. FBI ve CIA’in COINTELPRO aracılığıyla başlattığı gizli savaş, bir taraftan siyahları paralize ederken diğer taraftan sosyalist ve komünist parti ve örgütleri de pasifize etmiştir. 1960’lı yıllardan itibaren siyah harekete karşı kullanılan yöntemlerden biri de egemenlerin ezilenleri kontrol altında tutabilmek için uyguladığı uyuşturma taktiğidir. Siyahların yaşadıkları bölgelerde uyuşturucu kullanımı neredeyse bir salgın haline getirilip kitleler uyuşturulurken, diğer taraftan uyuşturucu ticaretini elinde bulunduran devlet muazzam kârlar etmiş ve böylece çifte kazanç sağlanmıştır.
34
Mayıs 2006 • sayı: 14
1970’lerin başında “yazılı olarak” siyahlara haklar tanınmakla birlikte, Kara Panterlerin yenilgisinin ardından, 1980’de Reagan ve sonrasında Bush döneminde yapılan uygulamalarla bu kazanımlar sadece sözde kalmıştır. Bugün ABD’deki siyahların toplumsal statüleri 1970’li yılların da altına düşmüştür. Kara Panterler Partisi, maruz kaldığı ağır devlet terörü altında büyük ölçüde gücünü yitirdi. Daha sonraki yıllar içinde ABD’de yaşayan diğer etnik grupları da çevresinde barındırmaya başlamasına rağmen eski gücüne bir daha kavuşamadı. Böylece 60’lar ve 70’lerin başlarındaki devrimci kabarışla birlikte doğan tüm devrimci örgütlenmeler gibi, o da, dalganın geri çekilmesiyle birlikte zayıfladı. Ancak yine de siyah varoş gençliği içinde bir efsane olarak yaşamayı sürdürdü. KPP’nin akıbeti, yeterince sağlam bir örgütlülük olmadıkça, en demokratik geçinen burjuva devletlerin bile devrimci örgütlenmelere karşı neler yapabileceklerini göstermektedir. Geçerken belirtelim ki, bu örnek aynı zamanda burjuva demokrasisini ve legalizmi yücelten sol liberallerin, aslında bile bile lades dediklerini de göstermektedir. Siyahların, sarı ırkın, beyaz ırkın, bütün ezilen ulusların; kısacası bütün bir insanlığın gerçek kurtuluşunun söz konusu olabileceği yegâne sistem olan sosyalizm, bugün her zamankinden daha gerekli bir hale gelmiştir. Bütün ülkelerin işçilerinin ve ezilenlerinin birlikteliği bu bezirgân saltanatına eninde sonunda son verecektir. Sınıfsız, sömürüsüz, insanın insan olduğu için değer gördüğü ve savaşların olmadığı tek toplum sosyalizmdir. Bugün siyahların yaşadıkları ırk ayrımcılığı sorunlarını aşabilmek için de proleter temelli devrimci bir örgütlenmeye gerek var. Yoksul siyah proleterlerin kurtuluşu, ancak ırk ayrımcılığına karşı mücadeleyi sağlıklı biçimde proleter devrim bağlamına oturtacak ve ABD’deki diğer işçi sınıfı kesimleriyle ortak örgütlenmeyi başaracak bir mücadeleyle mümkün olabilir. İnanıyoruz ki buna öncülük edecek enternasyonalist komünist bir örgütlenme elbet bir gün ABD toprağında da kurulacaktır. n
İş “Kazaları” Berdan Güney
Y
aşayabilmek için sağlığa uygun olmayan koşullarda çalışmak zorunda kalan işçilerin karşılaşabilecekleri en büyük tehlikelerden biridir iş kazaları. Bir kaza sonucunda “iş göremez” hale gelmeleri, yani işgüçlerinden olmaları karın tokluğuna çalışan işçiler için tam anlamıyla yıkımdır. Teknoloji ilerliyor ama iş kazaları yine de yaşanmaya devam ediyor. Dünyadaki zenginliklerin gerçek yaratıcısı olan işçiler bugün esiri oldukları kapitalizmin onlara sunduğu sağlıksız, güvenliksiz iş koşullarında çalışmak zorunda kalıyorlar. Üretim araçları bir taraftan gelişirken ve çalışma koşullarının da buna paralel olarak düzelmesi beklenirken, aksine, işçiler canları pahasına, gerekli güvenlik önlemleri alınmadan çalışmaya mecbur bırakılmaktadırlar. Kapitalizmin işçi sınıfına sunduğu özgürlük şu iki seçenekten ibaret: ya en kötü koşullara bile razı olarak çalışmak ya da açlıktan ölmek! Yaşadığımız ülkede 12 Eylül faşist darbesiyle, tarihsel hafızalarının büyük oranda tahrip edilmiş olması nedeniyle çoğunlukla sınıf bilincinden yoksun kalan günümüzün işçi kuşağı, sahip olduğu haklardan bihaber durumdadır. Kendilerine dayatılan güvencesiz çalışma koşullarında her gün birçok işçinin bir uzvunu makineye kaptırdığı, zehirlendiği, yandığı, yaşamını yitirdiği kazalar gerçekleşmektedir. Patronlara göre bu kazaların esas nedeni işçilerin dikkatsizliği! İş kazaları gelişmişlik düzeyi ne olursa olsun dünyanın bütün ülkelerinde yaşanmakta ve birçok işçinin yaşamına mal olmaktadır. işyerindeki kaza Uluslararası Çalışma Örgütünün sayısı işçi sayısı (ILO) verilerine göre dünyada 1-3 23.997 her üç dakikada 1 işçi, iş kazası 10-20 8.689 veya sağlıksız iş koşullarının ne21-49 10.411 den olduğu meslek hastalıklarından ölmektedir. Aynı kayna50-1000 3.614 ğa göre her yıl dünyada ortala1000’den fazla 2.244 ma 110 milyon işçi iş kazası ge2003 yılı SSK verileri çirmekte veya meslek hastalığı-
na yakalanmaktadır. Bunlardan 180 bini yaşamını yitirmektedir. Yine ILO verilerine göre iş kazalarının genellikle yalnızca %3’ü korunması mümkün olmayan, %97’si ise korunabilen yani engellenmesi mümkün olan kazalardır. Bu veriler, gelişen teknolojiyle birlikte üretim araçlarından kaynaklanabilecek kazaların önüne tamamen geçilebileceğini gösteriyor. İş kazaları en çok, gerekli koruyucu önlemlerin alınmadığı 50 kişinin altında işçi çalıştıran yerlerde gerçekleşiyor. İşçi sayısı arttıkça, işletme büyüdükçe iş kazalarının azaldığı görülüyor. 500’den fazla işçi çalıştıran işyerlerinde
35
marksist tutum
çok daha az kaza yaşanıyor. 1994–2003 yılları arasında 831 bin 248 iş kazasında toplam 10 bin 85 işçi yaşamını yitirdi. Türkiye’de ortalama olarak her 82,4 iş kazasında bir ölüm, her 6,8 dakikada bir iş kazası meydana geliyor. SSK verilerine göre, 2003 yılında 76 bin 668 iş kazası yaşandı. Bu kazaların sektörler içerisinde dağılımında ise metal eşya imalatı ilk sırayı alırken, bunu sırasıyla inşaat, dokuma ve kömür madenciliği izliyor. İş kazalarında meydana gelen ölümlerde ilk sırayı inşaat sektörü, ikinci sırayı nakliyat, üçüncü sırayı da kömür madenciliği alıyor. Bu rakamlara kayıt dışı işçi çalıştıran işyerlerinde gerçekleşen iş kazaları dâhil değil. Ayrıca, gerçekleşen kazaların ve işçilerde ortaya çıkan sağlık sorunlarının büyük bir çoğunluğu örtbas ediliyor. Çalışma Bakanlığının yayınladığı raporlardaki sayılar gerçeği yansıtmıyor. Ama yine de iş kazası oranının yüksek olduğu bir ülkede yaşadığımızı anlamaya yardımcı oluyor. 2004’te yayınlanan bir rapora göre 2004 yılı içinde gerçekleşen 3835 iş kazasında 743 işçi yaşamını yitirdi, 1381’i yaralandı, 1604’ü bir uzvunu kaybetti, 107’sinde ise çeşitli sağlık sorunları oluştu. Kaza geçiren işçilerden 87’si 18 yaşın altında. Bu rapor 729 bin 583 işçi ve 1292 çırağın çalıştığı 24.437 işyerinden toplanan verilerle oluşturulmuş.
Burjuvazinin güvenceye aldığı işçinin sağlığı değil kendi kârlarıdır Koruyucu araçların kullanılmaması, eksik donanım gibi nedenlerle gerçekleşen iş kazalarının ardından, yaşanan birçok örnekte görüldüğü gibi, kaza mahallinde tutanaklar hazırlanmadan hemen önce işyerinin eksiklikleri ivedice tamamlanıp, çalışmayan araçların yerine sağlamlarının ve yenilerinin konulduğu biliniyor. Böylece kaza tespit tutanağında işverenin iş güvenliği için işyerinde gerekli tertibatı bulundurarak üzerine düşen sorumluluğu yerine getirdiği belirtildikten sonra kazanın işçinin hatasından kaynaklandığı yazılarak işveren sorumluluktan kurtarılıyor. Birçok iş kazası işçilerin gerekli teknik eğitimden geçirilmemesinden dolayı yaşanıyor. Küçük atölyelerde çalışan işçilerin büyük bir bölümü çalışacakları makineyi ilk defa o işyerinde tanıyorlar ve nasıl çalıştığını ancak üretim sırasında öğrenebiliyorlar. Makinelerin günümüzde eriştikleri gelişim düzeyi onu kullanacak işçinin vasfını da düşürüyor. Artık birçok makineyi tek butona basarak kullanmak mümkün. Yine de gerekli teknik bilgiye sahip olmayan işçiler vahim kazalarla karşı karşıya kalabiliyorlar. Bazı iş kazaları ise verimi arttırmak için patronların aklına gelen buluşlardan kaynaklanıyor! Örneğin kimi makinelerde bulunan, kaza tehlikesi karşısında harekete geçip makinenin çalışmasını durduran algı-
36
Mayıs 2006 • sayı: 14
layıcılar, zaman kaybına yol açtıkları gerekçesiyle, kaza riskinin artmasına rağmen sökülebiliyor. Böylece patron açısından verim artarken işçinin yaşamına mal olabilecek çalışma koşulları yaratılmış oluyor. Kapitalistlerin daha fazla kâr elde etme dürtüsü, işçileri her geçen gün daha da kötü koşullarda yaşamaya mahkûm bırakıyor. İşçilerin uzun yıllar süren ve büyük bedeller ödedikleri mücadelelerinin sonucunda kazandıkları hakları bugün bir bir buduyor kapitalizm. Oldukça ağır koşullarda çalışmaya mahkûm edilen işçiler, bedenlerinin bitkin düştüğü noktaya kadar çalıştırılıyorlar ve bu uzun ve yorucu çalışma saatlerini, kaybolan konsantrasyon eksikliği ve aşırı yorgunluk nedeniyle, iş kazaları takip ediyor. Yaşadığımız toplumun sınıflı karakteri işçilere insanca yaşam koşulları sunmuyor, sunamaz. Bu kazaların önüne geçmek burjuvaziye belli bir “ek maliyet” getiriyor. Ve dışarıda bu kadar yedek işçi varken ve işgücü sudan ucuzken, çalıştırdığı işçilerin sağlığı için gerekli önlemleri almak gereksiz bir masraftır onun için. Mevcut teknolojik gelişmişlik düzeyinde, bugünden her işyerinde gerekli sağlık ve güvenlik önlemleri alınarak iş kazalarının önüne tamamen geçmek mümkün olsa da, bunu kapitalizm kendi kendine işçi sınıfına bahşetmeyecektir. İşçi sınıfının bugüne kadarki tarihi, en ufak hakkın bile elde edilebilmesi için örgütlü mücadelenin gerekli olduğunu göstermiştir. Kazanılan hakların korunması da ancak daha ileri talepler için mücadeleyi sürdürmekle ve yine örgütlü mücadeleyle mümkün olabilecektir. Mücadelenin rotası kapitalizmin köküne yönelmedikçe, ne tarihsel bellek hasarsız kalabilir ne de kazanımlar elde tutulabilir. Bugün “yaşamak için çalışacağız” diyen işçiler “patronlar için değil insanlık için üreteceğiz” dediklerinde dünyayı geri dönüşsüz bir değişime uğratıp, sınıfsızlığa taşıyacaklardır. n
marksist tutum
Sınıf Belleği
Delikanlım İyi * Bak Yıldızlara Selim Fuat
68
baharını takiben esen devrimci rüzgârlar, hem egemen sınıfları hem de onlarla uyum içinde olan reformist örgütleri fena halde sarsmıştı. Üzerinden yaklaşık kırk yıl geçtiği halde bu önemli tarihsel sürecin izleri, bugünün devrimci kuşakları içinde de eğrisi ve doğrusu ile varlığını sürdürüyor. Türkiye toplumu da 68’i takiben, toprak ve fabrika işgalleriyle, 15-16 Haziranla ve “emperyalizmi ülkelerinden kovmak için” üniversiteden dağlara çıkmayı göze alabilen genç insanların coşkulu mücadeleleri ile daha önceleri hiç yaşamadığı bir atmosferi solumuştur. Çürüyen bir sistemin yıkılıp, yerine yaşanılası, yeni bir dünya kurulabileceği inancı bu dönemi yaşayanların hissettikleri kuvvetli bir duyguydu. Toplumun bu coşkulu ruh hali tabii ki egemen sınıfların buna karşı şiddeti ve baskıyı yükseltmelerini de beraberinde getirdi. Türkiye’de yaşayanların bu tarihsel dönemden anımsadıklarının başında “Denizlerin idamı” gelmektedir. Çünkü Türkiye’nin “68”ini belki de trajik bir biçimde bitiren “Denizlerin idamı” ve düzenin genç devrimcilere dönük acımasızlığı, kıyıcılığı, bu topraklarda yaşayanların zihinlerine kalıcı bir biçimde
*
kazınmıştır. Devrimci oldukları için idam edilerek katledilen Yusuf Aslan, Deniz Gezmiş ve Hüseyin İnan’ın yanı sıra, giriştikleri devrimci mücadelede hayatlarını kaybeden Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alparslan Özdoğan, Ulaş Bardakçı, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya ve daha niceleri büyük sempatiyle karşılanmış, adlarına türküler yakılmış ve doğan binlerce çocuğa onların isimleri verilmiştir. Onlar sahip çıktıkları devrimci değerlerle kavganın simgesi olmuşlardı. Bugünün genç devrimcilerinin, onların devrimci ruhu ve enerjisinden, atılganlıklarından, adanmışlıklarından ve tabii ki yanlışlarından öğrenecekleri çok şey var.
68 baharı, yükselen sınıf mücadelesi ve gençlik hareketi 60’lı yılların sonunda, kapitalizmin II. Emperyalist Paylaşım Savaşından sonra sağladığı istikrar ve büyüme dönemi kendi sınırlarına dayanmıştı. Bu dönem boyunca biriken ve keskinleşen çelişkiler, dünya burjuvazisini özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde kapi-
talizm karşıtı mücadelenin yükselişi ile yüz yüze bırakmıştı. Kapitalist dünya ekonomisinin göreli istikrarı sarsılırken, bu duruma dünyanın değişik bölgelerinde ulusal kurtuluş mücadelelerinin alevlenmesi de eşlik ediyordu. ABD de dâhil olmak üzere pek çok ülkede, Vietnam’daki işgale karşı duyulan tepki toplumsal muhalefeti yükseltiyor, savaşa ve ırkçılığa karşı yüz binlerce kişinin katıldığı gösteriler yapılıyor, üniversite işgalleri yaşanıyordu. Bu rüzgârdan elbette Türkiye de etkilenecekti. Türkiye’deki devrimci ve sosyalist mücadele de, 60’lı yıllardan itibaren dünyada esen rüzgârların etkisi altında biçimlenmeye başladı. O dönemin Türkiye’si, aynı zamanda gittikçe yükselen ve militanlaşan bir işçi hareketine de şahit oluyordu. Üniversite gençliğinin büyük bir kesiminin emekçi çocuklarından oluşmasının doğrudan bir sonucu olarak, düzene karşı hoşnutsuzluğun damgasını taşıyan bir gençlik mücadelesi de yükseliyordu. İşte öğrenci hareketi böyle bir zemin üzerinde, ezilen ve sömürülen emekçi sınıflarla karşılıklı etkileşim içerisinde düzen için tehditkâr olmaya başladı. Yoksa öğrenci hareketinin yalnızca üniversite sınırları içerisinde kalması egemen sınıflara ciddi bir rahatsızlık vermezdi. Türkiye’deki gençlik hareketinin tüm önderleri, hareketin yükselmesinden önceki dönemde, Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesiydi. Deniz Gezmiş, TİP Üsküdar İlçe Teşkilatına üyeydi ve yönetim organında sekreterdi. İbrahim Kaypakkaya, Mahir Çayan, Sinan Cemgil, Hüseyin İnan da TİP üyesiydiler. Ne var ki TİP,
Deniz Gezmiş’in ajitasyonlarına başlarken sıklıkla kullandığı bir Nazım Hikmet dizesi.
37
marksist tutum
Sınıf Belleği dünyanın dört bir tarafındaki benzerlerinin de gösterdiği reformist tutumlarla; öğrenci gençliğin militan hareketini, grevci işçilerin, topraksız köylülerin eylemliliklerini, kendi parlamenter çizgisine uygun bulmuyordu ve eylemci kitlelerin kendisinden kopuşunun zeminini hazırlıyordu. Gençler mücadelelerinde giderek TİP’i yanlarında bulamaz oldular. TİP parlamenter mücadeleyle her şeyin değişebileceği yaklaşımını programının ve pratiğinin merkezine koymuştu. TİP, gençleri bu çizgide tutmaya ve radikalleşme eğilimlerini bastırmaya çalışıyordu. Bu durumun en tipik görüntülerinden biri de, 6. Filo’ya karşı öğrenci gençliğin düzenlediği gösterilerde yaşandı. O dönemin eylemci öğrencilerinin anlatıları, TİP’in tutumunu açıkça ortaya sermektedir: Dolmabahçe direnişi sırasında Taksim’de miting vardı. Taksim’deki mitingden sonra, DÖB [Devrimci Öğrenci Birliği, İstanbul’da DÖB’ün Başkanı Deniz Gezmiş’ti -SF], kitleyi Dolmabahçe’deki 6. Filonun erlerinin karaya çıktıkları yere götürmeye çalışıyordu. FKF’li ve TİP’li arkadaşlar da barikat kurdular. Olayların tırmanmasını önlemek için, sertleşmesini önlemek için barikatlar kurdular. Önce o barikatlar yıkılarak kitleyle birlikte Dolmabahçe’ye inildi ve Amerikan askerlerinden yakalanabilenler denize atıldı… (Bizim ’68, Evrensel Basım Yayın, 1997, s.74) Bu gelişmeler temelinde devrimci gençler, parlamenter çizgisiyle TİP’in, gençliğin devrimci eylemliliğinin önünde bir engel oluşturduğunu düşünmeye başladılar. TİP, emperyalistlere karşı olduğunu söylüyordu ama mücadeleyi parlamentonun ve legalizmin sınırları içine hapsetmeye çalışıyordu. Kendi reformist çizgisine aykırı her türlü devrimci eylemliliği de TİP’ten uzaklaştırmaya çalışıyordu. O dönemde radikalleşmeye başlayan gençlik hareketi, TİP’in düşüncelerini teorik olarak eleştirmekten çok, pratikte TİP’ten ve onun gösterdiği yoldan kopmaya başladı. TİP’in devrimci atılımı, devrimci coşkuyu kucaklayabilecek bir parti olmayışı, gençlik önderlerini ister istemez başka arayışlara
38
zorladı. Ancak doğru yolu bulmalarını sağlayacak pusuladan da yoksundular. Reformizmin ve bürokratizmin yarattığı düş kırıklığı, devrimci Marksist bir alternatifin yokluğu koşullarında enerjilerini başka mecralara akıtmalarına yol açtı. Dünyanın dört bir yanında yaşanan ulusal kurtuluş hareketleri, özellikle Çin ama en çok da Küba devrimi olgusu, gerilla ve silahlı mücadele çizgisini bir cazibe merkezi haline getirerek devrimci gençleri giderek daha büyük boyutlarda etkilemeye başladı. Özellikle Vietnam’ın kurtuluş hareketi ve Filistin halkının kurtuluş mücadelesi de Türkiye’deki devrimci hareket üzerinde derin izler bıraktı. Vietnam’ın ABD emperyalizminin muazzam askeri gücüne karşı gösterdiği kararlı silahlı direniş, ABD’nin yenilebileceği inancını öylesine pekiştirmişti ki, gerilla çizgisini benimseyen devrimci gençlik kesimleri kısa bir süre sonra Türkiye’de de benzeri bir başarının yaşanabileceğine inanmışlardı.
Devrimci Gençliğin Silahlı Mücadelesi Başlıyor Bütün bu etkenler ve egemen sınıfların yükselen toplumsal hareketlenmelerden duydukları endişeler, baskıların artmasını beraberinde getirdi. Gerici faşizan saldırıların yoğunlaşması ve 1516 Haziran büyük işçi direnişinin ardından İstanbul’da sıkıyönetim uygulanması, Türkiye’de burjuva rejimin giderek daha fazla zora dayalı bir biçim alacağının ipuçlarını veriyordu. TİP’ten umudunu keserek yeni arayışlara yönelen devrimci gençliğin büyük bir kesimi ise, silahlı mücadeleye hazırlanıyordu. Sinan Cemgil, Hüseyin İnan ve Deniz Gezmiş’in başını çektikleri çekirdek, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nu (THKO); Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Hüseyin Cevahir’in başını çek-
tiği çekirdek ise Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’ni (THKP-C) kurmuştu. İbrahim Kaypakkaya ve ekibi ise 12 Mart askeri darbesi sonrasında “kır gerillacılığını” savunarak TKP/ML’yi kuracaktı. Böylelikle, ‘68 üniversite gençliği hareketinin liderleri, hızla, kurdukları silahlı-politik örgütlerin liderleri haline gelmişlerdi. Hepsi de reformist politik çizgilerin sistem içi niteliklerine büyük tepki gösteriyorlar ve mücadele için gerillacılıktan başka bir yol göremiyorlardı. Devrimci ruha sahip bu militanlar, ne yazık ki, işçi sınıfının devrimci çizgisinden ve onun Bolşevik örgütlenme anlayışından uzaktılar. İşçi sınıfı devrimcilerinin Bolşevik tarzda mücadele anlayışı ve onun ideolojik-teorik birikimi, dünyada egemen resmi komünist çizgi tarafından tanınmaz hale getirilmiş, adeta bir harabeye dönüştürülmüştü. Ama bu militan gençler, ne olursa olsun bir şeyler yapmak gerektiği düşüncesindeydiler. Ertuğrul Kürkçü’nün aktardığı anekdot, onların devrimci duygularını açıkça ortaya koyuyor: Deniz’in ‘70’in sonbaharında ODTÜye geldiğinde bana söylediği sözleri hatırlıyorum, onlar oldukça kritik sözlerdi. (…) çok ciddi bir tartışma içerisinde Deniz şöyle bir öngörüde bulundu: “Bütün Türkiye’ye sıkıyönetim gelecek, herkesi cezaevine dolduracaklar. Orada (…) her eğilimin bir koğuşu olacak. (…) Kırmızı Aydınlık koğuşu, Beyaz A y -
marksist tutum
Sınıf Belleği dınlık koğuşu, Sendikacılar koğuşu… Ziyaretçiler tavuk getirecek, onlar bu tavukları nasıl paylaşacaklarını tartışacaklar.” Şimdi hatırlamıyorum kimdi, birisi: “Peki ya biz ne yapacağız” diye sordu. Deniz, “biz öleceğiz oğlum” dedi, “çünkü biz dövüşeceğiz. Ve esas oportünizm nasıl bir şeydir, mücadele nasıl bir şeydir, devrimcilik nasıl bir şeydir onu o zaman herkes görecek.” (age, s.104)
Umudu boğamazlar! Onlar düşüncelerinin arkasında durdular ve ölümleri pahasına düşmanla dövüştüler. Hızla gelişen bir süreçte, önce Nurhak dağlarında gerilla mücadelesine başlayan THKO militanlarından Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan kontrgerilla subaylarının başında bulunduğu bir birlik tarafından öldürüldü. Ardından onlara katılmaya giden Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan Şarkışla’da, Hüseyin İnan ise Sarız’da yakalandı. Artık 12 Mart’ın faşizan yarı askeri diktatörlüğü rejimin iplerini eline almış ve tüm ülkede bir “cadı avı” başlatılmıştı. Bu dönemde binlerce devrimci hapislere atıldı, işkencelerden geçirildi ve en önde gelenleri kontrgerilla operasyonlarıyla katledildi. Yakalananlardan Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan ise idama mahkûm edildiler. Bunun üzerine tüm devrimciler onları kurtarmak için seferber oldular. Ancak binlerce devrimci “içerde” idi ve bu yüzden dışarıda kalabilenlerin olanakları son derece sınırlıydı. Devrimcilerin sarf ettikleri son çabalar da ne yazık ki fayda etmedi. Onları kurtarmak için uğraşan Mahir Çayan da dahil THKP-C’nin önder kadroları Kızıldere’de yine bir kontrgerilla operasyonuyla 30 Mart 1972’de katledildiler. Diğer yandan da idamların engellenmesi için geniş çaplı kampanyalar düzenlenmişti. Hatta bir ara CHP’lilerin verdiği mesajlarla umutlar da artmıştı. Ancak egemen sınıflar çoktan kararlarını vermişlerdi. Ertuğrul Kürkçü’nün belirttiği gibi, devrimciler de aslında bu
durumun farkındaydılar: Deniz’lerin sadece bir idam tehdidiyle karşı karşıya kalmadıklarını aslında bu tehdidi gerçekleştirme kararının da askeri rejimin önderlerinde bulunduğunu biz biliyorduk ve bundan şüphe etmiyorduk doğrusu. Rejim açısından Denizleri ya da bizatihi Deniz’in kendisini ortadan kaldırmak sanki bir siyasi zaruretti, diye düşünüyorum, çünkü o, öylesine kendisinden bağımsız olarak büyüyen bir efsane haline gelmişti ki, onun efsane değil gerçek, basit, öldürülebilir bir insan olduğunu göstermek, böyle bir kasıt, Osmanlı Devletinin kendisine karşı başkaldıranlara yaptıklarından birikmiş 600 yıllık bir tecrübenin Cumhuriyet Türkiye’sindeki tekrarıydı diye düşünüyorum. (age, s.199)
6 Mayıs 1972’de, devrimci mücadelelerinin bedelini, burjuvazinin kurduğu darağaçlarında tereddütsüz biçimde ölümü kucaklayarak ödeyen Hüseyin İnan, Yusuf Aslan ve Deniz Gezmiş, fedakârlıkları, kararlılıkları ve mücadelecilikleriyle şüphesiz Türkiye’deki devrimci hareketin önemli simgelerinden biri olmuşlardır. Kır gerillasını örgütlerken 24 Ocak 1973’de Tunceli kırsalında yakalanan İbrahim Kaypakkaya, 3,5 ay boyunca gözaltında ağır işkencelere yiğitçe direndi. Ondan örgütsel sırları almak için vücudunu doğramak da dahil her türlü işkenceye girişenler, yenilgilerini kabul edememenin kiniyle, sonunda Kaypakkaya’yı 18 Mayıs 1973’de katlettiler. “Ser verip sır vermeyen” tavrıyla devrimci harekete mal olan Kaypakkaya’nın da katledilmesiyle, devrimci-demokrasi akımının bu tanınmış temsilcileri ve ilk kuşak önderleri, emekçi sınıfların gönüllerindeki ölümsüz yerlerini alarak hayata veda etmiş oldular. Türkiye’de, son otuz yıl içinde devrimciliğe meyletmeye başlamış neredeyse hiçbir genç yoktur ki onların mücadelelerinden etkilenmemiş olsun. Yaşarlarken büyük bir kinle onlara saldıran egemen sınıflar, yıllar sonra onları zararsız ikonlar haline getirmeye çalış-
sa da; Denizlerin, Mahirlerin, Kaypakkayaların devrimci ruhları ve adanmışlıkları ile ortaya koydukları militanlık bugünün genç devrimcileri için de örnek olmayı sürdürüyor. Ancak bugün onların temsil ettiği genel devrimci değerlere düzen karşısında sahip çıkmak, onların izlediği politik çizgiye sahip çıkmak anlamına gelmiyor. Zira tüm militanlıklarına rağmen, onların hepsi de devrimci-demokrasinin dar küçük-burjuva devrimciliği anlayışına hapsolmuş durumdaydılar. Bugün onların militan mücadeleci ruhuna sahip çıkmak, ancak onların ideolojik ve politik yanılsamalarından ve yanlışlarından arınmakla ve devrimci Marksizmi özümsemekle mümkün ve anlamlı hale gelecektir. Gençler için devrimci mücadelenin adresi işçi sınıfı devrimciliğidir. Güçlü ve kalıcı bir mücadele, ancak onlar gibi fedakâr, mücadeleci, atılgan, gözü pek, adanmış, ama umutlarını, özlemlerini işçi sınıfı saflarında büyüten birer devrimci militan olmakla sürdürülebilir. Bugün gençlerin en büyük ihtiyacı Marksizmle aydınlanmak, proleter devrimci temelde örgütlü bir mücadele ile kenetlenmektir. Sınıf mücadelesinin safları da, ancak enternasyonalist komünist bir bilinçle donanmış ve proleter devrimci bir militanlıkla kavgaya atılmış gençlerle güçlenecektir. n
39
marksist tutum
Mayıs 2006 • sayı: 14
Alfalı Kardeşlerime Yanıt Alfalıların mektubunu yanıtsız bırakmak istemedim. Ben de cevaben bir şeyler karalama ihtiyacı duydum. Umarım aracı olursunuz! Merhaba Alfalı Kardeşlerim! En başta sizin dünya dışından olan insanlar olarak biz dünyalı insanlığa, ama aramızda doğru bir ayırım yaparak, göndermiş olduğunuz mektup bizi çok mutlu etti ve umutlandırdı. Bugün dünyamız tıpkı sizin tarih öncesi kalan çağlarda yaşadığınız gibi sömürücü bir sınıfın elinde. Dünyadaki zenginliklerden tüm insanlığın aynı şekilde faydalanabildiği, tadına varabildiği söylenemez. Dünya toplumun sınıflı yapısından dolayı gittikçe yok oluş girdabına doğru yol alıyor. Her gün çıkar çatışmaları nedeniyle insanlık ve doğa büyük bir tehdit altında. Dünyamızda sınıf çatışmaları tarihi, yaşamın ortaya çıkış tarihine göre çok küçük bir zaman dilimini kapsıyor (insan türünün 2 milyon yıldır varlığını sürdürmesine karşın sınıflar yaklaşık 6 bin yıldır var). Fakat son egemen sistem olan ve halen varlığını sürdüren kapitalist sistem ile birlikte (yaklaşık 300 yıldır) çok hızlı toplumsal ve teknolojik dönüşümler yaşanırken öte taraftan sistemin düzensiz yapısı nedeniyle uçurumun kıyısına her geçen gün daha da yaklaşmaktadır dünya. Bizde uzay araştırmaları yaklaşık 50 yıldır yapılıyor. Ne var ki araştırmaların amacı insanlığın genelinin yaşamını kolaylaştıracak bulgular elde etmek değil. Dünya üzerinde açlık nedeniyle insanlar her gün yığınlar halinde ölmekte iken, pazar alanlarının paylaşımı ve yeniden paylaşımı için sömürücü sınıf tarafından yığınlar halinde savaş alanlarına sürülürken, dünya dışında yaşam formları araştırmalarının tek amacı olabilir: talana dünya dışını da dahil etmek!
ninizi keşfetmiş olsa gezegeninizdeki yaşamın kısa sürede yok oluşa sürükleneceğini söylemek bir tahmin olmanın dışında olurdu. Kendi tarihimizde, üstelik çok da uzak bir tarih de sayılmaz, dünyanın yeni keşfedilen yerleri işgal edilerek buralarda yaşayan insanların şanslı olanları köleleştirilmiş, geri kalan büyük bir bölümüyse ortadan kaldırılmıştı. Ama korkmanıza gerek yok. Zaten bu gidişle teknoloji o noktaya varmadan dünyadaki yaşam da ortadan kalkacak! Yapılan uzay araştırmalarında henüz bir bulguya rastlanmamış olsa da bu konuya dair çok sayıda sinema filmi yapıldı, kitaplar yazıldı. Bunların çoğunda, yazarların ve senaristlerin, ileri teknolojiye sahip fakat yaşayan canlılar arasındaki ilişkilerin ciddi sorunlar taşıdığı bir gezegen ya da gezegenler tablosu çizdiğini görürüz. Ama onlardan zaten farklı bir fikir öne sürmelerini beklemek de mümkün değil. Çünkü dünyamızda egemen olan fikirler, egemen sınıfın fikirleridir. Ve onların daha ileri bir yaşamı, sınıfsız bir toplumu resmedebilmeleri kendi çıkarlarına aykırı da olacağından mümkün değil. Olur da öyle bir senaryo yazan olursa (ki öyle biri zaten devrimcidir), ya tamamen yasaklanıyor ya da ciddi bir sansürden geçiriliyor.
Pazar ve hammadde kavgaları nedeniyle gittikçe yaşanmaz hale gelen dünya olur da yok olursa egemen sınıfımızın varlığını sürdüreceği ve aynı zamanda sömürücü sınıf olma özelliğini sürdürebileceği yeni yaşam alanlarına ihtiyacı olacak. Gerçekten insanlık yararına bir şey yapacak olsalardı, dünyanın dışına göz dikmek yerine en başta dünya üzerindeki yoksulluğun çaresini bulmak için seferber olurlardı. Ama faydasız! Çünkü sizin de kendi tarihinizden bildiğiniz gibi, yoksulluğun ve her tür ayrımcılığın ortadan kalkması ancak sınıflı toplumun tümüyle ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilecektir.
Sevgili Alfalı kardeşlerim, sizin ulaştığınız düzey başta da belirttiğim gibi bizi umutlandırıyor. Bugün sömürücü sınıf azınlık olsa da, ezici çoğunluk durumunda bulunan emekçi insanların tamamının kapitalizme karşı mücadele yürüttüğünü söylemek mümkün değil. Günümüze kadar süren mücadelelerde birçok bedel ödendi. Ama bu bedellerin karşılığını bulduğu henüz söylenemez. Yine de önemli bir deneyim yaşandı 1917 dünya yılında. Bu tarihte emekçiler egemenleri bulundukları tahttan indirerek kendi iktidarlarını kurdular. Ama bu iktidar deneyimi ne yazık ki çok kısa sürdü. Bizler, devrimci mücadeleyi yürüten insanlar olarak yaşadığımız deneyimlerden dersler çıkarma aşamasındayız daha. Bugün çok küçük adımlarla ilerleyebiliyoruz ancak. Bizler bir taraftan yeniden toparlanma çabalarımızı sürdürürken kapitalistler boş durmuyorlar. Uzaktan baktığınızda mavi görünen gezegenimiz, kanın rengini almış durumda.
Sizden önce yaşadığımız dünyadan birileri sizin gezege-
Sizin bir dönem aklınızı isyan ettiren olaylar günümüz-
40
Mayıs 2006 • sayı: 14
marksist tutum
de bizim yaşamımızın bir parçası. Ama insanlığın büyük bir bölümünün aklı dumura uğramış, kötürümleştirilmiş durumda. Bizler bu dünya üzerindeki yaşamı yeniden yaşanılabilir kılma mücadelesini veren insanlarız. Bugün bu mücadelemizde bize rehberlik eden bilimsel silahımızın adı Marksizm. Eminim dünya üzerinde yaptığınız araştırmalarda Karl Marx’ın adına rastlamışsınızdır. Ve tabii ki haksızlığa karşı isyan bayrağını kaldıran daha birçok insanın adına da. Marx, bundan yaklaşık 150 yıl önce kapitalist sistemin doğasını deşifre etmiş ve ona karşı mücadele eden insanlara da önemli bir silah bırakmıştı.
yürüten insanları da kendi içlerinde parçalamış bulunuyor. Yine de bizler geçmişte yaşanan deneyimlerden çıkardığımız derslerle kararlı adımlarla yürüyen bir avuç insan olsak da, artık sizlerden de biliyoruz ki, bugün sürdürmekte olduğumuz kararlı mücadeleyle eninde sonunda insanlığın kurtuluşunun yolunu açacağız. İnsanlığın içinde bulunduğu cenderede eriyip gitmesine, kapitalistlerin insanlığı yok etmesine izin vermeyeceğiz. Bizi izlemeye devam edin. Bizim yaşayacaklarımız, geçmişte sizin yaşadıklarınız hakkında daha net bilgilere ulaşmanıza yardımcı olacaktır. Çok gerekli de değil ya! Yazdığım bu mektup umuyorum size ulaşır.
Alfalı kardeşlerim! Yürüttüğümüz bu mücadele kendi içinde parçalanmış durumda. Ne yazık ki içinde bulunduğumuz gericilik dönemi, kapitalizme karşı mücadele
Dünyalı bir genç devrimci
30 Liralık Kriz Çok ağır koşullar altında sömürüldüğümüz açık. Tüm işçi arkadaşlara ve dostlarımıza 30YTL’lik krizin nasıl olduğunu anlatmaya çalışacağım. Yeni başladığım fabrikada bana yapacağım işi öğreten işçi arkadaşla sohbetimiz gün geçtikçe ilerliyor. Ne kadar korkunç bir şekilde sömürüldüğümüzü daha iyi anlıyorum bugünlerde. Çünkü bu yeni tanıştığım işçi arkadaşın “tuhaf” sayılabilecek yanları var (aslında bu koşullarda, anlatacağım bu davranışlar çok normal). Bu işçi arkadaş arada bir kendi kendine konuşuyor. Ne dediğini az buçuk anlıyorum. Aslında arkadaş içinden düşündüğünü zannediyor, farkında değil. Konu tamamen ay sonu hesapları. Başka hiçbir şey yok söylediği kelimelerde. 170 kira, 90 kredi kartı, su, elektrik, bakkal parası, elden borç derken giderlerinin gelirinden çok olduğunu hesaplıyor ve morali bozuluyor tabii ki. Bu arada unutkanlık hat safhada. İki gün üst üste cüzdanını öğlen aralarında dinlendiği boş arazide unutuyor, yaptığı işe konsantre olamayıp bazı soruları ardarda soruyor, cevaplarını alsa bile. Gelelim Şubat ayının gelirlerine. Çalıştığımız fabrikada Şubat ayında tam gün işe gelenlere 28 gün yerine 30 gün üzerinden maaş verileceği söylenmiş. Tabii ben daha yeni işçiyim. Fakat ortalıkta kulaktan dolma bilgiler dolaşıyor. Bu dalgın arkadaş da doğal olarak 30 gün üzerinden maaşını hesaplıyor. 1 gün ücretsiz izin alıp işe gelmemiş, fakat ay içerisinde kaldığı mesailer o günü telafi ediyor. Aslında işçi arkadaş da o gözle bakıyor bu işe ve fazladan 30 YTL daha ekliyor ay sonunda alacağı ücretine. Böylece gelir gider hesabı biraz olsun denkleşiyor (tabii ki bunun hayalini kuruyor kendi, kendine). Arada sırada ben de dahil olmak üzere, unutkanlığı ve kendi kendine konuşması yüzünden bu arkadaşa güler ve biraz eğlenirdik. Daha 5-6 aylık ev-
li ve eşi şu anda hamile. Fakat onun dünyasına bir an girince yaptığımdan çok utandım. Çünkü bu problemli ve komik durumu o işçi arkadaşımın suçu değil. Bence suç, onu bu acınacak hale getiren sistemde. Paranın sistemi yani kapitalizm onu bu hale getiriyor. Nihayet ayın beşi geldi. Bordrolar dağıtıldı. Herkes serviste kendi hesabına koyuldu. Kimileri bordroya öylesine bakıp geçiyor, kimileri daha ince hesaplar yapıyor. Kimileri ise bordroya öyle bir bakıyor ki zannedersiniz 5 bilinmeyenli denklem. “20 saat mesai, 27 gün üzerinden sigorta ödemesi, mesai ödemesi” gibi sözcükler kontrolsüzce dökülüyor arkadaşın ağzından. Dışardan kimseyi duymuyor ve yine içinden konuştuğunu zannederek kendi kendine sesli sesli konuşuyor. Aldığı ücretin masraflarından az olduğunu söylüyor yine. Ne gelir elden? Ama işçi arkadaşımız kendince bir çözüm buluyor. Tabii biz de dinliyoruz onu. “Kredi kartına başka bir yerden borç bulana kadar ödeme yapmam” diyor. Çözümü bu yolla buluyor arkadaşımız. Küçümsediğimden değil, ama sadece 30 YTL’lik açık işçi arkadaşımı krize sokuyor. Hayatımız pamuk ipliğine bağlı. Bir de düşünün patron onu işten atarsa ne yapar? Veya biz ne yapabiliriz? 30 YTL’lik krizin küçük olduğunu sakın düşünmeyin, ben artık öyle olduğunu düşünmüyorum. Ama şunu da eklemek isterim. 30 YTL’yi de yaratan biziz, 30 trilyonu da yaratan biz. Ama öyle tek başımızayız ki, sorunumuzu fark edemiyoruz bile. Bunun için örgütlü mücadele işçi sınıfı için en temel şeydir. Zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok, kazanacak koca bir dünyamız var! Gebze’den Marksist Tutum okuru bir metal işçisi
41
marksist tutum
Mayıs 2006 • sayı: 14
Hacı Hüsrev’de Devlet Terörü 13 Mart gecesi sabaha birkaç saat kala karanlık bir sokakta, öfke ile vurulan, tekmelenen ve kırılan kapı sesleriyle derin uykularından korkuyla ürpererek uyanıyor insanlar. Kapıları kıranlar “güvenle uyuyun” diyen polisin özel harekât timleri. Sabaha karşı her yanları sarılarak derin uykularından tekmelerle uyandırılan bu insanlar sanki dünyadaki bütün kötülüklerin failleri, bu mahalle sanki bütün suçların sorumlularının yeşil otlar gibi yeşerdiği yer! İkinci Dünya Savaşını hatta birincisini de çıkartanlar onlar! Balkanlar’ı kana boyayanlar, Ortadoğu’da çocukları öldürenler, insanlara işkence yapanlar, paraları çuvalla götürenler, Şemdinli’de bomba atanlar ve boş zamanlarında da zevk-ü sefa içinde yaşayanlar onlar! Bir televizyoncu ordusu eşliğinde yürüttüğü, adına “operasyon” dediği saldırılarda, uykularını deldiği mahalle sakinlerini korkutmakla yetinmeyen Türk burjuvazisinin düzen koruyucu kolluk kuvvetleri, toplumsal sindirme harekâtını da başarıyla yürütüyor. Sabahın ilk ışıklarıyla mahalleden toplanan, sıcak yataklarından kaldırılıp “o çok güvenli” yetiştirme yurtlarının “şefkatli” kollarına götürülen üç beş tane çocuk zaten bir tabur silahlı özel harekât timi olmadan yakalanmazlardı! Bu neydi şimdi? Ne yapmak istemişlerdi? Olanlar bir hatadan mı ibaretti? Ama bunu daha önce de defalarca yapmışlardı. Ve bütün olanlar televizyon ekranlarından, gazete sütunlarından yetmiş milyonun gözü önünde gerçekleştirilmişti. Evlerine zorla girilmiş, yataklarından zorla, ite kaka kaldırılmış, her taraf aranma bahanesiyle darmadağın edilmiş, insanların insan onurlarına tecavüz edilmişti. Biz bu sahnelere hiç yabancı değildik. Daha yapılanları unutmamıştık. 12 Eylül 1980 faşist darbesinde, öncesinde ve özellikle sonrasında yıllarca hayatlarına girilenler, işkencelerde öldürülenler, gözaltında kaybedilenler, evleri basılıp burjuva devletin silahlı örgütleri tarafından kimi zaman apaçık, pervasızca, ama çoğu zaman gizlice öldürülenler, siyasi şubelerin işkence odalarında intihar süsü verilerek katledilenler bizlerdik. Bizim büyüklerimiz, çocuklarımız, kardeşlerimiz her şeyden öte yoldaşlarımızdı. Hacı Hüsrev mahallesindeki olaylar kısa bir süre önce yaşandı. Bu mahalleye yapılan operasyon kitlelerin gözünde meşrulaştırıldı. Burjuva medya bu konuda da görevine sadık davrandı ve bu insanlar kapkaççı, uyuşturucu tüccarı, tinerci vs. olarak etiketlendi. Sorun hangi mahallede ne kadar suçlu var meselesinden çok daha öte bir şeydi. Bu insanlar evlerinin camlarında ellerinde silahlarla beklemiyorlardı. Bu saldırı yapılırken her saniyesi görün-
42
tülendi ve bir kısmı televizyon ekranlarından, bu düzene ve bekçilerine kin duyan herkese gösterildi ki, korksunlar ve haksızlıklara ses çıkarmasınlar. Burjuvazi düzenin bekasını sağlamak için silahlı, üniformalı ve üniformasız binlerce insanı, milyonlarca işçi ve emekçiyi zapturapt altına almak için özel olarak örgütlemek zorunda. Ve bu güçler bizim karşımıza her mücadele alanında çıkacaklar. İşin sadece fiziksel tehdit kısmı değil üzerinde düşünülmesi gereken. Asıl önemli olan, egemen güçlerin silahlı kurmaylarının da dediği gibi asıl harp, psikolojik harp. Psikolojik olarak zaferi kazanan aslında savaşın sonucunu da büyük oranda belirlemiş oluyor. 12 Eylül 1980’de faşizmin saldırılarına doğrudan maruz kalanlardan çok, dışardan seyirci olarak izleyenlerdir asıl korkanlar ve ‘80 sonrası apolitik, örgütlü mücadeleden korkan gençliği geleceğimizi ipotek altına alma pahasına yetiştirenler. Ölümü görmeden ölmekten, işkenceyi yaşamadan işkenceden korkmak. Daha doğrusu korkutulmak. Ya bir gün sizin de evinizin her tarafını sararsa bilim kurgu filmlerinden fırlamış görüntüleriyle onlarca silahlı insan. Ve uyumakta olan on yedi yaşındaki oğlunuzu ya da kızınızı üniversitede haksızlıklara karşı bağırdığı için karga tulumba götürür ve sizin çığlıklarınız duyulmazsa? Bu kavgada yenilmesi gerekenler bizler olmak zorunda değiliz. Neredeyse bire yüz, bire binken nedir bizleri sürüler halinde, insanlık dışı uygulamalara boyun eğdiren? Çocuğumuza, onursuz yaşama pahasına itaati öğrettiren. Buna sevgi mi diyoruz, buna onları ve kendimizi acılardan ve kötülüklerden koruma isteği mi diyoruz. Peki bir mahallenin insanlarının yaşamına girilirken kaç tanemiz kendimizi ve sevdiklerimizi güvende hissettik. Bütün bunlar sadece bugünümüzü belirleyen olgular değil. İşçi sınıfının geleceğini belirleyen olgular. Yaşadığımız her yerde, özellikle mücadele alanlarında, mensubu olduğumuz sınıfa yönelik saldırılara karşı koymak zorundayız. Her savaşın en az iki tarafı vardır. Ancak bugün taraflardan birisi durumunun farkında değil. Ne var ki, er ya da geç bu savaşın ikinci tarafı da sahnedeki yerini alacak ve kitleler kapitalizmin egemenliğine karşı kızıl bayrağı kaldıracak. Bu durumda burjuvazi bütün güç ve olanaklarını seferber edecek ve fakat disiplinli bir örgütlülüğe, önderliğe sahip olan taraf savaşı kazanacaktır. Bu yüzden şimdiden bunun bilinciyle bizi bekleyen nihai savaşa hazırlanmalıyız. Marksist Tutum okuru bir sağlık emekçisi
Okurlarımızdan Her geçen gün kapitalist sömürü düzeni insanlığı yıkıma götürüyor. Emperyalist hegemonya savaşının kızıştığı bir dönemden geçiyoruz. Gözü dönmüş burjuvazi özellikle bu dönemde ideolojik saldırılarını yoğunlaştırmakta, işçi emekçi kitlelerin bilincini bulandırmaktadır. Kapitalizmi yıkıp yerine sınıfsız ve sömürüsüz bir düzen kurmak işçi sınıfının ellerindedir. Ancak işçi sınıfının kendisini bir sınıf olarak görmesi, işçi sınıfına taşınan devrimci bilinçle mümkün olacaktır. Marksist Tutum’un 1. yılında bu misyonu başarıyla yerine getirdiğine inanıyorum. Marksizm işçi sınıfına doğru bir şekilde taşınmadığı sürece, kapitalizm kendisini var etmeye devam edecektir. Marksist Tutum kitlelerin yıllardan beri yaşadığı ideolojik kafa karışıklığına bugün ışık tutmaktadır. Dergide yayınlanan bütün yazılar biz işçi sınıfının politik ve ideolojik ihtiyacını karşılamanın yanında, aynı zamanda Marksizmi Marx’tan, Lenin’den öğrenme olanağı da sağlamaktadır. Marksist Tutum bugün her türlü ulusal dar kafalılığa karşı işçi sınıfının dünya çapında kurtuluşunu savunan enternasyonalizm bayrağını yükseltmektedir. Geçen bir yılda çıkan bütün yazıları hayranlıkla okudum. Şunu anladım ki işçi sınıfının kuruluşu dünya çapında Bolşevik bir önderlik yaratılmadığı sürece mümkün değildir. Marksist Tutum’la birlikte Bolşevik gelenek yeniden canlanmıştır. Yayınlandığının 1. yılında Marksist Tutum’un çıkmasında emeği geçen herkese teşekkür ediyorum. 1. yayın yıldönümünüz kutlu olsun. İstanbul’dan bir Marksist Tutum okuru Merhaba dostlar, Marksist Tutum dergisi çıktığından beri takip eden bir tekstil işçisiyim. Ben de toplumun çoğunluğu gibi sınıf bilincinden yoksun, kapitalist sistemin içinde debelenip duran, kendimle çelişik, evde, işyerinde, sokakta birçok sorunla karşılaşıp sorunların üzerinden atlayan biriydim. Ta ki işçi sınıfının savunucusu Marksist Tutum’u tanıyana dek! İşçi sınıfının devrimci teorisi olan Marksizmi bizlere taşıyan, dar ufkumuzu genişletip berrak yolu görmemize yardımcı olan Marksist Tutum’u yürekten selamlıyor ve iyi ki varsın diyorum.
Bütün dünyada gericiliğin yükseldiği, din savaşları ya da medeniyetler çatışması süsü verilen emperyalist hegemonya savaşlarının kızışmaya başladığı, ekonomik krizlerin derinleştiği ve bütün bunlara karşılık sosyalizm mücadelesinin gerilediği, herkesin işçi sınıfından ümidini kestiği bir dönemde doğdu Marksist Tutum. Bir yıllık yayın hayatı boyunca devrimci Marksist fikirlerin doğruluğunu ve devamlılığını anlatmaya çalıştı. Asıl yanlışın Marksist fikirlerde değil, bu fikirlerin çarpıtılarak, yozlaştırılarak ya da dogmalaştırılıp önleri tıkanarak oluşturulan ideolojilerde olduğunu anlatmaya çalıştı. Lenin’in devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz sözünden beslenerek teorinin önemini vurgulayan, diğer taraftan salt teori ile bir şey yapılamayacağını, entelektüel bilgi birikiminin devrimci mücadele için kullanılmadığı sürece bir işe yaramayacağını pratiğiyle de vurgulayan Marksist Tutum dergisi bir yaşını doldurdu. Devrimci mücadele için, işçi sınıfının gerçek Marksist fikirlerini dünyanın her yerine yayabilmek için, burjuvazinin saltanatını yıkıp sömürüsüz ve dolayısıyla sınıfsız bir dünya kurabilmek için mücadeleyi yükseltelim. Mücadelemize sahip çıkalım. İşçi sınıfının enternasyonalist dayanışmasını oluşturarak dünya devrimini inşa edebilmek için mücadele bayrağını yükseltelim. Devrim ve sosyalizm için ileri, hep daha ileri! Ya sosyalizm, ya barbarlık içinde yok oluş! Yaşasın proletarya enternasyonalizmi! Yaşasın devrim ve sosyalizm! Pendik’ten Marksist Tutum okurları İşçi sınıfının bittiğini, Marksizmin öldüğünü, sınıfsız bir toplumun hayal olduğunu söyleyen kapitalizm savunucularına inat, sınıfın devrimci ruhunu körükleyen, Din, dil, ırk ayrımcılığına karşı enternasyonalizm bayrağını yükselten, Ulusal sorunda, kadın sorununda doğru tutum sergilememize yardımcı olan, Burjuvazinin ideolojik bombardımanı karşısında güçlü bir set olan bir devrimci mücadele kılavuzudur.
Marksist Tutum biz işçilerin, emekçilerin ve gençlerin bütün soruMarksist Tutum, işçi olmanın onurunu öğreten, bu iğrenç kapitalarımıza cevaptır. list sömürü sistemi karşısında sınıf bilinçli işçiler olarak durmamıza yardımcı olan, işçi sınıfının güncel-politik olayları kavraması- Yaşasın Marksizm, Yaşasın Marksist Tutum na yardımcı olan, bunlar karşısında nasıl tutum alınması gerektiğini gösteren, Topkapı’dan Marksist Tutum okuru bir kadın işçi
Gerçek devrimci Marksist fikirlerin çarpıtıldığı bir dönemde doğdu Marksist Tutum. Dergi 12 aydır Marksizmin özüne ve devrimci önderlerin fikirlerine, onları tabulaştırmaksızın, sadık kalarak devam etti mücadelesine. Kuşkusuz dergi yazarlarının ve okurlarının emekleri olmadan ayakta kalamazdı. Marksist Tutum, bundan sonra da kendine Marksist diyen, fakat aksine onun içini boşaltan fikirleriyle emekçi kesimin kafasını karıştıranlara ve burjuvazinin her türlü aldatmacasına karşı işçi sınıfının devrimci fikirlerinin cevabı olmaya devam edecektir. Yaşasın devrimci Marksist mücadele! Yaşasın proletarya enternasyonalizmi! Yaşasın devrim ve sosyalizm! Yaşasın Marksist Tutum! Yıldız Teknik Üniversitesinden Marksist Tutum okurları
Selam Marksist Tutum, Dergileri postadan her zaman heyecanla alıyor, heyecanla okuyorum. İdeolojik mücadele içinde gerçekten çok önemli bir konumunuz var. Ayrıca her zaman üretkenliğinizi de takdir ettim, ediyorum. 1. yaşınız kutlu olsun. Umarım devrimci Marksizm Türkiye solu içerisinde büyümeyi ve etkisini gösterebilmeyi başaracak. Dergiyi elime alır almaz Venezuela ile ilgili yazıyı okudum. Latin Amerika’daki patlamanın birçok kişide yarattığı heyecan ve coşkudan kaynaklı kafa bulanıklığı bende de vardı. Fakat daha fazla okuyup düşündükten sonra –eğer kafa bulanıklığını sarhoşluk olarak değerlendirirsek– yavaş yavaş ayılmaya başladım. İlkay Meriç’in yazısı bence çok önemli bir yazı. “Tarih tekerrürden ibarettir” derler. Ne kadar ben buna inanmasam da yazı bana bugün yaşananların tam da böyle olduğunu düşündürdü. Yazıda Arap sosyalizmiyle “21. yy sosyalizmi’nin” karşılaştırılması ve benzerliklerin net ve berrak bir şekilde ortada olması kafamdaki sis bulutunu bir anda parçaladı. Chavez’in popülist retoriği nereye kadar devem eder bilemem ama aynen 20.yy’da olduğu gibi 21.yy’da da, oluşmakta olan yeni kuşak, sosyalizmi yanlış anlama tehlikesiyle karşı karşıya. Sevgi ve umutla kalın. Kıbrıs’tan bir Marksist Tutum okuru
43
Okurlarımızdan Merhaba. Öyle bir toplumda yaşıyoruz ki her şey metalaştırılmış durumda. Her şeyin bir meta olarak değeri var. Bırakın tüketim maddelerini, manevi değerler bile üç kuruşa satılıyor. Egemenler her şeyi dolar olarak görüyor. Egemenler için maddi değeri olmayan hiçbir şey yok. Ve toplumda bu ideoloji yayılıyor. Paran varsa bir değerin vardır. İnsanlara bireyselcilik empoze ediliyor. Sadece kendini düşünmelisin, kendin için yaşamalısın fikri aşılanıyor. Bunun için de işyerinde, okulda, sokakta, evde yani toplumun her alanında, herkesle rekabet etmelisin deniliyor. Aynı işyerinde çalışan iki işçinin rekabet etmesi patrona fazladan artı değer kazandırması demektir. İşçi rekabet ederken, patronun kazanacağını değil, kendisinin daha fazla ücret alacağını, patronun gözüne gireceğini ve bu nedenle işsizler ordusuna katılmayacağını sanır. Oysa ki patron seni posanı çıkartana kadar çalıştırır. Artık patrona eskisi kadar fayda getirmiyorsan gözünün yaşına bakmadan kapının önüne koyar. İşçi kardeşimin böyle olduğunu kavraması için önce bu toplumda ezilen ve sömürülen sınıf ile ezen ve sömüren sınıf olmak üzere iki sınıfın olduğunu, bu iki sınıfın çıkarlarının temelde farklı olduğunu bilmesi gerekiyor. Burjuvazinin kendi sınıfsal çıkarlarını korumak için, işçi sınıfının bilincini TV, gazete, radyo vb. burjuva yayın organları vasıtasıyla nasıl bulandırdığını bilmeliyiz. İşçilerin bir araya gelmesinden korktukları için işçileri maçla, televizyon dizileriyle oyalıyorlar. Öyle bir hale getirilmişiz ki patron-
ların ayarlı robotları gibiyiz. İş saatlerinde patrona çalışıyoruz. İş saatleri dışında dizilerden, maçlardan bahseder hale getirilmişiz. Kendi gerçekliğimizden, asıl sorunlarımızdan uzak duruyoruz. Bizler bunu yaparken kendi sınıfımızın değil egemenlerin çıkarlarına hizmet ettiğimizi bile bilmiyoruz. Kendimize o kadar yabancılaşmışız ki, aslında ücretli köle bile değiliz. Resmen robotuz. Çünkü var olan yaşantımız, düzenimiz bozulmasın diyoruz. Fakat günün her dakikası egemenler tarafından her türlü yozlaşmaya maruz bırakıldığımızın bile farkına varmıyoruz. Yanı başımızda çalışan arkadaşımız işten atıldığında kendimize neden diye bile soramıyoruz. Burjuva ideolojisi topluma öyle egemen olmuş ki “buna da şükür” diyecek hale gelmişiz. Ya da “Allahından bulsun” diyoruz. Ve hep hayaller aleminde yaşıyoruz. Burjuva düzen içinde burjuva ideolojisinin altında, tozpembe hayaller kurarız. Hemen herkesin hayali, iyi bir yaşam, şehrin gürültüsünden uzak bahçeli bir evde ömrünün sonuna kadar yaşamak. Emekli olduktan sonra (nasıl olunacaksa) çiçekle böcekle yaşamını sürdürmek. Var olan gerçeklerden, kendi gerçeğimizden uzaklaşmak. İyi de nereye kadar? Kapitalistler kendi ideolojilerini yaymak için her türlü yayın organıyla bizleri öyle bir bombardımana tutuyorlar ki kaçma şansımız yok. Çözüm kaçmak değil, daha iyi bir yaşam, daha iyi bir dünya için, toplumun çoğunluğunu oluşturan ezilen ve sömürülen sınıfın ideolojisini kavramak ve kavratmak. Toplumdaki bütün üretimi biz yaparken egemenler bu üretilen-
Merhaba! Öncelikle, Marksist Tutum’da emeği geçen tüm dostları yürekten selamlıyorum. Marksist Tutum’u ilk sayısından bu yana severek ve yürekten okuyorum. Dergimizin birinci doğum günü kutu olsun. Normalde kapitalist toplumda, doğum günleri hediyelerle kutlanıyor. Yani meta haline getirilen duygularımıza “meta”larla hitap ediliyor. Fakat burada tam tersi oluyor. Marksist Tutum daha ilk günden başlayarak, doğum yıldönümüne kadar, en büyük hediyeyi bizlere verdi. Kapitalist toplumda, kaybolan insani değerlerimizi, kimliğimizi, kaybolan sınıf bilincimizi ve kaybolan onurlu kişiliğimizi verdi bize. Biz işçilerin ve devrimcilerin, Marksist Tutum’a verebileceğimiz en büyük hediye ise, ona sıkı sıkı sarılmak, Marksist ideolojiyi, Marksist Tutum’u işçi-emekçi dostlara ulaştırmak olacaktır. Patronların sistemi ve yalan makineleri o kadar düzenli işliyor ki, her şeyden önce biz işçileri kendi bataklıklarının haklılığına ikna ediyorlar. Yani, önce beynimize sonra da bedenimize hükmediyorlar. Ben de bir işçi olarak Marksizm ve Marksist Tutum’la tanışmadan önce bir şeylerin ters gittiğini fark ediyordum. Ama bu tersliklerin, hükümetlerin hatalarından, patronların bireysel kötülüklerinden, insanların israfçılıklarından kaynaklandığını düşünüyordum. Burjuva ideolojisi o kadar sistematik propagandasını yapıyor ki, sanki kendi düşüncemizmiş gibi sahipleniyoruz bunu. Mesela, iş-
44
lere el koyar. Neden onlar el koyuyorlar? Üreten bizsek neden yöneten biz değiliz diye sormamız gerekiyor. Bunları sordukça burjuvazinin göstermek istemediği asıl gerçeklerle, kendi gerçekliğimizle karşılaşıyoruz. Eğer ki bu yaşamdan rahatsızsak, daha iyi bir yaşam istiyorsak gerçeklerden kaçamayız. Ve işte o zaman burjuvazinin değil kendi sınıfımızın fikirlerini, ideolojisini öğrenmek ve öğrendiklerimizi çevremize öğretmek, anlatmak ihtiyacını duymalıyız. Çünkü kapitalizm varlığını devam ettirmek için örgütlü hareket ediyor. Biz de işçi sınıfı olarak bu düzene karşı örgütlü olmalıyız. Burjuvazinin yayın organlarından işçi sınıfının ideolojisi anlatılmaz. Toplumsal olaylar burjuvazinin kendi bakış açısına göre yorumlanır. Gerçeklerin üzeri sürekli bir örtü ile örtülür. Ben gerçekleri, doğruları, günlük olaylarda olsun, tarihsel olgularda olsun işçi sınıfının ideolojisini Marksist Tutum dergisinde buldum. Marksist Tutum’u bir yıldır takip ediyorum. Yazıları okudukça işçi sınıfının ideolojisinin ne olduğunu, olaylara nasıl bakmak gerektiğini, burjuva sınıfın penceresinden değil, işçi sınıfının penceresinden bakmak gerektiğini daha iyi kavradım. Marksist Tutum dergisinin yayınlanmasında emeği geçen herkese teşekkür ediyorum. İyi ki böyle bir dergi yayınlandı. Yoksa işçi sınıfı gerçek anlamda kendi yanında olan böyle bir yayından mahrum kalacaktı. Yeni yılda yayınlarınızın devamını bekliyoruz. 1. yayın yıldönümünüz kutlu olsun. Marksist Tutum okuru bir işçi
siz kaldığım zamanlar, Kürt ve göçmen işçi kardeşlerimizin yüzünden işsiz kaldığımızı düşünüyor ve onlardan nefret ediyordum. Tabii ki şimdi bu düşüncelerim geçmişte kaldı. Marksist Tutum’la tanışmam birçok ön yargılarımın ve yabancı düşmanlığımın sebebinin burjuvazinin oyunları olduğunu gösterdi bana. Burjuvazinin, biz işçileri din, dil, ırk, cins, renk vs. gibi kavramlarla nasıl da kandırdığını, kâr mekanizmasını çalıştırabilmek için bizleri birbirimize düşman ettiklerini ve burjuvaziyle işçi sınıfının ortak hiçbir yönünün olmayıp ayrı dünyaların insanları olduğumuzu Marksist Tutum’la öğrendim. Ve bugün baktığımda, örgütsüz kimselerin kendilerini kurtaracağını düşünemiyorum. Ancak işçi sınıfı, kimsenin cinsine, ırkına, dinine bakmadan kurtuluşu enternasyonalist bir mücadeleyle sağlayabilir. İşçi sınıfının sınıf bilincini kazanması, bir sınıf olduğunu kavraması ve bir avuç asalağı tarihin çöp tenekesine fırlatması için Marksizm ve Marksist Tutum temel kılavuzumuz olacaktır. Bu sabırlı ve başarılı çalışmalarınızdan dolayı Marksist Tutum’da emeği geçen herkese yürekten selamlar gönderiyorum. Marksist Tutum’un doğum gününü tekrar kutluyorum. Örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey! Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz! Beylikdüzü’nden Marksist Tutum okuru işsiz bir işçi
Okurlarımızdan “Celladın ipi, ben bitiremeden boğazımı sıkarsa, geride filmin mutlu sonunu yazacak milyonlarca insan var.” (Julius Fuçik) Dövüşenler ölenlerin tutmaz yasını... Dönüp bakarlar sadece geriye. Yarınlara bakabilmek için. Yol alabilmek için daha da ileri... Hiç de kolay bir şey değil mücadele etmek... Hiç de kolay bir şey değil nefes almak, emekleyerek yürümeyi öğrenmek ... Yaşamak hiç de kolay değil. İnsan gibi yaşamak istiyorsak eğer; hayat çok zor, mücadele çok zor… Kendinle kavga etmek zor. Taşın altına elini koymak zor. Mücadele etmenin emekliliğe ayrılması olmaz, “ben yokum” demek olmaz aynen yaşamda olduğu gibi. Sanıldığı gibi öyle basit bir şey değil bu. Tabii kendine dürüst olmuşsan birazcık ve sorgulamışsan “ne için yaşıyorum?” diye. O zaman zorlukların hiçbir anlamı olmaz, zorluklar aşılır bir an önce. Daha büyük zorluklarla uğraşılır. Hayatı mahveden, yaşama lanet ettiren, bizi hasta, kişiliksiz büyüten bu sistem, bu sınıflar, bu çelişkiler. Paçamızı kurtarmanın bir imkânı yok tek başına; bataklığın içindeyiz çünkü! Tutunacak bir dal, kuvvetli bir kol gerekli kurtulabilmek için, kendi paçanı kurtarabilmen için diğer milyonlarca insan gibi ... insanlığın kurtuluşu için. Aptallık edip tutunduğun dalı kesmenin hiçbir anlamı yok! Kavga etmeyi göze alabilmek gerek, gerektiğinde ölümü göze alabilmek ... mücadele bunları göze almak demek. Olabildiğince açık olmak demek, güven sağlamak demek, hayatını verdiğin, birlikte hayata tutunduğun insanlara. Yarınlarında sınıfına ihanet etmemek için ve sınıfları kaldırabilmek için! Özgür günlere ulaşabilmek için! O mutlu Son’u biz yazacağız... İstanbul’dan bir Marksist Tutum okuru Marksist Tutum’a merhaba, Ben dershanede çalışan Marksist Tutum okuru bir işçiyim. Dershanede sınav olduğu bir gün sınıf içinde öğrencileri kontrol ediyordum. Sonra tam karşılarında durup hepsini teker teker gözlemlemeye başladım. Kimisi stresli, kimisi yoğun, kimisi bıkmış, kimisi umutlu, kimisi de umutsuz bir şekilde önlerindeki sorularla uğraşıyorlardı. Onları gözlemlerken aynı zamanda düşünüyordum da. Neden acaba kurtuluşu sadece sınavda arıyorlardı, neydi bu gelecek kaygısı, neden kendilerini toplumun sorunlarından, yaşamdan soyutlamışlardı? Aslında kendim de dahil birçok kişi bu sorunları yaşamamış mıydık? Yaşamıştık, istemeyerek de olsa yaşamıştık. Çünkü bizim dışımızda bizim hayatımız hakkında karar verenler yaşatmışlardı bunları bize. Biliyoruz bu sorunların asıl kaynağının kapitalizm olduğunu. Bizi yabancılaştıran, robotlaştıran bu sistemi bizler birlikte kendi örgütlü gücümüzle yıkacağız ve bir gün atacağız onu hak ettiği pislik çukuruna! Evet, Marksist Tutum, sizlerin desteğiyle biliyorum sorunların kaynağını ve desteğinizle öğreneceğim daha birçoklarını. Gazi Mahallesi’nden bir eğitim emekçisi
Bir İntihar Mektubu Dünyanın korbonmonoksit solunumu yaptığım şehirlerinde trafik ışıklarını beklemek artık bana dayanılmaz acılar veriyor. Önümden geçen insancık sürüsünün öne eğilen ve ellerini ağızlarına götüren hareketleriyle imgelenen dayanılmaz akciğer takırtılarını izlememe sebep oluyor. Kahrolası kırmızı ışık bunalımımı kızıla boyuyor. Yeşil olanı yandığında helikopter alacak bütçeyi yaratmanın neşeli hesaplarını düşünmek artık acımı azaltmıyor. Hırsla basıyorum garaj kapısının kumandasına. Artık bir şoför tutmanın zamanı geldi diyorum içimden, karın tokluğuna kapatırız bu kalemi de. Tek bir sevindirici olay gerçekleşiyor atmosferde, kışlar daha soğuyor, yazlar daha da sıcaklaşıyor ama şu baharın Mayısları, sonlusunun da Ekimleri yok mu? Gerekmiyor ki baharın çiçekleri, olmasa metresimin tehditleri. Boğuyor zaten sonbaharda ücrete zam istekleri. Neyse ki 12’sini Mart’ın migren tedavisi masraflarımdan vergi indirimiyle düşüyorlar. Bir de son zamanlarda her şeyi benden biliyorlar. Denizi kirletiyormuşum, kitlesel ölümlerin sorumlusu benmişim, nükleer ve biyolojik tehdit yaratıyormuşum. İftira, yemin billah iftira. Kafatasçılarım ben istesem de izin vermez zaten çoğu zaman bu kadar pahalı çözümler üretmeme. Bu konuda itirafım şudur ki; aslında biliyorum kirliliğin sorumlularını. Kalitesiz kömür kullanan kırmızı kiremitli, yosunlu çatıların altındakiler ve bir de hiç evi olmayıp pis kokanlardır. Hele şu sera etkisine neden olan büyük baş hayvanların gazı yok mu, hepsini fabrika bacalarından aşağıya atasım geliyor. Dramayı severim, ancak bu benim gibi bir sınıfın intihar mektubu olmaya uzun bir yazıdır. Ne kadar hüzünlensem de mektuba kaç saattir bir göz damlası, inandırıcılık damgası bırakamıyorum. Mürekkebi ihtiyatlı kullanmada da örnek yurttaş olmalı siz de hak verirsiniz ki. Kahretsin, bir tomar da boş çek koçanı harcadım mektubu kurgulamak için. Son olarak zor geçen hayatımdan ve doğal kaynakların ne yazık ki tüketilmesine engel olamadığımdan dolayıdır ki, bu işin sorumluları olan diğer insancıkları yanımda götürüyorum. Üzgünüm, evrenin deviniminin dünyayı yok edeceği zamanı beklemenin kârlı bir yatırım olduğunu düşünmüyorum. Elveda yıldızlar! İMZA: Son Egemen Burjuva
Erkek egemen burjuva toplumunda, kadının dört duvar arasına sıkışması, onun ruhsal yaşamını çöküntüye uğratmakta, kadın çevresinden kopartılarak kendine olan güvenini yitirmektedir. Size kendimden örnek vermek istiyorum. Daha 12 yaşından itibaren çalışmaya başladım. Tek bildiğim işe gidip çalışmak, eve gelip ev işleriyle uğraşmaktı. Çamaşır yıkamak, yemek yapmak, bulaşık yıkamak, ütü yapmak vs. benim ve annemin göreviydi. Evin reisi olan babam ve abilerim televizyon başında oturup önlerine gelecek yemeği bekliyorlardı. Hizmette kusur kadınlığa hiç yakışmazdı! Biri “benim çorabım nerede”, diğeri “pantolonumu ütüledin mi”, bir diğeri “çay doldur”! İçimden, “Eee! Yeter! Kalkın da kendiniz yapın” demek geliyordu. Bu sözü söylersen arkasından dayak geleceği çok açıktı. Yani durum hiç de iç açıcı değildi. Günün 11 saati çalışmak, gerek işyerlerinde gerek iş çıkışında tacize uğramak ya da tacize uğrayanlarla karşılaşmak olağan şeylerdi. Kadının görevi çocuk doğurmak, çocuğunu büyütmek, ev işleri yapmaktı. Ben de böyle düşünüyordum. Arada bir çelişkiye düşmüyor değildim, niye bunlar biz kadınların görevi diye. Ama bu soruyu kendi kendime çözemeyip hep üstünden atlıyordum. Ta ki devrimci Marksist arkadaşlarla karşılaşana kadar. Çevresinden kopmuş, kendine yabancılaşıp, güvensiz biriyken hayatım tamamen değişti. Kadın sorununun sınıflı toplumlarla ortaya çıktığını ve bu sorunun sınıfların ortadan kalkmasıyla çözülebileceğini yani sosyalist bir devrime bağlı olduğunu, ancak o zaman erkekle kadın arasında gerçek insani ilişkilerin kurulacağını, kapitalist sistem yıkılmadığı sürece, kadınların kurtuluşunun mümkün olmayacağını artık biliyorum. Bizler kadın sorunu gibi kapitalist sistemin getirmiş olduğu birçok sorunla karşı karşıyayız. Biz işçiler mücadele etmediğimiz sürece hiçbir sorun kendiliğinden hallolmayacaktır. ÖZGÜR BİR DÜNYA İÇİN DEVRİMCİ İSYAN BAYRAĞINI YÜKSELT! Bağcılar’dan MT okuru bir tekstil işçisi
45
Okurlarımızdan Merhaba dostlar, merhaba Marksist Tutum okurları, Sınıfımızın her zaman maruz kaldığı acılardan biri olan iş kazalarına bir yenisi daha eklendi. Plastik sektöründe üretim yapan bir fabrikanın deposunda çalışan yirmili yaşlarda genç bir işçi daha “iz kazası” kurbanı oldu. Sendikasız, iş güvenliği önlemlerinin olmadığı bir iş ortamında asgari ücret ile çalışan bu işçi kardeşimizin üzerine yüzlerce kiloluk malzeme kutusu düşerek iki bacağının birden dizlerinin üst kısmından kopmasına neden oldu. Artık bu işçi kardeşimiz ömür boyu yürüyemeyecek, koşamayacak, hareket edemeyecek. Bu sömürü ve zulüm düzeninin sahipleri olan patronlar sınıfına ve düzenlerine lanet olsun. Lanet olsun demekle bir şeyin değişmeyeceğinin bilincindeyim. Ben ve az sayıda sınıf kardeşimin lanet okumaktan öte, örgütlenip devrimci sınıf mücadelesini yükseltmemiz gerektiğini bilmemiz tabii ki çok önemli bir şey. Ancak uyuyan bir devi andıran, dünya nüfusunun %80’ini oluşturan işçi sınıfımızı yattığı derin uykudan uyandırmak bizlerin görevi, bunu da biliyorum. Sınıfımıza karşı patronlar sınıfının dünya çapında giriştiği saldırıları durdurmanın
Merhaba Marksist Tutum okurları. Ben 17 yaşında, hem okumaya hem de hayatını kazanmaya çalışan bir işçiyim. Günümüz (kapitalizm) şartlarında çalışmaktan yemek yemeye dahi vakit bulamazken nasıl oluyor da her ikisi aynı anda gerçekleşiyor diyerek şaşırıyorsunuz belki. Evet, haklısınız şaşırmakta. Çünkü kapitalizm koşulları böyle bir “rezalete” nasıl olur da göz yumar diye düşündünüz birçoğunuz. Fakat ne yazık ki bu bir göz yumma değil. Burjuvazinin istekleri doğrultusunda kendisini yenilemekten geri durmayan burjuva eğitim sistemi bizi bu denli “şaşırtmakta”. Burjuvazi bizlere kendi ideolojisini aktarabilmek, benimsetebilmek için (şimdilik sadece üniversitelerde uygulanan) “uzaktan öğretim” denilen “internet destekli öğretim” sistemini kuruyor. İnternet üzerinden istenildiği zamanda, istenildiği mekânda “okul”a ulaşabilmemize olanak sağlıyor. Böylece bir yandan okurken bir yandan da çok ucuza çalıştırıp sömürebilecek bizleri. Bizler bu burjuva sistemin eğitim çarklarından geçerken bir de nitelik kazanmış oluyoruz, yani nitelikli işgücüne sahip oluyoruz. Tabii bu da burjuvazinin işine geliyor. Vasıflı işçilerin verimi de, yaptıkları işin kalitesi de artmış oluyor. Fakat doymak bilmeyen burjuvazi sülük gibi yapışıyor, işçi sınıfının yakasını bırakmıyor, aksine artı-değer sömürüsünü büyütmeye çabalıyor. Bir de birkaç branşın bir arada okutulduğu bölümler var… Mesela kendi okuduğum bölümü anlatmak istiyorum. İsmi mekatronik. Açılımı ise elektrik, elektronik, mekanik, bilgisayar ve makine. Görüyorsunuz ya kaç işçinin yapması gereken işi tek başına omuzlarımıza yıkıveriyor burjuvazi. Bizim o bölümü seçmemiz için ise tek bir gerçek yetiyor da artıyor bile. İş bulma imkânlarının yüksek oluşu. Bir düşünsenize en az 4 işçinin çalışması gerekirken tek bir işçi ile döndürülüyor kapitalizmin çarkları. Eminim ki bu tip bir sürü alan, bölüm, meslek, branş daha sırada bekliyor. Daha ne kadar dayanacağız bu şartlara? İş yükünün böylesine arttırılmasına ve buna karşın işsizliğin böylesine yükseltilmesine ne kadar izin vereceğiz? Bu gidişata DUR demenin vakti gelmedi mi hâlâ? Yoksa tıpkı şimdiye kadar yaptığımız gibi boyun mu eğeceğiz bu işkenceye? HAYIR. Mücadele edeceğiz. Sınıf mücadelemizi, örgütlü mücadeleye dönüştürüp sabırla ve azimle hayatın her alanında örgütlenelim. YAŞASIN ÖRGÜTLÜ MÜCADELEMİZ! Marksist Tutum okuru bir işçi
46
ve geri püskürtmenin yolunun da örgütlü sınıf mücadelesine katılmak ve ilerletmekten geçtiğini bütün sınıf kardeşlerimize kavratabilmeliyiz. Eğer bunu yapamazsak işçiler olarak her alanda baskıya ve sömürüye maruz kalmaya, bu çekilmez hayatı yaşamaya devam edeceğiz. Savaşlarda, iş kazalarında kanlarımızı akıtmaya edecek, kan emici patronlar sınıfı. Sözlerimi Nazım Hikmet’in bir şiiriyle bitirmek istiyorum. ….ve bu dünyada bu zulüm senin sayende ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer ve hala şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak kabahat senin, demeğe dilim varmıyor ama kabahatin çoğu senin, canım kardeşim! Kabahatlerimizden kurtulmak için geç değil. Uyanalım, uyaralım. Marksist Tutum’la sınıf kavgasına katılalım. Yaşasın Marksist Tutum! Kavga sonuna kadar! Gebze’den bir metal işçisi Merhaba Marksist Tutum okurları, Geride bırakmış olduğumuz 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününü dünya burjuvazisinin tüm çarpıtmalarına karşı kadınıyla erkeğiyle coşkuyla kutladık. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü işçi sınıfı mücadelesi açısından bedeller ödenerek kazanılan ve işçi sınıfının genç kuşaklarının sahip çıkması gereken bir gün. Burjuvazinin işçi sınıfı için büyük önem taşıyan bu günü kendi çıkarları doğrultusunda çarpıtmasına izin veremeyiz. Burjuvazinin işçi sınıfına yönelik tüm kara çalmalarına karşı Devrimci Marksist bir tutum sergilemeliyiz. Yoksa bize miras bırakılan haklarımıza nasıl sahip çıkabiliriz? Marksist Tutum dergisini okuyana dek kendi sınıf tarihimizden bile habersizdik. Ne emekçi kadınlar gününden ne de 1 Mayıstan ve bedeller ödenerek kazanılan haklarımızdan haberimiz vardı. İşte 8 Mart da bedeller ödenerek işçi sınıfına armağan edilmiş bir gündür. Ve böyle bir günü gerçek anlamını ifade edecek şekilde kutladığımızı, hem de bayram havasında kutladığımızı düşünüyorum. Unutmamalıyız ki 8 Mart, 1917 Ekim devrimine giden yolun tetikleyici unsurlarından biridir. İşçi sınıfının kurtuluşuna giden yolda kadın işçilerin rolü büyüktür. 1917 Ekimde gerçekleşen işçi devrimi de bunun en güzel göstergesidir. Kadın emekçiler işçi sınıfının kızıl gülleridir. Faşistler tarafından acımasızca öldürülen işçi sınıfının kadın önderlerinden ROSA LUXEMBURG’un söylediği o tarihi sözler hiç unutulur mu: VARDIM-VARIM-VAROLACAĞIM! Burjuva feminizmi, işçi sınıfını kadın erkek diye ayıran bir düşünce tarzıdır. Kadınların kurtuluş mücadelesi, tüm kadınların erkeklere karşı savaşı olarak nitelendirilir. Ne kadar tuhaf ki işçi kadınlarla burjuva kadınlar arasındaki çelişkiler görmezden gelinir. Oysaki gerçek öyle değildir. 1917 Ekim işçi devriminin göstermiş olduğu gibi kadının özgürleşmesi toplumsal kurtuluşla söz konusu olabilir. Tüm sefalet koşullarının ortadan kalkması, bireylerin gerçekten özgürleşmesi, dünyanın tüm zenginliklerinden eşit şekilde faydalanılabilmesi, kadın ve erkek işçilerin omuz omuza vererek burjuvaziye karşı amansız bir savaşa girerek tüm toplumsal düzeni altüst edip yeni bir toplumsal düzenin kurulması ile mümkündür. Kadınıyla erkeğiyle dünya işçi sınıfının, burjuvazinin 8 Martlara, 1 Mayıslara ve nicelerine kara çalmasına karşı safları sıklaştırmalıyız. Toplumsal özgürlük kadın erkek ayırmaksızın işçilerle gelecektir. Yaşasın işçi sınıfı ve ona kılavuzluk eden MARKSİST TUTUM! KIZIL ROSA’nın dediği gibi, YA BARBARLIK YA SOSYALİZM! Gebze’den genç metal işçileri
Okurlarımızdan Dünyaca ünlü İspanyol ressam Picasso’nun eskizleri, bazı resimleri ve seramikleri yurtdışından getirtilerek, Türkiye’nin büyük burjuvalarından birisi olan Sabancı grubu tarafından, işçileri sömürerek elde ettikleri ve bir zamanlar içinde yaşadıkları saray yavrusu Atlı Köşklerinde sergilendi. Devlet okulunda kamu işçisi (öğretmen) olan ben ve arkadaşlarım, öğrencilerimize sergiyi gezdirdik. Ve gördük… Gördüklerimiz sadece Picasso değildi! Burjuvazinin bir kültür “hizmeti” gözüken bu çalışması, Picasso’nun eserlerini görmemizin-göremememizin yanı sıra sınıf çelişkilerini de tekrar göstermiş oldu bizlere. Kültür paylaşması gibi gözüken bu Sabancı etkinliği aslında Sabancı grubuna prestij, bolca reklâm, ayrıca bilet satışlarından elde ettiği paralarla hayli kâr getirdi. Zaten burjuvazi kârsız hiçbir şeyi yapmaz. Gezi okullara ücretsizdi! Ancak, resimleri anlatacak rehber istendiğinde gezi biletli oluyordu. Yani yüz öğrenciyle gittiğimizde gezi 300 YTL’ye patlıyordu. Rehber yerine resimleri anlatan telefonlardan alabiliyorsunuz, ama bu cihazların fiyatı da kişi başı 15 YTL idi. Benim için 15 YTL’yi o cihaza vermek lükstü… Öğrencilerin çoğunun ise anne-babası yalılarda çalışan hizmet sektörü işçiler, yani burjuvazinin evlerini temizleyen, bahçelerini düzenleyen, yemeklerini vs. ya-
Merhaba dostlarım. Umarım bu derginin cümlelerini doğru anlamışızdır, umarım taşıdıkları yükü kavramışızdır, umarım hangi taraftan olduğunu görebilmişizdir, umarım gösterdiği özeni anlayabilmişizdir. Çünkü sözlerimiz bu çabayı gösterebilenleredir. Bana göre dergimizin, son bir yılda, hayata ve işçi sınıfının bağımsız siyasetine ilişkin coşkusu bitmemiş olanlar üzerinde çok güçlü bir etkisi oldu. Elbette yazdıklarını doğru anlamak için çaba sarf etmek gerekiyor. Çevremizdeki birçok şeyin kalabalık ve görüntüden ibaret olduğunu iyi biliyoruz çünkü. Marksist Tutum’un birinci sayısındaki Çıkarken yazısında şunlar ifade edilmişti. “Marksist Tutum gökten zembille inmiyor, uzun ve zorlu bir yoldan gelerek işçi sınıfı hareketi içinde gerçek anlamda Marksist bir damar açma çabasını ilerletmeyi hedefliyor.” Ve üstüne basa basa “ Tarztutum-stil” konularına da çok önem verileceği yazılmıştı. Dergiler için bir yıl hayatta kalmayı başarmanın hüner görüldüğü bu zamanda, çok daha fazla ilerleyeceğimize inancımız tamdır. Bu ilkelerimiz ve tarzımız sayesinde hiçbir zaman elveda demeyeceğiz. Güzel günlerin gelecekte olduğunu biliyoruz ve eminiz ki bu gelecek güzel günlerde Marksist Tutum’un azımsanmayacak bir katkısı olacak. İşçi sınıfınadır bu davet, işçi sınıfının çıkarlarından başka hiçbir çıkarı olmayanlaradır; bu davet yumruğunu güçlü tutup o muazzam deryanın ve durdurulamaz olan azmimizin parçası olmak isteyenleredir. Dergimin/ dergimizin birinci yılını tüm devrimci coşkumla kutluyorum. Gebze’den bir Marksist Tutum okuru Merhaba Marksist Tutum. Ben cam işletmesinde çalışan bir işçiyim. Marksist Tutum’la tanışalı kısa bir zaman oldu. İki ay öncesine kadar evden işe, işten eve giden, hiçbir sosyal hayatı olmayan, tam da kapitalistlerin istediği gibi yaşayan bir işçiydim. İşyerinde tanıştığım bir işçi arkadaş sayesinde Marksist Tutum’la tanıştım. Kapitalizmin ne kadar iğrenç bir düzen olduğunu öğrendim. Emeğimizin korkunç bir şekilde sömürüldüğünü öğrendim. Sınıf ayrımcılığı olmadan insanların eşit, özgürce yaşayabileceği Sosyalizmi benimsedim. Marksist Tutum dergisi benim için okununca kaldırılıp atılacak bir dergi değil; kaynak olarak saklanacak bir dergi. Bütün dünya işçilerinin 1 Mayıs işçi bayramını kutlarım. Kurtköy’den genç bir işçi
pan hizmetçiler… Ya da asgari ücretli işçi veya işsiz… Onlar için de pek mümkün değildi bu parayı ödemek. Anlayacağınız bu düzende sergiyi bile eşit şartlarda görmemiz mümkün değildi. Sergiyi gezen burjuvalardan bir kadın, küçümseyerek sergideki öğrencilerimizin ve bizlerin Picasso’dan bir şey anlayıp anlamadığımızı sormuş küstahça. Evet bizim ayrı bir sınıf olduğumuzu iyi bilen ve iyi görebilen burjuvazi, bizim insan olduğumuzu bile düşünmüyor. Aynı ortamlarda gördüğünde, bize ilkel insanlara bakar gibi, zavallı, değersiz mahlûkatlar olarak bakıyor. Ve biz ise onlara, en azından bilinçli olanlarımız, artan nefretimiz ve hıncımızla iğrenerek bakıyoruz. Onlar Picasso’nun “yoksullar”ına, Komünist Parti için çizdiği güvercine heyecan verici, içi boşaltılmış sanat eserleri olarak bakıp kendilerini daha bir kültürlü hissededursunlar. Büyüyüp gelişen işçi mücadelesi gösterecek ki, üretenlerin yönettiği bir dünyada, ürettiğimiz her şey gibi sanat da üreticilerin hizmetinde olacaktır. İşte sanat ancak o zaman sanat olacaktır. Bütün ülkelerin işçileri birleşin! Yaşasın sosyalizm!
İstanbul’dan Marksist Tutum okuru bir eğitim emekçisi
Merhaba Marksist Tutum okurları ve emekçi arkadaşlar. 17 Nisanda okumuş olduğum bir haber yazısını anlatmak istiyorum: “Atina çöp yığınları altında boğuldu” başlığını taşıyan bir yazı. Ülke çapında temizlik işçilerinin 11 gündür süren grevi nedeniyle toplanmayan çöpler insan sağlığı için tehlikeli boyutlara ulaşmış, fareler cirit atıyormuş Atina sokaklarındaki çöp yığınları yetmiş bin tona ulaşmış, yollar tamamen çöp yığınlarıyla dolmuş ve halk sokağa çıkamıyormuş. Tüm bunların sorumlusu temizlik işçisi kardeşlerimizmiş! Yaptıkları iş sağlığa zararlı olduğu için Yunan hükümetinden erken emeklilik isteyen temizlik işçileri greve çıkıyorlar ve Yunan hükümeti bu talep karşısında sivil seferberlik ilan ediyor. Yunan hükümetine göre çöpler toplanmayınca insan sağlığını bozuyor, ama onları toplayan işçilerin sağlığını bozmuyor; şu çelişkiye bakın. Tüm yurtta işçiler ve polis arasında çatışma çıkıyor ve bu çatışmalarda işçiler ağır yaralanıyorlar. Bütün haklarımızı gasp ediyorlar ve bizler bunun mücadelesini veremiyoruz. Haklarımıza sahip çıkalım arkadaşlar, mücadele edelim ve bu sömürü sistemine son verelim. Bizden önce mücadele vermiş işçi kardeşlerimiz hayatları pahasına bazı hakları kazanmışlar ve bizler bu hakları cömertçe ve rahatça harcıyoruz. Bizden sonra gelecek nesilin yüzüne nasıl bakacağız, ne söyleyeceğiz, hazırı mı yedik diyeceğiz? Kendimize gelelim emekçi arkadaşlarım. Bu hakların gasp edilmesine izin vererek işçi sınıfının ve tüm insanlığın geleceğiyle oynuyoruz. Gün bizim günümüz, tüm dünyanın işçileri birleşin! Şu kapitalizmin illetine ve onun sömürü sistemine son verelim! Bu arada Marksist Tutum dergisinin yıldönümünü kutlarım. İlk sayıdan beri okuyorum ve okumaya devam.
Gebze’den Marksist Tutum okuru bir cam işçisi
Bir masaya yaslanmış oturuyoruz. Ben arkadaşlarım. Arkadaşımın biri “algı kapılarını açmak”tan bahsediyor. Diyor ki; insan dış dünyayı çok sınırlı algılıyor, oysa neleri kaçırıyormuş algılamada… Yoga zihinsel ve bedensel dinginlik sağlıyormuş, EFT (ben bankacılıkta havale diye biliyordum ama!) yolu ile beyne gönderilen mesajlar vs. insanın algılarını güçlendiriyormuş… Meselâ bir kedinin bu şekilde mükemmel olabildiğini görebilmiş. Kedileri de çocukluğundan beri sevdiği halde. Öbürü de onaylıyor: “İnsan kendini bu şekilde aşıp farklı bir boyuta geçiyor” diye. Ben açıkçası hallerine acıyarak bakıyorum. Ufukları genişleyecek, algıları açılacak, farklı görecekler, kendilerini aşacaklar ve ortalıkta üstün insan, aşmış falan diye gezinecekler! Ne hallere gelebiliyor insan. Yazık! Dayanamadım sordum, “Eee, ne oluyor? Kediyi, köpeği, çiçeği, böceği görünce, algı kapılarınız açılınca ne çözümleniyor?” diye. Safça bana anlatmaya çalışıyorlar. Sıkılıyorum ve en sonunda benim tek bildiğim algı kapılarını açan “MT” diyorum, yani Marksist Tutum! Ben ancak her şeye Marksist olarak baktığımda cidden algılarım açılıyor, sadece çiçek, kedi, böcek değil tümden bir hayat, tarih, geçmiş-gelecek, her şey an-la-şı-lır ve “net” kılınıyor. İyi ki varsın Marksist Tutum. İyi ki varsın ve 1 yaşına bastın. Bu özellikle bulandırılmış dünyada, hayatlarımızda tutunduğumuz aydınlıksın. Nice yıllara! Aydınlık beyinler içinde, gelecek için, hep beraber, hep beraber….
Marksist Tutum okuru bir eğitim emekçisi
47
Okurlarımızdan Yıllar önce, üniversitede iken bir arkadaşla birlikte ev tutmuştuk. Tipik bir öğrenci evi di. Bizler de tipik öğrencilerdik zaten, yani derslerini vermeye uğraşan, ama ağır ders yükünün altından kalkmayı başaramayan öğrencilerdik. Ev arkadaşım derslerini veremediği ve kız arkadaşı ile sorunları olduğu için bunalıma girme aşamasındaydı. Bir akşam eve geldiğimde psikologa gittiğini ve doktorun kendisine ilaç verdiğini söyledi. Bu benim için yadırgatıcı bir durum değildi, bu toplumdaki insanların hemen hepsinin sorunlu olduğunu ve bu sorunların çözülmesi için zaman zaman destek almaları gerektiğini biliyordum. Ama psikologa gidildiğinde verilen ilaçların ne işe yaradıklarını doğrusu bilmiyordum. Bunu arkadaşımla birlikte geçirdiğim birkaç günlük süre içinde rahatça gözlemleyebildim. İlaçları kullanmaya başladıktan hemen bir gün sonra arkadaşımın yüzünde güller açmaya başladı, söylenen her şeye gülmeye, her şeyi komik bulmaya başladı. Bakışları, ölü bakışları gibi ruhsuzlaşmaya başladı. İkinci gün eve geldiğimde arkadaşla sohbet ederken bacağının sürekli düştüğünü gördüm. Ne olduğunu sorduğumda kaslarını kontrol edemediğini söyledi. Aradan geçen günlerde benzer olaylar sıkça yaşandı ve en sonunda arkadaş yeniden doktora giderek sorunlarını anlattı. Doktor sadece ilacın dozunu azalttı, ama aslında değişen çok fazla bir şey olmadı. Bu yaşadıklarımız o gün bütün bir toplumun yaşadıkları değildi. Ama bugün psikologların herkese şeker gibi ilaç yazdığı bilinen bir durum. OKS sınavına hazırlanan 13-14 yaşındaki çocuklardan tutun, ÖSS’ye hazırlanan 16-17 yaşındaki gençlere, evde oturmaktan sıkılıp eşleri tarafından bir işe yaramazmış gibi görülen ev kadınlarına kadar herkes psikologların ilaçlarına maruz bırakılıyor. Özel-
likle de çocuklar fazla yaramazlık yaptıklarında, derslerini çalışmadıklarında, arkadaşları ile kapıştıklarında, ana-babalarının sözünü dinlemediklerinde, yani aslında ÇOCUK olduklarında hiperaktif damgasını yiyorlar ve bunun karşılığında da ilaçla “tedavi” ediliyorlar. Oysaki aslında tedavi edilmiyor, sadece uyuşturuluyorlar. Şu anda psikolojik sorunlara karşı verilen ilaçların hemen hepsinde uyuşturucu türevleri bulunuyor. Kapitalist toplumun yarattığı stres bugün herkesin belki de en büyük sorunu. Eve ekmek götürebilmenin stresi, ev kirasının, işten atılma korkusunun stresi vb. bunların hepsi bizlerin sürekli bir gerilim içinde yaşamamıza yol açıyor. Yarattığı sömürü mekanizması ile bizleri bu gerilimin içine sokan kapitalistler buna karşı tepki vermemizin önüne geçebilmek için sistemin doktorlarına –psikologlara– müracaat ediyorlar. Ve psikologlar da kendilerine düşen görevleri yerine getirerek toplumun uyuşturulmasına katkıda bulunuyorlar. Derslere olan ilgisizlik, dalgınlık, mutsuzluk, sinirlilik gibi durumların hepsi birer psikolojik rahatsızlık olarak görülüyor ve hemen buna karşı ilaçlar yazılıyor. Bu sorunların neden kaynaklandığı pek sorgulanmıyor. OYSAKİ SORUNUN KAYNAĞININ KAPİTALİZM OLDUĞU ÇOK AÇIKTIR. Bu yüzden yatıştırıcı ilaçlara değil, tam tersine öfkemizi yönlendirecek ve kapitalizmi ortadan kaldıracak olan mücadeleci bir örgüte ihtiyacımız var. Kapitalizmi ve onun yarattığı bütün sorunları ortadan kaldırabilecek olan yegâne tedavi DEVRİMdir.
Merhaba Marksist Tutum okurları. Ben 17 yaşında, hem okumaya hem de hayatını kazanmaya çalışan bir işçiyim. Günümüz (kapitalizm) şartlarında çalışmaktan yemek yemeye dahi vakit bulamazken nasıl oluyor da her ikisi aynı anda gerçekleşiyor diyerek şaşırıyorsunuz belki. Evet, haklısınız şaşırmakta. Çünkü kapitalizm koşulları böyle bir “rezalete” nasıl olur da göz yumar diye düşündünüz birçoğunuz. Fakat ne yazık ki bu bir göz yumma değil. Burjuvazinin istekleri doğrultusunda kendisini yenilemekten geri durmayan burjuva eğitim sistemi bizi bu denli “şaşırtmakta”. Burjuvazi bizlere kendi ideolojisini aktarabilmek, benimsetebilmek için (şimdilik sadece üniversitelerde uygulanan) “uzaktan öğretim” denilen “internet destekli öğretim” sistemini kuruyor. İnternet üzerinden istenildiği zamanda, istenildiği mekânda “okul”a ulaşabilmemize olanak sağlıyor. Böylece bir yandan okurken bir yandan da çok ucuza çalıştırıp sömürebilecek bizleri. Bizler bu burjuva sistemin eğitim çarklarından geçerken bir de nitelik kazanmış oluyoruz, yani nitelikli işgücüne sahip oluyoruz. Tabii bu da burjuvazinin işine geliyor. Vasıflı işçilerin verimi de, yaptıkları işin kalitesi de artmış oluyor. Fakat doymak bilmeyen burjuvazi sülük gibi yapışıyor, işçi sınıfının yakasını bırakmıyor, aksine artı-değer sömürüsünü büyütmeye çabalıyor. Bir de birkaç branşın bir arada okutulduğu bölümler var… Mesela kendi okuduğum bölümü anlatmak istiyorum. İsmi mekatronik. Açılımı ise elektrik, elektronik, mekanik, bilgisayar ve makine. Görüyorsunuz ya kaç işçinin yapması gereken işi tek başına omuzlarımıza yıkıveriyor burjuvazi. Bizim o bölümü seçmemiz için ise tek bir gerçek yetiyor da artıyor bile. İş bulma imkânlarının yüksek oluşu. Bir düşünsenize en az 4 işçinin çalışması gerekirken tek bir işçi ile döndürülüyor kapitalizmin çarkları. Eminim ki bu tip bir sürü alan, bölüm, meslek, branş daha sırada bekliyor. Daha ne kadar dayanacağız bu şartlara? Daha kaç tane işçinin yükünü omuzlarımızda taşıyacağız? Bu gidişata DUR demenin vakti gelmedi mi hâlâ? Yoksa tıpkı şimdiye kadar yaptığımız gibi boyun mu eğeceğiz bu işkenceye? HAYIR. Mücadele edeceğiz. Sınıf mücadelemizi, örgütlü mücadeleye dönüştürüp sabırla ve azimle hayatın her alanında örgütlenelim. YAŞASIN ÖRGÜTLÜ MÜCADELEMİZ!
Merhaba arkadaşlar, Ben Petro-Kimya sektöründe çalışan bir işçiyim. 26 yaşında olmama rağmen bu çalıştığım beşinci fabrika ve altı aydır çalışıyorum. Sizlerle paylaşmak istediğim konu ise biraz daha farklı. Her yıl mart ayı geldiğinde duyduğumuz ve çok da önemsemeden geçirdiğimiz “8 Mart Dünya Kadınlar Günü” ile ilgili öğrendiğim yeni şeyleri anlatmak istiyorum. Daha önceleri “kadınlar günü” de neymiş diye burun kıvırır ve bu konuyu küçümserdim. 12 Mart Pazar günü bir arkadaşımın ısrarı ile İşçi Özeğitim Gruplarının hazırladığı “8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü” etkinliğine katıldım. İlk kez böyle bir etkinliğe katılıyordum. Daha salona girer girmez farklı ve benim için yeni ve ilginç şeylerle karşılaştım. Gelenlere yardımcı olan kadın ve erkeklerden oluşan görevliler vardı ve duvarlara asılmış kartonlarda ve pankartlarda çeşitli sloganlar yazılıydı. Gösterilen yerlere yerleştik ve beklemeye başladık. Salon tamamıyla dolduktan sonra söylenen saatte program başladı. Program başında “merhaba” ile başlayan bir şiir okundu ve şiir “hoş geldiniz eşitlik ve özgürlük şarkılarına” diye bitti. Bütün etkinliği şaşkınlık ve cahilliğimden utanarak izledim. Meğer bilmediğim ne çok şey varmış, ne kadar kara bir cehalet içinde yaşıyormuşum. Katıldığım bu toplantıda kısacası baskı, sömürü, cins ayrımcılığı, zulüm, savaşlar, umut ve umutlarımız için mücadele fikri işleniyordu. Ben de şimdi diyorum ki “eşitlik ve özgürlüğü” kazanmak için şarkılarınıza katılıyorum. HOŞBULDUK! Kardeşçe selamlarımla.
Marksist Tutum okuru bir işçi
48
Kartal’dan bir Marksist Tutum okuru
Gebze’den bir işçi