Mt no 17

Page 1

Ağustos 2006

Ortadoğu’ya Barış İşçi İktidarıyla Gelecek!

• “Tek ülkede sosyalizm” /1 • Modern despotizmin sivilleşme sancısı /6

17

• Ekonomi tıkırında! • Liberal soldan yurttaşlık dersleri • Latin Amerika’da “kurtarıcılar” ve caudillolar /2


I

rak’ın emperyalist işgal sonucunda bir iç savaş cehennemine çevrilmesi ve buna son bir aydır İsrail’in Gazze ve Lübnan’a yönelik saldırılarının da eklenmesiyle, cehennem ateşi tüm Ortadoğu coğrafyasını sarmaya başlıyor. İsrail’in 10 Haziranda Gazzedeki bir plajda Filistinli bir aileyi “biz terörist sanmıştık” deyip roketlerle katlederek ve Filistin polis gücünün başına atanan Cemal Abu Şamdana’yı bir suikastla öldürerek yeniden alevlendirdiği savaş, Hamas’ın birkaç aydır sürdürdüğü tek taraflı ateşkesi bozmasına yol açmıştı. 25 Haziranda ise, Hamas’ın askeri kanadına bağlı milisler İsrail’in Filistinlilere yönelik saldırılarında önemli bir üs olarak kullandığı bir karakola saldırarak bir askeri kaçırmıştı. Milisler bu asker karşılığında İsrail’in elinde bulunan 10 bin savaş tutsağından 130’unu (yirmi yıl hapis cezası almış olan 30 tutsağın ve 100 kadın tutsağın) serbest bırakmasını istiyorlardı. Bu eylemi çoktandır hazırlandığı savaş planları için bir bahane olarak kullanan İsrail, 28 Haziranda Gazze’yi bomba yağmuruna tutarak, içlerinde bakanların ve milletvekillerinin de bulunduğu 64 Hamas yetkilisini tutuklayarak, onlarca sivili öldürerek, hükümet binalarını yerle bir ederek, Hamas’ın bu sözde “terör” eylemine azgın bir devlet terörüyle karşılık verdi. Burjuva medya süreci kimin başlattığına odaklanarak, asıl meselenin, yani savaşta kimin haklı kimin haksız olduğu meselesinin üzerini örtüyor. İsrail onyıllardır Filistin halkına karşı haksız bir savaş yürütüyor. Dahası bu haksız savaşı bugün yeniden alevlendiren ve yaymaya çalışan da, İsrailli askeri kaçıran Hamas değil, Haziran başından bu yana Filistinlilere yönelik katliamlarına hız veren ve Hamas’ı böyle bir sa-

Ortadoğu’ya Barış İşçi İktidarıyla Gelecek! İlkay Meriç vaşın içine çekmek için her türlü provokasyonu gerçekleştiren İsrail’dir. Bu terörist devlet, “Yaz Yağmurları” adını taktığı bombardımanlarla, geçtiğimiz yıl çekildiği Gazze’yi havadan, karadan ve denizden kuşatarak yeniden işgal etti. Üstelik bu kez Gazze Yahudi yerleşimcilerden arındırılmış olduğu için, onlara zarar verme korkusu da bulunmuyordu. 1,3 milyon nüfuslu Gazze’de hayat kısa sürede felç oldu. Bölgeye elektrik sağlayan trafonun bom-

1


marksist tutum

balanmasının ardından kent karanlığa, açlığa ve susuzluğa gömüldü. Köprülerin havaya uçurulduğu, altyapı sisteminin çökertildiği Gazze, yaz sıcağında, elektriksizlik yüzünden kanalizasyon ve su pompaları çalıştırılamadığı, pek çok hastanede acil ameliyatların yapılamadığı, akaryakıt sıkıntısı yüzünden jeneratörlerin çalıştırılamadığı, belediye araçlarının çöp toplayamadığı ve salgın hastalık tehdidinin dört bir yanı sardığı bir cehenneme çevrildi. “Teröristlerle hiçbir anlaşmaya gidilmeyeceği” konusunda ısrar eden İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları giderek daha da şiddetlenip ölen sivillerin sayısı her geçen gün artarken, Lübnan’da faaliyet gösteren Hizbullah’ın bütün bunlara tepki olarak iki İsrail askerini kaçırması, Lübnan’ı da İsrail terörünün hedefi haline getirdi. Lübnan hükümeti kaçırma olayını onaylamadığını belirtip askerlerin serbest bırakılması çağrısında bulunduysa da, İsrail bu olayı bir savaş ilanı olarak kabul ettiğini duyuracaktı. Ve böylece, uzun süren iç savaş yıllarının ardından kendini yeni yeni toparlayan Lübnan bir kez daha savaş alanına çevrilecekti. İsrail 2000 yılında çekildiği Lübnan’a tekrar tanklarla girip, ülkeyi hava, kara ve denizden kuşatırken, yüzlerce insan katledilmiş, bombardımanlar yüzünden yüzbinlercesi evlerini terk etmek ve bunların önemli bir bölümü de ülke dışına (özellikle Suriye’ye) göç etmek zorunda kalmıştır. Burjuva medya süreci kimin başlattığına odaklanarak, asıl meselenin, yani savaşta kimin haklı kimin haksız olduğu meselesinin üzerini örtüyor. İsrail onyıllardır Filistin halkına karşı haksız bir savaş yürütüyor. Dahası bu haksız savaşı bugün yeniden alevlendiren ve yaymaya çalışan da İsrail’dir. Burjuvazi her zaman sivillere yönelik saldırıları “terör”ün en önemli kanıtı olarak sunarken, Lübnan’ı bombardımana tutan, sivil havalimanını yerle bir eden, köprüleri ve yolları havaya uçuran, bu arada birkaç gün içinde 300’den fazla sivili öldüren İsrail devletinin Gazze ve Lübnan’da yaptıkları, emperyalist camia tarafından “kendini savunma hakkı” denerek onaylandı. ABD, BM Güvenlik Konseyinde İsrail’e Gazze’den çekilme çağrısı yapılması konusunda gündeme getirilen önergenin görüşülmesini, “önce Suriye ve İran kınansın” diyerek engelledi. Birkaç gün sonra benzer bir açıklama bu kez G8 zirvesinden gelecekti. Arap devletleri ise, ABD koruması altındaki tatlı petrol kârlarını riske atmamak için, mevcut gerilimi mümkün olduğunca bulaşmadan atlatmaya ve halk tepkisini yatıştırmaya çalışmakla meşguller. Emperyalist güçler tarafından, en fazlasından, “orantısız güç” kullandığı için hafif bir dille eleştirilen İsrail, kendisine dur diyecek hiçbir güçle karşılaşmamanın verdiği rahatlıkla Filistin ve Lübnan’ı yakıp yıkmaya devam ediyor. Hamas’ı ve Hizbullah’ı destekledikleri gerekçesiyle İran ve

2

Ağustos 2006 • sayı: 17

Suriye de hedef tahtasına oturtulmuş bulunuyor. ABD’nin bomba takviyesini hızlandırdığı İsrail’in, bu savaşı daha uzun süreli ve geniş alanlı bir savaşa dönüştürüp dönüştürmeyeceğini kestirmek şu an için zor. Ama tüm girişimleriyle bunu kışkırttığı çok açık. Nitekim olayların gelişimine baktığımızda, İsrail’in Filistin ve Lübnan’a girişinin öyle bir iki askerin kaçırılmasıyla ilişkili rastlantısal bir durum olmadığını, ardında daha derin hesapların yattığını görüyoruz.

BOP’a hız kazandırma arzusu Her şeyden önce şunu belirtmek gerekiyor ki, İsrail’in bölgeye yönelik tüm girişimleri, ABD’nin uzun süredir gündemde olan fakat Irak’taki durumun tam olarak netleşmemesi dolayısıyla yavaş işleyen Büyük Ortadoğu Projesiyle (BOP) doğrudan ilişkilidir. Bu projede ABD’nin en güvenilir müttefikinin İsrail olduğu son derece açıktır. İyi donanımlı bir savaş aygıtı konumundaki İsrail devleti, ABD’nin bölgedeki çıkarlarının silahlı bekçiliğini yapmakta ve bunun karşılığında da, etrafı Araplarla çevrili bu coğrafyada, son derece kıt öz kaynaklarına rağmen, güçlenerek ayakta kalması sağlanmaktadır. ABD egemenleri, sadece bununla yetinmeyip, ona hayallerindeki büyük İsrail’i yaratma çabalarında da önemli bir destek sunmaktadır. İsrail, bölgede dilediği gibi at koşturmasının önündeki en büyük engellerden biri olarak İran ve Suriye’yi görüyor. ABD’nin denetim altına alamadığı bu iki gücün İsrail terörüne karşı silahlı mücadele yürüten Hizbullah gibi İslamcı örgütlere arka çıkması da, İsrail’in Filistin topraklarını Filistinlilerden arındırma ve sınırları genişletilip duvarlarla kuşatılmış güvenlikli bir Yahudi devleti yaratma planlarının önünde ayakbağı oluşturuyor. Dolayısıyla, büyük biraderi ABD’nin, tüm bölgede sözünden dışarı çıkmayacak hükümetlerin işbaşına getirildiği “dost ve müttefik” devletlerden oluşmuş bir Büyük Ortadoğu planı, herkesten çok İsrail’in işine geliyor. Ve bu planın bir an önce işlerlik kazanması için, bu son provokasyon da dahil olmak üzere elinden gelen her şeyi yapıyor. Suriye ve İran’ın uzun süredir topun ağzında oldukları, ama topun bir türlü ateşlenemediği ortada. Hariri suikastından sonra ABD’nin gözünü iyice karartarak Suriye hükümetini alaşağı etme planlarına hız verdiğini, ama bu amacını henüz gerçekleştiremediğini biliyoruz. Keza İrandaki nükleer krizin de en azından şimdilik ABD’nin istediği yola evrilemediği açık. Bütün bunlar, BOP’un hayata geçirilmesinin oldukça düşük vitesli bir hızda ilerlediğini gösteriyor. Ve öyle görünüyor ki, neocon olarak tabir edilen ABD şahinlerinin ve İsrail’in buna tahammülü yok. Geçtiğimiz haftalarda, ABD Silahlı Kuvvetlerine ait bir yayın organında, Kanlı Sınırlar –Daha İyi Bir Ortadoğu Nasıl Görünürdü başlıklı bir makale yayınlandı. Uluslararası sınırların asla tümüyle “adil” olmadığını belirterek söze başlayan yazar, Ortadoğu sınırlarını daha adil bir şekil-


Ağustos 2006 • sayı: 17

de çizme iddiasıyla yeni bir bölge haritası çizmiş. Büyük Ortadoğu denen bölgeyi içine alan bu harita, kuşkusuz başta TC olmak üzere bölgedeki pek çok ülkeyi kızdırdı. Çünkü harita, birleşik bir Kürdistan devletinin yanı sıra, Pakistan’dan Lübnan’a varıncaya kadar pek çok ülkenin sınırlarını allak bullak eden bir yeniden çizime dayanıyor. Bu yeniden çizimin BOP’la büyük oranda çakıştığıysa aşikâr. Öyle görünüyor ki gerek neoconlar gerekse İsrail, BOP’ta vites arttırımına gitmek için kolları yeniden sıvıyorlar.

Lübnan yeniden ateş altında İsrail’in kaçırılan askerleri fırsat bilip Gazze’ye ve Lübnan’a girmesinin bir tesadüf olmadığını yukarıda da belirtmiştik. Aslına bakılacak olursa, tıpkı Filistin gibi Lübnan da on yıllardır İsrail’in işgallerinden, saldırılarından ve iç çatışma yaratma girişimlerinden kurtulamamıştır. 1975 yılında mezhepler ve etnik gruplar arası çatışmalar nedeniyle başlayıp Lübnan’ı harabeye çeviren 15 yıllık kanlı iç savaş, nihayet 1989’da, Suriye’nin arabuluculuğuyla son bulmuştu. Fakat iç savaş bittikten sonra da, İsrail’in saldırı ve işgal politikası eşliğinde Lübnan’ı karıştırma girişimleri hiç son bulmadı. Mezhepler ve etnik gruplar arasındaki çatışma devamlı olarak kaşınırken, Lübnan’ı kaosa sürüklemek için pek çok ünlü isme suikastlar düzenlendi. Son olarak geçtiğimiz yıl gerçekleştirilen ve Suriye’nin bu ülkedeki otuz yıllık askeri varlığına son vermesine yol açan Refik Hariri suikastı da bunun tipik bir örneğiydi. Ne var ki, İsrail (ve kuşkusuz ABD) bu suikastla da istediği sonuca ulaşamadı. Geçtiğimiz Haziran ayı ortalarında Lübnan istihbarat servisi uzun süredir devam eden araştırmalarını tamamlayarak suikastın arkasında İsrail’in bulunduğunun kanıtlandığını duyurdu ve Lübnan, İsrail’i BM Güvenlik Konseyine şikâyet etmeye hazırlandığını açıkladı. Bu açıklamanın ardından, ABD’nin Beyrut Büyükelçisi Jeffrey Feltman bu gelişmelerin “kendisini şok ettiğini” belirtiyor ve “eğer Lübnan İsrail aleyhinde BM’ye başvurursa, bu Lübnan-ABD ilişkilerinin de sekteye uğramasına neden olur” diyerek Lübnan’a gözdağı veriyordu. ABD, Hariri suikastı nedeniyle Suriye’yi terörist devlet ilan ederken ve bu gerekçeyle hazırlandığı saldırıya BM’yi ikna etmeye çalışırken, yaşanan bu gelişmenin gerek İsrail’i gerekse ABD’yi rahatsız ettiği ortadaydı. Ve bu açıklamanın üzerinden bir ay bile geçmeden Lübnan, sözde askerlerini kurtarmak isteyen İsrail ordusu tarafından bombalanmaya başladı. Hizbullah’ı gerekçe göstererek girdiği bu ülkenin güney bölgelerini çok geçmeden işgal

marksist tutum

etmeye girişen İsrail açısından, Lübnan aynı zamanda Suriye ve İran’la da kozların paylaşıldığı bir ilk raund alanı niteliğini taşıyor. Bunun yanı sıra, İran’la olası askeri kapışmada, Hizbullah’ın önemli bir tehdit oluşturduğu kuzey sınırlarını güvence altına almak için, önce Hizbullah’ın gücünün zayıflatılması gerekiyor. Daha sonraki raundların ne zaman gerçekleşeceği şu anda belli olmasa da, İsrail’in bu süreci kısaltmak için çabaladığı açıkça ortada. Açık olan bir diğer noktaysa, İsrail’in attığı her bir bombanın, Lübnan’da ve Filistin’de Hizbullah’a duyulan sempatiyi bir kat daha arttırmasıdır. Uzun zamandır dar bir gerilla örgütü olmanın çok ötesine geçerek mecliste temsil edilen önemli bir politik güç haline gelen Hizbullah’ın İsrail’e karşı cesur direnişi, lideri Nasrullah’ı da kitleler nezdinde bir kahramana dönüştürmektedir. İsrail’in vahşi saldırıları ve insanlık dışı uygulamaları nasıl Filistin’de Hamas’ı iktidara taşıdıysa, Lübnan’da da Hizbullah’ın iktidara yürümesi bir o kadar muhtemeldir.

Anlaşma değil, “Büyük İsrail” İsrail’in son saldırıları, Filistin’deki gelişmelerle de yakından ilişkilidir şüphesiz. Onun uzun vadeli planlarını da yakından ilgilendiren bu gelişmelerden en önemlisi, Filistin Yönetimi başkanı Mahmud Abbas (El Fetih lideri) ile Filistin başbakanı İsmail Haniye’nin (Hamas lideri) uzun görüşmelerden sonra imzaladıkları mutabakat belgesidir. Abbas ile Haniye’nin bu belge üzerinde fikir birliğine vardıklarını açıklamalarının birkaç gün sonrasında İsrail, estirilen sözde bahar havasının üzerine bombalar yağdırmıştır. Peki neydi Abbas ile Haniye’nin üzerinde anlaşmaya vardıkları konu? İsrail hapishanelerinde bulunan çeşitli örgütlerden Filistinli üst düzey liderler, geçtiğimiz Mayıs ayında, Tutsaklar Belgesi adıyla anılan bir mutabakat metnine imza atmışlardı. El Fetih, Hamas, İslami Cihad, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve Demokratik Cephe gibi belli başlı tüm Filistin örgütlerinin hapishanelerdeki temsilcilerinin mutabık oldukları bu metin 18 başlıktan oluşuyordu ve en te-

3


marksist tutum

mel maddeleri şunlardı: tüm mültecilerin geri dönmesine izin verilmesi ve kendi kaderini tayin hakkının tanınması koşuluyla 1967 sınırları içinde bir Filistin devletinin kurulması, Hamas ve Cihad da dahil olmak üzere tüm Filistin güçlerinin yeniden şekillendirilecek FKÖ’ye katılması, Hamas ve El Fetih’in içinde bulunduğu bir ulusal birlik hükümetinin kurulması, Filistinli örgütler arasındaki çatışmalara son verilmesi, FKÖ başkanlığında İsrail’le görüşmelerin başlatılması. Bu belge her ne kadar tutsaklar arasında onaylansa da, başlangıçta Hamas liderlerinin kolayca onay verdiği bir belge olmadı. Ne var ki Abbas’ın “ya on gün içerisinde imzalarsın ya da referanduma götürürüm” tehdidi, belgenin halkın ezici bir çoğunluğunun desteğini aldığını bilen Haniye’yi boyun eğmek zorunda bıraktı. Sonuçta 27 Haziranda, yani Gazze’nin bombalanmasından bir gün önce, belgenin revizyondan geçmiş hali Abbas ve Haniye tarafından onaylandı. Kuşkusuz bu, o güne dek İsrail’in varlığını kabul etmeyi reddeden ve dolayısıyla 1967 sınırlarını kabul etmeyen Hamas açısından çok büyük bir geri adımdı. İsrail açısından da, İsrail askerinin kaçırıldığı 25 Haziran kritik bir tarihti. İsrail başbakanı Olmert o sabah belgenin ele alındığı bir hükümet toplantısı gerçekleştirmeyi planlıyordu. Daha önce “bu bizi ilgilendirmez, Filistinlilerin iç sorunudur” dese de, 22 Haziranda ABD’nin de bastırmasıyla Abbas’la görüşmüş ve bu toplantıyı yapmak zorunda kalmıştı. Olmert eğer bir bahane bulamasaydı, kısa bir süre sonra Hamas’ın da içinde bulunduğu FKÖ’yü muhatap almak ve 1967 sınırları kapsamında barış görüşmelerini yeniden başlatmak doğrultusunda adım atmak mecburiyetinde kalacaktı. Şimdiye dek Filistin sorununun çözümü konusunda Filistinli örgütlerin öne çıkardıkları iki temel görüş bulunuyor. Bunlardan birincisi, 1988 yılına kadar bizzat FKÖ’nün de savunduğu “tek devlet” görüşüdür. Bu görü-

4

Ağustos 2006 • sayı: 17

şü savunanların tezlerinin temel yönlerinden biri, 1948 yılında Filistin topraklarını gasp ederek kurulan İsrail devletinin meşru bir devlet olarak kabul edilmemesidir. Dolayısıyla bunlar, diğer görüş sahiplerinden farklı olarak, 1967 sınırlarına dönmeyi değil, İsrail’in ortadan kaldırılıp, Yahudilerin Filistinlilerle eşit haklara sahip dinsel bir azınlık olarak yaşayacakları tek bir Filistin devletinin kurulmasını savunmaktadırlar. Hamas’ın resmi görüşü de şu ana kadar buydu. İkinci görüşe geçmeden önce 1967 meselesinde kısa bir hatırlatma yapalım. İsrail, 1967’de gerçekleşen ve altı gün süren üçüncü İsrail-Arap savaşında, Batı Şeria, Doğu Kudüs, Gazze, Sina ve Suriye’ye ait olan Golan Tepelerini işgal etmişti. Bu savaşta 18 bin Arap yaşamını yitirmiş ve Batı Şeria’da yaşayan 200 binden fazla Arap Ürdün’e göç etmek zorunda kalmıştı. İsrail o günden bu yana, Filistinlilere ait olan bu topraklardan çekilmedi. İşte bugün başta FKÖ olmak üzere Filistinlilerin hatırı sayılır bir kesimi tarafından yükseltilen 1967 sınırlarına dönme talebi, 30 yıldır işgal altında bulunan bu toprakların yeniden Filistinlilere iade edilmesini, o sırada göç etmek zorunda kalanların geri dönüşüne izin verilmesini ve bu sınırları kapsayan ayrı bir Filistin devletinin tanınmasını içeriyor. İkinci görüş diye sözünü ettiğimiz bu görüşü savunanların tezleri, buradan hareketle, “iki ulus iki devlet” şeklinde özetlenen iki ayrı devlet formülasyonunda şekil buluyor. Hemen belirtelim ki, genel olarak FKÖ, özel olaraksa onu oluşturan en güçlü örgüt El Fetih, 1988’den itibaren bu görüşü savunmaktadır. Açıktır ki İsrailli egemenler açısından, bu ikinci görüş, anlaşılıp uzlaşılabilecek tek görüştür. Zira birinciler, onu bir devlet olarak tanımayı ve pazarlık masasına oturmayı dahi kabul etmemişlerdir. Ne var ki, sınırlarını genişletip “Büyük İsrail” düşünü yaşama geçirme emelini hiçbir zaman gizlemeyen İsrail, 1967 sınırlarına dönmeyi katiyetle reddetmektedir. Ne zaman görüşmeler BM kararlarının da dayattığı bu sınırlara gelip dayansa, görüşmeleri yarıda kesmenin ve savaşı yeniden alevlendirmenin bir bahanesini bulmuştur. Geçtiğimiz yıl Şaron, bu sorunu artık çözeceklerini beyan etmiş, hatta yılların Likud Partisinden ayrılarak yeni bir parti kurmuştu. Elbette bütün bunlar, Ortadoğu’daki planlarının İsrail’in kaprisleri nedeniyle suya düşmesini engellemek için ona bu yönde baskı uygulayan ABD’nin bastırmasıyla olmuştu. Fakat Şaron kısa süre sonra beyin kanaması


Ağustos 2006 • sayı: 17

geçirip fişe bağlı bir “yaşam”a mahkûm olurken, beklenmeyen bir gelişme daha yaşandı: Filistin seçimlerini Hamas kazandı. İsrail, karşısında bir anda, o ana dek “terörist” olarak kabul ettiği bir örgütü resmi temsilci olarak bulmuştu. Böylece zaten ABD zoruyla görüşmelere oturma mecburiyetinde kalan İsrail, mal bulmuş mağribi gibi yeni bahanesinin üzerine atladı: “Karşımızda barış görüşmelerini sürdürecek bir muhatabımız yok, teröristlerle masaya oturmayız!” Ardından Yahudi lobisi uluslararası ölçekte faaliyete geçti ve “terörü lanetlemeden” ve silah bırakmadan muhatap alınmayacağı beyan edilerek Hamas tam bir kıskaca alındı. Oysa Hamas, seçimle işbaşına geldikten hemen sonra, İsrail’i tanımayı reddetme tavrını sürdürdüğünü açıklasa da, “arabulucular” aracılığıyla görüşülebileceğini belirterek, yumuşama sinyallerini daha o zamanlar vermişti. Ancak bütün ılımlı tutumuna rağmen, işbaşına geldiği andan itibaren İsrail’in tacizlerinden kurtulamadı. İsrail, büyük biraderi ABD’nin ve diğer emperyalist güçlerin de desteğiyle, Filistinlileri açlıktan kıvrandıran bir ambargoyu hayata geçirdi ve bununla da yetinmeyip Hamas önderliğindeki Filistin yönetiminin bütün gelir kaynaklarını bir bir kuruttu. Yönetimin memur maaşlarını dahi ödeyemez hale gelmesinin ardından ise El Fetih yanlıları ile Hamas yanlıları arasında kanlı bir çatışmanın eşiğine gelindi. İşte, Tutsaklar Belgesi tam da böyle bir aşamada, kilitlenen iç ve dış politikanın önünü açmak ve Filistin’i iç savaştan kurtarmak amacıyla hazırlanmıştı. Ama İsrail’in amacı Hamas hükümetini yumuşatmak değil, ezip iktidardan uzaklaştırmak ve eğer oturmak zorunda kalırsa çok daha fazla taviz koparabileceği ılımlı bir Filistin hükümetiyle masaya oturmaktı. Nitekim Tutsaklar Belgesi üzerinde hemfikir olunduğunun duyurulmasının ardından yaşananlar bunu fazlasıyla ispatlamaktadır. İsrailin gerçekleştirdiği plaj katliamı ve sonrasındaki suikastlar, bu yumuşama iklimini kışa çevirmek üzere atılmış adımlardır. Ve yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi, İsrail’in hedeflediği, Filistin’le sınırlı kalmayan, Lübnan vasıtasıyla Suriye ve İran’ı da içine alan bir kara kıştır.

Ortadoğu’da barışın yolu Bugün Filistin ulusal sorunu, İsrail’in yıllardır sürdürdüğü uzlaşmaz ve saldırgan tavır nedeniyle tam bir kördüğüm haline gelmiştir. Filistinli önderliklerin tutumu ılımlılaştıkça İsrail daha da sertleşiyor ve onları diyalog kapılarını tümüyle kapamaya itiyor. İsrail’in uyguladığı devlet terörü, şimdiye kadar binlerce kayıp veren, yoksulluk içinde kıvranan, tümüyle çıkışsızlığa sürüklenen Filistinli kitlelerin tepkisinin, hiçbir sınıfsal ayrım yapmaksızın bir bütün olarak Yahudilere yönelmesine yol açıyor. Gözlerinin önünde kaybettikleri yakınlarının anıları her gün yanı başlarında ölen bir başkasıyla yeniden ve yeniden tazelenen ve sürekli olarak bu psikolojiyle yaşayan binlerce genç, bizzat

marksist tutum

İsrail’in bu tutumu nedeniyle, bireysel intikamdan başka bir çıkış yolu göremiyor. Böylece İsrail kendi eliyle binlerce canlı bomba yaratıyor. Günün 24 saati İsrail devletinin propaganda bombardımanına maruz kalan Yahudi işçi ve emekçilerde ise, müthiş bir korku, panik ve her Filistinliyi canlarına kasteden bir terörist olarak görme psikolojisi hâkim. Bizzat İsrail egemen sınıfının faşist yöntemlerinin yarattığı bu atmosfer, İsrail-Filistin coğrafyasında halklar arasında doğabilecek her türlü güven ortamının da kökünü kazımaktadır. Ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin haklarını kayıtsız şartsız kabul eden Marksistler, çözülmediği sürece işçi sınıfının toplumsal kurtuluş mücadelesini gölgeleyen ulusal sorunların, ezilen ulusların özgür iradeleri doğrultusunda çözülmesi gerektiğini savunurlar. Bugün gelinen noktada, Filistin halkının büyük çoğunluğu, tartışmaya meydan vermeyecek şekilde, Filistin’de ulusal sorunun çözümünün bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasından geçtiğine inanıyor. Dolayısıyla, “iki devletli çözüm” olarak da adlandırılan bu çözüm uygulandığı takdirde, Filistin’de ulusal sorunun ortadan kalkacağı ve Filistin halkının bağımsızlığına kavuşmasının yolunun açılacağı ortadadır. Ne var ki, Filistin’de ulusal sorunun ortadan kalkması, sefalet içerisindeki emekçi sınıfların sorunlarının otomatik olarak ortadan kalkmasını getirmeyecektir. Bundan çok daha önemlisi, on yıllardır savaşsız, kansız geçecek barış dolu günlere duydukları özlemle yaşayan Filistin halkının ve diğer Ortadoğu halklarının bu özlemlerine kavuşması, burjuvazinin egemenliğindeki bir Ortadoğu’da olanaksızdır. İşte tam da bu nedenledir ki, emperyalist senaryoların sahneye koyulmasında her gün yeni bir aşamayla karşı karşıya kaldığımız Ortadoğu’da, proleter devrim, bugün her zamankinden daha yakıcı ve daha hayati bir ihtiyaç olarak kendini dayatıyor. Ya burjuva önderliklerin egemenliği altında her gün yüzlerce insanın hayatını yitirdiği, sefalet tablosunun gittikçe daha da derinleştiği, kan gölüne dönmüş bir Ortadoğu, ya da işçi ve emekçilerin yürütecekleri devrimci bir mücadeleyle, demokratik temellerde ve gönüllü birlik temelinde kuracakları bir Ortadoğu İşçi ve Emekçi Sovyetleri Federasyonu! Bugün Ortadoğu halklarının önünde, son derece netleşmiş olan bu iki seçenek dışında bir başka seçenek bulunmuyor. Tüm Ortadoğu’da devrimci Marksistlerin başlıca görevi, işçi-emekçi kitleleri bu gerçekler doğrultusunda ortak mücadeleye sevk edecek bir örgütlülüğü yaratmaktır. Emperyalist güçler Ortadoğu’dan dışarı! Filistin halkına bağımsızlık ve ayrı devlet kurma hakkı!

5


omi Tıkırında! Levent Toprak Krizler kapitalizmin tahripkâr doğasını açığa vururlar. Bunlar arızî olgular değildirler, sürekli olarak tekrarlanırlar. Bunlardan şu ya da bu “iktisat siyasetini” uygulayarak kurtulmak söz konusu değildir. Bu tür yaklaşımlar sol kılıklı olsalar bile birer aldatmaca olmaktan öteye gitmezler. Hele hele milliyetçi, devletçi, kalkınmacı, bürokratik planlamacı, otarşi (kendi kendine yetme) eğilimli, üçüncü dünyacı programlar işçi sınıfı için hiçbir surette çıkış yolu değildir. Bunların hepsi işçi sınıfının ücretli kölelik konumunun devamını varsayan özde burjuva programlardır. İşçi sınıfının programı tarihsel gelişmenin mantığına uygun olarak küresel kapitalizmi yıkmayı ve küresel düzeyde sömürüsüz, sınıfsız bir toplum düzeni kurmayı hedefleyen ilerici, devrimci, enternasyonalist bir programdır.

S

on üç yıldır burjuvazinin çeşitli sözcüleri artık ekonominin “sağlam temellere” dayandığını, şoklara karşı daha dayanıklı olduğunu, eskisi gibi krizlerin pek olası olmadığını vaaz edip duruyorlardı. Enflasyon düşüyordu, ekonomi yüksek büyüme hızları yakalamıştı, verimlilik artmıştı, “yapısal tedbirler” önemli oranda hayata geçirilmişti, “mali disiplin” sağlanmıştı, IMF’nin direktiflerine de uyuluyordu vs. Zaten AB’ye giriş müzakereleri de başlamıştı, hatta herkesi pembe panjurlu evine kavuşturacak mortgage’imiz bile az daha oluyordu. Sistemin bütününe ilişkin daha soğukkanlı bir bakışı olanların veyahut “rehaveti” engellemek için sopayı elden bırakmayanların kimi eleştirileri yok değildi elbet. Ama yine de bu tür eleştirel tutumlar asla baskın değildi. Sonuç olarak “ekonomi çevrelerinin” çok büyük çoğunluğu, genelde işlerin iyi gittiğine dair havayı şu ya da bu biçimde pompalıyorlardı. Ama heyhat, tanrılar birdenbire küstüler ve ekonomimize “türbülans” gönderdiler. Birkaç haftalık süre içinde yaşanan keskin çalkantılarla borsa yüzde 30 düştü (44.000 dolayından 32.000 dolayına), lira yüzde 30’u aşkın değer kaybetti (dolar karşısında 1,3 dolayından 1,7 dolayına), faizler yüzde 60 yükseldi (%13 dolayından %21 dolayına), enflasyon yeniden tırmanışa geçti. 2001’deki gibi bir krizden söz edilemese de (en azından şimdilik) işçi ve emekçiler açısından acı sonuçları önümüzdeki günlerde daha belirgin hissedilecek olan bir çalkantı yaşandığı açık. İşçi sınıfı ve emekçi kitleler için işsizlik ve yoksulluk son üç yıldır da kronik biçimde devam ettiği halde pembe tablolar çizen burjuvazinin satılık ekonomi âlimleri, aynen

6

2001 krizi öncesi ve sonrasında olduğu gibi, işler sarpa sarınca irili ufaklı birçok konuda daha önce söylediklerini unutup yeni yalanlar geliştirmeye başladılar ya da hiçbir şey olmamış gibi eski yalanlara devam ettiler. Bunlar 2001 krizi öncesinde enflasyonu düşürmek için uygulanan kuru baskılama (kur çıpası) politikasını överken, sonrasında kurun serbest olmasını (dalgalı kur) övmeye başlamışlardı. Şimdiyse, “bu kadar da dalgalılık olmaz” havasında yorumlar yapıyorlar. 2001 krizi öncesinde işlerin yolunda gittiğini söyleyenler arasında kriz çıktığında dahi işi pişkinliğe vurup, “çıkmaması gerekirdi” diyenler bulunuyordu. Bu ideolojik propaganda boyutu ne denli vurgulansa azdır. Bütün burjuva ideologları, kendi aralarında ne kadar anlaşmazlık olursa olsun, genel olarak düzenin sömürücü doğasını ve temel çelişkilerini gizleme konusunda ortaktırlar. Hatta aralarındaki anlaşmazlıklar bizzat buna hizmet eden belki de en etkili araçlardandır. Zira bunlar sorunların gerçek temelini örtbas ederek sahte, yüzeysel sebepler ileri sürer ve emekçi kitleleri bu sahte düşüncelere inandırmaya çalışırlar. Sanki hep birtakım kötü adamlar ya da ekonomi politikaları sistemin “gerçek” kural ve işleyişinin dışına çıkarak oyunu bozmakta, sorunlara sebep olmaktadırlar. Onlar böylelikle düzenin temellerinin sorgulanmasını engellemeye çalışırlar. Marx bunu şu sözlerle ifade ediyordu: “Minareye kılıf arayanlar felâketlerle patlak veren karşıt etmenlerin doğasını araştıracak yerde, felâketin kendisini yadsımakla ve düzenli ve dönemsel yinelenmeler karşısında da eğer üretim ders kitabına uygun biçimde sürdürülseydi bunalımın patlamayacak olduğunda ısrar etmekle


Ağustos 2006 • sayı: 17

yetindiler.” (Artı-değer Teorileri, c.2, Sol Y., s.481) Bu propaganda esasen kapitalizmin tarihsel açıdan sınırlı niteliğinin ipuçları ortaya çıkmaya başladığından beri mevcuttur. Marx, burjuva ekonomistlerinin çoğunun başlıca kaygılarının düzenin pisliklerini örterek onu aklamak olduğunu ve bunun da bilimsel bir değer taşımadığını boşuna söylememiştir. Kapitalist çürümenin akıllara durgunluk veren boyutlara ulaştığı günümüzde bu milyon kere daha doğrudur. Elif Çağlı’nın işaret ettiği gibi, “Marksizmin kanıtladığı üzere iktisat bir bilim dalı olmayıp burjuvazinin ideolojisidir, politik ekonomidir. Marksist iktisat diye bir şey de yoktur. Marx’ın kapitalist ekonomi üzerine tüm çözümlemeleri, bu politik ekonominin eleştirisidir. Bu politik ekonomide gerçeklik burjuva ideolojisinin hizmetinde ters yüz edilmiştir, ileri sürülen tahliller olanı değil, sermaye sınıfının olmasını istediklerini gösterir.” (Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum, Tarih Bilinci Y., s.35-6) Bugün tarihsel olarak bunamış bir sistemi olduğundan daha cici gösterme çabası inanılmaz boyutlara varmıştır. Bıraktık bunalımların saptırıcı açıklamalarını, sıradan gündelik ekonomik olguların işlenişi bile Orwell’in 1984’üne rahmet okutacak bir ideolojik manipülasyon alanı haline gelmiştir. Örneğin “Borsa düştü” demek tabu haline gelmiştir, “borsa gevşedi” diyeceksiniz. Kapitalistlerin adı artık “piyasalar” oldu. “Piyasalar” falanca gelişmeden “tedirgin oluyor”, filanca gelişmeyi “olumlu karşılıyor”, bazen “temkinli iyimser” oluyor bazen “gevşiyor” vs. Marx kapitalizmde gerçekte insanlar arasındaki toplumsal ilişkilerin şeyler arası ilişkiler gibi görünmeye başladığına işaret ederek burjuva toplumunu saran binbir türlü yabancılaşmanın temelini göstermişti. Kapitalizmi aklama ideolojisinin en kadim ve en hacıyatmaz argümanlarından birisi, sistemin çelişkilerinin gözden saklanamaz biçimde açığa serildiği krizlere ilişkindir. İdeologlar her yeni evrede kapitalizmin artık bunalımlardan arındığı palavrasını bıkmadan usanmadan yinelerler. Oysa bugüne kadar, bunalım, yıkım ve felâketlerden azade bir kapitalizm hiç olmadı ve bundan sonra da olmayacak. Bu nesnel bir olgudur ve kapitalizmin çelişkili doğasından kaynaklanmaktadır. Ücretli emeğin sömürüsü ve üretim araçları üzerinde özel mülkiyet ile belirlenen üretim ilişkileri temelinde yükselen kapitalizm, sınırsız gelişme potansiyeline sahip üretici güçleri –ki bu potansiyeli bizzat yaratmıştır– baltalar. İşte bu temel çelişki başka birçok şeyin yanı sıra kapitalizmin bunalımlarının da altında yatan olgudur. Üretici güçlerin sınırsız gelişme eğilimi, bunların üzerine giydirilmiş özel mülkiyet cenderesi nedeniyle, bir yandan kapitalist üretimin biricik amacı ve motoru olan kârın darboğaza girmesine (kâr oranlarının düşme eğilimi dolayısıyla), bir yandan da aşırı üretime, yani satın alınabilecek olandan daha fazla ürüne ve dolayısıyla kullanılmayan kapasiteye yol açar. Satın alınamayan ürün dağları bir yandan emekçi kitlelerin açlık ve sefaletini trajik bir akıldışılık haline getirirken, diğer yandan birçok kapitalisti de

marksist tutum

iflasa sürükler. Marx sermayenin biricik engeli kendisidir demişti. Elbette krizlerin mekanizması çok daha uzun açıklamaları gerektiren karmaşık bir konudur, ancak burada bizim için önemli olan, altta yatan temel nedeni vurgulamaktır. Bunu ne denli vurgulasak azdır, çünkü yukarıda değindiğimiz gibi krizler patlak verdiğinde burjuva ideologlar bunları genellikle yüzeysel birtakım nedenlere bağlayarak hedef şaşırtırlar. Yukarıda dalgalı kura ilişkin değişen tutum örneğini vermiştik. Daha ilginç örnekler de var. Hatırlanacak olursa, burjuvazi, 2001 krizini neredeyse cumhurbaşkanının anayasa kitapçığıyla frizbi oynamasına bağlayacak kadar ileri gitmişti. Burjuva ekonomistler, krizin dışavurumlarını ya da görünümlerini krizin gerçek nedenleriymiş gibi sunarlar. Buna göre, krizin temel sebebi bir bakarsınız “petrol fiyatları” olur, “seçim harcamaları” olur, “sıcak para” olur, “cari açık” olur, “spekülasyon” olur vs. Gerçek şu ki, krizin sebebi olarak ileri sürülen bu olgular aslında krizin dışavurumlarından başka bir şey değildir.

Ekonomik kriz ve sarsıntılara gebe yeni dönem Dünya kapitalizmi uzunca bir süredir kelimenin geniş anlamında uzatmalı bir bunalım içinde. Stalinist bürokratik diktatörlüklerin çöküşünden sonra atılan tüm zafer çığlıklarına rağmen kapitalizm yeni gençlik aşısı kazanamamıştır. Vaat edilen refah, zenginlik, barış ve mutluluktan eser yok. Emperyalist kabadayı ABD’nin Ortadoğu’ya paldır küldür saldırması tam da bu derin bunalımın bir dışavurumu aslında. Bu tür emperyalist saldırganlıklar, ekonomik rekabetin her zaman olağan, barışçıl yöntemlerle yürütülemediğinin, zaman zaman da kıran kırana savaşlarla sürdürüldüğünün su götürmez bir itirafıdır. Kapitalizmin kabaca 70’lerin ortalarından itibaren uzun dönemli bir yavaşlama evresine girdiği zaten biliniyor. Örneğin 1950-1970 arası büyüme oranları (ortalama yıllık yüzde 5) ile 1980-2000 arası büyüme oranları (ortalama yüzde 2,5) karşılaştırıldığında aşağı yukarı yarı yarıya bir düşme olduğu açıkça görülmektedir. Üstelik yarı yarıya düşmüş bu büyüme oranları, bu dönemde burjuvazi açısından elverişli birçok faktör olmasına rağmen zar zor tutturabilmişti. Hatırlanacağı gibi bu dönemde işçi sınıfına karşı bir savaş açılmış ve kazanılmış, ciddi teknolojik atılımlar gerçekleştirilmiş, sermayenin dolaşım hızı dünya ölçeğinde muazzam ölçüde artmış, ve bu arada da SSCB’nin yıkılmasıyla sermayeye yeni engin alanlar açılmıştı. 70’lerin kapitalizm için sıkıntılı günlerin başladığı bir dönüm noktası oluşturduğuna dikkat çeken Elif Çağlı, buna rağmen sistemi sarsacak derinlikte bir krizin nasıl ertelenebildiğine de açıklık getirmektedir: “1971 yılında Bretton Woods sistemi çökmüş ve dolar yerine bir başkası konmadan uluslararası eşdeğer rolünü yitirmiştir. Bu gelişme aslında kapitalist sistemin içine girdiği sıkıntılı dönemin dışavurumudur. Buna rağmen sistemi sarsacak derinlikte

7


marksist tutum

bir kriz ileriki yıllara ertelenebilmişse, bunun en önemli nedeni, dünya burjuvazisinin işçi hareketinin zayıflığı yüzünden kazandığı ekstra fırsatlardır. Fakat her ne olursa olsun, son tahlilde kazanılan fırsatların ve zamanın da bir sınırı vardır. Keynesci politikalarla, yüksek kamu harcamalarıyla krizleri ilanihaye erteleyebilmek mümkün değildir.” (age, s.55-6) Esasen 70’lerin ikinci yarısından itibaren süregelen genel yavaşlama içinde 1990’lar, yukarıda sayılan özel faktörlerden dolayı vaziyeti nispeten kurtaran bir yükseliş sergiliyordu. Ama yine yukarıda dikkat çektiğimiz gibi bu bile daha büyük ölçekli genel eğilimi yansıtan kümülatif tabloyu değiştirmeye yetmemiştir. Nitekim bu faktörlerin başlangıçtaki canlandırıcı etkisi bir ölçüde tüketilince, 2000’lerin başlarından itibaren dünya genelinde bir kriz başladı. Daha sonra 2003’e doğru bir büyüme başlamış gibi görünse de birçok ciddi burjuva ekonomist bile bunun büyük ölçüde spekülatif bir balon olduğunu itiraf etmek ve arkasından ciddi sarsıntıların gelebileceği uyarısını yapmak zorunda kaldı. Geçtiğimiz Mayıs-Haziran döneminde yaşanan çalkantı işte tam da bu balonda küçük bir delik anlamına geliyordu. Sistemin bütünü açısından bakan bazı tuzu kuru burjuva uzmanlar bu tür değişimleri “düzeltme” diye anıyorlar ve sistemin maruz kaldığı riskin azaltılması açısından kimi durumlarda hayırlı bile görüyorlar. Ancak bu çalkantının “tehlikeyi savuşturmaya yetmediğini” de belirtmeden edemiyorlar. 2000 yılı dolayında bir dönemeç yaşandığı çeşitli bakımlardan anlaşılıyor. Bu, ekonomik olgu ve eğilimler açısından olduğu kadar, hatta ondan daha fazla, sınıf mücadelesinin seyri açısından da böyle olmuştur. 80’ler ve 90’lar boyunca süregelen uzun yeni evrenin biriktirdiği çelişkiler artık yavaş yavaş açığa çıkmaya başlamışlardır. Küreselleşme karşıtı gösteriler serisinin başlangıcı sayılan ve daha sonrakilerin hepsinden farklı olarak güçlü bir işçi sınıfı damgası taşıyan Seattle eylemleri ve Arjantin ve Ekvador’da devrimci durumlar doğuran halk ayaklanmaları ile başlayan sınıf mücadelesindeki hareketlenme, daha sonra başta Latin Amerika olmak üzere Avrupa’daki hareketliliklerle birlikte kendi iniş çıkışları içinde sürmüştür. Aslında 90’lar bile yukarıda saydığımız bazı avantajlara rağmen ciddi krizlerden uzak olmamıştır. 1994-95 Meksika odaklı patlayan kriz ve 1997-98 güneydoğu Asya odaklı krizler bunu göstermektedir. Yeri gelmişken Türkiye’nin de bu krizlerden ciddi ölçüde etkilendiğini, ya da daha doğrusu bu krizlerin bir parçası olduğunu hatırlayalım. Aslına bakılacak olursa, 80’lerden itibaren oluşmaya başlayan kapitalist dünya ekonomisinin içine girdiği yeni durumu yansıtırcasına 90’lar ve 2000’ler boyunca hemen her üç-dört yılda bir bu tür krizler görülüyor. Nitekim 1997-98’i de 2000-2001 krizi takip etmiştir. Geçtiğimiz aylarda yaşanan daha küçük çaplı çalkantı da (öncekiler çapında bir kriz denilemese de) kabaca aynı tempoya uyuyor görünmektedir. Bu son çalkantının sona erip ermediği, yani do-

8

Ağustos 2006 • sayı: 17

layısıyla yeni şokların kapıda olup olmadığı halen burjuva ekonomistleri arasında bile tartışma konusu. Bu da kriz riskinin her an mevcut olduğunu, genel durumun her an kırılabilir hassas dengelere dayandığını göstermektedir. 80’lerden itibaren uygulamaya koyulan krizi erteleyici politikalar ne gibi yönler içeriyordu? Elbette bu konuda söylenebilecek çok şey bulunuyor, ancak biz kendimizi özellikle krizlerle daha doğrudan bağlantılı yönlerle sınırlandıracağız. Elif Çağlı’nın şu satırları aslında o günlerden bu yana kapitalizmin genel durumunu anlamak için temel oluşturmaktadır: “Ekonomik yükselişin zorlama tedbirlerle uzatılmaya çalışılması, kapitalist hükümetlerin enflasyonist politikalar izleyerek dolaşımdaki kâğıt para miktarını ve borçlanmaları arttırması, yapay ve şişirilmiş bir ekonomik canlanma demektir. Sanayi üretimindeki görece düşüşe rağmen sermaye piyasalarında hızlanan spekülatif hareketler nedeniyle hayali bir sermaye şişkinliği gerçekleşir ve şişirilmiş bu balon eninde sonunda büyük bir patlamaya yazgılıdır. Belirli bir süre boyunca ekonomik canlanmayı sürdürmeye hizmet etmiş olan borçlar, biriken faizleriyle birlikte muazzam yekûnlara ulaştığında, gerek borçlarını ödeyecek olanlar ve gerekse alacaklarını tahsil edemeyenler açısından başlıbaşına bir problem haline gelir. Kapitalist ekonominin tekrar görece bir dengeye kavuşabilmesi için, birikimli krizin sonuçları itibarıyla yaşanması gerekir.” (age, s.56) Burada çizilen tablo özellikle 90’lardan bu yana artan ölçüde bir gerçekliktir. Para sermaye bu süreçte yeni yeni işlemler (türevler, vadeli kontratlar vs.) geliştirmiş, iletişim teknolojilerindeki yeni geliş-


Ağustos 2006 • sayı: 17

melerin de yardımıyla dolaşım hızını inanılmaz ölçüde arttırmış, böylelikle iyice girift bir hal almıştır. Bunlar genel olarak spekülasyonu çok daha karmaşık ve baş döndürücü hızla oynanan bir oyun haline getirmiş ve hızlı hareketi nedeniyle “sıcak para” denen olguyu ortaya çıkarmıştır. Trilyonlarca dolarlık devasa fonlar tarihte daha önce hiç görülmemiş bir hızda yerküre üzerinde kazanç sağlayabileceklerini umdukları her deliğe girip çıkarak oradan oraya uçmaktadır. Bu olgu yeni dönemin en çarpıcı olgularından biridir ve dünyanın şu ya da bu bölgesinde patlak veren (ama esasında sistemin bütününden kaynaklanan ve diğer bölgeleri de etkileyen) mali krizlerin tetikleyicisi rolünü oynamaktadır. Sermayenin dolaşımındaki bu çeşitlenme bir yandan ona büyük bir esneklik kazandırırken diğer yandan kontrol edilmesi daha da güçleşen bir karmaşa yaratmakta, sallantılı bir zemin üzerinde seyreden sistemde ani çöküşleri her an mümkün kılan bir belirsizlik doğurmaktadır. Bu husus birçok burjuva stratejist tarafından dile getirilmekte, hatta olası bir çöküşü önlemeye ya da etkilerini hafifletmeye dönük olarak yapılması gerekenler konusunda dünya ekonomisinin efendilerinin parmaklarını kıpırdatmaya pek niyetlerinin olmadığı da veryansın edilerek tespit edilmektedir. Gemi bir buzdağına doğru giderken herkesin gözü dönmüş bir tamahla kendi küpünü doldurmaya odaklandığı, tam da kriz dönemlerine özgü bir manzara. Tüm dünyayı bir ağ gibi sarmış olan bu olgu, sistemi iyice hassas hale getirmiştir. Öyle ki ABD Merkez Bankası başkanının kaş göz işaretlerinden bile anlamlar çıkarılmaya çalışılıyor, buna göre krizler çıkabiliyor, Japonya Merkez Bankasının %0 faizden %0,25 faize çıkması bile dünya ölçeğinde dalgalanmalara yol açıyor vs. Genel görünüm bir yandan küresel bir kumarhaneyi bir yandan da tımarhaneyi andırmakta. Kapitalizmin geldiği nokta budur.

Türkiye gibi ülkelerin durumu Geçtiğimiz Mayıs-Haziran döneminde Türkiye’yi de vuran çalkantıyı anlamak için Çağlı’nın yukarıdaki sözlerini bir kez daha hatırlayalım: “Ekonomik yükselişin zorlama tedbirlerle uzatılmaya çalışılması, kapitalist hükümetlerin enflasyonist politikalar izleyerek dolaşımdaki kâğıt para miktarını ve borçlanmaları arttırması, yapay ve şişirilmiş bir ekonomik canlanma demektir.” Yıllardır ekonomiyi yapay biçimde zorla canlandırabilmek için ucuz kredi maksadıyla belli başlı merkez bankaları faizleri çok düşük tutuyordu, öyle ki ABD’de bu faizler 2003 yılına gelindiğinde 1940’lardan bu yana en düşük seviye olan yüzde 1 seviyesine kadar inmişti. Japonya’da ise zaten yıllardır fiilen yüzde sıfır faizle kredi verilmekteydi. Bu elbette 2002’den bu yana özellikle ABD’de yaşanan büyümeye bir katkıda bulunduysa da bunu büyük ölçüde bir balon haline getirdi ve ortada muazzam bir likidite bolluğu oluştu. Doğal olarak bu para sermayeden nasiplenmek

marksist tutum

isteyen az ve orta gelişmiş ülkeler de (kod adı “yükselen piyasalar”) yüksek faiz vaat ederek bu fonları çekmeye çalıştı. Bu tür ülkelere 2003-2005 arasını kapsayan üç yıllık dönemde akan paranın miktarı 1998-2000’i kapsayan üç yıl içinde akan paranın iki katına yükselerek 902 milyar doları buldu. Türkiye de bundan nasiplenerek Kasım 2002 ve Nisan 2006 arası dönemde toplam 92 milyar dolar çekmişti. Mayıs-Haziran çalkantısı öncesi kurun yerlerde sürünmesinin ve borsanın da 44.000 puanlara yükselmesinin sebebi buydu. Borsadaki toplam hisse senedi sahipliğinin yüzde 65’inin yabancı olduğu biliniyor. Aynı merkez bankaları, meydana gelen enflasyonist baskı sonucu son zamanlarda faizleri arttırarak oluşan köpüğü çekmeye yöneldiler. ABD Merkez Bankası faizleri kademeli olarak yüzde 5’ler düzeyine çıkarırken, Japonya da on yıldan uzun süredir yürüttüğü sıfır faizi ilk kez yükseltme sinyalini vermiş ve ardından da yükseltmiştir. Japonya’nın durumunun özel bir ağırlık taşıdığı anlaşılıyor. Çünkü emeklilik fonları, sigorta fonları ve şahısların yatırımları gibi çeşitli biçimlerde olmak üzere Japonya’nın yurtdışında 2,5 trilyon doları bulunmakta, ki bu miktar diğer ülkelerin yurtdışında bulundurdukları fonların toplam miktarına eşit. Bu fonların çeşitli ülkelerden çekilip Japonya’ya dönmesi halinde ciddi sarsıntılar bekleniyor. Bu geri dönüş kısmen başlamış durumda. Bu kadarı bile Türkiye gibi ülkelerden hızlı çıkışlar yaşanmasına yetti ve kurun yükselmesi ve borsanın düşüşüyle kendini gösteren bildiğimiz çalkantı yaşandı. Bunlara paralel olarak Merkez Bankasının da para kaçmasın ya da geri gelsin diye, uzun süreden sonra düşürmeye başlamış olduğu faizleri hızlı bir şekilde yeniden yükseltmesiyle borsa-döviz-faiz üçgeni tamamlanmış oldu. Bununla da yetinmeyen hükümet, aylar önce almış olduğu, hisse senedi gelirlerinden yüzde 15 stopaj alma kararını öncelikle yabancılar için kaldırdı. Daha önceki krizlerde olduğuna benzer şekilde bu çalkantının gerçek faturası da burjuvazi tarafından işçi sınıfına çıkarılacaktır. Bunu genel söylem düzeyinde bırakmadan somut bir şekilde ortaya koymak, hem kapitalist işleyişin basit mekanizmalarının bilince çıkarılması bakımından, hem de özellikle kriz ve ekonomi konularındaki milliyetçi, devletçi yaklaşımların işçi sınıfının devrimci mücadelesine yabancı niteliğini sergilemek için zemin oluşturması bakımından yararlı olacaktır. Örneğin dövizin yükselmesinin işçi sınıfı açısından etkisi nedir? Öncelikle döviz cinsinden borçları ve maliyetleri olan işletmelerdeki işçilerin durumu daha da ağırlaşacaktır. Çünkü dövizin daha önceki ucuzlaması nedeniyle döviz cinsinden borçlanan işletmelerin borcu bu çalkantıyla birlikte bir anda yüzde 30 dolayında artmıştır. Bu döviz kredilerinin 2005 sonu itibariyle 100 milyar doları aştığı ve artış oranının da son beş yılda yüzde 100 civarında olduğu belirtiliyor. Bu yola yönelen şirket sayısının hayli fazla olduğu anlaşılıyor: “2005 yıl sonu itibariyle sektör bi-

9


marksist tutum

lançolarına göre, özel sektördeki şirketlerin toplam nakdi kredilerinin yüzde 76’sı döviz cinsi kredi. İmalat sanayiindeki şirketlerin toplam kredilerinin yüzde 78’i döviz borcundan oluşuyor. Sektörler itibariyle toplam kredileri içinde döviz borcu en yüksek olanlar, yüzde 84.6 ile tekstil, yüzde 83.8 ile ana metal, yüzde 82.2 ile ulaşım araçları sektörleri.” (Güngör Uras) İş bununla sınırlı değil. Dövizin daha önce ucuzlamış olması, ucuz ara malı ithalatını da patlatmıştır. Şimdi bu mallar da döviz oranında pahalanmış, dolayısıyla maliyetler de artmıştır. Sonuç olarak borçları ve maliyetleri artan bu yerli burjuvalarımız işçi çıkarmaya, ücret artışlarını kısmaya, hatta ücretleri azaltmaya, çalışma temposunu ve süresini arttırmaya, iki kişinin işini bir kişiye yaptırmaya yönelerek faturayı işçilere çıkarmaktadırlar. Faizlerin artışı ise öncelikle kapitalistlerin YTL cinsinden kredi bulmasını zorlaştırmıştır. Dolayısıyla döviz cephesindeki kayıpların YTL cephesinden telâfisi kapısı kapalıdır. Bu doğal olarak yatırımları ve büyümeyi düşürerek işsizliği ve diğer sonuçları körükleyecektir. Faizlerin yükselmesinin diğer önemli sonucu vergilere ilişkindir. Yükselttiği faizler nedeniyle borçları ve bütçe açığı riski artan burjuva devlet bunu telâfi etmek için bir yandan yükü esasen işçi ve emekçilerin sırtında olan dolaylı vergileri artırmaya, diğer yandan da başta eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik olmak üzere sosyal harcamaları kısmaya yönelmektedir. Sağlık alanında “tasarruf ” şimdiden can yakmaya başlamıştır. Diğer taraftan faiz artışı, her türlü faize sirayet etmek durumunda olduğundan, hayli ucuzlamış olduğu ve reklâmlarla gözüne sokulduğu için tüketici kredisi kullanan ve kredi kartı borcu olan işçi ve emekçiler de daha büyük bir borç yüküne maruz kalacaklar. Faturaya, IMF ağzından söyletilen asgari ücretin düşürülmesi, bölgesel asgari ücrete geçilmesi, kıdem tazminatlarının kaldırılması ve işten çıkarmanın kolaylaştırılması, sağlık harcamalarına sınır getirilmesi taleplerini; yeni Terörle Mücadele Yasasında “iş ve çalışma özgürlüğünü engelleyici” eylemlerin de terör suçu kapsamına alınmış olmasını ve daha nice maddeyi eklemek mümkün. Ayrıca çalkantı öncesi bol para döneminde yaratılan şişirilmiş talep nedeniyle, yakıcı etkisi yeteri kadar hissedilmeyen aşırı yüksek petrol fiyatlarının sonuçlarının şimdi muhtemelen daha da ağırlaşacağını hesaba katmak gerekiyor. Öte yandan dünya ekonomisindeki genel bozulmanın bir parçası olarak dünya ticaretindeki büyümenin hız kesmesi, ihracata bel bağlayanların da işini zorlaştırmaktadır, ki bu nedenle bu tür işletmelerde de işçiler benzer sonuçlarla karşılaşacaklar demektir, vs… Sonuç olarak tablo, işsizlik, yoksulluk, pahalılıkla belirlenen bir yıkım ve sefalet tablosudur.

10

Ağustos 2006 • sayı: 17

Örgütlenmekten ve mücadeleden başka çıkış yolu yok “Sıcak para”nın kaprisleri karşısında bir yandan devletlerin diz çöktüğünü, diğer yandan yerli burjuvazinin belli kesimlerinin içine düştüğü sıkıntıları görerek dehşete düşen milliyetçiler, küresel sermaye hareketleri ve sıcak paranın kapitalizmin gelişiminin kaçınılmaz ürünleri olduğunu kavrayamamakta, bu nedenle kapitalizme değil de sıcak paraya kızmakta ve sıcak parasız “milli” bir kapitalizm arzulamaktadırlar. Burada işçi sınıfını özellikle ilgilendiren yön, bunlar arasında kendilerini sol ya da sosyalist olarak niteleyenlerin hayli yaygın olmasıdır. Bunlar soruna işçi sınıfının perspektifinden değil, burjuva ya da küçük-burjuvanın “ulusal çıkar” perspektifinden bakmaktadırlar. Proleter devrimci yaklaşım işçi sınıfının uğrayacağı yıkıma ve faturayı kapitalistlere çıkarmak için mücadele yollarına odaklanırken, milliyetçilikle malûl bu kafa devletin ve yerli burjuvazinin çıkarlarına odaklanır. Krizler ve çalkantılar kapitalizmin tahripkâr doğasını açığa vururlar. Bunlar arızî olgular değildirler, sürekli olarak tekrarlanırlar. Bunlardan şu ya da bu “iktisat siyasetini” uygulayarak kurtulmak söz konusu değildir. Bu tür yaklaşımlar sol kılıklı olsalar bile birer aldatmaca olmaktan öteye gitmezler. Hele hele milliyetçi, devletçi, kalkınmacı, bürokratik planlamacı, otarşi (kendi kendine yetme) eğilimli, üçüncü dünyacı programlar işçi sınıfı için hiçbir surette çıkış yolu değildir. Bunların hepsi işçi sınıfının ücretli kölelik konumunun devamını varsayan özde burjuva programlardır. Burjuva oldukları gibi, birçok halde tarihin tekerini geri çevirmeye çalışan gerici bir nitelik de taşırlar. İşçi sınıfının programı tarihsel gelişmenin mantığına uygun olarak küresel kapitalizmi yıkmayı ve küresel düzeyde sömürüsüz, sınıfsız bir toplum düzeni kurmayı hedefleyen ilerici, devrimci, enternasyonalist bir programdır. Çalkantı şimdi durulmuş gibi görünse de işçi sınıfı açısından söz konusu ağır fatura ilerleyen aylarda daha belirgin bir şekilde ortaya çıkacaktır. Yeni çalkantı ve krizlerin çıkma ihtimali de cabası. İşçi sınıfı için bu dehşetten kurtuluşun tek yolu, bunların kaynağı olan kapitalizmi ortadan kaldırmaktır. Kapitalizm varoldukça krizler ve her türlü yıkımlar da varolmaya, hatta sistem daha da bunadığı için daha şiddetli hal alarak varolmaya devam edeceklerdir. Krizler de onları doğuran kapitalizm de bir kader değildir. İşçi sınıfı kapitalizmi ortadan kaldırmaya muktedirdir, yeter ki örgütlenerek kapitalizmi tarihin çöp tenekesine gönderme hedefiyle devrimci mücadeleye atılsın. 


Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /6 Mehmet Sinan

17. yüzyıl: Avrupa kapitalizme, Osmanlı “bozuk düzenli” despotizme yelken açıyor 17. yüzyılda Batı Avrupa sömürgeciliğin eşlik ettiği bir kapitalizme yelken açarken, aynı dönemde Osmanlı devleti derin bir malî bunalımın içinde debelenmekteydi. Osmanlının yaşadığı bu malî bunalım, hem yönetici devlet sınıfı içinde çıkar çatışmalarına, hem de toplumda sonu gelmez çalkantılara, karışıklıklara ve isyanlara yol açacaktı. Fakat, daha sonra da değineceğimiz üzere, bu isyanlardan hiçbirisi, toplumu dönüşüme uğratacak “devrimsel” nitelikte isyanlar düzeyine yükselemedi. Dolayısıyla Osmanlı toplumu, Avrupa’nın yaşadığı devrimsel nitelikteki sosyo-ekonomik ve siyasal dönüşümlerin hiçbirisini yaşamadı. Bunun temel nedeni ise, yapısı gereği Osmanlı toplumunun, Avrupa’dakine benzer nitelikte ekonomik ve sosyal dönüşümleri gerçekleştirebilecek “içsel dinamikler”den yoksun bulunmasıydı. Öte yandan, Batı ile ilişkiye geçtiği 17. yüzyıldan itibaren, Osmanlı toplumunun yaşadığı ekonomik, sosyal ve siyasal süreçler, asyatik sınıflı toplumlara özgü çok önemli bir gerçekliği de ortaya koymaktaydı: Batı ile ekonomik ilişkiler geliştiren ve dolayısıyla Batı kapitalizminin etkilerine açık hale gelen asyatik karakterli Osmanlı toplumunda, despotizmin eski “klasik” yapısını aynen sürdürebilmesi artık çok güç, hatta imkânsız bir şeydi. Batı ile ilişkilerini geliştirdiği 17. yüzyıldan itibaren, Osmanlı devleti artık “klasik bir despotizm” olarak değil, “düzeni bozulmuş bir despotizm”, ya da “melez bir despotizm” olarak varlığını sürdürebilecekti. Osmanlı devletinde merkezî hazineden geçinmeli (ulufeli) asker-memurların (yeniçeriler ve “sipah” denen kapıkulu sipahiler) sayısının sürekli artması, devletin giderlerini de anormal bir şekilde artırmıştı. Bir de bunun yanı sıra, despotik bir devlet için neredeyse temel bir “ekonomik faaliyet” haline gelmiş bulunan “fetih savaşları ve toprak zaptı”nın durmuş olması, Osmanlı devletinin derin bir malî bunalımın içine sürüklenmesine yetmişti. Öte yandan, Batı’dan gelen para ve fiyat hareketlerinin

Batı ile ilişkiye geçtiği 17. yüzyıldan itibaren, Osmanlı toplumunun yaşadığı ekonomik, sosyal ve siyasal süreçler, asyatik sınıflı toplumlara özgü çok önemli bir gerçekliği de ortaya koymaktaydı: Batı ile ekonomik ilişkiler geliştiren ve dolayısıyla Batı kapitalizminin etkilerine açık hale gelen asyatik karakterli Osmanlı toplumunda, despotizmin eski “klasik” yapısını aynen sürdürebilmesi artık çok güç, hatta imkânsız bir şeydi. Batı ile ilişkilerini geliştirdiği 17. yüzyıldan itibaren, Osmanlı devleti artık “klasik bir despotizm” olarak değil, “düzeni bozulmuş bir despotizm”, ya da “melez bir despotizm” olarak varlığını sürdürebilecekti.

11


marksist tutum

ekonomi üzerindeki sarsıcı etkileri de, yaşanan malî bunalımın tuzu biberi olmuştu. İşte tüm bu olumsuz faktörlerin bir araya gelmesi sonucunda, Osmanlı devleti için çok sıkıntılı ve çalkantılı bir dönem başlamış oluyordu. Bu çalkantılı dönemde, Osmanlı devletinin giderleri neredeyse gelirlerinin üç katına çıkmış bulunuyordu. Bu durumda, merkezî hazineye acil gelir kaynakları sağlama telâşına düşen Osmanlı yönetici sınıfı (kapıkulu bürokrasi), gelir getirebilecek her kaynağa el atmaya başladı. Ne var ki, ekonomisi bütünüyle tarıma dayalı “asyatik bir üretim tarzı”nın dar çerçevesi içine sıkışıp kalmış bulunan Osmanlı devletinin, tarım gelirleri dışında el atabileceği başkaca bir önemli gelir kaynağı da bulunmuyordu. Bu şartlar altında Osmanlı yönetici sınıfı, hazineye doğrudan nakit girişi sağlamak amacıyla, üç yüz yıldan beri yürürlükte olan ve bir bakıma Osmanlı despotizminin alâmet-i farikası haline gelmiş bulunan geleneksel toprak rejiminde (askerî tımar sistemi) esaslı bir değişikliğe gitmek zorunda kaldı. Toprak rejiminde yapılan bu değişiklik, Osmanlı despotizminin sosyo-ekonomik yapısında ve iç siyasal dengelerinde büyük sarsıntılara yol açacak kertede önemli bir değişiklikti. Bu önemli değişiklikten ilk ağızda etkilenenler, yaşamını kırsal alanda sürdüren reaya (çiftçiler) ve tımar beyleri (sipahiler) oldular. Fakat bu etkilenme onlarla da sınırlı kalmadı. Toprak rejiminde yapılan değişiklik, bir yandan Osmanlı’nın sosyal bünyesinde derin sarsıntılara, karışıklıklara ve isyanlara (Suhte ayaklanmaları ve Celali isyanları) yol açarken, diğer yandan devletin işleyiş mekanizmalarında ve bizzat yönetici bürokrasi içinde yozlaşmalara neden oldu. Bu durum, despotik sistemde esaslı bir “düzen bozukluğu”na yol açtı. “Bozuk düzenli despotizm” diye tanımladığımız bu dönem tam iki yüz yıl (17 ve 18. yüzyıllar) sürmüş ve Osmanlı’nın bir yarı-sömürge haline gelmesiyle sonuçlanmıştır. Toprak rejiminde yapılan esaslı değişikliğin ardından gelen bu “bozuk düzenli despotizm” döneminin, “klasik despotizm” döneminden hangi noktalarda farklılaştığını ve nasıl bir sosyo-ekonomik yapılanmaya yol açtığını tam olarak anlayabilmek için, Osmanlı toprak rejiminin, değişiklikten önceki ve sonraki durumuna biraz daha yakından bakmak gerekiyor. Böylece, bu iki dönem arasındaki farklılığı daha iyi kavrama olanağına da sahip olabileceğiz.

Osmanlı’nın klasik toprak rejimi, toprağa nasıl bir düzen getirmişti? Bilindiği üzere, Osmanlı’nın klasik despotizm dönemi esas olarak Fatih Sultan Mehmed’le başlamıştır. Mirî toprak rejimi uygulamasının yaygınlaştırılması ve genel bir kural haline getirilmesi de esasen bu dönemde olmuştur. Uygulanan bu toprak rejimine göre, fethedilen tüm tarımsal toprakların çıplak mülkiyeti (rakabe) tamamen devle-

12

Ağustos 2006 • sayı: 17

te ait (mirî) oluyordu. Devletin bu “üstün mülkiyet hakkı”, mutlak bir hak olup, devletin topraklar üzerindeki siyasi, hukuki ve idari hükümranlığını ifade ediyordu. Genel bir kural olarak, devlet, mülkiyeti kendine ait olan bu tarımsal topraklar üzerinde, doğrudan üreticilerin (reaya denen çiftçilerin) sömürülmesi esasına dayanan vergisel (malî) bir düzen kuruyordu. Bu vergisel düzenin işleyişi: Osmanlı devleti, hükümranlığı altındaki tarımsal toprakların (mirî arazi) işletilmesini, yani ekonomik kullanım (tasarruf ) hakkını, bu topraklar üzerinde yaşayan veya sonradan bu topraklara yerleştirilen müslim ve gayri müslim reaya-çiftçilere bırakıyordu. “Reayanın tasarrufuna bırakılan arazinin miktarı sınırsız olmayıp, toprağın verimine göre, 80 ilâ 150 dönüm arasında değişen ‘çiftlikler’ olarak tahdit edilmişti. Her ailenin elinde bir yahut iki çiftlik bulunması mümkündü.” (M. Akdağ’dan aktaran İsmail Cem, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, Cem Y., 1979, s.50) Çift, bir çift öküzle işlenebileceği düşünülen bir toprak parçası idi. Toprak tasarrufunda temel birim (dolayısıyla vergiye de esas olan birim) işte bu “çift” denen toprak parçası idi. “Çiftlik” kavramı da buradan geliyordu. Klasik despotizm düzeninde, toprağı işleyen reayanın devletin “daimî kiracısı” konumunda olması, onu toprağa bağımlı kılan ve dolayısıyla topraktan kopmasını engelleyen bir faktördü. Reaya adeta toprakla bütünleşmiş ve toprağın bir parçası haline gelmişti. Yıllarca aynı toprak parçası üzerinde kendisine yüklenen üretim fonksiyonunu, babadan oğula geçen bir süreklilik içinde sürdürmek zorundaydı. Görüleceği üzere bu bağımlılık, insanı insana değil, insanı toprağa bağlayan bir “bağımlılık” ilişkisidir. Reaya toprağa bağlıdır, ama Batı feodalitesinde olduğu gibi, bir kişiye (efendiye) bağımlı değildir. Çiftliği tasarrufunda bulunduran reaya, devletin daimî kiracısı sayılıyor ve her bakımdan devletin “koruması” altında bulunuyordu. Devlet reayayı koruyacak, gözetecek, reaya da yaptığı üretimle devleti besleyecekti; kural bu! Devlet, mirî toprakları işleyen müslim ve gayri müslim reayadan, toprak kirası (icar) olarak “çift resmi” ve “öşür” denen bir vergi almaktaydı. Çift resmi, topraktan alınan sabit bir vergiydi ve nakdî olarak doğrudan merkezî hazineye (devlete) ödeniyordu. Öşür ise reayanın ürettiği ürün üzerinden aynî olarak (bölgelere ve toprağın verimine göre onda bir, sekizde bir, beşte bir vb. oranında) alınan bir vergiydi. Öşür, doğrudan merkezî hazineye değil, devletin asker-memuru sayılan tımarlı sipahiye “ürün olarak” ödeniyordu. Tabii, sabit toprak vergisi ve değişken üretim vergisi gibi temel vergiler dışında, reayanın devlete ödemekle yükümlü olduğu daha pek çok çeşit vergi (örneğin harçlar, cezalar, fetih seferleriyle ilgili ola-


Ağustos 2006 • sayı: 17

ğanüstü savaş vergileri vb.) vardı. Kısacası Osmanlı devleti, reayanın ürettiği tüm üründen düzenli bir vergi almaktaydı. Aslında bu vergiler, toprak sahibi olarak devletin, doğrudan üreticiden (köylüden) çekip aldığı “toprak rantı”ndan başka bir şey değildi. Marx’ın da belirttiği gibi, kapitalizm öncesi Doğu toplumlarında despotik devletin “vergi” adı altında gerçekleştirdiği bir sömürü biçimiydi bu. Müslim ve gayri müslim reayanın sırtına bindirdiği “vergiler” sayesinde, Osmanlı devleti de reayanın ürettiği artık-ürün kütlesinin büyük bir kısmına el koymuş oluyordu. İşte Osmanlı’nın o muazzam bürokratik-despotik devlet makinesi, reayadan çekilip alınan bu artık-ürün kütlesi sayesinde ayakta duruyordu. Padişah ailesi, kapıkulları, beyler, paşalar, vezirler, kadılar, müderrisler vb., yani despotik devlet makinesini oluşturan asalak Osmanlı bürokrasisinin tümü, müslim ve gayri müslim doğrudan üreticinin (reayanın) sırtından geçiniyordu. İlerde göreceğimiz üzere, fetihler ve toprak genişlemesi sayesinde 17. yüzyıla kadar tıkır tıkır işlemiş olan bu bürokratik-despotik makine, ilkin toprak düzeninde, sonra da diğer mekanizmalarda meydana gelen arızalar ve bozulmalar nedeniyle esaslı bir şekilde sarsılmış ve belli bir tarihten sonra da “ayarı bozuk bir saat” gibi işlemeye başlamıştır. Savaş zamanında orduya katılan, barış zamanında ise tımarlarının başında duran ve merkezî otorite (padişah) tarafından tımar gelirlerini (vergileri) toplamaya memur kılınan tımar beyleri, hiçbir zaman bağımsız bir sınıf (bir toprak soyluluğu sınıfı) oluşturmuyorlardı. Klasik despotizm düzeninde, toprağı işleyen reayanın devletin “daimî kiracısı” konumunda olması, onu toprağa bağımlı kılan ve dolayısıyla topraktan kopmasını engelleyen bir faktördü. Reaya adeta toprakla bütünleşmiş ve toprağın bir parçası haline gelmişti. Yıllarca aynı toprak parçası üzerinde kendisine yüklenen üretim fonksiyonunu, babadan oğula geçen bir süreklilik içinde sürdürmek zorundaydı. Görüleceği üzere bu bağımlılık, insanı insana değil, insanı toprağa bağlayan bir “bağımlılık” ilişkisidir. Reaya toprağa bağlıdır, ama Batı feodalitesinde olduğu gibi, bir kişiye (efendiye) bağımlı değildir. Öte yandan, reayanın toprak üzerindeki tasarruf (toprağı kullanma-zilyedlik) hakkı, daimî olan ve mirasla geçebilen (irsî) bir haktı. Ne var ki, reayanın sahip olduğu bu “tasarruf ” hakkı, mutlak anlamda bir “özel mülkiyet” hakkı olmaktan da çok uzaktı. Çünkü reaya, kendi zilyedinde olan toprağı (çiftliği), hiçbir biçimde başkasına satamaz, devredemez veya bağışlayamazdı. Osmanlı’nın toprakta uyguladığı “dirlik” (askerî tımar) düzeni: Osmanlı devleti her bölgedeki ekilebilir toprakları, kendisine sağlayacağını tahmin ettiği vergi ge-

marksist tutum

lirine göre, “tımar” denen birimlere ayırıyordu. Tımarlar, Osmanlı’nın askerî-malî gücünü ayakta tutan tarımsal temelli bir “gelir kaynağı” idiler. Devlet bu tımarları, kendi hizmetinde çalışan çeşitli düzeyde askerî görevlilerine birer geçim kaynağı (dirlik) olarak tahsis ediyordu. Dirlik, bir nevi maaş yerine geçen bir gelir kaynağı idi. Devletten dirlik alanlar, toprağın gelirinden yararlanma (intifa) hakkına, yani reayanın ödeyeceği vergilerin bir kısmını, kendi geçimlerini sağlamak üzere doğrudan toplama yetkisine sahip oluyorlardı. Görüleceği üzere, dirlik sahibi burada toprağın kendisine değil, yalnızca ve belirli bir süre için “gelirine” sahip olmaktadır. Bu bakımdan, dirlik sahibinin burada elde ettiği hak, kendi özel toprak mülkiyetinden kaynaklanan “ekonomik bir hak” olmayıp, devlet hizmetinde bulunmasından kaynaklanan, göreve bağlı fiskal (malî) nitelikte bir haktır. Dirlik sahibinin toprakta çalışmak (“doğrudan üretici” olmak) veya toprağın “işletmecisi” olmak gibi bir durumu yoktur. Dolayısıyla, toprak üzerinde üretimle ilgili kararları (yani ekonomik kararları) o vermemektedir. Aşağıda değineceğimiz üzere, toprağın nasıl işleneceğine, ne ekilip ne biçileceğine karar veren, aslında toprağa tasarruf eden, yani reayadır. Öte yandan, bu sistemde toprağın kuru mülkiyeti (rakabe) devlete ait olduğundan, dirlik sahibinin kendisine tahsis edilen dirliği (tımar toprağını) herhangi bir biçimde bölmesi, parçalaması, bir başkasına satması veya devretmesi, ya da devletin izni ve rızası olmaksızın çocuklarına miras bırakması söz konusu olamazdı. Genel bir kural olarak dirlikler padişahtan, yani merkezî idareden çıkan bir imtiyaz fermanıyla verilir ve bu belgeye “tezkire” veya “berat” denirdi. Bir tımarı meydana getiren temel unsur, toprağı ve sakinleriyle birlikte köylerdir. Osmanlı’da köyler, doğrudan üretici konumunda olan onlarca “reaya hanesi”nden (dolayısıyla reaya çiftliğinden) oluşmaktaydı. Bu durumda, bir veya birden çok köyü kapsayan bir tımar, pek çok reaya hanesini ve dolayısıyla reaya çiftliğini bünyesinde barındırmış oluyordu. Bazen de tersine, bir köyü oluşturan haneler (reaya çiftlikleri) beşerli veya onarlı gruplar halinde bölünüyor ve bu gruplar birkaç tımar beyi (sipahi) arasında paylaştırılıyordu. Dolayısıyla, Osmanlı tımar sisteminde “büyük köyleri, kasabaları, hatta şehirleri ve limanları içeren büyük tımarlar olduğu gibi, bir tek köyü bölüşen küçük tımarlar da vardı.” (Halil İnalcık’tan aktaran Stefanos Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, c.1, s.240) Dirlikler sağladıkları vergi gelirlerinin önemine ve büyüklüğüne göre üçe ayrılmaktaydı: Yıllık vergi gelirleri 100 bin akçenin üstünde olan dirliklere “has”, 20-100 bin akçe arasındakilere “zeamet”, 3-20 bin akçe arasındakilere de “tımar” deniyordu. Has’lar, başta padişah olmak üzere yüksek yönetici bürokrasiye (sadrazam, vezir, defterdar, beylerbeyi, sancak beyi vb.) ayrılmaktaydı. Zeamet

13


marksist tutum

ise, tımarlı sipahilerin en büyük komutanları olan alay beylerine ve merkezde görev yapan yüksek memurlara verilmekteydi. Has ve zeamet sahipleri kendilerine ayrılan dirlik topraklarında oturmak zorunda değillerdi. Bürokrasinin üst tabakasını oluşturan bu kesimler, Osmanlı’nın bir nevi askerî yönetim karargâhları konumunda olan şehirlerde otururlardı. Dirliğin en yaygın olan türü, sisteme de adını vermiş olan “tımar” birimi idi. Tımarlar, devletin toprak zaptı için yaptığı savaşlarda yararlılık gösteren savaşçılara “ihsan” edilirdi. Tarımsal alanda “askerî görevler” üstlenen bu savaşçılara tımarlı sipahi veya tımar beyi deniyordu. Tımar beyleri askerî seferlere katılmak ve beraberlerinde kendi yetiştirdikleri ve donattıkları belli sayıda asker (cebeli) getirmekle yükümlüydüler. Tımar beyleri, devletin kendilerine tahsis ettiği yıllık tımar gelirinin ilk üç bin akçelik kısmından sonraki her üç bin akçelik kısmı için, bir cebeli hazırlamak zorundaydılar. Osmanlı askerî sınıfının en alt kesimini oluşturan tımarlı sipahiler, 16. yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı ordusunun en önemli ve sayıca en kalabalık savaş gücünü oluşturdular. Örneğin, “Osmanlı tımar sistemi, 16. yüzyılda sayıları Rumeli eyaletlerinde yaklaşık 75 bin, Anadolu eyaletlerinde de 92 bin olarak hesaplanan bir sipahi ordusunun hazır tutulmasını sağlıyordu”. (Kaynak: Ana Britannica) Aşağıda göreceğimiz üzere, savaş zamanında orduya katılan, barış zamanında ise tımarlarının başında duran ve merkezî otorite (padişah) tarafından tımar gelirlerini (vergileri) toplamaya memur kılınan tımar beyleri, hiçbir zaman bağımsız bir sınıf (bir toprak soyluluğu sınıfı) oluşturmuyorlardı. Hele Fatih devrinden itibaren, merkezî devletin despotik yapılanması daha da pekişince, bu kesimin toprak üzerindeki gücü iyice kırılacaktı. Sonuç olarak, Osmanlı toprak sistemine özgü bir sosyal kategori olan ve Osmanlı yönetici sınıfının (bürokratik korporasyonun) en alt kesiminde yer alan “tımarlı sipahi”, zaman içinde tasfiyeye uğrayan bir unsur olmaktan öteye geçememiştir.

“Reaya-sipahi” ilişkisi ile “serf-senyör” ilişkisi aynı karakterde bir ilişki midir? Bu oldukça tartışmalı bir konudur. Soruyu doğru bir şekilde yanıtlayabilmek için, bu kez de Batı feodalitesindeki serf-senyör ilişkisinin hangi tarihsel koşullarda ortaya çıktığına ve nasıl bir içeriğe sahip olduğuna biraz bakmamız gerekecek. Bu bize aynı zamanda, Osmanlı’nın despotik sistemi ile Batı’nın feodal sistemi arasında bir karşılaştırma yapma olanağı da sağlayacaktır. Osmanlı toprak sisteminin iki temel unsuru olan tımar beyi (sipahi) ile reaya (çiftçi) arasındaki ilişkinin Batı feodalitesindeki senyör-serf ilişkisiyle aynı olduğunu varsayan pek çok tarihçi ve sosyal bilimci, bu varsayımdan hareketle, Osmanlı toplumunun da feodal bir top-

14

Ağustos 2006 • sayı: 17

lum olduğu sonucuna çıkmıştır. Yüzeysel bir değerlendirmeyle yetinildiğinde, senyör ile sipahinin ve serf ile reayanın birbirine benzedikleri söylenebilir pekâlâ. Ama üretim sürecindeki rolleri, üretim aracıyla (yani toprakla) olan mülkiyet bağları ve toplumsal statüleri bakımından yapılan daha ciddi ve daha derinlemesine tahliller, birbirine benzeseler bile bu unsurların gerçekte farklı üretim tarzlarının ürünü olduklarını ve farklı sosyo-ekonomik kategorileri ifade ettiklerini ortaya koymaktadır. Batı Avrupa’da 9. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar, yaklaşık beş yüz yıl varlığını sürdüren feodalizm, bir yandan askerî temelde oluşmuş büyük “özel” toprak mülkiyetine (toprak senyörlüğü) ve bu mülkiyet çerçevesinde gelişen üretim ilişkilerine (servaj sistemi veya “serflik” denen ilişkiler) dayanmaktaydı. Diğer yandan ise, üst sınıfların, yani büyük toprak sahibi soyluların kendi aralarında bir “korunma mekanizması” olarak geliştirdikleri “adam adama” bağlara (vassalite) ve bu amaçla yapılmış “biat” sözleşmelerine dayanıyordu. Yüzeysel bir değerlendirmeyle yetinildiğinde, senyör ile sipahinin ve serf ile reayanın birbirine benzedikleri söylenebilir pekâlâ. Ama üretim sürecindeki rolleri, üretim aracıyla (yani toprakla) olan mülkiyet bağları ve toplumsal statüleri bakımından yapılan daha ciddi ve daha derinlemesine tahliller, birbirine benzeseler bile bu unsurların gerçekte farklı üretim tarzlarının ürünü olduklarını ve farklı sosyo-ekonomik kategorileri ifade ettiklerini ortaya koymaktadır. Batı feodalitesi açısından burada değinmemiz gereken bir başka ayırt edici nokta ise, “fief ” sistemiyle ilgilidir. Erken ortaçağda, yani daha feodalizm henüz ortaya çıkmadan önce, fiefler, Cermen askerî şeflerin askerî maiyetlerine (vassallarına) geçim kaynağı (dirlik) olarak bağışladıkları bir toprak gelirini ifade ediyordu. Fief ya da beneficium denen bu toprak geliri (ücret-toprak), kral ya da askerî şef tarafından bir görev karşılığı olarak verilen ve gene onlar tarafından geri alınabilen geçici bir haktı. Yani, miras yoluyla geçen ve sürekliliği olan bir hak değildi henüz fief. Tıpkı Osmanlı’nın dirlik sisteminde olduğu gibi, sahibine toprağın mülkiyetini değil, yalnızca gelirini (intifaını) kazandırıyordu. İşte bu haliyle fief Osmanlı’daki tımara, fief sahibi (vassal) ise Osmanlı’daki sipahiye benzemektedir. Ama dikkat edilsin, tüm bu benzerlikler, Avrupa’nın feodalizm öncesi dönemindeki oluşumlar bakımından bir benzerliktir. Oysa feodalizm çağında, yani 10. ve 11. yüzyılların Avrupa’sında karşımıza çıkan “fief ”, artık o eski fief değildir. Fief, çoktan vassalın mülkü olmuştur ve geri alınması artık söz konusu değildir. Fief sahibi vassal, fiefi üzerinde her türlü tasarruf hakkına sahiptir, onu başkasına devir ve temlik edebilmektedir. Kısacası, feodal çağda fief, artık feodal bir mül-


Ağustos 2006 • sayı: 17

kiyet biçimi olarak, feodal beyin (senyör) işletmesini meydana getirmekteydi. Feodalizmin ileri aşamalarında, fief sahibi soyluların topraklarında “senyörlük” veya “manor” denen bir üretim örgütlenmesi uygulanıyordu. Manor, sıkı bir bağımlılığın birleştirdiği iki parçadan oluşmaktaydı. “Bir yanda, tarihçiler tarafından ‘domaine’ veya ‘rezerve’ olarak adlandırılan ve senyörün tüm ürünlerine doğrudan el koyduğu parça; diğer yanda da, küçük ve orta büyüklükteki köylü işletmeleri olan ‘tenure’ler. Bu işletmeler, senyörlük toprağının büyüklüğüne göre az veya çok olarak domaine avlusunu çevrelemektedirler.” (M. Bloch, Feodal Toplum, Gece Y., 1995, s. 205) Bu feodal işletmelerde manor sahibinin (senyörün) en üstte yer alan hakkı, manor içindeki bağımlı köylülerin (serflerin) evleri, emekleri ve tarlaları üzerinde de geçerli olmaktaydı. Senyörün serfler üzerine, aynî-nakdî ödentiler ve angarya yükleme hakkı bulunuyordu. Serflerin başlıca yükümlülüğü, tüm ürünleri senyöre ait olan, senyörün reserve işletmesini ekip biçmekti. Bunun için her serf, haftanın birkaç gününü senyörün bu reserve toprağında çalışmaya ayırmak zorundaydı. Ayrıca da pek çok vergi ve ödentilerle yükümlülük altına sokulmuşlardı serfler. Serflerin, kendi senyörlerinden başka, bir de o yörenin bölge senyörüne karşı, banalites olarak bilinen yükümlülükleri vardı. Örneğin serfler, bölge senyörüne ait değirmeni, ekmek fırınını, üzüm cenderesini veya bira imalathanesini vb. bir para ödeyerek kullanmak zorundaydılar. Bu işleri kendi olanaklarıyla yapabilecek olsalar bile, bunu para ödeyerek senyörün işletmesinde yapmak zorundaydılar. (aktaran Selim Somçağ, Avrupa Feodalizminin Evrimi, Bağlam Y., 1994, s.13) Feodalizmin kuruluş aşamasında, ellerinde serbest çiftlikler (alodlar) bulunan “bağımsız” köylüler hâlâ mevcuttu. Bunun yanı sıra, bir senyöre ait araziyi kullanmaktan dolayı senyöre bağımlı hale gelmiş köylüler hukuken üçe ayrılıyordu: “Özgür” kökenliler, bağımlılar ve köle kökenliler. İkinci ve üçüncü grupta yer alanlar, aslında erken ortaçağda (Roma’nın çöküşü ve Cermen istilaları sırasında) ortaya çıkan toprağa bağlı kiracı çiftçilerin (kolonuslar) ve köle kökenlilerin devamıydılar. Birinci gruptakiler, yani “özgür” olanlar ise, feodalizmin başlangıç döneminde topraklarını yitirerek “bağımlı” hale gelmişlerdi. Nitekim feodalizmin ilerleyen dönemlerinde, serbest toprak (alod) sahibi diğer özgür köylüler de topraklarını ve bağımsızlıklarını yitirerek (senyörlere kaptırarak), birer bağımlı köylü (serf ) haline geleceklerdi. Batı Avrupa’da feodalizm, en yüksek aşamasına “manoryalizm”de ulaştı. Bu aşamada feodal bey, hem kendi “reserve”inde büyük bir üretimci olarak görünürken, hem de kendi egemenliği altında bulunan “bağımlı” köylülerin “başkumandanı”, “başefendisi”, “yargıcı” idi. Feodal beyin işlerinin çoğunu kahyâları yürütmekteydi. Fakat kendisi de bir işletmeci olarak, çiftliklerinin gelir işle-

marksist tutum

riyle doğrudan ilgilenmekteydi. Nitekim tarımda kapitalizmin gelişmesi sürecinde, toprak beylerinin (lordlar) bu konumunun önemli bir rolü olmuştur. Osmanlı’nın kurduğu “despotik sistem”de ise, şu yukarda anlattığımız feodal oluşumların ve işleyişlerin hiçbirisi yoktu. Ne toprakta büyük özel mülkiyet (toprak senyörlüğü), ne bir “toprak soyluluğu” sınıfı, ne de kişileri biat sözleşmeleriyle aşağıdan yukarıya/yukarıdan aşağıya birbirine bağlayan kişisel tâbiyet bağları (vassallık ilişkileri) mevcuttu. Bir kere fethedilen tarımsal toprakların mülkiyeti, daha baştan ve genel bir kural olarak “devlete ait” olduğu ve hep de öyle kaldığı için, Osmanlı’da büyük özel toprak mülkiyeti sahipliğine dayanan bir “toprak soyluluğu” sınıfının oluşabilmesi zaten mümkün değildi. Osmanlı sisteminde gerçek anlamda mutlak siyasal güç sahibi, padişah, yani Devlet-i Âli’yi şahsında temsil eden “büyük despot” idi. Tanrının yeryüzündeki “elçisi” sıfatıyla, toprağın tek hâkimi ve toplumun tek efendisiydi o! Onun mutlak iktidarı, tüm toplumun tepesine çöreklenmiş olan “bürokratik-despotik” devlet makinesinin merkezî gücünde ifadesini bulmaktaydı. Osmanlı’nın kurduğu “despotik sistem”de ise, şu yukarda anlattığımız feodal oluşumların ve işleyişlerin hiçbirisi yoktu. Ne toprakta büyük özel mülkiyet (toprak senyörlüğü), ne bir “toprak soyluluğu” sınıfı, ne de kişileri biat sözleşmeleriyle aşağıdan yukarıya/yukarıdan aşağıya birbirine bağlayan kişisel tâbiyet bağları (vassallık ilişkileri) mevcuttu. Bir kere fethedilen tarımsal toprakların mülkiyeti, daha baştan ve genel bir kural olarak “devlete ait” olduğu ve hep de öyle kaldığı için, Osmanlı’da büyük özel toprak mülkiyeti sahipliğine dayanan bir “toprak soyluluğu” sınıfının oluşabilmesi zaten mümkün değildi. Oysa Batı feodalitesinde, Osmanlı’daki gibi mutlak bir siyasal güçten ve merkezî kamu otoritesinden söz etmek mümkün değildir. Çünkü feodalizmde siyasal iktidar ve kamu otoritesi, yerel feodal beyler arasında parçalanmış durumdaydı. En tepede duran kral bile, gerçekte mutlak bir güç sahibi değildi. O da siyasal iktidarını, kendisi gibi büyük toprak sahibi (senyör) olan diğer soylularla paylaşmak zorundaydı. İşte bu nedenledir ki, Batı feodalitesinde, en alttaki şövalyeden en tepedeki krala (senyörlerin senyörü) kadar uzanan ve aşağıdan yukarıya/ yukarıdan aşağıya tüm soyluları tâbiyet bağlarıyla ve biat sözleşmeleriyle birbirine bağlayan bir vassalite hiyerarşisi oluşmuş durumdaydı. Aynı zamanda bu hiyerarşi, feodalizmin ayırt edici bir özelliğini de yansıtmaktaydı. Şöyle ki, bu vassalite hiyerarşisinin üst mertebesinde bulunan bir senyör, kendi altındaki vassalını atlayarak, onun altındaki vassala müdahale edemez, emir veremez veya bir talepte bulunamazdı. Her vassal, yalnızca tâbi olduğu

15


marksist tutum

kendi üst senyöründen (süzereninden) emir alırdı. Bu da gösteriyor ki, feodal vassalite hiyerarşisinin, ya da bağlılık zincirinin halkaları arasında doğrudan geçişli bir işleyiş bulunmamaktadır. Bunun anlamı şudur ki, Batı feodalitesinde bir soylu yalnızca ve bizzat kendi elinde bulundurduğu topraklarda gerçek hükümranlık haklarına sahip olabilirdi. Kendisinin ya da kendisinden önce atalarının bir başkasına (vassala) temlik etmiş olduğu fief toprakların yönetimine artık karışamazdı. İşte bu nedenledir ki, feodal çağ Avrupa’sındaki ülkeler, çok sayıda irili ufaklı feodal parçadan oluşan mozaikler haline gelmiş bulunuyordu. Toplumda bir bütün olarak soyluluğun tekelinde olan siyasi güç ise, her bir mozaik parçasında bulunan iktidar odakları arasında paylaşılmış durumdaydı. Bu yüzden, feodalizmde siyasal iktidar hiçbir zaman tek bir merkezde odaklanmıyordu. Batı feodalitesi ile Osmanlı despotizmi arasında, zorlanırsa birtakım “benzerlikler” bulunabilir pekâlâ. Ama böyledir diye, bu iki sistem arasındaki temel tarihsel farklılığı göz ardı ederek, onların “aynı” ya da “özdeş” sistemler olduğunu (yani her ikisinin de feodalizm olduğunu) iddia etmek saçmalıktan öte bir şey olmaz. Batı feodalitesinde, her feodal beyin kendine ait bağımsız bir “iktidar küresi” oluşmuş bulunuyordu. Feodal hiyerarşi içerisinde hem bir vassalın süzereni konumunda olan, hem de kendisi bir süzerene vassal olan feodal bey (senyör, lord), kendi senyörlük alanının sınırları içindeki köylüler üzerinde askerî, siyasi, hukuki, idari tek otorite sahibi idi. Ve köylülerin ürettiği artık-ürüne iktisat dışı bir zor mekanizması yoluyla el koyma hakkına sahip bulunuyordu. “Senyörlük” veya “manor” olarak adlandırılan feodal beyin hükümranlığı altındaki bu topraklar, feodal sistemin çekirdeğini oluşturmaktaydı. Baştan beri ekonomik görüntüsü ağar basan bu senyörlükler, feodal beylerin “doğrudan gelir getirici” işletmeleri konumundaydılar. Şimdi “senyör-serf ” ilişkisi ile “sipahi-reaya” ilişkisine, şu yukarıdaki açılımlar çerçevesinde yeniden bakmak gerekiyor. Burada serf ile reayanın ve senyör ile sipahinin konumu aynı mıdır gerçekten? Bir kere feodal sistemde serf, her açıdan (ekonomik, siyasi, hukuki, idari) senyörüne bağımlıdır. Oysa Osmanlı’da reaya, tımar sahibine (sipahi veya kula) bağımlı değildir. Özel hukuk açısından reaya, eğer müslümansa şeriata ve kadıya, hıristiyansa kilisesine bağlıdır. Ama bu bir ekonomik ve siyasal “bağımlılık” değil, yalnızca bir özel hukuk bağlılığıdır. Öte yandan, tüzel hukuk açısından, yani devletle olan ilişkileri (malî, siyasi vb.) bakımından reaya, sipahiye bağlıdır, ama “bağımlı” değildir. Çünkü sipahinin hukuksal ve siyasal gücü, kendisinde bulunan bir hakkın gereği değil, devletin bir memuru olması sıfatıyla, devletin müsaade ettiği sınırlar içinde kullandığı “sınırlı” bir yetkinin gereğidir. Özetle, reaya

16

Ağustos 2006 • sayı: 17

sipahinin değil, devletin “bağımlı” köylüsüdür. Yüzlerce yıl süren bu “devlete bağımlılık” içindeki yalıtılmışlık konumu, reayanın ortak bir sınıf bilinci geliştirmesini ve bu temelde bağımsız bir sınıf hareketi oluşturmasını engellemiştir. Senyör ile sipahinin karşılaştırılmasına gelince: Daha önce de belirttiğimiz üzere, en temel ayrım, senyörün özel toprak mülkiyeti sahibi olması, sipahinin ise toprak mülkiyetinden yoksun bulunmasıdır. Dolayısıyla senyörün toprak üzerindeki konumu, hem bir küçük “hükümdar” hem de bir tarım üretimcisi, bir “işletme sahibi çiftçi” konumudur. Senyörün bu konumu, devlet tarafından bu topraklara “görevli” olarak atanmış olmasından değil, toprağın özel mülkiyetine sahip olmasından kaynaklanıyordu. Oysa sipahi, devlet tarafından atanmış bir görevlidir ve ne üretimcilikle, ne işletmecilikle bir ilgisi vardır. O yalnızca, reayanın devlete ödeyeceği vergileri toplamakla ve reayayı denetlemekle yükümlü bir asker-memur statüsündedir. Özetle diyebiliriz ki, “feodal bey (senyör) ekonomik bir sürecin içinde, tımarlı bey (sipahi) ise devletsel ve fiskal (malî) bir sürecin içinde yer alan kişilerdir.” (Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, c.1, 1972, s. 67) Öte yandan, önemli bir diğer nokta da şudur: Feodal sistemde senyörler, beyliklerinin gücü orantısında ve bir siyasal hiyerarşi içinde bir sınıf beraberliği (“soylular sınıfı”) oluşturmaktaydılar. Oysa Osmanlı’da tımarlar, çok değişik kaynaktan gelen ve dolayısıyla toplumsal kökenleri karışık olan kişilere verildiği için, tımar beyleri arasında hiçbir zaman bir sınıf beraberliği oluşmamıştı ve bağımsız bir sınıf bilinci gelişememişti. Dolayısıyla, Batı feodalitesindeki “soyluluk” geleneğinin esamesi bile okunmaz Osmanlı despotizminde! Görüleceği üzere, yukarıda karşılaştırmaya çalıştığımız Batı feodalitesi ile Osmanlı despotizmi arasında, zorlanırsa birtakım “benzerlikler” bulunabilir pekâlâ. Ama böyledir diye, bu iki sistem arasındaki temel tarihsel farklılığı göz ardı ederek, onların “aynı” ya da “özdeş” sistemler olduğunu (yani her ikisinin de feodalizm olduğunu) iddia etmek saçmalıktan öte bir şey olmaz. Peki ama, Osmanlı’nın “klasik toprak düzeni” 17. yüzyılda esaslı bir değişikliğe uğradığına, hatta tasfiye olduğuna göre, acaba toprak üzerindeki ilişkilerin bu tarihten sonraki durumu ne olmuştur? Ya da soruyu bir başka biçimde soralım: 17. yüzyıldaki değişiklikten sonra, Osmanlı’nın toprak düzeninde ortaya çıkan yeni sosyo-ekonomik oluşumların, Batı feodalitesine kıyasla durumları nedir? Bu yeni oluşumlar daha çok feodal kurumlara mı benziyordu, yoksa başka bir şeye mi? Bu soruların yanıtları, klasik toprak düzeni değiştikten sonraki Osmanlı toplum yapısına bakılarak verilebilir ancak. Şimdi de onu yapmaya çalışalım. (devam edecek)


Liberal Soldan Yurttaşlık Dersleri! Kerem Dağlı

“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” demiş ozan. Birarada yaşamak, elbette zihnimizde olumlu çağrışımlar yapan bir kavram, yeter ki Nazım ustanın dediği gibi kardeşçesine olsun. Nitekim bu özlem uluslararası işçi hareketinin 150 yılı aşkın süredir temel devrimci değerlerinden birini oluşturmuştur. Ancak bu tür olumlu değerler insanlığın genel değerlerini temsil ettiklerinden, insanlığın kardeşliğine en büyük darbeleri vuran eli kanlı egemenler bile, iş söze geldiğinde kardeşliği, birarada yaşamayı savunur görünürler. O halde bu tür değerleri sözde savunmanın kendi başına bir önemi olmadığı açıktır. Verili somut koşullar altında bu tür değerlerin nasıl hayata geçirileceği sorusu gerçek samimiyet testini oluşturur. Örneğin Kürt halkının en büyük düşmanlarından olan faşistler bile “Türk-Kürt kardeştir”, “hepimiz biriz”, “beraber yaşamalıyız”, “etle tırnak gibiyiz” demektedirler. Birtakım soyut ilke ve değerleri, somut koşullar içinde bunların ruhuna en uygun çözümleri ortaya koymaksızın savunmak, bazen (hatta çoğu durumda) tam tersi amaca hizmet etmek anlamına gelebilir. Evliliği kadın için bir azap haline getirmiş kocanın, “birlik-beraberlik” ilkesi adına kadına boşanmayı men etmesi, etraftan bakanların da ortada bir haksızlık olduğunu teslim etseler bile temelde aynı tutuma ortak olmaları, “ilke”nin ruhuna ne kadar uygundur? “Birarada yaşam” insanlara zorla dayatılıyorsa, üstelik eşitsiz bir temelde, birilerinin diğerlerini ezdiği, horladığı, aşağıladığı, en temel hak ve özgürlüklerini dahi kısıtladığı, ikinci sınıf “sözde” vatandaş olarak gördüğü, alabildiğine sömürdüğü, hiç de adil olmayan bir temelde gerçekleşiyorsa, bu durumda bile birarada yaşam savunulabilir mi? Hepsinden öte, “birarada yaşamak”, bu yaşamı var edecek ve paylaşacak öznelerin yani halkların kendilerinin karar vermesi gereken bir tercih değil midir? Niyetleri ne kadar iyi olursa

olsun, onlar dışında birileri ezilenler adına karar verebilirler mi? “Birarada” sürecek bu yaşam, nasıl bir yaşam olacaktır? Ezenle ezilenin, koşullar değişmeden “birarada” yaşamaya devam etmesi savunulabilir bir şey midir? İşte ÖDP’nin 25 Haziranda gerçekleştirdiği “Birarada Yaşamı Savunalım” mitingi, bu sorular üzerinde tekrar tekrar düşünülmesi ve tartışılması gerektiğini bir kez daha gösteriyor. Bu miting ÖDP’nin aynı temayla başlattığı kampanyanın ilk adımıydı. Örgütleyicileri kampanyanın hedefini “Özgür, Eşit ve Demokratik bir Türkiye’de Birarada Yaşamayı Savunmak” olarak koyuyorlar. Amaçlarının “Türk-Kürt ya da laik-dindar çatışması yoluyla oluşan gerilimi ve birarada yaşama duygusunun zayıflamasını önlemek, barıştan ve hoşgörüden yana bir seçenek yaratmak”, taleplerinin ise “devletin bütün yurttaşlarına eşit davranması ve bir sıfır noktası ilan ederek ve herkesi demokratik, toplumsal yaşama katarak her türlü şiddetin durdurulması” olduğunu söylüyorlar. Ancak milliyetçiliğin ve şovenizmin alabildiğine tırmandırıldığı, linç kültürünün, ırkçılığın ve her türlü gericiliğin, ayrımcılığın körüklendiği bir ortamda, işçi ve emekçi sınıfların burjuva politikalara ve faşizme alet olması istenmiyorsa, ayrım noktaları iyi konulmalıdır. Çünkü reformistler kulağa hoş gelen bu sözlerin somut gereği olan ayrılma hakkını susarak geçiştirerek her fırsatta reformizmin milliyetçi doğasını açığa vurmaktadırlar. Burjuva fikirler sadece sağdan değil soldan da geliyor. Reformizmi ve liberal solculuğu işçi sınıfına devrimcilik yahut sosyalizm diye yutturmaya çalışanların, yakıcı politik sorunlar karşısında ikircimli ve ikiyüzlü bir tutum takınmaları ve genel doğruları ürkekçe söylemekle yetinmeleri ilk kez karşılaştığımız bir olgu değildir. Zoru görünce kaçmak, burjuvazinin tepkisini çekmemek için meseleyi su-

17


Ağustos 2006 • sayı: 17

marksist tutum

landırarak ve işçilerin kafasını bulandırarak, bazen burjuva demokrasisinin bile gerisine düşen sloganları ısıtıp ısıtıp “yeni” buluşlarmış gibi önümüze getirmek, devrimci mücadele yerine “şenlikli muhalefet”le yetinip “aman bir tatsızlık çıkmasın” anlayışıyla herkesi “barışçıl” bir mücadeleye çağırmak, reformizmin en karakteristik özelliklerindendir. Oysa gerçekler inatçıdır ve reformistlerin son tahlilde düzeni ayakta tutmaya yarayan tüm çabalarına rağmen, gittikçe kangren haline gelen sorunların ezilenlerin ve sömürülenlerin yararına çözümü için kitlelerin devrimci mücadelesi şarttır. Kürt sorunu da, yaşadığımız topraklarda bu yakıcı meselelerin başında geliyor. Geniş bir yelpazeye sahip sol hareketin içinde, kimin nerede durduğunu ayırt etmek bakımından turnusol kâğıdı işlevi görüyor. Bugünün Türkiye’sinde sol harekete damgasını vuran milliyetçi ve devletçi solculuk anlayışı, reformistinden küçük-burjuva radikaline kadar solun geniş kesimini etkisi altına almış durumdadır. Kürt sorununa bakışları sakatlanmış olan bu kesimler, özellikle de reformistler, Kürt halkının dertlerine sözüm ona çare arar göründükleri anlarda bile yakayı ele vermekten kurtulamıyorlar.

len karşılığı belirsiz politikalar öne sürmek, Kürt halkının özgürlük mücadelesini görmezden gelmek ve sorunun “karşılıklı sevgi ve hoşgörü” gibi laflarla çözülebileceğini varsaymaktır. Sadece Şemdinli olaylarında yaşananlar ve devletin aldığı tutum bile, reformistlerin bu konudaki hayalci iyimserliğini gözler önüne sermeye yeterlidir. Burjuva devletin amacı, çatışmaların sadece PKK ile devletin kolluk güçleri arasında sürdüğünü söyleyerek Kürt halkına yönelik baskıları örtbas etmektir. Liberal solun pasifist tutumu, son tahlilde meydanı milliyetçi-şoven dalgaya bırakmaktan öte bir anlam taşımıyor. Liberal solcular “toplumsal yapıdaki parçalanmayı ve çözülmeyi durdurarak toplumsal barış ve huzur ortamını tekrar sağlamak”tan söz ediyorlar. Sanki kapitalizm altında ve milliyetçiliğin alabildiğine körüklendiği koşullarda toplumsal barış ve huzur sağlanabilirmiş gibi! Reformistler, Kürt halkının içinde bulunduğu duruma acıyarak, sözümona onlara barış ve dostluk eli uzatıyorlar. Ama diğer taraftan burjuva devlet Kürt halkının boğazını sıkmaya devam ediyor! Bir elinde havuç, diğerinde sopa tutuyor ve “ister zorla ister güzellikle razı olursun, benimle, benim istediğim şartlarda yaşamaya” diyor.

“Kardeş kavgası” mı, haksız savaş mı?

Kültürel özerklik mi, kendi kaderini tayin hakkı mı?

Öncelikle üzerinde durmamız gereken husus, Kürt halkının haklı mücadelesine yönelik saldırıların ve baskıların artması sonucu ortaya çıkan gerilimli durumun, liberal solcularca “toplumun birarada yaşama duygusu zayıflıyor, kardeş kavgası ve çatışmalar yeniden başladı” denerek ifade edilmesidir. “Kardeş kavgası” tabiri geçmişte 12 Eylül’ün darbeci generalleri tarafından, devrimcilerle düzenin faşist güçleri arasındaki kavgayı anlatmak için kullanılmıştı. Bugün de liberal solcular tarafından, burjuva devletin kışkırttığı paramiliter ve faşist güruhun Kürtlere yönelik saldırılarını nitelemek için kullanılıyor. Oysa söz konusu olan şey, Türk ve Kürt halkları arasındaki “kardeş kavgası” değil, burjuva devletin Kürt halkına karşı yürüttüğü haksız savaş, saldırılar ve baskılardır. Kürt halkı on yıllardır özgürlük uğruna mücadele veriyor. Burjuva devlet ise başından beri bu hareketi bastırmaya, boğmaya, yok etmeye çalışıyor. Geçmişte Kürt varlığını inkâr eden ve Kürtlerin ulusal kurtuluş mücadelesini imha etmeye çalışanlar, bugün Kürt varlığını inkâr edemeseler de Kürt sorununun olmadığını veya zaten çözüldüğünü söyleyerek aynı inkârcı politikayı devam ettiriyorlar. Özellikle burjuvazinin statükocu kanadının Kürt sorunundaki tutumu, yıllardır zerre kadar değişmemiştir. Bu kanat, 2005 Newroz’undan bu yana Kürt hareketine yönelik saldırı ve provokasyonlarına tekrar hız vermiş, milliyetçi-devletçi solcuları da kendine yedeklemeyi başarmıştır. Dolayısıyla son dönemde yaşanan gelişmeleri “kardeş kavgası” diye nitelemek ve bu kavgayı durdurmak adına “barış içinde birarada yaşamak” gibi boş sözlerle ifade edi-

18

Liberal solcular bu milliyetçi ve pasifist yaklaşımı temellendirmek için adeta bir sosyolog edasıyla burjuvazinin kırk yıllık resmi ideolojisine başvuruyorlar. Kürt sorununu siyasal bir mesele olarak kavramak ve koymak yerine, birtakım “kültürel haklar”dan bahsederek sorunun kaynağının bölgenin ekonomik açıdan azgelişmişliğinde görülmesi gerektiğinden dem vuruyorlar. Burjuvazi bölgeye yeterli oranda sermaye yatırımlarında bulunursa ve böylece işsizlik, yoksulluk gibi sıkıntılar Türkiye normallerine çekilirse, sorun ortadan kalkacaktır deniyor. Oysa dünyanın başka birçok yerinde de görüldüğü gibi ortada bir ulusal sorun vardır ve Lenin’in hep ısrarla vurguladığı gibi bu özgül sorunun özü kültürel ya da ekonomik olmayıp siyasaldır. Çözümü de, tarihsel olarak verili bir burjuva demokratik hak olan kendi kaderini tayin hakkının kabulüdür. Hepsinden acili Kürt halkının talep ettiği siyasal hak ve özgürlüklerin tanınmasıdır. Kürt halkı kendisine sadaka verilmesini istemiyor, bu uğurda verdiği mücadeleyle, ödediği bedellerle hakkını arıyor. Gelinen noktada bu liberallere ve reformistlere söylenebilecekler belki de en iyi, “gölge etme başka ihsan istemem” deyişiyle özetlenebilir. Burjuva liberallerin ve liberal solcuların, Kürt ulusuna yalnızca birtakım kültürel haklar verilmesini savunmasında şaşılacak bir şey yoktur. Onların asıl korkuları, burjuva devletin çözülüp dağılması tehlikesidir. İspatı, Birgün gazetesinin yazarlarından ve ÖDP’nin ileri gelenlerinden Oğuzhan Müftüoğlu’nun ve parti genel başkanı Hayri Kozanoğlu’nun satırlarında mevcuttur:


Ağustos 2006 • sayı: 17

“Geleneksel sol yaklaşım açısından bakarsanız, mevcut düzeni kökten değiştirme iddiasındaki devrimci sosyalist bir partinin, sistemin içine girdiği krizlerin derinleştirilmesi ve düzenin çatlaklarının daha da açılması doğrultusundaki bir siyaset çizgisi izlemesi beklenir. Oysa Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) bir süre önce sol yanımızdaki kimi ezberleri bir kere daha bozarak «Birarada Yaşamayı Savunalım» adı altında bir kampanya başlattı.” (Müftüoğlu) “Zaten jeolojik fay hatlarının sürekli tehdidinde olan Türkiye, bir de toplumsal fay hatlarının aktif hale gelmesiyle parçalanma tehlikesi yaşıyor. İşte «birarada yaşamı savunalım» çağrısı bu endişenin sonucudur.” (Kozanoğlu) Bu satırlardan anlaşılacağı üzere liberal solcuların arzusu, Kürt halkının taleplerinde fazla ileri gitmemesi, kültürel hak ve özgürlüklerle yetinmeyi bilmesidir. Kürt ulusal hareketinin artık yadsınamaz bir düzeye geldiği bir dönemde, ayrılma hakkının tanınması yerine kültürel özerklik istemini ileri sürerek Kürt hareketinin ehlileştirilmesine çalışıyorlar. Böylelikle reformizmin özüne uygun olarak, sorun güya kısmi reformlarla ve uzlaşmalarla (örneğin kendi dilinde eğitim yapma, kendi kültürünü geliştirme gibi), üstelik emekçi yığınları fazla ayağa kaldırmadan “barışçıl”

marksist tutum

yöntemlerle çözülebilecektir. Ayrılıkçı-bölücü olarak nitelenen Kürt ulusal hareketinin “devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü”ne kastettiği biçiminde formüle edilen resmi yaklaşım, Türk egemen sınıflarının tarihi korkusunu yansıtır. Liberal solcuların, Kürtlerin ayrılıkçı yanlarını (bu da PKK ile özdeşleştirilmektedir) temizleyerek, onları kültürel özerklikle yetinmeye ikna etme çabası ise neticede egemen burjuva politikalara destek vermek anlamına gelir. Lenin, sosyal-şovenizm olarak adlandırdığı bu siyasal tutumu şöyle tarif ediyordu: “Bunlar (…); ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını yalnızca sözde kalmak koşuluyla ikiyüzlüce savunurlar; siyasal bakımdan serbestçe ayrılma istemini «aşırı» bulurlar, ezen ulusların sosyalistlerinin devrimci bir taktik uygulamaları gereğini savunmazlar, tersine, devrimci görevlerini karanlıklara boğarlar, oportünist tutumlarını haklı gösterirler, halkı kolayca aldatmanın koşullarını hazırlarlar, ezilen ulusları zorla yönetimi altında tutan devletin sınırları sorununu ele almaya hiç yanaşmazlar.” (Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Y., s.132) Burjuva liberallerin ve liberal solcuların hep bir ağızdan oluşturdukları koro, Lenin’in tarifine tastamam uyuyor. Kürt halkının istemlerinin aşırı bulunması –ki bugün ayrı devlet kurmak gibi bir talepleri yoktur– ifadesini Türk ve Kürt milliyetçiliğinin aynı kefeye konmasında ve PKK’ye yönelik yapılan tek taraflı silah bırakma çağrılarında bulmaktadır. Bu yaklaşım, oportünizmin ve ikiyüzlülüğün en âlâ örneklerinden biridir. Yine ÖDP’nin yürüttüğü ve mitinge konu olan “Birarada Yaşamı Savunalım” kampanyasının bildirgesinde, bu görüş şöyle ifade ediliyor; “Bu sorun ne devletin, ne PKK’nın, ne de bölgede hegemonya kavgası sürdüren emperyalistlerin «diplomasisine» terk edilemez. Şimdi çözümsüzlüğü ve beraberinde parçalanmayı yaratan bu seslerin karşısında başka bir sese ihtiyaç var. (…) Bu süreç yönetenler ve PKK bakımından, karşılıklı olarak birbirini besler hale gelmiş çözümsüzlük siyasetinin geliştiği bir süreçtir.” Benzer şekilde Müftüoğlu bir makalesinde şöyle yazıyor, “Kürt toplumuna da bu konuda ciddi sorumluluklar düştüğü ortada. Adeta bir arada yaşama olanağını ortadan kaldırmayı hedefleyen eylemlerin her iki taraftan da tertipleniyor olması uyarıcı olmalıdır.” Marksizmin ulusal sorun konusundaki en temel ilkelerini, “ezberi bozduk” diyerek hiçe sayan ve Kürt halkının özgürlük mücadelesini burjuva devletin gericiliği ve şovenizmiyle bir tutan bu anlayışın şoven doğası, DTP’nin I. Olağan Kongresi üzerine yazılıp çizilen görüşlerde de yansımasını bulmuştur. Burjuva devlet ve emrindeki medya, her zamanki gibi daha kongre öncesinde cepheden saldırıya geçmişlerdi. Kongreden bir gün sonra savcılık, Kürtçe propaganda yapıldığı gerekçesiyle kongre hakkında inceleme başlatırken burjuva medya da ağzından köpükler saçarak, “PKK Ankara’da” gibi manşetlerle görevini ifa etti.

19


marksist tutum

Kongrede İstiklal Marşı okunmamasını, Öcalan posterlerinin ve PKK bayraklarının açılarak sloganlar atılmasını, DTP eşbaşkanı Aysel Tuğluk’un “barışı sağlamak için asıl toplum ve devlet PKK ile arasındaki mesafeyi kaldırmalı” sözlerini, “PKK’sız barış süreci olmaz” ifadelerini “delil” sayan burjuva medya, adeta yargıç rolünü üstlenerek yargısız infaza kalkıştı. Kuşkusuz burjuvazinin bu tavırları beklenen şeylerdi, ama burjuva liberal köşe yazarlarından ilham alan liberal solcuların satır aralarında ve sinsice dile getirdikleri “İstiklal Marşı da okunsa daha iyi olurdu” yahut “Kürtler artık PKK’ye karşı çıkacak cesareti göstermeli” türünden ifadeleri ikiyüzlü tavırlarını ortaya koymak açısından ibret vericidir. Ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliğinin bir tutulamayacağı, Marksizmin ulusal sorun konusundaki yaklaşımının en önemli ayrım noktalarından biridir. “Ezen ulusun baskıcı, kudurgan şovenizmiyle, ezilen ulusun ulusalcılığı aynı kefeye konulamaz. Bu nedenle ezen ulusun komünistleri, ezilen ulusun milliyetçiliğine yönelik eleştirilerin, ezen ulus şovenizmini gölgelemesine asla izin vermemelidirler.” (Ulusal Sorun Üzerine, www.marksist.com) Oysa burjuva liberaller ve liberal solcular tam da bunu yapıyorlar; ezilen ulusun mücadelesine yönelttikleri eleştirilerle aslında ezen ulus şovenizminin gölgelenmesine hizmet ediyorlar. Ezeni ve ezileniyle, burjuvazisi ve proleteriyle, “barışçıl” bir ortamda “birarada” yaşamayı, silahların ve şiddetin gölgesinden uzakta “şenlikli muhalefet” yapmayı düşleyen liberal solcularımıza geçmiş olsun, burjuvazinin ve devletinin kolluk güçlerinin böylesi hayalleri kâbusa çevirmekte üstüne yoktur. ÖDP’nin mitinginde, ezilen ulus sorunu, yani Kürt sorunu açık bir dille ifade edilmemiş, mesele “Anadolunun mozaiğini oluşturan tüm halkların, Lazların, Çerkezlerin, Türklerin, Kürtlerin vs birarada kardeşçe yaşaması” şeklinde ortaya konulmuştur. Bugünün Türkiye’sinde Kürtlerden başka hangi halkın ulusal sorunu vardır? Ne Lazların ne Çerkezlerin ve ne de bir başka topluluğun böylesi bir talebi veya mücadelesi söz konusudur. O halde işin içine Lazları, Çerkezleri ve benzeri laf ebeliklerini katmanın amacı nedir? Bu, meseleyi sulandırmak ve bir kafa karıştırma operasyonundan başka bir şey değildir. Ayrıca bu yaklaşımın içinde resmi ideolojinin, “Kürtlere istediklerini verirsek diğerleri de ister, onlara da verirsek bize bir şey kalmaz” paranoyasının bilinçaltına işlemiş etkilerinden bahsetmek de mümkündür. Lenin halkların gönüllü birlikteliğine giden yolun bazen ayrılıktan geçebileceğini söylüyordu. Liberal solcular ise, gönüllü birlikteliğin tesisi görevinden kaçarak gönüllü yurttaşlık gibi yapay çözümler icat ediyorlar. Gönüllü birliktelik, ayrılma hakkının tanınmasını ve bu hakkı nasıl kullanacağına ezilen ulusun kendisinin karar vermesini öngörür. Gönüllü yurttaşlık ise ayrılma hakkını daha baştan reddedip, Lenin’in dediği gibi “devletin sınırları sorununu ele almaya hiç yanaşmaz”. Gönüllü sıfatına kanıp da

20

Ağustos 2006 • sayı: 17

bu incelmiş şovenizmin tuzağına düşmeyelim. Kürt halkının tamamı bugün TC vatandaşıdır, ama kimilerinin onları sözde vatandaş olarak gördüğü bir ülkede, gönüllü yurttaşlığı “dâhiyane” bir çözüm önerisi olarak sunmak nasıl bir zekânın ürünüdür? Kuşkusuz mesele liberal solcuların zekâ düzeyiyle değil, politik tercihleri ve ideolojilerinin sınıfsal aidiyetiyle ilintilidir. Burjuva liberalizmini kendine program edinen ürkek reformistlerimiz, gönüllü yurttaşlık önerisiyle aslında başbakanın alt kimlik tartışmasında dile getirmiş olduğu “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı”ndan öte bir yere varamamışlardır. Tek fark birinin başına gönüllü sıfatının eklenmiş olmasıdır. Kürt sorununun gönüllü yurttaşlık temelinde Bölgesel Kalkınma Planının yürürlüğe girmesiyle kati bir şekilde çözüleceğini, çözüme giden yolda ilk adımın seçim sisteminin değiştirilerek Kürtlerin meclise girmelerinin sağlanması, ikinci adımın da Türk-Kürt çatışmasına karşı barışın ve birarada yaşamın örgütlenmesi olduğunu söyleyen ÖDP’nin yaptığı, liberal burjuvaziye yaranmaya çalışmak değilse nedir? Bir kez daha Lenin’in sosyal-şovenlere ve reformist Kautskicilere karşı yürüttüğü mücadeleyi hatırlayalım: “Amaç yalnızca ulusları birbirine yaklaştırmak değildir, onları bütünleştirmektir. Ve işte bu amaca ulaşmak için biz, bir yandan, Renner ve Otto Bauer’in bilinen «ulusal kültür özerkliği» fikrinin gerici niteliğini yığınlara açıklarken, öte yandan, ezen ulusların sosyalistlerinin ikiyüzlülüğü ve korkaklığı üzerinde özelikle duran açık ve tam bir ifade ile kaleme alınmış bir programda, ezilen ulusların kurtuluşunu istemeliyiz, ve bu, havada, genel sözlerle, içi boş lafebelikleriyle ve sorunu geleceğe, sosyalizmin gerçekleştiği zamana «erteleyerek» olmamalıdır. “(…) Ezen ulusların proletaryası, her burjuva pasifistinin yineleyip durduğu türden, ilhaklara karşı ve genel olarak ulusların eşitliğinden yana, genel, beylik sözlerle yetinmemelidir. (…) Proletarya, «kendi» ulusu tarafından ezilen sömürgeler ve uluslar için siyasal ayrılma özgürlüğü istemelidir. Yoksa, proletarya enternasyonalizmi boş bir sözden başka bir şey olmazdı, ezen uluslarla ezilen ulusların işçileri arasında ne güven, ne de sınıf dayanışması mümkün olurdu; öte yandan «kendi» ulusları tarafından ezilen ve «kendi» devletleri sınırları içinde zorla tutulan ezilen ulusların durumu konusunda susan reformistlerin ve Kautskicilerin ikiyüzlülüğü sergilenmemiş olurdu.” (Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s.127-128.) Halkların gönüllü birliğine giden yolun ayrılma hakkının tanınmasından geçtiğini unutmayalım. Mesele her koşulda ayrılığı öğütlemek meselesi değil, bu hakkı tanımak yahut tanımamak meselesidir. Dolayısıyla, “birarada yaşamı savunalım” kampanyası örneğinde olduğu üzere, kulağa hoş gelen genelgeçer sözler ileri sürmek asla yeterli olamaz. “Birarada yaşama”nın pratikteki karşılığı ne olacak, bu niyet hayata nasıl geçirilecek sorularının cevabını vermek gerekiyor. 


ÖSS’nin Ardından Çocuklarının eğitimi ve gelecekleriyle haklı olarak ilgilenen işçi aileleri herkese eşit, ücretsiz ve gerçek anlamda bilimsel bir eğitim mücadelesine katılmalı, çocuklarını da bu doğrultuda bilinçlendirmeye çalışmalıdırlar. Bu eğitim evrensel bilimin kazanımlarının aktarıldığı, milliyetçi, ırkçı, cinsiyetçi vb. her türlü ideolojik şartlandırma ve gerici önyargılardan arındırılmış, öğrencinin insanlığın evrensel birikimini özümseyerek topluma yararlı üretken bir birey haline gelmesini sağlayan türde bir eğitimdir.

B

aştan aşağı eşitsizlik ve yozlukla malul eğitim sisteminin adeta boy aynası olan bir ÖSS daha geride kaldı. Son yıllarda artık bir mini ÖSS halini almış olan Ortaöğretim Kurumları Sınavı OKS’yi de dahil edersek bu iki at yarışına bir hafta arayla yaklaşık 2,5 milyon öğrenci koşuldu. Aileler vahşi bir eşitsizlik ve geleceğe güvensizlik doğuran bu alaturka kapitalizm şartlarında, çocukları (ve dolaylı olarak kendileri) için bir nebze kurtuluş umuduyla her yıl bu toplu cinneti yaşıyorlar. Ve bu cinnet ne pahasına? Sıfır çeken onbinlerce kişi, ÖSS’yi esas alacak olursak sınava girenlerin en fazla yüzde 5’inin kendini mutlu hissedeceği bir sonuç alabilecek oluşu, YÖK’e göre bu sınav için yılda 1.5, Türk Eğitim Derneği’ne göre 5.1 katrilyon lira “eğitim” harcaması, yaşanmamış çocukluklar, psikolojik açıdan örselenmiş asosyal yaratıklar, artan antidepresan kullanımı, kazanamayan çoğunluk için müzmin düş kırıklığı ve toplum içinde aşağılanma, ve belki de hepsinden trajik olanı, adeta insanlıklarını ödünç bırakmaya zorlandıkları sancılı bir tahsil sürecinden sonra bir tokat gibi vuran işsizlik, 25-30’una gelmiş, ama ana-baba parasına bakarak yaşayan, adım adım çürüyen kişilikler… Bu vahim tablo genç ve büyük nüfusuyla kendini yere göğe sığdıramayan şanlı Türkiye kapitalizminin alaturka çürümüşlüğünün kaba bir resminden başka nedir? Tıknefes Türkiye kapitalizmi çok övündüğü koca genç nüfusuna ne iş bulabilmektedir ne de asgari yeterlikle bir eğitim verebilmektedir. Kâğıt üstünde yüzde 10’lar civarında gösterilen genel işsizlik oranı, yüksek öğrenim mezunları için yine kâğıt üstünde yüzde 25’ler düzeyinde gösterilmektedir. Gerçek genel işsizlik oranının yüzde 25’ler düzeyinde olduğu hatırlanacak olursa “eğitimli” işsizliğin de kâğıt üstündekinden daha fazla olduğu kolayca tahmin edilebilir. Verilen “eğitimin” sonucu ise içler acısı. İki kelimeyi

yan yana getirip doğru düzgün bir cümle kuramayan, asgari mantıki tutarlılığa sahip bir paragraflık düşüncesi olmayan, hasbelkader bir meslek sahibi olunduğu durumlarda da bu mesleğin gerektirdiği en basit nosyonlardan yoksun nesiller. Geçenlerde hazırladığı raporu duyuran YÖK bile en azından ortaöğretime ilişkin olarak bu tabloyu itiraf etmek zorunda kaldı. Elbette o kendisini bu tablonun sorumluluğundan sıyırmak için sorunu ortaöğretime atıyor: “En kapsamlı uluslararası değerlendirme projesi olan PISA, OECD ülkelerindeki 15 yaş grubu öğrencilerin zorunlu eğitimin sonunda yeterince yaşama hazırlanıp hazırlanmadıklarını, matematik, fen ve okuryazarlık düzeylerini ve problem çözme becerilerini ölçmeyi hedeflemektedir. “PISA-2003’ün değerlendirmesine göre, Türkiye matematikten, 41 ülke içinde 29., okuma alanında 34., fen ve problem çözme bölümlerinde 36. olmuştur. Bu veriler de, ortaöğretimde niteliğin çok düşük olduğunu göstermekte. Bunun sorumlusu yükseköğretime yerleştirme sınavı değil, eğitimi bu sınava göre biçimlendirenlerdir.” Raporda başka uluslararası eğitim değerlendirme projelerinin de Türkiye’ye ilişkin olarak benzer sonuçlara vardığı aktarılmakta. Bu tablo nasıl oluşmuştur? Bunun sebebini anlamak için geçmişe bakmak ve durumun bu hale gelmesinde kırılma noktası olan 1980’lerin anlamını iyi kavramak gerekiyor. Kabaca söylemek gerekirse, 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesi sonucu işçi sınıfının ve devrimci hareketin ezilmesi ve dünya ölçeğinde işleyen kapitalizmin neo-liberal saldırılarının oluşturduğu ve bugün de sürmekte olan genel atmosfer sonucunda eğitim (başka birçok şey gibi) bugünkü rezil duruma gelmiştir. Bir yandan eğitim de dahil tüm kamusal hizmetlerin bütün dünyada olduğu gibi kısılması, diğer yandan azgın siyasal gericilik sonucu yaşanan tasfiyeler, eleştirel düşüncenin boğuluşu, solcu avı ve toplu-

21


marksist tutum

mun tam bir ideolojik beyin yıkama makinesinden geçirilmesi bu tablonun bu denli ağır olması sonucunu ortaya çıkarmıştır. Bu atmosferde başta müfredat olmak üzere, okulların fiziki olanakları ve maddi kaynaklarında, öğretmen sayısı ve kalitesinde genel olarak ciddi bir gerileme yaşanmış, artan nüfus ve kente göçün, kısa vadeli çıkarlarına odaklanmış burjuvazinin plansız kentleşmeyi teşvikiyle birleşmesiyle bu sorunlar daha da ağırlaşmıştır. Bu süreçte eğitimde yaşanan sınıfsal, bölgesel eşitsizlik dev adımlarla ilerlemiştir. Bu basitçe bir azgelişmişlik sorunu değildir, çünkü Türkiye’nin eğitim, sağlık gibi bazı temel alanlardaki durumu ülkenin genel gelişmişlik düzeyinin gerisindedir. BM verilerine göre, Türkiye kişi başına milli gelirde 180 ülke arasında 63’üncü iken; kesin bir ölçü olmasa da kaba bir fikir verebilecek olan ve kişi başına milli gelirin yanı sıra okuryazarlık ve okullaşma oranı ile ortalama yaşam süresi gibi ölçüleri birleştiren İnsani Gelişme Endeksi sıralamasında 94’üncü durumdadır. Aynı durum gelir eşitsizliği verilerinde de kendini göstermektedir. İşsizlik, geleceğe güvensizlik ve aşağılanmanın giderek daha geniş kesimleri sarmaya başlamasıyla kendini açığa vuran bu eşitsizlikler, toplumun tarihsel geleneklerinin de etkisiyle (“okuyup adam olmak”) yüksek öğrenime dönük yoğun bir talep doğurmuştur. Bu yoğun talebin altında yatan eşitsizliği iyice anlamadan sınav sisteminin eşitsizlik ya da saçmalıklarını anlamaya çalışmak yüzeysel olur. Toplumun kitlesel eğitimi için gerekli yatırımları yapmayan kapitalist sistemin sunduğu sınırlı yüksek öğrenim olanakları ve buna mukabil talebin fazlalığı doğal olarak bir eleme sorununu ve dolayısıyla bir sınav sistemini ortaya çıkarmıştır. Kimler elenecekti? Tümüyle biçimsel eşitliğe dayalı bir sınav söz konusu olsa bile (ki başlangıçta ve uzunca bir süre durum aşağı yukarı böyleydi), doğal olarak ilk ve ortaöğrenimdeki çok yönlü eşitsizliklerin mağdurları olan işçi ve emekçi çocukları elenecekti. Üniversiteye girmeyi başaran azınlığa dahil olma arzusu, neredeyse sadece Türkiye’ye özgü başka bir garabet olan dershanecilik sektörünü doğurdu (bildiğimiz kadarıyla daha önce yalnızca Güney Kore’de benzer bir olgu yaşanmış, ancak son verilmiştir). Bir kanserli ur hızıyla yayılan bu sektör, bugün sayısı yaklaşık 3 bini bulan dershaneyi, birçok etüt merkezini ve özel ders bürolarını içeren, 20 katrilyonluk sermayenin dolaştığı bir sektör halini almış durumdadır. Dolayısıyla alaturka kapitalizm kendi garabetinden kendine dev bir kazanç ve sömürü alanı yaratmıştır. Son yayınlanan YÖK Raporunda 2005-2006 öğretim yılında dershaneye giden öğrenci sayısı 941 bin ve sektörde çalışan öğretmen sayısı da yaklaşık 51 bin olarak verilmektedir. Aynı rapora göre üniversite sınavlarına giren öğrencilerin yüzde 72’si dershaneye gidiyor, yüzde 16,5’i hem dershaneye gidiyor hem özel ders alıyor. Yukarıda da verdiğimiz üzere aynı kaynağın verileri sınav sisteminin

22

Ağustos 2006 • sayı: 17

topluma maliyetinin yılda 1,5 milyar YTL (1,5 katrilyon TL) olduğunu ileri sürüyor. Aileler güç yetirebildikleri ölçüde, hatta güçlerinin ötesinde bir zorlamayla, çocuklarını bu “kurtuluş” ümidinin peşine takıyorlar. Öyle ki, son 2025 yıl içinde sınava katılan öğrenci sayısı 3-4 kat artarak, nüfus artış hızını çok geride bırakmıştır. Diğer taraftan bu kurumlara akan paralar, yani halktan sözde eğitim için sızdırılan para, devletin eğitime ayırdığı bütçenin kat be kat ötesine geçmiş durumdadır. Sözde öğrencilerin öğretim eksiğini gidermek, yani eşitsizliği dizginlemek üzere kurulan bu dershaneler, tam aksine eşitsizliğin katmerlenmesinin bir aracı olmuşlardır. Zira öğrencilerden yüksek fiyatlar talep eden bu kurumlara doğal olarak ancak bunun altından kalkabilecek olan aileler para yetiştirebilmektedirler. Kaldı ki dershaneler arasında da “kalite” farkı oluşmuş, fiyatına göre “başarı” söz konusu olmuştur. Ama asıl büyük sorun dershanelerin varlığının zaman içinde ortaöğrenimi tümden ıskartaya çıkartma noktasına gelmesidir. Son yıllarda özellikle lise son sınıfın ve hatta ilköğretimdeki 8. sınıfın adeta yok hükmünde olması bunun yalnızca çarpıcı bir ifadesidir. Ancak ailelerin tüm gayretine rağmen üniversiteye girme oranları açısından eşitsizliğin ortadan kalmasının olanaksız olduğu ortadadır. Burjuva istatistiğinin kategorileri kesin sınıfsal ayrımları göstermese de yine de bir fikir veriyorlar. Bu istatistiklerden birine göre, şu anda üniversitede okuyan öğrencilerin yüzde 80’inden fazlası “orta ve yüksek gelirli” ailelere mensup iken, yüzde 20’den azı “düşük gelirli” ailelere mensup. Diğer taraftan dershanelerin öğrencilerin bilgi ve deneyimlerini arttırmakta pek yararlı oldukları da söylenemez. Çünkü bunların amacı öğrencilere bilgi ve deneyim kazandırmak değil belirli bir sınavdaki performanslarını arttırmaktır. Bunlar falanca tipte soruların nasıl çözüldüğüne, test tekniğinin nasıl uygulandığına vs. odaklanmaktadırlar. Bir benzetmeyle, bunlar bir koşucu yetiştirmekten ziyade belirli bir yarış öncesinde koşanlara doping teknikleri öğ-


Ağustos 2006 • sayı: 17

marksist tutum

retmekte ve uygulamaktadırlar. Bu durum eğitim alanında korkunç bir israf ve yıkım anlamına gelmektedir. Eğitimde vasıf ve nitelik üretemeyen Türkiye burjuvazisi, dünyaya “serbest meslek” diye bir kategori armağan etmekle övünebilir. Ancak gelinen nokta artık burjuvazinin belirli kesimleri için bile katlanılmaz bir hal almıştır. Bu kadar “eğitim” harcaması karşılığında bu kadar “vasıfsız” bir nüfus olgusu, AB karşısında genç nüfus kartını oynayabilmek için bu genç nüfusun eğitimli olması gerektiğinin farkına varan bu kesimleri harekete sevk etmiş ve örneğin TÜSİAD gibi örgütler bu duruma bir çekidüzen verilmesi gerektiğini vurgulamaya başlamışlardır. Onlar elbette kendileri açısından sınıfsal ayrım çizgilerinin biraz daha netleştirilmesi ve istisnai yetenektekiler hariç işçi ve emekçi çocuklarının artık üniversite hayallerinden vazgeçmesi gerektiğini düşünüyorlar. Çünkü bu bir yandan kendi ihtiyaç duydukları vasıflı işçilerin oluşumunu engelliyor ve gençlerin bir işe girmeksizin 4-5 yıl daha aylak dolaşma-

larına yol açıyor, bir yandan da bu faydasız iş için büyük paralar boşa harcanıyor. Üniversiteler ve ÖSS sorununa işçi sınıfının cephesinden bakıldığında ise özellikle vurgulanması gereken noktalar bulunuyor. Çocuklarının eğitimi ve gelecekleriyle haklı olarak ilgilenen işçi aileleri herkese eşit, ücretsiz ve gerçek anlamda bilimsel bir eğitim mücadelesine katılmalı, çocuklarını da bu doğrultuda bilinçlendirmeye çalışmalıdırlar. Bu eğitim evrensel bilimin kazanımlarının aktarıldığı, milliyetçi, ırkçı, cinsiyetçi vb. her türlü ideolojik şartlandırma ve gerici önyargılardan arındırılmış, öğrencinin insanlığın evrensel birikimini özümseyerek topluma yararlı üretken bir birey haline gelmesini sağlayan türde bir eğitimdir. Bunun mücadelesini ancak işçi sınıfı verebilir ve diğer emekçi kesimleri de buna ortak edebilir. Bu yapıldığında kapitalizmin fiili çerçevesinin dar geldiği ve taleplerin tam, tutarlı ve kalıcı biçimde gerçekleşmesi için kapitalizmin alaşağı edilmesi gerektiği de görülecektir. 

Gelecek Nerede ve Bize Ne Anlatıyorlar? Selam olsun Marksist Tutumun birinci yaşına, selam olsun bizlere anlattığı güzel yarınlara ve elbette ki selam olsun bizi o aydınlık yarınlara taşıyacak o büyük kavgaya! Ben Marksist Tutum dergisini ilk sayısından beri takip eden bir büro emekçisiyim. Gelecek nerede diye başlamam sadece bir rastlantı değildi elbette ki. Ve bize ne anlatıyorlar demem de öyle. Bizler, işçi sınıfının çocukları, daha çok küçük yaşlardan itibaren, içinde doğduğumuz sınıfın mahkûm edildiği o sefil yaşam koşullarında yaşamayalım diye, yüksek mevkilerde, “rahat koşullarda” çalışıp “yaşayabilelim” diye, analarımız babalarımız tarafından şartlandırılmaya başlıyoruz. Çünkü onlar, kendileri gibi “sıradan” birer işçi olursak, ne beter çalıştırılacağımızı, nasıl bir hayata mahkûm edileceğimizi iyi bilirler. Burjuvazinin medyasıyla, eğitim kurumlarıyla ve her tür çirkin düzeniyle onların gözüne soktuğu üniversiteler, bizim “kurtuluş garantimiz”dir onların bilincinde. Çünkü üniversiteden mezun olabilirsek, çok daha rahat olduğu sanılan masa başı işlerde ve iş güvencesi şansıyla çalışma olanağımız doğar! Zaten en sıradan görünen işler için bile en azından bir “meslek yüksek okulu” diploması aranmaktadır. Türkiye gibi geç kapitalistleşmiş bir ülkede, üniversite diplomasının yukarıda bahsettiğim işlere yaradığı zamanlar, bundan en az 20-30 sene kadar önceydi. Ancak emekgücü maliyetini arttıran, az sayıda yüksek okul mezunu burjuvazinin işine gelemezdi ve bunun üstüne, memleketin her bir köşesine, bakkal dükkânı açar gibi üniversiteler açılmaya başlandı ve şimdi de bunlara

bir 10 küsuru daha eklenecek gibi görünüyor. Böylece kalifiye emek bollaşmış (sayıca artmış) ve bunlar bir hiç uğruna birbiriyle öldüresiye rekabete zorlanmışlardır. Ekmek aslanın ağzındadır artık! Bu rekabet sonucunda, çalışabileceği bir işi olsun diye, insanlar asgari ücrete razı hale gelmişlerdir. (Bundan birkaç yıl önce, Karadeniz bölgesinde, Türkiye’nin en prestijli üniversitelerinden ODTÜ mezunu bir makine mühendisinin, sırf sosyal güvencesi olsun diye, asgari ücretle çalıştığını duymuştuk!) Bu durumda olan şanslı azınlık üniversite mezunları, bir şekilde üniversiteye kapağı atabilen bir kısım gençtir. Öyle ya herkesi üniversitelerin, o bilim yuvalarının (!) sınıflarına, anfilerine dolduramaz burjuvazinin devleti. Buralara girebilmek için, her ne kadar hepimize fırsat eşitliği tanındığı söylense, aynı müfredatın okutulduğu ilköğretim ve liselerden mezun olsak da, özel okullara gidebilenler, özel dersler alabilen ve en az 1-2 senesini dershane sıralarında geçirebilenlerdir. Yani herkesle “fırsat eşitliğine sahip olanlar”, üniversiteye gidebilmek konusunda daha bir şanslıdırlar. Zaten öyle olmasaydı, yani üniversitelerin kapıları bütün işçi çocuklarına açık olsaydı bile, bunlar yüksek öğrenim harçlarını, yüksek barınma ve beslenme giderlerini ve eğitim harcamalarını ödeyemeyeceklerinden, buralarda yine okuyamayacaklardı. Tüm bu zorlu masraflara rağmen, kurtuluş umuduyla pek çok insan “gerekirse yatağımı satarım” diyerek çocuğunu üniversiteye gönderir. Orada, sözümona bilimsel eğitim alan gençler (bunlardan biri de benim), iş-

sizler ordusu denilen işsiz işçilik durumundan en az 2 veya 4, durumuna göre 6 yıla kadar uzak tutulmuş olurlar. Ancak hayat böyle öğrencilikle devam edemeyeceğinden, nihayet okullar biter ve büyük umutlarla okunan o ışıltılı bölümlerden mezun olan gençler, nihayetinde yine pek çok sınava (iş sınavlarıdır bunlar, “memur” olunacaksa KPS gibi) daha tabi tutulduktan sonra bunların %80-90’ı işsiz üniversite mezunu (diplomalı işsiz) olarak nihayet işçi sınıfına katılırlar. Peki gelecek nerededir o zaman? Marksist Tutum dergisinin bir seneyi aşkın bir süredir döne döne vurguladığı gibi, gelecek, Marksizmin ışığında verilecek mücadelededir. Bu mücadelenin sonunda kurulacak; sınıfların olmadığı, tüm insanların en üst uygarlık aşamasının nimetlerini hep beraber yaratıp bölüşeceği, bilimin ellerine vurulmuş olan kapitalizm kelepçesinden kurtarılarak insanlığın hizmetine sunulacağı bir dünyadadır gelecek. İnsanlığın, kapitalizm koşulları altındayken bile ulaşmış olduğu medeniyet düzeyi, bunu yaratmayı mümkün hale getirmiştir. İşçi sınıfının kadın, erkek, genç, yaşlı bütün üyelerine düşen görev de, böyle bir mücadeleyi uluslararası alanda örgütlü ve bilinçli bir şekilde vermektir. Yaşasın Enternasyonalist Devrimci Mücadele! Enternasyonal Bilinciyle Mücadeleye! Gebze’den Marksist Tutum okuru bir emekçi

23


“Tek Ülkede Sos Sosyalizmin M

arksizmin kurucuları, dünya işçi devriminin gelişkin kapitalist ülkeleri kucaklayan sürekli devrimler sayesinde sosyalizme ilerleyebileceğini savunmuşlardı. Tarihte yaşananlar bunun doğruluğunu tersten de olsa kanıtladı. Bu durum çarpıcı ifadesini, proleter sosyalist devrimin Rusya gibi geri bir ülkede patlak vermesi ve Avrupa devriminin imdada yetişmemesi neticesinde biçimlenen koşullarda buldu. Her zaman olduğu gibi tarih yine düz bir çizgide ilerlememiş ve devrimci Marksistlerin önüne çözümlenmesi gereken yeni sorunları yığmıştı. İşçi devriminin Rusya’da sıkışıp kalmasının doğurduğu sonuçlar, “tek ülkede sosyalizm” tartışması bir yana, sosyalizme geçişin temel koşulu olan devrimci işçi iktidarının uzun süre tek başına yaşayamayacağı gerçeğini gözler önüne seriyordu. Marksist teoriyi eğip bükmeye yeltenmeden, onu etkin bir düşünsel silah olarak kullanmayı becerenler için bu sorunların doğru tarzda kavranabilmesi imkânsız değildi. Nitekim, sosyalizm ve dünya devrimi gibi can alıcı konularda Marksizme sadakatle bağlı kalan Lenin ve Troçki gibi önderler, ortaya çıkan tehlikelere dikkat çektiler. Vahim olan, mevcut gerçekliğin Stalinist bürokrasi tarafından olması gereken zaten tam da buydu şeklinde çarpıtılarak sunulmasıydı. Burjuva cepheden gelen saldırıları bir tarafa koyacak olursak, esasen bu durum, dünden bugüne Marksizme ve sosyalizme duyulan inanç ve güvenin sarsılmasının başlıca nedenini oluşturmaktadır.

Stalinist resmi tarih İşçi sınıfını iktidara taşıyan 1917 Ekim Devrimi henüz aşılamayan bir tarihsel örnek olmayı sürdürüyor. Ne var ki 1920’lerde cereyan eden gelişmeler, ilerleyen tarihsel sürece damgasını vuran ve etkisi günümüze dek uzanan son derece ciddi sonuçlara, insanı kahreden nice acı olaylara yol açmıştır. Lenin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği’nde Stalinist bürokrasinin egemenliği kurulmuş ve işçi iktidarı ge-

24

tirdiği tarihsel kazanımlarla birlikte tasfiye edilmiştir. Bu konu üzerinde daha önce çeşitli vesilelerle durduğumuz için bu noktada sözü fazla uzatmayalım. Ancak bu tarihsel gerçeklerin devrimci Marksistler için ayan beyan açık olması, bunların işçi sınıfı tarafından da bilindiği veya devrimci saflarda bu gibi konularda genel hatlarıyla bir kavrayış birliğinin sağlanmış olduğu anlamına gelmiyor. Solda birlik özlemi çeken iyi niyetli insanlara ne denli sevimsiz görünse de, işçi hareketinin farklı siyasi eğilimler temelinde bölünmüş olması aslında doğaldır. Toplumun sınıflara bölünmüşlüğünü yansıtan çeşitli sol siyasetler olduğu gibi, önemli tarihsel olayların da farklı algılanışları ve yorumları vardır. Sınıf mücadelelerinin ve farklı sınıfsal çıkarların çatışmasının dışında, kerameti kendinden menkul bir tarih mevcut değildir. İnsan topluluklarının şu ya da bu yöndeki eyleminin yaratabileceği farklı sonuçların belirleyiciliğinden soyutlanmış, tek düze ve önceden kurgulanmış biçimde insana hükmeden bir tarih anlayışı, gerçekliği değil olsa olsa idealist felsefenin yarattığı bilinç çarpılmasını yansıtabilir. Yıllar içinde dünyada sosyalizm adına yaşanmış olanların veya Marksist düşünce adına ileriye sürülen teorilerin ak mı kara mı olduğunun hakkıyla değerlendirilmesi, bilimsel temellere dayanan bilinçli bir çabayı gerektiriyor. Doğruyu bulabilmek, haklıyı seçebilmek ve yanlışı mahkûm edebilmek için insanın her şeyden önce düşünsel eylemini dayandıracağı sağlam bir teorik temele ihtiyacı var. Bu olmadan, neye göre “bu haklı, şu haksız” veya “bu doğru, şu yanlış” denebilir ki? Sağlam teori ise, şu ya da bu kişinin kafasından fırlayan düşünsel bir icat olmayıp, gerçekliği bilimsel temellerde kavrayıp açıklamaya çalışan ve gerçeklerin testinden geçebilen değerlendirmelerdir ancak. Gerçekliğe denk düşmeyen, kasıtlı biçimde çarpıtılmış, egemen unsurların çıkarlarına yontulmuş bir tarih anlayışıyla, tarihsel olguları ve olayları doğru şekilde kavrayıp yorumlayabilmenin mümkün olamayacağı aşikâr olsa gerek. Sınıflı toplumların tarihini incelediğimizde, hangi za-


syalizm” İddiası İnkârıdır /1 Elif Çağlı man dilimi veya hangi coğrafya söz konusu olursa olsun, egemen kesimlerin çıkarlarına göre yazılmış bir resmi tarih olduğunu görüyoruz. Çok eskilere ya da uzaklara gitmeye gerek yok. Örneğin Türkiye’de burjuva cumhuriyetin kuruluşunu, emperyalizme karşı kazanılmış şanlı bir zafer diye sunan resmi tarih malûmumuz. Sovyetler Birliği’nde de, Lenin’in ölümünden sonra işçi iktidarına son veren ve despotik-bürokratik bir rejimin kuruluşunu gerçekleştiren egemen bürokrasinin yazdığı bir resmi tarih var. O resmi tarihe göre Stalin en büyük devrimci, Troçki ise bir karşı-devrimcidir. Keza aynı resmi tarih, işçi sınıfının tepesinde egemenlik sürdüren bürokrasilerin sömürü ve baskı koşullarını yansıtan bürokratik rejimleri, yıllar yılı dünya işçi sınıfına ve devrimcilere “işte sosyalizm budur” diye sunmuştur. Ne yazık ki bu resmi tarih, Marksizme ve sosyalizm anlayışına büyük bir kara çalma pahasına son derece etkili de olabildi. Zira Marksizmin kanıtladığı üzere, genelde egemen fikirler egemen sınıfın fikirleridir. Ve Stalinizm de, Sovyetler Birliği gibi muazzam bir coğrafyada egemenliğini sürdürmüş bulunan egemen sınıfın (devletli bürokrasinin) ideolojisi olarak biçimlenmiştir. Stalinizmin Sovyetler Birliği’nde ve daha sonra benzerlerinde hüküm süren bürokratik rejimleri “yaşayan sosyalizm” diye yutturabilmesi için Marksist teoriyi tahrif etmesi gerekiyordu. Bu tahrifatın başlıca ürünlerinden biri de, bilimsel gerçekleri yok sayan ve egemen bürokrasinin çıkarlarına denk düşecek tarzda icat edilen “tek ülkede sosyalizm” teorisi idi. Bunun gibi daha birçok konuda gerçekler çarpıtıldı ve böylece kendini Marksizmin yerine ikame eden Stalinist bir ideoloji yaratıldı. Stalinizmin iktisadi alandaki ifadesi ulusal kalkınmacıdevletçi planlama, siyasi içeriği totaliter bürokratizm, örgütsel ilkesi ise bürokrasinin egemenliğini garantiye alan bir monolitik parti anlayışı oldu. Marksizmi katleden bu egemen bürokrasi, kendi egemenlik alanının tüm yansımalarını yıllar boyunca nice devrimci kuşağa “doğru budur, buradan yürüyeceksin” diyerek benimsetecekti. İnsan bilinci gerçekliği çarpıtan bu gibi

prizmaların bir kez tutsağı olmuşsa, artık her şey buna göre “doğru” ya da “yanlış” görünür. Böylece, Ekim Devriminin önderlerinden biri olan Troçki hain ilan edilecek, Marksizmi yaşatmaya çalışan devrimcilerin seslerine kulaklar tıkanacak, “tek ülkede sosyalizm”in mümkün olmadığını haykıran Marksistler sosyalizm düşmanı olarak algılanacaklardı. Buna şaşmamak gerek. İşin hazin olan tarafı, gerçekten de devrimci inanca sahip ve devrim için canını vermiş veya vermeye hazır pek çok insanın bu tür çarpılmalara uğramış olmasıdır. Stalinizm egemen bürokrasinin elinde bir iktidar asası olmuşsa, bu tür egemenlik çıkarlarıyla hiçbir ilgisi bulunmayan dürüst devrimci insanlar için, onları gerçek devrimci düşünceden uzak tutan prangalar anlamına gelmiştir. Yaşayan ve çeken bilir derler. Stalinizmin egemenliği altındaki Sovyetler Birliği’ni, sosyalizm özleminin hayata geçtiği cennet olarak algılama gafletine düşen kuşaklar açısından gerçekler elem vericidir. Ama ne denli acı çekilirse çekilsin, gerçeklerin üzeri örtülemez, güneş balçıkla sıvanamaz. Tarih affetmez, döner dolaşır ödenmeyen faturaları insanın önüne koyuverir. Tarihten ders alabilmek içinse, devrimci düşüncenin keskin kılıcının altına boynunu uzatabilecek cesarete sahip olman ve bedel ödemen gerekiyor. Gerisi lafı güzaf! Düşünsel düzeyde büyük çabalar harcamaya, bu uğurda ter akıtmaya, gerekirse örselenmeyi veya tecrit edilmeyi göze almaya pek de yatkın olmayan bir anlayışın egemen olduğu bu topraklarda, sol siyasette genelde tutuculuk egemendir. Aman fincancı katırları ürkütülmesin! Böyle gelmiş, böyle gitsin! Stalinizmin işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından ne anlam ifade ettiği Marksizmden öğrenerek değil, yine bizzat Stalinizmin çarpıtmaları temelinde değerlendirilmeye devam edilsin! İşçi sınıfına nice zarar, egemen bürokrasiye ise büyük yarar getirmiş olan Stalinizme karşı devrimci mücadele bayrağını yükseltmeye çalışan devrimci önderler, bırakın ajanlıkla, hainlikle suçlansın! Kimse, bu devrimci önderlerin ne dediğini ve neyi savun-

25


marksist tutum

Ağustos 2006 • sayı: 17

duğunu bizzat onların eserlerine bakarak anlamaya teşeb- den kurtulamayanlara, daha Marksizmin kuruluşu dönebüs etmesin! Aman ha, kurulu düzenler altüst olmasın! minde açıklığa kavuşturulmuş bulunan bazı temel gerçekBu tür bir düşünsel korkaklığın başka ülkelerde de ta- ler, yanlış, tuhaf veya özgün gelebilmektedir. Bu konuda nığı olmamız mümkün. Ama Türkiye gibi devletçi gelene- verilebilecek en çarpıcı örneği, insanlığın kapitalizmden geğin ve Asyalı kültürün baskın izlerini taşıyan coğrafyalarda, leceğe uzanan tarihsel serüvenini bilimsel anlamda başlıca bürokratik kalkınmacılığı sosyalizm sanan dar görüşlülük- üç evreden müteşekkil gören Marksist yaklaşımın reddedilten beslenen sol anlayış misliyle güçlüdür. Unutulmasın ki mesi oluşturuyor. Bu tarihsel evreler özetle, proletarya dikdevrimci fırtınaların alabildiğine estiği çok canlı dönemler- tatörlüğü altında yaşanacak geçiş dönemi, sosyalizm (sınıfsız de bile, Türkiye, solda Stalinizmin okkalı egemenliğini yan- toplumun ilk evresi), komünizm (sınıfsız toplumun olgunsıtan çarpıcı bir örnek olmuştu. Bu topraklarda egemen sol laşmış evresi) diye sıralanmaktadır. kültür, devrimci Marksist fikirleri savunmaya ve bu fikirleOysa Stalinist gelenek, sosyalizm evresini, kapitalizmrin temsilcisi olmuş devrimci den sınıfsız topluma geçiş döönderlerden öğrenmeye çalınemi yani proletarya diktatörşanlara, “Müslüman mahallesinlüğü dönemi ile aynı şeymiş gide salyangoz satma!” diyerek bi gösterir. Belirtmeliyiz ki, hücum etmeye yatkındır. O neTroçkist saflarda da bu kapıya denle, Ekim Devrimiyle kurulçıkan bulanık yaklaşımlar az muş işçi iktidarının akıbetindeğildir. Nihayet kısaca vurguden tutun da bürokratik rejimlamak gerekirse, Stalinizmin lerin karakterine ve sosyalizicadı olan “tek ülkede sosyamin gerçekte ne olduğuna dek lizm” teorisi, sosyalizmi, sınıflı pek çok önemli konuda, devve devletli bir toplumsal düzen rimci Marksizmin bilimsel tedüzeyine indirgemektedir. mellere dayanan değerlendirMarksizmin açıklığa kavuşmeleri Stalinistlere küfür gibi turduğu üzere, kapitalizmden geliyor. komünizme giden yolda önce Ne demişti koca Marx? Sen bir geçiş döneminin, bir devyolunda yürü, bırak ne derlerrimci dönüşümler döneminin se desinler! Biz de, tarihi olguyaşanması zorunludur. İnsan ların derinliğine kavranması çayaşamını sınıflı toplumların esabasını kısır bir “Stalinizm-Troçretinden kurtarıp, sınıfsız topkizm” çekişmesine indirgeyen lumun özgürlük dünyasına kaküçük-burjuva sol anlayışın vuşturacak olan bu devrimci dar görüşlülüğüne asla prim dönüşümler ancak işçi sınıfı ikvermeksizin, devrimci Marktidarı altında gerçekleşebilir. sizm yolunda yürümeyi sürdüNüfusun üreten ve emeğiyle receğiz. Bu yolda layıkıyla, hak geçinen çoğunluğuna dayanan Rusya’da işçi sınıfının hiçbir zaman yalıtık ederek yürüyebilmenin temel bir sosyalist toplum yaratmayı düşünmediği bu iktidar, proletaryanın, burkoşullarından biri de, sosyalizjuvazi ve devrimi tehdit eden bizzat Lenin tarafından açıkça ifade min gerçekte ne olduğunu ve unsurlar üzerindeki diktatörlüedilmiştir. Kendine yeterli bir “sosyalist” ne olamayacağını bilmektir. As- devlet düşüncesi olsa olsa bir küçük-burjuva ğü anlamına gelir. Kapitalizmidealidir. lında Marksizmin kurucularıden komünizme geçiş döneminın çözümlemeleri, bu gibi konin siyasal karşılığı olan prolenularda kimin doğru kimin yanlış yol tuttuğunu kavrata- tarya diktatörlüğü, tarihsel örneklerden bildiğimiz üzere kocak bilimsel temeli bizlere bahşetmiş bulunuyor. mün tipi (ya da aynı anlama gelmek üzere sovyet tipi) bir yarı-devlete dayanır. İşçi sınıfının doğrudan egemen olduğu ve devletin bürokratik bir mekanizma olmaktan çıkarak Sosyalizm sınıfsız ve devletsiz toplumdur daha baştan sönmeye yüz tuttuğu bir dönemdir proletarya Stalinizmin teorik alandaki suçlarından biri de, kapita- diktatörlüğü dönemi. İnsanlığı sınıfsız toplum düzenine lizmden komünizme geçiş konusundaki Marksist açılımla- ulaştıracak olan proletarya diktatörlüğü döneminin olmazrı bilinçli olarak tahrif etmesidir. Bu tahrifat nedeniyle dün sa olmaz koşulu ise işçi demokrasisidir. Altını kalınca çizeolduğu gibi bugün de dünya genelinde sol harekette, sosya- rek belirtelim ki, işçi demokrasisinin yaşatılmadığı bir dulizmi proletarya diktatörlüğü dönemi ile özdeş sayan bir rumda işçi sınıfının iktidarı kesinlikle ölmeye yazgılıdır. anlayış yaygındır. Böylesi bir vahim yanılgının pençesinProletarya diktatörlüğü dönemi henüz sınıfların ve dev-

26


Ağustos 2006 • sayı: 17

letin yok olmadığı, ama tüm sınıflarla birlikte sınıflı topluma özgü kurumların da tasfiyesinin sürdüğü bir tarihsel evredir. Sınıflı toplumlar tarihinde ilk kez ezilen ve sömürülen bir sınıfın iktidar oluşu, tarihin gidişatını tamamen değişikliğe uğratacak muazzam bir eylemdir. Dünya devriminin ilerleyişiyle birlikte tüm gezegenimiz üzerinde işçi iktidarının kurulması, kapitalizmi ve sınıfsal ayrımları geri dönüşsüz biçimde sona erdirebilir. Ve zaten işçi demokrasisi sayesinde daha baştan bir yarı-devlete dönüşmüş bulunan devletin sönümlenmesini sağlayabilir. Proletarya diktatörlüğünün tarihsel görevi, insan toplumunun yaşam koşullarını kapitalizmin zincirlerinden kurtarmak ve sosyalizme taşımaktır. İşçi sınıfı bu soylu misyonunu evrensel düzeyde başarıyla yerine getirdiğinde, kendisi de dahil tüm sınıfların varoluş koşulları ortadan kalkacak ve proletarya diktatörlüğü dönemi tamamen son bulacaktır. Böylece insanlık sınıfsız toplum düzeninin sosyalizm adını verdiğimiz ilk evresini yaşamaya başlayabilecektir. Sosyalizm, üretim araçlarının toplumsal mülkiyetine dayanan, sınıfsız, sömürüsüz, devletsiz ve üreticiler arasında hak eşitliğinin sağlandığı bir toplumsal düzendir. Sosyalizm, sınıfsız toplumun olgunlaşmış evresine, yani bayrakları üzerinde herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre ilkesi yazan komünist toplum düzenine sıçramaya hazırlanan özgür üreticiler topluluğudur. Sosyalizm konusunda yaratılan zihinsel karmaşa nedeniyle birkaç hususa daha değinmekte yarar var. İşçi sınıfının siyasal iktidarı fethetmesi ve burjuva devlet aygıtını parçalayarak kendi egemenliğini ilan etmesi, yalnızca siyasal devrimin başarılması demektir. Unutulmasın ki proleter sosyalist devrim, siyasal ve toplumsal devrimin bütünlüğünden oluşur. Ayrıca da bir ülkede proletarya diktatörlüğünün kuruluşu, aslında siyasal devrimin bile kısmi zaferi anlamına gelir. Zira siyasal devrimin bütünsel zaferi, işçi sınıfının dünya ölçeğinde egemen oluşuna bağlıdır. İşçi sınıfının amacı, işçi iktidarının yani işçi demokrasisinin tek ülkede kuruluşuyla yetinmek olamaz. Proletaryanın çıkarı, tüm ülkelere işçi demokrasisi bayrağının dikilmesinde, devrimin sürekliliğinin sağlanmasındadır. Bir ülkede iktidara gelen işçi sınıfı, kapitalist üretim ilişkilerini tasfiyeye girişerek ve toplumsal ihtiyaçları gözeten planlı bir iktisadi işleyişi başlatarak, maddi zemini sosyalizme daha da hazır hale getirmeye koyulur. Bu nedenle işçi iktidarı altında gerçekleşecek bu tarihsel adımların, bir başka deyişle toplumsal dönüşümlerin sosyalist kuruculuk diye adlandırılmasında pek de mahzur yoktur. Tıpkı işçi sınıfının, ilerleyeceği hedefi belirtmek amacıyla kendi devrimini sosyalist devrim olarak nitelemesinde bir sakınca olmadığı gibi. İşte sosyalizm kavramının bu anlamda ve kapsamda kullanılmasıyla, tek ülke sınırları içinde sosyalizme geçileceği, yani sosyalizmin yaşanmaya başlanacağı iddiasının hiç ama hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır. Sınıfsız toplumun ilk evresi olan sosyalist toplum hakkında yukarda özetlediğimiz hususlar dikkate alındığında,

marksist tutum

“tek ülkede sosyalizm” teorisinin saçmalığı kolayca anlaşılacaktır. Bu saçmalığın derecesini vurgulamak için yalnızca önemli bir hatırlatma yeter. Bir yandan bir ülkede proletarya diktatörlüğünden söz edilecek, yani sınıflar ve devlet varlığını sürdürecek, öte yandan o ülkede “yaşayan sosyalizm” olacak! Böyle bir iddianın, gerçeklikle, bilimle ve Marksizmle bağdaşabilir bir yanı yoktur. Sınıfsız toplum düzeni olarak sosyalizm, tek tek ülkelerde taksit taksit yaşanmaya başlanacak bir toplumsal olgu değildir. O yüzden, Stalinist veya merkezci akımların iddia ettiği şekilde, sosyalizmin tam zaferinden söz edilemese bile yine de tek ülkede sosyalizmin kurulabileceği iddiası bir fasaryadan ibarettir. Sosyalizm, gezegenimizi özgürlüğe kavuşturacak olan dünya işçi demokrasisi altında insanlığın hep beraber sıçrayacağı bir tarihsel moment olabilir ancak. Ve ancak bu sayede, insan toplumu yine tüm dünya üzerinde hep beraber sınıfsız toplum düzenini olgunlaştıracak ve onun komünizm dediğimiz olgunluk evresine ulaşabilecektir. Stalinist bürokrasinin “tek ülkede sosyalizm” teorisini icattan muradı, kendi egemenlik koşullarını sosyalizm diye yutturabilmekti. Bunun gereğini yerine getirmek üzere yeniden yazılan “Marksizm”de, proletarya diktatörlüğü dönemi sosyalizm dönemi olarak lanse edildi. Ve bürokratik diktatörlüğün de kendini işçi iktidarı yerine ikame etmesiyle birlikte tahrifat tamamlanmış oldu. Böylece, sınıfsız toplum düzeninin ilk evresi anlamına gelen sosyalizmle alâkasızlığı bir yana, aslında işçi iktidarıyla bile hiçbir ilintisi bulunmayan bürokratik diktatörlükler, insanların belleğine “yaşayan sosyalizm” diye kazındı. Bazı tartışmalı sorunlarda yanlış anlamalara fırsat vermemek için önemli gördüğümüz birkaç hususa daha değinelim. Bir dünya sistemi kurmuş bulunan kapitalizmin tasfiyesinin ancak dünya ölçeğinde gerçekleşeceği ve sınıfsız toplum düzeninin de ulusal değil bir dünya düzeni olacağı çok açıktır. Bu bakımdan işçi sınıfının devrimi (sosyalist devrim) bir dünya devrimidir. Ancak bu devrimin niteliğini derinlemesine kavrayabilmek için, bazı sorunları onun siyasal ve toplumsal boyutunu ayırt ederek tartışmak gerekiyor. Örneğin tek ülkede işçi sınıfı iktidarının kurulması mümkündür ve bu olasılık devrimin siyasal boyutunu ilgilendirir. Oysa sosyalist kuruculuk asla tek ülkede tamamlanamaz ve bu gerçeklik de devrimin toplumsal boyutuna işaret eder. Siyasal devrim boyutuyla sosyalist devrimin hangi ülkeden başlayarak patlak vereceği, ekonomik gelişme düzeyinin basit bir türevi olamaz. İşin bu yönü, bir ülkede siyasal ve toplumsal çelişkilerin derinleşip keskinleşmesiyle alâkalı bir sorundur. Siyasal devrim pekâlâ şu ya da bu gelişkinlik düzeyine sahip bir kapitalist ülkede patlak verebilir ve işçi sınıfını iktidara taşıyabilir. Fakat esasen sosyalist devrim, işçi sınıfının çeşitli ülkelerde iktidara gelmesiyle birbirine eklemlenen ve bu sayede kapitalizmin geri dönüşsüz tasfiyesini mümkün kılan sürekli bir devrim sürecidir. Ve bu devrim ancak dünya ölçeğinde tamamlanabilir. Ayrıca tek ülkede

27


marksist tutum

sosyalizmin imkânsızlığı bir yana, bir işçi iktidarının tek ülkede yalıtık vaziyette uzun süre yaşaması da mümkün değildir. Bir başka deyişle, tek ülkede proletarya diktatörlüğünün akıbeti de tamamen iç ve dış koşullara bağlıdır. Kapitalist sistem tarafından kuşatılan yalıtılmış bir işçi iktidarı, dış müdahale tehdidi bir yana, nihayetinde içte biriken çelişkilerin kurbanı olabilmektedir. Bu gibi hususlar, 1917 Ekim Devrimi pratiğinin Marksist teoriyi zenginleştiren katkılarıdır. Buradan hareketle, dünya devriminin ilerleyişine dair bazı öngörülerde bulunmak da olanaklı görünüyor. Siyasal boyutuyla dünya devrimi, tüm ülkelerde ani ve eşzamanlı bir tarihsel eylem biçiminde cereyan etmek zorunda değildir. Dünya işçi sınıfının devrimci siyasal atılımı, pekâlâ kopuşsuz bir tarihsel süreç içinde çeşitli ülkelerde patlak veren proleter devrimler zinciri şekline bürünebilir. Bu gibi konularda spekülasyona kaymamak koşuluyla çeşitli olasılıklar irdelenebilir. Fakat çok açık olan gerçek şudur ki, dünya devrimi süreci ancak kapitalist kuşatma tarafından esaslı bir kesintiye uğratılmaması, yani süreklilik arz etmesi koşuluyla ilerleyebilir ve zafere koşabilir. Bunun için, bir ülkedeki veya bölgedeki devrimin etkisinin dünyanın diğer alanlarına yayılması, şu ya da bu ülkede kurulan işçi iktidarının bir diğeri ile tam manasıyla enternasyonalist komünist tarzda kardeşleşmesi şarttır. Ve de dünya işçi sınıfının devrimci enternasyonalist önderliği olmadan bu görevlerin üstesinden asla gelinemeyeceği aşikârdır. Bu öznel koşulun yanı sıra, nesnelliğin önemi de büyüktür. Bir ülkede meydana gelen devrimin dünya devriminin ilerletici gücü olabilmesi için, kapitalist sistemin yalnızca çeperlerine değil merkezine esaslı darbeler indirmesi şarttır.

Marksizm mi, “Marksizm” mi? Yukarda kısaca değinmeye çalıştığımız gerçeklikler, devrimci Marksizmin, burjuva ve küçük-burjuva sosyalizm anlayışlarından ayırt edilmesini sağlıyor. Marx ve Engels’ten başlamak üzere, Lenin, Rosa, Troçki gibi devrimci önderler, bu gerçeklerin ifadesi olan bir siyasal çizgiyi mücadele içinde bıkıp usanmaksızın egemen kılmaya çalıştılar. Geçmişten günümüze uzanan bu kızıl çizgiye damgasını basan temel unsurların, dünya devrimi kapsamında sürekli devrim anlayışı ve tek ülkede sosyalizmin olanaksızlığı şeklinde özetlenmesi hiç de yanlış olmayacaktır. Stalin bile Lenin’in otoritesi altındayken dünya devrimi çözümlemesine karşı çıkmamış, tek ülkede sosyalizmin mümkün olduğunu söylememiştir. Lenin’in ölümünden sonra, Stalin, egemen olan bürokrasinin çıkarları doğrultusunda yeni bir “Marksizm” yaratmaya koyulacak ve bu bağlamda eşitsiz gelişme yasasının da Lenin tarafından keşfedildiğini ilan edecektir. Amacı, bu yasanın esasen kapitalizmin emperyalizm döneminde işlemeye başladığını beyinlere kazımaktır. Marx ve Engels’in “bilemeyeceği” bu “yeni” özelliğin, tek ülkede sosyalizm le-

28

Ağustos 2006 • sayı: 17

hine nesnel bir değişim yarattığını iddia eder Stalin. İşin aslında Stalinizmin bu tür iddiaları tam anlamıyla kuyruklu yalanlardır. Zira Marx’ın kapitalist iktisadi sistemin derinlerine dalan tahlilleri, eşitsiz gelişme yasası dahil bu üretim tarzının tüm gizlerini ortaya serer. Muazzam Kapital çalışmasında Marx, şayet tüm alanlarda eşzamanlı ve eşdeğerde gelişme olanağı olsaydı kapitalist üretimin asla meydana gelemeyeceğini açıklamaktadır. Stalinizmin, “tek ülkede sosyalizm” masalına dayanak olsun diye anlamını çarpıttığı eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının dünya kapitalist sisteminin işleyiş yasası olduğu çok açıktır. Stalin’in çarpıtmalarından arındırılacak olursa, bu yasa, bir yandan tek ülkede sosyalizmin olanaksızlığına işaret ederken, diğer yandan proleter devrim açısından dünyanın ve dünya işçi sınıfının kaderinin bütünleştiğini kanıtlar. Özetle, Marksizmin kurucularının temel teorik argümanlarıyla Lenin’in düşünceleri arasında bir açı yaratmak ve emperyalizm çağının Marksizmi şeklinde bir Leninizm icat etmek tamamen abesle iştigaldir. Böyle bir siyasal tutum, Lenin’i son derece haksız biçimde Marx’tan koparmak anlamına gelir. Lenin hemen her konuda Marksizmin kurucularının sadık bir öğrencisidir. Lenin’in tüm teorik çalışmaları, onun sosyalist devrimi tıpkı Marx ve Engels gibi bir dünya devrimi kapsamında kavradığını gözler önüne sermektedir. Proleter devrimin Avrupa’nın gelişkin kapitalist ülkelerinde kaydedeceği sıçrama Marksizmin kurucuları açısından ne denli önem taşıyorsa, bu Lenin için de öyledir. Zira bu tür açılımlar devrimci önderlerin kişisel tercihlerine değil, bazı nesnelliklere işaret ederler. O yüzden Lenin, Rusya gibi geri bir ülkede proleter devrimin yaşama şansını, devrimin Avrupa’daki ilerleyişine bağlamıştır.


Ağustos 2006 • sayı: 17

Rusya, dünya devrimini ilerletmenin nesnel olanakları bakımından gerçekten de tamamen elverişsiz bir ülkeydi. Ne var ki, Çarlık rejimiyle birleşen bir kapitalistleşme sürecinin yoğunlaştırıp keskinleştirdiği çelişkiler Rusya’da devrimi dayatmış bulunuyordu. Bir başka deyişle, Rusya iktisaden çeşitli Avrupa ülkelerine kıyasla daha geri bir durumda olsa bile, tarihsel ve siyasal koşullar bu ülkeyi dünya proleter devriminin patlak verebileceği bir zayıf halka konumuyla öne çıkartmıştı. 1917 Ekim Devrimi pratiğinin gündeme getirdiği yeni sorunlar, Lenin ve Troçki gibi devrimci önderleri Marksist teoriyi çekiştirmeye değil, tersine bu sorunların dünya devrimi açısından yarattığı tehlikelerin kavranıp açıklanması çabasına yöneltti. Onlar bu devasa sorunların bindirdiği basınç altında, Ekim Devriminin ürünü olan işçi iktidarını korumak ve yaşatmak için çırpındılar. Bu devrimci önderlerin tutumu ile, iradi çabalarla aşılamayacak nitelikteki sorunların ürünü olan yozlaşma ve çarpılmayı teorize eden ve böylece Marksizm dışı bir “sosyalizm” anlayışı yaratan Stalinizm arasında keskin bir ayrım çizgisi vardır. 1917 Ekim Devrimi sonrasında yalnız kalan işçi iktidarının kaderi konusunda Lenin’in yaptığı değerlendirmeler, onun proleter devrimin ancak bir dünya devrimi olarak başarıya ulaşabileceğine duyduğu bilimsel inancı ortaya koyar. Bütün bu dönem boyunca Lenin gibi gerçek Bolşevikleri endişe ve acı içinde kıvrandıran temel sorun, tek başına kalan işçi iktidarının yaşatılıp yaşatılamayacağıdır. Sovyet egemenliğinin yaşatılabilmesi için devrimci önderlerin çırpınışlarını, onların tek ülkede sosyalizmi savundukları şeklinde tahrif ederek sunmak, bu önderlerin derinlikli Marksist kavrayışlarıyla dalga geçmek anlamına gelir. Tek ülkede sosyalizm bahsinde Lenin’in ardına sığınmaya çalışanlar gerçekten de fena halde yanılıyorlar. Stalinist tahrifatlara verilecek en iyi yanıtı bizzat Lenin’in değerlendirmeleri oluşturuyor. Marx ve Engels’in, kapitalizmden sosyalizme geçiş döneminin dünya çapında uzun doğum sancılarını gerekli kılacağına ilişkin çözümlemelerini özenle yorumlamıştır Lenin. Marx ve Engels için olduğu kadar Lenin için de, bu geçiş sürecinin kapitalizmin bütün biçimlerinin ve eski kuruluşların tümünün parçalanacağı zahmetli bir dönem olacağı açıktır. Yine devrimci Marksist önderlerin dikkat çektiği üzere, bu yolda başarıya ulaşabilmek için bütün ülkelerin işçilerinin mücadele ve eylem birliğinin sağlanması kesin bir zorunluluktur. Rusya’da siyasi ve toplumsal çelişkilerin yoğunlaşması, ekonomik gelişme düzeyine bakmaksızın bu ülkeyi öne fırlatmıştı. Fakat Avrupa devriminin geri çekilişi, Ekim Devrimini gerçekleştiren öncü müfrezeyi yalnızlığa sürükledi. Tarihin devrimci önderlerin rızasına bakmaksızın önlerine çıkarttığı devasa sorunların üstesinden salt iradi çabalarla gelinemeyeceğinin bilincindeydi Lenin. Bu nedenle de temel devrimci görevi, Avrupa’da yeniden canlanacak proleter devrimin imdada yetişmesine dek dayanmaya çalışmak şeklinde ifade ediyordu. Lenin, koşulların muazzam zorlu-

marksist tutum

ğu nedeniyle yenilgi ihtimalinin ağır bastığı bir durumda bile devrimci mevzileri çarpışmadan terk etmeyecek kalibrede gerçek bir devrimciydi. O yüzden, mücadeleye girişmeksizin daha baştan pes edenlere taviz vermeyecekti. Lenin o günün koşullarında Rusya ölçeğinde bir şeyleri korumaktan söz etmişse, kuşkusuz bunun ulusal dar görüşlülükle hiçbir alâkası yoktur. Tersine bu koruma kaygısı, yalnız ve yalnızca dünya devriminin ilerleyişi umuduna bağlanmış enternasyonalist devrimci bir görev anlayışının yansımasıdır. Yeri gelmişken önemli bir hususu da belirtelim. Avrupa devriminin geri çekilişinin Sovyet devleti açısından yarattığı tehlikenin bilincinde olmakla, henüz hiçbir şeyin kesinleşmediği bir tarihsel anda umudu yitirmeyip, devrimi elden geldiğince koruyabilmek için mücadeleyi sürdürmek birbiriyle çelişen tutumlar değildir. Aksine bu iki tutum, tarihsel gidişatın kısa ve uzun vadeli diyebileceğimiz farklı boyutlardaki Marksist kavranışıdır ve birbirini devrimci tarzda bütünlemektedir. Ayrıca da gözden kaçırılmaması gerekir ki, diğer müfrezeler imdada yetişene dek Rusya’daki devrimci burcu korumaya çalışmanın, sosyalizmin tek bir ülke sınırları içinde gerçekleşebileceği iddiasıyla hiçbir ortak noktası bulunmamaktadır. Sınıfsız toplum düzeni olarak sosyalizm, tek tek ülkelerde taksit taksit yaşanmaya başlanacak bir toplumsal olgu değildir. O yüzden, Stalinist veya merkezci akımların iddia ettiği şekilde, sosyalizmin tam zaferinden söz edilemese bile yine de tek ülkede sosyalizmin kurulabileceği iddiası bir fasaryadan ibarettir. Sosyalizm, gezegenimizi özgürlüğe kavuşturacak olan dünya işçi demokrasisi altında insanlığın hep beraber sıçrayacağı bir tarihsel moment olabilir ancak. Ne yazık ki dün olduğu gibi günümüzde de kimileri, Stalinist “Marksizm” tarafından çarpıtılmış siyasi bakışlarıyla, Lenin’in sosyalizm kavrayışını bir tür “ulusalcı sosyalizm” kalıbına sığdırmaya çalışıyorlar. Bazı yazılarında iktidarın proletarya tarafından fethi yani sosyalist siyasal devrim anlamında kullandığı sosyalizm sözcüğüne dayanılarak, Lenin’de dünya devrimi anlayışından kopartılmış bir sosyalizm açılımının, bir tür ulusal dar görüşlülüğün kanıtları bulunmak isteniyor! Bu konuda kesin bir kanıt oluşturduğu düşüncesiyle, onun Avrupa Birleşik Devletleri Şiarı Üzerine makalesi tekrar tekrar önümüze konuluyor. Stalinist ve merkezci akımlar, bu makalede yukarda işaret ettiğimiz kapsamda kullanılan sosyalizm kavramından hareketle, tek ülkede sosyalizmin pekâlâ mümkün olabileceği konusunda Lenin’i şahit gösteriyorlar. Oysa Marksizmin endazesine vurulduğunda açıkça görüleceği üzere, bu tür siyasi yaklaşımlar tamamen yanlış ve sosyalizm mücadelesine zarar veren girişimlerdir. Lenin, sosyalist toplumsal düzene ancak kapitalist sistemin dünya ölçeğinde tasfiyesi sayesinde geçilebileceğini

29


marksist tutum

tam manasıyla idrak etmiş bir Marksist önderdir. Onda küçük-burjuvazinin ulusal sınırlara hapsedilmiş sınıflı ve devletli “sosyalizm” anlayışının izini bulup ortaya çıkarma çabası beyhudedir. Tersine, dünya işçi hareketinin bu devrimci önderi, küçük-burjuva zihniyetin Marksizmle bağdaşmaz karakterini her bir önemli vesileyle teşhir etmiştir. Bu konuda pek çok örnek verilebileceği gibi, Lenin’in editörlüğünü yaptığı ve önsöz yazdığı bir kitapta (Stepanov-Skvortzov’un Elektrifikasyon adlı kitabı) okuyucuya hararetle tavsiye ettiği satırlar hatırlanabilir: “Rus proletaryası, asla yalıtık bir sosyalist devlet yaratmayı düşünmedi. Kendi kendine yeten bir ‘sosyalist’ devlet, bir küçük-burjuva idealidir. Bunu az çok andıran bir durum, ancak küçükburjuvazinin ekonomik ve politik olarak ağır bastığı koşullarda düşünülebilir; dış dünyadan kopuk küçük-burjuvazi, yeni teknik ve yeni ekonomiyle birlikte çok istikrarsız bir hal alan kendi ekonomik formlarını pekiştirmenin yolunu arar”. Unutulmasın ki, işçi sınıfının toplumsal devrimi üretim araçlarında özel mülkiyete karşı olduğu kadar, dünya ekonomisinin ulusal çıkarlar temelinde bölünmesine de karşıdır. Sosyalizm mücadelesinin özünde, her düzeyde enternasyonalizm ve insanlığın evrensel çıkarları yatmaktadır.

Gizlenemeyen gerçekler ve Stalin’in tahrifatları Stalin’in dümeni tek ülkede sosyalizm çarpıtmasına kırmasından önce gerek Bolşevik Partide gerekse Komintern saflarında dünya devrimi anlayışının savunulageldiği aşikâr bir gerçektir. Bu konuda sıralanabilecek pek çok kanıt mevcuttur. Buharin ve Preobrajenskiy’nin kaleme aldığı ve Komintern tarafından temel eğitim kitabı olarak onaylanan Komünizmin ABC’si’nde, proleter devrimin ancak dünya devrimi olarak zafere ulaşabileceği, sosyalizmin muzaffer olabilmesi için dünya devriminin zaferinin zorunlu olduğu belirtilmektedir. Rusya’da işçi sınıfının hiçbir zaman izole olmuş bir sosyalist toplum yaratmayı düşünmediği (ve zaten yaratamayacağı) bizzat Lenin tarafından açıkça ifade edilmiştir. Kendine yeterli bir “sosyalist” devlet düşüncesi olsa olsa bir küçük-burjuva idealidir. Aslında sosyalist düzenle hiçbir alâkası bulunmayan fakat kendisini öyle takdim eden sınıflı ve devletli “sosyalizm” olgusu, bir bakıma bu küçük-burjuva idealin gerçekliğe dönüşmesidir. Stalinist bürokrasilerin egemenliği altında biçimlenen ve günümüzde de küçükburjuva sosyalistlerin düşlerini süslemeye devam eden ulusal kalkınmacı sözde sosyalist rejimler bu gerçekliğin somut ifadesi olmuşlardır. Ocak 1918’de toplanan Üçüncü Sovyetler Kongresinde, tek ülkede sosyalizmin olanaksızlığına işaret etmişti Lenin. Komintern’in Üçüncü Kongresindeki konuşmasında ise, dünya devriminin desteği olmaksızın Rusya’da proleter devrimin zafere ulaşamayacağını baştan beri bildiklerini vurguluyordu. Ama kendi irade ve tercihlerinden bağımsız ola-

30

Ağustos 2006 • sayı: 17

rak, olayların gelişimi onların önüne tek ülkeye hapsolan devrimci işçi iktidarını savunma görevini çıkarmıştı. Fakat şurası çok açıktır ki, Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin Sovyet sistemini (işçi demokrasisini) korumak için gösterdikleri çaba, Stalinist bürokrasinin egemenliğini ifade eden bir sözde işçi iktidarını korumaya çalışmaktan tamamen farklı bir niteliğe sahiptir. Bu ikisi arasında bir benzeştirme yaparak, Stalin döneminde dünya komünist hareketine dayatılan bürokratik korumacılığı (yani sosyalizm sözcüğünün ardına sığınan bürokratik rejimin korunması) haklı göstermeye çalışmak devrimci ciddiyetle asla bağdaşamaz. 1921 yılında Lenin’in yol göstericiliğiyle biçimlenen Komünist Gençlik Programında belirtildiği üzere, Rusya muazzam doğal kaynaklar barındırıyor olsa da sanayi bakımından küçük-burjuva nüfusun ağır bastığı geri bir ülkeydi. Ve sosyalizme ancak sosyalist dünya devrimi aracılığıyla varılabilirdi. Nihayet, 1922’de toplanan ve Lenin’in katıldığı son kongre olan Komintern Dördüncü Kongresinde kabul edilen bir kararda ise, Bolşeviklerin dünya devrimi perspektifi şu sözlerle ifade edilmekteydi: “Dördüncü Dünya Kongresi bütün ülkelerdeki proleterlere, proleter devrimin hiçbir zaman tek bir ülkenin sınırları içerisinde zafere ulaşamayacağını hatırlatır; o yalnızca uluslararası biçimde, dünya devrimine gelişerek zafere ulaşabilir.” (Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal - Belgeler, c.2, Maya Yay., Eylül 2002, s.390) Stalin Lenin’in ölümünden sonra, Nisan 1924’te kaleme aldığı Leninizmin İlkeleri adlı broşüründe henüz aynı perspektifi savunur görünmekteydi. Bu broşürde örneğin şu satırlar yer alıyordu: “Sosyalist üretimin örgütlendirilmesi için bir tek ülkenin, özellikle Rusya gibi bir köylü ülkesinin çabaları yetmez; bunun için birçok ileri ülke proleterlerinin çabaları gerekir.” (Stalin, Leninizmin İlkeleri, Sol Yay., Eylül 1979, s.162) Ancak aradan fazla bir süre geçmeden, Stalin kendisininki dahil bu tür değerlendirmelerin yanlışlığını ilan edecek ve dümeni devrimci Marksizme tamamen ters yöne kıracaktı. 1924 yılının Aralık ayında Ekim Devrimi ve Rus Komünistlerinin Taktiği adlı yeni broşüründe, Stalin, artık dünya devrimi anlayışını savunanları eleştiriyor ve sosyalizmin tek ülke sınırları içinde kurulabileceği fikrini savunuyordu. Nitekim sosyalizm sorununda yaptığı bu “düzeltme” doğrultusunda eski açıklamalarını geri çekmiş ve “sosyalist toplumu kurmak için gerekli her şeye sahip bulunduklarını” ilan etmişti. (age, s.163) Buna paralel olarak egemen bürokrasi, Lenin’in yazılarında geçen sosyalizm sözcüğüne de artık keyfi anlamlar yükleyecekti. Stalin’in “Troçkizme” karşı yürüttüğü seferberlikten Marksist külliyat da nasibini alacak, Marksist eserler üzerinde tahrifatlara girişilecek ya da bazı önemli yazılar ve programatik belgeler arşivlerde çürümeye terk edileceklerdi.

(devam edecek)


Latin Amerika’da “Kurtarıcılar” ve Caudillolar /2 Utku Kızılok Ulusal birlik ve toprak sorunu Latin Amerika’nın son iki asırlık tarihi, birbirini izleyen sayısız askeri darbeler tarafından belirlenmiştir; sadece Bolivya’da, bağımsızlığını kazandığı 1825’ten bugüne dek tam 190 askeri darbe yaşanmıştır. 20 Latin Amerika ülkesinin 13’ü, 1954’te askeri diktatörlükler tarafından yönetilmekteydi. Sadece Şili’de bir yıl içinde dört darbenin gerçekleşmiş olması kıtanın ne denli çalkantılı ve gelgitli siyasi bir konuma sahip olduğunun göstergesidir. 1960’lar ve 1970’ler boyunca onlarca askeri darbe birbirini izlemiş, milliyetçi-solcu olsun veyahut olmasın, hemen tüm darbeler bunalımdan bir türlü kurtulamayan burjuva rejimi kurtarmaya ve sağlam temeller üzerine oturtmaya çalışmışlardır. Şöyle bir bakıldığında, sömürgecilerin kıtadan atılmasından günümüze dek, ordunun rolü hemen her zaman tayin edici olagelmiştir. Latin Amerika’nın toplumsal ve siyasal gelişimine ordu o denli damgasını basmıştır ki, örneğin, Arjantin’de “ulusu” yaratanın 100 general olduğuna inanılmaktadır. “Kurtarıcı”, caudillocu geleneklerden beslenen, düzen kurucu ve rejim koruyucu vasıflarını da kendinde gören Latin Amerika’nın şeritliler ve yıldızlılar takımı, ordunun adeta sınıflar üstü, “ulusu” koruyan ilâhi bir güç olduğu vehmine kapılmışlardır. Sanki egemen sınıfın derin bir parçası değillermiş, sanki devlet egemen sınıfın devleti değilmiş ve sanki devletin tekelinde bulunan şiddet araçlarını burjuva düzeni kurtarmak amacıyla bizzat emekçi yığınlara karşı kullanan ordu değilmiş gibi! Ordunun sınıfların üstünde yer aldığı, toplumun çıkarlarını korumak ve “doğru yol”u göstermek üzere varolduğu düşüncesi öylesine derinlere işlemiştir ki, daha 1915’te, Arjantinli bir subay “bugün ordu ulustur, parçalarının birlikteliğini sağlayan, onu şoklardan ve çöküntülerden koruyan, ulusun dış madeni zırhı gibidir” diye yazıyordu. Şu satırlar da Revista Militar adlı dergiden: “ordunun esas misyonu her türlü tehdide karşı kolektif denge-

yi korumaktı.” 1913’te Brezilya’da yayınlanan A. Defensa adlı dergi başyazısında şunları yazıyordu: “ordunun gelişme içindeki toplumsal unsurları muhafaza edici ve istikrara kavuşturucu işlevi için hazırlanması gerekmektedir. Ordu kendi kendilerini yaratma halindeki toplumların fırtınalı yaşamında çok sık rastlanan iç karışıklıkları engellemeye hazır olmalıdır.” (ak: Alain Rouquie, Latin Amerika’da Askeri Devlet, s.122) Esasında, daha ulusal kurtuluş mücadelesi sürecinden başlayarak ordular Latin Amerika’nın tarihsel gelişimine damgalarını basmışlardır. 1700’lerin ortasına değin sömürgelerini İspanya’dan gönderdiği askerlerle koruyan İspanya Krallığı, gerek Kuzey Amerika’yı egemenliği altında tutan İngiliz tehlikesine, gerekse iç isyanlara karşı Latin Amerika’daki ordusunu güçlendirme kararı aldı. Avrupa soyundan gelen ama o güne kadar ne asker ne de subay yapılan beyazların çocukları orduya alınmaya başlandı; böylece İspanyol Krallığı, ulusal bağımsızlık ordularını bizzat kendisi yaratmış oluyordu. Mülk sahibi sınıflar krallık ve bağımsızlık yanlısı olmak üzere ikiye bölündüğünde ordu da bölündü ve savaş tüm alt kıtaya yayıldı. Bu noktada önemli bir hususun altını çizelim; ulusal kurtuluş mücadelesi Latin Amerika halk kitlelerinin yığınsal olarak katıldıkları bir ayaklanma biçiminde değil, daha baştan ordular arası bir savaş biçiminde yaşanmıştır. Yerliler ve köylüler “kurtarıcı” Bolivar’ın ve Artigas’ın başını çektiği birliklere milis güçler olarak katılmışlarsa da, bir halk ayaklanmasından söz etmek mümkün değildir. 1825’e gelindiğinde hemen tüm alt kıtada bağımsızlık savaşı başarıya ulaşmış ve İspanya kıtadan atılmıştır. Ancak pek çok girişime karşın, Latin Amerika tek bir ulus-devlet olarak örgütlenememiştir. Farklı çıkarlara sahip egemen kesimler, daha sınırları sömürgecilik döneminde çizilmiş bölgelerde kendi devletlerini yükseltmişler ve Latin Amerika yapay bir şekilde farklı devletlere bölünmüştür. Üstelik bağımsızlığını ilan eden bu ülkelerin hemen hepsinde sömü-

31


marksist tutum

Ağustos 2006 • sayı: 17

rücü sınıflar kendi aralarında da bölünmüş ve bölünme iç etkisiyle liberal kesimlerin öncülüğünde parlamenter sistesavaş biçiminde devam etmiştir. Egemen kesimlerin birbime dayalı demokratik anayasalar hazırlanmışsa da, bunlar riyle çatıştığı bu fetret dönemi boyunca hemen tüm Latin asla kalıcı olamamıştır. Gerici toprak sahiplerinin kılıçları, Amerika ülkelerinde, devlet, merkezî bir otoriteden yokliberal burjuvazinin anayasasına üstün gelmiştir. sundu, sadece kâğıt üzerinde varlığını koruyordu. Gerek Kurtuluş mücadelesi sürecinde ve sonrasında yaşanan büyük toprak sahipleri ile ticaret burjuvazisi arasında gekeşmekeşe son veren, 1800’lerin son çeyreğinde ordular olrekse de büyük toprak sahiplerinin kendi aralarında yürüdu. Bağımsızlık için savaşmış “kurtarıcı” orduların dağılyen sonu gelmez çatışmalar nedeniyle ulusal birlik sağlamadan kalan bölümü veya iç savaşta zafer kazanan tarafın namıyordu. Zaten “kurtarıcı” caudillolar da işte böylesi ordusu, köylü ayaklanmalarını bastırmış ve caudilloları tebir süreçte peyda olmuşlardı. mizlemiştir. Mülk sahibi sınıflar arasındaki iktidar kavgası Ancak ekonomik planda büyük toprak sahiplerinin üzerinde yükselen generaller, ulusal birliği sağlayarak ve egemenliği söz konusuydu bu dönemde. Şeker kamışı, kadevletin otoritesini ezilen sınıflar üzerinde tesis ederek buruçuk, kahve, patates, pamuk ve koka gibi ürünlerin üretijuva düzeni kılıçların gücüyle tepeden inşa etmeye girişmiyle başlayan süreçte, topraklar kısa zamanda bir avuç mişlerdir. Böylece Latin Amerika ülkeleri daha baştan, kısömürgeci azınlığın elinde toplanmıştır; sölıçların egemenliği altında, onlarca yıl hümürge toprakları toprak sahipleri tarafınküm sürecek Bonapartist rejimler olarak şedan adeta bir kez daha fethedilmiştir. Mev- Bugün Latin Amerika’da killenmiştir. cut toprakların yanında yeni tarım alanları Esasında bu durumun başka örneklerini yükselen antiyaratmak için ormanlar yok edilmiş ve bugörmek mümkün. Bonapartizmden Faşizme Amerikancılık ve ralarda yaşayan yerliler sürülmüşlerdir. adlı eserinde olağanüstü rejimleri inceleyen uygulanan tepeden Öyle ki, kapitalist gelişmenin hızlandığı reformlar ilk olmadığı gibi, Elif Çağlı, Almanya ve Türkiye’de burjuva1960’lar boyunca diğer burjuva kesimler ne yazık ki solun tutumu da zinin üstesinden gelemediği ulus-devleti inkarşısında güç yitirmesine karşın, bu büşa sorununu, devlet bürokrasisinin üstlendiyeni değildir. Latin yük toprak sahiplerinin toprak üzerindeki Amerika solu geçmişte işçi- ğine ve burjuva düzenin tepeden inşa ediltekeli kırılamamıştır. 1970’lerde toprak sadiğine dikkat çeker: “Genel bir yaklaşım olaemekçi kitleleri nasıl ki, hiplerinin %1,5’i Latin Amerika’daki tüm rak, klasik Bonapartizm örneklerinin daha milliyetçi burjuva ekilebilir toprakların yarısını elinde tutmakziyade burjuva düzenin korunmasının elzem reformcuların peşine taydı. Örneğin, bu yıllarda Şili’de, toprakhale geldiği durumlara denk düştüğünü söyletaktıysa, bugün de aynı ların %81,3’ü tarım işletmelerini elinde tuyebiliriz. Prusya (Almanya) ya da Türkiye’de yanlışı tekrarlıyor. tan %6,9’luk bir kesime aittir. Arjantin’de Geçmişte Velasco, Ovando, olduğu gibi, burjuva düzenin devlet bürokrasadece iki ailenin sahip olduğu toprak miksisinin öncülüğünde tepeden inşa edildiği süTorres, Lara vb. vardı, tarı 400 bin hektardır; bununla birlikte, 11 reçlere ise Birmarkçılık ya da Kemalizm gibi bugün de, Chavez, milyon hektardan fazla toprak, 500 kadar Morales, Kirchner, Lula, olgular damgasını basar.” (s.193) ailenin mülkiyetindedir. Chavez’in devlet Bölünmüş ve iç savaşta bitap düşmüş Vazqez var ve onlara topraklarının bir kısmını köylülere dağıttıLatin Amerika’nın mülk sahibi sınıfları, sişimdilerde Meksika’da ğı Venezuela’da da, toprakta tekelleşme söz yasi iktidarı, düzeni kurtarmaya gelen şeritObrador da katılma konusudur: ekilebilir toprakların %77’si liler ve yıldızlılar takımına bırakmak zoruntelaşında. toprak sahiplerinin %3’ünün elinde buluda kalmış, generaller de, aynı Bismarck ve nurken, köylülerin %50’si toprakların saKemal gibi, ulus-devleti inşa sorununu, hadece %1’ine sahiptir. Sadece sekiz ailenin elinde bulunyata geçirdikleri diktatörlükler aracılığıyla çözmüşlerdir. durduğu toprak miktarı 150 bin hektarı aşmaktadır; yani Düzen kurucu ve rejim koruyucu misyonuyla hareket eden bu sekiz aile, başkent Caracas’ın tam 18 kat büyüklüğünaskeri bürokrasi, daha sonra da siyasal yaşam üzerinde ağırdeki toprağı elinde tutuyor. Üstelik Venezuela’da büyük lıklı bir rol oynamaya devam etmiştir. Merkezileşmeyi sağtoprak sahipleri ellerindeki toprakların çok büyük bir bölayan askeri bürokrasiler, zaman içinde Latin Amerika’nın lümünü ekmeden tutmaktadırlar. modernleşmesine ve emperyalist-kapitalist sistemle ilişkiLatin Amerika’yı plantasyonlar kıtasına dönüştüren gelerini derinleştirmesine de öncülük etmişlerdir. rici toprak sahipleri, kesimsel çıkarlarına ters düşecek düHemen belirtmek gerekiyor ki, egemen sınıfın siyasi zenlemelere ve bu arada sanayi burjuvazisinin gelişmesinin olarak mülksüzleştiği böyle dönemlerde ne bürokrasi egeönünü açacak girişimlere de şiddetle karşı çıkmışlardır. men bir sınıf haline gelir ne de devlet sınıflar üstü, özerk Burjuva demokratik devrimin temel görevlerinden biri ve tarafsız bir konuma yükselir. Nitekim Latin Amerika’da olan ulusal birlik, süren iç savaştan ve keşmekeşten ötürü devlet ile özdeşleşen askeri bürokrasi emekçi yığınlar üzesağlanamadığı gibi, demokratik dönüşümler de gerici toprinde yoğun bir baskı kurarken, mülk sahibi sınıfları da rak sahiplerine toslamıştır. Ulusal kurtuluşun başarıya ulaşkendi hegemonyası altında bir egemen sınıflar bloku hatığı ilk yıllarda, Avrupa’da esen burjuva devrim rüzgârının linde birleştirmişti. Ancak bu bürokrasi izlediği politikalar-

32


Ağustos 2006 • sayı: 17

la sanayi burjuvazisinin önünü açmış oldu. Bu tip rejimlerde “devlet bürokrasisi, henüz gelişmekte olan burjuvazinin toplumsal egemenlik yolunu açmak üzere bir öncü güç gibi siyaseten egemenlik sürdürür” (s.194) diyen Çağlı, burjuvazinin üstesinden gelemediği tarihsel görevleri devlet bürokrasisine nasıl bıraktığını Prusya örneğiyle açıklıyor: Prusya’da yaşanan Bonapartizmin başlıca özelliği, burjuvazinin gerici büyük toprak sahipliğiyle devrimci yoldan hesaplaşamamasıdır. Prusya tipi kapitalist gelişme çizgisi ise, genelde, burjuvazinin kendi tarihsel görevini, devlet aygıtından gelen Bismarck’lara ve onların önderliği altındaki devlet bürokrasisine devrettiği ve kapitalist gelişmenin önünü bu yolla açtığı bir gelişme biçimini anlatır. (s.200)

Gerçekten de, Latin Amerika’da kapitalist gelişmenin önünü açanlar, Bismarck kadar ünlü olmayan, ama onun kadar işlevsel rolü olan diktatörler ve bu diktatörlerin önderliği altındaki devlet bürokrasisi olmuştur. Ancak süreç bu kıtada bir hayli sancılı yaşanmış, egemen sınıflar bloku içindeki çelişki ve çatışma burjuva düzeni sıkça bunalıma sürüklemiştir. Toprak sahiplerini geriletmek üzere işçiemekçi yığınları demagojik popülist yöntemlerle yedeklemeye çalışan burjuvazi, kapitalist gelişme ilerleyip de güçlü bir işçi sınıfı sahneye çıktığında, devrim korkusuna kapılarak toprak sahipleriyle gerici ittifaklar yapmaktan geri durmamıştır. Bu durum, rejimin çelişkilerini daha da şiddetlendirmiş ve yaşanan bunalıma askeri bürokrasi her defasında kılıç kuşanarak müdahale etmiştir. Bu nedenle, “Bunalıma ordu dışında çare yoktur” sözünü gerek toprak sahipleri gerekse liberal burjuvazi sıkça dile getirmiştir. Kapitalist gelişmenin sürece yayılarak ilerlemesine ve sanayi burjuvazisinin zamanla toplumsal açıdan hegemon konuma yükselmiş olmasına rağmen, ne demokratik dönüşümler gerçekleşebilmiş ne de toprak sorunu çözülebilmiştir. 1960’larda birçok ülkede ve bu arada Venezuela’da, gerek sivil iktidarlar gerekse askeri iktidarlar toprak reformu yapmaya girişmişlerse de, başarılı olamamışlardır. Hatta kısmi düzeyde dağıtılan toprakları köylüler olanaksızlıklardan ötürü işleyemediği için, topraklar gerisin geri büyük toprak sahiplerinin elinde toplanmıştır.

Milliyetçi-solcu askeri darbeler ve tepeden reformlar Ekim 1968’de Peru’da ve Panama’da, Eylül 1969’da Bolivya’da ve Şubat 1972’de ise Ekvador’da milliyetçi-solcu subaylar, ulusalcı-kalkınmacı bir programla gelip iktidara oturdular. Bu yıllarda alt-kıtanın en büyük iki ülkesi Brezilya ve Arjantin başta olmak üzere, birçok ülkede askeri diktatörlüklerin işbaşında olduğuna da dikkat çekelim. Başa geçen milliyetçi subaylar bugünkü Chavez gibi, devrimden, sosyalizmden ve “işçi katılımı”ndan dem vurmaktaydılar. Bugün nasıl ki petrolün ve doğalgazın millileştirilmesinden-devletleştirilmesinden söz ediliyor, anti-Amerikacılık anti-emperyalizm olarak göklere çıkartılıyorsa, o

marksist tutum

gün de, aynı program neredeyse bire bir tekrarlanıyordu. Örneğin, petrol şirketlerini devletleştirdiklerini açıklayan general Ovando, “Bolivyalılar için hor görülme dönemi bitmiştir” demekteydi. Peru’da ise, petrol şirketlerinin devletleştirildiği tarih, “ulusal onur günü” ilan edilmişti. Bugün nasıl ki “Bolivarcı devrim”den dem vuruluyorsa, o günlerde de “Peru devrimi”nden ve “İnka planı”ndan söz edilmekteydi; bugün Venezuela’da nasıl ki “Bolivarcı halkalar” varsa, o zamanlar da Peru’da, “toplumsal harekete ulusal destek sistemi”, SİNAMOS vardı. Ve ne ilginçtir ki, bugün Venezuela’ya övgüler düzen Castro, o vakitlerde de Peru askeri yönetimini bağrına basıyordu. Peru’daki askeri yönetim “tam katılıma açık bir toplumsal demokrasi” kurmayı amaçlayan “insancıl bir devrim”den söz ederken (Chavez gibi!), darbenin başı general Juan Velasco Alvarado kurtarıcı bir edayla şöyle sesleniyordu: “Köylü! Patron senin yoksulluğunla beslenemeyecek artık!” “Devrimci sosyalizmden” esinlendiklerini açıklayan Velasco, şöyle devam ediyordu: “Yakında, silahlı kuvvetler, tarihinin ilk devrimci hareketi çerçevesinde Peru hükümetinin sorumluluğunu yükleneli on ay olacak… Bu, eskilerine eklenen yeni bir askeri darbe değil, milliyetçi bir devrimin başlangıcıdır… Ulusun tümü ve silahlı kuvvetler, kesin kurtuluşlarına doğru yürümeye başlamış, bencil ve sömürgeci bir oligarşinin iktidarını yıkarak ve dış baskılara karşı egemenliklerini kazanarak gerçek gelişimin temellerini atmışlardır.” (ak: Alain Rouquie, age, s.324) Ekvador’daki askeri yönetimin başında bulunan general Rodriguez Lara, Velasconun sözlerini değişik biçimlerde tekrarlıyordu: “devrimci, milliyetçi, sosyal-hümanist ve özerk bir gelişmeden yanayız.” (age, s.337) Çıkardığı bir yasayla kendini “devrimin önde gelen lideri” ilan eden Panama diktatörü Omar Torrijos Harrera’ya göre devrim, “zenginler için değil, yoksullar için”di ve devrimin amacı “sosyal adaleti” sağlamaktı. (age, s.334) Esasında Latin Amerika’da devrimden ve sosyalizmden dem vuran ilk iktidarlar bunlar değildirler. 4 Haziran 1932’de Santiago üzerinde alçak uçuşlar yapan Şili hava kuvvetleri uçaklarından aşağıya bildiriler atılmaktadır; bu bildirilerde, ekonomik bunalıma son verecek ve yerli oligarşiyle yabancı emperyalistlerin sömürüsüne karşı yoksullara yardım edecek olan Şili Sosyalist Cumhuriyetinin kurulduğu duyurulmaktadır. (age, s.118) Hava kuvvetleri komutanı general Grove başkanlığında kurulan hükümet sosyalist cumhuriyetin kurulduğunu açıklar; bu sözümona sosyalist cumhuriyetin temel sloganı “ekmek, konut ve giyecek”tir. Lakin kurulan rejimin sosyalist hiçbir yanı yoktur; keza hükümet sözcüleri, her ne kadar “sosyalist cumhuriyeti” ilan etmişlerse de, hem kapitalizme hem de komünizme karşı olduklarını açıklamaktaydılar. Açıklanan “devrim” programı, devletin ağır sanayi yatımlarına önem vermesini, sorumluluk almasını, ülkenin kalkındırılmasını ve modernleştirilmesini içermekteydi. Anlaşılacağı üzere, bu dönemde dünyanın pek çok ülkesinde devletin ağır sanayi

33


marksist tutum

yatırımlarını üstlendiği devlet kapitalizmi modeli Şili’de de uygulanmak istenmiştir. Belirtmek gerekiyor ki, askeri bürokrasinin kurduğu kolektif denge, verili burjuva düzenin gelişen sarsıntılara karşı korunmasından ve yerli yerine oturtulmasından başka bir şey değildir. Bu bağlamda, sol görünümlü milliyetçi darbelerle Bonapartist veya faşist darbeler arasında, burjuva düzenin bekasını savunmak noktasında temel bir fark söz konusu değildir. Esas ayrım noktası, sol görünümlü milliyetçi darbelerin işçiemekçi kitlelerin reform beklentilerini devrim ve sosyalizm söylemini kullanarak yedeklemiş olması ve kafalarındaki toplum modelini yaratmak üzere, ulusalcı-kalkınmacı bir programla tepeden reformlara girişmiş olmalarıdır. Latin Amerika tarihi, böylesi tepeden reformcu askeri darbelere pek yabancı değildir; fakat 60’lı yılların dünya konjonktürünün özel bir etkisi olduğunu da vurgulamak gerekiyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan sıçramalı kapitalist gelişme, etkisini Latin Amerikada da göstermiş ve o güne kadar ağırlıklı olarak tarım ürünleri ihraç eden alt kıta ülkeleri, kapitalist gelişmenin itkisiyle ithal ikameci sermaye birikimi temelinde, hızlı bir sanayileşme yaşamıştır. Devletin ağır sanayi yatırımlarına giriştiği, yabancı sermayenin yoğun bir şekilde alt kıtaya aktığı bu yıllar boyunca sanayileşme hızlanmış ve sanayi burjuvazisi tarım ve ticaret burjuvazisi karşısında güçlenmiştir. Bu durum iktidar bloku içinde süren gerilimin artmasını ve çatışmanın şiddetlenmesini de beraberinde getirmiştir. Bunun yanı sıra, kapitalist gelişmenin hızlandığı bu yıllarda, işçi sınıfı nicelik olarak gelişmekle kalmamış, derinleşen çelişkiler sınıf mücadelesinin yükselmesine de neden olmuştur. Bununla birlikte, bu dönemde dünyada çeşitli ülkelerde yükselen ulusal kurtuluş hareketlerinin başarısı ve bu ülkelerin ulusal kalkınma ve modernleşme yolunda gösterdikleri ilerlemeler dünya ölçeğinde yankı uyandırmaktaydı. ABD emperyalizmine kafa tutarak kendi ulusdevletini “bağımsız” bir temelde modernleşme ve kalkınma yoluna sokan ve mükâfatını da devlet mülkiyeti üzerinde ayrıcalıklı bir sınıfa dönüşerek alan Küba’daki ulusal devrimci önderlik, Latin Amerika’nın subay takımını, duygu ve düşünce olarak oldukça etkilemiştir. Bu subaylar, askeri akademide, ordunun sınıflar üstü ve kolektif dengeyi sağlamakla yükümlü bir güç olduğu ideolojisiyle kalıba dökülen, cahil ve yoksul halk kitleleri karşısında kendini ayrıcalıklı ve aydın gören, ama onlara acımaktan ve onları kur-

34

Ağustos 2006 • sayı: 17

tarılması gereken yığınlar olarak görmekten de geri durmayan bir kesim oluşturuyorlardı. ABD emperyalizminin artan ekonomik ve siyasal müdahaleleri, petrol, doğalgaz ve maden yatakları gibi çeşitli ulusal kaynakların emperyalist tekellerin eline geçmesi, Küba devriminden etkilenen genç subaylar ve halk kitleleri arasında anti-Amerikancı, milliyetçi rüzgârların esmesine neden olmuştur. İşte böyle bir ortamda, egemen sınıf içindeki çelişkilerden yararlanan milliyetçi subaylar, siyasal iktidara el koyarak, iktisadi kalkınmanın ve modernleşmenin önündeki engelleri temizlemeye ve mevcut yönetimler tarafından hayata geçirilemeyen temel burjuva reformları tepeden uygulamaya koyulmuşlar, tarım ve ticaret burjuvazisine karşı sanayi burjuvazisini yoğun bir şekilde desteklemişlerdir. Bu ne devrim ne sosyalizm ve ne de ulusun topyekûn kurtuluşudur. Gerek Peru, gerekse Bolivya ve Ekvador’daki milliyetçi subayların programına şöyle bir bakıldığında, bu programların üç temel başlıktan ibaret olduğu görülecektir: petrol, doğalgaz ve çeşitli stratejik işletmelerin devletleştirilmesi, toprak reformu ve hızlı sanayileşme. Esasında bu üç başlığı tek bir başlık altında toplamak mümkün: hızlı bir sanayileşme, yani iktisadi ve kültürel gerilikten kurtuluş, böylelikle toplumun modernleşmesi. Milliyetçi yönetimler içinde en uzun ömürlü olan ve tepeden reformların hayata geçirilmesinde en ileriye giden Peru örneği çarpıcıdır. Toprak reformunun gerçek amacı köylülere toprak dağıtılması değil, büyük toprak sahiplerinin etkisini kırarak sanayi burjuvazisinin önünü açmaktı. 1969’da yayınladığı “ulusal mesaj”da Velasco, amaçlarının “geniş bir iç pazar oluşturmak” olduğunu belirtiyor ve toprak reformuyla “ülkenin hızla sanayileşmesi için gerekli sermayeyi sağlayacak” bir “ekonomik rasyonelleşme” planını hayata geçirmek istediklerinin altını çiziyordu. Bu amaca bağlı kalan Velasco yönetimi, şeker ve pamuk plantasyonları da dahil olmak üzere binlerce hektar toprağı istimlak ederek, kurulan Toplum Yararına Tarım Şirketleri (SAİS) bünyesindeki devlet kooperatiflerine ak-

Devrimci sosyalizmden esinlendiklerini açıklayan Velasco Alvarado gibi generallerin gerçekleştirdikleri sol söylemli milliyetçi darbelerle Bonapartist veya faşist darbeler arasında, burjuva düzenin bekasını savunmak noktasında temel bir fark söz konusu değildir. Esas ayrım noktası, sol görünümlü milliyetçi darbelerin işçi-emekçi kitlelerin reform beklentilerini devrim ve sosyalizm söylemini kullanarak yedeklemiş olması ve kafalarındaki toplum modelini yaratmak üzere, ulusalcıkalkınmacı bir programla tepeden reformlara girişmiş olmalarıdır. Latin Amerika tarihi, böylesi tepeden reformcu askeri darbelere pek yabancı değildir.


Ağustos 2006 • sayı: 17

tarmıştır. Köylüler ve yerliler ise, bu devlet kooperatiflerinde işçi olarak çalışmaya devam etmişlerdir. Zira hükümet, “üretim yapılarının dokunulmazlığına” oldukça önem veriyordu ve toprakların bölünmesine kesinkes karşıydı. Parçalara ayrılarak köylülere dağıtılan toprak miktarı oldukça sınırlıyken, kooperatifler bünyesine alınan toprak miktarı 10 milyon hektardan daha fazlaydı. Önemli bir hususun altını çizelim; milliyetçi yönetim, devletleştirdiği toprakların bedelini ya doğrudan ödemiş ya da devlete bağlı sanayi işletmelerinin hisse senetleri ile topraklar değiş tokuş yapılmıştır. Böylece topraklar tek elde toplanıyor ve tarım ürünleri ihracatı desteklenerek buradan elde edilen sermaye sanayi yatırımlarına aktarılıyordu; beri yandan da, toprak sahiplerinin sanayi burjuvazisine dönüşmesine olanak yaratılıyordu. Toprak reformunun amacı nasıl ki, sanayinin gelişmesi için bu alana sermaye aktarmak idiyse, diğer alanlarda girişilen reformların hedefi de aynıydı. Petrol, doğalgaz ve madenlerin devletleştirilmesinden elde edilen sermayeyle altyapı sorunları önemli ölçüde çözülmüş ve devlet, sanayinin ihtiyaç duyduğu temel hammadde ürünlerini üretmek için, kimya, çelik ve diğer ağır sanayi yatırımlarını bizzat üstlenmiştir. Keza bu dönemde hayata geçirilen bankacılık reformu oldukça dikkat çekicidir; devlet, yeterli sermayeye sahip olmayan ve piyasanın çalkantıları karşısında kırılgan bir yapıya sahip olan birçok ticaret bankasını satın almıştır. Böylece devlet, kapitalist tekelleşme sürecini de hızlandırmış oluyordu. Gerçekten de milliyetçi Velasco yönetimi döneminde, Peru sanayisindeki sıçramalı gelişme dikkat çekicidir. 1968’den başlayarak sanayi burjuvazisinin ulusal gelir içindeki payı artarken, her sene ortalama kâr oranı daha da yükselmiştir. 1969’da İmalat Sanayii İkinci Ulusal Kongresine katılarak ulusalcı-kalkınmacı programını burjuvalara anlatan Velasco, “azgelişmişliğe karşı yapılan savaşta savunma hatlarının en ön sırasında yer alan neferler” olduklarını, hükümetin sanayi burjuvazisiyle aynı gayeler için mücadele verdiğini ve ne ulusal ne de yabancı sermayenin “bu sağlıklı milliyetçilikten korkmamaları gerektiğini” söylemekteydi. Yabancı sermayenin milliyetçi hükümetten korkmasına gerçekten de gerek yoktu; hükümet bu dönemde burjuvazinin çeşitli kesimleriyle sürtüşme içindeyken, yabancı sermayeyle oldukça uyumlu bir ilişki tutturmuştu. Örneğin, New York Times gibi ABD gazeteleri aracılığıyla uluslararası sermaye Peru’ya çağrılıyor ve çeşitli olanaklar sunuluyordu. Sanayi burjuvazisi tüm bu gelişmelerden, yani toprak reformundan ve yapısal dönüşümlerden oldukça memnundu; sanayi burjuvazisinin dergisi Industria Peruana, sanayi ürünlerinin ihracatını teşvik eden kararları övüyor ve toprak reformu yasallaştığı vakit, Velasco’nun yaptığı konuşmaya atıfta bulunarak, “hükümetin, gelişmenin sanayileşme ile gerçekleşeceğinin tam bilincinde olduğunun”

marksist tutum

altını çiziyordu. Buna karşın, büyük toprak sahipleri toprak reformuna karşı vaveylayı koparmaktaydı; Ulusal Tarım Kuruluşu, reformlara “komünizm” bulaştığını, “anarşi” yarattığını ve “kışkırtıcılıkla” dolu olduğunu ileri sürerek hükümete karşı kampanya başlattı. Velasco yönetimi, toprak sahiplerine karşı oldukça sert tepki gösterdi ve tarım örgütünü dağıttı. Sanayi burjuvazisi dışında kalan, reformlardan ve yapısal dönüşümlerden olumsuz etkilenen burjuva kesimler ile milliyetçi hükümet arasındaki çatışma giderek şiddetlenecekti. Ancak ilerleyen aylar içinde sanayi burjuvazisi ile milliyetçi yönetim arasındaki ilişkiler de gerilecekti. Zira askeri bürokrasiden teşekkül hükümet, tüm kararları burjuvazinin hiçbir kesimine danışmadan alıyor ve uyguluyordu. Ortada ne burjuva parlamentosu ne seçimler vardı. Tüm karar mekanizmalarının başında askerler veya Velasco’ya danışmanlık yapan solcu küçük-burjuva entelektüeller bulunmaktaydı. Burjuvazinin üstesinden gelemediği dönüşümler sorununu kılıç darbeleriyle çözen de yine burjuvazinin bir parçası olan askeri bürokrasi olmuş, neyin iyi ya da kötü olduğuna o karar vermişti. Her ne kadar yapılan reformlar sanayi burjuvazisi lehine ise de, bu dönemde burjuvazi siyasi olarak mülksüzleştirilmişti. “Kurtarıcı”, caudillocu geleneklerden beslenen, düzen kurucu ve rejim koruyucu vasıflarını da kendinde gören Latin Amerika’nın şeritliler ve yıldızlılar takımı, ordunun adeta sınıflar üstü, “ulusu” koruyan ilâhi bir güç olduğu vehmine kapılmışlardır. Sanki egemen sınıfın derin bir parçası değillermiş, sanki devlet egemen sınıfın devleti değilmiş ve sanki devletin tekelinde bulunan şiddet araçlarını burjuva düzeni kurtarmak amacıyla bizzat emekçi yığınlara karşı kullanan ordu değilmiş gibi! Temmuz 1970’te yürürlüğe giren Sanayi Yasası da, burjuvaziye rağmen, ama burjuvazinin çıkarları için çıkartılmıştır. Bu yasaya göre sanayi işçileri çalıştıkları işyerlerinde yönetime katılacaklar ve böylece “toplumsal uyum” sağlanmış olacaktı. Bu kapsamda, işçi ücretleri de dahil olmak üzere, yıllık kârın %15’i kurulacak “sanayi toplulukları”na aktarılacaktı. Ancak yasa, fondaki paranın %50’sinin tekrardan şirkete yatırılmasını da zorunlu koşuyordu. Burjuvazi “işçi katılımı”nı öngören bu düzenleme nedeniyle ortalığı velveleye verdi: “reformlar üretim araçlarının mülkiyetinden doğan meşru hakların tanıdığı sınırlar içinde” kalmalıydı! Gerçekte söz konusu yasa ne işçi yönetimi ya da denetimine varan bir “işçi katılımı”nı içeriyordu ne de mülkiyet düşmanıydı. Milliyetçi hükümet, bu yasayla, bir taraftan yükselen sınıf mücadelesini yumuşatıp işçi sınıfını kontrol altına almak isterken, öte taraftan da, korporatif bir tarzda, sanki gerçekten de fabrikalar işçilerinmiş gibi bir yanılsama yaratmak istemekteydi. Lakin yasa hiçbir zaman istenen düzeyde uygulanama-

35


marksist tutum

Ağustos 2006 • sayı: 17

Latin Amerika solu sol söylemli milliyetçi yönetimlere karşı gerekli uyanıklığı gösterememiş ve işçi sınıfının bilincini bulandırmıştır. Bugün olduğu gibi, o günlerde de, milliyetçi hükümetlerin giriştiği tepeden reformlar alkışlanıyordu. Oysa bugün olduğu gibi o gün de uygulanan reformların ne devrimle ne de anti-kapitalizmle bir ilişkisi vardı; milliyetçi hükümetler, giriştikleri reformların önüne yükselen bir işçi hareketinin dikilmemesi için, işçi sınıfını burjuvazinin boyunduruğuna sokan korporatif politikalar geliştirmişlerdir.

dı. 1973’te patlak veren dünya ölçeğindeki ekonomik kriz, milliyetçi hükümeti her alanda bir sıkışıklığın içine soktu. Aynı yıl içinde Şili’de gerçekleşen faşist darbe, burjuvazinin çeşitli kesimlerinin hükümete karşı muhalefetini daha da şiddetlendirdi. Sanayi burjuvazisi “işçi katılımı” uygulamasının işçileri cesaretlendireceği korkusuna kapılarak burjuvazinin diğer kesimlerinin oluşturduğu muhalefete katıldı. Gerek ekonomik kriz gerekse burjuva kesimlerin yürüttüğü muhalefet, Peru’da rejimi bir bunalıma sürükledi ve milliyetçi hükümet 1975’te bir başka askeri darbeyle devrildi. Bir yıl sonra da Ekvador’daki askeri yönetim devrilecekti. Bolivya’da ise, bu yıllar içinde askeri darbeler birbirini izlemiş ve Ovando yönetimi daha 1970’te alaşağı edilmişti. Burada asıl dikkat çekilmesi gereken husus, Latin Amerika solunun bu tür milliyetçi yönetimlere karşı gerekli uyanıklığı gösterememesi ve işçi sınıfının bilincini bulandırmasıdır. Bugün olduğu gibi, o günlerde de, milliyetçi hükümetlerin giriştiği tepeden reformlar alkışlanıyordu. “Sanayi toplulukları”nın “kapitalist mülkiyeti sınırlandırıcı” nitelikte olduğunu söyleyen Peru Komünist Partisi, Velasco yönetimini desteklemekten geri durmamıştı. Yukarıda değindiğimiz üzere, uygulanan reformların ne devrimle ne anti-emperyalizmle ne de anti-kapitalizmle bir ilişkisi vardır; milliyetçi hükümet, giriştiği reformların önüne yükselen bir işçi hareketinin dikilmemesi için, işçi sınıfını burjuvazinin boyunduruğuna sokan korporatist politikalar geliştirmiştir. Örneğin 1966’daki grev seviyesine bir daha ancak 1973’te ulaşılabilmiştir. Milliyetçi hükümet, bir taraftan devrimden ve sosyalizmden dem vururken, öte taraftan da işçi sınıfına karşı baskıyı sürdürmüştür. İşçilerin iyi niyetlerle, kendiliğinden kurdukları “devrimi koruma komiteleri” dağıtılmış ve bu komitelerin gerçek bir proleter devrime esin kaynağı ve örgütsel temel oluşturmasının

36

önüne geçilmiştir. İşçilerin kendi devrimci komiteleri üzerinde yükselmesini SİNAMOS’lar aracılığıyla engelleyen Velasco yönetimi, işçileri doğrudan devletin denetimine girmeye zorlamıştır. Bu tür yanlışlara Bolivya’da da pek çok kez düşülecekti. İşçilerin fabrikalara kâr ortağı olacağını açıklayan milliyetçi Ovando yönetimi, bazı maden ocaklarını ve Bolivan Gulf Oil’i devletleştirdiğinde, Bolivya İşçi Konfederasyonundan hiç ummadığı bir destek bulmuştu. 1970’te devrilen Ovando’nun yerini alan general Torres, düşürülen işçi ücretlerine %40 zam yapınca işçilerin yoğun ilgisine mazhar oldu. Sendikalar, sol partiler ve öğrenciler Torres’in başını çektiği 4 Ekim 1970 darbesine destek vermişlerdi. Bugün Bolivya’da Morales’in önerdiği kurucu meclis, o gün de sol partilerin ve sendikaların talebiydi. Torres böyle bir meclisin oluşturulmasını kabul etmesine etmişti, ama bir başka askeri darbe, solun burjuva kurucu meclis hayalini suya düşürdü. Bugün Latin Amerika’da yükselen anti-Amerikancılık ve uygulanan tepeden reformlar ilk olmadığı gibi, ne yazık ki solun tutumu da yeni değildir. Latin Amerika solu geçmişte işçi-emekçi kitleleri nasıl ki, milliyetçi burjuva reformcuların peşine taktıysa, bugün de aynı yanlışı tekrarlıyor. Geçmişte Velasco, Ovando, Torres, Lara vb. vardı, bugün de, Chavez, Morales, Kirchner, Lula, Vazqez var ve onlara şimdilerde Meksika’da Obrador da katılma telaşında. Eduardo Galeano’nun 1970’te kaleme aldığı ünlü eseri Latin Amerika’nın Kesik Damarları’ndaki şu sözleri gerçekten de çarpıcıdır. “Latin Amerika bir sürprizler paketidir. Dünyanın bu ezilen bölgesinde şaşırtıcılık potansiyeli bitmez tükenmezdir. And’larda, askeri milliyetçilik uzun zaman toprak altında kalmış bir ırmak gibi birden şiddetle çıkmıştır ortaya. Bugün sert bir tutumla ve reform politikasıyla ülkeyi yöneten generaller, iktidarı ele geçirmeden kısa süre önce gerillacıları ortadan kaldırmışlardı.” (s.167) (devam edecek…)


Eğitim-Sen Mücadele Etmeden Ayakta Kalamaz Selim Fuat

M

ilitan mücadeleci bir çizgiden uzak durduğu ölçüde sendikal hareketin kan kaybı artıyor. Çalışma Bakanlığının “memur” sendikaları ile bu yıl yapılacak toplu görüşmelerde hangi sendikaların yetkili olacağına dair yaptığı açıklamayla, sonunda EğitimSen’in de toplu görüşme yetkisini kaybettiği anlaşıldı. KESK’in bu en büyük sendikasının yetki kaybı, bir işçi örgütünün sendika bürokratları eliyle getirildiği dramatik noktayı gösteriyor. Eğitim-Sen’in üye sayısı 2000 yılında 210 bin iken, 2002’de 185 bine, 2003’te 165 bine, 2004’te 155 bine, 2005’te 139 bine geriledi, bu yıl ise 122 bine kadar düştü. Bu gerilemenin sonucunda yetki Kamu-Sen’e bağlı Türk Eğitim-Sen’e geçti. Eğitim-Sen ile birlikte KESK’e bağlı sendikalardan Tüm Bel-Sen’in toplu görüşme yetkisi de düşünce, işveren temsilcileri ile yapılacak görüşmelere, KESK, sadece kültür-sanat hizmetleri işkolundaki Kültür Sanat-Sen adına katılmak durumunda. Aslında kaybedilen toplu görüşme yetkilerinin pratikte zerrece önemi yok. Grev ve toplu sözleşme hakkı olmayan sendikaların yaptırım güçleri olmadan işverenle görüşüyor olmaları hiçbir şey ifade etmiyor çünkü. EğitimSen’in ve konfederasyon olarak KESK’in asıl kaybettikleri şey, fazladan bir önem atfettikleri toplu görüşme yetkisinden çok daha fazlasıdır. Asıl kaybedilen Eğitim-Sen’i vaktiyle Eğitim-Sen yapmış olan, ancak uzun zamandır orta-

larda görülmeyen mücadele ruhudur. Kitleselleşen bir işçi sınıfı mücadelesi, bürokratlaşan sendika liderlerinin “kazanımlarımızı koruyalım” politikalarıyla ne yazık ki yine reformizm bataklığına sürüklenmiştir. Yetkinin kaybedilmesi gerilemenin ulaştığı noktayı açıkça gözler önüne serince, sendikanın yönetim organlarında bulunan reformist bürokratlar da mevcut duruma karşı gelişen tepkileri dizginleme uğraşına girişmekte gecikmediler. 17-18 Haziran 2006 tarihinde gerçekleştirilen KESK Danışma Meclisi toplantısında, önümüzdeki süreçte yürütülecek “Dönemsel Mücadele Programı” ilan edildi. Bildirgede, “Önümüzdeki süreçte de iş kollarımızda toplu sözleşmeler yapma ısrarımızı ve çağrılarımızı sürdüreceğiz. Toplu İş Sözleşmesi (TİS) talebimiz olumlu yanıtlanmadığında ise grev yapma hakkımızı kullanacağız” dendikten sonra TİS imzalamanın hukuksal zemininin mevcut olduğu vurgulanıyor: “Türkiye’nin imzaladığı uluslararası sözleşmeler ve Anayasa’nın 90. maddesi ve sürdürdüğümüz mücadelenin yarattığı meşruiyet, TİS hakkımızın olduğunu göstermektedir.” Burada yanlış olan tutum, yeni haklar elde etmek ve mücadeleyi genişletmek için yalnızca burjuva yasalarından medet umulmasıdır. Burjuvazinin son dönemlerde gerçekleştirdiği her sınamada, özellikle de Eğitim-Sen’e ilişkin olarak, tüzükte bulunan anadilde eğitimi savunma maddesi yüzünden yaşanan kapatma davası sürecinde,

37


marksist tutum

yalpalayan ve teslimiyet politikaları izleyen Eğitim-Sen bürokrasisinin mücadele etmeyi göze alacak bir iradesi söz konusu bile değildir. İşçilerin sağlam bir örgütlülüğü ve özgüvenli bir mücadelesi olmadan salt yasa maddelerine ve uluslararası sözleşmelere güvenerek ekonomik ve demokratik mücadeleyi yürütmek olanak dışıdır. Bunun rüyasını olsa olsa reformistler görür. Neden bu duruma gelindiği Eğitim-Sen üyesi işçilerin en önemli sorusu bugün. Hararetle olmasa da bu sorunun yanıtı aranıyor sendika aktivistlerinin tartışmalarında. Eleştiri oklarının yöneldiği yer ise genel olarak sendika

Ağustos 2006 • sayı: 17

yönetimleri. 90’lı yılların başında fiili ve meşru mücadele anlayışı ile yükselen, kamu emekçilerinin ve genelde onların başını çeken öğretmenlerin hareketinin gerilemesinin elbette nesnel ve öznel pek çok sebebi var. Dünya genelinde belirli bölgeler dışında işçi sınıfı mücadelesinin ve sendikal hareketin gericilik döneminin etkilerinden hâlâ kurtulamamış olması da önemli belirleyenlerden biri. Ancak nesnel koşulların büyük bir etkisi olsa da, mevcut duruma göre daha ileri mücadeleler yürütmek mümkündür. Bunun en bariz örneklerinden birini de zaten Türkiye’deki kamu çalışanları vermiştir. Unutmamak gerekir ki ‘89 baharında sanayi işçilerinden dövüşmeyi öğrenen “memur” statülü işçiler, 90’lı yılların ağır gericilik koşullarında mücadelelerini yükseltmeyi bilmişlerdi. Başlangıçta kararlı birkaç yüz devrimci emekçinin cüretkâr çabasıyla yola çıkılmış ve fiili, meşru ve militanca bir mücadele ile on binlerce eğitim emekçisi örgütlenmişti. Üstelik tüm bunlar Kürt halkına karşı yürütülen haksız savaşın oldukça yoğun olduğu ve özellikle Eğitim-Sen’in bu savaşta özel bir hedef haline getirildiği bir dönemde başarılmıştı. Dolayısıyla bugün gelinen noktada, sendika yönetimlerinde bulunan reformistlerin ve onların bürokratlaşmış temsilcilerinin sorumluluğu büyüktür.

Sınıf bilinci mücadelenin temelidir Sendikal hareketin genel gerilemesinin temelinde yatan sebeplerle KESK’in gerilemesinin ardında yatan nedenler arasında kuşkusuz bir örtüşme söz konusudur. Ama KESK gibi bir “memur” sendikasının bu noktaya kadar gerilemesinin kendine has nedenleri de unutulmamalı. Kamuda çalışan “memur” statülü işçilerin pek çoğunda sınıf bilinci oldukça geri bir düzeydedir. Sanılanın aksine KESK’e üye işçiler de bu gerilikten muzdariptir. Bu durumun sebeplerinin başında da “memur”ların çoğunluğunun kendilerini hâlâ işçi olarak görmüyor olmaları gelmektedir. Toplumsal, siyasal ve kültürel yapıya uzun dönemler boyunca damgasını vuran Asyatik devlet geleneğine sahip ülkelerde memurların büyük çoğunluğunun aslında birer işçi olduğunun kabulü zor olmaktadır. Kendini devletin bir parçası olarak algılayan ve kısmi ayrıcalıklara sahip olan, bu yüzden de “farklı” olduğunu hisseden “memur” işçilerde sınıf bilinci bulanıklaşmaktadır. Bu durum, gençleri burjuva ideolojisine göre eğitmekle yükümlü kılınan öğretmenlerde belki de daha fazla söz konusudur. Kendini farklı ve üstün görme, mesleklerinin ayrıcalığına inanma gibi tutucu yanılsamalar, öğretmenlerin çoğunluğuna, sınıfın genelinden ayrı sorunlar yaşadıklarını düşündürmektedir ne yazık ki. Oysa öğretmenler de, tıpkı diğer “memur”ların çoğu gibi, devlet görevlerinde çalışan sıradan ücretlilerdir ve işçi sınıfının bir parçasıdırlar.

38


Ağustos 2006 • sayı: 17

Bu bilincin kamuda çalışan ve kendisini devletin memuru hisseden işçiler arasında yaygınlaşması sınıf mücadelesinin ilerlemesi için çok önemlidir. Oysa özellikle vasıflı ve “okumuş” işçilerin çoğunlukta bulunduğu Eğitim-Sen gibi sendikalarda, işçi sınıfının geneliyle aynı çıkarlara sahip olduğunun farkına varmaktan ve bunun gereklerini yerine getirmekten çok, mesleki sorunlar ve dar kesimsel ayrıcalıkları koruma kaygısı öne çıkmaktadır. Bu yanlış bilincin doğrudan sonucu olarak eğitimcilerin çoğu, sendikalarını bir tür meslek odası gibi algılamakta ve buna uygun çalışmalar yapmayı öne çıkarmaktadırlar. Eğitim-Sen’de geçen yıl boyunca müfredatta yapılan değişikliklere karşı alternatifler oluşturulması, tüm diğer sorunlardan çok daha fazla konuşulmuş, tartışılmıştır. Elbette burjuva eğitiminin gerici müfredatı eleştirilmeli, alternatifleri de ortaya konmalıdır. Ancak ileri sürülen alternatiflerle eğitim sorununun kapitalizm çerçevesinde gerçekten demokratik, gerçekten bilimsel temellerde çözülebileceğini varsaymak yanlıştır. Çünkü gerici müfredatla mücadele sorunu apaçık kapitalizmle mücadele sorunudur. Bu sorun, alternatif eğitim programı geliştiren sözümona solcu uzmanların bu projelerini eğitim şuralarında devletin resmi temsilcilerini ikna etmesine dayalı seçkinci bir anlayışla asla çözüme kavuşamaz. Eğitim-Sen bir başka önemli yanlışı da, tıpkı diğer işçi sendikalarının çoğu gibi, burjuva siyasetindeki iç çekişmelerde bağımsız sınıf siyasetinin yolundan apayrı bir yol tutarak yapmıştır. Hükümeti eleştirmek adına askeri ve sivil bürokrasinin başını çektiği statükocu burjuva kesimin değirmenine su taşımıştır. Laiklik hassasiyeti adına yapılan açıklamalar ve Milli Eğitim Bakanlığında “şeriatçı kadrolaşma var” feryatlarıyla kendini ifade eden bu tutumlar açıktır ki, eğitim emekçilerinin sınıf bilincini bulandırmaktan ve sınıfı suni gündemlerle bölmekten başka bir şeye hizmet etmemektedir. Bu durumun özeleştirisinin yapılması bir yana, burjuvalar arasında şiddetlenen kavgada takınılan yanlış tutumun daha da pekiştirileceği görülmektedir. Eğitim-Sen’in sorunlarını nasıl aşabileceğine dair fikri sorulan en büyük şubelerden birinin başkanının söyledikleri bunun işaretidir: “Önümüzdeki dönem genel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimi var. Biz bu seçimlerde bir taraf olacağız. Genel Kurulumuzda belirlediğimiz üzere siyaset yapma hakkımızı kullanacağız.” Burada kastedilen “tarafın” bağımsız bir taraf olmadığı ve ortaya konulan tutumlarla statükocu burjuva kesimlerin tarafı olduğu açıktır. Sınıf bilinci doğru bir mücadele hattının temelidir. Burjuva ideolojisinin etkisi kırılmadan, en iyi niyetlerle yapılan mücadelelerin dahi başarıya ulaşma şansı yoktur. Bu yüzden kamu çalışanlarının üye olduğu sendikalarda mücadele eden “memur”lara, işçi sınıfına mensup olduklarını ve gerçek çıkarlarının o ya da bu burjuva kesimin siyasetiyle uyuşmasının mümkün olmadığını kavratmak zorunludur.

marksist tutum

Bürokrasi işçiler savaşmadan defolmaz! Bürokratizmin ve uzlaşmacı tutumların Eğitim-Sen’in başına çöreklendiğinden kuşku yoktur. Hareketteki gerileme bürokrasinin konumunu pekiştirme sürecini de beslemektedir. Bürokrasinin sendikanın her köşesine yerleşmesine paralel olarak da, aktivistlerin demoralize edilmeleri suretiyle sendikal çalışmalardan dışlanmaları söz konusudur. Yetki kaybının ardından yönetimdeki kimi gruplar tarafından daha sık dillendirilmeye başlanan, “şube sayılarını azaltarak maliyetlerin kısılması”, “şube yöneticilerinin mesaileri nedeniyle sendika işlerine zaman ayıramamaları, sürgün edildikleri için mücadelenin kesintiye uğraması gibi nedenler yüzünden şubelerde daha fazla profesyonel olması”, “iki dönemden çok yönetime seçilmeyi engelleyen tüzük hükmünü kaldırarak profesyonelleşmenin sağlanması” gibi “çözüm öneri”leri de mevcut şartlarda bürokrasiyi pekiştirmeye hizmet edecektir. Bu koşullar altında kamuda görev yapan “memur” sıfatlı işçilerin önünde de ikili bir görev durmaktadır. Hem sendika bürokrasisine karşı, hem de burjuvaziye karşı mücadele yürütmek. Bürokrasinin tek panzehiri bilinçtir. Sınıf bilinci gelişip sendikalı işçiler arasında yayılmadıkça, tabana dayalı işyeri örgütlülükleri kurulup, karar alma mekanizmaları aşağıdan yukarı işlemedikçe, alınan kararlar bizzat taban örgütlülükleri tarafından hayata geçirilmedikçe bürokrasinin egemen konumu değişmez. Bu yüzden devrimci sınıf bilinciyle donanmış işçilerin, bulundukları işyerlerinde ve sendikal örgütlülüklerde, sınıf mücadelesini bizzat taban inisiyatifini geliştirerek örgütlemeleri, sendikal örgütlülüklere sahip çıkmak ve güçlendirmek amacıyla militan bir sınıf sendikacılığı perspektifini yaymaları gerekiyor. Elbette bu da sendikalardan umudu kesip onlara küsmekle sağlanamaz. Bürokrasinin güçlenmesinin ve güçlü kalmasının başta gelen nedenlerinden biri, öncü ve sosyalist işçilerin üzerlerine düşen görevleri layıkıyla yerine getirememeleridir. Burjuvaziye karşı yürütülmesi gereken mücadele yasal sınırlamalara hapsedilemez. ILO Sözleşmeleri ya da Avrupa Birliği’ne uyum yasalarına güvenerek hiçbir ciddi ve kalıcı kazanım elde edilemeyeceğini son yıllarda sendikaların bunlara yaslanan politikalarının iflas etmesi açıkça göstermiştir. Hak almanın hangi koşullarda gerçekleşebildiğini kamu çalışanı işçiler kendi mücadelelerinden hatırlamalıdır. Eğitim-Sen’li emekçiler sokaklarda ve işyerlerinde büyük bedeller ödeyerek kurdukları örgütlerini tekrar ayağa kaldırmak istiyorlarsa, yapmaları gereken, mücadeleci ruhu yeniden canlandırmaktır. 

39


marksist tutum

Ağustos 2006 • sayı: 17

Filler Tepişirken Örgütsüzler Ezilir! D

ershanelerde çalışan ve işçi olduğunun farkına ancak tekmeyi yiyince varan öğretmenler, bu “öğretim yılını” çok farklı şekilde kapattılar. Patronların birliğinin ne anlama geldiğini bilmeyen ve kapitalist sistemi sorgulamayan bu bilinçsiz kitle için, zamsız çalışma ve işsizlik yeni bir olgu idi. Bugüne kadar, ücretler, asgari ücret ile 2-3 milyarı bulan ücretler arasında salınıyordu. Patronlar bu dönem sonunda bir değişikliğe giderek yüksek ücretleri geriye çektiler ve daha çok asgari ücretle çalıştırdıkları stajyerlerle ya da düşük ücretli birkaç yıllık öğretmenlerle sözleşme imzaladılar. TÖDER, ÖZDEBİR ve GÜVENDER olarak bilinen dershane patronlarının ortak çıkarları üzerine kurulan birlikler, bu yıl aldıkları kararları taviz vermeden bir bir uyguladılar. Kararlardan biri, hiçbir şekilde ücretlere zam yapmamak, tersine ücretleri geri çekmekti. Nisan ve Mayıs ayıyla başlayan sözleşme dönemi, bu sektörde çalışan herkesin sözleşmeler kesinleşinceye kadar işsizlik korkusunu enselerinde duymasına neden oldu. Şu anki yasalara göre dershane öğretmenlerinin toplu sözleşme hakkı olmadığı gibi, kâğıt üzerinde kalan bireysel sözleşmelerin de pek bir geçerliliğinin olduğu söylenemez. Yani patron “sizinle çalışmak istemiyorum” dediğinde, o bir yıllık sözleşmeyle dönem ortasında açıkta kalabilirsiniz. İşsizlik korkusunu sözleşmelerini yaparak atlattıklarını düşünenler şu gerçeği iyi anlamalılar ki, kapitalizm var oldukça işsizlik tehdidinden kurtulmak olanaksızdır. Mayıs ayı içinde kapanan MEF Dershanesi, dershane çalışanlarının sırtında bir işsizlik ve pazarlık kırbacına dönüştü. MEF patronu daha kârlı alanlara yatırım yapmaya karar vermişti. Bu nedenle de ne öğrenciler umurundaydı ne de bünyesinde çalışan yüzlerce çalışanı. MEF’in kapanması ile birlikte yüzlerce dershane öğretmeni ve personeli işsiz kaldı. MEF’in açıklaması işçilerle dalga geçercesine sahtekârcaydı: “Eğitim sektörü gitgide ticarileşti. Eğitim etiği kalmadı”! MEF patronu, “eğitim adına yapılan yanlışlara” daha fazla katılmayacaklarını (!), iki yıl bu sektörden uzak kalacaklarını duyurdu. Kendileri de ticari birer kurum olan MEF dershaneleri ve MEF okullarının patronundan gelen bu sahtekâr açıklamaya kim inandı bilinmez ama, bu yüzsüz açıklamanın en azından okullarının bu kapanma ile müşteri kaybetmesini engellemeye çalışmak için yapıldığı kesindi. MEF’in kapanması bu sektörde yatırım yapan patronların tam da sözleşme dönemi ellerini güçlendirmişti. Bu, kapanmayanlar için piyasanın kendilerine kalması anlamına geliyordu. Bütün sektörlerde olduğu gibi dershanecilik sektöründe de rekabet beraberinde tekelleşmeyi getiriyor. MEF’te çalışan öğretmenlerin çoğu, 12 Eylül faşizmini yaşamış politik kuşaktan geliyordu. Ancak yüksek ücretler

40

alıp köşelerine çekilen bu insanlar, uzun yıllar boyunca birlik olmanın, örgütlü davranmanın önemini unutup her konuda tepkisizleştiler. Ve şimdi örgütsüzlüğün bedelini hep beraber ve sessiz, tepkisiz ödüyorlar, ödüyoruz. Sözleşmeler bütün kurumlarda “bak MEF kapandı, biz de kapanırız, işsiz kalırsınız” tehditleriyle yapıldı. Patronların, “bizim de kapanmamızı ve işsiz kalmayı istemiyorsanız ya zamsız çalışmayı kabul edersiniz ya da çekip gidersiniz” diyerek dişlerini gösterdikleri sözleşmeler bir bir imzalandı. Bu arada özellikle TÖDER ve ÖZDEBİR gibi birliklere bağlı dershanelerin cemaat dershanelerini emsal göstererek, çalışanlarından “laiklik” adına özveride bulunup, zamsız ve sosyal güvencesiz çalışmalarını istemeleri, toplumda yaratılmak istenen yapay laiklik-şeriatçılık kutuplaşmasını sermayenin kendi çıkarları için nasıl kullandığının çarpıcı bir göstergesiydi. Pek laik dershane patronları, çalışanların sırtına daha fazla binmek ve şartları ağırlaşmış sözleşmelerden sonra çalışanların yıl içi performanslarının bozulmaması için bu ideolojik argümana sarılıyorlardı. Böylece “bayrak elden gidiyor, şeriat geliyor, vatan bölünüyor” gibi sınıfın bilincini bulandıran ve patronların kendi aralarındaki rekabeti örten argümanlar, dershane sektörüne de sokuldu. Kapitalizmin ekonomik krizi nedeniyle bütün sektörlerde çalkantılar yaşanıyor. Kapitalistler bu krizde ayakta kalabilmek için işçilerin suyunu sıkıyorlar. Her yerde, tekstilde, otomobil sektöründe birçok işten çıkartmaların olduğu, ücretlerin geriye çekildiği ve sosyal hakların birer birer budandığı biliniyor. Devlet sektöründe de durum hiç farklı değil. Eğitim ve sağlık sektöründe başlayan sözleşmeli personel uygulaması, sosyal hakların olmayışı ve örgütlenmenin önündeki engeller her alanda devam ediyor. Dershaneler de bu genel durumdan muaf değil elbette. Patronlar krizlerinden çıkabilmek için etnik, dinsel, ideolojik her türlü silaha sarılıyorlar. Ancak dershane öğretmenlerinin de işçi olduklarını anlamaya ve başını devekuşu gibi toprağa gömmenin bedelini ödemeye başladıkları aşikârdır. Bu ücretli kölelik sistemi devam ettiği sürece, işçi sınıfının bir parçası olarak bizler de sömürülmeye devam edeceğiz. Kapitalist sistemi yıkmak için örgütlenmedikçe, eğitim sorunu da dahil hiçbir sorunun çözülemeyeceğine inanmalı ve örgütlenerek, patronların birliğine karşı, işçilerin uluslararası birliğini inşa etmeliyiz. Örgütlenirsek, patronlardan daha güçlü olduğumuzun farkına varacağız. Bilmeliyiz ki, onların birlikleri savaşlar, yoksulluk ve açlık üretir; bizim birliğimiz ise sınıfsız, sömürüsüz, bolluk dolu bir dünya! Marksist Tutum okuru bir eğitim işçisi


Ağustos 2006 • sayı: 17

marksist tutum

Biz Bu Ağacın Meyveleriyiz M

erhaba dostlar. UİD-DER’in açılış etkinliği olarak düzenlediği 15-16 Haziran Genel Direnişi etkinliğinde yaşadığım o güzel saatleri sizlerle paylaşmak istedim. Bu benim ilk katılışımdı böyle bir etkinliğe, çok heyecanlıydım. Herkeste bir koşuşturma, bir çaba vardı o gün. Herkes daha iyisini yapmak istiyordu ve en güzelini, en doğrusunu, en fazlasını yapmak için çalışıyordu. Herkesin hedefi belliydi, bugünün çok güzel olmasını istiyorduk. Çünkü bugün biz işçiler için çok önemli bir gündü. Yüz binlerce işçinin bir araya gelerek İstanbul’u yerinden oynattıkları 15-16 Haziran Genel Direnişini ve işçilerin birleşince neler yapabileceğini gelen konuklara anlatmaktı amacımız. Fakat bugünün bizim için bir başka önemi daha vardı. Çeşitli işçi bölgelerinde yıllardır yürüyen İşçi Özeğitim Grup Çalışmaları meyvesini vermiş, Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği’ni yaratmıştı. Ne kadar yeşerirse o kadar çok meyve verecek bir ağaçtı bu ağaç. Biz de bu ağacın meyveleriydik. Hiç çürümeyecek, çekirdeğinden tekrar fidan dikilecek meyveler. Çürümeyip büyüyecekleri, açılışını yaptıkları günden belliydi. Etkinlikte herkeste bir heyecan vardı ve herkesin gözleri pırıl pırıl parlıyordu. Ben de onlardan biriydim, bambaşka bir duygu böylesi bir çalışmada bulunmak. Hepimiz bir şeyler yapıyorduk ama birey olarak değil hep birlikte. Hiç tanımadığım, ismini bile bilmediğim işçiler vardı. Sanki hepsini yıllardır tanıyor gibiydim. Sanki herkes bendi bugün. Herkes birbirini düşünüyordu, çalışmak bir şeyler yapmak insana o kadar zevk veriyor ki. O kadar istekle çalışıyorduk ki. İşçiler örgütlenip birlik olunca daha önce hiç yapmadıkları şeylerin bile en iyisini nasıl yapabilecek-

lerini görüyorlar. Bir tarafta sandviç hazırlayanlar, bir tarafta sahnede en iyisini, en coşkulusunu söylemek için hazırlanan koro, bir tarafta günün anlam ve önemini belirten pankartları ve dövizleri en doğru yere asmaya çalışan işçiler, bir tarafta gelenlerin okuması için kurulan kitap standı ve daha iyi anlayabilmeleri için içeriğini anlatacak görevli işçiler. Bir tarafta gelen konukların rahat etmesi ve etkinliğin daha iyi anlaşılabilmesi için çocuklara bakacak ekibin hazırlıkları. Her şey hazırdı. Herkes yerini aldı ve etkinlik koronun söylediği “merhaba” adlı şarkıyla başladı. Öyle içten bir merhabaydı ki bu, bilen bilmeyen yüzlerce ses hep bir ağızdan eşlik ettik. Her şey öyle güzel hazırlanmıştı ki, zincirin bütün halkaları birbirine kenetlenmişti. Slayt gösterimi, sunum, marşlar, türküler, şiirler, sloganlar, mim gösterisi… Bambaşka bir gündü bu gün ve sanki başka bir dünyadaydım. Hayır hayır başka bir gün değildi, başka bir dünya da yoktu zaten. Sınıfımızı bilir ve örgütlenirsek her günümüzü böyle yaşayabilir ve dünyayı değiştirebiliriz dediğimiz bir gündü. Evet, dünya bizim elimizde ve biz daha fazla örgütlenerek bu iğrenç sömürü sistemini, kanımızı emen patronlar sınıfını yok edeceğiz. Güçlü olan biziz. Biz işçiler onların binlerce kat fazlasıyız. Sadece örgütlenmemiz gerekiyor. Ancak örgütlü olduğumuzda her şeyi yapanın biz işçiler olduğunu kavrayabiliyoruz. Evet, her şeyi yapan biz işçileriz. Patronları patron yapan bile biziz. Onu yıkmak da yine biz işçilere düşüyor ve biz bunu başaracağız örgütlenerek. Bugün biz işçileri marşlarla, türkülerle coşturan koro örgütlü işçilerdi. Sunumla, slayt gösterimiyle, “daha önce ben neredeydim, neden bu kadar geç kaldım, bunları neden bilmiyorum?” deyip bize kendimizi sorgulatanlar örgütlü işçilerdi. Nasıl bir dünyada yaşadığımızı ve nasıl bir dünyada yaşamamız gerektiğini anlatan şiirleri okuyanlar örgütlü işçilerdi. İstediğimiz dünyayı nasıl kuracağımızı belirten sloganları atarak bizi sınıfımıza çağıranlar örgütlü işçilerdi. Mim gösteriminde gördük örgütlü işçilerin yılmadan, yıkılmadan, usanmadan, özgürlük elimizde diyerek, öldürseler dirilerek kapitalizmi yıkıp yerine kızıl bayrağımızı nasıl diktiklerini. Mim gösterimi dakikalarca ayakta alkışlandı. Evet, biz o gün tam da hak ettiğimiz gibi bir gün yaşadık. Din, dil, ırk, cinsiyet ayrımı yapmadan işçi sınıfının marşı Enternasyonal’de herkesin yumruğu havadaydı; kadını, erkeği, genci, yaşlısı, Kürdü, Türkü, Alevisi ve Sünnisiyle. Dostluk türküleri söyleyip halaylar çek-

41


Ağustos 2006 • sayı: 17

marksist tutum

tik hiç tanımadığımız insanlarla. Aramızda hiçbir ayrım yoktu, hepimiz işçiydik: bizim için tek ayrım İŞÇİ SINIFI ve patronlar sınıfı. Bizim dünyamızda patronların yeri yok. Biz işçileriz; NE ALTINDA KÖLE İSTEYEN NE ÜSTÜNDE EFENDİ! O gün de gördüğümüz gibi her şeyi yapan biz işçileriz. Tepemizde birilerine gerek yok! Dolu dolu bir gün yaşadık ve yaşattık. Gelen konukların memnuniyeti belliydi, herkesin yüzünden mutluluğu okunuyordu. Etkinlik bitmişti ama kimse gitmek istemiyordu. Sohbetler ettik, kimisi kendisini etkinliğe getiren arkadaşlara teşekkür ediyordu, kimisi daha önce de gelseydim keşke diyordu, kimisi içerde duyduğu mutluluğu ve coşkuyu anlatıyordu. Ama kimisi vardı ki kendini suçluyordu bugüne kadar boş yaşadığı için. Herkesin gözlerinden belliydi ne hissettiği. Geneline baktığımız zaman neden bu kadar kısa sürdü diyorlardı. Nedeni belli, biz günlerimizi patronlara artı-değer üreterek geçiriyoruz: onlar bir tane daha firma kursun, villalar alsın, seyahatlere çıksın, lüks lokantalara gidip bizim ismini bile bilmediğimiz yemekleri yesin, şarapları içsin diye. Kendimiz için yaptıklarımızı ise, uykumuzdan, dinlenme saatlerimizden çalarak yapabiliyoruz. O gün de bunu yaptık. O kadar koşuşturmadan, zıplamadan sonra yorulmamıştık, gücümüzü ör-

gütlülüğümüzden alıyorduk. Sıra temizliğe gelmişti artık. Etkinliği yaptığımız salondan tuvaletlere, bahçedeki sigara izmaritlerine kadar her yer temizlendi. Herkes birbirine teşekkür ediyordu, bu kadar içten, bu kadar coşkulu çalıştığı için ve o kadar mütevazi, o kadar alçak gönüllülerdi ki, herkes arkadaşının yaptığı işi anlatıyordu kendi yaptığını değil. Bense ayaklarımı yerde hissetmiyordum, sanki havada uçuyordum böylesi bir çalışmanın içinde bulunduğum için. Kendimi o kadar güçlü hissediyordum ki, ama artık bu gücün nerden geldiğini biliyordum. Bu güç örgütlülükten geliyordu. Daha kısa bir zaman öncesine kadar işçi olduğunu bile bilmeyen ben, işçi olduğum için gurur duyuyordum. Ama en çok da buradaki işçi arkadaşlarımla gurur duyuyorum. Onlar olmasa ben bunların hiçbirini yaşayamazdım. Beni pisliğin içinden çıkarıp tertemiz bir dünyaya getirdiler. Dünyanın bütün işçilerinin tertemiz bir dünyada yaşaması için bütün dünyayı örgütlememiz gerek. Biz bunu başaracağız! Dünyanın Bütün İşçileri Birleşin! Örgütlüysek Her Şeyiz, Örgütsüzsek Hiçbir Şey! Esenler’den Marksist Tutum okuru bir işçi

Sizi Yani Hepimizi Seviyorum Marksist Tutum’la Aralık ayında tanıştım. O günden bu yana düzenli olarak takip ediyorum ve çok şey değişti hayatımda. ONA BİR YAŞAM BORÇLUYUM. Daha önceleri farklı bir yayını takip ediyordum ve bütün çalışmalarda yer alıyordum. Devrimci fikirlerle tüm yaşamımı örgütlemeye çalışıyordum. O zamanlar ya ben yeni başladığım için çok coşkulu, çok heyecanlıydım ya da diğer arkadaşlar yılların biriktirdiği sıkıntılardan yorgun ve cansız düşmüşlerdi. Yaptığımız her çalışmanın sonunda ben hayal kırıklığı ve can sıkıntısı yaşıyordum. Bir şeyler yolunda gitmiyordu, müdahale etmek gerekiyordu, ama bunlara bir türlü müdahale edilmiyordu. Yavaş yavaş anlıyordum, eksiklik kişilerden değil örgütsüzlükten kaynaklanıyordu. Herkes başına buyruktu yani. Bu arkadaşlarla ilk tanıştığımda ilk adımımı atmıştım, öyle düşünüyordum. Ama attığım adımla öylece kaldım. Neydi, kimdi MARX, ENGELS, LENİN? Bolşevik ne anlama geliyordu, ne düşünmüşlerdi, neyi ortaya atmış,

42

neyi hayata geçirmişlerdi her defasında saygıyla andığımız komünist önderler? Öğrenmek istiyordum mücadeleye dair ne varsa. Ama kendi çabam yetersiz kalıyordu. Çünkü okuduğumu anlayamıyordum. 12 yıl önce zaten aramın hiç de iyi olmadığı ilkokul beşinci sınıfta bırakmıştım kitaplarımı. Çevremdeki insanlara sorunumu anlatamadım. Ama okumalıydım, anladığım kadar da olsa okumalıydım. Attığım ilk adımın ne kadar önemli olduğunu anladım, bu aşağılık düzende sıradan bir insan olmak istemiyordum. Bütün olumsuzluklara rağmen atmış olduğum adımı yine de geriye çekmedim, kararlıydım, dönmek yoktu. Ateş düşmüştü artık. İçimdeki bu coşkuyu, bu heyecanı bir örgütlülükle bütünleştirmek istiyordum. Okumaya karar verdim, daha fazla okumaya, anladığımdan daha fazlasını anlamaya. Çünkü bir yerlerde sorun vardı, bir şeyler yanlış işliyordu. Ve bir akşamüstü eylemde MERHABA dedi MARKSİST TUTUM! Tanıdığım işçi benden daha coşkulu ve daha inançlıydı. Bu bilinçli inancı ve güveni nereden aldığını İşçi Özeğitim Gru-

bu toplantısına katılınca anladım, orada bulunan bütün işçiler tanıştığım işçi gibiydi. Hepsinde aynı inancı görmek mümkündü ve çok sevinçliydim. Çocukken bir oyuncağım ya da bir şekerim olduğunda bile bu kadar sevinmemiştim, bütün samimiyetimle söylüyorum bunu. Daha sonraki katıldığım bütün etkinliklerde bir vücut nasıl hareket ediyorsa öyle hareket ediliyordu ve içtenlik vardı. ÖRGÜTLÜ OLMAK BÖYLE BİR ŞEYDİ. Bu gücün nereden geldiğini şimdi daha iyi anlıyorum; bu güç devrimci Marksist fikirlerden, doğru bir önderlikten ve işçi sınıfına olan inançtan geliyor. Dergideki her yazıda, katıldığım toplantılarda, önderliğin önemi ortaya çıkıyor. Her defasında kendime şunu söylüyorum: “doğru yerdeyim”. Kendime söylemekle kalmıyorum. Bulunduğum ortamlarda görüştüğüm insanlara da söyleme ihtiyacı duyuyorum. Çünkü doğruları görüp de insanları yönlendirmezsek bu bir haksızlık olur. İşte bu yüzden MARKSİST TUTUM’A BİR YAŞAM BORÇLUYUM! Gazi Mahallesi’nden bir MT okuru


Ağustos 2006 • sayı: 17

marksist tutum

Elektrikte Kapitalist Oyun 1

Temmuz Cumartesi gecesi saat 22 sularında, BrezilyaFransa maçı öncesinde meydana gelen elektrik kesintisi 13 ili saatlerce etkiledi. Bursa, İzmir, Antalya gibi sanayi ve turizm kentlerini de etkileyen bu kesintinin nedenleri tartışılmaya başlandığında ilginç bir manzara gözler önüne serildi. Sorunun büyümesini önlemek için devreye girmesi istenen özel sektörün işlettiği Oymapınar barajı devreye alınmamış, bölgedeki otoprodüktörler devletin tüm çağrılarını yanıtsız bırakmıştı. Bu vesileyle öğrendik ki elektrik üretiminin yaklaşık %11’i otoprodüktörler tarafından sağlanıyor. Otoprodüktörler normal koşullarda kendi sanayi tesislerinde kullanmak üzere elektrik enerjisi üreten sermaye sahipleri olup, devletle yaptıkları anlaşmalar gereği ihtiyaç fazlası üretimlerini devlete satıyorlar. Önemli bir husus, devletin bunların ürettiği tüm elektriği ihtiyacı olmasa da satın almayı garanti etmiş olmasıdır. Bu anlaşma, uzun süre bu üreticilere yağlı kazançlar sağladı. Ancak son dönemde doğalgaz fiyatındaki artışın elektrik fiyatlarına yansıtılmaması nedeniyle zarar ettiklerini iddia eden bu üreticiler, bir süredir elektrikte indirimli tarifenin uygulanmaya başladığı saat 22’de üretimlerini durduruyorlar. Bunun yanında bir de toplam elektrik üretiminin yaklaşık %25’ini oluşturacak kadar sayıları artmış olan YİD (Yap İşlet Devret) ve Yİ (Yap İşlet) santralleri var. Bunlar da yine üretilen elektriğin devlet tarafından satın alınma garantisinin verilmiş olduğu özel santraller. Ve bunlardan üçünün (ENKA’nın Adapazarı ve Ankara’daki santrallarıyla Tractabell/MİMAG’ın sahibi olduğu İzmir’deki santralin) sözleşmelerinin birtakım hukuksuzluklar nedeniyle Danıştay tarafından iptal edilmesi ve yürütmeyi durdurma kararı alınması, idari önlemlerle hükümetin bu hukuksuzluğun sürdürülmesini sağlayamayacağının anlaşılmış olması, bu yağmacı şirketlerin işi tehdit, şantaj ve sabotaja vardırmalarına yol açtı. Bu üreticiler bahsi geçen yargı kararlarının uygulanması durumunda elektrik enerjisi üretiminde ciddi bir açık meydana geleceğinden, kesintilerin kaçınılmaz olacağı iddiası ile hem yargı kararlarını etkisiz kılmaya hem de elektrik birim fiyatlarını arttırmaya çalışıyorlar. Bunlara ek olarak nükleerci lobi de bu fırsatı değerlendirerek nükleer enerji santrallerinin ne denli zaruri olduğunu kanıtlama peşinde. Bu çıkar kavgası sırasında, kesintiden etkilenen 13 ildeki hastanelerde acil müdahale edilmesi gereken kaç insanımızın hayatından olduğu veya ciddi riskler atlattığı kimsenin umurunda bile değil. Kaç kişinin bu ani kesinti nedeniyle kaza geçirdiği de meçhul. Bu tür keyfi uygulamalarla bir nevi tekel gibi hareket etmeye başlayan özel elek-

trik şirketlerine, başbakanın olayı takip eden birkaç gün içinde yönelttiği tehditler dışında hiçbir yaptırım veya ceza uygulanamıyor. Burjuvazi “üretimden” gelen gücünü kullanarak işçi sınıfına paha biçilmez bir ders verdi. Şalterleri kapatacak şekilde örgütlenmeyi başardığınızda istediğinizi elde etmeniz bir yana, neredeyse önünüzde diz çöküp özür dilemedikleri kalıyor. Bizlerin en sıradan grevleri dahi, ülke güvenliğini tehdit ettiği gerekçesiyle derhal çıkarılan Bakanlar Kurulu kararlarıyla yasaklanabilirken, 13 ili, hem de ekonomik açıdan en önemlilerini, yaşayan nüfus bakımından en kalabalıklarını etkileyen böyle bir patron hareketi karşısında hükümet, yargı çaresiz! Patronlar elektrik fiyatları artmazsa üretmeyiz diyorlar. Devlet, zararına üretime zorlayamayız diyor. İşçilereyse grev yasakları dayatılıyor, zam isteyenlerin üzerine polis, asker salınıyor. İşçilerin Tuzla’da bir tersanede sürdürmeye çalıştıkları sendikalaşma mücadelesini kırmak, diğer işçilere “kötü” örnek olmalarına engel olmak için iki sendikacı apar topar içeri atılıyor. Böyle bir saçmalığa karşı girişilen tüm çabalar karşılıksız kalıyor. Ama iş patronlara geldi mi özür dileniyor. Türlü formüllere başvurularak üretime devam etmeleri sağlanmaya çalışılıyor. Vergilerde birkaç puan oynamak mümkün, elektriğin indirimli tarife saatini 22’den 24’e çekmek de! Böyle bir iki atraksiyon daha gerçekleştirilebilirse patronlar memnun edilebilir, belki arada kamuoyu nükleer enerji santrallerine de ikna edilmiş olur. Bir süredir elektriğe yapılamayan zamma da gerekçe bulunmuş olur. İşte kapitalizmin ve burjuva devletin sorunları çözme yöntemi budur. Bütün bunlar bir kez daha şunu kanıtlıyor: en basit gibi görünen sorunların bile bizim lehimize çözülebilmesini ancak biz sağlayabiliriz. Karaborsacı mantığıyla fırsat kollayan burjuvalara derslerini ancak biz işçiler örgütlü mücadelemizle verebiliriz. Kimseyi düşünmeksizin 13 ili karanlıkta bırakabilen ve bundan olumsuz etkilenecek insanları zerre kadar düşünmeyen bu açgözlü asalaklar takımına hadlerini ancak militan bir işçi mücadelesi yürüterek bizler bildirebiliriz. Acil planda eğitim, sağlık, enerji, ulaştırma ve barınma gibi en hayati mal ve hizmetlerin kesintisiz, kısıtlamasız ve ücretsiz olmasını talep ederek bu doğrultuda mücadelemizi yükseltmeliyiz. Bu taleplerin yerine getirilmesini sağlamak ve daha ötesini de gerçekleştirmek mümkündür ve biz işçi sınıfında bunu yapacak güç vardır. Bizler, neler yapabileceklerinin farkında olmayanlar! Aslında hayatı var eden, ama ona sahip çıkamayanlar. Öğrenmeliyiz. Evet, herkesten, düşmanımızdan bile öğrenmeliyiz. İstanbul’dan Marksist Tutum okuru bir mühendis

43 43


marksist tutum

Ağustos 2006 • sayı: 17

İDDİA Ediyoruz: Sınıfsız Bir Dünya Kuracağız! 1989’da İstanbul’a göç etmiştik, ben ikinci sınıfa yeni başlamıştım. İlk defa mağazaların camlarında “yeni yılınız kutlu olsun”, “hoş geldin 1990” yazıları görmüştüm. Milli piyangoyla ilk o yılbaşı tanışmıştım. Babam hepimize birer tane almıştı. Yılbaşı gelmiş çatmıştı. Televizyon, radyo olmadığı için o akşam erkenden yatmıştık. Kulaklarımda hep babamın “ikramiye bir çıkarsa yaşadık” sözü yankılanıyordu. Sabah uyanır uyanmaz gazete aldık, babam tek tek biletleri kontrol ediyordu umutla, biz de heyecanla bekliyorduk. Ta ki sonuncu bileti buruşturup atana kadar. Çok üzülmüştük, niye bize çıkmamıştı? Umutlar bir dahaki seneye demişti babam. Ama aradan çok seneler geçtiği halde hiçbir şey değişmedi. Şans oyunlarına yönelimim buradan gelmekteydi. Oysa sorunların şans oyunlarıyla çözülemeyeceğini şimdi daha iyi anlıyorum. Ama babam böyle öğretmişti. O vermişti bu kültürü ve şimdi bakıyorum da geçmişe, babamın mücadele adına kayda değer hiçbir anısı yok. Ailemden ve toplumdan aldığım kültürle yaşamaya çalışıyordum. Kaderciydim, şansa çok inanıyordum. Oysa hayatta hiç şanslı olmadım. Yokluk içerisinde büyüdüm. Ayaklarımın üzerinde durmaya başladığımda hayatın ne anlama geldiğini yavaş yavaş anlamaya başladım. Çocukluk yıllarımda, büyüyünce hayatı daha iyi anlayacağımı düşünürdüm ve büyümeye çok heveslenirdim. Çünkü çocukluk demek yokluk demekti benim için. Yokluğu aşmanın yolu ise şans oyunlarından geçiyordu! Çünkü çocukluğumdan bugüne kadar (10 yaşımdan 24 yaşıma) aldığım bütün maaşlarımın toplamı, şans oyunlarının verdiği ikramiyelerin yanında devede kulak kalıyordu. Çalışarak kazanmak çok zordu, başka çare yoktu, şans oyunlarından bir gün çıkacaktı, çıkmalıydı o ikramiye. Ama o gün hiç gelmedi. Yıllar geçti ve ben büyüdüm. Ellerimde, şans oyunlarının boş kuponları ve onları oynarken kurduğum hayallerim kaldı.

Son dönemlerde daha da yaygınlaşan bu oyunların oynandığı yerlerde kuyruklar oluşuyor. Özellikle çocukların ve gençlerin yoğunlaştığı İDDAA’ya inanılmaz bir talep var. Bayileri her köşe başında görmemiz mümkün. İşçi ve emekçi çocuklarının daha da ilgili olması, bu tip yerleri umut kapısı olarak görmesi, kapitalizmin işçi ve emekçilere hiçbir şey sunmadığının da göstergesidir. O çocukların ve gençlerin yüzünde daha önceki beni görüyorum. Daha önceleri insanlar yılbaşlarını beklerlerdi şans oyunları için. Sonra aylık, haftalık, günlük derken artık saatlik oynamaya başladılar. Yoksulluk içindeki yaşamlarının her anı artık hayallerle süslenmeye başlandı. Yeterince sömürmüyormuş gibi, cebimizdeki 1 liraya da göz diken kapitalistler inanılmaz kazançlar elde ediyorlar. İDDAA denilen oyunla, futbolla yatırıp kaldırıyorlar insanları. Genç beyinleri esir alıyorlar. Günün büyük bir bölümünü İDDAA bayilerinde geçiren çocuklar ve gençler maç skorları yüzdeleri hesaplamaktan gerçek sorunlarını düşünemeyecek duruma geliyorlar. İşte kapitalistler bu oyunlardan daha fazla kazanıyor. Bu tür oyunların amacı da çok açık ve net: Gençler dünyadaki çelişkileri sorgulamasın, öğrenmesin, onları bu yaşama kimlerin mahkûm ettiğini bilmesin! Eğer buna fırsat verirlerse, genç emekçi kuşakların sonlarını getireceğini ve yeryüzünden kazınıp tarihin çöplüğüne atılacaklarını inanın çok iyi biliyor kapitalistler. Haydi çocuklar, haydi gençler, işçiler, emekçiler, kapitalizme karşı mücadele bayrağını yükseltmeye! İDDİA EDİYORUZ! Düşlediğimiz dünyaya sosyalizmle kavuşacağız! Bu mümkündür! Her şey bizlerin elindedir. Üretimden aldığımız güçle başaracağız, kapitalizmi yıkıp sınıfsız bir dünya kuracağız! İDDİA EDİYORUZ! Gazi Mahallesi’nden MT okuru bir emekçi

Bizler Patronların Stres Topları Değiliz Ben bir tekstil işçisiyim. Küçük yaşta çıraklık yaparak başladım çalışma hayatına. Şimdi ise makineciyim. Küçük tekstil atölyelerinden geçerek büyük bir fabrikaya makineci olarak girdim. Hep gece gündüz demeden, yeri geldiğinde yemeksiz, aç karna çalıştık ki, patronumuzun bizden istediği işi gününden önce bitirebilelim. Müdürler, patronlar, “zamanında istediğimiz işleri çıkaramıyorsunuz. Çok çalışın! Artık tuvaletleri yasaklıyoruz. Hasta olduğunuzda izin verilmeyecek!” diyerek, yasaklar koyarak, bizleri korkutmaya çalıştılar. Ama benim anlayamadığım, biz işçiler ter dökerek, çalışarak onca hakareti, suçlu gibi fırçalanmayı hiç hak etmiyoruz. Geçtiğimiz günlerde biz çalışırken müdürümüz gelip, işlerin acil olduğunu söyleyip, sabaha kadar da olsa mola vermeden işleri bitirmemizi söyledi. Ve o gece hepimiz sabaha kadar çalıştık ve işleri bitirdik. Hepimiz, bütün arkadaşlarım o kadar yorgun, uykusuz, bitkin halde eve gitmeyi umut ederken müdürümüz hepimizi toplayarak patronumuzu dinlememiz gerektiğini söyledi. Ve o sabah duyduklarımız bizim için tam bir

44

şoktu. Bizler bütün gece aç açına çalışırken, patron odasında içki içip keyif yapmıştı, sonra da kendini rahatlatmak için bize etmediği hakareti bırakmadı. Ayrıca bizleri aynı stres topu gibi kullandı. Bizleri aşağıladı ve sonra da uyumaya gitti. Bizler neden başımızı öne eğip onların bize bu çirkin, bu terbiyesiz davranışları yapmalarına izin veriyoruz? Çalıştığım atölyede 300 işçiyiz. Ben orda konuşup hakkımı savunabilirim. Ama çözüm bu değil! Bütün işçi arkadaşlarla el ele verip, ışıksız, karanlık bir yolu aydınlatabiliriz. Böyle yaşamaya mahkûm değiliz, zaten buna yaşam da denilemez. Bizler güzel şeyleri hak ediyoruz. Onun için diyorum ki “her şey birlikten doğar.” Biz hepimiz bir olsaydık belki de bu şeyler yaşanmayacaktı. Bizler birer ARIYIZ. ARIYIZ AMA BALIMIZDAN HABERİMİZ BİLE YOK işçi kardeşlerim. Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz! Örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey! Esenyurt’tan bir tekstil işçisi


Ağustos 2006 • sayı: 17

marksist tutum

Umudu ve İnancı Birleştirmek

Beş Milyon Emekçi İstanbul Dışına “Sürülecek”

İnanç ve bilinçle yoğrulan yüreklerin birleşip en güzelini yaratmaya çalışmasıydı gördüğüm, yaşadığım. En güzel şiirlerdi dile getirilen. En güzel marşlardı söylenen ve büyük bir coşkuydu sunulan mim gösterisi. Hep bir ağızdan haykırmaktı karanlığa. Her haykırış bir ışık yakmaktaydı karanlıkta şimşek gibi. Büyük yangınların başlangıcı olan küçük ama kararlı kıvılcımlardı aydınlatan göğü. İnançla, dirençle ve hep aynı yürekle çarpmaya devam edecek ve yanına yeni kıvılcımlar katacak olan. Önce inanmayıp göremeyecek yüreğinde umudu olmayanlar. Belki “hiçbir şey değişmez”, belki de “biz gördük, geçirdik” diyecekler! Yani kendilerini kandırmaya, kapitalist sistemin onlara sunduğu “uyuşuk ve kendi halindeki” yaşama devam edecekler. Sakın izin vermeyin size umutsuzluktan söz edenlere… Onlara 1516 Haziran’ı anlatın. İşçi sınıfının, tarihe, mücadelesiyle, inancıyla nasıl geçtiğini, birleşen ve örgütlenen işçilerin gücünü ve bu gücü kullanarak neler kazandığını anlatın. O günü yaratan işçilerin bugünün genç işçi kuşaklarına bıraktıkları mirasa sahip çıkılması gerektiğini, bu mirasın olumlu ya da olumsuz ne kadar zengin olduğunu, yaşananlardan çıkartılması gereken dersleri anlatın. Ama kazanımların sürekliliğinin sağlanması için işçi sınıfının enternasyonalist komünist bir partiye ihtiyacı olduğunu da anlatın. Ya da sorun onlara nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini. Her akşam televizyon karşısında zaman öldürerek mi? Saçma sapan ve gereksiz şeylerle beynimizi dolduran gazete ve televizyon haberleriyle mi? Ya da son bir kaçış olarak kahvehane köşelerinde saatler harcayarak mı? Sorun onlara ve kendinize! NE YAPMALIYIM, NE YAPMALIYIZ? Ve anlatın onlara, kapitalist sistemin sunduğu bu uyuşukluk durumundan kurtulmak isteyenlerin, uyuşturucu kullanan birinin uyuşturucuyu bırakmaya karar verdiğinde yaşadığı zorluklara benzer zorluklar yaşayacağını. Ama asla söylemeyi unutmayın onlara: Yaşamanın en güzelidir DEVRİMCİ olmak, EN GERÇEĞİ VE İNSANLIĞIN EN BÜYÜK ONURU! SELAM OLSUN UMUDUNU BİLİNÇLE YOĞURUP BU YOLDA BAYRAK AÇANLARA!

İstanbul’da kentsel dönüşüm projeleri adı altında başlatılan uygulamalar, beş milyon insanı kentin dışına sürecek. Seçim zamanı yapılan tüm hokkabazlıklarla insanların gözü boyandı. Küçücükleşmiş hayallerinin peşinden koşan, başına bir çatı koymak isteyen emekçiler kapitalizmin zaten yıllardır çözemediği barınma sorununu kendilerince çözüme kavuşturdular. Ve gecekondularını kurdular, bu da onların hakkıdır. Fakat kentin nüfusunun ve aktif topraklarının büyümesi, eskiden kent dışında sayılan alanları artık kentin en önemli yerlerinden sayılan yerleşim bölgeleri haline getirdi. Değeri yükselmiş bölgeleri “nakde” çevirmek isteyen burjuvalar karar almışlar. Sarıyer, Beykoz, Maltepe, Pendik gibi pilot bölgeler seçilmiş. Bu semtleri iştahı kabarmış inşaat şirketlerinin avlanma alanı haline getirmek isteyen patronların hizmetkârı büyük bürokratlar ellerinden geleni yapmaya koyulmuşlar. Diyorlar ki bu semtlerdeki konducuları öyle veya böyle dağıtacağız. Peki, yeni yapılacak yerleşim alanlarına evleri yıkılan gecekondu sahipleri mi yerleştirilecek? Hayır, bu bir hayal. Bu uydu kentler üç beş zenginin dışında ipotekli banka kredileriyle ev sahibi olmak isteyenleri bekliyor. Yani ipini bankalara kaptırmış, 20 yıla varan taksitlerle kira öder gibi ev sahibi olmak hayalini kuran insanlar. Burjuvazi ücretli kölelerini en hassas noktaları olan barınma hayallerinden de vuruyor. Kapitalist sistemde bu hayal kâbusa dönüşmeye çok müsaittir. Krediyi ödemek için insanların düzenli bir işe ihtiyacı var ve işten atılmamak için her şeye boyun eğmek zorunda kalacaklar. Dolayısıyla burjuvazi herhangi bir sorunla karşılaştığında sopasını göstermek zorunda bile kalmayacaktır. Uzun çalışma saatleri, kötü çalışma koşulları, sosyal hak gaspları. Bunları yaşadığımız çok açıkken, düzenli gelir biraz hayal görünüyor. Bazıları, “canım bu evler işçiler için değil, kentin gelir düzeyi işçilere oranla yüksek esnaf, memur, büro işçileri vs. için” dese de sonuçta bu kriz küçük-burjuvaları ve gelir düzeyi yüksek işçileri de vuruyor. Plansız, kâr amaçlı üretim yapan kapitalist sistem krizsiz yaşayamaz. Krizler durgunluğu, durgunluk işsizliği getiriyor ve krediyi ödeyemeyenlerin elinden evleri alınıyor. Bu sorun ne burjuvaların “sağlıklı” yaşam alanlarıyla ne de sosyal demokratların sivil toplum örgütleriyle çözümlenir. Bizi birer sinek kadar değersiz gördükleri için onlar bataklığı değil maliyeti daha ucuz olan sinekleri yok etmeye çalışıyorlar. Kapitalizm koşulları altında bu kangrene çözüm bulunamaz. En doğal barınma hakkımız da bu biçimde elimizden alınıyor. Bu sorunun tek çözümü kapitalist sistemin ortadan kaldırılmasıyla gerçekleşecek olan sosyalizme giden proleter devrimdir. Dün burjuvazi salgın hastalık üreten işçi semtlerinden kendisine hastalık bulaşmasından korkarken, şimdi varoşlardan gelebilecek ayaklanmalardan korkuyor. Çünkü kapitalizm kendi mezar kazıcılarını çoktan yarattı, şimdilerde kapitalizmin cellâtları olanlar bileniyor. Kurtuluş Yok Tek Başına, Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz!

Avcılar’dan bir Marksist Tutum okuru

İstanbul’dan bir Marksist Tutum okuru

45 45


Okurlarımızdan Akım Metal’de İş Kazası Merhaba Marksist Tutum ve okurları. Güneşin kızıllığı bütün güzelliğiyle fabrikanın penceresinde kendisini gösterir göstermez, işte yine bir iş kazası yaşandı. Elbette kazanın yaşanması güneşin doğmasından ya da batmasından değil, çalışma koşullarının ağırlığından ve buna bağlı olarak işçilerin yorgun ve bitkin düşmesinden kaynaklanıyor. Tarih 29 Mayıs. Gece vardiyasının bitmesine bir saat kala, bir işçi kardeşimiz, çalışır durumdaki makineye elini kaptırdı. Sonrasında yaşanan şey ise hiç de yabancı olmadığımız bir durumdu. Kazayı geçiren işçi çektiği acıyı bağırış ve feryatla göstermesine karşın, birlikte çalıştığı iki işçi dışındakilerin ya kazanın olduğundan haberleri yoktu ya da iş kazalarının, elimizin, bacağımızın, kolumuzun kopmasının çok normal olduğu düşüncesi hakim olduğu için kıllarını bile kıpırdatmamışlardı. Sanki aynı şey bir gün kendi başlarına gelmeyecekmiş gibi! Kazayı geçiren arkadaş beş on dakika oturup sigara içtikten sonra ustabaşı tarafından tekrar şişmiş elle çalıştırılmaya devam ettirildi. Ustabaşları genelde patronun sadık köpekleri durumunda olduklarından, kazayı geçiren işçinin sağlığını değil üretimin düşmemesini düşünüyorlar, sanki patronun ortaklarıymış gibi. Sınıf bilincinin ve örgütlülüğün olmayışı böylesi sonuçlara neden oluyor ve bu durum da patronun işine geliyor, çünkü işleri tıkırında işlemeye devam ediyor. Fabrikadaki çalışma koşullarına baktığımızda iş kazasının yaşanmamasını beklemek körlük olurdu herhalde. Yaklaşık 350

işçinin çalıştığı Akım Metal’de, işçilerin neredeyse yüzde doksanı, hafta tatili de dâhil olmak üzere günde 12 saat ve üzeri çalışıyor. Bu durum birkaç gün ya da hafta değil aylarca sürüyor. Fabrikanın içinde ve dışında her yerde kameralar var, sadece tuvalette yok, zaten oraya gitmek için de epey uğraşmak gerekiyor. Çoğu zaman da neden uzun kaldın diye fırça atılıyor. Geçtiğimiz aylarda patron bir toplantıda (işçileri çok düşündüğünden!) sigaranın sağlığa verdiği zararı güzel bir biçimde anlatıp sigarayı bırakana takım elbise alacağı sözünü vermiş ve bu sözünü de tutup, bırakanlara takım elbise almıştı. Bu durum karşısında işçilerin bir kısmı “ya baksana patron bizim sağlığımızı düşünüyor” düşüncesiyle sigarayı bırakmış, bir kısmı da patronun sinsi düşüncesini anlamıştı. Aslında patron işçinin sağlığını değil kaybedeceği saatlerini düşünüyordu, çünkü bir işçi sigara içmeye gidince makine kısa süre duracak ve fazla ürün çıkmayacak, bunu da 350 kişi yapınca bu epey bir zaman kaybı olacak. Yani her zaman olduğu gibi patron yine kendi çıkarını düşünüyor, çünkü onlar bir dakika dahi kaybetmek istemezler. İş kazaları (aslında cinayetleri), bu sömürü düzeni yaşamaya devam ettiği sürece son bulmayacak. Bu elbette iş kazalarını azaltmak için mücadele etmeyelim anlamına gelmiyor. Aksine buna bir dur demek için, tepkimizi, son derece sert bir biçimde ve bilinçli ve örgütlü bir mücadele yürüterek göstermeliyiz. Bu kahrolası sömürü düzeni, saltanatını işçi kardeşlerimizin dökülen kanı üzerinden sürdürüyor. Gün gelecek dökülen her damla kan sömürenleri boğacak.

Uluslararası İşçi Dayanışması Derneğinin 15-16 Haziran için düzenlediği etkinlik, “işçi sınıfı yok oldu” diyenlere cevap niteliğindeydi. “Yolumuz uzun soluklu bir yol, sabır istiyor.” Bazen niceliğin niteliğe dönüşmesi zaman alırken ve bu zaman bazılarına sınıfa olan inancı kaybettirirken, bazen de 15-16 Haziran’da olduğu gibi, işçi sınıfı, birkaç yıl gibi kısa bir sürede “kendisi için sınıf haline gelir”. Çıkaracak derslerimiz vardı. Birey olarak bir şeylere “hayır” demek yetmiyordu. Örgütlü bir mücadele gerekirdi. “Örgütlüysek Her Şeyiz, Örgütsüzsek Hiçbir Şey!” 15-16 Haziran için yapılan etkinlik bunları anlatmakla sınırlı kalmadı. İnsanlar yumrukları sıkılmış, hep bir ağızdan Enternasyonal’i söylüyordu; kadın-erkek, Kürt-Türk, Sünni-Alevi... Bütün ayrımların önüne geçmişti sınıf bilinci. İşçi vardı ve onun mücadelesi. Etkinliğe katılan İspanyol işçinin kendi diliyle söylediği “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin” sloganı, çeviriye gerek duyulmadan anlaşılmış ve büyük bir coşkuyla karşılanmıştı. Sorunlar aynıydı; coğrafyalar, diller değişse bile! Yaşasın İşçi Sınıfının Dayanışması! Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz! ODTÜ’den Marksist Tutum okuru bir öğrenci

Merhabalar, Yaklaşık üç aydır internet sitenizi takip ediyorum. Derginizin de son iki sayısını aldım ve zevkle okudum. Cidden tespitleriniz çok doğru. İşçi sınıfının dağınık olduğu, devrimci hareketin savrulduğu bir dönemde Marksist Tutum inatla ve sabırla duvarcı ustası gibi çalışıyor. Elif Çağlı’nın dediği gibi, ter akıtmadan devrimci olunmaz. Çalışmalarınızda başarılar dilerim. Devrimci Marksizmin ışığında Bolşevik partiyi yaratmaya! Bolşevizm kazanacak! Ankara’dan bir Marksist Tutum okuru

46

Gebze’den bir metal işçisi

Derneğimiz UİD-DER’in düzenlemiş olduğu etkinliğe katıldım ve katılmış olduğum için çok mutluyum. Biz işçilerin neleri başardığımıza, birlik olduğumuzda neler yapabildiğimize tanık oldum. Etkinliğimizin konusu Türkiye’nin en büyük işçi direnişi olan 1516 Haziran Genel Direnişiydi ve bu aynı zamanda derneğimizin açılış etkinliğiydi. O zamanki işçilerin bir eksikleri vardı. Devrimci bir önderlikleri yoktu. Eğer bu olsaydı şimdi burjuvazi bu kadar rahat hareket edemezdi. Bütün bu koşulları bizlere dayatamazdı. O zaman yaşayan işçi arkadaşlar bu yaşadıkları muazzam direnişi bize anlatsalar ders çıkarırız. Biz zaten dersimizi alıyoruz. Ama o zaman yaşayan işçi babalarımız ve büyüklerimiz 1980 faşist saldırısından sonra kabuğuna çekilmişler. Ve o günlere bir daha dönmemek için sanki tövbe etmişler. İşçi arkadaşlarımızın bu muhteşem organizasyonu, düzenlemiş oldukları mim gösterimi olsun, şiirler olsun, marşlar olsun, sunuş olsun bütün hepsi bu büyük deneyime yakışan güzellikteydi. Etkinliğin tümünde işçi arkadaşlar görev aldı. Hepsi muhteşem efor sarf ettiler. Bizler ne kadar örgütlü olursak o kadar güçlü oluruz. Ne faşist saldırılar ne de burjuvazinin direttiği koşullar bizleri yıldıramaz. Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz! Kocaeli’den bir petrokimya işçisi


Okurlarımızdan UİD-DER’le 15-16 Haziran Etkinliği Coşkusu Haftalardır yapılan muazzam çalışmaların ardından 15-16 Haziran Genel Direnişinin anmasını gerçekleştiren UİD-DER’e ve bu çalışmalara emeğini, yüreğini koyan ve etkinliğe katılan işçi ve emekçilere sımsıcak MERHABA. Günler öncesinden başlayan heyecan ve coşku, etkinliğin başlamasının ve UİD-DER genel sekreterinin açılış konuşmasının ardından daha da anlamlanmaya, daha da artmaya başladı. Programın her anında muazzam bir emek vardı. Konuşmalarından sloganlara kadar müthiş bir inanç ve coşku hâkimdi. 15-16 Haziran Genel direnişinin tüm ayrıntılarına kadar işlenmesi, o dönemdeki gelişmelerin bir bir, belgesel ve sunumla tekrardan hafızalarımıza kazandırılması, tarihi öğrenip ve ondan dersler çıkararak doğru bir örgütlülükle, militan işçi ruhuyla 15-16 Haziran direnişinin aşılması gereken bir zirve olarak değerlendirilip hedef gösterilmesi, UİD-DER’in sınıf mücadelesinde işçi sınıfının büyük bir gereksinimini karşılayacağını göstermekteydi. Yıllardır harcanan çabanın ve emeğin ürünü olan UİD-DER’in böyle anlamlı bir günde açılışının yapılması içimizdeki coşkuya omuz verip daha da anlamlandırdı bu coşkuyu. Şiirler ve marşlarda, sınıf bilincinin önemini kavrayan işçilerin kararlı ve coşkulu ses tonlarıyla özgürleşen notalar ve sözcük-

Merhaba MARKSİST TUTUM. Türkiye işçi sınıfı için gerçekten anlamlı ve unutulmaz bir tarihtir 15-16 Haziran. Büyük bir coşkuyla 15-16 Haziran etkinliğini bekliyorduk ve o gün geldi çattı. Pazar sabahı kalktığımda o kadar coşkuluydum ki, evde olan her bireyi öptüm. Etkinliğe gidecek otobüslerin kalkacağı yere doğru gittim ve hareket ettik. Etkinliğin yapılacağı salona gidene kadar otobüste marşlar, şarkılar söyledik ve artık salona gelmiştik. Etkinlik başladığında benim coşkum daha da artmıştı. Açılış konuşması etkileyici ve o kadar da anlamlıydı. Misafir İspanyol işçi arkadaşımızın konuşması da güzel bir konuşmaydı. Ve artık, işçilerden oluşan orkestramız ve koromuza sıra gelmişti. Tek kelimeyle mükemmeldiler, bizim coşkumuza coşku kattılar. Biz işçiler istedikten sonra her şeyi yaparız, yeter ki birlik ve beraberlik içinde olalım. Işıklar söndü, sıra mim gösterisine gelmişti. Şunu itiraf edeyim ki, en çok izlemek istediğim bölüm buydu; daha önce bahsedildiği için duymuş ama hiç izlememiştim ve merak ediyordum. Ve başladı. Ben ilk başlarını şaşkınlıkla izledim, bu arkadaşlar ne yapmaya çalışıyorlar dedim kendi kendime. Devamı geldikçe ve sonuna doğru anlamıştım: işçilerin büyümesi, çalışması, örgütlenmesi, baş kaldırışı, direnişi, tutuklanması ve sonunda zaferi görmesi. YAŞASIN İŞÇİ SINIFI! Genel olarak baktığımda dört dörtlük bir etkinlikti. Kendimi şanslı hissediyorum böyle bir etkinliği izlediğim için. Biz işçilerin militanca mücadeleleri sonucu kazanan biz oluruz. 15-16 Haziran bunun göstergesidir. Bizi bu etkinlikte birleştiren ve böyle bir günü yaşatan UİD-DER’e teşekkür ederim. Yaşasın Enternasyonalizm! Gebze’den bir cam işçisi

ler, sınıfımızı kavgaya çağırmaktaydı. Programın en çok dikkat çeken bölümü ise mim gösterisi oldu. Burada da işçi sınıfı anlatıldı. Aldığım mesaj şuydu: YILGINLIK YOK, DİRENİŞ VAR ve DİRENE DİRENE KAZANACAĞIZ! Sahnedeki bütün işçiler sanki hep bir ağızdan bu sloganları haykırıyordu ve beklenen an gelmişti. Bütün işçiler kazandıklarını ilan ediyorlardı. Bir piramit şeklinde bir araya gelen oyuncu işçiler ellerinde bulunan iş aletlerini ve kızıl bayrağı havaya kaldırarak gösteriyi büyük bir başarıyla sonlandırdılar. Coşkunun doruğa çıktığı andı kızıl bayrağın dalgalandırılışı. Ve işte o an kelimelerle anlatılamayacak duygular yaşadım, içim içime sığmıyordu. Yüreğimi söküp fırlatasım geldi sahneye ve bir kez daha anladım devrime ve kızıla olan aşkımı. Bütün işçi ve emekçilerin katılımıyla Enternasyonal marşının okunmasıyla ve ardından halaylarla sona eren bu etkinliğin katılan herkesin içine bir umut düşürdüğü yüzlerden okunan mutluluktan anlaşılıyordu. Evet dostlar, içimize düşen umudu büyütmenin ve daha mutlu günleri görmenin tek yolu, sınıf mücadelesi veren ve dünya devrimine inanan UİD-DER’in çatısı altında örgütlenerek militan işçi ruhuyla mücadeleye atılmaktan geçmektedir. Ya Örgütlüyüz ve Her Şeyiz ya da Örgütsüzüz ve Hiçbir Şey! Yaşasın Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği UİD-DER! Gazi Mahallesi’nden Marksist Tutum okuru bir emekçi

15-16 Haziran 1970 Genel Direnişini Anma Etkinliği 15-16 Haziran Genel Direnişi üzerinden 36 yıl geçmesine rağmen Türkiye işçi sınıfı açısından değerini korumaktadır. Ancak o gün yaşanmış olan deneyim 1980’deki faşist darbeye kadar yaşanmış olan diğer büyük işçi eylemleri gibi işçi sınıfının hafızasından büyük ölçüde silinmiş durumdadır. Günümüzün genç işçi kuşağı ile 15-16 Haziran’ı yaşamış olan işçi kuşağı arasında tarihsel bir kopukluk vardır. İşçi sınıfının bugünkü örselenmişliğinin ve o günlerde verdiği zorlu mücadeleler sonucunda kazanmış olduğu haklarını günümüzde büyük ölçüde kaybetmesinin, üstüne üstlük bugünkü yaşam koşullarının o günlere göre daha da kötüleşmesinin en önemli nedenlerinden biri de yaşanmış deneyimlerin şimdinin genç işçilerine aktarılamamasıdır. İşçi sınıfının tarihsel belleğini canlı tutacak olan, yaşanmış olan deneyimleri sonraki işçi kuşaklarına aktaracak olan, onun “örgütlülüğüdür”. Hak gasplarının ve yaşam koşullarının kötüleşmesinin nedeni kapitalizmin doğası olsa da, bunları önleyecek olan da işçi sınıfıdır. Dünyanın genelinde yaşanmış mücadele deneyimlerinin işçilere aktarılabilmesi, mücadelenin kızışmaya başlaması öncesinde işçi sınıfına rehber olacaktır. Açılış etkinliği olarak 15-16 Haziran Genel Direnişinin tarihini işçi sınıfına aktarmayı hedeflemesi, Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği’nin (UİD-DER) bu gerekliliği yerine getirmeye çalışacağının bir göstergesidir. Etkinliğin henüz başında, İspanya Galiçya tersanesinden bir işyeri temsilcisi, konuşmasında işçi sınıfının enternasyonal örgütlülüğünün gerekliliğine ve UİD-DER’in işçi sınıfının uluslararası mücadelesinde önemli bir adım olduğuna değindi. İspanyol sınıf kardeşimizin yaptığı bu konuşma, etkinliğin gayesini ortaya koydu. Cumhuriyetin ilanından yıllar sonra toplu sözleşme ve grev hakkına kavuşan ve 15-16 Haziran 1970 Genel Direnişiyle zirveye ulaşan Türkiye işçi sınıfı hareketi tarihi, sinevizyon gösterimi, marşlar, şiirler ve bir de mim gösterisi eşliğinde yapılan sunumla anlatıldı. O günün mücadele ve başkaldırı ruhu, okunan marşlarla ve atılan sloganlarla salonun bütününe yayıldı. Programın sorun yaşanmadan sonuçlanması ve izleyenlerin bir şeyler öğrenerek salondan ayrılması etkinliğin baştan sona örgütlü bir biçimde gerçekleştirilmesinin meyvesiydi. İşçi sınıfının genç kuşakları olarak, sınıf mücadelelerinde cereyan eden bu tür tarihsel deneyimleri Marksizmin rehberliğinde içselleştirip deneyim hanemize kazımak burjuvaziye karşı savaşımda önemli bir aşama olacaktır. Yaşasın İşçi Sınıfının Uluslararası Mücadelesi! İstanbul Üniversitesinden MT okuru öğrenciler

47


Okurlarımızdan Altın Kümes Kurdunuz kendinize nezih bir yaşam, güvenli bir sitede oturuyor, sabah arabanıza atlayıp plazadaki işinize gidiyor, akşam konforlu evinizde dijital TV seyrediyorsunuz. Eşiniz kariyer ve çocuğu beraber yaptı, bakıcılarla büyüttünüz onu, hastalandığında özel hastanelerde bakıldı. Artık zamanı geldi, iyi bir özel okul araştırıyorsunuz. Daha sonra da iyi bir dershaneye göndereceksiniz tabii. Niye peki? En az sizin kadar nezih bir yaşama sahip olsun ve aynı dönme dolap onun için de, torununuz için de torununuzun tostorunu için de inip çıksın diye… Oysa mahrum ediyorsunuz onu diğer dönme dolabı tanımaktan, artık cılkı çıkmış devlet okullarından, işsizlikten, parasızlıktan, hastane kapılarında kalıp içeri alınmamaktan, bir ömür boyu güvensiz yaşamaktan, sonra isyan etmekten, mitinglere katılmaktan, biber gazından, polis copundan, bilinçten… Şu “plaza” denen, dışardan çoğumuza yabancı görünen ama özünde diğer işyerlerinden farkı olmayan bir yerde çalışıyorum. Hemen her asansör yolculuğunda hayretler içinde kalıyorum: Nasıl oluyor da bu insanlar hem bu kadar eğitimli hem de bu kadar bilinçsiz olabiliyor ve dahası nasıl oluyor da olaylara hepsi aynı yönden bakabiliyorlar? Kendimize şef, mühendis, tekniker, memur, sekreter vs. (ama işçi değil!) diyoruz. Gerçekte hepimiz emeğini bir ücret karşı-

Faşizan Yasalar Mücadele Ateşimizi Söndüremez Geçtiğimiz günlerde, sömürenlerin meclisinden, hakkını arayan herkesin terörist sayılıp buna göre yargılanabileceği faşizan bir yasa tereyağından kıl çeker gibi geçti. Bu yasaya (Terörle Mücadele Yasası) göre, artık yasal olarak hepimiz birer teröristiz. TMY’nin içeriğine baktığımızda kimler terörist ilan ediliyor? En başta, insanca ve özgür bir yaşamı, savaşların, açlığın, sömürünün olmadığı bir dünyayı isteyen; kapitalist sömürü düzeninin savaş aygıtları ve ekonomik örgütleri olan NATO, IMF, DB vb. kurumlarına karşı çıkan; yiyecek ekmek, içecek su bulamadığı için açlıktan ölen milyonlarca insanın özgürleşmesini isteyen; hiçbir suçu olmadan, gözünü kâr hırsı bürümüş açgözlü patronların çıkarları için gece uykusunda ya da uyanıkken bombalanan, yakılan, öldürülen insanların yaşama hakkını savunan; çalışacak bir iş bulamadığı için sokağa çıkıp iş isteriz diye bağıran; parasızlıktan dolayı hastane kapısında sakat bırakılmaya, ölüme terk edilen insanların çıkarlarını savunmak için parasız sağlık talebiyle meydanlarda haykıran; fabrikalarda çalışma koşullarının ağırlığı yüzünden sakatlanmalara, ölümlere neden olan iş kazalarının olmaması için çalışma koşullarının iyileştirilmesini isteyen; şovenist TC burjuvazisinin Kürt halkına yönelik baskılarına karşı çıkan; anadilde eğitim hakkını isteyen; Kürt halkının geleneksel rengi olan sarı, kırmızı, yeşil renklerini taşıyan; ezilen uluslara özgürlük diye haykıran; haksız savaşlara karşı çıkıp barışı isteyen; kısacası insanlık onuruna sahip çıkan, baskılara, zulme, zorbalığa karşı duran herkes terörist bu yasaya göre. Şurası çok açık ki TMY Kürt halkına, devrimcilere ve mücadele etmesi engellenmek istenen işçi sınıfına karşı çıkartıldı. Bu yasayı toplum gözünde kabul edilebilir kılmak için, sermaye düzeni, burjuva medyada günlerce cinayet, hırsız-

48

lığında satarak yaşamını sürdüren kişileriz, yarın işsiz kalabiliriz. Bize çeşitli gibi görünen bu sıfatlar altında yaşamlarımız, bize burjuvazi tarafından sunulan üç beş logodan ibaret aslında, onları yap boz edip yaşadığımızı sanıyoruz. Burjuvazinin örgün eğitim ve iletişim sistemi sayesinde, yaşadığımız ülkede veya dünyada ne olursa olsun, biz ayın hep aynı yüzünü görüyoruz, karanlık yüzünden çoğumuzun haberi bile olmuyor. Bu arada burjuvazi sınıf kardeşlerimizin kanını emiyor, katlediyor. Reklamlardaki “steril” tavuk çiftliklerinden birinde gibiyiz, dışarıdaki bütün tavuklar gripten ölse, biz içerde hala gıdaklayıp yumurtlamaya devam ediyor olacağız. Acaba? Hayatta her şey dönüşüyor, bizler de farkında olarak veya olmayarak dönüşüyoruz ama neye? İçinde yaşadığımız kapitalist sistem bizleri “insan” olmaktan alıkoyuyor, sömürüyle, kan dökmeyle, savaşlarla ayakta durabiliyor. Bilinçsizliğimiz, örgütsüzlüğümüz de ona hayat veriyor. Bizler ona bu olanağı verdikçe farkında olmadan birer hamamböceğine dönüşüyoruz. İşçi olduğumuzun bilincine varalım, örgütlenelim, örgütlüysek güçlü olabilir, bilincimizi artırabilir ve bu sistemi yıkma yolunda bir insana dönüşüp insan olarak kalabiliriz: O da bir işçi ben de bir mühendis, bir sınıfın evladıyız biz! Gaye uğruna verip el ele kızıl bir ufka gitmekteyiz. İstanbul’dan bir MT okuru

lık, adam öldürme, gasp, fuhuş, kaçakçılık gibi haberleriyle beslenen bir kampanya yürüttü. Amaç, gerçek niyetin görülmesini önlemek ve toplumu kandırmaktı. Ama sınıf bilinciyle donanmış biz işçileri kandıramazlar. Nasıl ki işçi sınıfının bilimi olan Marksizm ileri görüşlüyse, burjuvazi de ileriyi görüyor ona göre hazırlanıyor. Yani sınıf mücadelesinin ebediyen böyle durgun olmayacağını, şiddetlenip büyüyeceğini görüyor, işçi sınıfının üzerindeki ölü toprağının kalkacağını biliyor. İşte bu yüzden de işçi sınıfının öncü ve devrimci kesimlerini baskı altında tutabilmenin koşullarını yaratmaya, devrimci Marksizme yönelen biz gençlerin önünü şimdiden kesmeye çalışıyor, işçilerin gözünü korkutmaya, onları örgütlü mücadeleden uzak tutmaya uğraşıyor. Ama devrimci Marksistlerin işçi sınıfına gerçekleri anlatıp göstermesinin önüne geçemeyecekler. Burjuvazinin dizlerinin nasıl titrediğini şimdiden görebiliyoruz, onların bu korkularını haklı çıkaracağımızdan hiç kimsenin şüphesi olmasın. Sermaye sınıfı bizleri hapse atsa da, baskı altında tutsa da mücadeleyi yok edemeyeceği çok açık. Evet yasanın amacı belli, peki bunun karşısında ne yapmalıyız. En başta bu faşizan yasalara bakıp, korkuya, karamsarlığa, endişeye kapılmadan örgütlü mücadeleye sıkıca sarılmalı ve planlı, disiplinli bir çalışmayı güçlendirip ileriye taşıyabilmek için elimizden geleni yapmalıyız. Burjuvazi örgütlü mücadeleye katılmamızın önüne geçmeye çalışsa da, bizler burjuvazinin bu çabalarını boşa çıkartıp, kavga ateşini körükleyip, işçi kardeşlerimizi mücadelemize katmalı, kızıl bayrağımızı yere düşürmeden gökyüzünde dalgalandırmalıyız. Önümüze çıkacak sorunları aşmanın bunun dışında bir yolu bulunmuyor. Kapitalizm yıkılmadan özgürlük olmaz. Faşist yasalara ve baskıcı uygulamalara son vermenin yolu, enternasyonalistlerin safına geçip Bolşevizme kenetlenerek mücadeleyi yükseltmektir. Gebze’den bir metal işçisi



Kapitalizm Yıkılmadan Savaşlar Son Bulmaz!

Emperyalist Savaşa Karşı Sınıf Savaşını Yükselt!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.