Haziran 2006
Düzenin Saldırılarına Karşı Sınıf Cephesini Örelim! • Halkın sırtında deve güreşi • 15-16 Haziran direnişi
15
• Tehlikenin ortasında • Küçük çiftçilerin mâkus talihi • Emperyalizmin Balkanlaştırma Operasyonu
Halkın Sırtında Deve Güreşi Levent Toprak
E
sas olarak Şemdinli iddianamesi ile birlikte başlayan son birkaç ayın siyasal gelişmeleri olağandışı bir sürece girildiğini ve burjuvazi içi kapışmada yeni bir raundun açıldığını gösteriyor. Bu rauntta, en azından Danıştay saldırısını takip eden ilk birkaç günün sonrasına kadar geçen sürede, hükümet statükocu güçler karşısında savunmaya çekilmek zorunda kaldı. Saldırı sonrasındaki soruşturmanın ilerleyişiyle ortaya serilenler üzerinden hükümet durumu bir nebze toparlasa da, açılmış olan yeni raunt kapanmış değildir. Aksine, özellikle cumhurbaşkanlığı sorunu üzerinden kapışmanın devam ettiği ve edeceği görülmektedir. Şemdinli’den Danıştay saldırısına kadar geçen süreçte yaşananlar, henüz düşük perdeden de olsa, hükümete karşı 28 Şubat benzeri bir sürecin işletildiğine işaret etmekte. Bunun en şaşmaz belirtisi tam da siyasetin bir kez daha, göstere göstere, “laik/anti-laik” ikilemi temelinde kutuplaştırılmaya çalışılmasıdır. Cumhuriyet gazetesinin “Tehlikenin farkında mısınız?” sloganıyla başlattığı kışkırtıcı kampanya ve ardından birbiri ardına bu gazeteye yapılan bombalı tekbirli saldırılar, Danıştay’a yapılan silahlı baskın vb. buna işaret ediyor. Yine aynı günlerde Demirel’in tuhaf biçimde “türbanlılar Arabistan’a” demeye getirmesi, İlhan Selçuk’un Demirel’i AKP karşıtı bir cephe için lider olarak önermesi ve cumhurbaşkanıyla gerçekleştirdiği görüşmenin ardından gazetede muhtıra benzeri bir başyazı kaleme alması; öte yandan Ecevit’in Yılmaz Büyükerşen liderliğinde benzer bir “sol” cephe önerisi yapması tabloyu yeterince tamamlıyor. Danıştay saldırısı bu sürecin üzerine gelmiştir ve onun zirve noktasını oluşturmaktadır. Bu saldırı etrafında ortaya çıkanlar da 28 Şubatçı bir provokasyonun tipik izlerini taşıyor. Saldırganın aracında, türbanla ilgili kararı veren
Danıştay üyelerinin resimlerinin yer aldığı dinci Vakit gazetesinin bulunmasından tutun, saldırı sonrasında başlayan ve bir yönüyle Uğur Mumcu suikastı sonrasındaki gösterileri andıran manzaralara, hezeyan dolu kalabalıklarla takviye edilen cüppeli Anıtkabir yürüyüşlerine, atılan sloganlara (“Türkiye laiktir, laik kalacak!”, “Mollalar İran’a!”), CHP önde olmak üzere ordu, yargı ve üniversite sözcülerinin beyanatlarına bakıldığında bunu görmemek mümkün değil. Dinci basını bir yana koyarsak, bütün büyük sermaye medyasının olayı derhal “laik, demokratik cumhuriyete yönelik bir saldırı” olarak lanse eden tutumu da resme oturmaktadır. Ancak eyleme ilişkin ortaya çıkan olgular, şeriatçı bir komployla zerrece alâkası olmayan biçimde, Kızılelmacıların rol aldığı bir kontrgerilla operasyonunu açıkça ortaya koyuyor. Operasyonun hedefinin “laik demokratik cumhuriyet” olduğu lafügüzaftır. Hedef hükümettir. AKP hükümetinin statükocu güçlerle öteden beri yaşamakta olduğu gerginliği, son cumhurbaşkanlığı çekişmesi doruğa çıkarmıştır. Hükümetin yeterli siyasi güce kavuştuğu zehabıyla kendisine yapılan uyarıları kulak arkası ederek ya da bunlar karşısında efelenerek kendini güç duruma düşürmesi, kendisine yönelik bu saldırıya ortam hazırlamıştır.
Cumhurbaşkanlığı sorunu ne ifade ediyor? Hükümetle burjuvazinin statükocu güçler arasındaki itiş-kakış bir süredir cumhurbaşkanlığı sorununa odaklanmış durumdaydı ve bu sorun daha da depreşerek devam edeceğe benzemektedir. Ancak bu bizi yanıltmamalıdır. Cumhurbaşkanlığı sorunu meselenin ta kendisi ya da tamamı değildir. O nedenle “bütün mesele cumhurbaşkanlığıdır” diyenler ya yanılıyorlar ya da yanıltıyorlar. Gerçekte çok daha geniş kapsamlı bir niteliği bulunan kapışma,
1
Haziran 2006 • sayı: 15
marksist tutum
fırsatını doğal olarak kaçırmak istememektedir. Ama cumhurbaşkanlığı daha genel ve simgesel anlamıyla da önem taşıyor. AKP’nin de içinden geldiği gelenek, geçmişten beri rejim tarafından sola ve işçi hareketine karşı bir dalgakıran olarak beslenip semirtilmiş olan bir gelenektir. Ancak rejimin elit egemenleri, hizmetleri karşılığında bu harekete çok şey vermiş olsalar da, bu kesimleri her zaman ikinci sınıf bir hizmetçi olarak aşağılamış ve en kritik kurumlardan hep uzak tutmuşlardır. Dolayısıyla bu gelenekten gelen bir parti için cumhurbaşkanlığını ele geçirmek çok şey ifade etmektedir. Bu makamı yitirmemek de aynı şekilde geleneksel laikçistatükocu güçler için çok önemli. cumhurbaşkanlığı meselesinde sadece özet bir ifadeye kavuşmaktadır. Bunun gerisinde geniş bir bağıntılar zinciri bulunuyor ve cumhurbaşkanlığı seçimini kanlı bir hesaplaşma düzeyine çıkaracak denli önemli hale getiren nedenler de burada yatıyor. Bu nedenle kanlı cadı kazanının yüzeydeki dinamiğini oluşturan cumhurbaşkanlığı sorununu öncelikle netleştirmek gerekiyor. Statükocu düzen güçleri, önümüzdeki yıl Nisan ayında belirlenecek olan yeni cumhurbaşkanı için hükümeti Erdoğan ya da Arınç gibi birini cumhurbaşkanı seçtirmekten alıkoymaya çalışmakta ve bu bağlamda iki seçenekten birine zorlamakta: bu kesimlerin gönlünü hoş edecek türde bir aday belirlemek ya da bir erken seçime giderek cumhurbaşkanını bileşimi değişmiş bir parlamentonun seçmesinin yolunu açmak. Hükümet, üzerine bindirilen tüm basınca rağmen şimdiye kadar cumhurbaşkanlığından caydığını gösterecek bir adım atmamakta direndiği gibi, bir erken seçime de şiddetle karşı çıkmıştır. Cumhurbaşkanlığı sorunu ne bakımdan bir ağırlık oluşturuyor? Öncelikle somut ve dar anlamıyla bu makamın rejimin özgün yapısı içinde elinde barındırdığı güçler nedeniyle. Özgün tarihsel gelişimi itibariyle Türkiye’de devlet gücü, ordu, hükümet ve cumhurbaşkanlığı olmak üzere üç ayağa oturmaktadır. Cumhurbaşkanı devletin başıdır, MGK’nın başıdır, yüksek yargı (Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu) ve üniversite başta olmak üzere bütün temel yüksek düzey atamalar bu makam eliyle yapılır… Bu kurumlar AKP gibi bir partinin kadrolaşmak ve kendi geleceğini güvenceye almak bakımından (ordu bir yana) en büyük önem verdiği kurumlardır. İslamcı geleneğin uzun yıllardır devlete nüfuz etmek için yoğun bir çaba harcadığı, kanıtı gerektirmeyen bir olgudur. Kemalistlerin uydurmacası olan şey AKP’nin bir şeriat hedefiyle hareket ettiği iddiasıdır. Ama muhafazakâr bir kadrolaşma olgusu uydurmaca değildir. Bu kurumlar ve 12 Eylül Anayasası sayesinde bunların oluşumunda etkin bir konumda bulunan cumhurbaşkanlığı makamı şimdiye kadar resmi ideolojinin temel kaleleri olagelmişlerdir. AKP elinde güç varken bu kaleleri de ele geçirme
2
AKP’nin sıkışma süreci AKP için sıkışma sürecinin tetiklenmesinde cumhurbaşkanlığı sorunu önemli bir rol oynasa da, bu sıkışmanın başlamasında belirleyici olan etmen ve olaylar daha derinlerdedir. AKP’ye iktidar vizesi veren güçler esas olarak ABD (ve etkisi daha sınırlı olan AB) emperyalizmi ile büyük sermaye idi. Bu iki önemli unsuru dikkate almak durumunda olan ordu da, zaten Refah Partisine dönük bizzat yürüttüğü terbiye operasyonunun bir ürünü olan AKP’yi ister istemez sineye çekti. Ancak AKP hem sürekli olarak onun çatık kaşları altında hareket etmek durumundaydı, hem de ABD ve büyük sermayeden aldığı kredi koşulluydu. Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki, ABD ve büyük sermayenin yanı sıra ordu da, AKP’yi bir hususta önemli bir fırsat olarak değerlendiriyordu. Türkiye’de dinsel duyarlılıkları olan oldukça geniş bir halk kitlesinin, özellikle AB projesi üzerinden modern yaşama uyarlanarak, kontrollü biçimde düzene entegre edilmesinde AKP’nin işlevli olabileceği hesap ediliyordu. AKP’nin büyük sermayenin ve ABD’nin desteğini almış olmasının sebebi onların programını hayata geçirme vaadi ve bünyesindeki kimi aşırılıklara izin vermeyerek uslu davranma sözüydü. Elbette AKP’nin de kendince bir hesabı vardı. Milli Nizam geleneğinden gelen ve 28 Şubat ürünü bir hareket olarak her şeyden önce siyasal varoluş hakkını güvenceye alabilmesi gerekiyordu. Bunun için de arkasına aldığı desteği ordunun siyasal yaşam üzerindeki etkisini kırmada kullanmayı hesap ediyordu. Büyük sermayenin AB projesi zaten bunun için elverişli bir kılıf sunuyordu. Emperyalizmin ve büyük sermayenin isteklerini yerine getirmeye çalışırken, aynı zamanda, bir yandan temsilcisi olduğu irili ufaklı İslamcı sermaye gruplarının beklentilerini ve bir yandan da kendine açabildiği alan ölçüsünde partinin çekirdek desteğini oluşturan muhafazakâr tabanın beklentilerini yerine getirebilmeyi ummaktaydı. Ancak AKP’ye iktidar bahşeden faktörler aynı zamanda dünya ölçeğindeki çelişkilerin o kadar doğrudan bir parça-
Haziran 2006 • sayı: 15
sıdır ki onu sürekli diken üstünde tutmaktadır. Hatırlayacak olursak, Ecevit hükümetinden umduğunu bulamayan ABD, Irak konusunda kendisiyle işbirliği yapmayı vaat eden AKP’ye iktidar yolunu açmıştı. Ancak önce tezkere kazasıyla savaş sürecinde, sonra da işgal döneminde ABD’nin isteklerine hizmet edememesi, ve nihayet Suriye ve İran başta olmak üzere Ortadoğu konularında da ABD’nin isteklerini tatminkâr biçimde yerine getirmemesi AKP’nin sıkışma sürecindeki önemli etmenlerden biri oldu. AKP’nin ABD emperyalizminin beklentilerini yerine getirememesi nedeniyle aradaki sürtüşme uzun süredir devam ediyor. ABD’nin kendi hesabına AKP hükümetini gözden çıkarıp çıkarmadığı konusunda kesin bir şey söylenemese de, hükümetle statükocu güçler arasındaki gerilimlerden yararlanmak istediği çok açıktır. Yaşanan son krizin de açıkça ortaya koyduğu gibi ABD Türkiye’de oluşan böyle sisli ortamları hükümeti kendi çıkarları doğrultusunda sıkıştırmak için kullanmaktadır. Şimdi dünya gündemindeki temel konu ABD emperyalizminin İran’a yönelik baskıları ve saldırı ihtimalidir. ABD’nin bir süredir dünya ölçüsünde yükselttiği İran düşmanı havaya AKP hükümetinden henüz yeterli desteği bulamamış olması da onu sıkıştırma nedenlerinden biri olarak bu sürece eklenmektedir. Hükümet tam da bu nedenle bu günlerde ABD ile ilişkilerini düzeltmeye çaba harcamaktadır. Hükümetin sıkışma sürecinde diğer önemli konu ise Kürt sorunudur. Hükümet Öcalan’ın yakalanışından beri PKK tarafından sürdürülen ateşkes süreci nedeniyle sorunu yok sayma gafletinde bulundu ve ciddi hiçbir adım atmadı. Kürt hareketi de bu süre zarfında hükümetten beklentilerini yitirmeye başladı. Bu sabır yitimi Kürtlere yönelik provokasyonlarla birleşince silahlı mücadele yeniden başladı. Bunun üzerine apar topar adım atar gibi yapan hükümetin kimlik tartışmalarını başlatması tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Bu korkak girişim statükocu güçlerin provokasyon ve katliamlarını daha da hızlandırmasına yol açtı ve hükümet tükürdüğünü yaladı. Provokasyonlar süreci Şemdinli’de bir dönüm noktası yaşadı. Hükümet suçüstü yakalanmış olan kontracılar üzerinden bunu bir fırsat olarak değerlendirmeye ve statükocu kanada karşı mevzi kazanmaya çalıştı. Ancak buna gücü yetmediği gibi, kaçınılmaz olarak aldığı kombine darbelerle geri adım atmak zorunda kaldı. Bu bizi sıkışma sürecinin bir diğer boyutuna, yani orduyla ilişkinin seyri konusuna getiriyor. Hükümet aylar öncesinden, ge-
marksist tutum
nel olarak kendisine karşı saldırgan bir tutum izlememiş olan mevcut Genelkurmay Başkanının görev süresini uzatmanın ve böylece şahin kanadın temsilcisi görünümündeki Büyükanıt’ın genelkurmay başkanı olmasını önlemenin zeminini yoklamaya başladı. Ancak Genelkurmay Başkanı bu manevrayı boşa çıkardı. Hükümet tam da bu nedenle Şemdinli’yi Büyükanıt’ı yıpratmak için kullanmaya çalıştı, ancak girişimi geri tepti. Zaten bir dizi sorunda (Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu, AB uyum paketleri vb.) gerilemekte olan statükocu güçler için bu manevra bir bakıma bardağı taşıran damla oldu. Genelkurmay’ın Şemdinli iddianamesine cevap olarak hükümete verdiği muhtıra ve sonrasında Genelkurmay Başkanının ve bizzat Büyükanıt’ın Başbakanla görüşmeleri sonucunda Erdoğan ve Gül’ün bir hafta boyunca “hastalanarak” gözlerden uzaklaşmaları aslında çok şey anlatıyordu. Hükümet derhal iddianameyi hazırlayan savcıyı ve “hırsız evin içinde diyen” Emniyet İstihbarat Daire Başkanını gözden çıkardı. İşte AKP’nin 28 Şubat’ı somut olarak burada başladı diyebiliriz. Sınıra 250 bin askerin yığılarak operasyon başlatılması ve Hakkari’de tankların yürütülmesi de bunun bir parçasıdır. Hükümetin uzun süredir oyalamakta olduğu ve eskisinden beter baskıcı düzenlemeler getiren yeni Terörle Mücadele Yasası tasarısının meclise getirilmesini de buna eklemek gerekiyor. Tüm bu cephelerde işlerin sarpa sarması, süreç içinde AKP’nin büyük sermaye ile ilişkilerinin yer yer bozulması anlamına gelmektedir. Aslında AB’den müzakerelerin başlama vizesinin alındığı ve hükümet için bir zafer yürüyüşü olduğu sanılan 2005 Kasımı, hükümetin sıkışma sürecinde önemli bir dönüm noktası oldu diyebiliriz. Çünkü bu gelişme, yeterli siyasal zemin kazandığı zehabına kapılan AKP’nin büyük sermayenin işlerini boşlamasına ve kendi özgül parti çıkarlarına dönük çabalarına daha fazla odaklanmasına yol açmıştır. AB uyum sürecinde işlerin tavsatılması, ekonomide IMF nezaretinde yürütülen saldırı programının istenilen hızda yürütülmemesi, hükümetin kendi efradını ihya etmede aşırılıkları, Merkez Bankası gibi burjuvazinin cebini çok yakından ilgilendiren kurumları tüm uyarılara rağmen kendi partizan kontrolüne alma girişimi
3
Haziran 2006 • sayı: 15
marksist tutum
gibi gelişmeler büyük sermayeyi kızdırmıştır. Medyanın sık sık AB işlerinin tavsadığından, ekonomide “yapısal önlemlerin” geciktirilmesinden yakınması ve hükümeti eleştirmesi boşuna değildir. Diğer taraftan büyük sermayenin başından beri hükümetten beklediği şeylerden birisi, rejimin laiklik konusundaki takıntılarını azdırmaması, bu konuda statükocu güçleri galeyana getirecek gereksiz hareketler yapmamasıydı. Ancak hükümet bu konuda da birçok faul yapmaktan kendini alamadı. Hepsinin üstüne tüy diken ise, hükümetin uyarılar karşısında kendisine çeki düzen verecek yerde büyük sermaye temsilcilerine dayılanmaya kalkmasıydı. Şubat sayımızdaki yazımızda (Burjuvazinin Demokrasi Oyunu) Başbakanın Mustafa Koç hakkında soruşturma başlatmasının ve TÜSİAD’ı azarlamasının “cami duvarına işemek” olduğuna dikkat çekmiştik. Önemli önemsiz birçok olayda açıklama yapıp gündeme müdahale eden TÜSİAD’ın, şimdi Danıştay saldırısı sonrasındaki gelişmeler karşısında musalla taşı gibi sessiz durması hükümete bir uyarıdır.
Birbiriyle örtüşen ve iç içe geçen tüm bu gelişmelerin sonucu olarak AKP kendisini iktidara taşıyan hamilerini kızdırmış ve Şemdinli iddianamesi sonrasında yediği muhtırayla birlikte Mart ayından itibaren bir sıkışma sürecine girmiştir. Şimdilik, hükümet erken seçim ilan etmedikçe ya da cumhurbaşkanlığı sevdasından vazgeçtiğini ortaya koymadıkça statükocu güçlerin tertipleri devam edecek gibi görünüyor. Bu da yeni komplolarla dolu bir süreç anlamına gelmektedir. Hükümet ilerleyen komplolar boyunca da ayak sürürse, süreç provokasyon eylemlerinin ötesine geçebilir. Hakkari’deki tank geçidi her ne kadar Kürtlere gözdağı için yapılmış gibi görünse de, o tanklar hükümet için de bir uyarı anlamını taşıyordu. Ancak büründüğü kılık gereği mesaj pek kuvvetli değildi. İlerde mesajın daha dolaysız anlaşılacağı tank geçitleri, balans ayarları ve gürültülü MGK bildirileri söz konusu olabilir. Bunlara paralel olarak CHP’nin ve cumhurbaşkanının yeni hamleleri, AKP grubunun bölünmesi, parti içinde provokasyon ve skandallar, ekonomik sabotaj, manipüle edilmiş kitle gösterileri gibi girişimler de olabilir. Özetle statükocu güçler cephesinin elinde bolca enstrüman bulunmaktadır ve durumun gereklerine göre bunlar değişik dozlarla devreye sokulabilir. Ancak, Danıştay saldırısının olduğu gün ve ölen hâkimin cenaze töreninin yapıldığı ertesi gün tam anlamıyla köşeye sıkışmış haldeki hükümetin, takip eden birkaç gün içinde havayı bir ölçüde değiştirmeyi başardığına da dikkat çekmek gerekiyor. Bunu soruşturmayı yönlendirebilmesi ve işi gerçekleştirenlerin dincilikle pek alâkaları olmadığını teşhir etme fırsatını bularak, dikkatleri kontrgerilla üzerine çekebilmesi sayesinde sağlamıştır. Bunun kontrgerilla teşkilatının açığa çıkarılması ve temizlenme-
4
si anlamına gelmediğini ve gelemeyeceğini belirtmeye gerek yok elbette. Bir devrim olmadıkça bu kan ve pislik yuvasının dağıtılması asla mümkün değildir. Hükümet şimdilik kendisi açısından yeterli sonucu elde etmiş, yani aleyhindeki güçlü havayı kırmayı başarmıştır. İlerleyen günlerde bu sansasyonel ifşaat sağanağından aynı Susurluk sonrasında olduğu gibi pek bir şey çıkmadığını görmek hiç şaşırtıcı olmayacaktır. Danıştay provokasyonu ilk bir-iki gün dışında tam istenen sonuçlara ulaşamadı. Genelkurmay Başkanının “tepkilerin tek bir günle sınırlı kalmayıp, süreklileşmesi gerektiğini” söylemek zorunda kalması ve CHP sözcülerinin soruşturmanın gidişatı karşısında süngülerinin düşmeye başlaması da bunu göstermektedir. Hükümet de salvoyu atlatmanın cesaretiyle yine “erken seçim yok” çıkışı yapmakta gecikmedi. Bunun “cumhurbaşkanlığı sevdasından vazgeçtim” anlamına mı geldiğini, yoksa kuru bir horozlanma mı olduğunu önümüzdeki günlerde göreceğiz. Hatırlanacağı gibi hükümet Şemdinli sonrasında da inisiyatif yakaladığı zehabına kapılmış, ancak ardından kafasını duvara toslamıştı. Diğer taraftan hükümetin ilk havayı kırmakla birlikte güç dengesini lehine çevirmiş olduğu ve kendisini kurtarmış olduğu söylenemez. Hâlâ hedef tahtasındadır ve hamilerinin desteğini yeniden almadıkça da bunun değişmesi mümkün değildir. Ancak hükümetin içine düştüğü sıkışıklıktan kurtulup kurtulmayacağı bir yana, gerici statükocu güçlerin yükselttiği faşizan saldırıların gerçek mağdurunun işçi sınıfı ve Kürt halkı olacağı çok açıktır. Yeni TMY tasarısı, Kürt halkına dönük yeniden şiddetlenmeye başlayan saldırılar, ülkenin değişik yerlerinde sayısı giderek artan, Kürtlere ve solcu öğrencilere yönelik linç girişimleri, “laikliği koruma” maskesi altında militarist-faşizan gidişin rengini yeterince göstermektedir. Tüm bunlara son haftalarda dünya ekonomisinde yaşanan ve Türkiye’yi de fazlasıyla etkileyen çalkantıları ve yeni yıkımları da eklediğimizde, ülkeyi hiç de güllük gülistanlık bir atmosferin beklemediğini görmek zor değildir. Yükselen saldırıları durdurabilecek tek gerçek potansiyel güç olan işçi sınıfı, ne gelişmelere ilgisiz kalmalı, ne de egemenler arası bu güç kavgasında onlardan birinin peşine takılmalıdır. İşçi sınıfı başka birçok konuda olduğu gibi “laik/anti-laik” türünden burjuva kutuplaştırmaların tuzağına düşmeyerek kendi bağımsız sınıf hattını örmelidir. Şimdilerde sağdan soldan çeşitli cephe önerileri yükseltiliyor. Ancak Kürt halkına dostluk eli uzatmayan ve burjuvaziyi tüm kesimleriyle bir bütün olarak hedef tahtasına koymayan her türlü cephe önerisi işçi sınıfını ölümcül bir bataklığa sürükleyecektir. İşçi sınıfının perspektifi “sınıfa karşı sınıf ” anlayışıyla birleşik bir emek cephesini inşa etmek olmalıdır.
60
’lı yılların ortasından itibaren yalnızca başta Avrupa olmak üzere ileri kapitalist ülkelerde değil, Türkiye’de de işçi sınıfı hareketi açısından son derece önemli bir yükseliş söz konusu olmuştu. Bu noktada Türkiye’ye özgü olan şey, böylesi bir yükselişin ilk kez yaşanması, yani işçi hareketinin gerçek bir sınıf hareketine dönüşmesiydi. Tek tek bireyler olarak değil bir sınıf olarak kavga vermenin gereğini hızla öğrenen o dönemin işçi kuşağı, böylelikle atıldığı ve militanca yürüttüğü mücadelenin içinde kendisini bir yığın olmaktan çıkartıp kendisi için sınıf haline getirmişti. Gençliğine ve deneyimsizliğine rağmen mücadelenin kavurucu ateşi içinde çok hızla pişen işçi sınıfı, normal dönemlerde on yıllara ancak sığabilecek bir nitel dönüşümü birkaç yıl içerisinde tamamlayıvermişti. Cumhuriyet tarihinin ilk büyük ve kitlesel mitingi olmasına rağmen işçilerin geri bilinç düzeyini de yansıtan Saraçhane Mitinginden topu topu sekiz buçuk yıl sonra, işçiler 1516 Haziran 1970’de yine İstanbul ve çevresinde ayağa kalkmışlardı. Ve bu kez dönemin hükümeti ve burjuva basın tarafından, “ihtilal provası” yapmakla suçlanacak kadar da ileri gitmişlerdi. İşte 15-16 Haziran böylesi bir dönemin ürünü olarak patlak verdi. Bu yükselişi olduğu kadar onun zirve noktası sayılan 15-16 Haziran’ı da, DİSK olgusunu bir tarafa bırakarak anlamak mümkün değildir. Yükselişin temel dinamiklerinden biri, “referandum hakkımız, söke söke alırız!” sloganında dillendirilen sendika seçme özgürlüğü, yani DİSK’e geçme özgürlüğü idi. Böylelikle görüyoruz ki, sınıf mücadeleci bir sendikal anlayış ve bu anlayış temelinde girişilen militan mücadele işçi sınıfının geniş kitleleri için bir çekim merkezi haline gelebilmiştir. Bir proleter devrimci partinin olmadığı koşullarda bile DİSK’in verdiği mücadele burjuvazi tarafından ciddi bir tehdit olarak algılanabilmiştir. DİSK, hem sınıf hareketindeki yükselişin bir ürünü olarak doğmuştu hem de bizzat onun varlığı yeni ve daha güçlü bir yükselişin temeli haline gelmişti. DİSK’in, partilerüstü sendikacılık anlayışına karşı sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışını savunması, işçi hareketinin ücret sendikacılığının ötesine geçerek militan bir karaktere bürünmesine yol açmıştı. Bir öncü işçi kuşağı bu militan mücadelenin okulunda hızla gelişerek şekillendi. Bu öncü işçi kuşağı, işyerlerinde taban örgütlerine dayanan DİSK’i yalnızca söylemde değil, pratikte de bir mücadele örgütü haline dönüştürdü. İşçiler kendi taban-işyeri örgütle-
Aşılması Gereken Bir Zirve: 15-16 Haziran Direnişi Oktay Baran
5
marksist tutum
rine ve dolayısıyla DİSK’e sonuna kadar sahip çıkma bilincine ulaşmışlar ve sendikal mücadelenin aktif ve inisiyatif sahibi bilinçli kitlesi haline gelmişlerdi. DİSK, kendisine bağlı işyerlerinin hemen hepsini son derece militan mücadelelerle elde etmişti. Fabrika işgalleri, direnişler, boykotlar, hak grevleri, mitingler, yürüyüşler ve tüm bunların kaçınılmaz sonucu olarak devletin kolluk kuvvetleriyle hiç bitmeyen karşı karşıya gelişler içinde “hak verilmez alınır” bilinci gelişip olgunlaştı. Siyasete ve siyasal mücadeleye açık bir işçi hareketinin yükselişine bağlı olarak ve dönemin göreli demokratik özgürlük ortamından yararlanarak gelişmeye başlayan sol hareket de, tüm politik yanlışlarına ve zaaflarına rağmen yine de yükselen işçi hareketinin gittikçe siyasallaşmasını sağlayan bir faktör olarak şekillendi. Ne var ki, hiç beklenmedik bir gelişme olmayan 15-16 Haziran genel direnişini yalnızca ulusal düzlemdeki gelişmelerin bir ürünü olarak yorumlamak doğru değildir. 1968 dönemecinden itibaren, Türkiye işçi hareketindeki ve sol hareketteki gelişmeler dünyanın genel siyasal atmosferindeki gelişmelerden kopuk olarak anlaşılamaz. Çünkü işçi hareketinin verili bilinç durumunu ve psikolojisini hele o dönemde sol hareketin genel yaklaşımlarından koparmak mümkün olmadığı gibi, sol hareketin genel yaklaşımlarını ve yürüttüğü tartışmaları da dünyada olup bitenlerden ayrı düşünmek olası değildir. O dönemin sol hareketinin dünyada olup bitenlere ilgisi ise, günümüzle karşılaştırıldığında bir hayli yüksek gözükmektedir. 15-16 Haziran direnişinin ardında yatan kendine güven duygusunun, gözüpekliğin ve militan cüretkârlığın, dünya çapındaki 1968 başkaldırısının bu topraklardaki bir uzantısı olduğu apaçık ortadadır. İşçi hareketi üzerinde olduğu kadar sol hareket üzerinde de yarattığı sonuçlar itibariyle önemli bir dönemeç noktası sayılan 15-16 Haziran direnişi, bugün de hâlâ aşı-
6
Haziran 2006 • sayı: 15
lamamış bir zirve noktası olarak işçi hareketi tarihimize kazınmıştır. Onu işçi hareketi açısından bir doruk noktası olarak ele almamızın nedeni, yalnızca harekete geçirdiği işçi kesimlerinin göreli sayısal büyüklüğü değil, çok daha önemlisi temsil ettiği militan mücadelecilik, gözüpeklik ve başkaldırı ruhudur. İstanbul ve İzmit çevresinde iki gün boyunca 150 binden fazla işçinin böylesi bir eylemini bugünün koşullarına aktardığımızda, 1 milyondan fazla işçinin başkaldırısından bahsediyoruz demektir! 15-16 Haziran, mücadele sınıfın kendi özgücüne ve örgütlülüğüne dayanarak yasal sınırları eylem içerisinde aşan bir çizgiye oturmadığı sürece, kazanım elde etmenin ve elde edilen kazanımları korumanın mümkün olmadığını dönemin işçi kitlelerinin bilincine kazıyan bir kendiliğinden patlama idi. Bu patlamanın gücü de, zaafları da kendiliğinden doğasından kaynaklanıyordu!
Kendiliğindenlikten ne anlaşılmalı? Türkiye sol hareketinin büyük bir kesiminde 15-16 Haziran direnişinin kendiliğinden bir patlama olduğu hususunda yerinde bir fikir birliği sözkonusudur. Bunun bir istisnası sayılabilecek olan, devrimci gençlik örgütlerinin özellikle de DEV-GENÇ’in oynadığı rolün etkisini abartarak, aslında direnişin kendiliğinden olmadığını savunan kimi görüşlerdir. Bu yaklaşımın ise ne tarihsel açıdan ne de bilimsel açıdan bir geçerliliği vardır. Hareketin içerisinde devrimcilerin bulunması onu kendiliğinden bir eylem olmaktan çıkarmıyor. Bu açıdan bakıldığında hiçbir hareket kendiliğinden değildir. Her hareketin içinde kitleye oranla daha bilinçli, daha örgütlü devrimci bireylerin ve hatta grupların olması mümkündür. Fakat kitlelerin güvenini kazanmış devrimci bir siyasal önderliğin olmadığı koşullarda bu tip nüveler harekete geçirici ve ilk kıvılcımı çakan bir etkide bulunabilse dahi, hareketin gelişim çizgisi ve sonuçları üzerinde belirleyici olamazlar. İşçilerin DİSK’i yaşatmak için giriştikleri 15-16 Haziran direnişinin yine DİSK tarafından rahatlıkla denetim altına alınarak bitirilmiş olması da, dönemin devrimci örgütlenmelerinin hareketin bütünü üzerinde belirleyici bir etkisinin olmadığını kanıtlıyor. Yine özellikle o dönemi yaşamış militan işçiler, büyük ölçüde sol hareketin DİSK yönetiminin tutumlarına dö-
Haziran 2006 • sayı: 15
nük yanlış değerlendirmelerine ve onun rolünü küçümsemelerine tepki olarak, bu direnişin kendiliğinden olmadığını, direnişi başından sonuna kadar DİSK’in örgütlediğini söyleyerek bir başka yanlış görüşü savunuyorlar. Sol sekter tutumlara karşı militan işçilerin bu içten ve haklı öfkesi anlaşılır olmakla birlikte, bu görüş de bilimsellikten ve tarihsel gerçeklikten uzaktır. Kuşkusuz ki, direnişe giden yolun görünüşteki sebebi DİSK’i savunmaktır. Ve kuşkusuz ki, DİSK yönetimi, direnişe giden sürecin ilk kıvılcımını çakmış, onu genel olarak şekillendirmiş ve kanallarını döşemiştir. Ama bu direnişin 15 Haziranda patlak vermesinin olduğu kadar, büründüğü biçimlerin, radikalleşmesinin, düzenin yasalarını çiğnemesinin, kolluk kuvvetleriyle çatışır hale gelmesinin ve onları geriletmesinin kaynağında, işçilerin militan isyan duygularının kendiliğinden patlaması yatar. Meselenin bu tarihsel gerçeklik boyutunu bir tarafa bırakıp, “kendiliğindenlik” kavramını Lenin’in nasıl değerlendirdiğine baktığımızda, durum çok daha netleşir. Kuşkusuz ki, genel anlamıyla kendiliğindenlik, belli bir önderliğin denetimi ve yönetiminden yoksun oluşu, önceden hazırlanmış bir eylem planının olmayışını, nereye kadar gidilip nerede durulabileceğinin ve gerekirse nereye kadar ve nasıl geri çekileceğinin önceden tasarlanmamışlığını ve tüm bunların sonucu olarak da belli bir dağınıklığı, doğallığı ve doğaçlamayı, her kafadan farklı bir ses çıkmasını, disiplinsizliği vb. içerir. Ama Lenin “kendiliğindenlik” kavramını, yalnızca bu teknik ya da biçimsel unsurlara indirgemez. Onun vurgularında öne çıkarttığı husus, hareketin ideolojik ve politik içeriğidir. Yani sendikalizmin (trade-unionculuk) ötesine geçmiş bir devrimci siyasal sınıf bilincinin yaygınlığı ve belirleyiciliğidir temel sorun. Lenin’in bu noktaya yaptığı vurgu kavranmaksızın, ne devrimci siyasal sınıf mücadelesinin önemi anlaşılabilir ne de böylesi bir mücadelenin ancak gerçek bir devrimci partinin kılavuzluğu altında yürütülebileceği. Yüz yıl önce şunları yazmıştı Lenin: Hareketlerinin süreci içerisinde, çalışan yığınların kendi başlarına formüle edecekleri bağımsız bir ideolojiden söz edilemeyeceğine göre, tek seçenek şu oluyor -ya burjuva ideolojisi, ya da sosyalist ideoloji. İkisi arasında bir orta yol yoktur (çünkü insanlık “üçüncü” bir ideoloji yaratmamıştır ve ayrıca da sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış bir toplumda sınıf-dışı ya da sınıf-üstü bir ideoloji sözkonusu olamaz). Öyleyse, herhangi bir biçimde sosyalist ideolojiyi küçümsemek, ona birazcık olsun yan çizmek, burjuva ideolojisini güçlendirmek anlamına gelir. Kendiliğindenlikten çok sözedilmektedir. Ama işçi sınıfı hareketinin kendiliğinden gelişmesi, onun burjuva ideolojisine tabi olmasına, Credo programı doğrultusunda gelişmesine yol açar; çünkü kendiliğinden işçi sınıfı hareketi, trade-unionculuktur, Nur-geurerkschaftlereidir ve trade-unionculuk, işçilerin burjuvaziye ideolojik köleliği demektir. Demek oluyor ki, görevimiz, sosyal-demokrasinin görevi, kendiliğindenliğe karşı savaşmak, işçi sınıfı hareketini burjuvazinin kanatları altına sokmak yolundaki bu kendiliğinden trade-unioncu çabadan uzaklaştırmak ve devrim-
marksist tutum ci sosyal-demokrasinin kanadı altına sokmaktır. (Ne Yapmalı?, Sol Yay., 4.bsk, s.45)
Demek ki, sosyalistler, bir hareketin kendiliğindenliğinden bahsettiklerinde, onun şu ya da bu türden bir örgütlülüğün ürünü olmamasını değil, esas olarak bu hareketin ideolojik-politik içeriğinin sendikalizme hapsolmuş olmasını kastederler. Dolayısıyla 15-16 Haziran eylemi, tüm yönleri ve ulaştığı tüm boyutlarıyla DİSK tarafından planlanmış, yürütülmüş ve sonuçlandırılmış olsaydı bile, bu hareket kendiliğindenlik kategorisinin dışında yer almazdı.
Burjuvaziye ve onun kurumlarına güven olmaz! 60’lı yıllar boyunca yalnızca sendikacılarda değil, daha da önemlisi sol hareket içerisinde son derece yaygın olan ‘61 Anayasasına ilişkin fetişleştirme ve akabinde gelişen olaylar hatırlandığında, burjuvaziye ve onun kurumlarına güvenmenin işçi hareketi açısından yarattığı tehlike çok daha iyi anlaşılır hale gelir. Dahası 15-16 Haziran başkaldırısını gerçekleştiren işçiler de eylemlerinin siyasal meşruluğunu 61 Anayasasında görüyorlardı. Gerek eylem sırasında, gerekse de eylemin bitmesinden sonra işyerlerinde yürüttükleri pasif direnişlerde, öne çıkardıkları «Anayasaya aykırı kanun çıkaranlar işçi düşmanıdırlar», «Anayasa ve sendika özgürlüğünü elimizden alanlara derslerini vereceğiz» şeklindeki temalar bunu yeterince kanıtlıyor. Kemal Türkler’in, 16 Haziran akşamı sıkıyönetim ilan eden komutanların “ev sahipliği” altında yaptığı radyo konuşması da aslında bu fetişleştirmenin dışa vurumuydu. İşçileri sakin olmaya çağıran Kemal Türkler, “Anayasamız her türlü toplantı ve yürüyüşlerin silahsız ve saldırısız olacağını emreder. Bizler anayasaya sımsıkı bağlı işçiler olduğumuz için hiçbir hareketimiz anayasaya aykırı olamaz” diyor ve ardından “şerefli Türk ordusu”na karşı tahriklere kapılmama uyarısında bulunuyordu. İşçi hareketinin o dönemki yükselişinde olduğu kadar sonraki döneminde de büyük emeği geçen Kemal Türkler, bu konuşmasından ötürü, sekter sol çevrelerce hain olarak damgalanıp aforoz edildi. Aradan bunca yıl geçmesine rağmen bu tür yanlış değerlendirmeler sürüyor. Oysa, “Anayasaya sımsıkı bağlılık” düşüncesi ve “şerefli Türk ordusu” vurgusu, Kemal Türkler gibi bir sendika liderinin icadı değildi. Tersine, gerçekten de son derece yanlış olan bu düşüncenin yaygınlık kazanmasının ve işçi sınıfının olduğu kadar öğrenci gençliğin saflarında da yankı bulmasının gerçek sorumlusu, sol hareketin ta kendisiydi. Başta “milli demokratik devrim” çizgisini savunanlar olmak üzere sol hareket, orduyu “emekçi halkın yanında, toplumcu, zinde bir güç” olarak görüyordu. MDD tezinin baş mimarı Mihri Belli, Kemalizm ile ittifakı mutlak bir zorunluluk olarak öne çıkarıyor ve asker-sivil aydın kadroların “öncülüğünde”, “milli devrimci” bir hare-
7
marksist tutum ketin örgütlenmesini esas alıyordu. MDD tezini savunanların yakın hedefi, ordu, gençlik, aydınlar ve milli burjuvazinin oluşturacağı “milli cephe”nin önderliği altında, bir milli devrimci iktidarın kurulmasını sağlamak ve ülkenin tam bağımsızlığını hedefleyen bir milli kalkınma hamlesini başlatmaktı! MDD’cilere göre, işçi sınıfının partisinin kurulması ve bir sosyalist devrimin hedeflenmesi, ancak ve ancak milli demokratik devrimin başarılması ve “tam bağımsız, gerçekten demokratik Türkiye”nin kurulmasından sonra gündeme gelebilirdi! O zamana kadar kimsenin hakkı yoktu “sosyalist devrim” sloganını öne çıkarmaya! Bunu yapmak, “milli cepheyi bölmek” anlamına gelirdi çünkü! (Mehmet Sinan, Marksizm ve Türk Solunun İdeolojik Geleneği, MT, no: 3, Haziran 2005)
Bu yanlış kavrayışın temelinde, işçi sınıfının devrimci potansiyeline olan inançsızlığın ve Stalinist anlayışın yanısıra, Kemalizmin devrimci/ilerici bir güç olarak kavranması ve Kemalist rejim ve ideolojinin ordu tarafından temsil ediliyor olması da belirleyici rol oynuyordu. Yanlış bir anti-emperyalizm fikrinden kalkan bu kavrayış, işçi sınıfının devrimin öncüsü ve temel gücü olduğu fikrine küçük-burjuvaca burun kıvırıyor, gözü önünde serpilip gelişen işçi sınıfının varlığını dahi tartışma konusu yapıyordu. 1961 Anayasasının işçi sınıfının her türlü yasal hakkını güvence altına aldığı varsayılıyor, bu nedenle de bu Anayasaya ve orduya bağlılık sol hareketin büyük ölçüde ortak paydasını oluşturuyordu. Oysa 15-16 Haziranda, ellerinde Türk bayraklarıyla ve “işçi-ordu el ele” dövizleriyle yürüyen işçilere ordunun nasıl davrandığı görülecekti! Ardından gelen 12 Mart darbesi, Kızıldere katliamı ve Denizlerin asılmasıyla da birlikte, solun bir kesimi orduya karşı tutumunu değiştirmek zorunda kalacaktı. Ne var ki aradan geçen yıllar, genelde sol hareketin özelde ise küçük-burjuva devrimciliğin ve reformizmin milliyetçilikten kopamadığını, işçi sınıfına karşı güvensizlik duygusunu kıramadığını ve burjuva düzenin şu ya da bu kurumundan veya burjuvazinin şu ya da bu kesiminden medet ummaya devam ettiğini gösteriyor. Bugün statükocu burjuvazi tarafından gerçekte Kürt sorunu vesilesiyle yükseltilen anti-Amerikancı dalgadan milliyetçilik temelinde nasiplenmek isteyen oportünist çevrelerin, ‘68-71 döneminin geri söylemlerini kelimesi kelimesine tekrar etmeleri ve asker-sivil bürokrasiye yaranmaya çalışmaları bunun en tipik kanıtıdır.
Küçük-burjuva sosyalizminin alameti: proletaryaya güvensizlik 15-16 Haziran, Türkiye işçi sınıfının gücünün boyutlarını göstermiştir. Ne var ki bu apaçık göstergeye rağmen, 15-16 Haziran, solun geniş kesimleri nezdinde, devrimin önder gücü ve lokomotifinin ancak işçi sınıfı olabileceği ve sınıfın devrimci siyasal bir temelde örgütlenmesi gerektiği sonucunun çıkartılmasına ve genel kabul görmesine vesile olamadı. Bir kez daha görüldü ki, sol hareketin bü-
8
Haziran 2006 • sayı: 15
yük bölümü, işçi sınıfına güvensizlik ve onun devrimci potansiyeline inançsızlık temelinde şekillenmişti. Bu büyük direnişin kısmen ortaya çıkardığı muazzam gücü değil de direnişin sönümlenmesini dikkate alan küçük-burjuva akımlar, kentlerde yürütülecek bir mücadelenin başarıya ulaşma şansı olmadığını ileri sürmeye başladılar. Onlar farkında olmasalar da burjuvazi işçi sınıfının oluşturduğu tehdidin farkındaydı ve 12 Mart darbesiyle bunun intikamını aldı. Bu darbeyle estirilen terör ortamı döneminde, artık işçi sınıfına hepten sırtını dönen küçükburjuva sol hareket gerilla savaşı vermek üzere kırlara çekildi ve bu kuşağın tüm devrimci önderleri kontr-gerilla baskınlarında, idam sehpalarında ve işkencelerde devlet tarafından katledildiler. Böylelikle ordunun devrimci bir güç olduğu “teorisi” ölümcül bir darbe aldı. Ne var ki, işçi sınıfının bir devrime önderlik edebileceğine inançsızlık devam etti ve “devrimde işçi sınıfının ideolojik önderliği” gibi saçma görüşlere sarılındı. Devrimin öncüsü kendi dar askeri-politik örgütleri olacaktı, tabanı ise başta köylülük olmak üzere tüm halk idi! 15-16 Haziran, solun geniş kesimleri nezdinde, devrimin önder gücü ve lokomotifinin ancak işçi sınıfı olabileceği ve sınıfın devrimci siyasal bir temelde örgütlenmesi gerektiği sonucunun çıkartılmasına ve genel kabul görmesine vesile olamadı. Bir kez daha görüldü ki, sol hareketin büyük bölümü, işçi sınıfına güvensizlik ve onun devrimci potansiyeline inançsızlık temelinde şekillenmişti. Sınıfa güvensizlik ve burjuva kurumlara bel bağlama hususunda TİP’in de MDD çizgisinden aşağı kalır yanı yoktu. MDD çizgisinin devamı olarak ortaya çıkanlar burjuva düzenin ordusundan umudu kesip kendi “politikaskeri” örgütlerini kurmaya girişerek, yanlış bir tarzda da olsa, en azından devrimci ruh ve duygularını dışa vurmuş oluyorlardı. Sol hareket içerisinde sosyalist devrim tezini savunur gözüken TİP ise burjuva parlamentosuna bel bağlıyordu. TİP, izlediği “barışçıl geçiş” çizgisiyle ve savunduğu reformist anlayışla militan kitle hareketlerinin önünde çoktan bir engel haline gelmişti. O da proleter devrime ve işçi sınıfının devrimci potansiyeline inançsızlığını bu şekilde açığa vurmuş oluyordu. TİP’in sosyalist devrimden anladığı, milletvekili seçimlerinde çoğunluğu sağlayarak burjuva parlamentosunda iktidar olmaktı. Buna göre TİP, şayet hükümet olursa, “sosyalist Türkiye”yi parlamentodaki çoğunluğuna dayanarak kuracaktı! Tabii böyle bir “sosyalist devrim” için, ne başarılı bir proleter ayaklanmaya, ne de işçi sınıfının devrimde kendi iktidar organlarını (sovyetler, konseyler vb.) yaratmasına gerek vardı! Nasıl olsa işçi ve emekçiler “adına” hükümet eden TİP’li milletvekilleri, sosyalizmi inşa edebileceklerdi parlamento-
Haziran 2006 • sayı: 15
marksist tutum
daki fedakâr çalışmalarıyla! TİP’in sosyalizm diye öne sürdüğü şey, demokratik reformlar eşliğinde uygulanan sosyal adaletçi, emekten yana bir devletçi kalkınma projesinden öte bir şey değildi. (Mehmet Sinan, Marksizm ve Türk Solunun İdeolojik Geleneği, MT, no: 3, Haziran 2005)
TİP’in barışçıl geçiş anlayışının boş bir hayalden ibaret olduğu, hem 15-16 Haziran’la hem de 12 Mart darbesiyle açıkça ortaya çıkmıştı. Ama gerek “sosyalist devrim” kavramının arkasına saklanan reformizm biçiminde gerekse de şu ya da bu türden “demokratik devrim” anlayışları şeklinde, işçi sınıfının devrimci gücüne ve potansiyeline olan inançsızlık hâlâ devam ediyor.
Sabırla öğret ve örgütle! 15-16 Haziran direnişi, sınıfın birleşik gücünü ve neler yapabileceğini gösterdi. Dediğimiz gibi, onun dışa vurduğu militan gücü kadar, taşıdığı zaaflar da kendiliğinden bir hareket olmasından kaynaklanıyordu. Proleter devrimler çağında işçi sınıfının kendiliğinden patlamaları kaçınılmazdır. Bu nedenle de bu büyük direnişin kanıtladığı gerçeklerin en başında, işçi sınıfına önderlik edecek enternasyonalist komünist bir parti olmadıkça sınıfın en militan patlamalarının bile düzen tarafından şu ya da bu şekilde savuşturulabileceği gerçeği gelmektedir. 15-16 Haziran direnişinin üzerinden 36 yıl geçmiş bulunuyor. Bu zaman zarfında işçi sınıfımız sayısal olarak çok daha büyümüş ve o dönemkiyle karşılaştırılamaz bir niceliğe ulaşmıştır. Bu sıçrama yalnızca sayısal büyüklük açısından değil, işçi sınıfının artık toplumun çoğunluğunu oluşturması bakımından da böyledir. Ama bugün aradan geçen onca yıla rağmen işçi sınıfı hareketinin niteliksel düzeyine, bilinç ve örgütlülük seviyesine ve özgüven duygusuna baktığımızda tam tersi bir sahneyle karşılaşıyoruz. Burjuvazi 15-16 Haziran direnişinin intikamını 12 Eylül faşist diktatörlüğü ile fazlasıyla aldı. İşçi sınıfının kesintisiz süren niceliksel gelişimi ile bu diktatörlüğün sonucu olarak çeyrek asırdır süren niteliksel gerilemesi arasındaki karşıtlık her geçen gün kendisini daha da yakıcı biçimde hissettiriyor. Bugünün işçi sınıfı geçen dönemlerle karşılaştırıldığında çok daha genç bir bileşime sahip. Ancak bu genç işçi kuşakları ile geçmişin mücadeleci ve devrimci işçileri arasındaki bağ tamamen kopmuş durumda. Diyebiliriz ki, “sıfır kilometrede” bir işçi sınıfı gerçekliği ile karşı karşıyayız. Bir başka deyişle, niteliksel olarak 60’lı yılların başlarına geri savrulmuş durumdayız. Bu büyük bir olumsuzluğu ifade ediyor. Ne var ki, Marksizm, hiçbir olgunun tek yanlı ve mutlak bir olumluluktan ya da
olumsuzluktan ibaret olmadığını öğretir. Son derece olumsuz görünen bu tabloyu tersine çevirmek zorunlu olduğu kadar mümkündür de. Geçmişle karşılaştırıldığında çok daha genç, çok daha kentli, çok daha eğitimli, kırla bağını geçmişe nazaran büyük ölçüde koparmış, işçi olduğunun çok daha farkında ve sınıf atlama hayallerinden giderek daha fazla uzaklaşan bir işçi sınıfıdır sözkonusu olan. Geçmişin mücadele deneyimlerinden tamamen yoksun olduğu doğrudur. Ama bir o kadar da ağır yenilgilerin bozucu ve çürütücü etkilerini doğrudan yaşamamış bir genç işçi kuşağıdır sözkonusu olan. 80’li yılların depolitizasyon süreci hâlâ etkilerini gösteriyor. Ama aynı yıllara damgasını vuran yılgınlık koşullarından aynı şekilde bahsetmek pek mümkün değildir. Bugün sözkonusu olan yılgınlık değil, tek kelimeyle kendi gücüne güvensizliktir. Genç işçi kuşaklarına güven aşılayabilecek bir siyasal önderliğin var edilebilmesi, iktisadi-sendikal mücadelenin de sıçrama yapabilmesini mümkün kılacak, militan sınıf mücadelesi anlayışının sendikalarda tekrar canlanmasını ve sendikal bürokrasinin defedilmesini beraberinde getirecek ve sınıf hareketi, tıpkı 60’lı ve 70’li yıllarda olduğu gibi büyük bir canlanma içine girebilecektir. Ama bu kez, ona çok daha gelişmiş, hatalarından büyük dersler çıkarmış, neyi nasıl yapacağını bilen gerçek bir komünist önderlik rehberlik edecektir. Bunu başarmanın kolaycı ve kestirme bir yolu bulunmuyor. Sınıfa yalnızca belli takvimlere bağlı olarak ya da kısmi eylemlilikler sürecinde müdahale etmeye çalışmak, yaşanan tıkanıklığı aşmak için türlü denemelere ve yeni icatlara girişmek bir çözüm sunmuyor. Sınıf içerisinde, uzun vadeli, planlı, sabırlı, titiz ve ne yaptığını bilen bir bilinçlendirme ve örgütlenme faaliyeti hayata geçirilmediği sürece, hiçbir “kestirme” yol sorunların çözümüne katkı sunamayacaktır. Lenin bize ışık tutuyor: “Sabırla öğret ve örgütle!”
9
İlkay Meriç
G
erek IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası sermaye kuruluşlarının baskıları, gerek AB müzakerelerinin zorunlu kıldığı yapısal dönüşümler, gerekse de Türkiye kapitalizminin içinde bulunduğu tıkanıklığı aşmak için bizzat atmak zorunda olduğu adımlar, özellikle son beş yıldır, küçük üreticilerin tasfiye olma hızında sıçramalı bir artışın yaşanmasına neden oldu. Tarım ürünleri üzerindeki ithalat yasağının önemli ölçüde kaldırılması, teşviklerin, sübvansiyonların ve destekleme alımlarının sınırlanması, başta akaryakıt olmak üzere tarımsal girdi maliyetlerindeki aşırı artış, kredi olanaklarının daralması gibi birtakım unsurlar, yüz binlerce küçük üreticiyi korkunç bir yıkıma sürüklüyor. Tarımda istihdam edilenlerin sayısında sadece geçtiğimiz yıl 1 milyon 85 bin kişilik bir azalma görüldü ve tarımın toplam istihdamdaki payı bir yıl içinde yaklaşık %5’lik bir düşüş göstererek %25’e geriledi. Hız kazanarak devam eden bu eğilim, karnını doyurabilmek umuduyla kentlere hücum edenlere milyonlarca yeni işsizin daha ekleneceği anlamına geliyor. Ne var ki, işsizliğin en yakıcı sorunlardan biri olarak işçi sınıfının karşısına dikildiği mevcut konjonktürde, kentlere akın eden bu yeni işsiz ordularını iş olanakları değil açlık ve sefalet bekliyor. Kentleri varoşlarından kuşatan genişlemiş işsizler ordusunun yaratabileceği toplumsal patlamanın korkusuyla paçaları şimdiden tutuşan burjuvazi, bu sonuçtan da ürkerek yıllar boyunca tarıma el atmaktan alabildiğine kaçınmıştı. Dünyanın pek çok ülkesinde, kapitalizmin kaçınılmaz kıl-
10
dığı tarımsal dönüşüm uzun yıllar önce gerçekleştirilirken, Türkiye onyıllar boyunca bir “köylü kalesi” olarak kaldı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Avrupa da dahil olmak üzere tüm dünyada kır hızlı bir erime sürecine girmiş ve muazzam bir toplumsal dönüşüm yaşanmıştı. Köylü ülkeleri olarak bilinen İspanya ve Portekiz’de, tarımsal nüfus 1980’lerde yaklaşık %15’e inerken, Japonya’da 1947’de nüfusun 52’sini oluşturan çiftçiler 1985’te %9’unu oluşturuyorlardı. Köylülüğün oranı Latin Amerika ülkelerinde de 1960-80 yılları arasında yarı yarıya azaldı. 1980’lerin ortalarında, Bulgaristan’da %17’ye, Cezayir ve Tunus’ta %70’lerden %20’lere, Suriye’de %50’lerden %25’lere, Irak’ta %30’lara, İran’da %55’ten %29’a düştü. “Ancak Avrupa ve Ortadoğu yöresinde sadece bir köylü kalesi kaldı: Türkiye. Burada köylülük zayıfladı, ancak 1980’lerin ortasında hâlâ mutlak bir çoğunluk olmaya devam ediyordu.”1 Gerek oransal olarak tarımsal nüfusun, gerekse bu tarımsal nüfus içinde küçük üreticilerin büyük bir ağırlık teşİktisaden faal tarımsal nüfusun kil etmesiyle karakterize olan toplam faal nüfusa bu “köylü kalesi” olma duruoranı (%) mu, gerçekten de uzun yıllar 1965 71,92 boyunca Türkiye’ye damgasını 1975 67,27 vurdu. Bunda kuşkusuz, Türki1980 59,95 ye kapitalizminin zayıflığının 1985 58,95 ve burjuvazinin tarıma ciddi 1990 53,66 bir neşter atma cesaretsizliği2000 43,38 nin yanı sıra, çiftçiyi garantili
Haziran 2006 • sayı: 15
bir oy deposu olarak gören burjuva siyasetçilerin izledikleri ikiyüzlü politikaların da büyük bir rolü vardı. Tarımsal sübvansiyonların yüksek tutulması, kredi borçlarının silinmesi, geniş destekleme alımları, yüksek taban fiyatları gibi uygulamalar, 2000’li yıllara kadar her seçim döneminin vazgeçilmez rüşvetleri arasında yer aldı. Ancak, sözde çiftçiyi korur gibi görünen bu ertelemeci politikalar, milyonlarca küçük üretici açısından can çekişme sürecinin uzatılmasından ve tarımın yükünün son tahlilde kent proletaryasının sırtına yüklenmesinden başka bir işe yaramadı. İçe kapanıklık dönemine son verildiği ve kapitalist dünya ekonomisine entegrasyonda önemli aşamalar kaydedildiği 1980 sonrası dönem, Türkiye’nin bir tarım ülkesi olmaktan çıkıp sanayi ülkesi olma yolunda hızla ilerlemesine yol açmıştı. Fakat tarımsal yapıdaki değişime hız kazandıran ağırlıklı unsur yine dış faktörler oldu. İlerleyen yıllar içerisinde, IMF ve AB’nin yoğun baskıları sonucunda iç siyasetin durağanlaştırıcı eli tarım üzerinden çekilmek zorunda kalındıkça, kapitalizm bu alanda da hükmünü daha rahat icra etmeye başladı. Cumhuriyetin kuruluşunu takip eden yaklaşık altmış yıl boyunca %60’ların altına inmeyen tarımsal nüfusun son on yıl içinde %50’den %35’lere inmesi, geçmiş onyıllardan çok daha köklü ve büyük bir değişimle yüz yüze olduğumuzu gösteriyor. Şunu da belirtelim ki, tarımsal nüfus oranı şu anda AB ülkeleri için ortalama %5 iken ABD için %3,5’tur ve AB müzakerelerinin gereği olarak Türkiye’de de birkaç yıl gibi kısa bir zaman zarfında %10’a indirilmesi icap etmektedir. Bu zorunluluğu da göz önünde bulundurduğumuzda, ekonomik, sosyal ve siyasal açıdan önemli sonuçlar doğurabilecek bu sürecin daha da büyük bir hız kazanarak ilerleyeceğini söyleyebiliriz.
Küçük çiftçilerin makûs talihi Türkiye’de tarımsal alandaki gecikmiş kapitalistleşmenin belki de en önemli göstergelerinden birisi, gelişmiş kapitalist ülkelerdekinin tersine, küçük üreticilerin sayısının hâlâ son derece yüksek oluşudur. 2001 genel tarım sayımı sonuçlarına göre, Türkiye’deki 3 milyon tarım işletmesinin yaklaşık 2 milyonunu 50 dekardan küçük arazilerde faaliyet gösteren cüce işletmeler meydana getiriyor: kendi küçük toprağına sahip olan, kendi hesabına çalışan ve kendi işgücünü kullanan 2 milyon küçük çiftçi ailesi! Asgari geçim düzeyini sağlayabilecek toprak genişliğinin Akdeniz bölgesi için 50, Ege-Marmara için 60, Orta Anadolu için 90, Doğu-Güneydoğu için 140 dekar olarak hesaplandığını dikkate alırsak, modern tekniklerin uygulanmasına ve rasyonel bir tarıma müsait olmayacak kadar küçük arazilerde üretim yapan bu 2 milyon çiftçi ailesinin, genellikle geçimlik üretimin ötesine geçemediklerini ve karınlarını zar zor doyurabildiklerini görürüz. Buna rağmen, küçük üreticilik uzun yıllar boyunca varlığını güçlü bir şekilde koruyabilmiş ve sürekli olarak
marksist tutum İşletme büyüklüğü (dekar)
İşletme sayısı (%)
Arazi (%)
5’den az
5,88
0,26
5-9
9,61
1,06
10-19
17,86
4,00
20-49
31,46
16,02
50-99
18,54
20,68
100-199
10,83
23,81
200-499
5,09
22,83
500-999
0,58
6,09
1000-2499
0,15
2,97
2500-4999
0,01
0,38
5000 +
0,00
1,91
kendini yeniden üretmiştir. Bunda kuşkusuz pek çok faktör rol oynamaktadır. Toprakların miras yoluyla bölünerek yeni yeni küçük köylü aileleri doğurması önemli bir faktörken, aile bireylerinin bir kısmının aynı zamanda geçici ya da sürekli işlerde işçi olarak çalışmasının getirdiği katkı bir diğer faktördür (bu durum aynı zamanda yarı-proleterleşmenin ve çözülmenin işaretidir elbette). Türkiye’de kent proletaryasının hatırı sayılır bir kesimi uzun yıllar boyunca kırla bağını tümüyle koparmadı. Yurtdışına ya da büyük kentlere işçi olarak çalışmak üzere gidenlerin bir elleri sürekli kırda kalanlar üzerinde oldu ve bunlar kırdakilerin doğal süreç içerisinde tasfiye oluşlarının önüne geçilmesinde ciddi bir rol oynadılar. (Şüphesiz bu durum karşılıklıdır. Aynı şekilde, kentlerdekilerin ağır çalışma koşullarına ve çok düşük ücretlere seslerini yükseltmeden boyun eğebilmelerinde de, kırdan gelen bulgurun, patatesin, unun vb. büyük bir katkısı olmuştur.) Ancak Türkiye’nin yaşadığı iki ciddi ekonomik kriz sonrasında, işsizlik kol gezerken ve kent proletaryasının suyu sıkılırken, artık ne kenttekinin kırdakine faydası dokunabiliyor ne de kırdakinin kenttekine. Küçük çiftçilerin yaşam standartlarının son derece düşük olması ise söz konusu olgunun uzun yıllar boyunca devam edebilmesinde bir başka önemli faktördür. Küçük çiftçi, varlığını önemli ölçüde, kendi emeğini alabildiğine “sömürüp” tüketimini alabildiğine kısmasına borçludur. Ücretli işçi çalıştıracak ya da makinelerden gerektiğince yararlanabilecek kadar sermayesi yoktur. Bu nedenle, tüm aile bireylerinin çocukluktan itibaren son derece yıpratıcı bir şekilde çalışmak zorunda oldukları küçük köylü işletmelerinde, iki insanın yapacağı işi bir insanın yapması, buna karşılık bir insanın tüketmesi gerekeni iki insanın tüketmesi zaruridir. Eğitim ve sağlık harcamaları başta olmak üzere her türden harcama onlar için lükstür. Aksi takdirde, yılın birkaç ayı zar zor karınlarını doyurabilecek kadar üretim yaparak bütün bir yıl boyunca ayakta kalmaları olanaksızdır. Ne var ki, Lenin’in dediği gibi, “kârları dolu ambarlarından değil boş midelerinden gelen” ve “tüketimlerini
11
marksist tutum
inanılmaz boyutlarda kısarak varlıklarını sürdürme sanatının ustaları olan”2 küçük çiftçilerin, günümüz dünyasında, bu “sanatı” devam ettirebilmeleri ve kapitalist sistemin “yıkıcı” kanunlarından kaçıp kurtulmaları tümüyle olanaksız hale gelmiştir. Emperyalist-kapitalist sistemin bütün yerküreyi bir ağ gibi sardığı, gümrük duvarlarının bir bir yıkıldığı günümüz dünyasında, aç kalarak bile olsa, uluslararası rekabete dayanma şansları artık bulunmuyor. 2001 yılı verilerine dayanan bir araştırmaya göre, gelişmekte olan ülkelerde tarımda çalışan aktif nüfus başına yılda 672 dolarlık tarımsal üretim gerçekleştirilirken, gelişmiş ülkelerde bu değer ortalama 15 katına çıkarak 10 bin 334 dolara ulaşmaktadır. Bu miktar Orta ve Güney Afrika’da 373 dolara düşerken, Avrupa’da 8 bin 28 dolara, Kuzey Amerika’da ise 51 bin 298 dolara yükselmektedir. Dolayısıyla aynı ürün gelişmiş ülkelerde modern tekniklerle çok daha ucuza mal edilirken, küçük çiftçinin bu ürünlerle rekabet edebilmesi olanaksız hale gelmiştir. Küçük çiftçilerin içinde bulundukları zor durum sadece Türkiye gibi orta gelişmişlik düzeyindeki ülkeler için geçerli değildir şüphesiz. Bu durum dünyanın en büyük tarım ihracatçıları arasında yer alan AB ülkeleri için de söz konusudur. AB tarım fonlarından verilen oldukça yüksek desteğe rağmen, fazla üretim, “doymuş” pazarlar, hızla düşen fiyatlar ve üretimi sınırlayan kotalar yüzünden geçtiğimiz yıllarda yüz binlerce küçük üretici iflas etmiştir. Ortak Tarım Politikası gereği 2007 yılından itibaren desteklerin oldukça sınırlanacak olması, bu eğilimin hız kazanarak devam edeceğini gösteriyor. Bugün AB ülkeleri arasında, AB’ye karşı yükseltilen güçlü sesle-
Türkiye sol hareketinin büyük bir çoğunluğu, senelerce, önüne, son tahlilde kapitalizmin sınırlarını aşmayan bir iktidar hedefi koydu ve küçük köylünün zenginleşmesinin pekâlâ mümkün olduğu hayallerini yaymaya çalıştı. Şimdi de değişen pek fazla bir şey yok aslında. Solun büyük bir kesimi hâlâ, işçilerin ve küçük köylülerin önüne, kurtuluş reçetesi olarak IMF’siz, AB’siz, bağımsız Türkiye programını koyuyor. Bu “bağımsızlığın” üstü biraz kazındığında ise “ulusal” kapitalist bir Türkiye çıkıveriyor ortaya.
12
Haziran 2006 • sayı: 15
rin özellikle tarımsal nüfusun diğerlerine göre daha fazla olduğu Fransa gibi ülkelerden gelmesinin temel nedenlerinden biri de budur. Kapitalizm üretim araçlarını alabildiğine geliştirerek ve emeğin verimliliğini alabildiğine arttırarak, büyük bir bolluğun yaratılmasına yol açıyor. Ne var ki, dünya üzerinde yüz milyonlarca insan açlıktan kıvranırken, bu bolluk ne emekçilerin ne de açlıktan kıvrananların midesine gidebiliyor. İnsan ihtiyaçlarına değil tümüyle kâra dayalı bir sistem olan kapitalizmin akıldışılığı nedeniyle, bolluk, çoğu durumda küçük üretici için felâket anlamına geliyor. Küçük üreticinin “korunması” ise bir başka akıldışılıkla, fiyatların daha fazla düşmesini engellemek için ona üretim yaptırmamakla ya da stoklarda oluşan ürün dağlarını fiilen imha etmekle mümkün oluyor. Fakat kapitalizmin yasalarının küresel ölçekte işlediği günümüz dünyasında, bu “koruma”, küçük üreticilerin yoksullaşarak yok olmalarını sadece bir nefeslik geciktirmeye yaramaktadır.
Mülkiyet tutuculuğu ve milliyetçilik Türkiye’de küçük üreticiliğin bu kadar yaygın oluşunun sadece sosyal değil, siyasal sonuçları da bulunuyor kuşkusuz. Şimdiye kadarki bütün burjuva iktidarlar, en zorlu şartlarda kendi kendilerinin köleleriymişçesine çalışan, yoksulluğu bir kader olarak belleyen, ama öte yandan kendi üretim araçlarının sahibi oldukları için de muazzam bir mülkiyet tutuculuğuna sahip olan bu geniş yığını politik olarak sömürerek iktidarlarını sağlamlaştırdılar. TC’nin kuruluşundan itibaren, köylüyü uzunca bir
Haziran 2006 • sayı: 15
süre, “komünizm gelecek, tarlanızı, tavuğunuzu, ineğinizi alacak” öcüsüyle korkuttular. Onu “milletin efendisi” ilan eden, ama Ankara’nın güzide sokaklarını bu “efendi”ye kapatmaktan geri durmayan elitist devlet kurucu sınıf, mezar kazıcısını, yani proletaryayı geliştirmekten duyduğu korkuyla köylüye sarıldı. Kente giderse proleterleşip komünistleşir ve iktidarımız sarsılır korkusuyla, ona sürekli olarak suni solunum uygulandı. Bu arada üflenen her iki nefesten biri milliyetçilik ve muhafazakârlık oldu. Çünkü onu öldürmeyip süründürmek ve iktidarlarını devam ettirmek üzere muhafazakârlığın ve milliyetçiliğin kale bekçileri olarak kullanmak işlerine geliyordu. Küçük köylülüğün uzun bir süreden beri yaşamakta olduğu yıkım, kendisini değişmeksizin muhafaza edebilmesinin ve zenginleşebilmesinin bir hayalden ibaret olduğunu kanıtlamış bulunuyor. Durum bu kadar açıkken, sosyalistlere düşen görev, küçük üreticilerin milliyetçi hassasiyetlerini kaşımak değil, proletaryanın gerçek müttefiki olan bu kesimi kendileri için yegâne kurtuluş yolu olan sosyalizmin saflarına çekmektir. Yıllar geçti, o kış bu kış derken komünizm gelmedi, ama yüz binlerce köylü için ne sarılacak bir tarla kaldı ne tavuk ne de inek. Şimdi de birileri çıkıp, sefaletinizin ve yıkımınızın suçlusu AB’dir diyerek düşmanı yine dışsallaştırıyor. Onların buğdayları sizi bu hale getiriyor, onların şekerleri, tütünleri, pamukları, mısırları! Ve işsiz kalan, aşsız kalan milyonları yine yanlış düşmana işaret ederek kendi arkalarına almaya, onlar üzerinden iktidara gelmeye çalışıyorlar. MHP’sinden DYP’sine, DSP’sinden CHP’sine, Genç Parti’sinden İP’sine kadar tüm burjuva muhalefet kırlara koşuyor ve kendi iktidarı altında nasıl da refaha kavuşacağı, onu ne de güzel bir dünyanın beklediği yalanlarıyla yoksul köylüyü kandırmaya çalışıyor. Kervana katılan solcuları da unutmayalım. Aynı AB teranesini onlar da tekrarlıyorlar. Ne de güzel geçinip gidiyordunuz, AB geldi böyle oldu demeye getiriyorlar. Yurtsever Cepheler inşa ediliyor, köylüler AB’ye karşı canhıraş meydan muharebesine davet ediliyor. Sonuçta, köylü, sağlı sollu milliyetçilik bombardımanına tutuluyor. Milliyetçilik burjuvazi tarafından zaten dört bir koldan pompalanırken, parsadan pay kapmak isteyen sol kesimler, yangına körükle gittiklerinin farkında değiller. Küçük köylüler içine sürüklendikleri yıkım sonucunda yüz binler halinde kentlere akarlarken ve burada onları işsizlik ve açlık beklerken, onlara milliyetçilikle soslanmış sahte kurtuluş hayalleri aşılamanın, sosyalizmin değil faşizmin ekmeğine yağ süreceği çok açıktır. Unutmayalım ki, Türkiye’de faşist hareketin kaleleri aynı zamanda köylü kaleleridir. Özellikle bugün içinde bulunduğumuz siyasal konjonktürde (darbe tehditleri açıktan yapılırken ve milli birlik hükümeti çağrıları arşa çıkmışken), yoksul köylü yığınla-
marksist tutum
rın milliyetçiliği en azından nötralize edilemezse ve proleter devrimci bir bakış açısı yaygınlaştırılamazsa, faşist köylü kalelerinin şimdi kentlerin varoşlarında inşa edilmesinin önüne geçilemez. Türkiye sol hareketinin büyük bir çoğunluğu, senelerce, önüne, son tahlilde kapitalizmin sınırlarını aşmayan bir iktidar hedefi koydu ve küçük köylünün zenginleşmesinin pekâlâ mümkün olduğu hayallerini yaymaya çalıştı. Şimdi de değişen pek fazla bir şey yok aslında. Solun büyük bir kesimi hâlâ, işçilerin ve küçük köylülerin önüne, kurtuluş reçetesi olarak IMF’siz, AB’siz, bağımsız Türkiye programını koyuyor. Bu “bağımsızlığın” üstü biraz kazındığında ise “ulusal” kapitalist bir Türkiye çıkıveriyor ortaya. Yıllar önce Lenin, “… küçük-ölçekli çiftçiliği ve küçük mülkiyeti, kapitalizmin saldırısından korumak suretiyle köylülüğü kurtarmaya çalışmak, toplumsal gelişmenin gereksiz yere geciktirilmesi olacaktır; köylülüğü kapitalizmde bile zengin olmanın olanaklı olduğu hayalleriyle aldatmak anlamına gelecektir; emekçi sınıfları birbirinden ayırmak ve çoğunluğun zararına olmak üzere azınlık için ayrıcalıklı bir durum yaratmak anlamına gelecektir” diyordu.3 Küçük köylülüğün uzun bir süreden beri yaşamakta olduğu yıkım, kendisini değişmeksizin muhafaza edebilmesinin ve zenginleşebilmesinin bir hayalden ibaret olduğunu kanıtlamış bulunuyor. Durum bu kadar açıkken, sosyalistlere düşen görev, küçük üreticilerin milliyetçi hassasiyetlerini kaşımak değil, proletaryanın gerçek müttefiki olan bu kesimi kendileri için yegâne kurtuluş yolu olan sosyalizmin saflarına çekmektir. Küçük üreticiler bilmelidirler ki, üretimin kâr için değil insanlığın ihtiyaçları için yapılacağı, karınlarının doymasının hava koşullarına ya da piyasa şartlarına bağlı olmadığı, yeryüzünün nimetlerinden herkes kadar onların da yararlanabilecekleri bir dünya mümkündür ve bu dünyanın anahtarı, başta proletarya olmak üzere tüm emekçi sınıfların ellerindedir. ———————————— 1 E. Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl, Sarmal Y., Ekim 1996, s.33839. Hobsbawm’ın pek çok Avrupa ülkesi bağlamında 20. yüzyılın başları için işaret ettiği tarımsal nüfus oranlarına Türkiye’de ancak son beş yıldır ulaşılmış olması gerçekten de ilginçtir: “Köylü ve çiftçi yirminci yüzyıla kadar, Britanya dışında kalan sanayileşmiş ülkelerde bile yerleşik nüfusun büyük bir bölümünü oluşturmaya devam etti. Öyle ki, yazarın öğrencilik yıllarında, yani 1930’larda köylülüğün sönümlenmeyi reddetmesi hâlâ Karl Marx’ın onların sönümleneceği kehanetine karşı geçerli bir argüman olarak kullanılıyordu. Gene de, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, Britanya dışında, tarım ve balıkçılığın nüfusun %20’sinden daha azını istihdam ettiği sadece tek bir sanayileşmiş ülke vardı: Belçika. Almanya ve ABD’de, tarımsal nüfusun sürekli biçimde azaldığı en büyük sanayi ekonomilerinde bile, bu oran toplam nüfusun kabaca dörtte birine ulaşıyordu. Fransa, İsveç ve Avusturya’da hâlâ %35 ile 40 arasındaydı. Geri tarım ülkelerine –sözgelimi, Avrupa’da Bulgaristan ya da Romanya– gelince her beş kişiden dördü toprakta çalışıyordu.” (s.336-37) 2 Lenin, Tarım Sorunları-1, Sol Y., 1976, s. 32 ve 37. 3 Lenin, İşçi Sınıfı ve Köylülük, Sol Y., Ocak 1990, s.14
13
Emperyalizmin Y Balkanlaştırma Operasyonu Devam Ediyor Kerem Dağlı
14
ugoslavya savaşları sırasında uyguladığı kanlı katliamlar yüzünden adı “Balkan kasabı”na çıkmış olan Slobodan Miloşeviç, tam da Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nde (USSM) yargılanmaktayken, geçtiğimiz Mart ayında Lahey’deki hücresinde ölü bulundu. Kimilerine göre “şaibeli” olan ölümünün ardından, özellikle Avrupa basınında, eski Yugoslavya’nın parçalanmasıyla ortaya çıkan durum tekrar gündeme taşınarak, bir türlü çözülemeyen sorunların nasıl olup da halledileceği üzerine tartışmalar başladı. İşin aslı, meselenin Miloşeviç’in ölümüyle birlikte tekrar gündeme gelmesi boşuna değildir. Nitekim bunu takip eden haftalarda Sırbistan-Karadağ’ın bir parçası olan Karadağ’da bağımsızlık konusunda bir referandum yapıldı ve referandumdan “bağımsızlık” kararı çıktı. Sırbistan-Karadağ’ın bir parçası olan ve fakat “nihai statüsü” bir türlü belli olmayan Kosova’da da durum hızla aynı noktaya doğru ilerliyor. Öte yandan üçlü bir federasyondan oluşan Bosna-Hersek’te Hırvatlar ve Boşnaklar ayrı cumhuriyet taleplerini kısık sesle de olsa dile getirmeye başladılar. Kısacası yıllardır savaşlar ve çatışmalarla yoğrulmuş olan Balkanlar’daki düğüm bir türlü çözülemiyor, soruna el atan her emperyalist güç kendi çıkarları doğrultusunda müdahalelerde bulunarak sorunun daha karmaşık bir hal almasına yol açıyor. Oysa bugün birbirine düşürülen bu halklar, II. Dünya Savaşında Nazi işgaline karşı Komünist Partinin başını çektiği partizanların saflarında birleşerek ve faşizme karşı başarılı bir direniş vererek, bu temelde, halkların gönüllü birlikteliğinin sağlanabileceğinin güzel bir örneğini sergilemişlerdi. Fakat bu mücadele ne yazık ki bir işçi devletinin kurulmasıyla sonuçlanmadı. Bunun yerine,
Haziran 2006 • sayı: 15
daha baştan bürokratik tarzda örgütlenmiş olan askeri-siyasi kadroların egemenliğinde bir despotik-bürokratik diktatörlük kuruldu. Bu bürokrasi, egemenliğini pekiştirme sürecinde attığı her adımda halklar arasındaki tarihi düşmanlıkların ve milliyetçi, şövenist önyargıların yeniden yeşermesine uygun zemini yarattı. Böylece Yugoslavya kapitalizme doğru çözülme sürecinde adım adım kanlı bir içsavaşın içine sürüklenecekti. Öyle ki, SSCBnin ve diğer Doğu Bloku ülkelerinin de dağılmasıyla birlikte, burjuvalaşan bürokrasinin başlattığı kapışmaya emperyalist güçler de dahil olmuş ve bölge kısa sürede bizzat ABD emperyalizmi tarafından dayatılan Yeni Dünya Düzeninin deneme sahası haline dönüşmüş, emperyalist güçler arasındaki hegemonya yarışının ve yeniden paylaşım kavgasının alanı haline gelmiştir. Emperyalizm, her daim yaptığı gibi, Yugoslavya’da da varolan tarihsel husumetleri, güncel çelişkileri ve sorunları kaşıyarak, kendi çıkarları doğrultusunda kullanmıştır. Hal böyleyken, ezen ve sömüren sınıflara karşı birleştiklerinde barış içinde bir arada yaşamayı pekâlâ becerebilen halkların yarattığı bu kaynaşmanın, nasıl olup da yerini yeniden nefrete ve düşmanlığa bıraktığı sorusunun cevabını vermek önemlidir. Çünkü gerek Balkanlar’da gerek Ortadoğu’da ve dünyanın birçok farklı bölgesinde ulusal sorunlardan kaynaklı savaşlar, çatışmalar yaşanmaya devam ediyor. Bu sorulara cevap vermesi gereken sol hareketin kimi kesimleri ise yaşanan süreçte hatalı tutumlar takınmakta ısrar etmiştir. Anti-emperyalizm konusunda öteden beri yanlış ve tutarsız bir politika izleyen milliyetçi sol, Yugoslavya savaşını da salt emperyalistlerin kışkırtması ve müdahalesine indirgeyerek bürokratik rejimi temize çıkartan bir yaklaşımı savunmuştur. Milliyetçi sol, sırf eski “sosyalist” Yugoslavya’nın devamını savunduğu ve anti-Amerikancı olduğu için Miloşeviç’i ve onun şahsında Sırp milliyetçiliğini desteklemiştir. Dolayısıyla, emperyalist güçlere en başta da ABD’ye ve NATO’ya kafa tutan Miloşeviç “anti-emperyalist” ilan edilerek, kimi zaman açıktan kimi zaman da zımnen desteklenirken, yapılan katliamlar da görmezden gelinmiştir. Böylece yaşanan savaşı ve bölünmeyi “emperyalizmin ortalığı karıştırması”na indirgeyerek açıklayan milliyetçi sol, Marksizmin ulusal soruna ilişkin en temel ilkelerini bile (ezen-ezilen ulus ayrımı ve ayrılma hakkı gibi) görmezden gelerek, bir yandan (Sırpları desteklemek adına) ezen ulus şovenizminin girdabına kapılırken, diğer yandan da (ayrılmayı olumsuzlamak üzerinden) eski bürokratik-despotik rejimin aklanmasına hizmet etmiştir. Oysa asıl olumlanması ve öne çıkartılması gereken husus, bürokratik-despotik rejimin pekişmesinden önceki süreçte, halkların faşizmle mücadele temelinde yaratmış olduğu birliktelik ve kaynaşmadır. Ne Yugoslavya’da ne de diğer bürokratik-despotik rejimlerde ulusal sorunlar gerçekte çözülmüştür. Bu rejimlerin tek yaptığı, halkları zor yoluyla ve baskıyla bir arada tutmaya çalışmak ve
marksist tutum
milliyetçi önyargıları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak ve derinleştirmek olduğundan, 90’lardan sonraki çözülme döneminde Doğu Bloku ülkelerinin bir çoğunda bölünmeler ve ayrılmalar yaşanmıştır. Bu bağlamda özelde eski Yugoslavya’nın halkların barış içinde bir arada yaşamasına örnek oluşturacak bir model teşkil etmesi mümkün olmadığı gibi, genelde de bürokratik rejimlerin böyle bir niteliğe sahip olmaları söz konusu değildir.
Burjuva milliyetçiliği ve emperyalizm halkları birbirine düşürür Burjuva tarihçiler devletler arasındaki savaşları açıklarken çoğu zaman tarihsel birtakım düşmanlıklardan, hatta halkların değişmez birtakım özelliklerinden, yahut ülkeleri yönetenlerin kişisel özelliklerinden bahsetmeyi pek severler. Bu idealist yaklaşım, çeşitli uluslar veya devletler arasında tarihin belirli bir döneminde yaşanmış olan düşmanlıkları dondurarak dogmalaştırır ve aradan yüzyıllar geçse de gelişmeleri bu temelde açıklamaya çalışır. “Uluslararası terörizm” kavramına ve emperyalist hegemonya savaşlarına temel oluşturmak maksadıyla uydurulmuş olan “Medeniyetler Çatışması” tezi buna güncel bir örnektir. Burjuva basın ve ideologlar, eski Yugoslavya topraklarında yaşanan savaşı da bu doğrultuda ele alarak, “vahşi ve saldırgan” Balkan halklarının tarihin her döneminde birbirleriyle savaşa tutuştuklarını, nihayet “uygar ve medeni” Batının müdahalesiyle şimdi barış içinde bir arada yaşamaya başladıklarını söylemektedirler. Onlara göre bu gelişmemiş “barbar” halkların medeniyeti ve demokrasiyi kendi başlarına öğrenebilmeleri mümkün değildir. Bu yüzden “uluslararası topluluk” adını verdikleri emperyalist güçlerin müdahalesini kutsayarak ve bunu “insan hakları ve demokrasi” gibi ulvi değerler adına yaptıklarını anlatarak, emperyalistlerin iğrenç emellerini de bu makyajla gizlemeye çalışmışlardır. Elbette tüm ulusların tarihinde olduğu gibi, güney Slav halkları (Yugoslavya Slav dillerinde bu anlama geliyor) arasında da tarihin çeşitli dönemlerinde düşmanlıklar ve savaşlar olmuştur. Ancak kendini uygar gören emperyalist devletlerin tarihine bakılacak olursa bundan çok daha fazlası görülecektir. İşin aslı, insan topluluklarının sınıflara bölünmesinden bu yana savaşlar ve çatışmalar hiçbir zaman eksik olmamıştır. Bu açıdan Yugoslav halklarının tarihi de farklı değildir. Söz konusu topraklarda 15. yüzyıldan 19. yüzyılın * Güney Slavları ondan fazla etnik gruptan oluşuyor. Bunların nüfus açısından çoğunluğu oluşturan birkaçının dağılımı (eski Yugoslavya’nın sınırları baz alındığında) yaklaşık olarak şöyledir; Sırplar %43, Hırvatlar %23, Slovenler %8,5, Boşnaklar %6, Makedonlar %5. Ancak Sırp nüfusu diğer cumhuriyetler içinde de dağılmış durumdadır. Örneğin Hırvatistan’daki Sırp nüfusu %12, Bosna-Hersek’te %31, Kosova’da %15 ve Voyvodina’da ise %56 civarındadır.
15
marksist tutum
sonlarına kadar süren Osmanlı döneminde Müslüman Boşnaklar, 1908-18 arasındaki Avusturya-Macaristan işgali sırasında Hırvatlar, 1918’den Nazi işgaline kadar geçen 21 yıllık sürede Sırplar ve 1939-43 arasındaki süreçte de Hırvat faşistlerinin partisi Ustaşa, egemenliği elinde tutarak, geriye kalanları kendi hegemonyası altında birleştirmeye uğraşmış ve baskı altına almıştır. 1945’ten 1991’e kadar geçen süre sayılmazsa, 91’de başlayan çözülme süreciyle yaşanan iç savaşta da aynı coğrafyayı paylaşan bu halklar birbirlerine düşürülmüş ve tarihlerindeki en vahşi katliamlardan biri gerçekleşmiştir. Henüz Osmanlı egemenliği sırasında ekilen düşmanlık tohumları, Sırpların egemenliğinde geçen I. Yugoslavya döneminde (1918-1939) iyice yeşermiş, faşizmin iktidarı altında geçen (1939-1943) sürede boy atarak 600 bine yakın insanın hayatını kaybetmesine yol açmış ve nihayet 1991’de başlayan parçalanma sürecinde de 300 binden fazla insanın ölmesi veya sakat kalmasıyla sonuçlanmıştır. Tüm bu insanlık dışı kavganın altında yatan ana sebep ise aynıdır; egemenlerin kışkırtarak kendi emellerine alet ettikleri kör bir milliyetçilik. 19. yüzyılın sonlarına doğru tüm Avrupa’yı saran milliyetçilik akımıyla gelişen bu çatışmalı sürecin tek istisnası, 1939’da başlayan Nazi işgaline karşı yürütülen direniş hareketinin yarattığı kaynaşmadır. Bu dönemde, işgalci Nazi ordularının yanı sıra faşist Ustaşaların ve Çetniklerin (muhafazakar ve kralcı Sırp milliyetçileri) birbirlerine ve diğer halklara uyguladıkları zulme karşı birleşen halklar, faşizme karşı direnişin destanını yazarak halkların kardeşliğinin ve elbirliğinin mümkün olduğunu gösterdiler.
Faşizme ve emperyalizme karşı mücadele halkları birleştirir Faşizme karşı mücadelenin öncülüğünü bir Hırvat olan Tito (Josip Biroz) önderliğindeki Partizanlar yürütüyordu. Partizanlar direnişin ilk aylarında Çetniklerle birlikte hareket etseler de, kısa bir süre sonra Çetnikler faşistler yerine komünistlerle savaşmayı tercih ederek gerici-faşist cephede yerlerini aldılar. Dolayısıyla partizanlar iki cephede birden savaşmak zorunda kaldılar; bir tarafta Nazi işgal orduları diğer tarafta ise Ustaşa ve Çetnik milisleri. Ayrıca partizanların SSCB’den istedikleri tüm silah, asker, malzeme vb. yardımları da Stalinist bürokrasi tarafından reddedilmiş ve Tito, “sosyalizmin anavatanı”nın bekasını yeterince düşünmemekle, İngiliz-Amerikan-Sovyet ortaklığı-
16
Haziran 2006 • sayı: 15
nın önemini kavrayamamakla suçlanmıştı. Dolayısıyla partizanlar mücadeleyi tamamen kendi öz güçleriyle yürüttüler. Başlangıçtaki şaşkınlığa ve savrulmalara rağmen, direnişin başlamasından kısa bir süre sonra, tüm güney Slav halkları (Hırvatlar, Sırplar, Boşnaklar, Makedonlar, Slovenler, Karadağlılar ve diğerleri) faşizme karşı mücadele bayrağı altında birleştiler ve partizanlara katılmaya başladılar. Çünkü partizanlar, hem Hırvat faşistlerinin hem de Sırp milliyetçilerinin zulmüne karşı çıkıyorlar ve halkı eşitlik temelinde birleşmeye çağırıyorlardı. 26 Kasım 1942’de tüm partizan kuvvetlerinin temsilcileri Bihaç’ta bir araya gelerek Yugoslavya Anti-faşist Halk Kurtuluş Konseyini (AVNOJ) kurdular. Böylece Tito önderliğindeki komünist parti, direnişin önderliğinin yanı sıra fiilen iktidarı da ele geçirmiş oluyordu. 1943’ten itibaren İngiltere’nin AVNOJ hükümetini tanıdığını ilan etmesi ve İtalya’nın yenilgiyi kabul ederek savaştan çekilmesiyle birlikte, Komünist Parti iktidarı geri dönüşsüz bir biçimde eline almıştı. SSCB ise ancak bu tarihten itibaren, İngiltere’nin de onayıyla silah yardımı yapmaya başladı ve Kızılordu birlikleri Belgrad’a kadar gelerek partizanlarla birlikte Nazi ordularına karşı savaşmaya başladılar. 1944’e gelindiğinde Nazi işgali sona ermiş ve bir geçici hükümet kurulmuştu. Nihayet 1945’te yapılan seçimlere komünist parti Halk Cephesi adıyla katıldı ve oyların %90’ını alarak Demokratik Halk Cumhuriyeti’ni ilan etti. 1946’da çıkarılan anayasayla devletin adı Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti olarak değiştirildi. Ülke 6 ayrı cumhuriyetin (Slovenya, Hırvatistan, Sırbistan, Makedonya, Bosna-Hersek ve Voyvodina) federatif birliğinden oluşuyordu. Halkların ortak ve örgütlü mücadelesi temelinde kurulan bu federasyonda, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı tanınmış ve istendiğinde referanduma gidilerek ayrılma hakkı anayasal olarak güvenceye alınmıştı. Federasyonda
Haziran 2006 • sayı: 15
dört resmi dil kabul edilmişti ve her ulusal grup kendi ana dilinde eğitim görmekte ve kendi kültürünü geliştirmekte özgürdü. Kendi basınına, radyosuna ve televizyonuna sahipti. Ayrıca siyasi iktidarın uygulanışında da, federasyonu oluşturan farklı uluslardan gelen temsilcilerin çeşitli üst düzey devlet görevlerini dönüşümlü olarak yürütmelerine ve her ulusa belli kotalar ayrılmasına olanak tanınmıştı. Ülkeyi yöneten kolektif başkanlık kurulu altı cumhuriyetten gelen birer temsilciden (1974 anayasasıyla birlikte bunlara ilaveten iki özerk bölge temsilcileri) oluşuyordu. Bu kolektif başkanlık kurulu her yıl kendi içinden birini federasyon başkanı seçiyor ve bu kişi de bir yıllığına görev yapıyordu. Ancak temelde verilmiş olan ortak mücadelenin ürünü olarak ortaya çıkan bu eşitlikçi düzenlemeler, bürokratik diktatörlük rejimi pekiştikçe sadece kağıt üzerinde kaldı ve halklar arasında gerçek bir kaynaşmayı sağlayamadı.
Yugoslavya neden bölündü? Tito önderliğindeki Yugoslav Komünist Partisi, faşizme karşı yürütülen başarılı direnişin kendisine sağladığı muazzam saygınlığa ve doğal otoriteye rağmen, iktidara geldiğinde kurulan rejim bir iki farklılık dışında SSCBdeki despotik-bürokratik rejime benzemişti. II. Dünya savaşının ardından gelen “soğuk savaş” döneminde, Sovyet bürokrasisinin Yugoslavya’yı tamamen kendi denetimine almak için yaptığı hamleler, Tito’nun SSCB’ye ve Stalin’e karşı açık tavır almasına yol açtı. Buna karşılık SSCB de dünya çapında Yugoslav aleyhtarı bir kampanya başlattı. Yugoslavya ile SSCB arasında yaşanan bu çekişme, sol hareket tarafından genellikle yanlış yorumlanmıştır. Stalinistler, Yugoslavya’nın tamamen kapitalist kampa entegre olduğunu, hatta Tito’nun ve önde gelen YKP önderlerinin İngiliz-Amerikan ajanı olduğunu iddia ederken, Troçkistler de aynı karşıtlıktan yola çıkarak Yugoslavya’da yaşanan rejime SSCB’ye göre daha olumlu bir karakter atfederek onun bürokratik-despotik yapısını gözardı etmişlerdir. Tıpkı diğer despotik-bürokratik diktatörlüklerde olduğu gibi, Yugoslavya’da da bu düzen, doğası gereği kapitalist dünya ekonomisi karşısında krizlere girmeye ve sonunda çökmeye mahkûmdu. Nitekim 50’li yılların gerilimli atmosferinin ardından, Komünist Parti 60’lı yıllarda ülkenin sosyalizme geçtiğini ilan ettiğinde, ekonomik durum hiç de iyiye gitmiyordu. Bürokrasi kendi ayrıcalıklarını kaybetmeden ekonomik krizden çıkmak için çeşitli yollar denedi. Ancak bu yollar ülkeyi kapitalist dünya ekonomisinin etkisine daha açık hale getirerek sorunların daha da derinleşmesine yol açmıştır. “Özyönetim” ve “piyasa sosyalizmi” uygulamaları, ekonomik açıdan zaten eşitsiz olan cumhuriyetler arasındaki açının büyümesine sebep olmuş ve bu da ilerleyen süreçte bölünmenin ana dinamiklerinden birini oluşturmuştur. 1947-88 döneminde Bosna-Hersek, Makedonya, Karadağ ve Sırbistan’ın milli
marksist tutum
gelirleri düşerken, Hırvatistan ve Slovenya’nın gelirleri artmıştı. 1952-89 arası dönemde ortalama işsizlik %2,6’dan %17,5’e yükselmiş ve 80’li yılların sonlarına doğru ülke ciddi bir ekonomik krizle karşı karşıya kalmıştı. 1990 Ocak ayında IMF ve Dünya Bankası ile imzalanan anlaşmalar sonucunda yürürlüğe konan kemer sıkma ve özelleştirme programları yüzünden 600 bin işçi işten atılmış, geriye kalanlar da aylarca ücretlerini almadan çalışmak zorunda kalmışlardı. Dolayısıyla bölünme sürecinin altında yatan faktörlerin başında, ülkenin içine girdiği ekonomik kriz gelmekteydi. Ekonomik krizle paralel olarak gelişen ve SSCB önderliğindeki Doğu Bloku’nun neredeyse tamamını saran yapısal bunalımların basıncı altında, egemen sınıfı oluşturan bürokrasi emperyalist-kapitalist sistemle entegrasyona yöneldi. Devlet aygıtını elinde tutan bürokrasi homojen bir yapıda değildi ve çelişkiler keskinleştikçe “ulusal” çekişmeler öne çıkmaya başlamıştı. Federasyonu oluşturan cumhuriyetlerin her biri, merkezi bütçeden en fazla payı kendisinin alması gerektiğini, çünkü en fazla katkıyı kendisinin yaptığını iddia ediyordu. Kuşkusuz asıl sebep bu cumhuriyetlerin egemenleri olan bürokratik sınıfların, ayrıcalıklarını sürdürmek için ihtiyaç duydukları kaynakları diğerleriyle paylaşmak istemeyişleriydi. En zengin iki cumhuriyet olan Slovenya ve Hırvatistan, kapitalist entegrasyon yolunda önemli adımlar atmış ve el altından Almanya ile ilişkiler geliştirerek, bir emperyalist birlik olan AB’ye girmenin hesaplarını yapar hale gelmişlerdi. Tüm diğer örneklerde olduğu gibi Yugoslavya’da da kapitalizme entegrasyon, eskinin “sıkı komünistleri” olan bürokratların özel mülkiyete geçişle birlikte liberal-milliyetçi burjuvalara dönüşmesiyle yürümüştür. Bu sebeplerden dolayı önce Hırvatistan ve Slovenya, fakir cumhuriyetlerin yükünü de kendilerinin çektiğini ve “sosyalistliğin” artık kendilerine ayak bağı olduğunu söyleyerek bağımsızlıklarını (1991) ilan etmişlerdir. Federasyondan ayrılmak, bu bağlamda “sosyalizm”den kapitalizme geçiş anlamına da geliyordu. Dolayısıyla, bölünmenin altında yatan temel faktörlerden birincisi, yukarıda özetlediğimiz gibi despotik-bürokratik rejimin doğasından kaynaklanan yapısal bunalımlar iken, ikincisi de kapitalizme entegrasyon sürecinin ilerlemesiyle birlikte emperyalist güçlerin artan ölçüde “oyuna girmeleri”dir. Her iki faktörün ideolojik ve politik yansıması ise kendini yükselen milliyetçilik dalgasında dışavurmuştur. Bir yanda Hırvatların ve Slovenlerin “zengin milliyetçiliği”, diğer yanda da Sırpların “Büyük Sırbistan” hayaliyle besledikleri şoven milliyetçilik dalgası, emperyalistlerin de el altından kışkırtmalarıyla kısa sürede tüm ülkeyi sarmıştır. Bu bağlamda bürokrasiden bozma “milli” burjuvazinin hayata geçirdiği milliyetçi-şoven ideoloji ve politikalar, emperyalist güçlerin de devreye girmesiyle, kapitalizme entegrasyonun payandası haline gelmiştir. Ve pandoranın kutusu bir kez açıldığında, artık geriye dönüşün tüm yolları da tıkanmış oluyordu.
17
marksist tutum
Yugoslavya’nın Tito’nun karizmatik kişiliği ile sembolize olan milli meselelere ilişkin “denge politikası”, 90’lı yıllara gelindiğinde –Tito’nun da ölümüyle– tamamen iflas etmiş ve federasyon, 1991 yılında Hırvatistan, Slovenya ve Makedonya’nın art arda bağımsızlıklarını ilan etmesiyle fiilen dağılmıştır. Bunu bir yıl sonra (3 Mart 1992) Bosna-Hersek izlemiş, eski Yugoslavya’dan geriye kalan Sırbistan, Karadağ, Kosova ve Voyvodina da Yugoslav Federal Cumhuriyeti (YFC) adını almıştır. Bu isim sonradan Sırbistan-Karadağ Cumhuriyeti olarak değiştirilmiştir.
Emperyalist “yeni dünya düzeni”nin gerçek yüzü Özellikle 80’li yıllardan itibaren devlet aygıtında ağırlığı ele geçiren Sırplar, ordunun büyük bir bölümünü de kontrollerinde tutuyorlardı. Bu yüzden Hırvatların ve Slovenlerin ayrılıkçı milliyetçiliğine karşı ordu, Sırp hegemonyasındaki birleşik ve üniter bir Yugoslavya’dan yana tavır koydu ve halkların zorla bir arada tutulmasını hedefleyen Sırp milliyetçi saldırganlığının en önemli aracı haline geldi. Hırvatlar ve Slovenler bağımsızlıklarını ilan ettikleri anda, ordu önce Slovenya’ya ardından da Hırvatistan’a doğru saldırıya geçti. Ancak Slovenya’da başarısız oldu ve Hırvatistan’a yüklendi. 1992’nin Ocak ayına gelindiğinde Birleşmiş Milletler’in koruma gücü UNPROFOR bölgeye yerleşmiş ve fakat 5 binden fazla insan ölmüş, 14 bin insan kaybolmuş, 18 bin insan yaralanmış yahut sakat kalmıştı. Başlangıçta Hırvatistan ve Slovenya’yı bağımsızlıklarını ilan etmeleri için kışkırtan emperyalist güçler ise (en başta Almanya), savaşa seyirci kalarak ve hatta saldırı altındaki Hırvatlara silah ambargosu uygulayarak (BM güya tüm taraflara ambargo uyguluyordu, fakat merkezi ordu ve silahlar Sırpların elinde olduğundan pratikte bunun anlamı Hırvatların ciddi kayıplar vermesi demekti), kayıpların önemli ölçüde artmasına yol açtılar. Emperyalistlerin bu politikayı son derece bilinçli bir biçimde izledikleri, sonraki Bosna-Hersek ve Kosova savaşlarında daha iyi açığa çıkacaktı. Bir kez daha emperyalistlerin asıl amaçlarının insanların hayatını kurtarmak veya savaşları durdurmak değil, çıkarları ve kârları uğruna halkların birbirini boğazlamalarını kışkırtmak ve sonra da seyretmek olduğu ortaya çıktı. Bosna-Hersek’in bağımsızlığını ilan etmesinin ardından, üç farklı etnik grubu içinde barındıran (Hırvatlar, Sırplar ve Boşnaklar) bu ülke de, kendini üç buçuk yıl sürecek bir iç savaşın içinde buldu. Sırplar, Hırvatlar ve Boşnaklar karşılıklı olarak birbirlerini katlettiler. İnisiyatifi Almanya’ya kaptırmak istemeyen ABD’nin müdahalesiyle savaş uzatıldı. Her iki taraftan 20 ila 50 bin civarında kadın sistemli olarak tecavüze uğradı. Sanayinin ve şehirlerin %65’i tamamen tahrip edildi. Her iki taraftan toplam 200 bine yakın insan toplama kamplarında ve çatışmalarda hayatını kaybetti. Sadece Serebrenitsa şehrinde, BM’ye
18
Haziran 2006 • sayı: 15
bağlı UNPROFOR gücünün çekilmesinin ardından Sırplar, iki hafta içinde 8 bine yakın insanı katlettiler. Sonuçta, emperyalist güçlerin bastırmasıyla (BM’nin yerini NATO’ya bağlı kuvvetler aldı) Kasım 1995’te yapılan Dayton anlaşmasıyla Bosna-Hersek’in bağımsızlığı kabul edilerek bir federasyon kurulmasına karar verildi ve toprakların %49’u Sırp cumhuriyetine %51’i ise Boşnak-Hırvat cumhuriyetine bırakıldı. 1997 yılında Kosova’da da ayrılıkçı hareketler baş göstermeye başladı. ABD emperyalizminin el altından desteklediği Kosova Kurtuluş Ordusu (UÇK), Sırplara karşı silahlı mücadele başlatınca Sırp ordusu da, Kosova’nın %80’ini oluşturan Arnavut halkına yönelik etnik arındırma harekatına girişti ve sayıları yüz binlere varan Arnavut, Makedonya sınırına doğru göçe zorlandı. 1998 yılından itibaren devreye NATO’nun girmesi ve önce Sırp mevzilerini ardından Belgrad’ı çeşitli kereler hava saldırılarıyla bombalaması üzerine başlayan görüşmeler sonucunda Kosova, “resmen” Sırbistan-Karadağ toprağı iken, fiilen “özerk ve bağımsız” bir statüye kavuşturuldu. “Nihai statü”nün ne olacağına ilişkin görüşmeler ise 2006 Mart ayında tekrar başladı ve hâlâ devam ediyor. Ancak yaşanan onca acıya ve yokolan hayatlara rağmen gelinen noktada durum hiç de iç açıcı değildir. On yıla yakın süren iç savaşın tek galibi emperyalist-kapitalist güçler ve asıl mağlûbu da bölge halklarıdır. Bu savaşın emperyalistler açısından anlamı, kurulmakta olan yeni dünya düzeninin çerçevesinin çizilmesi ve yeni “av sahaları”nın bu temelde paylaşılmasıydı. Dolayısıyla, uzun bir aradan sonra 90’lı yıllarla birlikte tekrar kızışan emperyalist hegemonya yarışının ilk kapışmaları, Alman ve ABD emperyalizmleri arasında bu coğrafyada yaşanmıştır. Henüz Yugoslavya’nın çözülme sürecinin başında, AB’nin motor gücü Almanya’nın, yanına Avusturya’yı ve Vatikan’ı da alarak Hırvatistan ve Slovenya üzerinde giriştiği oyunlar karşısında ABD de, Bosna-Hersek üzerinden duruma müdahil olmuş ve kısa sürede ipleri eline almıştır. Geriden gelen Rusya (ve bir ölçüde Çin) ise tarihsel ve siyasal bağlara sahip olduğu Sırbistan’ı destekleyerek ABD emperyalizminin karşısında engelleyici olamasa da yavaşlatıcı bir etki yaratmaya çalışmıştır. Bu açıdan bakıldığında eski Yugoslavya topraklarında yaşanan savaşlar, emperyalist kamplaşmanın ilk sinyallerini vermesi bakımından önemlidir. İkinci bir husus ise, emperyalizmin çift kutuplu “soğuk savaş” döneminin sonrasında, yeni nüfuz alanlarını paylaşırken nasıl bir yol izleyeceğinin ipuçlarını vermesidir. SSCB ve diğer bürokratik-despotik diktatörlüklerin dağılma sürecinin başında, ABD emperyalizminin temel stratejisi, bu rejimlerin olabildiğince “gürültüsüz” bir biçimde, yani halk devrimlerine veya ayaklanmalara yol açmadan, emperyalist-kapitalist sisteme entegre olmalarıydı. Çünkü geniş bir coğrafyaya yayılmış olan bu rejimlerde meydana gelebilecek “toplumsal patlamalardan” yani dev-
Haziran 2006 • sayı: 15
rimlerden korkuyordu. Dolayısıyla kontrolsüz bir çözülme yerine merkezi devletlerin denetiminde bir entegrasyon daha işine geliyordu. Ancak gelişen süreçte, Alman emperyalizminin atak davranarak özellikle doğu ve güney Avrupa’da gerçekleştirdiği başarılı hamleler sonucu hegemonya yarışı kızışmaya başlayınca, ABD emperyalizminin saldırganlığı ve açgözlülüğü de tüm çıplaklığıyla açığa çıktı. Almanya’nın yükselişini engellemek amacıyla, Yugoslavya meselesinde bölünmeyi ve savaşı kışkırtarak süreci uzatmak istemesi bu yüzdendir. Böylece süreci yavaşlatarak kontrolü eline geçirdi ve BM’nin “barış gücü” yerine NATO devreye girdi. Kuşkusuz NATO da bu süreçte kendini ve misyonunu yenilemiş, ABD’nin “dünya jandarmalığı” rolünü oynamasının aracına dönüşmüştür. Bugün bölgede NATO’ya bağlı askeri kuvvetlerin sayısı 150 bine yakındır. Hırvatistan ve Slovenya’yı Almanya’ya kaptıran ABD emperyalizmi, Bosna-Hersek’te ve Kosova’da istediğini elde etmiş, hatta daha ileri giderek Sırbistan’da bir “kadife devrim” tezgahlamış ve neredeyse milli kahraman haline dönüşmüş olan Miloşeviç’in 2000 yılında seçimleri kaybetmesini ve ardından USSM’ye teslim edilmesini sağlayarak, bu ülke üzerinde de nüfuzunu temin etmeyi başarmıştır. Kuşkusuz bu arada AB de boş durmamış, Hırvatistan ve Slovenya’dan sonra Sırbistan-Karadağ’ı da AB üyesi yapmak üzere kolları sıvamıştır. Bu yüzden bölge halen kaynayan bir kazan görünümündedir. Kosovalı Arnavutlar bağımsızlıklarını ilan etmek ve “Büyük Arnavutluk”u kurmak üzere anavatanla birleşmek niyetindeler. Karadağ’da yapılan referandumdan %55 oy oranıyla bağımsızlık kararı çıktı, ki bu oran bile sorunun bitmediğinin bir göstergesidir. Bosna-Hersek federasyonunu oluşturan Hırvatlar ve Boşnaklar da kendi bağımsız cumhuriyetlerini oluşturmayı dillendiriyorlar. Kısacası, bölge yakın zamanda tekrar karışmaya ve barut fıçısına dönüşmeye adaydır. Ve bundan en fazla zarar görecek olanlar da yine bölge halkları olacaktır.
Balkanlarda emperyalist “çözüm”e hayır! Yugoslavya’nın kuruluşundan parçalanmasına kadar geçen 48 yıllık süreçte yaşananlardan temel bazı dersler çıkartmak mümkündür: Bürokratik-despotik rejimler ezen ulus milliyetçiliğinden arınamaz ve bu tür rejimlerde halkların tam bir kaynaşması asla mümkün değildir. 80’li yıllara doğru kapitalizme entegrasyon sürecinin hızlanmasıyla birlikte burjuvalaşmaya başlayan bürokrasiler, Yugoslav işçi sınıfını bölmek ve her biri kendi ulusal birliğini-pazarını kurmak amacıyla milliyetçi-şoven ideoloji ve politikalara hız vermişlerdir. Bunun sonucunda da, hepimizin bildiği bir iç savaş başlamış ve bölge halklarının geleceği bu kanlı politikalara kurban edilmiştir. Bu milliyetçi ve şoven zorbalığa karşı komünistler,
marksist tutum
ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını kayıtsız şartsız savunurlar. Bunun pratikteki anlamı, eski Yugoslavya’yı oluşturan tüm halkların bir arada veya ayrı yaşamak yönündeki tercihlerini özgürce yapabilmelerinin sağlanmasıdır. Dolayısıyla kimi Stalinistlerin ve Troçkistlerin yaptığı gibi, sırf “sosyalist” yahut “yozlaşmış da olsa işçi devleti” diye, halkların birbirini boğazlama noktasına geldiği ve bu temelde 300 bin insanın canını verdiği bir durumda, UKKTH’yi yadsıyan zoraki bir birliğin savunulması tamamen mantık dışıdır. Stalinizmin bu konudaki tutumu şiddetle mahkûm edilmelidir. Onlar, geçmişte “sosyalist” olduğu gerekçesiyle Yugoslavya’nın birliğini savundular ve bağımsızlıklarını isteyen halkları emperyalizmin ajanı karşı-devrimciler olarak ilan ettiler. Sırf SSCB ile olan ilişkileri nedeniyle ve dağılmadan sonra da komünist sıfatını kullandığı gerekçesiyle Miloşeviç gibi eli kanlı diktatörleri “yoldaş” ilan ettiler. Anti-Amerikancılığı anti-emperyalizmle özdeşleştirdikleri için, geçmişte Kaddafi ve Saddam gibi, bugün de Miloşeviç gibi liderleri anti-emperyalist ilan ederek desteklediler. Oysa ne Yugoslavya sosyalistti ve ne de bahsi geçen diktatörler anti-emperyalist. Yugoslavya’da yaşananları, salt emperyalist “dış” güçlerin müdahalesi temelinde açıklamak ve “iç” güçleri yani bürokrasiden bozma burjuvaziyi işin dışında tutmak, daima ezen ulus şovenizminin kuyruğuna takılmayla sonuçlanır. Yugoslavya örneğinde bu hatalı yaklaşımı sergileyen milliyetçi solun Kürt sorunundaki tutumu da farklı değildir. Milliyetçi sol bu bakış açısıyla, dün Yugoslavya’yı ya da Irak’ı “karıştırarak” bölen emperyalistlerin, bugün de aynı oyunları Türkiye üzerinde oynadığı gerekçesinin ardına sığınarak, Kürtleri bu oyuna gelmemeleri için uyarıyor. İlk bakışta bir “uyarı” gibi görünen bu yaklaşımın asıl amacı, ezilen Kürt halkına mücadeleden vazgeçmesini ve kendi kaderini tayin hakkını unutmasını telkin etmektir ve ezen ulus şovenizminin savunduğu da zaten bundan farklı değildir. Komünistler hangi gerekçeyle olursa olsun halkların zorla bir arada tutulmalarına karşı çıkarlar. Ayrılma isteminin sebebi ne olursa olsun, her ulusun kendi kaderini tayin hakkı vardır ve bu hakkı özgürce kullanabilmelidir. Emperyalistler her yerde ulusal, etnik, dini vb. ayrılıkları, düşmanlıkları, kendi çıkarları doğrultusunda kışkırtıyor ve nüfuz alanlarına uygun bölünmeleri teşvik ediyorlar. Balkanlar da Ortadoğu gibi kan ve barut fıçısı olmaktan kurtulamıyor. Bu durum bize bir gerçeği tekrar tekrar hatırlatıyor: halklar arasında kalıcı bir barışın, kaynaşmanın ve kardeşliğin sağlanmasının tek yolu gerçek bir proleter devrimden geçmektedir.
19
Gönderdiği bu mektup için okurumuza çok teşekkür ediyor ve Malta’daki tüm göçmen işçilere devrimci selamlarımızı gönderiyoruz. Bizleri son derece mutlu eden umut dolu çabalarının ve mücadele azimlerinin herkese örnek olması dileğiyle.
Göçmen İşçiler Gözüyle Malta’da 1 Mayıs Aşağı yukarı 300 civarında Türkiyeli göçmen işçinin yaşadığı, Akdeniz’deki küçük ada ülke Malta’dan tüm Marksist Tutum emekçi ve okuyucularına selamlar. Bu yıl ilk defa katıldığımız 1 Mayıs etkinliğine yönelik çalışma ve gözlemlerimizi sizinle paylaşmak istedim. 1 Mayıs’a on gün kala, büyük ölçüde Marksist Tutum dergisinde yayınlanan “Sahte Cennetlerin Öteki Yüzü” adlı makaleden alıntılar yapılarak bir bildiri hazırlandı. Bu bildiriden 100 adet çoğaltıldı ve tek tek işyerlerine gidilerek 90 tanesi dağıtıldı. Bildiri işçilere verilirken 1 Mayıs’ın anlamı ve ortak sorunlarımıza karşı mücadele edebilmemiz için birliğin zorunluluğu vurgulandı. İşçilerle yüz yüze görüşmelerimizde bazı konu başlıklarının öne çıktığını gördük. Bunlardan biri Malta’da göçmen işçilerin yaşadığı kaçak işçilik, uzun çalışma saatleri, düşük ücretler, sağlık ve sosyal haklardan mahrumiyet, iş güvencesinin yokluğu gibi çetin sorunlara karşın en temel haklarını bile bilmeme, bilinçsizlik ve bu kölelik koşullarına boyun eğme haliydi. İkincisi ise tek tek verilen bireysel mücadelelerin bu genel sorunlar karşısında bir anlam ifade etmeyeceği ve sendika ya da dernek çatısı altında göçmen işçi birliğinin gerekliliğiydi. Bu eğilim doğrultusunda hiç vakit kaybedilmeden burada güçlü bir sendikayla görüşülerek aslında Malta’da yasal olarak çalışabilen göçmen işçilerin sendika üyesi olabileceği ve isterlerse dernek çatısı altında da toplanabilecekleri öğrenildi. 1 Mayıs’a beş gün kala sendikadan alınan 70 adet broşür, ulaşabildiğimiz tüm Türk ve Kürt göçmen işçilere yine yüz yüze görüşmeler yapılarak dağıtıldı. İsteyen arkadaşlarla beraber 1 Mayıs günü topluca sendikaya üye olunacağı, o güne bizim açımızdan ikinci bir anlam yüklenildiği anlatıldı. Ayrıca eylemden hemen sonra dernekle ilgili bir toplantı yapılacağı duyuruldu. Suriyeli Kürt göçmen işçi arkadaşın öneri ve katkısı sonucu, hazırladığımız bildiri Arapçaya çevrildi. Zaman yetersizliği ve örgütsüzlük nedeniyle Malta’da yaşayan tüm Arap ve Arapça bilen Kürt işçilere ulaşamasak da 20 civarında bildiri dağıtıldı. Son gün pankart, döviz ve bayrak hazırlığına ayrıldı. “Yaşasın İşçi Sınıfının Uluslararası
20
Mücadelesi” şiarının İngilizcesi pankart haline getirildi. Dövizlere ise “Yaşasın 1 Mayıs”, “Irkçılığa Hayır”, “Irak’ta Emperyalist İşgale Son”, “Dünyanın Bütün İşçileri Birleşin” yazıldı ve Che Guevara’nın resmi hazırlandı. 1 Mayıs pazartesi günü Valletta Meydanına 13 işçi, 4 işsiz ve 2 öğrenci olmak üzere 19 arkadaş geldi. Türkiye’de binlerce işçiyle beraber kutlanan görkemli 1 Mayısların yanında 19 kişi şüphesiz denizde damla kalır. Ancak iki yıldır 1 Mayıs işçi bayramına yalnız başına katılan bir göçmen işçi olarak, bu 19 sayısı benim için önemli ve değerli. Grubun yarısı hayatında ilk defa 1 Mayıs etkinliğine katılıyor olmasına rağmen alana pankart, döviz ve bayraklarla gelmemiz, yürüyüş sırasında gösterdiğimiz düzen ve disiplin ve atılan sloganlara ortak katılım, meydandaki en canlı kortejlerin arasına girmemize neden oldu. Etkinliğin sonlarına doğru yaklaşıldığında alandan toplu halde sendika merkezine doğru gidildi ve 7 arkadaş o gün sendika üyesi oldular. Evrak ve aidat parasının eksikliği nedeniyle üye olamayan 8 arkadaş ileriki günlerde sendikalı olacaklar ve bu sayı daha da artacak. Daha fazla sendika üyesi olacak arkadaşlara ulaşmak ve “nasıl bir dernek kurmak istiyoruz?” sorusuna cevap olacak bir toplantının saati ve yeri belirlendikten sonra Malta’da yaşayan göçmen işçiler gözüyle 2006 yılının 1 Mayıs etkinliği son bulmuş oldu. Malta’dan Marksist Tutum okuru bir göçmen işçi
Tehlikenin Ortasında ... Elif Çağlı
S
ovyetler Birliği ve benzerlerindeki bürokratik rejimlerin çöküşüyle birlikte içine girilen ve “Soğuk Savaş” denilen dönemin sona erip sıcak çatışmaların yaygınlaştığı olağanüstü çalkantılı dönem devam ediyor. Kapitalist sistemin egemen gücü ABD’nin, yükselen Çin ya da Rusya gibi yeni emperyalist rakiplerle yüz yüze gelmesi ve dünyanın sonucu henüz belli olmayan uzatmalı bir hegemonya krizinin içine yuvarlanması, yaşanan dönemi belirsizliklerle dolu kaotik bir tarihsel döneme dönüştürmüştür. Bu döneme damgasını basan temel faktör, eski hegemon güç ile hegemonya tahtına göz diken yeni güçler arasında tırmanan bir yeniden paylaşım savaşıdır. Amerikan savaş kurmaylarının 11 Eylül tarihini adeta yeni bir milada dönüştürmüş olmaları da buna bağlıdır ve boş bir atak değildir. Bu tarih, ABD emperyalizminin, rakiplerinin önünü kesmek amacıyla erken davranarak saldırı düğmesine bastığı bir dönemeç noktasıdır. Hegemonya için çekişen güçlerin bugün kozlarını paylaştığı coğrafya, Kafkasya’dan Ortadoğu’ya, oradan Afganistan’a kadar uzayan geniş bir bölgeyi kapsıyor. ABD açısından fizan kadar uzak, yükselen yeni güçler Çin ve Rusya’nın ise burnunun dibi sayılan bu bölge, üçüncü emperyalist paylaşım savaşının günümüzdeki ateş alanıdır. Aslında bu kanlı paylaşım savaşının açılışı, emperyalist güçlerin 1990’larda Balkanlar’da kışkırttığı savaşlarla gerçekleşmişti. O dönemde kapışma, eski Yugoslavya halklarını birbirine kırdırarak, Bosna-Hersek’in ve Kosova’nın altını üstüne getirerek birbirleriyle boy ölçüşen ABD ve Avrupa emperyalistleri arasında cereyan ediyordu. Fakat ABD emperyalizminin gözünü asıl olarak çok daha geniş bir alana dikmiş olduğu daha o zamandan belliydi. Nitekim Amerikan savaş kurmayları daha sonra başlatacakları “Büyük Ortadoğu” saldırısının ön hazırlığı olmak üzere, dağılan Sovyetler Birliği topraklarından Afganistan’a dek yeni askeri üsler tesis edip, tahkim ettiler. Bu emperyalist yeniden paylaşımın ideolojik hazırlığı ise, ABD emperyalist zirvesinin küresel jeopolitik amaçlarına hizmet etmek üzere emre amade bekleyen burjuva yazarların biçimlendirdikleri ideolojik ürünlerle yürütüldü. Samuel P.
Militarizmi, ırkçılığı, gericiliği, faşizm tehdidini yükselten kapitalist sisteme karşı mücadele ulusalcılık çerçevesine hapsedilemeyeceği gibi, proletaryanın devrimci enternasyonal mücadelesi kolaycı ve fırsatçı siyasi yaklaşımlarla, reklâmcı tutumlarla örgütlü güç katına yükseltilemez. Kimse kendini kandırmasın. Emperyalist savaşların yayılma tehlikesini ortadan kaldırmanın da, yeniden paylaşım savaşlarına kalkışan kapitalist güçleri bozguna uğratmanın da yolu bellidir. İşçi sınıfı dünyanın her yerinde, kendisini kandırmayacak ve gerçekler ne denli acıtıcı görünürse görünsün bunları doğru ve net biçimde çözümleyip, enternasyonal ölçekli mücadeleyi ilerletmek amacıyla elini taşın altına sokacak siyasi önderliklere ihtiyaç duyuyor.
21
marksist tutum
Huntington tarafından bu çerçevede kaleme alınan “Medeniyetler Çatışması”, ABD’nin yeniden paylaşım savaşı başlatmak istediği bölgelerde, etnik ve dinsel farklılıkları kaşıyarak savaşa hazır bir ortamı nasıl yarattığını çarpıcı biçimde örnekliyor. 11 Eylül 2001’de İkiz Kulelere yönelik saldırı, uzun süredir yürütülmekte olan bu nitelikteki bir hazırlığın son halkası oldu ve Amerikan halkını Ortadoğu kökenli belirsiz bir düşmana karşı “kendi” burjuvalarının etrafında kenetleme amacına hizmet etti. Bu saldırı planının fiilen gerçekleştirilmesinde hangi güçler yer almış olursa olsun, elde edilen sonucun ABD egemenlerinin niyetleriyle doğrudan bağı aşikârdır. Vietnam ulusal kurtuluş savaşı döneminde gerek siperlerde gerekse de ülke içinde yükselen muhalefet dalgasının altında kalan Amerikan burjuva zirvesi, bu deneyimden çıkarttığı bazı dersler doğrultusunda harekete geçti. Bu kez Ortadoğu’ya yönelik çok yönlü saldırılar öncesinde, yaratılan dış düşman çok daha belirsiz ve korkutucu kılındı, şeytan sahneye “uluslararası terörizm” giysilerine büründürülerek çıkartıldı. Amaçlanan, özelde Amerikan halkının genelde ise insanlığın aklının bu “terör” senaryosuyla başından alınmasıdır. Nitekim tüm bu hazırlıkların ardından, Irak’ı kana boğan işgal ve İstanbul, Londra, Madrid gibi büyük kentlerde patlatılarak “uluslararası terör” senaryosunu inandırıcı kılan bombalamalar geldi. Üçüncü emperyalist paylaşım savaşı böylece çeşitli kisvelere büründürülerek yürütülüyor.
Blöf değil Bu kanlı paylaşıma konu olan alan öyle ya da böyle genişleyecektir. ABD emperyalizminin küresel saldırganlığının tezahürleri ortadadır ve George W. Bush’un 11 Eylül olayının ardından “yeni yüzyılın tarihini yazacaklarını” dünyaya ilan etmesi bundandır. ABD’nin yayılmacı kurgularına bağlı olarak en son Genişletilmiş Ortadoğu Projesi adını alan emperyalist savaş planı gereğince, Ortadoğu’daki 22 ülkenin haritalarının değiştirileceği Condoleeza Rice tarafından dillendirilmiştir. Somut yaşamda ne olur, kimin gücü neye yeter tartışması bir yana, ABD’nin, İran, Suriye gibi ülkelere yönelik savaş tehditlerinin yoğunlaşarak sürmesi kesinlikle blöf değildir. Tarih, hegemonya için büyük bir kapışmaya tutuşan emperyalist güçlerin cephaneliklerinde biriken bombaların er geç halkların tepesinde patladığını kanıtlayan sayısız örnekle doludur. Üstelik bu kez devreye, nükleer silahlar üzerinden yürütülen bir çekişme sokulmuş bulunuyor. Tehlike son derece ciddidir ve tehdit alanına giren tüm ülkelerdeki halkları doğrudan ilgilendirmektedir. Türkiye de bu alanın içindedir, ama bunun da ötesinde emperyalist hegemonya kapışmasının içeriği, aslında tüm dünyayı etkileyerek kızışacak bir nitelik taşıyor. O nedenle tıpkı geçmişteki emperyalist paylaşım savaşlarında olduğu gibi günümüzdeki yeniden paylaşım savaşı da, enternasyonal ölçekte çeşitli
22
Haziran 2006 • sayı: 15
sol çevrelerin siyasal eğilimlerinin kavranması açısından adeta bir turnusol kâğıdı işlevi görüyor. Emperyalist savaşın yaygınlaşma tehlikesini küçümseyen, Irak savaşını ABD’de Bush takımının iktidarıyla sınırlı bir “çılgınlık” olarak yorumlayan siyasal yaklaşımlar, dünya proletaryasının devrimci mücadelesini yönetemez ve güçlendiremezler. Savaş cehenneminin alevleri kendilerinden uzakta diye, Üçüncü Dünya Savaşının beklenmeyeceği yolunda görüşler geliştirenler, can yakan gerçeklerden köşe bucak kaçtıklarını sergilemişlerdir. Keza rakip emperyalist güçlerin dünyanın belirli bölgelerini açıkça kana buladığı bir dönemde, bu bölgelerdeki yakıcı gerçekleri ikinci plana atıp, savaş alanından uzak görünen Latin Amerika’nın “sol” rüzgârlarıyla avunmaya çalışmak da düpedüz bir kaçış eğilimidir. Militarizmi, ırkçılığı, gericiliği, faşizm tehdidini yükselten kapitalist sisteme karşı mücadele ulusalcılık çerçevesine hapsedilemeyeceği gibi, proletaryanın devrimci enternasyonal mücadelesi kolaycı ve fırsatçı siyasi yaklaşımlarla, reklâmcı tutumlarla örgütlü güç katına yükseltilemez. Kimse kendini kandırmasın. Emperyalist savaşların yayılma tehlikesini ortadan kaldırmanın da, yeniden paylaşım savaşlarına kalkışan kapitalist güçleri bozguna uğratmanın da yolu bellidir. İşçi sınıfı dünyanın her yerinde, kendisini kandırmayacak ve gerçekler ne denli acıtıcı görünürse görünsün bunları doğru ve net biçimde çözümleyip, enternasyonal ölçekli mücadeleyi ilerletmek amacıyla elini taşın altına sokacak siyasi önderliklere ihtiyaç duyuyor. Bugün dünya gündeminde yer alan iki önemli gelişme eğilimini bu bilinçle ele alıp aydınlatabilmeli ve yolumuz üzerine dikilen burjuva tuzaklara alabildiğine dikkat ederek eğriyle doğruyu birbirinden ayırt edebilmeliyiz. Bu görev, Latin Amerika’daki gelişmeler konusunda boş bir iyimserliğe kapılmayıp olayları titizlikle değerlendirmeyi gerektiriyor. Daha da önemlisi, Ortadoğu’da yayılma eğilimi taşıyan emperyalist paylaşım savaşının sanki arızi bir gelişmeymiş gibi ikincil düzeye itilmesi eğilimiyle mücadele etmeyi ve bu yakıcı soruna enternasyonal mücadele platformunda gereken ciddiyetle yaklaşılmasını emrediyor. Aslında genişleme sinyalleri veren emperyalist savaşa yönelik tartışmaların, ABD’nin Irak’ta batağa saplandığı için İran’a saldırmaya gücünün yetmeyeceği gibi noktalarda yoğunlaştırılması haklı ve masumane bir siyasal yaklaşım kabul edilemez. Zira bu tür yaklaşımların nihai anlamı, liberalizmin veya burjuva sosyalizminin mücadele kaçkını bir psikolojiyle işçi-emekçi kitlelerin zihnini bulandırması ve siyasal hedef saptırmasıdır. Irak savaşından bu yana Irak’ta emperyalist savaş cehenneminde kavrulan sivil sayısı 100 bini çoktan geçmiştir. “Aptal Bush”, “batağa saplanan Amerika” nitelemeleriyle gelişmeleri küçümseyip vicdanlarını rahatlatmaya çalışan burjuva sosyalistlerinin gözüne gerçekleri batırıp, bu savaşın bir mizah yarışması olmadığını haykırmak lazım. ABD’nin İran’a yönelik tehditleri, Irak saldırısı önce-
Haziran 2006 • sayı: 15
sinde yarattığı bahaneye (kitle imha silahlarının aranması) benzer biçimde şimdilik “nükleer silahlanma” konusunu hedef almış gibi görünse de, asıl amaç gerçek ve somuttur. Amerikan emperyalizmi, enerji alanında yitirdiği bazı ayrıcalıklarını geri almaya ve daha da önemlisi, yeni güçlerin atağı temelinde oluşacak küresel enerji dengesinde kendi lehine bir pozisyon yaratmaya çabalıyor. İran, dünya enerji denklemi içinde önemli bir yer tutmaktadır. Ne var ki, İran’daki siyasal rejimin koyduğu yasak nedeniyle ABD enerji şirketleri daha Clinton döneminde İran’dan uzaklaştırılmıştı. Üstelik sorun bu noktada da kalmadı. İran artık, Çin ve Hindistan ile beraber yeni enerji yatırımı ve enerji akışı projelerini yaşama geçirme peşindedir. ABD, Avrasya’da çıkarlarına ters düşen bu gelişmeleri terse çevirmenin, bölgede enerji alanında elverişli bir konum elde edebilmenin ve en çok da İran enerjisinin Hindistan’a ve özellikle Çin’e akışını önleyebilmenin derdi içindedir. Bu yüzden saldırgan planlar hazırlamaktadır. ABD emperyalizminin son dönemde ünlendirdiği “önleyici saldırı” planları, rakip güç Rusya’ya karşı da şimdilik ideolojik ve psikolojik harp alanında yürütülüyor. ABD Başkan yardımcısı Dick Cheney’in, Moskova’yı “demokrasi fakiri” ve “enerji şantajcısı” diye suçlayıp Rusya’ya karşı bir enerji safı oluşturmaya çalışması, yarın kızışacak yeni çatışmaların habercisidir. Rusya’nın nüfuz alanına giren geniş coğrafyada ABD ile Rusya arasında tırmanan hegemonya kapışması bazı yorumcular tarafından “Yeni Soğuk Savaş” olarak adlandırılsa da, bu gerginliğin soğuk seyretmeyip ısınacağı açıktır. Bu emperyalist savaş cangılının ortasında, iç ve dış çeşitli sol çevrelerde örneklerine rastlayabileceğimiz bilinç bulandırıcı, hedef saptırıcı siyasal tutumlar, 20. yüzyılda yaşanmış olan felâketlerden ders almayı bilmeyen siyasal
marksist tutum
aymazlığın örneklerini sergiliyor. Unutulmasın ki yeni pazarlara yayılma itkisiyle saldırganlaşan bir emperyalist ülke, militarist serüvenlere, her şey tereyağından kıl çekercesine kolay olacak beklentisiyle girmez. Kendini yeterince güçlü hisseden, hegemon konumundan emin olan emperyalist güç etrafa çılgınca saldırma ihtiyacı hissetmez. Birinci Dünya Savaşında uğradığı büyük Versay yenilgisi Alman emperyalizmini kaderine sessizce razı olacak biçimde köşeye itmemiş, aksine tüm dünyayı vahşice kana bulayacak bir savaş histerisine sürüklemişti. Böylesi histeriler içinde yanıp tutuşan emperyalist güçler kimi savaş alanlarında bataklığa sürüklendikleri hissine kapılsalar da, bu onları uysallaştırmaz daha da saldırganlaştırır. Kapitalist ülkeleri militarizmi ve faşizmi tırmandırmaya sevk eden temel faktör, kapitalist sistemin işleyişini tehdit eden ciddi siyasal ve iktisadi gerçeklerdir. Olayları, neticede burjuvazinin işine gelecek biçimde tersten okumamak gerekiyor. Emperyalist savaşın başlayıp yaygınlaşması, dün Hitler bugün Bush gibi birinin iktidar asasını tesadüfen ele geçirmesinin sonucu değildir. Tersine, kapitalizmin içine sürüklendiği olağanüstü kriz koşulları böylesi çılgın görünümlü siyasi liderleri iktidar sahnesinin ön planına iter. O nedenle böylesi tarihsel dönemler, şu ya da bu burjuva partinin veya siyasetçinin seçim dönemiyle sınırlı olmayan ve dipten vuran derin dalgaların yarattığı olağanüstü çalkantılı dönemlerdir. Nitekim burjuva basında yer alan bazı tartışmalar da işin ciddiyetini gözler önüne seriyor. Bazı burjuva araştırmacıları, kapitalist sistemin çeşitli noktalarında keskinleşen derin çelişkileri gözlemleyerek, yaklaşan savaşın bugünden kestirilemeyecek genişlikte çok sayıda ülkeyi içine alacak bir savaş olacağını söylüyorlar. Bugün gelişmeler,
23
marksist tutum
ABD’nin saldırgan stratejisini emperyalist sistemin kaynağında beliren devasa sorunlara bağlamayıp, “aptal” Bush iktidarıyla sınırlı göstermeye çalışan Avrupa liberal solunun sayıklamalarını tam anlamıyla çürütüyor. Saldırganlaşmış emperyalistlerden insanlığın çıkarlarını düşünen itidalli çözümler beklenemez. Boş beklentilerin dayanılmaz hafifliği o denli açığa çıkıyor ki, ABD’de temkinli bir Demokrat yönetim bile işbaşına gelse, gelişmelerin aynı yolda devam edeceği bizzat bazı Amerikan akademisyenlerince itiraf edilmektedir. Tarihte yaşanmış benzer örneklerden doğru dersler çıkartmanın mücadeleyi ilerletebilmek bakımından ne denli önem taşıdığı biliniyor. Birinci ve İkinci emperyalist paylaşım savaşları hatırlanacak olursa, bizleri çarpan ilk gerçek, dünya işçi sınıfının böylesi altüstlük dönemlerine hazırlıksız yakalanması durumunda verilen kayıpların büyüklüğü olacaktır. Bunun yanı sıra, günümüz dünyasındaki sosyal ve siyasal gelişmelerle benzeşen pek çok nokta da bulabiliriz. Kapitalist sistemin krizinin derinleşmesi, emekçi kitleleri derinden sarsan yoksullaşma, işsizliğin devasa tırmanışı, olağan burjuva yönetim biçimlerindeki tıkanma, faşizmin yükselişi gibi olgular, yeniden paylaşım savaşları dönemine damgasını basan ortak hususlardır.
Yeterince deney yaşanmadı mı? Yüz yüze bulunulan yakıcı sorunlar, işçi sınıfı mücadelesinin dünya genelinde içinde bulunduğu nesnel ve öznel koşulların titizlikle çözümlenmesi ihtiyacına da işaret ediyor. Eşitsiz ve bileşik gelişme temelinde yol alan kapitalist sistemin içine sürüklendiği krizin derinliği ve yarattığı siyasal sonuçlar her yerde eşzamanlı biçimde aynı olmuyor. Örneğin bugün Ortadoğu’da emperyalizmin saldırıları ve kışkırtmaları nedeniyle kan gövdeyi götürürken, Latin Amerika’da sol rüzgârlar esiyor. Ancak Ortadoğu’daki nesnelliğin gündeme getirdiği son derece ciddi problemler bir yana, diğer taraftaki önemli bir hususun üzerinden de atlamayalım. Latin Amerika’da da sol esintilerin arkasında, işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından hayati önem taşıyan bir yığın olumsuzluk gizlenmektedir. “Sol rüzgârlar esiyor” tekerlemesiyle sarhoş olmaya izin vermeyen devrimci uyanıklık, bu olumsuzlukların ciddiyetle ele alınmasını gerektiriyor. Evet, Latin Amerika’nın çeşitli ülkelerinde halk kitlelerinin yükselen eylemliliği temelinde devrim-
24
Haziran 2006 • sayı: 15
ci durumlar yaşandı. Ama bazı sol çevrelerin yazıp çizdiklerinin aksine, bu ülkelerdeki devrimci durumlar kapitalist düzene son verecek devrimlere doğru ilerlemedi. Tersine, yine aynı çevreler tarafından devrimci önderler olarak tanıtılan, gerçekte ise sol popülist liderler olarak sivrilen devlet başkanları eliyle devrimci durumlar birer birer söndürüldü. Brezilya’da işçi lideri olarak başkanlık koltuğuna oturan Lula’nın çok açık hale gelen düzen yanlısı niteliği bir yana bırakılacak olsa bile, Venezuela’da Chavez ya da Bolivya’da Morales konusunda da yanılgıya kapılmamak şart. Kapitalist düzen sınırlarını aşmayan bir solculuğun örnekleriyle ilk kez karşılaşıyor değiliz. Türkiye’de burjuva cumhuriyetin kuruluşuna eşlik eden tepeden reformları ve kapitalist devletçiliği solculuk diye lanse eden Kemalizmden tutun da, komşu Ortadoğu ülkelerinde yaşanan ve yine sol bir model diye reklâmı yapılan “kapitalist olmayan kalkınma yolu”na dek dünyamız burjuva solculuğun çeşitli örneklerine tanık oldu. Yine Türkiye’de 80 öncesinde kuvvetlice esen sol rüzgârlarla yelkenlerini şişirip, işçi sınıfını ve emekçi kitleleri burjuva düzenin çıkmaz sokaklarına taşıyan Ecevit örneği de unutulmuş değildir. Latin Amerika ülkeleri ise bu tür bir solculuğun, popülizmin, Peronizmin sayısız örneklerini yaşadı. Bu ülkelerde siyaset sahnesinden, ayağa kalkan devrimci kitleleri reform vaatleriyle yeniden düzen sınırları içine oturtan nice ilerici, solcu, kurtarıcı-despot başkan (caudillo) gelip geçti. Bazı sosyalist çevreler Latin Amerika’daki süreçler üzerine bu değerlendirmelerimizi fazlasıyla aykırı bulabilirler. Hatta bazı siyasi kesimlerden, bizim gibi düşünenlere sekterlik veya aşırı-solculuk suçlamasının yöneltilmesi hiç de şaşırtıcı olmaz. Zira siyasal tutumlar arasındaki ayrımların
Haziran 2006 • sayı: 15
keskinleşip netleşmesi, devrimci çalkantıların insanları sürüklediği yol ayrımlarında belli olur. İşçi devrimi açısından neyin ilerletici neyin geriletici olduğu da, nerede durduğunuza ve nereden baktığınıza bağlıdır. Unutmayalım ki burjuva sosyalizminin “devrim” dediği, devrimci proletarya açısından çoğunlukla reform niteliğindedir. Devrimci Marksizmin devrimin durdurulması olarak nitelediği taktikler, küçük-burjuva devrimciliğine devrimin şahikası olarak görünebilir. Oysa kapitalizmin tarihi içinde yaşanan sayısız örnekle kanıtlanan ve bugün de kimi Latin Amerika ülkelerindeki gelişmelerle bir kez daha gözler önüne serilen bir gerçek var. Emekçi kitleleri sol görünümlü Başkanların (ya da despotik yönetimlere kapıyı açan Başkanlık Sisteminin) etrafında kenetlemek amacıyla girişilen reformlar, çeşitli ihtiyaçlar içinde kıvranan yoksul kitlelere kısa vadede bir kurtuluş gibi görünse de, neticede kazanan kapitalist düzen olmaktadır. Venezuela ya da Bolivya’da geçmişin Amerikancı ve sağcı burjuva politikacılarını oligarşik tahtlarından fırlatıp atarak, iktidar koltuklarına halkın içinden çıkma Chavez veya Morales gibi siyasetçileri oturtan temel etken, bu ülkelerde yaşanan devrimci süreçlerdir. Bir başka deyişle, kitlelerin olağan dönemlerde görülmeyen olağanüstü bir hareketlilikle sokaklara taşıdığı isyanıdır. Bu tür gelişmeler kuşkusuz her devrimcinin yüreğini hoplatır ve haklı bir sevinç kaynağı olur. Ama böylesi tarihsel kesitlerde hüner, rüzgârlara kapılmayıp devrimleri ilerletici bir siyasal yola baş koyabilmektedir. Devrimi ilerletenlerle, devrimi geriletenler asla bir tutulamaz. Bir devrimci Marksist, devrimci durumların tam orta yerinde beliriveren yaşamsal sorunları kavrama çabasından asla uzak duramaz. Bugün sol rüzgârların estiği söylenen Latin Amerika ülkelerindeki en çarpıcı sorun, devrimci durumların devrime ilerleyebilmesinin önüne dikilen ulusalcı, devletçi siyasal liderliklerdir. Gerçekten de bugün bu ülkelerde tam anlamıyla neler oluyor? Kimi sol çevrelerin çözümlemelerine bakacak olursanız, Venezuela gibi petrol zengini bir ülkede bu alanda yürüyen devlet kontrolü fevkalâde devrimci bir gelişmedir. Keza Bolivya’da devlet başkanı Morales’in enerji sektöründe gerçekleştirdiği devletleştirmeler de aynı çevrelerce benzer şekilde değerlendiriliyor. Bu ülkelerde enerji alanında cereyan eden devletleştirmelerin bazı yabancı tekellerin tekerine çomak soktuğu açıktır. Ayrıca, bazen bu devletleştirmeler, ulus-devletler temelinde bölünmüş Latin Amerika’daki sol iktidarlar arasında da iktisadi çıkar çatışmaları yaratıyor. Bolivya’da enerji alanında büyük yatırımları bulunan Petrobras adlı Brezilya tekelinin tazminatsız devletleştirilerek ayrıcalıklarını yitirmesi nedeniyle, bu iki ülke arasında soğuk rüzgârlar esmeye başladı bile. Fakat gözden kaçırılmaması gereken esas nokta, Brezilya burjuvazisinin zedelenen çıkarları yüzünden Bolivya devlet başkanı Morales’e bozuk atan kişinin kim olduğudur. Bu kişi, “işçilerin kendi partisi” diye yırtınan bazı sosyalistlerin bir dönem işçi
marksist tutum
sınıfının önderi diye baktıkları Lula’dan başkası değildir. Tek başına bu örnek bile, bu ülkelerde solcu devlet başkanlarının enerji krizi içinde kıvranan ülkelere, kendi ulusal çıkarları temelinde yönelttikleri tehdidin sınıfsal kaynağını teşhir ediyor. Bir de bu gibi konularda tehlikeli yanılgılara düşmemek için, kapıdan kovulan yabancı kapitalist şirketlerin yerini hangi yeni kapitalist güçlerin veya hangi kapitalist devlet iştiraklerinin aldığını da iyi bilmek lazım. Bolivya örneğine bakacak olursak, bu ülkede enerji alanında Brezilya tekelinden boşalan yere, “devrimci” başkan Chavez’in kontrolündeki Venezuela sermayesi talip oldu. Chavez, Morales’e destek için Venezuela’dan Arjantin’e uzanan yeni doğalgaz boru hattı projesinde ortaklık önerdi. Ayrıca, Venezuela petrol şirketi Petroleos’un Bolivya’da büyük çapta enerji yatırımına girişmesi de gündemdedir. Özetle, sermaye grupları arasındaki rekabet hem de enerji gibi stratejik bir alanda, bu solcu başkanların kontrolü altındaki Latin Amerika ülkelerini de içine alarak kıyasıya sürüp gidiyor. İran’ın, Çin, Rusya veya Hindistan gibi yeni güçlerle gireceği enerji ittifakına dayanarak ABD’ye kafa tutması günümüzdeki çatışmalı süreci doğrudan etkileyen bir olguysa, Chavez’in İran’a da arka çıkan “caudillo” pozlarında ABD’ye esip savurması özünde farklı bir nitelik taşımıyor. Chavez Venezuela’nın ulusal çıkarları için Amerika’ya kafa tuttuğu kadar, icabında da Venezuela sermayesini koruyup kollamak üzere rakip kapitalist güçleri sollayacak bir “devrimci” liderdir. Ulusalcı solculuğun, burjuva sosyalizminin işçi sınıfını kurtuluşa götürdüğü vaki değildir. Gerçekler buyken, çeşitli Avrupa kentlerinde tantanalı bir Chavez reklâmı yürütülmesi, onun neredeyse dünyanın bir numaralı devrimci önderi gibi lanse edilmesi ve genç kuşaklarda uyanmaya başlayan sosyalizm sempatisinin ya da Che Guevera hayranlığının bir Chavez kültü yaratmaya alet edilmesi son derece zararlı ve asla onaylamayacağımız siyasal tutumlardır. Gelelim meselenin diğer bir yönüne. Amerikan emperyalizmi gibi hegemon bir güç karşısında, yıllarca onun arka bahçesi sayılan Latin Amerika ülkelerinin kendi ulusal zenginliklerine sahip çıkmak üzere ayağa dikildikleri haberi kulağa hoş gelebilir. Ne var ki bu durum durduk yere işçi sınıfına bir kazanım bahşetmiyor. Latin Amerika’da gelişen devrimci süreçlerin dünya işçi sınıfına heyecan veren yönleriyle, devrimin ilerlemesini engelleyen faktörler birbirinden çok net biçimde ayırt edilebilmeli. Eleştirilerimiz, Latin Amerika’daki devrimci kabarmaların yalnızca şakşakçılığını yaparak siyasal prim toplamaya çalışan çevrelerin öfkesini çekecek olsa da, ulusal çıkarlarla sınıfsal çıkarlar arasındaki kapsam farkının altını tekrar tekrar çizmek zorundayız. Şayet devrimcilikten anladığınız şu ya da bu emperyalist ülke karşısında ulusal çıkarların savunusuyla yetinmek ise, o takdirde Latin Amerika ülkelerindeki devrimci süreçlerin ilerleyişini tehdit eden somut gerçekler elbette gözünüze batmayacaktır. Ve bu gerçeklerin dile geti-
25
marksist tutum
rilmesi de keyfinizi fena halde kaçıracaktır! Hangi masumane gerekçenin ardına gizlenmek istenirse istensin, reformist sosyalizm akımına verilecek en ufak bir taviz, proletaryanın devrim stratejisinin ve devrimci bilincinin bulandırılmasından başka hiçbir sonuca hizmet edemez. Somut örnek verelim. Emperyalizme karşı kapsamlı mücadele gereğiyle, son tahlilde yerli burjuvaziyi güçlendirecek olan yabancı sermaye düşmanlığı asla aynı kapsamda olamaz. Ayrıca da bu ikincisi, kimi sosyalistlerin anlamını çarpıttığı üzere, işçi sınıfı mücadelesini devrimci hedefler doğrultusunda ilerletecek geçişsel bir kazanım niteliği de taşımıyor. Bazı yabancı sermaye şirketlerinin veya iştiraklerinin ulusal çıkarların savunusu temelinde devletleştirilmesi, olsa olsa, siyaseten milliyetçiliği ve iktisaden de devlet kapitalizmini güçlendirir. O halde bu kapsamdaki devletleştirmelerle, bir işçi iktidarının yerli ve yabancı büyük sermaye üzerindeki özel mülkiyeti sona erdirecek nitelikteki devletleştirmeleri kesinlikle bir tutulamaz. Çok açık olan bir gerçeği oraya buraya çekiştirmeden olduğu gibi ifade edelim. Devrimci durumların yaşandığı Latin Amerika ülkelerinde devrimci Marksizmle donanmış siyasal önderlikler olsaydı, bu önderliklerin temel görevi, örgütlü kitle mücadelesini burjuva devlet aygıtının parçalanması doğrultusunda ilerletmek olurdu. Oysa bu ülkelerdeki solcu başkanlar (söylemleri her ne olursa olsun), devrimci süreçleri parçalanma noktasına sürüklemekten kaçınmamışlardır ve kaçınamazlar da. Burjuva devlet aygıtına dokunmadan burjuvazinin egemenliğini sona erdirmek mümkün değildir. Burjuva düzen ve kapitalizm varlığını sürdürürken bazı yabancı sermaye paylarının devletleştirilmesinin, işçi sınıfı hanesine kazanç veya tarihsel kazanım olarak yazıldığı görülmemiştir. Çünkü, diyelim bir petrol rafinerisinin Amerikalı bir şirket yerine bir Venezuela şirketine ya da şu kapitalist devlet iştirakine değil de bu kapitalist devlet iştirakine ait olması, işçi sınıfının ücretli kölelik koşullarında hiçbir değişim yaratmamaktadır. Sol kuşak diye adlandırılan Latin Amerika ülkelerinde peş peşe iktidar koltuğuna oturan solcu devlet başkanları arasında, Chavez’in çok daha farklı şekilde değerlendirilmesi gerektiğini hatırlatarak görüşlerimize itiraz edenler olabilir. Zira bazı sosyalistler Chavez’in daha solcu, devrimci, sosyalizme açık bir niteliğe sahip olduğunu düşünüyorlar. Böyle düşünenler Venezuela’da devrimci sürecin bu
26
Haziran 2006 • sayı: 15
nedenle daha ileri gittiğini de savunmaktadırlar. Bu konuda kanıt olarak, örneğin bazı işletmelerde gerçekleşen işçi denetimi gösterilmektedir. Oysa bizce, Chavez’e ve Venezuela’daki sürece ilişkin bu ve benzeri değerlendirmelerde hareket noktasını, devletçilik ve sosyalizm gibi temel bazı meselelerde devrimci Marksizmden uzaklaşan kavrayış ve yaklaşımlar oluşturuyor. Örneğin Chavez’in öteden beri Küba’ya hayranlık duyduğu ve kendisine örnek olarak Castro’yu aldığı yolundaki açıklamalar, kimi sosyalistlerce, Chavez’in sosyalizme ilerlemeye ne denli hevesli olduğunun ispatı kabul ediliyor. Peki ama tartışma gerektirmeyecek bir olguymuş gibi öne sürülen “sosyalist Küba”da, rejimin bilimsel ve Marksist anlamda hiç de sosyalist olmadığı gerçeğini görmezden mi geleceğiz? Küba’da Amerikan emperyalizmine karşı yürütülen ulusal kurtuluş devrimi Ocak 1959’da başarıya ulaştığında, proleter devrim düzeyine yükselmemiş ve işçi sınıfını iktidara getirmemişti. Lakin nefret edilen baskıcı-gerici bir oligarşik diktatörlüğü deviren Küba devrimi, devrimci saflarda haklı olarak büyük bir sempati ve heyecan uyandırmayı başarmıştı. Devrimi takiben kurulan Castro iktidarı, bir süre sonra o günün dünya dinamiklerinin etkisi altında kapitalist sistemden kopmuş ve Küba’da sosyo-ekonomik yapı, Sovyetler Birliği’ndeki bürokratik rejimin bir benzerine evrilmişti. Sonuç olarak Sovyetler Birliği hiçbir zaman sosyalist olmadığı gibi, Küba’nın da günümüzde sosyalizmin ayakta kalan son kalesi şeklinde nitelenmesinin hiçbir bilimsel dayanağı bulunmuyor. Küba’daki bürokratik rejim, artık Sovyetler Birliği’nin ve “sosyalist blok”un olmadığı bir dünyada, varlığı adeta Başkan Fidel’in ömrüyle sınırlanmış biçimde can çekişmektedir. Bu koşullarda Latin Amerika’da Castro’ya hayranlık duyduğunu söyleyen Chavez gibi solcu devlet başkanlarının sayısının artması, Küba’ya biraz soluklanma fırsatı veriyor. Latin Amerika’da beliren sol kuşak, ABD karşısında bir anlamda geçmişin “Bağlantısızlar İttifakı”na benziyor. Ama hemen belirtelim ki, geçmiş dönemin bu ittifakı nihayetinde bir burjuva sol ittifaktan ibarettir ve Sovyetler Birliği’nin olmadığı bugünün dünyasında “Latin Amerika solu” onun niteliğine bile erişemez. Bugün Amerikan emperyalizminin saldırgan planları karşısında Küba halkının geleceği için duyulan endişe ne kadar yerindeyse, Latin Amerika ülkelerinde Castro iktidarının benzerlerinin kurulmasını savunmak dünya işçi sı-
Haziran 2006 • sayı: 15
nıfının çıkarları bakımından o kadar uygunsuz kaçıyor. Kaldı ki Venezuela’daki durum Küba’dakinden çok farklıdır. Bugünün Venezuela’sı ile dünün Küba’sı farklı sosyoekonomik yapılardır. Venezuela’da burjuva devlet aygıtı yıkılmamış, kapitalizm tasfiye edilmemiştir. Bu somut koşullarda Başkanlık koltuğuna oturan bir devlet adamının, sınırları ulusal kalkınmacılık olan bir “sosyalizm” hevesinin kendisini ve ülkesini şu an Latin Amerika’daki diğer örneklere oranla çok daha devrimci kıldığı iddiası inandırıcı değildir. Ayrıca, işçi sınıfının devrimci inisiyatifiyle gerçekleşip yaygınlaşan bir işçi denetimi ile, işçi sınıfına ait olmayan bir devletin kontrolü altında yürüyen sınırlı bir “işçi denetimi” hiç de aynı şey olamaz. Günümüzde Venezuela’da ya da bir benzerinde gündeme gelen devletçi solculuk, kapitalizmi aşan bir işleyişi başlatmıyor; devlet kontrolünde ulusal zenginliklere sahip çıkılarak olsa olsa devlet kapitalizmi uygulanmış oluyor. Bu uygulamalar Venezuela’da sosyo-ekonomik yapıyı Küba benzeri bir “sosyalizm”e dönüştürmez. Ama Küba’nın tıpkı Çin örneğinde olduğu gibi, bürokratik merkeziyetçi siyasi yapı altında için için kapitalizme açılması ve neticede sol devletçilik iktidarı altındaki kapitalist Venezuela’ya benzemesi pekâlâ mümkündür! Şimdi Latin Amerika ülkelerindeki siyasal gelişmeler aslında bu ve benzeri önemli sorunları tartışmamızı gerektirirken, bazı sol çevrelerin sanki bu ülkelerde devrim gerçekleşmiş gibi boş bir iyimserlik dalgasına kapılıp gitmelerine ne demeli? Akla ister istemez, bir zamanlar Marx ve Engels’in küçük-burjuvazinin devrimi yarı yolda durdurmaya yatkın doğası hakkında yaptıkları tarihi değerlendirme geliyor. Yine Marx’ın 1848 Fransa’sındaki siyasal durumdan hareketle dikkat çektiği gibi, bugün de sol denilince burjuva sosyalizminden küçük-burjuva sosyalizmine maşallah her türlü solculuk mevcut, fakat proletaryanın devrimci çıkarlarını savunan sınıf siyaseti, devrimci sosyalizm nerede, ara ki bulasın! Şu gerçeği bir kez daha vurgulayalım ki, Venezuela ya da Bolivya örneğindeki devletleştirmeler kapitalizmi aşmamakta, bu ülkelerde yaşanan ve yer yer devrimci kabarmaları da içeren süreçleri sosyalizme ilerletmemektedir. Küçük-burjuva sol akımların bu ülkelerdeki gelişmeleri yanlış yorumlamaları tamamen anlaşılabilir bir durum olsa da, bu kervana Marksist, Troçkist, enternasyonalist geçinen bazı çevrelerin katılması artık bardağı fazlasıyla taşırıyor. Ulusal çıkarlar temelinde aslan kesilenlerin, işçi sınıfının enternasyonalist devrimci çıkarları söz konusu olduğunda başka telden çaldığını anlamak için dünyada yeterince deney yaşanmadı mı?
Çıkış yolu belli Bugünlerde bazı Latin Amerika ülkelerinde enerji alanında gerçekleşen devletleştirmelerin kimi yabancı sermaye gruplarının rahatını kaçırmakta olduğu ve bu tür tu-
marksist tutum
tumların ABD emperyalizmini öfkelendirdiği doğrudur. Ama Allende başkanlığındaki Şili deneyiminin de kanıtladığı üzere, düşmanı kışkırtır fakat onu yenilgiye uğratacak orduyu seferber etmezsen, bir yerde yenilgiyi kendi ellerinle hazırlamış olursun. Devrimle oyun oynanmaz. Devrim ve sosyalizmden söz edenler bu sözlerinin arkasında durmak istiyorlarsa, örgütsel ve stratejik planda bunun gereğini yerine getirecek bir yol izlemek zorundalar. Oysa enternasyonalist geçinenlerin bir kısmı da dahil, sosyalist çevrelerin önemli bir bölümü “sol rüzgârlar” denen esintiye kendilerini bırakmış durumdalar. Hafifmeşrep bir tutumla, yalnızca içinde bulunulan anı “kurtaran” siyasetler izlenmektedir. Sözün özü, devrimci kabarmaların yaşandığı Latin Amerika ülkelerindeki gelişmeler karşısında kendimizi genel akıntıya kaptırmayıp, tersine ciddi bir endişe duymamızı haklı kılacak fazlasıyla neden bulunuyor. Latin Amerika’da sol dalga güçleniyor, Venezuela sosyalizme ilerliyor diye işçi sınıfının aklının karıştırılmasına izin vermeyelim. Bolca reklâmı yapılan Latin Amerika’daki sol dalganın içeriğini dikkatle irdeleyelim. Siyasi özelliği açısından bu sol dalga, ilkesiz, belirsiz, içi boş ve bol şamata içeren sözde bir anti-emperyalizme (yani ulusal çıkarların savunusunu temelinde bir Amerikan karşıtlığı!) dayanıyor. İktisadi açıdan da bu ülkeleri gerçek anlamda kaynaştıracak bir sol çimento bulunmuyor. Olay, Brezilya gibi bölgesinde yayılmacı emeller peşinde koşanı da dahil, Venezuela, Bolivya ve Şili benzeri doğal kaynak zengini bazı Latin Amerika ülkelerinin, büyük güç ABD karşısında kendi çıkarlarını savunmalarından ibaret. Bu temelde beliriveren Amerikan karşıtı burjuva ittifakların, ulusal çekişmelerin üzerine çıkabildiği asla görülmedi. En önemlisi de, işçiemekçi kitlelerin devrimci örgütlü gücüne dayanmayan hiçbir “sol dalga”, sınıf mücadelesini proletaryanın devrimci çıkarları doğrultusunda ilerletemez. Meselenin bir başka yanını ise, Latin Amerika’daki gelişmeleri dünyanın genel gidişatı içinde doğru bir yere oturtabilme zorunluluğu oluşturuyor. Emperyalist güçler arasındaki hegemonya mücadelesi, dünyamızın bütünündeki gelişmeleri doğrudan etkileyecek düzeyde ciddileşen, kızışan, derinleşen yönlere sahip. Bugün bu çekişmeler Ortadoğu’da emperyalist sıcak savaş biçimine bürünüyorsa, Latin Amerika ülkeleri genel tehlikeden muaf olarak adeta başka bir gezegende yaşıyor veya yaşayacak değil. Yalnızca Türk, Kürt veya Arap halkları değil, tüm dünyada halk kitleleri artan militarizmin, tırmanan emperyalist çatışmaların, yükselen faşizm tehdidinin altında bulunuyor. Dünya genelinde işçi-emekçi kitlelere karşı saldırıları tırmandıran karşı-devrimci güçler, Latin Amerika söz konusu olduğunda da pusuya yatmış uygun fırsatlar kollamaktadır. Yani özetle vurgulayacak olursak, dünyada bahar rüzgârları esmiyor, tehlikenin ortasındayız. Aslında esas cayırtı henüz kopmadı. Bugün yaşananlar, çok daha büyük bir kapışmanın peşrevi gibi. ABD, esas rakipleri Rusya ve Çin’e karşı Ortadoğu’da, Afganistan’da yü-
27
marksist tutum
rüttüğü savaş ve kışkırttığı ulusal çatışmalar sayesinde mümkün olduğunca geniş ve yaygın bir alanda mevzi tutmaya çalışıyor. Rusya ve Çin, şimdilik kartlarını açıkça masaya sürmeksizin sessiz ve derinden git politikasıyla daha fazla güç topluyor. Böylece gelecek çatışmalarda ABD’ye karşı daha üstün bir pozisyon sağlamayı amaçlıyorlar. AB ise, içerdiği ulus-devletler arasındaki rekabet temelinde bölünmüş, akıbeti meçhul bir kapitalist birliktir. Bugün AB, dünya politikasının gidişatında söz sahibi bir güç odağı görünümü altında, aslında sinsi ve sinik bir politikayla durumu idare etmeye çalışmaktadır. Emperyalist yeniden paylaşıma konu olan geniş coğrafyada yer alan İran, Türkiye, Hindistan gibi kapitalist ülkeler ise, kendi bölgelerinde esaslı birer alt-emperyalist güç olmaya soyunmuşlardır. Bunların yarın ABD’nin mi, Rusya’nın mı, yoksa Çin’in mi yanında yer alacağı sorusunun yanıtı da, emperyalist hegemonya çatışmasının gidişatında doğrudan etkili olacaktır. Venezuela’da ya da bir benzerinde gündeme gelen devletçi solculuk, kapitalizmi aşan bir işleyişi başlatmıyor; devlet kontrolünde ulusal zenginliklere sahip çıkılarak olsa olsa devlet kapitalizmi uygulanmış oluyor. Bu uygulamalar Venezuela’da sosyo-ekonomik yapıyı Küba benzeri bir “sosyalizm”e dönüştürmez. Ama Küba’nın tıpkı Çin örneğinde olduğu gibi, bürokratik merkeziyetçi siyasi yapı altında için için kapitalizme açılması ve neticede sol devletçilik iktidarı altındaki kapitalist Venezuela’ya benzemesi pekâlâ mümkündür! Hiç unutmayalım ki, günün çok yönlü güçler çatışması ortasında ABD emperyalizmi güç de yitirebilir, giriştiği bir savaştan yenik de çıkabilir. Ne var ki, sorun hiç de yalnızca ABD emperyalizminin akıbeti sorunu değildir. Asıl sorun, emperyalist kapitalist sistem yıkılmadıkça ABD’nin olası düşüşü karşısında yükselecek yeni emperyalist güçlerin olacağını unutmamaktır. İkinci Dünya Savaşı çılgınlığını başlatan Alman emperyalizminin bu savaştan yenilgiyle çıktığı hatırlansın. Her savaşın bir kaybedeni olduğu gibi kazananı da vardır. Ama birbiriyle savaşa tutuşan kapitalist ülkelerden birinin yenilgisi ve diğerinin galibiyeti, hiçbir zaman işçi sınıfı ve emekçi kitlelere kapitalist bataklıktan kurtuluşu sağlamadı. İkinci Dünya Savaşının kazanan gücü ABD, Alman faşizmini yenilgiye uğratan demokrasi şampiyonu ülke pozlarına bürünmüşken, Japonya’da masum insanların yaşamını atom bombalarıyla sona erdirmekten çekinmedi. Alman Nazizminin yenilgisi emperyalist güçler arasındaki hegemonya savaşını Amerikan emperyalizmi lehine sona erdirirken, kuşkusuz emekçi kitlelerin genel demokrasi mücadelesi ve tarihin gidişatı üzerinde de etkili oldu. Günümüze gelirsek, hegemonya krizinin çılgınlığıyla saldırganlaşan ABD’nin alacağı olası yenilgilerin veya uğraya-
28
Haziran 2006 • sayı: 15
cağı iktisadi ve askeri güç kaybının dünya üzerinde geniş çaplı etkileri olacağı aşikâr. Ama ne birinci örnek dünya işçi sınıfını ve yoksul kitleleri kapitalizmin kısır döngüsü içinde debelenip durmaktan kurtarabildi, ne de aynı kapsamda kalacak bir ikinci örnekte farklı netice elde edilebilir. Eğer kapitalizmin insan yaşamını boğan cenderesi içinde “bir adım ileri-iki adım geri” benzeri bir siyaset oyununa sürüklenmekten kaçınmak isteniyorsa, tarihten ders alabilmek ve bugünün somutunda da sadece ABD’nin güç kaybıyla yetinmemek gerekiyor. Dünya kapitalist sisteminin bütünsel varlığını görmezden gelip, yalnızca Amerikan aleyhtarlığıyla işçi sınıfı mücadelesinin ilerletilemeyeceği çok açık. Dünya genelinde kitlelerin görece olağan koşullarda yaşadığı günler sona erdi. Fakat mevcut durum, emekçi kitlelerin örgütsüzlüğü nedeniyle onların yaşamına geleceğe güvensizlik, yaygınlaşmış korku ve toplumsal paranoya olarak yansıyor. Burjuva medya, yani egemen sınıfın ideolojik savaş aygıtı ise kitleleri terörize ederek bastırmak amacıyla bir yandan şiddeti ve şiddet görünümlerini hayatın en ücra köşelerine sokarken, diğer yandan kapitalizmin cicili bicili görüntüleriyle onları düzen sınırları içinde tutmaya çalışıyor. Ama kapitalist sistemin gerçekte dünyanın ezilen, yoksulluk içinde kıvranan büyük çoğunluğuna vaat edebileceği olumlu bir şey yoktur. Bu sistem, artık tarihsel çöküntü eğiliminin her geçen gün daha da ağır basmakta olduğu bir tık nefeslilik dönemine girmiştir. Kapitalizm, geniş emekçi kitlelerin çalışma ve yaşam koşullarını altüst eden hak gasplarıyla, zengin ve yoksul arasındaki uçurumun daha önceki dönemlerde görülmedik düzeyde derinleştiği bir “meçhule” doğru dörtnala sürükleniyor. Yaşananlardan biliniyor ki, böylesi dönemler kitleleri de olağanüstü oynaklıktaki bir siyasal ortama çeker. İşçi sınıfı açısından krizlerden devrimden başka çıkış yolu yokken, bu gerçeklik egemen güçler dünyasında karşı-devrimci, faşist saldırılar şeklinde yansımasını bulur. Ayrıca da, devrim ve karşı-devrim birdenbire gökten zembille inmez, bunlar yaşamın içinde sınıfların aldığı tutumlara göre gelişen siyasal olgulardır. Dünya genelinde burjuvazi, erken davranıp, işçi sınıfının örgütlü gücü büyüyüp pekişmeden kontrolü tamamen ele almaya çalışıyor. Bugün pek çok kapitalist ülkede peş peşe baskı yasalarının çıkartılması, gerici, ırkçı, faşizan uygulamaların yaygınlaştırılması boşuna değil. Burjuva cephe, sınıf savaşının kızışma olasılığına karşı hazırlıklarını sürdürüyor, güç yığıyor. İşçi sınıfı ise ne yazık ki son derece geride kalmış bir durumda. Ama bu durum asla değişmez bir kader olamaz. Çözüm yolu, sınıfın muazzam potansiyel gücünün bilincine varmasından ve bu potansiyeli harekete geçirecek devrimci örgütlülüğü yaratmak üzere şaha kalkmasından geçiyor. www.marksist.com sitesinden alınmıştır.
Toprak Çürüdü Selim Fuat
K
apitalist sistemde üretim faaliyeti toplumun ihtiyaçları için değil, sermayeyi büyütmek için yapılır. Kim hangi yaldızlı sözlerle kapitalist üretimin de bir yerde toplumun faydasını gözettiğini iddia ederse etsin, bu üretim esasen kapitalistin kâr elde etmesi için gerçekleştirilir. Kapitalist üretimin tek motivasyon kaynağı budur. Bu yüzden tüm diğer faktörler ikincil bir önem taşır ve sermayenin büyümesi gerekliliği ile çeliştiği ölçüde tercihler bu faktörlerin aleyhine olur. Kapitalizmin yalan dünyasının bilinçlerini esir aldığı işçilerin çoğunluğu için, bu gerçeğin, belki de en çarpıcı biçimlerde ortaya çıkmasına yol açan olaylar genelde işyerindeki çalışma koşullarına ya da yaşadıkları çevreye ilişkin sorunlarda söz konusu oluyor. Ancak kapitalizmin takkesinin düşüp kelinin ayan beyan görüldüğü bu türden olaylar, düzen temsilcilerinin bir şeyler yapılacakmış zannı yaratan esip gürlemelerinin ardından çoğunlukla unutulmaya terk ediliyor. Hatırlanacaktır, Mart ayının son günlerinde Tuzla’nın Orhanlı beldesinde, yaz aylarında çevredeki halkın şenlik ve piknik için kullandığı, hatta mantar topladığı arazilerin altında kanserojen madde içeren zehirli atık dolu bin kadar varil ve tıbbî atık dolu çuvallar bulunmuştu. Mayıs ayının ortalarında ise bunlara Büyükçekmece’nin Kıraç beldesinde toprağa gömülü olarak bulunan zehirli variller eklenmişti. Sosyal güvenlik yasalarındaki değişikliklerin ve Terörle Mücadele Yasasının Meclis’te görüşüldüğü bir zaman dilimine denk gelen bu tarihlerde, çevre konularındaki “duyarlılığı” malûm (!) burjuva medya bu haberleri gündemde öne çıkarmış ve durumu kınayan sesler yükseltmişti. Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe de, “bu olayın faillerinin kamuoyunda teşhir edilmesi, yaftalanması, hapis cezasına veya ticaretten men edilme cezasına çarptırılması lazım” diye konuşmuş ve durumu “yüz karası ve insanlık suçu” olarak nitelemişti. İlerleyen günlerde ise Orhanlı’da gömülü varillerin, Pak Holding’e ait Mustafa Nevzat İlaç Firması bünyesinde faaliyet gösteren Unifar Kimya A.Ş.’nin olduğu tespit edilmişti. Ancak bu “insanlık suçu”nun faili olduğu netleşen firmanın patronlarına henüz ne “ticaretten men” ne de hapis cezası verildi. Şu güne kadar kayda değer tek gelişme
soruşturmayı yürüten savcının, firmanın üç yöneticisi için 5 yıldan 20 yıla kadar hapis cezası istemesi oldu. Dikkat edilirse istenen cezada ne suçun gerçek sorumlusu firma sahiplerine dönük bir cezai işlem ne de firmayı gerçekten etkileyebilecek bir maddi yaptırım söz konusu. Üstelik firma yöneticileri hakkında istenen cezalar için mahkeme, henüz dava açılıp açılamayacağına dair kararı bile vermiş değil. Ancak haklarını teslim etmek gerekir, devlet yetkilileri, varilleri taşıyan kamyoncuya da, varilleri gömen kepçe operatörüne de, “çevreyi kasten kirletme” eylemini gerçekleştirdikleri için Çevre Kanunu uyarınca toplam 15 bin 700 YTL para cezası uygulamayı ihmal etmediler. Hükümetin 2006 Ekiminde yürürlüğe girmek üzere 2004 yılının Ekim ayında çıkardığı Çevre Yasasının nasıl bir sahtekârlık ürünü olduğu bu vesileyle de açığa çıkmış oldu. Ertelemenin gerekçesi, kanunun yerel yönetimlere yüklediği yükümlülükleri hiçbir belediyenin yerine getirecek durumda olmaması olarak gösterilmişti. Pepe, belediyelerin kanun karşısındaki durumunu o zaman: “Tasarı aynen yürürlüğe girseydi 3 bin 200 belediye başkanı hapse girerdi” sözüyle özetlemişti. Aslında tüm olup bitenlerin bir tür danışıklı dövüş olduğu gözlerden kaçmıyor. Anlaşılıyor ki hapse girmesinden endişe edilenler belediye başkanlarından ibaret değil. Çünkü 2004’de çıkarılan yasayla, sanayicilere, “bir an önce atıklarınızdan kurtulun, zehirli varillerinizi Ekim 2006’ya kadar istediğiniz yere atabilirsiniz” denmiş oluyordu. Nasıl olsa hapis cezası yok, verilecek para cezasının tutarı ise boğazda bir akşam yemeğininki kadar! Nitekim Orhanlı’daki zehirli varillerin sorumlularının kılına zarar gelmemesinin ardından farklı il ve ilçelerde zehirli variller bulunmaya, ihbar edilmeye başlandı. Hatta Gebze’de zehirli 8 varil sokak ortasına atılmış halde bulundu. Geçtiğimiz ay yasa yine değişti ve “fırsat”ı kaçıranlar için yeni imkânlar sunarak yürürlüğe girdi. Yeni yasa şimdiye kadar gerekli dönüşümleri gerçekleştirememiş firmalara 1 yıl, belediyelere ise 12 yıla kadar çevreyi kirletmeye devam etme müsaadesi verdi. Varillerin başında esip gürleyen Pepe, Meclis’te süt dökmüş kediye döndü.
29
marksist tutum
Tehlikeli sanayi atıkları ne oluyor? Kapitalizmin gelişmesi ile birlikte, sanayi atıkları nedeniyle dünya daha önce hiç yaşanmamış boyutlarda çevre kirliliğine maruz kalmış, hatta bu durum doğal yaşamı tehdit eder düzeylere ulaşmıştır. Çünkü sermaye sınıfı için doğa da insan gibi son zerresine kadar sömürülecek bir varlıktır. Kapitalist rekabet koşullarında korunması ve büyütülmesi gereken tek şey sermayedir. Birincil olan bu rekabetten güçlü çıkmaktır. Bu yüzden rekabet halindeki güçler rakiplerini ekarte etmek ve daha fazla kâr elde edebilmek için mallarını daha ucuza üretmek zorunda kalırlar. Bu durum da kaçınılmaz olarak kapitalisti maliyeti arttırıcı etkilerden kaçınmaya zorlar. Kapitalistler, maliyet arttırıcı etkenler olarak algıladıkları, işyerinde sağlıklı çalışma koşulları yaratmak ya da çevreyi koruyucu önlemler almak için harcama yapmaktan mümkün olduğunca uzak dururlar. Hindistan’ın Bhopal kentinde 3 Aralık 1984 tarihinde meydana gelen çevre felâketi kapitalistlerin insan yaşamı ve çevre konusundaki tüyler ürpertici pervasızlığını gözler önüne seren örneklerden biridir. Union Carbide Şirketi’ne ait kimya fabrikasından sızan 40 ton zehirli gaz yüzünden, üç gün içinde kentteki 10 bin kişi ölmüş, binlerce insan da uzun yıllar boyunca mücadele etmek zorunda kaldıkları çeşitli hastalıklara yakalanmışlardı. Civardaki doğal yaşam ise onarılamaz boyutlarda bozulmuştu. Kapitalistin maliyetini düşürmesinin bedeli on binlerce can ve yok olan doğaydı.
Haziran 2006 • sayı: 15
Tek tek kapitalistler açısından durum böyle olduğu gibi, kapitalistlerin devletleri de çevre konusunda adımlar atmak için büyük bir isteksizlik içindedir. Alınan sınırlı içerikli kararlar dahi uygulamaya gelince savsaklanmaktadır. Özetle, tehlikeli sanayi atıklarının doğaya zarar vermeyecek biçimde ortadan kaldırılması kapitalizm için katlanılmaz bir maliyet unsuru olduğundan, tehlikeli atık sorunu çevre kirliliğini artıran önemli faktörlerden biri haline gelmiştir. Atıkları ortadan kaldırmak için kullanılan en yaygın yöntemler toprağa gömme ve yakmadır. Oysa iki yöntem de önemli sorunlar içeriyor. Örneğin topraktaki zehirli atıkların temizlenmesi için geliştirilmiş bir teknoloji bulunmuyor. Toprağın kendi kendini temizleyebilmesi için en az 30 yıl geçmesi gerekiyor. Eğer kimyasal maddeler yeraltı suyuna karışırsa, suyun temizlenmesi imkânsız. Yakma sisteminde ise, yapılan işlemler atığın kendisinden daha tehlikeli maddeler ortaya çıkmasına yol açabiliyor. Pek çok atığın yakılarak yok edilmeye çalışılması bu yüzden başlı başına bir çevre problemi doğuruyor. Çünkü yanma sonucu ortaya çıkan kimi maddeler, doğada hiçbir zaman çözülemezler ve besin zinciri yoluyla kilometrelerce uzağa taşınırlar. Türkiye’de tehlikeli atıkların yakılarak yok edilmesi için tek yetkili kurum İzmit Atık ve Artıkları Yakma Değerlendirme A.Ş. (İZAYDAŞ). Ancak Çevre Mühendisleri Odası’ndan yapılan açıklamaya göre; “Atıkta fenol ya da ağır bir metal içeren madde çıkması halinde İZAYDAŞ’ın bunu yok edecek teknolojisi yok”. Peki Türkiye’de yılda ne kadar tehlikeli atık çıkıyor ve İZAYDAŞ bunun ne kadarını ortadan kaldırıyor. Çok daha vahim bir tabloyla birlikte bu sorunun yanıtını Bakan Pepe veriyor: Türkiye’de 750 bin ton tehlikeli atığın sadece 30-35 bin tonu, hadi bilemediniz 50 bin tonu bertaraf edilebiliyor. 720 bin ton nereye gidiyor? Nereye gittiğini Tuzla’da gördük. Ya toprağa gömülüyor ya da yeraltı sularının yerine boşaltılıyor. Tuzla’da bu, fabrika alanı dışında olduğu için tespit edildi. Bir de fabrikaların geniş alanları vardır, onları alanların içine gömerler. Bir kısmı yeraltı sularını çok vahşi bir şekilde tüketiyor. Trakya’daki organize sanayi bölgelerindeki yeraltı su seviyesi 15 senede 150 metreden 450 metreye kadar indi. Burada bir alarm var. Türkiye’nin her yerinde yeraltı sularına, jeotermal, termal kaynaklara karşı alabildiğine bilinçli bir tüketme var. Sanayileşmiş en büyük illerden birisinde de bir şirket, boşalttığı yeraltı suyunun yerine tehlikeli atık sularını basıyor.
Bakan’ın bu tabloyu ortaya koyuşu elbette içtenliğinden kaynaklanmıyordu. Var olan bu büyük sorunun “çözülmesi” için bir kamuoyu oluşturmaya çalışıyordu. Amaç bu sorunu da piyasanın el atmasıyla “çözmek” idi. Her şeyi metalaştıran kapitalizm kendi yarattığı sorunları “çözmek” için de sektörler oluşturuyor. Kapitalistlerin atık yönetimi diye tanımladıkları sektör Türkiye’de de geliştirilmeye çalışılıyor. Bu alanda yatırım yapmayı düşünen sermaye gruplarından Sabancı Holding’in internet sitesindeki bir söyle-
30
Haziran 2006 • sayı: 15
şide belirtildiğine göre, 22-25 Haziranda TÜYAP Beylikdüzü’nde yapılacak olan Recycling İstanbul Fuarı’nda Dünya Bölgeler ve Şehirler Geri Dönüşüm Derneği (ACRR) temsilcileri, atık yönetimi projeleri için finansman modellerini anlatacaklar. Bu derneğin Genel Sekreteri Francis Redermarker kendisi ile yapılan söyleşide şunları söylüyor: Atıkların yok edilmesi için harcanan giderler artacak. ... Bunların yanı sıra, atık geri dönüştürüldüğünde bir fırsata dönüşebilir. Avrupa’da bu konu meslekler ve iş fırsatları oluşturdu. Atık yönetimi ve geri dönüşüm sektörü büyük bir büyüme içinde ve 25 AB ülkesi için tahmin edilen ciro 1 milyar doların üstünde. Bu sektör emek yoğun bir sektör, 1,2–1,5 milyon iş sağlıyor. Geri dönüşüm endüstrisi üretim sektörüne gittikçe artan miktarda kaynak sağlıyor.
Yeni çevre kanunuyla birlikte pek çok şirket kuruldu ve bunların bir kısmı belediyelerden atık dönüşümü ihalelerini aldılar bile. Ancak bunların hangi tesislerde ve hangi koşullar altında atık dönüşümü sağlayacakları pek bilinmiyor. Genel olarak atıklara ve tehlikeli sanayi atıklarına dair çözümlerde dünyanın her tarafındaki yaklaşımların özü aynı. Elbette ülkeden ülkeye farklılıklar yaşanıyor. Ancak kapitalizmi kapitalizm yapan temeller dünyanın her tarafında geçerli. Zaten çevre felâketleri de doğaları gereği vize engeline takılmadıkları için başladıkları yerlerde durmuyorlar. Yeşil hareketin belli bir politik etkisi olması dolayısı ile çevre meselelerinde en duyarlı biçimde davrandığı varsayılan Avrupa Birliği ülkelerinde, atıkların yaklaşık yüzde 70’i gömülüyor. Yüzde 30’u ise geri dönüştürülüyor veya gübre haline getiriliyor. Fakat başta, nasıl zararsız hale getirileceği konusunda hiçbir fikir bulunmayan nükleer atıklar olmak üzere, tehlikeli sanayi atıklarının çoğu özellikle daha geri kapitalist ülkelere gönderiliyor. Türkiye’de Sinop kıyılarına vuran İtalya kökenli ve İskenderun körfezindeki İspanya kökenli zehirli atıklar bunun örneklerini oluşturuyor. Ancak 2000 yılında Greenpeace gemilerinin tespit ettiği bir vaka var ki temel mantalitenin dünyanın her yerinde aynı olduğunu gösteriyor. 20 Haziran 2000 tarihinde gazetelerin verdiği haber aynen şöyle: ‘İngiltere kıyılarında nükleer kirlilik üzerine araştırmalar yapan “Greenpeace” (Yeşil Barış) örgütünün iki araştırma gemisi, okyanusun dibinde bir nükleer atık yüklü varil mezarlığı keşfetti. La Hey burnunun kuzeybatısındaki sularda araştırmalarını yoğunlaştıran Greenpeace üyeleri 1950 ile 1963 yılları arasında İngiltere tarafından deniz dibine bırakılan on binlerce varili görüntüledi. Robot kameralardan gelen görüntüler incelendikçe bazı varillerin parçalandıkları ve içlerindeki atıklarını deniz suyuna sızdırdıkları anlaşıldı. Greenpeace yetkilileri, kirliliğin İngiltere karasularıyla sınırlı kalmadığını ve varillerden sızan radyoaktivitenin, İskandinavya ve Kuzey Kutbunda da kirliliğe yol açtığını savundular.’
marksist tutum
Kapitalizmin doğaya bakışı böylesine pervasızdır işte! Neyse ki nükleer atıklar şimdilerde variller yoluyla denize atılmıyor! Daha gelişmiş yollarla “çözüyorlar” artık bu sorunları. İngiltere ve Normandiya’daki santraller, okyanus tabanına döşenen borular aracılığıyla nükleer atıklarını boşaltmaya devam ediyorlar. Üstelik söz konusu santrallerden 9 ayda pompalanan nükleer çöp, İngiltere kıyılarında yatan varillerden çok daha fazla.
Kapitalizm yok eder, kapitalizmi yok edelim! Bugün kimi bilim insanları tarafından artık geri döndürülemez olarak değerlendirilen çevre sorunlarının doğa üzerindeki tahripkâr etkisi hiç şüphe yok ki kapitalizmle birlikte başlamıştır. Kapitalizm bir yandan insanlığı ilerletmiş, diğer yandan bu ilerlemenin bedelini insana ve doğaya fazlasıyla ödetmiştir. Kendisinin yaşlanması ve çürümesiyle birlikte tüm insan uygarlığını ve doğayı da çürütmeye başlamıştır. Ücretli kölelik düzeninin cehenneme çevirdiği hayatları yaşayanlar, üzerine ayak bastıkları yeryüzünün de günden güne cehenneme döndüğüne tanıklık ediyorlar. Dünyanın dört bir köşesindeki yoksul insanların yaşamlarını altüst eden çevre felâketleri, kapitalist sanayinin şimdiye dek hiç düşünmeden doğaya bıraktığı her türden atığın, artık dünya üzerindeki ekolojik dengeyi ciddi bir biçimde tehdit edecek düzeylere ulaştığını gösteriyor. Sanayinin sebep olduğu çevre kirlenmesinin şimdiki derecesi bile tahammül sınırlarını aştı. Bu yüzden insanlık artık sadece barbarlık değil fiziksel bir yok oluş tehlikesi ile de yüz yüze bulunuyor. Orhanlı’daki zehirli varillerle bir kez daha farkına vardık ki; kapitalizmin iflah olmaz tahripkârlığı, insan uygarlığının doğuşunun simgesi olan toprağı çürütmüş, bu akıldışı sistem yüzünden ayak bastığımız toprak, içtiğimiz su bile zehir olmuştur. Kapitalist sistem yapısı gereği, bu sorunları giderecek gerçek çözümler üretmekten yoksundur. Bu sorunlar ancak doğayla uyumlu ve planlı bir üretim anlayışı ile çözülebilir. Bu yüzden kapitalistlerin doğaya ve insana verdikleri zararları bertaraf edebilecek tek güç işçi sınıfıdır. Bunun tek sağlam yolu da işçilerin kendi iktidarlarını kurmasıdır. Kapitalizm yok edilmeden bu sorunların çözülebileceğini iddia eden çevreci hareketlerin nasıl aciz kaldıklarına, son on yılda çeşitli ülkelerde iktidar ortağı oldukları burjuva hükümetlerin politikalarında defalarca tanık olduk. Doğurduğu bütün sorunlar karşısında çözümsüzlüğü pekiştirmek dışında bir şey yapamayan kapitalizmin, işgüçlerini satarak yaşamını sürdürmek zorunda olanların hiçbir yarasına sürecek merhemi yoktur. Bu sistemin yarattığı sorunlara ve pisliklere karşı mücadeleye atılmamak, dünyanın yok oluşuna seyirci kalmak anlamına gelecektir.
31
marksist tutum
Haziran 2006 • sayı: 15
Dilovası’nda Kapitalizm Kanser Ediyor! Tuzla’da bulunan zehirli atık dolu variller gözlerin ister istemez Dilovası’na da çevrilmesine yol açtı. Yaklaşık 50 bin kişinin yaşadığı bir belde olan Dilovası, yıllardır büyük bir çevre sorunuyla yüz yüze. Yoğun bir fabrika dumanı ve kesif bir kimyasal madde kokusu altında yaşayan bölgede kanser vakaları genel ortalamanın çok üzerinde, ciddi solunum yolu hastalıklarıysa son derece yaygın. Beldede özellikle bu sorunla ilgili olarak 2005 yılında kurulmuş olan Ekoloji ve Sağlık Derneğini ziyaret ederek dernek başkanı Ercan Teker ile görüştük. MT: Dilovası’nda ve genel olarak çevre bölgelerde Tuzla’daki zehirli atıkların ortaya çıkışından önce bir çevre sorunu olarak kirlilik problemi yok muydu? Ercan Teker: Elbette vardı. Özellikle son beş yıl gerçekten bu sorun açısından katlanılamaz hale gelmişti. Son dönemlerde bölge halkı çevre kirliliği kaynaklı münferit tepkiler ortaya koyuyordu. Ve insanlar gerçekten bize ne oluyor sorusunu sormaya başladılar. Niye bu kadar kanser var? Neden bu kadar bronşit hastası var? Neden bu kadar astım hastalığı ortaya çıkıyor? Bizler de işte bu nedenlerle Dilovası Ekoloji ve Sağlık Derneğini kurduk. MT: Deniyor ki, Dilovası ve çevresindeki kanserden kaynaklı ölümlerin oranıyla Türkiye genelindeki kansere bağlı ölüm oranları arasında ciddi bir fark var. Biraz bundan bahseder misiniz? Ercan Teker: Tabii böyle ciddi bir fark var. 2004 yılı içinde Sağlık Bakanlığının yayınladığı kanserden ölüm vakalarında Türkiye ortalaması %11, yine aynı şekilde Dünya Sağlık Örgütünün kanserden ölüm vakalarının oranına ilişkin verdiği rakam da %11. Fakat Kocaeli Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanlığının verilerine göre, Dilovası’nda kanserden ölüm oranı %33. MT: Medyada bu bölgedeki çevre sorunu çoğunlukla yoğun bir duman görüntüsü eşliğinde verildi. Meseleye yüzeysel bakıldığında bu böyle, ama bölgedeki sorunun sadece dumandan ibaret olmadığını biliyoruz. Sizce irdelenmesi gereken konu sadece görünen hava kirliliği midir? Ercan Teker: Tabii ki hayır. Bu bölgede 167 tane büyük fabrika var. Bunların büyük çoğunluğu “ağır kimya” ve “ağır metal” fabrikaları. Sizin de ifade ettiğiniz gibi, Dilovası’nda fabrikalardan çıkan ve simsiyah bir görüntü veren,
32
dönem dönem genzi yakacak kadar yoğunlaşan dumanların yol açtığı bir hava kirliliği meselesi var ve bu çok ciddi bir sorun. Fakat bunun yanında gözle görülemeyen ve hissedilemeyen birçok tehlikenin olduğunu da biliyoruz. Örneğin Dil deresinin görüntülerini çekebilmişseniz göreceksiniz. Dil deresinin suyunun rengi aslında her şeyi anlatıyor. Bu derenin bu hale gelmesinin tek nedeni dere etrafındaki fabrikalardır. Çünkü hiçbiri arıtma tesisi kurmuyor ve atıklarını doğrudan bu dereye bırakıyor. Şöyle bir ek yapalım. Biz bazen çocukların bu dereye girdiğini görüyoruz. Diğer bir problem; Dilovası’nda az da olsa hayvancılıkla uğraşanlar var, bu hayvanların bu derenin etrafındaki bölgelerde otlatıldığını biliyoruz, görüyoruz. Ayrıca, dünyada özel izinle kullanılan asbest buradaki fabrikalarda gelişi güzel, hiçbir denetim olmadan kullanılıyor. MT: Böylesi bir sanayi bölgesinde arıtma tesisleri muhakkak ki çevre sağlığı için çok büyük önem taşıyor. Peki arıtma tesislerine ilişkin durum nedir? Ercan Teker: Şöyle bir örnekle başlayalım isterseniz. Burada bir organize sanayi bölgesi var. Fakat bilirsiniz, organize sanayi siteleri, mantıkları gereği, esas olarak altyapı yatırımı yapılmış, yani elektrik, su, kanalizasyon ve arıtma tesisleri tamamlanmış yerler olmak durumundadır. Burada ise önce fiilen bir “sanayi sitesi” kuruldu, daha sonra resmi bir kuruluş gerçekleşti. Tabii ki arıtma tesisi de yok. Dilovası’nda Hava Kirliliği Meclis Araştırma Komisyonunun TBMM’de yaptığı bir toplantıya katıldık ve çok çarpıcı bilgiler aldık. Meselâ Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi Başkanı Prof. Dr. Murat Tuncer’in verdiği bilgilere göre, bu bölgede çalışan fabrikaların %73’ünün emisyon ölçümü yok, %56’sı ruhsatsız. Çoğunlukla depo ve antrepo ruhsatı alınıp üretim yapılıyor. Bizce buradaki en büyük sorun, denetimin yeterince olmaması veya yanlış uygulanmasıdır. MT: Tuzla’da zehirli atıkların ortaya çıkmasıyla birlikte Gebze ve Dilovası’na yönelik ilginin de arttığını görüyoruz. Biliyorsunuz medyada her şey çabuk tüketiliyor, sorun bir süre gündemde kalıyor, daha sonra unutturuluyor. Medya işaret ettiğinde genel olarak kitlenin ilgisi bu meseleye yoğunlaştı. Bu sorun Dilovası için kalıcılık taşıyor, medya seyircisi içinse geçici bir haberden ibaret. Sizler bundan sonrası için neler yapmayı planlıyorsunuz. Ercan Teker: Söylediğiniz gibi bu konunun geniş çaplı gündeme gelişi Tuzla’daki zehirli varillerin medyada işlenmeye başlamasıyla olmuştur. 2006’da çevre ile ilgili müzakerelerin başlayacak olması da çok önemli. Fakat bizler için uzun süredir varolan bir sorun. Tabii ki medyanın bu konuyu işliyor oluşu halkın bu soruna olan ilgisini arttırdı. Biz bunu sürekli kılmak için uğraşıyoruz. Bunun için Dilovası’ndaki 11 dernek EKOS-DER (Ekoloji ve Sağlık Derneği) öncülüğünde bir araya geldi ve bir sivil inisiyatif oluşturduk. Amacımız Dilovası halkı olarak bu sorunu işlemek, gün-
Haziran 2006 • sayı: 15 demde tutmak ve çözüm için inisiyatif geliştirmektir. Derneklerimizin bir araya gelerek oluşturduğu sivil inisiyatif Dilovası’nın %70’ini kapsamaktadır. Çalışmalarımızı sadece Dilovası’yla sınırlı tutmuyoruz. Bu konuda İzmit’te de çeşitli girişimlerde bulunduk. Odalar, yerel gazeteler ve kurumlarla ilişkiler geliştiriyoruz. Fakat sendikalardan yeterli desteği göremedik Yeni birkaç karar aldık. Çevre sorunu ile ilgili olarak bölgemize ve yakın çevremize duyarlı olacağız. MT: Son yerel seçimlerde Dilovası iki siyasi partiye odaklandı: MHP ve DEHAP (SHP). Seçim sonucunda MHP az bir farkla belediye başkanlığını kazandı. Bu açıdan bakarsak Dilovası’nın genel siyasal ve nüfus yapısından bahseder misiniz? Ercan Teker: Dilovası yerleşim yeri olarak çok eski bir bölge değil. 40 yıllık bir geçmişe sahip. Özellikle son 10-15 yıl içinde sürekli göç almış bir bölge. En yoğun göç Doğu Anadolu’dan Ağrı, Bingöl ve Kars, Karadeniz’den ise Ordu, Giresun ve Gümüşhane’den. Fakat bizler Dilovalılar olarak bir şeyden şikayetçiydik. Genel olarak bir Dilovalılık bilinci yok denecek kadar azdı. Bu son süreç ve çabalarımız bu bilincin gelişmesine önemli bir katkı sundu. Halkımız artık Ağrı’da olan bir olaydan çok Dilovası’ndaki olaylarla ilgileniyor. Bu insanlarımızı kaynaştırıyor, bütünleştiriyor. Zaten bu sivil inisiyatifi oluşturan derneklerden de anlaşılacağı gibi bütün yöre dernekleri bu işin içindeler. MT: Arıtma tesislerinin olduğu bölgelerde ve ülkelerde de ciddi kazalar oluyor. Fakat Dilovası’ndaki sorun daha büyük; burada ciddiye alınabilir bir arıtma tesisi bile yok. Tüm bu meseleler ışığında çevre sorunu karşısında sizler 11 dernek olarak tabanınıza bilgi veriyor, onları yönlendirmeye çalışıyorsunuz. Bu açıdan sorarsak eğer, bu çevre kirliliğinin asıl nedeni sizce nedir. Ercan Teker: Bu soruyu cevaplamadan önce şunu belirtmek isterim. Özellikle 1980’lerle birlikte, Avrupa’da gelişen çevre hareketlerinin de etkisiyle, üçüncü dünya ülkeleri olarak nitelendirebileceğimiz az gelişmiş ülkelere doğru bir sanayi kaydırılması yaşandı. Bunun istihdam yaratıcı bir etkisi vardı, fakat o kadar da kârlı sayılmayan bir sanayi geliştirildi. Bu ülkede bu tür sanayi havada kapıldı. Dolayısıyla iyi koordine edilemedi ve organize olamadı. Altyapı oluşturulmadan ve sanayi için gerekli şartlar oluşturulmadan, çevre etki değerlendirilmeleri iyi yapılmadan bu sanayiler getirilip kuruldu. Buna uygun bir denetim ve yasal düzenleme de yapılmadı. Bu söylenen gerekçelerin dışında diğer önemli bir yön ise Dilovası’nın yatırım için en elverişli yerlerden biri olması. Kara, deniz ve demiryolu bağlantıları için çok müsait bir alan. Bir diğer faktör, Dilovası’nda çevre konusunda duyarlı bir halk bilincinin olmaması ve çevre sorununu sorun yapmayan bir nüfusu barındırması sanayiciler için önemliydi. Kirliliğin gerçek nedeni dersek bence esas mesele denetim mekanizmalarının yeterince işletilmemesidir. MT: Sorun denetim eksikliğinden ziyade yapılacak olan arıtma tesisi yatırımının o fabrikalara getireceği ek maliyetle ilgili olsa gerek. Bu parayı buraya, yani Dilovası’na, yani geleceğimize, yani çocuklarımıza harcamak istemiyorlar. Sizce bu fabrikalar sizi, burada yaşayanları düşünüyor mu? Bu fabrikalarda Dilovası’ndan kaç kişi çalışıyor? Ercan Teker: Bizim en büyük sorunlarımızdan biri de bu. Dilovası’ndaki fabrikalarda çalışıp Dilovası’nda oturan çok az insan var. Buranın dumanını, pisliğini, cefasını çektiğimiz halde bizler buralarda çalışamıyoruz. Çalışanlarımız ise mü-
marksist tutum teahhitte, asgari ücretle, sigortasız çalışıyorlar. MT: Peki bunca nüfus fabrikada çalışmıyorsa ne işle uğraşıyor? Ercan Teker: İnşaat, esnaf, seyyar satıcılık, İstanbul’da çalışanlar var. Tipik bir işçi varoşu denebilir. Herkes ekmeğinin peşinde. MT: Sizce bu sorunun kaynağı olan fabrikaların bu önlemleri almaları için neler yapılmalı? Ercan Teker: Türkiye’de gündem çok hızlı değişiyor. Biz bu meselenin gündemde kalması ve çözümler üretebilmek için bu yapıları yani dernekleri oluşturuyoruz. Biz bu işin şahıslara bağlı olmasını istemiyoruz. Bu açıdan paneller düzenliyoruz. Akademisyenlerin, Greenpeace yetkililerinin katıldığı, katılımcıların gerçekten doyurucu bilgiler verdiği ve halkın da ciddi duyarlılık gösterdiği paneller bunlar. Bu meseleleri gündemde tutmak ve yasal yollardan takibini yapmak için Greenpeace’in avukatı ile anlaştık. İç hukuk yollarından bir şey elde edemezsek bunu İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi çerçevesinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine taşıyacağız. İki hafta önce Alman RD televizyonunu buraya getirdik. Bu televizyon vasıtasıyla Alman Yeşiller Partisiyle irtibat kurduk. 2006’nın ikinci yarısında çevre müzakereleri çerçevesinde Avrupalı heyetler gelip gidecek. Ve biz bu heyetlerin Dilovası’na da uğramasını ve Ekoloji ve Sağlık Derneğini de ziyaret etmesini sağlamak için çalışıyoruz. Bu sorun Marmara havzasını kapsayan bir büyük sorun. Bu açıdan Bilgi Üniversitesinden yardım alıyoruz, İTÜ’den çevre konusunda uzman profesörlerden destek alıyoruz. MT: Peki bunca zamandır çaba harcanıyor, bu sorunu sizlere, bizlere yaşatan fabrikalar bu konuya ilişkin ne tür girişimlerde bulunuyorlar? Bir şeyler yapmaya başladılar mı? Ercan Teker: Bu tepkilerden sonra bir şeyler olmaya başladı. Şu karşıda gördüğünüz Diler demir-çelik fabrikasından çıkan dumandan dolayı bu saatlerde (13:30) karşı tarafı göremezdiniz. Ama son 15 gündür bu gaz salımı durmuş durumda. Öğrendiğimiz kadarıyla yeni bir arıtma tesisi kurmuş. İkinci en büyük kirliliği yaratan fabrika olan Çolakoğlu 25 milyon dolarlık bir arıtma tesisi siparişini Japonlara vermiş. Dil deresinin rehabilitasyonu için girişimlerde bulunuluyor. Bizce ciddi girişimler var. Ama bunlar yeterli değil. Biz tepkilerimizi ortaya koyacağız. MT: Teşekkür ederiz.
33
Kitap Dünyası
marksist tutum
Kapitalizmin Karanlığını Yırtacak Kızıl Tomurcuklarız! Elif Çağlı’nın Eylül Günlüğü Utku Kızılok Kör karanlığın tanrıları toprağın derinliklerini sarsan, gök kubbeyi yırtan bir çığlık kopardılar, oturdukları dağ doruklarından. Sarsıldı yer küre, kayalardan kayalar koptu, ama su yürüdü kendi yolunca. İlk kıvılcımı çakmıştı insan ve o büyülü alevi, ateşi yakmıştı; aydınlanmıştı kör karanlığı. Anladı karanlıklar prensi sonunun geldiğini, bugün yarın karışacaktı sonsuz yokluğa ve sahneyi bırakacaktı ateşi yakanlara. Yakılmıştı ilk ateş ve başlamıştı insanlığın ileriye yürüyüşü. Geleceğin büyük ateşini yakacak serüven başlamıştı böylece. Selam ilk ateşi yakanlara, suyun önünü açanlara; selam karanlığın bağrını yırtarak kör tanrıları ebediyete gönderen Prometheuslara; selam geleceğin büyük ateşini tutuşturacak alazları bizlere ulaştıranlara.
Karanlığa direnenlerin öyküsü Elif Çağlı’nın 12 Eylül faşizminin karanlık yıllarında kaleme alınmış ve o döneme tanıklık eden şiirleri Eylül Günlüğü adıyla yayınlandı. Çok katmanlı şiirler içeren bir kitap hakkında yazmak esasında tehlikelidir; zira şiirlerin içeriği ve taşıdığı duygu yoğunluğu düzyazıda yeterli düzeyde açıklanamayacağı gibi, okuru şiirle baş başa bırakmaktan alıkoyabilir. Fakat, anılar âleminden çıkartılarak kitaplaştırılan bu şiirler, geçmişte yaşananlara tanıklık ediyorlar ve aslında o dönemi yaşayanlardan ziyade bugünün genç kuşak devrimcilerini ilgilendiriyorlar. Çağlı’nın da vurguladığı üzere “geçmişini bilmeyen ya da unutan devrimcinin geleceği de olamaz”. Bundan ötürüdür ki, geçmişimize ve bırakılan mirasa sahip çıkmalı, daha ileriye taşımaya çalışmalıyız. Bu durum, sözünü ettiğimiz tehlikeyi göze almayı gerekli kılıyor. Çağlı, kitabının önsözünde şunları yazıyor: “Zor günler zor sınavlara çeker insanı. Çekilen tüm acılara karşın, devrimci bayrağı yarınlara taşıyabilmek için tarihsel iyimserliği her daim yeşertmek gerekir. İnancı
34
ve umudu acıya katık eyleyip yola devam etmeyi becerebilmektir hüner. Bu noktada bazen düz yazının hükmü sona erer ve şiir egemenliğini ilan eder.” Gerçekten de gericilik yıllarının egemen olduğu kimi dönemlerde şiir, düşman cephesinin amansız saldırılarına karşı bir direnme aracına dönüşebilir ve dönüşmüştür de. Tüm olup biteni, yaşanan acıları, içinden geçilen dönemin boğucu atmosferinin insan bilincini dumura uğrattığı böyle süreçlerin ifadesini şiirin yoğun duygusal ve imgesel dünyasında bulmak mümkün… Yaşananları açıklamaya kelimelerin yetmediği kimi anlarda insan, içinde yaşadığı koşullara boyun eğmeyerek var gücüyle bir çığlık koparmak ister; işte bu dönemin devrimci şiirleri, gericilik yıllarının boğuculuğuna ve sessizliğine karşı koparılmış bir çığlıktır. Bu dönemlerin bu tarz şiirleri, verilen kavganın çetinliğine her düzeyde şahitlik ederken, onu geleceğe aktarma rolünü de üstlenmiştir. Elif Çağlı’nın şiirleri de gericiliğin egemen olduğu yıllara ayna tutmakla kalmaz, aynı zamanda direnmek ve mücadele etmek gerektiği fikrini güçlü bir biçimde ifade ederler. Onun şiirleri, faşizm gericiliğinin karanlığına karşı dostlara,
yaşıyorum selamı, ölenlere ağıt, düşmana ise intikam nidasıdır. 12 Eylül faşizmi karşısındaki ağır yenilginin yarattığı genel moral bozukluğu, umutsuzluk ve çözülme bu dönemin edebiyatına egemen olurken, şiir de bundan nasibini almıştır. Direnç noktaları kırılan ve düzen ile uzlaşarak devrimci mücadeleden ve örgütsel yaşamdan kopan nice insan, kendi bireyselliklerini merkeze koyup, tüm toplumu da bireysel acılarına tanıklık etmeye çağırmaktaydılar şiirlerinde. Melankolik ruh halinin egemen olduğu, iç bunalımların ve hezeyanların kişiyi esir aldığı böylesi şiirler, toplumsal kurtuluş mücadelesinin yerine küçük-burjuva bireyciliğini koymakta ve onu yüceltmekteydi. Yayınlanan pek çok roman ve şiir, derin bir yenilgi psikolojisi içinde pişmanlıklar risalesine dönüşürken, genç kuşaklara bir daha bu “dikenli” yollara girmeyin çağrısı yapmaktaydılar adeta. Fakat bu dönemde, düşmana inat, umudu büyütüp karanlıklara çiçek açtırmaya çalışanlar da vardı. Elif Çağlı ve yoldaşları gibi devrimciler faşizmin karanlığına karşı umut türküleri çığırmaktaydılar: “Karanlıklar tanrısı söndüremez ateşimizi”. Çağlı’nın şiirleri, faşizmin yarattığı gericiliğe boyun eğmeyip, genel moral bozukluğunun altında ezilmeyerek akıntıya karşı yüzenlerin ve devrimci mücadeleyi geleceğe taşıma kavgası verenlerin öyküsünü anlatmaktadır. Kendisinin de vurguladığı üzere şiirleri “bu kahırlı dönem boyunca çekilen acılara ve düşmana inat gövertilen dirence doğrudan tanıklık” etmektedir. Cezaevlerine tıkılan, işkence tezgâhlarına çekilen, dışarıda düşmanın her an pusu çemberini daraltacağı tedirginliğiyle yaşayan binlerce devrimci, umudunu yitirmeyerek kara bulutlarla çevrili bu acılı günleri geleceğin bereketli yağmurlarına dönüştürmeye çalışmaktaydı. Çağlı, bu kahırlı günlerde şiiri, düşmana karşı bir direnme aracı olarak kullanmakla kalmamış, yaşanan derin altüst oluşu, bireysel kaygılarından ve acılarından sıyrılarak toplumsal düzeyde ele alarak işlemiştir. Onun şiirlerinin her dizesi, faşizmin karanlığına karşı umut, yani devrimci tarihsel iyimserlik, devrimci coşku, davaya, tarihsel haklılığa, insanlığın ileriye yürüyüşünün durdurulamaz oluşuna duyulan sarsılmaz inançla örülüdür. Çağlı’nın şiirleri, her düzeyde, toplumsal kurtuluş mücadelesine bağlanmaktadır ve bu kavganın uluslararası boyutu ise asla gözlerden kaçmaz. Diğer taraftan, insanlığın daha yaşanası, müreffeh, özgürlük ve sevgi dolu bir dünya hayali hemen her şiire güçlü bir biçimde sinmiş bulunmaktadır. Çağlı, 12 Eylül faşizminin o karanlık yıllarını, acılarını, yitirilenleri, faşizmin işkenceye çektiği devrimcileri, ama daha da önemlisi, inançlı devrimcilerin geleceğe olan bitmeyen umudunu, sevdalarını ve özlemlerini şiirleriyle bugüne, bize aktarıyor. Ancak şiirin düzyazıdan farkı, yaşananları tüm boyutlarıyla anlatmaması ve belirli bir süzgeçten geçirerek imgelere başvurmasıdır. Nitekim Çağlı da, oluşturduğu devrimci umut ve tarihsel iyimserlik izleği üzerinden gericilik yıllarını, ne yapılması ve neden yapılması gerektiğini
yaratıcı imgelerle şiirinde işlemiştir.
Tarihsel iyimserlik Faşizm benzeri gericilik dönemlerinde işçi sınıfının sendikal ve siyasal örgütlerinin faşist devlet tarafından ezilmesi mücadelenin sürekliliğinde büyük bir kopukluğa yol açar. Hatta kimi durumlarda mücadele geleneğini yarınlara aktaracak aktarma kayışları hepten kopar. Gericiliğin her alanda boy vermesi toplumun üzerine adeta bir karabasan çöker; gün ortası karanlığının yaşandığı böyle dönemlerde emekçi kitleler, uğradıkları bilinç tutulmasıyla yarı uyur yarı uyanık bir yaşam sürdürürler. Tüm bu olup bitenler karşısında yılmamak, akıntıya kapılarak tasfiye olmamak ve yaşananları devrimci Marksizmin mihenk taşına vurarak bilince çıkartmak komünistlerin tarihsel görevidir. İnsanlığın tarihsel büyük kavgasının bilinçli bir parçası olan komünistler, Marksizmin tarihsel iyimserliğini bir an olsun elden bırakmazlar. Tarihsel iyimserlik kişilerin, yaşanan hemen her kötü durum karşısında safça umut etmesi, ne olursa olsun iyimserliği elden bırakmaması değildir; bu, olsa olsa bir dinin kutsal sözlerini tekrarlayıp kadere boyun eğmek olurdu. Gerçekte tarihsel iyimserlik, gelecekte yaşanacak büyük savaşımın zorunluluğunu ve çetinliğini sonsuzluk kadar kesin bir biçimde bilmenin ifadesidir. Doğayı, toplumu ve tarihin akışını belirleyen yasaları berrak ve keskin Marksist bilinçle, derinlemesine kavramaktan gelen bir çıkarsamadır. Dolayısıyla tarihsel iyimserlik miskince beklemeyi değil, durup dinlenmeden, umutsuzluğa kapılmadan, yaşanan gericiliğin geçici karakterini bilerek, onu, savaşa hazırlanmak üzere kullanmayı gerektirir. Çağlı’nın şiirlerinde devrimci mücadeleye derin bir güven ve umut kendini dışavurmaktadır; umut, içerdiği anlamla birlikte, insanlığın toplumsal kurtuluşuna olan inancın bayrağını simgelemektedir. Çağlı, insanlığın özgürleşme mücadelesini derin kavrayışı ve insanın insanlaşma sürecinde emekle kazandığı hünere beslediği inanç sayesinde, yaşananlar karşısında bu mücadelenin neyi temsil ettiğini bilerek sağlamca durabiliyor: Sonsuzluk somutlanamasa bile/ Gene de örneklemek isterim/ İlk ateş yakıldığında/ İlk kez yarıldığında karanlıklar/ İnsanlar sevinçten coşarak haykırmışlar…/ Bugün de/ Bu yaşlı dünyamızda/ Karanlıkların yırtıldığı yerde/ Aynı coşkuyla insanlar/ Özgürlük türküsü yakıyorlar/ Bana sorarsanız derim ki/ Sonsuzluk biraz da budur işte!.. (Sonsuzluk, s.27) Çağlı, çekilen acıların devrimcileri sınadığını vurgularken, Marksist bilinçle donanmış devrimcilerin bu karanlık yıllara teslim olmadan mücadele bayrağını yükseltmesi gerektiğini şu dizelerinde dile getirmektedir: Acı ve sevinç/ Birbirinin ikiz kardeşi/ İkisiyle de yaşamayı öğrenmeliyiz. Hüner/ Acılı günlerde bile/ Umudu yitirmemek geleceğe/ Bereketli yağmurlara dönüştürmek/ Karabulutları. Ya da şöyle seslenir: Karanlıklar tanrısı söndüremez ateşimizi/ Sevinci biriktirir/ Kara gün cimriliğiyle/ Coşturur çayları/ Okyanuslara köpürtürüz! (Acılar ve Sevinçlere Dair, s.10-11)
Kitap Dünyası
marksist tutum
35
Kitap Dünyası
marksist tutum Zira yüreğimizde, ellerimizde, bilincimizde/ Büyülü bir hüner var/ En derin acıları bile/ İnançlı bekleyişlere dönüştürürüz… Tarih ana/ ‘Neşeli ozanlar’ demiş bize/ Direnç tomurcukları açtırırız/ Dost gönüllerde! (Aynı şiir, s.12) Ellerimizde ve bilincimizde büyülü bir hüner var: Marksizm! Çağlı “tarih ana” ve “neşeli ozanlar” imgeleriyle Marksizmin tarihsel haklılığına göndermeler yapıyor. Marksizmle birlikte ilk kez, insanlığın ileriye yürüyüşü bütünlüklü bir şekilde kavranabilmiştir. İşçi sınıfının neşeli ozanları Marx, Engels ve Lenin tarihin ve kapitalizmin işleyiş yasalarını derin bir çözümlemeye tâbi tutarak açıklamışlardır. Tarihsel materyalist ve diyalektik yönteme sahip olan Marksizm, kapitalizmin nasıl doğduğunu ve tüm dünyaya hakim olduğunu, kapitalist dünya düzeninin içsel çelişkilerinin neden sınıfsız-sömürüsüz topluma giden sürecin önünü açacağını köklü bir çözümlemeye tâbi tutarak ortaya koymuştur. Çağlı, Marksizmin Işığında adlı eserinde bu konuya şöyle değiniyor: kapitalizmin dayanılmaz sonuçları var oldukça, Marksizmin haklılığı, çağımızın toplumsal çelişkilerinin proletaryadan, ezilenlerden yana çözümlenmesindeki zorunluluğu, yeniden ve yeniden gün ışığına çıkacaktır (1. baskı, s.260). İşçi sınıfı ağır bir yenilgi almış olsa bile bu, ilânihaye sürmeyecek ve kapitalizmin açlığa, yoksulluğa ve derin bir yozlaşmaya sürüklediği kitleler yaralarını sararak bir gün yeniden ayağa kalkacaktır. Bu bir temenni değil, sınıflar savaşımının zorunlu bir sonucudur. Diller, Dudaklar ve Gözler adlı şiirinde Çağlı, boyun eğdirenlerin, büyülü bir hünere sahip işçi sınıfı bilinçli ve örgütlü bir güç haline geldiğinde nasıl boyun eğdiklerini şöyle betimliyor: Önce boyun eğmeyi öğrettiler insanlara/ Ve sonra susmayı…/ Açlığa, susuzluğa/ Ve her şeye karşın/ Yine insanların/ Dilleri, dudakları ve gözleri vardı. Dil ne işe yarar dedi biri/ Anlatmaya/ Neyi?/ Ezilmemeyi/ Ya dudaklar?/ Üflemeye/ Nereye?/ Ateşe/ Coşturmak için ateşi./ Ya gözlerimiz/ Ne zaman öğrenecekler/ Onların/ Görme dediklerini görmeyi?/ “Soruyoruz ya!” dedi biri/ O halde şimdi öğreneceğiz. Baktılar, baktılar/ Ve gözler çakmaklaştı/ Yalaza dönüştü diller/ Dudaklar açıldı, kapandı/ Üst üste, üst üste, üst üste/ Milyonlarca dil, dudak ve göz/ Harekete geçti./ Kesildi/ Susmayı emredenlerin sesi/ Boyun eğdirenler/ Boyun eğdi! (s.53)
“Fırtınanın sonunu anlat!” Toplumları derinden sarsan, verili düzenleri altüst eden köklü değişiklikleri daha geniş boyutta kavrayabilmek amacıyla kimi çarpıcı kavramlara başvururuz. Örneğin fırtına sözcüğü de bunlardan biridir; gerek toplumsal düzeyde gerekse bireysel düzeyde yaşanan fırtınalar vardır. Verili kurulu düzeni yıkan, kitleleri derin bir anaforun içine sürükleyen savaş, devrim ve karşı-devrimler toplumsal fırtınalardır. 1917 Ekim Devrimi tarihin gidişatını değiştiren köklü bir toplumsal fırtınadır örneğin. Çağlı, 12 Eylül faşist diktatörlüğünün toplumsal düzeyde yarattığı derin altüst oluşu
36
anlatabilmek amacıyla fırtına imgesini kullanmış şiirlerinde. Ağaçları kökünden söken, akarsuların yataklarını değiştiren, denizlerde dev dalgalar oluşturan, yaşam alanlarını tarumar eden ve önüne kattığı hemen her şeyi süpürüp birbirine katan doğal fırtınaların yarattığı altüst oluş ile 12 Eylül karşı-devrim fırtınası arasında alegorik bir özdeşlik kuruyor Çağlı. Aynı şekilde, Ehrenburg’un Fırtına’sına gönderme yaparak, savaş ile 12 Eylül faşist karşı-devriminin yıkıcılığı arasında kurduğu benzerlikle bunu pekiştiriyor. Bununla birlikte, çok katmanlı fırtına imgesi, kimi yerlerde anlam değiştirmektedir. Örneğin, kapitalist sömürü düzenine son verecek olan da, yine bir devrimci fırtınadır. Çağlı, herkesi bu fırtınaya katılmaya çağırıyor: Al ak kanatlarımı/ Git karış fırtınaya (Bir Beyaz Kanatlı Kuş, s. 74). Çağlı, 18 Yaşlarında Gelen Ölümler adlı şiirindeki dizelerinde faşist karşı-devrim fırtınasının nice civan devrimcinin yaşamını elinden aldığını anlatırken, insanların suskunluğuna da isyan etmektedir: Geçmişi anlatıyor bana: Yüz binlerle koşarken meydanlara/ Düşlerken denizlere açılmayı/ Öpüşürken kahverengi gözlü bir kızla/ Ve çevirirken Ehrenburg’un/ “Fırtına”sının yapraklarını…/ Ölüm girdi aramıza/ Yarım bıraktırdı yaşamı/ Doyamadım kokusuna/ Yeni açan o kır çiçeğinin/ Bakışlarım/ Bahar bulutlarında/ Takıldı kaldı/ Düşüncem o sayfada/ Yaşam bir fırtınayla/ Altüst olurken/ İnsanlar neden/ Suskun kalmaktaydı? (s. 58) Ya da: “Bana bilmediğim şeyleri anlat/ Yaşamadıklarımı.../ Fırtınanın sonunu anlat/ O kızın dudaklarını/ Çiçekler hâlâ goncada mı/ Ve çok mu güzel/ On sekiz yaş sonrası” (Aynı şiir, s.59). Hıçkırıklar adlı şiirinden: Çağıl çağıl seslerle/ Dereler mi inliyor/ Kopan bir Fırtına mı/ Bulutlu gecelerde? (s.38) Bir Beyaz Kanatlı Kuş adlı şiirindeki dizeleri: Belki Günlerden dündü/ Belki önce yıllarca/ Mutlaka mevsim güzdü/ Fırtına koptuğunda/ Bir yaralı kuş düştü/ Pencerenin yanına/ Bembeyaz kanatlarla (s.72). Yine bir güz günüydü/ Uçarken fırtınaya/ Bembeyaz kanatlı kuş/ Ey insanoğlu dedi/ Yüreğinin aşkıyla/ Özgürlüğümü verdin/ Böyle anlatacağım/ İnsanları, kuşlara (Aynı şiir, s.73). Yaşam bir fırtınayla kökten değişmekle kalmamış, devrimci bir önderlikten mahrum olan işçi sınıfı da ağır bir yenilgi almıştır. Faşist diktatörlüğün estirdiği devlet terörü ve geniş kapsamlı baskılar kitleleri sindirmiş, güvensizleştirmiş ve insanları yalnızlaştırarak atomize etmiştir. Bununla birlikte, gerek darbe öncesinde gerekse faşist diktatörlük kurulduktan sonra onlarca devrimci katledilmiştir: Bir el!/ Yüzyılın yüzkarası çizgilerinde gizli/ Bir el!/ Körpe fidanları kıran, kıyıcı/ Bir el!/ Bir SS eli/ Bir Gestapo/ Bir Kara Gömlekli!/ Bir el tetiğe bastı/ Bir gül ağacı kırıldı/ Düştü yere/ Yiğit bir Anadolu insanı/ Binlerce elin üstünde dalgalandı (Gözlerinin Işığını Özledik, s. 16-17). Çağlı, devrim mücadelesine kendilerini adamış ve
bu uğurda yaşamlarından olmuş devrimcileri unutmayarak, onların acısını yüreğinde taşır. Şiirlerinde kullandığı al karanfil, al gömlekli civanlar, fidan boylu delikanlılar, al gelincikler, al gömlekli gençler gibi imgelerle, dövüşürken ölenleri selamlar: Yediveren güldünüz/ Belki dün/ Belki bugün öldünüz (Yediveren Güller, s.112). Suskunlukları yırtan/ Bu hıçkırıklar da ne?/ Zambak yüzlü kızlar mı/ Sevdalardan kopuyor/ Al gömlekli gençler mi/ Göklere tırmanıyor?/ Bu damla/ Ulu bir çınardan mı/ Gam yüklü anadan mı/ Yaş döken oğullara?/ Yoksa/ Al karanfil mi/Yitiriyor rengini/ Gecenin bir vaktinde/ Bembeyaz kesilen mi/… Kıraç, kuru yüzüyle/ Bir dede mi ağlıyor/ Kupkuru kederlerden/ Toprak mı yarılıyor?/ Boynu bükük nergis mi/ Bir dal mı koparılan/ Bir gelincik dalı mı/ Sevdiğine doymayan? (Hıçkırıklar, s.37) Faşizm döneminin o nefessiz günlerinde devrimcilerin yaşamı gerçekten de güçtür; kimileri işkence tezgâhında, kimileri illegal bir yaşam sürdürmekte, kimileri ise ülke dışında sürgündedir. Tezgâh başında aramayın/ Aramayın tek göz odamda/ Bulamazsınız/ Uzaklardayım/ Çok uzaklarda… Şimdi uzakta/ Çok uzaklardaysam/ Işıksız, havasız bir zindanda/ Bileklerimde zincirden prangalarla/ Meraklanmayın/ O ateş durur orda/ Yanar yüreğim yanar/ Ortalık ışıyıncaya/ Demir eriyinceye kadar (Ateş, s. 101–105). Düşün/ Sen dışarıda göğüs germektesin/ Sevdalın içeride kucaklamakta zorlukları/ Yüreğiniz buluşur ortak dizelerde/ Özleminiz çağıldar/ Geçmiş, gelecek günler/ Gözlerinde yaşar (Acılar ve Sevinçlere Dair, s.9). Çağlı’nın şiirlerinde, bu karanlık dönemin puslu havasına tüm yönleriyle şahit olmak mümkün. Ancak Çağlı, şiirlerinde hep umut, sevinç, özlem ve dostlukları işleyerek faşizme karşı aldığı ve alınması gereken tutumu da ortaya koymaktadır. Elbette karanlık bulutları dağıtacak devrim fırtınası bir gün yeniden esmeye başlayacaktır: Bir fırtına kopar ansızın/ Geleceğin ilk damlaları düşer/ Bir yaz sağanağıyla (Yüreklerin Gezintisi, s.63). Onlar/ Bahar dallardır/ Tomurcuklarla yüklü/ Çiçeğe dönüşecek/ Onlar/ Alev kıvılcımları/ Yüreklerimizi Tutuşturacak/ Onlar/ Umudumuzun çiçekleri/ Karanlıkları yırtıp/ Yarına ulaşacak/ Bir gün/ Çiçeklerin açtığı bir bahar günü/ Göğsüne yatırdığın yiğitlerin/ Çatlatıp yüreğini/ Kızıl güllere dönüşerek/ Yeryüzüne çıkacak! (Umudumuzun Çiçekleri, s. 7) Gericilik yılları, burjuva ideolojisinin meydanı boş bularak şaha kalktığı yıllardır. Yenilginin getirdiği dağılma ve moral bozukluğu, devrimci yükseliş sürecinde dalgaya kapılarak devrimcileşmiş pek çok insanı da gerisin geriye savurur. Ama çekilen dalgaların sürükleyemediği deniz yıldızları kalır geride. Gerçekten de Marksizmi ve devrimci mücadeleyi işte bu bir avuç insan temsil etmektedir. İdeolojik mevzilerde kalarak direnen, mücadele geleneğini geleceğe taşıyan bu bir avuç Marksisttir. Lenin gericilik yıllarında, geleceğin büyük ateşini tutuşturacak alazları korumanın ve geleceğe taşımanın en büyük kavga ve görev olduğunun altını çizer. Ne var ki Türkiye’de bir zamanlar sosyalizmin şampiyonluğunu yapanlar, faşist darbeyle
gelen yenilgi ve moral bozukluğuna teslim olmakla kalmamış, sosyalizmin ölümünü ilan edip ona defin töreni de düzenlemişlerdir. Fakat Çağlı ve yoldaşları gibi devrimciler, acılarını sabırla bileyip devrimci mücadele halkasını geleceğe aktarma kavgası vermişler, fırtınanın sonunu anlatmışlardır. Burjuva ve küçük-burjuva ideolojilerine karşı devrimci Marksizmin bayrağını yükselterek mücadele geleneğini yarınlara taşıma kavgası Çağlı’nın şiirlerine şu dizelerle yansıyor: Bir adam/ Sımsıkı sarılır bir çocuğa/ Geleceğin masalını anlatır ona/ Aşağıda/ Çiğdem tarlalarında/ Bir ana/ Açlığı ve acıyı geçirir şişlerine/ Geleceği dokur oğullarına/ Bir erkek/ Bekleyişlerin sınırında/ Elinde karanfil goncasıyla/ telleri boyar kırmızıya/… Bir çocuk bekler sabırsızca/ Özlemle bekler bulutları/ Değiştirmek için gözündeki ıslaklığı/Şimşeğin ışığıyla…(Yüreklerin Gezintisi, s.61)
Kitap Dünyası
marksist tutum
“Bir parça olsun utanç”! Toplumsal ölçekte meydana gelen olayları bireysel düzeyde ele almamak veya bireysel sorunları bile gerçek sonuçlarına vardırıp toplumsal bütünle bağını kurarak irdelemek kişinin bilinç düzeyiyle alâkalıdır. Gerçek bir Marksist, gerçek bir kolektivist, yaşadıklarını bireysel değil, her küçük parçayı o büyük bütüne, yani toplumsal olana bağlayarak ve kapitalist sistemle bağını kurarak ele alır. Bir Marksist ve kolektivist olan Çağlı, 12 Eylül faşizminin yol açtığı acıları dile getirirken sadece kendi bireysel acılarını ya da ulusal düzeyde çekilen acıları değil, dünya ölçeğinde işçiemekçi kitlelerin ve bir bütün olarak insanlığın kapitalist düzen tarafından çektirilen acılarını dile getirmektedir. Onun yüreği, bir hamal veya inşatta çalışırken ölen bir işçi için burkulurken, Filistin’de taş atan ve İsrail kurşunuyla öldürülen çocuklar, mutlu bir yaşam peşinde koşarken okyanuslara gömülen Haitili işçiler veyahut Şili burjuva devletinin katlettiği devrimciler için de sızlar. O, zulmün önünde boyun eğmeyenlerdendir çünkü: Nefret ettim, ederim her an/ Kaderine esir olandan/ Ve eğilmemeyi öğrendim/ Zulmün önünde/ Kölenin ruhunu özgürleştiren/ Ölümsüz Spartaküs’ten! (Ateş, s. 104) Bir hamalın ölümünü anlattığı Utanç adlı şiirindeki dizeleri, aynı zamanda, insanlığın acıları karşısında utanç duymak gerektiğini de anlatmaktadır: Ne eski bir palto isteyebilir/ Ne sıcak bir aş/ Ne de taşınacak bir yük/ Bir tek dileği vardı sizden/ Bir parça olsun utanç! (s.90) Bugün Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de, Kürdistan’da ve dünyanın daha pek çok yerinde her gün yüzlerce insan öldürülüyor. Tahayyül sınırlarını zorlayan yöntemler kullanılarak işkenceler yapılıyor, insanlar aşağılanıyor ve açlığa terk ediliyor. Milyonlarca insan aç, sakat, evsiz ve hasta… Kara Afrika’da akbabalar, açlıktan can çekişen insanların ölümünü bekliyor. Doğa, kapitalizm tarafından katlediliyor ve gezegenimizde canlıların yaşam alanları böylece ortadan kaldırılıyor. Bir insanlık onuru taşıdığını söyleyip de tüm bu olup bitene sesiz kalanlara
37
Kitap Dünyası
marksist tutum
38
Çağlı anlamlı bir yanıt veriyor: Haklısınız/ Yerden göğe kadar haklısınız/ Bir onur taşıyorsunuz/ Yüreğinizde… İnsanlığın Onuru(!)/ Neden ses vermiyor bu onur/ Ve neden yaşarmıyor gözleriniz?/ Tam karşınıza geçmiş de “ONLAR”/ Bakarak gözlerinizin ta içine/ Kuşları değil/ İnsanları katlediyorlar! (Şaşkınlık, s.92) Eğer yaşananlar karşısında bir parça utanç duyamıyorsak, bu, kapitalizmin bizleri insanlıktan çıkartan derin bir yozlaşma ve yabancılaşmanın içine sürüklediği anlamına gelir. Bununla birlikte utanç duyan her kişi, “neden bunlar yaşanıyor” sorusunu sormalıdır; bu soruyu sormadan utanç duymak, olsa olsa kişinin vicdanını rahatlatır. Kişiler belki vicdanlarını rahatlatabilirler, ancak dünya ölçeğinde kapitalizmin sebep olduğu felâketler yaşanmaya devam edecek. Ne sömürü ortadan kalkacak, ne sınıflar, ne açlık ve yoksulluk ve ne de savaşlar ve ölümler! Ancak böylesi yaşamak değil, kapitalist sömürüye boyun eğerek yok oluşu beklemektir. Oysa Yaşamak…/ Yeşermek bitkiler gibi/ Yaşamak…/ Dönüşmek geleceğe/ Güçlü ellerle kavrayıp çelişkiyi/ Birlikte dövüşüp/ Birlikte büyütmek/ Geleceği… (Böylesi Yaşamak Değil, s.48) İşçi-emekçi kitlelerin tek kurtuluş yolu var: kapitalist dünya düzenini alaşağı etmek ve insanlığı bu sömürücü sistemden ve yok oluştan kurtarmak. İnsanlığın gerçek kurtuluşu ancak sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum olan sosyalizmle mümkündür! Belki de güneş batmayacak bir daha/ İnsanların gözlerine sevinçler sığmayacak… O zaman böyle geceler olmayacak! (O Zaman Böyle Geceler Olmayacak, s.43)
Sonsöz 12 Eylül’ün üzerinden 26 yıl geçti; 1980’de doğanlar çeyrek yüzyıllık bir süreyi arkalarında bırakmış durumdalar. Fakat faşizmin toplumsal düzeyde açtığı yaralar kapanmadığı gibi, işçi sınıfının devrimci yükselişini kesintiye uğratan bu karşı-devrimden, onun topluma giydirdiği rejimden hesap da sorulmuş değil. Elbette bu hesabı sorabilecek olanlar düzenin liberal burjuva güçleri değil, devrimci işçi sınıfıdır. Ancak işçi sınıfı hâlâ 12 Eylül’ün ölü toprağını üzerinden atabilmiş değil; ne yazık ki örgütsüz, dağınık ve devrimci bir önderlikten yoksun. Mücadele geleneğinin aktarma kayışları koptuğundan ötürü sınıfımızın geniş kitlesini meydana getiren genç kuşaklar tarihsel hafızadan yoksunlar. Burjuva ideolojisiyle yoğrularak büyüyen genç kuşaklar ne sınıfın mücadele tarihinin ne de kendi muazzam güçlerinin farkındadırlar. Unutmamak gerekiyor ki, burjuvazinin hafızalarımızdan silmeye çalıştığı şey, işçi sınıfımızın şanlı mücadeleleridir. Unutturulmaya çalışılan şey: grevler, direnişler, fabrika ve üniversite işgalleri, işçilerin ve öğrencilerin politikleşerek kendi muazzam örgütlü güçlerinin farkına varmaları, kapitalist sistemi sorgulamaları ve onu değiştirmek üzere devrimci mücadeleyi yükseltmeleridir. 1980 öncesinde işçiler örgütlüydüler ve patronlar karşısında bugün olduğu gibi örgütsüz, dağınık ve korkarak değil, kafa tutarak duruyorlardı. Bugün ise, işçiler örgütsüz ve bilinçsizler, dolayısıyla da ne güçlü sendikaları ve ne de siyasal örgütleri var. Orduyu iş başına çağıran burjuvazinin gerçek amacı yukarıda genel hatlarıyla sıraladığımız durumu yaratmaktı ve bunu başarmıştır da. Her bilinçli devrimci işçi, burjuvazinin işçi sınıfına karşı giriştiği karşı-devrimci saldırıyı, hafıza silme operasyonunu asla unutmamalıdır. Edindiğimiz Marksist bilinci, sınıfımızın devrimci coşkusunu ve sınıfsal kinini diğer işçilere taşımalı ve burjuvazinin kanlı ve karanlık yüzünü teşhir etmeliyiz. İşçi sınıfının ödediği ağır bedellerin ve 18 yaşında, henüz ömrünün daha ilk yıllarında burjuva devletin öldürdüğü onlarca devrimci civanın intikamını elbet bir gün burjuvaziden alacağız. Karanlığın bağrını yırtarak kızıl bayrağı bugüne taşıyan Elif Çağlı ve yoldaşları gibi devrimcilerin hakkını ancak bu şekilde ödeyebiliriz. Biz bilinçli işçiler, Çağlı’nın aşağıdaki dizelerini bir şiar olarak yükseltmeli, hayata geçirmeli, içselleştirmeli ve nasıl bir devrimci mücadele vermek gerektiğini bu dizelerden öğrenmeliyiz: Ne fark eder?/ Ya elimde kızıl bir bayrakla/ Karşılayacağım seni/ Ya da o gün yoldaşlar/ Kızıl bir karanfil dikecekler/ Başucuma…(Umudum, s.47)
Kapitalizmde İnsan Ticareti Ilgın Çevik
K
apitalizmde 100 dolara ne alabilirsiniz? Örneğin, Sudan’da 90 dolara bir köle satın alabilirsiniz (hatta 1990’da savaş nedeniyle bu fiyatın 15 dolara kadar düştüğü de belirtilmektedir). Bugün dünyada alınıp satılan, esir edilen, şiddet gören, sırtından para kazanılan 27 milyon köle olduğu tahmin ediliyor. Kapitalizmin bizlere reva gördüğü ya ücretli kölelik ya gerçek köleliktir. Kötünün iyisine katlanmayı tercih edip yaşananlara göz yumanlar zihinlerinde ve yüreklerinde çoktan köleleştirilmişlerdir. Geçmişte milyonlarca insan köleleştirilerek, esir alınarak zenginlere satıldı. Bugün de durum farklı değil, bugün de özgür insanlar, çocuklar kaçırılarak zorla çalıştırılıyorlar. Geçmişten farklı olarak kölelerin ürünleri küresel ekonomide yerini alıp borsalarda dolaşıma girerken, kaçırılanların, rehin alınanların ne kadar yaşadığı ve üzerlerinden ne kadar kâr elde edildiği bilinmiyor. Ancak şu bir gerçek, uluslararası köle ticaretinin mağdurlarının yarınlara dair bir hayalleri yok. Köleliğe karşı tepki vermekten, örgütlenmekten, seslerini duyurmaktan mahrumlar. Kaba dayak, küfür, hakaret, ölüm tehditleri yaşamlarının bir parçası. Hepsi bambaşka yaşam öyküleriyle yüklü. Kapitalizmde iyi bir yaşam vaadiyle ya da iş umuduyla ve hatta sıradan bir günde apansız kaçırılmışlardı. National Geographic dergisindeki bir makalede, kaçırılan kölelerden birinin öyküsü şöyle anlatılıyor: Victoria daha 20’sinde uluslararası köle ticaretinin mağdurlarından biri. Victoria’nın serüveni 17 yaşında, eski Sovyet Cumhuriyeti Moldova’nın ekonomik açıdan çökmüş başkenti Kişinev’de okulunu bitirir bitirmez başlamış. “Ne iş vardı ne de para” diye açıklıyor sadece. Bu yüzden bir arkadaşı –“en azından ben arkadaşım olduğunu düşünüyordum” diyor– Türkiye’deki bir fabrikada iş bulmasına yardım edebileceğini söylemiş, o da bu fırsatın üzerine atlayarak arkadaşının Romanya üzerinden arabayla kendisini götürme teklifini kabul etmiş. Ama batıya, Sırbistan sınırına doğru götürüldüğünü fark etmiş. Yaşamının 3 yılını esaret altında geçirmiş. Hapsedilerek, özgürlüğü kısıtlanmış ve şiddet yoluyla denetim altında tutularak zorla çalıştırılmaya zorlanmış. İki yıl boyunca farklı genelev sahipleri tarafından 1500 dolara 10 kez satılmış. Sonunda 4 aylık hamileyken kürtaj korkusuyla kaçmış ve Bosnalı bir grup kadının yanına sığınmışken bulunmuş. Victoria bir meta gibi alınıp satılan ve hiçbir hakkı olmayan dünyadaki tahminen 27 milyon erkek, kadın ve çocuktan sadece biri.
Tarih boyunca işçi sınıfı için yasaların pek bir şey ifade etmediğini, burjuvaların da kendi koydukları yasalara çoğu kez uymadıklarına tanık olduk. Yasalar her zaman egemenleri korudu. Burjuvazinin işçi sınıfının önüne her dönem dikilen ka-
nunları, söz konusu insan ticareti olunca işlemiyor. Kölelerin nerelerde alınıp pazarlandığı, köle köylerinin nerelerde kurulduğu ve uluslararası kaçakçılık yapan şirketler belliyken, burjuvazi üç maymunu oynuyor. Burjuva devletlerin sınırları ve güvenlik şeritlerinin arasından her yıl binlerce insan alınıp satılıyor. Satılan kadınların önemli bir bölümü seks köleleri haline getiriliyor. Birleşmiş Milletler’in kölelik ve insan ticaretiyle mücadele uzmanlarından biri olan profesör Kavin Bales, araştırmasına, “kölelik bu kadar saklı mı? Neden hiç kimse farkında değil?” sorularını sormakla başlıyor. Neticede, “dünyanın dört bir yanında kullandığımız çatal bıçaktan, gardırobumuzdaki giysilere kadar birçok şeyde köleliğin izi, kölelerin emeği var. Ve tarihin en büyük köle nüfusu 27 milyon köle, emeklerinin karşılığını alamadan hiçbir sosyal güvenceleri olmadan, bir kuruş para almaksızın, ‘bozulduklarında’ yenileri ile değiştirilmek suretiyle çalışıyor, çalıştırılıyorlar” diyerek küresel ekonomide kölelerin yeri üzerine çok somut veriler aktarıyor. Seks kölesi haline getirilen kadınların bedenlerinden, günde 15 ilâ 30 arasında ilişkiye zorlanarak 2250 dolar, yılda 765 bin dolar kâr elde ediliyor. Kapitalist sistemin egemen olduğu her yerde, köle ticareti mağdurlarına rastlamak mümkün. Bu kadınlar kendi istekleri dışında, zorla kaçırılarak, alınıp satılarak, cinsel ilişkiye ya da bir işte çalıştırılmaya zorlanıyorlar. Burjuva devletler insan ticaretini bir sorun olarak görmüyor. Tüm bunları yaşayan kadın, erkek, çocuk köleler ya hastalıktan ölüyor ya da bu çirkefliğe katlanamayarak akıl sağlığından oluyor ve intihar ediyorlar. Birçoğu karşı koyduğu için işkencelere maruz kalıyor. Çocuk köleler cinsel tecavüze maruz kalırken birçok pis, zor ve ağır işte zorla çalıştırılarak ve çoğu kez sakatlanarak kullanılıyorlar. Çocukların bazıları zorla kaçırılırken bazıları da açlığın, sefaletin olduğu ülkelerde iyi bakılacakları, eğitilecekleri, iş sahibi olacakları düşüncesine kanan aileler tarafından insan tacirlerine satılıyorlar. Bedenlerine hükmedilen bugünün kölelerinin geçmişten tek farkı, ayaklarına demir pranga vurmak yerine, kameralı dijital demir kapılar ardında tutuluyor olmaları. İşçilerin, gençlerin, ezilen ulusların üzerine ordusunu, polisini göndermekte, kendi kanunlarını işletmekte gecikmeyen burjuvazi, uluslararası insan ticaretine dokunma gereğini pek duymuyor. Aşırı üretimin olduğu, sefaletin kıtlıktan değil bolluktan kaynaklandığı ve bu bolluktan sadece burjuvaların nasiplendiği kapitalist sistemde, açlığın, köleliğin, fuhuşun kimler için kader olduğunu anlamak güç değil. İnsan ihtiyaçları temelinde örgütlenmeyen bu sistemde sınıfsal uçurumlar kendini inanılmaz örneklerle gözler önüne seriyor.
39
Haziran 2006 • sayı: 15
marksist tutum
Kölelik, alınan tüm kararlara, yasalara karşın kaldırılabilmiş değildir. Meselâ ABD’de, 2000 yılında, İnsan Ticareti ve Şiddeti Kurbanlarını Koruma Yasası çıktı. Bu yasa ile zorla, hileyle ya da baskıyla, gönülsüz kulluğa, köleliğe, esarete tâbi tutmak amacı ile istihdam yasaklandı. Dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkesinde, 2000 yılına gelindiğinde bile hâlâ böyle bir yasanın çıkarılma ihtiyacının hissedilmesi, dün sorunu çözemeyen burjuvazinin bugün de aynı sorunları çözemediğinin başlı başına bir kanıtıdır. Bugün kölelik karşıtı birçok sivil örgütü, kurumu sayabiliriz: Uluslararası Kölelik Karşıtı Örgüt, Köleliğin ve İnsan Ticaretinin Durdurulması İçin Koalisyon, UNİCEF, Koruma Projesi vb. Ancak unutmayalım ki, kapitalist sistemin kendisine karşı olunmadan sistem içindeki bozuklukları düzeltmek de mümkün olmayacaktır. Bu sistemin sefaleti getirdiği ve getireceğini göstermek için, dudak ısırtan, insanın kanını donduran sayısız örnek olduğunu biliyoruz. Ancak burjuvazi ve onun iktidarının ideolojik aygıtları her seferinde bu örnekleri devede kulak göstererek bu pisliklerinin üzerini örtmeye ve bireyleri tek tek suç-
layarak sistemdeki çelişkiyi geçiştirmeye çalıştılar. Bu sistem her seferinde aklanarak bir yandan çocuklar, kadınlar, diğer yandan “kötü adamlar” suçlandı. Burjuvazi kendini yasalarıyla aklayıp yasadışı çalışmaya devam etti. Sermayedarların ayakta kalabilmek ve sistemin devamını sağlamak için giriştikleri kâr savaşları, talanlar, katliamlar ve kıyımlar ortada. Ölenler, fuhuşa zorlananlar ve köle olarak satılanlar, hep işçi sınıfı ve yoksul halkın çocukları olmuştur. Bir alandaki örgütsüzlük birçok alana yansıyor. İşçi sınıfının örgütlü gücünü karşısında görmedikçe burjuvazi her türlü barbarlığa devam edecektir. Çözüm, ücretli kölelik de dâhil insanın insana kulluğunu toptan kaldıracak olan işçi sınıfının kendi örgütlülüğünü dünya çapında kurmasıyla ve kapitalist sistemi yıkmasıyla mümkün olacaktır. Bütün bunlara ancak sosyalist bir dünya için mücadele ederek karşı koyabiliriz. Elleri bağlı, tutsak, zorla çalıştırılan, ölüme terk edilen, fuhuşa zorlanan, kanları emilen 27 milyon köleye ancak yüreğini, beynini Marksizmle dolduranlar ve kapitalizme karşı mücadele edenler yardım edebilirler.
Çirkef: Nereye Kadar? 8 bin insan denince aklınıza ne geliyor? Bir kasabanın nüfusu mu? Bir miting alanında toplananlar mı? Birkaç günden beridir bu rakam kafamda dönüp duruyor. Beynimde bir çığlığa dönüştü bu rakam, yüreğimde isyan oldu. 8 bin insan! Sadece bir rakam değil, kilometre değil, santigrat derece değil, akarsu debisi değil, 8 BİN İNSAN! Bu rakam dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin’de her yıl idam edilen insan sayısı. Tam 8 bin kişi. Evet yanlış okumadınız. Çin’de her sene ortalama 8 bin kişi idam ediliyor! Hepsi bu kadar mı? Elbette hayır! Bu sözde “Halk Cumhuriyeti”ndeki idamların sayısının kimlerin yüzünü güldürdüğü İngiliz basınını bir süre meşgul etti. Gazeteler idam edilen mahkûmların böbrek ve karaciğerlerinin Japon simsarlar tarafından alınıp parası bol ama sağlığı bozuk ya da gençlik heveslisi Japonlara satıldığını yazdı. Çin’de organ satmak yasak olduğundan bu iş simsarlar tarafından yapılıyor. Bir böbrek 80 bin YTL iken bir karaciğer 190 bin YTL tutarında. 8 bin karaciğer, 16 bin böbrek. Bir idam, bir karaciğer, iki böbrek! Bir idam, bir karaciğer, iki böbrek ve 350 bin YTL! 8 bin idam, 8 bin x 350 bin YTL. Bu konu 1981’den beridir hep gündemde olmasına rağmen Çin’in egemenleri tarafından örtbas edilegelmiş. Hiçbir hükümet bu konuya dair bir şey yapmamış. Aslında bu kadar akıldışı bir sistemin egemenleri olarak kendilerinden beklememiz gerekeni yapıyorlar. Bize sınırsızca çirkef sunabilirler, yeter ki böyle kârlı olsun! Çin “Halk” Cumhuriyeti yerine “Çin İdam Cumhuriyeti” dedirtecek bir gerçek var karşımızda. Ama bu gerçekler sadece Çin’e özgü değil elbette. Organ mafyası tarafından kaçırılıp öldürülen, organları sökülüp alınan insanlar var dünyanın dört bir yanında. Varlıklı sınıfların mensupları için işleniyor bu cinayetler. İsrail’de ne kadar çok kapitaliste organ nakli yapıldığının haddi hesabı yok. Düşün, o sensin! İdama giderken lanet ettiğin bu dünyada senden bir parça başkasının yaşamı ve gençliği için rezerve edilmiş. O başkası ki, seni hayattayken de parça parça etmiştir. İliklerini sömürerek sürdüğü sefahat senin rüyalarına bile gireme-
40
miştir. Organ mafyasının rastgele avı sensin. Gözlerine kestirmişler. Seni bir insan olarak değil, iki böbrek, bir karaciğer olarak görüyorlar. Parçalanacaksın. Peşkeş çekilecek hücrelerin, organların, yaşamın bir burjuvaya. Alan da memnun olacak satan da. Senin bir yaşamın olduğunu, sevdiklerini, sevenlerini, yaşama katmak istediklerini, yaşamla kavganı hiç umursamayacaklar. Düşünün, onlar biziz! Bedenleri de hayatları gibi parça parça edilenler bizleriz. Cesetlerimizden bile devasa kârlar ve uzun bir ömür elde edenler de onlar. Biz hiç uzlaşabilir miyiz? Biz düşman değil miyiz? Bunu kim inkâr edebilir, biz tam da savaşın ortasında değil miyiz? Alın terimizle ürettiklerimizin, her duygunun, insani olan her şeyin alınıp satıldığı bu dünyanın böyle geldiğini ve böyle de gideceğini söylüyorlar. Bu doğru mu? Biz bunlara daha fazla katlanabilir miyiz? Bize “hayat mücadele ederek geçirilemeyecek kadar kısa, sadece kendinizi düşünün, gününüzü gün edin” diyorlar. Hangi günü gün etmek? Hapishanede idam beklerken geçen günü mü? Organ mafyasının ölümümüzü hızlandırmak için elinden geleni yaptığı günlerimizi mi? Maden ocağında güneşi bir kez bile görmeden biten günü mü? En az sekiz saatini bir fabrikanın dört duvarı arasında ve geberesiye çalışarak geçirdiğimiz günü mü? Başımıza bombaların yağdığı sığınaksız günü mü? Hangi günümüzü gün edecekmişiz? Soruyorum size; böyle günler mi hak ediyoruz biz? Bu soruya benliğinin en derinlerinden bir isyan yükseltmeyenlere söylenecek bir çift söz var: Siz ölüsünüz! Gün isyan günüdür diyenler! Kırın zincirlerinizi! Savaşın tam orta yerindeyiz. Tarihte hiçbir savaş kendi başına verilmemiştir. Savaş için ordu gerekir. Biz bir ordu olmalıyız. Burjuvaziyi yüzyıllardır süren saltanatından edecek, insanlığı kurtarmak için yolu açacak olan işçi sınıfının bilinçle ve cesaretle donanmış ordusu. Tarih ve yaşam bu orduyu bekliyor. İnsanlığın dinmek isteyen acıları bunu bekliyor. Omuz omuza dövüşenler aralarına katmak için seni bekliyor! İstanbul’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
Nepal’de Halk Krallığı Salladı Çiğdem Kozlu
N
epal’de krallığa karşı yürütülen çeşitli mücadeleler, Nisan ayında yapılan genel grev ve çatışmalarla doruk noktasına ulaştı. Köşeye sıkışan kral, Nepal halkının kararlı mücadelesinin sonucu olarak şu açıklamayı yaptı: “Çok partili demokrasiye ve anayasal monarşiye bağlıyız. Halkın egemenliğini halka devrediyoruz. Çok partili demokrasiyi koruyarak yeniden barış ve düzeni tesis edebileceğimizi umuyoruz.” Çin ile Hindistan arasında sıkışmış 25 milyon nüfuslu bu ülkede 1990 yılında anayasa yeniden düzenlenmiş, monarşi yasal hale getirilmiş ve çok partili sisteme geçilmişti. Ne var ki, düzenin bu geçiştirici adımları, halkın yaşantısında bir değişikliğe yol açmadı. Özgürlükler tanınmadı, haklar verilmedi. Krallığın despotizmine karşı demokrasi isteyen Nepalli işçi ve emekçiler, askerin ve polisin ağır saldırılarına uğradılar, sokaklarda insanlar tarandı, evleri basıldı ve 10 yılda tam 13 bin insan katledildi. Bu baskıcı ortam, muhalif partilerin, özellikle de Nepal Komünist Partisi (Maoist)’in yürüttüğü gerilla savaşının Nepal halkı arasında yankı bulmasına yol açtı. Gerilla hareketinin güç kazanması sonucunda, Kral Gyanendra, gerillalara karşı yeterince mücadele etmediği gerekçesiyle 15 ay önce hükümeti feshetti ve tüm yetkileri kendi elinde topladı. Nepal halkına karşı saldırılar tırmandırıldı. Ama halk kralın bu hamlesine grevlerle, çatışmalarla meydan okuyarak cevap verdi. Gerillalar hükümetin görevden alınması ile daha önce tek taraflı ilan ettikleri ateşkesi kaldırdılar ve silahlı eylemlerine yeniden başladılar. Karakolları, meclis binalarını bombalayıp, hapishanedeki 100’den fazla mahkûmu serbest bıraktılar. Kasım 2005’te muhalif partilerin NKP(M) ile iletişime geçerek, ateşkes ilan etmesini ve bu süreçte demokratik sürecin tesis edilmesini talep etmelerinin ardından, NKP(M) tek taraflı ve başkent Katmandu ile sınırlı bir ateşkes ilan etmişti. Fakat kral bununla yetinmeyerek ateşkesin tüm ülkeyi kapsamasında ısrarcı olmuştu. Muhalif partilerin burjuva demokrasisini barışçıl yollarla tesis etme düşleri, ordunun baskısının
daha da artmasıyla sonuçlanmıştı. Egemenlerin tahammülsüz yüzü Ocak ayında bir kez daha ortaya çıktı ve demokrasi talebiyle yapılan eylemlere acımasızca saldırılıp kitle üzerine ateş açıldı. Bu olaya yönelik tepkilerin geniş yığınlara yayılmasını engellemek ve dış dünyaya haber akışını durdurmak için tüm telefon ve internet hatları kesildi. Bu azgın saldırılar sonucunda gerillalar ateşkesi kaldırdılar ve Mart ayından itibaren çatışmalar şiddetlendi. Nepal’de bu çatışmaların yanı sıra, 6 Nisan tarihinde demokrasi talebiyle başlayan grev önemli bir adım oluşturuyordu. Muhalefet partilerinin ve NKP(M)’nin çağrısıyla başlayan genel greve binlerce kişi katıldı. Greve öğrenciler, avukatlar, öğretim elemanları da destek verdi. Yapılan gösterilerde 100’e yakın öğretim görevlisi gözaltına alındı, avukatların üzerine ateş açıldı. Grevin ikinci gününde polis yine saldırdı, yüzlerce kişi gözaltına alındı ve tutuklandı. Nepal’de tutukluluk halinde insanlar 90 gün hiçbir hukuki işlem yapılmadan bekletilebiliyor, yani 90 gün boyunca rahat rahat işkenceden geçirilebiliyorlar. Krallığın bu fütursuz baskıcı tutumu halkı yıldırmamış ve sokağa çıkma yasağına ve çıkıldığı takdirde vurulacakları uyarısına rağmen Nepalli işçi ve emekçiler mücadeleyi yükseltmekte tereddüt etmemişlerdir. 11 Nisandan itibaren, gösterilerde doğrudan krallık hedef alınmaya başlandı ve kral alaşağı edilinceye kadar mücadeleden vazgeçmeyeceğiz diyerek kararlılıklarını gösteren Nepalliler sonunda krala geri adım attırmayı başardılar. Kral, Nepallilerin bu militan mücadelesi sonucunda, “halkın egemenliğini halka veriyoruz ve barışı tesis edeceğiz” açıklamasını yapmak zorunda kaldı. Tüm bu manevralar elbette Nepal halkının mücadelesini sönümlendirmek ve tahtı korumak amaçlıydı. Egemen sınıf, işçi ve emekçilerin yükselen hareketini ezmek için her zaman başvurulan yollara başvurdu: zor yoluyla elde edemediğini, geçici tavizler verip kitlenin ateşini soğutarak elde etmeye çalıştı. Önce azgın bir saldırıyla hareket ezilmeye çalışıldı, ardından işin iyice rayından çıktığı görüldüğünde, kral kardeşlikten dem vurarak, halkı yatıştır-
41
Haziran 2006 • sayı: 15
marksist tutum
maya ve böylelikle tahtını kaybetmemeye çalıştı. Krallığın, eylemlerin yapılacağı gün sokağa çıkma yasağı ilan etmesi, yasağa rağmen sokağa çıkanların vurulacağını açıklaması ve insanların buna rağmen sokaklara daha kalabalık kitleler halinde akın etmesi, işçi ve emekçilerin inandıkları takdirde neler yapabileceğini ve neleri göze alabileceklerini bir kez daha gözler önüne seriyor. Ne var ki, Marksist bir önderlikten ve doğru bir mücadele hattından yoksun olan her kitle hareketi gibi, bu militan hareket de egemen sınıfın ayak oyunlarına ve muhalefet örgütlerinin uzlaşmacı politikalarına kurban gitmiştir. Kuşkusuz önemli bir mücadele deneyimine dönüşerek ve kitlelerin hafızasında derin bir iz bırakarak!
İktidar halka mı geçti? Bütün bu mücadelenin sonucunda, Nepal kralı, seçimlerin yapılacağını, muhalif olan yedi partinin hükümeti kuracağını, bu partilerden başkanlarını belirlemelerini istediğini, ancak hükümet kuruluncaya kadar yetkilerin kendisinde olacağını açıklamak zorunda kaldı. Muhalefet partilerinin liderleri ilk etapta kralın yaptığı açıklamaları tatminkâr bulmadıklarını belirtmelerine rağmen, daha sonra hükümet kurma çalışmalarına başladılar ve ilk beyanatları gerillalarla uzlaşacakları oldu. Gerillalar ise 3 aylık ateşkes ilan ettiklerini açıkladılar. Sonuçta, kralın halk ayaklanmasıyla devrilmesine ramak kala, tüm düzen partilerinin büyük çabaları sonucunda Nepal’de krallık olduğu yerde kalabilmiş, kitleler yine büyük bir ihanete uğramışlardır. Bütün bunlara rağmen, bazı gazeteler “Nepal’de halkın iktidar olduğu” şeklinde manşetler atabi-
liyorlar. Oysa yaşananları doğru tahlil etmek ve olanların adını doğru koymak zorunludur. Nepal’de yıllardır monarşiye karşı yedi muhalif yasal parti ve NKP(M) öncülüğünde mücadele yürütülmektedir. Bunların tümünün talebi, krallığın yerine bir parlamenter cumhuriyetin kurulması, anayasanın bu temelde yeniden düzenlenmesidir. Verilen mücadelenin sınırları tümüyle bu talepler ışığında ve kapitalizm çerçevesini aşmayacak şekilde çizilmiştir. Hal böyleyken, yani önderlik edenlerin politik hedefleri kapitalizmin ötesine taşmazken, yaşanan halk ayaklanması gerçekliğine bakarak, gerek harekete gerekse önderliğe olduğundan daha ileri misyonlar biçmek doğru değildir. Kralın, “halkın egemenliğini halka veriyoruz” açıklaması klasik, süslü bir egemen sınıf açıklamasıdır. Her şeyden önce, parlamenter düzenin tekrar tesis edilmesinin “halkın egemenliği” ya da “halkın iktidarı” olarak yansıtılması, tam da egemenlerin halkın gözünü boyama çabalarına hizmet etmektedir. Nepal’de düzenin temellerine dokunulmamış, yalnızca biçimsel bir değişiklik söz konusu olmuştur. Üstelik bu, 15 ay öncesine geri dönüşün bir adım ötesine geçmeyen bir değişikliktir. İşçi ve emekçilerin mücadeleleri bu noktada şimdilik durmuş gözükmektedir. Ve çok açıktır ki, tıpkı dün olduğu gibi bugün de, egemen ve iktidarda olan işçi ve emekçi halk değildir! Nepal’de geçici bir rahatlama yanılsaması yaratılsa da, kapitalist sistemin kendisi yerle bir edilmediği takdirde gerçek demokrasinin tesis edilemeyeceği ortadadır. Gerçek kurtuluş, gerçek demokrasi, ancak işçi ve emekçilerin devrimci mücadelesiyle kurulacak bir işçi-emekçi sovyet devleti ile mümkündür.
AB ve Avrupa Demokrasisi Burjuvalar AB’ye nasıl bakıyor? Biz işçiler nasıl bakmalıyız? AB deyince yediden yetmişe herkes bir taraf tutuyor. AB, İkinci Dünya Savaşı sonrası yükselen ABD ekonomisine karşı Avrupa ülkelerinin kurduğu ekonomik bir birliktir. Kapitalist toplumda yaşadığımıza göre, bu sistemin motoru rekabet olduğuna göre, bu birlik bize yani işçilere özgürlük, refah ve sosyal kazanımlar getirebilir mi? Tersine her gün budanan haklarımıza biraz daha saldıracaklar. 1980 askeri darbesini yaşamış TC’de insanlar, AB deyince, maaşların düzeleceğini, özgürlüğün ve refahın geleceğini umuyorlar. Televizyondan gösterilenlere bakıp, AB’ye girdiğimizde biz de demokratik haklar kazanacağız diye beklentiler içindeler. Toplumun yüzde sekseni okuma, anlama konusunda zayıf, çünkü kapitalist sistem onları sadece çalışmaya yönlendiriyor. 380 YTL gibi komik bir ücrete 12-16 saat çalıştırılıyorlar. Durum bu olunca ve doğru kanallardan okuyup öğrenme olanakları son derece kısıtlı kalınca, kulaktan dolma bilgilerle yorum yapılıyor. Tabii ki bu bilgiler işçilere kapitalistlerin medyası tarafından veriliyor. TC’de insanlar, kapitalistlerin sözcüleri olan hükümetlerin, milletvekillerinin ve medyanın ağzından düşmeyen “Avrupa’da bolluk” söylemi nedeniyle, AB’nin iyi bir şey olduğuna kanaat getiriyorlar. Oysa orada da işsizlik, faşizan uygulamalar, siyasi baskı gibi sorunlar yaşanıyor, ücretler ve sosyal haklar tırpanlanıyor, alım gücü sürekli olarak düşüyor. İşçi sınıfı yüzyıllar boyunca vermiş olduğu mücadeleler sayesinde elde ettiği ka-
42
zanımlarını, şimdi bir bir kaybediyor. AB konusunda biz işçilerin tutumu ne olmalıdır? Evetçi mi, hayırcı mı ya da başka bir şey mi? Evetçiler belli büyük sermaye gruplarında (Koç, Sabancı, Çukurova vs.) temsil buluyorlar, hayırcılar ise askeri-sivil bürokrasi, MHP, CHP vs.’de. Büyük sermaye neden evet diyor? Çünkü sermayesini genişletti ve artık dışa açılmak istiyor. Hayır diyenler ise uluslararası sermaye ile rekabet edemeyeceklerinden ulusal sınırlar içindeki koruma kalkanlarından vazgeçmek istemiyorlar. Peki biz işçiler ne tarafta olmalıyız? Bizler için hiçbir şey değişmeyecek, bizler yine 380 milyon gibi bir açlık ücreti karşılığında fabrikaya tıkılıp dünyanın üretimini yaparken kapitalistler zenginliklerine zenginlik katacak. Oysa bizim çıkar yolumuz kapitalist bloklar değil, kendi sınıf siyasetimizi yükseltmektir. Yani Marksizme sarılıp, onu bütün işçilere anlatıp, onlara gerçek kurtuluş yolunu göstermeliyiz. Kapitalist bloklardan medet ummak büyük yanlışlık olur. Biz Marksizme sahip çıkıp, sınıfımızın mücadelesinin bize sunduğu deneyimleri bilince çıkarıp, kapitalizmi tarihin çöp sepetine atacağız. Nâzım’ın dediği gibi, “dünya öküzün boynuzunda değil, ellerimizin üzerindedir”. Marksistler olarak bizler, kapitalist birliklerin karşısına dünya devrimini ve enternasyonalizmi koymalıyız, onu geliştirmeliyiz. Kapitalistlerin demokrasisi, insanlığa yalnızca ölüm, açlık, felâket getirir. İşçi kardeş, sınıfını bil ve sınıf savaşımına katıl! Gebze’den bir metal işçisi
Cevahir Deri İşçileriyle Söyleşi Yaklaşık altı aydır, patronun, silahlı faşist çetelerin saldırılarına, soğuk kış aylarına ve jandarma baskısına rağmen direnişlerini sürdüren, direnişleriyle Tuzla deri organize sanayi bölgesinin patronlarının yüreklerine korku, deri işçisi kardeşlerineyse umut aşılayan Cevahir Deri işçilerine destek ve dayanışma ziyaretinde bulunduk. Bu ziyarette onlarla yaptığımız söyleşi aşağıda yer alıyor. MT: Fabrikanızda ürettiğiniz deri hangi alanlarda kullanılıyor? Ayakkabı, çanta, kemer, döşeme, giyim malzemesi olarak kullanılıyor. Hem yurt içine hem de yurtdışına üretim yapılıyor. MT: Fabrikanızın kaç yıllık geçmişi var? Patronunuzun başka yerde fabrikası var mı? Burada ve/veya diğerlerinde daha önce sendikalaşma deneyimi yaşandı mı? Fabrika daha önce Gerede’de faaliyet sürdürüyordu. Tuzla’da ise bir yıllık geçmişi var. Fakat bu meslek patrona babadan kalma olduğu için 50 yıldır bu sektörde. Gerede’de de üretim devam ediyor. Kimya ve mermer fabrikası da var. Kargo şirketi, kot fabrikası da var. Patronun ilk defa bu fabrikasında sendikalaşma yaşanıyor. MT: Kaç işçi çalışıyor? Çalışanların yaş ortalaması kaç? Kadın işçi var mı? 45-50 civarında çalışan var. Çalışanlar 18-60 yaşları arasında. 20 kadın çalışan var; bunlardan 5’i direnişte yer alıyor. MT: Ortalama çalışma süresi ne kadar? 8 saat çalışıyoruz. MT: İşverenin işçilere karşı tutumu nasıldı? Ne tip sorunlar yaşıyordunuz? Kölelik düzenini sürdürmeye çalışıyordu. Taşeron üzerinden sigorta yapıyordu. Fabrika bünyesinde 4 ayrı şirket vardı ve her ay çalışanlar farklı şirketlerde gösteriliyordu. Sigortasız çalıştırılanlar da vardı. MT: İçinizde daha önce sendikalaşma deneyimi olan var mı? Direnişte olan 15 arkadaşımız daha önce de aynı süreci yaşamış. Daha önceki deneyimlerden aldığımız derslerle bu direnişe başladık. Daha önceki yerlere sendikayı getirdik; buraya da getireceğiz. Örgütsüzlüğün ne demek olduğunu biliyoruz. MT: İşçilerin sendika üyeliği konusundaki ilk tepkileri nasıldı? Duyarsız insanlar hâlâ içeride çalışıyorlar. Sendikaya inananlarsa dışarıda. MT: Nasıl sendikalaştınız, süreç nasıl gelişti? Daha önce diğer fabrikalardan tanışık olduğumuz için 15 gün boyunca kahvehanelerde konuşup tartıştık ve bu karara vardık. Aynı semtlerde oturmanın ve aynı memleketli olmanın avantajı oldu. İçeride oturma eylemleri yapıldı. Ve patron tek tek işçileri çağırıp sözleşme imzalatmaya çalıştı. Bu sözleşmede şu tür maddeler yer alıyordu: Çıkarken hiç-
bir hak iddia edilmeyecek; 2 yıl boyunca deri sanayiinde patrondan izinsiz çalışılmayacak, çalışıldığı takdirde İstanbul Hukuk Mahkemesi’nde tazminat davası açılacak; anne, baba öldüğünde bir gün izin verilecek, fakat bir güne 3 günlük ücret kesilecek; Cumartesi-Pazar çalışıldığında herhangi bir mesai ücreti ödenmeyecek, ödenecekse de bunu patron belirleyecek; Cumartesi işe çağrıldığında işçi işe gelmezse işten atılacak veya 3 yevmiye kesilecek; yıllık zammın olup olmayacağına işveren karar verecek, zam miktarı işverende gizli kalacak. Bu sözleşmeyi imzalamadığı için 6 kişi işten çıkarıldı ve ardından 22 kişi daha sözleşmeyi imzalamadığı ve diğer işten çıkarılanlara destek verdiği, oturma eylemi yaptığı için işten atıldı. MT: Sendika mücadelesi başlamadan önce işten atılmalara ve olası bir direnişe hazır mıydınız? Sürecin bu yönde gelişeceğini tahmin ediyor muydunuz? Bir direniş komitesi kurdunuz mu? Direniş fonu oluşturdunuz mu? Daha önce Gerede’de işçiler sigortasız, yemeksiz, yevmiye hesabı çalıştırıldığı için böyle bir sonuca hazırlıklıydık. Fakat patronun silahlı adam tutmasını beklemiyorduk. Fon oluşturmadık. İçimizden beş arkadaşımız komitede yer alıyor. Bu komite fabrikanın dışında işçi arkadaşlarımızın evlerine gidip kahvehanelerde ve derneklerde işçilerle görüşüp, arkadaşlarımızı üye yaptı. MT: Sendikanızdan gerekli desteği alıyor musunuz? Sendikamızdan yol, yemek ve maaş alıyoruz. Deri-İş’te örgütlü olan fabrikalarda çalışan işçilerden destek amaçlı 5 YTL bu direnişe fon ayrılıp bizlere aktarılıyor. MT: Patrondan talepleriniz neler? İşimizi sendikamızla birlikte geri istiyoruz. İnsanca yaşamak istiyoruz. Anayasada yazılı olan sendika özgürlüğü maddesine uyulmasını istiyoruz. Deri sanayiinin kuralları var, bu kurallara uymazsa patronun Gerede’ye geri dönmesini istiyoruz. Burada sendikasız fabrika çalışamaz. Ahmet Cevahiroğlu’nun işveren sendikasından çıkarılmasını, elektriğinin, suyunun kesilmesini, çöpünün alınmamasını istiyoruz. Kendilerinin koyduğu bu kuralları uygulamalarını istiyoruz. MT: Gerek sendikaya üye olma sürecinde gerekse işinize dönme mücadelesi verirken ailelerinizin, eşlerinizin, yakınlarınızın yaklaşımı nasıldı? Mücadelenizi destekliyorlar mı? Ailelerinizi direnişe katmak için neler yapıyorsunuz? Ailelerimiz sonuna kadar desteklerini sunuyor. Fırından bir gün önce kalan ekmekleri alıyoruz. İki tabak yemeği bir tabağa indirdik. Ailelerimiz bize bu şekilde destek sunuyorlar. Jandarmanın her an saldırma olasılığı olduğu için aile-
43
marksist tutum
lerimizi direniş alanına getiremiyoruz. MT: İçerde halen devam eden üretimi durdurmak için herhangi bir girişimde bulundunuz mu? Direnişiniz içerdeki çalışma koşullarında ve ücretlerde herhangi bir değişim yarattı mı? İçeride taşeron işçiler çalışıyor, onları engellemek için mücadele ettik. Fakat her seferinde jandarmayı karşımızda bulduk. Bu süreç başlamadan önce işveren, işveren sendikasına üye değildi, bizler sendikalaştıktan sonra üye oldu. Diğer işverenler patrona destek veriyor. Eğer buradaki direniş başarısız olursa diğer fabrikalarda da taşeron işçi çalıştırabileceklerini biliyorlar. Örgütlü olan fabrikalarda mesailer yasak. Çalışma Bakanlığı ile görüşmeden olumlu bir şey çıkmazsa önce bir-iki saat ve sonra tüm gün üretimi durdurma kararı aldık. MT: Çevre fabrikalarda direnişe karşı tepkiler nasıl? Ziyarete gelenler oluyor mu? Direnişte olan diğer fabrikalarla bağınız var mı? Sizin gidip destek istediğiniz fabrikalar oldu mu? Mito, Serna-Seral, Çorlu İleri Deri, Gönen Kanter Deri ve bölgedeki tüm deri fabrikalarında çalışan işçiler iş çıkışlarında ziyaretimize geliyorlar. Deri-İş vasıtasıyla sempozyuma katılmak için gelen Filipinler, Filistin, Brezilya, İsrail, ABD sendikacıları ziyaretimize geldiler. MT: Siz daha önce bu tür direnişlere gider miydiniz? Nasıl bakıyordunuz? Bizlere nasıl geliyorlarsa arkadaşlarımız, bizler de onlara gidiyorduk. Çoğumuz Kazlıçeşme’den buralara geldik. Orada örgütlüydük. Direnmeden kazanamayacağımızı biliyorduk. MT: Atılan bütün işçiler direniş yerine geliyor mu? Görevlileriniz var mı? Fabrikanın çalışma saatlerinde buradayız. Bir tane görevli arkadaşımız var. Gelemeyenler onu haberdar ediyor. Sendika herhangi bir toplantı ya da haber olduğunda bizi haberdar ediyor. MT: Direnişteki son gelişmeler neler? Türk-İş genel başkanı Salih Kılıç’ın patronla görüşmeleri oldu. CHP Milletvekili Berhan Şimşek geldi. Dünya Sendikalar Birliği genel sekreteri Patrik, işverenle görüşmek istedi, işveren reddetti. Dilovası’ndaki zehirli atıklarla bizim pat-
44
Haziran 2006 • sayı: 15 ronun ilgisi olduğu tespit edildi. Bu süreçte patronun arabası bombalandı ve bu olay sendikaya mal edilmeye çalışıldı. 5 Mayısta sivil ekip ve jandarma sendikayı ablukaya aldı. Başkanımız gözaltına alındı ve ifadesi alınarak serbest bırakıldı. İşverenler her türlü pisliği bizlere mal ediyor. İşveren, müşterilerini ve işçilerini rahatsız ettiğimiz gerekçesiyle direnişteki işçilere karşı suç duyurusunda bulundu. İçerdeki işçilere, direnişteki işçilerin telefon numarasını verip, taciz etmelerini sağladı. Direnişimiz başarıyla sonuçlanana kadar buradayız. Ya içeri gireceğiz ya da patron fabrikayı kapatıp gidecek. MT: 1 Mayıs’a dair bir eğitim çalışmanız oldu mu? Sendikamızda seminere katıldık. İsterdik ki tüm emekçiler alanlarda olsun, isteklerini haykırsın. Tıpkı Fransa’daki gibi. 1 Mayıs yasal bayram ilan edilsin istiyoruz. Tüm dünyayı yaratan işçilerin o alanlarda isteklerinin haykırılmasını ve patronların da onları duymasını istiyoruz. Tüm dünyada hayatın durması gerekiyor. Yapılacaksa tüm ülkede yasal bir şekilde yapılsın. Tüm anne ve babalar alanlara çocukları ile birlikte gelmeliler. MT: 1 Mayıs’a katıldınız mı? Hazırlıklarınız nelerdi? Kaç kişilik katılım sağlandı? Hangi sloganlar atıldı? Tüm sendikalı fabrikalarla 1 Mayıs’a katıldık. Bin kişiye yakın katılım sağlandı. Afişlerimiz, direnişle ilgili flama ve pankartlar hazırlandı. “Sendika hakkımız engellenemez”, “Direne direne kazanacağız”, “Yaşasın 1 Mayıs”, “1 Mayısın yasal bayram ilan edilmesi”, “Cevahir şaşırma, sabrımızı taşırma”, “Ölmek var dönmek yok”, “İçerde dışarıda hücreleri parçala”, “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz”, “AKP al yasanı başına çal”, “Ücretsiz eğitim, ücretsiz sağlık istiyoruz” gibi sloganlar attık. MT: Dünyada ve Türkiye’de birçok sorun yaşanıyor, her geçen gün sosyal haklarımızın gaspına bir yenisi ekleniyor, sosyal güvenlik reformu adı altında saldırılar yürütülüyor, sağlık hizmetimiz kısıtlanıyor, yanı başımızda üç yıldır emperyalist savaş devam ediyor. Bunlara nasıl bakıyorsunuz? Dil, din, ırk ayrımı yapmadan işçi kardeşlerimizle savaşa karşıyız. Rant peşinde yapılan savaşlara karşıyız. MT: Sosyalist çevrelerin, dergi çevrelerinin, sendikaların ve derneklerin direnişe destekleri ne düzeyde? Sağolsunlar hepsi geliyorlar, bizlere moral veriyorlar. Mümkün olduğunca katkıda bulunmaya çalışıyorlar. Tek yanımızda olan sosyalist basındır. MT: Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı? Tüm sosyalist okurların Cevahir işçilerinin üzerinde oynanan oyunları görmelerini istiyoruz. Tüm dostlardan destek bekliyoruz. Sınıf dostlarımıza Cevahir’in bardağı taşırdığını göstermek istiyoruz. Ahmet Cevahiroğlu’nun fabrikasının isim levhasını kaldırmasını sağlayan, sınıf dostlarımızın verdiği destektir. Bizler bu baskının arttırılmasını istiyoruz.
“Tehlikenin farkında mısınız?” bir reklâmın düşündürdükleri Bir süre önce Cumhuriyet gazetesi tarafından “Tehlikenin farkında mısınız?” ana sloganıyla bir reklam kampanyası başlatıldı. Güya ülke karanlık bir şeriat tehlikesiyle karşı karşıyaymış. Söz konusu reklâm filmlerinde kullanılan animasyonlarda büyük boy TC harfleri de izleyicinin gözüne gözüne sokulmakta. Evet dostlar farkında mısınız tehlikenin? Açıkça linç kültürü oluşturuluyor. Burjuva medya neredeyse Topluca işlenmek istenen Cinayetleri kutsuyor, teşvik ediyor. Bir kentte afiş asmak, bir diğerinde bildiri dağıtmak isteyen solcu gençler linç edilmek isteniyor. Yaptıkları yasal, yani gerekli izinler alınmış, yasal zorunluluklar yerine getirilmiş. Ama birdenbire birkaç it ortaya çıkıveriyor ve Toplu Cinayet provaları hayata geçiriliyor. Bu birkaç it daha sonra yüzlerce aktif destekçi bulabiliyor. O kentte yaşayan onbinler, yüzbinler böylesine rezil girişimlere sessiz kalarak, pasif desteklerini sunuyorlar. Bu gibi olaylarda tutuklanan, gözaltına alınanlar sadece olayın mağdurları. Diğerleri kazara gözaltına alınsalar bile hiçbir yasal işleme tâbi tutulmayarak en aktif desteği de devletten görüyorlar. İlk kıvılcımı çakan, kışkırtmayı ilk başlatanların sivil devlet görevlileri olduğu iddialarına hiçbirimiz ihtimal dahi vermeyeceğimiz (!) için bu konuya değinmeyi gereksiz buluyorum. Türban için ya da yere atıldığı, yakıldığı iddia edilen bayrak için veya insanlık dışı yöntemlerle itlaf edildiği söylenen sahipsiz hayvanlar için büyük kampanyalar, tartışma programları düzenlemeyi pek seven burjuva medya kuruluşları, bu gerçekliği görmezden gelerek desteğini sunuyor. Hatta pervasızlıkta sınır tanımayan bazıları, bu bildiri dağıtmak, afiş asmak isteyen gençlerin nasıl insanları tahrik edip huzuru bozduklarını, ortalığı karıştırmak istediklerini keşfedip gözümüze gözümüze sokmak istiyorlar. “İyi çocukların” nasıl da linçe zorlandıklarını kanıtlamaya çaba sarf ediyorlar. Yani hazretlere göre gerçekleşen bir nevi meşru müdafaa. En kutsal değerlerine saldırılan “iyi çocuklar”, “kendini bilmezlere” ders veriyor. Bu içteki ve dıştaki potansiyel düşmanlara ders olmalı. Bu yaşananlar sizlere Sivas’ı hatırlatmıyor mu? Orada da bütün suç Yüce Türk Halkının %60’ının aptal olduğunu açıklayan Aziz Nesin’in değil miydi? Orada din elden gidiyor diyenler, şimdi Türklük elden gidiyor diyorlar. “Bayrak yakıyorlar, PKK bayrağı açıyorlar!” diye insanları kışkırtıyorlar. Kitapçılar bombalanıyor. Yakalananların asker oldukları ortaya çıkıyor. Olay yerinde inceleme yapmaya çalışanların üzerine (aralarında savcı ve emniyet müdürü de var) panzerden ateş açılıyor. Genelkurmay başkanı olması kesin olan bir general suçüstü yakalananlara sahip çıkıyor. Bu konuya, hazırladığı fezlekede değinme gafletinde bulunan savcı, avukatlık yapması da engellenecek şekilde meslekten men cezasına çarptırılıyor. Onbinlerce asker bölgeye sevk ediliyor. Tanklar, toplar, uçaklar, helikopterler, özel birlikler
devrede. Bir gün içinde “Sosyal Güvenlik Reformu” yasaları meclisten geçiyor (bu konuda Avrupa ülkelerine örnek gösteriliyoruz). Yine aynı hızla Terörle Mücadele Yasası komisyonlardan geçiyor (bu konuda da örnek bir ülke olma ayrıcalığına sahibiz). Bunların doğrudan sonuçlarını her birimiz yaşıyoruz, daha da yaşayacağız. Evet dostlar, tehlike çok büyük. Bütün toplum Topluca işlenecek Cinayetlere hazırlanıyor, bunları kanıksıyor, üzerinde durmuyor. Öldürülen, saldırıya uğrayan kendi veya çok yakını olmadığı sürece hiçbir şey umurunda değil. Toplum örgütsüz, atomize olmuş durumda. Kendini gönüllü olarak küçük yaşam alanlarına hapsetmeye dünden razı. Yaşananlar bana Nazi Almanya’sında yaşamış olan bir papazın şu sözünü hatırlatıyor; Önce çingeneleri götürdüler, Sustuk! Sonra Yahudileri, Sustuk! Sonra komünistleri, Yine sustuk! Ardından sosyalistleri, Biz hep sustuk! Sıra bize geldiğinde, Artık haykıracak kimse kalmamıştı!!! Sıra bize geldiğinde birilerinin haykırabilmesini istiyorsak, en azından umut etmek istiyorsak, bugünden harekete geçmek zorundayız. Örgütlenmeliyiz. Her türlü haksızlığa karşı tepkimizi örgütlü bir şekilde ortaya koymalıyız. Bu oyunu boşa çıkarmanın tek yolu işçi sınıfının sürece örgütlü müdahalesidir. Bu tür girişimler işçi sınıfının öncülüğünde kitlesel gösterilerle protesto edilmeli, olası girişimleri önlemek üzere işçi sınıfının öncülüğünde öz savunma grupları oluşturulmalı. Yeter dememizden korkuyorlar. Bir sabah uyandıklarında bizi karşılarında örgütlü olarak görmekten korkuyorlar. Artık yalanlarına inanmamamızdan, uyguladıkları terörden yılmamamızdan korkuyorlar. Bir araya gelmemizden, burjuvaziye karşı birleşmemizden korkuyorlar. Dünyayı bizim, işçilerin yönetmesinden korkuyorlar. Ama korkunun ecele faydası yok. Bugün değilse yarın, yarın değilse öbür gün işçi sınıfı iktidarı ele geçirecek ve insanlık barış içinde, doğayla uyumlu bir dünyanın temellerini atmaya girişecek. Evet dostlar, onlar tehlikenin farkında ve gereğini yapıyorlar. Peki ya biz??? Kahrolsun ezen ulus milliyetçiliği! Örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey! Yaşasın işçi enternasyonalizmi! İstanbul’dan bir Marksist Tutum okuru
45
Okurlarımızdan Merhaba Marksist Tutum, Şanlı 1 Mayıs’ın ardından, ben de 1 Mayıs mitingine ilk kez katılan biri olarak yaşadığım sevinci sizlerle paylaşmak istedim. 1 Mayıs, dünyanın tüm emekçilerinin, aralarındaki siyasal görüş, mezhep, din, cinsiyet, ırk gibi farkları gözetmeksizin, sınıf kardeşliğini öne çıkardıkları bir gündür. Burjuvazinin bizlere gözdağı vermek için sürekli olarak 1 Mayıs’ı sadece olayların çıktığı, insanların yaralandığı, öldüğü, gözaltına alındığı bir gün olarak yansıtmaya çalışması ne yazık ki büyük oranda başarıya ulaşmıştır. Ben de bugüne kadar bu saçma korkuların etkisinde kalıp o büyük coşkuyu, sevinci, sınıf kardeşlerimle tek yürek olup yaşayamayanlardan biriydim. Ama buna dur diyebilmek, o coşkuyu, sevinci, heyecanı yaşayabilmek ve dünyayı kana bulayan, dünyada istediği gibi at koşturabileceğini sanan burjuvalara, bizi hiçe saymayın, biz buradayız, her zaman da var olacağız demek için, esaret zincirlerini parçaladım ve sınıf kardeşlerimle birlikte İstanbul’daki 1 Mayıs mitingine katıldım. Gördüm ki, burjuvazinin bu güne dair tüm uydurmaları içi boş safsatalardan başka bir şey değilmiş. Kendime çok kızgınım, çünkü burjuvazinin oyunlarına ve yalanlarına bugüne kadar kandım. Ama sevinçliyim, çünkü Marksistleri tanıdım, onların sayesinde Marksist Tutum’u tanıdım ve geç de olsa bu kâbustan silkinerek uyandım. Nice 1 Mayıslarda alanlarda daha kararlı, daha coşkulu olarak görüşmek dileğiyle. Mayısın direngen çocuklarına selam olsun! Yaşasın 1 Mayıs! Yaşasın sınıf kardeşliği! Gebze’den MT okuru bir kadın metal işçisi
Eylül Günlüğü Elif Çağlı 12 Eylül karanlığına bir güneş gibi ışık tutuyor. Özellikle biz gençler için bu çok önemli. Bizler o dönemi yaşamayan ama o dönemde birçok korkuyu yaşayan büyükler tarafından yetiştirildik. Ailelerimizin 12 Eylül hakkında kulaktan dolma şeyler dışında bilgileri yok. Onları bile paylaşmıyorlar. Ben 12 Eylül’ün sağcı solcu çatışması olduğunu, ortalığın karıştığını ve devletin “ülkenin mutluluğu ve huzuru” için bu durumu bastırdığını sanıyordum ve kardeşin kardeşi vurduğu bir dönem olarak kafamda yer etmişti. Uzun yıllar böyle bildim, ta ki İşçi Öz-Eğitim Gruplarının düzenlediği toplantılara katılana dek. Gerçek 12 Eylül’ü öğrendiğimde babaannemin çığlıklarını duydum derinlerden, şöyle bağırıyordu: “bırakın çocuğumu o kötü bir şey yapmadı”. Duvara yazı yazmakla suçlu olunur mu? Olunur tabii! Özgürlük istersen, güzel yaşanası bir dünya istersen demir parmaklıklardan bakarsın gerçek suçlulara. Burada aklıma Jones Ana’nın söyledikleri geliyor; “benim gözümde, bu sistemin devamı için oy veren bir baba, tabancasını çekip kendi çocuklarını vuran bir katilden farksızdır” diyordu. Tam da öyle oldu. Bir delikanlının hayatını mahvedenlere oy verilmeye devam edildi, çok acı olsa da. Oysa Eylül Günlüğü’nde Elif Çağlı o dönemi ve insan yüreğinin nasıl acılardan etkilendiğini biz şiir sevenlerle paylaşmış, iyi ki varsınız, var olacaksınız. Şiir yazmak demek yüreğinin kapısını tüm dünyaya açmak demektir. Elif Çağlı bunu başarmış. Şiirleri okuyan herkes 12 Eylül’ün gerçek yüzünü görecek belki de. Bir kişi, bir kişi daha, devletin katil ordusundan ibaret olduğunu, çıngıraklı koyunlar gibi bizleri güttüklerini görecek. Açız, hastayız, ama can çekişmiyoruz. Aksine Çağlı’nın şiirleriyle daha da perçinleniyor devrimci kavgamız. Bir gün gelecek, Türkiye’de ve dünyada işçiler iktidara gelecek ve işte o zaman 12 Eylül’ün intikamı alınacaktır. Yeter ki devrimci mücadelemize sarılalım. Elif Çağlı’nın dediği gibi, inancı ve umudu acıya katık eyleyip yola devam etmeyi becermektir hüner.
1 yıl dolu dolu geçti Marksist Tutum yayın hayatında bir yılını geride bıraktı. İyi ki başlamış. İçerik açısından çok dolu bir yıl geçti. Sınıf mücadelesinin diplerde seyrettiği ve bilinçlerin iyice çarpıtıldığı koşullarda Marksist Tutum’u okumak, kavramak ve okutmanın önemi çok daha fazla. “Neden böyle” sorusuyla eminim birçok insan karşılaşmıştır: Neden? Neden mücadele etmekten korkuyor işçiler? Neden bu kadar kötü çalışma ve yaşam koşulları? Neden işçiler siyasetten uzak duruyorlar ya da burjuva siyasetçilerin yalanlarına inanıyorlar? Aslına bakacak olursak neden ve niçin sorularına yanıtımız çok net. İşçi sınıfının bilimi yani Marksizm yaşananları anlamamız için en doğru bilimsel yöntemi sunmakta. Masallar anlatanlara inanmayın. Mutlaka bu dergiyi iyi okuyun. İşçi sınıfının tarihini ve bilimini öğrenin, burjuvaların çarpıttıkları tarihi veya bilgiyi değil. Çünkü seni, beni, bizleri yalanlarlarla sürekli aldatıyorlar. Bu da garipsenecek bir şey değil elbet. Onlar kendi sınıf çıkarlarına hizmet ediyorlar ve yalan onlar için bu düzen gibi vazgeçemeyecekleri ahlaklarının bir parçası. Yaşadığımız topraklarda mücadelenin niçin bu kadar diplerde seyrettiği, kuşkusuz geçmişi kavramakla anlaşılacak bir konudur. Geçmişi anlamak için Marksist Tutum çok önemlidir. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinin izleri hâlâ silinmedi. Türkiye işçi sınıfına ve devrimci harekete ağır bir yumruk indirildi. İşçi sınıfının o güne kadar elde ettiği tüm kazanımlarını ortadan kaldıran bu darbe, genç işçi kuşakları da bir o kadar etki-
46
Marksist Tutum okuru bir tekstil işçisi
ledi. Ve askeri faşist darbe, yıllarca süren davalarla, gözaltılarla, işkencelerle ve ölümlerle, öncülerimizin sadece hayatlarını alıp gitmedi, aynı zamanda mücadele geleneklerimizi de paramparça etti ve bugüne taşınmalarının önüne geçti. 1990’larda iki kutuplu dünyanın diğer kutbunun ortadan kalkmasıyla dünya işçi sınıfının en temel kazanımlarına sıra gelmişti. Çünkü İkinci Dünya Savaşı sonrasında burjuvaların vermek zorunda kaldıklarını teker teker geri almalarının önünde artık bir engel kalmamıştı. Peki, yukarıda dilim döndüğünce anlattıklarımı nereden mi öğrendim? Elbette Marksist Tutum’dan. Burada, şimdilik yazamadığım ama her fırsatta işçi arkadaşlarıma anlatmaya çalıştığım şeyler de var elbet. Ama şunu söyleyebiliyorum, bana Marksist Tutum öğretiyor, ben de elimden geldiğince işçi arkadaşlarıma öğretiyorum. Marksist Tutum dergisini çıktığından beri okuyan, takip eden biri olarak, onun, zengin teorik içeriği ile, işçi sınıfının geçmişine, bugüne ve geleceğe dair sürdürdüğü ilkeli tutumuyla, işçi sınıfının ve insanlığın kurtuluş davasına çok şey kattığına inanıyorum. Ben bilinçli bir işçi olarak Marksist Tutum’u okumak ve okutmaktan onur duyuyorum. Kahrolsun kapitalist düzen! İnsanlığın kurtuluşu için mücadeleye! Zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok, kazanacak kocaman bir dünya var! Gebze’den bir işçi
Okurlarımızdan Patronların işçilere yazdıkları kader: daha çocukken işçi olmak! Ben 11 yaşında yani çocuk yaşta işe başlayan bir işçiyim. Birçok işçi çocuğu gibi ben de maddi imkânsızlıklar yüzünden okumak yerine çalışmak zorunda kaldım. Bu nedenle de küçük yaşta çalışmanın zorluklarını iyi biliyorum. İlk başta çalışmak bana büyüdüğüm hissini veriyordu. Aileme maddi destekte bulunmak beni mutlu ediyordu, ama çocuk olduğum için de sokakta arkadaşlarımla koşup oynamayı özlüyordum. Kendimi atölyede hapsedilmiş gibi hisseder, “patronumuz Haydar abi atölyeye bir televizyon koysa da çalışırken bari çizgi film seyretsek” diye düşünürdüm hep. O yaşlarda patronumuzu onun tanımladığı gibi bir abi, bir baba olarak görüyorduk. Sabah erken saatte kalkıp işyerine girip gece geç saatlere kadar çalışıyordum. Çalıştığım işyerinde benim yaşlarımda birçok çocuk arkadaşım vardı. Patronumuz bizi birbirimizle daha çok iş çıkartmamız için yarıştırıyordu. Onun da bizim yaşlarımızda çocukları vardı. Bizim üzerimizden kazandığı paralarla çocuklarını özel okullara gönderiyordu. Çalıştığımız atölye bodrum kattaydı rutubetli, tozlu ve pisti. Bu nedenle de çocuklarının bizim çalıştığımız yere girmelerine bile izin vermiyordu. Biz işçi çocukları fabrikalarda, atölyelerde çocukluğumuzu, gençliğimizi çürütürken patron çocukları annelerinin babalarının bizim üzerimizden kazandığı paralarla yiyip, içip gezerken her şeyin
en iyisini kullanıyorlar. Bense hâlâ çocukluğumu, gençliğimi yaşayamamanın acısını hissediyorum. Ama biliyorum ki böyle hisseden sadece ben değilim. Birçok işçi arkadaşımla konuşurken benle aynı duyguları yaşadıklarını görüyorum. Patronların çocuk işgücünü tercih etmelerinin sebebi tabii ki ucuz işgücü. İşine gelmediğinde para vermemek, işini düzgün yapmadığında veya kaytardığında hakaret edip isterse dövmek. Ayrıca sigortasız çalıştırarak kârına kâr ekliyor. Sigorta müfettişleri geldiğinde bizi olmadık yerlere saklayarak küçük yaşta işçi çalıştırma cezası yemekten kurtuluyorlardı. Burjuvazi çocuk, kadın, yaşlı demeksizin hiç acımadan bizi nasıl sömüreceğinin hesabını yapıyor. Biz işçiler ve bizden sonraki çocuklarımız bu kapitalist sistem var oldukça ne çocuk olduğumuzu ne gençliğimizi ne de hayatın güzelliklerini yaşayabileceğiz. Bambaşka bir dünya, sosyalist bir dünya mümkün ve bu da bizim ellerimizde. Bu dünyanın yolu da mücadeleden geçiyor. Çocuklar inanın, inanın çocuklar Güzel günler göreceğiz Güneşli günler Motorları maviliklere süreceğiz…
Dünya sistemi olan kapitalizmde biz işçilerin yaşamı olduğu gibi ölümlerimiz de burjuvalarınkinden çok farklı. Bizler dünyaya gelişimizin daha ilk dakikalarında hastanelerde sefaletle karşılaşıyoruz. Bazen hastane masraflarını ödeyemeyen anne ve babalar bebeklerini gizlice kaçırmak, bırakıp gitmek ya da rehin bırakmak zorunda kalıyorlar. Oysa burjuvalar en iyi hastanelerde sağlıklı koşullarda bebeklerini dünyaya getiriyorlar ve istedikleri her şeyi alıp yiyebiliyorlar, sağlıklı beslenebiliyorlar. Biz işçiler yeterince beslenemiyoruz. Beslenemediğimiz için her türlü hastalığa yakalanabiliyoruz. Ömrümüz uzun olmuyor, çoğumuz genç yaşta ölüyoruz. Ölüm bile yoksulluktan kurtarmıyor biz işçileri. AİDS gibi salgın hastalıkların ve açlığın en fazla vurduğu güney Afrika’da, insanlar açlıktan kırılmanın yanı sıra, ölülerini geleneklere göre defnedememenin de sıkıntısını yaşıyor. Güney Afrika’da yapılan bir araştırmaya göre mezar fiyatları 2004 yılından itibaren tam yedi kat artmış. Bazı aileler ölülerini birlikte gömmek için, bu işlerle ilgilenen bir vakfa bir miktar para veriyor. Zaten yoksul olan ve ölülerini tek başına gömemeyen halk, bu vakıf aracılığıyla, bir başka cenaze sahibi bulup hiç tanımadığı bu kişilerle ölülerini ortak mezara gömebiliyor. Cenazelerinin acısını daha yaşamadan bir de gömememenin acısını yaşıyorlar. Botswana ve Tanzanya’nın kırsal kesiminde bazı ailelerin ölülerini devletten gizli, çaresizce dağlık, ormanlık alanlara ya da bahçelerine gömdükleri belirtiliyor. Zaten büyük sağlık sorunları yaşayan güney Afrika’da, bu durum sağlık açısından daha büyük bir handikap yaratıyor, ama halk mecburen bu yola başvuruyor. Çünkü kapitalist sistem çaresiz bırakıyor insanları. Peki güney Afrika’da yaşanan bu sorun bizim ülkemizde yaşanmıyor mu? Türkiye’de büyük şehirlerde mezar fiyatları 4000 YTL’ye kadar çıkıyor. Oysa Türkiye’nin yüzde sekseni 400 YTL’ye ve sigortasız çalışıyor. Cenazesi olan aileler mezar bulmakta zorlanıyorlar. Çünkü burjuvalar sağlıklı yaşarken mezarlarını önceden alıp ayırtıyorlar. Biz işçiler ise zorlukla yer bulup cenazemizi defnedebiliyoruz. Eğer 4000 YTL’ye varan mezar parasını ödemezsen, ölünün üstüne en fazla bir sene sonra başka bir ölü daha defnediyorlar. Bunlar sadece Botswana’da, Tanzanya’da veya Türkiye’de değil, tüm dünyada yaşanıyor. Bu gerçekler yaşamımıza ve ölümümüze kapitalist sistemin nasıl hâkim olduğunu gösteriyor. Bizler bu sisteme karşı durmak için sınıf tarihimizi bilip, bilinçle örgütlenip, bu çürümüş sistemi değiştirene kadar her alanda mücadele etmeliyiz. Yaşamın ve ölümün adil olabildiği bir dünya için mücadeleye!
İstanbul’dan bir tekstil işçisi
tekstil sektöründen MT okuru bir işçi Burjuvazi yaptığı televizyon dizileri, reklâmları, gazeteleri, vitrinleri ve kampanyaları vs. ile, ortalama aldığımız asgari ücreti bizlerden geri koparma derdiyle evimizin eşyalarını her yıl çıkardığı yeni ürünlerle değiştirmemizden bahsediyor. Burjuvazi bizleri televizyon dizilerinde dizi kahramanlarının evlerinde kullandıkları eşyalara ve bizim yaşam koşullarımızla alakası olmayan küçük-burjuva tipi bir yaşam tarzına özendiriyor. Yaptığı reklâmlarla eski ya da çalışır durumdaki eşyalarımızı tamir ettirip kullanmak yerine “bize getirin, yerine bu yılın koltuk ya da mobilyalarını götürün, ihtiyacınız olsun ya da olmasın bu yılın modası ile evinizi yenileyin” diyor. “Paranız olmasa da önemli değil, size aylar ya da yıllar süren taksitlerle veririz” diyorlar. Bizi özendirip aldırdıkları eşyaların taksitlerini beslenmemize bile yetmeyen maaşımızla ödeyemediğimizde de, bu eşyaları bizden icra yoluyla geri alıyorlar. Biz işçiler alın terimizle ürettiğimiz eşyaları ya da evleri para vermeden kullanamıyoruz. Tabii ki güzel evlerde, konforlu eşyaları, mobilyaları kullanmak bizim en büyük hakkımız, ama yaşadığımız kapitalist sistemde üretilen her şey insanlığın ihtiyacı olarak değil, kâr amaçlı üretilmektedir. Bu sistemde parasız hiçbir ihtiyacımızı karşılayamayız. Birçok işçi kardeşimizin hayalini kurduğu pembe panjurlu ev, aldığımız asgari ücretle sadece bir hayal olarak kalabilir. İşçi sınıfı ancak kapitalist sistemi yıkıp tüm dünyada sosyalizmi kurduğunda ürettiği her şeyin kullanıcısı olabilir. Çünkü sosyalizmde hiçbir şey artı-değer amaçlı üretilmez. Üretim herkesin ihtiyacını karşılayacak biçimde düzenlenir. Ve biz işçiler ancak sosyalizmde rahat, huzurlu, güvenli, güzel evlerde yaşayabiliriz. Daha iyi bir yaşam için örgütlü mücadeleye! bir kargo işçisi
47
Okurlarımızdan İşçi hareketinin ülkede ve dünyada gerilemesinin sonucu olarak toplum bilincindeki geriye doğru kayma, yaşantımıza neoliberal politikaların ardı arkası kesilmeden uygulamaya geçirilmesi olarak yansıyor. Bu savruluş, dünya burjuvazisinin eşi görülmemiş yıkım aygıtlarını doğanın bütün üretici güçlerine karşı rahatça kullanmasına izin veriyor. Evrimsel kararlılığı kırılmış tarım ürünleri ülkede farklı etiketlemeye gidilmeden satılıyor. Dahası geleneksel yöntemlerle üretilen tarım bitkileri ekim alanları daraltılarak yok ediliyor. Yan etkileri çok iyi araştırılmadan birçok ilaç piyasa sürülüyor, buna bağlı ölümler çok göz önüne gelmedikçe de kullanımdan kaldırılmıyor. Daha sağlıklı olduğu söylenen ama aslında sadece depo süresi zararlı katkı maddeleriyle uzatılmış olan ambalajlı ürünlerin tüketimi teşvik ediliyor. Burjuvazinin bu yeni silahlarının namlusuna birçok insan bilmeden alnını dayıyor. Kapitalizmin etkisi giderek yaygınlaşan bu kötülüklerinin eleştirisini ihmal etmek, burjuvazinin Cesur Yeni Dünyası’na felsefe ve bilimi dışlayarak balıklama dalmak anlamına gelir. İşçi sınıfını Marksizmin ışığıyla donatan Marksist Tutum, bu konulardaki savunmayı siyasal alandaki mücadeleden ayrı tutmayarak burjuvazinin bilenmiş dişlerine karşı işçi sınıfını her alanda bilinçle donatıyor. Biz devrimcilere düşen görev, burjuvazinin siyasal egemenliği kullandığı gibi bilimi de kendine çıkar sağlayacak şekilde kullandığını unutmadan dergimizdeki bu konularla ilgili yazıları iyi kavrayıp çevremizdekilere aktarmaktır. İstanbul Üniversitesi’nden Marksist Tutum okuru bir öğrenci
Marksist Tutum dergisini okumaya başlamadan önce, burjuva gazete ve televizyon haberlerini sıradan haberler olarak izlerdim. Biz işçileri ilgilendiren haberleri bile. Bu haberlerin ne anlama geldiğini ve habere nasıl bakmam gerektiğini bilmezdim. Örneğin tekstil patronları için %18 olan KDV’nin %8’e indirilmesiyle ilgili haberi ele alalım. İlk bakışta bize cazip gelebilir bu haber. “Tekstil sektörü canlanırsa işçiler de kazanır.” Bu adaletsiz vergi sisteminde yük yoksulluk sınırının altında yaşayan biz işçilerin sırtında iken patronlar yalan yanlış beyannamelerle vergi bile ödemiyorlar. Çin tehdidini bahane ediyorlar, yani asıl amaçları Çin burjuvazisiyle eşit rekabet edebilmek. Kendi aralarında sürekli didişen ve rekabet eden patronlar, çıkarları ortak olduğunda nasıl örgütlü davranıp hükümetin karşısına çıkıp isteklerini haykırıyorlar değil mi? İsteklerini anında dikkate alıp KDV’yi indiren hükümetin kimleri temsil ettiğini görüyoruz, kimin hükümeti olduğunu anlamak için sadece buna bakmak bile yeter. Patronlar feryat figan ederken biz işçilerin örgütlü olduğu sendikalardan hiç ses çıkmıyor. Patronlar için sokağa çıkarız diyen sendikalar, biz işçilerin hakları gasp edilince ortada yoklar. Bir tekstil işçisi olarak bakıyorum da ücretlerimiz Türkiye ortalamasının altında. Tekstil sektöründeki işçiler olarak süre bakımından hem daha fazla çalışıyoruz hem de düşük ücret alıyoruz. Peki ne yapmalıyız? Burada bize düşen örgütlenip, en ufak hakkımızın gasp edilmesi durumunda alanlara çıkıp, isteklerimizi elde edinceye kadar mücadele etmektir. Çünkü birleşen işçiler yenilmezler.
SANDIKTAKİ GERÇEKLER Düşünüyorum da haksızlık etmişler bizlere Sandıklara gömmüşler gerçekleri Evde kimse yokken düşlerdim açmayı. Acaba kitli miydi? Bir gün cesaretimi topladım. Sandığın başındaydım. Sandık kitli değil! Çünkü anahtarı cesaretti. Şimdi her gün o sandığın başındayım. Her gün çıkarıyorum gerçekleri. İlk gün cesaretimi çıkardım içinden. Naftalin kokmuş biraz güve yemiş. İkinci gün onurumu çıkardım. Ne güve yemiş ne de naftalin kokmuş. Üçüncü gün suskunluğumu çıkardım. Dördüncü gün mücadeleyi çıkardım. Mücadele etmezsen ne işe yarar ki gerçekler. Hani “bil de yapma” derler ya o misal. Öğrendiysen onurun mücadele olduğunu, Öğrendiysen ölümün de anlamlı olduğunu Her gün çıkar sandıktan gerçekleri, gerçekleri. MT okuru bir kadın işçi (N.R.)
Merhaba Marksist Tutum! Ben derginizle tanışalı henüz iki ay oldu. Cam fabrikasında çalışan bir işçiyim. Sizinle tanışmadan önce doğru bildiğim birçok şeyin, aslında birer palavra olduğunu öğrendim. Nasıl bir dünyada yaşıyoruz; işsizliğin, açlığın, yoksulluğun kısacası sömürünün kaynağında kapitalizmin olduğunu bu dergi sayesinde daha iyi anlıyorum. İşçilerin sorunlarını çözüme kavuşturmak ancak kapitalist sistemi yok etmekle mümkün olacaktır. Yaşasın işçi kardeşliği, yaşasın Marksist Tutum.
Kapitalistlerin düşen kârlarını arttırabilmek için sömürünün dozunu her gün biraz daha yükselttiği bugünler ve Latin Amerika’da esen sol rüzgârlar, sokakları dolduran işçiler, köylüler... Bütün bunlara bakarken sorası geliyor insanın; işçi sınıfı bir devrimden ne bekler, biz bir devrimden ne isteriz diye. Kurtulmak istediğimiz bu burjuva toplum mu, yoksa geçim kaygılarından sıyrılıp daha gamsız bir hayat mı sürdürmek istiyoruz? Patronların, burjuvazinin olmadığı bir dünya mı arzuladığımız ya da içimizden birilerinin çıkıp bütün burjuvaziyi bizim adımıza terbiye etmesini mi bekliyoruz? Kâr için, bir grup azınlığın refahı için üretim yapılmasını ortadan kaldırmak mı istiyoruz yoksa kârdan makul bir pay almanın mı peşindeyiz? Bilinci işçiler devrimci durumun neye hizmet etmesi gerektiğini de, bütün bu soruların cevabını da biliyor. Ama maalesef Venezüella’daki sınıf kardeşlerimiz, burjuva reformizmi tarafından ters köşeye yatırılmış durumda. Venezüella’daki işçiler düştükleri bu çıkmazdan sadece sınıfsal tarih bilinçleri ve Marksizm ışığında yürütecekleri devrimci mücadeleyle kurtulabilirler. Kendilerine ait bu tarih bilinci için fazla uzağa gitmelerine de gerek yok. Latin Amerika kıtası bu konuda yeterince zengin, ancak orada da bu tarih bilincini onlara verecek güçler hâlâ oluşturulmayı bekliyor.
Pendik’ten bir işçi
bir otomotiv işçisi
bir tekstil işçisi
48
1902’de doğdum doğduğum şehre dönmedim bir daha geriye dönmeyi sevmem üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim on dokuzumda Moskova’da komünist Üniversite öğrenciliği kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-Parti konukluğu ve on dördümden beri şairlik ederim kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir ben ayrılıkların kimi insan ezbere sayar yıldızların adını ben hasretlerin hapislerde de yattım büyük otellerde de açlık çektim açlık grevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir otuzumda asılmamı istediler kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini verdiler de otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum Pırağ’dan Havana’ya Lenin’i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924’te 961’de ziyaret ettiğim anıtkabri kitaplarıdır partimden koparmağa yeltendiler beni sökmedi yıkılan putların altında da ezilmedim 951’de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün 52’de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım şu kadarcık haset etmedim Şarlo’ya bile aldattım kadınlarımı konuşmadım arkasından dostlarımın içtim ama akşamcı olmadım hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana başkasının hesabına utandım yalan söyledim yalan söyledim başkasını üzmemek için ama durup dururken de yalan söyledim bindim tirene uçağa otomobile çoğunluk binemiyor operaya gittim çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21’den beri camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye ama kahve falıma baktırdığım oldu yazılarım otuz kırk dilde basılır Türkiye’mde Türkçemle yasak kansere yakalanmadım daha yakalanmam da şart değil başbakan filân olacağım yok meraklısı da değilim bu işin bir de harbe girmedim sığınaklara da inmedim gece yarıları yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında ama sevdalandım altmışıma yakın sözün kısası yoldaşlar bugün Berlin’de kederden gebermekte olsam da insanca yaşadım diyebilirim ve daha ne kadar yaşarım başımdan neler geçer daha kim bilir.
3 Haziran 1963 İşçi sınıfının komünist şairi Nazım Hikmet kavgamızda yaşıyor
Patronlar覺n Kafas覺na Vura Vura!
Geliyoruz Zincirleri K覺ra K覺ra! 15-16 Haziran 1970