Dünya Barışı İçin Kapitalizme Karşı Savaş! • “Tek ülkede sosyalizm” /2
Eylül 2006
• Modern despotizmin sivilleşme sancısı /7 • Barış bir devrim sorunudur
18
• 11 Eylül’den 12 Eylül’e • Sol nedir, CHP kimdir? • Latin Amerika’da “kurtarıcılar” ve caudillolar /3
Barış Bir Devrim Sorunudur Oktay Baran Emperyalist kapitalist sistem egemenliğini sürdürdüğü sürece, sözde barış dönemleri gerçekte emperyalist savaşlar arasında verilen geçici bir ateşkes döneminden başka bir şey değildirler.
1
Eylül 1939’da faşist Alman ordularının Polonya’yı işgale girişmesiyle II. Dünya Savaşı resmen başlamış oluyordu. 50 milyon insanın katledilmesiyle ve çok daha fazlasının yaralanmasıyla sonuçlanan bu emperyalist barbarlığın resmi başlangıç tarihi, daha sonra yine aynı emperyalist güçler tarafından Dünya Barış Günü ilan edildi! George Orwell’in meşhur 1984 romanında tasvir ettiği egemen sınıfın sözcük oyunlarını aratmayacak bir sahtekârlıktı söz konusu olan. Emperyalizm çağında nasıl ki büyük güçlerin kozlarını paylaştıkları savaşlar emperyalist savaşlarsa, onların çıkarlarını koruyan ve garanti altına alan bir barış da ancak emperyalist bir barıştır. Gerçek şu ki, emperyalist kapitalist sistem egemenliğini sürdürdüğü sürece, sözde barış dönemleri gerçekte emperyalist savaşlar arasında verilen geçici bir ateşkes döneminden başka bir şey değildirler. Emperyalistler II. Dünya Savaşı aracılığıyla o günkü güç dengelerine göre (yani ABD hegemonyasında) dünyayı yeniden paylaşmış ve kurdukları Birleşmiş Milletler (BM) örgütü sayesinde sonsuz bir barış döneminin başlayacağı yalanını bir kez daha tüm insanlığa yutturmaya çalışmışlardı. Bu yalan yalnızca emperyalistler tarafından değil, dönemin Sovyet bürokrasisi tarafından da defalarca yinelenmişti. Bu barış yalanını desteklemek ve gerektiğinde onu yeni savaşların nedeni haline getirebilmek için, büyük emperyalist güçlerin doğrudan karşı karşıya gelmediği savaşlar, emperyalist medya tarafından ya gözardı edilmiş ve yokmuş gibi ele alınmıştır, ya da emperyalistlerin müdahalesinin önünü açmak ve müdahaleyi meşrulaştırmak üzere, etnik, dini, aşiretsel vb. nedenlerle barbarların birbirini boğazlaması olarak sunulmuştur. Burjuva ideologların ve medyanın yaydığı barış dönemi yalanlarının özellikle savaş atmosferinin uzağında kalan
ileri kapitalist
ülkelerde ciddi bir yanılsamaya yol açtığı söylenebilir. Bu yanılsama, solcu geçinen aydınları da içten içe etkilemiş ve sol cenahta da “barış dönemi” kavramı sorgusuz sualsiz rahatlıkla kabul görebilmiş ve Kautsky’nin “barışçıl” kapitalizm safsatası şu ya da bu kılık altında tekrar canlandırılmıştır. Avrupa merkezli ve Avrupa-merkezci bu sakatlanmaya karşı şu gerçeği tüm işçilerin bilinçlerine kazıması gerekir: Emperyalizm çağı boyunca ve hele II. Dünya Savaşından bu yana dünyanın şu ya da bu bölgesinde haksız savaşların yaşanmadığı tek bir gün bile geçmemiştir. Son altmış yılda yüze yakın ülkenin dâhil olduğu iki yüze yakın savaş yaşanmış ve bu savaşlarda 25 milyona yakın insan katledilmiştir. Ve bu savaşlar, liberal-reformist solcuların “müdahale et” çağrısında bulundukları BM örgütünün gözetmenliği altında gerçekleşmektedir. Gerçekte ne bu barış dönemi yalanı ilk kez söyleniyordu ne de sözde barışın güvencesi olarak kurulan BM bu tür ilk uluslararası örgüttü. Aynı barış yalanlarının eşliğinde I. Dünya Savaşının sonrasında da Milletler Cemiyeti ku-
1
marksist tutum
rulmuştu. Ama bu sözde barış örgütünün ömrü ancak yeni bir savaşa, II. Dünya Savaşına kadar sürmüştü. Bir kez daha tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıyor ki, tıpkı II. Dünya Savaşının öncesinde can çekişerek çöken Milletler Cemiyeti gibi Birleşmiş Milletler de bugün artık cesetten başka bir şey değildir. Hangi biçimler altında gerçekleşeceği tartışmasını bir tarafa bırakarak söyleyelim, üçüncü emperyalist paylaşım savaşı hiç de uzak değildir. Ve tüm dünya çapında yeni bir topyekûn paylaşım savaşı tehdidi giderek bir gerçekliğe dönüşürken, bu sürecin ilk “kurbanı” BM olmuştur. Dün ne Afganistan ne de Irak ezilen bir ulus ya da bir sömürge konumundaydı. Ve bugün de ne Lübnan ne Suriye ne de İran böyle bir konumdadır! Hiç unutmamalıyız ki yarın da Türkiye böyle bir konumda olmayacaktır. Ne ilginç bir tesadüftür ki, bu üçüncü savaşa doğru ilerleyen sürecin resmi başlangıcı kabul edilen olay da yine bir Eylül ayında gerçekleşti: 11 Eylül saldırısı. ABD emperyalizmi, bundan beş yıl önce, Pearl Harbor baskınını bir tarafa bırakırsak, ilk kez kendi topraklarında saldırıya uğramıştı. İkiz Kuleler yıkılmış, Savaş Bakanlığının simgesi Pentagon binasının bir kısmı çökmüş, toplam üç bine yakın insan can vermişti. Yıllardır her an “düşman”lardan gelecek saldırı korkusuyla yaşamaya alıştırılmış ve böylelikle bir korku ve güvensizlik toplumuna dönüştürülmeye çalışılmış Amerikan halkının yaşadığı tedirginlik, ABD burjuvazisi tarafından eşsiz bir hazırlık ve ustalıkla kullanıldı. ABD emperyalizmi SSCB’nin yıkılışından bu yana tüm dünya çapında saldırıya geçmek için yürüttüğü hazırlığı böylelikle tamamlamış oluyordu. Örneğine az rastlanır bir pervasızlık, kural tanımazlık, vahşilik ve barbarlık sergilemek için bahanesi hazırdı artık. 11 Eylül saldırısını düzenlediğini iddia ettiği ve “uluslararası teröristler” olarak adlan-
2
Eylül 2006 • sayı: 18
dırdığı güçlere karşı giriştiği emperyalist saldırganlık ve savaşları, “terörizme” karşı özgürlük ve demokrasi için verilen “savunma savaşları” olarak yutturmak artık kolaydı. 11 Eylül 2001’de İkiz Kulelere yönelik saldırı, uzun süredir yürütülmekte olan bu nitelikteki bir hazırlığın son halkası oldu ve Amerikan halkını Ortadoğu kökenli belirsiz bir düşmana karşı “kendi” burjuvalarının etrafında kenetleme amacına hizmet etti. Bu saldırı planının fiilen gerçekleştirilmesinde hangi güçler yer almış olursa olsun, elde edilen sonucun ABD egemenlerinin niyetleriyle doğrudan bağı aşikârdır. Vietnam ulusal kurtuluş savaşı döneminde gerek siperlerde gerekse de ülke içinde yükselen muhalefet dalgasının altında kalan Amerikan burjuva zirvesi, bu deneyimden çıkarttığı bazı dersler doğrultusunda harekete geçti. Bu kez Ortadoğu’ya yönelik çok yönlü saldırılar öncesinde, yaratılan dış düşman çok daha belirsiz ve korkutucu kılındı, şeytan sahneye “uluslararası terörizm” giysilerine büründürülerek çıkartıldı. Amaçlanan, özelde Amerikan halkının genelde ise insanlığın aklının bu “terör” senaryosuyla başından alınmasıdır. (Elif Çağlı, Tehlikenin Ortasında, MT, Haziran 2006)
Nasıl ki II. Dünya Savaşının gerçek sebebi faşist Almanya’nın Polonya’ya saldırması değilse, bugün ABD emperyalizminin yürüttüğü savaşın gerçek sebebi de 11 Eylül saldırıları ya da terörizme karşı mücadele değildir. Bunlar yalnızca emperyalist saldırganlığı gerekçelendirmek ve emekçi sınıfları emperyalist savaşların gönüllü bir taraftarı haline getirebilmek için ileri sürülen bahanelerdir. ABD’nin ve ortaklarının bugün yürüttükleri savaşta başları ne zaman sıkışsa, kamuoyunda ne zaman soru işaretleri oluşsa ya da savaşın acımasızlığına karşı ne zaman tepkiler bir parça yükselse, şurada ya da burada bombaların patlamasına artık alıştık! Son olarak İngiliz burjuvazisinin “11 Eylül’den daha korkunç bir saldırı hazırlığı var” diyerek tüm toplumu alarma geçirmeye çalışması da bu “terörizm öcüsü”nü canlı tutma çabasından başka bir şey değildir. “Terörizm” hayaleti tarihin hiçbir döneminde burjuvazinin egemenliğine bu denli hizmet etmemiştir.
Eylül 2006 • sayı: 18
marksist tutum
Ortadoğu’da emperyalist savaş devam ediyor Bugünkü savaş “terörizme” karşı yürütülmüyor. Bu savaş, emperyalist büyük güçler arasındaki –şimdilik– dolaylı bir hegemonya savaşıdır. Gerçek sebep, tıpkı II. Dünya Savaşınınki gibi, iktisadi krizin daha da keskinleştirdiği emperyalist rekabet ve paylaşım kavgasıdır. ABD emperyalizmi, giderek güçlenen emperyalist rakipleri (AB, Japonya, Rusya ve Çin) karşısında SSCB’nin çöküşünden sonra sarsılmaya başlayan hegemonyasını pekiştirmek, sağlamlaştırmak ve daha da geliştirmek için yürütüyor bu savaşı. Afganistan’ın işgaliyle başlayan, Irak’ın işgaliyle Ortadoğu’ya uzanan savaş bugünlerde Lübnan’a sıçratılarak, Suriye ve İran’a saldırıya giden yolun da önü açılmak isteniyor. Lübnan’daki savaşı, İsrail ile Hizbullah arasındaki bir savaş olarak değil, ABD’nin yürüttüğü genel savaşın bir parçası olarak algılamak zorundayız. Bu savaş ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) bir gereği idi. ABD, bölgedeki en güvenilir müttefiki olan İsrail’in güvenliğini belli ölçülerde sağlamadan İran ve Suriye’ye doğrudan müdahalede bulunmayı tercih etmiyor. Filistin’de ve Lübnan’ın güneyinde İsrail’e karşı savaşan güçler belli ölçülerde denetim altına alınmadığı sürece, İran’a ve Suriye’ye karşı girişilecek bir emperyalist saldırganlığın faturasının bu güçlerce İsrail’e kesileceği ortadadır. Bir başka deyişle, BOP’un hayata geçirilmesi için İran ve Suriye’nin “elden geçirilmesi” ve bu işe girişmeden önce de bölgedeki cephe gerisinin yani İsrail’in garanti altına alınması gerekiyor. Zira emperyalistlerin desteği olmaksızın, İsrail devletinin bu haliyle bölgede varlığını sürdürmesi imkânsızdır. ABD ve İngiltere’nin açık desteğini alan, AB’li diğer emperyalistlerin ise açıkça karşı çıkmadan mırın kırın ettikleri, çoğu çocuk olmak üzere binden fazla insanın öldüğü ve binlercesinin yaralandığı İsrail saldırısından sonra, bugün İsrail’in, işgal ettiği güney Lübnan topraklarından çekilerek yerini BM’ye bağlı bir “barış gücü”ne bırakması kararlaştırılmış durumda. Böylelikle Lübnan’daki İsrail karşıtı gruplar ile İsrail arasına bir tampon bölge yerleştirilmiş ve İsrail saldırılardan korunmuş olacak! Ancak bu barış gücünün görevleri arasında, ne Filistinlileri ne Lübnanlıları ne de diğer Ortadoğu halklarını İsrail-ABD ve İngiltere’nin saldırılarından korumak gibi bir görev bulunuyor. Bir başka deyişle, bir kez daha BM’nin, emperyalist saldırganlığın kılıfından başka bir şey olmadığı açığa çıkıyor. Tüm bunlar, ABD’nin İngiltere ve İsrail’le birlikte yürüttüğü savaşın “terörizme karşı” bir savaş olmadığını, ya da yalnızca petrol kuyularının denetimini ele geçirmek amacıyla yürütülmediğini gösteriyor. Söz konusu olan şey, Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya, Balkanlar’dan Kafkasya ve Orta Asya’ya kadar olan geniş coğrafyanın, ABD’nin mutlak hegemonyası altında siyasi ve iktisadi temelde yeniden şekillendirilerek kapitalist dünya pazarına tam entegrasyonunun sağlanmasıdır. Böylelikle, stratejik enerji kaynaklarının tamamıyla kontrol altına alınması ve bölgenin ABD-
nin nüfuzu altında yeni bir pazar ve yatırım alanı haline getirilerek, rakip emperyalist güçlerin bu alandan dışlanmasıdır. ABD’nin “önleyici savaş” stratejisinin temel hedefi, “teröristler”i değil, bu muazzam coğrafyada daha etkin olmak isteyen emperyalist rakiplerini uzunca bir süreliğine “önlemek” ve güçlenmelerini engellemektir. Bu gerçekliği kavramak işçi hareketi açısından son derece önemli, aksi takdirde, yakın geçmişte yapılan hataların tekrarlanması kaçınılmazdır. Nitekim 11 Eylül saldırılarından sonra ABD’nin “meşru müdafaa” söyleminin etkisinde kalarak burjuvazinin “terörizmi kınama ve lanetleme” korosuna katılanların sayısı hiç de az değildi! Kimileri ise önce Afganistan’daki ardından da Irak’taki savaşları bu “küçük” ülkeler ile ABD arasındaki bir savaştan ibaret olarak değerlendirip, büyük devlete karşı küçük devletin yanında olmak gerekir diyerek gerek Taliban gerekse de Saddam gericiliğine destek verdiklerini ilan ettiler. Sözümona anti-emperyalizm adına emekçileri Taliban saflarında ya da Saddam ordusunda savaşmaya çağıranlara bile rastladık! Bugün de bu tür çevrelerin Irak’taki direnişi göklere çıkardığını, ona koşulsuz destek verdiklerini ve bu direnişi antiemperyalist bir direniş olarak nitelediklerini biliyoruz. Öte yandan, Lübnan’a ABD teşvikli ve destekli İsrail saldırısı başladığında, Avrupa’da burjuva reformist sol, Hizbullah’ı terörist olarak nitelediğinden mırın kırın etmekle yetindi. Bir taraftan terörizmi kınarken diğer taraftan İsrail’den “orantısız” güç kullanmamasını rica ettiler. Burjuva sol ve liberaller, bu savaşın haksız bir savaş olduğu gerçeği-
3
Eylül 2006 • sayı: 18
marksist tutum
Lenin ve Bolşevikler, I. Dünya Savaşı öncesinde silahsızlanma türünden barışçıl sloganları, yaklaşmakta olan savaş bu pasifist tutumlarla engellenemeyeceğinden haklı olarak eleştiriyorlardı. Barış, pasifist sloganlarla ya da kapitalizm çerçevesinde hiçbir zaman gerçekleştirilemeyecek bir silahsızlanma programıyla değil, ancak işçi sınıfının uluslararası devrimci eylemliliğiyle sağlanabilirdi.
yonları ve sıfatları bahşedecek de değildir. Bu burjuva rejimlerin hepsi de bıraktık işçi sınıfı tarafından desteklenmeyi, bizzat işçi sınıfı tarafından yıkılmayı hak eden rejimlerdir.
Barış İşçi İktidarıyla Gelecek!
ni bir tarafa bırakarak, savaşı başlatan ilk eylemin hangi taraftan geldiğini saptamaya çalıştılar! Bazı küçük-burjuva devrimci çevreler ise Irak’taki yanlış tutumlarını bu savaşta da sürdürdüler. Meseleyi hiçbir şekilde kavramadıklarının en açık göstergesi, Lübnan bayraklarını kendi bayraklarının yanında taşımakta oluşlarıdır. Bir burjuva devletin bayrağını sahiplenmenin kabul edilebilir bir tarafının olmadığı açıktır. Bugün yürümekte olan ve giderek daha fazla ülke ve bölgeyi içine alarak genişleyecek olan savaş, üstü ne kadar örtülmüş olursa olsun gerçekte büyük emperyalist güçler arasındaki bir savaştır. Bugün bu güçlerin apaçık karşı karşıya gelmemesi ve savaşın büyük güç ABD ile küçük devletlerin bir savaşımı olarak cereyan ediyor oluşu bizleri yanıltmamalıdır. Dün ne Afganistan ne de Irak ezilen bir ulus ya da bir sömürge konumundaydı. Ve bugün de ne Lübnan ne Suriye ne de İran böyle bir konumdadır! Hiç unutmamalıyız ki yarın da Türkiye böyle bir konumda olmayacaktır. Özellikle Türkiye, İran, Irak gibi orta boy kapitalist ülkelerin hepsi de, yürüyen bir paylaşım kavgasında ayakta kalmaya, elden geldiğince güçlerini arttırmaya dün ve bugün olduğu gibi yarın da çaba göstereceklerdir. Kimisinin çıkarları onu ABD emperyalizminin saflarında yer almaya zorlarken, kimisinin çıkarları da onu ABD emperyalizminin hedefi haline getiriyor, ama bunlar da sırtlarını diğer büyük emperyalist güçlere dayamışlardır. Mevcut çıkarları ya da siyasi rejimleri veyahut da sınırları ABD emperyalizminin çıkarlarıyla örtüşmüyor diye ABD ile bir çatışmaya girmeleri veya ABD’nin saldırısına maruz kalmaları, bu burjuva devletlerin sınıfsal tabiatını asla değiştirmediği gibi, bu devletlere sahip olmadıkları birtakım mis-
4
Afganistan’daki Taliban ve Lübnan’daki Hizbullah ABD ve ortaklarının hedef tahtasına oturtulduğunda, AB emperyalizmi bu ülkelerde doğrudan çıkarları bulunmadığı için pek sesini çıkarmıyor. Ama söz konusu olan Irak ya da İran gibi doğrudan stratejik enerji kaynaklarına sahip ülkeler olduğunda, diplomatik alanda ABD’nin önünü mümkün olduğunca kesmeye ve ancak engelleyemediği ölçüde onun planlarına angaje olmaya çalışıyor. Irak savaşının hemen öncesinde AB’nin burjuva solu (sözde işçi partileri ve sosyalist partiler) kitleleri savaş karşıtı gösteriler için seferber etmişti. Burjuva solu bu savaşın “petrol için” yapıldığını haykırıp durmakla, aslında kendi burjuvazisinin petrol konusundaki duyarlılığını dışa vurmuş oluyordu. Ne de olsa Irak savaşı öncesinde Irak ve İran petrolleri, Alman, Fransız ve Rus şirketlerinin denetimi altındaydı! Avrupa’nın burjuva ve reformist solu “petrol savaşına hayır” sloganıyla bu çirkin hesapların üstünü örttüğü gibi, bu savaşta AB’nin de emperyalist bir taraf olarak bulunduğu gerçeğini gizlemiş oluyordu. Emperyalist AB burjuvazisinin ABD’nin askeri saldırganlığına karşı çıkıp, barışsever rolünü oynamasının tek sebebi, henüz ABD ile askeri planda karşı karşıya gelecek bir güce sahip olmamasıdır. Emperyalist paylaşım oyununun sahası iktisadi, ticari, siyasi ve diplomatik alanın dışına çıkıp askeri alana kaydığı andan itibaren AB’li emperyalistler bugün için hiçbir şanslarının olmadığını gayet iyi biliyorlar. Bu nedenle de bu barışsever söylemle bir taraftan ABD’yi yavaşlatıp zaman kazanmaya çalışırlarken, diğer taraftan da olanca hızla silahlanmaya bakıyorlar! Ama bu sahte barışseverliğin emekçi kitleler nezdindeki olumsuz etkileri bunlarla sınırlı değil. Bu sosyal-pasifist söylemin temel günahı, burjuva düzenin kurumlarına güven aşılaması, BM gibi emperyalist örgütleri uluslararası hukuku ve barışı sağlayan örgütler olarak pazarlaması ve savaşsız bir kapitalizmin mümkün olduğunu vazetmesidir. Bu pasifist söylemin temel günahı, emekçi kitlelere emperyalist savaşların barışçıl gösterilerle engellenebileceği fikrini benimsetmeye çalışmasıdır. Onlara kalırsa, eğer ABD yönetiminde petrol ve silah tekellerinin ağırlığı olmasaydı,
Eylül 2006 • sayı: 18
eğer Yahudi lobisi olmasaydı, eğer ABD başkanı Bush gibi bir aptal değil de daha becerikli ve zeki bir başkan olsaydı, eğer ülke ekonomisinde “askeri” değil de “sivil” sektörler ağır basıyor olsaydı, eğer BM gibi uluslararası kurumların devreye girmesine olanak tanınsaydı, eğer barışa bir şans verilseydi vb. bu savaşlardan ilelebet kurtulacaktık! Liberalinden reformistine tüm küçük-burjuva sol anlayışlar bu pasifist yaklaşımlarla, emperyalist savaşların önüne ancak proleter devrimlerle geçilebileceği gerçeğini unutturuyorlar. Bununla da kalmıyor, en küçüğünden en güçlüsüne tüm burjuva hükümetlerin emperyalist paylaşım kavgasının bir aktörü ya da figüranı olduğunu da, savaşların kapitalizmin doğasından kaynaklandığını da emekçi kitlelerden gizlemiş oluyorlar. Oysa: Kapitalizm varolmaya devam ettiği sürece çeşitli burjuva kesimleri ve grupları arasında kıyasıya rekabetin, sıcak çatışmalarla, yani emperyalist paylaşım savaşlarıyla sonuçlanması kaçınılmazdır. Bir başka deyişle, derin iktisadi krizler nasıl kapitalizmin içsel işleyişinden kaynaklanıyorsa ve kapitalizmi krizlerin patlak vermesinden kurtarmak mümkün değilse, emperyalist savaşlar da doğrudan kapitalizmin iktisadi krizlerinden ve yeniden-paylaşım kavgasından türerler. İşte bu yüzden savaşsız bir kapitalizm düşünülemez. Dolayısıyla işçi sınıfı emperyalist savaşların kurbanı olmak istemiyorsa yalnızca emperyalist savaşları başlatan, körükleyen, destekleyen, sevk ve idare eden burjuva hükümetlere değil, bir bütün olarak kapitalist sisteme son vermek zorundadır. O halde emperyalist savaşları engellemenin tek mümkün yolu burjuvazinin egemenliğine son verecek bir proleter devrimdir. İşte bundan ötürü, emperyalist bir savaşa ilişkin olarak, burjuvazinin iktidarını devirme perspektifinden yoksun bir “barış” sloganı, işçi sınıfının sloganı olamaz. Marksistler işçi sınıfına silahlardan arınmasını ve barış güvercinleri uçurmasını değil, o silahları gerçek düşmanına yöneltmesini söyleyerek şu çağrıda bulunurlar: Sınıf kardeşlerini boğazlamayı reddet, gerçek düşmanın içeridedir, kendi burjuvazindir! (Özgür Doğan, Emperyalist Savaş ve Marksist Tutum, www.marksist.com, 12 Kasım 2001)
Henüz bu bilinçle olmasa da, savaşın sonuçlarını doğrudan yaşayan dünya emekçilerinin yüreğinde bu savaşlara son verilmesi isteği haklı olarak büyüyüp gelişiyor. Irak savaşının hemen öncesinde milyonlara varan sayılarla emekçiler eşzamanlı olarak dünyanın çeşitli kentlerinde defalarca alanları doldurdular. Ama milyonlarca emekçinin savaşa karşı haklı ve içten düşmanlığı, pasifist-reformist lafebelerinin ellerinde heba ediliyor. Buradan emekçilerin bu tür barış talep eden gösterilerinin hiçbir anlam ve önem taşımadığı şeklinde bir sonuç çıkarmak da kesinlikle yanlış olacaktır. Tarihin her döneminde haksız savaşların faturasını esas olarak emekçiler ödemişlerdir. Devrimci bir yönelime sahip olmadıkları ve devrimci bir örgütlülük temelinde ifade edilmedikleri sürece, emekçilerin barış taleplerinin egemen burjuva sınıf nezdinde belirleyici bir etkisi hiçbir zaman olmamıştır. Ancak savaşın yıkıcı etkilerine karşı barış talepleriyle alanları dolduran emekçiler, emperyalist savaşların barışçıl gösterilerle durdurulamayacağı ve engellenemeyeceği gerçeğini
marksist tutum
mücadele içinde öğrenebilirler. Lenin’in sözleriyle, işçi kitleleri kitaplardan değil mücadeleden öğrenirler. Bu tür gösteriler, barışa dair tüm çocuksu hayallerin test edilme alanlarıdırlar. Reformistlerin etkisi altında kaldığı sürece kısa zamanda vurdumduymazlığa ve karamsarlığa yol açacak olan bu tür gösteriler, devrimci bir önderlik altında kapitalist sistemin yıkılışına giden yolu açabilirler. Birçok konuda olduğu gibi bu konuda da 1917 Ekim Devrimi ve onu önceleyen Şubat-Ekim dönemi bizlere ışık tutuyor. Şubatta Çarlığın yıkılmasına yol açan gösterilerin temel talepleri ekmek, toprak ve barış idi. I. Dünya Savaşından bıkmış emekçi kitlelerin savaşın getirdiği ölümlere ve sefalete artık bir son verilmesi ve barışın sağlanması talepleri belirleyici olmuştu. Ancak Çarlığın yıkılmasıyla işbaşına gelen burjuva geçici hükümetin savaşa devam kararı, emekçi kitlelerin emperyalist savaşa derhal son verilmesi talebini yükselten Bolşevikleri izlemesinde önemli bir rol oynamıştı. Lenin ve Bolşevikler, I. Dünya Savaşı öncesinde silahsızlanma türünden barışçıl sloganları, yaklaşmakta olan savaş bu pasifist tutumlarla engellenemeyeceğinden haklı olarak eleştiriyorlardı. Barış, pasifist sloganlarla ya da kapitalizm çerçevesinde hiçbir zaman gerçekleştirilemeyecek bir silahsızlanma programıyla değil, ancak işçi sınıfının uluslararası devrimci eylemliliğiyle sağlanabilirdi. Savaşsız bir kapitalizm söz konusu olamazdı. Ama savaşın yarattığı cehennem bir gerçeklik haline geldiğinde ve bu durumda emekçiler barış talebini yükselttiklerinde, bizzat cephedeki emekçiler kendi silahlarını kendi subaylarına doğrulttuklarında, işte o zaman barış talebi muazzam bir devrimci kaldıraç haline gelebilirdi ve gelmişti de. Bolşevikler savaş döneminde barış sloganına karşı çıkmadılar, ona devrimci bir içerik kattılar, onu devrimci bir programla besleyip işçilerin iktidarı hedefine bağladılar: Barışı sağlamanın tek yolu kapitalizmi yıkmaktan ve işçilerin iktidarını kurmaktan geçiyordu, gerçek düşman içerideydi, kendi burjuvazindi. Ekim Devrimine giden süreçte proleter devrim hedefine bağlı bir barış talebini yükseltmiş olan Lenin önderliğindeki Bolşevikler, pasifist lafebeliklerine en küçük bir taviz vermemeyi ilke edinmişlerdi. Nitekim Bolşevikler Komünist Enternasyonal’i inşa ettiklerinde ona katılmanın 21 koşulundan biri olarak şu şartı getirmişlerdi: Komünist Enternasyonal’e katılmayı arzulayan her parti, sadece açık sosyal-yurtseverliği değil, sosyal-pasifizmin namussuzluğunu ve ikiyüzlülüğünü de teşhir etmekle yükümlüdür: Kapitalizm devrimci yoldan yıkılmadıkça ne uluslararası hakem mahkemelerinin, ne silahlanmanın kısıtlanması hakkındaki gevezeliklerin ne de Milletler Cemiyeti’nin “demokratik” tarzda yeniden örgütlenmesinin insanlığı yeni emperyalist savaşlardan kurtaramayacağını işçilere sistematik olarak göstermek zorundadır. (Lenin, Komintern’e Katılmanın 21 Koşulu, III. Enternasyonal içinde, Belge Yay., s.31 [düzeltilmiş çeviri])
İşte bugün de komünistlerin izlemesi gereken yol budur.
5
11 Eylül’den 12 Eylül’e, Şili’den Türkiye’ye İlkay Meriç
F
aşizmin geçmişte kaldığını düşünenlerin yanılgısını yüzlerine çarparcasına, dünya faşizan eğilimlerin giderek güçlendiği bir sürece girmiş durumda. İnsan hakları ayaklar altına alınarak tüm dünya bir işkencehaneye çevriliyor, kimyasal silah bulundurduğu gerekçesiyle işgal edilen Irak kimyasal silahların deneme sahası haline getiriliyor. Özgürlük adına Irak halkı zincire vuruluyor, barış adına savaşların en kanlısı Ortadoğu başta olmak üzere tüm dünyaya yayılmaya çalışılıyor, demokrasi adına faşizan rejimler tüm ülkelerin normu haline getirilmek isteniyor, terörle mücadele adına devlet terörü sınır tanımaz bir şekilde azdırılıyor. 11 Eylül saldırılarını bahane eden ABD ve onu izlemekte vakit kaybetmeyen diğer ülkeler, sözde terörle mücadele adı altında her geçen gün maddeleri daha da ağırlaştırılan yeni faşizan yasaları yürürlüğe koyuyorlar. Türkiyenin de dahil olduğu bu ülkelerde, devletin resmi ideolojisine aykırı olan düşüncelerin açıklanması, “teröre destek vermek”, “terör propagandası yapmak” olarak değerlendirilip ağır ceza kapsamına sokuluyor. Bu yasalarla, grevler dahi toplumsal düzeni bozmaya çalışmak gerekçesiyle terör suçu olarak değerlendirilebiliyor. Bütün bunlar açıkça, bu tür yasaların aslında şimdiden işçi sınıfı mücadelesinin önünü kesme amacını güttüğünü gösteriyor. İşçi sınıfının mücadelesi burjuva düzeni tehdit eder boyutlara geldiğinde, demokrasi şampiyonluğuna soyunanlar başta olmak üzere tüm kapitalist ülkelerin, faşizm gibi sermayenin çıplak diktatörlüğüne tereddütsüz başvuracağından kimsenin şüphesi olmasın. Burjuvazinin Alman faşiz-
6
minden aldığı ders nedeniyle faşizme bir kez daha başvurmayacağı yollu çocukça görüşler besleyenler, safça kapitalizmden akılcılık bekliyorlar. Oysa sermaye, Alman faşizminden sonra da pek çok kez faşizm silahına başvurarak işçi sınıfına son derece acılı tarihsel deneyimler yaşattı. Tıpkı bundan birkaç on yıl önce, bir Eylül ayında, Şili ve Türkiye’de olduğu gibi. 11 Eylül deyince bugün akla ilk olarak 2001 yılında ABD’de İkiz Kulelere yapılan saldırı geliyor. Oysa 11 Eylül Şili halkı için çok daha farklı bir anlam taşımaktadır. Latin Amerika’nın Batı kıyısı boyunca ince bir şerit halinde uzanan Şili, bundan 33 yıl önce, on altı yıl sürecek kanlı bir faşist diktatörlüğün karanlığına gömülmüştü. 11 Eylül 1973’te CIA desteğiyle ve Şili finans kapitalinin yönlendiriciliğinde tezgâhlanan faşist askeri darbe, on binlerce insanın katledilmesiyle sonuçlanan kanlı bir dönemin de başlangıç noktasıydı. 2001 11 Eylül günü New York’ta iki iş kulesine yapılan ve yaklaşık üç bin kişinin ölümüyle sonuçlanan bir saldırıyı “tüm insanlığa ve demokrasiye” yapılmış bir saldırı ilan ederek kendisinin yanında olmayan herkese karşı savaş ilan eden ABD, bu tarihten 28 yıl önce Şili’de binlerce insanın katledilmesine yol açan faşist askeri darbeyi tezgâhlamakta bir beis görmemişti. Tıpkı yine bir Eylül sabahında, 12 Eylül 1980’de, bu kez bambaşka bir coğrafya’da, Türkiye’de, aynı türden bir faşist askeri darbenin gerçekleştirilmesine destek vermekte bir sakınca görmediği gibi. ABD’li yetkililerin “bizim çocuklar” dediği generaller, ağabeylerinin desteğiyle, Şili’de de, Türkiye’de de “iyi iş çıkarmışlardı”!
Eylül 2006 • sayı: 18
marksist tutum
4 Eylül 1970’ten 11 Eylül 1973’e 4 Eylül 1970 seçimleri, Şili işçi sınıfı ve dünya sosyalist hareketi açısından tarihsel önemde derslerle dolu üç yılık bir sürecin kapılarını açacaktı. Sosyalist Parti, Komünist Parti, Radikal Parti, Birleşik Halk Eylemi Hareketi, Hıristiyan Sol ve Bağımsız Halk Eylemi’nin oluşturduğu bir cephesel birlik olan Halk Birliği’nin (Unidad Popular) adayı sosyalist Salvador Allende bu seçimlerde %36,3 oy alarak başkanlığı kazanmıştı. Ama parlamentoda mutlak çoğunluğa sahip olamayan Halk Birliği, ancak verdiği anayasal teminatlar karşılığında Hıristiyan Demokratlardan aldığı destekle hükümet oldu. Burjuva devlet aygıtına ve mevcut anayasal işleyişe hiçbir şekilde zarar verilmeyeceği yönündeki bu teminatlar, gerçekte Halk Birliği hükümetinin, iddialarının aksine iktidarı işçi sınıfına vermek gibi bir niyetinin olmadığını gösteriyordu. Allende’nin devlet başkanı seçildiği 4 Eylül ile resmen başkanlık koltuğuna oturduğu 3 Kasım tarihleri arasında, Şili burjuvazisi, CIA’nın da büyük desteğiyle birçok provokasyona başvurdu. Allende’ye suikastlar düzenlendi, gerici tertipte yer almayı reddeden genelkurmay başkanı öldürüldü, daha önce yeterince semirtilmiş ve silahlandırılmış olan faşist çeteler de kullanılarak pek çok yer bombalandı. Fakat Allende’nin başkanlığı ve Halk Birliği’nin hükümet olması engellenemedi. Üstelik tüm bu sabotajlara rağmen, yedi ay sonra gerçekleştirilen yerel seçimlerde Halk Birliği’nin oy oranı %50’ye çıkacaktı. Halk Birliği hükümetinin ilk icraatlarından biri toprak reformuydu. Şili’de toprakların %90’ı kırsal nüfusun %7’sini oluşturan bir avuç büyük toprak sahibinin elindeydi ve ucuz işgücüne başvurup makineleşmeden kaçınılması nedeniyle verimlilik son derece düşüktü. Tarım ürünleri ülke ihtiyacını karşılamadığı için ithalata gidiliyor, yoksul köylüler ve tarım işçileri sefalet içinde yaşıyorlardı. Halk Birliği hükümetinden önceki Hıristiyan Demokrat hükümetin de seçim vaatleri arasında yer alan toprak reformu, o zamana dek kır burjuvazisinin yoğun karşı koyuşu nedeniyle uygulanamamıştı. Halk Birliği hükümeti, iktidara geldikten birkaç ay sonra, daha önceki hükümetler döneminde çıkarılıp uygulanamayan bir yasaya dayanarak 80 hektardan büyük topraklara el koymaya başladı. İktidarda olduğu süre boyunca hükümetin devletleştirdiği toprak miktarı 10 milyon hektara yaklaşacaktı. El konulan toprakları yoksul köylülere dağıtması ve köylü kooperatiflerinin örgütlenmesi Halk Birliği hükümetinin yoksul köylüler arasındaki desteğini büyük ölçüde arttırmıştı. Zira toprak reformu yoksul köylüler için hayati önem teşkil ediyordu. Eğitim ve sağlık alanındaki ciddi reformlar, işçi çocukları için kurulan kreşler, tüm çocuklara her gün ücretsiz olarak dağıtılan süt, işçi ücretlerine yapılan zamlar ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin giderilmesi yönündeki çabalar da yoksul halkın desteğinin kazanılmasındaki çok önemli faktörlerdi.
Pinochet
Allende
Bazı büyük sanayi işletmelerini ve bankaları tazminat ödeyerek devletleştiren hükümet, 1971 Temmuzunda bu kez Şili’nin temel zenginlik kaynağı olan bakır madenlerini devletleştirme kararı aldı. Hıristiyan Demokratların iktidarda olduğu bir önceki hükümet döneminde %51’i zaten devletleştirilen bakır madenleri, Halk Birliği hükümeti tarafından tamamen devletleştirildi. Bu durum kuşkusuz en çok, bakır madenlerinin %49’una sahip olan ABD sermayeli Anaconda ve Kennecott tekellerini etkilemişti. “Tahmin edileceği gibi, Halk Birliği hükümetinin bakıra uzanan elini kırmak amacıyla yerli ve yabancı finans kapital alarm durumuna geçti. ABD Allende hükümetini düşürebilmek amacıyla çeşitli ekonomik ambargoları devreye sokarken, Şili burjuvazisi de Halk Birliği hükümetine artık hiçbir şekilde destek verilmemesi konusunda sınıf tavrını ortaya koymuştu. İşçi sınıfı ise devrimci önderliğe sahip bulunmadığından ve Halk Birliği’nin yenilgiye yazgılı reformist politikalarının bütünüyle etkisi altında olduğundan, burjuvazinin hamlesine kendi bağımsız sınıf tutumuyla karşılık veremedi.” (Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Y., Ekim 2004, s.308) Süreç ilerledikçe burjuvazinin muhalefeti daha da kudurganlaştı. Büyük toprak sahibi burjuvazinin ve sanayi burjuvazisinin beslediği paramiliter-faşist çeteler işçilere saldırıyor, öncü işçiler ve komünistler öldürülüyor, toplum terörize edilmeye çalışılıyordu. Patronların “grev” adı altında örgütledikleri lokavtlar giderek her sektörü sarmış, temel ihtiyaç maddeleri karaborsaya düşmüştü. Zengin semtlerin kadınları ellerinde tencerelerle, kendi sınıflarının yarattığı bu bilinçli kıtlıktan yararlanarak, hükümet karşıtı mitingler düzenliyorlardı. İlerleyen aylar içinde özellikle kamyon sahiplerinin gerçekleştirdikleri büyük grevler, mal
7
marksist tutum
Eylül 2006 • sayı: 18
İşçilerin silahlanmasına ve faşist tehditi bertaraf ederek iktidarı ele geçirmesine engel olan Allende, bunun bedelini, etrafı kuşatılıp bomba ve kurşun yağmuruna tutulduğu başkanlık sarayında, yanındaki yoldaşlarıyla birlikte çarpışıp can vererek ödemek durumunda kaldı.
ulaşımını tümüyle felç etti. Ekonomi her geçen gün daha kötüleşiyordu. Mali sermayenin başını çektiği gerici koronun faşist diktatörlüğe doğru giden senaryosu perde perde hayata geçirilirken, işçilerin ve köylülerin giderek hız kazandırdıkları fabrika ve toprak işgallerine Allende’nin yanıtı, işgal eylemlerinin durdurulmasını istemek olmuştu. Gidişatın nereye doğru olduğunu içgüdüleriyle hisseden işçiler ve emekçiler, faşist teröre karşı “bizi silahlandır” çağrısı yaparken, Allende şiddetten uzak durulması mesajlarını yinelemekten başka bir şey yapmıyordu. İşçi ve emekçilerin iktidarı ele geçirme çabalarına böylelikle ket vurulmuş oluyor ve Allende kendi canına da malolacak ve işçi sınıfına çok pahalıya patlayacak bir trajik sonu bizzat elleriyle hazırlıyordu. SSCB çizgisindeki dünya “komünist” hareketi ise bütün bunlar olurken Allende’ye ve Halk Birliği hükümetine, o güne kadar başarılmamışı “başardığı”, “sosyalist devrimi” barışçıl ve anayasal yollardan gerçekleştirdiği için övgüler düzüyordu. Allende’nin şahsında kendi “haklılıklarının” ifadesini gören reformistlere göre, Halk Birliği hükümeti sosyalizme barışçıl yoldan geçilebileceğini kanıtlamıştı! Onlar için devletleştirme denince akan sular duruyordu, çünkü sosyalizmden anladıkları sadece devlet mülkiyetiydi. Burjuva devlet aygıtının kılına dokunulmamasına, pazar ekonomisinin işleyişine son verilmemesine ve işçilerin iktidardan uzak tutulmasına rağmen, reformistlere reformlar devrim olarak görünüyordu. Reformistler barışçıl devrim rüyaları görürken, büyük burjuvazinin yarattığı kaos ve kıtlık atmosferinin yanı sıra yürüttüğü propaganda kampanyası, küçük mülk sahibi kesimler üzerinde oldukça başarılı olmuştu. Giderek artan hoşnutsuzlukları bu kesimleri mali sermayenin yanında saf
8
tutmaya itti. Devrimci dönemler hiçbir sınıfın ya da kesimin tarafsız kalmasına izin vermiyordu gerçekten. Herkes o ya da bu şekilde safını seçiyordu. Allende’ye ve Halk Birliği hükümetine yönelik tertiplerde, ABD’nin payını da unutmamak gerekiyor. Aslında ABD askeri darbe planlarını sosyalist Allende seçimleri kazanır kazanmaz yürürlüğe sokmak istemişti, ne var ki koşulların yeterince olgunlaşmadığının, yani geniş bir destek göremeyeceklerinin farkında oldukları için, uygun bir zaman kollayarak bunu ertelemişlerdi. 29 Haziran 1973’te bir grup asker tanklarla harekete geçirilerek, ilk darbe denemesi gerçekleştirildi: “Birkaç saat içerisinde binlerce işçi greve çıktı, fabrikalar işgal edildi, fabrikalarda nöbetçiler bırakarak hükümet binalarına yönelen işçiler, hem hükümet binalarını hem de Başkanlık Sarayını koruma altına aldılar. Allende ise işçilere, işe geri dönmeleri çağrısında bulundu. Hükümet işgal edilen fabrikaları zorla geri alarak, Pinochet ve diğer generalleri kabineye sokarak ve en militan işçileri bastırarak, gelmekte olan darbenin hazırlanmasına nesnel olarak yardımcı oldu. (…) 11 Eylül darbesinden 7 gün önce, 4 Eylül 1973’te, hükümeti desteklemek üzere Şili’nin tüm kentlerinde gösteriler düzenlenmişti. 800 bin işçi Santiago sokaklarında ellerinde sopalarla yürüyüşe geçti. Kitleler liderlerine “Daha güçlü vur, halkın iktidarını kur, Allende halk seni savunacak” diye sesleniyordu. Bu gösteri Şili işçi sınıfının mücadele azmini hâlâ kaybetmediğini gösteriyordu. İşçi kitlelerinin tek beklediği şey, silah ve bir mücadele programıydı. Ancak «Sosyalist» ve «Komünist» liderler, yine, işçilere sükunetle evlerine dönmelerini salık veriyordu. Artık darbeci generallerin önünde korkacakları bir engel kalmamıştı.” (Kemal Erdem, Şili: 1973 Yenilgisinin Dersleri, www.marksist.com)
Eylül 2006 • sayı: 18
Faşist darbeciler işbaşında 11 Eylül 1973’te, genelkurmay başkanı Pinochet önderliğindeki faşist generaller, başkanlık sarayı başta olmak üzere tüm direniş noktalarını bombardımana tutarak, bu kez amaçlarına ulaştılar. Allende, etrafı kuşatılıp bomba ve kurşun yağmuruna tutulduğu başkanlık sarayında, yanındaki yoldaşlarıyla birlikte çarpışarak can verdi. Ama şu yanılsamaya bakın ki, o sabah, kuşatma altındaki başkanlık sarayından halka yaptığı radyo konuşmasında, işçi sınıfını fabrikalarına dönmeye, sükûnetlerini muhafaza etmeye çağırıyor ve şöyle diyordu: “Provokasyonlara kapılmayınız. … yurttaş iradesiyle kurulan rejimi korumak için yemin eden vatan askerlerinin, silahlı kuvvetlere ve Şili’nin onuruna yaraşır biçimde davranacağını umuyorum. Ordunun üzerine düşen görevi sorumluluk bilinci içinde gerçekleştireceğine eminim.” Burjuvazinin ordusu üzerine düşen görevi sorumluluk bilinci içinde gerçekleştirmişti gerçekten. Ama işçi sınıfının sözde sosyalist ve komünist önderleri için bu asla söylenemezdi. Onlar kendileriyle birlikte işçi sınıfını da kahrolası reformizm ve legalizm bataklığına sürüklemişler ve devrimci durumun faşizmin çizmeleri altında ezilmesine göz yummuşlardı. Darbenin dört aylık bilançosu bile yeterince korkunçtu: Yaklaşık 20 bin insan öldürülmüş, 30 bin siyasi mahkûm vahşi işkencelere maruz bırakılmış, 25 bin öğrenci üniversiteden atılmış ve 200 binden fazla işçi işten çıkartılmıştı. (Gabriel Garcia Marquez, Latin Amerika’nın Kaynayan Damarları içinde, Yazın Y., s.48) 16 yıl sürecek olan bu kanlı diktatörlük döneminde, tutuklananların, işkence görenlerin, “kaybedilenlerin” haddi hesabı yoktu. Bütün bunların yanı sıra, Şili, faşist diktatörlük altında, liberal ekonominin en vahşi uygulamalarına deneme tahtalığı yaptı. Eğitim, sağlık ve sosyal sigorta sistemi de dahil olmak üzere her şey özelleştirildi, bunlara daha önce devletleştirilen işletmeler de dahildi. Anaconda ve Kennecott, diktatörlük döneminde bakır madenlerine yeniden kavuştu. Faşist diktatörlük, Halk Birliği hüküme-
marksist tutum
tinin el koyduğu toprakların yarısını eski sahiplerine iade ederken, küçük üreticilerin elindeki topraklar da kredi borçları ve diğer borçlar nedeniyle yine büyük toprak sahiplerinin eline geçmişti. Darbeyi izleyen yıllarda ücretler hızla düşerken, 1970’te %6 olan işsizlik oranı 1980’lerin ortalarında %32’nin üzerine çıkmıştı. Pinochet, 1981’de, 1989’a kadar görev başında kalmasını öngören bir anayasayı halkoyuna sundu ve anayasanın %90 çoğunlukla kabul edildiğini ilan etti. Bu arada darbenin üzerinden yıllar geçmesine rağmen halk üzerindeki baskı hafiflemiyor, binlerce insanın kitleler halinde tutuklanıp stadyumlara doldurulmasına devam ediliyordu. Fakat azgın faşist diktatörlüğün zulmü altında inim inim inleyen halk, tepkisini yükseltmekte çok gecikmeyecekti. 1983 Mayısında on binlerce işçi Bakır İşçileri Konfederasyonunun çağrısıyla greve gitti ve hükümetin tanklarla ve askeri birliklerle karşılık vermesi üzerine bu eylem ulusal protesto gününe çevrilerek daha da kitleselleştirildi. İlerleyen günlerde kamyoncuların tutuklu sendikacıların serbest bırakılması ve Şili’nin demokrasiye dönmesi için başlattıkları grevi yeni ve daha yaygın protesto eylemleri izledi. Pinochetnin bu eylemlere yanıtı sertti: evler basıldı, sokaklar ablukaya alındı, onlarca insan öldürülürken binlercesi tutuklandı. Ama ok yaydan bir kez çıkmıştı ve ilerleyen yıllarda gerek yükselen işçi hareketi gerekse yaşanan ekonomik bunalım diktatörlüğü oldukça zayıflatacaktı. Şili anayasa gereği 1989’da yapılan seçimlerle parlamenter işleyişe geçti ve bu süreci Pinochet’nin ve darbeci generallerin yargılanması yönündeki halk baskısının artması izledi.
Yer: Türkiye, Tarih: 12 Eylül 1980 Şili’deki darbenin üzerinden tam yedi yıl geçmişti ki, faşizm belâsı bu kez Türkiye işçi ve emekçi sınıflarının ve sol hareketinin başına musallat oldu. Cumhuriyetin kuruluşunu takip eden 23 yılı, CHP egemenliğindeki tek parti diktatörlüğü altında yaşayan Türkiye, parlamenter hayata geçtikten 14 yıl sonra ilk, 25 yıl sonra ikinci ve 34 yıl sonra
9
Eylül 2006 • sayı: 18
marksist tutum
üçüncü askeri darbeyle karşılaşmıştı. Ne var ki bu sonuncusu, faşist karakteriyle, ülkeyi çok uzun sürecek ve etkilerini halen yaşadığımız koyu bir karanlığa sürükleyecekti. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren devlet eliyle yaratılmaya çalışılan burjuvazi 70’lerle birlikte artık mali sermaye (finans kapital) düzeyine yükselmişti. Ne var ki kapitalizmin iyice serpilip geliştiği 70’li yıllar, büyük sermayeyi keskin toplumsal, siyasal, ekonomik çelişkilerle de yüz yüze getirecekti: “1970’lerden 80’lere uzanan süreçte yaşanan ekonomik ve siyasal kriz, yükselen işçi hareketi, devrimci örgütlülük düzeyindeki artış, ayrıca çeşitli uluslararası gelişmelerin üst üste binmesiyle (1979’da İranda Mollaların iktidara gelmesi, yine aynı yıl içinde Sovyet askeri gücünün Afganistan’a müdahalesi, ABD’nin Ortadoğuya yönelik planları nedeniyle Türkiye’de sıkı bir düzen istemi vb.), burjuva düzen derinden sarsılmaya başlamıştı. Devlet koruyucu güçler bir kez daha üniforma ve kılıç kuşanmaya hazırlanırken, büyük sermaye güçleri de tercihlerini yine olağanüstü bir rejimden yana yapacaklardı. (…) “Büyük sermaye bu dönemeç noktasında, gerek içte muazzam bir kapitalist sıçramayı gerçekleştirmek ve gerekse dörtnala dış pazarlara açılmak için önündeki engellere tam bir vuruş yapmaya hazırlanmıştır. (…) Zira Türkiye kapitalizminin uzun yıllar boyunca içe kapalı işleyişinden kaynaklanan yapısal bunalımı iyice olgunlaşmış, çözümü ertelendiği için de problemler alabildiğine büyümüştür.” (Elif Çağlı, age, s.252-53) Mali sermaye, bu yapısal bunalımını aşmak üzere, 1980 Ocağında, tarihe 24 Ocak kararları olarak geçen bir ekonomik kararlar paketini gündeme getirecekti. Fakat sınıf hareketinin alabildiğine yükseldiği ve devrimci durumun söz konusu olduğu bir ortamda, işçi sınıfına geniş ölçekli bir saldırıyı da içeren bu tip planların hayata geçirilmesi mümkün değildi. Burjuvazi büyük bir grev dalgasıyla yüz yüzeydi, sınıfın sendikal örgütlülüğü güçleniyordu. Bunun yanı sıra burjuva siyaset arenasına bir istikrarsızlık hâkimdi. Meclis, aylar boyunca bir cumhurbaşkanını bile seçemiyor ve hiçbir burjuva parti tek başına iktidara
10
gelecek güce sahip olamıyordu. Ne var ki, önderliği kendinden menkul siyasal grup ve partilerde sayıca bir bolluk yaşanmasına rağmen, işçi sınıfı, proleter devrimi hedefleyen ve bunun için hazırlanan Marksist bir devrimci önderlikten yoksundu. 12 Eylül darbesine giden süreçte Türkiye’de de aynen Şili’de olduğu gibi burjuvazinin pek çok provokasyonuna şahit olundu. 1977 1 Mayısında büyük bir katliamla açılan toplumu terörize etme süreci, 1980 Temmuzunda DİSK’in önderi Kemal Türkler’in öldürülmesine kadar kesintisiz devam etti. Paramiliter-faşist güçler (Ülkücüler) grevci ve öncü işçilerin, devrimci öğrencilerin üzerine salınarak, yüzlerce devrimci öldürüldü. Amaç, toplumu sindirmek ve başta küçük-burjuvazi olmak üzere geniş kitleleri orduya bel bağlar hale getirmekti. Doğrusu bu amaca ulaşılması pek de zor olmayacaktı. 12 Eylül 1980’de, milyonlar, sabah gözlerini açtıklarında sokakların tanklarla, eli silahlı askerlerle kuşatılmış olduğunu gördüler. Darbeyi yöneten beşli cuntanın başındaki orgeneral Kenan Evren, sabah radyo ve televizyonlardan halka seslenirken, Türkiye’yi bir uçurumun kıyısından döndürdüklerini söylüyordu aziz ve muhterem halkına! 1977’den beri yürütülen kanlı kitle pasifikasyonuna maruz bırakılan halkın çoğunluğu ise, bunu söyleyenin, ülkeyi on yıllar boyunca karanlığa sürükleyecek bir cehennem zebanisi olduğunu, onun da mali sermaye tanrısının hizmetinde olduğunu göremeyecekti. “12 Eylül darbesiyle birlikte, en önde gelen burjuva siyasal partilerin başkanları, bakanları, lider kadroları ya hapsedildi ya da Demirel ve Ecevit örneğinde olduğu gibi Hamzaköy «dinlenme tesisleri»nde gözetim altına alındılar. Burjuva siyasetçileri, yazarları, gazetecileri çeşitli tehdit ve gözdağıyla susturan askeri cunta, burjuva diktatörlüğünün açık şiddetini, devrimcilerin, sosyalistlerin, işçi sınıfının siyasal ve sendikal örgütlerinin üzerine kusmaya başladı. Onlarca devrimci darağaçlarında katledildi, düzmece davalarla yıllarca zindanlarda çürütüldü, işkence askeri cuntanın yürütme gücünün sistematik bir parçası haline getirildi; toplum iyice korkutulup sindirildi. 12 Eylül askeri diktatörlüğü parlamenter işleyişi tamamen ortadan kaldırdı, işçi
2001 11 Eylül günü New York’ta iki iş kulesine yapılan ve yaklaşık üç bin kişinin ölümüyle sonuçlanan bir saldırıyı “tüm insanlığa ve demokrasiye” yapılmış bir saldırı ilan ederek kendisinin yanında olmayan herkese karşı savaş ilan eden ABD, bu tarihten 28 yıl önce Şili’de binlerce insanın katledilmesine yol açan faşist askeri darbeyi tezgâhlamakta bir beis görmemişti. Tıpkı yine bir Eylül sabahında, 12 Eylül 1980’de, bu kez bambaşka bir coğrafya’da, Türkiye’de, aynı türden bir faşist askeri darbenin gerçekleştirilmesine destek vermekte bir sakınca görmediği gibi. ABD’li yetkililerin “bizim çocuklar” dediği generaller ve onların başı Kenan Evren, ağabeylerinin desteğiyle, Türkiye’de de “iyi iş çıkarmışlardı”!
Eylül 2006 • sayı: 18
hareketinin tüm örgütlü güçlerini devlet terörüyle ezdi, devrimcilere ve sol örgütlere yönelik açık baskı ve şiddet politikasını egemen kıldı. “(…) Cunta, sendikal hareketi tamamen dumura uğratacak, grev ve toplu sözleşmeleri yasaklayacak, işçi ücretlerini donduracak kararname ve uygulamaları yürürlüğe soktu. DİSK kapatıldı, malvarlığına el kondu. Türk-İş, askeri rejime boyun eğen korporatif bir sendikal örgütlenmeye indirgenmek koşuluyla açık bırakıldı. “12 Eylül askeri faşist cuntası tüm yasama ve yürütme yetkisini tamamen kendi ellerine almıştı. «Anayasal düzeni koruma» gerekçesiyle iktidara el koyan generaller, bizzat kendileri mevcut Anayasayı bir kenara fırlatıp, yayımladıkları kararnameleri en «yüce» yasa katına yükselteceklerdi.” (Elif Çağlı, age, s.258-59) 1982’de, askeri cuntanın yazdırdığı bir anayasa halkoyuna sunuldu ve %90’ın üzerinde oyla kabul edildiği söylendi. Ertesi yıl, sadece cuntanın onay verdiği partilerin katıldığı bir seçimle parlamenter sisteme geçildi. Fakat başlayan bu parlamenter süreç faşizmin Bonapartist bir diktatörlüğe evrilerek çözülme sürecine girmesinden başka bir şey değildi. Yani olağan bir burjuva parlamenter rejim halen söz konusu değildi ve faşist cunta lideri Evren, oylattırılan anayasa gereği artık resmen cumhurun başkanıydı. Çeşitli Latin Amerika ülkelerinden, Yunanistan’dan, Portekiz’den vs. farklı olarak, kitle mücadelesinin sürece
marksist tutum
damgasını basamadığı Türkiye’de faşizm, Elif Çağlı’nın ifade ettiği gibi, “pörsütücü bir süreç temelinde” ve “tepeden kontrollü biçimde” çözüldü. Ordunun sarsılmaz ağırlığı yıllar boyunca tüm siyasi yaşama damgasını vururken, 12 Eylül faşizmi, ardında son derece anti-demokratik yasalar, kurumlar, partiler ve örgütlü mücadeleye derin bir korku besleyen bir işçi sınıfı bıraktı. 12 Eylül’le toplumun üzerine çöken karabasanın sosyal ve psikolojik etkilerini, aradan neredeyse otuz yıl geçmesine rağmen hâlâ pek çok alanda gözlemek mümkün. Sürecin bu kadar sancılı geçmesinde ve tüm toplum üzerinde bu kadar derin izler bırakmasındaki temel unsur, vurgulayarak tekrarlamalıyız ki, faşizmin işçi sınıfının kitlesel hareketi sonucu çözülmemiş olmasıydı. Şili’yi anlatırken örneklerini verdiğimiz faşist diktatörlük karşıtı kitlesel grevler, protestolar, eylemler, Türkiye’de ne askeri diktatörlüğün hüküm sürdüğü üç yıl boyunca ne de sonrasında söz konusu oldu. Pinochet Şili halkının basıncıyla sanık sandalyesine oturmak zorunda kalırken, Kenan Evren Marmaris’te her ay aldığı yüklü emekli maaşını afiyetle yemekle ve resim yapmakla meşgul. Bu arada 12 Eylül’ün yıldönümlerinde son birkaç yıldır yapılan mitinglere katılanların sayısı birkaç bini geçmezken, generallerin yargılanmasını talep etmek hâlâ anayasal bir suç olmaya devam ediyor. Şili’de Allende ile özdeşleşen Sosyalist Parti geçtiğimiz aylarda yeniden iktidara gelebilirken, Türkiye’de sosyalist ya da komünist sözcükleri geniş kitleler açısından hâlâ büyük bir ürküntü doğuruyor. Orada işçi sendikaları faşist rejime karşı mücadelede on binlerce işçinin katledilmesine rağmen askeri diktatörlüğün üzerine gidebilmişken, bu ülkede sendikaların tepesine çöreklenenler darbe hükümetine bakan vermenin yanı sıra, korkunun esiri olmayı, suya sabuna dokunmamayı, “belâdan uzak durmayı” on yıllardır temel politikaları haline getirmişlerdir. Bu ihanet tutumlarının böylesine pervasızca sergilenebilmesinde kuşkusuz Türkiye işçi sınıfının köklü bir mücadele tarihinin olmaması, güçlü bir devrimci geleneğe ve politik örgütlülüğe sahip bulunmaması başat rol oynuyor. Faşizm Almanya’yla tarihin tozlu sayfalarına gömülmüş bir karabasan değildir. 33 yıl önce Şili’de, 26 yıl önce Türkiye’de yaşananlar, Nazi rejimi tarihe gömüldükten sonra yaşanan faşizm deneyimlerinden sadece ikisidir ve hiç de istisna değildir. Tıpkı dünya ülkelerinin pek çoğunun kapısını gayet canlı bir tehdit olarak bugün de çaldığı gibi. Dolayısıyla gerek Türkiye işçi sınıfının gerekse dünyadaki diğer sınıf kardeşlerinin insanlığın başına gelebilecek en büyük belâlardan biri olan bu tehlikeye karşı uyanık olması, ona karşı şimdiden kararlı bir mücadele yürütebilmesi, geçmişin hesabını sorabilmesi gerekiyor.
Faşist darbeden sonra asılarak katledilen onlarca devrimciden biri de, cunta liderinin “asmayalım da besleyelim mi dediği, 17 yaşındaki Erdal Eren idi.
11
Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /7 Mehmet Sinan
Klasik despotizmden bozuk düzenli despotizme Bozuk düzenli despotizm döneminde iltizam usulünün uygulanması da zaman içinde değişikliğe uğradı. Önceleri tımar gelirlerinin toplanması işi, mültezime bir iki yıllığına verilirken, sonradan ömür boyu verilmeye başlandı. Böylece, mültezim denen kişi, hayatta kaldığı sürece toprağın gelirinden yararlanma hakkını elde etmiş oluyordu. “Malikâne sistemi” adı verilen bu uygulama, toprağın gelirinin yanı sıra, toprağın tasarrufunun da kişilerin eline geçmesine yol açan bir uygulama oldu. Bu oluşumların hepsi, resmen olmasa bile fiilen, toprağın mülkiyetinin kişilerin eline geçmesi anlamına geliyordu.
12
Kapitalizm öncesi tüm toplumlarda en önemli üretim aracı topraktı. Her şey onun etrafında dönüyordu. Dolayısıyla, toprak düzeninde meydana gelen esaslı bir değişiklik, bu toplumların tüm sosyal ve siyasal yapılarında da önemli değişikliklere yol açabiliyordu. Toprak düzeninde değişikliğe yol açan etkenlerin başında ise, hiç kuşkusuz, üretici güçlerdeki gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkan devrimsel nitelikteki ekonomik olaylar geliyordu. Nitekim, 16. yüzyılın Batı Avrupa’sında yaşanan para ve fiyat hareketleri de, üretici güçlerdeki gelişme sonucunda ortaya çıkan bu türden “devrimsel nitelikte” ekonomik olaylardı. Batı Avrupa’da yaşanan bu ekonomik olaylar, en önemli etkisini toprak rejiminde ve dolayısıyla köylünün ekonomik ve sosyal durumunda meydana getirdiği büyük değişikliklerde göstermişti. Bu, feodalizmin tasfiyesi ve yeni bir üretim tarzının (kapitalizmin) gelişmesi olayıydı. Batı Avrupa’da gerçekleşen bu olay, insanlık tarihi açısından elbette ki ileriye doğru atılmış büyük bir adımdı. Avrupa’da yaşanan bu dönüştürücü ekonomik gelişmeler, 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa’yla ticari ilişkileri gelişen Osmanlı toplumunu da etkileyecekti. Fakat Osmanlı toplumunun bundan etkilenmesi Avrupa’yla aynı yönde olmadı. Batı Avrupa’da feodalizmin tasfiyesi ve yeni bir üretim tarzının (kapitalizmin) gelişmesi yönünde olan tarihsel sonuç, Osmanlı’da dirlik düzeninin (tımar ve zeamet sisteminin) yıkılması ve bir bütün olarak despotik sistemin bozulup, yozlaşması yönünde oldu. Batı’da feodal toprak düzeninin yıkılması tarihsel olarak ileriye doğru bir gelişme sağlarken, Osmanlı’da dirlikçi toprak düzeninin yıkılması tam bir sosyal ve siyasal kargaşa ortamı yaratarak toplumda gerilemeye yol açtı. Osmanlı’nın 17 ve 18. yüzyılları kapsayan iki yüz yıllık dönemi, aşağıda göreceğimiz üzere, ne feodalizme ne de kapitalizme
Eylül 2006 • sayı: 18
benzeyecekti. Ortaya çıkan tablo, düzeni bozulmuş ve her bakımdan çürümeye yüz tutmuş despotizmden, yani “bozuk düzenli despotizm”den başka bir şey değildi! Yazımızın önceki bölümlerinde sıkça vurguladığımız üzere, askeri-bürokratik temelde örgütlenmiş Osmanlı’nın despotik düzeni, devlet mülkiyeti temelinde oluşturulmuş bir toprak rejimine (dirlik düzeni) dayanıyordu. Bu toprak rejimi, tüm toplumu sarıp sarmalayan ve despotik düzenin çeşitli unsurlarını birbirine kenetleyen bir çerçeve işlevi görüyordu. Üretim düzeninden tutun da, ordunun ve devlet idaresinin örgütlenmesine kadar her şey bu geleneksel toprak rejimine (ve bu rejim çerçevesinde oluşmuş üretim ilişkilerine) dayanıyordu. Nitekim, toprakta “dirlik düzeni” istikrarlı bir şekilde devam ettiği sürece, Osmanlı’nın despotik düzeni ve bu düzene bağlı sosyal ve siyasal kurumlar da varlıklarını istikrarlı bir biçimde sürdürebilmişlerdi. Ne var ki, 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaşanan olumsuz ekonomik ve malî gelişmeler nedeniyle toprakta “dirlik düzeni” bozulmaya başlayınca, despotik düzenin sosyal ve siyasal kurumlarında da bozulma ve çözülmeler başlayacaktı.
Toprakta dirlik düzeni (tımar sistemi) ne zaman ve nasıl bozuldu? Tımar sisteminin fonksiyonunu yitirerek gerilemeye başlamasının ardında ekonomik, demografik ve savaş teknolojisindeki gelişmelerle ilgili nedenler bulunduğu gibi, Osmanlı’nın despotik sistemine özgü nedenler (örneğin askerî sınıf korporasyonu içindeki “hegemonya kapışmaları” gibi) de vardır. Dolayısıyla, tımar sisteminin fonksiyonunu yitirmesini, tarihçilerin yaptığı gibi, yalnızca vergi toplama usulünde gerçekleşen bir değişikliğe (tımarların mukataaya çevrilmesi ve iltizama verilmesi olayı) bağlamak doğru bir tespit olmaz. Gerçekte Osmanlı devletinin tarımda vergi toplama usulünü değiştirmesi, yani dirlik düzenini kaldırıp iltizam usulüne geçmesi, aşağıda göreceğimiz üzere, tımar sisteminin fonksiyonunu yitirmesinin nedeni değil, aslında bir sonucudur. Osmanlı’da tımar sisteminin fonksiyonunu yitirmesi ve tımarların gerilemesi olayı, daha Kanuni Sultan Süleyman döneminde (1527-66), yani Batı ile ticari ilişkilerde (dış ticarette) henüz kapitülasyon siyasetinin uygulanmadığı ve Batı’dan gelen para ve fiyat hareketlerinin olumsuz etkilerinin (malî kriz) henüz tam olarak görülmediği bir dönemde başlamıştı. Bu dönemde tımar sistemindeki bozuluş ve gerileyişin en başta gelen iki görünümü vardı. Birincisi, tımarların bir askerî güç kaynağı olarak eski önemlerini yitirmiş olmaları; ikincisi ise, tımar beylerinin, yani sipahilerin ekonomik açıdan güçsüz düşmeleri, hatta yoksullaşmaları durumuydu. Tımarların bu şekilde gerileyişinin temelinde yatan nedenler ise, 16. yüzyıl boyunca Anadolu’da yaşanan büyük nüfus artışı olayı ve gene bu dönemde malî bunalım nedeniyle yaşanan ekonomik keş-
marksist tutum
mekeştir. Kanuni’nin tahta çıkışından (1520) yüzyılın sonuna kadar olan sürede, ülkenin tümünde ortalama %60’lık bir nüfus artışı olduğunu yazıyor tarihçiler. Bu nüfus artışı, tımar sisteminin iki temel unsurunu, yani sipahi ile reayayı fena halde etkilemişti. Nüfus artışı bir yandan reayanın elindeki toprağı daha da küçültürken, diğer taraftan tamamen topraksız bir köylü yığını yaratmıştı. Öte yandan, reaya çiftliklerinin bölünüp küçülmesinin yanı sıra, aynı demografik nedenler sipahi tımarlarında da bir parçalanıp bölünmeye yol açmıştı. Bu dönemde devletin uyguladığı malî politikalar da sipahi tımarlarının gerilemesine yol açan önemli etkenlerden biriydi. Örneğin, Osmanlı parasının değeri bir önceki yüzyıla göre %300 azalmış olmasına karşın, devlet, sipahinin tımar gelirlerinde (reayadan aldığı vergilerde) herhangi bir artış yapmamıştı. Bu durum, tımar gelirinin %50’sini reayadan nakdî (para) olarak tahsil eden sipahinin reel gelirlerinde çok önemli bir azalma yaratmıştı. Üstelik sipahiyi yoksullaşmaya sürükleyen devletin bu malî politikası, sanıldığı gibi reayanın durumunda bir iyileşme sağlamış da değildi. Çünkü, her ne kadar reayanın sipahiye verdiği vergiler artmayıp sabit kalmış olsa da, bu dönemde devletin kendisinin reayadan topladığı olağanüstü vergileri (savaş vergileri vb.) sürekli arttırması, reayanın durumunu iyice kötüleştirmişti. Kanuni Süleyman zamanında iktidarın bütün iplerini elinde tutan devşirme kökenli kapıkulu bürokrasi, uyguladığı bu malî politikayla, hem kendisine rakip olarak gördüğü tımarlı sipahiyi ekonomik olarak güçsüzleştirmeyi, hem de devletin reayadan çekip aldığı artık-ürün kütlesini olağanüstü vergilerle daha da artırarak, kendi denetimindeki merkezî hazinenin gelirlerini büyütmeyi amaçlıyordu. Nitekim, merkezî idare tarafından güdülen bu politika, 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir yandan sipahileri, öte yandan reayayı yıkıma sürükleyerek tımar sisteminde önemli gedikler açacaktı. Bu süreçte toprak rantı yani ülkenin başlıca zenginlik kaynağı, taşradaki tımarlı sipahilerden merkezdeki kapıkullarına geçmeye başladı.
Sipahinin gerilemesi ve kapıkullarının tımarları ele geçirmeye başlaması Merkezî devlet iktidarını elinde tutan kapıkulları aristokrasisi, ok-yay ve kılıçla at sırtında savaşmaya alışmış, gazi geleneğinden gelme sipahi ordusunun, gelişen yeni savaş koşullarına ayak uydurabilecek durumda olmadığını görmüştü. Yeni teknikler ve ateşli silahlarla (tüfek) donanmaya başlamış Avrupa’nın büyük askerî oluşumlarıyla göğüs göğüse savaşacak bir imparatorluk ordusunun da, aynı şekilde donanmış olması ve sürekli eğitimli bulunmasının gerekliliği ortadaydı. Ama bunun gereğini de ancak birarada bulunan, sürekli kışla eğitimi yapan ve her
13
marksist tutum
an silah başına çağrılmaya hazır bekleyen profesyonel bir ordu yerine getirebilirdi. Oysa Osmanlı imparatorluğunun dört bir yanına dağılmış sipahi askerlerinin bırakalım kışla eğitimi yapmasını, her yıl daha uzağa kayan askerî harekât alanları karşısında, bunların biraraya toplanabilmeleri bile başlı başına bir sorundu. Bunun yanı sıra, sipahiler de tımarlarını bırakıp, savaş için uzaklara gitmeye pek istekli olmuyorlardı artık. Çünkü, çok uzun süren ve üstelik de eskisi gibi zafer, ganimet ve toprak getirmeyen savaşlar (örneğin son İran ve Avusturya seferleri böyleydi) sipahinin gözünü yıldırmıştı. Savaşa katılanların pek çoğu da, ya eskisi gibi istekli savaşmıyor ya da yeterli eğitim ve donanımdan yoksun olduğu için, yeni savaş düzenine ayak uyduramıyordu. Bu durumda pek çok sipahi askeri, geleneksel savaşçı konumuna aykırı bir şekilde, geri hizmetlerde çalıştırılıyordu. Hatta içlerinden bazıları, yüksek kapıkullarının yanında uşaklık yapar duruma düşmüşlerdi. Açıkçası, tımarlı sipahinin konumu artık çağın gereklerine uygun düşmüyor ve bir imparatorluk ordusunun askerî ihtiyacını karşılamaktan uzak bulunuyordu. 17. yüzyılda tımarlı sipahiler artık tarih sahnesinden çekilmek üzereydiler. Bu hem ekonomik, demografik ve savaş sanatındaki teknolojik gelişmelerin, hem de tepedeki kapıkulu aristokrasisinin bilinçli bir şekilde uyguladığı “sipahi karşıtı” politikaların bir sonucuydu. İşte bu nedenledir ki, kapıkullarının iktidarında Osmanlı devleti, 16. yüzyılın sonlarına doğru sipahi ordusunu tamamen gözden çıkarmış bulunuyordu. Nitekim devletin bu dönemde, sipahisi boşalan veya dağıtıma hiç girmemiş olan tımarları, tekrar sipahilere vermeyerek kendi elinde tutmaya başlaması da bunu gösteriyordu. Böylece, boşalan tımarların gelirleri doğrudan doğruya merkezî hazineye geçmiş oluyordu. Devlet, merkezî hazineye geçen bu tımar gelirlerinin çok büyük bir kısmını, her geçen gün sayıları daha da artan başkentteki ulufeli (maaşlı) kapıkullarının maaşlarının ödenmesine ayırıyordu. Bu uygulama da, devletin ilk gözağrısı tımarlı sipahileri gözden çıkardığının açık bir göstergesiydi. Tamamen devşirmelerden oluşan başkentteki maaşlı (profesyonel) kapıkulu askerlerin (yeniçeriler, kapıkulu süvariler vb.) sayısı 1550’li yıllarda ancak 20 bin kadarken, 1600’lü yılların başında bu sayı 100 bine yaklaşacaktı. Oysa aynı dönemde, taşradaki tımarlı sipahilerin ve birlikte getirdikleri cebelilerin oluşturduğu geleneksel eyalet ordusunun sayısı ise tam tersi yönde bir gelişme göstermiştir. 1550’li yıllarda eyalet ordusunun sayısı 90 bin iken, 1600’lü yıllarda bu sayı 30 binin altına düşecek ve ileriki yıllarda da tamamen eriyip gidecektir. 17. yüzyılda tımarlı sipahiler artık tarih sahnesinden çekilmek üzereydiler. Bu hem ekonomik, demografik ve
14
Eylül 2006 • sayı: 18
savaş sanatındaki teknolojik gelişmelerin, hem de tepedeki kapıkulu aristokrasisinin bilinçli bir şekilde uyguladığı “sipahi karşıtı” politikaların bir sonucuydu. Devşirme kökenli kapıkullarının iktidarındaki devlet, şu veya bu gerekçeyi ileri sürerek, sipahilerin elinden tımarlarını almaya başlamıştı. Örneğin, devleti yöneten yüksek kapıkulu aristokrasisi, İran seferi sırasında planlı bir şekilde hareket ederek 20 bin sipahinin tımarını elinden almıştı. Böylece boşaltılan ve sipahisiz kalan bu tımarlar, doğrudan merkezî hazinenin, yani kapıkulu aristokrasisinin inisiyatifine geçmiş oluyordu. Kapıkulu aristokrasisi boşalan tımarları tekrar dağıtıma sokmayarak, ya mukataaya çeviriyor (yani merkezî hazineye “gelir kaynağı” yapıyor), ya da tımarların dirliklerini, sözümona tımar beyi olarak gösterdiği, fakat gerçekte sipahi olmayan kişilere rüşvet karşılığında satıyordu. Bu dönemde ayrıca önemli bir değişiklik daha yapıldı. Eskiden tımar sahibi olmaları yasaklanmış olan başkentteki maaşlı kapıkulu askerlere (yeniçeriler ve kapıkulu süvariler) de “tımara çıkma” (tımar sahibi olma) imkânı tanınarak, Anadolu ve Rumeli’de sipahisi boşalan tımarlar bunlara verilmeye başlandı. Öte yandan, dirlik olarak dağıtılmayıp da, “devlet mukataası” olarak hazinenin elinde tutulan tımarların gelirlerinin toplanması işi de iltizama, yani bu işe para yatıran “mültezim”lere verilmeye başlandı. Bu dönemde ayrıca, tımar dağıtımı yetkisi taşradan (beylerbeyilerden) alınarak, merkeze (sadrazamlığa) devredildi. Yani tımar dağıtımıyla ilgili tüm yetkiler artık tepedeki kapıkulu aristokrasisinin elinde toplanmış oluyordu. Kanuni’nin padişahlığı döneminde iktidarda olan kapıkulu sadrazamların hemen hepsi, bu yetkilerine dayanarak, tımarları sipahilere değil, parası olup rüşvet verebilenlere, en başta da merkezde görevli maaşlı kapıkullarına (yeniçerilere ve kapıkulu süvarilere) dağıtacaklardı. Tımarlar eski tımar usulüne aykırı usullerle verilmeye başlayınca, bunlar artık askerî bir “dirlik” olmaktan çıkacak ve birer mukataaya dönüşeceklerdi. Başkentte rüşvetle tımar elde edenler, artık tımarlarının başına gitmedikleri gibi, aldıkları tımara karşılık olarak devlete bir “askerî hizmet” de vermiyorlardı. Bunun yerine, hazinenin istediği belli bir parayı hazineye ödemekle yetiniyorlardı. Daha ilerde ise, nüfuz ve rüşvetle tımar sahibi olan bu kapıkulları, tımarların gelirlerini toplama işini de mültezimlere vererek, kendileri başkentte yan gelip yatacaklardı! Bu konuda ilk adımı atan da, gene bir kapıkulu olan Sadrazam Rüstem Paşa idi. Kanuni’nin sadrazamı olan bu zat, padişah dirliği olan hasları iltizama vererek bu işi başlatmıştı. Böylece, yıllardan beri uygulanmakta olan geleneksel Osmanlı toprak rejiminin (dirlik düzeni) tasfiyesi yolunda esaslı bir adım atılmış oluyordu. Bu, tımar gelirlerinin sipahinin elinden alınarak hazine mukataasına çevrilmesi ve tıpkı diğer devlet mukataalarında yapıldığı gibi (örneğin ticaret, endüstri, maden, gümrük, darphane vb), mültezimlere satılması olayı idi.
Eylül 2006 • sayı: 18
Sipahiler tarih sahnesinden çekiliyor Bilindiği üzere, toprakta dirlik düzeninin temel unsuru olan tımarlı sipahi, devletin asker-memuru statüsünde bir kişiydi. Onun görevi, kendisine devlet tarafından bir askerî hizmet karşılığı olarak verilmiş olan tımarının başında bulunmak, tımar çiftliklerinde üretim yapan reayayı denetlemek, tımar gelirlerinin (vergi-rant) bir kısmını kendi adına toplamak ve karşılığında da, savaş zamanında kendisiyle birlikte orduya katılacak belli sayıda askeri (cebeli) donanımlı bir şekilde sefere hazır etmekti. Tımarlı sipahi, profesyonel kapıkulu askerleri gibi merkezde yaşayan ve devletten düzenli maaş (ulufe) alan biri değildi. Kırsal kesimde yaşayan ve kendine tahsis edilen tımarın gelirinden geçimini sağlayan, farklı tipte bir askermemurdu sipahi. Fakat öte yandan, kırsal kesimde yaşamasına rağmen, ne toprak sahibi bir işletmeci ne de doğrudan bir üreticiydi o. Dolayısıyla, onun en başta gelen ve ayırt edici olan özelliği, ekonomik bir işlevinin bulunmamasıydı. O, devletin toprağında (tımarda) devlet adına “malî” ve “askerî” bir fonksiyon icra eden bir devlet görevlisiydi yalnızca. Sipahinin bu konumu, onu Batı’daki feodal toprak (feudum) sahibi beyin (senyörün) konumundan esaslı bir şekilde ayırmaktaydı. Batı’da feodal beyler hem toprak sahibi idiler, hem de kendileri gibi bir toprak sahibi olan kralın (en büyük senyörün) siyasal hükümranlığının ortaklarıydılar. Dolayısıyla, bu ortak siyasal hükümranlık alanı içerisinde, feodal beyler ile krallık mevkiindeki büyük senyör arasında yaşanan güç ve iktidar çatışmaları, sonunda antlaşmalara ve anayasal gelişmelere yol açabilmekteydi. Örneğin, Batı’da kral ile feodal lordlar arasında yapılan bu tür antlaşmaların en eskilerinden biri, İngiltere’de görülen Magna Carta yasasıdır. Bu yasa, bir soylular sınıfı iktidarının ortakları konumunda olan feodal lordlar ile kralın birbirlerine karşı hak ve yükümlülüklerini belirleyip kayıt altına alan bir yasaydı. Oysa Osmanlı’nın despotik düzeninde böyle bir gelişmeye hiçbir zaman yer yoktu. Bir kere sipahi, Osmanlı padişahının siyasal hükümranlığının bir ortağı değil, o hükümranlığın uygulanışının bir aracıydı. Osmanlı düzeninde padişahın mutlak hükümranlığı kesin olarak kabul edilmiş bir statüydü ve onun ortakları değil, uygulayıcı araçları (kapıkulları, tımarlı sipahiler vb.) olabilirdi yalnızca. Nitekim ilerde göreceğimiz gibi, bu kuraldan sapan “feodalizm” benzeri teşebbüsler (örneğin 19. yüzyılda ayanların padişaha dayattığı Sened-i İttifak teşebbüsü gibi) olsa bile, bu teşebbüsler çok kısa ömürlü olmuş ve yaşama şansı bulamamışlardır. Çünkü, Osmanlının despotik düzeninde sipahilerin veya diğer unsurların, Avrupa’daki gibi toprak üzerinde feodal beylikler oluşturabilme şansları yoktu ve olamazdı da. Tüm varlığını feodal bir sistemin yokluğuna borçlu olan Osmanlı devletinin bürokratik-despotik merkezî yapısı, feodal eğilimlerle asla bağdaşmayan bir
marksist tutum
karaktere sahipti. Böyle bir devletin feodal girişimlere izin vermesi demek, kendi sonunu kendi elleriyle hazırlaması demekti. İşte merkezî despotik devletin bu ezici gücü nedeniyledir ki, sipahiler, gelirlerinin azaldığı, hatta yoksulluk sınırına dayandıkları bir dönemde (16. yüzyılın son çeyreğinde) bile, köylülerin tasarrufundaki topraklara el uzatamamış ve bu toprakları kendi tasarruflarına geçirememişlerdir. Toprakların mülkiyeti devlete ait olduğu için, sipahilerin her feodalleşme teşebbüsü, karşısında merkezî despotik devletin ezici gücünü bulmuştur. İlerleyen bölümlerde göreceğimiz üzere, devletçe gözden çıkarılan ve yoksul düşen sipahiler, bu durumda ya tımarlarını terk edip gitmek zorunda kalmışlar ya da kendileri gibi yoksulluk ve umutsuzluk içine düşmüş olan topraksız reaya ile birleşerek, amaçsız ve sonuçsuz kalan isyanlara kalkışmışlardır. 16. yüzyılın ikinci yarısını ve 17. yüzyılın ilk on yılını kapsayan Celâli isyanları, sipahilerin de katıldığı bu seriden isyanlardır. Bu isyanlar ve kargaşalıklar döneminden sonra sipahiler, sonunda tasfiye olup gitmişlerdir. Sipahinin konumu, onu Batı’daki feodal toprak (feudum) sahibi beyin (senyörün) konumundan esaslı bir şekilde ayırmaktaydı. Batı’da feodal beyler hem toprak sahibi idiler, hem de kendileri gibi bir toprak sahibi olan kralın (en büyük senyörün) siyasal hükümranlığının ortaklarıydılar. Oysa sipahi, Osmanlı padişahının siyasal hükümranlığının bir ortağı değil, o hükümranlığın uygulanışının bir aracıydı.
Eski toprak rejiminde (dirlikçi tımar sisteminde) ikili bir rolü olan, yani bir yandan askerî görevler yerine getiren, diğer yandan ise kırsal alanda mahalli yöneticilik yapan sipahilerin böylece ortadan kalkması, toprakta, dolayısıyla kırsal kesimde yıllardan beri tesis edilmiş olan Asyatik-statik dengeyi tamamen ortadan kaldıracaktı. İlerde göreceğimiz üzere bu durum, hem toprağı hem de toprağa bağlı reaya-çiftçileri, parası ve serveti olanların, nüfuzluların, yani güçlülerin bir av alanı haline getirecektir. Toprak rejiminde meydana gelen bu esaslı değişiklik, toplum sınıflarını yerinden oynatıp büyük karışıklıklara ve isyanlara neden olduğu gibi, Osmanlı yönetici sınıfları içinde de tam iki yüzyıl (17. ve 18. yüzyıllar) sürecek “siyasal güç ve servet” kavgalarına yol açmıştır. Birinci etapta, devşirme kapıkulları ile gazi geleneğinden gelme tımarlı sipahilerin kapışması yaşanmıştır. Bu mücadeleyi, Kanuni Süleyman zamanında başkentte gücünü iyice pekiştirmiş olan kapıkulları kazanır. Mücadeleyi kaybeden sipahiler ise iyice zayıflayarak, tımarlarını kapıkullarına kaptırırlar. III. Murad döneminde (1574-95) ise, bu kez
15
marksist tutum
devlet yönetimindeki kapıkulu hegemonyasına karşı, padişahın etrafında kümelenen saray erkanının (“saray adamları” denen, padişahın özel hizmetindeki köle kökenlilerden ve kuloğullarından oluşan güç) mücadelesi başlar. III. Murad’ın desteğiyle harekete geçen saray adamları, sonunda iktidardaki kapıkulu hegemonyasını kırarak, devlet yönetiminde kendi hegemonyalarını kurarlar. Bu dönemde III. Murad devşirme kapıkullarının gücünü kırmak için, kapıkulu ocaklarına (yeniçeri ve kapıkulu süvari ocağına) devşirme olmayanların girmesine izin verir. Böylece, yeniçeri ocaklarına toplum sınıflarından (kentli ve köylü halk kesimlerinden) insanlar da alınmaya başlanır. Bu da ilerde, yeniçeri ocağının bozularak orijinal halinden uzaklaşmasını ve dolayısıyla yönetici sınıftan dışlanıp, tecrit edilmesini getirecektir. Bu dönemden itibaren artık, yeniçerilerin yönetici kademelere yükselmeleri kesinlikle engellenecektir.
Tımarların mukataaya çevrilerek iltizama verilmesinin sonuçları Merkezî bürokrasi, tüm çırpınışlarına rağmen, Batıdan gelen para ve fiyat hareketlerinin yarattığı malî krize bir çözüm bulamamış, gelirlerle giderler arasındaki muazzam dengesizlik devlet bütçesini tamamen altüst etmişti. 16. yüzyılın sonunda (1597) devletin giderleri gelirlerinin üç katına çıkmıştı. Açıkçası bu, devlet hazinesinin iflâsı anlamına geliyordu. Bu durumda yeni gelir kaynaklarına şiddetle ihtiyacı olan Osmanlı devletinin elinde, tarım gelirleri dışında başkaca bir hazır gelir kaynağı bulunmuyordu. Ne var ki, yıllardan beri uygulanan askerî tımar sistemi nedeniyle, bu tarım gelirlerinin de çok azı merkezî hazineye girebilmekteydi. Çünkü uzun süre Osmanlı devleti, diğer alanlardaki (ticaret, endüstri, maden, gümrük vb.) uygulamalarından farklı olarak, tarım gelirlerini bir mukataa (hazine geliri) olarak düşünmemiş, bu gelirleri kendi askerî memuruna (sipahiye) bir geçim kaynağı (dirlik) olarak bırakmıştı. Fakat, ekonomik ve malî bunalım döneminin koşulları, iktidardaki kapıkulu bürokrasiyi şimdi sipahinin gelirlerine de el atmaya yöneltecekti. Hatırlanacağı üzere, “iltizam” denilen gelir toplama usulü, Osmanlı devleti için yeni bir şey değildi. Hazineye “peşin para girişi” sağlamak amacıyla, Osmanlı devletinin tüm ekonomik faaliyet alanlarında (örneğin ticaret, endüstri, madenler, gümrük, darphane, cizye toplama vb.) öteden beri uygulayageldiği bir usuldü bu. Buna göre devlet, hazineye ait olan ekonomik gelir kaynaklarının (mukataalar) işletim hakkını veya söz konusu gelirlerin toplanması yetkisini, peşin bir ödeme karşılığında, mültezim denilen özel kişilere devrediyordu. İhale (artırma) yöntemiyle yapılan bu imtiyaz devir işleminde, devlet kendisine en çok parayı ödeyen veya ödemeyi taahhüt eden kişilere “mültezimlik” beratı (yetkisi) veriyordu.
16
Eylül 2006 • sayı: 18
İşte Osmanlı devleti diğer iktisadi alanlarda uyguladığı bu gelir toplama usulünü (mukataa ve iltizam), şimdi tarım alanında (toprakta) da uygulamaya başlamıştı. Vergi toplama usulünde yapılan “masumane” bir değişiklik gibi görünen bu “usul” değişikliği, aslında Osmanlı’nın geleneksel toprak rejimini tümden tasfiyeye yönelik esaslı bir değişiklikti. “İltizam usulü” denen bu yeni uygulamada, toprağın mülkiyeti, eskisi gibi gene devlette kalıyordu. Toprağın tasarrufu (kullanımı) da, aynı biçimde, reaya çiftçiye ait oluyordu. Ne var ki, eskiden reaya toprağın rantını (artık-ürünü) tımarlı sipahiye veya dirlik sahibi olan diğer askerî kişilere öderken, şimdi sipahinin yerini alan mültezime ödeyecekti. Mültezim denen kişi, hazine adına reayadan vergileri toplayacak olan kişiydi. Osmanlı devleti diğer iktisadi alanlarda uyguladığı gelir toplama usulünü (mukataa ve iltizam), şimdi tarım alanında (toprakta) da uygulamaya başlamıştı. Vergi toplama usulünde yapılan “masumane” bir değişiklik gibi görünen bu “usul” değişikliği, aslında Osmanlı’nın geleneksel toprak rejimini tümden tasfiyeye yönelik esaslı bir değişiklikti. “İltizam usulü” denen bu yeni uygulamada, toprağın mülkiyeti, eskisi gibi gene devlette kalıyordu. Toprağın tasarrufu (kullanımı) da, aynı biçimde, reaya çiftçiye ait oluyordu. Ne var ki, eskiden reaya toprağın rantını (artık-ürünü) tımarlı sipahiye veya dirlik sahibi olan diğer askerî kişilere öderken, şimdi sipahinin yerini alan mültezime ödeyecekti. Osmanlı devleti 16. yüzyılın sonlarına doğru başlattığı bu uygulamayla birlikte, mültezim denilen özel vergi toplayıcısı kişilere tımar gelirlerini önce bir yıllığına, daha sonra da uzun sürelerle satmaya başlayacaktı. Mültezimler, devlete ödemeyi taahhüt ettikleri vergi gelirlerinin bir kısmını peşin, geri kalanını taksitler halinde hazineye ödüyorlar, köylüden fiilen topladıkları vergi gelirlerinin tamamı ise kendilerine kalıyordu. Devlete ödemeyi taahhüt ettikleri miktar ile, köylüden fiilen topladıkları miktar arasındaki pozitif fark, mültezimlerin kazancı oluyordu. Tabii bu durumda mültezimler, devlete ödemeyi taahhüt ettikleri miktarın çok çok üstünde bir miktarı köylünün sırtından çıkarabilmek için köylüye sürekli baskı yapacak ve onu canından bezdireceklerdi. Kuruluşundan beri Osmanlının despotik-militer gücünün ekonomik temelini oluşturmuş bulunan klasik toprak düzeninin bu şekilde tasfiyeye girişilmesi olayı, dirlik düzeni çerçevesinde oluşmuş önceki sosyo-ekonomik yapıların ve siyasal kurumların da esaslı bir şekilde bozulmasına ve köylünün tepesinde sömürücü yeni güç odaklarının doğmasına yol açacak kertede önemli bir olaydı. Nitekim, tarımda iltizam usulünün uygulanmasıyla, yani vergi toplayıcılığının özelleştirilmesiyle ortaya çıkan mültezimler, reayanın sömürülmesi sürecinde dev-
Eylül 2006 • sayı: 18
letle ortaklık kurarak bir hayli zenginleşecekler, servet ve güç biriktirme konusunda neredeyse merkezî bürokrasiye (devletlû sınıfa) rakip çıkacak bir duruma geleceklerdi. Daha önce de belirttiğimiz üzere, toplum sınıfları karşısında devletin merkezî-despotik yapısını güçlü kılmak, Osmanlı yönetici sınıfı, özellikle de kapıkulu bürokrasi için her zaman önde gelen bir ilke olmuştu. Kendi iktidarlarının devamı buna bağlıydı çünkü. Merkezî devlet yapısını güçlü kılmanın yolu ise, devlet hazinesini güçlendirmekten geçiyordu tabii ki. Tüm malî ve ekonomik politikalarını buna endekslemiş olan saray ve yönetici bürokrasi, devletin tekeli altında bulunan iktisadî alanlara (iç ve dış ticaret, tarım, endüstri, madenler vb.), Batı’da olduğu gibi “bir ekonomik yatırım ya da üretim alanı” olarak değil, merkezî hazineyi (dolayısıyla despotik devlet aygıtını) doyuracak birer malî gelir kaynağı (mukataa) olarak bakıyordu. Çünkü, ekonomik yatırım, üretim vb., bunlar Osmanlı devletini ilgilendiren şeyler değildi. Onu ilgilendiren tek “ekonomik faaliyet (!)”, kendi tekeli altında tuttuğu her türlü iktisadî faaliyet alanlarında, iş yapmak isteyenlere imtiyaz ve tekel hakkı satmak ve karşılığında hazineye gelir sağlamaktı. Osmanlı düzeninde hiç kimse, devletten bu imtiyaz beratını almadıkça, ticaret veya başka bir iş yapamazdı. Devletten bu imtiyaz beratını alarak devlet mukataalarının işleticisi olan adamlar (mültezimler), hazineye nakit akışını sağlayan birer “hizmet kulu” idiler devletlû sınıfın gözünde. Toplum sınıfları karşısında devletin merkezî-despotik yapısını güçlü kılmak, Osmanlı yönetici sınıfı, özellikle de kapıkulu bürokrasi için her zaman önde gelen bir ilke olmuştu. Kendi iktidarlarının devamı buna bağlıydı çünkü. Merkezî devlet yapısını güçlü kılmanın yolu ise, devlet hazinesini güçlendirmekten geçiyordu tabii ki. Toplumun üretici sınıflarının, yani kırın ve kentin emekçilerinin ürettiği ürünleri devlet adına sağan, ama kendileri de bu işten bir servet kazanan bu mültezimler kimin nesiydiler acaba? Osmanlı devleti öteden beri kendi tekelinde bulunan pek çok iktisadi faaliyet alanında mukataa ve iltizam uygulamasını kural haline getirdiği için, Osmanlı toplumu da bu işlerle uğraşan adamların yabancısı değildi kuşkusuz. Sonuçta, mültezim denilen bu adamlar, hazineye ait gelir kaynaklarını belli bir pay karşılığında hazine adına işleten bir nevi hazine murabahacısı (tefeci) gibi idiler. Mültezimlik yapmak için devletten imtiyaz beratı alan bu insanlar, besbelli ki bu işe “para kazanmak” için para yatıran, dolayısıyla belli bir sermayeye sahip olan insanlardı. Yani mukataacı ya da mültezim olabilmek için birinci şart, belli bir servete, paraya sahip olmaktı. O zaman da şöyle esaslı bir soru çıkıyor ortaya: Osmanlı’da bütün iktisadî kazanç alanları devletin tekeli altında bulunduğuna göre, bu insanların elindeki paranın suyu nereden geli-
marksist tutum
yordu acaba? Başka bir şekilde soracak olursak, böyle bir despotik-devletçi düzende, mültezimlik yapacak parayı kimler, nereden bulabiliyordu acaba? Paranın suyu iki kanaldan akıp geliyordu. Birincisi, devletin tekeli ve denetimi altındaki çeşitli iktisadi alanlarda hazine ile mukataa ve iltizam işleri yapan tüccarların ve genelde gayrı müslim tebaadan olan sarrafların elinde biriken servetler. İkincisi ise, devletlû sınıfın, yani yönetici bürokrasinin (en alttaki yeniçerisinden en üstteki sadrazamına) maaş, dirlik geliri, rüşvet ve nüfuz ticaretinden edindiği servetler. Her ne kadar bu servetler iki ayrı kanaldan geliyor görünse de, aslında tek bir kaynaktan, topraktan çıkıyordu. Evet, iki ayrı kanaldan akıp gelen servetin ana kaynağı toprak geliri, yani reayanın ürettiği artık-ürün kütlesi idi. Onun için, elinde parası olan herkes (sadrazamından vezirine, kadısından müderrisine, tüccarından sarrafına vb.), kendi kesesini veya küpünü doldurmak için bu kaynağa (toprağa) hücum edecekti. Tımarların mukataaya çevrilmesinden sonra toprakta uygulanan iltizam usulü ise, bu talanın gerçekleşmesini sağlayan bir mekanizma oldu.
Toprak gelirleri çevresinde oluşan saadet zinciri Tımarları sipahilerin elinden alarak parası olanlara vermek (Osmanlı’nın deyimi ile “tefviz” etmek), yani açıkçası birilerine “rüşvet” karşılığında bir gelir kaynağından yararlanma imtiyazı vermek, 17. yüzyılda artık resmen tanınan bir işlem haline gelmişti. Bu dönem aynı zamanda, kapıkullarının da iktidardan tasfiye olduğu ve iktidarın bütün iplerinin “saray adamları” denen kesimin eline geçtiği bir dönemdir. Dolayısıyla, rüşvetle yürüyen bütün bu mansıp ve iltizam ticareti işlerini, artık kapıkulları değil, sarayı ve hazineyi hükmü altında tutan bu saray adamları yönetiyordu. Böylece, sarayda odaklanan bu mansıp, rüşvet ve iltizam ticareti, aşağıda göreceğimiz üzere, bürokrasi-mültezim-sarraf arasında tam bir saadet zinciri oluşturarak 17 ve 18. yüzyıllara damgasını vuracaktı. 17. yüzyıldan önce, yani despotizmin klasik devlet düzeni henüz bozulmazdan önce, Osmanlı yönetici sınıfına mensup yüksek devlet ricali (askerî ve idarî kapıkulu aristokrasi), toplum sınıflarından tamamen ayrı bir sınıf (devletlû sınıf ) olarak, her zaman toplumun üstünde durmaya ve toplum sınıflarıyla iç içe geçmemeye hep özen göstermişti. Nitekim böyle olduğu için, despotik devletin yönetim organlarında (devlet katında), toplum sınıflarından olan birinin (örneğin, reaya, tacir, sarraf vb.) yer alması söz konusu olamazdı. Bunların devlet yönetiminde yer alabilmeleri ancak bir koşulla mümkün olabilirdi: Geldikleri sınıfla bağlarının tamamen kesilmesi ve devlet sınıfına eleman yetiştiren ocaklardan birinde eğitim görerek kul haline gelmeleri. Anlaşılacağı üzere, bu uygulama, kendini toplum sınıflarından tamamen ayrı tutan ve kendi iktidarını
17
marksist tutum
toplum sınıflarına (tebaaya) bir tanrı buyruğuymuş gibi dayatan despotik bir gücün (saray ve kapıkulu aristokrasisi) yerleştirdiği bir uygulama idi. Ne var ki, Osmanlı sistemini temellerinden sarsan 17. yüzyıldaki iktisadî ve malî bunalım, her şeyi olduğu gibi Osmanlı yönetici sınıfının yerleştirdiği bu kuralı da bozacaktı. Özellikle Kanuni Süleyman’ın son döneminde saray ve kapıkulu aristokrasi, hazinenin gelirlerini arttırabilmek için kapitülasyon siyasetini (yani iltizam usulünü) toprak gelirlerine de uygulamaya başlayınca, kendi prensiplerine aykırı pek çok sonuçla karşılaşmaktan kaçınamayacaktı. Örneğin, toprakta başlatılan bu uygulamadan sonra sipahi tımarları da bir “hazine mukataası” haline gelince, saray ve merkezî bürokrasi toprakta iltizam işleriyle ve bununla bağlantılı olarak mevki ve mansıp ticaretiyle uğraşmaya başlayacaktı. Ve o güne kadar kendi altında bir “hizmetkâr” olarak gördüğü ve “reaya” olarak tanımladığı toplum sınıflarından insanlarla aynı işi yapar hale gelecek, hatta onlarla ortaklıklar bile kuracaktı. Nitekim iltizam işinde en büyük rolü üstlenen sarrafların, bu işle ilgili olarak kurdukları gizli ortaklıkların bir ucunun saraya, padişahın çevresine kadar uzandığı bilinmektedir. Taşrada ise bu işleri, saray ve merkezî bürokrasinin taşradaki temsilcileri konumunda olan valiler, paşalar, vezirler yapmaktaydı. Ayrıca, daha önce taşrada tımar dirliği edinmiş olan ulufeli kapıkulu süvariler ve yeniçeriler, ulemaya mensup kadılar ve müderrisler de iltizam işlerine girişmişlerdi. Kısacası, 17 ve 18. yüzyıllar, Osmanlı toplumunda tımar sisteminin tamamen çözüldüğü, mültezimliğin ise altın çağını yaşadığı yüzyıllar oldu. Bu yüzyıllarda Anadolu’da tımarların çoğu mukataaya çevrilmiş ve bu mukataaların çoğu da zengin mültezimlerin eline geçmiş durumdaydı. Bu mukataa ve iltizam işlerinin kilit mevkiinde ise sarraflar bulunuyordu. Çünkü, mültezimler mukataaları iki yıllığına aldıkları ve bu süre içinde devlete yapacakları ödemeleri genellikle taksitle yaptıkları için, onlara birilerinin kefil olması gerekiyordu. İşte bu kefalet işini, bir faiz-komisyon karşılığında sarraflar yerine getiriyordu. Bunların en önemlileri ise, devletin resmen tanıdığı “hazine sarrafları” idi. Bunlar, mültezimlerin hazineye ödemesi gereken parayı peşin olarak kendileri hazineye öderler, sonra da bu parayı mültezimlerden faiziyle tahsil ederlerdi. Dolayısıyla, sarrafın kefilliği olmadan hiçbir iltizam işi yürümezdi. Bu sarraflar ile devletlû sınıf mensupları (valiler, paşalar, vezirler) arasındaki ilişkinin niteliğini, 18. yüzyılda olayları yerinde izleyen bir İngiliz gözlemcinin şu satırları çok iyi anlatıyor: “İmparatorluğun en zengin ve en ticaretçi halkı Ermenilerdir. Bunlar, servetleri ile Bab-ı Âlînin elde edebileceği en emin garantilerdi. Türkçe bilmeleri, ticaretin bütün inceliklerinden anlamaları sayesinde, reaya olmakla beraber kendilerini bir paşaya en faal, en kabiliyetli iş adamı, sağlam bir banker, uysal bir alacaklı olarak göstermek gibi çeşitli vasıfları olan kişilerdi. Gelirler çok defa
18
Eylül 2006 • sayı: 18
ayn halinde (ürün olarak -M.S.) toplandığından Ermenilerin tüccarlık tarafı, bankerlik taraflarına eklenir, onları en faydalı bir unsur yapar; kendilerine hızla servet yığma imkânlarını sağlar. Bu çeşit ticareti yapmak için hayli sermaye lâzımdır. Türkiye’de paşa sayısı kadar Ermeni sarraf vardı. Eğer bir Ermeni sarraf bir paşaya kefalet vermezse o paşa âdi bir fert durumuna düşer. Sarraflar gerçekte vilâyetleri kâr etmek için iltizama alırlardı. Bunlar o kadar çok güçlenmişlerdir ki bir banker, bir eski valiye, eski sarrafından borçlarını tamamen ödediğine dair bir vesika getirmedikçe kefalet vermezdi. Bir paşa, tayin edildiği bir vilâyete giderken yanındaki mahrem adamı, çok defa sarrafın akrabalarından biridir. Bütün para işleri onun elinden geçer. Bunların komisyon vesair avaidi büyük yekûnlar tutar. Vilâyetin gelirlerini o tesellüm eder, malları üzerinde o ticaret yapar, bu malları düşük fiyatla o satın alırdı. Her paşaya böyle sülük gibi yapışık bir sarraf temsilcisi vardı. Vali onun avucunun içindedir. Onun bütün işlerini kontrol eder, malî kaynaklarını elinde tutar. Onu, çeşitli şiddet ve soyma eylemlerine iter; yapılan soygunculuktan ona ancak bir parça bırakır. Paşa onu atamazdı, çünkü mevkiini onun vereceği kefalete borçludur. İşte, Türkiye böyle kalp bankerlerle, böyle bezirgânlarla, böyle spekülatörlerle tahsil eder gelirlerini.” (Aktaran Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, c.1, s.256, Gerçek Yay., Mayıs 1970) Görüleceği üzere, bu bozuk düzenli despotizm döneminde İmparatorluk, bürokrasi, mültezim, tüccar ve sarraflardan oluşan bir yağmacılar güruhunun elinde kalmıştır. Hiç kuşkusuz, böyle bir dönemde halktan sökülüp alınan paraların büyük bir kısmı, bu aracı-yağmacı güruhun cebine girerken, ancak çok küçük bir kısmı devletin hazinesine ulaşabiliyordu. Bu bozuk düzenli despotizm döneminde iltizam usulünün uygulanması da zaman içinde değişikliğe uğradı. Önceleri tımar gelirlerinin toplanması işi, mültezime bir iki yıllığına verilirken, sonradan ömür boyu verilmeye başlandı. Böylece, mültezim denen kişi, hayatta kaldığı sürece toprağın gelirinden yararlanma hakkını elde etmiş oluyordu. Osmanlı’nın ilk dönemlerindeki bir uygulamadan esinlenerek “malikâne sistemi” adı verilen bu uygulama, ilerde göreceğimiz üzere, toprağın gelirinin yanı sıra, toprağın tasarrufunun da kişilerin eline geçmesine yol açan bir uygulama oldu. Bu dönemde devletten malikâne alan nüfuzlu kişiler, bu toprağın tekrar devlete dönmesini engellemek için, onu her türlü müdahaleden bağışık olan vakıf mülke çevirerek ellerinde tutmanın yolunu da bulmuşlardı. Böylece, kişilerin tasarrufunda olan malikâne mülklerin yanı sıra, vakıf mülkler de yaygınlaşmaya başlamıştı. Bu oluşumların hepsi, resmen olmasa bile fiilen, toprağın mülkiyetinin kişilerin eline geçmesi anlamına geliyordu. İlerde göreceğimiz üzere bu durum, toprakta “ağalık”, “derebeylik” gibi güçlerin oluşmasına ve reayanın daha da korkunç bir biçimde sömürülmesine neden olacaktı. (devam edecek)
A
sker-sivil bürokrasi öncülüğündeki burjuva kesimlerin AKP hükümeti üzerindeki baskısı Danıştay provokasyonuyla doruk noktasına çıkmıştı. Ancak hükümet bu provokasyonu boşa çıkarmış ve sonrasında birtakım taviz ve geri adımlarla da olsa koltuğunu muhafaza etmeyi başarmıştı. Bu baskının unsurlarından birisi erken seçim zorlamasıydı. Şimdi gelinen noktada bir erken seçim sorunu gündemden çıkmış görünmekle beraber, o tartışmalardan bu yana Türkiye’de bir seçim düzlemine girilmiş durumda ve seçim sorununun önümüzdeki aylarda gündemde giderek daha fazla yer tutacağı da muhakkak. Seçim baskısının yoğunlaştığı günlerde AKP’ye seçimler ve parlamento düzleminde bir alternatif çıkarabilmek için sermaye partilerinden çeşitli cephe formülleri ortaya sürüldü. Karayalçın ve Ecevit’in esasen CHP’ye seslenen sözde “sol cephe” önerilerine karşılık CHP de “sağa açılım” diye anılan bir hamle yaparak kendi cephe önerisini yaptı. Bir tür “laik-milliyetçi cephe” formülü olan bu öneri, Türkiye’deki siyasete ilişkin bazı olgu ve eğilimleri tespit etmek için bir vesile sunuyor. Bizce iki husus burada öne çıkarılmalıdır. Birincisi Türkiye’deki siyasal tablonun genel görünümünde ortaya çıkan ve milliyetçi eğilimlerin yükselişi biçiminde kendini gösteren tehlikeli gidişattır. Bu durum, başta işçi hareketinin zayıflığı olmak üzere, Kürt sorununun kangrenleşmesi ve özellikle Ortadoğu odaklı olarak dünya çapında siyasal dengelerde yaşanan yeni çatışma ve değişimlerin bir sonucu ve ifadesidir. Bu nedenle önümüzdeki dönemde şovenizme ve milliyetçiliğe karşı mücadelenin önemi artarak devam edeceğinden, bunun altında yatan hususları değişik yönlerden tekrar tekrar hatırlamak ve vurgulamak gereklidir. İkincisi ise CHP ve Kemalizm olgularının sol kavramıyla ilişkisi sorunudur. CHP’nin “sağa açılım” hamlesinin bir tuhaflık ya da ilginçlik olarak medyada yankı bulmasının altında onun sol olarak algılanması da yatmaktadır. Bu da sol kavramının netleştirilmesi gereğini ortaya çıkarmaktadır. Bunu CHP ile Kemalizm ve sosyal demokrasi ilişkileri bağlamında yapmak gereklidir. Bu elbette devrimci hareketin ezelden beri Kemalizm ve CHP konusunda taşıdığı yanılsamaları bilince çıkarmak anlamına da geliyor.
Sol Nedir? CHP Kimdir? Levent Toprak
19
marksist tutum
“Sağa açılma” ne anlama geliyor? Bir yandan dünya kapitalizminin bunalımı ve hegemonya kavgasıyla diğer yandan da Kürt sorununun gelişimiyle belirlenen son yılların iç politik gelişmeleri, etkili bir işçi hareketinin yokluğunda Türkiye’de şovenist milliyetçiliğin yükselişi için zaten çoktandır bir zemin oluşturmaktaydı. Ancak Öcalan’ın 1999’da tutuklanması ve PKK’nin o günden 2005 yılına kadar sürdürdüğü ateşkes görece bir yumuşama sağlamıştı. ABD’nin Irak’a saldırması ve ardından başlayan işgal süreci sonucu güneyde rüşeym halinde bir Kürt devletinin oluşması, Kürt sorununun çözümü için aradan geçen uzun dönemde dişe dokunur bir adım atmayan TC’nin korkularını yeniden depreştirdi ve Kürt hareketine yönelik saldırılar tırmandırıldı. Bu nedenle ateşkes süreci 2005’te sona ermiş ve düşük yoğunlukla da olsa savaş süreci yeniden başlamıştır. Bu durum aynı zamanda genelde milliyetçiliğin ve özelde de şovenizmin yeni bir yükselişi için zemin hazırladı. Dört bir koldan çalışan özel savaş aygıtı bunu çeşitli biçimlerde körükledi ve o günlerden bu yana ülkenin değişik bölgelerinde linç girişimlerine kadar varan milliyetçilik histerileri yaşanmakta. Bu şartlar altında hem sermaye partileri hem de kendine sosyalist diyen birçok parti milliyetçi rüzgârı kâh pompalamaya kâh ona uyarlanmaya çalışmaktadır. CHP’nin “sağa açılımı”nın bir boyutu budur. ABD’nin Ortadoğu’ya ilişkin planları uzunca bir süredir biliniyor ve artık bu planlar ayrıntılı haritalar biçiminde ortalığa saçılmış durumda. Bu planlar 1. Dünya Savaşından sonra sınırları esasen İngiliz emperyalizmi tarafından çizilen Ortadoğu’nun haritasını da değiştirmeyi hedefliyor. Bu planlarda, kendi varlığı eski dünya konjonktüründe biçimlenmiş olan TC’ye yönelik bazı kayıplar da öngörülüyor. Esasen, Ekim Devriminin açtığı olanaklar sayesinde, TC adı altında bugünkü yapısına ve sınırlarına sahip bir devlete kavuşan Türk egemen sınıfı o günden bu yana bu statükonun tartışılmasına bile tahammül göstermedi. Ekim Devrimi her ne kadar daha 20’lerin ikinci yarısında bürokratik bir karşı-devrimle tasfiye edildiyse de dünya tarihinde 1980’lerin sonuna kadar süren bir parantez açılmıştı. Başka birçok olgu gibi TC de temelde bu parantezin ürünüydü. SSCB’nin çöküşü bu tarihi parantezin kapanışını simgeliyordu ve bu çöküşle birlikte eski dünya düzeninin de çanları çalmış oluyordu. Bu, şüphesiz yepyeni bir tarihi düzlemde, eski defterlerin açılması anlamına geliyordu. TC’nin kuruluş döneminde Rumlar ve Ermenilere karşı çeşitli vaatlerle Osmanlı paşalarıyla ittifaka sürüklenen Kürtler daha sonra defalarca okkanın altına gitti. Ama haklı ulusal özlemleri o günlerden bu yana dinmeyen Kürt halkı, bölünmüş olduğu dört ülkede de defalarca isyan etti. Şimdi Mahabad Cumhuriyeti’nden bu yana ilk defa tarihsel Kürdistan’ın güneyinde fiili bir devlet oluşumu var.
20
Eylül 2006 • sayı: 18
Bu oluşumun diğer ülkelerdeki Kürtler ve bu ülkelerin egemenleri için ifade ettiği anlamı uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Bu durum Türkiye için bir tarihsel kırılma noktasına işaret ediyor ve Türkiye egemen sınıfının özellikle kurucu asker-sivil bürokrasi öncülüğündeki kesimi tarafından korkuyla karşılanıyor. Bu kesim, kendi devletiyle benzer bir konjonktürde doğmuş ya da benzer bir konjonktür temelinde varolmuş birtakım devletlerin 80’lerin sonundan itibaren dağıldığını, bileşenlerine ayrıştığını görmektedir ve o nedenle korkusu yersiz değildir. Kurucu asker-sivil bürokrasinin günümüzdeki uzantıları için bölünme korkusuna eklenen ikinci bir korku da, yine TC’nin inşa sürecine damgasını vuran hususlardan biri olan laiklik sorunuyla ilgili olarak İslamcı hareketin yükselişi olmuştur. Bu yükseliş 90’lı yıllarda büyük bir ivme kazanmış ve İslamcı hareket ülkedeki en güçlü siyasal hareket düzeyine ulaşarak iktidara gelmiştir. Bu durum bir tür yarı darbe niteliğinde olan 28 Şubat’a yol açmıştır. 28 Şubat Türkiye’de siyasal arenayı yeniden tanzim ederek, koordinatları yeniden tanımlamıştır. Bu temelde Milli Görüş çizgisi (Refah Partisi çizgisi) marjinalize edilmiş ve bu hareketin içinden çok daha yumuşak muhafazakâr bir akımın (AKP) çıkması sağlanmış; değişik parti ve kurumlarda laikliği ve Kemalizmi vurgulayan 28 Şubatçı siyasal eğilimler güçlenmiş; şovenizme de yeni bir itilim verilmiştir. CHP bu 28 Şubatçı çizginin en önde gelen savunucularından biri olmuştur. Ama bu 28 Şubat etkisi CHP ile sınırlı kalmamıştır. Yeri gelmişken belirtelim ki kendine sosyalist diyen bazı parti ve gruplar bile kendilerine bu doğrultuda “balans ayarı” yaparak ordunun dümen suyunda kendilerine siyasal ikbal aramaya başlamışlardır. CHP’nin “sağa açılımı” aslında onun bir süreden beridir bu şartlar altında yaşamakta olduğu aslına rücu edişi yalnızca tescillemektedir. Asker-sivil bürokrasi öncülüğündeki kesimler kendi çıkarlarının bir ifadesi olan Kemalist devleti ve rejimi yeni dünya şartlarında koruma gayretindedir ve parlamenter siyaset düzleminde CHP bu çıkarların giderek ön plana çıkan sözcüsü konumuna hızla evrilmektedir. Bu tam da CHP’nin köklerine, doğuşuna uygun bir misyondur. Burada hatırda tutulması gereken önemli bir nokta, CHP’nin 70’lerden bu yana sürdürüyor göründüğü ve hiçbir zaman başarılı olmamış olan sosyal demokratlaşma çabalarının son bulması ve sürecin 2000’lere özgü bir Kemalizmle sonuçlanmış olmasıdır.
Sol kavramının kökeni ve gelişimi Türkiye’deki yaygın kanıya göre CHP sol bir partidir ve bu ortalama insana da böyle belletilmiştir. Bu, ülkenin siyasal sisteminin genel çerçevesinin ve bunu hazırlamış olan tarihsel geçmişin bir ürünüdür. Şüphesiz her kavram, bir ucu geçmişe bir ucu geleceğe açılan hareketli, diyalektik bir niteliğe sahiptir. Ancak, bu diyalektik hareketlilik
Eylül 2006 • sayı: 18
ve değişim olgusu, kavramın özünde içermediği anlamlara getirilecek şekilde istismar edilmesini haklı göstermez. Siyasal kavramlar olarak sağ ve sol kavramları, başka birçok modern siyasal kavram gibi Fransız Devriminden doğmuştur. Devrim meclisinde eski düzenin, yani krallığın, aristokrasinin ve ruhban sınıfın çıkarlarını savunanlar mecliste başkanın sağında kalan sıralarda, bunlara karşı çıkanlar ise soldaki sıralarda oturuyorlardı. Böylece eski düzene karşı tavrın meclis oturma düzeniyle ilişkilenmesi sonucu sağ ve sol kavramları doğdu. Döneme ve ülkeye göre değişebilen somut konumların ötesinde, genel olarak sağ, siyasal ve toplumsal anlamda gericiliği, tutuculuğu; sol ise ilericiliği, insanlığın gelişimi yönünde değişime açıklığı, daha fazla özgürlüğü temsil eden kavramlar olarak şekillenmişlerdir. Fransız Devrimi döneminde radikal burjuvazinin siyasal temsilcileri soldu, aristokrasininkiler sağ. Ancak kapitalizmin ilerici barutu tükendiği ölçüde burjuvazi sağın, devrimci işçi sınıfı ise solun genel adresi oldu. İşçi sınıfı bir sınıf hareketi olarak kendisini ortaya koyduğu andan itibaren hem bir zamanların devrimci burjuvazisinin savunduğu ve insanlığın tarihsel ilerleyişini temsil eden değerlere daha tutarlı biçimde sahip çıkmış, hem de bunun ötesine geçerek kendi sınıf doğasının ve tarihsel gerçekliğinin gereği olan daha evrensel değerlerin savunucusu olmuştur. Burjuvazi siyasal ayrıcalıkların kaldırılmasını savunurken işçi sınıfı bunun ötesine geçerek toplumsal ayrıcalıkların kaldırılmasını savunmuştur. Zaten bir dönem işçi hareketi tarafından kullanılan, ama teorik olarak hatalı “sosyal demokrasi” terimi de buradan doğmuştur. Bu tablo şüphesiz sağ ve sol kavramlarının dünya tarihsel ölçekteki genel değişimini özetlemektedir. Tek tek ülkelerdeki sınıf mücadelelerinin farklı seyri, farklı siyasaltoplumsal gelenekler gibi faktörler değişik ülkelerde siyasal yelpazenin farklı görünümler oluşturmasına yol açmıştır. Örneğin Avrupa’da genel olarak işçi hareketi kökeninden gelen sosyal-demokrat ya da sosyalist bir parti ve bunun karşısında muhafazakâr ya da liberal bir parti yer alırken; ABD’de Avrupa’daki gibi kitlesel bir sosyal demokrat parti yoktur. Bilindiği gibi ABD’de siyasal yelpazenin iki ana unsuru, köken olarak işçi hareketiyle hiçbir ilgisi olmayan Cumhuriyetçi Parti ile Demokrat Partidir. Türkiye’de CHP’nin solcu olarak algılanmasını andırır biçimde ABD’de de Demokrat Parti solcu olarak algılanmaktır. Tek tek ülkelerdeki özgün durum ve oluşumlar, özgün siyasal hareketler ve çeşitli sorunlarda takınılan özgün siyasal tutumlar şüphesiz somut incelemeyi gerektirirler. Ama yine * 1848 devrimleri sürecinde ortaya çıkan bu kavram Marx ve Engels tarafından doğru bulunmadığı halde Ekim Devrimine kadar Marksistler tarafından kendilerini adlandırdıkları bir kavram olarak sahiplenildi. Ancak Ekim Devrimiyle birlikte Marksistler kendilerini komünist sıfatıyla adlandırmaya başladılar. Reformistler ise sosyal demokrat kavramını sahiplenmeye devam ettiler. Avrupa’daki “sosyalist parti” ya da “işçi partisi” gibi adlar taşıyanlar partiler de bu kategoridedirler.
marksist tutum
de genel referans noktası olarak emperyalizm çağına girildiği andan itibaren solun gerçek adresinin işçi sınıfı ve sosyalist hareket olduğunu belirlemek gereklidir. Diğer taraftan sol kavramına ilişkin başka türde çeşitlilikler de söz konusudur. İşçi hareketine dayanan parti ve örgütler düşünüldüğünde devrimci ve reformist sol olmak üzere kabaca iki kategori ayırt edilebilir. Ayrıca, küçükburjuva demokrasisi olarak tarih sahnesine çıkmış olan radikal hareket ve partiler de küçük-burjuva sol olarak genel sol kavramı içinde yer almışlardır. Daha karmaşık görünen bir olgu da, reformist işçi partilerinin ve küçük-burjuva sol hareketlerin çoğunun, güttükleri siyaset bakımından burjuva solu olarak nitelenebilecek bir konuma yerleşmiş olmalarıdır. Örneğin bugün Avrupa’daki sosyal demokrat partilerin konumu genel olarak budur. Bu son nokta kapitalizmin halen işlemekte olan çok önemli bir eğilimini ortaya koyuyor. Kapitalizm varolmaya devam ettiği ölçüde, bir yandan dünyayı daha fazla entegre etmekte ve farklı tarihsel geçmişlerden kaynaklanan özgünlükleri silikleştirmekte, diğer yandan da yaşadığı tarihsel bunalım içinde eski anlamıyla sosyal demokrat solun varlık zeminini aşındırmaktadır. Eskinin sosyal demokrat partilerinin bugün ekonomik politikalar alanında muhafazakâr sağ partilerden farklı bir uygulaması bulunmamaktadır. 2. Dünya Savaşının bitiminden 80’lere kadar olan dönemde bu partiler şartların elvermesi ya da zoruyla, bölüşüm alanında işçi sınıfı lehine birtakım reformları hayata geçirebiliyorlardı. Ama 80’lerle birlikte o günler geride kaldı. Dünya burjuvazisinin nazarında komünist tehlike ortadan kalkıp, işçi sınıfı da birkaç kuşak boyunca pasifize edilince, krizin bastırdığı koşullarda artık o sosyal demokrat politikalar ıskartaya çıkartılmaya başlandı. Sosyal demokrat partilerin geçirdiği evrime benzer bir evrimi, azgelişmiş ülkelerde ulusal kurtuluş mücadeleleri-
21
Eylül 2006 • sayı: 18
marksist tutum
1973’te Ecevit’in CHP’si sahte bir sol söylemle emekçi kitlelerden büyük bir destek görmüştü.
ne liderlik etmiş parti ve hareketler de kendi tarzlarında geçirmişlerdir. Bu tür ülkeler büyük bir çeşitlilik göstermekle birlikte, buralardaki siyasal yelpazenin ana unsuru genellikle anti-sömürgeci mücadeleye önderlik etmiş partiler olmuştur. Eğer Çin, Vietnam, Küba gibi, işçi ve emekçiler üzerinde sömürücü bürokratik diktatörlüklerin kurulduğu ve başka bir siyasal oluşuma izin verilmeyen ülkeler kategorisini bir yana koyacak olursak, diğer ülkelerdeki ana partiler genellikle sola dahil edilmiş, öyle gösterilmişlerdir. Hindistan’daki Kongre Partisi, Meksika’daki Kurumsal Devrimci Parti, Endonezya’da Sukarno’nun partisi gibi daha birçok örnekte bu böyledir. Bu tür partiler, zamanında, genellikle Üçüncü Dünya milliyetçiliği olarak adlandırılan bir eğilimi temsil etmişler, Batılı emperyalistlere kafa tutmuşlar ve genellikle devletçi ekonomik politikalara ağırlık vermişlerdir. Bunlardan bazılarını burjuva solun bir türü olarak nitelemek mümkündür ve işçi hareketinin ya da sosyalist hareketin bunların kuyruğuna takılmaları her zaman hüsranla sonuçlanmıştır. Diğer taraftan bu burjuva sol partiler de zaman içinde Batının sosyal demokrat partileri gibi son çeyrek yüzyılın neoliberalizmine uyarlanmaya başlamışlar ve eski özgün konumlarını terk ederek klasik tipte burjuva partiler haline gelmişlerdir. Sosyal demokrasinin, küçük-burjuva demokrasisinin ve ulusal kurtuluşçu hareketlerin son çeyrek yüzyılda birbirinden çok farklı ülkelerde giderek aynı politikaları savunur hale gelmesi olgusu, aslında sol kavramı açısından da sahneyi temizleyici ve netleştirici bir rol oynamaktadır.
CHP ve sol Ecevit’in 60’ların ortasında “ortanın solu” kavramını ortaya atmasına kadar CHP’nin sol kavramıyla bir ilintisi bulunmuyordu. Yani o güne kadarki 40-45 yıllık varlık
22
CHP’nin sol kavramıyla flörtü başlayana kadarki uzun sicili, amansız bir komünizm ve işçi düşmanlığıyla bezelidir. 60’lı yıllara kadar CHP en sıradan işçi haklarının bile karşıtı olmuştur. CHP diğer sosyal demokrat partiler gibi işçi hareketinin içinden gelmemiştir, örgütlenmesi işçi sınıfına dayanmamaktadır, üye bileşimi işçi ağırlıklı değildir. Siyasal çizgisinin ve programının da ağırlık noktası işçi sınıfı için en azından kapsamlı reformlar –bunların gerçekleştirilip gerçekleştirilmemesinden ayrı olarak– olmamıştır.
süresi boyunca CHP’nin sol olmak gibi bir iddiası yoktu. Nitekim CHP’nin resmi internet sitesinde verilen parti tarihinde, “1960’lı yılların ortalarında CHP sola açılarak kendisini ‘ortanın solu’ olarak tanımladı” ifadesiyle de bu olgu açıkça belirtilmektedir. Bu ifadenin devamında yer alan satırlar da CHP’nin kendisini nasıl gördüğü konusunda aydınlatıcıdır: “1970’li yıllarda ideolojisini ‘demokratik sol’ kavramıyla tanımlayan CHP, önerdiği sosyal reformlarla ‘düzen değişikliği’ni hedefledi. Bu süreçte CHP, ‘devlet partisinden’ ‘halkın partisine’, ‘düzen partisinden’ ‘değişimin partisine’ dönüştü. Sosyalist enternasyonale katılan CHP, tarihsel geleneğini ve temellerini temsil eden ilkelerin yanı sıra sosyal demokrasinin evrensel ilkelerini de benimsedi.” Bu özet, CHP’nin 70’lerde en azından görüntüde yapmaya çalıştığı şeyi anlatsa da, gerçekliği anlatmıyor. Gerçekte CHP, 60’lar ve 70’lerde devrimci gençlik hareketinin ve işçi hareketinin yükselişi temelinde toplumun yaşadığı genel uyanış karşısında sol bir söylem tutturmaksızın ayakta kalamayacağını görmüştü. O bunu yaparak, hem bu dalgayı dizginlemek hem de Süleyman Demirel’in Adalet Partisi gibi halk desteğine sahip tarihi rakibi karşısında kendine bir taban sağlamak istemiştir. “Ortanın solu” aldatmacasının hikmeti buradadır. CHP’nin sol kavramıyla flörtü başlayana kadarki uzun sicili, amansız bir komünizm ve işçi düşmanlığıyla bezelidir. 60’lı yıllara kadar CHP en sıradan işçi haklarının bile karşıtı olmuş, hatta 1950’de iktidardaki Demokrat Parti sendika, grev yasası gibi düzenlemeler önerdiğinde, CHP’li eski çalışma bakanı Sadi Irmak CHP adına “böyle bir şey olamaz” diye itiraz etmiştir. Bu özellikler gerici bir burjuva partisinin tipik özellikleridir. Tepeden inme bir burjuva rejim kurma perspektifiyle hareket eden Osmanlı paşalarınca kurulmuş olan CHP
Eylül 2006 • sayı: 18
tam da böyle bir parti idi. Bırakalım komünistleri ve emekçi sınıfları, CHP cumhuriyetin başlangıcından itibaren yaklaşık çeyrek yüzyıl boyunca başka burjuva partilerine bile izin vermeyen bir tek parti diktatörlüğü kurmuştur. Bu dönemde CHP ve devlet aygıtı neredeyse tümüyle örtüşmekteydi, yani CHP bir bakıma Kemalist devletin kendisiydi. Ya da bir başka ifadeyle CHP, rejimi kuran ayrıcalıklı asker-sivil bürokrasinin partisiydi. CHP, tek parti diktatörlüğünü ve baskıcı uygulamaları, toplumu “sınıfsız, imtiyazsız, çıkarları ortak tek bir kitle” olarak tanımlayan ideolojisiyle gerekçelendiriyordu. Öyle ya, çıkarları ortak tek bir kitle varsa bunun da yalnızca tek bir partisi olabilirdi. CHP’nin programının temellerini oluşturan “altı ok”un da (cumhuriyetçilik, laiklik, halkçılık, milliyetçilik, devletçilik, inkılâpçılık) sol kavramıyla doğrudan bir ilgisi yoktu. Bu nedenle o zamanın CHP’sini burjuva sol olarak değerlendirmek bile mümkün değildir. Sözgelimi CHP’nin ilkeleri arasında “demokrasi” yoktur, “toprak reformu” yoktur, Kürt halkının, Ermenilerin ve daha nicelerinin haklarının savunuluşu yoktur. Keşke bu hakikat TC’nin kuruluş sürecinden itibaren 60’lara kadar geçen uzun dönemde son derece ağır şartlarda kahır dolu bir mücadele veren ve ağır bedeller ödeyen Türkiyeli komünistler tarafından da açık bir bilinçle kavranmış olsaydı. Zira bu nokta 60’larda yükselişe geçen Türkiye’deki devrimci hareketin Kemalizm ve CHP konusundaki yanılsamalarına temel oluşturan yanlışların kaynağı olmuştur. CHP ve Kemalizm daha en başından beri komünistlere katliamı, hapisleri, işkenceleri, ağır takip ve acımasız polis baskısını reva görmüştür. Buna rağmen Türkiye Komünist Partisi bu yıllar boyunca, ülkenin geriliğinin aşılması ve kapitalizm öncesi yapıların tasfiyesi adına, burjuva devriminin temsilcisi olarak gördüğü CHP’nin ve Kemalist rejimin destekçisi olmuştur. Peki CHP, çoğunluğa belletildiği gibi, en azından 60’ların ikinci yarısından itibaren sosyal demokrat bir sol parti olmuş mudur? Her şeyden önce CHP diğer sosyal demokrat partiler gibi işçi hareketinin içinden gelmemiştir, örgütlenmesi işçi sınıfına dayanmamaktadır, üye bileşimi işçi ağırlıklı değildir. Siyasal çizgisinin ve programının da ağırlık noktası, işçi sınıfı için en azından kapsamlı reformlar –bunların gerçekleştirilip gerçekleştirilmemesinden ayrı olarak– olmamıştır. Ne yaptığının çok iyi farkında olan Ecevit de hiçbir zaman başlattığı ve sürdürdüğü hareketi “sosyal demokrat” olarak adlandırmadı, bilinçli olarak “ortanın solu”, “demokratik sol” gibi başka nitelemeler kullandı. Bu dönemde yapılan değişikliğin özeti, partinin varoluş temelini oluşturan Kemalizm ile sosyal demokrasinin bazı yönlerinin eklektik ve yüzeysel biçimde birleştirilmesidir. CHP 70’lerdeki güçlü sol yükseliş boyunca sosyal demokratlığa nispeten daha yaklaşmış, ancak her zaman Kemalizm unsuru onun alttaki özü olarak kalmaya devam etmiştir. Esasen Kürt hareketi ve İslamcı hareketin yükselişinin damgasını vurduğu 90’lı yıllar ve reji-
marksist tutum
min buna yanıtı niteliğindeki 28 Şubat örtülü darbesi, bu özün yeniden belirgin biçimde öne çıkması için zemin oluşturdu. CHP o gün bugündür köklerinden gelen bu yönü her bakımdan daha da belirginleştirmektedir.
Adres devrimci sosyalizmdir Bugün CHP’ye (ondan daha beter olan DSP’den bahsetmeye bile değmez) kelimenin hiçbir anlamında sol demek mümkün değildir. O, Kemalist tarzda çarpık bir laiklik savunusunu ve milliyetçiliği siyasetinin temeline oturtmuş, diplomatlar ve müteahhitlerle dolu has bir burjuva partisidir. İşçi sınıfının, emekçilerin, yoksulların, ezilenlerin dertleriyle ilgisi yoktur. Zaten bu nedenle emekçi kitlelerin geniş bölümünden de giderek daha az oy alabilmektedir. Ancak CHP, yayılan milliyetçilik, laiklik ve modern yaşam tarzı konusunda duyarlı halk kesimleri için ana odak konumunu kazanmaya ve toplumu bu konular etrafında kutuplaştırmaya çalışmaktadır. Bu bakımdan CHP’nin “sol” aldatmacası ortadan kalkmış değildir. Dünya ve ülke şartları Kemalist refleksleri azdırmakta ve özellikle statükocu asker-sivil bürokrasinin hamiliğini yaptığı milliyetçilik yükselmektedir. Nasıl dünya siyasal manzara olarak bir bakıma 1. Dünya Savaşı öncesine dönüyorsa, Türkiye de benzer bir geri dönüş yaşıyor. Dolayısıyla statükocu güçlerin resmi milliyetçi çizgisi olarak Kemalizmin işi bitmiştir demek doğru olmaz. İhtiyaç oldukça egemen sınıf bunu devreye sokabilmektedir. O nedenle işçi sınıfı bu tehlikeye karşı hazırlıklı olabilmelidir. CHP konusunda ve özellikle de sol kavramına ilişkin net bir kavrayışa sahip olmak son derece önemlidir. Kemalizmle ve milliyetçilikle hesaplaşmadan, hele de günümüz şartlarında devrimci işçi hareketinin temsil ettiği gerçek sol çizginin güçlendirilemeyeceğini vurgulamak gerekiyor. Tarihsel nedenler ve sosyalist hareketin hataları sonucu Türkiye’de siyasal bir işçi sınıfı mücadelesi geleneği ve kültürü yeterli ölçüde oluşmamıştır. O nedenle Türkiye’deki siyasal yelpazenin ağırlık noktası da dünya geneline göre daha sağda olmuştur. Yeryüzündeki belki de en korkak ve kıyıcı burjuvazinin ülkesinde böyle olmaktadır işler. Türkiye’de siyasal arena genelde sağın işgali altındadır. Kimisi Kemalizme, kimisi İslami motiflere ya da dindarlığa, kimisi faşist milliyetçiliğe, kimisi muhafazakârlığa, kimisi de liberalizme vurgu yapmaktadır. Bu şartlar altında proleter devrimci geleneği yaratmak için mücadeleci, öncü işçilerin çok ter akıtması gerekiyor. İşçi sınıfının tarihsel çıkarları açısından solun gerçek adresi devrimci sosyalizmdir ve insanlığın tüm büyük sorunlarının çözümü de buradadır. Dünyayı anlamak ve değiştirmek isteyenlerin, tutarlı bir sol arayışı içinde olanların gitmesi gereken yer de burasıdır.
23
“Tek Ülkede Sos Sosyalizmin S
talin’in marifetiyle biçimlenmeye başlayan “tek ülkede sosyalizm” teorisi, Komintern’in 1928 yılında toplanan Altıncı Kongresince kabul edilen programa da damgasını bastı. Lenin’in otoritesi altında söylediklerini daha sonra bir bir geri alan Stalin, Kongre öncesinde Buharin’e tek ülkede sosyalizmin savunusu doğrultusunda bir program taslağı hazırlatmıştı. Taslakta, kapitalizmin mutlak bir yasası olan ekonomik ve siyasal gelişim eşitsizliğinin emperyalizm döneminde daha da şiddetlendiği belirtilmekte ve takiben şöyle denilmekteydi: “Bu nedenle, uluslararası proletarya devrimi, aynı zamanda her yerde birden gerçekleşecek tek bir eylem olarak görülmemelidir. Bu nedenle sosyalizmin zaferi, ilkin az sayıda hatta bir tek kapitalist ülkede mümkündür.” (III. Enternasyonal - Belgeler, Belge Yay., Ekim 1979, s.150) Açıktır ki Stalinizm, proleter devrimin siyasal ve toplumsal boyutlarının içerik ve anlamı konusunda bilinçli olarak tam bir zihin karmaşası yaratmıştır. Siyasal devrimin tek ülkede gerçekleşme olasılığı ikna edici bir unsur olarak kullanılarak, sosyalizmin tek ülkede muzaffer olabileceği yalanı inandırıcı kılınmaya çalışılmıştır. Bunun anlamı, işçi sınıfı devriminin toplumsal bir devrim olarak asla ulusal arenada tamamlanamayacağı gerçeğinin fütursuzca inkâr edilmesidir. Stalinizmin egemenliğinin tesisi ile birlikte Komintern de devrimci özünü yitirmiş ve bürokrasinin komünistler üzerindeki baskı aracına dönüşmüştür. Komintern programı ve içerdiği tek ülkede sosyalizm anlayışı, egemen bürokrasi tarafından dünya komünist hareketine resmen dikte ettirilecektir. O gün bugündür tek ülkede sosyalizm konusu, aşamalı devrim anlayışının yanı sıra Stalinist çizginin belirleyici unsurları arasına katılmış ve resmi komünist çizgiye bağlanan (ya da ondan kopamayan) kuşaklar tarafından inatla savunulmuştur. Ancak bürokrasinin “sosyalizm” konusundaki tahrifatı yukarıda belirttiğimiz noktada da durmamış, 1936 yılına gelindiğinde Stalin, Sovyetler Birliği’nde sosyalist düzenin artık tamamen gerçekleştiğini açıklamıştır. 1939 yılında top-
24
lanan 18. Parti Konferansında ise, Stalin bu kez “komünizme ilerliyoruz” palavrasını savurur. Kruşçev, bürokrasinin büyük şefinin açtığı yoldan “ilerlemeyi” sürdürecek ve resmi KP’lerin 1960 yılında Moskova’da gerçekleşen bir toplantısında, “Sovyetler Birliği’nin komünist toplumun genelleşmiş inşasını başarıyla gerçekleştirdiğini” ilan edecektir. Stalinizmin devrimci Marksizmin katli anlamına geldiğinin bundan daha çarpıcı kanıtı olabilir mi?
İkinci Enternasyonal sosyalizminin yansıması Stalinist “tek ülkede sosyalizm” teorisi, gerici ve ütopik bir anlayışın ifadesidir. Gericidir, zira sosyalizmin maddi zeminini döşeyen faktör ulusal kalkınma değil, kapitalizmin uluslararası gelişimidir. Tek ülkede sosyalizm anlayışı ise evrenselleşmenin karşısına ulusalcılığı dikmektedir. Ütopiktir, çünkü tek ülkede sosyalizmin gerçekleşmesi fiilen olanaksızdır. Tek ülkede sosyalizm sözde teorisi ve iddiası, Stalin’in Marksizme bir katkısı değil Marksizmin Stalin tarafından açıkça inkârıdır. Ve nihayet bütün bu nedenlerle bu “teori” ve “iddia” işçi sınıfının devrimci çıkarlarına tamamen aykırıdır. Tekrar pahasına bir kez daha altını çizelim. İktidarın proletaryanın eline geçmesi devrimi tamamlamaz, sadece onu başlatır. Sosyalist inşa, ancak devrimin ulusal ve uluslararası ölçekte sürekliliği temelinde yol alabilir. Stalinizmin egemenliğini yansıtan “tek ülkede sosyalizm”in (ya da bir zamanlar ünlenen deyişle reel sosyalizmin), sınıfsız toplumun ilk evresi anlamına gelen sosyalizmden tamamen farklı bir olguya işaret ettiği yeterince açık olsa gerek. Stalin ve onun izinden gidenler tarafından savunulan bu sınıflı ve devletli “sosyalizm”, aslında daha İkinci Enternasyonal zamanında üretilen çarpıtılmış ve iğdiş edilmiş bir sosyalizm anlayışının yansımasından ibarettir. Stalinist egemenlik düşünsel dayanaklarını Marksizmde değil, Marx’ın eleştirdiği Lasalcı küçük-burjuva sosyalizminde bulmuştur ve bu durumun aslında anlaşılır bir yanı da vardır. Zira bürokratik diktatörlüğün varlığıyla uyumlu “sos-
syalizm” İddiası İnkârıdır /II Elif Çağlı yalizm” ancak bu olabilir ve Stalinizmin sosyalizm teorisi de zaten bu uyumun bir ifadesidir. Bürokratik diktatörlük böylece, devlet mülkiyeti ve bürokratik planlamadan ibaret bir gerçekliği, yani kendi egemenliğinin koşullarını topluma yaşayan sosyalizm diye sunmanın yolunu bulmuştur. Bürokrasinin egemenliği altında devletin hiç de sönmeye yüz tutmadığı, tersine daha da güçlendiği bir “sosyalizm” maskaralığının üzeri, küçük-burjuvanın kulağına pek hoş gelen o meşhur “özgür halk devleti” yalanı ile cilâlanacaktır. Nitekim Sovyetler Birliği’nde 1936 Anayasası ile bir yandan sosyalizmin zaferi ilan edilirken, öte yandan bürokrasi “özgür halk devleti” propagandasına dört elle sarılır. Bu durum, bürokratik diktatörlüğün kendi despotik devletini “sevimli” göstermek üzere başvurduğu bir sahtekârlıktan öte bir şey değildir. Unutulmasın ki, bir zamanlar Alman sosyal demokrasisi içindeki küçük-burjuva sosyalizminin alâmet-i farikası olan devletçi sosyalizm anlayışı da kendisini “özgür halk devleti” esprisiyle ifade etmiştir. Marx tarafından eleştirilen Lassalle’ın sosyalizm anlayışı, küçük-burjuva solun ulusalcı ve devletçi zihniyetini yansıtmıştır. Keza Alman sosyal demokrasisinin ünlü teorisyenlerinden Vollmar, ulusal ölçekte devlet mülkiyeti ve planlama üzerinde yükselen sosyalizm açılımıyla, tek ülkede sosyalizm teorisinin zeminini döşemiştir. Sosyalizm konusunda Marksist kavrayışa açıkça karşı çıkan Vollmar, “Yalıtık Sosyalist Devlet” adlı makalesinde şöyle demektedir: “İnanıyorum –ve aşağıdaki sayfalarda kanıtlamaya çalışacağım– ki, sosyalizmin nihai zaferi tarihsel olarak öncelikle tek devlette daha muhtemel olmakla kalmayıp, yalıtık sosyalist devletin varlığı ve refahı yolunda hiçbir engel bulunmamaktadır.” (Aktaran Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, Tarih Bilinci Yay., Eylül 2000, s.42) Günümüzde de benzerlerini çeşitli sosyalist örgüt ve çevreler arasında çokça bulabileceğimiz bu siyasi anlayış, kapitalist çağın üretici güçleri ulaştırdığı boyutları ısrarla görmezden gelmeye çalışmakta, küreselleşme olgusunu yal-
nızca burjuvazinin ideolojik propagandası addetmekte, evrensel gelişmenin karşısına ulusalcılığı dikmektedir. Oysa biliyoruz ki, bu tür anlayışlar ve bu temelde oluşmuş ulusalcı siyasetler, uzun yıllar önce bizzat Marksizmin kurucuları tarafından mahkûm edilmiştir. Marx ve Engels, Fransız sosyalist hareketi içinde baş veren küçük-burjuva sosyalizm anlayışına karşı yürüttükleri ideolojik kavgada, proleter devrimin ulus-ötesi karakterine ciddi biçimde dikkat çekmişlerdi. Fransa örneği vesilesiyle proleter devrimin özelliğine değinirken, Marx, devrimin Fransa’da başlayabileceğini fakat sorunun yalnızca Fransa içinde çözümlenemeyeceğini, yani devrimin ulusal sınırlar içinde tamamlanamayacağını belirtmişti. İşçi sınıfının Fransa’da siyasal iktidarı ele geçirerek devrimi başlatması mümkündü, ancak toplumsal devrimin başarısı onun diğer ülkelere yayılmasına bağlıydı. Bu nedenle şu değerlendirmeyi yapıyordu Marx: “Yeni Fransız Devrimi, derhal ulusal alandan ayrılmak ve 19. yüzyılın toplumsal devriminin üstün gelebileceği tek alanı, Avrupa alanını ele geçirmek zorunda olacaktır. (Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları, Seçme Yapıtlar, Sol Yay., c.1, Aralık 1976, s.276) Marx’ın 19. yüzyılın koşulları nedeniyle Avrupa olarak vurguladığı bu alan, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte giderek dünya düzeyine yükselmiştir. Ulus-devletin sınırları içinde tamamlanan burjuva devrimlerden farklı olarak, proleter devrim her yönüyle uluslararası bir içeriğe sahiptir. Evrensel-tarihsel eğilimi itibarıyla ulusal sınırları aşarak çeşitli ülkeleri tek bir dünya pazarının ortak potasına akıtan kapitalizm, bu ülkeleri uluslararası işbölümü ve eşitsizlik ilişkileri temelinde karşılıklı bağımlılık içine sokmuştur. Fakat bu iktisadi birlik eğilimi, kapitalizmin bunalımlarını ve rekabet gerçeğini ortadan kaldırmamıştır, kaldıramaz da. Bu nedenle, ulusal sınırların ve çekişmelerin yok olduğu, siyasal açıdan bütünleşmiş bir Avrupa (ya da benzeri bölgesel birlikler) kapitalizm altında liberal bir düşten öteye geçememektedir. Avrupa’da olsun veya dünyada olsun, çeşitli halkların barış içinde ya-
25
Eylül 2006 • sayı: 18
marksist tutum
şayabileceği ve iktisaden hep birlikte gelişebileceği bir birliği gerçekleştirme olanağına yalnızca dünya proleter devrimi sahiptir. Kapitalist gelişme dünya üzerinde sosyalizmin maddi önkoşullarını yaratmıştır. Ne var ki, üretici güçlerin önüne bir engel olarak dikilen özel mülkiyet zincirlerini ve gerici ulusal sınırları yalnızca dünya devrimi paramparça edebilir. Bu gelişme, insanlığın kendi gerçek tarihini yaşayacağı birleşmiş özgür bir dünyayı yaratacaktır.
Devrimci Marksizme sahip çıkan Troçki Stalinist egemenlik yalıtılmış Rusya’nın tek başına sosyalizmi kuracağını söylemekle, her adımda Marksizmin inkârına dayanan bir dönemi başlatmış oluyordu. Kapitalizmle bile çelişen, kendine yeterli, kapalı, otarşik bir ulusal düzen fikrinin, kapitalist dünya sistemini haydi haydi aşacak bir evrensellik düzeyini gerektiren sosyalizm hedefiyle bağdaşması hiçbir şekilde mümkün değildi. Marx ve Engels’ten başlayarak Lenin dahil tüm devrimci önderlerin titizlikle savunageldiği dünya devrimi fikrine sahip çıkmayı sürdüren devrimci önder Troçki oldu. Troçki’nin başını çektiği devrimci muhalefetin (Sol Muhalefet) yükselttiği dünya işçi devrimi ve sürekli devrim inancı, Stalinist egemenlik tarafından “maceracılık”, “Sovyet düşmanlığı” sıfatlarıyla lanetlendi. Böylece, uluslararası statükonun koruyucu önderi olarak Stalin Batılı kapitalistlere göz kırpıyor ve gönderdiği işaret de karşı tarafça alınıyordu. Dünya burjuvazisi, dünya devrimine inanan “maceracılar”a karşı statükocu bürokrasiyi yeğlemekte kendi çıkarları açısından yarar umacaktı. Kendi ulus-devletini koruma güdüsüyle biçimlenen egemen bürokrasi içinse, dünya kapitalizmiyle “barış içinde birlikte yaşamak”tan ve dünya devriminin ilerleyişini durdurma pahasına işine gelen bir uluslararası dengeyi korumaktan daha doğal ne olabilirdi? Bürokrasinin önderi Stalin proletaryanın uluslararası devrimci hedeflerinin karşısına ulusal egoizmi dikerken, Troçki ise ulusal sosyalizmin imkânsızlığı ve Sovyet rejimini bekleyen tehlikeler üzerine çok özlü açılımlar getirmekteydi. “Proleter devriminin, Sovyetler Birliği deneyiminin de gösterdiği gibi uzun bir süre için dahi olsa, ulusal sınırlar içinde kalması ancak geçici bir durum olabilir. Tecrit
26
edilmiş bir proletarya diktatörlüğünde, ulaşılan başarıların yanı sıra kaçınılmaz olarak iç ve dış çelişkiler de gelişir. Tecrit edilmişlik durumunun devam etmesi halinde proleter devleti en sonunda bu çelişkilerin kurbanı olur. Buradan tek kurtuluş yolu, gelişmiş ülkelerin proletaryalarının iktidarı ellerine geçirmesidir. Bu açıdan bakıldığında ulusal devrim kendi kendine yeterli bir bütün değildir; o, uluslararası zincirin yalnızca bir parçasıdır. Geçici alçalış ve yükselişlerine rağmen uluslararası devrim sürekli bir süreç oluşturur.” (Troçki, Sürekli Devrim, Köz Yay., Kasım 1976, s.16) Eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının tek ülkede sosyalizmin olanaksızlığı anlamına geldiğine dikkat çekiyordu Troçki. Sovyet ekonomisinin izolasyonu bir üstünlük değil, aksine ekonomik işleyiş açısından uzun vadede yıkıcı bir tehditti. Kapitalizmin dünya ekonomisi çağında, “sosyalist” Sovyetler Birliği kapitalizmin restorasyonu tehlikesiyle yüz yüze bulunmaktaydı. Nitekim yakın tarihlerde cereyan eden olaylar, Stalin’in veya Stalinistlerin içi boş “komünizm” böbürlenmelerini yerle bir ederken, Troçki’nin 1936 yılındaki tahminini doğruladı. “Sovyetler Birliği kapitalizm ile çevrelenmeye ne kadar devam ederse, toplumsal dokunun dejenerasyonu da o kadar ilerler. Uzatılmış bir tecrit dönemi, kaçınılmaz olarak, ulusal komünizmle değil, kapitalizmin restorasyonu ile bitecektir.” (Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, Köz Yay., Mayıs 1980, s.240) Nihayet tek ülkede sosyalizm (veya genel anlamda komünizm) iddiası karşısında hatırlanması gereken en önemli husus, Stalinist diktatörlükler altında yaşanmış olan sözde sosyalizmin, Marksizmin önderlerinin dahiyane öngörüsünü doğrulamaktan başka bir kapıya çıkmadığıdır. “Üretici güçlerin bu gelişmesi (daha şimdiden insanların güncel ampirik yaşantısının, yerel hayat planı üzerinde değil de dünya tarihi planı üzerinde cereyan etmesini içeren gelişmesi) katiyen vazgeçilemez, önce yerine gelmesi gereken pratik bir koşuldur, çünkü, bu koşul olmadan, kıtlık, genel bir durum alır ve gereksinmeyle birlikte zorunlu olan için mücadele yeniden başlar ve gene kaçınılmaz olarak aynı eski çirkefin içine düşülür.… Bu koşul olmadığı takdirde: 1. komünizm an-
Marx ve Engels’ten başlayarak Lenin dahil tüm devrimci önderlerin titizlikle savunageldiği dünya devrimi fikrine sahip çıkmayı sürdüren devrimci önder Troçki oldu. Troçki’nin başını çektiği devrimci muhalefetin yükselttiği dünya işçi devrimi ve sürekli devrim inancı, Stalinist egemenlik tarafından “maceracılık”, “Sovyet düşmanlığı” sıfatlarıyla lanetlendi. Böylece, uluslararası statükonun koruyucu önderi olarak Stalin Batılı kapitalistlere göz kırpıyor ve gönderdiği işaret de karşı tarafça alınıyordu. Dünya burjuvazisi, dünya devrimine inanan “maceracılar”a karşı statükocu bürokrasiyi yeğlemekte kendi çıkarları açısından yarar umacaktı.
Eylül 2006 • sayı: 18
cak yerel bir görüngü olarak var olabilir; 2. bizzat insan ilişkilerinin güçleri, evrensel, bu yüzden de katlanılmaz olan güçler olarak gelişemezler, yerel batıl inançlardan doğan ‘koşullar’ olarak kalırlar; ve 3. değişimlerin her yayılması, yerel komünizmi ortadan kaldırır. Komünizm, ampirik olarak, ancak egemen halkların ‘ani’ ve ‘aynı zamanda’ meydana gelen hareketi olarak mümkündür, bu da gene üretici gücün evrensel gelişmesini ve komünizme sıkı sıkıya bağlı dünya çapında değişimleri varsayar.” (Marx ve Engels, “Alman İdeolojisi”, Seçme Yapıtlar, Sol Yay., c.1, s.42)
Yaratılan büyük tahribat Stalinist ideoloji, tek ülkede sosyalizmin olanaksızlığı bir yana, aslında tek ülkede işçi iktidarıyla bile en ufak bir ilgisi bulunmayan bir siyasal gerçekliğin ifadesidir. Vaktiyle Stalin, Sovyet işçi iktidarının içten yürüyen bürokratik karşı devrimle yıkılması neticesinde egemenlik koltuğuna kurulmuş ve bürokratik rejimi dünyaya “sosyalizm” diye lanse etmişti. Stalinizmin yaratığı bu “tek ülkede sosyalizm” fenomeni tek kalmayacak ve zamanla benzerleri de türeyecekti. Böylece, çeşitli Doğu Avrupa ülkeleri, Çin, Küba, Vietnam gibi örneklerle sayıları artan bürokratik rejimler temelinde bir “sosyalist blok” hasıl oldu. Bu ülkelerde kendilerini işçi-emekçi iktidarı diye tanıtan, gerçekte ise devletli bir sınıf olarak egemenlik sürdüren yönetici bürokrasiler, oluşturdukları modern despotik diktatörlükleri uzun yıllar boyunca sosyalizm diye yutturmayı başardılar. Bu gelişmelerle birlikte “tek ülkede sosyalizm” konusu da, tarihin önemli bir kesitine damgasını basan somut bir olgu katına yükselmişti. İşçi sınıfı ve birbiri ardı sıra gelen kim bilir kaç devrimci kuşak böyle bir dünyaya gözünü açtı, bu “sosyalist” gerçekliğin altında yaşadı veya sosyalizm diye bunu gördü, bunu belledi. Böylece dünya komünist hareketinde Marksizmin yerini Stalinizm alırken, gerçek sosyalist toplum kavrayışı da yerini “tek ülkede sosyalizm”lere terk ediyordu. Bu temelde 20. yüzyılın önemli bir bölümüne, Rusya’nın büyük ve ezen ulus “sosyalizmi”, Çin’in köylü “sosyalizmi”, Yugoslavya’nın piyasa “sosyalizmi”, Küba’nın devlet “sosyalizmi” ve hatta Kamboçya’da Pol Pot’un emekçi kitleleri kırıp geçiren cinsten “sosyalizmi” şeklinde tasvir edebileceğimiz bir büyük rezalet damgasını basacaktı. Bu tablo karşısında devrimci Marksistlerin yüreği yanar ve ecelleri fiilen bu “sosyalist” bürokrasilerin eliyle gelirken, gündelik yaşamın hay huyu içinde sürüklenen işçi-emekçi kitlelerin ise sosyalizme dair kavrayışları bulandı. Umutları sararıp soldu. Çeşitli vesilelerle vurguladığımız gibi, tarihten ders çıkartırken muradımız tüm günahları şu ya da bu kişinin sırtına yükleyerek işin içinden sıyrılmak değildir. Kuşkusuz ki devrimci Marksistlerin sorunu, bir kişi olarak Stalin’le uğraşmaktan ibaret olamaz. Fakat dilerseniz bir başka kavramla adlandırın, Stalinizm dediğimiz ideoloji ve tarihsel ger-
marksist tutum
çeklik, dünya işçi sınıfının devrimci mücadelesinin, Marksist düşüncenin, insanlığın güzelim sosyalizm sevdasının sırtına saplanmış kalleş bir hançerdir. Bakın, alınan yaralar hâlâ iyileşmedi. Devrimci işçi hareketi uzun yıllar boyunca bir yandan burjuva düzenin, diğer yandan bürokratik rejimlerin salvo ateşleri altında güçsüz düştü. Burjuva düzenin işçi sınıfına gül yağdırmayacağı bilinen bir gerçekti, ama kendini işçi sınıfının yoldaşı ve komünist diye satan bürokratların yarattığı tahribat çok ama çok daha büyük oldu. Bu tahribat, bürokratik rejimlerin “yaşayan sosyalizm” kılığına büründüğü yıllar boyunca birikimli olarak gerçekleşti. Ve sonunda bu rejimler tarih sahnesini terk ederlerken de, artlarında kendilerine inanmış olanların çöküntüsünden oluşan koskoca bir enkaz yığını bırakarak çekip gittiler. Günümüzde Marksizmin ve sosyalizm inancının yeniden güç kazanabilmesi için, taze kana ve boşa geçirilmeyen, tam anlamıyla devrimci sabırla, emekle inşa edilecek yeni bir mücadele hattına ihtiyaç var. Devrimci Marksizm kof hayaller değil, bilimsel temeller üzerinde yükselen tarihsel iyimserlik demektir. Ama yalnızca tarihsel iyimserliğe sahip olmak ve devrimci mücadelenin yeniden atılıma geçeceğine inanmak da yetmiyor. Bunun yanı sıra, işçi sınıfının devrimci potansiyeline ve Marksizme içten ve derinden inanan kişilere düşen bir büyük görev var. Sağlam ideolojik temellerde örgütlenmek ve diyelim günümüzde Küba örneğinde olduğu gibi, bürokratik bir rejimin “yaşayan sosyalizm”in son kalesi diye yutturulması şeklindeki oyunlara iştirak etmemek gerekiyor. Yoksa tarih yine affetmez! Sosyalizm umudunun bürokratik rejimlerin varlığına bağlanmasının işçi mücadelesinde açtığı yaraların ne denli derin olduğu Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte kavranamadı mı? Daha ne kanıt isteniyor? Bu kez de bir başka sarsıcı olay, Küba’nın çöküşü mü bekleniyor?
Tarih keyfi tercihlerle ilerlemiyor Tek ülkede sosyalizm bahsi, siyasi çevrelerin kendi eğilimlerine göre olumlu ya da olumsuz tarzda yaklaşacakları iradi bir tercih konusu değildir. Onun olanaksızlığı, nesnel gerçekliğe ve tarihsel koşulların ürünü olan gelişmelere bağlıdır. İnsan toplulukları kendi tarihlerini kendi keyiflerine göre değil, kendilerini içinde buldukları verili koşullara göre yaparlar. Bir toplumsal düzenin son bulmasının ve yerini bir başka toplumsal düzenin almasının yine verili koşullar tarafından belirlenen kuralları vardır. Marksizmin tarih anlayışı, somut koşulların çözümlenmesine, yaşamın içinde bizzat hükmünü icra edecek olan kuralların kavranmasına dayanır. Tarihsel materyalizm dediğimiz bu tarih anlayışı tamamen bilimsel temeller üzerinde yükselir. Onun, henüz yaşanmamış bir tarih dilimine önceden kalıp çıkarmaya teşebbüs etmek gibi saçma ve kurgusal yaklaşımlarla hiçbir ilişkisi yoktur. Tarihin materyalist kavranışı, dünya üzerinde yaşanmış
27
marksist tutum
olan çeşitli toplumsal düzenlerin içsel özelliklerini anlamamızı, bunların birbirlerinden farkını görebilmemizi ve içerdikleri gelişme dinamiklerinin neler olduğunu değerlendirebilmemizi sağlıyor. Biliniyor ki, dünya üzerinden gelip geçen farklı toplumsal düzenler farklı üretim tarzlarına dayanmıştır. İnsan toplulukları bir zamanlar sınıfsız ve devletsiz bir toplumsal düzen (ilkel komünal toplum) içinde yaşamış, daha sonra ise tarih sahnesine sınıflı toplumlar çıkmıştır. Tarihin Doğu tipi gelişme çizgisine asyatik üretim tarzı damgasını basarken, Batı tipi gelişme çizgisi boyunca, köleci, feodal ve kapitalist üretim tarzları yaşanmıştır. Nihayetinde kapitalist üretim tarzı Doğuda ve Batıda tüm eski üretim ilişkilerini tasfiye etmeye koyularak, dünya üzerinde egemenliğini ilan etmiştir. Kapitalizmin bir dünya sistemi haline gelerek, vaktiyle farklı üretim tarzlarına sahip tüm ülkeleri eşitsizlik temelinde organik bir bütünlüğe ulaştırması, insanlığı fevkâlade önemli bir dönemeç noktasına getirmiş bulunmaktadır. Zira kapitalist üretim tarzına dek başka hiçbir üretim tarzı, insanlığın önüne, sınıflı toplum düzeninin hem de dünyasal ölçekte aşılabilmesi fırsatını çıkarabilmiş değildir. İnsanlık tarihi içinde erişilmiş bulunan bugünkü gelişme düzeyi ise, nesnel olarak, sınıflı toplumlar döneminin sonu ve sınıfsız toplum döneminin eşiği anlamına geliyor. Kuşkusuz bu olanağı gerçekliğe dönüştürecek olan, ancak ve ancak işçi sınıfının bilinçli devrimci eylemi olabilir. Asyatik, köleci, feodal üretim tarzlarının hiçbiri, insan topluluklarının dünyasal birliğini ve ortak tarihini yaratmaya muktedir olamadı. Bunların her biri bir başka sınıflı toplum düzenine yerini terk ederek göçüp gitti. Dünya genelinde düşünüldüğünde, farklı üretim tarzlarının birbirinin yerini alışı hiç de eş zamanlı ve aynı sırayı izleyen biçimde gerçekleşmedi. Toplumların tarihsel evrim çizgisini böyle yanlış bir şekilde tasavvur etmenin gerçeklikle veya Marksist tarih anlayışıyla uzak yakın bir ilişkisi yoktur. Dünyayı bir bütün olarak sınıfsız toplum düzeninin eşiğine getiren kapitalist üretim tarzı ise, toplumsal devrimin karakteri ve ona önderlik edecek sınıf bakımından, tarihin daha önceki halkalarında asla mümkün olmayan bir değişim fırsatı yaratmış bulunuyor. Kapitalizmden önce gelen sınıflı toplumlarda eski egemen sınıf, yeni üretim ilişkileri temelinde yükselen bir başka egemen sınıf tarafından devriliyor ve bu değişim neticesinde bir başka sınıflı toplum düzeni kuruluyordu. Bu tür bir değişime eşlik eden hiçbir toplumsal devrim, sınıflı toplum düzenine son vermemiş, dünya ölçeğinde süreklilik kazanmamış ve evrensel bir nitelik taşımamıştır. Öte yandan bu nitelikteki toplumsal devrimlerin tümünde, emekçi kitleler son tahlilde yükselen egemen sınıfa yardımcı olmaktan öte bir rol oynamamışlardır. O nedenle, kendilerini bir egemen sınıfın elinden kurtarsalar bile bir başka egemen sınıfın iktidarı altında bulmuşlardır. Oysa kapitalist düzene son verecek olan sosyalist devrim, tüm bu açılardan bambaşka bir nitelik taşımaktadır. Bu tarihsel farklılığın temelinde, yine kapitalist
28
Eylül 2006 • sayı: 18
üretim tarzı altında gerçekleşen nesnel bir değişim yatıyor. Bu değişimin niteliği üzerinde kısaca duralım. Eski üretim ilişkilerini tasfiye ederek yol alan kapitalist gelişme, böylece, geçmiş dönemlerin egemen devletli sınıflarını, egemen toprak beylerini ortadan kaldırmış ve tüm egemenlik kaynaklarını kapitalistleştirmiştir. Kapitalizm altında egemen unsurlar, tek bir burjuva sınıf içinde farklı kesimler halinde bütünleşmişlerdir. Kapitalist üretim tarzı, geçmiş toplumlarda tanık olunduğu gibi, kendi içinden yeni üretim ilişkileri temelinde bir başka sömürücü egemen sınıf çıkartmaya muktedir değildir. İşte bu nedenle kapitalizm, sınıflı toplumlar tarihinin son halkasıdır. (Ekim Devrimi sonrasında yaşandığı üzere, işçi iktidarını yıkarak veya onun adına iktidara gelerek egemen olan bürokrasinin kurduğu sınıflı-sömürülü toplumlar bu kuralı bozmuş değildir. Zira bu gibi kendine özgü geçici toplumsal biçimlenmeler, son tahlilde kapitalizm karşısında yıkılmaya yazgılı olan ve neticede kuralı doğrulayan tarihsel anomalilerdir.) O yüzden bugün tüm insanlığın önünde, ya bu kahrolası kapitalist toplum düzeni altında bir yok oluşa sürüklenmek ya da onu aşarak, dünya ölçeğinde sınıfsız, sömürüsüz toplum düzenine ulaşmak dışında hiçbir başka seçenek yer almıyor. Tek tanrılı dinlerin uzun yıllar boyunca emekçi kitlelerin beynine kazımış olduğu cennet-cehennem ikilemi aslında bu biçimiyle, bu yaşamda ve bu dünyada karşımızda duruyor. Yeryüzünü bir cennete çevirmek elimizdedir, bunun için ayaklarımızın altına döşenmiş nesnel bir temel de bulunmaktadır; ama fırsatlar asla kendiliğinden gerçekliğe dönüşmeyecektir. Sınıflı toplumların son halkası kapitalizm, nihayet insanın insanı sömürmesine son verecek ve sınıfların, egemenlik müessesesinin, devletin sönümlenmesini sağlayacak mucizevi bir sınıfı doğurup büyütmüş bulunuyor. Yaşlanıp çürümeye yüz tutan ve can çekişen kapitalizm, kendi eseri olan bu sınıfın eliyle gelecek olan ölümünü geciktirmek için ne denli çırpınsa da, işçi sınıfını daha da büyütmekten ve onun yüreğini iğrenç kâr düzeninin kötülüklerine karşı isyan duygusuyla doldurmaktan kaçamaz. İnsanlığı yok oluş uçurumuna sürükleyen kapitalist düzene son verebilecek yegâne sınıf olan işçi sınıfı, derinlerde yatan sınıf kinini, kapitalizme öfkesini fiilen devrimci güce dönüştürecek bir örgütlenme ve mücadele ihtiyacı içindedir. Günümüzün temel sorunu budur. Devrimin öznel faktörlerinin (devrimci bilinç ve devrimci örgütlülük düzeyi) yetersizliği nedeniyle doğmuş olan büyük boşluğu, bir başka toplumsal dinamiğin (örneğin çevreci hareket, kadın hareketi, dünya sosyal forumu gibi organizasyonların ya da radikal İslamcı hareketlerin vb.) doldurabileceği düşüncesi tehlikeli bir düştür. Evet bu bir düştür, çünkü bunların hiçbiri kapitalizme son vermek bakımından işçi sınıfının sahip olduğu devrimci potansiyele sahip değildir. Bu düşünce tehlikelidir de. Zira yok oluşun kıyısına sürüklenmiş bulunan insan türünü kurtarabilecek yegâne fırsat olan sosyalist dünya devriminin gerçekleşme koşullarının olgunlaştı-
Eylül 2006 • sayı: 18
marksist tutum
rılması görevini gölgelemektedir. Yukarda kısaca değinmeye çalıştığımız hususların işaret ettiği sonucu özetleyelim. İnsanlığın kapitalizmin yarattığı katlanılmaz felâketlerden kurtulabilmesi ancak sosyalist devrim sayesinde mümkün olacaktır. Bu devrimi gerçekleştirebilecek yegâne sınıf işçi sınıfıdır. Kapitalist dünya sistemine son verecek toplumsal devrim, ancak dünya ölçeğine yayıldığı takdirde başarılı olabilir. İşçi sınıfının yerküremiz üzerinde sömürücü sınıf egemenliğine son verecek siyasal iktidarının kurulması, sosyalizme geçişin olmazsa olmaz koşuludur. Üretici güçlerin gelişimini ve üretim sürecinin niteliğini yerel ya da bölgesel olmaktan çıkartıp dünyasallaştıran kapitalist üretim tarzını aşacak yeni bir toplumsal düzen, ancak işçi sınıfının dünya ölçeğindeki devrimci atılımı temelinde kurulabilir. Tüm bu nedenlerle, şu ya da bu siyasal eğilimin arzu ya da iradesinden bağımsız olarak, işçi devrimi sürekli bir devrim, bir dünya devrimi niteliği taşır. Ve tartışma konumuz temelinde vurgulayacak olursak, tek ülkede sosyalizm diye bir şey olamaz. Bu sonuçlar Stalinistlerin iddia ettiği üzere Troçkizmin kurgusal çıkarsamaları olmayıp, tarihsel gidişatı derinliğine ve bütünselliğine kavrayan devrimci Marksizmin dile getirdiği gerçeklerdir.
Sosyalizm bir düş değil Stalinizmin egemenliği altında dünya komünist hareketinin perspektifi, Sovyetler Birliği’nin istikrarının korunmasına indirgenmişti. Hem de dünya devriminin ilerleyişinin durdurulması pahasına! Aslında korunmaya çalışılan, sovyet işçi iktidarını tasfiye etmiş bulunan bürokratik bir rejimdi. Fakat kuşkusuz minareyi çalan kılıfını da hazırlayacaktı. Dolayısıyla bu gerçekliği gözlerden gizleyecek çeşitli gerekçeler icat edilip, bunlar teorize edildi. Böylece, resmi komünist hareketin peşinden sürüklenenler “yaşayan sosyalizmi” koruma adına çeşitli tahrifatları kabullendiler. Günümüzde resmi komünist hareketin
temelleri çökmüş olsa da, Stalinist sol anlayışlar varlıklarını sürdürüyorlar. Merkezci akımlara gelince, bunlar Stalinizmin bazı yönlerini eleştirir gibi görünseler bile aslında bütünü irdelemekten uzak duruyorlar. Demokrasi denildiğinde işçi iktidarını değil de, bu iktidar hedefinin önüne dikilen ve burjuvaziyle ittifaklara dayanan halk cephesi, ileri demokrasi tarzında aşamaları anlayan Stalinist geleneğin devrim perspektifi de tamamen sakattır. Aşamalı devrim anlayışı ve sınıf uzlaşmacılığı, 1917 Ekim Devrimine öncülük eden Bolşeviklerin tarihsel geleneğinden kopuşu simgeleyen en önemli kanıtlardır. Stalinist bürokrasilerin kendi egemenliklerini ve kendi çıkarlarını yansıtan bürokratik rejimleri sosyalizm diye yutturmaları, aslında işçi sınıfını kurtuluşa götürecek yegâne olanak olan dünya devrimi mücadelesine indirilmiş muazzam bir darbedir. Ne var ki, uzun yıllara damgasını basan bir tarihsel sapma nedeniyle pek çok devrimci insan Stalinist geleneği Marksizmin somutlanışı olarak kavrama gafletine sürüklenebilmiştir. Ne yazık ki bu tür acı yanılgılara sürüklenişin sonu gelmiş de değildir. Günümüzde Küba örneği temelinde sürdürülmeye çalışılan “yaşayan sosyalizm” anlayışı bu durumun en bariz göstergesidir. Devrimci Marksist geleneğin dünya devrimi ve sürekli devrim bağlamında savunduğu siyasal çizginin anlamı, yerküremizi kapitalizmin esaretinden kurtarmak ve sınıfsız toplum düzenine ilerletmektir. Bu hedeflere ulaşabilmenin, devrimci Marksizmin aydınlattığı devrim ve sosyalizm anlayışı dışında başka hiçbir yolu bulunmuyor. Ama biliniyor ki, düşüncelerin ömrü ilham aldıkları gerçeklerin ömründen uzundur. Bu konuda akla gelebilecek sayısız örnek bir yana, Stalinizmin etkisi gerçekten de çarpıcıdır. Stalinizm kendi varlık nedeni olan bürokratik rejimlerin çöküşünden sonra, yani günümüzde bile ne yazık ki dünya üzerinde hâlâ nice devrimci niyetli insanı Marksist mücadele yolundan alıkoymaktadır. Dile getirmeye çalıştığımız tüm bu hususların, Stalinist çizginin düşünsel esaretinden beynini kurtaramamış olanlara “karşı-devrimci Troçkizm” biçiminde görüneceğini çok iyi biliyoruz. Maksadımız, umutsuz vakalar karşısında fazladan çene yormak değil. Ama futbol takımı tutar gibi küçük-burjuvaca bir “Stalinizm mi, Troçkizm mi” çekişmesiyle de hiçbir yere varılamayacağı çok açık. Dünya işçi sınıfının devrimci atılımının sağlanabilmesi için devrimci
Komünizmin ilk evresinden yani sosyalizmden başlayarak, insanın insanı ezmedi ezmediği, tam tersine her an birbirine dostluk elini uzattığı ve her şeyi kar kardeşçe paylaşma bilinci içinde daha da insanlaştığı bir toplumsal düzen kurulabilir. Bu toplumsal düzen sayesinde insanlık, bebelerine tüm ttoplumun kendi çocuğu gibi sahip çıktığı, hastalarını iyileştirmek için seferber olduğu, yaşlılarını derin bir sevgi ve saygı halesiyle ku kuşattığı, gençlerinin önüne kültürel yükseliş ve özgürce gelişim olanaklarını serdiği, yaşamı zorunlu bir çalışma alanı olmaktan çıkartıp keyifli bir oyun alanına dönüştürdüğü bir dünyayı yaratabilir. Böyle bir geleceği yaratmak hiç de hayal değil. Köhnemiş kapitalizm yıkılmayı bekliyor.
29
marksist tutum
Marksist geleneğe sahip çıkılması, onun güçlendirilmesi gerekiyor. Ve bu yapılmadıkça kaybeden, şu veya bu Stalinist ya da Troçkist çevre olmayacak, doğrudan dünya işçi sınıfı olacaktır. Stalinizmin Marksizme saldırısı kuşkusuz yalnızca teorik düzeyde kalmamıştı. Marksizmi savunmaktan başka “günahları” olmayan Leninist-Bolşeviklere “karşı-devrimci”, “ajan” diye kara çalınmasından tutun da, pek çoğunun yaşamı bürokrasinin engizisyon mahkemelerinden çıkartılan idam kararlarıyla söndürülmüştü. Her şey bu kadardan da ibaret değil. Stalinizmin siyasi mücadele çizgisi, yıllar içinde ortaya çıkan nice devrimci fırsatın heba edilmesine, böylece dünya devriminin ilerleyişinin baltalanmasına neden oldu. Bu acı gerçeklerle yüzleşmek, Marksizme ve işçi sınıfının kurtuluşu davasına inanan her dürüst devrimcinin boynunun borcu olmalıdır. Stalinizme yönelttiğimiz tüm eleştiriler, Stalinist geleneğin iç yüzünü henüz kavrayamadığı için ondan kopamayan kimi devrimcilerin sandığı gibi Troçkizmin yumurtladığı yaveler değil, tarihsel gerçeklerdir. İşçi sınıfı adını kullanarak hükümran olan ve neticede dünya işçilerinin sosyalizme duyacağı özlemi karartan Stalinizm tarihsel bir vakadır. Stalin egemen bürokrasinin en yüksek temsilcisi olmuş ve dünya komünist hareketini yolundan saptıran resmi çizgi haliyle onun adıyla anılmayı hak etmiştir! Devrimci Marksizme düşman egemen bürokrasilerin mahkûm edilmesi görevi asla savsaklanamaz. Stalin’in devrimci insanlara ve işçi sınıfının devrimci mücadelesine indirdiği ölümcül darbeleri, “devrim yolunda yapılmış hatalar” diyerek geçiştirmenin mazur görülecek hiçbir yanı olamaz. Stalin aslında tersten olmak üzere Marx’ı doğruladı. Marx, Komünist Birliğe Çağrı başlıklı bildirisinde sürekli devrim anlayışını ortaya koyarken, demokratik küçük-burjuvazinin devrimi kısmi istemlerin gerçekleşmesi noktasında sonlandırmak isteyeceğine dikkat çekiyordu. Buna karşılık komünistlerin görevi, “az çok mülk sahibi tüm sınıflar egemen konumlarından uzaklaştırılıncaya dek, proletarya devlet gücünü ele geçirinceye ve yalnızca bir tek ülkedeki değil, dünyanın tüm önde gelen ülkelerindeki proleterlerin birliğinin, bu ülkelerin proleterleri arasındaki rekabetin ortadan kalkmış olduğu ve hiç değilse belli başlı üretici güçlerin proleterlerin ellerinde toplanmış bulunduğu noktaya ulaşıncaya dek, devrimi sürekli kılmak”tı. Stalinizmin yaptığı, Marx’ın mahkûm ettiği çizgiyi izlemek ve devrimleri yarı yolda kesintiye uğratmak oldu. Durum buyken, Marksizmin sürekli devrim anlayışını Troçkizm diyerek lanetleyen bürokrasinin baş temsilcisini “hatalarına rağmen o bir devrimci liderdi” diyerek aklayacağız öyle mi? İnsanlığı sınıfsız ve sömürüsüz bir geleceğe taşıyabilecek olan sosyalist mücadele anlayışı egemen bürokrasinin çıkarlarını yansıtan “tek ülkede sosyalizm” çarpıtmasıyla boğulmuşken, “Troçkizm” veya benzeri suçlamalar gelir korkusuyla susulacak mı? Devrimci insan kendini tarihten ders almayı bilemeyen bir aptal durumuna düşü-
30
Eylül 2006 • sayı: 18
rebilir mi? Hayır, elbette hayır! Stalinizm “tek ülkede sosyalizm” acı ilacını dünya komünist hareketine yuttururken, “Sovyetler Birliği” faktörünü tepe tepe kullanmıştı. Bürokrasinin oyunu hiç de yabana atılır çapta değildi, zira devrimci insanların Ekim Devriminin yeşerdiği topraklara içten bir bağlılık ve sevgi beslemesi anlaşılır bir şeydi. Stalinizm yalnızca beyinlerimizi zehirlemekle kalmadı, kim bilir kaç kuşaktan işçinin devrim ve sosyalizme ilişkin en içten duygularına, yüreğine, inancına, sevgisine el uzattı, değdiği yeri dumura uğrattı. Bilinçleri alabildiğine çarpıttı. Bu nedenledir ki, Lenin döneminin Sovyetler Birliği’yle hiçbir ilgisi kalmamış bulunan koca bir bürokratik rejim çökerken, ona hâlâ “yaşayan sosyalizm” diye bakanlar her şeyin sonu gelmişçesine gözyaşı döktüler. Diğer yandan, uzun yıllar bu rejimlerin altında yaşamış ya da bu gerçekliği gözlemiş milyonlarca işçi ise, bürokratik rejimlerin çöküşünü, Marksizmin ve sosyalizmin sonu diye lanse eden dünya burjuvazisinin ideolojik etki alanına sürükleniverdi. Aslında bugün üretici güçlerin ulaştığı düzeyi değerlendirecek olursak, nesnel koşullar sınıf düşmanı cephenin iddia ettiği gibi sosyalizmin sonuna değil, tam tersi bir duruma işaret ediyor. Açlığın, yoksulluğun, eşitsizliğin, sömürünün, savaşların, sınıfların, devletin, siyasi çekişmelerin, birbirinin sırtına basarak yükselmeyi arzulattıran o pis rekabetin olmadığı bir gelecek olanağı kapıya dayanmış, devrimci mücadele eliyle gerçekliğe dönüşmeyi bekliyor. İnsan soyunun çıkarları adına yalansız dolansız ve göğsümüzü gererek söyleyebiliriz ki, sosyalizm sayesinde yeryüzündeki tüm insanlar kardeşleşebilir, barış ve huzur içinde yaşayabilirler. Böyle bir dünya düş değil, masal değil; işçi sınıfı devrimiyle rahatlıkla ulaşılabilecek gerçek bir hedef. Komünizmin ilk evresinden yani sosyalizmden başlayarak, insanın insanı ezmediği, tam tersine her an birbirine dostluk elini uzattığı ve her şeyi kardeşçe paylaşma bilinci içinde daha da insanlaştığı bir toplumsal düzen kurulabilir. Bu toplumsal düzen sayesinde insanlık, bebelerine tüm toplumun kendi çocuğu gibi sahip çıktığı, hastalarını iyileştirmek için seferber olduğu, yaşlılarını derin bir sevgi ve saygı halesiyle kuşattığı, gençlerinin önüne kültürel yükseliş ve özgürce gelişim olanaklarını serdiği, yaşamı zorunlu bir çalışma alanı olmaktan çıkartıp keyifli bir oyun alanına dönüştürdüğü bir dünyayı yaratabilir. Böyle bir geleceği yaratmak hiç de hayal değil. Köhnemiş kapitalizm yıkılmayı bekliyor. İnsan soyunu sınıflı ve sömürülü toplum düzeninin cenderesinden kurtarıp, o güzelim geleceğe taşıyacak olan işçi sınıfı görev başına! Burjuvazi ne denli çırpınırsa çırpınsın, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin yeniden ve bu kez daha sağlam biçimde ilerleyişe geçeceğine olan inancı köreltmeye, bu inanç doğrultusundaki çabaları durdurmaya muvaffak olamayacak. İşçi sınıfı devrimci bir şahlanışa geçmeyi başardığında, sonunda kazanan bu sefil kâr düzeni değil insanlık olacak!
Latin Amerika’da “Kurtarıcılar” ve Caudillolar /3 Utku Kızılok Devrimci bir işçi sınıfı önderliğinin yokluğu koşullarında, Latin Amerika’nın gelenekleri ve günümüzün keskin çelişkileri temelinde ortaya çıkan popülist-milliyetçi lider ve hareketler, bir kez daha emekçi kitlelerin yeni yeni yükselmeye başlayan hareketliliğini yolundan saptırmakla tehdit ediyor. Bu şartlar altında kendine Marksist diyenlerin, tehlikeye karşı özel bir uyanıklık göstermesi ve işçi sınıfına kendi devrimci iktidarını kurma bilincini vermek için çaba harcaması gerekir.
Chavez ve diğer popülist liderler nasıl bir zeminde yükseliyor? Daha önce “kurtarıcı” ve “Mesihçi” geleneğin Latin Amerika’da yeni görünümlere bürünerek, kendine yeni temsilciler bulmaya ve caudillolar yaratmaya devam ettiğinden söz etmiştik. Şimdi de dönüp bunun günümüz şartlarındaki bir görünümü sayılabilecek olan Chavez’in ve diğer popülist solcu liderlerin nasıl bir çelişkiler zemininde yükseldiklerine bakalım. Aç, eğitimsiz, işsiz, her türlü sosyal güvenceden yoksun milyonlarca insan, Latin Amerika’da yaşam mücadelesi veriyor. Ve bu milyonlarca insan, büyük ölçüde kentlerin varoşlarında salkım saçak, üst üste, yaptıkları teneke evlerde yaşamaya çalışıyorlar. Bu manzaranın tam karşısında tüm zenginliği elinde toplamış bir avuç burjuvanın yaşamı… Latin Amerika’nın pembe dizilerine yansıyan sefahat görüntüleriyle işçi-emekçi yoksul kitlelerin betimlediğimiz yaşamı arasında bir benzerlik var mı? Latin Amerika’da toplumsal çelişkiler alabildiğine derinleşmiştir ve çuvala sığmayan bu çelişkiler, rakamların soğuk dilinde bile çarpıcı hale gelebilmektedir. Lula’nın Brezilya’sı alt kıtanın en zengin ülkesi olmasına rağmen yoksulluk oranı %22, Kirchner’in Arjantin’inde %52, Vazqez’in Uruguay’ında %24, Morales’in Bolivya’sında %70 ve Chavez’in Venezuela’sında ise %47. Ve rakamları daha anlaşılır kılacak bir veri daha ekleyelim: Latin Amerika’da nüfusun yaklaşık %40’ı günde sadece 2 dolarla geçiniyor. Yani milyonlarca insan karnını bile doyuramıyor. Rakamların kuru dilinin sınırlı anlatımını bilerek bir-
kaç veri daha ekleyelim: Latin Amerika’daki toplam nüfus içinde en zengin %10’luk kesim toplam gelirden %50 civarında pay alırken, en yoksul %10’luk kesim toplam gelirin sadece %2’sine yakınını alabilmektedir. Venezuela’da ise, en zengin %20’lik kesim toplam gelirin %53,4’üne el koyarken, en yoksul %20’lik kesimin elde ettiği gelir sadece %3’tür. Resmi işsizlik ise sırayla şöyle: Brezilya’da %12, Arjantin’de %17, Ekvador’da %10, Uruguay’da %16, Bolivya’da %12 ve Venezuela’da %18. Gerçek sayıların bunların çok üzerinde olduğu alt kıtanın hemen tüm ülkelerinde manzara budur. Kapitalist gelişmeyle birlikte kır hızla çözülmüş ve şehrin yolunu tutan milyonlarca insan işsizlik denizine düşüvermiştir. Örneğin, Venezuela’da nüfusun %80’i kentlerde yaşıyor. Alt kıtanın genelinde ve özellikle Brezilya ve Arjantin gibi ülkelerde de durum budur. Brezilya’da kırda meydana gelen değişim sonucunda binlerce kır işçisi işsiz kalmış ve Topraksız İşçiler Hareketi adıyla ve toprak istemiyle bir hareket başlatmışlardır. Bolivya’nın önemli sanayi kentlerinden biri olan El Alto son 30 yıl içinde denebilir ki, bir belde düzeyinden devasa bir şehir haline gelmiştir. Son birkaç sene içinde El Alto’nun nüfusu yarım milyon artarak bir milyona yaklaşmış bulunuyor. Kentin yolunu tutan yoksul kitleler sadece işsizlik ve açlık sorunu çekmiyorlar; yanı sıra kısa zamanda ne işçileşebiliyorlar ne de kentli olabiliyorlar. Genellikle köyle kent arasına sıkışmış bu kitleler gettolarda yaşıyorlar ve kültürel çatışmanın yanı sıra bir dizi toplumsal çelişkiyle de boğuşuyorlar. Burjuva devlet yoksulların yaşadığı bu bölgelere
31
marksist tutum
en temel altyapı hizmetleri olan yol, su ve elektriği bile götürmüyor. Bu bölgeler sağlık hizmetlerinden de neredeyse tamamen dışlanmış bulunuyor. Bu çarpıcı gerçek kendini Venezuela’da daha bir açığa vuruyor. Caracas’ın varoşlarına yerleşen yoksullar bugüne kadar adeta yok sayılmışlardır. Venezuela’nın yoksul kitleleri kentlerde yaşamalarına rağmen büyük ölçüde okuma yazma dahi bilmiyorlar. 1998’e kadar okula gitme imkânı bulamayanların oranı %59’du ve eğitime ayrılan bütçe oldukça düşüktü: GSMH’nin %2’si. Yaklaşık 1,5 milyon kişi okuma yazma bilmiyordu ve bununla birlikte 2 milyon kişi ilkokulu yarıda bırakarak bu orduya katılmıştı. İşte Chavez ve diğer popülist liderlere iktidar yolunu açan da betimlediğimiz bu manzaradır. Bu iktidarların dile getirdiği, hayata geçirdiği ya da geçireceğini vaat ettiği uygulamalar, reformlar ya da tutumlar bir “devrim” olarak sunulmakta. Bu tür liderler, hareketler ve iktidarlardan devrim ya da sosyalizm bekleme yanılsaması giderek yayılmaktadır. Bu nedenle söz konusu uygulama ve söylemlerin gerçek niteliğini ortaya koymak bir zorunluluktur.
“Devrim” dedikleri! Son on yılda, yukarıda ismi geçen ülkelerin neredeyse tamamında devrimci durumlar yaşandı. İşçi-emekçi kitleler burjuva devlet kurumlarını işlemez hale getirdiler; gelişmiş ve olgunlaşmış bir düzeyde olmasa da, sovyet tipi organlar da yarattılar. Bir proleter devrimin nesnel koşulları ortaya çıkmış olmasına karşın, ayağa kalkan kitleler eylemlerini siyasal iktidarın fethine ilerletemediler. Böylece Latin Amerika somutunda da gördük ki, proleter devrim perspektifine sahip bir devrimci önderliğin yol göstericiliği olmadan işçi sınıfı siyasal iktidarı fethedemez. Latin Amerika’da yaşanan devrimci durumları burjuvazi açıktan şiddet kullanarak ezebilmiş değildir; fakat devrimci önderlik boşluğunu Chavez ve Morales gibi sol popülist milliyetçi burjuva liderler doldurmuş ve kitleleri kapitalizmi devirme yolundan şimdilik saptırmıştır. Kitlelerin 2002 yılında Chavez’e karşı girişilen darbeyi geri püskürterek politik arenaya aktif bir şekilde girmesiyle Chavez, köklü bir söylem değişikliğine gitmiştir. Burjuvazinin yapılan reformlara bile tahammül edemeyerek Chavez’i devirmeye kalkması, işçi-emekçi kitlelerdeki tepkinin devrimci bir tarzda açığa çıkmasına vesile olmuştur. Bu tarihe kadar parlamenter yolla iktidara gelmiş milliyetçi reformcu ve daha çok da “halk adamı” imajı çizen Chavez, kitlelerin yükselen mücadelesine bağlı olarak giderek söylem değiştirmiş ve “sosyalist” oluvermiştir! Hatırlanırsa Chavez’in sosyalizmi andığı tarih 2005’in hemen başıdır. Devrimci durumun ortaya çıkmasıyla Chavez, sınıfsal çelişkilerin üzerinde yükselen bir hakem, bir Bonapart edasıyla hareket etmeye başlamıştır. Nitekim bir taraftan o güne kadar tekrarladığı “ne sosyalizm ne de kapitalizm” retoriğine bir son vererek kerte kerte sosyalizm söylemine
32
Eylül 2006 • sayı: 18
dümeni kırarken, öte taraftan da kitleleri oyalayarak devrimci durumun sönümlenmesini sağlayıp kapitalist düzeni yıkılmaktan kurtarmıştır. Lakin Chavez, bu misyonunu, sosyalizm söylemine daha fazla vurgu yaparak, anti-Amerikancılığı anti-emperyalizm gibi sunarak ve kitlelerin de baskısı üzerine “Bolivar 2000” programına kimi fabrikaların devletleştirilmesini alarak ve uyguladığı kısmi reformlarda kararlılık göstererek perdelemiştir. Fakat gerek Latin Amerika emekçileri gerekse dünya sosyalist hareketinin büyük çoğunluğu, bırakın devrimci durumların geri çekildiğini ve popülist liderlerin kitleleri kapitalizmi yıkma yolundan çevirdiğini, tersine, popülist solcu liderlerin başını çektiği bir devrim yaşandığını düşünmeye devam ediyorlar. Özellikle reformistlere göre. “Bolivarcı Devrim”in bileşenleri olan Kendi Kaynaklarına Dayanarak Kalkınma Çemberleri (kooperatifler, “ortak yönetim”), Kamusal Zorunluluk Programları (sağlık, eğitim ve yoksullukla mücadele), Yerel Kamusal Planlama Konseyleri (katılımcı bütçe uygulamaları) “21. yüzyıl sosyalizmi”nin üzerinde yükseldiği sacayakları. Bu başlıklara bakıp gözleri kamaşan reformistler farklı bir “mülksüzleştirme” deneyimi yaşandığını ileri sürüyorlar. Yani onlara göre kapitalizmin paralelinde alternatif mülkiyet ilişkileri gelişiyor; böylece bir işçi devrimine gerek kalmadan, kapitalizm içeriden fethedilerek sosyalizm inşa edilecek! İşte size “21. yüzyıl sosyalizmi”! Şimdilerde bu “devrim” kervanına Bolivya da katılmış bulunuyor. Morales, aynı Chavez gibi kendini devrimci bir lider olarak sunuyor. Morales ile röportaj yapan bir solcu gazeteci şöyle soruyor: “Siz Bolivya için büyük değişiklikler istiyorsunuz değil mi? Buna devrim diyebilir miyiz? Buna sosyalist bir devrim istiyorsunuz diyebilir miyiz?” Morales ise şu cevabı veriyor: “Evet doğru. Bir kültürel devrim, bir
demokratik devrim, bir devrim, Latin Amerika’nın birleşmesi ve yaşamın sürdürülmesi için bir devrim. Yalnız, sadece bu yoksullar için değil, marjinaller için değil, herkes için olacak. Yüksek sınıfların da, orta sınıfın da, çünkü orta sınıf şu anda çok ciddi problemlere sahip, birçoğu işlerini kaybetti.” Görüldüğü gibi, Morales’in gönlü pek geniş ve o her sınıf için devrim istiyor! İlerleyen satırlarda Morales, söz konusu devrimden ne anladığını da açık ediyor. Ona göre özelleştirmelere ve neo-liberalizme karşı çıkarak, eğitim, sağlık, su ve elektrik gibi hizmetlerin devlet tarafından üstlenilmesi ve yaygınlaştırılmasını savunmak sosyalizmdir. Morales son olarak da, “biz hiçbir şeyimizin uluslararası şirketlere gitmesini istemiyoruz” diye ekliyor. Her fırsatta altını çizdiğimiz gibi, Chavez ve Morales’in yaptığı reformlar hangi adla sunulursa sunulsun, son tahlilde, kapitalist düzenin sınırlarını aşmayan, ulusalcı-kalkınmacı çerçevede kalan reform uygulamalarından başka bir şey değildir. Bunlar her taraftan dikişleri atmış kapitalist sistemi onarma, açıklarını yamama, açlık ve yoksulluğu, artan işsizliği, yaygın eğitimsizliği sosyal reform politikalarıyla bir nebze de olsa giderme ve böylece keskinleşen sı-
Eylül 2006 • sayı: 18
nıfsal çelişkileri yumuşatma programlarıdır. Chavez’in “devrim” programında kapitalist düzeni bir işçi devrimiyle yıkmak ve yerine işçi sınıfının sovyet tipi yönetim organlarını geçirmek yoktur. Neo-liberal politikalara karşı çıkmaya, “sosyal devlet” uygulamalarını savunmaya, petrol ve doğalgaz gibi ulusal kaynakları devletleştirerek elde edilecek kaynağın bir kısmını iktisadi ve kültürel geriliği aşmakta bir kaldıraç olarak kullanmaya ve büyük toprak sahiplerini hedef almayan bir toprak reformuna devrim demek koca bir aldatmacadır. Bugüne kadar kapitalizmin ıslah edilerek adil bir toplum yaratıldığına veya bir işçi devrimine gerek kalmadan reformlarla kapitalizmin ortadan kaldırıldığına şahit olunmadı.
“Farklı bir mülksüzleştirme” mi? Venezuela’da “farklı bir mülksüzleştirme” yaşandığını ileri süren reformistler bu savlarını, kurulan işçi kooperatiflerine dayandırıyorlar. Bununla birlikte, devlete ait kimi fabrikalarda başlatılan “ortak yönetim” ve özel sektörde patronları tarafından kapatılan kimi fabrikaların önce devletleştirilmesi ve sonra da hisselerinin bir bölümünün buraları yeniden işletmeye başlayan işçi kooperatiflerine aktarılması reformistlerin bir başka gerekçesi. Bilinçli bir çarpıtma yapmaktan da geri durmuyorlar; işçilerin, patronların yönetimindeki kurullara katılması olan “ortak yönetim”i, patronların fabrikadan atılması ve kontrolün her düzeyde işçilerin eline geçmesi olan işçi yönetimi olarak sunuyorlar. Bu noktada, sadece reformistler değil, gerek Stalinist gerekse Troçkist çevreler de aynı çarpıtmayı sürdürüyorlar. Böy-
marksist tutum
le bir akıl yürütmeyle, işçilerin fabrikaları yönettiği ve giderek iktidarı ellerine geçirdiği sonucuna varıyorlar. Chavez iktidara geldiğinde Venezuela’da kooperatif sayısı 800 civarındaydı; o günden bugüne kadar 70 bini aşkın kooperatif kurulmuş bulunuyor. Bu kooperatifler şirketler kuruyor, devletten ucuz krediler alıyor ve ihalelere katılıyorlar. Bunun yanı sıra, kooperatifler bünyesinde olsun veya olmasın, küçük işletmeler teşvik ediliyor. Yeni bankacılık kanununa göre bankalar kredilerinin %30’unu kooperatiflere, küçük işletmelere veya tarım yapan küçük köylüye vermek zorunda. Böylece ya kooperatifler bünyesinde ya da bağımsız olarak binlerce küçük işletme açılmış bulunuyor; buralarda 210 bin kişinin çalıştığı söylenmektedir. Kurulan kooperatifler aynı zamanda “Bolivarcı Halkalar”ın temel bileşenlerinden biri; bu kooperatifler reformistlere göre kapitalist mülkiyete bir alternatif oluşturuyor ve kolektif mülkiyeti temsil ediyor! Chavez’in “devrimi” hiç de farklı bir “mülksüzleştirme” biçimi ortaya koymuş değildir, tersine, yeni küçük-burjuvalar yaratılmaktadır. Belirtmek gerekiyor ki, kapitalist sistemin işleyiş çarklarının dönmesinde küçük-burjuvazinin önemli bir rolü vardır. İşçi-emekçi kitleler küçük-burjuvazinin toplumdaki konumuna ve yaşam biçimine özendirilir ve sömürünün kaynağı olan kapitalist sistemi yıkmak gerektiği fikri unutturulur. İşçilere kapitalist sömürü düzenini yıkmak yerine kooperatifler açmayı öğütleyen, ucuz krediler veren ve bunu da “devrim” olarak adlandıran Chavez ve onun kuyrukçusu sosyalist çevreler acaba kime hizmet ediyorlar?
Chavez ve Morales’in yaptığı reformlar hangi adla sunulursa sunulsun, son tahlilde, kapitalist düzenin sınırlarını aşmayan, ulusalcıkalkınmacı çerçevede kalan reform uygulamalarından başka bir şey değildir. Bunlar her taraftan dikişleri atmış kapitalist sistemi onarma, açıklarını yamama, açlık ve yoksulluğu, artan işsizliği, yaygın eğitimsizliği sosyal reform politikalarıyla bir nebze de olsa giderme ve böylece keskinleşen sınıfsal çelişkileri yumuşatma programlarıdır.
33
marksist tutum
Çok yıllar önce Proudhon, işçilerin grev yapmasına ve ücretlerine zam istemesine karşı çıkıyordu. Zira Proudhon’a göre işçilerin grev yapmaları ve ücretlerine zam istemeleri burjuva düzenin sömürüsünü, ahlâksızlığını kabul etmek ve onu meşrulaştırmak demekti. Keza diyordu Proudhon, işçilerin ücretlerinin yükselmesi fiyat artışını da beraberinde getirecektir. Bu sebeple işçiler bu boş hedef için mücadele vermemeliydiler! Bunun yerine işçiler ucuz veya bedava kredi alarak kooperatifler kurmalıydılar. Bu kooperatifler öylesine örgütlenecekti ki, giderek kapitalizm bir devrime gerek kalmadan son bulacaktı. Sefaletin Felsefesi ve Mülkiyet Nedir? adlı kitaplarında bedava kredi hakkını savunan Proudhon, kredi mekanizmasını, kurulacak bir Halk Bankasının yönlendirmesini savunuyordu. Marx, Proudhon’a şiddetle saldırdı ve Felsefenin Sefaleti adlı eserinde Proudhon’un düşüncelerini çürüttü. Marx şöyle diyordu Proudhon için: “Bilim adamı olarak, burjuvaların ve proleterlerin üstünden süzülerek uçmayı arzular; oysa, sermaye ile emek, ekonomi politik ile komünizm arasında ileri geri fırlatılıp duran küçük-burjuvadır yalnızca.” Proudhon’un hayali, küçük üreticilerin kooperatiflerine dayalı bir sosyalizmdi; ancak küçük-burjuva sosyalizminden başka bir şey değildi bu hayal. Küçük-burjuva sosyalizmi çeşitli kılıklara bürünerek ve kendisine destekçiler bularak günümüze kadar gelmiştir. Şimdilerde ise Venezuela’da işçi sınıfının devrimci önderlik boşluğundan yararlanarak
34
Eylül 2006 • sayı: 18
kitlelerin bilincine sızmaya çalışıyor. Kooperatifler aracılığıyla küçük üretimin yaygınlaşması ya da işçilerin kooperatifleştirilmiş fabrikaların hissedarı olması, ne kapitalizmin tasfiyesi ne de sosyalizme giden adımlar olarak nitelendirilebilir. Çünkü kooperatif mülkiyeti, burjuva mülkiyete alternatif değil onun biçimlerinden biridir yalnızca.
Devletleştirmeler ve sosyal programlar Chavez’in iktidara gelmesiyle yeni bir burjuva Kurucu Meclis oluşturulmuş ve bu meclis yeni bir anayasa hazırlamıştır. Geçerken belirtelim ki, Morales’in seçilmesiyle Bolivya’da da yeni bir Kurucu Meclis oluşturulmaya başlanmıştır; bu meclis yeni bir anayasa hazırlayacak ve ulusalcıkalkınmacı programın temel sacayakları olan petrol ve doğalgazın devletleştirilmesi böylece anayasal güvence altına alınacak. Nitekim Venezuela’nın yeni anayasasının en temel maddelerinden birisi petrol kaynaklarının özelleştirilmesinin yasaklanması ve doğal kaynakların işleme hakkının devlete verilmesidir. Yukarıda sözünü ettiğimiz kafa karışıklığı devletleştirmeler konusunda da kendisini açığa vuruyor. Sosyalizmi devlet mülkiyeti ile özdeşleştiren anlayışlar, Venezuela’da petrolün kontrolünün devlette olmasını ve Bolivya’da petrol ve doğalgazın devletleştirilmesini, yürüyen “devrim”in önemli bir parçası sayarak alkışlıyorlar. Burjuva devletin eline geçen işletmeleri halkın malı olarak sunan bu çarpık kavrayış ne yazık ki pek yaygın. Chavez ve Morales gibi milliyetçi liderler de bu noktada kitlelerin bilincini diledikleri gibi bulandırıyorlar. Örneğin, Bolivya’da devletleştirmelerin yapıldığı işletmeleri şu tip pankartlar süslemekteydi: “Kamulaştırıldı: Bolivyalıların Mülkiyeti”. Sınıflara bölünmüş kapitalist toplumda devlet, bilindiği gibi burjuvazinin devletidir; devlet mülkiyeti ise burjuvazinin kolektif mülkiyetidir. Burjuvazinin ve işçi sınıfının üzerinde yükselen, sınıflardan ve onların çıkarlarından bağımsız bir devletten söz etmek mümkün değildir. Elif Çağlı’nın dediği gibi, “bir petrol rafinerisinin Amerikalı bir şirket yerine bir Venezuela şirketine ya da şu kapitalist devlete değil de bu kapitalist devlet şirketine ait olması, işçi sınıfının ücretli kölelik koşullarında hiçbir değişim yaratmamaktadır.” Petrol gibi zengin kaynaklardan gelen gelirin bir kısmının sosyal programlara ayrılması bu gerçeği değiştirmiyor. Venezuela’da petrol şirketi PDVSA devlete ait olmasına rağmen, zamanla adeta “devlet içinde devlet” haline gelmişti. Petrol gelirlerinden devletin aldığı pay ise 1974’te %80 iken, bu oran 2002’de %20’ye kadar düşmüştü. Venezuela petrol üreticisi bir ülke olmasına karşın, ham petrolün işlenmesini Royal Dutch/Shell, Exxon Mobil ve Chevron gibi emperyalist tekeller yapıyor ve oldukça düşük vergi veriyorlardı. 2002’deki darbe girişiminin ardından Chavez, PDVSA’nın başına çöreklenmiş ve oligarşinin saflarına katılmış bürokratlara yol vererek ve emperyalist petrol tekellerinin vergilerini artırarak bu alandaki çarpıklığa bir son
Eylül 2006 • sayı: 18
verdi ve petrol gelirlerinin bir kısmını sınıfsal çelişkilerin yumuşatılmasına ayırdı. Zira Chavez’in sosyal programının yakıtını petrol gelirleri oluşturmaktadır; petrol gelirlerinin bir kısmı eğitim, sağlık ve yoksullukla mücadele programına aktarılarak bu alandaki sorunlar çözülmeye çalışılıyor. Fakat bu tür sosyal reformları ne abartmak gerekiyor ne de ilk sefer uygulanıyormuş gibi bir yanılsama yaratmak gerekiyor. “Sosyal devlet” uygulamaları kapitalist sistemin bir dönemine damgasını basmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında güncel bir devrimle karşı karşıya gelen burjuvazi, çözümü işçi sınıfına taviz vermekte ve “sosyal devlet” politikaları uygulamakta buldu. Eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik bizzat devlet tarafından kamu hizmeti olarak üstlenildi ve bu alanlarda reformlar yapıldı. Ayrıca Latin Amerika’nın tarihi bu tür reformlarla doludur. Elbette uygulanan reformlar emekçi kitlelerin yaşam koşullarını iyileştirdiği için olumlu gelişmeler olarak kaydedilmelidir. Ancak bu tür reformları devrim ve kapitalizmin tasfiyesi olarak sunmak kitlelerin bilincini bulandırmaktan öteye geçmeyecektir. Nihayetinde reformları devrim katına yükseltmek burjuvazinin işine yaramaktadır; kapitalist düzen yerli yerinde dururken emekçi kitlelerin “devrim yaptık” avuntusuyla oyalanması burjuvazinin de istediği bir sonuçtur. Bununla birlikte, petrol gelirlerinin bir kısmının sosyal alana ayrılması kitlelerin ağır sefaletini çözmez, olsa olsa bunu bir nebze olsun hafifletir. Kapitalizmde “adil paylaşım” söylemi büyük bir aldatmacadır; üretim araçlarının özel mülkiyetini ellerinde tutan ve sermayeyi kontrol eden kapitalistler sınıfı ile işgücünü satmaktan başka çaresi olmayan işçi sınıfı “adil bir paylaşım”ın eşit tarafları olamazlar. İşçi-emekçi kitleler yaşadıkları sefaleti hafifletecek reformlar –üstelik bu reformların kalıcılığı yoktur– için mücadeleyle yetinmemeli, mücadeleyi kapitalist düzeni yıkacak ve sömürüyü ortadan kaldıracak bir proleter devrim düzeyine yükseltmek için ileriye atılmalıdırlar!
Toprak reformu “Bolivarcı Devrim” programının temel sacayaklarından birisini de toprak reformu oluşturmaktadır. Daha önce de vurguladığımız üzere, Venezuela’da toprakların %77’si toprak sahiplerinin %3’ünün elinde bulunurken, köylülerin %50’si toprakların sadece %1’ine sahiptir. Oldukça verimli topraklar ekilmemekte (yaklaşık 30 milyon hektar) ve Venezuela, tükettiği tarım ürünlerinin yüzde 70’ini ithal etmektedir. Venezuela’da ve şimdilerde Bolivya’da hayata geçirilmeye çalışılan toprak reformuyla, ekilmeyen toprakların ekilmesi ve böylece ulusal kalkınmanın tarım sektörünce desteklenmesi amaçlanıyor. 2001’de çıkartılan ve 2005’te yeniden düzenlenen toprak reformunun amacını Chavez, cafcaflı sözlerle şöyle süslüyordu: “Latifundiyaya karşı savaş Bolivarcı devrimin özüdür. …
marksist tutum
Gerçek bir kanser olan bu tarihsel sorunla yüzleşme vakti gelmiş bulunuyor. Bu devasa toprak sahipliği mevcut oldukça hiçbir kalkınma projesini ilerletmemiz mümkün değildir.” Chavez, büyük toprak sahiplerini bu yönde sıkıştırırken, devlete ait bir kısım toprağı da köylülere dağıtmıştır. Toprak reformunun bir amacı ise, özellikle kentin varoşlarında patlamaya hazır kitleleri kıra yönlendirerek işsizliği önlemektir. Kıra dönüş adı verilen Vuelta al Copmo komiteleri, toprak vaadiyle, işsizleri tarım yapmak üzere kıra dönmeye teşvik ediyor. Ancak tüm gürültüye karşın büyük toprak sahipliğine dokunulabilmiş değildir; bugüne değin devlete ait 2,2 milyon hektar toprak yaklaşık 130 bin köylüye dağıtılmış bulunuyor. Oysa sadece ekilmeyen toprak miktarı 30 milyon hektardır. ABD emperyalizmine atıp tutarak sosyalistlerin gönlünü fetheden Chavez, diğer emperyalist güçlerle anlaşmalar yapmaktan geri durmuyor. Antiemperyalist ilan edilen Chavez’in asıl niyeti, Venezuela’yı Latin Amerika’da hegemon bir güç haline getirmektir. Latin Amerika’nın birliği savunusu ve ABD emperyalizminin alternatifini yaratma söylemi, yalnızca bu hedefi perdelemektedir. Esasen Venezuela’da ve genel olarak Latin Amerika’da bugün kırda yaşanan sorun, pre-kapitalist mülkiyet ilişkilerinin tasfiyesi sorunu değil, topraksız köylülerin ve kır işçilerinin üzerinde çalışabilecekleri ya da işleyecekleri topraklardan mahrum olma sorunudur. Eskinin toprak sahipleri kapitalizmin gelişmesiyle süreç içinde tarım burjuvazisine dönüşmüşlerdir. Kırlarda yaşayan köylülerin önemli bir bölümü, tarıma kapitalist ilişkilerin girmesiyle ücretli işçiler haline gelmişlerdir. Ancak plantasyon sahiplerinin elindeki toprakların önemli bir bölümü ekilmediği için kırda yoğun bir işsizlik sorunu vardır ve bu sorunun kapitalist düzen çerçevesinde kalıcı bir çözümü yoktur. Toprakların küçük parçalara bölünerek dağıtılması da işsizliği, açlığı ve yoksulluğu kalıcı olarak ortadan kaldıramaz. Olsa olsa toprakta yeni küçük-burjuvalar yaratır ki, uçsuz bucaksız toprakları elinde tutan ve geniş imkânlara sahip tarım burjuvazisi karşısında bu küçük işletmelerin yaşama şansı yoktur. Nitekim Latin Amerika’nın yakın tarihine bakıldığında bu gerçeği tüm çıplaklığıyla görmek mümkün. Biz örneği Venezuela’dan verelim: 1960’ta Demokratik Eylem Partisi hükümeti bir toprak reformu yaptı ve 60 bin köylüye 1 milyon 800 bin hektar toprak dağıttı. Keza resmi verilere göre 1961’den 1998’e kadar yapılan toprak reformlarında 230 bin aileye 11,5 milyon hektar toprak dağıtıldı. Ancak küçük topraklara sahip köylüler yeterince kredi alamadılar ve toprakları işleyebilmek için yeterli teknik olanaklara ulaşamadılar. Bununla
35
marksist tutum
birlikte, yüksek maliyetli ürünler, piyasa koşullarının üzerinde pazara sunulunca satılamadı ve köylüler kısa zamanda iflas bayrağını çektiler. Köylüler ellerindeki toprakları sattılar ve topraklar yine tarım burjuvazisinin eline geçti. Köylüler en iyi ihtimalle eski toprakları üzerinde işçi, genellikle de işsiz haline geldiler. Çok açıktır ki, kırda da kentte de işsizlik, açlık ve yoksulluk sorununu çözecek olan bir proleter devrimdir.
Anti-emperyalizm mi? Chavez ve Morales’in ulusalcı programlarını yoğun bir milliyetçilik ve anti-Amerikancılıkla desteklemeleri antiemperyalizm olarak görülüyor. Bunun kanıtı olarak da petrol ve doğalgaz gibi ulusal kaynakların emperyalist tekellerden alınıp devletleştirilmesi gösteriliyor. Diğer bir “kanıt” ise, Chavez’in ABD emperyalizminin ileri sürdüğü ALCA’ya, yani Amerikalar Serbest Ticaret Bölgesi’ne karşı ALBA’yı, yani Amerikalar İçin Bolivarcı Alternatif ’i ileri sürmüş olması. Chavez, bu tür girişimleri kastederek, “paraleller yaratan devrim”den söz ediyor; yani ABD emperyalizminin paralelinde Latin Amerika’nın kendi alternatiflerini yaratmak. Bu kapsamda CNN’e karşı Telesur ve ABD bankalarına karşı da Banco del Sur –Güneyin Bankası– kuruldu. ALBA şimdilik Venezuela, Bolivya ve Küba’dan meydana geliyor. Böylece sosyalist Küba ile sosyalizme yürüyen ülkeler bir araya gelmiş ve sözümona Latin Amerika’da anti-emperyalist bir cephe yaratmışlardır! Oysa yukarıda da değindiğimiz üzere, Latin Amerika’da uygulanan ulusalcı programlar yeni olmadığı gibi, emperyalist güçlerle karşı karşıya gelen ve kendini bu güçler karşısında anti-emperyalist (yani anti-Amerikan veya antiİngiliz) ilan etmek de yeni değildir. Emperyalist sistem içinde, büyüklü küçüklü kapitalist ülkeler kendi ulusal çıkarlarını savunma noktasında sürekli karşı karşıya gelmekten geri durmamışlardır. Emperyalist güçlerin karşısına dikilen ve kendi ulusal kaynaklarını garanti altına alarak (devletleştirerek) dünya pazarında yer bulmaya çalışan ülkelerin sayısı hiç de az değildir; daha doğrusu genelde böyle olmaktadır. Çok önceleri, 1890’da Şili hükümeti İngiliz tekellerinin elindeki demiryolu işletmelerini, potasyum ve nitrat gibi madenleri devletleştirdiğinde ortalık bir hayli karışmıştı. İngiliz gazeteleri, tıpkı bugün ABD gazetelerinde Chavez için yazılanlara benzer şekilde, zamanın Şili devlet başkanını “kasap” ve “diktatörlerin en koyusu” ilan etmişti. Devamında ise çeşitli tertiplerle Şili iç savaşa sürüklendi ve İngiliz emperyalizmi eski ayrıcalıklarını geri almaya çalıştı. ABD emperyalizminin de, nüfuzundan çıkmaya çalışan Latin Amerika ülkelerine sayısız müdahalesi olmuştur. Sadece iki örnek: “Kapitalist bir tarım ekonomisi geliştirmek” hedefiyle 1952’de Guatemala’da yapılan toprak reformunu ABD emperyalizmi, komünizmin ilanı sayarak bu ülkeye doğrudan müdahale etti. Çünkü ABD’li muz te-
36
Eylül 2006 • sayı: 18
kelleri neredeyse ekilebilir toprakların tamamını kontrol ediyorlardı. Müdahalenin gerekçesi ise pişkince şöyle açıklanıyordu: “İktidarı ele geçirmiş olan komünist hükümetten kurtulmak zorundaydık.” Keza Şili’deki ulusalcı reformcu Allende hükümeti, ABD emperyalizminin çıkarlarına dokunmaya başlayınca 1973’te devrilmekten kurtulamamıştır. Dolayısıyla, bugün Venezuela ve Bolivya gibi ülkelerin enerji imkânlarını kullanarak alt kıtada ve dünya pazarında kendilerine yer açmak istemelerine ve bu temelde ABD emperyalizmine karşı ulusalcılığı yükseltmelerine bakarak “işte anti-emperyalizm” demek doğru değildir. ABD emperyalizmine atıp tutarak sosyalistlerin gönlünü fetheden Chavez, diğer emperyalist güçlerle anlaşmalar yapmaktan geri durmuyor. Chavez, yürüyen emperyalist hegemonya kavgasının “imkânlarından” yararlanarak Venezuelalı kapitalistlere yer açma mücadelesinden geri durmamıştır. Çin, Rusya, İran ve Avrupa ülkeleriyle çeşitli anlaşmalar imzalanmış bulunuyor. Sadece Rusya ile yapılan silah anlaşmasının tutarı 3 milyar dolar! “Devrimci” Chavez’in yükselen yıldızı, kapitalist Venezuela’nın da yıldızının daha bir parlamasına neden oluyor. Anti-emperyalist ilan edilen Chavez’in asıl niyeti, Venezuela’yı Latin Amerika’da hegemon bir güç haline getirmektir. Latin Amerika’nın birliği savunusu ve ABD emperyalizminin alternatifini yaratma söylemi, yalnızca bu hedefi perdelemektedir.
Kurtarıcılara değil kendi sınıfına güven Devrimci bir işçi sınıfı önderliğinin yokluğu koşullarında, Latin Amerika’nın gelenekleri ve günümüzün keskin çelişkileri temelinde ortaya çıkan popülist-milliyetçi lider ve hareketler, bir kez daha emekçi kitlelerin yeni yeni yükselmeye başlayan hareketliliğini yolundan saptırmakla tehdit ediyor. Bu şartlar altında kendine Marksist diyenlerin, tehlikeye karşı özel bir uyanıklık göstermesi ve işçi sınıfına kendi devrimci iktidarını kurma bilincini vermek için çaba harcaması gerekir. Bu, her şeyden önce söz konusu liderler için beslenen yanılsamalara karşı tavizsiz bir mücadeleyle olabilir, bu yanılsamalara şu ya da bu şekilde katkıda bulunarak değil. Geçmişte sol bu hataları birçok kez yaptı ve bunun bedelleri ağır oldu. Aynı hataları göz göre göre tekrarlamak en hafif ifadeyle tarihten hiçbir ders alınmadığını gösterir. Belki de bu nedenle bir düşünür “tarihten aldığım tek ders, tarihten ders alınmadığıdır” demiştir. Ancak dünya bir cehennemin kapısındayken Marksistlerin böyle bir lüksü yoktur. Latin Amerika’da doğan fırsatların kaçmaması ve sadece Latin Amerika halkları için değil tüm dünya için kazanımlara dönüştürülmesi, her şeyden önce bu tarihi dersler ve yanılsamalar konusunda bilinç açıklığına bağlıdır. Kurtuluş, caudillolar ve kurtarıcılarla değil, işçi sınıfının kendi kitlesel devrimci eylemiyle gelecektir.
Ankara’nın Proleterleşen Çehresi ve OSTİM İşçileri G
enelde bir “memur ve öğrenci” kenti olarak anılan Ankara, bugün artık aynı zamanda bir sanayi kenti haline de gelmiştir. Özellikle savaş sanayii (burjuvazi buna “savunma” sanayii diyor) ile ilgili büyük yatırımların Ankara’da hayata geçirilmesiyle, buna doğrudan bağlı olan makine ve metal sanayii de önemli bir gelişme düzeyine ulaşmıştır. Ankara sanayisi daha çok küçük ve orta boy işletmelerden oluşuyor. Bugün Ankara Sanayi Odasına kayıtlı toplam 2876 sanayi kuruluşu bulunuyor ve bunların %40’ı makine ve metal alanında üretim yapıyor. Bu sektörlerde üretim yapan şirketlerin çoğunluğu 25 ve daha fazla sayıda işçi çalıştıran işletmelerdir. Özel sektörün rağbet ettiği ikinci sektör ise gıda sanayiidir. Bu sektördeki firmaların büyük çoğunluğu ise 10-14 arasında işçi çalıştıran küçük ölçekli işletmelerden oluşmaktadır. Ankara’daki sanayi üretiminin önemli bir bölümü Sincan Organize Sanayi Bölgesinde gerçekleştiriliyor. Son yıllarda mevcut sanayiye ilave olarak açılan fabrikalarla Ankara yakınındaki Akyurt ve Çubuk ilçeleri de önemli sanayi bölgeleri haline gelmiştir. Şehir merkezine daha yakın olan ve toplamda daha fazla işçinin çalıştığı Ortadoğu Sanayi ve Ticaret Merkezi (OSTİM) Organize Sanayi ve İvedik Organize Küçük Sanayi Bölgeleri de küçük ve orta ölçekli sanayi kuruluşlarını barındırması nedeniyle Ankara sanayiinde önemli yer tutuyor. Yaklaşık 30 yıl önce organize sanayi ve ticaret merkezi olarak kurulan bölge genişletilerek önce OSTİM Organize Sanayi Bölgesi (OSB) oluş-
turulmuş, daha sonra buna İvedik OSB eklenmiştir. Beş milyon metrekare açık alanda yaklaşık 5 bin küçük ve orta boy işletmenin toplandığı OSTİM, kayıtlarda görünen 50 bin çalışanı ve 100 farklı sektördeki endüstriyel imalatı ile deyim yerindeyse tam bir KOBİ kentidir. Türkiye’nin en büyük, dünyanın ise sayılı küçük ve orta boy sanayi üretim alanlarından biri olan OSTİM’de, makine imalat, metal işleme, elektrik-elektronik, iş makineleri, imalat ekipmanı, otomotiv, plastik-kauçuk, tıbbi araç gereçler, savunma sanayii ana başlıklarında üretim yapılıyor. OSTİM OSB ve İvedik OSB, başta Ankara çevresindeki Türk Traktör, ASELSAN, MAN gibi fabrikalar olmak üzere büyük işletmelere yan sanayi malları üretmekte, fason üretim ve taşeronluk yapmaktadır. Önemli miktarda ihraç ürünü de üretilen OSTİM’de, bu ihracatın önemli bir bölümü Afganistan ve Irak’a yapılmaktadır.
OSTİM’deki işçilerin çalışma koşulları Büyük bir çoğunluğunu Yozgat, Çorum, Çankırı ve Ankara’nın ilçelerinden göç edenlerin birinci ve ikinci kuşak çocuklarının oluşturduğu OSTİM işçilerinin çalışma ve yaşam koşulları, diğer küçük ve orta büyüklükteki işletmelerde çalışan işçilerinkinden pek de farklı değil. Şehirler, sektörler, atölyeler farklı olsa da işçilerin karşılaştıkları sorunlar hep aynı. Zorunlu mesai, ücret zamlarının verilmemesi, ücret ödemesinin keyfi olarak düzenlenmesi
37
marksist tutum
veya parçalı ödenmesi, şiddete maruz kalma vs. Çalışma saatleri düzensiz; aralarında bütün hafta boyunca sabahtan gece yarılarına kadar çalışan işçiler var. Günlük ortalama çalışma saati 12. Buna karşın çoğu işyerinde ücretler düşük ve sigorta primleri yatırılmıyor. “OSTİM’de, Türk Traktör’ün yan sanayi mallarını üreten bir metal atölyesinde çalışıyorum. Atölyede 70’e yakın işçi çalışıyor. Bu işçilerin 10-15 tanesi stajyer öğrenci. İşçilerin yaş ortalaması 20-25 ve çoğu işe yeni başladı. Atölyede, birkaç tane eski işçi dışında, herkes asgari ücretle çalışıyor. Stajyer öğrenciler ise, daha stajları resmen başlamadığı halde çok daha düşük ücretle çalışıyorlar” diyor genç bir işçi. 19 yaşındaki Ferhat ise ücretlerin düşük olmasından yakınarak, “Giriş çıkışlar belli değil. Mesaimiz yok. Sigortalarımızın yatırılıp yatırılmadığı belli değil, sigortasız çok işçi çalıştırıyorlar” diyor. Atölyelerde iş güvenliğine dair alınan önlemler, levhalarda yazılı göstermelik uyarılardan ibaret: “Her an parmaklarımızın kopması ve ağır şekilde yanma tehlikesiyle karşı karşıyayız. Hiçbir önlem alınmıyor. Alınmasını istediğimizde de, şef bizimle dalga geçip, ‘ne oldu, Çalışma Bakanlığından mı geldiler, bir şey olmaz’ diyor. Daha önce çalışan birçok işçi parmağını preslere kaptırmış veya kor haline gelen demirlerle vücutlarını yakmış. Hastalandığımızda veya bir yerimizi sakatladığımızda izin alamıyoruz. İşçilerden biri çok hastaydı, ayakta duracak hali yoktu ve izin istedi. Ama ‘senin işini yapacak kimse yok, işlerin yetişmesi lazım’ deyip izin vermediler” diyor 2 yıllık işçi Hasan. Büyük çoğunluğu için sınıf bilinci henüz epeyce geri düzeyde olsa da, köyden kopuşun artmasıyla birlikte işçilik bilincinin
38
Eylül 2006 • sayı: 18
gelişmesinin önü giderek açılıyor. Geçmişte, özellikle birinci kuşak işçiler, mutfak erzaklarının çoğunu Ankara yakınındaki memleketlerinden getirtiyor ve oradaki toprağın ekilip biçilmesinden kendilerine düşen payla bütçelerini bir nebze rahatlatıyorlardı. İşsiz kaldıklarında ise hiç olmazsa karınlarını doyurabilecekleri memleketlerine dönebiliyorlardı. Şimdiki genç işçi kuşağının büyük çoğunluğunun ise böyle bir “şansı” yok. Çünkü çoğunun babası da işçi ve işlenen bir karış toprakları dahi kalmamış. OSTİM’de resmi ve kayıt dışı çocuk işçi çalıştırılması da oldukça yaygın. 100 YTL aylıkla çalışan çok sayıda çocuk var. Sanayi sitesinde çalışan genç işçilerin bir bölümü, patronları tarafından, haftada bir gün eğitim aldıkları Ostim Mesleki Eğitim Merkezine kayıt ettiriliyor. Böylece sigorta primleri eğitim merkezi tarafından ödeniyor. Ostim Mesleki Eğitim Merkezi bünyesinde 1182 genç işçi var. Ortaokuldan sonra 3 yıl süreyle haftada bir gün eğitim gören genç işçiler, kalfalık belgesi alıyorlar. Kalfalıktan sonra girdikleri sınavla da ustalık belgesi. Bu genç işçilerden 102’si merkeze ait yurtta kalıyor. Gençlerin atölye ve okul dışında gördükleri tek bir yer yok. Merkezde daha çok metal, motor, tesviye eğitimi veriliyor. İşçi gençler yaşamlarından memnun değiller. “Mümkün olduğunda” sanayiden ayrılmayı istiyorlar. Hüseyin, hiçbir sosyal faaliyetin olmamasının sanayideki yaşamı daha da zorlaştırdığını söylüyor. Ona göre atölyeler “yarı açık cezaevi” gibi. Vakit bulabildiklerinde tek eğlenceleri, televizyon izlemek ve pazar günleri yakındaki stadyumda yapılan Ostimspor maçlarını seyretmek. Mustafa, patronların kendilerine nasıl davrandığını şöyle anlatıyor: “Okuldan çıkınca işe gel diyorlar, gece yarısına kadar iş oluyor. Sabah da sekizi beş geçe gelsen kıyameti koparıyorlar.” Sabah 6:30’da evden çıkıp gece yarısı eve döndüğünü anlatan Murat da, “İş çıkışında ellerin simsiyah oluyor. Sana başka türlü bakıyorlar” diyor. Cihan, özlemini, “diğer gençler gibi yaşayabilmek, saygı görmek istiyoruz” diyerek dile getiriyor. 3-5 kişinin çalıştırıldığı atölyelerin yanı sıra, 30-40 işçinin çalıştığı atölyelerin de yoğun olduğu OSTİM’de işçilerin çoğu örgütsüz. İşçiler işyerlerindeki sorunlarını mücadele ederek aşmak yerine, işi bırakıp giderek “çözüyorlar”. Atölyeler arasında sürekli bir işçi değişimi yaşanıyor. Hiçbir sendikal örgütlülüğün olmadığı bölgede az sayıda işçi çalıştıran birbirinden bağımsız yüzlerce atölyenin bulunması yüzünden, sendikal örgütlülüğün gerçekleşmesi uzun ve sabırlı bir çalışmanın ürünü olabilir ancak. 42 yaşındaki Ali “Buralarda sorunlar çözülmez, büyük işyerlerinde çözülür. Biz birleşebilirsek ancak aynı atölyedeki beş kişiyle birleşebiliriz, yan atölye ile birleşemeyiz” diyor umutsuzlukla. 9 yaşından beri çalıştığını söyleyen genç bir işçi ise “OSTİM’de herkesin sadece kendini düşündüğü ve bir dayanışma olmadığı için birlikteliğin de oluşturulamayacağı” düşüncesinde. İşçilerin tüm umutsuzluklarına karşın, patronlar yine
Eylül 2006 • sayı: 18
de korkuyor işçilere açık kapılar bırakmaktan. Örneğin atölyeler arasındaki iletişimi kesmek için ellerinden geleni yapıyorlar. “Patronlar kendi aralarında anlaşarak yemek saatlerini farklı yapmışlar. Örneğin bizde yemeğe 12’de, yan atölyede ise 12:30’da başlanıyor. Bu nedenlerle diğer atölyelerle irtibata geçemiyoruz.”
marksist tutum
şen sınıf bilinci ve onun şekillendireceği kişiliği ile gerçek bir saygı göreceğini öğrenecektir genç Cihan. Ve ancak militan sınıf mücadelesi ile elde edilebilen kazanımlarla özgüvenini sağlamaya başladığında fark edecektir tüm işçiler, yaşadıkları bu cehennemden bir yeryüzü cenneti yaratabileceklerini.
Yok başka bir cehennem, yaşıyorsunuz işte! Orta Anadolu köylülüğünün geleneksel muhafazakârlığına sahip olan OSTİM işçileri, orta ve küçük işletme sahiplerinin İslami ve muhafazakâr motiflerle bezedikleri ideolojilerinin etkisine fazlasıyla maruz kalmış durumdalar. Küçük atölyelerde genelde yüz yüze baktıkları patronları, onların öfkelerini dini duygularını sömürerek ehlileştiriyor. Bayramlarda seyranlarda cemaat olarak işçi ailelerine yaptıkları sosyal yardımlarla içlerini rahatlatırlarken, şükürcü düşüncenin kıskacındaki işçilerin de gönüllerini alıyorlar. Hem taş kalpli bir dünyanın vicdanı, hem de kitlelerin afyonu olan din ile işçileri uyutuyorlar. Sözün kısası Ostim işçileri kapitalizmin ağır ve yoğun sömürü koşullarından nasibini fazlasıyla aldığı gibi, sınıf mücadelesinin zayıf olduğu koşulların yarattığı açmazların da pençesinde kıvranıyor. Burjuva ideolojisinin örgütsüz işçi kitlelerinin yaşamını esir alan aldatmacalarının ortadan kaldırılması elbette zorlu ve ter akıtılan mücadeleleri zorunlu kılıyor. Bunun için mücadeleye yatkın ve militan bir ruha sahip işçileri harekete geçirecek bir çalışmayı sabırla ve sebatla OSTİM ve diğer sanayi işçileri arasında da örmek gerekiyor. Sınıfın birliğinin ve sınıf dayanışmasının mücadele içinde geliştiğini unutmadan yapılacak çalışmalar, Ali Ustaya yandaki atölyedeki işçilerle birleşilebileceğini gösterecektir çünkü. Yine, mücadele ederken geli-
İş Kazaları Kader Değildir! Merhaba arkadaşlar, Ben size çalıştığım fabrikada meydana gelen bir iş kazasında işçi arkadaşımızın başına gelenleri anlatmak istiyorum. Çalıştığım fabrika metal iş kolunda ve her an iş kazası riski var. Güvenlik tedbirleri de yeterli değil. Yoğun genç emek çalışıyor ve ortalama maaş 386 YTL. Yemekler iğrenç ve işçiler açısından durum çok kötü. Bir gece vardiyadayken makine arıza yaptı. Kalıbı indirdik, bakımını yapmamız gerekiyordu. Kalıbı sökerken arkadaşın eli sıkışmış ve parmağı kesilmiş. Tırnağı çıkmış ve bir parça eti kopmuş. Hemen lavaboya koştu, biz de peşinden gittik. Nöbetçi amire haber verildi. Hastaneye kaldırıldı. Götürüldükten sonra arkadaşımızı aradık özel hastaneye mi götürüldü diye, neyse ki SSK’ya götürülmüştü. Pek çok durumda, iş kazalarını saklamak ve ceza almamak için patronlar işçileri özel hastaneye götürüyor ve olayı gizliyor. SSK’ya götürdüğünde ise bunu gizleyemiyor. Neyse arkadaş iki hafta kadar istirahat aldı. İşbaşı yaptığında bölümdeki mühendis ve ustabaşı “senin kalıpla ne işin var” demişler arkadaşa. O da
sinirli bir halde gelip bana anlattı olanları. Ben de ona, “her iş kazasında olduğu gibi senin yaşadığında da sen suçlusun. Çünkü onlar için önemli olan senin sağlığın değil kaybolan üretim zamanıdır. Başka bir fabrikada demir kazanına düşen işçi de suçlu bulundu. Dünyada her yıl iş kazalarında ölen on binlerce insan da suçlu onlara göre, bizleri yoğun bir şekilde sömüren kapitalistler ise mağdur olan” dedim. Bir taraftan geçim sıkıntısı diğer taraftan sağlık problemleri yaşayan işçi fabrikaya geldiğinde zaten bunalım içinde oluyor. Gerekli koruma tedbirleri de alınmayınca iş kazaları kaçınılmaz hale geliyor. Ya can veriyor ya da bir organını kaybediyor işçi arkadaşlar. Arkadaşa bunun bir kader olmadığını, bundan kurtulmanın yolunun sınıf mücadelesinden geçtiğini anlattım. Çünkü işçi sınıfı o özgür geleceği yarattığında tüm sömürü sistemi ortadan kalkacak, iş saatleri düşecek, tüm yaşam özgürleşecek. Bunun için patronlara karşı mücadele etmeliyiz. Yoksa bu sömürü sistemi kendiliğinden yıkılmayacak. Zafer mücadele eden proletaryanın olacaktır! Gebze’den bir metalurji işçisi
39
marksist tutum
Eylül 2006 • sayı: 18
Ankara’da Hükümetle Sendika Bürokrasisinin Toplu Sözleşme Müsameresi B
ugünlerde Ankara sokakları hareketli. Hükümetle kamuda çalışan memur statülü işçilerin temsilcisi sendikalar arasında sürdürülen toplu görüşmeler sebebiyle, her konfederasyon ne kadar mücadeleci olduğunu gösterme telaşına düştü. İşçilerin bilinçlenmesi ve hak alma mücadelelerine girişmesi için öncülük etme konusunda bunca zaman kılını kıpırdatmayanlar, bugün dostlar alışverişte görsün misali gösteriler düzenliyorlar. Hükümet temsilcileri ile sendika bürokratlarının başrol oynadıkları bir müsamereden başka bir şey olmayan toplu görüşmelerin kamu işçilerinin dertlerine derman olmayacağı açık. Hak almak için militan bir sınıf mücadelesi yürütmekten başka bir yol olmadığı da. İşçi sınıfının diğer kesimleri gibi kamu çalışanlarının da önünde burjuvaziyle ve sendika bürokrasisi ile mücadele gibi zorlu görevler duruyor. Bu mü-
40
cadeleyi yükseltmek ise ancak sınıf bilinçli işçilerin kararlı, sebatkâr ve direngen mücadeleleri ile mümkün.
Konfederasyonların toplu görüşme sürecinde Ankara’da yaptıkları eylemler 23-24 Ağustos günlerinde toplu görüşmeler sürecinde KESK Ankara’da eylem yaptı. Çeşitli illerden Ankara’ya gelen 2500’e yakın KESK üyesi işçi, 23 Ağustosta saat 15’te Kızılay’da Milli Müdafaa caddesinde başlattıkları oturma eylemini saat 22’ye kadar sloganlar, alkışlar, halaylar, sendika ve çeşitli parti yöneticilerinin konuşmaları ve konserlerle devam ettirdiler. Eyleme TMMOB ve çeşitli işçi sendikaları da destek verdi. Geç saatlerde dağılan KESK’liler 24 Ağustos Perşembe günü 12’de tekrar bir araya gelerek eyleme devam ettiler. Ellerinde “İki milyon kamu emekçisinin sesiyiz, toplu sözleşme hakkımız vardır, kullanacağız.” yazılı dövizler taşıyan işçiler, “Sadaka değil toplu sözleşme”, “İş ekmek yoksa barış da yok”, “Gün gelecek devran dönecek AKP halka hesap verecek”, “Susma sustukça sıra sana gelecek”, “IMF’ye uşak halka Kasımpaşalı”, “Yaşasın sınıf dayanışması”, “İşçi memur el ele genel greve”, “Hak verilmez alınır, zafer sokakta kazanılır”, “Yaşasın örgütlü mücadelemiz” sloganlarıyla taleplerini ve protestolarını dillendirdiler. 16:30’da KESK heyeti görüşmelerden çekilerek Milli Müdafaa caddesine döndü. KESK Genel Başkanı İsmail Hakkı Tombul toplu görüşme masasında kamu emekçilerinin oyalandığını belirterek, yeni bir mücadele dönemini başlattıklarını, toplu görüşmelerin son gününde her ilde sokağa ineceklerini ve örgütlenme çalışmalarını arttıracaklarını belirten bir konuşma yaptı. Başkanın konuşmasının ardından alkışlar ve sloganlarla eylem sona erdi. KESK 29 Ağustos Salı günü eylemlerine devam etti. 12:30’da Kurtuluş Parkında toplanan KESK, Eğitim-Sen, SES, BES, MES ve DİSK üyesi 1000 kadar işçi, Ziya Gökalp Caddesi trafiğini tek taraflı durdurarak Kızılay SSK İş Hanı önüne kadar slogan ve alkışlar eşliğinde yürüdüler. Alana hâkim olan slogan, “Devlet güdümlü sendika istemiyoruz” oldu. Kızılay SSK İş
Eylül 2006 • sayı: 18
Hanına gelindiğinde İsmail Hakkı Tombul, “Toplu görüşme sürecinin bir orta oyunu olduğunu ve bu oyuna ortak olmayacaklarını, toplu görüşme masalarını bundan böyle alanlara, işyerlerine açacaklarını” belirten bir konuşma yaptıktan sonra işçileri hep birlikte Yüksel Caddesine gidip toplu görüşme masası kurmaya davet etti. Daha sonra toplu şekilde sloganlar eşliğinde Yüksel Caddesine yüründü ve İnsan Hakları Heykeli yanında yapılan kısa bir konuşmadan sonra eylemciler dağıldı. Her yıl Ağustos ayında yapılan toplu görüşmelerde KESK’in her seferinde daha da geri bir noktaya düştüğü ve günü kurtarmaya yönelik politikalarla hareket ettiği ayan beyan ortada. 90’lı yılların başında mücadeleci bir anlayışla yükselen kamu emekçilerinin hareketi, 1996 yılında Kızılay meydanına binlerce emekçiyi toplamış ve Kızılay meydanını kapatmıştı. Bu militan eylemliliğin sonuçları da belirli ölçülerde alındı. 1996 yılında Kızılay meydanını kapatan emekçilerin bugün yalnızca yaya trafiğinin yoğun olduğu bir caddeye tıkılı kalmasının nedenlerinin başında o günlerde var olan militan ruhun kaybolmuş olması gelmektedir. Bugün geldiğimiz süreçte KESK’in başına çöreklenen sendika bürokratları mücadeleci sendika aktivistlerini de canlarından bezdirmekte ve onları çeşitli uygulamalarla sendikal çalışmalardan uzak tutmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Bu gerçeklik de sendika bürokratlarının alanlarda söyledikleriyle aslında yaptıklarının tam bir çelişki halinde olduğunu göstermektedir.
Kamu-Sen’in Eylemi Kamu-Sen’in 26 Ağustos Cumartesi günü Sıhhiye Meydanında yaptığı miting KESK’in bir önceki mitingine göre daha kalabalık ve daha canlıydı. Değişik illerden gelen 7 bin işçinin katıldığı miting gerici bir atmosferde geçti. Türkiye Kamu-Sen Genel Başkanı Bircan Akyıldız tarafından “Ya Allah Bismillah Allahu Ekber” sözleriyle başlatılan mitingde Kamu-Sen’liler hükümeti protesto ederek, “Hükümet zammını al başına çal”, “Sadaka değil toplusözleşme”, “Tayyip başvekil, millet aç sefil” sloganlarını attı. Kamu işçileri “Sizden memura yüzde 4, bizden size yüzde 0”, “Yüzde 4, molada tuvalete yetmedi” yazılı dövizler taşıdı. “Katil ABD işbirlikçi AKP”, “Katil ABD Ortadoğu’dan defol” diyen Kamu-Sen’liler, yürüyüş bo-
marksist tutum
yunca İsrail ve ABD’yi de protesto etti. Mitinge Türk Metal Ankara Şubesi üyeleri ile ATO Başkanı Sinan Aygün de destek verdi. “Mehmetçik Kerkük’e” gibi milliyetçi dövizlerin de taşındığı mitingdeki konuşmasında Akyıldız, ABD ve AB’nin devletin üniter yapısını bozmaya çalıştığını söyleyerek “Lübnan’a asker gönderirsek büyük devlet olurmuşuz. Be hey gafiller biz zaten büyük devletiz” dedi. Milliyetçi hezeyanların deşarjıyla süren ve tamamlanan miting işçi sınıfının örgütlülüklerinin burjuva ideolojisi ile nasıl tarumar edilmiş olduğunu bir kez daha bizlere gösterdi. İşçilerin önemli bir bölümünün zihinlerinin böyle bulandırılmış olması TC burjuvazisinin gerici ve otoriter yönetimler için işçi sınıfı içinde nasıl bir hazırlık yaptığına da işaret ediyor. Sınıf bilinçli işçi ve emekçiler bilirler ki işçi sınıfının gücü birliğinden ve örgütlülüğünden gelir. Sınıf mücadelesi, hükümetle anlaşma masasına oturan, kendi koltuklarından başka bir şey düşünmeyen sendika bürokrasisinin öncülüğüyle yürütülemez. Biz işçiler ve emekçiler işyerlerinde taban örgütlenmelerine dayanan militan sınıf mücadelesiyle hem sendikalarımızı bürokratların elinden kurtarabiliriz hem de işçi sınıfının bağımsız sınıf siyasetini yaparak geleceğimizi kazanabiliriz. İşçi ve emekçilere düşen görev, koltuk, güç ve para hırsıyla alanlarda ahkâm kesen, genel kurullarda, seçim dönemlerinde sahtece sırtımızı sıvazlayan, haklarımızı lüks restoranlarda içki masalarında satışa çıkaran sendika bürokratlarını sendikalarımızdan, işyerlerimizden def etmektir. Ankara’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
41
Eylül 2006 • sayı: 18
marksist tutum
Ücret Kesintisi İ
şsizlik oranlarının had safhaya vardığı, kapitalistlerin işçi sınıfına saldırılarının arttığı bir dönemin içinden geçiyoruz. Hangi fabrikaya gidersek asgari ücret uygulamasıyla karşılaşıyoruz. Ama patronlar sınıfı bununla da yetinmiyorlar. Dışarıdaki işsiz ordusunun büyüklüğüne, işçi sınıfının örgütsüz ve dağınık oluşuna güvenen kapitalistler daha da yüzsüzleşerek Toplam Kalite Yönetimi (TKY) adı altında, işi üstüne para alarak işçi çalıştırmaya kadar vardırıyorlar. Neredeyse bedavaya çalıştığımız yetmiyor olsa gerek, artık üstüne bir de para veriyoruz. Evet, şaka gibi ya da abartılı gelebilir ama değil. Çalıştığım işyerinde yaklaşık üç ay önce TKY uygulamalarından biri daha hayata geçti. Sıfır hata hedefiyle yola çıkan kalite güvence ekibimiz, yaptığı toplantılarda yaşadığı “beyin fırtınası” sonucu dahiyane bir yöntem geliştirdi. Artık yaptığımız hatalardan kaynaklı iade olan işlerin faturası biz işçilere çıkacak. Ve müşteri fiyatının yüzde 20’si ücretimizden kesilecek. Elbette bu uygulamanın işçilerde yaratacağı alerjiye karşı bir de panzehir geliştirmeyi ihmal etmemişler. Cezaya karşı ödüllendirme yöntemi. Belli bir dönem hatasız iş çıkarırsanız karşılığında işte bu toplanan haraçlardan size de bir pay düşebilir. Tabii bu ihtimal neredeyse piyangoda ikramiyenin size çıkmasıyla eşdeğer. Yine de patronumuza haksızlık etmemek lazım. Çünkü eğer para cezasının tamamının maaşından bir seferde kesilmesini istemiyor veya ödeyemiyorsan, ağlayıp sızlaman sonucu belki taksitlere böldürerek her ay maaşından parça parça ödeyebilirsin (yakında kredi kartıyla taksit de yaparlar). Böylece patron için yarattığımız artı-değerin mükafatı olarak, borcumuzu taksit taksit ödeyebiliriz! Uygulama başlayalı neredeyse üç ay oluyor. Ve herkes kurbanlık koyun gibi sıranın kendisine gelmesini bekliyor. Sadece hatayı en aza indirmek, mümkünse sıfırlamak gibi görünen bu uygulama, aslında o kadar da “masum” değil. Çünkü sonuçları bununla sınırlı değil. Yapılan hata sadece bir işçiye değil o işin çıkarılmasında payı olan bütün işçilere bölünüyor ve ücret kesintisi bunlar arasında bölüştürülüyor. Yani zaten örgütsüz ve birlik duygusundan yoksun olan işçiler bu uygulama yüzünden birbirlerine düşman kesiliyorlar ve tamamen bencilleşiyorlar. Kendimize ve işçi arkadaşlarımıza o kadar yabancılaşmışız ki, iş kazası geçirip elimizi kolumuzu kestiğimizde hastaneye gitmek yerine kirli bir bez parçası bulup koli bandıyla sıkı sıkı sarıp öyle çalışıyoruz. Hastalığımızın ne kadar ciddi olduğu ancak yürüyemez hale geldiğimizde, yani istenen verimi istesek de veremediğimizde ortaya çıkıyor. İşin ağırlığından, çalıştığımız yerin sağlıksızlığından, aşırı gürültüden ve neredeyse bir yıl boyunca hafta sonu tatili bile yapmadan çalıştırıldığımızdan, aynı bölümde çalışanların bile büyük bir bölümü birbirlerinin yüzlerini hatırlamıyor. Hastaneye yatan birinin ziyaretine bir-iki arkadaşın dışında giden olmuyor. Ölen arkadaşımızın ailesi veya hastanede yatan arkadaşımız için yardım toplandığında birçoğumuz bu yardıma katılmıyor. Katılan arkadaşların büyük bölümü
42
ise aynı şeyleri söyleyip ancak birkaç lira veriyor. Fakat bir işçi arkadaşına yardımlaşma-dayanışma duygusundan bu kadar uzaklaştırılan işçilerin neredeyse tamamı, patronun yaptığı yüzde 20 kesintiye gıkını çıkarmıyor. Hastalanan işçi arkadaşını ziyarete gitmemek için bin bir türlü bahane sıralayan işçiler, sıra patronun düzenlettiği etkinliklere geldiğinde saatinden önce orada oluyorlar. Günde 16 saat çalışarak daha fazla kazanacaklarını düşünüyor veya birbirleriyle ölesiye rekabet ederek patronun ve şeflerin gözüne girip işyerinde kalıcı olacaklarını sanıyorlar. Oysaki patron biz işçileri gece gündüz demeden posamızı çıkartana kadar çalıştırdıktan sonra kapının önüne koyuyor. Yanı başımızda çalışan arkadaşımız çağrılıp işten çıkartıldığında dönüp arkasından bakmaya bile korkuyoruz. Ölen işçi arkadaşımız için “vah vah” demeye bile vaktimiz yok. Veremden ve kanserden hastanede yatan arkadaşlarımız için “nasıl biriydi, çocukları da var mıymış, Allah yardımcısı olsun” demekle yetiniyoruz Dünya çapında yaşanan savaşları ve krizleri kapitalist düzenden ayrı düşünemeyiz. İşyerimizde yaşanan saldırılar da aynı sistemin doğal bir sonucu. Kapitalizmin özü sınıf savaşımlarıdır. Kapitalist sınıf işçi sınıfının emek gücünden daha fazla kâr elde etmek için her türlü savaş yöntemini mubah sayıyor. Ücret kesintileri, düşük ücretler, işten atmalar kapitalizmin olağan sonuçlarıdır. Fabrikada ücret kesintileri gündeme geldiğinde, bir kısım işçi işten çıkarak, bir kısmı kesintiyi taksitlere bölerek, çoğunluğuysa yapacak bir şey yok diyerek sessizce boyun eğmeyi tercih etti. Kapitalizmin iş örgütlenmesinin neden olduğu hataların bedelinin bize ödettirilmesini kabul etmemeliyiz. Umutsuzlar ve kararsızlar dahil bütün işçileri yeni saldırılara karşı bilinçlendirip örgütlendirmezsek, tüm kazanımlarımızı yitireceğimizi bilmeliyiz. Her türlü yasayı çiğneyen patronlara karşı üretimden gelen fiili gücümüzü kullanmalıyız. Kapitalizme karşı işçi sınıfının militan sınıf mücadelesinin saflarında örgütlenmedikçe hiçbir şey kazanamayız. İMES’ten bir matbaa işçisi
Eylül 2006 • sayı: 18
marksist tutum
Kapitalizmin Kutsal Ailesi K
apitalist sistemin egemenliğinde yaşadığımız bu dünyada, burjuvazi aileyi kurumsallaştırarak kendi ideolojisini daha çocuk yaşta bizlere aşılıyor. Kapitalizm kadın, erkek ve çocuk arasındaki bağı aile adı altında kutsuyor ve her ferdine yapmakla yükümlü olduğu farklı görevler biçiyor. Çevremizdeki aile ilişkilerine baktığımızda görüyoruz ki, sisteme entegre olmuş ailelerde şiddet, baskı ve boşanmalar yoğun bir şekilde yaşanıyor. Kapitalist sistemde patronların tek düşündükleri şey kârlarıdır. İşçisinin ertesi gün çalışabilecek durumda olması onlar için yeterlidir. Dolayısıyla bir işçi karnını ancak doyurabileceği kadar ücret alır ve bununla yetinmek zorunda bırakılır. Fakat bu ücret çoğu kez ailesinin diğer bireylerinin karınlarını doyurmaya yetmez ve aile içinde geçim sıkıntısından kaynaklı olarak pek çok sorun da ortaya çıkar. Fakat genellikle sorun kapitalist sistemde değil, eve para getirenlerin kişisel yeteneksizliklerinde vs. aranır. Kapitalist sistem bir taraftan kutsal ilan ettiği ama diğer taraftan da açlık, işsizlik ve yoksulluğun pençesinde yaşamaya mahkûm ettiği bir aile yaratmıştır. Bu kutsal aile, “saygı”nın insana ilk öğretildiği kurumdur aynı zamanda. Önce orada öğreniriz anneye, babaya “saygısızlık” yapılmaması gerektiğini. Öylesine geri değerlerle yetiştiriliyoruz ki, büyüklerin yanında konuşmak dahi neredeyse saygısızlık olarak algılanıyor. Bu ailede başlıyor, sonra okulda, sonra işte ve en nihayet hayatımızın her alanında. Anneye babaya saygı, öğretmene saygı, işverene saygı, devlet büyüklerine saygı. Bize asla insana saygı öğretilmiyor. Çünkü sen insanı insan olarak görmeye ve her insanın saygıyı hak ettiğini ve dolayısıyla aynı koşullarda yaşamayı da hak ettiğini düşünmeye başladığında tehlike başlar. Örneğin aile içinde senin de bir birey olduğunu ve herkes kadar saygıyı hak edip herkes kadar konuşabileceğinin farkına varabilirsin. Ya da işvereninin de senin gibi etten kemikten olduğunu ama ne hikmetse oturduğu yerden milyon dolarlar kazandığını fark edip bunu sorgulamaya başlayabilirsin. “Neden yaşam koşullarımız aynı değil?” Burjuvazi kutsal aile bağlarının ne kadar güçlü ve etkili olduğunu fark etmiş olacak ki, devletin arkasına bile bir baba yakıştırması koyuvermiş. Çok duymuşsunuzdur “Allah devlet babaya zeval vermesin” dendiğini. Eh devlet baba da en az kendi baban kadar saygı göstermen gereken bir şey!!! www.marksist.com internet sitesinden okuduğumuz bir yazıda ailenin ve sistemin genç kuşakları ne hale getirdiğini çok net görüyoruz. Bu alıntıyı sizlerle paylaşmak istiyoruz: “80 öncesinde gençler arasında yapılan bir ankete göre gençlerin en çok istedikleri şey özgürlükleri olurken, bugün aynı anketin sonuçları en çok istenenin pa-
ra olduğunu gösteriyor. Bu gençliğin nasıl yozlaştığını, yozlaştırıldığını, insani değerlerden uzaklaştırıldığını gösteriyor. Sorumluların bir kısmı yeni işçi kuşağının kendisine baş kaldırmasını engellemek isteyen burjuvazidir, medyasıyla, eğitim sistemiyle, yarattığı yoz kültürle aile kurumuyla ve devlet aygıtıyla. Tüm bunlar el ele vererek gençlerin sisteme boyun eğen zavallı bireyler haline gelmesi için uğraştılar. Arkadaşlık, dostluk ilişkilerinin para ilişkisi olarak belirlendiği, kolay para kazanma derdinden daha önemli bir derdin olmadığı, iş arkadaşlarıyla aynı sorunları paylaştığını düşünmeyen ve bunlardan dolayı da bireysel kurtuluşunun her türlü yolunu arayan bir gençlik yaratıldı.” (12 Eylül Kuşağı: Niye Yenildiğini Anlamamış Bir Kuşağın Çocukları) Yazıda bahsedildiği gibi bizler de 12 Eylül sonrasının yarattığı o gençlerdendik. Sendikal örgütlenme mücadelemiz süresince, kapitalist sistemin bizleri ailemizi de kullanarak nasıl cendereye aldığına, yaşayarak tanık olduk. Örgütlenme için zaman ayırmamız gerektiğinde “sen kızsın erkekler yapsın” ya da örgütlenme açığa çıkıp da mesailer bittiğinde “bak gördünüz mü bir ekmek kapısını açalım derken diğerini kapattınız” gibi sözler duymak bizleri önceleri şaşırtmıştı. Ama kapitalist sistemi daha iyi tanımaya başladıkça bunun ne kadar doğal olduğunu anladık. Kapitalist sistem bizleri yalnızca işyerlerimizde, çalışma alanlarımızda kıskacı altına almakla kalmıyor, tüm aile ilişkilerimizi de bizzat sistemin kendisi belirliyor. Bu sistem, insanları su kadar, hava kadar paraya da muhtaç kıldığı için, paraya tapar hale getiriyor. Yaşanan tüm ekonomik sorunlar aile içinde şiddeti ve baskıyı doğuruyor. Geçim sıkıntısı çeken ya da daha iyi şartlarda yaşamayı arzulayan ama içinde bulunduğu yaşam koşullarının kaynağının kapitalist sistem olduğunun farkında olmayan her birey, doğal olarak suçlayacak birini arıyor. Bu da genel olarak en yakınımızdaki kişiler, eşimiz, annemiz, babamız kimi zaman da kardeşlerimiz oluyor. Oysaki daha iyi bir dünya, herkesin yeteneğine göre topluma katkıda bulunduğu ve ihtiyacı kadar üretilen maldan pay aldığı bir dünya pekâlâ mümkün. Yeter ki yaşadığımız sorunların kaynağının kapitalist sistem olduğunun farkını varalım ve bu sistemi yıkmak için mücadeledeki yerimizi alalım. Yaşadığımız sorunlardan kurtulmak için örgütlenmek ve doğru mücadele yöntemleriyle mücadele bayrağını yükseltmek bizlerin en önemli görevidir. Eğer insanca yaşamak istiyorsak, bu dünyayı değiştirmek için önce kendimizi değiştirmekten yola çıkarak, tüm insanlığın kurtuluşunun yolunu açacak bilimi, Marksizmi öğrenerek adımlarımızı güvenle atmalıyız. Kahrolsun ücretli kölelik düzeni! Yaşasın devrim ve sosyalizm! Marksist Tutum okuru tekstil işçileri
43
Eylül 2006 • sayı: 18
marksist tutum
Kapitalistlerin Döktükleri Kan Bir Gün Kendilerini Boğacak! İsrail burjuvazisinin yaşamına tahammül edemediği ve katlettiği binlerce çocuktan biri olan Zeyn, annesiyle birlikte Lübnan’da sığındıkları evlerinde üzerlerine yağan bombalarla yok edildi. Bir yaşam Siyonist İsrail için neyi ifade eder, onların sınıfsal çıkarlarına getirisi olmadığı sürece? Bir kez daha gördük, gezegen üzerinde canlı yaşamını uçurumun eşiğine kadar getiren bir sınıfın, ulusal kimliği ne olursa olsun sınıfsal çıkarları söz konusu olduğunda nasıl da gözünün kararabileceğini, nasıl vahşileşebileceğini. Birkaç günde binden fazla insanın “terörist” olduğu gerekçesiyle katledilmesi karşısında diğer kapitalist ülkelerin burjuvazileri İsrail devletini daha “dengeli” askeri güç kullanmaya davet etmekle yetindiler. 12 yaşındaki Zeyn’in yaşıtları olan Filistinli çocuklar onun yanı başında yıllardır katlediliyorlardı ellerinde İsrail tanklarına karşı fırlatacakları taşlarla. Sıra kendisine gelmişti. Ona yaşam fazla görüldü. Ne de olsa o İsrail’in varlığı için potansiyel bir tehdit oluşturuyor, “yılanın başı küçükken ezilmeli” diyen İsrail egemenlerine göre. Zeyn’in yaşamı yüzlerce akranı gibi moloz yığınına dönüştürülen evinin yıkıntıları arasında bitti. Ya Türkiye’de katledilen “küçük generaller”? Aşağılanmaya, horlanmaya karşı daha adım atmaya başladıklarının ertesi gününde ezilen ve isyan eden halklarının yanında koşturan çocukların bir mermiyle yaşamlarına son verilmesi? Ne sanıyor kendisini burjuvazi? Dünyanın kendi ellerinde ilelebet kalacağını mı? Tüm yaptıklarının yanlarına kâr kalacağını mı? Ama yanılıyorlar. Yüreğini ve bilincini öfkeyle bileyen devrimci işçi sınıfı uyanıp şaha kalktığında, dünya burjuvazisinden tüm yaptıklarının hesabını soracaktır. O güne kadar burjuvazinin yapacağı her katliam öfkemizi bilemekten başka bir işe yaramayacaktır. Söz sırası, kavgaya ve savaşa hazırlıklı Bolşevik kurmayına sahip emekçilere geldiğinde, kapitalizmin sebep olduğu tüm yıkımların, katliamların hesabı tek tek sorulacaktır! Burjuvazi döktüğü kanda boğulacaktır. Savaşların olmadığı, tepelerine her an düşebilecek bir bomba korkusu olmayan çocukların rahatça şekerlerini yiyebildikleri yeni bir yaşamın filizlenmesi tek koşulla mümkün olabilecektir: tüm işçiler birleşip kapitalistleri başlarından defettiklerinde! Bir ışık huzmesi Parıldadı toprağın üzerinde Toprağın içine saplandı önce Sonra Toprakla beraber göğe doğru yükseldi Son gördükleri manzara oldu Huzmeyi yakından görenlerin. Artık, gözleri görmez Kulakları duymaz Elleri dokunmaz Yürekleri atmaz oldu Herkes kör Sağır Dilsiz Kolsuz Paramparça…
İstanbul’dan bir Marksist Tutum okuru
44
Tutuşmuş Yanıyor Lübnan! İsrail savaş makinesi yüzlerce insanın ölümüne yol açtı. Onlarca çocuk öldü ve onlarcası da yaralandı. Dünyayı anlama ve kavrama çağındaki çocuklar için ne büyük bir travma! Bu travmayı yaşayan bir çocuğun saf duygularını aktarmanın mümkün olmadığını biliyorum, yalnızca duygularımın ifadesidir aşağıdaki dizeler:
Neden her taraf böyle karanlık? Işığı aç anne, açı ışığı korkuyorum Hayır anne kabus görmüyorum Dünyayı yakıyorlar, inan Zebaniler ateş üfürüyor demir namlulardan Tayyareler geçiyor üzerimizden Çığlıklar boğuluyor ölüm dumanlarında Hadi anne aç gözünü aç ışığı dağılsın karanlık Ama anne moloz yığınına gömülmüş yüzün Örtülmüş simsiyah saçların Hiç görmediğim bir kül yağıyor üzerine Neden hiç ses vermiyorsun anne? Hadi tut elimi, güç ver kızın İrosuya’ya* Bak yine geliyor zebaniler Şimşekler bırakıyorlar havaya Hades’in** karanlığı çöküyor gözlerime Uyan anne sensiz çıkamam bu ateş çemberinden Hayır anne kabus görmüyorum Tutuşmuş Yanıyor Lübnan Utku Kızılok * İrosuya, çiçekler kraliçesi ** Hades, mitolojide ölüler ülkesi
Eylül 2006 • sayı: 18
Şehre Yağmur Değil Bombalar Yağıyor! Afganistan’la başlayan, Irak’la devam eden emperyalist savaş şimdi de Lübnan’a sıçradı. Yarın Suriye ve İran’a da saldıracak olan ABD emperyalizmi ve dünya burjuvazisi, savaşı genişleterek sürdürüyor. Daha düne kadar Ortadoğu’ya barış götüreceğim diyen ABD emperyalizmi, savaşı tüm Ortadoğu’ya yaymaya devam ediyor. Burjuvazi işçilere, emekçilere karşı saldırırken biz işçiler ne yapıyoruz? Ölüm haberlerini duyduğumuzda bir ya da iki gün sızlanıyor, sonra “normal” hayata devam ediyoruz. O bombalar bizleri de vuracak bir gün! Savaşları bitirmenin tek yolu kapitalizmi yok etmektir. Dünya işçi sınıfı tıpkı 1917 Ekim Devrimi gibi muzaffer devrimlerle tüm savaşlara son verebilir. Savaşlarda doğru tutum almalıyız. Hem kendi ulusal burjuvazimize hem de uluslararası burjuvaziye karşı savaşmalıyız. Çünkü işçilerin vatanı yoktur. Bu savaşlara karşı sınıf mücadelesindeki yerimizi almalıyız. Çünkü gerçek özgürlük “işçiler savaşırsa gelecek”. Dünyanın bir bölgesinde savaş varken kendi ülkemizi ele alalım, burada insanlar ne yapıyor? Günlük çıkarlar, futbol, bahis oyunları gibi şeylerle vakit öldürüyor. Bu kişiler kapitalist sistemi sorgulamıyor, böyle bir toplum yarattı 1980 faşist askeri cuntası. Aslında Elif Çağlı ne güzel de anlatıyor durumu: “Tam karşımıza geçmiş de onlar Kuşları değil, İnsanları katlediyorlar!” Şehre yağmur değil, Bombalar yağıyor. Şehirde bahar değil, Ölüm kokuyor. Çocuklar öldürülüyor Beyrut’ta Filistin’de, Afrika’da, Bağdat’ta Öldürülüyor binlercesi Emperyalist çıkarlar uğruna Vuruldu tüm şehir Varoşlar ve işçiler Öldürülüyor binlercesi Emperyalist çıkarlar uğruna Ve kan barut kokusu Dönüşecek Özgür ve güzel günlere İşçiler savaşırsa eğer Kocaeli’den bir Marksist Tutum okuru
marksist tutum
Haklı ve Haksız Gören göz, duyan kulak, atan yürek, bunlara sahip olan insanlara, bunları insan gibi kullanan insanlara, haklı-haksız savaş ayrımını yapabilmeyi ve haklı bir savaş yürütmeye çalışanların yanında saf tutabilmeyi sağlayan belli başlı uzuvlarımızdır. Bugün yaşananlara gözlerimizi yummadıkça, kulaklarımızı tıkamadıkça, yüreğimizi susturmadıkça, yani kör, sağır, kalpsiz olmadıkça, haklıyla haksızı ayırt edebiliriz. Onlarca uçak, tonlarca bomba, yüzlerce tank, binlerce asker kullanan bir devletin “terörist” ilân ettiklerinin, aslında her insanın en doğal hakkı olan meşru müdafaa hakkını kullandıklarını göremeyecek kadar kör olamayız. Muazzam güce sahip bu devlet açıkça filanca saatten sonra sokakta gördüğü herkesi öldüreceğini, hareket halindeki tüm araçların vurulacağını açıklıyor. Hareket halindeki araçların vurulma gerekçesi ise “patlayıcı taşıyor olma ihtimali” olarak açıklanıyor. Belirli süre hava saldırılarına ara verdiğini duyuran terörist İsrail devleti, insanların ortaya çıkmasıyla birlikte top atışına başlıyor. Bahane hazır: Hava saldırılarını durduracağımı ilân ettim, genel bir ateşkes değil! Katledilmiş çocuk resimleri görüyoruz. Zırhlı araçlarla çekilen, sürüklenen cansız insan bedenleri. İnsanların cenazelerine sahip çıkmalarına bile izin verilmiyor. Ya ölüleri insanlardan kaçırılıyor ya da geride ölülerine ait hiçbir şey bırakılmıyor. Ve tüm bunlar karşısında direnmeye çalışanlar “terörist” oluyor. Bunların masum İsrailli sivillerin yaşam haklarına kastettikleri söyleniyor bizlere. Böylece bizlerden bunların katledilişlerini sessizce izlememiz bekleniyor. Sessizliğimizle gerçek teröristin, İsrail devletinin yaptıklarını onaylamamız! Aynı şey bizim başımıza gelmediği için şükretmemiz! Yani insanlığımızdan vazgeçmemiz! Bütün bunlar sadece Lübnan-Filistin-İsrail coğrafyasında yaşanmıyor, yaşadığımız topraklar başta olmak üzere, dünyanın dört bir yanındaki insanlar için artık hiç de nadir olaylar değil. Yukarıda bahsettiğimiz türden bir devleti örneklemek için her birimiz bir çırpıda en az beş-on devletin adını sıralayabiliriz. Aynı şekilde “terörist” olarak anılan savaşçıların da… Tüm bu yaşananlara belki üzülüyoruz, belki öfke duyuyoruz, belki bir şeyler yapmak istiyor ama ne yapabileceğimizi bile bilmiyoruz. Belki kendimizce yaptıklarımız var, ama daha fazlası, daha iyisi nasıl olabilir diye de kendimize sormadan edemiyoruz. Yani halâ insanlığımızdan vazgeçmemişiz. Yapabileceklerimizi Marksist Tutum bu sayfalarda bize gösteriyor. Her sayısında ufkumuzu biraz daha açarak, bilgimizi biraz daha arttırarak, öfkemizi biraz daha bileyerek insanlığımızı korumamızı sağlıyor. Ve bizler tekrar tekrar bilincimize çıkarıyoruz ki, tüm kötülüklerin anası olan kapitalizmi tarihin çöplüğüne fırlatmadıkça insanlık çok daha büyük acılar çekecek! Balıkesir’den bir MT okuru
45
Okurlarımızdan Merhaba Marksist Tutum okurları ve çalışanları, Öncelikle en içten duygularımla kucak dolusu selamlar gönderiyorum. Marksist Tutum’la tanışmamla birlikte hayatımın bir dönüm noktasını yaşamış durumdayım. Kapitalist sistem, beynimizi o kadar bulandırmış, gözümüzü o kadar kör etmiş ki, gözümüzün önünü göremez, siyahla beyazı ayırt edemez hale gelmişiz. Tabii ki bu sistemin istediği de bu, daha kolay yönetebilmek için duyarsız, tepkisiz, sorgulamayan bir toplum yaratmak. Bir süre önce Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği’nin (UİDDER) düzenlemiş olduğu bir film gösterimine katılmıştım. Filmde bir fabrika işçisini canlandırmıştı Charlie Chaplin. Film gayet komikti içerik olarak da mesajlarla doluydu. Ama benim o an daha çok, komedi kısmı dikkatimi çekmişti, ta ki ertesi gün fabrikaya gidip işbaşı yapana kadar. Çalışmaya başlayınca onun bir film değil hayatımızın bir yansıması olduğunu gördüm. Ben bir tekstil işçisiyim, sabahın erken saatlerinde, uyku sarhoşu olduğumuz halde, kendimizi makinenin başında buluyoruz, aynen filmdeki gibi ama bu defa gerçek. Seri bir şekilde işe koyuluyoruz, daha çok üretmemiz ve daha hızlı çalışmamız için her türlü taktiği deniyor işverenimizin uşakları. Meselâ dakika tutma, tane tane sayarak iş verme. Bu yöntemlerden en çok uygulananı ise arkadaşlarımızla bizi rekabete sokma yöntemidir. Bu uygulamaların hepsi daha çok çalışıp asgari ücreti “hak edelim” diye uygulanıyor, evet asgari ücreti! Akşama kadar çalışıyoruz ve bu kadar çalışmamıza rağmen iki dakika geç işbaşı yapsak bir ton azar işitiyoruz. Aldığım maaş doğrudan ev sahibine gidiyor, bana ise harçlık bile kalmıyor. Yani kapitalizm ilerledikçe bizim koşullarımız kötüleşiyor ve yarıaç, yarı-tok yaşıyoruz. Çalıştığımız koşulların çok sağlıksız olmasından dolayı ve yoğun çalışmadan dolayı, çoğu arkadaşlarda baş dönmesi, mide bulantısı, bayılma gibi rahatsızlıklar görülüyor. Doktora çıkıyoruz, bir ağrı kesiciden sonra yine işbaşı! Dostlar amacım derdimi anlatıp can sıkmak değil, çok iyi biliyorum ki, işçilerin büyük bir çoğunluğu aynı sorunlarla boğuşuyor. Tam bir çıkmaza sürükleniyoruz, yanı başımızda kıyamet kopsa haberimiz olmuyor, bizleri dizilerin pembe düşleriyle kandırıyorlar. Kapitalist sistem öylesine organize olmuş ki bizleri bireyselleştirip, yalnızlaştırıp ve kendi sınıfımıza yabancılaştırıp üzerimize çullanıyor. Patronlar bizim alınterimizle sefa sürerken, bize, gü-
zel olan her şeyden mahrumiyetten ve ölümlerden başka bir şey bırakmıyor. Ama işçi sınıfının devrimci mücadelesine olan inancımızla, asla bu asalakları affetmeyeceğiz ve yaptıklarını yanlarına bırakmayacağız. Ben de Marksist Tutum’u tanımadan önce, iş koşullarımızın kötü olmasının patronlar sınıfından değil de daha çok işyerimizdeki müdürlerimizin kötülüğünden kaynaklandığını zannederdim. Çünkü asıl nedenleri gözüm görmüyordu. Patronumuz iyiydi, bize laf söylemezdi, işyerine gelince bize bir gülücük atar biz de bundan mutlu olurduk, her şeyi unutur, bizi sevdiğini zannederdik! Yeri geldiği zaman da, halimize şükrederiz biz işçiler, çünkü patronların parasının olduğunu ama mutlu olmadıklarını söyleriz. Örneğin Sabancı’nın çok parası var ama kızı özürlü (bu laf çok meşhurdur)! Sanki bizde hiç özürlü yok! Biz kendimizi ne kadar avutsak da onlar bizden çok daha mutludurlar. Eğitimin en güzelini onlar alır, tatilin en güzelini onlar yapar, yemeğin en güzelini onlar yer, en iyi sağlığa onlar sahiptir, doktorları kapılarında bekler, ulaşımın, iletişimin en iyisi onlara aittir ve kendilerini geliştirmek için sınırsız olanakları vardır. Biz işçiler ise, doğru düzgün bir kitap dahi okuyamayız, tatile gidemeyiz, sağlık durumumuz ortada, her gün para sıkıntısından evden dahi çıkamayız, bir yere gitsek otobüslerde balık istifi oluruz, en kalitesiz yemekleri yeriz, masallarla büyütülürüz, doğal yeteneklerimizi ortaya çıkaramayız, bunlara rağmen bütün savaşlarda patronlarımız için ölürüz ve öldürürüz. En doğal hakkımız olan bir evimiz bile yokken, kendimizi bu vatanın sahibi gibi hissederiz ve patronlardan mutlu olduğumuzu söyleriz. Bunun bir züğürt tesellisi olduğunu ancak Marksist Tutum’u tanıdıktan sonra fark edebildim. Bu koşullarda ve kapitalizm var olduğu sürece işçilerin mutlu olabilmesi olanaksızdır. Bizler ter döküyoruz, bizler hastane kapılarından kovuluyoruz. Her şeyi bizler üretirken, neden her şeyden bizler mahrum oluyoruz? Yani mutlu olmak için bu asalak sınıfı ortadan kaldırmak gerekir, onu ortadan kaldırmak için de, doğru bir örgütlülük, doğru bir önderlik gerekir. O örgütlülüğün ve önderliğin yaratılmakta olduğuna da yürekten inanıyorum. Asıl olarak bu asalak sisteme, kolumuzu, bacağımızı, geleceğimizi kaptırmamak için, dur, yeter diyebilmek için devrimci mücadelede yerimizi almamız gerekir. Selam olsun Marksizmin ışığında yürüyenlere! Merter’den bir tekstil işçisi
O gün ilk defa mitinge gidişimdi. Ve ben iki saat yürümeme rağmen, içimdeki coşkuyla, yorulduğumu hissetmedim. İlk defa mitinge gittiğimden dolayı mı, yoksa oradaki heyecanımdan dolayı mı olduğunu bir türlü çözemedim. Fakat hangi sebepten olduğunu bilmesem de içimde bir coşku olduğunu biliyordum. Mitingde yaşadığım her şey beni etkiledi. Orada sloganlar atmamız, marşlar söylememiz, bir amaç içinde yürümemiz. Elbette ki en önemli olanı bir amaç için yürümemizdi. Ve amacımız da Filistin ve Lübnan’daki katliamları protesto etmek ve insanlara işçi sınıfının devrim yapmadıkça hangi ülkede olursa olsun patronlar tarafından hep sömürüleceğini bildirmek. Biz bu amaç için o gün iki saat boyunca yürüyen ve bunu hiç pes etmeden her zaman yapmayı başarabilecek insanlardık. Ve bunu da biliyorduk. Ve ben o gün bir kez daha şunu anladım ki, işçiler devrim yapıncaya dek sadece Türkiye’de değil her ülkede binlerce işçi ezilecek. Mitingde insanlara bu anlatılmaya çalışıldı. Miting son olarak Grup Yorum’un türküleriyle ve halaylarla son buldu. Mitingden eve geldiğimizde o coşku hâlâ içimdeydi ve mitingin ardından iki gün geçmesine rağmen o coşku hâlâ içimde. İlk mitinge gidişim çok güzel oldu ve bundan sonra gittiğim her mitingin güzel geçmesini istiyor, böyle geçeceğini biliyorum.
Merhaba Marksist Tutum. Ben tersane işçisiyim. Tersanelerde her gün binlerce vaka yaşanıyor, ölümler oluyor. Bunlara kim, ne zaman dur diyecek? İşçiler köle gibi çalıştırılıyor, sendikalar patron sendikası ve işçilere hiçbir söz hakkı verilmeden kararlar alınıp uygulamaya sokuluyor. Sigortasız kaçak işçi çalıştırılıyor. Başlarına iş kazası geldiği zaman sigortaya giriş gösteriliyor ve buna kimse dur demiyor. Bu konuda araştırma yapıp derginizde yayınlamanızı diler ve çalışmalarınızda başarılar dilerim.
Esenler’den 9 yaşında MT okuru bir öğrenci
İstanbul’dan bir tersane işçisi
46
Okurlarımızdan Merhaba dostlar, Ben bir sağlık işçisiyim. Sağlık sektöründe daha yeni çalışmaya başladım. Daha öncesinde hafta sonları türlü türlü geçici işlerde çalışıyordum. Eski çalıştığım yerlerin verdiği rahatlık yüzünden olsa gerek daha önce hiçbir işte bu kadar zorlanmadım ve hiçbir işte sistemin acımasızlığını, iğrençliğini somut olarak bu kadar yakından görme fırsatına sahip olmamıştım. Her gün karşılaştığım olaylarla sisteme olan öfkem daha da artıyor. Ve mücadele adına bir şeyler yapmadığım, boşa geçirdiğim saatlerde boğulacak gibi oluyorum. Hiçbir şey yapmadan yaşamak öyle anlamsız ki… Çalıştığım hastanede yaklaşık 150 kişiyiz. Bir patronumuz var ve ben onu üç aydır sadece üç kere gördüm. Ama duyduğuma göre o bizi kameralarla istediği zaman evinden bile izliyormuş. Zaten her adım başı gizli kamera var içerde. Kim kime ne yapıyor, kim kiminle daha samimi, yaptığımız her şey görülüyor. Bu yüzden bütün çalışanlar, her ne kadar çoğunluğu sol görüşlü olsa da, çalışırken çok gergin. Bu arada işin iğrenç tarafı bizim hayalet patronumuz da bir zamanların eski solcularındanmış! Size bu tuhaf işyerinde yaşadığım olaylardan birini anlatmak istiyorum. Çünkü bu olayla daha işe girdiğim ilk günlerde karşılaştım ve beni çok etkiledi. Acil serviste nöbetim vardı ve sabah mesaim yeni başlamıştı. Günün ilk saatlerinde 13-14 yaşlarında, esmer, ufak tefek bir kız feryatlarla içeri girdi. Kolu kan içindeydi. Bir arkadaşıyla tartışmış ve öfkesinden cama vurmasıyla kırılan cam parçaları kolunu kesmiş. Bu yaştaki birini bu kadar öfkelendiren şey nedir diye düşünmeden edememiştim. Kesik küçük bir dikişle kapatılır sanmıştım ama baktığımızda camın kolun hareket etmesini sağlayan bağlara kadar ulaşmış olduğunu gördük. Yarayı biraz daha açıp, lifleri bulup, onları birbirlerine bağlamamız gerekiyordu. Denedik ama acil ortamında yarayı daha fazla açamayacağımız için beceremedik. Lifler çok derinlere kaçmıştı. Acilen ameliyathaneye çıkmamız gerekiyordu. Hasta yakınlarına durumu anlatmaya çalıştık. Onlar da gereken neyse yapmamızı söylediler. Yalnız bir engel vardı önümüzde, hem de çok tiksindirici bir engel! Hastanın ameliyathaneye alınması için 1 milyar ve serviste harcanan malzemelerin ücretinin ödenmesi gerekiyordu. Bu durumu da hasta yakınlarına anlatmaya çalıştık ama bu sefer beceremedik! Müdahale etmek için ya biz bu ücreti hastadan alacaktık ya da ücret bizim maaşlarımızdan kesilecekti. Sadece bir hasta için ücretten kesilmesi hiç birimiz için sorun değil ama bu tip olaylarla gün içersinde sık sık karşılaşıyoruz. Hayalet patronumuzun lütfedip de verdiği, karnımızı bile doyurmaya anca yeten iki ku-
ruş ücret uğruna her gün türlü türlü çaresiz insanın tehditlerine maruz kalıyoruz. Her an hasta ödemesini yapmadan kaçacak diye tedirgin bir halde çalışıyoruz. Bu şekilde çalışmak o kadar korkunç ki! Yaptığım işi ne kadar çok sevsem de bu lanet sistem onu bile çekilmez hale getiriyor! Parası olmayana açıkça öl diyoruz! Bu olayda da hasta yakınlarından ücret istendiğinde öfkeden deliye döndüler. Öfkeleri sadece bize karşı da olmadı. Yaralı kızlarına bile birden bağırmaya başladılar. Söz konusu para olunca insanlar bir anda değişiyor. Ne de olsa paramız kadar insanız! Müdahale ücretini zorla ödediler. Sayısız küfürler işittik, üzerimize yürüdüler, güvenlik olmasaydı arada dayak bile yemiş olabilirdim. Bu çaresizlik çok korkunç! Gizliden tedavi etme imkânımız bile yok! Patron ve onun kuyruk takımı sürekli izliyor bizi! Asıl onlar hak ediyordu onca hakareti, dayağı! Hasta yakınları kızlarını alıp devlet hastanesine gittiler. Orda kızlarına hemen müdahale edilmeyeceğini de anlatmaya çalışmıştık. Yine de olmadı! Ne de olsa biz kan emicilerdik, daha fazla para alabilmek için türlü türlü işler çıkartırdık! Sonunda gittiler. O gün bütün gün onları düşündüm. Umarım müdahale edilmiştir de kız sakat kalmaz diyorduk arkadaşlarla. Sabah sekizde başlayan otuz altı saatlik nöbetimin on beşinci saatlerinde, hasta yokluğundan istifade edip uyuklarken sabahki vakanın tekrar gelişiyle uyandım. İçler acısı bir halleri vardı! Sabah üzerimize yürüyen adam şimdi de ayaklarımıza kapanıp yalvarıyordu bir şeyler yapın diye. Bizden sonra bütün gün hastane hastane dolaşmışlar. Gittikleri yerde doğru düzgün onlarla ilgilenen olmamış, herkes başından savmış, günler sonraya ameliyat tarihi ve birkaç ilaç verilmiş sadece. Aksilik bu ya bizim de o gece ameliyathanemiz bakım yapılacağı için kapatılmıştı. Elimizden bir şey gelmezdi bu saatten sonra, hem doktor da artık müdahale etmeyi reddediyordu. Mecburen evlerine gönderdik aileyi. Bizim de ayakta duracak halimiz kalmamıştı zaten. Boş bir hasta yatağı bulursak kendimizi şanslı sayıyor hemen yatıyoruz. Tabii her an biri gelecek diye yine tedirgin olarak. Tek başımıza, örgütlü olmadan, bir gücümüz olmadan öyle çaresiz kalıyoruz ki! Bize yaşam diye sunulan koca bir bataklığın, hatta bok çukurunun içinde ömür tüketmek! Biz, bize sunulan bu yaşama inat mücadele etmek zorundayız! Bir zorunluluk bu! Tabii insan gibi yaşamaksa niyetimiz… Dünyada bunca bolluk varken, bunca sefilliğin olması koca bir saçmalık! Ama lanet olsun ki gerçek bu saçmalık! Paramız kadar insan olmayacağız biz! Mücadele ettiğimiz kadar insan olacağız! Biz güzel bir dünya kuracağız! Sağlığın bedava olduğu, hatta paranın bile olmadığı bir dünya!
Selam Marksist Tutum dostları! Ben de birçoğunuz gibi emeğini satarak hayatını devam ettirmeye çalışan bir işçiyim. Ne zaman ki bu dergi ve arkadaşlarla tanıştım, hiçbir şeyin kader olmadığını ve sonsuza dek sürmek zorunda olmadığını anladım. Ve bununla mücadele etmeye karar verdim, işe de çevrem ve fabrikamla başladım. 180 kişilik fabrikamızda sendika çalışması başlattık ve sonuca ulaşmaya çok az bir zaman kaldı. Benim esas anlatmak istediğim şey tanığı olduğumuz bir olay. Sendika çalışmasının başında bizim için dikkat edilmesi gereken sekizon kişi belirlemiştik, bunlardan biri de fabrikadaki bir işçiydi. Bu arkadaşımız ciğerlerinden hastaydı ve son zamanlarda sürekli doktora gidiyordu. Sonunda ciddi bir ameliyat geçirmesi gerektiği anlaşıldı. Bu haberi alan genel müdür, personel müdürünü şu şekilde azarlamış “bu adam sürekli doktora gidiyor-
muş, vaktinde işten atmadın, bak şimdi başımıza kaldı”. Kastettiği adam on senedir o fabrikada çalışıyordu ve hastalığının sebebi büyük oranda gazlı ve tozlu ortamdı. Üstelik bu arkadaşımız, emeğini satarak hayatını idame ettirmek zorunda olan işçi arkadaşları değil de burjuvayı kendine dost seçmişti. Ama burjuvanın tek dostu kâr ve kârdır. Bunu gözümüze defalarca her yerde her zaman sokmalarına rağmen biz bir sınıf olarak maalesef göremiyoruz. Ve arkadaşlar, bizlere düşen görev, bu düzeninin nasıl bir sömürü düzeni olduğunu bütün işçi sınıfına göstermek olmalıdır. Bu mücadeleye atılmak, kendinle mücadeleye başlamaktır. Ve ileriye atılmış her adım, hayatta insan olmak yolunda fethedilmiş bir kaledir. Özgürlük işçiler mücadele ederse gelecek!
Topkapı’dan bir sağlık işçisi
Gebze’den bir metal işçisi
47
Okurlarımızdan Ben Marmara Üniversitesinde okuyan bir öğrenciyim. Üniversiteye başlamadan önce birçok öğrenci gibi ben de üniversitedeki gençliğin toplumdan biraz daha farklı olabileceğini düşünmüştüm. (Okuyup tartışan, toplumda olup bitenlere daha duyarlı). Ancak okula gittiğimde anladım ki yanılmışım. Örgütlenen, bilinçlenmeye çalışan, okuyup tartışan öğrenci sayısı yok denecek kadar az. Bu benim için o an bir hayal kırıklığı olabilirdi. Ama umutlarımı yitirmedim, sonuçta bu bizlerin elinde olan bir şeydir. Her yerde olduğu gibi okullarımızda da örgütlü bir mücadele yaratmak bizim elimizde. Dönem sonu geldi ve öğrenci şenlikleri başladı. Ama ne şenlik! Sanki bir panayır alanı gibi lunaparklar, simit sarayları, dönerciler, kokoreççiler, köfteciler, standlar… Her şey vardı. Burada da kapitalizmin her şeyden kâr etmek istediğini görebiliyorduk. Üniversitenin düzenlediği şenlikler bittikten sonra bazı kulüpler de çeşitli etkinlikler yapmak istediler. Bu kulüplerden birine üye birkaç öğrencinin oluşturduğu bir müzik grubu konser vermek için rektörlükten izin almış ve her şey hazırlanmıştı. Konseri dinlemeye gittiğimizde 30 civarında öğrenci vardı konser alanında. Bu üzücü bir sayıydı. Bir konsere bile öğrenciler duyarsız kalmışlardı. Grup konserine türkülere başlamıştı ki, faşist bir grup sloganlarıyla, “ulumalarıyla” saldırıya geçti. Konser bölündü. Görüyoruz ki, üniversitelerimizde, işyerlerimizde her yerde milliyetçilik, şovenizm, faşizm yükseltili-
Borcum Yok Demeyin, Ömür Boyu Kira Borcunuz Var!
yor, türkü söylenmesine bile tahammül edemeyecek kadar saldırgan oluyorlar. Buna devletin kolluk güçleri hiçbir müdahalede bulunmuyorlar. Utanmadan bir de “arkadaşlar özür dileriz, bir dahaki konsere daha fazla güvenlik gücü eşliğinde daha güvenli bir ortamda devam ederiz” diyorlar. Oysaki okulun içinde “yeterince” çevik kuvvet var. Gerçekten bu böyle mi olacak? Bizim güvenliğimizi, faşist güruhu üzerimize salıp sonra da izleyen o “güvenlik güçleri” sağlayabilirler mi? Geçtiğimiz Haziran ayında Yunanistan’daki öğrenci eylemleri, onun öncesinde Fransa’daki öğrenci eylemleri bize gösteriyor ki, her şey bizim örgütlülüğümüze bağlı. Fransa’daki binlerce öğrencinin örgütlü bir şekilde sokaklara dökülüp geleceklerini etkileyen yasaları geri çektirmeleri, aynı şekilde yine Yunanistan’daki 100 bin öğrencinin özel üniversitelerin açılmasına izin veren yasanın çıkarılmak istenmesini kararlı bir biçimde protesto edip geri çektirmeleri, bizlerin de burada aynı kararlılıkla örgütlenmemiz gerektiğini gösteriyor. Aksi takdirde işçi çocuklarının ellerinden okuma hakları alınacak, daha nice konserler engellenecek ve daha birçok solcu-devrimci genç satırlanacak, palalarla doğranacak… Burada yine “Örgütlüysek Her Şeyiz, Örgütsüzsek Hiçbir Şey” sloganı öne çıkıyor. Bunu kavramadıkça işimiz zor. Marmara Üniversitesi’nden Marksist Tutum okuru bir öğrenci
Sabahın Beşinde İşçiler
Merhaba! Yazının başlığından anlaşılacağı gibi hiçbir borcunuz yoksa bile her ay yüklü bir miktar ödeyeceğiniz kira borcunuz var. Yaklaşık dört-beş aydır kiralık ev arıyorum ve bulamıyorum. Aslında ev bulunmuyor değil, ama yalnızca kira için bile ortalama 400 YTL’yi gözden çıkartmak gerekiyor. Emlakçıdan ev bulmuşsan tuttuğun evin kirasının yarısını da emlakçıya vereceksin. Bir de depozito illeti var! O da 500 ile 1000 YTL arasında değişiyor. Daha bitmedi, taşınma masrafını da düşünürseniz yaklaşık 2000 YTL. Benim asgari ücret üzerinden aldığım beş aylık maaşım yani. Para kazanma hırsıyla yanan ev sahipleri insan sağlığına uygun olmayan, güneş görmeyen ve rutubetli evlere bile en az 250 YTL fiyat biçiyorlar. Tabii bizim bütçemize en uygun olanlar da bu evler oluyor. Asgari ücret belli aslında, bu ücretle ev tutmayı bırakın, ölün diyorlar. Biz işçileri açlıkla terbiye ettikleri yetmiyor, evsizlikle de terbiye ediyorlar. Kapitalist sistemin zorbalıklarından bir tanesi ev (konut) sorunu. Nefes aldığımız her saniye sistemin pisliklerini soluyoruz. Yaşamın her alanında kapitalist sistemin yaydığı zorbalıklarla boğuşuyoruz. Bu dünya üzerinde yaşayan biz işçilerin güneş gören, ışıl ışıl evlerde, karınları tok şekilde yaşamamız mümkün. Ama o güneşli günlere yelken açmanın iksiri, dünyanın en büyük süpürgesi olarak, yılmadan, tek zerre pislik bırakmadan kapitalist sistemi süpürmekten, def etmekten geçiyor.
Sabahın beşinde ne yapılır? diye sorulduğunda “ne yapılabilir ki uyunulur” düşüncesi olur kafanızda. Ama gerçek böyle değil. Bir gün gece vardiyasından çıktıktan sonra sabahın beşinde evime gidebilmek için bindiğim minibüsün o saatte boş olmasını beklerken, minibüs tıklım tıklım doluydu. İnsanların yüzlerinde yorgun ve bezgin bir ifade vardı. Vardiyadan çıkmanın yorgunluğunu atabilmek ve bir nebze dinlenebilmek için uyuyorlardı. Bazıları ise belli ki vardiyaya gidiyorlardı, onlar da yarım kalan uykularını tamamlamaya çalışıyorlardı. İşlerine gidenlerin içinde, kundakta bebeğini bırakıp, hastasını bir başına koyup, hayatta kalabilmek için sabahın beşinde yola düşenler de vardı mutlaka. Yol devam ediyor ve minibüsteki insanlar artmaya başlıyordu, sabahın beşinde. Yol kenarında işçiler harıl harıl çalışıyorlardı. Sanki işlerini ne kadar erken bitirirlerse, ücretlerini o kadar erken alıp, çocuklarını sevindirecek ve eve o kadar erken döneceklerdi. Gözleri işten başka bir şey görmüyordu. Yol bitmek bilmiyordu ve bana “daha görmen gereken çok şey var” diyordu. Yol devam ediyordu… Yaşlı bir kadın bindi soluk soluğa ve sanki bizleri tanıyormuşçasına hastaneye neden geç kaldığını anlatmaya başladı. Evime geldiğimde uyumaya çalıştım ama olmuyordu. Gözümü kapattığımda ya o yaşlı kadın geliyordu gözlerimin önüne ya da minibüsteki insanlar. Öğlen olduğunda ise hava iyice güzelleşmişti, ağaçlar yemyeşildi. Rüzgâr insanın yüzünü okşarcasına yumuşak ve sıcaktı. Aklıma minibüsteki o insanlar geldi, acaba onlar gün içinde işyerinden çıkabiliyorlar mıydı? Bu güzel havayı görüp tadını çıkarabiliyorlar mıydı? İşçiler işe gidebilmek için sabahın beşinde yollara düşerken, burjuvalar son model arabaları ile ya barlardan çıkıyor ya da seyahatleri için havaalanlarına gidiyorlar. Hem de bizim sırtımızdan kazandıkları parayla. Hastalandıkları zaman minibüsteki o yaşlı kadın gibi sabahın beşinde yollara düşmüyorlar. Hemen özel hastaneye gidip hiç sıra beklemeden muayene oluyorlar ya da bir telefon açtıklarında doktor saat kaç olursa olsun ayaklarına geliyor. Biz işçiler hayatın her dalındayız. Hayatı biz üretirken ve her şey bizim sayemizde varken, hayatın tadını o kan emici patronlar çıkartıyor. Ama örgütlenip birlik olursak, yaşlı bir kadın sabahın beşinde yollara düşmeyecek, analar-babalar çocuklarına bir şey alamadıkları için çocuklarının karşısında ezilmeyecek ve anneler kundakta bebeklerini bırakıp işe gitmeyecek. Çocuklar ise minibüslerde değil, sabahın beşinde rahat yataklarında uyuyabilecekler. Bunlar ancak biz örgütlendiğimizde mümkün olabilir, yoksa daha kötü günler bekliyor biz işçileri. Etrafımıza dönüp bakacak olursak ne kadar çok ve güçlü olduğumuzu fark edebiliriz. Örgütlü bir şekilde hareket edersek dünyayı yerinden oynatırız.
Marksist Tutum okuru bir tekstil işçisi
Marksist Tutum okuru bir kadın işçi
48
BİR BEYAZ KANATLI KUŞ Belki günlerden dündü Belki önce yıllarca Mutlaka mevsim güzdü Fırtına koptuğunda Bir yaralı kuş düştü Pencerenin yanına Bembeyaz kanatlarla. Benim ak güvercinim Diye seslendi ona Yüreğinden akıttı İnsanın sevgisini Sıcacık yarasına. *
*
*
Yine bir güz günüydü Uçarken fırtınaya Bembeyaz kanatlı kuş Ey insanoğlu dedi Yüreğinin aşkıyla Özgürlüğümü verdin Böyle anlatacağım İnsanları, kuşlara.
İnsanoğlu seslendi Özgürlüğü öğrettin Bembeyaz kanadınla Böyle anlatacağım Kuşları, insanlara. *
*
*
Yine bir güz günüydü Rüzgârlı, fırtınalı Yanı başına düştü Beyaz kanatlı kuşun Özgürlüğün aşığı... Kırmızı gagasıyla Akıttı sevgisini Bütün bir güz boyunca O yaralı dostuna. Ey insanoğlu dedi Özgürlüğü yaşattım Yıllar yıllar boyunca Bembeyaz kanadımda Al ak kanatlarımı Git karış fırtınaya! Seni anlatacağım Kuşlara, insanlara Özgürlüğü yarattı Özgürlüğe aşkıyla.
Elif Çağlı (Eylül Günlüğü)
Faşizme Karşı
Sınıf Cephesi!
Faşizmin Hesabını İşçi Sınıfı Soracak!