Mt no 16

Page 1

Temmuz 2006

Yaşasın Uluslararası İşçi Dayanışması! • Sınıf dayanışması mücadele içinde gelişir

16

• Sivas katliamı, Alevilik, laiklik • Latin Amerika’da “kurtarıcılar” ve caudillolar • Çeçenlerin bitmeyen trajedisi


Sivas Katliamı, Alevilik ve Laiklik Üzerine Levent Toprak

S

ivas katliamının 13. yıldönümü, bu katliamı çevreleyen kimi sorunların ve tartışmaların yeniden güncelleşmekte olduğu bir siyasal atmosfere denk düşüyor. Özellikle laiklik/anti-laiklik eksenli tartışma ve kutuplaşmalar ile kontrgerilla provokasyonları bakımından. Elbette Sivas katliamı söz konusu olduğunda 80’li yıllardan bu yana inişli-çıkışlı biçimde gündeme gelen, ama en çok da son yıllarda yoğunlaşan bir tartışma konusu olan Alevilik sorunu da akla geliyor. Bu yıl Sivas katliamını anarken güncel bir önem arz eden bu boyutlar üzerinden dersler çıkarmak ve doğru bir bakış açısının esaslarını ortaya koymak gereklidir. Din, İslam, laiklik gibi sorunlar bugün malûm sebeplerle dünya ölçeğinde siyasal süreçlerin önemli bir unsuru olduğu gibi, Türkiye bakımından da hem tarihsel hem de özellikle güncel boyutu olan ağırlıklı siyasal sorunlar niteliğindedir. Türkiye ve dünya burjuvazisinin iç kapışmalarında İslam ve din sorunu, “medeniyetler çatışması” gibi safsataların ve “şeriat tehlikesi” gibi korkulukların eşliğinde, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin bilincini bulandırmada ve hedef şaşırtmada aslî bir ideolojik işlev görmektedir. O nedenle bu sorunlarda doğru bir bakış açısına sahip olmanın ve güncel gelişmeler ışığında bu bakış açısını derinleştirip sağlamlaştırmanın önemi büyüktür. Hele hele coğrafi, toplumsal, siyasal ve kültürel açıdan Doğu ve Batının geçiş noktasındaki bu toprakların işçi sınıfı için bunun önemi iki kat daha fazladır.

Alevilik Sorunu Güvenilir bilimsel veriler olmasa da Türkiye’de sayıları milyonları bulan geniş bir Alevi topluluğun bulunduğu açık. Ve bu geniş kitle, haklı tarihsel kökleri olan genel duyarlılıkları üzerinden Türkiye’de egemen sınıf içi kapışmanın en karanlık oyunlarına alet edilmek isteniyor. Sadece bununla sınırlı değil. Aleviler yükselen Kürt düşmanı milliyetçi dalganın da dayanaklarından biri yapılmak isteniyor. Laiklik/anti-laiklik eksenli bir kutuplaştırma gayretkeşliğiyle karakterize olan ve Danıştay provokasyonuyla zirve noktasına ulaşan

Çağımızın tek tutarlı devimci öğretisi Marksizmdir ve Alevi işçi ve emekçiler için olduğu gibi tüm dünyadaki işçi ve emekçilerin kurtuluş mücadelesinin bayrağı da Marksizmdir. Dolayısıyla Alevi işçi ve emekçiler için mücadelenin gerçek adresi de devrimci işçi hareketinin safları olmak durumundadır. Onların gerçek “can”ları ya da musahipleri, Alevi patronlar ya da devlet aygıtının yüksek katlarındaki Aleviler değil, Sünni olsun olmasın diğer işçilerdir. Burjuvayı ve işçiyi Alevi kimliğinin çatısı altında “gelin canlar bir olalım” çağrısıyla birleştirmeye çağırmak, Alevi işçiyi sınıf işbirliği bataklığına sürüklemektir. Bugün Alevi işçi için “gelin canlar bir olalım” çağrısının karşılığı devrimci proletaryanın ”bütün dünyanın işçileri birleşin” şiarı, “can”ın karşılığı da “sınıf kardeşi” ya da “yoldaş” olmak durumunda değil mi?

1


marksist tutum

gerilimle amaçlanan, tam da bu eksen üzerinde hükümete karşı sözde “laik” bir cephe oluşturmak ve hükümeti zayıflatmaktı. Saldırı sonrası ilk bir-iki günün havası tamamen bu senaryo doğrultusunda gelişti ve hükümet üyeleri statükocu güçlerin bindirdiği basınç sonucu oluşan atmosferde adeta kaçacak delik arar duruma düştüler. Daha sonra hükümet soruşturmayı yönlendirme inisiyatifini ele geçirerek havayı kırdıysa da, bizim konumuz açısından önemli olan, bu noktaya gelinene kadar (ve sonrasında da) değişik kesimlerin Danıştay saldırısı dolayısıyla aldıkları tutumlardır. Saldırıyı laikliğin “yılmaz bekçisi” pozlarındaki ordunun kontrolünde olan kontrgerilla aygıtına değil de radikal İslamcılığın hanesine yazan anlayışlar en hafif ifadeyle tuzağa düştüler. İçinde devrimci hareketle en içli dışlı olanları da dahil, neredeyse belli başlı tüm Alevi örgütleri yaptıkları açıklamalarla ordu ve CHP’nin savaş arabasına hemencecik atlayıverdiler. “Danıştay 2. Dairesi’ne yapılan silahlı saldırının; dinci-gerici örgütlenmelerin planlı ve bilinçli bir faaliyeti olduğuna inanıyoruz,” (Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu Bildirisi) diyeninden tutun, “Yargıçlarımızın katledilmesinin Menemen’de Kubilay’ın, Sivas’ta aydınlarımızın katledilmesinden farkı yoktur,” (Pir Sultan Abdal Kültür Derneği açıklaması) diyenine kadar tipik biçimde statükocu güçlerin ağzı kullanıldı. Oysa en azından Türkiye’nin son 30-40 yıllık siyasal-sınıfsal mücadeleleri içinde maruz kaldıkları onca kontrgerilla provokasyonundan sonra, yüzyılların mağduru Alevi topluluğunun örgütlü kesimlerinin daha basiretli davranıp bu tuzağa düşmemesi umulurdu. Tam da Sivas katliamı nedeniyle aynı şey yaşanmadı mı? Sahnede görünen kışkırtılmış yobaz sürüsüne aldanılıp katliamın ardındaki gerçek eller görmezden gelinmedi mi? O çok güvenilen “laik” Kemalist ordu sekiz saat süren o kanlı ayinde kollarını kavuşturup durmadı mı? O çok güvenilen ve hem de iktidar ortağı konumundaki “laik” Kemalist SHP ayin sırasındaki tüm imdat çağrıları karşısında ne yaptı? Bu soruları uzatmak mümkün, ama gerekli değil. Geniş Alevi işçi ve emekçi yığınlar açısından bugün sorun geçmişte olduğundan çok daha büyük bir önem taşımaktadır. Zira, yukarıda değinilen genel dünya konjonktürünün yanı sıra, son 10-15 yıldır, Türkiye tarihinde ilk kez Alevilik temelli aktif bir örgütlenme seferberliği yaşanmakta ve bunun eşliğinde yeni bir Alevilik bilinci şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Bu nedenle, sayıları hızla artan tüm bu örgütlenmelerin doğal tabanı ve hedef kitlesi durumundaki Alevi işçi ve emekçi yığınları, Türkiye’nin giderek derinleşen ve şiddetlenen çelişkileri altında manipülasyona ve müdahaleye çok daha açık hale gelmektedirler. Siyasal İslam konusunda olduğu gibi, Kürt sorunu ve şoven Türk milliyetçiliği bağlamında da yaşanmakta olan budur. Geride bıraktığımız Haziran ayında beşincisi yapılan ve onbinlerce kişinin katıldığı “Barışa Semah Dönenler” adlı etkinlik bunun çarpıcı bir örneğini sunmaktadır. Bu etkin-

2

Temmuz 2006 • sayı: 16

likte, son dönem Türk şovenizmini körükleyen en popüler kaynaklardan biri olan Şu Çılgın Türkler kitabının yazarı Turgut Özakman’a “Toplumsal Barış” ödülü verilmiş ve “bin köye bin Atatürk büstü” kampanyasının sonucu olarak yaptırılan Atatürk büstleri törenle sahiplerine verilmiştir. Yüzyıllar boyunca Osmanlı zulmüne maruz kalmış olan Alevi toplumu özellikle 16 ve 17. yüzyıllardaki son büyük isyan dalgalarında on binlerle kesilip biçildikten sonra, kendini koruma güdüsüyle daha içe kapalı bir yaşam sürmeye başladı. Ancak bu ne yoksul göçebe ve yerleşik Alevilerin gördüğü baskıyı ortadan kaldırdı ne de onların egemen Sünni sınıfa karşı kuşkularını. Değişik biçimler altında süren baskı ve isyancı eğilimlerin de büyük ölçüde kırılmış olması, kendini koruma amaçlı içe kapanma eğilimi dışında belirli ölçülerde bir asimilasyon da doğurdu. Sünni şeriatına dayalı Osmanlı’nın yıkılışı ve yerine Kemalist kadronun önderliğinde bir burjuva cumhuriyetin kurulması süreci, uzun yüzyılların ardından Alevilerde bir umut yarattı. Mustafa Kemal bu süreçte Kürtlere, İslamcılara, SSCB ve komünistlere yaptığı gibi Alevilere de mavi boncuk vererek onların desteğini istedi. Her ne kadar efsanelerin aksine tüm Alevi nüfusun mutlak desteğini aldığı söylenemese de, geleneksel Alevi cemaatinin önde gelenlerinin gayretleriyle bu destek verilmiştir ve o günlerden itibaren de Alevi halk kitleleri genel bir Kemalizm sempatisiyle doldurulmuştur. Kemalizmin Osmanlı’daki Şeyhülislamlığın devamı olan Diyaneti kurarak Sünni İslamı resmi din haline getirmesiyle ettiği ihanete ve Kemalizmin doruğu olan tek parti döneminin Aleviler için hiç de güllük gülistanlık olmamasına rağmen bu sempati sürmüştür. Bu bir bakıma Alevi toplumunun Osmanlı egemenliği altında yüzyıllar boyunca maruz kaldığı baskıların ardından bir tür “yılana sarılma” refleksiydi. Cumhuriyetin laikliği ne kadar yarım yamalak olsa ve Kemalizme duyulan muhabbet ne denli karşılıksız kalsa da, Alevilerin yeni rejimi bir can simidi olarak algılamaları gerçeği pek değişmedi. Somut dayanaklardan tümüyle yoksun bir sempati değildi elbette bu. Bu dayanakların en önemlisi, Kemalist rejimin Aleviler için en büyük korku kaynağı olan İslamcı harekete de vuruyor ve şer’i esaslara dayalı rejim arayışlarına set çekiyor oluşuydu. Ancak, yüzyılların baskısıyla ezilmiş, sindirilmiş, dağınık, örgütsüz Alevi topluluğunun bu sempatisi esasen pasif bir nitelikteydi. Alevilikle ilgili herhangi bir aktif siyasal hareket ya da oluşum söz konusu olmadı. Ta ki 60’lı yıllarda kabuğunu kırmaya başlayana dek, Alevi toplumu geleneksel kırsal yaşam koşulları içinde, içe kapalı niteliğini sürdürüyordu. Ancak Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi, kente göç ve Alevi gençlerin üniversitelere akını bu durumu değiştirmeye başladı. Bu nesnel gelişmelere paralel olarak yaşanan genel toplumsal, siyasal ve kültürel uyanış sürecinden Aleviler de kaçınılmaz olarak etkilendi. Nitekim, 1966’da kurulan Alevi kökenli bir siyasal parti (Birlik


Temmuz 2006 • sayı: 16

Partisi) 1969 genel seçimlerinde %2,8 oy alarak sekiz milletvekili çıkardı. Ne var ki ertesi yıl bu milletvekillerinden bazıları Birlik Partisinden ayrılarak Adalet Partisine geçecekti. Daha sonraki yıllarda ise bu Alevi partisinin oyları giderek eriyecek ve seçimlerde hiçbir milletvekili çıkaramayacaktı. Ve süreç içinde bu partinin siyasal etkinlikleri de sona erecekti. Fakat bunun yanı sıra, Alevi gençlerin 60’ların genel yükselişinden etkilenerek sola ve devrimci harekete yönelen kesimleri olmuştu. Dolayısıyla bu koşullar Alevi toplumunun uzun durağanlığının en azından sol hareket ve gençlik üzerinden kırılması ve Alevi toplumunun genelde devrimci harekete sempatiyle yaklaşması anlamına geliyordu. Türkiye’deki sınıf mücadelesi işçi hareketinin çok daha güçlü bir yükselişiyle 70’lerin ortalarından itibaren iyice şiddetlenince, egemenler 1977’den itibaren sonu faşist darbeye giden bir kitle pasifikasyonu stratejisini hayata geçirmeye başladı. Yükseltilen faşist terörden, devrimci hareketin beslendiği önemli kaynaklardan biri olan Alevi halk da doğal olarak nasibini aldı. Bu dönemde Alevi halkı hedef alan Maraş ve Çorum katliamları adeta pogrom provaları gibiydi. Bu işi tezgâhlayanlar yüzyıllardır halkın beynine işlenen ve hiçbir zaman temizlenmemiş olan Alevi karşıtı hayasız karalamaları da kullanmaktaydılar. Bu tecrübeler, düzenin, başı sıkıştığında potansiyel bir günah keçisi olarak Alevileri hedef yapabileceğini kanla göstermiştir. Alevi işçi ve emekçiler açısından çok daha önemli olan şey ise, büyük acılara neden olan bu katliamların arkasındaki güçlerle, 28 Şubat sürecinden bu yana İslamcı harekete de vurduğu için alkışlanan güçlerin aynı olduğunu görüp kavrayabilmektir. Bu güçler aynı zamanda 13. yıldönümünü anmakta olduğumuz Sivas katliamının arkasındaki güçlerdir de. Bu acı gerçeklere rağmen genişçe bir Alevi kesimin hâlâ, Kemalizm bayrağı altında toplanan düzenin statükocu “laikçi” güçlerinin içyüzünü ve aldatmacalarını kavrayamamış olması üzüntü vericidir. Faşist ‘80 darbesiyle devrimci hareketin aldığı ağır yenilgi ve sonrasında işçi sınıfının tutulduğu ağır baskı koşulları altında yaşanan vahşi kapitalist gelişme, tüm toplumu olduğu gibi Alevileri de olumsuz etkiledi. Kaldı ki Ale-

marksist tutum

viler zaten faşist darbenin balyozundan da nasiplerini almışlardı. Yenilgi koşullarının üzerine, hızlanan göç ve sınıfsal ayrışmanın etkilerinin de binmesiyle, devrimci harekete bütününde daha mesafeli bir yaklaşım sergilenmeye başlandı. Bu dönemde nasıl hızlı bir yeşil sermaye oluşmaya başladıysa, bir Alevi burjuvazisi de oluşmaya ve Alevilik kisvesi altında yoksul Alevi işçilerin sömürüsüyle palazlanmaya başladı. Bunun yanı sıra siyasal bir gelişme olarak Kürt hareketinin yükselişiyle birlikte Kürt Alevilerin bu kanala meyletmesi de, Alevilerin değişik burjuva siyaset kanalları için kullanılması sorununa yeni bir aciliyet kazandırdı. Öyle ki geleneksel olarak Alevi düşmanı eğilimlerle dolu olan MHP gibi faşist partilere varıncaya kadar burjuva partiler birden Alevilere dönük sempati mesajları verme ve onları tavlama yarışına giriştiler. Bu tür okşamaların kimi Alevileri cezbettiği ve bu tür partilerde bile Alevi unsurların boy göstermeye başladığı görülüyor. Kürt hareketinin yanı sıra, rejim için önemli tehdit olarak algılanan İslamcı hareketin yükselişi bağlamında da Aleviler bir manipülasyon nesnesi olarak görülmektedir. Bu noktayı zaten baştan beri vurguluyoruz. Burada sadece 28 Şubat sürecinin bu konuda önemli bir dönüm noktası olduğunu hatırlamak gerekiyor. Bu “balans ayarı” ile birlikte Türkiye’de siyaset alanı yeni bir görünüm almış ve tüm siyasal güçler Kürt sorununun yanı sıra bu “kırmızı çizgi”ye göre de kendilerine ayar çekmişlerdir. Burada Alevilerin doğal bir müttefik olarak görüldüğünü ve kullanılmak istendiğini belirtmeye gerek bile yok. Tüm bu sosyal ve siyasal gelişmelerin bir parçası olarak şimdilerde sık duymaya başladığımız “Alevilik nedir” türünden hararetli tartışmalara kısaca değinmek yerinde olur. Bu konuda birçok eser yayınlandı ve tartışmalar halen sürüyor. Aleviliğin sosyal-düşünsel kaynakları, tarihsel gelişimi gibi konular elbette tarihsel materyalizmin inceleme konuları olarak önemli konulardır ve bu konuda da tek tutarlı bilimsel rehberin tarihsel materyalist yöntem olduğu vurgulanmalıdır. Ancak Alevi işçi ve emekçiler açısından bu tartışmalarda asıl odaklanılması gereken nokta, ileri sürülen görüşlerin doğruluk-yanlışlıktan öte hangi çı-

Egemenler 1977’den itibaren sonu faşist darbeye giden bir kitle pasifikasyonu stratejisini hayata geçirmeye başladı. Yükseltilen faşist terörden, devrimci hareketin beslendiği önemli kaynaklardan biri olan Alevi halk da doğal olarak nasibini aldı. Bu dönemde Alevi halkı hedef alan Maraş ve Çorum katliamları adeta pogrom provaları gibiydi.

3


marksist tutum

karları yansıttığı, hangi siyasal hedeflere hizmet ettiğidir. Zira bu tartışmalarda ortaya konan görüşler çok büyük oranda gerçekliğin ne olduğundan çok, güncel siyasal sorunlardaki saflaşmaları yansıtmaktadır. Kimisi “Alevilik İslam dışıdır” derken, kimisi “Alevilik İslamın gerçek özüdür” demekte, kimisi “Alevilik bir dindir” derken, kimisi “bir mezhep”, kimisi de “bir felsefe, kültür, yaşayış tarzıdır” demekte; kimisi “Aleviler gerçek Türklerdir” ve “Alevilik de eski Türklerin şaman inanışlarının İslami kisve altında devamıdır ya da İslamla harmanlanmasıdır” derken, kimisi Aleviliğin kaynağının Kürtler olduğunu savunmaktadır… Bu listeyi uzatmak mümkün. Ancak asıl önemli olan bu tezlerin her birinin burjuva siyasetinin şu ya da bu kolunun güncel amaçlarıyla bağlantılı ya da kolaylıkla bağlantılandırılabilir olmasıdır. Her birini tek tek ele almaya gerek yok, ama örneğin Türklük öğesini vurgulayan tezlerin Kürt düşmanı, ırkçı bir gayreti yansıttığı, Alevileri daha milliyetçi-ırkçı pozisyonlara çekmeyi ve Kürt Aleviliği ile bu temelde ayrıştırmayı amaçladığı biliniyor. Keza Aleviliğin İslam dışılığını vurgulayan tezler de, günümüzün sahte “medeniyetler çatışması” dünyasında kendini İslamdan ayrı tutma gayretini olduğu gibi, sol Kemalist pozisyonları da yansıtıyor olabilir. O nedenle Alevi işçi ve emekçilerin bu tür tartışmalar karşısında uyanık olmaları ve şu ya da bu tezin kendilerini cezbetmesine izin vermeden önce bazı temel siyasal soruları sormaları gerekiyor: Ezilen ulus karşısında nasıl bir tutum takınılıyor? Tam ve tutarlı bir laiklik savunuluyor mu? Yoksa birtakım cemaatsel ayrıcalıklar mı talep ediliyor? Kemalizm ve özellikle statükocu sivil-asker bürokrasi konusundaki tutum ne? Kapitalizm ve Alevi burjuvazisi karşısında tutum ne? Baş düşman ya da asıl sorun İslamcı hareket veya sözgelimi “şeriat tehlikesi” olarak mı görülüyor? Bu sorular temel test sorularıdır ve yanıtları da siyasal açıdan nerede durulduğunu göstermesi bakımından önemlidir.

Alevi İşçi ve Emekçiler Soruna Nasıl Yaklaşmalı? Alevilerin yüzyıllardır Alevi olmaktan kaynaklanan bir baskı gördükleri şüphesizdir. Bugün Aleviler kimliklerini gizlemek zorunda kalmakta, istemedikleri halde zorunlu din dersleriyle çocukları Sünni propagandasına maruz bırakılmakta, köylerine zorla cami dikilmekte, inançları muteber kabul edilmemekte, ibadetleri çeşitli biçimlerde engellenmektedir. Bunlar ve sayamadığımız başka birçok baskı biçimi temelde demokrasi ve onun bir alt başlığı olan laiklik mücadelesinin konusu olan sorunlardır. Marksistlerin hep yineledikleri ve modern sınıf mücadeleleri tarihinin de açıkça gösterdiği gibi, en azından yüz elli yıldır demokrasi mücadelesinin de tek tutarlı sahibi devrimci işçi sınıfıdır. Devrimci işçi sınıfının programı tek tutarlı demokrasi ve laiklik programıdır. Devlet ve din işlerinin tam

4

Temmuz 2006 • sayı: 16

ayrılığı, dinin bireylere ve cemaatlere bırakılması, dolayısıyla Diyanet gibi kurumların kesin lağvı ve tüm resmi din personeline son verilmesi; hiçbir dinsel etkinliğe devlet yardımının yapılmaması, tüm dinsel faaliyetin finansmanı ve yürütümünün cemaatlere bırakılması… Ancak birçok Alevi örgütü okullardaki din eğitiminin kaldırılması yerine, Alevi çocuklar için Alevilik dersi konmasını ya da din dersinde Aleviliğin öğretilmesini istiyor. Örneğin Almanya’da uzun girişimlerden sonra okullarda Alevilik dersi verilmesinin sağlanmış olması bir başarı olarak gurur vesilesi yapılmaktadır. Bunun laiklikle bir ilgisi var mı? Din derslerinin ne seçmeli hale gelmesi ne de içerik olarak tek bir dinin ya da mezhebin öğretisiyle sınırlı olması kabul edilebilir. Biçim, içerik ve uygulaması nasıl olursa olsun din dersleri okullardan tümüyle kaldırılmalıdır. Diğer taraftan ibadethanelerin yasal statüye kavuşturulması talebi de özde devlet desteği talebi niteliğindedir. Çünkü bununla amaçlanan, devletten bedava yer tahsisi, bedava elektrik-su gibi beklentilerdir. Bunun daha ötesi de bazı Alevi dedelerinin devletten maaş talep etmeleridir. Bu talepler laiklik savunusuyla bağdaşmayan taleplerdir. LeKapitalizm çerçevesinde kalındığı sürece, tutarlı olsun veya olmasın demokrasi ve laiklik alanlarında atılacak kimi adımların, ya da Alevi örgütlerinin şu ya da bu somut taleplerinin yerine getirilmesinin hiçbir şekilde Alevi toplumunun esenliği için gerçek bir güvence olamayacağı unutulmamalıdır. nin’in de vurguladığı gibi: “Kiliseye ve dinsel kurumlara hiçbir devlet yardımı yapılmamalı, hiçbir ödenek verilmemelidir. Bunlar, devletten tamamen bağımsız, aynı düşüncedeki kişilerin oluşturduğu kurumlar niteliğinde olmalıdır. (…) Ya içtenlikli ve dürüstsünüzdür, ki o zaman kilise ile devletin ve kilise ile okulun kesinlikle birbirinden ayrılmasından, dinin tamamen kişisel bir sorun olarak kabul edilmesinden yana olursunuz. Ya da özgürlük konusunda bu tutarlı istekleri benimsemezsiniz, ki o zaman da engizisyon geleneklerinin hâlâ tutsağı demeksinizdir; rahat memuriyetlerinize ve hükümet kaynaklı gelirlerinize bağlısınız demektir; silahınızın ruhsal gücüne inanmıyorsunuz ve devletten rüşvet almayı sürdürüyorsunuz demektir.” (Sosyalizm ve Din) Burjuva demokrasisi hiçbir zaman tam bir laikliği hayata geçirmemiştir ve hatta büyük burjuva devrimlerinden bu yana, zaman içinde bu alanda birçok geri adım atılmıştır. Bu burjuvazinin devrimci kapasitesinin tarihsel sınırlarını ve işçi sınıfının mücadelesi karşısında zaman içindeki gericileşmesini ifade eder. Yukarıda bazı unsurlarını saydığımız tutarlı bir demokrasi ve laiklik programı ancak işçi sınıfının devrimci iktidarı altında gerçekleştirilebilir. Aynen 1917 Ekim Devrimiyle burjuvaziyi devirip iktidarı


Temmuz 2006 • sayı: 16

alan Rus işçi sınıfının, devrimin ilk yıllarında kanıtladığı gibi. Diğer taraftan kapitalizm çerçevesinde kalındığı sürece, tutarlı olsun veya olmasın demokrasi ve laiklik alanlarında atılacak kimi adımların, ya da Alevi örgütlerinin şu ya da bu somut taleplerinin yerine getirilmesinin hiçbir şekilde Alevi toplumunun esenliği için gerçek bir güvence olamayacağı unutulmamalıdır. Alevi işçi ve emekçileri bunun olabilirliğine inandırmaya çalışmak sahtekârlıktır. Özellikle AB süreci vesilesiyle bu yönde eğilimlerin doğduğu malûmdur. Burjuvazi kendi düzeni bunalıma girdikçe kitleler için yanlış hedefler göstermekten asla vazgeçmez. Türkiye’de Alevilik de her zaman burjuvazi için potansiyel bir kışkırtma konusu olmaya devam edecektir. Hiçbir burjuva demokrasisi ilkel güdüleri kışkırtmaktan ve köklü önyargıları körüklemekten geri durmamıştır ve durmayacaktır da. İlkel güdülerin ve köklü önyargıların aşılmasının temel koşulu sınıflı toplum düzeninin ve sömürünün ortadan kaldırılmasıdır. En gelişkin burjuva demokrasilerinin olduğu Avrupa ve Kuzey Amerika’da, değişen zaman ve koşullara bağlı olarak göçmenlerin, azınlıkların, Yahudilerin, siyahların, şimdilerde Müslümanların nasıl düşman ilan edildiklerini görmeyenler olsa olsa bilinçli bir körlük içinde olabilirler. Hiç kimse kendisini aldatmasın, kapitalizmde sağlam bir güvence asla olamaz. Alevi gençler, işçiler, emekçiler eğer gerçekten bu tür korkuların olmadığı bir toplum istiyorlarsa, yapmaları gereken şey Marksizmin bayrağı altında işçi sınıfının devrimci mücadele saflarında yer almaktır. Çünkü böyle bir topluma giden yolu açacak olan tek güç devrimci işçi sınıfıdır. Başka bir çıkar yol yoktur. Sivas katliamının yıldönümünde demokrasi ve devlet bağlamında dikkat çekilmesi gereken bir husus daha var. İşçi sınıfının demokrasi programı aynı zamanda Alevilerin de acısını çok çektikleri kontrgerilla gibi gerici düzen örgütlenmelerinin dağıtılması talebini içerir. Bu tür örgütlenmeler burjuva devletin ta kalbini, onun çelik çekirdeğini oluştururlar. Kapitalist düzen var oldukça burjuvazinin bu tür örgütlenmeleri de, onlar eliyle tezgâhladığı provokasyonlar da son bulmayacaktır. Kimi Alevi çevrelerinin zaman zaman ima ettikleri gibi devlet aygıtı içinde daha çok Alevinin yer alması türünden özlemlerle de bunun olması mümkün değildir. Susurluk’un baş aktörlerinden olan ünlü polis şefi Hüseyin Kocadağ’ın bir Alevi olması ironiktir.

marksist tutum

Sık sık vurguladığımız gibi bu tür melanet yuvalarını da dağıtacak olan işçi sınıfının başını çektiği güçlü bir halk devrimidir. Burjuva düzen içi hiçbir halim selim düzenleme bunu sağlayamaz. Bir daha Sivasların, Çorumların, Maraşların ve diğerlerinin olmaması için, tüm burjuva devlet aygıtını tuzla buz edecek devrimin güçlü yumruğu gereklidir. O halde bir kez daha belirtelim: yüreğinde isyan ateşi olan Alevi gençler, işçi ve emekçiler için kurtuluşun ve mücadelenin tek gerçek bayrağı Marksizm bayrağıdır! Alevilik öğretileri dünya tarihinde birçok örneği görülen ortaçağ köylü sosyalizminin unsurlarını taşırlar ve bir yönüyle bu köylü sosyalizminin Anadolu’ya özgü bir versiyonunu ifade ederler. Bu tür Ortaçağa ve diğer çağlara özgü ütopik sosyalist düşünceler ve bu düşünceleri bayrak edinen halk hareketleri şüphesiz insanlığa birtakım olumlu değerler, ilerici-devrimci öğeler miras bırakmışlardır. Bu tür olumlu değerler varolduğu ölçüde, bunlar, çağımızda onları sentezleyerek kendi bünyesine katan Marksizmde ve devrimci işçi hareketinde yaşamaktadırlar. Alevilik öğretilerinin ve Anadolu ve çevresindeki halk isyanlarının içerdiği olumlu değerler, ilericidevrimci öğeler için de durum budur. Ama, bütünlükleri içinde kendi çağlarına ait bu tür öğretileri çağımıza hitap eden devrimci düşünceler gibi sunmak anakronizmdir. Çağımızın tek tutarlı devimci öğretisi Marksizmdir ve Alevi işçi ve emekçiler için olduğu gibi tüm dünyadaki işçi ve emekçilerin kurtuluş mücadelesinin bayrağı da Marksizmdir. Dolayısıyla Alevi işçi ve emekçiler için mücadelenin gerçek adresi de devrimci işçi hareketinin safları olmak durumundadır. Onların gerçek “can”ları ya da musahipleri, Alevi patronlar ya da devlet aygıtının yüksek katlarındaki Aleviler değil, Sünni olsun olmasın diğer işçilerdir. Burjuvayı ve işçiyi Alevi kimliğinin çatısı altında “gelin canlar bir olalım” çağrısıyla birleştirmeye çağırmak, Alevi işçiyi sınıf işbirliği bataklığına sürüklemektir. Bugün Alevi işçi için “gelin canlar bir olalım” çağrısının karşılığı devrimci proletaryanın ”bütün dünyanın işçileri birleşin” şiarı, “can”ın karşılığı da “sınıf kardeşi” ya da “yoldaş” olmak durumunda değil mi? 

5


Latin Amerika’da “Kurtarıcılar” ve Caudillolar Utku Kızılok

Unutmayalım ki burjuva sosyalizminin “devrim” dediği, devrimci proletarya açısından çoğunlukla reform niteliğindedir. Devrimci Marksizmin devrimin durdurulması olarak nitelediği taktikler, küçük-burjuva devrimciliğine devrimin şahikası olarak görünebilir. (Elif Çağlı)

Kimin “devrimi”? Dünya sosyalist basını şöyle bir incelendiğinde görülecektir ki büyük bir çoğunluğu Latin Amerika’da “devrim”den ve “21.yüzyılın sosyalizmi”nden söz etmektedir. Özellikle Venezuela üzerine kitaplar yayınlanıyor, dergiler Latin Amerika’yı dosya konusu yapıyor, edebiyat dergileri “devrimin” kültürel dönüşümlerinden söz ediyor, “devrimi” anlamak üzere kıtaya geziler düzenleniyor ve konferanslar veriliyor. Kısacası dünya sosyalist hareketinin büyük çoğunluğu ortada bir proleter devrim ve bir işçi iktidarı olmamasına karşın kendini “devrim”e kaptırmış bulunuyor! Latin Amerika’da devrimci bir yükseliş yaşandığı doğrudur; 2001’den başlayarak Arjantin, Ekvador, Bolivya ve Venezuela’da devrimci durumlar yaşandı. Fakat işçi sınıfı iktidarı alamadı ve bu ülkelerin tamamında burjuva sol partiler ve onların sol popülist liderleri devrimci kitlelerin üzerine basarak iktidara yükseldiler. Şimdilerde, Arjantin’de Kirchner, Brezilya’da Lula, Uruguay’da Vazqez, Bolivya’da

6

Morales ve Venezuela’da Chavez, Latin Amerika’da “sol dalga”nın ya da “yeni devrimin” önderleri olarak selamlanıyorlar. Bu tip liderlerin işçi sınıfına nasıl da ihanet ettiğini ve esas rollerinin devrimci süreçleri soğutarak kontrol altına almak olduğunu yenilgilerle dolu devrim tarihi bolca yazmaktadır. Yukarıda ismi geçen liderler, bir kıyas yapılacak olursa, İkinci Enternasyonal’in liderlerinden çok daha sağ bir çizgide yer almaktalar ve unutmayalım ki, İkinci Enternasyonal’in liderleri önce işçi sınıfını savaşta burjuvazinin kuyruğuna taktılar ve bilahare gelişen devrimleri bizzat boğdular. Bununla birlikte kızıl gömleğe bürünen Chavez, diğer tüm liderlerden önde yürüyor ve Venezuela’da “21. yüzyılın demokratik sosyalizmini inşa edeceğini” söylüyor. Chavez’e göre “devrimci demokrasi 21. yüzyılın sosyalizmine, Bolivarcı, Venezuelalı, Latin Amerikalı damgasını taşıyacak bir sosyalizme doğru bir yol, bir köprü, bir geçiş oluşturmaktadır.” Ne var ki, tepeden bir kısım burjuva reformların hayata geçirilmesi, yani devlete ait toprakların bir kısmının 136 bin köylüye dağıtılması, petrol gelirlerinden sağlık ve


Temmuz 2006 • sayı: 16

eğitime daha fazla pay ayrılması, yoksullara gıda yardımı yapılmasından başka bir şey değil sözü edilen “devrim”! Beri yandan, “işçi yönetimi” olarak yutturulmaya çalışılan şey, kapitalistlerin kapattığı kimi fabrikaların devletleştirilmesi ve hisselerin yarısının kurulan işçi kooperatiflerine devredilmesidir. Bu ne devrim ne sosyalizmdir, işçilerin ya da daha çok işçi bürokrasisinin kooperatifler aracılığıyla işletilecek şirketlere bir hissedar olarak ortak edilmesidir. En iyi ifadeyle denilebilir ki, bir buçuk asır önce Proudhon’un başını çektiği ve esas olarak kooperatiflere dayanan küçük-burjuva sosyalizmi şimdilerde yeniden diriltiliyor! Venezuela’nın “21. yüzyılın sosyalizmi”ne doğru ilerlediğini, “Venezuela’da yeni tipte bir devrim” yaşandığını, “yeni bir sosyalizm projesi”nin söz konusu olduğunu söyleyenler, esasında işçi sınıfından umutlarını kesmiş olduklarını ve kapitalizmin bir proleter devrim tarafından alaşağı edilemeyeceğini utangaç bir dille de olsa ifade etmiş oluyorlar. Bu meyanda, bu sosyalist çevreler kendilerini Chavez gibi bir “kurtarıcı” caudillonun kollarına atarak savunuyor göründükleri proleter devrimci fikirlerin “ağırlığından” da kurtulmuş oluyorlar. “21. yüzyıl sosyalizmi”nin ne tür bir şey olduğunu Chavez’in kendisi açıklamıştı aslında: “demokratik, barışçıl, insancıl, kansız bir devrim, tıpkı İsa’nın devrimi gibi” bir devrim! Aslında Chavez açısından her şey çok net; o nasıl bir devrim istediğini ve kimleri örnek aldığını gizlemiyor. Elbette Marx, Engels veya Lenin’i değil, Simon Bolivar gibi burjuva milliyetçi önderleri referans alıyor. Şimdi soralım: tüm bu olanların 1917 Ekim Devrimiyle, yani kapitalist sömürü düzenine son veren, burjuva devlet aygıtını parçalayarak onun yerine doğrudan demokrasinin organları olan sovyetleri geçiren proleter devrimle uzaktan yakından bir ilişkisi, benzerliği var mı? Elif Çağlı, geçen sayımızda yer alan makalesine “Tehlikenin Ortasında” başlığını koyarak, Chavez gibi milliyetçi sol popülist bir liderin “devrim önderi” olarak takdim edilmesinin yarattığı bilinç çarpılmasına ve gelmekte olan tehlikeye dikkat çekiyordu. Uzun bir dönemdir geri çekilmiş bulunan sınıf mücadelesi dalgası yeniden yükseliyor. Dünya işçi sınıfı, üzerindeki ölü toprağını yavaş da olsa atıyor ve burjuvazinin karanlığına karşı Latin Amerika’dan başlayarak mücadele bayrağını yeniden yükseltmeye başlıyor. Avrupa’da ve dünyanın pek çok bölgesinde işçi sınıfı kitleleri ve özellikle genç yığınlar arasında sosyalizm yeniden sempati topluyor. Böylesi bir uyanma ve ileri atılma sürecinde Chavez gibi Latin milliyetçilerinin “devrim önderi” ve büyük “sosyalist insan” katına yükseltilerek, sosyalizme gözlerini açan kitlelere takdim edilmesi utanç verici bir durum; ve gelecek açısından gerçekten de tehlikeli. Sosyalizm referansı Chavez olan geniş yığınlar, devrimci yükselişin öne ittiği bu Bonapart tarafından yarı yolda bırakıldıklarında demoralize olup geri çekilmekle kalmayacaklar, sosyalizme olan inançları-

marksist tutum

nı belki de tümden yitireceklerdir. Lenin’in İkinci Enternasyonal liderlerini eleştirirken ifade ettiği üzere sosyalizm, milliyetçiliğin üzerini kapatan bir maske değildir. Chavez’in sosyalizm söylemiyle maskelediği Latin milliyetçiliğini, sırf ABD emperyalizmine karşı çıkıyor diye anti-emperyalizm olarak göklere çıkaranlar fena halde yanılıyorlar. Aynı Chavez, ABD’ye karşı atıp tutarken, Avrupalı emperyalistlerle ve dünyanın diğer hegemonik güçleri Çin ve Rusya’yla “dostane” ilişkiler kurmaktan ve burjuvazisi adına ticari anlaşmalar yapmaktan geri durmuyor. Chavez’in Amerikan emperyalizmine dönük salvoları, belki ABD emperyalizmine haklı nefret duyan kitleleri hoşnut edebilir, ama bunun anti-emperyalizm olmadığı bilinmelidir. ABD emperyalizmine karşı ulusalcı-kalkınmacı bir çizgi izleyen Chavez’in amacı, Venezuela’yı Latin Amerika ölçeğinde belirleyici hegemon bir güç haline getirmektir. “Bolivar Devrimi”nin özü tastamam bu içerikle belirlenmiştir. Gerek alt kıtada, gerekse dünyanın diğer bölgelerinde gelişen anti-Amerikancı tepkiyi Chavez, böyle bir hedef doğrultusunda yedekleme peşindedir. Fakirlerin “babası” pozlarında Amerikalı ve Avrupalı yoksullara bedava petrol dağıtarak prestij toplamaya çalışması hep bu amacın bir parçasıdır. Latin Amerika tarihi, ABD emperyalizmi karşısında daha ulusalcı bir çizgi izlenmesi gerektiğini savunan onlarca milliyetçi askeri darbeyle doludur. Geçmişine libertadorların (“kurtarıcı”) ve caudilloların (güçlü adam, silahlı şef) damga bastığı Latin Amerika’da, yoksul halk kitleleri, kurtuluş vaat eden bu tip darbelerin liderlerini veya Chavez gibileri “kurtarıcı” kabul ederek bağırlarına basmışlardır. Belirtmek gerekiyor ki, ABD emperyalizmine karşı milliyetçi bir çizgi izleyen ve Latin Amerika’nın ulusal kaynaklarının ulusalcı-kalkınmacı bir temelde kullanılmasını savunan ilk kişi Chavez değildir. Latin Amerika tarihi, ABD emperyalizmi karşısında daha ulusalcı bir çizgi izlenmesi gerektiğini savunan onlarca milliyetçi askeri darbeyle doludur. 1960’larda askeri darbelerle başa geçen milliyetçi subaylar, cahil ve yoksul halk kitlelerini kurtarmaya gelmiş “kurtarıcı” pozlarında sosyalizmden, toplumsal kurtuluştan dem vurmakta, tepeden reformlara girişmekte ve hatta ABD’ye karşı Chavez’den daha sert milliyetçi bir çizgi izlemekteydiler. Geçmişine libertadorların (“kurtarıcı”) ve caudilloların (güçlü adam, silahlı şef ) damga bastığı Latin Amerika’da, yoksul halk kitleleri, kurtuluş vaat eden bu tip darbelerin liderlerini veya Chavez gibileri “kurtarıcı” kabul ederek bağırlarına basmışlardır. Bugün de, bağımsız bir sınıf bilincinden ve iktidar perspektifinden yoksun Venezuelalı işçi-emekçi kitleler, “Mesih” edasıyla sosyalizmden söz eden, bazı reformlar yapan ve ABD’ye kafa tutan Chavez’i yoksulların “babası” ya

7


marksist tutum

da “kurtarıcı” olarak görüyor ve devrimci hareketi onun kişiliğiyle özdeşleştiriyorlar. Bundan ötürü, 1960’larda yaşanan milliyetçi askeri darbelere ve tepeden reformlara bakmadan önce, kıtanın “kurtarıcı” caudillocu geçmişine bakmak Latin Amerika gerçeğinin kavranması açısından elzemdir.

Libertadorlar ve caudillolar Sömürgecilerin kılıçlarından geçirilen, köleleştirilen, açlık ve yoksulluğa terk edilen çaresiz yığınların neden kendilerini Tupac Amaru ve Simon Bolivar gibi “kurtarıcı”ların kollarına attığı anlaşılmaz değildir. Maya, Aztek ve İnka uygarlıkları “uygarlaştırıcı Avrupa”nın kılıçlarından geçirilerek yakılıp yıkılmış, taş üstünde taş bırakılmamış ve milyonlarca insan katledilmiştir. Kızılderililer köleleştirilerek topraklarından kovulmuş ve çalıştırılmak üzere altın ya da gümüş madenlerine sürülmüşlerdir. Korkunç bir zorbalıkla, olmadık işkenceler uygulanarak madenlere gönderilen Kızılderililer 5-6 yıl içinde can veriyorlardı; nitekim yeterli işgücü kalmadığından ötürü, ilerleyen yıllar içinde yerli kölelere Afrika’dan getirilen 10 milyondan fazla köle de katılacaktı. Bazı kaynaklara göre bir zamanlar bu üç uygarlıkta 70 ilâ 90 milyon arasında bir nüfus yaşamaktaydı. Bir buçuk asır sonra bu üç uygarlıktan geriye yalnızca 3,5 milyon yerli kalmıştı. (Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Alan Yay., Kasım 1983, s.52) Esasında Amerika kıtasının keşfi Avrupa’da kapitalizmin doğuş sürecinin bir parçasıydı. Avrupa’da ticari kapitalizm liman kentlerinde gelişmesine rağmen henüz baskın bir üretim biçimi haline gelmiş değildi; kıtanın

8

Temmuz 2006 • sayı: 16

keşfiyle birlikte yüz binlerce ton altın ve milyonlarca ton gümüş Avrupa’ya akmaya başlamış, bununla birlikte, Amerika’nın hammadde kaynakları tam anlamıyla yağma edilerek tüm doğal zenginlikler Avrupaya yığılmıştır. Böylece sermaye birikiminde büyük bir atılım yaşanmış oluyordu; fakat ne pahasına? Bu dönemin canlı tanıklarının aktardığı anekdotlar, sömürgecilerin kıta halkını ne denli korkunç bir sömürüye tâbi tuttuğuna ve gelecekte “kurtarıcı”ların nasıl bir toplumsal zeminde yükseldiğine de ışık tutmaktadır. Bir rahip şöyle anlatıyor: “bu zavallı Kızılderililer denizdeki sardalyalardan farksız. Öteki balıklar nasıl yiyip yutmak için sardalyanın peşine düşerse, bu topraklardaki herkes de talihsiz Kızılderililerin peşinde.” Bir maden ocağı sahibi ise şunları anlatıyor: “çaresiz Kızılderili, tıpkı altın ve gümüş gibi, gereksinimlerin karşılanmasında kullanılan bir değişim aracıdır. Altınla gümüşten tek farkı çok daha kullanışlı olmasıdır.” (age, s.53). Bir başka tanığın gözlemleri: “çalışırken ter içinde yüzüyorlar, ayakları ya soğuk toprağın, taşların üzerinde ya da suyun içinde. Dinlendikleri ya da yemek yedikleri sırada derideki gözenekler kapanıp buz tutuyor. Bu yüzden de kapmadıkları hastalık kalmıyor. Kanama, zatürre, felç, zatülcenp bunlardan yalnızca birkaçı.” (age, s.65) Kızılderili ve Siyahderili köleler için hastalığın hızla ilerlemesi ve çekilen acıların ölümle son bulması tek kurtuluş yoluydu. Kaçtıkları takdirde peşlerine düşülüyor ve kaçanları yakalayıp kafasını kesip getirenlere ödül veriliyordu. Kapitalizmin o ışıltılı uygarlığının arkasında işte böylesine bir geçmiş vardır. Kuşkusuz “kurtarıcı”ların Latin Amerika’da yaygın bir şekilde zemin bulmasının pek çok nedeni vardır; örneğin, kıtanın Asyatik üretim tarzına sahip bir geçmişi olması belirleyici temel etmenlerden biridir. Toprakta özel mülkiyetin olmadığı Asyatik toplumlarda, toprak üzerinde üreticilik yapan veya yaşamlarını benzeri şekillerde sürdüren insan toplulukları, her şeyin üzerinde yükselen ve devleti de kendi kişiliğiyle cisimleştiren despotların (hükümdarların) tebaası konumundadır. Maya, Aztek ve İnka’da üretici komünler, toprakları tarıma elverişli hale getirmiş, sulama kanalları yapmış, imparatorlara tapınaklar veya Mısır piramitlerinin benzerlerini yükseltmiş, İnka dağlarına teraslar inşa etmiş, sazlık bölgele-


Temmuz 2006 • sayı: 16

re toprak doldurarak Aztek şeflerine “yüzen bahçeler” yaratmışlardır. Ancak uygarlığı parlatan geniş yığınlar devlet işlerine karıştırılmamış ve sadece basit üreticiler ya da imparatorun tebaası olarak kalmışlardır. Tıpkı diğer Asyatik-despotik uygarlıklarda olduğu gibi bu uygarlıklarda da, “en üstün, en yüce otorite olarak toplumun en tepesinde oturan ve devlet iktidarını kendi şahsında somutlaştırmış bulunan despot (hükümdar), elbette ki “tanrısal bir güç” ya da “kutsal bir baba” olarak görünmekteydi topluma”. (Mehmet Sinan, Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı/3, Marksist Tutum, no 9, s.6) Asyatik üretim ilişkilerinin doğrudan bir sonucu olarak tebaayı oluşturan kitleler devlet ilişkilerinden, politikadan, bilim ve sanattan tamamen uzaklaştırılarak, kendi içlerine kapalı bir yaşama hapsedilirler. Böyle bir toplumda, halk kitleleri her şeyi “tanrısal bir güce” sahip kutsal devletten ya da devlet ile somutlaşmış despottan beklemeye alışkındırlar. Latin Amerika’ya kapitalist ilişkilerin vahşi bir tarzda girmesi eski toplumsal-kültürel yapıyı söküp atamamış, sömürgeci vahşet “kurtarıcı”lara dönük beklentiyi daha bir beslemiştir. Tebaa ile “kadiri mutlak” despot arasındaki ilişki zaman içinde biçim ve görünüm değiştirerek yerini, acılara gark olmuş köleler ile onu kurtarmaya gelen “kurtarıcı” arasındaki ilişkiye bırakmıştır. Asyatik üretim ilişkilerinin doğrudan bir sonucu olarak tebaayı oluşturan kitleler devlet ilişkilerinden, politikadan, bilim ve sanattan tamamen uzaklaştırılarak, kendi içlerine kapalı bir yaşama hapsedilirler. Böyle bir toplumda, halk kitleleri her şeyi “tanrısal bir güce” sahip kutsal devletten ya da devlet ile somutlaşmış despottan beklemeye alışkındırlar. Alt kıtadaki ilk köle ayaklanmasını 1522’de başlatan siyahlar, ayaklanmanın başını çeken şeflerinin ölümsüz olduğuna inanıyorlardı; lakin en tanınmış olanlarından Zumbi, kendi adamlarının ihanetine uğradı ve sömürgeciler tarafından yakalanarak öldürüldü. Ancak kıtada ne “kurtarıcı”ların ölümlü olduğuna inanıldı ne de onlara duyulan ihtiyaç ortadan kalktı. Devam eden yıllarda yeni “Mesih”ler ortaya çıkacak ve kendilerine karşı sonu gelmez bir kıyım uygulanan köleler, acılarını dindirecek yeni “kurtarıcı”ları takip etmekten geri durmayacaklardı. İnka imparatorunun soyundan gelen melez Tupac Amaru, İspanyol sömürgeciliğine karşı ayaklanmayı başlatan ve ona önderlik eden ilk “kurtarıcı”lardan biriydi. Başlayan isyan kısa zamanda yayılacak ve Tupac Amaru bir efsane haline gelecekti. Kuşattığı kentlere beyaz atının üzerinde mağrur bir “kurtarıcı” edasıyla girdiğinde, Kızılderili ve Siyahderililer tarafından trampet ve pututoslarla (borazan olarak kullanılan içi oyulmuş boynuzlar) karşılanıyordu. Amaru, kurtardığı bölgelerde kölele-

marksist tutum

re özgürlüğünü tanıyor ve bütün vergileri kaldırıyordu. Özgürlüğünü kazanan köleler, “bütün yoksulların, sefillerin ve öksüzlerin babası” unvanıyla taçlandırılmış Tupac Amaru’ya katılıyorlardı. “Kurtarıcı”, söylevlerinde savaşta emrinde ölenlerin, sömürgeciler kovulup da kıta insanı eski zenginliğine kavuştuğu gün yeniden dirileceklerini vaaz ediyordu. Yakalandığında ziyaretine gelen bir İspanyol yetkiliye şöyle seslenecekti: “bu olayda yalnızca iki suç ortağı var: sen ve ben; sen zorba, ben de kurtarıcı olarak ölümü hak ettik.” (Eduardo Galeano, age, s.57) 19. yüzyıl başlarında, Fransız Devriminin “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” sloganıyla Latin Amerika’nın ulusal birliğini sağlamak ve toprak reformu yapmak üzere harekete geçtiklerinde, Simon Bolivar ve Jose Artigas gibi burjuva devrimciler de aynı Tupac Amaru gibi “kurtarıcı” olarak karşılandılar. Köylüler, toprak ve özgürlük vaat eden bu “kurtarıcı”ların peşine düşmekten elbette geri durmayacaktı. Simon Bolivar, bugünkü Bolivya, Peru, Kolombiya ve Venezuela’dan oluşan “Büyük Kolombiya” devletini kurarken, Artigas, Uruguay’ı ve Arjantin’in bir kısmını içine alan büyük toprakları elinde bulunduruyordu. Fakat bu iki burjuva devrimcisi ne kıtanın birliğini sağlayabildiler ne de yaptıkları toprak reformu kalıcı hale gelebildi. Farklı çıkarlara sahip burjuva kesimlerin çatışması, birden çok ulus-devletin oluşumuna can verdi; toprak oligarşisi, toprak reformuna şiddetle tepki gösterdi ve toprakların bölünmesine izin vermedi. Latin Amerika ülkeleri 19. yüzyılın ilk çeyreğinde bağımsızlıklarını kazanmalarına rağmen 20. yüzyılın başlarına dek, gerçek anlamda ne ulusal birlik sağlanabilmiş ne de merkezi bir otorite kurulabilmiştir. Sadece Arjantin birkaç iç savaş yaşadıktan sonra ulusal birliğini sağlayabilmiş ve Buenos Aires’in kopması ancak böyle önlenebilmiştir. Böyle bir ortamda, “kurtarıcı”lardan sonra sahneye çıkan caudillolar sonu gelmez bir savaşa tutuşmuş ve kıta tam anlamıyla bir keşmekeşe sürüklenmiştir. Güçlü adam, silahlı şef anlamına da gelen caudillo ile “kurtarıcı” kimliği bu dönemde özdeşleşmiş ve caudillolar “kurtarıcı” pozlarına girerek kurum satmışlardır. Bağımsızlık orduları içinden onlarca “general”-caudillo kişisel ordusunu kurarak veya emrindeki birlikleri peşine takarak iktidar kavgasına tutuşmuştur. Sözü edilen “general”lerin çoğunluğu meslekten asker olmayıp, esas olarak kurtuluş mücadelesi sürecinde orduya katılmış sivil kökenli kimselerdir. Şerit ve yıldızlarını bizzat savaş alanlarında gözü pek savaşçı olmalarıyla kazanan ve “general” rütbesiyle taçlandırılan böyle onlarca caudillo, kendi hikâyelerini yaratarak efsane haline geldiler. Gerçekten de bir dönem boyunca, silahları elinde tutan ve güçlü olan iktidara gelip oturmuştur. Bolivya’yı 1879’a kadar babacanlıkları ve bağışlayıcılıklarıyla efsane haline gelen caudilloların yönetmiş olması, ne denli etkili olduklarının çarpıcı bir ifadesidir. Hemen tüm caudilloların ortak özelliği, kendilerini

9


marksist tutum

“kurtarıcı” zannetmeleri ve ileri düzeyde megalomaniye sahip bir kişilikte olmalarıdır. Caudilloların diğer bir özelliği ise, halktan biriymiş gibi davranmaları, onların duygularına seslenmeyi bilmeleri, babacan ve bağışlayıcı görünmeleridir. Libertadorlar ve caudillolar ister Bolivar gibi aristokrat bir aileden gelsin ister yoksul halk içinden sivrilerek yükselsin, bu özelliklerinden dolayı kitlelerin büyük sevgisine mazhar olmuşlardır. Bunlardan biri olan Isidoro Belzu, yerli ve melezleri horlayan soyluları dize getirmek amacıyla sadece yoksul halk kesiminden ve melezlerden oluşan bir ordu kurmuş ve soyluların emrindeki Santa Cruz’un ordusunu dağıtmıştır. Belzu efsanesi Bolivya halkı arasında hâlâ dolaşmakta ve bu caudilloya büyük sevgi beslenmektedir. Bir İngiliz gezginci Uruguay’ın “kurtarıcı”sı Jose Artigas hakkındaki gözlemlerini şaşkınlıkla aktarır: “Ne görsem beğenirsiniz? Yeni Dünyanın yarısının ‘Eşi Bulunmaz Koruyucusu’, çiftliğinin çamurlu toprağı üzerinde yakılmış bir ateşin kenarında, bir öküz kafasının üzerine oturmuş, bir yandan ateşte et yiyor, bir yandan da bir boynuzdan cin içiyor! Çevresinde, paçavralar içinde on kadar asker…” (Eduardo Galeano, age, s.123). Ancak gezgincinin anlamadığı şey, paçavralar içinde on binlerce köylünün Artigas’ı takip etmesinin sırrının tam da onun şaşkınlığına neden olan şey olduğuydu. 20. yüzyıl boyunca Latin Amerika’nın diktatörleri caudillocu geleneklere sarılmayı ve yoksul yığınların duygularını okşayacak popülist bir söylem tutturmayı ihmal etmediler. Yoksulluk ve çaresizlik içinde kıvranan halk kitlelerinin duygularına seslenirken söylevlerinde, adeta bir dinin kutsal sözlerini terennüm ediyormuşçasına coşmaktaydılar. Bir taraftan işçi-emekçi yığınları baskı ve zorbalıkla yönetirken, öte taraftan da, kendilerini “kurtarıcı” “yol gösterici” ilan ediyorlardı. Dominik’in ünlü diktatörü Trujillo (1891-1961), kendisini “paşaların paşası” ilan ederken, aynı zamanda bir Benefactor, yani “kurtarıcı”ydı. Şöyle takdim edilmesi veya slogan atılması oldukça hoşuna gidiyordu: “Trujillo, sen bizim yol göstericimizsin”! Babacanlığını her fırsata gösteren Trujillo, köylü çocuklarına isim babalığı yapıyor ve onları himayesine alıyordu. Ne de olsa o bir “kurtarıcı”ydı. El Salvador’un diktatörü Hernandez Martinez (1882-1966) kendini “kurtarıcı”lığa o denli kaptırmıştı ki, radyo seansları yapıyor ve ruhlarla ilgili soruları yanıtlıyordu. 1943’te Arjantin’deki askeri darbenin mimarlarından olan Çalışma Bakanı Peron, ordunun halka ne denli yakın olduğunu şu sözlerle anlatıyordu: “biz emekçilerden, kuramsal bilgiler temelinde sözetmiyoruz. Biz oğullarınızı ve kardeşlerinizi bağrımıza alıyoruz. Acılarınızı ve felâketlerinizi tanıyoruz. Ülkemizin insanlarının nasıl yaşadığını biliyoruz…” (Alain Rouquie, Latin Amerika’da Askeri Devlet, Alan Yay., Ekim 1986, s.113) İlerleyen yıllar içinde Peron, kendi adıyla bir siyasal hareket yaratacak ve yaptığı bazı sosyal reformlardan ötürü işçi-emekçi kitle-

10

Temmuz 2006 • sayı: 16

ler nezdinde “kurtarıcı” caudillo olarak yükselecekti. Aynı şekilde, karısı Eva Peron da işçilerin “anası” olarak ünlenecekti. İşin aslı şu ki, Peron, gelişen işçi hareketini popülist söylemiyle kontrol altına alarak bastırmış, Arjantin burjuvazisi içindeki çatışmayı dengeleyerek Bonapartist olağanüstü bir rejimin yerleşmesine hizmet etmiştir. Sonuç olarak Peron’un “kurtarıcı”lığı ve popülist söylemi kapitalizmi bir işçi devriminden kurtarmaktan öte bir anlam ifade etmemiştir. Tupac Amaru’nun, Simon Bolivar’ın, Jose Artigas’ın ve San Martin’in “hayaleti” Latin Amerika halk kitlelerinin üzerinde hâlâ dolaşmaya devam ediyor. Kişiye tapma, onu “kurtarıcı” olarak yüceltme ve sembolleştirme geleneği silinip atılamamıştır. Şimdilerde yoksul halk yığınlarının Chavez’i “kurtarıcı” kahraman olarak bağırlarına basmalarının ardında böyle bir tarihsel geleneğin büyük rolü olduğu aşikâr. Elbette bir toplumun genel yapısı, sadece geçmişine bakılarak çözümlenemez; ancak bir toplumda yaygın bazı özelliklerin geçmişten köklenerek geldiği de bir gerçektir. Libertadoizmo ve caudillizmo geleneğinin gerek küçük-burjuva devrimciliğinde gerekse burjuva siyasetinde temsilcilerini bulması, geçmişin günümüze ne denli etkide bulunduğunu göstermektedir. Bu gelenek, 20. yüzyılda en tipik temsilcilerini burjuva siyasetinde Juan Peron’un kişiliğinde somutlarken, küçük-burjuva sosyalizminde temsilcisini Fidel Castro’yla bulmuştur. Latin Amerika ülkelerinde küçük-burjuva devrimci örgütlerin kendilerine referans olarak aldıkları Tupac Amaru, yukarıda değindiğimiz üzere savaşta ölenlere dirilmeyi vaat eden bir “kurtarıcı”ydı. Latin Amerika’da küçük-burjuva sosyalizmi, ulusal kurtuluş hareketlerinin başını çekmiş pek çok libertador ve caudillodan etkilenerek şekillenmiştir. Nihayetinde Chavez’in “Bolivar Devrimi” adlandırması, kitlelerin tarihsel bilincinde ve gönlünde “kurtarıcı” olarak taht kuran Bolivar’ı kendisinde kişileştirme arzusunun bir tezahürüdür. Marx’ın şu sözleri yeterince manidardır: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker.” (Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Sol Yay., Mayıs 1976, s.477) Kapitalist gelişmenin hızlanmasıyla Latin Amerika’da keşmekeşe neden olan caudillolar ortadan kaldırılmış ve merkezî devlet otoritesi güçlenerek şiddet tekelini kendi elinde toplamıştır. Ancak “kurtarıcı” ve “Mesih”ci gelenek yeni görünümlere bürünerek ordu içinde temsilcilerini bulmaya ve askeri caudillolar yaratmaya devam etmiştir.

(devam edecek)


Şiddet Toplumunda Gençlik Selim Fuat

B

urjuva medyasının manşetleri ve ekranları bugünlerde gençler arasında yaygınlaşmakta olan şiddet eğiliminden “endişe” ile bahsediyorlar. Okulda birbirini bıçaklayan ilköğretim dönemindeki çocuklardan, sevgilisi ile bir olup ailesindeki hemen herkesi boğazlayan liselilere kadar pek çok olay haber yapılıyor, okullardaki çeteleşmelerin ne denli yaygınlaştığı anlatılıyor. Medyanın her meselede danıştığı “konunun uzmanı” kişiler ise yaptıkları değerlendirmelerde söz birliği etmişçesine birkaç noktanın üzerinde duruyorlar; medyanın ve şiddet içeren dizilerin etkisi ve internet kafelerdeki şiddet ağırlıklı oyunların rolü. Sorunun çözümü için öne sürdükleri düşünce de duymaya alışkın olduğumuz bir klişe: “Eğitim şart!” Ne var ki, düşünme ufukları burjuvazinin çıkarları ile sınırlı olanlar bu sorunun kitlelerin eğitimsizliğinin giderilmesiyle ortadan kalkacağını umsa da, durum bu denli basit değildir. Kapitalist toplum, hasta bir toplumdur. Kapitalizmin bütün tipik özellikleri insanı deforme eden, yozlaştıran, yabancılaştıran etkiler üretir. Aralarındaki ilişkiler meta ilişkileri nedeniyle paramparça olan insanlar, bu toplumda birbirinden yalıtılmış halde, korku ve düşmanlık içinde yaşamaya zorlanırlar. Böylesi yaşam koşulları normal olarak hem bireysel ilişkilerde hem de toplumsal ilişkilerde şiddeti gündelik yaşamın ayrılmaz bir parçası haline getirir.

Şiddet ve gençlik Yaşam koşulları insanların davranışlarını da psikolojilerini de belirler. Yaşama koşullarının temel belirleyeni ise üretim ilişkileridir. Yani bizler hazır bulduğumuz nesnel koşulların belirlediği bir temel üzerinde yaşamımızı sürdürürüz. Bu yüzden bireysel özellikler kısmi olarak etkili olsa da davranışları asıl belirleyen faktörler nesnel koşullar tarafından oluşturulur. Kapitalist üretim, genelleşmiş meta üretimidir. Meta üretmek ve kapitalist pazarda meta değişiminde bulunmak bu nedenle bütün insani ilişkilerimizin de temel belirleyenidir. Kitleler, her şeyin alınır satılır olduğu, rekabetle dolu bir toplumsal yapı içerisinde yaşamaya çalışır. Bu yüzden kapitalist ilişkiler dâhilindeki bütün bireyler çeşitli şekillerde açığa çıkan korku duygusunu yoğun biçimde hissederler ve korunma ihtiyacı duyarlar. Korku, sistemin topyekûn saldırısıyla karşı karşıya kalan bireyler açısından anlaşılır bir durumdur. Gerçek ihtiyaçlarına ulaşması, bilemediği ve anlayamadığı sebepler yü-

zünden engellenen insanlar elbette bu saldırıya karşı bir tepkiyi de kendiliğinden üretecektir. Bu tepki kimi zaman bireysel şiddet eğilimi olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü engellenme, daima bir biçimde saldırganlığa yol açar ve aynı şekilde saldırganlık, daima engellenmeden kök alır. Elbette engellenme karşısında bireylerin ürettikleri tek tepki şiddet değildir. İnsanlar küskünlük ya da ruhsal çökkünlük biçiminde tezahür eden içe dönük şiddetten, engellenmeye yol açan durumu ortadan kaldırmaya yönelik davranışlara dek, bir dizi başka tepki de gösterebilirler. Ancak kendisine sistem tarafından yöneltilen şiddetin asıl kaynağının farkında olmayan bireyler, bu duruma karşı gelişen tepkilerini de yanlış hedeflere yönlendirirler. Erkeğin kadına uyguladığı şiddet ya da toplumsal rollerin elverdiği ölçüde, statü olarak altta olana, zayıf olana uygulanan şiddet, sokakta, okulda sistemin ezdiği bireylerin birbirlerine uyguladıkları kör şiddet, hep asıl sebebin ıskalandığı tepkisel dışavurumlardır. Egemen sistem ayakta kalmak için, ezdiği ve sömürdüğü insanları bir şekilde sisteme uyumlu olacağı bir ruh haline sokmaktadır. Kapitalist sistem, çocukluğundan itibaren herkesi çeşitli mekanizmalarla kendi cenderesine almaya çalışmaktadır. Ancak kişinin, kendi çıkarlarına uymayan bir boyunduruğa girmesi de elbet zaman alır. Özellikle genç insanlar bu duruma karşı tepkilerini kuvvetli bir biçimde ortaya koymaya daha yatkındırlar. Hızlı bir fiziksel ve psikolojik değişim içindeki gençler tepkisellikleri ketlemekte zorlandıkları için genelde reaksiyoner davranma eğiliminde olurlar. Birçok insan için gençlik dönemi ahlâki gelişmenin ve değerlerin şekillendiği bir dönemdir aynı zamanda. İnsan, gençlik döneminde düşünce yapısı olarak büyük dönüşümler yaşar. Gençlik dönemine girilmesiyle birlikte düşünmenin içeriği somuttan soyuta doğru genişler; insanlığın durumu, moral ve etik değerler, din gibi konular kökten ve yeni baştan ele alınır. Soyut düşünce döneminde artık sadece ailenin değil, daha geniş planda toplumun ve insanlığın çıkarları da önemli olmaya başlar. Zekânın en işlek olduğu dönem olan 18-24 yaş arasında gençlerin içsel eğilimi her şeyi sorgulamak doğrultusundadır. Kendileri, dünya, var oluşun nedenleri gibi konularda enine boyuna düşünmeye yatkındırlar. Ancak elbette bu gibi konular üzerinde düşünme olanaklarına ve zamanına sahiplerse bu süreçler sağlıklı yaşanabilir. İşçi sınıfının gençlerinin çoğu, ağır çalışma koşulları ve yoksulluğun basıncıyla bu

11


marksist tutum

“gereksiz” sorgulamayı bir kenara bırakmak durumunda kalmaktadır. O, ekmeğini kazanmaya bakmalıdır. Burjuvazinin ideolojik aygıtlarının etkisiyle bambaşka “âlem”lere savrulanlar ise bu sorgulama süreçlerini yanlış bilinçlenmelerle sonlandırırlar. Burjuvazinin okullarının en temel hedefi de zaten budur. Burjuva eğitimin amacı gençlerin sistemin kalıplarına girmesini sağlamaktır. Egemen sınıfın otoritesi ve kapitalist üretimin gerektirdiği disiplin buralarda içselleştirilir. Eğer burjuvazi bunları gerçekleştirme gücüne sahip olduğu koşullardaysa, gençlerin burnunu sürte sürte onları sisteme uyumlu olacakları bir ruh haline getirir. Başarılı olamadıklarını ise marjinalize eder ve dışlar. Bu yüzden gerek genel okullar gerekse meslek ve çıraklık okulları bu sürecin en çatışmalı biçimde yaşanmasının beklendiği yerlerdir. Bu çatışmalı koşullarda işçi gençler ve emekçi insanların çocuklarının asıl ihtiyacı, sistemin bu basıncına ve kişiliğini oluşturmasını engelleyen tahripkârlığına karşı onu bilinçlendirecek ve örgütlülüğü ile kendini güçlü hissetmesini sağlayacak devrimci bir politik örgütlülüktür. Bunun olmadığı koşullarda gençler kendilerini güçlü hissetmek için, ipleri kolayca egemenlerin eline geçecek çeteler oluşturacak, yalnızlıklarını ve korkularını unutmalarını sağlayacak bir uyuşturucu kültürüyle kendilerini avutmaya çalışacaklardır. Zaten hâlihazırda dünyada da, Türkiye’de de mevcut durum böyledir. Pek çok araştırma ve anket bunu gösteriyor. Bunlardan bir tanesinin sonuçlarına göre ABD’de lise öğrencilerinin %20’si son otuz gün içinde esrar kullandığını, %5’i ise yaşamlarının bir döneminde “crack” denen bir tür kokaini denediklerini belirtmekte ve üçte biri de son iki hafta içinde beş kez veya daha fazla alkol kullandığını söylemektedir. Türkiye’de de uyuşturucu kullanımı ortaokul çocuklarında dahi gözlenmeye başlanmış, liselerde ve üniversitelerde hiç olmadığı kadar yaygınlaşmıştır. Ortaokul ve liselerde binlerce çete türemiştir. Televizyonlarda son günlerde daha sık gösterilmeye başlanan genç insanların kavgaları burjuvazinin gündemindeki başka konular için (özel okulların yaygınlaşması ama-

12

Temmuz 2006 • sayı: 16

cıyla kamuoyu oluşturulması gibi) kullanılıyor olsa da, devrimciler açısından da önemli göstergelerdir. Kapitalist sistemin içine girdiği kriz koşullarının geniş işçi kesimlerinde yarattığı huzursuzluğun göstergelerinden biridir çünkü gençliğin tepkiselliğinin artması. Sistemin kendileri için bir gelecek sunmadığının farkına varan gençlik, şiddet gösterileri ile umutsuzluğunu dışa vurmaktadır.

Kapitalist sistem şiddeti üretir ve bilinçli olarak kullanır Kapitalist sistemin yoksullukla sindirdiği, korkuyu ve şiddeti yaşamlarının değişmez bir parçası olarak yaşayan işçiler ve onların çocukları bugün düne göre daha büyük tehlikelerle yüz yüzeler. Çünkü egemen sınıflar bir yandan emperyalist paylaşım kavgasının dozunu günden güne arttırırken bir yandan da buna bağlı olarak olağanüstü rejimlerin yollarını döşüyorlar. Korkutup sindirmeye çalıştıkları toplumun bir kurtarıcı olarak burjuva devlete sarılmasını sağlamaya çalışıyorlar. Şiddet olgusu bu yüzden yaşamın içinde etkisini daha da arttırarak varlığını sürdürecektir. Zaten kapitalist üretim ilişkilerinin tabiatından kaynaklanan şiddeti ortadan kaldırmanın tek yolu da, işçi sınıfında kapitalistlerin açık ve örtülü şiddetine karşı tepkisel olarak oluşan ve biriken öfkeyi doğru hedefe odaklayarak devrimci mücadeleyi yükseltmekten geçmektedir. Bu yüzden işçi sınıfının bağrında biriken öfkenin yol açtığı şiddeti küçük-burjuvaca kaygılarla değerlendirmekten uzak durmak gerekir. Devrimci Marksistlerin görevi, bu öfkeyi dindirmek, ehlileştirmek değil, onun doğru mecralara akmasını sağlamaktır. Devrimci Marksistler işçilerin yaşam koşullarının sebeplerini sabırla onlara anlatmalı ve işçilerin örgütlenmesini sağlamalıdırlar. Kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak için bireysel şiddet kültürünü körükleyen burjuvazinin bir hedefi de, işçi sınıfının en çok ezilen, dolayısıyla şiddet kültürüyle en çok yoğrulmuş kesimleri içinde faşist kaleler kurmaktır. Kendisine yönelen ve yaşamını mahveden şiddetin kaynağının farkında olmayan en bilinçsiz yoksul kesimler içinde çeteler vasıtasıyla böylesi örgütlenmeler yaratmak, sınıf çelişkilerinin keskinleşmekte olduğunun gayet farkında olan burjuvazi için olmazsa olmaz bir hazırlık sürecinin parçasıdır. Bunun için de, 70’li yılların ülkücü komandoları örneğinde olduğu gibi, gençlik içinden unsurları gözüne kestirmiştir. Burjuvazi sınıf mücadelesinin yükselişine böyle hazırlanırken, işçi sınıfı da kendi çocuklarını egemen sınıfların “kurt”larına kaptırmamak için uyanık olmalıdır. Komünistler işçi sınıfının gençliği içinde içten içe büyüyen bu öfkeyi doğru değerlendirmeli ve işçi sınıfı gençliğine sabırla kendi kavgasında dövüşmeyi öğretmelidir. 


Profesyonel Spor: Kitlelerin Afyonu, Kapitalistlerin Bacasız Fabrikası Suphi Koray

K

apitalist sistemde burjuvazi bir yandan işçi sınıfını her gün sömürebildiği kadar sömürürken, diğer yandan ertesi gün sömürüyü nasıl arttırabileceğini, yani nasıl daha fazla kâr elde edebileceğini hesap etmeyi de ihmal etmez. Kapitalizm özü itibariyle kâra dayalı bir sistemdir ve kapitalistlerin bu düzen içerisinde gerçekleştirdikleri her faaliyetin temel amaç ve nedeni kâr etmektir. Bu sanatta da böyledir, sporda da, bilimde de! Kapitalistler gölgesini satamadıkları ağacı bile keserler! Kapitalizmde bilim daha fazla kâr elde edebilmek; spor şovenizm ve pasifizm yaratmak; sanat ise kitlelerin bilincini burjuva ideolojisiyle bulandırmak için kullanılır. Olağan durumlarda kitlelere egemen olan burjuva ideolojisi, devrimci durumlarda gücünü ve etkisini yitirmekte ve düzen sarsılmaya başlamaktadır. Burjuvazi işte bunu engellemek ve sistemin bekasını sağlayabilmek için kendi ideolojisini her alanda yeniden üretmek zorundadır. İşçileri en az sekiz saat işyerlerine hapsetmekle kalmaz, günün geri kalan kısmında da onları kendi ideolojisine bağlamanın yollarını yaratır. İşçiler oldukça sınırlı olan boş zamanlarını da futbol, basketbol gibi sporları izleyerek; iddaa, at yarışı, milli piyango gibi şans oyunları oynayarak geçiriyorlar. Onca saat mahkûmiyetten sonra, tuttuğu takımın maçını izlemek onlar için büyük bir bahtiyarlıktır! Bir anda yaşanan sıkıntılar, bir robot gibi çalışılan saatler unutulup gider. Kapitalist çalışma koşullarının doğurduğu muazzam fiziksel yorgunluk ve psikolojik çöküntü hafifletilir; bitip tükenen vücut yeniden çalışabilecek duruma gelir ve artık ertesi günkü sömürü için yeniden hazırdır işçi. Birkaç saatlik fiziksel dinlenmenin yanı sıra, işçilerin zihinsel olarak “dinlenmiş” vaziyete gelmeleri, daha doğrusu zihinsel olarak yeni iş gününe hazır olmaları bir o kadar önemlidir patronlar için! Eğlendiğini sanarak tütsülenmiş bir kafa işçile-

rin performansının da artması anlamına geleceğinden özellikle uluslararası spor müsabakaları burjuvaların ekmeğine yağ sürmektedir. Dünya kupası, olimpiyatlar gibi uluslararası yarışmalarda alınacak madalyalar ve galibiyetlerle milliyetçi duygular okşanmaktadır. Örneğin Türk milli futbol takımının dünya üçüncüsü olduğu 2002 Dünya Futbol Kupasında Türkiye’nin maçları mesai saatine denk gelmesine rağmen bazı işyerlerinde işçilere dev ekranlarda izlettirilmişti. Hastalandığımızda tedavi olmamız için dahi izin vermeyen, her saniyenin hesabını yapan patronlar, nasıl oluyor da iki saat boyunca maç izlememize izin veriyorlardı? Boşuna olmasa gerek! Bedensel bir faaliyet olan spor, kapitalist toplumda bambaşka amaçlara hizmet etmektedir. Profesyonel spor müsabakaları işçi sınıfını hemen yanı başında gerçekleşen bir felâkete dahi duyarsız hale getirebiliyor. Bakın, Türkiye Otomobil ve Motor Sporları Federasyonu (TOMSFED) başkanı, motor sporlarının Türkiye’de nasıl da değerlendirilemeyen bir ekonomik pazar olduğunu anlatırken neler diyor: “İlginçtir, Formula 1’i Türkiye’de izleyen seyirci sayısı çok ama bunun farkında değiliz. Bir örnek vereyim: NTV’nin yaptığı bir araştırma, Avustralya Grand Prix’sini sabahın altısında izleyen insan sayısının, İkinci Düzce Depremi ile ilgili haberleri izleyenlerden daha fazla olduğunu gösteriyor.” Evleri başlarına yıkılırken, tepesine bombalar yağarken tüm olup bitenlere karşı tepkisiz bir halk. İşte burjuvazinin istediği tam da budur! Bunu sağlamanın en iyi yollarından biri de kitleleri profesyonel spor müsabakalarının izleyiciliğine aşırı derecede bağımlı hale getirmektir. Özellikle tüm dünyada profesyonel futbola olan ilgi tam bir çılgınlık boyutuna ulaşmış bulunuyor. Çünkü kapitalist sistem kitleler üzerindeki tahakkümünü yalnızca zora dayanarak ilânihaye sürdüremez. Bu yüzden burjuvazi her

13


marksist tutum

zaman baskı araçlarından medet ummaz; bazen de kitlelerin ağzına bir parmak bal çalarak ve onların tepkilerini başka kanallara yönelterek, sistemin temellerini sarsacak devrimci bir tehlikeyi engellemeye çalışır. Nitekim 36 yıl boyunca Portekiz halkını nasıl yönettiği sorusuna faşist diktatör Salazar, “3 F ile: Futbol, Fado, Fiesta” cevabını veriyordu, yani futbol, müzik ve eğlence. Hatta Lizbon Stadyumunun inşasının, Salazar’ın, “bana on binlerce insanı uyutabileceğim bir beşik yapın” sözüyle başlatıldığı söylenir. İspanya’nın ünlü futbol kulübü Real Madrid’in yüz bin kişilik stadı da faşizmin ürünüydü! Türkiye’de de faşizm futbolu aynı gerekçeyle kullandı. 60’lı yıllardan beri kabaran dalganın etkisiyle politikleşen kitleleri pasifize etmek için futbol zaten iyi bir araçtı. Ama toplumsal kurtuluş yerine futbolcu olup paçayı kurtarma düşüncesinin yaygınlık kazanması esas olarak ‘80 sonrası döneme denk düştü. Faşist rejimin generali Kenan Evren’in talimatıyla, Ankara’nın da bir futbol takımı olması gerekir denilerek Ankaragücü futbol takımının hak etmediği halde 1. lige “atanması”, faşist cuntanın Salazar ve Franco’dan da bir şeyler öğrendiğinin kanıtıydı. 80’li yıllar, çocuklarını şu ya da bu türden spor okullarına kaydettirmek için koşuşturan ve gelecekte bir yıldız olacağının hayaliyle kendini ve çocuklarını avutan küçük-burjuva ailelere tanıklık edecekti. “Ne sağcıyım, ne solcu! Futbolcuyum futbolcu” sözü futbolun egemen sınıf tarafından nasıl kullandığını gösteriyor. Spor yapmak hiç kuşkusuz ki insanın fiziksel ve zihinsel bakımdan sağlıklı kalabilmesi için yararlı bir aktivitedir. Üstelik düzenli olarak yapılan spor insanı her türlü uyuşukluktan kurtarır; daha güçlü, daha zinde kılar. Ne var ki kapitalist toplumda spor, bireylerin aktif olarak katıldığı bir faaliyet olmaktan çok kitleleri pasifleştiren bir izleme faaliyeti haline getirilmiştir. Kapitalizm bireyleri her alanda pasifleştirir, çünkü aktif, dinamik bir kitle sistem için çok büyük tehlike arz eder. Bunun yerine sadece izleyen, dinleyen, sorgulamayan, eleştirmeyen bir sürü yaratır kapitalizm. Sporda da böyledir. Milyarlarca insan spor yapmak yerine sadece spor yapanları izlemekle yetiniyor. Kapitalizm işçi ve emekçi sınıfın spor yapabilmesinin önüne vakit darlığı ve ekonomik yetersizlik gibi engeller dikerken, pasif bir seyirci olarak kalabilmeleri için her türlü imkânı sunuyor. 2006 Dünya Futbol Kupası bu anlamda güzel bir örnektir. Aylar öncesinden reklâmlar yapılmaya

14

Temmuz 2006 • sayı: 16

başlandı. İçecek tekellerinden televizyon tekellerine kadar, bu turnuvadan kâr elde etmeyi hedefleyen tüm markalar televizyonlarda boy gösteriyor. Kapitalizm böylelikle milyarlarca insanı, elinde meşrubatıyla televizyonun karşısına geçip sadece birer izleyici konumunda maçları seyrettirmeye hazırladı. Oysa bizim spor yapanları seyretmekten çok spor yapmaya ihtiyacımız var. Ancak kapitalizm var olduğu sürece bu bedensel ihtiyacımızı tam anlamıyla karşılayabilmemiz uzak bir hayal olmaktan öteye gitmiyor. Bugün dünyada en çok takip edilen profesyonel spor dalı olan futbolun beşiği İngiltere’nin aynı zamanda sanayi devrimini ilk yapan ülke olması tesadüf değildir. Oynayan işçiler olsa da, futbol egemen sınıfın çıkarları ve denetimi doğrultusunda gelişmiştir. İşçiler çok zor koşullarda ve uzun saatler çalıştırıldıkları için, tüm işçilerin sağlıklı ve daha sağlam bir vücuda sahip olmaları gerekiyordu. Daha fazla sömürü için daha dayanıklı ve güçlü işçiler gerekiyordu. Futbol bu nedenle işçilerin hafta sonu tatillerini dolduran bir meşgale haline getirilmişti. Bildiğimiz birçok köklü İngiliz futbol kulübü, 19. yüzyılın ikinci yarısında fabrika ve demiryolu işçilerinin girişimiyle kurulmuştu. Kapitalizmle birlikte spor, profesyonelleşerek diğer tüm sektörlerde olduğu gibi yerel ya da bölgesel sınırları aştı ve dünya çapında yapılan bir faaliyet halini aldı. Futbol gibi daha başka birçok spor dalı kapitalizmle birlikte profesyonel dünya sporu haline geldi! Kapitalizm nasıl ki bir dünya kültürü yarattıysa, dünya sporunu da yarattı. Ancak kapitalizm sporu evrenselleştirmesine karşın, en temel çelişkilerinden biri olan ulus-devlet deli gömleğinden kurtulamadığı için onu aynı zamanda bir milliyetçilik aracı haline de getirdi. Ülkelerin orduları bir yanda cephelerde çarpışırken diğer yandan da sahalarda birbirlerini yenik düşürmeye çalışıyorlardı. Böylelikle sermaye küreselleşirken, milliyetçilik yükseltilerek işçi sınıfının enternasyonal birliği önüne engeller dikiliyordu. Kitlelerin zihinlerini bulandırma ve uyuşturma yolu ile toplumsal muhalefetin yükselmesini engellemenin yanı sıra, kapitalizmde profesyonel spor aynı zamanda muazzam bir kâr kaynağıdır! Her şeyi meta haline getirmekte sınır tanımayan kapitalist sistem sporu da metalaştırarak kendine bir pazar yaratmıştır ve bu pazarı her gün daha da genişletip derinleştirmektedir. Dünya futbol kupası ve olimpiyatlardan sonra, burjuvazinin bir “spor” olayı olarak lanse ettiği ve son zamanlarda dünyanın en çok ilgi duyduğu


Temmuz 2006 • sayı: 16

profesyonel bir araba yarışı olan Formula 1’in sadece televizyon geliri 5 milyar doları buluyor. Dev tekel General Electric’e ait olan NBC kanalı üç olimpiyat oyununun yayın hakları için 3 milyar dolar ödemişti. Demek ki bu televizyon kanalının 3 milyar dolardan çok daha fazla bir kazancı vardı bu uluslararası turnuvalardan. Öyle ya kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez! Kapitalizmde spor, egemen sınıfın ekonomik ve politik çıkarları doğrultusunda kullandığı bir araçtır. İnsanın zihinsel ve bedensel gelişimi için çok faydalı olan sportif faaliyetler kapitalist toplumda yeni bir afyona dönüştürülmüştür. Dünya genelinde üç milyardan fazla insana ulaşmasıyla diğer spor dallarını geride bırakan futbol, bugün burjuvaziye muazzam kârlar sağlayan bir endüstri haline gelmiştir. Kuşkusuz böyle bir pazar karşısında kapitalistlerin ağzının suyu akıyor. Yeşil sahaların yeşilliği çimlerden değil, milyarlarca dolardan geliyor artık! Tek başına futbol 500 milyar dolarlık bir pazar bugün. Maç hâsılatlarının yanında yayın gelirleri, reklâmlar ve takımların ürünlerinin satışı ile elde edilen gelirler kasaları dolduruyor. Futbol kulüpleri birer şirket; seyirciler ise müşteri durumuna gelmiş bulunuyor. Zaten kulüplerin yönetim kurullarında burjuvalar yer alıyor. Birçok kulüp borsalarda yerini aldı. Örneğin 250 milyon doları aşan geliriyle Manchester United dev bir şirket durumunda. Londra borsasında hisseleri 130 sterlin civarında satılan kulübün değeri 1,2 milyar dolar civarında! Bu rakamlar gösteriyor ki profesyonel futbol artık spor dalı değil, büyük kârlar getiren bir pazardır. Hiç kuşku yok ki futbol gibi diğer profesyonel spor dalları da kapitalizmde bedensel faaliyetten ziyade ekonomik faaliyet anlamına geliyor. Diğer spor dalları da, futbol kadar olmasa bile büyük pazarlar yaratıyor. Örneğin Formula 1, dokuz milyarlık bir pazar büyüklüğüne sahip. Geçen sene ilk defa Türkiye’de düzenlenmesi gündemi oldukça meşgul et-

marksist tutum

mişti. Çünkü yüz milyonlarca dolarlık böyle bir organizasyon aynı zamanda otel, ulaşım gibi sektörler için de gelir kaynakları yaratacak, bu arada Türkiye’nin tanıtımı da yapılacaktı! Formula 1 yarışını izlemek için Türkiye’ye gelen turistler 100 milyon dolarlık harcama yaptılar. Daha sonra düzenlenen organizasyonlarla, Tuzla’da inşa edilen yarış pistinden burjuvaların cebine dolarlar akmaya devam ediyor. Bir yanda milyonlarca dolar harcanarak inşa edilmiş yarış pisti, diğer yanda pistin hemen yakınındaki mahallelerde kaldırımı bile olmayan çamurlu yollar! Bu manzara kapitalizmin gerçek yüzünü ne de güzel teşhir ediyor! Öte yandan uluslararası spor müsabakaları ulusal konjonktüre ve dünya konjonktürüne bağlı olarak burjuvazi için bir anda siyasal manevralarını sahneye koyduğu bir arena haline gelebiliyor. Bu bakımdan Türkiye-İsviçre dünya kupası eleme maçı çarpıcı bir örnek. Kazanan takım 2006 Dünya Kupası finallerine katılmaya hak kazanacaktı. Bu aynı zamanda milyonlarca dolar gelir demekti. Reklâmcılıktan turizme, televizyon satışından tekstile kadar birçok sektörden elde edilecek milyonlarca dolar Türk burjuvazisi için hayal oldu! Ancak bu maçın ekonomik yönü kadar siyasi yönü üzerinde durmakta da fayda var. Özellikle ilk maçın İsviçre’de kaybedilmesiyle birlikte yükseltilen milliyetçi dalga dikkat çekiciydi. İsviçreli futbolcular rövanş maçında “Cehenneme hoş geldiniz” sloganlarıyla karşılandı. Türk milli takımı elenince iki takım futbolcuları birbirlerine girdi! Milliyetçi hezeyan oldukça planlı bir biçimde doruğa çıkarılmıştı. AB’ye girme yanlısı burjuvazinin temsilcisi hükümet yaşananları şiddetle eleştirdi. Türkiye’nin Avrupa nezdinde itibarı zedeleniyordu! Burjuvazi içerisindeki kamplaşmanın sonuçları spora kadar yansıdı. AB karşıtı burjuva kanat milliyetçi duyguları kabartıp statükosunu korumak istiyorken, AB yanlısı kanat sportmenlikten, “fair-play”den (centilmenlik) dem vuruyordu. Kapitalizmde spor, egemen sınıfın ekonomik ve politik çıkarları doğrultusunda kullandığı bir araçtır. İnsanın zihinsel ve bedensel gelişimi için çok faydalı olan sportif faaliyetler kapitalist toplumda yeni bir afyona dönüştürülmüştür. Her şeyi metalaştıran kapitalizm alaşağı edilmeden hiçbir faaliyet insanın zihinsel, bedensel, maddi, manevi çıkarları doğrultusunda bir işleve kavuşamaz. Üstelik bu sömürü sisteminde spor herkesin yararlanabileceği bir faaliyet olmaktan çok uzaktır. Kapitalizm işçi sınıfı tarafından tarihin çöp sepetine atıldığında ve sosyalizm kurulduğunda herkes spor yapabilmek için gerekli zaman ve imkâna sahip olacak. Ve işte o zaman spor kâr ve depolitizasyon aracı olmaktan çıkıp, insanın her yönüyle sağlıklı bir birey olmasını sağlayacak işleve sahip olacak. 

15


Kapitalizmde Yoksulluk Bolluğun Kendisinden Doğar Berdan Güney

S

on haftalarda burjuva medyada yoksulluk oranlarının değişimine dair veriler yayınlanıyor. Bu rakamların yanında yoksulluğun ve işsizliğin neden arttığına dair değerlendirmelere de yer veriliyor. Araştırma yürüten kurumlardan biri olan TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu), Dünya Bankası’nın “sosyal riskin azaltılması projesi” adı altında sağladığı fonla bir anket çalışması gerçekleştirmiş. Bu kurumun anket sonuçlarına göre Türkiye’de nüfusun %26’sı yoksul. Bu oran 72 milyonluk nüfusun 18 milyonluk bölümüne karşılık geliyor. Yoksul nüfusun %1,4’ünün aylık ortalama geliri 100 YTL ve altında. Bu kesim günde 333 kuruş ve daha azı ile yetinmek durumunda. TÜİK, aylık geliri 429 YTL’nin altında olanları yoksul olarak adlandırıyor. Kurumun yoksulluk sınırı tanımı, dört kişilik bir aile için gıda, barınma, ulaşım, sağlık, eğitim gibi temel bazı ihtiyaçlar için yapılan harcamaları kapsıyor. Oysa Türk-İş’in aynı kapsamda yaptığı araştırmaya göre ise yoksulluk sınırı 1600 YTL. Buna göre Türkiye’de yaklaşık 29 milyon insan yoksul kapsamına giriyor. Gelir dağılımındaki korkunç eşitsizlik, tüm dünyada işçi sınıfının aleyhine gelişmeye devam ediyor. “1960 yılında dünya nüfusunun en zengin yüzde 20’sinin ortalama geliri, en yoksul yüzde 20’sinin gelirinin 30 kat fazlasıydı. Oysa 2000’lerde bu oran 80 katı aşmıştır” ve en yoksul 48 ülkenin toplam üretim değeri, dünyanın en zengin üç kişisinin toplam varlığından daha azdır.1 Her geçen gün artmakta olan yoksulluğun nedenlerine ilişkin olarak, Hak-İş’in yayınladığı bir raporda şunlar öne sürülüyor: Adaletsiz vergi sistemi, yüksek faiz ve rant ekonomisi, doğal afetler, çalışamayacak durumda olan özürlü sayısının fazla olması, bireyler arasındaki yetenek farklılıkları, miras yoluyla elde edilen gelirler, piyasada tekelleşmenin olması, devlet teşvikleri, enflasyon, işsizlik. Kimi araştırma sonuçlarında çocuk ve kadın emeğinin kullanımının yaygınlaşması da bu nedenlerin arasında sayılıyor. Bu nedenlerin her biri esas olarak, yoksulluğun kaynağı ol-

16


Temmuz 2006 • sayı: 16

mak bir yana, tıpkı yoksulluk gibi kapitalizmin kâr amaçlı üretim anlayışından ortaya çıkan ve sonuçta sadece çalışarak yaşayan kesimin ve işsizlerin mağdur oldukları sorunlardır. Sorunun merkezinde kapitalizmin olduğu gerçeği gözden kaçırıldığında yoksulluğun ortadan kalkması için öne sürülecek çözüm önerileri de havada kalmaktadır.

Kapitalizm yoksulluğa çare olamaz! Kapitalizmde üretim araçlarında sağlanan gelişme, emek üretkenliğini gitgide arttırarak işçilerden sağılan artıdeğer oranının muazzam boyutta artmasına neden olur. Her geçen gün sayıca artan proletaryanın sömürü oranı yükselir ve yaşam koşullarında giderek derinleşen bir nispi yoksullaşma yaşanır. Hayatta kalabilmek için emek-gücünü satmaktan başka şansı olmayan işçi sınıfı nicel olarak artarken, bir yandan da emek-gücünü pazarlayabileceği şartlar gittikçe kötüleşir. Dahası işçi sınıfının giderek büyüyen bir kesimi işsizler ordusunun neferleri olarak sefalet koşullarında yaşamlarını devam ettirmek zorunda kalırlar. Bugün üretici güçlerin ulaştığı düzey sayesinde dünyada açlığın ve yoksulluğun kökünün kazınabileceği nesnel şartlar olgunlaşmışken, zenginlikleri yaratan işçi sınıfı koca gövdesiyle yoksulluğun ortasında yaşamaya mahkûm bırakılıyor. Oysa kapitalistler için durum tam tersidir. Egemen sınıf, gittikçe daha da zenginleşmektedir. Geçtiğimiz yirmi yıldır işçi sınıfına yönelik büyük saldırı dalgasıyla beraber tüm dünyada yoksullaşma giderek daha da derinleşmiştir. Burjuvazi, elindeki zenginliği arttırmak için yeryüzündeki tüm canlı yaşamı yok etmeyi dahi göze almış durumdadır.

marksist tutum

Türkiye burjuvazisi de, geldiği aşamada kendi ulusal çitleri içindeki pazarla yetinmeyip dünya pazarında söz sahibi olmanın, diğer ülkelerin işçi sınıfının ürettiği zenginliklerden faydalanmanın, zenginliğini daha da arttırmanın arayışına girmiş durumdadır. Kapitalizm kent soyluların ekonomik düzeni olarak egemenliğini ilân etmeden hemen önce, bu kent soylular sınıfı, özgürlük ve eşitlik için feodalizmin ve aristokrasinin yıkılması gerektiğini söyleyerek bütün emekçi sınıfları arkasına almıştı. Yeni ekonomik düzen iktidar aygıtını kendisine göre şekillendirirken, aynı zamanda küçük atölyeler tasfiye olmakta ve on binlerce işçinin son derece ağır şartlar altında çalıştığı devasa fabrikalar mantar gibi bitmekteydi. Kısa sürede hümanizm maskesini atan burjuvazinin gerçek yüzü de ortaya çıkmış, özgürlük ve eşitlik sakızını tükürerek işçi sınıfı üzerindeki baskısını artırmaya başlamıştı. Kraliyetin zincirini kıran burjuvalar, işçi sınıfı için yeni zincirler yarattılar. “Sanayinin kapitalist bir temel üzerindeki hızlı gelişmesi, işçi yığınlarının yoksulluk ve sefaletini, toplumun yaşama koşulu durumuna getirdi.”2 Kapitalizmin egemen sistem olarak boy göstermesiyle beraber, tarih bu iki sınıfın sayısız kez çarpışmasına tanıklık etti ve o günden bu yana işçi sınıfı en temel haklarını dahi birçok bedel ödeyerek kazanabildi. Kapitalist sistem altında kimi zaman ücretlerde artış yaşanması asla sömürünün azalması anlamına gelmediği gibi, işçi sınıfının yaşam koşullarının kalıcı bir iyileşmesi anlamına da gelmiyor. Marx, emekçilerin aldıkları ücretlerde bir yükselme görülmesi durumunda bile, üretilen toplam zenginlik ve refahtan alınan pay anlamında bunun nispi bir yoksullaşma anlamına gelebileceğini ve hatta genellikle böyle olduğunu ifade etmişti. İşçilerin ücretlerinin arttığı ve bazı sosyal hak kazanımları elde ettikleri dönemler zaten sınıf mücadelesinin yükseldiği dönemlerdir. Devrimci dalganın geri çekildiği tüm dönemlerde olduğu gibi yaşadığımız dönemde de işçi sınıfının büyük bedeller ödeyerek kazandığı ekonomik, sosyal ve siyasal haklar adım adım kapitalizm tarafından yontuluyor. Kapitalizmin canlanma dönemlerinde işçi ücretlerinde belirli bir artış gerçekleşebilir. Ancak yine sömürü oranının daha da arttığının, “işçilerin üretici güçlerdeki gelişmeye kıyasla artan ihtiyaçlarını karşılayabilme düzeylerinin gerilediğinin”3 bir ifadesidir bu canlanma. Nitekim Marx, Kapital’inde, “daha iyi giysiler ile yiyecekler, daha iyi muamele ve efendisi tarafından bağışlanmış daha büyük bir mülk, köle için sömürüyü ne kadar az ortadan kaldırıyorsa, ücretli işçinin sömürüsünü de o kadar az ortadan kaldırır. Sermaye birikimi sonucu emeğin fiyatındaki bir yükselme, gerçekte, ücretli işçinin kendisi için dövmüş olduğu altın zincirin uzunluğunda ve ağırlığındaki bir gevşemedir” diyordu.4 Yani yoksulluk kapitalist birikimin genel yasasından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, kapitalizm ortadan kaldırılmadıkça işçi sınıfının nispi yoksulluğu derinleşerek artacaktır. Burjuvazi işçi sınıfına dönük saldırılarını yoğunlaştırdı-

17


Temmuz 2006 • sayı: 16

marksist tutum

ğı dönemde, ortaya çıkabilecek olası tepkilerin şiddetini azaltmak ve işçi sınıfının olası bir kalkışmasının önüne geçmek için elinden geleni ardına koymuyor. İstediği sonucu şiddetin yanı sıra ideolojik araçlarını kullanarak almaya çalışıyor. Geleceği tasvir eden ve bilimkurgu adı verilen kimi sinema filmlerinde bir tarafta gelişkin teknolojik silahlar ve araçlar resmedilirken, öte tarafta sokakta yaşayan ve teknolojinin sunduğu olanaklardan nasibini alamayan işsizler süslüyor sahneleri. Amaç elbette, yoksulluğun toplumun bilincine olağan ve karşı konulamaz bir olgu olarak yerleşmesini sağlamaktır. Yoksulluğun her geçen gün gittikçe artmakta olduğu burjuva araştırma kurumlarının hazırladıkları raporlara da yansıyor. Ancak her zaman olduğu gibi, raporlar, hazırlayanların kendi sınıf çıkarlarına uygun olarak düzenleniyor. Yoksulluk oranındaki artış, birçok teknik terimle süslenmiş laf kalabalıkları eşliğinde verilirken, sınıflar arasındaki eşitsizliğin düzeyi ve yoksulluğun bizzat kapitalizmin işleyiş yasalarından kaynaklandığı gerçeği bin bir yolla emekçilerin gözünden saklanmaya çalışılıyor. “Tüm kapitalist ülkelerde bütün bir yazar-çizerler ordusu, ‘düşünce’ üreten kuruluşlar, burjuvazinin en has ve en üst düzey ideologları, uzunca bir süredir geçekliğin tersyüz edilmesi oyununu sürdürüyorlar. Amaçlanan, egemenliğin ve zorbalığın ideolojik ifadesini kitlelere gerçeklik diye dayatmaktır.”5 Kapitalizmin daha fazla kâr etme güdüsü, işçi sınıfının yaşam koşullarındaki kötüleşmeyle beraber insanlığın gittiği yolun da refaha giden bir yol olmadığını ortaya koyuyor. Kapitalizmin neden olduğu sorunlar insanlığı her geçen gün uçurumun kenarına yaklaştırıyor. Yoksul kesimi oluşturan emekçiler kendi alın terlerinin üstüne tüneyen

18

burjuvaların iktidarını yıkıp sınıfsız toplumun temellerini döşemedikçe barbarlık içinde çöküşü görmek için çok uzun zaman beklemek gerekmeyecek.

Çözüm mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesidir Kapitalist üretim toplumun ihtiyacı gözetilerek değil, sadece daha fazla kâr elde etmek amacıyla gerçekleştirilir. Kapitalist toplumda pek çok ürün kapitalistlerin satabileceklerinden çok daha fazla üretildiği ve bunlara ihtiyacı olan yüz milyonlarca yoksul insan bulunduğu halde, bu ürünler onlara dağıtılmayıp imha edilir. “Uygarlıkta yoksulluk bolluğun kendisinden doğar.”6 Kapitalizm böylesine akıldışı bir sistemdir. Oysa işçi iktidarı altında, merkezi olarak örgütlenen işçi konseyleri, hangi ürünün ne kadar üretileceğine tüm nüfusun ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak karar verecek, bunu planlayıp hayata geçirecektir. Sosyalizme doğru ilerleyen böyle bir devlette, üretim araçlarının gelişiminin önündeki en büyük engel haline dönüşmüş olan kapitalizm ortadan kalkmış olacağı için, teknolojinin de bugünkünden çok daha fazla gelişmesi mümkün olacaktır. Buna bağlı olarak, herkesin günün bugünkünden çok daha az bir bölümünü toplumsal üretime, geriye kalan bölümünü ise kişisel yeteneklerini geliştirmeye ayırabilmesinin koşulları da olgunlaşacaktır. İşçi iktidarı altında yeni sınıfsal ayrıcalıklar söz konusu olmayacaktır, işçi iktidarının amacı insanlığı sınıfsız topluma hazırlamak olacaktır. Açlık da, yoksulluk da, savaşlar da kapitalizmle birlikte geçmişin kötü anıları olarak tarih kitaplarındaki yerlerini alacaklardır. Burjuvazi kendi sınıf iktidarını işçi sınıfının omuzları üzerinde yükseltti, işçi sınıfının ürettiği zenginliklere el koyarak daha da semirdi. Sınıfsal iktidarını kurmak için harekete geçtiği ilk zamanlarda sıkça kullandığı özgürlük ve eşitlik masallarının sadece kendi sınıfının unsurları için geçerli olduğu, kısa sürede çok net olarak ortaya çıktı. Kapitalizmin küreselleşmesinden çok önce de işçi sınıfının bu sistemin mezar kazıcısı olduğunu biliyordu burjuvazi. Bu nedenledir ki, her zaman, dev bir gövdeye sahip olan işçi sınıfını kontrol altında tutmak için çeşitli yollara başvurdu, başvuruyor. Ne var ki, mülksüzleştirenlerin iktidarının sonsuza dek süremeyeceğini Marksistler çok iyi biliyorlar. Sefaletin sebebi olan sınıfın yani kapitalistlerin iktidarı, mülksüzlerin yani işçi sınıfının örgütlü mücadelesiyle yıkılacaktır.  ———————— 1

Elif Çağlı, Küreselleşme, Tarih Bilinci Y., s.61-62

2

Engels, Anti-Dühring, Sol Y., 4. baskı, s. 370

3

Elif Çağlı, age, s. 62

4

Marx’ın Kapitali, Tarih Bilinci Yay., s. 175

5

Elif Çağlı, age, s. 12

6

Fourier’den aktaran Engels, Anti-Dühring, s.375


Yunanistan’da Öğrenciler Ayakta

K

apitalizmin global ölçekte derinleşen krizi, Yunanistan’da da burjuva devletin kamusal harcamalara ayırdığı payı her geçen gün biraz daha azaltmasını beraberinde getiriyor. Kuşkusuz bundan en fazla etkilenen sektörlerin başında da eğitim ve sağlık geliyor. AB üyeleri arasında, eğitime ayrılan bütçe bakımından sonuncu ülke unvanına sahip olan Yunanistan’da, mevcut durum burjuvaziyi ve onun devletini yeterince tatmin etmiyor olacak ki, eğitime yönelik saldırılara her geçen gün yeni bir boyut daha kazandırılıyor. Sağcı Yeni Demokrasi hükümeti, son olarak, ders kitaplarının ücretsiz olmaktan çıkarılmasını, okulunu iki yıldan fazla uzatan üniversite öğrencilerinin okuldan atılmasını, mevcut üniversitelerin özel şirketler tarafından fonlanmasını, polisin üniversite binalarına girebilmesini ve özel üniversitelerin kurulmasını içeren bir yasa tasarısı hazırladı. Hükümet, ayrıca, anayasaya aykırılık teşkil eden bu düzenlemeyi kılıfına uydurabilmek için, anayasanın ilgili 16. maddesinin değiştirilmesini de gündemine aldı. Fakat bu girişimi karşısında beklemediği kadar büyük bir tepkiyle karşılaştı. On binlerce öğrencinin katıldığı ve öğretim üyelerinin de tam destek verdiği kitlesel boykot eylemi, Mayıs ayında bütün üniversitelere yayıldı. Boykota ek olarak fakülte binalarını işgal eden öğrencilerin eylemi, Haziran başında 100 binden fazla üniversite öğrencisinin katılımıyla (son 25 yılın en geniş katılımı) doruk noktasına ulaştı. Haziran ortasına gelindiğinde ise ülke çapındaki fakülte binalarının neredeyse tamamının işgal altında bulunduğu Yunanistan, tarihindeki en büyük üniversite işgali dalgasına tanık olmaktaydı. Burjuvazi, bütün bu süreç boyunca, sözde komünist ve sosyalist partilerini de devreye sokarak, hareketi bölmek ve geriletmek için her türlü çabayı gösterdi. Öğrenciler, medyada her gün boy gösteren hükümet sözcüleri tarafından, sol mihrakların, kışkırtıcıların, anarşist azınlığın sergilediği “bu oyuna gelmemeye” ve sükûnete davet edildiler. Hareketi koordine eden Ulusal İşgal Komiteleri Koordinasyonu içinde çeşitli sol örgüt, grup ve partilere mensup öğrenciler yer alırken, üniversitelerdeki en büyük politik güç olan Yunanistan Komünist Partisi (KKE) başlangıçta hareketi

desteklemedi. Tam da yılsonu sınavlarının yapıldığı bu dönemde boykot ve işgal de nereden çıkmıştı, önümüzdeki Eylül ayı ne güne duruyordu! Ne var ki, hareket kısa sürede güç kazanıp yayıldıkça, KKE tabanının basıncıyla bu tutumunu terk etmek zorunda kaldı. Partinin gençlik kesiminde harekete destek verilip verilmemesi konusunda ciddi bir bölünme yaşayan PASOK ise eylemlerin patlak vermesinden ancak bir ay sonra hareketi desteklediğini açıkladı. On binlerce öğrencinin 8 Haziranda Atina’da gerçekleştirdikleri büyük miting hareketin yaygınlaşması ve toplumsal desteğinin artması bakımından önemli bir dönüm noktası oldu. Yunan polisi eylemci öğrencilere Türkiye’dekini aratmayacak bir vahşetle saldırırken, pek çok öğrenci polis saldırısından dolayı hastanelik oldu, birçoğu da muhtemelen hayatlarında ilk kez gözaltına alındı. Öğrencilerin kanlar içindeki görüntülerinin televizyonlara ve gazetelere yansımasının ardından, halkın polis vahşetine duyduğu tepki büyürken, öğrencilere duyulan sempati de hızla arttı. Bunun üzerine hükümet ilerleyen günlerde polisin tasmasını sıkmak zorunda kaldı. Öğrenci hareketinin giderek daha güçlü ve örgütlü hale gelmesi nedeniyle, hükümet, araya yaz tatilinin girmesiyle gençliğin ateşinin sönümleneceğini ve zaman kazanacağını düşünerek, 13 Haziranda yasa tasarısının “dondurulduğunu” açıklamak zorunda kaldı. Fakat öğrencileri faka bastıramadı. Kendi aralarında meclisler toplayıp sorunu

19


marksist tutum

tartışan öğrenciler, hükümetin manevrasını reddetme kararı aldılar ve hükümetin açıklamasından iki gün sonra, 15 Haziranda, toplam 50 bin öğrenci Atina ve Selanik sokaklarını doldurarak büyük gösteriler düzenlediler. Öğrenciler tasarı tümüyle geri çekilmeden ve özel üniversitelere olanak tanımak üzere gerçekleştirilmek istenen Anayasa değişikliğinden vazgeçilmeden eylemlerine son vermeyeceklerini açıkladılar. Bu arada öğrencilerin seçtiği grev komitesi, 14 Haziranda Genel İşçi Konfederasyonunu (GSEE) ziyaret ederek, bir genel grevle kendilerini desteklemeleri talebinde bulunmuştu. Bu toplantının ardından aldığı kararla, PASOK yanlısı GSEE 22 Haziranda ülke çapında 3 saatlik iş bırakma çağrısında bulunurken, Kamu Çalışanları Sendikası ADEDY aynı gün 24 saat iş bırakma eylemine gitti. Ağırlıklı olarak kamu kesiminde etkili olan grev, GSEE açısından kuşkusuz geçiştirici bir karardı ve 3 saatle sınırlanması bunun en tipik göstergesiydi. Ama GSEE’nin buna zorunlu kalması bile taban basıncının ne denli güçlü olduğunu gösteriyor. Tüm bu saldırılarda hedef kitle durumunda olan gençlik kesiminin işçi ve emekçi çocukları olduğu açıktır. Ve tarih sayısız örneklerle kanıtlamıştır ki, işçi sınıfının desteğini kazanmadıkça öğrenci gençliğin yükselteceği mücadelenin başarıya ulaşma olasılığı düşüktür. En güncel örnekler olarak Fransa’daki eylemlerde de Yunanistan’da da öğrencilerin sendikaların desteğini aramaları bile bunu açıkça göstermektedir. Aslına bakılacak olursa gerçekleştirilmek istenen “eğitim reformu” konusunda Yunan burjuvazisi Türkiye’ye göre epeyce geri kalmış durumdadır. Bizde geniş öğrenci kitlelerinin çok da umursamadığı, umursayanların ise polisle işbirliği halindeki üniversite yönetimleri tarafından “terörist” muamelesi gördüğü bu düzenlemeler sessiz sedasız yapılmıştı. Yunanistan’ın farkı, yaklaşık 11 milyon nüfuslu bu ülkede, söz konusu düzenlemeye 100 bin öğrencinin karşı koyması ve üniversitelerde eğitimin tümüyle bloke edilmesidir. Aynı oranı Türkiye’ye uygulayacak olursak yaklaşık 700 bin üniversite öğrencisinin sokaklara dökül-

20

Temmuz 2006 • sayı: 16

mesi gerekirdi. Ancak faşist darbe sonrasında devrimci hareketin aldığı ezici yenilgi ve işçi hareketinin tümüyle yönsüz kalması, üzerine gelen topyekûn kapitalist saldırının çürütücü etkileri gibi bilinen sebeplerle ne öğrenci hareketi ne de işçi hareketi hâlâ belini doğrultabilmiş değildir. Oysa Yunanistandaki faşist cunta döneminden çıkış Türkiye’dekinden farklı olmuştu: “Yunanistan’da faşizmin çözülüş sürecinin en önemli tarafı, askeri cuntaya karşı yükselen kitle hareketinin kararlı ve militan bir tutum sergilemiş olmasıydı. Cuntaya karşı mücadelede devrimci öğrenci hareketi önemli bir yere sahipti. Çeşitli üniversitelerde faşist diktatörlüğe karşı düzenlenen eylemlerle, fakülte işgalleriyle ilerleyen süreçte 1973 Kasımında Atina’da Politeknik kampusunda önemli bir ayaklanma gerçekleşti. Öğrencileri, işçileri, diğer emekçi unsurları ve kent aydınlarını kapsayan bu eylem sırasında 300 bin civarında insan askeri cuntanın tanklarına karşı durarak meydan okudular. Yüze yakın ölü ve yüzlerce yaralı verdiler.” (Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, s.295-96) Bu farklılıkların bir sonucu da toplumda üniversite öğrencilerinin eylemlerine duyulan sempatidir. Bizde bu manzara sadece 1960’lı ve 70’li yıllarda yaşanmış, 12 Eylül’den sonra ise tümüyle tersine dönmüştü. 12 Eylül faşizminin uzun yıllar boyunca etkisini yitirmeyen güçlü miraslarından biri de, eylemcilere özellikle de gençlere pek hoş gözle bakılmamasıydı. Korkunun büyük bir rol oynadığı bu bakış açısının henüz kırılamadığını belirtmek gerekiyor. Neoliberal politikaların sınır tanımazlığı, tüm dünyada sosyal fonların her geçen gün biraz daha kırpılması, özelleştirmelerde sıranın sağlığa ve eğitime gelmesi, öğrenci hareketinde de dünyanın değişik bölgelerinde yeni bir kıpırdanmaya yol açmıştır. Bu yıl Fransa’da, Şili’de ve şimdi de Yunanistan’da yaşanan büyük öğrenci gösterileri, yine son birkaç yıldır Almanya’daki öğrenci protestoları kapitalist saldırılara karşı gençliğin tepkisinin giderek yükseleceğinin sinyallerini veriyor. Ancak burjuvazinin saldırılarını geri püskürtebilmek için güçlü bir örgütlülük ve kararlı mücadele gerekiyor. Bunun en sağlam yolu da işçi ve gençlik hareketine gerçek anlamda devrimci bir yön verecek bir önderliğin inşa edilmesidir. Düzenin saldırıları karşısında mücadele etmek isteyen öğrenciler için tutarlı ve sürekli bir mücadelenin adresi, anarşizm ya da değişik kılıklar altındaki sosyal demokrasi değil devrimci Marksizmdir. Devrimci önderlik de ancak devrimci Marksist temellerde inşa edilebilir. www.marksist.com sitesinden alınmıştır.


Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği (UİD-DER) Üyelerinden Mektup İşçi Özeğitim Gruplarının, çeşitli sektör ve kesimlerden sendikalı-sendikasız, işli-işsiz işçiler arasında yıllardır yürüttüğü çalışmaların ürünü olarak kurulan UİD-DER’i yürekten kutluyor ve devrimci coşkumuzla selamlıyoruz. İnanıyoruz ki UİD-DER, işçi sınıfının uluslararası dayanışma, mücadele ve birlik azminin güçlendirilmesi yolunda yürüteceği kararlı ve sebatlı çalışmalarla mücadelenin yükseltilmesine katkıda bulunacaktır. Derneklerinin kuruluşundan duydukları heyecan ve mutluluğu dergimize gönderdikleri mektupla bizlerle paylaşan UİD-DER’li işçilere tüm Marksist Tutum çalışanları ve okurları adına teşekkürlerimizi iletir, mücadelelerinde başarılar dileriz. Merhaba Marksist Tutum okurları ve emekçi dostlar, Geçtiğimiz günlerde hayata gözlerini açan Uluslararası İşçi Dayanışması Derneğimiz UİD-DER’in kuruluşundan duyduğumuz heyecan, coşku ve mutluluğun yanı sıra, derneğimizin düzenlediği “15-16 Haziran Genel Direnişi” konulu açılış etkinliğinden edindiğimiz izlenimleri sizlerle paylaşmak istiyoruz. Bundan 36 yıl önce 15-16 Haziran günlerinde İstanbul’da yer yerinden oynamıştı. İşçiler ayağa kalkmış, sendikalarının yok edilmek istenmesine karşı büyük bir sınıfsal tepki göstermişlerdi. Fabrikalarda şarteller indirilmiş, sokaklar işçilerle şenlenmişti. İstanbul iki büyük sıcak gün yaşamıştı. 15-16 Haziran bu topraklardaki işçi mücadelesi açısından bir zirveydi. O güne kadar patronlar böyle bir gün görmemişlerdi. Peki o günleri kimler hatırlıyor? Genç kuşak işçilerin çoğu, sınıfsal kimliğini ve mücadele tarihini bilmiyor. Oysa işçi sınıfını mücadeleye teşvik eden şey onun hafızasıdır. Mücadeleyle kazanılmış hakları ko-

rumak, yeni haklar kazanmak ve mücadele yolunu açmak için örgütlü olmamız zorunludur. İşte, uzun yıllardır İşçi Özeğitim Gruplarında yürüttüğümüz çalışmaların ürünü olarak kurduğumuz derneğimizin bu yolda bizi daha ileri noktalara taşıyacağına yürekten inanıyoruz. Derneğimizin açılış etkinliği, 25 Haziran Pazar günü çeşitli fabrika ve bölgelerden ve çeşitli kentlerden 600’e yakın işçi kardeşimizin katılımıyla gerçekleşti. Çeşitli sendika şubelerinden işçi temsilcilerinin yanı sıra, DİSK’in kurucu önderi Kemal Türkler’in eşi Sebahat Türkler, yıllarını işçi sınıfının eğitimine vermiş Süleyman Üstün hocamız ve uluslararası işçi dayanışması mesajlarını iletmek üzere Avrupa’dan gelen işçi temsilcisi kardeşlerimiz aramızdaydı. Yıldızlara Özgürlük müzik grubunun ve UİD-DER işçi korosunun seslendirdiği “Merhaba” şarkısının coşkusunu ve sınıfımızın mücadele tarihinde verdiğimiz şehitlerimiz için saygı duruşunu dernek genel sekreterimiz tarafından yapılan açılış konuşması iz-

21


marksist mark ma rksi rk ksi sist st tutum st tu uttum m

ledi. Konuşmasının başlangıcında, UİD-DER’in işçi sınıfının mücadele tarihine bakışını ve genel amacını ifade eden genel sekreterimiz, hepimizin paylaştığı bir gerçeği dile getiriyordu: “Yolumuz, sömürü düzenini yıkarak, çocuklarımıza ve tüm insanlığa sınıfsız, sömürüsüz, barış ve mutluluk dolu bir dünya bırakmak isteyenlerin yoludur!” Derneğimizin kuruluşunu mümkün kılan uzun soluklu çabalarımız açılış konuşmasına şu sözlerle yansıyordu: “Hepinizin bildiği gibi İşçi Özeğitim Grupları 10 yıla yakın bir zamandır faaliyetlerini birçok sendika tabanında yürüterek bugünlere geldi. Sendikalı-sendikasız, işli-işsiz, her kesimden sınıf kardeşlerimiz bu faaliyetlere katıldılar. Sınıf mücadelesinin içinde bulunduğu durumu, sorunlarını ve çözüm yollarını tartıştılar. Bu amaçla kendi özeğitim gruplarını oluşturdular. İşçi sınıfının ruhuna uygun bir disiplinle ve azimle çalışırsak çok yol kat edeceğimizi biliyorduk. Nitekim çalışmalarımız meyvesini verdi. İşçi Özeğitim Gruplarının faaliyetlerini kesintisiz sürdüren işçiler olarak Uluslararası İşçi Dayanışması Derneğini, UİD-DER’i kurduk! Böylece yıllardır sürdürdüğümüz çabalarımız taçlanmış ve kendimize olan güvenimiz, mücadeleye olan inancımız bir kat daha artmış bulunuyor!” Açılış konuşmasında, işçi sınıfının ulusal ve uluslararası düzeyde dayanışma ve mücadele ruhunu canlandırmanın, birliğini ve örgütlülüğünü oluşturmanın önemi de vurgulandı. Derneğimizin bu amacı genel sekreterimizin konuşmasında yer alan önemli hususlardan biriydi: “Bu amaçla, işçi sınıfının dayanışma ve mücadele kültürünü geliştirmeye yönelik çeşitli çalışmalar sürdüreceğiz. İşçi Özeğitim Gruplarının çalışmalarını sendikalı ve sendikasız, işli ve işsiz tüm işçiler arasında yaygınlaştırmak hedefimiz olacak. Bunun için kurslar, seminerler, konferanslar ve paneller gibi eğitim faaliyetleri düzenleyeceğiz. Ayrıca, işçilerin ekonomik, sosyal, kültürel hak ve çıkarlarının korunarak geliştirilmesi için çaba sarf edeceğiz. Şimdiden hepinizi derneğimizin çalışmalarına bekliyor, birlikte yürümekten ve birlikte mücadele etmekten mutluluk duyacağımızı söylemek istiyoruz.” Açılış konuşması sömürüsüz bir dünya için mücadele çağrısıyla son bulurken, salonda “Bütün Dünyanın İşçileri Birleşin!” sloganı yankılanıyordu. Dernek genel sekreterinin konuşmasının ardından sahneye davet edilen İspanyol tersane işçisi kardeşimiz coşkulu konuşmasına, Türkçe “Merhaba Dostlar” diyerek başladı. Ve enternasyonalizm ilkesinin işçi sınıfı hareketi için kilit önemini vurgu-

22 2 2

T Te em mm mu uzz 2 00 0 06 • sayı: ssaayı yı: 16 6 Temmuz 2006

ladığı konuşmasına şu sözlerle devam etti: “2003 yılında emperyalist savaşa karşı yapılan büyük kitle gösterilerini hatırlıyorum. Tarihin kendileriyle başladığına inanan bazı küçük-burjuvalar o sıralar bu gösterilerin tarihteki ilk küresel (uluslararası) gösteriler olduğunu söylediler. Ama bu doğru değildi. Tarihte ilk uluslararası gösteri bundan yüz yirmi yıl önce 1886’daki ilk 1 Mayıs idi. O sırada ne internet vardı, ne cep telefonları, ne de e-mail. Ama çok daha önemli bir şey vardı: net fikirler, sınıf mücadelesinin fikirleri, Marksizmin fikirleri!” İşçilerin bilincini, örgütlülüğünü ve mücadelesini yükseltecek türde bir önderliğe duyulan ihtiyaca vurgu yapan İspanyalı sınıf kardeşimizin konuşmasında ortak amacımız da dile geldi: “dünya kapitalizminin yıkılması ve dünya sosyalizminin kurulması”. Bu amaca ulaşmak için “uluslararası bağların güçlendirilmesi gerektiğini” belirten İspanyalı kardeşimizin, uluslararası dayanışma ruhuyla dolu şu mesajı hepimiz için bir başka coşku kaynağı olacaktı: “Uluslararası işçi hareke-


Temmuz Te emm mmuz uz 2 2006 00 0 0 06 6 • sayı: ssaayı ayyıı: 16 16

tinin yeniden inşası yolunda büyük bir adım olacağına emin olduğum bu harikulade çabanızdan dolayı sizi kutluyorum”. Konuşması “Proletarios de todos los paises, unido!” (“Bütün ülkelerin işçileri birleşin!”) sloganıyla tamamlanırken, dudaklarımızdan dökülen coşkulu çağrı aynısıydı: “Bütün ülkelerin işçileri birleşin!”. Derneğimizin açılış etkinliğine işçiler eşleriyle, anne ve babalarıyla, kardeşleriyle, çocuklarıyla katılmıştılar. Etkinliği hazırlayan bizler de izleyenler gibi çeşitli fabrikalarda, işyerlerinde çalışan işçilerdik. Günler öncesinden heyecanlı bir çalışma yürütürken 15-16 Haziran’ı yaratan mücadeleci işçilerin coşkusunu yüreklerimizde hissetmiştik. Etkinlikte, müzikten sunuma, dövizin-

marksist ma m arrk kssiisstt tutum tut utu um m

den pankartına, çekim ekibinden çocuk bakım ekibine, yiyecek ve temizlik işine kadar hepimiz yapabileceğimizin en iyisini yapmaya çalıştık. İki bölüm halinde yaklaşık olarak 3 saat kadar süren etkinlikte İşçi Özeğitim Grubundan iki işçi arkadaşımız sinevizyon gösterimiyle birlikte sunum yaptı. İşçi korosu türküler, marşlar söyledi, işçiler mücadele şiirleri okudular. UİD-DER’in işçi tiyatrosu ise, örgütsüz işçilerin karanlıklara gömülerek ömür tüketeceğini, ama mücadeleci işçiler ayağa kalkıp birleştiklerinde ortaya nasıl muazzam bir güç çıkacağını, devrimci heyecanla yoğrulmuş vücut dilleriyle bize anlatıyordu. Sahnedeki 20 kadar işçinin bu mim gösterisi sırasında tüm seyircilere ulaşan bir enerji dalgası yayılmıştı salona. Sınıfın mücadele tarihini sanki sayılı dakikalara sığdıran mim gösterisi, salondaki tüm işçiler tarafından ayakta coşkuyla alkışlanacaktı. Hep bir ağızdan söyledik o gün türkülerimizi, marşlarımızı. En sonunda sıra sınıfımızın Enternasyonal marşını söylemeye geldiğinde, hepimiz gibi sıkılı yumruklarıyla bizlere eşlik ediyordu başı örtülü işçi anaları, işçi eşleri. Sonu gelmez coşkulu alkışların ardından kürsüden halay çağrısı yapıldığında, içinde yüzlerce kişinin yer aldığı halay dizileri oluştu. “Keşke tüm sınıf kardeşlerimiz aramızda olsalardı ve bu şölende yaşadığımız coşkuyu, duyduğumuz heyecanı ve mücadele arzusunu bizlerle birlikte yaşasalardı” diye düşünmekten kendimizi alamadık. O gün haykırdığımız tüm sloganlar, günün anlam ve önemine uygun olarak işçi sınıfı enternasyonalizmini, sınıf dayanışmasını, sınıfsız bir dünya özlemini ve örgütlülüğün önemini salonda yankılandırmıştı. Salondan ayrılanların gözlerindeki ışıltı, derneğimiz UİD-DER’in geleceğe sağlam bir temel atmakta olduğuna dair inancımızı bir kez daha pekiştirmişti. Bu inançla, bu düzene tepki duyan, duyarlı tüm sınıf kardeşlerimizi UİD-DER çatısı altındaki çalışmalarımıza katılmaya çağırıyoruz. Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz! Yaşasın Uluslararası İşçi Dayanışması! UİD-DER üyesi işçiler

23 2 3


Sınıf Dayanışması Mü Geçmişten geleceğe İnsanlığın ilkel komünal toplumdan günümüze uzanan serüveni içinde kapitalist üretim tarzı pek çok açıdan ayrı bir önem taşıyor. Üretici güçlerin gelişiminde geçmişle kıyas kabul etmeyecek bir sıçrama sağlayan bu üretim tarzı, böylece, geleceğin sınıfsız toplumuna ilerlemeyi madden mümkün kılacak bir temeli döşedi. Ne var ki yaşam her zaman zıtların birliği ve mücadelesi temelinde yol alıyor. Kapitalizm de yapıcı özelliklerinin yanı sıra, amansız yıkıcı özellikleriyle seyretti. Kapitalist üretim tarzı, insanı kendisine yabancılaştırır, hemcinsiyle rekabet ve çatışmaya sürüklerken, doğayı da kontrolsüz biçimde sömürdü. Gelmiş geçmiş üretim tarzları içinde hiçbiri, insanın doğal topluluk koşullarından sıyrılıp birey olabilmesini mümkün kılmazken, kapitalizm bunu insanı yalnızlaştırmak ve nihayetinde toplumu atomize etmek pahasına başardı. Kapitalist üretim ilişkileri, insan topluluklarının geçmiş yaşam koşullarından kaynaklanan komünal veya cemaat tarzı dayanışma alışkanlıklarını yerle bir ederken, daha üst düzeyde ve bilinçli bir dayanışmanın inşa edilmesinin zeminini de döşemiş bulunuyor. Kapitalizm, feodal veya asyatik köy topluluklarında tanrının buyruğu gibi algılanan egemenlik ilişkilerini ortadan kaldırdı ve yerine paranın gücüyle tesis edilen yeni egemenlik ilişkilerini geçirdi. Bunu yaparken, ezen ve ezilen sınıflar arasındaki ilişkileri de uhrevi kabuğundan sıyırarak dünyevileştirdi. Modern sanayi toplumunun ürünü olan işçi sınıfı, eski dönemlerin ezilen sınıflarından farklı olarak, içinde bulunduğu sömürü koşullarının tam anlamda bilincine varacak ve daha da önemlisi bu sömürüyü ebediyen ortadan kaldırabilecek bir potansiyele sahiptir. Bu demektir ki, kapitalizm üretici güçleri geliştirirken aynı zamanda kendi mezar kazıcısını yaratıp büyütmekten kurtulamamakta, kendi yok oluş koşullarıyla birlikte insanlığın sınıfsız toplum düzenine geçiş imkânını da olgunlaştırmaktadır. Sınıf gerçeği toplumsal bir olgudur ve ancak karşıt sı-

24

nıfla çok yönlü ilişki içinde somut anlamına kavuşur. Bu nedenle, gerek burjuvazi gerek işçi sınıfı bu gerçekliğe iktisadi ve siyasal mücadeleler içinde vakıf olabilmiş, böylece her biri kendi açısından bir sınıf bilinci ve sınıf ideolojisi geliştirmiştir. Kapitalist üretim tarzının insanı bir cemaat unsuru olmaktan kurtarıp, birey konumuna yükselme olanağı sağlaması sınıf olgusuyla çelişmez. Ama bu hassas bir konudur ve doğru yorumlanmalıdır. İnsan denen canlı, yaşamını ancak topluluk içinde var edebilir ve sürdürebilir. Topluluktan kopup mutlak anlamda yalnız kalan bir insan, ya sefalet içinde ölür gider ya da aklını yitirip hiçleşir. O nedenle birey olmak, hiç de şu ya da bu insan topluluğu dışında tek başına var olmak anlamına gelmiyor. Tersine bunun anlamı, bir topluluk içinde kendini kendi konumunun ve potansiyelinin bilincine ulaşarak var edebilmek demek. Birey olmak, bir sürüye bilinçsiz-


ücadele İçinde Gelişir Elif Çağlı

ce katılma konumundan sıyrılıp, kişinin kendi ayakları üzerinde durmayı becermesini ve kendi iradesiyle bir topluluğun unsuru olabilmesini anlatıyor. Birbirine karşıt sınıf çıkarlarıyla bölünmüş kapitalist toplumda birey olmak, burjuvazi ve işçi sınıfı açısından somut yaşamda kuşkusuz farklı anlamlar içermekte, farklı sonuçlara işaret etmektedir. Burjuvazi için bu, bir yönüyle, ancak rekabet içinde var olabildiği diğer burjuvalar arasında ve karşısında varlığını sürdürmeye muktedir olabilmesidir. Diğer bir yönüyle ise, tüm bu rekabet duygularına rağmen gerektiğinde işçi sınıfı karşısında bir domuz topu gibi birleşme bilincine ve iradesine sahip bulunmasıdır. Bunun dışında burjuvalar, işçi sınıfının sırtından sağladıkları zenginliğin tadını bireysel olarak gönüllerince çıkarma lüksüne sahipler. Bu nesnellik burjuva ideoloji-

sinde “her koyun kendi bacağından asılır” benzeri vecizelerle yansımasını bulurken, burjuvazinin ayrıca işçi sınıfının aklını karıştırmak üzere bireyciliği ve bencilliği özendirmeye ihtiyacı var. Burjuva ideolojisinin topluma aşılamaya çalıştığı bireycilik eğiliminin, bilinçli bir topluluk yaşamını üreten bireyler olabilmeyi başarma hedefiyle hiçbir alakası bulunmuyor. Bencilliği ve bireyciliği pompalayan ideolojiler, aslında kapitalizmin yarattığı toplumsal çürüme ve yozlaşma koşullarının ifadesidir ve bu koşulların yeniden üretimine hizmet etmektedir. Burjuvazi bu tür ideolojik motiflere, toplumu atomize etmek ve işçi sınıfını örgütlü mücadeleden uzak tutmak amacıyla ihtiyaç duyuyor. Ve de aslına bakarsanız, bu tür ideolojiler işçilerin çalışma ve yaşam koşullarıyla pek de bağdaşmıyor. Neticede bu tür burjuva ideolojik zırvalara en çok sahip çıkıp, bunları başkalarına aşılamaya çalışanlar küçük-burjuva psikolojisiyle sakatlanmış çeyrek aydınlar olmaktadır. Böylece hemen her konuda olduğu gibi, işçi sınıfına bencil bireyciliğin ve örgütlü mücadeleden kaçış eğiliminin bulaştırılması bakımından da küçük-burjuva yaklaşımlar, egemen sınıfın ideolojik taşıyıcısı rolünü sürdürmektedirler.

Devrimci ve toplumcu ideoloji İşçi sınıfının içinde bulunduğu çalışma ve yaşam koşulları, aslında toplumcu fikirlerin, sınıfsal dayanışma ve insanca paylaşım duygularının yeşermesi bakımından elverişli bir zemin sunuyor. Bu nedenle de proletaryanın sınıf bilinci ve sınıf ideolojisi devrimci ve toplumcudur. Marksist dünya görüşü, kişiyi egemenler karşısında yalnızlaştırıp yenilgiye mahkûm eden bireyciliğin karşısındadır. Yoksulu birbirine düşürüp kırdırmaya çalışan bencilliğin ve sınıfın birlik potansiyelini yok eden acımasız rekabet eğiliminin düşmanıdır. İşçi sınıfına yaraşan eşitlikçi, paylaşımcı, toplumcu düşünce ve duygular bir hayal âleminin ürünü olmayıp, doğrudan doğruya nesnel dünyadaki so-

25


marksist tutum

mut koşulların bilinçli ifadesidirler. Burjuvalar işçi sınıfına karşı ortak siyasal çıkarları temelinde bir sınıf olarak harekete geçtiklerinde bile, iktisadi varoluş koşullarının temel yapı taşı olan rekabet ortadan kalkmıyor. Burjuvazinin dünyasında bireyler arasındaki rekabet, onları gerçekten motive eden ve diğer birine oranla daha fazla kazanmayı mümkün kılan faktördür. Sosyal konumları itibarıyla ne denli bütünsel bir sınıf oluştursalar da, burjuvalar, işçi sınıfının sırtına serdikleri kurtlar sofrasından daha büyük payı kapmak üzere kendi aralarında tepişmekten asla geri duramazlar. Özetle, bireyciliğin, bencilliğin, rakibini ezerek üste çıkma arzusunun burjuva sınıf açısından son derece maddi bir zemini vardır. Bu bakımdan, insanlığı ileriye taşıyacak olan toplumcu fikirler, insanı daha da fazlasıyla insan kılan güzelim dayanışma ve paylaşım arzusu özünde burjuva âleme yabancıdır. Bir de işçi sınıfının varoluş koşullarına bakalım. Yaşamını işgücünü satarak sürdüren işçilerin çıkarları gerçekten de ortaktır. Aralarında çalışma koşulları veya ücret düzeyi açısından farklılıklar olsa dahi, bu gibi eşitsizlikler sınıf kardeşleriyle rekabetten değil patronlarla ilişkilerinden kaynaklanır. Bir başka deyişle, kapitalist sınıfın varoluş koşullarından biri olan rekabet olgusu işçi sınıfı için aynı kapsamda geçerli değildir. İşçiler arasındaki rekabet, olsa olsa, burjuvazinin onları bölmek amacıyla yarattığı ve sınıf bilinciyle donanım sayesinde aşılabilecek bir fenomendir. Kısacası işçiler, sınıfın içinden çıkıp ona ihanet eden işçi

“Birimize yapılan hepimize yapılmıştır”

26

Temmuz 2006 • sayı: 16

aristokrasisi ve işçi bürokrasisi sorunu bir tarafa bırakılırsa, hangi iş koşullarında, hangi sektörde ve hangi ülkede çalışıyor olurlarsa olsunlar, kelimenin gerçek anlamında bütünsel bir sınıf oluşturma, burjuvazi karşısında ortak bir mücadele yürütme potansiyeline sahiptirler. Ne var ki, bu potansiyelin harekete geçirilebilmesi ve kapitalistler karşısında fiili bir güce dönüştürülebilmesi ancak sınıf bilinciyle donanmak ve örgütlü mücadele sayesinde mümkün olabiliyor. Bilindiği üzere gündelik yaşam mücadelesi işçiler için alabildiğine yorucu ve bıktırıcıdır. İnsanda kendi sınıfsal varoluş koşullarını düşünecek, bu gibi konuları kendi başına bilince çıkartacak zaman ve derman bırakmaz. Hiç kimse bu tür zaafların üstesinden tek başına gelemez. İşçilerin patronlar karşısında ortak bir sınıf oluşturduğu ne denli tartışmasız bilimsel bir gerçeklikse, işçinin tek başına kaldığında tüm sorunları, zaafları, korkuları, boş inançları ile herhangi bir insancıktan öte bir şey olamayacağı da o denli doğrudur. İşçileri ancak örgütlü mücadele, öyle tek başına insancıklar olarak varolma durumundan çıkartıp devasa bir sınıfın başı dik bireylerine dönüştürebilir. Nasıl ki işçi sınıfını kendiliğinden sınıf olma durumundan kendisi için sınıf olma düzeyine sıçratan kaldıraç örgütlü mücadeleyse, işçiyi sınıf kardeşiyle bireysel çekişme ve rekabete sürüklenmekten kurtaracak olan da örgütlü mücadeleden başkası olamaz. Burjuvazi açısından olsun işçi sınıfı açısından olsun, aslında hiç kimse örgütsüz durumdayken sınıf çıkarlarını gerçek anlamda savunamaz. Bu kural iktisadi düzeyde geçerliyse, siyasette haydi haydi böyledir. Proleter sınıf tutumu, ancak devrimci temellerde siyaseten örgütlenerek ortaya konabilir. Kendine güvenini hepten yitiren kişinin, moral anlamda adeta felce uğradığı, potansiyellerini harekete geçiremez bir duruma sürüklendiği biliniyor. Sınıf açısından da böyle bir hastalık veya tehlike durumu söz konusudur. Burjuva ideolojisi, proletaryayı kendi sınıfsal gücünü hissedemeyen, bu gücün bilincine eremeyen güdülecek bir sürü konumuna iteleyebilmek amacıyla her an işbaşındadır. Genel anlamda toplumda egemen olan fikirlerin, egemen sınıfın fikirleri olduğu da yadsınamaz. Ancak, farklı çıkarlarla bölünmüş sınıflı toplumlarda ezilen sınıfların ilânihaye bir koyun sürüsü gibi otlamadığı da tarihsel kayıtlarla sabittir. Her devirde, haksızlığa, eşitsizliğe, zulme karşı isyan ateşini körükleyen ve böylece kitleyi harekete geçiren öncüler var olmuştur. Üstelik proletarya diğer ezilen sınıflardan farklı olarak, başladığı işi sonuna erdirme şansına ve imkânına sahip yegâne ezilen sınıftır. Bu büyük potansiyel güç harekete geçmeyi bekliyor. Hal böyleyken, burjuvazinin uzun süren çok yönlü saldırıları nedeniyle bugün işçi sınıfı örgütlü mücadeleye yeterince yakın durmuyor. Zira burjuva ideolojisinin sistematik biçimde sınıfın kafasına in-


Temmuz 2006 • sayı: 16

dirdiği darbeler onu sersemletti ve kendi gücüne güvenini yitirdiği bir gerileme içine sürükledi. Özellikle 80’lerden bu yana yükseltilen neo-liberal saldırı, işçi sınıfının tarihsel deneyimini hafızalardan kazıma yolunda bir hayli başarılı oldu. Böylece sosyalizm, genelde genç kuşaklara kötü ve başarısız bir düzen, yaşamda gerçek karşılığını bulamayacak geçersiz bir düşünce olarak kavratıldı. Hayat boşluk tanımayacağına göre de, işçi ve emekçi kitlelerin moral dünyası burjuva ideolojisinin aşıladığı çeşitli saçmalıklarla zehirlendi. Neticede işçi sınıfı, kendisinde potansiyel olarak var olan örgütlenme, mücadeleye atılma, sınıf kardeşleriyle dayanışma gibi güzel ve devrimci hasletlerden kuşku duyan bir kimliksizlik durumuna sürüklendi. Ancak bu tablo sadece genel bir durum tespitinden ibaret. Bugün dünyanın pek çok noktasında işçiler bu karanlık tabloyu parçalamaya giriştiği gibi, yarın isyan dalgasının daha da yükseleceğinden kimsenin kuşkusu olmasın. Ama değişim hiçbir zaman durduk yere gerçekleşmiyor. Eğer işçi sınıfının devrimci temellerde şaha kalkması arzulanıyorsa, bu arzuyu yüreğinde hisseden her işçi önce kendi çapında bir silkiniş yaşamalı. Ve küçük bir örgütlü işçi çevresinin bile, isyan ateşini tutuşturacak kıvılcımları pekâlâ diğer işçilere saçabileceğine inanılmalı. İşçi sınıfı yeniden kendi gücünü hissetmeli, bu güce güvenmeli. Burjuva ideolojisinin, devrimci mücadele dönemlerinin artık geri gelmeyecek biçimde kapandığı veya işçi sınıfı diye bir şey olmadığı yolundaki yalanları tarihin çöp sepetine fırlatılıp atılmalı. İktisadi mücadeleden siyasi mücadeleye, işçi sınıfı yaşamın tüm alanlarında tarihin bir numaralı öznesi olarak yerini almalı. Bugünün işçileri, geçmiş dönemlerde sınıflarının gücünün nelere kadir olduğunu bilince çıkartacak örgütlü çabaları ellerinin tersiyle bir kenara itme lüksüne sahip değiller. İşgücünden başka satacak bir şeyleri olmayan yoksul kitleleri koyu bir cehalete, akıl almaz bir yozlaşmaya, zorbalığın egemen olduğu bir dünyaya hapsetmeye çalışan burjuva düzen karşısında sessiz ve hareketsiz kalınamaz. İşçi sınıfı kendisini, patronundan burjuva siyasetçisine, sendika bürokratına dek her türlü düzen gücü karşısında, boynu bükük ve sürünen bir köle konumuna düşüremez. Kendi gücüne güvenmeyi öğrenmeyen, kazanmanın hazzını da hiçbir zaman tadamaz. Unutulmasın, tehlikeli olan örgütlü mücadeleye atılarak ayağa dikilmek değildir. Pasif bir köle gibi sürünerek ölmektir asıl tehlikeli olan. Sınıf mücadelesi, sınıf dayanışması, devrimci paylaşım gibi yüce değerlerin bugünün küresel piyasasında beş para etmediği palavralarıyla beyin yıkayan burjuva ideolojisinin defterini dürmenin zamanı gelmedi mi?

Tarihsel örnekler Geçmişini bilmeyenin geleceği de olamaz derler. Ne kadar doğrudur. İşçi sınıfının mücadele tarihi de işte öylesine önem taşıyor. Bu tarih, bugün işçilere varılması im-

marksist tutum

kânsızmış gibi görünen hedeflere, geçmişte devrimci örgütlü mücadele sayesinde nasıl varılabildiğini çeşitli örneklerle gözler önüne seriyor. İşin çarpıcı yönü, proleter mücadelenin yükseldiği dönemlerde işçilerin ve devrimcilerin, ulusal sınırları aşıp giden enternasyonal sınıf birliğinin ve dayanışmasının göğüs kabartıcı örneklerini yaratmış olmalarıdır. Burada bu bağlamda birkaç önemli örneği kısaca hatırlatalım. 1864 yılında kurulan Uluslararası İşçi Birliği (Birinci Enternasyonal), üzerinden uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen bugün de büyük bir tarihsel önem taşıyor. Çeşitli ülkelerden işçileri bağrında toplayan Birliğin Londra kuruluş kongresinde seçilen merkez yöneticileri arasında Marx da vardır. Marx ve Engels tarafından Komünist Manifesto’da dillendirilen uluslararası eylem çağrısı, Birliğin örgütlenmesi sayesinde sınıf içinde fiilen yansımasını bulmuş gibidir: Bütün ülkelerin işçileri birleşin! İşçi sınıfının kurtuluşu, enternasyonal mücadele bilinci ile harekete geçen ve kardeşçe kenetlenen işçilerin kendi eseri olabilir ancak. İşçi sınıfının kurtuluş mücadelesi, eşit haklar ve görevler ve her türlü sınıf egemenliğinin kaldırılması uğruna mücadele anlamına gelmektedir. Emeğin kurtuluşu, ne yerel ne de ulusal bir sorun olmayıp, modern toplumu içeren bütün ülkeleri kucaklayan ve örgütlü işçilerin teorik ve pratik işbirliğine dayanan toplumsal bir sorundur. İşçi sınıfı hareketinin başarısı, uluslararası birlik ve dayanışmanın gücü dışında başka bir şeyle sağlanamaz. Kuruluşundan itibaren Avrupa’da gelişen grevleri ve çeşitli işçi eylemlerini destekleyen Birlik, çocuk ve kadın işçiler başta olmak üzere işçi sınıfının ücret ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi, iş saatlerinin kısaltılması için militan bir mücadele yürütmüştür. Paris Komününde de etkili olan Uluslararası İşçi Birliği’nin çeşitli ülkelerdeki işçileri kucaklayan üye sayısı, 1871 yılında The Times gazetesinin belirttiğine göre 2,5 milyona ulaşmıştır. Uluslararası İşçi Birliği’nin Kuruluş Çağrısı’nda Marx, işçilerin en önemli başarı unsurunun sayıları olduğuna dikkat çeker. Ama bu sayı, ancak güç birliği ile birleştiğinde ve bilgi ile yönetildiğinde terazinin kefesinde bir ağırlık haline gelebilmektedir. Değişik ülkelerin işçileri arasında bulunması gereken ve kurtuluş için verdikleri bütün mücadelelerinde onları sıkı sıkıya bir arada durmaya teşvik eden kardeşlik bağının önemi asla küçümsenemez. Bu yaşamsal bağı görmezden gelmenin ortak bir bozgun ile cezalandırılacağı açıktır. Tarihsel deneyim, Marx’ın vurguladığı bu hususların yakıcı önemini defalarca kanıtlamış bulunuyor. İşçi sınıfının kurtuluşu, enternasyonal mücadele bilinci ile harekete geçen ve kardeşçe kenetlenen işçilerin kendi eseri olabilir ancak. Uluslararası İşçi Birliği’nin Genel Tüzü-

27


marksist tutum

ğünde belirtildiği gibi, işçi sınıfının kurtuluş mücadelesi, eşit haklar ve görevler ve her türlü sınıf egemenliğinin kaldırılması uğruna mücadele anlamına gelmektedir. Emeğin kurtuluşu, ne yerel ne de ulusal bir sorun olmayıp, modern toplumu içeren bütün ülkeleri kucaklayan ve örgütlü işçilerin teorik ve pratik işbirliğine dayanan toplumsal bir sorundur. İşçi sınıfı hareketinin başarısı, uluslararası birlik ve dayanışmanın gücü dışında başka bir şeyle sağlanamaz. Yine Marx, Birliğin 1866 Eylülünde Cenevre’de toplanan Birinci Kongresine gönderdiği talimatlarda çok önemli bir hususa değinir. Değişik ülkelerin işçilerinin, emeğin kurtuluş ordusu içinde kendilerini kardeş ve yoldaş olarak hissetmekle kalmayıp, böyle hareket etmelerini sağlamak, Uluslararası İşçi Birliği’nin başta gelen amaçlarından biri olmalıdır. İşçi sınıfının tarihsel Birinci Enternasyonal deneyiminden miras kalan bu ilkesel açılım ve yaklaşımlar, bugün de sınıf mücadelesinde takipçisi olacağımız devrimci kurallardır. Uluslararası İşçi Birliği’nin yaktığı devrimci meşale, haksız savaşlar karşısında işçilerin burjuvaların oyununa gelmeyip birbirlerine kardeşlik elini uzatmaları bakımından da yolu aydınlatmıştır. 1870 Fransız-Alman savaşı esnasında Enternasyonal’in yolunu tutan işçiler, “kendi” burjuvalarına karşı ortak bir mücadeleyi örgütlemek için çaba sarf ederler. Devrimci Fransız işçilerinin enternasyonal mücadele ruhuyla yüklü çağrılarına, Almanya’dan 50 bin Saksonya işçisini temsil eden bir delegeler toplantısından yine aynı mücadele aşkını yansıtan yanıt gelir: “Fransa işçilerinin bize uzattıkları kardeşçe eli sıkmakla mutluyuz.

28

Temmuz 2006 • sayı: 16

Uluslararası İşçi Birliği’nin Bütün ülkelerin proleterleri, birleşiniz! sloganına saygılı, bütün ülkelerin işçilerinin dostlarımız ve bütün ülkelerin despotlarının da düşmanlarımız olduklarını hiçbir zaman unutmayacağız!” İşçi Paris, 1871 yılında sınıfın bu enternasyonal mücadele yolundan ilerler. Paris Komünü, egemen güçlerin kışkırttığı savaşlarda işçilerin ellerine tutuşturulan silahları sınıf kardeşlerine yöneltmeyip, kendilerini ezen burjuva iktidarlara çevirmeleri bakımından tarihsel bir örnek sunar. Paris Komünü aynı zamanda, işçi sınıfının ilk kez kendi öz istemleri ile siyaset sahnesine girdiği unutulmaz bir deneyimdir. Bu deneyimi yaratanlar, Marx’ın “göğü fethe çıkan komünarlar” diye selamladığı Paris’in yiğit kadın ve erkek işçileridir. Proletaryanın kurtuluşa erişmek bakımından henüz yolun başında bulunduğu bir tarihsel kesitte yaşanan Paris Komünü, yine de nelerin yapılması ya da yapılmaması gerektiğine dair son derece önemli dersler vermiştir. 1871 Martında dünyaya gözlerini açan bu ilk işçi iktidarı, ancak yetmiş iki gün yaşayabilmiş ve burjuvazinin kudurgan saldırısı altında can vermiş olsa da, proletaryanın insanlığı özgürlüğe kavuşturabilecek bir sınıf olduğunu dosta düşmana kanıtlamıştır. Komün’ün yenilgisi bile, tarihin ilerleyişi içinde neticede kazanan tarafın işçi sınıfı olacağı gerçeğini dünyaya haykırır. Marx’ın sözleriyle: “İşçi Paris, Komünü ile birlikte, yeni bir toplumun şanlı öncüsü olarak her zaman yüceltilecektir. Şehitlerinin anısı, işçi sınıfının büyük yüreğinde sevgi ve saygı ile korunmuştur. Kıyıcılarına gelince, tarih onları daha şimdiden sonsuz bir teşhir direğine çivilemiştir, ve rahiplerinin tüm duaları onların günahlarını bağışlatamayacaktır.” Devrimci işçiler, büyük toplumsal devrimin şafağı olan Komün deneyimine sahip çıkmışlar ve işçi Paris’in göğe yükselen çağrısı o günden bugüne nice ülkede, nice mücadeleler içinde yankılanmıştır: Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için! Keza yıllardır dünya işçilerinin devrimci coşkusunun ve devrimci mücadele azminin ifadesi olan Enternasyonal marşının sözleri de, Komünarların saflarında dövüşen ve Komün’ün örgütlediği Kamu Hizmetleri Komisyonu’nun üyesi olan işçi kökenli Eugene Pottier’in armağanıdır. Parisli işçilerin yiğit mücadelesi, dünya işçi sınıfının bu ilk siyasal iktidar deneyimi tek örnek olarak kalmayacak ve 1917 Ekiminde kızıl bayrak Rusya işçilerinin ellerinde dalgalanacaktır. Ekim Devriminin ateşini yansıtan bilinen bir yaşam öyküsüdür, kaba saba giyimi içinde ayağa dikilen bir işçi, Bolşeviklerin yanlış yol tuttuğu doğrultusunda kendisine ders vermeye kalkışan bazı ukala üniversite öğrencilerine şöyle seslenir: “Ben onu bunu bilmem; iki sınıf var: burjuvazi ve proletarya. Ya birinden yanasındır ya da diğerinden”! İşte dünyayı yerinden oynatacak güç bazen sıradan bir işçinin bilincine vardığı bu gerçeklikte, bu yalın sözcüklerde gizlidir. İşçi sınıfı Ekim Devrimi örneğiyle, tarihsel görevinin üstesinden gelebileceğini Paris Komünü de-


Temmuz 2006 • sayı: 16

neyimini de aşan biçimde ortaya koymuştur. Bu devrimin tutuşturduğu yangın, o gün bugündür dünya işçilerinin devrimci enternasyonal mücadelesinin büyük esin kaynağı olmayı sürdürüyor. Dünya işçilerinin uluslararası devrimci mücadele geleneğinin en önemli halkasını oluşturan Üçüncü Enternasyonal (Komünist Enternasyonal) ise, başta Ekim Devrimi olmak üzere işçi sınıfının çeşitli ülkelerdeki devrimci kavgasının ürünü ve bu kavganın taçlanmış ifadesi oldu. Onun harcı, Lenin önderliğinde azimli bir mücadeleyi sürdüren Bolşeviklerin alın teriyle ve son nefeslerinde bile “Yaşasın Devrim!” diye haykıran Rosa gibi devrimci Marksist savaşçıların ölümsüz çabalarıyla karıldı. İşçi sınıfının bu enternasyonal örgütünün kuruluş kongresine, çeşitli ülkelerdeki örgütlenmeleri temsilen 51 delege katılmıştı. Kongrece kabul edilen Manifesto, bütün ülkelerin kadın ve erkek işçilerini, emperyalist barbarlığa, burjuva devlete ve burjuva mülkiyetine, toplumsal ve ulusal baskının her türüne karşı enternasyonalin kızıl bayrağı altında birleşik mücadeleye çağırmaktaydı. Komünist Enternasyonal’in İkinci Dünya Kongresinin Manifostosu, sınıfın öncü kesimleriyle geri safları arasındaki ilişkiyi ele alıyor ve bazı yanlış kavrayışların önüne geçmek amacıyla öncünün tarihsel rolüne vurgu yapıyordu. Manifestoda belirtildiği üzere, kapitalist düzen insanlığı sefalet ve cehalet denilen dipsiz bir okyanusa sürüklemekteydi. Bu derinliklerden yüzeye çıkmayı başaran her

marksist tutum

tabakanın ardından, aynı çabanın içine girecek bir başka tabaka belirmekteydi. Öncü, devrimci kavgayı başlatmak için bu geri saflardaki kitleyi bekleyemezdi. En geri tabakaların uyandırılması, eğitilmesi ve harekete geçirilmesi görevini yerine getirecek olan esasen bizzat devrimin kendisiydi. Ekim Devriminin çok canlı şekilde tanıtladığı üzere, devrim geride duranları harekete geçirmiş ve işçi kitlelerini tarihin öznesi konumuna yükseltmişti. Ekim Devriminin önderlerinden Troçki, ilerleyen yıllar içinde kaleme aldığı Rus Devriminin Tarihi adlı eserinde, sıradan işçilerin iktidara yükselişi karşısında hayretle sızlanan bir Rus generalinin şu sözlerini aktaracaktı: “Bir mübaşirin veya bir Adalet Sarayı kapıcısının aniden sulh hakimleri kurulunun başkanı olabileceğine kim inanırdı? Bir berberin yüksek düzeyli bir memur, dünün asteğmeninin başkomutan ya da dünün uşağı veya seyisinin vali olacağına kim inanırdı? Kim inanırdı dünün çilingirinin bir atölyenin başına geçeceğine?” Troçki’nin aynı yerde yanıtladığı şekilde, “buna inanmamazlık edilemezdi, çünkü asteğmenler generalleri yenmişlerdi; eski seyis yeni vali dünün efendilerini sigaya çekmişti; vagon tekerleklerini yağlayanlar nakliye işlerini üstlenmişlerdi; çilingirler müdür olarak sanayiyi şaha kaldırmıştı”! Sovyetler iktidarı sayesinde yeni bir dünyaya gözlerini açan proletarya, daha sonra devrimin geri bir ülkede yalıtılması neticesinde uç veren bürokratik karşı devrimin üstesinden ne yazık ki gelemedi ve iktidarını yitirdi. Böylece Üçüncü Enternasyonal de egemen bürokrasinin çizmeleri altında can çekişmeye başladı. Ama proletaryanın enternasyonal örgütlenme çabası bir yandan Troçki gibi devrimci önderler eliyle sürdürülmeye çalışılırken, öte yandan Ekim Devriminin esin bayrağı bundan sonra da dünyanın çeşitli ülkelerinde işçilerin elinde yükselmeye devam etti. 1936-39 İspanya İç Savaşı, faşizme karşı mücadelede devrimci sınıf güçlerinin sergilediği enternasyonal dayanışma ve mücadele azmiyle unutulmaz bir örnektir. Çeşitli ülkelerden binlerce gönüllü, direnen kızıl Madrid’i faşizmin saldırılarına karşı son nefeslerine dek savunmak için İspanya’daydılar. Ortak düşmana karşı İspanya işçi sınıfıyla yan yana dövüşmeye gönüllü bu devrimcilerin oluşturduğu Uluslararası Tugaylar, işçi dayanışmasını ete kemiğe büründüren ve proletarya enternasyonalizmini ölümsüzleştiren bir örnek olarak sınıf belleğine kazındı.

Mücadele en iyi okuldur İspanya’da ya da bir başka ülkede işçilerin ve devrimcilerin kahramanca mücadeleleri siyasal önderliklerin ihaneti nedeniyle yenilgiye uğramış olsa da, tarihin bir kuralı değişmiyor. Dövüşerek yenilen ordular, zafere ulaşabilmek için neyi eksik veya yanlış yaptıklarının dersini zamanla çıkartabiliyorlar. Ayrıca da, uzun yıllar boyunca yürütülmüş olan devrimci ve anti-faşist mücadeleler toplumsal hafıza-

29


marksist tutum

da derin izler bırakıyor. Bu tür deneylerin okulundan geçmiş işçi sınıfı, bir dönem gerilese ve uykuya yatsa da tekrar uyandığında mücadeleye sıfırdan başlamıyor. Mücadelenin yeniden canlanmasıyla birlikte, tarihsel hafızaya kayıtlı deneyimlerin etkisi kendini hissettiriyor ve güncel mücadelede sıçramalara neden olabiliyor. İşçi sınıfının bu tür kazanımları ulusal sınırları aşıp evrensel etkiler yaratan bir güce sahiptir. Yine de bir deneyimi doğrudan yaşamakla, yaşanmış başka deneyimlerden dersler çıkartmak aynı şey değildir. Türkiye örneğinde olduğu gibi, bizzat devrim deneyimlerinin okulundan geçmemiş bir işçi sınıfının tarihsel hafızası zengin değildir. Keza faşizme karşı diyelim İspanya’daki gibi bir devrimci mücadele yürütülmemiş olan Türkiye’de, faşist rejimin yarattığı tahribat bu nedenle çok daha derin ve uzun süreli olmuştur. Bugün dünya işçi hareketinin yakıcı ihtiyaçlarına ek olarak, Türkiye’de işçi sınıfının bir de 12 Eylül faşist rejiminin yarattığı toplumsal karabasanın izlerinden kurtulmaya ihtiyacı var. Sendikal hareketteki muazzam gerilemeden tutun da siyasi mücadeledeki tıkanıklığa dek, Türkiye’de katmerlenerek birikmiş olan sorunlar ancak mücadele sayesinde aşılabilecektir. Yalnız bu noktada da işçileri çok yakından ilgilendiren bir başka sorunu göz ardı edemeyiz. Mücadeleden söz açıldığında, işçilerin genelde solda birlik olmadığından yakındığı biliniyor. İşçi sınıfının birlik arzusu ne denli anlaşılabilir bir olgu olsa da, Türkiye’de bu konunun biraz da mücadeleden geri durmayı haklı çıkartacak bir bahane olarak kullanıldığını vurgulamak gerek. Çeşitli vesilelerle değindiğimiz üzere, tüm solu kucaklayan siyasal bir birlik arzusunun gerçek yaşamda karşılığı olmayan boş bir düş olduğu bilinmeli. Zira hiçbir kapitalist toplumda tek bir çeşit sol anlayış bulunmuyor. Tersine, burjuva solundan küçük-burjuva sol anlayışlara, devrimci işçi örgütlerinden reformist burjuva işçi partilerine dek, sol siyaset arenası aslında alacalı bulacalı geniş bir yelpaze gibidir. Bu tür gerçekleri işçilerin bilincine çıkartacak ve mücadeleci işçileri kendi deneyleri temelinde devrimci sınıf siyaseti altında birleştirecek olan da son tahlilde mücadele okuludur. Devrimci mücadele deneyiminde zayıf bir tarihsel geçmişi olan Türkiye’de, bu temel gerçeklerin algılanıp kabul edilmesi bakımından da işçi sınıfının çeşitli zaaflara sahip olduğunu unutmayalım. Bilindiği gibi, geçmişin izi olumlu ve olumsuzuyla gelecek kuşakların üzerine düşmektedir. Bizim Asyatik köklerimiz ve devletçi geleneğimiz de, genel olarak toplumda, farklı sınıfsal tutumlardan kaynaklanabilecek siyasal çeşitliliğe pek de sıcak bakmayan bir monolitiklik anlayışı yerleştirmiştir. Ayrıca aynı gelenek, sosyal kazanımlardan tutun örgütsel birliklere dek her şeyin tepeden olup bitmiş biçimde önüne konmasına alıştırmıştır insanları. Diyelim Avrupa ülkelerinde bilinçlenmekte olan işçi, genelde mücadeleye, “bu haklı kavgayı yürütecek olan da benim, doğ-

30

Temmuz 2006 • sayı: 16

ru düşünceleri yaşama geçirecek olan da ben” diye yaklaşmaya daha yatkınken, bizim ülkemizde durum biraz farklıdır. Bizde ilk adımı önce başkasının atmasını bekleme zihniyeti oldukça yaygındır. Bu nedenle de atılması gereken o ilk adımlar kolay kolay atılamaz. Geçmişin tarihsel izleri bugünkü kuşakların üzerine hâlâ düşüyor olsa da, öte yandan artık dünyaya çok daha fazlasıyla açılan ve dünyadaki gelişmelerden çok daha fazlasıyla etkilenen bir Türkiye söz konusu. Bu nesnelliğin etkileri, geçmiş işçi kuşaklarıyla kıyas kabul etmez derecede kentli ve eğitimli genç işçilerde bir zihniyet değişikliğinin önünü açabilir. Ne var ki bu bağlamda olumlu sıçramaların yaşandığını henüz söyleyemiyoruz. Bunun bir nedeni son tarihsel kesitte genci ve yaşlısıyla işçi sınıfını sersemleten baskılarsa, diğer bir faktörü de burjuva ideolojisinin örgütsüz emekçi kitlelerin yaşamını esir alan çok yönlü aldatmacaları teşkil ediyor. Bu engeller de kendiliğinden değil, sınıfın öncü unsurlarının doğru mücadele hattında harekete geçirilmesi ve böylece giderek kitlenin de kendine güvenmeyi öğrenmesi sayesinde aşılacak. Hüner, sendikalı sendikasız veya işli işsiz ayrımlarına takılmadan, sınıfın dinamik, mücadeleye yatkın ve militanlık vadeden unsurlarını harekete geçirebilmekte. Zirveye ulaşmak için atılan adımlar başlangıçta küçük ve zirve muazzam uzaklıkta görünse de, azmin elinden hiçbir şey kurtulmuyor. Küçük örneklerden büyük örneklere bu böyle. İşçiler fabrikalarda, işyerlerinde kendi taban örgütlülüklerini sağladıklarında sendika bürokrasisinin etkisinin kırılmaya başladığını görecekler. Bitişikteki fabrikada grev patlak verdiğinde dayanışma örgütleyen işçiler, yalnızca tek bir işyerine sıkışıp kalan kader ortakları olmadıklarını anlayacaklar. Bir işkolundan diğer bir işkoluna direnişteki işçiler için örgütlenen destek, işçilere büyük bir sınıfın evlatları olduklarını öğretecek. Başka ülkelerdeki işçilerin haklı mücadelelerinin ateşini yüreklerinde hisseden işçiler, uluslararası dayanışmayı örgütlemek için kolları sıvayacaklar. Mücadele küçüğünden büyüğüne en iyi okuldur. Sınıf birliği mücadele içinde örülür, sınıf dayanışması mücadele içinde gelişir. Unutmayalım: birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için… Selam olsun, uluslararası işçi dayanışmasını güçlendirmek ve sınıfın mücadele birliğini ilmek ilmek örmek için ter akıtan günümüz işçilerine! Yaşasın İşçi Sınıfının Enternasyonal Mücadele Birliği! Yaşasın Uluslararası İşçi Dayanışması!

www.marksist.com sitesinden alınmıştır.


Çeçenlerin Bitmeyen Trajedisi İlkay Meriç

Y

üzyıllar boyunca Çarlık Rusya’sının baskılarına, sürgünlerine, katliamlarına maruz kalan, Ekim Devrimini takip eden kısa bir rahatlama döneminin ardından 1940’larda Stalinist bürokrasi tarafından kitlesel olarak sürgüne gönderilip en ağır koşullarda on binlerce insanını yitiren bir Kuzey Kafkasya halkıdır Çeçen halkı. Çilesi bununla da son bulmayan bu halk, son on iki yılda, 100 binden fazla insanını, yani nüfusunun en az onda birini bu kez kapitalist-emperyalist Rusya’nın vahşi saldırılarında yitirmiştir. Ne var ki, Rusya’nın amansız saldırılarına rağmen, Çeçen halkının ulusal kurtuluş mücadelesi soldan gerekli ilgiyi ve desteği görememiş, aksine Müslümanlık faktöründen dolayı sağın çok daha büyük bir ilgisine mazhar olmuştur. Bunda kuşkusuz çeşitli unsurlar rol oynuyor, fakat ilk sıraya solun ulusal sorun ve emperyalizm konusundaki hatalı yaklaşımlarını yerleştirmek gerekiyor. Çeçenistan’ın bağımsızlık mücadelesi verdiği güç her şeyden önce bir zamanların “sosyalist” devi Rusya’dır. Hal böyle olunca, Stalinist milliyetçilikle malûl sol açısından bilinç çarpılmasına fazlasıyla müsait bir psikolojik zemin oluşmakta ve eski Yugoslavya topraklarında yaşanan ulusal

sorunlara yönelik problemli yaklaşımlar burada da nüksedebilmektedir. Yaşanan sorunun emperyalistler arası rekabetin gündem maddelerinden birini oluşturması ve özellikle ABD’nin oynadığı rol, meseleye soğuk bakılmasının bir başka nedenidir. Bir ulusun kendi kaderini tayin hakkının tanınıp tanınmaması hususunda, hareketin siyasal önderliğinin gerici niteliğinin kriter olarak alınması ise ulusal sorun konusundaki yanlış anlayışın bir diğer uzantısıdır. Bu sakat bir yaklaşımdır, zira KKTH’nin kabulü ile, ulusal hareketin liderliğinin desteklenip desteklenmeyeceği iki ayrı konudur. Çeçen ulusal hareketinin başını, Rusyanın “terörist” olarak adlandırdığı dinci, gerici bir önderliğin çekiyor olması, solu zaman zaman Çeçen halkının kendi kaderini tayin hakkının savunulması konusunda zaaflı bir tutuma sürükleyebilmekte, en azından bu unsurun öne çıkarılması, bağımsızlık hakkının gölgede kalmasına yol açabilmektedir. Savaşın bugün hâlâ sürdüğü Çeçenistan’da yaşananlar komünistler açısından önemli dersler içeriyor. Yaklaşık 1,1 milyon nüfuslu bu küçük ülkenin tarihi, Ekim Devriminin Stalinist karşı-devrimle tasfiye edilmesinin ve enternasyo-

31


marksist tutum

nalizmin terk edilerek büyük Rus şovenizminin yeniden hortlatılmasının nelere mal olduğunu da acı bir şekilde gözler önüne seriyor.

Temmuz 2006 • sayı: 16

1928’de artık tamamlanmış olan bürokratik karşı-devrimi takip eden 1929 yılında Stalinist bürokrasi zorunlu kolektifleştirme dönemini başlatmış ve Kuzey Kafkasya bu uygulamanın hayata geçirileceği ilk bölge olarak saptanEkim’le açılan, Stalinizmle kapanan kısa sayfa mıştı. Ne var ki bu karar, büyük bir çoğunluğu yoksul dağ köylülerinden oluşan Kafkas halkları arasında güçlü bir Ekim Devrimi, dünya tarihinin akışına yeni bir yön tepkiyi de ateşledi. Çeçen topraklarında patlak veren büveren önemli bir dönemeç noktasıdır. Kuşkusuz onun yayük ölçekli isyanlarda, zorunlu kolektifleştirmeye son verattığı büyük değişimden en çok etkilenenler arasında, yüzrilmesi ve Çeçenistan’ın özerk bir cumhuriyet olması gibi yıllarca esir durumunda yaşamış ezilen uluslar da yer alır. talepler yükseltiliyordu. İsyanlar ancak Kızıl Ordu birlikRusya, yüzyıllar boyunca koyu bir Çarlık baskısının hülerinin bu bölgelere sevk edilmesiyle bastırılabildi. Ardınküm sürdüğü despotik bir imparatorluk olarak, barındırdan da Çeçen Komünist Partisi ve bürokrasi içinde bir dığı 200’den fazla halk için tam bir “halklar hapishanesi” “temizlik” harekâtı gerçekleştirildi. 1932’de Kuzey Kafkasidi. Ekim Devriminin daha ilk günlerinde kendi kaderleya’daki parti sekreterlerinin dörtte biri partiden atıldı. Nürini tayin hakkına kavuşan bu halklar açıfusları 490 bin civarında olan Çeçen-İnguşLenin’in öncülüğünde sından, proleter devrim, yüzyıllar süren esaların özerk cumhuriyet talepleriyse ancak gerçekleştirilen Ekim retten de kurtuluş anlamına geliyordu. Aybu kitlesel temizlikten sonra, 1936 AnayaDevriminin en büyük nı şey, Çarlık Rusya’sı döneminde sürgünsasıyla karşılandı. lere ve katliamlara maruz kalan Kafkas halk- hedeflerinden biri, farklı 1936 Anayasasına göre SSCB 16 federe ları için de geçerliydi.1 Nitekim 1918-20 etnik kökenden gelen çok devletten meydana geliyordu ve bu devletyılları arasında yaşanan iç savaşta, bu halk- sayıda halkın Sovyet potası lerin en büyüğü olan Rusya Sovyet Federe ların büyük çoğunluğu Bolşevikleri destek- içinde ve gerçek eşitlik ve Sosyalist Cumhuriyeti çeşitli özerk cumhugönüllülük temelinde leyerek Kızıl Ordu saflarında savaştılar. riyetleri ve bölgeleri içeriyordu. Bu federe kaynaştırılması ve hep birİç savaşın bitimini takiben 1921 Ocadevletin sınırları içinde yer alan Kuzey Kaflikte sosyalist dünya ğında Vladikafkasta toplanan Dağlılar Konkasya toprakları Çeçen-İnguş, Kabardeytoplumuna doğru gresinde, Sovyet hükümetinin de önerisiyBalkar, Dağıstan, Kuzey Osetya Özerk Sovilerlenmesiydi. Ne var ki le, Özerk Sovyet Dağ Cumhuriyeti’nin kuyet Sosyalist Cumhuriyetleri (ÖSSC) ve KaLenin’in ölümünün rulması kararlaştırıldı. Bu cumhuriyeti oluşraçay, Çerkez, Adige özerk bölgelerinden ardından bu Marksistturan halklar arasında Çeçenler ve onlarla oluşuyordu. aynı kökenden gelen İnguşların yanı sıra, enternasyonalist anlayışı Stalinist despotik-bürokratik diktatörsavunanlar Bolşevik Osetler, Çerkezler, Balkarlar, Karaçaylar ve lük, Ekim’in yarattığı işçi devletiyle çoktanKabardeyler bulunuyordu. Ne var ki bu Partiden tümüyle tasfiye dır kâğıt üzerinde kalmış son bağ kalıntılacumhuriyet kısa bir süre sonra dağıldı. edildiler ve sosyalizm bir rını da 1936 Anayasasıyla söküp atarken, Balkarlar Kabardeylerle, Çerkezler Karaçay- dünya perspektifi olmaktan aynı yıl başlayan Moskova Mahkemeleri, çıkarılıp tek ülkenin larla birlikte özerk eyaletler kurarlarken, ÇeSSCB tarihinde yaşanacak korkunç bir dösınırlarına hapsedilen çenler de 1922 sonunda kendi özerk eyanemin de habercisiydi. 1935 sonunda hız milliyetçi bir kalkınma letlerini kurdular. 1924 yazında ise Osetkazanan cadı avı, gerçek komünistler için lerle İnguşlar ortak eyaletlerini kuracaklar- ideolojisine dönüştürüldü. tam bir imha operasyonuna dönüşecekti. dı. Birleşik Kuzey Kafkasya girişimi kısa “Sovyetler Birliği’nde Stalinist diktatörlük sürede başarısızlıkla sonuçlanmıştı. tarafından 1936’dan 1939’a kadar 1,5 milyondan fazla parLenin’in hastalığıyla birlikte ipleri ele geçiren Stalin ti üyesi hapsedilmiş –yaklaşık tüm üyelerin yarıya yakını– önderliğindeki bürokrasi, onun ölümünün (1924) ardınve 1936 yılından itibaren 10 milyondan fazla Sovyet vadan Ekim Devriminin rotasını karşı-devrime doğru kırmatandaşı hapishanelerde ya da çalışma kamplarında ölmüşya başlarken, büyük Rus şovenizmi de yeniden hortlatıldı. tür.”2 Stalin’in artık sınıfsal konumunu pekiştirmiş olan Birkaç yıl içinde, Stalin’in genel sekreterliğini yürüttüğü bürokrasi üzerindeki her türlü tehdidi bertaraf etme girişiBolşevik Partide büyük bir tasfiye harekâtı başladı. Aralaminin bedeli buydu. rında Troçki’nin de bulunduğu binlerce gerçek Bolşevik Rus olmayan halklara duyulan güvensizlik onları da partiden uzaklaştırıldı ve Stalin partinin ve devlet aygıtıhedef tahtasına oturtuyordu. Nitekim 1937’de girişilen genın mutlak hâkimi haline geldi. Bütün bu süreç boyunca, niş ölçekli “temizlik” operasyonlarından Çeçenler de nasipyerel parti örgütlerinin Rus olmayan unsurları da merkezi lerini aldılar. Bu sırada 14 bin Çeçen tutuklanıp çalışma kamplarına sürülürken bazıları da öldürüldü. Fakat bu kademelerden uzaklaştırılacak ve yerel örgüt yönetimleri sürgün ve kayıplar, Çeçenler açısından birkaç yıl sonra yabüyük ölçüde Ruslaştırılacaktı. Tüm bunlar, kendisi bir şanacak olanın yanında oldukça önemsiz kalacaktı. Gürcü olduğu halde Rustan çok Rus şovenisti kesilen Stalin tarafından gerçekleştiriliyordu.

32


Temmuz 2006 • sayı: 16

marksist tutum

İkinci Dünya Savaşı ve sürgün Lenin’in öncülüğünde gerçekleştirilen Ekim Devriminin en büyük hedeflerinden biri, farklı etnik kökenden gelen çok sayıda halkın Sovyet potası içinde ve gerçek eşitlik ve gönüllülük temelinde kaynaştırılması ve hep birlikte sosyalist dünya toplumuna doğru ilerlenmesiydi. Ne var ki Lenin’in ölümünün ardından bu Marksist-enternasyonalist anlayışı savunanlar Bolşevik Partiden tümüyle tasfiye edildiler ve sosyalizm bir dünya perspektifi olmaktan çıkarılıp tek ülkenin sınırlarına hapsedilen milliyetçi bir kalkınma ideolojisine dönüştürüldü. Enternasyonalizmin yerini ise giderek daha da yoğunlaşan bir Rus milliyetçiliği aldı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında bu milliyetçilik öylesine körüklendi ki, iş, Rus halkından “eşit SSCB halkları arasında birinci” olarak söz etmeye kadar vardırılmıştı.3 Fakat bu Rus şovenizmine karşın, tüm Sovyet halkları savaşta SSCB’yi savunmak için ellerinden geleni yaptılar. Kuzey Kafkasya halklarının ezici bir çoğunluğu da, Almanların bu halklar arasından işbirlikçiler edinmek ve onları SSCB’ye karşı kışkırtmak için harcadıkları büyük çabaya rağmen, “sosyalist anavatan” olarak gördükleri SSCB topraklarını savunmak üzere Kızıl Ordu saflarında yer alıp faşizme karşı kahramanca mücadele ettiler. Ama Almanların Kafkas topraklarından defedilmesinin ardından başlatılan büyük “temizlik” operasyonundan kurtulmayı başaramadılar. Stalin’in başını çektiği bürokrasi, başta Çeçen-İnguş halkı olmak üzere bu halkların Almanlarla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle, onları toptan topraklarından sürme kararı aldı. Böylece yaklaşık yüz yıl önce Çarlık Rusya’sında yaşanan kırıma benzer bir kırımın da kararı verilmiş oluyordu. Oysa Stalinist bürokrasinin iddialarının aksine, Almanlarla işbirliği yapanların oranı çok küçüktü. “1943-1944 yılları arasında Gürcistan’da bulunan 100 bin Mesket Türkü (Ahıska), Rusya’dan 134 bin Kamlık, Kuzey Kafkasya’dan 200 binden fazla Kırım Tatarı, 43 bin Balkar, 78 bin Karaçay, 92 bin İnguş ve 400 binden fazla Çeçen sürgüne gönderildi.”4 23 Şubat 1944’te yaklaşık 490 bin Çeçen-İnguş tutuklanarak tren vagonlarına dolduruldu ve yurtlarından binlerce kilometre uzaklara, Kazakistan’a ve Sibirya’ya sürgün edildi. Aradan çok değil bir yıl geçtikten sonra, Almanya’ya giren Kızıl Ordu birlikleri, Hitler’in tren vagonlarına yükleyerek çalışma kamplarına ve gaz odalarına gönderdiği Yahudilerden sağ kalanları kurtaracak ve tarihe kahramanlıklarıyla geçeceklerdi. Ama aynı Kızıl Ordunun başı olan Mareşal Stalin, yüz binlerce

Çeçenin de dahil olduğu 1 milyona yakın Kuzey Kafkasyalıyı, hayvanların taşındığı tren vagonlarına yükleyerek bile bile ölüme göndermekte bir sakınca görmemişti. Çeçenlerden ve diğer Kafkas halklarından boşalan topraklara derhal Ruslar yerleştirilirken, Çeçen-İnguş Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti feshedildi. Stalin önderliğindeki bürokrasi, Kuzey Kafkasya’yı boşaltarak isyankâr bir halktan toptan kurtulmanın iç rahatlığını yaşamak istiyordu. Ajan, Troçkist, vatan haini gibi suçlamalarla çalışma kamplarında, hapislerde, sürgünlerde imha edilen milyonlarca Rusun yanında birkaç yüz bin Kafkasyalının da bulunması bürokrasi açısından özel bir anlam ifade etmiyordu doğal olarak. Stalin’in ölümünden sonra 1956’da gerçekleştirilen 20. Parti Kongresinde Kruşçev, Kuzey Kafkas halklarının itibarlarını iade etti ve Ocak 1957’de toplanan Sovyetler Birliği Yüksek Şûrasında alınan bir kararla Çeçen-İnguşların yurtlarına dönmelerine izin verildi. Ne var ki sürgüne gönderilen 490 bin kişiden ancak 310 bini sağ kalırken, 180 bini bu kıyımdan sağ kurtulmayı başaramamıştı. Üstelik ülke topraklarının sınırları daha sonra diğer halklarla husumet doğurmaya müsait bir zemin yaratacak şekilde yeniden çizilmiş, bazı bölgelerse ellerinden alınmıştı. Yaşa-

33


marksist tutum

dıkları bu kıyım, başta Çeçenler ve Kırım Tatarları olmak üzere Kafkas halklarının bilincinden hiçbir zaman silinmeyecekti.

SSCB’nin dağılmasıyla başlayan bağımsızlık mücadelesi 1979’da SSCB’nin Afganistan’ı işgal etmesi Müslüman Kafkas halkları arasında büyük bir tepki uyandırmış ve bu işgalin ardından dine yönelim hatırı sayılır ölçüde artmıştı. Kızıl Ordu saflarındaki Müslüman askerlerde Afganistan’a savaşmaya gitmeme eğilimi oldukça güçlüydü ve Afgan gerillalara duyulan sempati özellikle Çeçen ve Dağıstanlılar arasında giderek yaygınlaşıyordu. Sovyet yönetiminin İslam karşıtı kampanyaları ise bu halkların dinlerine daha fazla sarılmalarından başka bir işe yaramamıştı. Gorbaçov’un 1985’te iktidara gelişi ve ardından başlattığı glasnost ve perestroyka, kapitalizme doğru çözülmekte olan SSCB içinde ulusal sorunların da giderek su yüzüne çıkmasının ve daha özgür bir şekilde ifade edilebilmesinin önünü açtı. Rus bürokrasisinin tüm engelleme çabalarına rağmen dağılmanın yolu açılmıştı. 1989’da Kuzey Kafkasya halkları adına toplanan Dağ Halkları Meclisi, Kuzey Kafkasya Federal Cumhuriyetinin kurulmasını hedeflediyse de, yaşanan tartışmalar ve ayrılıklar bu hedefin gerçekleşmesini engelledi. Ardından 1990 Kasımında, Gorbaçov’a karşı gücünü arttırma amacını güden Yeltsin’in de desteğiyle Çeçen Halkları Ulusal Kongresi oluşturuldu. Seçilen yürütme komitesinin başkanlığına ise bir Kızıl Ordu generali olan Cohar Dudayev getirildi. Kongrede ileri sürülen ilk talep, özerklik statüsünün “birlik cumhuriyeti” statüsüne yükseltilmesiydi. Henüz SSCB’den bağımsızlık talebi dile getirilmemişti.

34

Temmuz 2006 • sayı: 16

1991 yılı Sovyet cumhuriyetlerinin birer birer birlikten ayrılmaya başlamalarına ve SSCB’nin dağılmasına sahne olurken, Haziranda ikinci toplantısını yapan Çeçen Halkları Ulusal Kongresinde bu kez Cohar Dudayev bağımsızlık talebini dile getirecekti. Bir zamanlar Afganistan’daki Mücahitlerin bombalanmasından doğrudan sorumlu Kızıl Ordu komutanı olan Dudayev, Mayısta hava kuvvetlerinden emekli olmuş ve Çeçenistan’a dönmüştü. Dillendirdiği bağımsız cumhuriyet ise İnguşları kapsamayacak şekilde tasarlanmış ve İnguşlara kendi kaderlerini diledikleri gibi tayin edebilecekleri bildirilmişti. Nitekim 1 Aralıkta yaptıkları referandumda İnguşlar, Çeçen-İnguş Özerk Cumhuriyetinden ayrılma ve Rusya Federasyonu içinde kalma kararı alacaklardı. Her bağımsız ulus-devlet kurma mücadelesinin kökeninde, yerli burjuvazinin artık özgürce sömürebileceği kendi pazarlarına sahip olma isteği yatar. Eski SSCB devletlerinin bağımsız temellerde ortaya çıkma mücadeleleri de bu temelde değerlendirilmelidir. Yıllarca Rus bürokrasisine tâbi biçimde işçi sınıfının sırtından semirip gelişen farklı ulusların bürokratik sınıfları, sistem vadesini doldurup çöküşe geçtiğinde bağımsızlarını ilan etmekte hiç duraksamadılar. 1990’da Litvanya, Letonya ve Gürcistan’ın başlattığı bağımsızlık furyasına kısa sürede diğer SSCB devletleri de katıldı. Çeçen bürokratik sınıfının Dudayev öncülüğündeki kesimi de artık kendi ayakları üzerinde duracak güce ulaştığına inananlar arasındaydı. Bu kesim, petrol boru hatlarının kesişim merkezinde bulunan ve azımsanmayacak bir petrol zenginliğine sahip olan bu ülkede ekonomik ve siyasal egemenliği Rus bürokrasisiyle daha fazla paylaşmak istemiyordu. Krizalit dönemini tamamlayıp kozasını parçalayan eski bürokrat-yeni kapitalist sınıf, böylece kendi bağımsız devletini kurmak üzere faaliyete geçti.


Temmuz 2006 • sayı: 16

1991 Ağustosuna gelindiğinde Gorbaçov’a yönelik bir darbe girişiminde bulunulmuş ve darbenin püskürtülmesinde oynadığı rolle kahramanlaşan Yeltsin gücünü iyice arttırmıştı. O sırada ondan destek gören Dudayev de öyle. Çeçenistan için çalkantılı geçen birkaç haftanın sonunda, Eylül başında toplanan üçüncü Kongrede Dudayev, Çeçen-İnguş Parlamentosunun azledildiğini ve Kongrenin ülke yönetimini eline aldığını duyuracaktı. Bunu, Rusya Federasyonuyla Dudayev arasında karşılıklı restleşmelerle, tehditlerle dolu bir süreç izledi. Fakat Rusya’nın tüm tehditlerine rağmen, 27 Ekimde yapılan seçimlerde Dudayev, Çeçenistan devlet başkanlığını kazandı. 1 Kasımda ise Çeçenistan’ın Rusya Federasyonu’ndan ayrıldığını ilan etti. Kısa bir süre önce Çeçenlerden de aldığı destekle Rusya Federasyonu Devlet Başkanı seçilen Yeltsin önce olağanüstü hal ve askeri birlik gönderme kararı aldıysa da bu karar uygulamaya konamadı ve Rusya Federasyonu sorunu görüşmelerle çözme yolunu seçmek zorunda kaldı. Bunu izleyen yıllar içerisinde pek çok görüşme yapıldıysa da, Rusya’nın Çeçenistan’ın bağımsızlığını tanımama konusundaki ısrarlı tutumundan dolayı herhangi bir anlaşmaya varılamadı.

marksist tutum

Başkent Grozni’yi birkaç gün boyunca hava bombardımanına tutan Rusya, birkaç hafta zarfında kenti düşürmeyi başardı. Fakat işgal altındaki ülkede Rus yanlısı bir hükümet kurulmasına rağmen, Çeçen birlikleri teslim olmadılar. Savaş kısa sürede tüm Çeçenistan’a yayılırken ve diğer kentler de altı ay içinde düşerken, bir süre önce oldukça büyük bir güç kaybı yaşayan Dudayev şimdi bir halk kahramanına dönüşmüştü. Ne var ki Rusya’nın ağır bombardımanlarına ve askeri üstünlüğüne karşı koyamayan Çeçen birlikleri birkaç ay sonra dağ sınırlarına çekilmek zorunda kaldılar. Bu arada 500 bin kişi mülteci olarak Dağıstan ve İnguşetya’ya sığınmış ve on binlerce kişi de evlerini terk ederek ülkenin farklı bölgelerine göç etmişti.

1994: bir dönüm noktası

Her bağımsız ulus-devlet kurma mücadelesinin kökeninde, yerli burjuvazinin artık özgürce sömürebileceği kendi pazarlarına sahip olma isteği yatar. Eski SSCB devletlerinin bağımsız temellerde ortaya çıkma mücadeleleri de bu temelde değerlendirilmelidir. Yıllarca Rus bürokrasisine tâbi biçimde işçi sınıfının sırtından semirip gelişen farklı ulusların bürokratik sınıfları, sistem vadesini doldurup çöküşe geçtiğinde bağımsızlarını ilan etmekte hiç duraksamadılar.

Dudayev bağımsızlık istemine güçlü bir yandaş kitlesi oluşturabilmek için, halka Çeçenistan’ı Kafkasya’nın Kuveyt’ine dönüştüreceğini ve her evin altın musluklarla donatılacak kadar zenginleşeceğini vaat etmişti. Ne var ki birkaç yıl sonra Çeçenistan’da işsizlik oranı %50’lere yükseldi ve halk karnını zor doyurur hale geldi. Kuşkusuz yoksulluk herkes için, hele hele yeni türeyen petrol baronları için geçerli değildi. Dudayev iktidarı döneminde petrol ihracatı, ülkedeki çeşitli gruplar açısından muazzam bir zenginleşme kapısı haline gelmişti. “Her şeyi cumhuriyet içinde ve dışında gazolin, mazot ve dizel yakıtında var olan fiyat makası belirliyordu. Örneğin Çeçenistan’daki 1 ton benzin 1 dolara (5-6 ruble) karşılık gelirken, Litvanya’da 150 dolardı. 1992 ortalarına kadar Birleşik Devletler Topluluğu (BDT) ülkelerinin kendi aralarında hiçbir gümrük noktası yoktu, buna bağlı olarak herhangi bir gümrük vergisi de alınmıyordu.”5 Böylece tam bir serbest bölge durumundaki Çeçenistan, birileri için muazzam kârların söz konusu olduğu bir “vatan”a dönüşürken, bu vatan, çoğunluk için işsizlik, açlık ve sefaletten başka bir anlam ifade etmiyordu. Bu duruma ülke içindeki çeşitli gruplar arasındaki siyasal ve ekonomik rant kavgası da eşlik ederken, bağımsızlık yanlılarının sayısında hızlı bir düşüş yaşanıyor, Dudayev hızla güç kaybediyordu. Fakat 1994’ün Aralık ayı, pek çok açıdan bir dönüm noktası oldu. Aralıkta Çeçen topraklarına giren Rus birlikleri, Çeçenlerin ulusal kurtuluş mücadelesi içinde birbirleriyle ve Dudayev’le kenetlenmelerini sağladı.

1996 Nisanında Cohar Dudayev, cep telefonuna kilitlenen bir Rus füzesi aracılığıyla öldürülürken, Rusya Ağustosta barış anlaşması yapmaya razı oldu. Yapılan anlaşma, Çeçenistan’ın statüsüne 31 Aralık 2001’e dek karar verilmesini öngörüyor, dolayısıyla bağımsızlığın tanınması bu tarihe kadar erteleniyordu. Kısa süre içinde Rus birlikleri ülkeyi terk ederken, Dudayev’in 1992 yılında Çeçenistan’a çağırarak Genelkurmay Başkanlığına atadığı eski bir Kızıl Ordu albayı Aslan Maşadov 1997 Ocak seçimleriyle Çeçenistan’ın yeni başkanı olacaktı. 1998’de ülkenin adı Çeçenistan İçkerya Cumhuriyeti, başkent Grozni’nin adı ise Coharkale olarak değiştirildi. Yaşanan bu ilk savaş, insan hakları örgütlerinin verilerine göre 80 bin Çeçen sivilin katledilmesiyle ve on binlercesinin yaralanmasıyla son bulmuştu. Ölen Rus askerlerinin sayısı ise 14 bindi. Ne var ki bu vahşet tablosuna rağmen sükûnet dönemi kısa sürdü ve Rusya 1999 Eylülünde Çeçenistan’a bir kez daha saldırdı. Gerekçe olaraksa çeşitli Rus kentlerinde patlayan ve sorumluluğu Çeçenlerin üzerine yıkılan bombalar gösterildi. Daha sonra bu bombaların Rus istihbarat servisleri tarafından patlatıldığına dair (bize çok tanıdık geliyor!) güçlü kanıtlar bulunacaktı. Çeçenistan’a düzenlenen saldırının zamanlaması da dikkat çekiciydi. Birkaç ay sonra Yeltsin görevini bırakırken yerine Çeçenistan saldırısını yöneten Putin geçecekti. “Terörist Çeçenlere karşı kahramanca mücadele eden” Putin’e yönelik Rus halk desteği bu sürede muazzam oranda artacaktı. Rusya’nın saldırısını izleyen bir ay içinde yine 200

35


Temmuz 2006 • sayı: 16

marksist tutum

binden fazla Çeçen mülteci olarak İnguşetya’ya sığınmıştı. Nisan ayına gelindiğinde ise on binlerce Çeçen Rus ordusu tarafından katledilmişti. Rus birlikleri Coharkale’yi ele geçirirken, bu kez Şamil Basayev komutasındaki savaş, büyük ölçüde gerilla mücadelesine dönüşerek devam ediyordu. 2000 Haziranında Putin, Ahmed Kadirov’u geçici yönetimin başkanlığına atadı; fakat Kadirov 2004’te bir bombalı saldırı sonucu öldü. Aslan Maşadov ise 2005 Martında Rus timlerinin düzenlediği gizli bir baskınla evinde öldürüldü. Çeçenistan’da 1994 sonunda başlayan ve ülke ekonomisini felç eden savaş, bugüne dek 100 binden fazla Çeçen sivilin, 10 bine yakın Çeçen askerin ve yaklaşık 20 bin Rus askerinin ölümüne yol açtı. Fakat bu kadar can kaybına rağmen Rusya, petrol boru hatlarının merkezinde yer alan bu ülkedeki işgalini sona erdirmedi. Çeçenistan 2000 yılından bu yana Rusya yanlısı hükümetler tarafından yönetiliyor. Dağlara çekilen gerilla birlikleriyle Rus ordusu arasındaki savaş bugün de devam ederken, 2001 Aralığından önce sonuca bağlanması kararlaştırılan bağımsızlık statüsünün kabulü konusu rafa kalkmış bulunuyor.

Sonuç Tıpkı diğer küçük halklar gibi Çeçenler de Ekim Devrimiyle devasa bir tarihsel fırsat yakalamışlardı. Komünist Enternasyonal’in 1919 tarihli Manifestosunda “küçük halklara özgür varoluş imkânını sadece proletarya devrimi sağlayabilir” denerek, böyle bir devrimin en küçük ve en zayıf uluslara bile, kendi kültürel ögelerini özgür ve bağımsız bir biçimde geliştirme imkânı sunacağı belirtiliyordu.6 Ne var ki Ekim Devriminin sunduğu bu devasa fırsat, Lenin’in ölümünün ardından gerçekleştirilen Stalinist bürokratik karşı-devrimle berhava edildi. Dahası, izlenen anti-Marksist politikalar nedeniyle bu halkların gözünde sosyalizm, ezen ulus şovenizminin hâkim olduğu, insanların dinlerinin zorla engellendiği, küçücük mülklerinin ellerinden alındığı, dayatmacı, anti-demokratik ve zorbalığa dayanan bir sistem olarak yer etti. Bu nedenle SSCB’nin yıkılışı, pek çok ulus açısından bir kurtuluş fırsatı olarak görüldü, ama sözde kurtuluştan sonra yüzleşilen manzara hiç de beklenildiği gibi olmayacaktı. Rusya da dahil olmak üzere yeni kurulan devletlerin pek çoğunda büyük bir kaos yaşanacaktı. Demokrasi vaadiyle kurulan pek çok devlet, eski Sovyet bürokratlığından gelen tiranların kişisel diktatörlüklerinin hüküm sürdüğü ülkeler haline gelmişti. Halkın haklı kurtuluş ve özgürlük özlemi, eski bürokrat-yeni kapitalist sınıfın kendi çöplüğünün horozu olma mücadelesine payanda kılınmıştı. Çeçenistan’da da bağımsızlık mücadelesine soyunan önderliğin Dudayev gibi unsurları bir zamanların has bürokratlarıydı. Çözülüş sonrasında ise bunlar, muazzam kârlar getiren bir petrol kaçakçılığı cennetinin efendileri oldular. Uzun yıllardır süren savaş gerek Rus gerekse Çe-

36

çen egemen unsurları açısından ayrı bir kâr kapısı oluşturdu. Tıpkı Türkiye’dekine benzer bir şekilde, yürüyen savaşın doğurduğu tatlı kârın kesilmesini istemeyen unsurlar, anlaşmanın en yakın olduğu zamanlarda gerçekleştirilen provokatif eylemlerle, kan banyosunun devam etmesini sağladılar. Çeçen halkı, en meşru hakkı, kendi kaderini özgürce tayin etme hakkı elinden alınarak ve yıllardır en ağır acılara maruz bırakılarak ölüm-kalım savaşı veriyor. Bu sırada Rusya, kendi çıkarları doğrultusunda en vahşi, en insanlık dışı uygulamalara başvururken, Kafkas İslam Devletini kurmak için mücadele yürüttüklerini söyleyen fanatik dinci unsurlar, bugün savaşı tüm Kafkasya’ya yaymaktan çekinmiyorlar. Bir zamanlar Afganistan kamplarında CIA tedrisatından geçen Şamil Basayev gibi şeriatçı gericilerin, Rus ve Türk istihbarat servisleri de dahil olmak üzere istihbarat servisleriyle karanlık ilişkiler içinde yürüttükleri savaşın Çeçen halkını gerçek özgürlüğe ve kurtuluşa götürmeyeceği son derece açıktır. Aynı etnik kökenden gelmelerine rağmen Çeçen egemen sınıfının İnguşlarla bile birlikte olmayı tercih etmemesi, gerici önderliğin sıkça dillendirdiği Kuzey Kafkasya Konfederasyonunun salt söylemden ibaret olduğunu göstermektedir. Bırakalım egemenliği İnguşlarla ve diğer Kafkas egemenleriyle paylaşmayı, Çeçenistan içindeki 100’den fazla klanın kendi aralarındaki bitmeyen iktidar mücadelesi, eşit haklara dayalı demokratik bir birliğin kapitalizm temelinde mümkün olmayacağını kanıtlamaktadır. Kuzey Kafkasya, tıpkı Balkanlar gibi, küçük halklardan oluşan çok parçalı bir yapıya sahiptir. Bu coğrafyanın da, halkların iç içe geçmişliği nedeniyle etnik temele göre kesin sınırlarla ayrılması son derece güçtür. Gerek eski Yugoslavya topraklarında yaşanan kanlı çatışmalar, gerek bin bir parçaya bölünen Kafkaslar’ın ve özel olarak Çeçenistan’ın durumu, özellikle bu tür bölgelerde halkların barış ve güven içinde yaşayabilmelerinin tek yolunu gösteriyor. Bu yolun, proleter devrim sayesinde gönüllülük temelinde kurulacak ve son derece demokratik bir işleyişe sahip olacak bir sovyetler federasyonundan geçtiği çok açık. 

————————————— 1

Rus, Osmanlı ve Avrupa devletlerinin kayıtlarına göre, Çarlık Rusya’sı döneminde 1862-1870 yılları arasında sürgüne gönderilen Kafkasyalıların sayısı 1,5 milyon civarındadır. Bunlar Anadolu başta olmak üzere Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Balkan topraklarını da kapsayan 40 farklı ülkeye dağılmışlardır. Yine bu kayıtlara göre yaklaşık 500 bin Kafkasyalı, gemilerde balık istifi yaptıkları yolculukları sırasında veya vardıkları Osmanlı limanlarında ölmüştür.

2

Elif Çağlı, Marksizmin Işığında, Tarih Bilinci Y., 2. baskı, s.139

3

8 Kasım 1941 tarihli Pravda’dan aktaran Bülent Gökay, Çeçenistan: Yok Sayılan Ülke, Everest Y., 2002, s.25

4

Aktaran Özcan Özen, Çeçenistan: Yok Sayılan Ülke, s.505

5

Sanobar Sermatova, Çeçenistan: Yok Sayılan Ülke, s.149

6

III. Enternasyonal-Belgeler, Belge Y., 1979, s.9-10


Maden: Bir Direniş Öyküsü Adil Aksu

1978

yapımı Maden filmi, Türkiye işçi sınıfının 1960’lı yılların başından 1980’e gelinceye kadarki 20 yıllık süre içinde yürüttüğü militan mücadeleler sonucu ulaştığı örgütlülüğü, kazandığı hakları ve yaşadığı deneyimleri çok iyi yansıtıyor. Bu döneme, devlet güdümlü sendikacılığa karşı 15-16 Haziran direnişi, sendika ve sosyal haklar için grevler, saldırılara karşı dayanışma grevleri, siyasi gericiliğe karşı DGM boykotu, burjuva partilerine karşı işçi partilerinin kurulması ve gerici yayınlara karşı çıkartılan devrimci yayınlar damgasını basmıştır. İşçi sınıfı gücünü fark etmiş ve sermaye sınıfına da göstermiştir. Nice işgal, eylem, gösteri ve yürüyüşler sonucu sınıf mücadelesi gün gün yükselmiştir. İşçi sınıfının mücadelesi ve örgütlülüğü, ekonomik ve siyasi kazanımlara yol açtığı kadar günlük hayatı ve kültürel hayatı da etkilemiş, kitleleri her alanda derinden sarsmıştı. Sınıf mücadelesinin yansıdığı, sarstığı yerlerden biri de sinemaydı. 60’lı yıllardan itibaren işçi sınıfını çeşitli yönleriyle yansıtan sinema filmleri çekildi. Bu yıllarda çekilen işçi filmlerinin ana konuları mücadele, grev, dayanışma, bilinçlenme ve örgütlenme oldu. Bu filmlerden bazıları şunlardı: Karanlıkta Uyananlar, Halıcı Kız, Ölüm Peşimizde, Acı Hayat, İkimize Bir Dünya, Bitmeyen Yol, Toprağın Kanı, Endişe, Yiğit Yaralı Olur, Güneşli Bataklık, Demiryolu ve Maden. Bu filmlerle ‘80 sonrasındaki filmleri karşılaştırdığımızda sınıf mücadelesinin düzeyinin farkı apaçık ortaya çıkıyor.

Sınıfsal dönüşüm Maden filminde devrimci bir işçinin, maden havzasında yaptığı işyeri örgütlenmesi ve bu örgütlenme sonucunda işçilerin yaşadığı sınıfsal dönüşüm süreci anlatılıyor. Maden işçilerinin yaşadığı en temel sorunlardan biri iş kazalarıdır. Sendika bürokrasisi ve patron iş kazalarına karşı hiçbir önlem almamakta, işçilerse kara kara sıranın ne zaman kendilerine geleceğini düşünmektedirler. Bu sırada, olanları bir kader olarak görmeyen devrimci işçi İlyas, işçilere işyerinde yaşanan kazalarla patronun kârı arasındaki ilişkiyi anlatmaya başlayarak örgütlenmeyi başlatır. Bilinçsiz, kaderci, örgütsüz işçileri sınıf mücadelesine kazanmak ve mücadele içinde ileri çıkarmak, öncü işçilerin militanlaşmasını, devrimcileşmesini sağlamak için neler yapılması gerektiği filmde çok sayıda örnekle işleniyor. İşçi sınıfının sadece emek gücünü sömürmekle yetinme-

yen burjuvazi, sınıfımızın zihinsel yetilerini de sömürmek için hemen her olanağı kullanmaktan geri durmuyor. İşçilerin mesai bitimiyle başlayan saatlerini, genellikle hiçbir üretkenliği ve geliştiriciliği olmayan, çürütücü günlük faaliyetler alıyor. Filmde, burjuva düzenin sersemlettiği maden işçilerinin hayata, olaylara, aileye, kadına bakış açıları yansıtılıyor. Şehre kurulan panayır sayesinde işçiler tüm sorunlarını unutup, uyuşturuluyorlar. İlyas’ın amacı, işçilerin çalışma koşullarını düzeltmek ve maden ocağındaki işçilerin örgütlenmesini sağlamaktır. İşçilerin yaşadıkları sorunların kaynağının farkına varmaları, sınıf kimlikleriyle tanışmaları bu örgütlenme sayesinde gerçekleşir. İlyas’ın başını çektiği örgütlenme çabaları, taşıdığı fikirler, mücadele azmi ve kararlılığı işçiler tarafından sahiplenilmeye başlanır. İlyas’ın Nurettin, Ömer ve Ali ile beraber oluşturduğu işyeri komitesi, faşist sendikacılara ve patronun engellemelerine rağmen, işyerine müfettiş getirmek için imza kampanyası başlatır. İşçiler arasında destek bulan imza kampanyası sayesinde gelişen örgütlülüğü engellemek için patron, faşist çeteleri devreye sokarak komiteye silahlı saldırı düzenler. Bu saldırıda İlyas ve 4 işçi yaralanır. Patronların amacı fabrikada gelişen örgütlü mücadeleyi önderliksiz bırakmaktır. Patron böylece işçilerin artık hiçbir şey yapamayacaklarını, mücadele edemeyeceklerini, örgütlenemeyeceklerini düşünür. Fakat mücadeleye atılan işçilerin birliği ve örgütlülüğü arttıkça, kahramanlıkları ve yaratıcılıkları da gelişir. Öncü işçilerden Ömer, mücadelenin çıkmaza girdiği ve işçilerin korkuya kapıldığı anda neler yapabileceklerini düşünürken, “1. vites” formülünü keşfeder. Tüm işçilere, arkadaşları hastaneden çıkıp işbaşı yapacakları güne dek işleri yavaşlatma önerisini açıklar ve hep birlikte uygulamaya geçilir. “1. Vites” sayesinde işçiler üretimden gelen güçlerini ortak mücadele kanalına akıtarak birleşik güçlerinin farkına varırlar. İlyas’ın çabaları sonuç vermiştir. Fabrikada işçiler arasında birlik sağlanmış ve ileri işçiler içinde devrimci bir komite kurulmuştur. Başlangıçta maden işçilerine hâkim olan kaderci ve güvensiz tutumların yerini bilinçli, örgütlü ve mücadeleci bir tutum almıştır. İlyas iyileşince en yakın arkadaşlarıyla beraber, bakımı yapılmadığı için çok tehlikeli bir durumda olan 18. ocağa verilir. Beklenen olur ve grizu patlaması gerçekleşir. İlyas ile birlikte hareket eden öncü işçiler ocakta mahsur kalırlar. Dışarıdaki işçiler, arkadaşlarını kurtarma çalışmalarına başlarlar. Fakat İlyas ölür. İlyas’ın ölü bedeni omuzlara alı-

37


marksist tutum

nır, kollar birbirine kenetlenir ve işçilerin şehre doğru yürüyüşü ile film sona erer.

Örgütlü mücadeleye katıl! Maden filmi iş kazasıyla başlıyor ve iş kazasıyla sona eriyor... Ancak iki kaza arasında geçen süre içinde değişim, dönüşüm, örgütlenme ve mücadele süreci yer alıyor. Artık işçiler aynı işçiler değillerdir. Başlangıçta işçiler kaderci veya nemelazımcıyken maden ocağında gerçekleşen örgütlenme sayesinde durumları farklılaşmıştır. Son iş kazasında İlyas’ın ölümüne karşın, artık ocaktaki işçiler arasında birlik sağlanmış, öncü işçilerden Nurettin militanlaşmış ve İlyas’ın cenazesini sahiplenen işçiler, bir bütün olarak so-

Temmuz 2006 • sayı: 16

kağa çıkmışlardır. İşçiler olarak bizler, tüm yaşamımızı üretime, patron kârına, sömürüye harcayarak ve meslek hastalıklarına, iş kazalarına kurban giderek yok olmaktayız. Kapitalizm var oldukça bizleri başka bir kader beklemiyor. Bir yandan her şeyi var edecek, diğer yandan hiçbir şeyden faydalanmayacağız. Kapitalizm var oldukça işçi sınıfı için değişen hiçbir şey olmayacak. Birimizin yerini öteki alacak. Ancak kendimizden, fabrikamızdan, bulunduğumuz alandan başlayarak örgütlendiğimizde kendimizin, sınıfımızın ve gücümüzün de farkına varacağız. Örgütlü mücadeleye katıldığımızda yaşantımızda çok şeyin değişmeye, ilerlemeye başladığını göreceğiz. Örgütlü mücadelemiz sayesinde sınıfsız ve sömürüsüz özgür bir hayatı var edeceğiz.

Gündelik Hayatımızın Bir Parçası: İş “Kaza”ları Balıkesir-Dursunbey’deki bir kömür madeninde 1 Haziranda meydana gelen grizu patlamasında, o sırada madende çalışmakta olan 57 işçiden 17’si öldü, 7’si de yaralandı. Madene gelen Enerji Bakanı, olayda hiç kimsenin bir kusuru olmadığını, bu tür kazaların madencilik sektörü için kaçınılmaz olduğunu açıkladı. Bazı sendika başkanları bu açıklamasından ötürü “sayın” Bakanı “kınadılar”. 4 Haziranda Jeoloji Mühendisleri Odası tarafından yapılan basın açıklamasında olaydaki ihmal ve kusurlara dikkat çekilerek özellikle idarenin ihmaline vurgu yapılıyordu. Bu iş cinayetinin üzerinden 15 gün geçtikten sonra ise, madenin o sırada yeterli şekilde havalandırılmadığı ve madende kullanılan elektrik malzemelerinin exproof (patlamaya karşı güvenlikli) olmadığı gerekçesiyle başmühendisin tutuklandığı açıklanmaktaydı. Maden sahibi Balıkesir Ticaret Odası Başkanından veya “sayın” Bakandan ise kimse hesap sormadı, sormayacak. Tüm sorumluluk, işin aslında kendisi de bir işçi olan ve bu “kaza”da ölebilecek olan başmühendise yıkılmak istenecek. Biz işçiler günlük yaşantımızdan bilmekteyiz ki, çalıştığımız ortamlarda meydana gelen iş “kaza”larının önlenmesi mümkündür. Hem de öyle büyük bütçelere falan da gerek duyulmaksızın. Çalışma saatlerinin azaltılması, çalışma ortamlarının çalışmaya uygun hale getirilmesi, yeterli havalandırma, aydınlatma, ısıtma-soğutmanın sağlanması, gereken dikkatin kaybolmayacağı hızlarda çalışmanın sağlanması, acil durumlar için gerekli sensör ve acil müdahale sistemleri aracılığıyla ortaya çıkabilecek tehlikelerin önlenmesi, gerekli bakım ve yenileme faaliyetlerinin aksatılmaması gibi önlemler, her yıl on binlerce işçinin hayatını kurtaracaktır. İşyerlerinde çalışanlar arasından seçimle oluşturulacak, gerekli gördüğünde işyerindeki çalışmayı durdurma yetkisine sahip çalışma güvenliğinden sorumlu kurullar aracılığıyla bu tür olayları tümüyle önlemek mümkün. Günümüzde bu tür risklerin ortadan kaldırılamadığı işlerde insan yerine makineleri kullanmak da fazlasıyla olanaklı. Evet dostlar, tüm bunlar mümkün. Bizler bunu kendi çalıştı-

38

ğımız ortamlarda edindiğimiz gündelik deneyimlerimizle biliyoruz. Ama ne hikmetse, “sayın” Bakanlar bunları bilmiyor! Pek sayın patronlarımız bu konuda çaresiz! Sorumlu idari personel, savcılar, müfettişler, kolluk kuvvetleri, kaymakamlar, valiler, bakanlar, başbakanlar, cumhurbaşkanları bu konuda tanrıya sığınmayı tercih ediyorlar. Zavallı insanoğlunun yüce kader karşısındaki çaresizliği bu bayların kurtarıcı meleği oluveriyor. Ve bu düzenin kararttığı yaşamlar, dosyalardaki istatistiklere dönüşüveriyor. “1 Haziran 2006 da Dursunbey’de kömür madeninde meydana gelen grizu patlamasında 57 çalışandan 17’si öldü, 7’si yaralandı.” Ardından peşpeşe sıralanan 17 isim. Soğuk, yabancı, uzak. Fakat hepsi sıcak, umut dolu, kanlı canlı insanlardı “kaza”dan önce. Belki kendi sorunları dışında hiçbir şey onları ilgilendirmiyordu. Belki yoksulluklarına rağmen bu düzenin onlara dayattığı yaşamı bir lütuf bellemişlerdi. Kendilerince mutluydular belki. Ama artık yaşamıyorlar. Daha önceki binlercesi gibi. Ve sırasını bekleyen diğerleri gibi. Efendiler çıkıyor, “her türlü araştırma yapılacaktır, eksiklikler giderilecektir, sorumlular cezalandırılacaktır, ama kadere de isyan etmemek lâzım, bu sizin kaderiniz!” diyebiliyorlar. Evet kardeşler, bizlerden bunlara inanmamızı ve tevekkül içinde bizlere dayatılan yaşamları sürdürmemizi bekliyorlar. Bizler bilmeliyiz ki, kadere isyan etmeksizin, işyerlerimizden başlayarak kendi hayatlarımız üzerinde söz hakkını ele geçirmeksizin, üretimi olduğu gibi yönetimi de elimize almaksızın kurtulmamız, selamete çıkmamız olası değil. Karşımıza geçip cenazelerimizle bile alay etme pişkinliğini gösterebilen sömürücüler sınıfına olan kinimizi her gün çoğaltmalı, çoğaltmalıyız. Ta ki kinimiz bir yanardağ gibi patlayıp tüm yaşamı yeniden var etmek üzere eski pisliği kavurucu ateşiyle yok edene kadar. Ta ki sınıfımız iktidarı ele alıp kendi de dahil tüm sınıfları ortadan kaldırana kadar. Ta ki yeryüzünde cenneti yaratana kadar. M.A.

Gebze’den bir Marksist Tutum okuru


Temmuz 2006 • sayı: 16

marksist tutum

Bir Zincir Yitirenler Bir Dünya Kazanacak İşçi sınıfının bilimiyle ve yaşanmış deneyimlerin dersleriyle donanmadan, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyayı yaratma mücadelesinde zafere erişilemez. 25 Haziran Pazar günü gördüklerim bana umut, güven ve cesaret verdi. Uluslararası İşçi Dayanışması Derneğini kuran İşçi Özeğitim Gruplarının ortaya koyduğu emek, sınıfın deneyimlerinden gerekli dersler çıkarıldığında nelerin başarabileceğinin de birer kanıtıydı aslında. Geçmişin hatalarına ve nesnelliğine gerçekçi ve soğukkanlı bir bakış, inanç, kararlılık ve coşkunun sınıf bilinciyle kaynaşmış haliydi. İçimizi titreten, yapabileceklerimize inancımızı tazeleyen samimi sözler, mücadelenin simgeleri haline gelmiş marşlar, şarkılar ve şiirlerle 3 saat dopdolu geçti. Haziran ayının bu sıcak günlerinden birinde aynı mekânda her yaştan 600’e yakın kişi pür dikkat sahneye kilitlenmiştik. Bir heyecan bir telaş ama bir düzen ve disiplinle; beynimize, gözümüze ve yüreklerimize doğru sızan, kızıl tişörtleriyle bir sürü proleter karınca sahnede, salonda, kapıda… Salonu dolduran yüzlerce kişiye sımsıcak bir merhabayla başladılar sözlerine. Etkinlik başlarken UİD-DER adına yapılan konuşmada, “sınıfsız sömürüsüz bir dünya istiyoruz ve bu mümkündür” denildi. Ama bunu başarmak için çıkılacak mücadele yolunun uzun ve meşakkatli bir yol olduğu da vurgulandı. Zaten çoktandır bu yolda yürümeye başlamış yürekli genç insanlar, neler başarabileceklerinin çok güzel bir örneğini sunmaktaydılar. Anlamlı bir açılışla bu meşakkatli yola “merhaba” dedi Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği. Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihindeki en şanlı sayfalardan biri olan 15-16 Haziran anması olarak hazırlanmıştı etkinlik. Daha kapıdan girerken salonun giriş bölümünde işçi sınıfının bu güçlü başkaldırısının resimlerinden oluşan küçük sergi ve bir kitap standı karşıladı bizleri. 15-16 Haziran büyük işçi direnişi, onu unutturmak isteyenlere inat, tüm yaşanmışlığıyla yeniden hatırlatıldı. Sinevizyondan akan görüntülere, marşlarla işçi korosu, şiirler ve şarkılar eşlik etti. İki bölümden oluşan etkinliğin birinci bölümü biterken sahneye çıkan işçi tiyatro topluluğunun sunduğu “işçi sınıfının uykusundan uyanışı” gösterisi bizleri karmaşık duygulara sürükledi. Ayakta ve dakikalarca alkışlanan gösteri işçi sınıfının mücadelesinin her za-

man yükselen bir çizgide devam etmeyeceğini, ama o bir defa kafasını kaldırmaya karar verdiğinde de kimseden icazet almayacağını anlattı bana. Tabii en önemlisi de doğru bir siyasal önderlik işin olmazsa olmazıydı. Gerek bu tiyatro gösterisi, gerekse müzik grubunun tınılarını bir yazıda anlatabilmeyi ve onu hissettirebilmeyi çok isterdim. Ama ne yazık ki bazı şeyler yazı ya da sözle ifade edilemiyor. İşte bu yüzden işçi sınıfının müziğinin de, tiyatrosunun da yani sanatının da bambaşka işlevi ve katkısı var. Gerek sunum boyunca yapılan konuşmalarda, gerek dernek adına yapılan konuşmada, gerekse mücadelenin uluslararası karakterini tamamlayan İspanyol tersane işçisinin yaptığı ve sloganlarla süren konuşmalarda öne çıkan en önemli vurgu, işçi sınıfını doğru fikirlerle donatacak ve onu asıl düşmanı olan kapitalizmin temellerine yöneltecek devrimci bir önderliğin yaratılmasının bugün en acil görev olduğu idi. “Bugün işçi sınıfı yeniden güç topluyor ve kendi bağımsız sınıf çıkarları temelinde yeniden mücadeleye atılmaya hazırlanıyor. Dünyamızı ve bugünüyle, yarınıyla işçi-emekçi kuşakları felakete sürükleyen emperyalist-kapitalist düzene karşı mücadele bayrağını yükseltmeliyiz” denilerek bitirilen etkinlikte sık sık şu sloganlar yükseltildi: “Yaşasın Sınıf Dayanışması”, “Dünyanın Bütün İşçileri Birleşin”, “Örgütlüysek Her Şeyiz Örgütsüzsek Hiçbir Şey”! Günümüzde, geçmiş mücadele deneyimlerinin de ışığında devrimci Marksist bir önderliği yaratma mücadelesine hız verilmesi gereken bir dönemden geçiyoruz. Bu önemli görevin başarılması mücadelesine yüreğini koyan Uluslararası İşçi Dayanışması Derneğini kuranları bu coşkulu ve umut veren açılış etkinliği için kutluyor ve mücadelelerinde başarılar diliyorum. Marksist Tutum okuru bir sağlık emekçisi

39


Mito İşçileriyle Söyleşi Aydınlı’daki fabrikalarında direnişte olan Mito işçilerine destek vermek amacıyla bir ziyaret düzenledik. Ziyaretimiz esnasında yaptığımız söyleşimiz aşağıda yer alıyor. MT: Fabrikanızda ne üretiliyor? Radyatör, klima vb. Üretilenlerin birçoğu yurt dışına ihraç ediliyor. MT: Fabrikanızın kaç yıllık geçmişi var? Patronunuzun başka yerde fabrikası var mı? Aynı sektör mü? Burada ve diğerlerinde daha önce sendikalaşma deneyimi yaşandı mı? Üç yıllık bir geçmişe sahip. Aynı patronun Zeytinburnu, Eminönü, Bakırköy ilçelerinde de fabrikaları var. Buralarda satış yapılıyor. İki yıl önce aynı fabrikada sendikalaşma süreci yaşanmış. Patron haberdar olunca süreç başarısızlıkla sonuçlanıyor. Toplu çıkış olmuyor; fakat iki yıl içerisinde işçiler tek tek işten atılıyor. Sonuçta o süreci yaşayan işçilerden bugüne kimse kalmadı. MT: Kaç işçi çalışıyor? Çalışanların yaş ortalaması kaç? Kadın işçi var mı? Fabrikada kadrolu çalışan 164 kişi. Taşeron şirket üzerinden ise 138 kişi çalışıyor. Çalışanların yaş ortalaması 24-25 civarında. Çalışan kadın işçi sayısı ise 40. MT: Ortalama çalışma süresi ne kadar? Sabah 8’den akşam 6’ya kadar çalışıyoruz. MT: İşverenin işçilere karşı tutumu nasıldı? Ne tip sorunlar yaşıyordunuz? Tüm yetki ustabaşına aitti. Giriş çıkışlardan ustabaşı sorumluydu. Patronun yüzünü dahi görmüyorduk. Ücretlerimizi alamıyorduk. Verilenler de üç taksit şeklinde ödeniyordu. Avans istediğimizde azarlanıp gönderiliyorduk. Zam yapılmıyordu. Bordroda yazılan sosyal haklarımızın hiçbirini alamıyorduk. Mesai ücretlerimizi ustabaşı kendi kafasına göre belirliyordu. Bizlerin konuşmasına dahi izin verilmiyordu. MT: İçinizde daha önce sendikalaşma deneyimi olan var mı? Ben Deri-İş ve DİSK’te örgütlenme deneyimi yaşamıştım. 6 ay grevde kalmıştım. MT: İşçilerin sendika üyeliği konusundaki ilk tepkileri nasıl-

40

dı? İşçiler sendikanın, örgütün ne olduğunu bilmiyordu. Bizler de kendi haklarımız için mücadele edeceğimizi anlattık. Düşündüler; anne babalarına sordular ve kararlarını verdiler. MT: Nasıl sendikalaştınız; süreç nasıl gelişti? Sendikalaşma çalışmalarımız 4 ay önce başladı. Fabrikada 8 bölüm var. Fabrikanın her tarafında kameralar olduğu için gizli bir çalışma yürüttük. 8 Martta Bostancı’da notere gidip 109 kişi Birleşik-Metal’e üye olduk. 28 Martta içimizden bir arkadaş taşeron şirkette çalışan bir kadın işçiye sendika üyeliği konusunda ısrar edince bu işçi patrona durumu ispiyonladı. 31 Martta İş Kanununun 25/2. maddesinden 11 kişi işten çıkarıldı. Devamında 4 Nisanda 11 kişi, 10 Nisanda da 16 kişi işten atıldı. MT: Sendika mücadelesi başlamadan önce işten atılmalara ve olası bir direnişe hazır mıydınız? Sürecin bu yönde gelişeceğini tahmin ediyor muydunuz? Bir direniş komitesi kurdunuz mu? Direniş fonu oluşturdunuz mu? Dışarıda kalmayı, aç susuz kalmayı göze alıp direnişe başladık. İçerde ve dışarıda olmak üzere iki komite kurduk. Fakat herhangi bir fon oluşturmadık. MT: Sendikanızdan gerekli desteği alıyor musunuz? Sendikamız her türlü desteği sunuyor. Yol ve yemek paramızı alıyoruz. MT: Patrondan talepleriniz neler? Sendikamızla birlikte işe geri dönmeyi ve tüm sosyal haklarımızı istiyoruz. MT: Gerek sendikaya üye olma sürecinde gerekse işinize dönme mücadelesi verirken ailelerinizin, eşlerinizin, yakınlarınızın yaklaşımı nasıldı? Mücadelenizi destekliyorlar mı? Ailelerinizi direnişe katmak için neler yapıyorsunuz? Evde kavga gürültü devam ediyor. Dışarıdaki insanlar ailelerimizin beynini yıkıyor. Neden bu işe başladığımızı anlamıyorlar; bizi suçluyorlar. Ama bazı arkadaşlarımızın aileleri desteklerini sunuyorlar. Ancak hepsini katamıyoruz. MT: Sendikalaşmanın hangi aşamasında patronun haberi oldu? Nasıl tepki verdi? Patron 21 gün içerisinde haberdar oldu. Vardiya vardiya sekizer onar işten çıkardı. Patron 25 yaşında ve işçilerin sendikalaşması gibi konularda deneyimsiz birisi. Bu yüzden de ustabaşı patronun bu işlerine bakıyor. Ustabaşı 70’li yıllarda sendika temsilciliği yapmış olmasına, bizzat mücadelenin içerisinde yer almış olmasına karşın bugün bizim yanımızda yer alacağına patronun safında yer alıyor. MT: İçerde üretim devam ediyor mu? Üretimi durdurmak için herhangi bir girişimde bulundunuz mu? Direnişiniz içerdeki çalışma koşullarında ve ücretlerde herhangi bir de-


Temmuz 2006 • sayı: 16 ğişim yarattı mı? Üretim devam ediyor. Arkadaşlarımız mesailere kalmıyor. Kalmayanlara savunma yazdırılıyor. Protesto amacıyla iki gün yemek yenmedi. Bunların hiçbirisine taşeron işçileri katılmadı. Patron baskıları arttırdı. Üye olduğunu düşündüğü arkadaşlarımızı yıldırmak için, sürekli bölüm değiştirtti. MT: Çevre fabrikalarda direnişe karşı tepkiler nasıl? Ziyarete gelenler oluyor mu? Direnişte olan diğer fabrikalarla bağınız var mı? Sizin gidip destek istediğiniz fabrikalar oldu mu? Çevre fabrikalardan ziyarete gelenler oluyor. Tersaneden işçiler ve mahalle halkı geliyor. Has Alüminyum, Serna-Seral ve direnişte olan deri fabrikalarından işçiler geliyor. MT: Siz daha önce bu tür direnişlere gider miydiniz? Nasıl bakıyordunuz? 1979’dan beri bu mücadelenin içerisindeyim. Zonguldak, Ankara, Çorlu, Gelibolu, Zeytinburnu bölgelerinde gerçekleşmiş olan grev ve direnişleri desteklemeye gittim. 199697 deri sanayii grevine katıldım. MT: Atılan bütün işçiler direniş yerine geliyor mu? Görevlileriniz var mı? Bütün arkadaşlarımız geliyor. İkişer kişiden oluşan üç grup olmak üzere görevlilerimiz var. Bunlar yemek, çay işlerinden ve ziyarete gelen insanlarla ilgilenmekten sorumlular. MT: Direnişteki son gelişmeler neler? Şu anda yetki belgesinin gelmesini bekliyoruz. Bu direniş yetki ne zaman gelirse o zaman son bulur. Belki iki ay sürer; belki dört ay, belki de bir yıl. MT: 1 Mayıs’a dair bir eğitim çalışmanız oldu mu? 1 Mayıs hakkında ne düşünüyorsunuz? Mayısta Yaşam Kooperatifinin düzenlediği eğitim çalışma-

marksist tutum larına katıldık. 1 Mayıs bize Amerikan işçilerinin mirası. Çalışma saatini 16 saatten 8 saate indirme mücadelesinin kutlandığı; hakkımızı aradığımız mücadele günümüzdür. MT: 1 Mayıs’a katıldınız mı? Hazırlıklarınız nelerdi? Kaç kişilik katılım sağlandı? Hangi sloganlar atıldı? 27 işçi arkadaşımızla birlikte 1 Mayıs’a katıldık. Pankartlar, dövizler hazırlandı. Dayanışma amaçlı kalemler ve sular hazırlandı. Attığımız sloganları dövizlere taşıdık. “Yaşasın Mito direnişimiz”, “Taşeronlaştırmaya Hayır”, “Yaşasın 1 Mayıs”, “Kurtuluş Yok Tek Başına Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz”, “Yaşasın Sınıf Dayanışması”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Patron İşçiye Hesap Verecek” gibi sloganlar attık. MT: Dünyada ve Türkiye’de birçok sorun yaşanıyor, her geçen gün sosyal haklarımızın gaspına bir yenisi ekleniyor, sosyal güvenlik reformu adı altında saldırılar yürütülüyor, sağlık hizmetimizi kısıtlıyor; yanı başımızda üç yıldır emperyalist savaş devam ediyor. Bunlara nasıl bakıyorsunuz? Bir dahaki seçimlerde oy vermemeyi düşünüyoruz. Devlet doğuya asker yığıyor. Oradaki masum insanları öldürüyor. Bu noktada işçi ve köylülere büyük işler düşüyor. MT: Sosyalist çevrelerin, dergi çevrelerinin, sendikaların ve derneklerin direnişe destekleri ne düzeyde? Atılım, Çağrı, CHP Tuzla teşkilatı, Kızılbayrak, Deri-İş, Mayısta Yaşam Kooperatifi, Limter-İş, ayrıca Deri-İş aracılığıyla sempozyum için Türkiye’ye gelen İsrail, Filipinler, Brezilya ve ABD sendikacıları da ziyarete geldiler. MT: Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı? Tüm işçilerin birleşmesi lazım. Çünkü üreten işçiler. Direnişimizin başarılı olması demek sadece Mito işçilerinin değil tüm işçi sınıfının başarısı olacaktır. Kulağınız bizde olsun. Her türlü desteğinizi bekliyoruz.

Mito İşçileri Basın Açıklaması Yaptılar İçinden geçtiğimiz dönemde sınıf mücadelesi durgun olmasına karşın, tek tük de olsa bazı fabrikalarda grev ve direnişler patlak veriyor. Tuzla’daki Mito fabrikası da direniş yaşayan parmakla sayılabilecek azlıktaki fabrikalardan biri. Daha iyi koşullarda çalışabilmek için işçiler Birleşik-Metal sendikasına üye oldular. Patron bu gelişme üzerine 40 işçiyi işten atınca, işten atılan işçiler direnişe başladı. Bu işçiler 28 Marttan beri direnişlerine devam ediyorlar. Patronun kendisi genç ve deneyimsiz olmasına karşın burjuvazi bir bütün olarak sınıf mücadelesinde yeterince tecrübeli. İşveren kiralık işçi çalıştırma, çadır yakma gibi saldırılarla direniş boyunca işçileri yıldırmaya çalıştı. Ancak işçiler haklı taleplerini kazanmak için mücadelelerini hâlâ sürdürüyorlar. Seslerini diğer sınıf kardeşlerine de duyurabilmek için 13 Haziran Salı günü bir basın açıklaması yaptılar. Yine direnişte bulunan Has Alüminyum işçileri ve tersane işçileri de Mito işçilerini desteklemek için yaklaşık 70 kişinin katıldığı basın açıklamasında yerlerini aldılar. İşçiler, “Yaşasın İşçilerin Birliği”, “Direne Direne Kazanacağız”, “Sendika Hakkımız Söke Söke Alırız”, “İşçiyiz, Haklıyız, Kazanacağız” gibi sloganlar attılar. O sırada üretime devam eden 70 civarında Mito işçisi de, fabrika bahçesine çıkarak direnişteki arkadaşlarına alkışlarla desteklerini verdiler. “TC vatandaşı olarak teller arkasın-

dan işçilerle konuşmaktan utanç duyduğunu” belirten sendika genel başkanı, “insanların örgütlenmesine izin verin”, “sonuna kadar mücadele edeceğiz” gibi sözler içeren bir konuşmayla seslendi işçilere. Konuşma bazen işçilerin sloganlarıyla kesildi. Örgütlenebilmek için egemen sınıftan icazet isteyen sendika başkanının konuşması tipik bir sendika bürokratı konuşmasıydı. Örgütlenme hakkı patronların izniyle kazanılmaz, ancak işçilerin militanca mücadeleleri sonucu kazanılabilir. İşçilerin bölünmüşlüğüyse sadece Türkiye işçi sınıfının değil tüm dünya işçi sınıfının problemidir. Önümüzdeki süreç sendikanın gerçekten sonuna kadar mücadeleye devam mı edeceğini, yoksa uzlaşmacı bir çizgi mi izleyeceğini gösterecek. Ancak işçiler tabandan baskı yapmadığı takdirde ikincisinin gerçekleşeceğini bize sınıf mücadelesi tarihi açıkça gösteriyor. Bu tür eylemlilikler gerek nicelik gerekse de nitelik olarak oldukça sınırlı olmasına karşın, yine de geleceğe dair umutlarımızı artırıyor. Çünkü bu küçük alazlar dünyayı sarıp kavuracak yangının kıvılcımları. Bugün parmakla saydığımız direnişteki işçiler yarın meydanlara sığmayacak. Ve yeni bir dünya kurulacak: Sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz bir dünya! Aydınlı’dan Marksist Tutum okuru işçiler

41


marksist tutum

Sınıf Belleği

İspanya Dersleri Elif Çağlı İspanya’da 1930’larda yaşanan Halk Cephesi deneyimi, proletaryanın devrimci mücadelesini güçsüz düşüren ve neticede Franco’nun faşist diktatörlüğünün kurulmasıyla sonuçlanan çok çarpıcı bir örneği oluşturur. İspanya’daki sürecin ve bu derslerin belli başlı yönleriyle hatırlanması, günümüzde de tanığı olacağımız sınıf uzlaşmacı “cephe” anlayışlarının yaratacağı vahim sonuçlara hazırlıklı olmak ve mücadeleyi doğru temellerde sürdürebilmek bakımından elzemdir. İspanya 20. yüzyılın başında mutlak monarşi tarafından yönetilen geri kalmış bir Avrupa ülkesiydi. Fakat üstyapıdaki yarı feodal görünüme rağmen (Katolik Kilisenin hâlâ çok güçlü oluşu, devlet yönetiminde aristokrat subay kastının ağır basması vb.) kapitalizm gelişmekteydi ve burjuvazi iktisaden egemen sınıflar arasında yerini almıştı. Birinci Dünya Savaşı sırasında, savaşan Avrupa ülkelerine yapılan tarımsal ihracat sayesinde elde edilen sermaye birikimi, özellikle Barselona, Bask, Bilbao gibi bölgeler başta olmak üzere sanayinin gelişmesine ve proletaryanın güçlenmesine neden olmuştu. Ancak savaş sonrasında Avrupa’yı derinden sarsan iktisadi kriz koşullarından İspanya da fazlasıyla etkilenecek ve egemen sınıflar kurtuluşu, kendilerini ordunun kollarına atmakta bulacaklardı. Böylece 1923 yılında İspanya’da General Primo de Rivera’nın askeri diktatörlüğü kuruluyordu. Diktatör Rivera 1930 yılında iktidardan düşecek, Kral XIII. Alfonso yeni bir hükümet oluşturması için Berenguer’i görevlendirecek ve ayrıca Nisan 1931’de yerel seçimlerin yapılacağını ilân edecekti. Bu seçimlerde monarşist ve kilise yanlısı partiler büyük bir hezi-

42

Sosyalist devrim döneminde burjuvazi ile koalisyon kurmaktan daha büyük bir suç olamaz. Marksizmin ilkesel tutumunu yansıtan bu tespit dünün İspanyası’nda olduğu kadar günümüzde de aynen geçerlidir. Ne var ki sınıf uzlaşmacı siyasetler tarihin her döneminde bu suçlarını, gündemde sosyalist bir devrimin bulunmadığı, acil görevin faşizme karşı demokrasiyi savunmak olduğu şeklindeki gerekçelerin ardına gizlemeye çalışmışlardır. mete uğradılar. Elde edilen bu sonuç, kralı sürgüne gitmeye mecbur kılarken İspanya’ya da burjuva cumhuriyeti getirdi. İspanya’da 14 Nisan 1931’de cumhuriyet ilân edildi. Aynı yıl içinde, Largo Cabellero liderliğindeki Sosyalist Parti ile Troçki’nin İspanya’nın Kerenskisi olarak değerlendirdiği Azana liderliğindeki liberal burjuva partiyi içeren bir burjuva koalisyon hükümeti kuruldu. İki karşıt sınıfın uzlaşmasına dayanan bu hükümet, 1936’da kurulacak Halk Cephesi hükümetinin bir anlamda öncülüydü. Cumhuriyetin ilânıyla birlikte İspanya’da başlayan yeni dönem, yıllardır birikmiş olan çelişkilerin patlamasına sahne olmaktaydı. 1931 Haziranında yapılan Kurucu Meclis seçimlerini takiben yeni bir anayasa da hazırlanmıştı. 1932 yılında, Katalonya’nın sınırlı bir otonomiye kavuşması anlamına gelen yeni bir anayasal düzenlemeyle, Generalitat olarak adlandırılan ayrı bir Barselona hükümeti kuruldu. Fakat işçilerin ve tarım emekçilerinin cumhuriyetten beklediği yalnızca parlamenter rejimin ilânı değildi. Kitleler sosyal reformların gerçekleşmesini istiyorlardı. Oysa liberal burjuvazi kitlelerin devrimci dönüşüm arzusundan, monarşiden korktuğundan daha fazla korkmaktaydı. Azana’nın başbakanlığı altındaki burjuva cumhuriyeti, mücadeleyi yükselten kitleleri kurşun yağmuru ve top ateşleriyle durdur-

maya çalışacaktı. Sanayi bölgelerinden yükselen genel grevler, kırsal kesimde gerçekleşen köylü ayaklanmaları ve burjuvazinin saldırıları sonucunda kabaran ölü ve yaralı sayılarıyla ilerleyen bir süreç yaşandı. Sonuçta kitleler cumhuriyetçi partilere verdikleri desteği çektiler. 1933 yılında Azana hükümeti düştü ve sağcı bir burjuva hükümeti kuruldu. Parlamenter rejim bundan böyle hızla bir dar boğaza sürüklenirken, düzen güçleri de faşizm kartını hazır etmeye koyulmuşlardı. Eski diktatör Rivera’nın oğlu, Madrid’de Falange Espanola adlı faşist partiyi kurarken, silahlı faşist çeteler de sendika liderlerine ve sol siyasetçilere yönelik suikastleri gerçekleştirmeye girişmişlerdi. Mevcut koşullar sallantılı bir siyasal tutumu kaldırmayacak kadar ciddiydi. Sosyalist Parti lideri Caballero, tabanın bindirdiği basınç nedeniyle silah satın almak ve üyelere dağıtmak amacıyla bir Komite kurmak zorunda kalmıştı. Devrim ve karşı-devrim güçleri arasındaki mücadele yükselişini sürdürüyordu. Düzen güçlerinin faşist bir iktidarı işbaşına getirme planlarına karşı Madrid ve Barselona’da ayaklanmalar gerçekleşti. Asturias’ta madenciler 4 Ekim 1934’te başlattıkları ayaklanma sonucunda komün yönetimini ilân ettiler. Sağcı burjuva hükümetin buna yanıtı, General Franco’yu ve Fas’taki lejyonerler ordusunu şehirde düzeni sağlamak için yardıma


marksist tutum

Sınıf Belleği çağırmak olmuştu. Asturias madencilerinin komünü 12 Kasımda düşürüldü. Düzen güçlerinin işçi-emekçi kitlelere karşı faşist saldırısı başlatılmış, ölü sayısı 5 bini bulmuş, siyasi tutuklu sayısı 30 bini aşmıştı. İspanya’da iki temel sınıf arasındaki mücadele artık muazzam boyutlara ulaşıyordu. Faşizm İspanya’yı devrim güçlerinin elinden geri almak amacıyla, gücünün yettiği kentlerde ve bölgelerde fiilen iktidarını oluşturmaya çalışıyordu. Faşistlerin egemenliği altına giren bölgelerde toplu idam politikası, faşizmin temel yıldırma siyaseti haline gelmişti. Ama önemli sanayi bölgelerinde, faşizm, işçilerin devrim ateşini söndürmeye muktedir olamamıştı ve böylece Şubat 1936 dönemecine gelindi. 1936 Şubatında yapılan seçimlerde Halk Cephesi bir seçim zaferi kazanıyor ve yine Azana’nın başbakanlığı altında (Azana birkaç ay sonra cumhurbaşkanı olacaktı) burjuva cumhuriyetçilerle Sosyalist ve Komünist Partilerin oluşturduğu bir koalisyon hükümeti kuruluyordu. İlk bakışta faşist güçlere karşı başarılı bir atak olarak gözükebilecek bu siyasal dönemeç noktası, proletaryanın devrimci mücadelesinin ilerletilmesi bakımından ne yazık ki tam tersi bir anlam ifade etti. Zira bu dönemeç, işçi partileri liderlikleri açısından tam bir kırılma noktası oldu. İspanya’da parlamenter rejimin iflas ettiği tarihsel koşullarda, bu liderlikler kendi kitlelerinde parlamenter yanılsamalar yaratmaya koyuldular. Oysa işçi ve emekçi kitlelerin yaşamsal çıkarları parlamenter atraksiyonlarla oyalanmayı değil, devrimin ilerletilmesini gerektiriyordu. Troçki’nin dediği gibi, sosyalist devrim döneminde burjuvazi ile koalisyon kurmaktan daha büyük bir suç olamaz.1 “Devrim sırasında sınıf kinlerinin tüm gücünü burjuvaziye yönelten işçiler için ‘devrimci’ bir liderin burjuva bir hükümet içerisinde yer alması önemli bir işarettir: bu onların aklını karıştırır ve moralini bozar.”2 Marksizmin ilkesel tutumunu yansıtan bu tespitler dünün İspanyası’nda olduğu kadar günümüzde de aynen geçerlidir. Ne var ki sınıf uzlaşmacı siyasetler tarihin her dönemin-

de bu suçlarını, gündemde sosyalist bir devrimin bulunmadığı, acil görevin faşizme karşı demokrasiyi savunmak olduğu şeklindeki gerekçelerin ardına gizlemeye çalışmışlardır. Bu doğrultuda yaratılmış yanılsamalar, dünden bugüne nice mücadeleci işçinin ve devrimcinin bilincini çarpıtmıştır. Burjuvazi, koşullar onu işçi örgütleriyle siyasal bir ittifak yapmaya mecbur kıldığında, bu durumu dengelemek için orduya her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyar. Bu nedenle aslında Halk Cephesi tipindeki hükümetler, gerçek bir iktidar bile olamazlar. Nitekim İspanya’daki Halk Cephesi de aslında gerçek bir hükümet bile olamamıştır. Gerçek hükümet yetkisi, Genelkurmayda, bankalarda, burjuva düzen güçlerindedir. Faşizmin iktidara geldiği tüm örnekler, devrim ve karşı-devrim arasındaki iç savaşın tırmandığı süreçlerde burjuva düzen güçlerinin durumun vahametini çok daha önce ve kapsamlı biçimde kavrayıp önlemlerini almaya koyulduğunu kanıtlar. Nitekim İspanya’da da böyle oldu. Franco, Fas’taki lejyonerlerin başına geçip faşist bir ayaklanma gerçekleştirmek üzere gizli bir şekilde Kuzey Afrika’ya geçti. Franco’ya bağlı Fas’taki askeri birlikler 17 Temmuz 1936’da, giderek tüm İspanya’yı içine alacak bir silahlı ayaklanmayı başlattılar. Takip eden günler içinde İspanya’daki elli garnizonun tümü faşistlerin yanında yer aldı. Böylece İspanya’da faşizm, doğrudan doğruya nizami ordunun içine yerleşerek, onun askeri birliklerini faşist askeri birliklere dönüştürerek ilerleyişini sürdürdü. Çeşitli ülkelerin emperyalist güçleri ve İspanya’nın eski ve yeni tüm egemen sınıfları (büyük toprak sahipleri ve burjuvazi), işçi ve emekçilerin devrimini kanla bastıracak faşizmin bu iktidar yürüyüşüne desteklerini sundular. Faşistler bir hafta içinde İspanya’nın yaklaşık üçte birini ele geçirdiler. İlk hafta içinde Azana’nın başbakanı işçilere silah verenlerin vurulacağını açıklamış, bu nedenle birçok şehirde faşizm muzaffer olabilmiş ve on binlerce işçi ölmüştü. 18 Temmuzda başbakan istifa

ediyor, fakat Cumhurbaşkanı Azana hâlâ faşistlerle uzlaşmanın bir yolunu arıyordu. Oysa İspanya’da bu noktada da faşizmi yenilgiye uğratmanın olanağı vardı, fakat bunun tek yolu işçi örgütlerinin silahlandırılmasıydı. Yüz binlerce işçi Madrid sokaklarına akın etmiş ve “ihanet” haykırışları ile birlikte silah talep etmekteydiler. 19 Temmuzda kurulan yeni hükümet, işçilerin baskısı sonucunda istemeye istemeye de olsa onlara silah dağıtmak zorunda kaldı. Bu durum, İspanyol devriminin ilerleyişi içinde fevkalâde önem taşıyan yeni bir dönemeç noktası anlamına gelmekteydi. İspanya tam üç yıl sürecek kanlı bir iç savaş döneminin içine girmişti ve bu savaş yaygın biçimiyle, faşist güçlerle cumhuriyetçi güçler arasındaki bir savaş olarak değerlendirilecekti. Oysa işin gerçeğinde, bu, iki temel sınıf arasındaki bir iç savaştı. Troçki bu savaşın ikili yönüne, “melez” karakterine dikkat çekecektir. 1936-39 İspanya iç savaşı, bir yönüyle burjuva demokrasisi ile faşizm arasındaki silahlı bir mücadele olarak görünür. Fakat burjuva cumhuriyetçi güçlerin ve onların siyasal temsilcilerinin tüm kaypak tutumlarına rağmen devrimci proletarya bu savaşa kayıtsız kalamaz. Çünkü faşizm fiilen işçi sınıfını ve onun mevzilerini de hedef almaktadır. Bu da iç savaşın ikinci ve asıl önemli yönünü oluşturur. Faşist askeri birliklere karşı kahramanca direnen ve dövüşenler zaten silahlı işçi-emekçilerdir. Bu bakımdan mevcut koşullar iç savaş öncesi ortama nazaran çok önemli bir farka da işaret eder. Artık faşizmin salt parlamenter atraksiyonlar temelinde geriletilebileceği yanılsamalarıyla boğuşup, faşizme karşı silahlı bir mücadelenin gerekli olduğunu anlatmaya çalışma dönemi sona ermiştir. Faşizme karşı fiilen silahlı bir mücadele yürümektedir. Bu somut koşullarda gerekli olan, işçi sınıfının devrimci iktidar hedefine ilerleyebilmesi için faşist birliklerin askeri saldırısını yenilgiye uğratmasıdır. Devrimci proletarya faşist birliklere karşı görünürde cumhuriyetçilerle ortak bir savaş yürütmektedir. Fakat işin ger-

43


marksist tutum

Sınıf Belleği çeğine ve doğrusuna bakılacak olursa, devrimci işçilerin bundan muradı asla ve asla burjuva cumhuriyetçi güçleri yeniden iktidar koltuğuna oturtmak olamaz. Hatırlayalım, Bolşevikler Kerenski ve Kornilov arasındaki mücadelede tarafsız kalmamışlardı. Kornilov belâsını defetmek üzere Kerenski birlikleriyle birlikte dövüşürlerken, bunu burjuva düzeni yaşatmak ve Kerenski’leri başa getirmek üzere yapmıyorlardı. Amaçları Kerenski’ye destek vermek değildi. Tam tersine, Kornilov’un ardından onu da devirmek üzere bu silahlı mücadeleyi yürüttüler. Devrimci güçlerin üstün olduğu bölgelerde iktidar silahlı işçi örgütlerine geçmeye başlamıştır. İşçilerin kontrolündeki bölgelerde tam bir ikili iktidar durumu oluşmaktadır. Uluslararası Tugaylara katılan çeşitli ülke sosyalistleri İspanya’ya gelmişlerdir. Katalonya’da işçi sınıfı partileri ve sendikalar milis birlikleri oluşturarak Aragon’da faşistleri bozguna uğratmışlardır. Kısacası, POUM3, Komünistler ve Anarşistler gibi çeşitli siyasal liderlikler altında mücadeleye atılan işçi-emekçi kitlelerin, savaşı göze alma konusunda hiçbir eksikleri yoktur, fakat kilit sorun devrimci önderlik sorunudur. İç savaş döneminde pek çok fabrika sahibi faşistlerin egemen oldukları bölgelere kaçmaktaydı. Oysa Stalinizm burjuvazi ile uzlaşmayı doğru bir siyasal tutum olarak yutturmak amacıyla, Franco’nun feodalizmin temsilcisi olduğu ve sanayi burjuvazisinin faşizme karşı işçilerle birlikte hareket edeceği şeklinde bir teori icat etmişti. Sınıf savaşının kızgın ateşi altında sahte teoriler mum gibi erirken, işçiler fabrikaları ele geçiriyor ve kendi kontrolleri altında çalıştırmaya başlıyorlardı. Köylüler toprakları işgal ediyor, işçiler burjuva polisin yerini alması için işçi milisleri örgütlemeye girişiyorlardı. İspanya’daki devrimci mücadelede başı çeken POUM’un ve Anarşist hareketin liderlikleri, mücadeleyi bir işçi hükümetinin oluşturulmasına doğru ilerletmek yerine Eylül 1936’da Katalonya’da Halk Cephesi hükümetine katıldılar. Böylece Stalinist Komintern’in ar-

44

zusu da gerçekleşmiş oluyor ve işçi partileri liderlikleri, aslında devrimi yenilgiye sürükleyecek bir yola girmiş bulunuyorlardı. Bu arada Sosyalist Parti lideri Caballero da merkezi Halk Cephesi hükümetinin başbakanı olmuştu. Troçki POUM liderliğinin tutumunu “ihanet” olarak değerlendirmekteydi. Halk Cephesi hükümeti, Cumhurbaşkanı Azana’nın tutumunda açıkça dile geldiği gibi, aslında faşizmin yolunu açmaktan başka bir şey yapmayan burjuva cumhuriyetçilerin ayıbını örten bir incir yaprağı konumundaydı. Burjuva cumhuriyetin başkanı Azana, askeri hiyerarşiyi kızdırmamaya özen gösterir ve parlamenter iktidarı kitlelerin silahlanmasını engellemek amacıyla kullanırken, Halk Cephesi hükümeti ise parlamenter rejim içinde işgal ettiği konum sayesinde faşizmin iktidarını önleyebileceğini sanıyordu. Bu ölümcül “hata”, ilerleyen yıllar içinde Şili dahil daha pek çok örnek temelinde yinelenecekti. Keza Türkiye’de de 12 Eylül öncesinde burjuva cumhuriyetçi güçlerin kuyruğuna takılan sol çevreler, faşist tırmanışı durdurması için parlamentonun “sol” kanadından, dönemin önde gelen burjuva devlet adamı Ecevit’ten medet umacaklardı. İspanya’da 1937 Mayısında gelişen olaylar, binlerce işçiyi polis provokasyonlarına karşı örgütlerini savunmak amacıyla sokaklara döktü. Barselona’da bir işçi ayaklanması gerçekleşti. Fakat siyasal liderlikler, işçi sınıfını iktidarın zaptı noktasına yaklaştıran bu son fırsatı da heder edeceklerdi. Anarşist liderler ve POUM liderliği, işçilere evlerine dönmeleri için çağrı yaptı. 15 Mayısta Caballero hükümeti düştü ve yerine Stalinistlerin istekleri doğrultusunda Negrin hükümeti geçti. Ardından, KP’nin POUM’un yasadışı ilân edilmesi için merkezi hükümete sunduğu yasa tasarısı kabul edilerek yürürlüğe girdi. POUM yasaklandı, Nin ve diğer yöneticileri tutuklandı. Anarşist liderlik ise Kasım 1937’de merkezi hükümete katıldı ve böylece ihanet kararının altına o da resmen imzasını atmış oldu. Artık bundan sonrası, faşizmi engel-

leyeceği söylenen şu parlamenter cumhuriyetin can çekişip son nefesini vermesinden ibaretti. 1938 Nisanında faşist askeri birlikler Vinaroz’da denize ulaşarak cumhuriyetçi İspanya’yı ikiye bölmüş oldular. 22 Eylül tarihinde Uluslararası Tugaylar İspanya’daki son savaşlarını verdiler ve Ekimde İspanya’dan ayrılmaya başladılar. 23 Aralıkta faşistler Katalonya’yı ele geçirecekleri saldırıyı başlattılar ve 26 Ocak 1939’da ise Barselona artık direnecek bir güç olmaksızın düştü. Tüm bir iç savaş süresince cumhuriyetçilere silah satmayı reddeden İngiltere ve Fransa, henüz savaşın kesin sonucu bile belli olmamışken 27 Şubatta Franco hükümetini resmen tanıdı. Mart ayında Madrid ve Valencia faşistlere teslim oluyor ve faşizm 28 Mart 1939’da iktidar savaşını zaferle noktalıyordu. İspanya Halk Cephesi deneyimi, devrime karşı gardını alan burjuva gericiliğinin parlamenter uzlaşmalarla yatıştırabileceği inancını yaymanın işçi sınıfına ne büyük kayıplara malolacağını açıkça gözler önüne serer. Devrimci görevlere sırtını dönen Halk Cephesi, işçi ve emekçi kitleleri büyük bir hayal kırıklığına sürükleyerek faşizmin zaferini mümkün kılmıştır. Daha iç savaşın başlangıcında, işçi partisi liderliklerinin uzlaşmacı tutumu nedeniyle Troçki’nin dile getirmek zorunda kaldığı acı kehanet gerçekleşmiştir: “Burjuvazi ile koalisyon politikasının bedelini proletarya faşist çetelerin terörü ya da yıllar içerisinde verilecek kurbanlar, maruz kalınacak işkenceler şeklinde ödemek zorunda kalacaktır.”4 (Elif Çağlı’nın Bonapartizmden Faşizme adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır)

–––––––––––––– 1

2 3

4

Troçki, İspanyol Devrimi, Yazın Yay., Ekim 2000, s.360 Troçki, age, s.355 POUM (Birleşik Marksist İşçi Partisi). Troçki, bu partinin lideri Andre Nin’in dürüst ve davaya bağlı bir insan olsa da bir Marksist değil merkezci olduğunu, en iyi ihtimalle İspanya’nın Martov’u, yani bir sol Menşevik olabileceğini belirtir. Troçki, age, s.239


Temmuz 2006 • sayı: 16

marksist tutum

Kapitalizmde Yaşamak Açlığın, yoksulluğun, haksız savaşların ve ölümlerin olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Dünya her geçen gün daha fazla yok oluşa doğru sürükleniyor, insanlık tüm değerlerini yitiriyor ve biz bütün bu olup bitenler sanki çok uzağımızdaymış gibi kendi kabuğumuzda yaşamaya devam ediyoruz. Gündelik yaşamın hayhuyu içinde bir ömür tüketiveriyoruz. Dünyanın bütün topraklarına girmiş olan kapitalizm, bununla da yetinmeyip iliklerimize de işliyor. Kronik bir mutsuzluk yaşıyoruz, ama bunun nedenini bile bilmiyoruz daha. Bir sevgili bulmak, ev sahibi olmak veya biraz daha yüksek bir ücret almakla mutlu olacağımızı sanıyoruz. Sinirleri alınmış ve düşünme yetisi öldürülmüş yaratıklara dönüştürülmüşüz. Öyle ki, tek tipleştirildiğimizin, aynı sorunları yaşayıp, aynı çıkmaz sokaklara girdiğimizin, beklentilerimizin, beğenilerimizin bize ait olmadığının, farklı olmak adına yaptığımız her şeyin bizi daha çok aynılaştırdığının farkına varamayacak kadar duyarsızlaştırılmış durumdayız. Stres, depresyon, psikolojik rahatsızlıklar artık günlük yaşamımızın bir parçası durumunda. Biyolojik olarak yaşamasına yaşıyoruz. Peki gerçekten yaşıyor muyuz? Nedir yaşamak? Her gün sömürülmek üzere aynı saatte kalkıp tıpış tıpış işe gitmek, bütün gün işle boğuştuğumuz yetmiyormuş gibi akşam televizyon karşısında sızdıktan sonra rüyamızda işi görmek, kendini tüketen arkadaşlıklar kurmak, dünyada savaşlar, katliamlar olup biterken, düşünmeyi, sorgulamayı “dinozorlara” bırakıp, uyumamız için anlatılan masalları dinlemek, sonra da bir gün iş kazasında, belki depremde veyahut tedavisi mümkün bir hastalıktan ölüp gitmek mi yaşamak? İşyerimizde uğradığımız haksızlıkların hıncını sorgusuz sualsiz işçi arkadaşımızdan çıkarmak, mücadele etmek yerine her şeye boş verip rüzgâr nereye götürürse oraya sürüklenmek, geleceğimiz konusunda zerre kadar fikir sahibi olamamak, siyasetle uğraşıp “kirlenmek” yerine, dünyadan habersiz “saf ve temiz” olarak yaşamayı makbul görmek, bize uygun görülen rolleri eksiksiz oynamak (evinin kadını, çalışkan işçi, cici kız, aile babası, çocuklarının anası olmak), bana dokunmayan yılan bin yaşasın derken defalarca o yılan tarafın-

dan sokulduğunu fark edememek midir yaşamak? Evet, kapitalizmde milyonlarca insan için yaşamak bu anlama geliyor. Ve başka türlü bir yaşam istemek veya sürmek dinozorluk oluyor. Halbuki, düşünmek, sorgulamak, araştırmak, daha doğduğumuz andan itibaren tutulduğumuz yalan bombardımanıyla içimize işlenen “gerçeklerin” doğruluğundan şüphe duymak, burjuvazinin bizlere erdem diye yutturduğu şeylerden, bireyci, bencil ve rekabetçi bir insan olmaktan uzaklaşmak, onun kaşı bunun gözüyle değil, daha insanca bir yaşam için uğraşmak, bizi sömüren patronların cezasını öbür dünyaya havale etmek yerine bu dünyada hakkını aramaktır asıl yaşamak. Yaşadığı hayatı biraz olsun sorgulayan herkes, dışardan bir baksın kendine. Nasıl yaşıyorum, ve nasıl yaşamak istiyorum diye bir sorsun. Bataklığın içinde yaşadığını görüp de bundan memnun olanlara bir diyeceğim yok elbet. Ama dünyada olup bitenlere kayıtsız kalamayanlar, daha fazla yalanlarla aldatılmak istemeyenler, sözüm sizlere. İnsanca yaşamak için, gerçekten özgür bireyler olabilmek için işe önce kendimizden başlayalım. Doğduğumuz gün bize giydirilmiş olan at gözlüklerini çıkartalım. İşte o zaman gerçekten yaşamanın her alanda mücadele etmek demek olduğunu göreceğiz. Bir koyun olmaktansa “dinozor” olmayı yeğleyeceğiz. Elif Çağlı’nın “Böylesi Yaşamak Değil” adlı şiirinde dediği gibi: Yaşamak... Yeşermek bitkiler gibi Yaşamak... Dönüşmek geleceğe Güçlü ellerle kavrayıp çelişkiyi Birlikte dövüşüp Birlikte büyütmek Geleceği.

Marksist Tutum okuru bir matbaa işçisi

45 45


Okurlarımızdan Dünyadan Alfa’ya Merhaba Alfa gezegeninde yaşayan kardeşlerim. Dergiyi ilk elime alıp karıştırdığımda ilk gözüme çarpan sizin mektubunuz oldu. “Lenin aşkına” dedim, vardiyalı çalışmaktan gece çalışıp gündüz uyumaktan halüsinasyon gördüğümü düşündüm. Dergiyi kapattım tekrar açtım ama o ne? Alfalı kardeşlerim hala bana bakıyorlar. Mektubunuz beni çok heyecanlandırdı. Gözlerimi kapatıp bir an Alfa gezegeni gibi bir dünyada yaşadığımızı düşledim. Birkaç gün arkadaşlarım “nereye gidiyorsun?” diye sorduklarında “Alfa gezegenine gidiyorum” diye espriler bile yaptım. Alfa gezegeni gibi bir dünya neden olmasın? Bu mümkün, tüm dünyada kızıl bayrağımızın dalgalandığı. Evet ben düşleyebiliyorum. Taksim meydanındayız ve devrim olmuş. Her yerde dev ekranlar, bütün ülkelerin işçileri orada, ayakta. Enternasyonali söylüyoruz hep bir ağızdan, öyle söylüyoruz ki. Dünyanın en büyük devrim korosuyla. Ben sizlere teşekkür ediyorum. Bizleri sosyalizmde nasıl bir hayatın bek-

lediğini, nasıl bir dünyaya yelken açacağımızı gösterdiğiniz için. Elbette ki, mücadele etmek şartıyla böyle yaşanası bir dünyaya kavuşacağımız bir gerçek. 385 YTL alan biz dünyalılar için maaşımız gibi hayal gücümüz de kısıtlı aslında, ama bizleri açlığa, sefalete terk eden kapitalist sistemi yıkmak bizlerin elinde. Yani Alfa gezegeni gibi bir dünya yaratmanın biletleri biz dünya işçilerinin elindedir. Bütün yemişler dallarımızdadır. Sömürünün, savaşların olmadığı bir dünya yaratmak hayal değil, bütün bu çirkeflikleri görmemek ve kapitalist sistemde daha güzel bir dünya düşlemek hayalperestliktir. Tüm sömürücülerin karnını doyuran biz işçileriz, tüm dünyayı giydiren de bizleriz. Kısacası bu dünyaya can veren bizim ellerimizdir. Kapitalist sistem ışık hızıyla mikrobunu her yere taşımaktadır. Öyleyse hedefimiz tüm dünyada Marksizmin ışığında örgütlenip o yoldan yürümektir, tüm insanlığın kurtuluşu için hâlâ zamanımız varken bu gladyatör dövüşçüsü sistemi yıkmak için mücadeleyi yükseltelim.

Selam yoldaşlar, Marksist Tutum dergisinin 1. yılını tüm emekçilerle birlikte kutluyoruz. Sosyalizmin şaşmaz ideallerinden vazgeçmeyeceğiz. Biz Konya’da okuyan, sosyalist bir ailenin devrimci çocuklarıyız ve böyle olmaktan son derece gurur duyuyoruz. Türkiye’de Konya ili gericiliğin ve tarikatın merkezi durumunda. Biz böyle insanların içinde mücadelemizi sonuna kadar sürdüreceğiz ve bu bayrağı bizden sonra gelecek nesillere de aktaracağız. Marksist Tutum dergisinden bir isteğimiz var. Konya’ya fazla gelmiyor, bulmakta sıkıntı çekiyoruz, her yere gelmesini istiyoruz. Marksist Tutum yazarlarını sosyalizmin olanca ateşiyle selamlıyoruz. Yaşasın yüce Marx’ın ve Lenin’in ideolojisi!

Marksist Tutum okuru bir tekstil işçisi

Konya’dan lise öğrencileri M ve H

Yine heyecanla bindik araçlara, trenle, otobüsle. Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği UİD-DER’in 15-16 Haziran etkinliğine katılmak için yoldayız. Aynı zamanda mücadele arkadaşlarımızı da görecek, sarılacağız birbirimize. Etkinliğin yapılacağı yerin önündeyiz. Giderek kalabalıklaşıyoruz. Servis araçları geliyor, tekstil işçileri, metal işçileri... Kalabalığın içinde beyaz saçlı bir adam dikkat çekiyor. 80’lik delikanlı; Süleyman Üstün. Yaklaşıyoruz yanına selamlaşıyoruz. Burada bir ben yaşlıyım, herkes genç diyor hoca, gözlerinde sevinçle. Gençliğin mücadeleye katılmasının önemini ve enternasyonalist mücadeleyi vurguluyor. Hemen yanı başımızda Sebahat Türkler… Sohbetler, sorular yarıda kesildi, içeri girilecek. “Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi” pankartı tam karşımızda, hemen üstünde “Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği” pankartı. İşçi sınıfı tüm araçlardan yararlanıp mücadelesini sürdürür, amaç devrim ateşini yakmaktır. Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği, hem de unutturmak isteyenlerin, işçi sınıfının mücadelesini ulusal sınırlara sokmaya çalışanların gözüne mertek. Baktım sözlükten ahşap çatı kirişiymiş mertek. Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği, 15-16 Haziran şanlı direnişinin yıldönümünde uluslararası işçi sınıfı mücadelesinde yerini aldı. Anons yapıldı. Dernek Genel Sekreteri açılış konuşmasını yapacak. Aldığı yükün sorumluluğuyla heyecanlıydı.

46

Koro çıktı. Bu kelime tam ifade etmiyor; koro. Senfoni orkestrası desem, biraz abartmış olurum. Sadece adam boyu çalgılar yoktu. Yok sayılan, unutturulmak istenen müziklerimizi seslendirdiler. Ezgilerimizi, marşlarımızı. 15-16 Haziran’ı anlattı sunucular slaytlar eşliğinde. Uluslararası işçi sınıfının mücadelesinin bir parçası olarak Türkiye’deki sınıf hareketinin gelişimini. İşçi sınıfının üzerine ölü toprağı serpilmiş diye bugün sınıftan umudu kesenler köşelerinde otursunlar sadece. Galiçyalı tersane işçi temsilcisi çıktı kürsüye, bizden biri. Yüreği bizimle atıyor, sınıf kardeşlerini selamladı. İspanyolca, “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin” sloganına hepimiz eşlik ettik. Herkesin İspanyolca “bildiğine” (!) sevindiğini belirtti. Evet biz bütün dilleri biliyoruz. Aynı sınıfın insanlarıyız, aynı dili konuşuyoruz. Proletaryanın uluslararası dilini! Coşkumuzun en yükseklere çıktığı zamandı; mücadelenin ve birliğin anlatıldığı Mim gösterisi. Etkinliğin sonuna geldik. Halay zamanı. Halaylar çekerek ayrıldık salondan. 15-16 Haziran’ı aşmak içi boş bir slogan değil, işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesinde gerçekleştireceğimiz bir hedef. Yaşasın İşçi Sınıfının Uluslararası Dayanışması! Ankara’dan MT okuru bir işçi


Okurlarımızdan Merhaba dostlar, sizlerle gündemde olan bir haberi paylaşmak istiyorum. Zehirlenen iki kardeş hastaneye götürülüyor ve hastanede yoğun bakıma alınıyorlar. Ama daha iyi bir yoğun bakım ünitesinde tedavi olmaları gerekiyor diye oradan başka bir hastaneye gönderiliyorlar. Bu hastane, sağlık elamanı olduğu halde serviste elaman yok deyip geri çeviriyor ve çocukların tedavisinin Ankara’da mümkün olduğunu söyleyip başlarından atıyor onları. Hacettepe Üniversitesini arıyorlar, hastane çocuklar yeşil kartlı olduğu için tedavilerinin yapılamayacağını söyleyip telefonu kapatıyor. Çocuklar yeşil kartlı olduğu için tedavi olamıyorlar. Ve çocuklardan biri ölüyor tedavi edilmediği için, diğeri bitkisel hayata giriyor. Anne ve baba acılar içinde feryat ediyor, burjuva gazeteler küçük bir karede yayınlıyorlar olayı. Gerçi onlardan daha fazlası beklenemez ya, üstüne üstlük bitkisel hayatta olan çocuğun resmini flulaştırarak veriyorlar. Neden? Gözlerine bakmayalım etkileniriz diye mi? Acısını biran olsun hissederiz diye mi? Benim bildiğim suçluların yüzleri kapatılır. Bu çocuk suçlu mu? Hırsızlık mı yaptı? Adam mı öldürdü? Hayır asıl insan öldüren, asıl yüzleri kapatılarak yayınlanması gerekenler onu bu hale koyanlar değil mi? Bu sistem bizleri o kadar uyuşturmuş ki, pisliğini bu kadar rahat yayınlıyor. Bu haberi okuduğumda o kadar kötü oldum ki anlatamam dostlar, içim kin ve öfkeyle doldu. Tam da bunun üzerine aynı işyerinde çalıştığım biri “of ne ola-

MARKSİST TUTUM’A Tuttuğumda ilk dergileri, korktumdu, bana kadar süzülüp gelmiş o tanrı dışı yazıları. Havasını çektiğim, toprağıyla doyduğum, aşklarıyla parladığım, bu dünya dilinden yani. Ama baş eğmemişlerden. … Göreceksin. Medeniyeti kendiyle çarpıştıracaklar. Gökte, yerde, asıl atomun zerreciğinde. Geriye bizden bir şey kalmayacak bu haliyle. Çaresiz miyiz? Tek başımıza mıyız? Marksist Tutum’dan öğreneceksin bunu. … Yılma, bıkma, zorlayarak, zorlanarak ara! Devam edersen okumaya, sonra yaparsan eğer öğrendiklerini, rastlayıverirsin bir emekçi denizine. … Alınlarınızdan silin çaresizliği Senden yaratıldı, ne varsa bu dünyada Ellerini, bilincini, kendini öğrenerek Marksist Tutum’dan yok edecek de sensin bu p i s l i ğ i ! Gebze’den bir Marksist Tutum okuru (S.A.)

cak bu Trabzon’un hali” dedi. Ben de onu düşüneceğine bak bugün böyle olmuş bunu düşün dedim ve aldığım cevap “onu ben değil Türkiye düşünsün” oldu. Ben bir kez daha öfke doldum insanlarımızı bu hale koyanlara. Türkiye kim, dünya kim, sen, ben, o, bu, şu değil mi kardeşim dediğimde, “öyle de biz ne yapabiliriz” dedi. Biz birlikte o çocukları ve daha nicelerini öldürenlere karşı mücadele edebilir, onların düzenini yok edebiliriz, sınıfları kaldırabiliriz, herkesin eşit ve parasız sağlık hizmeti almasını sağlayabiliriz, sadece bunları değil tabii, dünyayı yaşanır kılabiliriz. Aksi takdirde bunları, hatta barbarlığı yaşamaya mahkûm olacağız. Bugün bunları yaşıyoruz, yeni sağlık sisteminde neler yaşayacağımızı siz düşünün artık. Emekli olmak mı? Hayal! Aldığımız emekli maşıyla geçinmek mi? Hayal! Hastalığımızı poliçemiz karşılamıyorsa tedavi olmak mı? Hayal! Daha kim bilir ne kadar çocuk ÖLECEK ve SAKAT kalacak? Daha sayayım mı? Dostlar daha fazlasını saymaya kalkarsam bütün dergiyi kaplar, sayfalar yetmez. Bütün dergiyi bu sistemin pisliğiyle kaplamayalım değil mi? Çünkü bizlerin mücadele ederken, yolumuzu ve ne yapmamız gerektiğini de öğrenmemiz gerekir ki bunları yaşamayalım. Yaşamamak için de mücadele bayrağını yükseltmeliyiz. KIZIL bayrağımızı en en en yükseklere yükseltmeliyiz. Dünyanın Bütün İşçileri Birleşin! Yenibosna’dan bir MT okuru

Ben tekstil sektöründe çalışan bir işçiyim. Bir ay önce gezmeye gittiğim yerde çantamı kapkaççılar çaldı. Çantamın içinde ödemem gereken borçlarımın parası vardı ve bu olay beni çok üzmüştü. Birkaç ay önce de televizyonda tüyler ürperten bir kapkaç olayı seyretmiştim. Bir mimar, kardeşinin düğününü yapabilmek için arabasını satıyor ve karşılığında 6 milyar alıyor ve parayı eve götürürken kapkaççılar tarafından parası gasp edildikten sonra vahşice diri diri mezara gömülüyor. Bu olay tüylerimi diken diken etmişti. Şimdiye kadar televizyonda sürekli kapkaçtan ya yaralanan ya da hastanelik olanlar gösteriliyordu ama bu seferki bir insanın diri diri gömülmesiydi ve bu insanlıktan çıkmış bir vahşetti. Fakat biraz düşününce bu vahşete yol açanın kapitalizm olduğunu görüyorum. İş bulamayan, aç kalan, kafasını sokacak ev bulamayan insanlar, sonunda hiçbir şey yapamayınca kapkaç gibi yollara itiliyorlar. Bugün kapkaça çözüm olarak polis sayısının arttırıldığı ve şehirlerin her yerine kamera yerleştirildiği, bunların sorunları çözebileceği söyleniyor, ama bunlar aslında sadece işçileri baskı altına tutup ne yaptıklarını görmek ve onlara müdahale etmek amacıyla yapılıyor. Çünkü insanların işsizlik ve açlıktan kurtulmak için mücadele etmesini ve özgürce yaşamasını istemiyorlar. Bizlere, çelik kapı, alarm, polislerle kapkaça çözüm bulunacağını söylüyorlar. Bizler ise bu soruna karşı kendimizce önlemler alıyoruz, çantamızı küçültmek, kalabalık yerlerde gezmemek, akşamları dışarı çıkmamak ya da zamanın çoğunu evde geçirmek, önlem diye bunları yapıyoruz. Peki çözüm bu mu? Değil. Bunlar sadece bizi hayattan uzaklaştırır, bizi bu duruma itenlerin kimler olduğunu unutturur. Bunca sorunu çözmek biz işçilere bağlı, bizler örgütlü ve birlikte hareket edersek ve patronlar sınıfının yaptığı düzenbazlıklara gözümüzü açarsak her sorunun çözümünü buluruz. Marksist Tutum okuru bir tekstil işçisi

47


Okurlarımızdan Marksist Tutum dergisini çıktığı günden itibaren okuyorum. Ve özellikle okur mektuplarını okudukça işçi sınıfının aynı sorunlarla karşılaştığını ve yaşadığını görüyorum. Bunun farkına varmak ve vardırmak çok önemli. Önemli çünkü bir sınıfın üyesi olduğunun farkına varmak ve bu sınıfın bir parçası olarak hangi tarzda, nasıl bir yöntemle mücadele etmemiz gerektiği konusunda Marksizmin ışığı yol gösteriyor. Çalıştığım fabrikada, 2006 yılının verimlilik yılı olduğunu söyleyerek yola koyuldu patronlar. Ama nasıl bir verimlilik? Çalışan işçi sayısının artmasıyla mı, yoksa halihazırda var olan işçilerden elde edilen artı-değeri arttırarak mı? Tabii ki ikincisi. Bunun için şu önlemler alındı ilk önce: Tuvalete gitmeler yasaklandı, çalışırken sigara içmek yasaklandı ve sadece molalarda sigara içilebilir hale geldi. Ve bu önlemlerin sonunda, çok abartılı şekilde artan üretim miktarlarıyla karşılaşıldı. Müdür sık sık yapılan toplantılarda, istedikleri sayıları kesinlikle çıkarmamız gerektiğini söyledi. Bu sayıları gayet rahat çıkarabileceğimizi, çünkü süre tutarken eli çok hızlı olanla (performansı çok yüksek olanla) eli çok yavaş olana göre değil, bunların ortalamasını aldıklarını söyledi ve “inanın bana!” diye bitirdi konuşmasını. Tıpkı bir çocuğun eline şeker verip kandırır gibi! Ve o bir kişi bizi başına toplayıp, gözümüzü bu kadar korkutabildi. Bunun sebebi ise, biz işçilerin bu kadar örgütsüz, bilinçsiz ve dağınık olduğumuz için gücümüze güvenmememiz ve başımızı her defasında suçlu suçlu önümüze eğip, çok kısa bir zamanda istedikleri sayıları, canımız çıkıncaya kadar çalışıp vermeye çalışmamızdır. Bir de zorunlu hale getirdikleri prim olayı var ve bilinçsiz ve örgütsüz olan işçiler, farkına varmadan bu tehlikeli tuzağa düşüyorlar. (Artık bunun farkındalar ama sonuç aynı! Çünkü bilinçsiz ve örgütsüz oldukları için durmadan daha fazla çalışıyorlar.)

Sevgili emekçi dostlarım, ben de sizin gibi emekçiyim. Ben devrim yolunda giden bir öğrenciyim. Patronların ve faşistlerin yaptığı kötülük hepimize yayılıyor. Patronlar emeğimizin hakkını vermiyorlar. Bu da ailemizin bütçesini bozuyor. Alın terimizle kazandığımız parayı patronlar villa ve köşklerde harcıyor. Patronlar şu ana kadar size ne iyilik yaptı hiç düşündünüz mü? Patronlar hakkımızı yediği için biz yollarda ve bazı yerlerde yürüyüş yapıyoruz. Hiç patronlar düşünmez ki, bizim alın terimizle kazandığımız paranın bize ne kadar yararı olacak? Size ben soruyorum, hiç patronlar sizi düşündü mü? Patronlar bizi küçümsüyorlar! Milyonlarca aç ve sefil çocuk var, birazcık bile sevgi görememişler. Oysa bazı dizilerde bir çocuk öldüğünde dünya ağlıyor ama gerçek dünyada bir değil, iki değil milyonlarca çocuk ve insan ölüyor. Hiç düşündünüz mü bunlara kim yardım ediyor? O kadar kişi ölüyor da insanlar ne yapıyor? Yüzlerine bakmıyor. Esenler’den 9 yaşında MT okuru bir öğrenci

48

Biz işçilerin, patronlar tarafından kendi kuyusunu kendi kazar hale getirildiğimiz görülüyor. Patron biz işçilerden 500 parça ürün istediğinde bizlerin patrona 1000 ürün yapması ve patronun 1-2 ay gibi bir süre içinde sayıları yükseltip bizlere 1000 ürün yapmayı zorunlu kılması bunun bir örneği. Şu anda eskiden aldığımız primlerin çeyreğini bile alamıyoruz. Yani eskiye oranla çok daha fazla çalışıyoruz, çok daha fazla üretiyoruz ama aldığımız prim gittikçe düşüyor. İşte tuzak böyle bir şey! Bu tuzak işlerken, işçiler birbirlerine kızıp, “madem sen bu kadar ürettin, ben de şu kadar üretirim” deyip gittikçe artan bir hızla çalışabiliyorlar. Sen durumu görüp, bu kadar çok çalışan arkadaşlarına “neden bu kadar çok çalışıyorsun, bunun sonucu bizim için gittikçe ağırlaşan üretim sayıları” dediğinde gidip seni şikayet edebiliyorlar ... Bu anlattıklarım, biz işçileri nasıl bir rekabet içine soktuklarını, birbirimize zıtlaştırıp birbirimize olan güvenimizi nasıl kırdıklarını gösteriyor. Ve bunun sonucunda, bizlerin gerçekten de “geberene kadar” nasıl nefes nefese çalıştığımızı, her şeyin nasıl da insanlıktan çıktığını ve hayatta kalabilmek için, her gün bir önceki günden çok daha fazla değer yaratıp, bu değeri patrona bırakmak zorunda kaldığımızı sergiliyor. Patronlar her geçen gün kârlarını nasıl da katlayarak büyütüyorlar ve bizlerin insan olduğumuzu unutup, her günümüzden, her saatimizden aynı performans ve aynı üretim miktarlarını istiyorlar. Haftanın 6-7 günü ve tekrar 6-7 günü ve tekrar... Biz işçiler gücümüzü hangi yöntemle, nasıl bir tarzda ve kime karşı kullanmamız gerektiğini artık bilmeliyiz. Bilincin ve örgütlülüğün bizlere neler kazandıracağının farkına varıp mücadele etmeliyiz. Çünkü dünya, işçiler için gittikçe kararıyor. Ve bunu değiştirmek sadece bizlerin ellerinde. Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz!

İnsanlar Çıldırmış Olmalı… Selam arkadaşlar! Geçenlerde Galatasaray’ın şampiyonluğunu kutluyorlardı. Bizim evde de abim çıldırmış gibi bağırıyordu. Sokaktan arabaların korna sesleri, insanların bas bas bağırışları, silahların ardarda patlama sesleri geliyordu. Ertesi gün işe gittiğimde, işçi arkadaşlarım GS formalarıyla işe gelmişler, duvarlara posterler asılıyor, “oooleeey” diye bağırıyorlar. Yan yana çalışan Fenerli ve GS’li iki arkadaş sanki Amerika-Irak savaşını yaşıyorlar. Nasıl da çatışıyorlar, o onu kızdırıyor, diğeri de ona karşılık veriyor. Burjuvazinin istediği de bu, işçilerin gözü açılmasın diye futbolu, cinselliği, magazini ön plana çıkarıyor. Abimle tartıştığımda bana senin beynini yıkamışlar dedi. Evet benim beynim yıkanmış ve bu sistemin pisliklerinden arınmış, çok ta mutluyum. Çünkü burjuvazinin gerçek yüzünü gördüm. Ama abim ve abim gibilerin ise burjuvazinin pislikleriyle yıkanıyor beyinleri. Bir işçiye doğruyu söylediğinde kabullenmiyor, ona göre sen saçmalıyorsun ve sonra yaşadıkça ha evet sana hak veriyor. Düşünüyorum da 1 Mayıs

Gebze’den bir kadın işçi

işçi bayramına 20 bin işçi katılıyor, ama bir maça yüz binlerce kişi katılıyor. Hem de para verip saatlerce sıra bekleyerek. İşte kapitalizm insanları böyle koyunlaştırıyor. Kendisine bağlıyor. Bir futbol maçı geliyor gündeme, yorumu bir ay sürüyor. İşçiler birbirleriyle laçka futbol muhabbetleri yapıyorlar. İşçiler futbola kafa yorarken, işçiler aleyhine yasaları sokuşturuyor, zamlar yağdırıyor burjuvazi. Mücadeleyle elde edilen haklar bir bir geri alınıyor. İşçiler bunlara ses çıkarmayıp, kendilerine yaramayan beyinlerini futbol türü şeylere yoruyorlar. İşçiler bu anlamda da burjuvaziye muazzam sermaye kazandırıyorlar. Ama ben umutluyum, bu dünya böyle gelmiş böyle gitmeyecek. İyi örgütlülük, sağlam önderlikle burjuvazinin çarkını tersine çeviririz. Umudumuzu büyütelim, Marksist Tutuma sahip çıkalım. Bir işçi mücadeleye inanıyorsa sonuna kadar inanmalı, sıkı sıkı sarılmalı. Evet yumruğumuzu yukarı kaldırdığımızda boşa kaldırmayalım. Kapitalizmin bizim aklımızı karıştırmasına izin vermeyelim. Bir saniyelik boşlukta bile bizi kendine çeker, bu kadar pislik bir sistemde yaşıyoruz. Dergimizin birinci yılını canı gönülden kutluyorum. Yenibosna’dan bir işçi


No Pasaran!

1936-1939 İspanya İç Savaşı


Kadılar müftüler fetva yazarsa İşte kement işte boynum asarsa İşte hançer işte kellem keserse Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan

“Can”larımızı Yakan Bu Kıyıcı Düzenden Hesap Sorulacak!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.