Burjuvazinin Savaş Planlarına Alet Olma! • Sendikal mücadelede ilkeli tutum /1
Ekim 2006
• Modernleşen despotizmin sivilleşme sancısı /8 • Burjuvazinin emperyal hesapları ve Lübnan
19
• Hamas ve Hizbullah anti-emperyalist mi? • Silahlanma, nükleer silahlar ve kapitalizm • Çin devrimi üzerine
A
B süreci nedeniyle baskıcı yasa ve uygulamalarda yaşanan kısmi gevşeme, artan ölçüde ortadan kalkıyor. Bu süreç yaklaşık olarak geçen yılın Newrozundan bu yana adım adım devam etmekte. Son dönemde Kürt hareketine karşı yoğunlaşan ordu ve polis operasyonları ve bölgedeki provokasyonlar, çeşitli aydınlara karşı açılan yıldırma ve gözdağı verme davaları, sosyalist harekete yönelik operasyonlarla bu süreçte yeni bir hızlanma görülüyor. Artan baskıların somutlandığı gelişmeler burjuva medya tarafından ya devlet ağzıyla veriliyor ya suskunlukla geçiştiriliyor ya da sadece AB açısından makyajı bozacak türde durumlar üzerinde duruluyor. Yazar Elif Şafak’ın, son romanında “Türklüğe hakaret” ettiği gerekçesiyle yeni TCK’nın 301. maddesinden yargılandığı dava göze battıysa da, her zaman olduğu gibi burjuva medyanın tutumu tablonun gerçek boyutlarını karartmak olmuştur. Aynı günlerde gerçekleştirilen Ezilenlerin Sosyalist Platformu’na (ESP) dönük operasyon dolayısıyla yayını durdurulan Atılım gazetesi, polis tarafından basılıp darmadağın edilen radyolar, sendika merkez ve şubeleri, dernekler ve kültür merkezleri ve gözaltına alınan yüzü aşkın devrimciye reva görülen muamele haber konusu olmadığı gibi, Demokles’in kılıcı gibi sallanan diğer baskıcı yasalar ve maddeler de gündeme getirilmedi. Benzer bir tutum geçen ay yayını durdurulan Ülkede Özgür Gündem gazetesi ve Özgür Halk dergisi konusunda ve daha birçok gelişmede de sergilendi. Bu gelişmeler AB’ye uyum sürecinin parçası olarak çıkarılan ve demokratik hak ve özgürlükleri sözde genişletme iddiasıyla sunulan yeni Türk Ceza Kanununun ve Terörle Mücadele Yasasının (TMY) nasıl bir işlev gördüğünü açıkça ortaya koyuyor. Bu yeni yasalarla, bazı noktalarda küçük iyileştirmeler olsa bile çeşitli noktalarda eskisinden bile daha geriye gidildiği
Faşizan Yasalar İşbaşında! 1
Ekim 2006 • sayı: 19
marksist tutum
zaten çok yazıldı çizildi. Kaldırıldığı iddia edilen çeşitli maddeler çeşitli numaralarla ya başka maddelerin içine monte edildi ya da yeniden formüle edilip kılık değişikliğine tâbi tutuldular. Örgütlenme hakkıyla ilgili hususları bir kenara koysak bile, bu yeni “Avrupai” yasalar altında, Türkiye İnsan Hakları Vakfının (TİHV) verilerine göre, 2006’nın ilk sekiz ayında 96 kişi sırf yazdıkları nedeniyle yargılandılar. Görünürde bir faşist avukat sürüsünün gayretkeşliği sayesinde TCK’nın 301. maddesi öne çıktıysa da, aynı yasa kapsamında, “adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs”, “halkı askerlikten soğutma”, “basın yoluyla kamu barışına karşı işlenen suçlar”, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik”, “suçu ve suçluyu övme”, “temel milli yararlara karşı faaliyette bulunmak için yarar sağlama” gibi bir dizi hususu düzenleyen daha birçok madde egemenlerin canlarının istediği gibi kullanabilecekleri nitelikte. Bunlar yetmezse Terörle Mücadele Yasası, Atatürk’ü Koruma Yasası, Basın Yasası ve RTÜK Yasası gibi başka yasalar mevcut. Ama ne AB, ne de özgürlükçü rolü oynayan burjuva medya bunları öne çıkarıyor. İşin gerçeği, tanınmış isimlerin yargılanmaları nedeniyle yalnızca 301. madde bir parça itibar kaybına uğramış bulunuyor, o kadar. Dahası, patlak veren tartışma sayesinde “demokrasinin beşiği” Avrupa’da da benzer yasaların var olduğu açığa çıktı. Bu nedenle müşkül duruma düşen AB’ci liberallerin tek yapabildiği, “var ama uygulanmıyor” diye durumu geçiştirmeye çalışmak oldu. Türkiye’de siyasetin yeni bir sertleşme dönemine girdiği, tüm belirtilerden anlaşılıyor. Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçimlere uzanan süreci ima ederek, “final turuna” girildiğini ve “her şeyin” olabileceğini söylerken başbakan da kendince bunu dile getirmekteydi. Yeni genelkurmay başkanı ve diğer generaller birbiri ardına hükümeti sıkıştıran sert konuşmalar yapıyorlar; evlerinde başbakana suikast krokileriyle yakalanan kontrgerillacılar serbest bırakılıyor; PKK ateşkese hazırlandığı sırada “iyi çocuklar” karanlık inlerinden çıkıp Diyarbakır’daki gibi bomba patlatarak çocukları öldürüyorlar; asker anneleri “vatan sağolsun demiyorum” demeye başlamışken, genelkurmay başkanı Hürriyet ve Milliyet gazetelerini ziyaret ederek, genel yayın yönetmenlerini, asker annelerinin feryadını “PKKnin gizli planı” imiş gibi gösteren haberlerinden dolayı kutluyor vb. Ama daha ilginci yeni genelkurmay başkanının daha göreve başlangıç konuşmasında “silahsız terör”den söz ederek, resmi çizginin dışında siyasi fikir taşıyan herhangi bir örgütün ya da kişilerin istenirse “terörist”likle damgalanabileceğini ima etmesi olmuştur. Zaten yeni genelkurmay başkanına gelmeden önce, “demokrat paşa” olarak anılan eski genelkurmay başkanı da geçtiğimiz yıl yeni yasaların çıktığı günlerde, bunların “güvenlik güçlerinin elini kolunu bağladığını” ve değiştirilmesi gerektiğini söylemiş ve nitekim bu yasalar şimdi yürürlükteki hallerini almışlardı. Bunların hepsi yekun olarak AB süreci dolayısıyla siyasal
2
alanda yaşanan kısmi gevşeme havasının değişme sürecindeki adımları oluşturmaktadırlar. Ortadoğu’daki savaş ve Kürt sorununun ulaştığı düzey ve tarımdaki yıkım nedeniyle kırda hızla artan işsizlik, Türkiye’deki çelişkileri giderek keskinleştirmekte, genel olarak milliyetçilik yükselmekte, faşist provokasyonlar artmaktadır. AB’cilerin her zaman kullanmayı çok sevdikleri AB’ye sempati anketlerinin de yıllardır ilk kez ciddi düşüşlere işaret etmesi, toplumun yükseltilen şovenist atmosferden etkilenmekte olduğunu gösteriyor. Bu arada CHP de tablodaki konumunu iyice pekiştiriyor. Şimdiye kadarki AB paketlerine destek vermişken, Baykal 301. madde tartışmaları sırasında maddeyi açıkça savunup, meclisteki yeni paket için ilk kez “artık destek yok” resti çekmekte ve yine ilk kez “AB paketlerinin Türkiye’nin bölünmesine hizmet ettiğini” söylemektedir. Böylece sözde demokrasi getiren AB paketlerinin, neredeyse suçüstü yakalanmış kontgerillacılara bile özgürlük sağlarken, devrimcileri, mücadeleci işçileri, Kürtleri mahkemelere ve hapislere gönderdiği, işin özünde pek bir değişiklik olmadığı bir kez daha açığa çıkmıştır. Esasen işçi sınıfı ve emekçilerin etkili bir muhalefet hareketinin ya da dünyadaki genel bir yükselişin ürünü olmayan, böyle bir hareket tarafından bekçiliği yapılmayan ve tam da bu nedenle zayıf, güdük ve sallantılı olan “demokratik açılımların”, işçi sınıfını, sosyalistleri ve Kürt hareketini bir kenara bırakalım, resmi ideolojiyle ters düşen liberallerin bile pek işine yaramadığı görülüyor. Bu vesileyle bir kez daha vurgulamak gerekiyor ki, özellikle günümüzün dünya şartlarında AB’den ya da sözde liberal burjuvaziden kapsamlı demokratik açılımlar gelmesini beklemek liberal ham hayalciliktir. Burjuva demokrasi dünya ölçeğinde genel bir erozyon dönemine girmiştir ve burjuva demokrasisinin en gelişmiş olduğu ülkelerde bile “terör” ve “güvenlik” demagojisi ile toplumlar korkutulup sindirilmekte, işçi sınıfının büyük mücadelelerle elde ettiği demokratik kazanımlar geri alınmaktadır. Türk burjuvazisinin “demokratikleşme” numarasına büyük ümitler bağlayan liberal sol için ne hazin talihsizlik! Bu çürüme çağında baskılardan kurtulmanın yolu düzene karşı devrimci bir mücadele yürütmektir. Bunun varması gereken tutarlı nokta, burjuvazinin demokrasisinden milyon kere demokratik olan işçi sınıfının demokrasisinin tesis edilmesidir. Tarihin hep gösterdiği gibi burjuva demokrasisinin sınırlarının genişlemesi bile işçi sınıfının devrimci mücadelesinin yan ürünü olmuştur. TMY ve diğer anti-demokratik yasaların kaldırılması için mücadele bayrağını yükseltelim! Tüm siyasi tutsaklara özgürlük! Tutuklanan ve gözaltına alınan devrimciler derhal serbest bırakılsın!
Burjuvazinin Emperyal Hesapları ve Lübnan İlkay Meriç
İ
srail’in 33 gün süren katliamını kınamaktan bile çekinerek izlemekle yetinen Birleşmiş Milletler, İsrail’in “benim işim bitti sıra sizde” demesinin ardından bir ateşkes çağrısı yaptı. Ateşkese kadar geçen süre zarfında Lübnan’da çoğu sivil yaklaşık 1200 kişi ölmüş ve iç savaşın yarattığı korkunç yıkımın yeni yeni üstesinden gelmeye başlayan bu ülke 15 yıl öncesine geri dönmüştü. Savaşta fosfor bombalarının yanı sıra 1,2 milyondan fazla misket bombası kullanan İsrail, bu bombaların yüzde 90’ını ateşkesten önceki son 72 saatte atmıştı. Temizlenmesinin 15 ayı bulabileceği belirtilen patlamamış haldeki 100 bin misket bombası ise, sivillerin yaşadığı, çocukların oynadığı yerlerde ölüm saçmaya devam ediyor. Günler süren aralıksız bombardımana rağmen Hizbullah’ı kısa sürede yok edemeyeceğini, aksine ona duyulan sempatiyi daha da arttıracağını anlayan İsrail’in ateşkesi kabul etmesinin ardından, bu kez devreye Birleşmiş Milletler girdi. Tüm sahtekârlığıyla ve ikiyüzlülüğüyle sözde barış koruyuculuğuna soyunan bu emperyalist birlik, İsrail’in yapamadığı şeye, yani Hizbullah’ı silahsızlandırmaya soyundu. Böylece Hizbullah’ın Lübnan’daki gücünü kırmayı görev belleyen bir “Barışı Koruma Gücü” oluşturmaya girişti. Bölgede doğrudan işgalci güç durumunda bulunan ABD ve İngiltere’nin asker vermesi bu “barış” gücünün meşruiyetine halel getireceğinden, esas sorumluluğu AB’li emperyalistler üstlendi. Bölgeyi tümüyle ABD’ye kaptırmamak ve bölgedeki varlıklarını güçlendirerek daha büyük bir rol oynayabilme olanağı yakalamak isteyen Avrupalı emperyalist devletler, “Barış Gücü”nü bunun için bir fırsat olarak görüyorlar. “İnsani” maske takınmış bu sözde “Barış Gücü”ne katılmak isteyenler elbette sadece emperyalist AB burjuvazisiyle sınırlı değildir. Aynı güdülerle hareket eden Türk burjuvazisi de, ölen Lübnanlılar için akıttığı timsah gözyaşlarıyla av partisine dahil olmak istemektedir. Burjuva siyaset arenasında Lübnan’a asker gönderme tezkeresi bağlamında yaşanan tartışmalarda bir tarafını AKP’nin, diğer tarafını ise onun dışındaki burjuva partilerin ve Cumhurbaşkanının oluşturduğu bir kutuplaşma yaşandı. Ama bu kutuplaşmayı, burjuvazi içinde emperyalist amaç gü-
Ne Birleşmiş Milletler denen emperyalist örgüt insani amaçlar güden bir oluşumdur ne de çeşitli bölgelere “Barış Gücü” adı altında gönderilen birlikler insani amaçlarla gönderilir. Yine aşikâr ki, emperyalist savaşları çıkaranların da, sonrasında sözümona yaraları sarmak amacıyla yıktıkları yerlere çeşitli türden birlikler gönderenlerin de niyetleri aynıdır: emperyalist paylaşım kavgasında, başka bir deyişle pastadan pay kapma yarışında şanslarını arttırmak! Şundan emin olunmalıdır ki, hiçbir kapitalist ya da emperyalist ülke, savaşta kırılmış bir halkın yaralarını sarmak gibi “insani” ve “ahlâki” bir niyet taşıyarak bu tür bölgelere askeri ya da sivil birlikler göndermez.
3
marksist tutum
denler ve gütmeyenler arasındaki bir yarılmanın yansımasıymış gibi görmek yanlış olacaktır. Çünkü bu burjuva partilerin hiçbirinin genel tutumu emperyalist niyetlerden bağımsız değildir ve hepsi de bunu “ulusal çıkarlar” söyleminin arkasına gizliyorlar. Meselâ bunların çoğunun tutturduğu “Lübnan’a değil Kandil’e” söylemi bunun çarpıcı bir göstergesidir. Bu söylemin Musul ve Kerkük konusundaki niyetlerle de bağlantılı olduğu aşikârdır. Türkiye şimdiye kadar Balkanlar’dan Somali’ye kadar pek çok ülkeye BM şemsiyesi altında asker göndermiştir. Ne var ki, kapsamı ve niteliği farklı olan 1 Mart tezkeresi haricinde, hiçbir asker gönderme vakasında böylesine geniş ölçekli bir tartışma ve kutuplaşma yaşanmamıştır. Burada ortaya çıkan aksi durumda ise açıktır ki yaklaşan cumhurbaşkanlığı ve meclis seçimlerinin çok belirleyici bir rolü bulunmaktadır. Burjuva muhalefet partilerinin çoğunun tezkereye “hayır”da ısrarlı tutumları, esas olarak AKP’yi yıpratma operasyonunun bir parçasıdır ve seçimlere dönük bir politik manevradır. Tezkere konusunda ordunun sessiz kalmayı, Cumhurbaşkanınınsa açıktan karşı çıkmayı tercih etmesi de yine seçim düzlemine giren burjuva siyaset arenasındaki bu manevraların bir parçası olarak yorumlanmalıdır.
Menfaatler ve riskler Dikkat edilecek olursa Lübnan’a asker gönderilmesini savunan AKP de, karşıt kutupta yer alan “Lübnan’a değil Kandil’e asker”ci cenah da emperyal niyetlerini “ulusal çıkarlar” maskesi ardına gizlemektedirler. Bu klişe, emekçi yığınları egemen sınıfın çıkarlarına boyun eğdirmek için pek sık kullanılır. Oysa sömüren sınıfla sömürülen sınıfları aynı paydada birleştiren bir ortak “ulusal çıkar” söz konusu olamaz. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de burjuvazi attığı her adımı son tahlilde ekonomik menfaatlerinin bir bilançosunu çıkararak atar. Yapılan artı-eksi karşılaştırmasında pozitif taraf ağır basıyorsa, her türlü Lübnan’a asker gönderilmesine karşı çıkan emekçi kesimlerin protesto gösterileri, çoğu kez olduğu gibi bu kez de devlet teröründen nasibini aldı.
4
Ekim 2006 • sayı: 19
“risk”e girilir. Ve çok açıktır ki “menfaatler” daima burjuvazinin, “riskler” ise emekçi kitlelerin payına düşer. Paralar egemenlerin kasasına, ölümler emekçi çocuklarına! Başta hükümet olmak üzere Lübnan’a asker gönderilmesinden yana olanların, tezlerini inandırıcı kılmak için öne çıkardıkları ilk nokta, “ulusal çıkarlara” endekslenmiş bir “barışın korunması” meselesiydi. Bunlar, ortada bir barıştan ziyade İsrail’in ne zaman sona erdireceği belli olmayan ve aslına bakılırsa daha ilk günlerde ihlal edilen bir ateşkes olduğu gerçeğinin üzerini tümüyle örttüler. Televizyonlardan “ulusa seslenen” Erdoğan, “Ortadoğu’da barış ve adalet tesis edilmedikçe dünyanın istikrara kavuşması mümkün değildir. Yanı başımızda yaşanan çatışmalar, başımızı diğer tarafa çevirsek de etkilerinden kurtulamayacağımız bir tehdit oluşturmaktadır. Kapılarımızı kapatarak etrafımızı saran alevlerden kurtulamayız” derken, emperyalist savaşı tüm Ortadoğu’yu içine alacak şekilde genişletip yaymayı amaç edinen BOP’un eşbaşkanı olduğu gerçeğinden nedense söz etmiyordu. Bu kanlı projede Amerika’nın stratejik ortağı olmak için çırpınanlar, “etrafımızı saran alevleri” daha da körükleyecek planların parçası olmak için hiçbir fırsatı kaçırmak istemezlerken, insanlık dışı projelerine işçi ve emekçilerin ses çıkarmaması için onların her türlü insani duygularını sömürmeyi de ihmal etmediler. “Çocuklar ağladığı zaman, anneler orada şehit olurlarken, o bombalanan yerleri gördüğün zaman ağlayacaksın ama onların korunmasına, bu sürecin sona ermesine yönelik fiili müdahalenin içinde yer almayacaksın. Bunun akılla izahı yok” diyen Erdoğan, bu duygusal girizgâhın ardından sadede geliyordu: Bizden başka kimse menfaatlerimizin bekçiliğini yapmayacaktır. O sebeple içe kapanmacı, “bana ne”ci yaklaşımları Türkiye’nin geleceği için son derece tehlikeli buluyorum. Bazı muhalefet çevrelerinde görülen bu tür izolasyonist yaklaşımlar, iyi niyetle yorumlandığında bile ya hükü-
Ekim 2006 • sayı: 19
marksist tutum
Başta hükümet olmak üzere Lübnan’a asker gönderilmesinden yana olanların, tezlerini inandırıcı kılmak için öne çıkardıkları ilk nokta, “ulusal çıkarlara” endekslenmiş bir “barışın korunması” meselesiydi. 86 yıl sonra Lübnan’a “geri dönerek” Ortadoğu pastasından pay almak isteyen burjuvazinin gerçek niyetleri ise çeşitli gazetelerin manşetlerinde apaçık dışa vuruluyordu. metin her yaptığına karşı çıkma hastalığından ya da bölge ve dünya gerçeklerinin iyi kavranmamasından kaynaklanmaktadır. “Bize ne”ci bir anlayışla sorumluluklarımızdan geri durmak, tarihimize, geleceğimize ve milletimizin yüksek menfaatlerine ihanet olacaktır. Unutmayalım ki riskler ve menfaatler ikiz kardeş gibidir. Riskin olmadığı hiçbir faaliyet söz konusu olamaz. Hayat risktir, siyaset risktir, ticaret bir risktir.
Tüccar Erdoğan “menfaatlerimizin” ne olduğunu açıkça söylemese de, bunların meşhur “bir koyup üç alma” hayalleriyle doğrudan ilintili olduğu çok nettir. İçe kapanmayın, dışa açılın! Tıpkı ABD’nin yaptığı gibi. Tarihine ihanet etmemek ve atalarına layık olmak (!) için yanıp tutuşanlar kuşkusuz Erdoğan’la ve AKP’lilerle sınırlı değildir. “Sorumluluk” sahibi Osmanlı torunlarından biri de Hasan Celal Güzel’dir. Özal’ın bu pek sevgili bakanı, ilk Körfez savaşında da bir koyup üç almaya çok meraklıydı. Sonuçta ne alındığını hepimiz biliyoruz! Lübnan tezkeresinin Meclis’te oylandığı gün yazdığı makalesinde özetle şunu söylüyordu Güzel: “Toprakları üzerinde haritalar çizilen değil, harita çizen bir ülke olmak istiyorsak; tarihimize ve emperyal verasetimize layık bir dış politika uygulamalıyız.” (Radikal, 5.9.2006) Hükümetin sesi Yeni Şafak gazetesi de söz konusu verasete layık bir politikanın uygulanmasını savunanlar arasındaydı. 6 Eylül tarihli Yeni Şafak, tezkerenin geçtiği haberini sevinç naraları atarak şöyle duyuruyordu: “Mehmetçik 86 yıl sonra yine Lübnan’a dönüyor. Lübnan’a asker gönderme tezkeresi Meclis’te sert tartışmalar sonucunda kabul edildi. (…) Türk askeri 400 yıl hükmettiği ve 1920’de çekildiği Lübnan’a 86 yıl sonra dönüyor.” Böylece, 400 yıl “hükmedilen” bu topraklara 86 yıl sonra gönderilecek askeri birliğin ne tür “barışçıl” ve “insani” amaçlar güdülerek gönderilmek istendiği de ifşa edilmiş oluyordu. Bu insanlık ve barış sevdalısı Osmanlı varislerinden bir başkası ise, aymazlığı doruğa tırmandırarak ve burjuvazinin özlemlerine gayet güzel tercüman olarak şunları yazıyordu, aynı kafa yapısına sahip Zaman gazetesinde:
Kendi “arka bahçesi” içinde yer alan Lübnan konusunda Türkiye’nin kabuğuna çekilmesi beklenemez. (…) Türkiye neresidir? Kimin mirasçısıdır? Geçmişte nasıl bir rol oynamıştır ve bu rol günümüze ne tür miraslar bırakmıştır? (…) Öncelikle Türkiye, Osmanlı’nın varisidir. Osmanlı ise Lübnan’ın da içinde bulunduğu (…) toprakları 300-400 yıla varan uzunca bir süre yönetmiş, hakim olmuştur. (…) bu bölgeler Türkiye’nin bir bakıma bakımsız da olsa, içinde yabani otlar, dikenler çıkmış da olsa “arka bahçesi”dir. (…) ABD’de bazı çevreler Ortadoğu’da sınırların tekrar çizilmesinden bahsetmektedir. Böyle bir durumda kabuğuna çekilmek Türkiye’yi yazılan senaryoda belirleyici değil figüran rolü oynamaya hatta seyirci kalmaya mahkum edecektir. (…) Özetle Türkiye bölgeyi uzunca süre yönetmiş, tarihsel, etnik, kültürel bağları olan, bölgedeki gelişmelerden güvenlik, ekonomik ve siyasi olarak birinci derecede etkilenen ve etkilenecek, Osmanlı’nın mirasçısı, küresel olmasa bile bölgesel bir güçtür. (…) ulusal çıkarlarınızı korumak, dünyada dik durabilmek için “başınızı kuma sokmak” yerine, bölgede ve dünyada büyük devlet olarak ben de varım diyerek risk alınmalı ve Türkiye askeriyle temsil edilmelidir. Unutulmamalıdır ki, Türkiye 1974’te risk almış ve Cumhuriyet döneminin en büyük başarısı olarak Lozan’la haklarımızdan vazgeçmek zorunda kaldığı Kıbrıs’ta tekrar şu veya bu şekilde söz sahibi olmaya başlamıştır. (Doç. Dr. İdris Bal, 6.9.2006, abç)
Hatırlanacağı gibi 1974’te Kıbrıs’ta “risk alan” Türkiye, “Barış Harekâtı” adıyla gidip işgalle adanın kuzeyine çöreklenmişti. Burjuvazinin benzer hayallerinin zaman zaman örneğin Musul ve Kerkük için depreştiğini de biliyoruz. Ama anlaşılıyor ki, iştahlar sadece Musul-Kerkük için kabarmıyormuş, “arka bahçe”nin her metrekaresi yeterince ağız sulandırıyormuş. Yeter ki fırsat doğsun!
Sınır tanımayan BM budalalığı Burjuvazinin asker gönderme niyetinin ardında yatan gerçekler bu kadar nettir. Ama bu netlik BM budalası sol liberallerin perde inmiş gözleri ve beyinleri için yeterli değildir. Onlar, kapitalizmin her türlü insani değeri ayaklar altına alıp çiğnediği ve parayı en yüce değer ilan ettiği bir dünyada, “uluslararası topluluk” olarak kutsadıkları BM-
5
marksist tutum
nin her sorunu çözebileceğini vazederek, burjuva ordulara ideolojik levazımcılık yapıyorlar: Uzun yıllardır her durumda savunduğum çizginin devamı olarak, dünyada Birleşmiş Milletler iradesinin egemen olmasını sağlayacak adımları destekliyorum. Lübnan’a Barış Gücü gönderilmesi bir BM kararı (Rusya ile Çin’in de desteği var). BM’nin yürüttüğü işlerde Türkiye’nin rol almasını da hep destekledim, çünkü bu dünyada var olan herkesin bu dünyayı bunaltan bütün sorunlarda bir sorumluluk alması gerektiğine inanıyorum. … Ortadoğu keşmekeşi içinde şimdiye kadar gördüğümüz en ciddi AB müdahalesi olduğu için Barış Gücü’ne bu düzeyde önem veriyorum. (Murat Belge, Radikal, 8.9.2006, abç)
Öncülü olan Milletler Cemiyeti’ni Lenin’in “haydutlar çetesi” olarak değerlendirdiği emperyalist BM, bu sol liberaller için, dünyayı insanileştirecek, barışı güvence altına alabilecek kutsal bir birliktir. Ah bir de iradesi egemen olabilse! Ortadoğu’yu keşmekeşe sürükleyen ABD emperyalizmine karşı “insanlık” ve “barış” aşkıyla dolu olan AB emperyalizminden medet uman bir solculuk! Ve ne yazık ki bu solculuk yukarıdaki satırların yazarıyla sınırlı kalan tekil bir örnek teşkil etmemektedir. Gerek BM’ye gerekse AB’ye yönelik bu yanılsamalar, reformist burjuva ve küçük-burjuva sosyalizmini de içine alan geniş bir sol yelpaze içinde her vesileyle yeniden ve yeniden üretilmektedir. Murat Belge’den alıntı yapmamızın tek nedeni onun bu görüşleri oldukça derli toplu bir şekilde özetlemiş ve çekincesizce yazmış olmasıdır. AB emperyalizminin bölgeye barış götürmek üzere asker gönderdiğini söyleyenleri bizzat İtalyan dışişleri bakanı D’Alema yalanlıyor: “Bu [Lübnan’a asker gönderilmesi], Ortadoğu’da asla büyük bir varlığa sahip olmayan, her şey için en fazla bedel ödeyen ama başoyuncu olarak kabul edilmeyen Avrupa için büyük bir fırsattır.” Başka bir demecinde, “BM ya da AB’nin Irak senaryosunda bir rolü yoktu, şimdi bu fırsatı kaçırmamamız gerekir” diyen D’Alema, Irak’ta Ortadoğu cephesi açılan emperyalist savaşın ABD ve İngiltere’ye sunduğu “fırsat”ları kaçırmış olmanın pişmanlığıyla dövünen AB’li emperyalistlerin hislerine tercüman oluyor böylece. Fransa’nın, Almanya’nın, İtalya’nın ve bilumum AB’li emperyalistlerin, D’Alema’nın yukarıda özetlemiş olduğu niyetlerle asker gönderdikleri çok açıktır. Şurası çok açık ki, ne Birleşmiş Milletler denen emperyalist örgüt insani amaçlar güden bir oluşumdur ne de çeşitli bölgelere “Barış Gücü” adı altında gönderilen birlikler insani amaçlarla gönderilir. Yine aşikâr ki, emperyalist savaşları çıkaranların da, sonrasında sözümona yaraları sarmak amacıyla yıktıkları yerlere çeşitli türden birlikler gönderenlerin de niyetleri aynıdır: emperyalist paylaşım kavgasında, başka bir deyişle pastadan pay kapma yarışında şanslarını arttırmak! Bu pasta bazen türlü nedenlerle nüfuz alanı olarak cazip görülen bir bölge olabilir, bazen kapitalist şirketler için yaratılacak iş alanı olabilir, bazen bir
6
Ekim 2006 • sayı: 19
orduyu eğitmek bahanesiyle ilgili ülkede üslenme şansı olabilir, vs. vs. Ama şundan emin olunmalıdır ki, hiçbir kapitalist ya da emperyalist ülke, savaşta kırılmış bir halkın yaralarını sarmak gibi “insani” ve “ahlâki” bir niyet taşıyarak bu tür bölgelere askeri ya da sivil birlikler göndermez. Bugün kendilerine Sosyal Demokrat, İşçi, Sosyalist ya da Komünist adını verseler de, gerçekte egemen sınıfın emperyalist politikalarının kuyrukçuluğunu yapan reformist sol partiler işçi ve emekçi kitlelere ihanet içindedirler. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında kendi burjuvalarını desteklemekten çekinmeyen o koskoca Alman Sosyal Demokrat Partisinin açtığı ihanet yolu, bugün uçsuz bucaksız bir otobana dönüşmüş durumdadır. Ama bu gerçeklere rağmen BM budalaları, sınıfsal meşrepleriyle de doğrudan ilişkili biçimde, bu kurumu burjuva devletlerin emperyalist hiyerarşideki yerlerine göre söz sahibi oldukları bir emperyalist örgüt olarak değil, barış ve insanlık yanlısı sınıflarüstü bir kurum olarak değerlendirirler. Onlara göre BM ne eylerse güzel eyler. Onlar ki, Irak savaşına destek vermemelerinin ilk gerekçesi olarak BM içinde konsensüs sağlanamamasını göstermişlerdir. Kendi devletlerinin de verdiği destekle bu konsensüs sağlansaydı, hiç kuşkumuz yok ki, Avrupa’da milyonları sokağa döken sosyalist, sosyal demokrat ya da sözde komünist partiler tereddütsüz kendi burjuvalarının peşine takılacaklardı. İsrail saldırılarına ya da Lübnan’a asker gönderilmesine karşı gösterilen tepkinin cılızlığı bunun en güzel kanıtıdır. Bunların Türkiye’deki meşrep kardeşlerinin kaygıları, tutumları ve fikirleri de zerre kadar farklı değildir. Bugün kendilerine Sosyal Demokrat, İşçi, Sosyalist ya da Komünist adını verseler de, gerçekte egemen sınıfın emperyalist politikalarının kuyrukçuluğunu yapan reformist sol partiler işçi ve emekçi kitlelere ihanet içindedirler. Yakın ve uzak tarih bunun sayısız örneğiyle dolu. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında kendi burjuvalarını desteklemekten çekinmeyen o koskoca Alman Sosyal Demokrat Partisinin açtığı ihanet yolu, bugün uçsuz bucaksız bir otobana dönüşmüş durumdadır. TC’nin doğrudan taraf olmasının gündeme geldiği bir emperyalist savaşta, solun hatırı sayılır bir kesiminin bu topraklarda da benzer tutumlar sergileyeceğinden kimsenin şüphesi olmamalı. Emperyalist savaşın her geçen gün daha patlamalı bir şekilde yayılmaya başladığı bugünlerde, gerçek komünistlerin en önemli görevlerinden biri de, milliyetçi sahtekarlığa, şovenizme, çeşitli kılıklara bürünen emperyal heveslere karşı amansızca mücadele etmektir. Milliyetçiliğe verilen en ufak bir primin, böylesi tayin edici anlarda kudurgan bir şovenizmi beslemek anlamına geleceği unutulmamalı.
Hamas ve Hizbullah Anti-Emperyalist mi? Utku Kızılok
A
nti-emperyalizmi şu ya da bu emperyalist ülkeye yahut o ülkenin politikalarına karşı çıkmak olarak kavrayan dünya sosyalist hareketinin bir bölümü, Irak’ta ve Afganistan’da ABD karşıtlığı üzerinden yükselen direnişi tez zamanda anti-emperyalizm ilan etmişti. Öyle gözüküyor ki, solun anti-emperyalist olarak değerlendirdiklerinin sayısı artmaktadır. Nitekim Hamas, Hizbullah ve genel olarak İslamcı güçler de anti-emperyalist ilan edildiler ve selamlandılar. Onlara göre emperyalizm karşıtı cephe genişliyor ve “ezilen halkların anti-emperyalist cephesi”(!) mümkün hale geliyor. Oysa Hizbullah, Hamas ve genel olarak İslamcı güçlerin sözde emperyalizm karşıtlığı anti-Amerikancılık ya da anti-Batıcılıktan öte bir anlam ifade etmiyor. ABD’nin başını çektiği emperyalist hegemonya kavgası bugün esas olarak İslam coğrafyasında yoğunlaşıyor ve Hamas’ı, Hizbullah’ı, İran’ı ve genel olarak İslamcı güçleri hedef alıyor. İşte İslamcı güçlerin ABD emperyalizmiyle özdeşleştirdikleri bir emperyalizm karşıtlığını savunmalarının nedeni budur. Tarih, burjuva milliyetçi önderlerin ve örgütlerin kendi ulusal çıkarlarını güvence altına almak veya emperyalist güçlerle pazarlık gücünü artırmak üzere, kitleleri milliyet-
çilik zemininde seferber etmesinin ve sahte bir emperyalizm karşıtlığına soyunmasının örnekleriyle doludur. Bunu en canlı şekilde, Chavez örneğinde görüyoruz; Chavez, kırmızı gömlek ve yukarıya kalkmış yumruk eşliğinde antiemperyalizmden dem vurup duruyor. Chavez’in kitleleri etkileyici yöntemini Ahmedinecad da tutmuş olacak ki, son Venezuela ziyaretinde Chavez ile birlikte sıkılı yumruk eşliğinde “emperyalizm karşıtı” nutuklar attı: “Venezuela ve İran, Amerikan egemenliği ve emperyalizmden uzak bir şekilde, birlikte çalışıp gelişebildiklerini göstermiştir.” Elbette asıl vahim olan, solun bu sahtekârlıklara kanması, prim vermesi ve bilinç bulanıklığı yaratmasıdır. Bu durum, aslında işçi hareketinin ne denli büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu da gösteriyor. Bu tehlikenin farkında olarak, işçi sınıfının sahip olması gereken Marksist bakış açısını tekrarlamak ve gerçek anti-emperyalizmin anti-kapitalizm olduğunu bir kez daha hatırlatmak gerekiyor.
Anti-emperyalizm anti-kapitalizmdir Son dönemdeki sıcak gelişmeler karşısında alınan politik tutumlar da ortaya koyuyor ki, dünya solunun bilinci
7
Ekim 2006 • sayı: 19
marksist tutum
bir hayli bulanıktır. Fakat alınan her politik tutumun ve izlenen her politik taktiğin somut bir karşılığı vardır. Geçmişte izlenen yanlış politikalar işçi sınıfına büyük bedeller ödetti. Kendi yolunda ilerlemesi ve kapitalist dünya düzeninin defterini dürmesi gereken işçi sınıfı, Stalinizm eliyle, “ulusal demokratik cephe” formülleriyle defalarca hedefinden saptırıldı ve şu ya da bu ülke burjuvazisinin peşine takıldı. Ancak öyle gözüküyor ki, tarihten pek ders alınmış değil. İşçi sınıfı bir kez daha, bu kez adı Chavez, Ahmedinecad ve Nasrallah vs. olan burjuva liderlerin ve burjuva güçlerin peşine takılmaya çalışılıyor. Marksizmin anti-tezi anlamına gelen Stalinizm, devrimci Marksizmin en temel teorik açılımlarını ve politik yaklaşımlarını tahrif etmiştir. Çarpıtılan temel meselelerden biri de emperyalizm konusuydu. Kapitalizmin 19. yüzyıldan sonraki aşaması olan emperyalizm, ekonomik temellerinden kopartılarak, gelişmiş ülkelerin dış politikalarına ya da daha az gelişmiş ülkeler üzerindeki siyasi üstünlüğüne indirgendi. Yapılan tahrifata bir teorik temel de bulundu. Bu teoriye göre sömürgecilik ile emperyalizm aynı şeydi; sömürge ülkeler bağımsızlıklarını kazanmış ve ulus devletlerini kurmuşlardı, ama emperyalistler bu ülkeleri ekonomik mekanizmalarla kendilerine bağlayarak sömürmeye ve bu yolla sömürgeleştirmeye devam ediyorlardı! Yani klasik sömürgecilik bitmiş, onun yerini ekonomik bağımlılığa daya-
lı “yeni sömürgecilik” almıştı! Emperyalistler IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kuruluşlar aracılığıyla ekonomik bağımlılığı derinleştirerek ve çeşitli askeri anlaşmalar yaparak bu ülkeleri yeniden “gizlice işgal” etmiş ve sömürgeleştirmişlerdi! Meselenin “yeni sömürgecilik” ve “gizli işgal” biçiminde ortaya konması, siyasi bağımsızlığını çoktan kazanmış kapitalist ülkeler için bile ulusal sorun icat edilmesini beraberinde getirerek, işçi sınıfının önüne, varolan sınıf ayrımını gölgeleyecek bir engel dikilmektedir. Türkiye ve benzeri kapitalist ülkeler de bu kategoride değerlendirilmektedir. Bugün orta ölçekteki Venezuela, Suriye ve İran gibi kapitalist ülkelerin veya Hizbullah ve Hamas benzeri örgütlerin anti-Amerikancı tavırlarının anti-emperyalist ilan edilmesi de bu yanlış kavrayışa dayanmaktadır. Öyle ya, emperyalizm eşittir sömürgecilikse, bu ülkeler emperyalist ABD’ye kafa tutarak aslında sömürgeciliğe karşı çıkıyorlar ve anti-emperyalizm yapıyorlar! Kavrayış tam olarak bu. Solun bu çarpık tutumunu burjuvazinin “ulusalcı” kesimi de tepe tepe kullanmaktadır; örneğin, AB’ye karşı olan statükocu-devletçi burjuva kesimlerin kimi sözcüleri ülkenin satıldığını, sömürge haline getirildiğini, AB yetkililerinin “müstemleke valisi” olduğunu vaaz edip duruyorlar. Böylelikle görüyoruz ki, küçük-burjuva milliyetçiliği ile burjuva milliyetçiliği aynı çizgide buluşabiliyorlar.
İslamcı Hareket ve Anti-Amerikancılık Hedefi SSCB’yi İslam ülkeleriyle kuşatarak geriletmek ve çökertmek olan ABD’nin “yeşil kuşak” projesi 1970’lerde tam olarak ete kemiğe bürünmüştü. Bir taraftan ABD’nin nüfuzundaki Mısır, Türkiye, İran ve Pakistan’da işçi-emekçi kitlelerin devrimci mücadeleye yönelmemesi için İslami hareketler destekleniyor, komünizme karşı din ön plana çıkartılıyor ve öte taraftan da, Müslüman Kardeşler gibi örgütlerin Ortadoğu düzeyinde örgütlenmesi için her türlü yardım yapılıyordu. SSCB’nin 1979’da Afganistan’ı işgal etmesi üzerine “yeşil kuşak” projesi, bugün ABD’nin “terörist” ilan ettiği Bin Ladin üzerinden bu bölgede de uygulamaya sokuldu. Daha sonra El Kaide’ye dönüşecek olan örgüt, “yeşil kuşak” projesi çerçevesinde ABD emperyalizminin çıkarları doğrultusunda SSCB’ye karşı savaştı. 1979 yılına gelindiğinde İran’da devrim patlak vermiş ve ABD’nin sadık müttefiki Şah hanedanlığı işçi-
8
emekçi kitleler tarafından yerle yeksan edilmişti. Ancak sol partilerin yanlış tutumları ve işçi sınıfına yol gösterecek enternasyonalist bir partinin yokluğu koşullarında mollalar devrim sürecinde hegemonyayı ele geçirdiler. Mollalar emekçi kitleleri tam bir denetim altına almak ve iktidarlarını sağlamlaştırmak için sahte bir anti-emperyalizm söylemine baş vuruyor ve ABD’yi “şeytan” ilan ediyorlardı. Mollaların önderliğindeki İran, o günden beri anti-emperyalizm ve “şeytan ABD” retoriğini sürdürüyor. SSCB’nin yanı başındaki nüfuz alanını kaybeden Amerikan emperyalizmi, eski “düşmanı” Saddam ile anlaşarak Irak’ı İran’ın üzerine saldırttı. Ancak yüz binlerce insanın ölümüne neden olan bu savaş, İran’daki molla rejiminin pekişmesinden ve bu arada anti-Amerikacılığın yükselmesinden başka bir işe yaramayacaktı. Rejimlerini pekiştiren Mollalar, İran’ı tecrit olmaktan kurtarmak ve bölgede he-
gemon bir güç haline getirmek amacıyla, İslam dünyasında ümmetçilik üzerinden nüfuz alanları yaratmaya giriştiler. İslam devriminin ihraç edilmesi olarak tarif edilen şey, İran’ın başka ülkelerde kendi çıkarlarını temsil edecek örgütler kurması anlamına geliyordu. Şii olan İran, özellikle Şii nüfusun yaşadığı ülkelerde etkili oldu; bugün Türkiye de dahil birçok ülkede Şiiler şu ya da bu biçimde İran’ın etkisi altındadır. İşte Lübnan’daki Hizbullah böyle bir sürecin ürünüdür. 1982’de İsrail güney Lübnan’ı işgal etti. Zira 1970’te güney Lübnan’a yerleşen FKÖ, sadece Lübnan’da önemli bir güç haline gelmemiş, sınırda konuşlandığı için İsrail’e karşı savaş kabiliyetini de artırmıştı. Lübnan iç savaşında Hıristiyan Marûnileri destekleyen ve “Güney Lübnan Ordusu”nu kurduran İsrail, bu kukla ordunun yardımıyla güney Lübnan’daki Filistin mülteci kamplarında (Sabra ve Şatilla) tam bir katliam gerçekleş-
Ekim 2006 • sayı: 19
marksist tutum
Hizbullah’ın anti-emperyalist olduğunu ilan etmekle hızını alamayan kimi çevreler, 1979 İran devrimini de anti-emperyalist ilan ediyorlar. Oysa İran’da kapitalist sisteme son verilmiş ve emperyalist-kapitalist sistemden kopulmuş değildir. Her ne kadar ABD tekelleri İrandan dışarı atılmışlarsa da, zamanla bu tekellerin yerini Alman ve Fransız tekelleri doldurmuştur. Bugüne yürüyen süreçte burjuvazi petrol ve doğalgaz gibi doğal kaynakların üzerine basarak palazlanmış, tekelleşmiş ve İran sermayesi mali sermaye sentezine ulaşmıştır. Ekonomik olarak güçlenen İran, bugün emperyalist hegemonya kavgasının orta sıklet bir dövüşçüsüdür; nükleer sitirdi. FKÖ, Lübnan’dan çekilmek ve Tunus’a taşınmak zorunda kaldı. Kitlelerin İsrail vahşetiyle karşı karşıya geldiği bu süreçte Hizbullah çıktı ortaya. İran’ın desteklediği Hizbullah bir taraftan yoksul Şii kitlelere yardım ediyor, onların sosyal sorunlarıyla ilgileniyor ve öte taraftan da İsrail’e karşı direnişi örgütlüyordu. Hizbullah’ın 1983’te 241 ABD askerini öldürmesi büyük yankı uyandırdı ve ezilen kitlelerin gönlünü fethetti. Bu tarihten sonra Hizbullah, Lübnan’ın %40’ını oluşturan Şii nüfus içinde tek hakim güç haline geldi. 1987’ye gelindiğinde Filistin’de birinci intifada -ayaklanma- patlak vermişti. Filistinli kitlelerin ayaklanmasıyla iyice sıkışan İsrail, SSCB’nin desteklediği milliyetçi FKÖ ve İran’ın etkisinde olan Hizbullah’ın ateşi altında kalmış bulunuyordu. ABD emperyalizmi ve ortağı İsrail, intifadayı geriletmek ve Filistin ulusal kurtuluş hareketini bölmek için, FKÖ’nün ve İran destekli Şii Hizbullah’ın karşısına Sünni kökenli bir dinci örgüt çıkartmak üzere harekete
lahlara ulaşma ve bölgede hegemon güç olma arzusu bunun somut kanıtıdır. ABD emperyalizmine cephe almakla kapitalist sistemin dışına çıkılamayacağının ve anti-emperyalist olunamayacağının en somut örneğini ise belki de Venezuela oluşturuyor; “devrimci” pozlar takınan Chavez, Çin ve Rusya gibi ülkelerle ilişkilerini derinleştirirken, Avrupalı emperyalistlerle de pek çok anlaşmanın altına imza koymuş bulunuyor. “Kapitalizm, tek bir dünya pazarında somutlanan ve irili ufaklı tüm kapitalist ülkeleri kucaklayan, uluslararası işbölümü temelinde eşitsiz fakat bileşik gelişen ve eşitsizliği içinde karşılıklı bağımlılığı yeniden ve yeniden üreten bir dünya sistemidir.” (Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Y., s.40) Yani bir kapitalist ülkenin dünya ekonomisinden koparak bağımsızlaşması ve mali sermayenin etki alanının dışına çıkması söz konusu olamaz. Bununla birlikte altı çizilmesi gereken bir başka mesele, emperyalizmin kapitalizme dışsal bir olgu olmadığıdır. Unutmayalım ki, kapitalizmin emperyalizm aşamasında sermaye, tekelci mali sermaye biçiminde karakterize olur. Elbette Amerikan ve Alman menşeli devasa tekellerle, Türkiye, İran veya Venezuela menşeli tekeller arasında genel olarak önemli bir çap farkı vardır; lakin özünde kavga büyüklü küçüklü bu tekeller arasında yürür. Türkiye veya İran tekelci sermayesinin emperyalist ülke tekelci sermaye-
geçti. 1987’de Hamas, Mısır kökenli Müslüman Kardeşler’in Filistin kolu olarak kuruldu. “Terörist” ilan edilmiş olan FKÖ’ye karşı Hamas ileri sürüldü. Hamas, geniş kitlelere rahatça ulaşabiliyor ve özellikle Gazze’de Şeyh Ahmet Yasin önderliğinde örgütleniyordu. İzak Rabin, Oslo görüşmeleri sürecinde, Hamas’ı desteklediklerini itiraf edecekti. Fakat SSCB’nin tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte, o güne kadar oluşmuş tüm siyasi dengeler çöktü. “Yeşil kuşak” projesini yaratan koşulların ortadan kalkmasıyla ABD emperyalizmi İslamcı örgütlere eskisi gibi itibar etmemeye başladı. Fakat bu projenin doğrudan veya dolaylı ürünü olan Taliban, El Kaide ve Hamas gibi örgütler, artık bulundukları ülkelerde egemen sınıfların çeşitli kesimlerini temsil eder hale gelmişlerdi. Taliban Afganistan’da iktidara geldi ve gerici bir rejim kurdu. Buna karşın, Körfez savaşı sürecinde Suudi Arabistan burjuvazisi içinde yaşanan çatlak Bin Ladin’in dışlanmasıyla sonuçlanacak ve ABD askerlerinin “kutsal
topraklara girmesi günahtır” diyen Bin Ladin anti-Amerikancı bir çizgi izlemeye başlayacaktı. SSCB’nin ortadan kalkması FKÖyü uzlaşmaya itecekti. O güne kadar “terörist” olarak addedilen Arafat önderliğindeki FKÖ, Filistin halkının temsilci olarak kabul edilmişti. İsrail ile FKÖ’nün Oslo’daki görüşmelerinde bağımsız bir Filistin devleti kararı alındıysa da, bugüne kadar bir devlet kurulamamış olması, El-Fetihin yolsuzluklara gömülmesi ve uzlaşmacı bir çizgi izlemesi Hamas’ın öne çıkarak seçimleri kazanmasına neden oldu. Sonuç olarak, emperyalist hegemonya kavgasının İslam coğrafyasında yoğunlaşması ve Ortadoğu’nun cehenneme çevrilmesi anti-Amerikancılığın yükselmesine neden olmaktadır. Emperyalist savaşı haklılaştırmak ve meşrulaştırmak üzere, emperyalist güçler tarafından geliştirilen “medeniyetler çatışması” kapsamında girişilen provokasyonlar, Ortadoğu’da anti-Amerikancılığın yükselmesini körüklemektedir.
9
marksist tutum
si karşısında boyun eğmesi birincilerin sömürüldüğü, ikincilerin ise sömürdüğü anlamına gelmez. Sömürülen işçi sınıfıdır; güçler oranında paylaşılan ise dünya işçi sınıfının yarattığı toplam artı-değerdir. Emperyalist tekellerin gittikleri ülkelerde çeşitli yöntemlere başvurarak veya kendi devletlerinin gücünü kullanarak ekonomik ayrıcalıklar elde etmeye çalışmaları, hatta bu ülkelerin iç işlerine karışarak kendi çıkarları için siyasi yönlendirmelerde bulunmaları mali sermayenin rekabetçi doğasındandır. Yaşanan böyle durumları ve işçi sınıfının tavrını Elif Çağlı, net bir şekilde ortaya koyuyor: Emperyalist ülkelerin, görece daha zayıf durumda bulunan kapitalist ülkelere dayatmaları elbette ki yalnızca ekonomik alanla sınırlı kalmıyor. Ancak bu durum, kapitalist düzenin genel bir yasasıdır. Kapitalizmde parayı veren düdüğü çalar! Büyük emperyalist devletlerden muazzam miktarlarda borçlanan kapitalist devletlerin burjuvazisi, eşitsiz ilişkiler ya da “iç işlerine” karışılması nedeniyle ne kadar sızlansa da, bu bir bütün olarak onların kapitalist düzenidir. Bu tür sızlanmalardan işçi sınıfına ne? Daha güçsüz burjuvazinin derdini dert edinmek, ya da işçi sınıfına kapitalizm temelinde “tam bağımsız ve ulusal bir düzen” propagandası yapmak ancak küçük-burjuvazinin şanına yakışabilir. Oysa, irili ufaklı tüm kapitalist ülkelerde proletaryanın yakıcı sorunu, “kendi” burjuvazisinin “ekonomik bağımsızlığı(!)” değil, kapitalist sömürü düzeninden kurtuluştur. Kısacası, emperyalizm karşısında işçi sınıfının mücadele hedefi burjuva düzene son vermektir, yani siyasal iktidarın fethidir, proleter devrimdir. (age, s.46)
Emperyalizm, kapitalizmin gelişmiş hali olduğuna göre, anti-emperyalizm özünde anti-kapitalizm olmak zorundadır. Emperyalizmi kapitalist dünya sistemi olarak görmemek ve kapitalist ülkelerin ABD ve İngiltere gibi şu ya da bu emperyalist güce ulusal çıkarları çerçevesinde “tavır” almasını anti-emperyalizm katına yükseltmek işçi sınıfı için ölümcül bir politikadır.
Dik tut, karışmasın bayraklar! Anti-Amerikancılığı anti-emperyalizm olarak değerlendirenler, bugün Hamas, Hizbullah ve genel olarak İslamcı güçlere dönük kuyrukçu ve oportünist bir politika izliyorlar. Bunlar kendi güçsüzlüklerini onların gücüyle örtmeye
10
Ekim 2006 • sayı: 19
çalışıyorlar. Onlara göre Ortadoğu’da yürüyen savaşta kalın çizgi, ABD’nin yanında olmak veya Hizbullah’ın yanında olmak biçiminde çiziliyor. Bunlar Irak’ta, Filistin’de ve Lübnan’daki direnişi, dünya halklarının ABD emperyalizmine karşı savaşının bir ifadesi olarak görüyorlar. Onlara göre “sosyalist” Chavez ile İslamcı Ahmedinecad da, Amerikan saldırganlığına (dolayısıyla da emperyalizme) karşı omuz omuza veriyor. Gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’de Hizbullah ve Hamas üzerine övücü yazılar döşeniliyor, bu örgütlerin sanıldığı gibi gerici olmadığı ve emperyalizme karşı savaştığından dem vuruluyor ve koşulsuz desteklenmeleri gerektiği ileri sürülüyor. Avrupa’da karnavalcı kimi sol çevreler, İslamcı güçlerle “savaş karşıtlığı” temelinde sarmaş dolaş olmuşlar ve bayrakları karıştırmışlardır. Türkiye’de de durum farklı değil. Hatta İslamcı çevrelere yönelik bir sempati yaratma gayreti, sahte bir röportaj yayınlamaya kadar vardırıldı ve küçük bir skandalla sonuçlandı. Gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’de Hizbullah ve Hamas üzerine övücü yazılar döşeniliyor, bu örgütlerin sanıldığı gibi gerici olmadığı ve emperyalizme karşı savaştığından dem vuruluyor ve koşulsuz desteklenmeleri gerektiği ileri sürülüyor. Avrupa’da karnavalcı kimi sol çevreler, İslamcı güçlerle “savaş karşıtlığı” temelinde sarmaş dolaş olmuşlar ve bayrakları karıştırmışlardır. Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ile yapıldığı ileri sürülen ve Evrensel gazetesinde de yayınlanan, fakat düzmece olduğu sonradan kanıtlanan bu röportaj üzerinden başlayan tartışma, bağımsız sınıf çizgisinin ne denli dışına düşüldüğünün kanıtıdır. Evrensel gazetesi, röportajın gerçek olmadığını ileri sürenleri, “Ortadoğu’da gelişen anti-emperyalist mücadeleyi görmemek”le ve “laikçi solcu” olmakla itham etti. İtham edilenlerden bazıları ise Hizbullah’ı gerici olarak görmediklerini ileri sürüyor ve yayınladıkları Hizbullah’ı öven yazıları da kanıt olarak gösteriyorlardı. Nasrallah ile röportaj yaptıklarını ileri sürenler, gönüllerinden geçeni Hizbullah liderine söyletivermişler. Konuşturulan sanki şeriatçı Nasrallah değil de, enternasyonalizmi ilke edinmiş devrimci bir partinin lideri! Bu düzmece röportajda Nasrallah Che Guevera’yı ve Deniz Gezmiş’i bolca övüyor, onlar gibi savaşçı kahramanlara ihtiyaç duyulduğunu ileri sürüyor, Chavez’i selamlıyor ve hızını alamayarak sosyalist hareketin dünya ölçeğindeki örgütsüzlüğüne değiniyor. Nasrallah, “din düşmanlığını” bir kenara bırakın diyor ve sosyalistleri emperyalizme karşı ortak cepheye çağırıyor. Kendi düşüncelerini Hizbullah üzerinden meşrulaştırmak isteyenlerin siyasi meşrebi başka bir tartışmanın konusudur; sözde röportajın ileri sürdüğü ise, bildiğimiz küçükburjuva milliyetçiliktir. Türkiye solunun büyük bir bölümünün malûl olduğu bu siyasal yaklaşımın kaynağı Stali-
Ekim 2006 • sayı: 19
marksist tutum
Hizbullah, Hamas ve diğer İslamcı güçlerin emperyalizme karşıyız söylemi, bir bütün olan emperyalist-kapitalist dünya sistemine karşı olmayı kapsamıyor; esasen anti-Amerikancılık anlamına geliyor. Dünya kapitalist düzenini hedef almayan her türlü sözümona emperyalizm karşıtlığı, şu ya da bu emperyalist ülkeye karşı olmanın çerçevesinin dışına çıkamaz. İşçi sınıfının perspektifi kapitalizmi alt etmek ve siyasal iktidarı ele geçirmektir. Devrimci perspektiflerin çarpıtılması, “ulusal burjuva cephe”lerin anti-emperyalist olarak gösterilmesi ve burjuvazinin siyasi hegemonyası altına girilmesi işçi sınıfı için ölümcül derecede tehlikelidir.
nizmdir. İşçi sınıfının uluslararası anti-kapitalist mücadele perspektifinin karşısına şu ya da bu kapitalist ülke veya örgütleri kapsayan sözümona anti-emperyalist cephe perspektifi dikilmiştir. Dergilerde bu sakat bakış açısı propaganda ediliyor, mitinglerde buna uygun sloganlar atılıyor ve kızıl bayrakların yanında burjuva Lübnan devletinin bayrağı taşınabiliyor. Bayraklar karışmakla kalmamış, ilginç kombinasyonlar da oluşmuştur. Bu küçük-burjuva sol çevreler anti-Amerikacılık üzerinden Kemalistlerle de söylemde yan yana gelmişlerdir. Statükocu-devletçi burjuva güçler içinde yer alan ve kendilerini “ulusal dalga”cı olarak adlandıran Kemalistler, Lübnan’a asker gönderilmesine karşı çıkarken sahte bir anti-emperyalizm söylemine sarıldılar. Bunlar da söz konusu sol çevreler gibi, Türkiye’nin gizlice işgal edildiği ve sömürgeleştirildiği yaygarasını koparıyorlar. Sol yelpazenin bir de “laiklik” hassasiyeti ağır basan kesimi var ki, TKP ve benzerleri bu kategoriye girmektedir. Bu noktada, Kemalistlere daha fazla yaklaşan bu çevreler, Hamas ve Hizbullah’ı, anti-kapitalist olmadıkları gerçeğinden dolayı değil, kendi Kemalist-laikçi önyargılarından dolayı anti-emperyalist olarak değerlendirmiyorlar. Bunlar örneğin İslamcı çevrelerin geldiği savaş karşıtı mitinglere katılmıyorlar. Görüldüğü üzere, pek çok şey iç içe geçmiş bulunuyor. Belirtmek gerekiyor ki, İslamcı çevrelerin savaş karşıtı mitinglere katılması başka şeydir, bu çevrelerle siyasal ittifak yapmak, Hizbullah ve Hamas gibi örgütleri anti-emperyalist ilan etmek ve cephe kurmaya kalkmak daha başka şey. Ne İslamcı hareketlerle sarmaş dolaş olmak ne de İslamcı çevrelerin kortejinde savaşı protesto etmek isteyen kitleleri “laikçi” bir yaklaşımla miting alanlarına sokmamak doğrudur. Avrupa ve Türkiye solunun bir kesimi Hamas ve Hizbullah’a hak etmedikleri anti-emperyalizm misyonu biçerken, diğer bir kesimi de bu tip örgütleri “terörist” olarak görme eğilimindedir. Bu iki yaklaşım da kabul edilemez. Bu tip örgütlerden ne anti-emperyalizm beklenmeli ne de emperyalistlerin ağzıyla konuşarak onları “terörist” ilan etmeli; işçi sınıfı kitlelerine gerçekleri açıklamak gereklidir. Hamas ve Hizbullah bulundukları ülke burjuvazisinin bir parçası ve hatta ordusu olmayan burjuvazinin
silahlı örgütleridir ve kapitalizmle bir sorunları yoktur. Hizbullah’ı kuran ve yönlendiren İran burjuvazisidir. Ortadoğu’da nüfuz alanını genişletmek isteyen İran burjuvazisi, mollalar önderliğinde ümmetçiliği birleştirici siyasal bir söylem olarak kullanmış ve özellikle Şii’lerin yaşadıkları bölgelerde etkin olmaya çalışmıştır. Ümmetçi söyleme göre İslam devrimi yayılacak ve her yerde Allah’ın kanunları (şeriat hukuku) geçerli hale gelecek! Şeriat hukuku kapitalizme karşı olmadığı gibi, kapitalizmi tasfiye edemeyeceğinin somut kanıtını bizzat İran’ın kendisi ortaya koymuştur. İran’da kapitalist düzen yerli yerinde kalırken, başa geçen mollalar şeriat kanunlarıyla toplumu baskı altına almış ve işçi-emekçi kitleleri korkunç bir sömürüye tâbi tutmuşlardır. Taliban’ın Afganistan’da kitleleri nasıl bir karanlığın içine sürüklediği ise herkesin malûmu. Zaten ne Hamas’ın ne de Hizbullah’ın kapitalizmi tasfiye etme gibi bir programı var! Bu tip örgütler bulundukları ülkelerde burjuvazinin şu ya da bu kesiminin çıkarlarını ifade ediyorlar. Lübnan’da Şii burjuvazisinin temsilcisi olan Hizbullah’ın, temsil ettiği kesimin çıkarlarını İran burjuvazisinin çıkarlarına bağladığı ve kader birliği yaptığı oldukça net bir durumdur. Keza Hamas’ın durumu da farklı değildir. Sonuç olarak, Hizbullah, Hamas ve diğer İslamcı güçlerin emperyalizme karşıyız söylemi, bir bütün olan emperyalist-kapitalist dünya sistemine karşı olmayı kapsamıyor; esasen anti-Amerikancılık anlamına geliyor. Dünya kapitalist düzenini hedef almayan her türlü sözümona emperyalizm karşıtlığı, şu ya da bu emperyalist ülkeye karşı olmanın çerçevesinin dışına çıkamaz. İşçi sınıfının perspektifi kapitalizmi alt etmek ve siyasal iktidarı ele geçirmektir. Devrimci perspektiflerin çarpıtılması, “ulusal burjuva cephe”lerin anti-emperyalist olarak gösterilmesi ve burjuvazinin siyasi hegemonyası altına girilmesi işçi sınıfı için ölümcül derecede tehlikelidir. Devrimci uyanıklığı elden bırakmaması gereken komünistler, işçi sınıfı kitleleri içinde bağımsız sınıf perspektifini hâkim kılmalı ve yığınları gerçek anti-emperyalizm olan anti-kapitalizm çizgisine çekmelidirler. Geçmişte düşülen ve bedeli ağır olan hatalara bir daha düşülmesine izin verilemez! Bayrakların karıştırılmasına, hedeflerin saptırılmasına geçit yok! Herkes kendi yoluna!
11
Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /8 Mehmet Sinan
16. yüzyılın son çeyreğinde baş gösteren Celâli hareketleri, sonuçta yönetici sınıfın bir kesiminin (saray adamları-merkezî bürokrasi) üstün gelmesiyle ve bu temelde yeni bir denge durumunun oluşmasıyla sonlanmıştır. Bu tarihsel kesitte yaşanan olaylar ve bu olaylara katılan kesimlerin davranışlarından çıkarılan sonuçlar, bize şu saptamayı yapma olanağını sunmaktadır: Genel olarak despotik yapılı olan bütün eski Doğu toplumlarında da görüldüğü üzere, esas olarak egemen sınıfının bölüntüleri (fraksiyonları) arasında geçen iktidar mücadelelerine şu veya bu ölçüde katılan emekçi halk yığınları, bu mücadelelere kendi bağımsız sınıf çıkarlarını savunan ve kendi iktidarlarını hedefleyen bağımsız bir örgütlülükle katılamadıkları için, sonunda egemen sınıfın şu veya bu kesimine payanda olmaktan ve bu kesimler tarafından kullanılmaktan öte bir rol oynayamamışlardır. Böyle olduğu için de, sonuçta fillerin tepişmesinde ayak altında kalarak ezilen daima onlar olmuştur!
12
B
u ve takip eden bölümlerde, geleneksel toprak düzenindeki bozulmanın kırsal topluluklar üzerindeki etkileri; Osmanlı’nın “bozuk düzenli despotizm” döneminde toplum sınıfları cephesinde ne gibi gelişmelerin ve değişmelerin yaşandığı; bu dönemde ortaya çıkan isyan hareketlerinin (suhte, reaya, Celâli ve yeniçeri isyanları) sınıfsal niteliklerinin ve amaçlarının neler olduğu; klasik despotizm döneminde varolmayan ayanlık, ağalık, derebeylik gibi oluşumların, bozuk düzenli despotizm döneminde niçin ve nasıl ortaya çıktıkları; bu merkezkaç güçlerin Batı Avrupa’daki gibi bir “feodal ilişkiler sistemi” oluşturup oluşturmadıkları ve Osmanlı’nın bu döneminin feodalizm olarak tanımlanıp tanımlanamayacağı; egemen siyasal (devletli) sınıf içinde ne gibi çatışmaların yaşandığı; yüksek devlet görevlilerinin ve ortaklık kurdukları tüccar, sarraf ve mültezim gibi unsurların elinde biriken servetlerin (ilk sermaye birikiminin) neden Osmanlı’da kapitalizme geçişi sağlayamadığı; ve nihayet, üç kıta üzerine yayılmış koskoca bir imparatorluğun, Batı’nın bir yarı sömürgesi durumuna nasıl geldiği ve nasıl çöktüğü konularını incelemeye çalışacağız.
Geleneksel toprak düzenindeki bozulmanın kırsal topluluklar üzerine etkileri Osmanlı despotizminin ekonomik temelinin asyatik karakterli kır (köy) topluluklarının üretimine dayandığını daha önce görmüştük. Kendi içine kapanık, statik bir yapıda olan bu topluluklar 16. yüzyılın sonlarına kadar bu yapılarını aynen devam ettirmişlerdi. Yani bu topluluklar, Osmanlı devletinin kuruluşundan itibaren geçen üç yüzyıl boyunca ne bir değişim geçirebilmiş ne de herhangi bir çözülmeye uğramışlardı. İçinde reaya çiftliklerini barındıran statik yapılı bu köy toplulukları, esas olarak 16. yüzyılın sonlarında bir dış dinamiğin dolaylı etkilemesiyle çözülme sürecine gireceklerdi. Osmanlı’nın iç dengelerini altüst eden bu “dış dinamik”, daha
Ekim 2006 • sayı: 19
önce sözünü ettiğimiz üzere, Avrupa’daki para ve fiyat devrimidir. Avrupa’da feodalizme darbe vuran para ve fiyat devrimi, asyatik bir ekonomik temel (asyatik üretim tarzı) üzerinde duran Osmanlı despotizmini de esaslı bir şekilde etkilemiş ve derin bir ekonomik ve malî bunalımın içine sürüklemişti. Ekonomik ve malî bunalımın yarattığı en önemli sonuç ise, Osmanlı’nın geleneksel toprak düzeninin bozulması ve kırsal toplulukların büyük bir sarsıntı geçirerek çözülme sürecine girmesi oldu. Daha önce de değindik; tımarların sipahinin elinden alınarak iltizama verilmesi, yani toprak gelirlerinin zengin devlet görevlilerine, tüccarlara, sarraflara vb. akmaya başlaması, kırsal kesimde yüzyıllardan beri tesis edilmiş olan eski statik dengenin altüst olmasına yetmişti. Eski düzende sipahinin koruyuculuğu ve gözetimi altında devletin toprağını işleyen ve karşılığında vergisini sipahiye ödeyen reaya, tımar kurumu çöktükten sonra, karşısında artık sipahiyi değil, mültezim denilen özel kişileri ve onlarla ortaklık kurmuş olan devletin soyguncu kolluk güçlerini (zaptiyeleri) bulacaktı. Korumasız ve güçsüz bir durumda olan reaya çiftçiler, 16. yüzyılın sonlarından itibaren işte bu servet düşkünü mültezimlerin ve ehl-i örf denen her düzeyden devlet görevlilerinin (asker-sivil bürokrasinin) baskılarına maruz kalarak topraklarını terk etmeye başlayacaklardı. Reayayı toprağını terke zorlayan nedenlerin başında, devletin sefere hazırlık maksadıyla reayanın sırtına bindirdiği olağanüstü vergiler geliyordu. Üst üste gelen bu olağanüstü vergiler, çiftçileri büyük bir para darlığının içine düşürmüştü. Çiftçiler, devlete olan vergi borçlarını ödeyebilmek için faizle para bulmaya çalışıyor ve bu da onları tefecilerin eline düşürüyordu. Kırsal kesimde tefecilik yaparak reaya-çiftçiyi kendine bağımlı hale getirenler gene aynı adamlardı: Devlet görevlileri, mültezimler, tacirler ve sarraflar! Dönemin belgelerinden de anlaşılıyor ki, reayaçiftçiler devlete olan vergi borçlarını ödeyebilmek için ürünlerini, evlerini, bağ ve bahçelerini karşılık göstererek, yüzde 300-360’a varan yıllık faizlerle tefecilerden borç para alıyorlar, fakat vadesi geldiğinde geri ödeme yapamadıkları için evlerini, bağ ve bahçelerini tefecilere devretmek zorunda kalıyorlardı. Köylü yığınlarını soymak için tefecilerin başvurduğu bir diğer yöntem ise, “selem” denen gizli tefecilik idi. Bu yöntemde tefeciler, ürün daha tarladayken onu darda kalan köylüden yok pahasına satın alıyor ve sonra aynı ürünü yüksek fiyatla tekrar köylüye satarak çok kısa zamanda büyük paralar kazanıyorlardı. Tüccar, mültezim ve sarrafların yanı sıra, bu selem işini yapanlardan biri de, elinde nakit para birikimi olan maaşlı kapıkulu askerleri (yeniçeriler ve kapıkulu süvariler) idi. Bunlar, geleneksel toprak düzeninin bozulmaya başladığı bir dönemde taşraya akın etmişlerdi. Köylüye yüksek faizlerle borç para vererek veya köylünün tarladaki ürününü yok pahasına kapatarak büyük paralar kazanıyorlardı. İşte mevcut hukuk kuralları
marksist tutum
her türlü biçimde zorlanarak ve kitabına uydurularak, köylü yığınlarının toprağının, evinin, bağ ve bahçesinin devlet görevlileri tarafından fiilen zapt edilmesi de bu dönemde başlayacaktı. Kırsal kesimde oluşmaya başlayan bu yeni düzende, servet ve güç sahiplerinin el koydukları toprakları daha az sayıda insanla işletmeye başlamaları, sayıları her geçen gün daha da artan bir topraksız ve işsiz köylü kitlesinin ortaya çıkmasına yol açacaktı. Öte yandan, bu dönemde Osmanlı parasının (akçenin) değerinin alabildiğine düşmesi, dolayısıyla fiyat artışlarının ve devalüasyonun çok yüksek düzeylerde seyretmesi, hammadde ve hayvan kaçakçılığını da çok kazançlı bir iş haline getirmişti. Üstelik hayvancılık, tarıma göre çok daha az sayıda insanla yapılabilen, daha az masraflı bir işti. Bu yüzden mültezimler ve yeni oluşmaya başlayan bey ve ağalar, ele geçirdikleri tarlaları meraya çevirerek hayvancılık yapmaya başlayacaklardı. Diğer taraftan, devletten “malikâne” şeklinde ömür boyu vergi toplama imtiyazı alan yüksek devlet görevlileri, zaman içinde bu malikâne toprakların tasarrufunu da zor yoluyla ele geçirerek, reaya-çiftçileri kendi topraklarından sürmeye başlayacaklardı. 16. yüzyılın üçüncü çeyreğinde başlayıp, 17. yüzyılın ilk on yılında da devam eden büyük Celâli karışıklıkları, Osmanlı’nın geleneksel toprak düzeninin bozulması ve kırsal toplulukların derin bir bunalımın içine düşmesi sonucunda ortaya çıkmış ve düzenin daha da bozulması ve giderek tam bir kaosa sürüklenmesinde hızlandırıcı rol oynamışlardır. İşte kırsal kesimde meydana gelen tüm bu gelişmeler, sonunda çok sayıda reayanın çiftliğini terk edip gitmesine (“çiftbozanlık” denen olay) ve topraksız, işsiz güçsüz bir köylü nüfusun oluşmasına yol açacaktı. Bu gelişmelerin doğrudan bir sonucu olarak, bu dönemde tahıl üretimi anormal bir şekilde düşmüş ve Anadolu’da görülmemiş bir kıtlık ve açlık baş göstermişti. Yüzyıllardan beri durgun ve hareketsiz bir yaşam sürdüren asyatik karakterli kırsal toplulukların böylesine hızlı bir biçimde çözülmesi, aslında Osmanlı’nın klasik despotik düzenini ayakta tutan maddi-ekonomik temelin de çökmesi anlamına geliyordu. Nitekim, kırdaki bu hızlı çözülmeyle birlikte tüm sistem ekonomik, toplumsal ve siyasal bakımdan tam bir kargaşa içine sürüklenecekti.
Osmanlı’da Celâli kavgalarının mahiyeti ve katılan kesimlerin özellikleri 16. yüzyılın üçüncü çeyreğinde başlayıp, 17. yüzyılın ilk on yılında da devam eden büyük Celâli karışıklıkları, Osmanlı’nın geleneksel toprak düzeninin bozulması ve kırsal toplulukların derin bir bunalımın içine düşmesi sonucunda ortaya çıkmış ve düzenin daha da bozulması ve giderek tam bir kaosa sürüklenmesinde hızlandırıcı rol oy-
13
marksist tutum
namışlardır. Özellikle taşrada yarattıkları karışıklık ve kargaşa ortamı nedeniyledir ki bu hareketler, her yerde başına buyruk mütegallibe (zorba) güçlerin (ağaların, derebeylerin) türemesini ve köylünün tasarrufundaki toprakların bu güçler tarafından fiilen gasp edilmesini daha da kolaylaştırmıştır. 1560’larda başlayıp 1610 yılına kadar devam eden ve bütün Anadolu’yu tam bir kargaşa içine sürükleyen bu isyan hareketlerine, yüzyılın başında (1519’da) bir Alevi-Türkmen ayaklanmasına önderlik eden sipahi Celâl’in (şeyh) adından ötürü, Celâli adı verilmiştir. Celâli hareketlerine, alttaki toplum sınıflarından (reaya halk) ve üsteki egemen siyasi sınıftan hemen her unsur katılmıştır. Bu isyan hareketleri, sınırları açıkça belirlenmiş, gerçek anlamda bir sınıf çatışması olmaktan uzaktılar. Dolayısıyla bu hareketler, emekçi halk yığınları (kasaba ve köy reayası) ile egemen siyasal sınıf arasında geçen gerçek anlamda bir sınıf savaşı olarak değerlendirilemezler. Nitekim, güttükleri amaç ve hedefler açısından baktığımızda, durum daha bir açıklık kazanmaktadır. Bu hareketler, toplumsal açıdan düzen değişikliğini amaçlayan, sınıfsal temelli siyasal iktidar mücadeleleri olmamışlardı hiçbir zaman. Gerek içerikleri, gerekse amaçları bakımından karmakarışık bir yapıya sahip olan ve despotik düzende herhangi bir devrimsel değişikliğe yol açmayan Celâli hareketleri, sonunda tüm Anadolu’yu büyük bir kargaşa içine sürükleyerek ve kırsal topluluklara (reayaköylü yığınlara) büyük yıkımlar getirerek son bulmuşlardır. Celâli hareketlerine, alttaki toplum sınıflarından (reaya halk) ve üsteki egemen siyasi sınıftan hemen her unsur katılmıştır. Bu isyan hareketleri, sınırları açıkça belirlenmiş, gerçek anlamda bir sınıf çatışması olmaktan uzaktılar. Dolayısıyla bu hareketler, emekçi halk yığınları (kasaba ve köy reayası) ile egemen siyasal sınıf arasında geçen gerçek anlamda bir sınıf savaşı olarak değerlendirilemezler. Celâli hareketlerine kimler katılmışlardı? Daha önce de belirttiğimiz üzere, bu hareketlere katılanlar toplumsal statüleri bakımından iki düzeye ayrılmaktaydılar. Halk sınıflarından olanlar ve yönetici egemen sınıftan olanlar. Bu hareketlere halk sınıfından katılanlar, başta medrese öğrencileri (suhteler-softalar) olmak üzere, “çiftbozan-levendler” denilen topraksız, işsiz güçsüz reaya yığınlar ve gene reaya kökenli olup, beylerin (beylerbeyleri ve sancakbeyleri) kapısında ücretli askerlik yapan “sekbanlar”dır. Yönetici sınıf kesiminden katılanlar ise, tımarlarını yitirip yoksul düşmüş sipahiler, toprak kapmak için başkentten Anadolu’ya gelen ulufeli kapıkulları (yeniçeriler ve kapıkulu süvariler), ehl-i örf denen eyalet ve vilayet yöneticileri (beylerbeyleri, sancakbeyleri, subaşıla-
14
Ekim 2006 • sayı: 19
rı vb.), ehl-i şer denen kadılar, müderrisler, imamlardır. Bunlara ilâveten, bir de yönetici sınıfla ortaklık kurmuş olan mültezimler vardır. Burada ilginç olan ve bir bakıma “Celâli kavgaları”nın karakterini de ortaya koyan durum şudur ki, Celâli kavgalarına katılan aynı insan kalabalıkları, bazen isyancı bir Celâli olup hükümet güçlerine karşı, bazen de hükümet gücü olup isyancılara karşı savaşmışlardır. Özetle söylersek, Osmanlı tarihinin belli bir kesitine damgasını vuran Celâli hareketleri, aslında asyatik-despotik yapılı bir toplumda kırın çözülmesiyle birlikte ortaya çıkan toplumsal ve siyasal kaosun çarpıcı ifadesinden başka bir şey değildir.
Celâli kavgalarının gelişme seyri Öğrencilerin Celâliliği (birinci evre): Celâli hareketlerinin ilk evresini, yüksek öğrenim yolu tıkalı olduğu için medrese öğrenimlerini tamamlayamayan ve bu nedenle de devlet kapısında geçimlerini sağlayacak maaşlı bir iş bulma şansını yitiren medrese öğrencilerinin (suhtelerin) ayaklanması oluşturmuştur. Bu öğrenciler, orta öğrenim düzeyindeki taşra medreselerini bitirmiş olmalarına karşın, yüksek öğrenim veren İstanbul, Edirne, Bursa gibi büyük kentlerdeki medreselere girme imkânı bulamadıkları için, ekonomik ve malî bunalımın en yoğun yaşandığı taşra kent ve kasabalarında işsiz güçsüz bir vaziyette ortada kalmışlardı. Dinî eğitim kurumları olan ve bir anlamda ulema sınıfının kaynağını oluşturan medreseler, eskiden beri halka açık kurumlar olmuşlardı. Medreselerde öğrencilere öğrenim süresi boyunca barınacak yer, yiyecek aş ve gündelik veya aylık bir ücret verilirdi. Eskiden beri medreselere daha çok şehirli ve kasabalı halkın çocukları girerdi. Fakat 16. yüzyılın son çeyreğinde baş gösteren büyük ekonomik bunalım nedeniyle sıkıntıya düşen topraksız reaya yığınlarının çocukları da köylerden medreselere akın etmeye başlamışlardı. İşsiz durumda olan bu köylü gençler de medreselerin sağladığı imkânlardan kentliler gibi yararlanmak istiyorlardı. Medreseler, ilköğretimden sonraki tüm öğrenim kademelerini (orta ve yüksek) kendi bünyesinde toplamış okullardı. Taşradaki medreseler orta düzeyde öğrenime; İstanbul, Bursa, Edirne gibi büyük şehirlerdeki medreseler ise yüksek öğrenime ayrılmıştı. Büyük medreselerde okuyan öğrenciler “danişment” adını alıyordu. Bu okullardan bitirme belgesi alan danişmentler, belli bir bekleme süresinden sonra taşra kentlerine müderris (öğretmen) veya kadı olarak atanıyorlardı. Fakat, ekonomik bunalım döneminde, medreselerdeki öğrenci mevcudunun giderek artması (bu sayı 16. yüzyılın sonunda 9 bine ulaşmıştı), bu okulları işlemez hale getirmiş ve taşra medreselerinden İstanbul’daki büyük medreselere geçiş imkânı fiilen ortadan kalkmıştı. Büyük medreselere gidemeyen ve bu yüzden bulundukları şehir-
Ekim 2006 • sayı: 19
lerde hiçbir iş yapmadan kitleler halinde bekleyen öğrenciler (suhteler) şehirler için büyük bir yük haline gelmeye ve tehlike oluşturmaya başlamışlardı. Başlangıçta yalnızca kendi aralarında münakaşalara ve zaman zaman da kanlı bıçaklı kavgalara tutuşan suhteler, 1560’lardan itibaren artık iki-üç yüz kişilik çeteler oluşturarak devletin asayiş güçlerine kafa tutar hale gelmişlerdi. Suhtelerin eylemleri giderek siyasal içerik de taşıyan eylemler haline geliyor ve esas olarak da kentin zenginlerini, devlet görevlilerini, vergi toplama yetkisine sahip mültezimleri hedef alıyordu. 1581-82’de İran’la yapılan savaş nedeniyle, Osmanlı ordusunun Anadolu’dan uzaklaşması, suhte hareketini doruğa ulaştırmıştı. Suhteler, köylüleri soyarak zenginleşen mültezimleri, yeniçeri büyüklerini ve diğer devlet görevlilerini cezalandırmak ve mallarını mülklerini yağmalamak amacıyla, onların yaşadıkları bölgelere, kentlere saldırmaya kadar işi götürmüşlerdi. Suhteler, toplanan vergileri yağmalıyor, zenginlerin konaklarını basıyor ve hapse atılan köylüleri kurtarıyorlardı. Vilayet yöneticileri suhte hareketi karşısında acze düşmüştü; emir verdikleri kolluk güçleri de suhtelerle savaşmak istemiyorlardı. Düzeni sağlamak için hükümetin merkezden gönderdiği özel asayiş birlikleri de kente sokulmuyor, hatta bunlardan bazıları kentin ortasında öldürülüyordu. Öte yandan, suhtelerin eylemlerine hedef olan kentin zenginleri arasında ulema mensubu kadılar da vardı. Bu nedenle kadılar merkezî yönetime (saraya) gönderdikleri raporlarda, sürekli olarak suhteleri kötülüyor, onların “zavallı halka eziyet ettiğini” ileri sürerek, suhte hareketine kara çalmaya çalışıyorlardı. Oysa gerçek durum bunun tam tersiydi. Suhtelerin talan ettiği zenginler, mültezimler vb. kenti terk edip giderken, halk öğrencilerin yanında yer almış, yeri geldiğinde onları gizlemiş, yiyecek ve içeceklerini sağlamıştı.1 Tarihsel verilerden de anlaşılıyor ki, suhte hareketi hiç değilse başlangıç dönemlerinde, halkın yanında yer alan ve toplumsal bir muhalefeti dile getirmeye çalışan siyasal içerikli bir hareket olmuştur. Suhte hareketine karşı sarayın tutumuna gelince; muhalif hareketleri ya toptan imha ederek ya da uzlaşmayla kendi yanına çekerek “halletme” konusunda yüzyıllardan beri uzmanlaşmış olan saray, suhtelere karşı da aynı yöntemi deneyecekti. Osmanlı hükümeti, 1579 yılında suhtelerin temsilcilerini İstanbul’a çağırarak, onlarla uzlaşma yolu arar. Görüşmeler sonucunda çıkarılan hükümet kararında, suhteler için bir genel af ilan ediliyor ve ayrıca da “eşkıya takibi” konusunda suhte birliklerine resmi yetki veriliyordu. Yani devlet, isyancı suhteleri kendi ücretli görevlisi haline getirerek yatıştırma yolunu seçmişti. Ayrıca hükümet, medrese hiyerarşisi içinde yükselme konusunda suhte önderlerine güvenceler de vermişti! Hükümetle suhteler arasındaki bu uzlaşmanın doğal sonucu ise, bekleneceği üzere, önderlerinin şahsında suhte hare-
marksist tutum
ketinin giderek yozlaşması ve halktan koparak yönetici bürokrasinin şu veya bu kanadına hizmet eder hale gelmesi olacaktı. Nitekim, başlangıçta ulemanın da hışmını üzerlerine çeken isyancı öğrenciler, bu uzlaşmadan sonra, ulemayla (kadılarla) anlaşmaya vararak, ulemanın rakibi olan ümeraya (askeri yöneticilere) karşı savaşacaklar ve pek çok askeri görevliyi öldüreceklerdi. Fakat bu durum da uzun sürmeyecekti. Suhtelerin zenginlere karşı düşmanca tutumundan tedirgin olan kadılar, suhteleri kendi çıkarlarına bir süre kullandıktan sonra suhtelerden yüz çevirecek ve işsiz güçsüz reayadan, yani boş levendlerden derledikleri kişilerle kendi milis güçlerini oluşturmaya başlayacaklardı. Ulemanın suhtelere karşı bu tutumu, suhtelerin tepkisini çekecek ve onların açıktan açığa kadılara karşı harekete geçmesine ve kadıların yönetimindeki mahkemelere saldırmasına yol açacaktı. Fakat suhte hareketi ulemanın desteğini yitirdikten sonra, artık bir daha eski gücüne ulaşamayacak ve 1600 yılına doğru iyice gerileyerek dağılacaktı. Bu hareketten arda kalan unsurlar ise, tarih sahnesinde yeni belirmeye başlayan levendlerle birleşecekti. Osmanlı’nın despotik sisteminde, tüm iktisadî faaliyet alanları devletin mutlak tekeli altında bulunduğundan ve en büyük “işveren” de devlet olduğundan, iş için başvurulacak tek “kapı”, elbette ki devlet kapısı oluyordu. Savaşçı-fetihçi bir gelenek ve yapı üzerinde biçimlenmiş olan Osmanlı devletinin, kendisine başvuran işsizlere sunabileceği “iş” ise, askeri nitelikli bir işten başkası olamazdı. Ne var ki, Osmanlı’nın askeri kurumlarında uygulanan özel yöntemler (örneğin kapıkulu ocaklarına yalnızca devşirme Hıristiyan çocukların alınması gibi) nedeniyle, bu askeri kurumlar da işsiz levend yığınlarına kapalıydı.
Çiftbozan-levendlerin Celâliliği (ikinci evre): Celâli kavgalarının ikinci evresinde sahneyi dolduran levendlerdir. Bunların kaynağı da, kırsal kesimdeki geleneksel yapıların çözülmesiyle ortaya saçılan topraksız, işsiz güçsüz köylü yığınlarıydı. Kanuni Süleyman’ın son dönemlerinde merkezden taşraya gelen ulufeli kapıkulları, şu veya bu yolla sipahi tımarlarını ele geçirmeye başlamışlardı. Bu süreçte, tımarlarını yitirerek yoksul düşen pek çok sipahinin yanı sıra, artan olağanüstü vergiler ve hükümet görevlilerinin baskısı yüzünden pek çok reayaçiftçi de toprağını, bağını bahçesini terk ederek “çiftbozan” durumuna düşmüştü. Bu durumda olan reaya gençlere, işsiz güçsüz, boş insan anlamına gelen “levend” deniyordu. Topraksız, işsiz güçsüz kalan bu reaya gençlerden bazıları kendi aralarında küçük çeteler kurarak civar köylere saldırmaya, yol keserek eşkıyalık yapmaya ve geçimlerini böyle sağlamaya başlamışlardı. Diğer bir kısım levend ise, ehl-i örf denen eyalet ve vilayet yöneticileri-
15
marksist tutum
nin kapısında ücretli asker (sekban) oluyorlardı. Bir devlet görevlisinin kapısına kapılanamayan, ama eşkıyalık da yapamayan boş levend kitleleri ise, bir iş bulma umuduyla İstanbul, Bursa, Edirne gibi büyük kentlere akmaya başlayacaklardı. Ne var ki, bu işsiz levend yığınlarını mas edecek ekonomik iş alanları büyük kentlerde de bulunmuyordu. Osmanlı kentlerinde, Batı Avrupa’dakine benzer (kapitalist) bir ekonomik gelişme olmadığından, kente gelen işsiz levend kalabalıkları ilkin kent merkezlerindeki kervansaraylara doluşmuş, daha sonra da kentin kenar mahallelerini oluşturmaya başlamışlardı. Örneğin, İstanbul’da Eyüp, Kasımpaşa gibi mahalleler böyle oluşmuştu. Osmanlı’nın despotik sisteminde, tüm iktisadî faaliyet alanları devletin mutlak tekeli altında bulunduğundan ve en büyük “işveren” de devlet olduğundan, iş için başvurulacak tek “kapı”, elbette ki devlet kapısı oluyordu. Savaşçı-fetihçi bir gelenek ve yapı üzerinde biçimlenmiş olan Osmanlı devletinin, kendisine başvuran işsizlere sunabileceği “iş” ise, askeri nitelikli bir işten başkası olamazdı. Ne var ki, Osmanlı’nın askeri kurumlarında uygulanan özel yöntemler (örneğin kapıkulu ocaklarına yalnızca devşirme Hıristiyan çocukların alınması gibi) nedeniyle, bu askeri kurumlar da işsiz levend yığınlarına kapalıydı. Kentlere yığılmış, fakat düzenin dışına itilmiş levend yığınlarının bu durumda yapabilecekleri tek “iş” kalıyordu: Kendi çetelerini kurarak soygunculuk, eşkıyalık yapmak! Dolayısıyla, köylerde ve kasabalarda görülen çapulculuk ve soygun olayları, bir süre sonra bu büyük kentlerde de görülmeye başlayacaktı. Taşradaki levend çetelerinin bazıları öğrenci (suhte) çeteleriyle birleşerek, eyalet ve vilayet yöneticilerinin askerî güçlerine (sekbanlara) karşı savaşıyorlardı. Ümera ile çıkar çatışması içinde olan ulema sınıfı (kadılar) da bu mücadelede levendlerin yanında yer alıyor; kasaba ve köyleri savunacak milis güçleri (il erleri) bunlardan oluşturuluyordu. Kadıların el altından örgütleyip yönlendirdiği halk, merkezden gelen görevlilerin topladığı vergileri yağma ediyor, soruşturma için gelen sancakbeyini de kente sokmuyorlardı. Köylüler aynı şekilde bir tepkiyi kapıkulu askerlere de yöneltiyorlardı. Kendi bölgelerinden geçmekte olan yeniçeri birliklerine saldırarak, onları imha ediyorlardı. Bu gelişmelere merkezî devlet yönetimi ile eyalet yöneticileri de aynı şiddetle karşılık veriyorlardı. Sancak beyleri, maiyetlerindeki özel silahlı kuvvetleriyle (ki “sekban” denen bu kuvvetler de levendlerden oluşturulmuştu) köylere saldırıyor, isyancılara yardım ettikleri bahanesiyle her yeri yağmalayıp köy halkına zulmediyorlardı. Aslında bu türden yağma eylemleri, sancakbeyi kapısında ücretli askerlik yapan ama ücretleri düzenli ödenmeyen sekbanlar için de bir geçim kaynağı haline gelmişti. Yani ilerde göreceğimiz üzere, sözümona Celâlilerin üzerine giden hükümet yöneticilerinin ve maiyetlerindeki
16
Ekim 2006 • sayı: 19
askerlerin yaptığı da Celâlilikten başka bir şey değildi! Bu arada, gerek sancakbeylerinin maiyetindeki sekbanların, gerekse kadıların oluşturduğu milis güçlerinin başında, genellikle tımarlı sipahiler yer almaktaydı. Üstelik, tarihte ilk Celâli birliklerini kuran ve önderlik edenler de gene bu tımarlı sipahilerden çıkmıştı. Bunlar, merkezi hükümetle ilk ihtilafa düşen devlet görevlileri zümresini oluşturmaktaydılar. Hükümete karşı ilk tepkilerini de, çağrıldıkları seferlere gitmeyerek, sancaklarda aldıkları asayiş görevlerini yapmayarak ve levendlerin düzenlediği soygun ve eşkıyalık olaylarını el altından destekleyerek gösterdiler. Hatta bazıları eşkıyalık olaylarına levendlerle birlikte katılıyorlardı. Bu sipahiler de kendilerine, yüzyılın başında ayaklanan sipahi Celâl’den esinlenerek “Celâli” diyorlardı. Sipahilerin bu tepkisel tutumunun başlıca nedeni ise, Kanuni Süleyman zamanında tımarların bunların elinden alınarak yeniçerilere ve kapıkulu süvarilere verilmesi idi. Suhte ayaklanmalarından sonraki Celâli kavgaları, halkçı niteliğinden tamamen uzaklaşacaktı. Anadolu’daki Celâli çeteleri, eskisi gibi topraksız köylülerden yani levendlerden oluşsa da, açık bir sınıfsal hedefleri, düşünsel temelleri ve somut bir amaçları yoktu. Hiçbir fark gözetmeksizin yakıp yıkmayı ve yalnızca yağmayı biliyorlardı. Çünkü herkesin herkese karşı savaştığı o dönemin kaotik ortamında, Celâli çetelerini oluşturan aç insan yığınlarının varlığını sürdürebilmesinin tek yolu buydu.
Suhte ayaklanmalarından sonraki Celâli kavgaları, halkçı niteliğinden tamamen uzaklaşacaktı. Anadolu’daki Celâli çeteleri, eskisi gibi topraksız köylülerden yani levendlerden oluşsa da, açık bir sınıfsal hedefleri, düşünsel temelleri ve somut bir amaçları yoktu. Hiçbir fark gözetmeksizin yakıp yıkmayı ve yalnızca yağmayı biliyorlardı. Çünkü herkesin herkese karşı savaştığı o dönemin kaotik ortamında, Celâli çetelerini oluşturan aç insan yığınlarının varlığını sürdürebilmesinin tek yolu buydu. Bu arada sürekli kırılan, evlerinden ve topraklarından olan, aç sefil düşen ve uzun yıllar bir daha belini doğrultamayacak olan ise tabii ki köylü halk idi. Devlet sınıfına mensup büyük başların Celâliliği (üçüncü evre): Bunlar, sömürücü kategorisini oluşturan yönetici sınıfın unsurlarıdırlar. İşin aslında, boş levendleri örgütleyen ve bunları eşkıya çetesi olarak kullananlar da bu askerî ve idarî yöneticilerdi. Öğrenci (suhte) ayaklanmalarının bastırılması esnasında hükümet tarafından yetkileri olağanüstü genişletilmiş olan bu yöneticiler, etraflarına topladıkları paralı askerlerle (sekban ordularıyla) bizzat kendileri Celâliliğe soyunuyorlardı. Gerek ehl-i
Ekim 2006 • sayı: 19
örf denen eyalet ve vilayet yöneticileri, gerekse diğer askerî devlet görevlileri (bazı büyük tımar ve zeamet sahibi sipahiler ile yeniçeri büyükleri), kendi silahlı güçlerini oluşturarak ve köylü halk üzerinde kaba güce baş vurarak, Anadolu’nun bu kaotik ortamında kendi otoritelerini yerleştirmeye başlamışlardı. Merkezî devletin resmi temsilcisi konumunda olan, fakat merkezden tamamen bağımsız hareket etmeye başlayan bu güçler, Anadolu’da emekçi halka Celâliliğin en şiddetli evresini (“büyük kaçgunluk” denen dönemi) yaşatacaklardı. Bu dönemde “Beylerbeyleri, Sancakbeyleri ve öteki vilayet memurları, hizmetlerindeki binlerce leventle vilayet teftişlerine çıkmakta; girdikleri köylerde gelişigüzel vergiler toplamakta, tarlalara el koymaktadır. Devlet memurlarının yanısıra zengin mültezimler, tımarlı sipahilerin güçlüleri ve Anadolu’da görevli Yeniçeri büyükleri kurdukları Celâli birlikleriyle baskın üzerine baskın yapmakta, devlet içinde devlet kurmaktadır.”2 Taşra eyaletlerinde gelişen bu “merkezkaç” eğilimler karşısında endişeye kapılan saray ve merkezî hükümet, kendi memurlarına karşı mücadele etmesi için reayaya çağrıda bulunuyordu. III. Murad’ın 1591’de ve III. Mehmedin 1596’da yayınladıkları adalet fermanlarında, “zalim hükümet görevlilerinin saldırılarına karşı, köylülerin silahlanarak kendilerini korumaları” önerilmekteydi.3 Bu durumda köylüler, sarayın da kendi yanlarında olmasından cesaret bularak, taşradaki zorba devletin görevlilerine karşı büyük bir mücadeleye girişeceklerdi. Bu aşamada kadıların öncülüğünde harekete geçen köylüler, kasaba ve köylerini korumak için her yerde “il erleri” örgütü kurdular. Bir halk milisi niteliğinde olan bu örgütler de gene topraksız, işsiz köylü gençlerden, yani levendlerden oluşuyordu. “Kadı, müderris, suhte ve imamlarla birleşen halk, mülki amirlere, onların zabıta görevlilerine, sekban bölüklerine karşı 1598’den itibaren köylerini kapamış, silahlı savunmaya geçmişti. Bu savunmanın yanısıra köy birlikleri, ki bunlar da bir anlamda Celâli idiler, zenginlerin konaklarını, oluşum halindeki bey ve ağaların tarlalarını basmaya, ehl-i örf ’e saldırmaya başladı. Bu gelişmeler sonucunda, «Anadolu sancaklarının her tarafında reaya, fermanlarla verilen izin gereğince, silahlanarak zalim vilayet idarecilerini saraylarına ve evlerine hapsetmiş durumda idiler.»”4 Fakat bu koşullarda reayanın zorba yöneticileri ve onların paralı askerlerini alt ederek nihai bir zafer kazanması mümkün değildi. Çünkü, zorba yöneticiler hesabına köylülere karşı savaşan paralı askerler de sonuçta işsiz güçsüz reaya gençlerden oluşuyordu. Bey kapısında maaşlı fedailik (sekbanlık) yapan bu gençler, beyin verdiği maaşla geçiniyorlardı. Yani, talan ve soygun devam ettiği ve beyler zenginleştiği sürece ekmek yiyebilirdi bu gençler. Çatışmalar sona erip ortalık yatıştığında ise, kaçınılmaz olarak işsiz kalacak ya da düzenli bir maaş alamayacaklardı. Bu durumda sekbanlar, tabii ki çatışmanın sürmesinden, talan ve soygun düzeninin devamından yana olacaklardı.
marksist tutum
Nitekim bu çatışmalarda sekbanlar, köylülerin üzerine giderek daha da şiddetli saldırmışlar ve sonunda köylülerin direncini kırmışlardır. Köylülerin direncinin kırılması ise, her biri bir Celâli şefi durumuna gelmiş olan zorba yöneticilerin, köy ve kasabalar üzerinde tam bir hâkimiyet kurmalarına ve köylüleri soyup soğana çevirmelerine yol açmıştır.
Büyük Celâli şeflerinin ortaya çıkması ve büyük kaçgunun başlaması 1598 tarihinden itibaren Celâli hareketleri, hem katılan silahlı insan sayısı bakımından, hem de hedefleri bakımından nitelik değiştirdi. Bu dönemde Celâli şefleri, sayıları binleri aşan silahlı çetelere sahip bulunuyorlardı. Bunlardan biri olan Karayazıcı, ülkenin dört bir yanından kopup gelen boş levendleri ve sekbanları etrafına toplayarak, otuz bin kişilik büyük bir Celâli ordusu oluşturmuştu. Karaman’da patlak veren bir suhte ayaklanmasını bastırmak üzere devlet tarafından görevlendirilen Karayazıcı (ki kendisi bir kapıkulu süvarisi idi), etrafına topladığı Celâlilerle birlikte halkı soymaya başlamıştı. Ünü ülke sınırlarını aşarak Avrupa’ya ulaşan Karayazıcı’nın 1598’deki ayaklanmasını, hepsi de şu veya bu düzeyde “devlet görevlisi” olan diğer Celâli şeflerinin (ki bunların içinde valiler ve paşalar da vardır) ayaklanmaları izleyecekti. Büyük Celâli şefleri artık köy ve kasabalara saldırmakla yetinmiyor, kentleri kuşatıp haraca bağlamaya ve kendi adlarına vergi salmaya yelteniyorlardı. Bunlar açıktan açığa merkezî hükümete kafa tutmakta ve bazı bölge ve vilayetleri kendi egemenlikleri altına almaktaydılar. Büyümekte olan bu Celâli tehlikesi karşısında korkuya kapılan merkezî despotik iktidar (saray), hareketin üzerine her zamanki yöntemlerine baş vurarak gitti. Hem şiddetle bastırmayı denedi, hem de uzlaşarak, payeler vererek kendine çekmeye çalıştı. Hükümet, Celâli güçlerinin üzerine önce bir hükümdarlık ordusu gönderdi. Fakat bu ordu başarılı olamadığı gibi, bir süre sonra onun hakkında İstanbul’a şikâyetler de gelmeye başlamıştı. Hükümdarlık ordusu girdiği bölgelerde Celâlilerden daha beter işler yaparak halkın tepkisini çekmeyi başarmıştı! Bunun üzerine hükümet orduyu geri çağırdı ve Celâli şefleriyle uzlaşma yoluna gitti. Örneğin, Karayazıcı’ya Amasya sancakbeyliği verildi. Karayazıcı’nın ölümünden sonra ortaya çıkan ve etrafına kırk bin kişilik bir askeri güç toplayan kardeşi Deli Hasan da önce hükümet güçleriyle kanlı çarpışmalara girmiş, fakat ardından devletten af dileyerek, kendisine bir devlet görevi verilmesini istemişti. Tabii, Osmanlı hükümeti Celâli şefinin bu isteğini derhal kabul ederek, ona Bosna beylerbeyliğini ve yardımcılarından yedisine de Rumeli’de sancakbeylikleri verecekti. Fakat Anadolu’da Celâli hareketleri bir türlü durulmadı; ortaya çıkan yeni Celâli birlikleri kentleri yakıp yıkmaya devam ettiler. “Sadece Ankara sancağı, 1603 yazı bo-
17
Ekim 2006 • sayı: 19
marksist tutum
yunca çeşitli çeteler tarafından tam dört kere yağmalandı. Kastamonu ikinci kere ateşe verildi. ... Osmanlı idaresi Kütahya’yı, Celâlilere beylerbeyliği dağıtmadan kurtaramaz.”5 1603 yılından sonra neredeyse bütün Anadolu İstanbul’dan kopmuş durumdaydı. İstanbul’un Anadolu’ya gönderdiği askeri birlikler, gittikleri kalelerde önce mahsur kalıyorlar, fakat bir süre sonra onlar da Anadolu’nun yağmasına katılmaktan, yani Celâli olmaktan geri durmuyorlardı. Anadolu tam bir başıbozukluk içinde ve adeta ölüme terkedilmiş durundaydı. Celâli hareketleri, bu hareketlere katılanların yüzde doksan dokuzu emekçi köylülerden bile gelmiş olsa, güdülen hedefler bakımından hiçbir zaman gerçek anlamda bir devrimci halk hareketi değillerdi. Anadolu’yu boylu boyunca bir kargaşalığın içine sürükleyen bu hareketler, sonuçta egemen yönetici sınıf bloğu içindeki güç ve servet kavgalarından öteye geçemediler. Anadolu’daki bu büyük Celâli ayaklanmaları, Osmanlı tarihinde “büyük kaçgunluk” denen olayı, yani insanların kitleler halinde kaçışması, yer değiştirmesi olayını başlatacaktı. Taşradaki varlıklı aileler bu dönemde İstanbul’un yolunu tutarken, köylüler yerlerini yurtlarını terk ederek çok uzaklara, Celâli çetelerinin ve tabii ki onlardan aşağı kalmayan devlet güçlerinin kendilerine ulaşamayacağı sapa yerlere kaçışıyorlardı. 1603 yılında başlayan bu büyük kaçışma, 1610 yılına kadar devam etti. Bu dönemde Anadolu’da pek çok köy tamamen boşalmış, halk yollardan uzak, ulaşılması güç dağ tepelerine ve ormanlara kaçmıştı. Eskinin büyük köyleri, bu büyük kaçgunluk hadisesinden sonra, onar yirmişer haneli küçük köylere dönüşmüştü. Bu dönemde Anadolu nüfusunun neredeyse üçte ikisinin kaçtığını ya da ortadan kaybolduğunu, devlete vergi ödeyen hanelerin üçte bire düştüğünü belirtmektedir tarihçiler. Bu karışıklık ve kaos ortamı içindeki Anadolu’da üretim de tamamen düşmüş, fiyatlar ateş pahasına fırlamış, her yerde kıtlık ve açlık baş göstermişti. “Bu olaylar 1610 yılına kadar aynı minval üzere devam etti. Temizlenen Celâlilerin yerine, bazıları Karayazıcı kadar ün yapan yenileri çıkıyordu. 1607’de Canbolatoğlu’nun çevresinde 40 bin adamı, ertesi yıl Kalenderoğlu’nun ise 30 bin adamı vardı. Ve bu dalga Anadolu’da insan malzemesinin tümü tükenene kadar yayılarak devam etti.”6 1610 yılından sonra Anadolu’da insan kaynakları öylesine tükenmişti ki, bu yüzden artık Celâliler de büyük birlikler derleyemez olmuşlardı. İşte Osmanlı hükümeti de ancak bu tarihten sonra Celâlilere öldürücü darbeyi indirebilecekti. Hükümetin düzenlediği büyük askerî seferlerde her yer ateşe ve kana boğulur. 100 bin civarında Celâli öldürülür ve hareket bir daha belini doğrultamayacak duruma gelir. Fakat bu olaylardan sonra, Osmanlı devleti de o eski mer-
18
kezî-despotik otoritesini sürdürebilecek durumda değildir artık. İlerde değineceğimiz üzere, devletin merkezî-despotik otoritesinin zayıflaması, Celâli isyanları esnasında ve sonrasında taşrada merkezkaç güçlerin oluşmasına ve merkezî devletin bazı yetkilerinin bu güçlerin elinde toplanmasına yol açacaktır. Bu sürecin bir diğer sonucu ise, gene ilerde göreceğimiz üzere, egemen devletli sınıf içinde iktidar mücadelelerinin, bir başka deyişle güç ve servet kavgalarının tırmanması, saray darbelerinin yoğunlaşması olmuştur. Sonuç olarak Celâli hareketleri, bu hareketlere katılanların yüzde doksan dokuzu emekçi köylülerden bile gelmiş olsa, güdülen hedefler bakımından hiçbir zaman gerçek anlamda bir devrimci halk hareketi değillerdi. Anadolu’yu boylu boyunca bir kargaşalığın içine sürükleyen bu hareketler, sonuçta egemen yönetici sınıf bloğu içindeki güç ve servet kavgalarından öteye geçemediler. Nitekim, 16. yüzyılın son çeyreğinde baş gösteren bu hareketler, sonuçta yönetici sınıfın bir kesiminin (saray adamları-merkezî bürokrasi) üstün gelmesiyle ve bu temelde yeni bir denge durumunun oluşmasıyla sonlanmıştır. Bu tarihsel kesitte yaşanan olaylar ve bu olaylara katılan kesimlerin davranışlarından çıkarılan sonuçlar, bize şu saptamayı yapma olanağını sunmaktadır: Genel olarak despotik yapılı olan bütün eski Doğu toplumlarında da görüldüğü üzere, esas olarak egemen sınıfının bölüntüleri (fraksiyonları) arasında geçen iktidar mücadelelerine şu veya bu ölçüde katılan emekçi halk yığınları, bu mücadelelere kendi bağımsız sınıf çıkarlarını savunan ve kendi iktidarlarını hedefleyen bağımsız bir örgütlülükle katılamadıkları için, sonunda egemen sınıfın şu veya bu kesimine payanda olmaktan ve bu kesimler tarafından kullanılmaktan öte bir rol oynayamamışlardır. Böyle olduğu için de, sonuçta fillerin tepişmesinde ayak altında kalarak ezilen daima onlar olmuştur! (devam edecek)
www.marksist.com sitesinden alınmıştır
——————————— 1 Mustafa Akdağ, Celâli Karışıklıklarının Başlaması. Aktaran: S. Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, c. 1, s.429 2 İsmail Cem, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, Cem Y., Temmuz 1979, s.183 3 Aktaran Mustafa Akdağ, Celâli İsyanları, Cem Y., 1995, s. 330 4 Aktaran İsmail Cem, age, s.184 5 S. Yerasimos, age, s.441 6 S. Yerasimos, age, s.442
Silahlanma, Nükleer Silahlar ve Kapitalizm Levent Toprak
D
ünyanın yeni bir emperyalist savaş sürecine girdiği ve devrimci işçi sınıfı tarafından önü alınmadıkça bu sürecin bir üçüncü büyük savaşa doğru yol aldığı artık uzun boylu tartışma gerektirmeyecek kadar belirgin. Afganistan ve Irak’a yönelik emperyalist saldırganlık, Irak’ta halen sürmekte olan emperyalist işgal, Lübnan’a yönelik son İsrail saldırısı gibi somut savaş süreçleri zaten yeteri kadar veri sunmaktaysa da, bu gidişin önemli göstergelerinden biri de militarizmin ve onun temel bileşenlerinden biri olan silahlanma çabalarının hız kazanmakta oluşudur. Belli başlı bütün emperyalist-kapitalist güçlerin militarizasyon ve silahlanma çabalarındaki artış mesut bir barış döneminin belirtisi olmasa gerek. Temelde resmi kaynaklara dayandığı ve “iç güvenlik” kapsamına sokulan harcamaları içermediği için eksik olan verilere göre 2005 yılında dünya ölçeğinde 1 trilyon doları aşan (1,12 trilyon dolar) askeri harcama yapılmış durumda. Bu, yeryüzünde neredeyse 1 milyar insan açlıkla boğuşurken, her 100 doların en az 2,5 dolarının bu alana gittiğini göstermektedir. Boeing ve Lockheed Martin gibi dev silah şirketlerinin ciroları yeryüzündeki birçok ülkenin gayrisafi hasılasını geçmiş durumda. Biz esas olarak eğilime bakalım. Gorbaçov’un 1986’da SSCB’de başa gelmesinden sonra başlattığı silah azaltma ataklarının baskısı nedeniyle, silahlanma harcamaları dünya genelinde 90’ların ortalarına kadar zoraki bir iniş süreci yaşamış ve 750 milyar dolar civarına inmişti. Ancak o günlerden bu yana bu eğilim tersine dönmüş ve tekrar 80’lerin ikinci yarısı düzeyine ulaşılmıştır. 1996 yılından bu yana istikrarlı bir artış söz konusudur ve gelinen nokta itibariyle toplam harcamanın aşağı yukarı yarısı (yüzde 48) tek başına ABD tarafından yapılmaktadır. Hatırlanacağı gibi emperyalist jandarma ABD’nin devasa askeri bütçesi, büyük bir askeri güce sahip olan ve “şer imparatorluğu” olarak sunulan SSCB’nin varlığına dayandırılıyordu. SSCB’nin çöküşü
Nasıl kapitalizm altında genel olarak askeri rekabet ve silahlanma son bulmazsa, bunun doğal bir sonucu olarak, günün teknolojisinin mümkün kıldığı en yüksek ölüm ve yıkım araçlarının varlığı da son bulamaz. Trajik bir gerçek olsa da nükleer silahlar işlevleri bakımından konvansiyonel silahlara göre oldukça “ucuz” silahlardır. Fırsatı olan hiçbir kapitalist güç bu “verimli” ölüm makinelerinden mahrum olmak istemez. Kapitalizmin gerçekliği budur. Belki de başka hiçbir şey kapitalizmin çürümüşlüğünü ve tarihin çöp tenekesine müstahak olduğunu nükleer silahlardan daha iyi göstermemektedir. Üretici güçlerin düzeyi bir yeryüzü cennetini vaat ederken, kapitalizm insanlığı bir uçurumun kıyısında dolaştırıyor. Bu uçurumdan kurtuluşun tek yolu tüm sorunların kaynağında yatan kapitalizmi uçuruma yuvarlamaktır.
19
marksist tutum
bir yandan zafer nidalarıyla kutlanmıştı, ama diğer yandan emperyalist stratejistleri dev askeri bütçeleri halka nasıl yutturacağız tasası almıştı. Zira öcü ortadan kalkmıştı. Ne var ki kısa bir bocalamanın ardından “medeniyetler çatışması” gibi safsata teoriler, “asimetrik savaş” gibi tezler ve “haydut devletler”, “uluslararası terörizm”, “radikal İslam”, “İslamofaşizm” gibi yeni düşman adayları sökün etmekte gecikmedi. Bununla birlikte dev nükleer cephaneliği ve uzayda ABD ile başa baş yürüttüğü rekabetle Sovyetler Birliği hiç olmazsa kalıbını dolduran bir korkuluk iken, yeni düşmanların çelimsizliğinin bir inandırıcılık sorunu yarattığı aşikârdır. Ve tam da bu inandırıcılık açığını kapatmak için 11 Eylül gibi sansasyonel eylemler gerekmiştir. Bu durum, her şeyden önce, gerçek ya da sahte düşman yaratmanın hiç de zor olmadığını, bu tür “düşmanların” her daim silahlanma ve militarizasyonun bahanesi olarak mevcut olduğunu göstermektedir. Yeni öcülerini yaratmış olan ABD emperyalizmi, Reagan döneminde dayatılan, ama bütçe onayı alamayan ve sonra rafa kaldırılan “uzay savaşları” projesini bugün yeniden telaffuz etmekte, yeni tipte küçük çaplı atom silahları geliştirme yönünde girişimlerde bulunmaktadır. Silahlanma ve militarizm konularını kapitalizmden bağımsız olarak ele almak olanaksızdır. Ama hal böyleyken bu hata çok çeşitli biçimlerde yapılmaktadır. Örneğin Bush ve ekibinin ABD’deki silah ve petrol tekellerinin çıkarlarını güttüğü çok sık biçimde söylenmektedir. Bu önerme kısmen doğrudur. Ama özellikle günümüzdeki savaş karşıtı hareketi yönlendiren çeşitli renklerden liberaller bu teze mutlak bir belirleyicilik atfetmekte ve böylelikle resmin bütününün görülmesine mani olmaktadırlar. Ama bu kadarı yine de işin daha çok “halkla ilişkiler” boyutunu oluşturmaktadır. Halkı ikna etmek önemli olsa da mesele bundan ibaret değildir. Halkı sürekli olarak savaşlara, militarizme ve silahlanmaya ikna etme ihtiyacı, düzenin bunlara sürekli olarak ihtiyaç duyduğunu, yani şu ya da bu arızi sebebin ötesinde, bunların düzenin doğasından kaynaklandığını gösterir. Nasıl bunalımlardan azade bir kapitalizm hiç var olmadıysa, aynı zamanda bu bunalımlarla da ilişkili olarak savaş, yıkım ve vahşetten azade bir kapitalizm de hiç var olmadı. Savaş durumu elbette hiçbir ülke için sürekli olamaz. Ama savaş ihtimali her zaman vardır ve bu olduğu müddetçe militarizm ve silahlanma da hep vardır. Savaşlar kan görmek isteyen manyakların eseri değildir. Son tahlilde sermayenin doğasında var olan rekabetin salt ekonomi alanında kalmasının olanaksızlığının ifadesidirler. Marksizmin kurucularının da sıkça andıkları Clausewitz’in ünlü sözünü hiç akıldan çıkarmamak gerekiyor: Savaşlar politikanın başka araçlarla, yani şiddet araçlarıyla sürdürülmesidir. Her savaşın arkasında bir politika vardır ve Marksistler de zaten savaşlar karşısındaki konumlarını
20
Ekim 2006 • sayı: 19
örneğin “şiddet karşıtlığı” gibi soyut ilkelerden hareketle değil bu somut noktayı esas alarak belirlerler. Ama politika da kendinden menkul bir şey değildir, son tahlilde ekonomik çıkarlara ulaşmak için yapılır. “Politika yoğunlaşmış ekonomidir” sözü bunun veciz bir anlatımıdır. Dolayısıyla savaşlar da birçok dolayımdan geçerek sonuçta belirleyici olan ekonomi alanının bir yansımasıdırlar. Ekonomi rekabete dayalıysa, bu kendisini siyasi, diplomatik ve askeri rekabet olarak da, yani militarizm, silahlanma ve savaşlar biçiminde de dışa vurmak zorundadır. Hele hele rekabet emperyalizm çağını karakterize eden tekelci rekabet halini almışsa. Silahlanma üzerinden gidecek olursak daha somut bağlantılara da işaret etmek mümkün. Silah üretimi ve ticaretinin bizzat kârlı bir sektör oluşturması ve hatta giderek ekonominin bütünü üzerinde yabana atılmaz bir etkisinin olması gerçeğini ilk başta vurgulamak gerekiyor. Yukarıda askeri harcamaların çapına ve dev silah tekellerinin cirolarının büyüklüğüne dikkat çekmiştik. Ama daha önemlisi günümüzde inanılmaz ölçüde dallanıp budaklanmış işbölümü ve muazzam bir oynaklık kazanmış olan mali sermaye olgusu nedeniyle silah ve “güvenlik” sektörünün çok geniş bir ekonomik ağ yaratmış olmasıdır. Silah teknolojileri işin doğası gereği bilimsel teknolojik gelişmenin en yüksek noktasında yer alırlar. Bu da silah üretiminde yer alan öğelerin çeşitliliğini başka herhangi bir alana göre çok daha arttırır. Madencilik, demir-çelik, elektronik, kimya, aerodinamik, uzay, meteoroloji ve tıptan tutun psikoloji ve dilbilime varıncaya kadar inanılmayacak genişlikte bir alanda araştırma ve projeler söz konusudur. Örneğin ilk atom bombasının yapımı sırasında yüz binlerce insan çalışmış, uygulamalı fizikçilerin en yetenekli kesimi sadece bu bombanın yapımı işine koşulmuştu. Proje o zamanın parasıyla 2 milyar dolar yemişti. Günümüzde araştırma ile uğraşan bilim insanlarının yüzde 45’inin, fizikçi ve mühendislerin ise yarıdan fazlasının askeri işlerle uğraştığı tahmin edilmektedir. Bu da beyin gücünün önemli bir bölümünün yapıcı faaliyetler yerine yıkıcı faaliyetlerle uğraştığını göstermektedir. Ama hepsinden önemlisi, bu unsurların hiçbirisi olmasaydı bile, orduların işçi sınıfı ve emekçi halka karşı bir avuç sömürücü azınlığın ve çanak yalayıcılarının çıkarlarını koruyan iç savaş aygıtları olarak var olma zorunluluğudur. Kapitalizmin de ötesinde, nerede sömürülü-sınıflı bir toplum varsa orada sömürücü azınlığın çıkarlarını zor yoluyla koruyacak bir silahlı aygıtın bulunması kuraldır. Kapitalizm ve onunla birlikte acımasız sömürü ve baskı koşulları geliştikçe bu ihtiyaç da dev adımlarla büyümüş, daha vazgeçilmez bir hal almıştır. Demek ki silahlanma ve militarizm konularını kapitalizmden bağımsız olarak ele almak olanaksızdır. Ama hal böyleyken bu hata çok çeşitli biçimlerde yapılmaktadır. Örneğin Bush ve ekibinin ABD’deki silah ve petrol tekellerinin çıkarlarını güttüğü çok sık biçimde söylenmektedir.
Ekim 2006 • sayı: 19
Bu önerme kısmen doğrudur. Ama özellikle günümüzdeki savaş karşıtı hareketi yönlendiren çeşitli renklerden liberaller bu teze mutlak bir belirleyicilik atfetmekte ve böylelikle resmin bütününün görülmesine mani olmaktadırlar. Bu da savaş karşıtı mücadelenin Bush ya da “neo-con” karşıtı dar bir alana hapsolmasına ve böylece kitlelerin aldatılmasına yol açmaktadır. Bush ve ekibi gittiğinde ABD emperyalizminin siyasetinin ana çerçevesi değişecek midir? Tabii ki hayır. Daha ötesini düşünmeye zahmet etmeyenlerin bile, sadece Demokratların bu savaş süreci boyunca izledikleri siyasete bakmalarının yeterli olması gerekir. Nükleer silah stoğunun mevcut patlama gücü Hiroşima’ya atılan bombanınkinin 330.000 katından fazladır. Bunun uygarlığı ve insan soyunu yok etmeye yeteceği, ve hatta gezegen üzerindeki canlı hayatın büyük bölümünü de yok edeceği hesaplanmaktadır. Rekabetin kızışıp silahlı çatışma düzlemine gelmesi genellikle sistemin ağır bunalım dönemlerinde söz konusu olur ve günümüzde dünya kapitalizminin ağır bir bunalım yaşamakta olduğu bir sır değildir. Mesele silah ve petrol tekellerinin kesimsel çıkarlarından öte sistemin bütünü ile ilgilidir. Kesimsel çıkarları şu ya da bu ölçüde zedelenen turizm, uçak taşımacılığı gibi kimi sektörler dışında, izlenen politikalar egemen sınıfın böylesi şartlardaki genel çıkarlarının ifadesidirler. Ama liberaller ve diğer düzen yanlıları olsun, küçük-burjuva sol muhalefet olsun bunu anlamak istemezler. Bunun yerine aynen geçmişte dönek Kautsky’nin yaptığı gibi sisteme akıl hocalığı yapmaya kalkarlar. Silahlanma ve militarizmin kapitalizmin doğasından geldiğini ve bu eğilimlerin büyük bir savaşa doğru gidişin habercisi olduğunu anlamayan ya da yeterince anlayamayanların günümüzde ileri sürdükleri bir hatalı düşünce de, her şeye rağmen büyük bir savaşın ihtimal dışı olduğudur.
Hiroşima’ya atılan nükleer bomba
marksist tutum
Oysa geçmişte benzer süreçler yaşanmış ve büyük savaşlarla sonuçlanmıştı. Kautsky’nin sisteme akıl hocalığına soyunduğu Birinci Dünya Savaşı (1914-18) günleri öncesinde de hummalı bir silahlanma yarışı yaşanmıştı. Büyük güçlerin 1880 yılındaki silahlanma harcamalarının toplamı 132 milyon sterlin iken, yıllar içinde istikrarlı biçimde artarak savaşın başladığı 1914 yılında 397 milyon sterline, yani üç katına çıkmıştı. Daha çarpıcısı, bu 24 yıllık sürenin sadece son dört yılında 110 milyon sterlinlik artış olmasıydı. Bu militarizasyonu daha erken basamaklarında teşhis eden Engels yaklaşan dünya savaşını öngörmüştü. Keza uluslararası sosyalist hareket de 1900’lü yılların başlarındaki çeşitli kongrelerinde bu eğilimi tespit etmiş ve yaklaşan savaşa karşı kâğıt üstünde de olsa devrimci bir mücadele perspektifi tayin etmişti. Sosyalist hareketin dışında burjuva kamuoyunda da savaş sorunu sıkça tartışılıyor ve genel olarak bunun tehlikelerine karşı uyarılar yapılıyordu. Hatta daha sonra ortaya çıkan belgeler ve yapılan araştırmalar, bu güç oyununda yer alan devlet adamları ve diplomatların bile, gerilimler ve belki küçük çaplı çatışmalar olabilse de, büyük bir savaşa pek ihtimal vermediklerini, sorunların genel olarak diplomasi, güç gösterileri vb. ile çözülebileceğine inandıklarını gösteriyor. Bu nokta özellikle önemli, çünkü savaşların, karar verici konumundaki yöneticilerin iradi tercihlerini de aşan nesnel eğilimlerin sonucu olduğunu göstermektedir. Militarist mekanizma bir kez çalışmaya başladı mı, sistemin çarkları içinden onu durdurmak pek mümkün değildir.
Nükleer silahlar Günümüzde büyük çaplı bir savaşa ihtimal vermeyenler, İkinci Dünya Savaşının bitiminde nükleer silah çağının başlaması nedeniyle, kökten farklı bir durumun oluştuğunu savunagelmişlerdir. Buna göre, evet daha önceki silahlanma ve militarizm eğilimleri iki dünya savaşı doğurmuş olabilirdi, ama yeni bir dünya savaşı bir nükleer savaş olacağından durum tümüyle değişmekteydi. Zira bir nükleer savaşın galibi olamayacağına ve savaşan ülkelerin toptan imhasıyla sonuçlanacak bir felâket doğacağına göre kimse böyle bir şeye kalkışmaya cüret edemezdi. Gerçekten de nükleer silahların böyle “barışçıl” bir işlevi olup olmadığını anlamak için, günümüzde özellikle İran sorunu nedeniyle de gündemde olan bu nükleer silahlar meselesini genel olarak ele almak gerekiyor. Bilindiği gibi insanoğlu ilk kez İkinci Dünya Savaşının bitiminde ABD’nin Japonya’ya karşı kullandığı iki atom bombası sayesinde bu yeni dehşet silahlarıyla tanıştı. Bu bombalamalar sonucu 220 bin civarında insan can verdi. Bu bombalar Japonya’nın teslim
21
marksist tutum
olmasını hızlandırmak için atılmış gibi sunulsa da gerçekte Japonya zaten teslim olmak üzere ABD ile gizli görüşmeler yapmaktaydı. Bu bombaları atan ABD’nin asıl maksadı savaşta kendi müttefiki olan Sovyetler Birliği’ne gözdağı vermek ve gelecekte Asya’da Sovyetler Birliği benzeri rejimlerin kurulmasının önünü almaktı. Sonradan ortaya çıkan belgelerle, ABD’nin daha o sıralarda 20 Sovyet şehrine de atom bombası atarak yerle yeksan etme planları yaptığı, ama sonra bundan vazgeçildiği ortaya çıktı. Benzer bir vahşet, atom bombası şeklinde olmasa da, İngilizler tarafından savaş bitiminde, Almanya teslim olmak üzereyken Dresden’de gerçekleştirildi. Kent taş üstünde taş bırakmayacak şekilde ve kasıtlı biçimde sivil nüfusun imhasını amaçlayarak hunharca bombalandı.* Bu da, Alman halkının insanlık dışı bir biçimde cezalandırılmasının yanı sıra, kente doğru ilerlemekte olan müttefik Sovyet ordusuna verilen bir başka gözdağıydı. Bu örnekler emperyalistlerin vahşet ve yıkım konusunda hiçbir sınır tanımadıklarını yeterince anlatmaktadır. 20. yüzyıl tarihi ve bunun bir parçası olan nükleer silahların tarihi, emperyalist güçlerin vahşetin hiçbir çeşidinden kaçınmadıklarını yeterince göstermektedir. Nükleer silahların varlığının yeni bir büyük savaşı olanaksız kıldığını savunanlar, bu tarihe gözlerini yummaktadırlar. Hiroşima ve Nagazaki’de görüldüğü üzere, nükleer silahların yıkım araçlarının tarihinde önemli bir sıçrama noktası olduğuna şüphe yoktur. Bir bombayla koca bir şehri ve yüz binlerce insanı yok edebilme gücünün ABDnin elinde olması, başta Stalinist SSCB olmak üzere diğer tüm büyük güçleri aynı silaha sahip olma yolunda şevklendirdi. Kısa sürede SSCB, İngiltere ve Fransa da kendi atom bombalarına sahip oldular. ABD ve SSCB çok daha yıkıcı hidrojen bombalarını da geliştirdiler. Takip eden yıllarda da bu vahşi yıkım teknolojisi yeni yeni “atılımlar” yaptı: sadece canlıları yok eden nötron bombaları, füze sistemleri, nükleer denizaltılar… Böylece İkinci Dünya Savaşının tüm galipleri nükleer silahlarına kavuşmuş oldular. Ama doğal olarak iş orada duramazdı. Küresel ve bölgesel ölçekteki çekişmeler hiçbir zaman ortadan kalkmadığından, gücü yeten ve fırsatını bulan başka ülkelerin de bu “nimetten” faydalanmak iste* Bu bombalama tarihte eşine ender rastlanır cinsten bir kitle katliamıydı. O gün Dresden’de bulunan halkın büyük bir bölümü, ince hesaplarla kentin belirli noktalarına atılan yangın bombalarının yarattığı yangın fırtınasının havadaki oksijeni belirli yönlerde emmesi sonucu boğularak ve 1500 santigrat dereceye kadar ulaşan yüksek sıcaklıkta bedenleri eriyerek can verdi. Kentin bazı yerleri eriyen insan bedenlerinden oluşan balçıkla dolmuştu. Yangın fırtınasının yarattığı dev hava akımları yüzünden bazı insanların göğe uçup parçalar halinde kilometrelerce öteye savrulduğu görüldü. Bu vahşette ölenlerin sayısının 150 bin civarında olduğu tahmin ediliyor.
22
Ekim 2006 • sayı: 19
mesi kaçınılmazdı. Kaldı ki büyük güçler Soğuk Savaş sürecinde kendilerine edindikleri müttefiklere bu konuda bizzat yardımcı oldular. İlk örnek Sovyetler Birliği’nin yardımlarıyla 60’ların başlarında nükleer silah sahibi olan Çin oldu. Çin’in bölgesel bir çekişme ve çatışma içinde olduğu Hindistan da 70’lerde kendi emeline ulaştı. Ardından Hindistan’la tarihi husumeti olan Pakistan, bu kez Çin’in yardımlarıyla kendi bombalarına kavuştu. Çin’in silah sahibi olmasıyla birlikte nükleer tekellerinin kırılma sürecinin başladığını gören büyük güçler onu da yanlarına alarak kendilerini meşru nükleer silah sahipleri olarak ilan edip, yayılmanın önlenmesi için dünyanın geri kalanına bunu men etme kararı aldılar. Bunun sonucu, 1968’de Birleşmiş Milletler’de (BM) imzaya açılan ve 1970’te yürürlüğe giren Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması (NPT) oldu. Halen yürürlükte olan bu anlaşmanın izlediği seyir, kapitalizm ve nükleer silahlar ilişkisinin niteliğini anlama konusunda temel bir ölçü olacak niteliktedir. Bu anlaşma yalnızca söz konusu beş ülkenin (ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin) nükleer silah sahibi olmaya hakkı olduğunu, başkalarının sahip olmasının uluslararası hukuk ihlali olduğunu tescillemektedir. Eşitsizliği böylesine açıkça tescil ettirmek isteyen bir anlaşmayı diğer ülkelerin koşulsuz kabul etmesi elbette mümkün değildi. Yine bu anlaşmanın bir parçası olarak, onlara bu beş ülkenin de zaman içinde bu silahları tümüyle tasfiye edeceği vaat edildi. Böylece birkaç ülke dışında (Hindistan, Pakistan, İsrail gibi) hemen tüm BM üyesi ülkeler bu anlaşmayı imzaladılar. Bugün imzacı ülke sayısı 188’dir. Nükleer Kulüp denilen beş ülke, başka ülkelere bu alanda teknoloji transfer etmeyecek, anlaşmayı imzalamayan ülkeler ve silah sahibi olmaya çalışanlar da yaptırımlarla karşılaşacaklardı. Kapitalizm özürcülerinin anlayışı doğru olsaydı, aradan geçen 36 yıl içinde bu anlaşmanın nükleer silahsızlandırmayı sağlamış olması gerekirdi. Ne gezer! Tam da rekabet ve güç ilişkilerine dayalı kapitalist dünya sisteminin doğasına uygun olarak, anlaşma esasen “beş kız kardeşin” kendi ayrıcalıklı tekellerini korumalarına hizmet etmiştir. Beşli çetenin dışında Hindistan, Pakistan, İsrail, Güney Afrika ve Kuzey Kore gibi nükleer silah geliştiren ülkeler olmuşsa da, Hindistan dışında bunların hepsi, şu ya da bu aşamada beşli içinden doğrudan ya da dolaylı gizli destek alarak bunu sağlamışlardır. Kaldı ki ABD anlaşmayı hiçe sayarak Almanya, Hollanda, Belçika, İtalya ve Türkiye gibi ülkelere yüzlerce nükleer silah yerleştirmiştir. Keza ABD yıllarca yaptırımlara maruz bıraktığı Hindistan’a karşı tutumunu da şimdilerde değiştirmektedir. Geleceğin büyük düşmanı olarak gördüğü Çin’e ve Rusya’ya karşı Hindistan’la yakınlaşma çabası içinde, ona nükleer malzeme temin etmek üzere anlaşma imzalamıştır. Gelinen noktada ABD, bu tutumun NPT’nin açık ihlali anlamına geldiğini saklama gereğini bile duymamaktadır. ABD sözcüsüne bunun bir “çifte standart” ol-
Ekim 2006 • sayı: 19
duğu söylendiğinde, “evet öyle, ama gerekli bir çifte standart” demiştir. Ama zaten Hindistan’a gelene kadar başta İsrail olmak üzere NPT ile ilgili hemen tüm noktalarda bu “çifte standart” yok muydu? Bunu kapitalizm hakkında iyimser hayaller besleyen liberaller cevaplasın. Uzun bir süredir ABD emperyalizminin hedefi konumundaki İran gibi ülkeler de oyunun kuralı gereği nükleer silah geliştirmeye yöneliyor. Ya da Kuzey Kore gibi ülkeler NPT’den çekiliyorlar. Bu koşullarda İran ve Kuzey Korenin durumunun ABD tarafından tehdit malzemesi yapılması tam bir emperyalist ikiyüzlülüktür. Yeryüzündeki nükleer yıkım silahlarının ezici çoğunluğu büyük emperyalist güçlerin elindedir ve insanlık için tehdidin büyüğü bunlardan gelmektedir. Ama bu böyledir diye Hindistan ya da İran gibi orta boy kapitalist güçleri mazur ve mazlum göstermeye çalışmak da bir başka yanılgıdır. Bunların hepsi dünyanın her yerindeki ezilen ve sömürülen emekçi yığınların azılı düşmanlarıdır. Gündemdeki İran konusunda özellikle dikkat edilmesi gereken bir nokta daha var. ABD’nin tek derdinin saldırı bahanesi yaratmak olduğu ve tam ikiyüzlülükle hareket ettiği tartışmasız bir gerçek olmakla beraber, bu hiç de bu sürtüşmede İran’ın resmi tezlerinin doğru olduğu anlamına gelmez. Gırtlağına kadar petrolle dolu olan İran’ın sadece nükleer enerji elde etme niyetiyle hareket ettiğini düşünmek saflık olur. Aynı zamanda bölgesel hâkimiyet peşinde koşan İran gibi güçlerin nükleer silah sahibi olmayı istemeleri işin kuralıdır. Aynen, uzun vadede için için bunu arzulayan Türkiye gibi. Hiroşima ve Nagazakiden bu yana test ve gösteri amaçlı 2000’den fazla nükleer patlama gerçekleştirildi. Bu patlamaların yarattığı nükleer serpintiye tüm dünya maruz kaldı ve kalıyor. 1980 yılında yayınlanan bir BM raporuna göre o günlerde toplam başlık sayısının yaklaşık 40.000, toplam patlama gücünün ise 13.000 megaton olduğu tahmin ediliyordu. Sovyetler Birliğinin
marksist tutum
çöküşü ve bütçe kısıtlamaları nedeniyle dünya nükleer cephaneliği bugün 31.000 başlık ve yaklaşık 5000 megatonluk patlama gücüne inmiş durumdadır. Ancak bu inmiş haliyle bile mevcut patlama gücü Hiroşima’ya atılan bombanınkinin 330.000 katından fazladır. Bunun uygarlığı ve insan soyunu yok etmeye yeteceği, ve hatta gezegen üzerindeki canlı hayatın büyük bölümünü de yok edeceği hesaplanmaktadır. Bugün gelinen noktada nükleer başlık sayısı azaltılmış olmakla birlikte bu süreci oluşturan anlaşmalardan yalnızca bazıları yürürlüktedir. Esasen ABD açısından başlık sayısını azaltmak, yaşlanan cephaneliği ayıklama ve “kaliteyi” arttırma anlamına gelmektedir. Her halükarda eldeki nükleer silahların tümüyle yok edilmesi şimdiye kadar söz konusu olmadığı gibi artık hiç söz konusu değildir. Daha önce Kısmi Deneme Yasağı Anlaşmasını onaylayan ABD senatosu 1999 yılında Kapsamlı Deneme Yasağı Anlaşmasını onaylamayı reddetmiştir. Keza başlangıçta belirttiğimiz gibi ABD yeni tip “mikro nükleer silah” araştırmalarına niyetlenmiş durumdadır. Böylece başta ABD olmak üzere büyük ve orta boy güçlerin nükleer silahlardan vazgeçmek gibi bir niyetlerinin olmadığını, tüm riyakârlıklarıyla birlikte bu korkunç yıkım araçlarını gerektiğinde kullanmak üzere ellerinin altında tutmakta kararlı olduklarını görüyoruz. 20. yüzyıl tarihi ve bunun bir parçası olan nükleer silahların tarihi, emperyalist güçlerin vahşetin hiçbir çeşidinden kaçınmadıklarını yeterince göstermektedir. Nükleer silahların varlığının yeni bir büyük savaşı olanaksız kıldığını savunanlar, bu tarihe gözlerini yummaktadırlar. Bu zevat kapitalizmin anarşik ve mantıksız doğasını kavrayamamakta, ona aklıselim bahşetmektedir. Nasıl kapitalizm altında genel olarak askeri rekabet ve silahlanma son bulmazsa, bunun doğal bir sonucu olarak, günün teknolojisinin mümkün kıldığı en yüksek ölüm ve yıkım araçlarının varlığı da son bulamaz. Trajik bir gerçek olsa da nükleer silahlar işlevleri bakımından konvansiyonel silahlara göre oldukça “ucuz” silahlardır. Fırsatı olan hiçbir kapitalist güç bu “verimli” ölüm makinelerinden mahrum olmak istemez. Kapitalizmin gerçekliği budur. Aslına bakılırsa belki de başka hiçbir şey kapitalizmin çürümüşlüğünü ve tarihin çöp tenekesine müstahak olduğunu nükleer silahlardan daha iyi göstermemektedir. Üretici güçlerin düzeyi bir yeryüzü cennetini vaat ederken, kapitalizm insanlığı bir uçurumun kıyısında dolaştırıyor. Bu uçurumdan kurtuluşun tek yolu tüm sorunların kaynağında yatan kapitalizmi uçuruma yuvarlamaktır. Bu da ancak işçi sınıfının kapitalizme karşı devrimci mücadelesiyle mümkün olabilir. O nedenle, bugün savaş karşıtı mücadelenin silahlanma ve militarizasyon çabalarını hedef tahtasına oturtması ve anti-kapitalist devrimci bir perspektifle yürütülmesi gerektiği yeterince açık olsa gerek.
23
Sendikal Mücadele S
endikal mücadeleye yaklaşım konusu, siyasi anlayışlardaki farklılıklara bağlı olarak her zaman önemli tartışmalara neden oldu. Bu konu günümüzde de öneminden bir şey yitirmiş değildir. Hele işçi hareketinde yaşanan gerileme koşulları hesaba katılırsa, bugün sınıfın her alanda olduğu gibi sendikal alanda da militan bir mücadeleyi güçlendirecek görüş ve değerlendirmelere ihtiyacı olduğu çok açıktır. Bu bakımdan kuşkusuz yolun başında bulunmuyoruz. Devrimci Marksist gelenek, pek çok sorunda olduğu gibi sendikal mücadeleye yaklaşım konusunda da doğru görüş ve taktiklerle donanmayı mümkün kılıyor. Dünya işçi sınıfının uzun yıllar içinde biriken mücadele deneyiminin dersleri, işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesine gönül verenlerin yolunu aydınlatıyor. Ancak, ideolojik, örgütsel ve siyasal alanda yaşanan gerileme dönemi, işçi hareketinin militanlık düzeyinde çok ciddi bir irtifa kaybına yol açtı. Devrimci geleneğin günümüzde de sahip çıkılması gereken pek çok önemli yönü unutuldu veya bulanıklaştı. Bu durum, sendikal mücadele konusunda da kendisini fazlasıyla hissettiriyor. İşçi hareketinin her alanda güçlendirilmesi için, sınıf içinde doğru bir mücadele anlayışının ve çalışma tarzının kök salması gerekiyor. Devrimci teorinin önemini yadsıyan küçük-burjuva dar görüşlülüğünü bir tarafa bırakalım. Ama bunu yapmakla sorunlar sona ermiyor. Devrimci teorinin önemi kabul edilse bile, geçmişten günümüze uzanan teorik doğruları hazır reçeteler gibi algılama hatasına sürüklenenlerin sayısı az değildir. Kuşkusuz teoriyi fiili güce dönüştürecek sihir, örgütlü mücadeledeki yükseliştir. Proleter mücadelenin gereksindiği kadro birikimi de buna bağlı olarak gelişir. Genç kadrolar devrimci geleneğin doğrularını, sınıf içinde örgütlü mücadele temelinde layıkıyla kavrayabilir ve içselleştirebilirler. Bu açılardan varolan ciddi eksiklikler nedeniyle, devrimci geleneğin işçi sınıfının sendikal mücadelesine ilişkin mirasına da tatmin edici biçimde sahip çıkılamıyor. Bu geleneğin başlıca unsurlarını, Marksizmin kurucularının attıkları temel, Ekim Devrimi önderlerinin konuya ilişkin deney ve açılımları, Lenin dönemi Komintern kongrelerinde alınan önemli kararlar oluşturuyor. Bunlar kâğıt
24
üzerinde günümüze taşınıyor veya söz düzeyinde defalarca yineleniyor olsalar da, ne yazık ki içeriklerine derinlemesine vakıf olunduğunu ve gerekleri doğrultusunda harekete geçildiğini söyleyemiyoruz. Ne var ki yukarda değindiğimiz gibi, bu durum anlaşılmaz değildir. Devrimci geleneğin yapıtaşlarını ölü formüller düzeyine indirgenmekten kurtarıp yaşayan etkin taktiklere dönüştürecek olan faktör, doğru bir mücadele anlayışı ve çalışma tarzı temelinde sarf edilecek örgütlü ve kolektif emektir. Bu uğurda akıtılacak terin boşa gitmemesi için, gerileme dönemlerine özgü hastalıklara karşı bünyeyi güçlendirmeye, farklı uçlara savrulan sağlıksız siyasi yaklaşımlara prim vermemeye özen göstermeliyiz. Yanlış ve sağlıksız siyasal yaklaşımlar, işçi sınıfının sendikal mücadelesinin sorunları çerçevesinde sıklıkla karşımıza çıkıyor. Bir uçta, sendikaların içinde bulunduğu berbat durumu gerekçe göstererek sendikal mücadeleye gereken önemi vermeyenler yer alıyor. Diğer uçta ise, sendikal mücadelenin önemini abartanları ve mevcut sendikal hareketin kuyruğuna takılanları görüyoruz. Bu tabloya, iki uç arasında kararsız biçimde salınan geniş merkezci görüşler yelpazesini de ekleyebiliriz. Böylece, salt sendikal mücadeleye yaklaşım gibi bir konuda bile ne denli derin bir karmaşanın egemen olduğu aşikârdır. İşte yüz yüze bulunduğumuz bu gerçekler, sendikal mücadeleye yaklaşımda devrimci ilkelere sadakatle sahip çıkılmasını zorunlu kılmaktadır.
Ekonomik mücadele, siyasal mücadele ayrımı İşçi sınıfının ekonomik ve siyasal mücadelesi arasında ayrım yapmak ne kadar gerekliyse, ikisi arasındaki tarihsel ve diyalektik ilişkiyi göz ardı etmek de o kadar büyük bir yanılgı olur. Devrimci siyasal hareketin amacı, iktidarın işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesi ve sınıflı-sömürülü toplum düzenine son verilmesidir. Ama bunun için işçi sınıfı nesnel ve öznel açıdan belirli bir gelişme aşamasına ulaşmış olmalıdır. Tarihin hiçbir kesitinde ve hiçbir ülkede işçi sınıfının siyasal hareketi ve örgütlülüğü birdenbire ortaya çıkmamıştır. İşçi sınıfı içindeki devrimci siyasi canlanma, genelde işçilerin ekonomik mücadelelerine bağlı bir uyanı-
ede İlkeli Tutum / I Elif Çağlı
şın ve bunun ifadesi olan bir ön örgütlülüğün yarattığı elverişli zemin üzerinde yükselmiştir. Diğer yandan, ekonomik hak elde etme mücadelesinin bizzat kendisi de siyasal bir mücadele doğurmuştur. Örneğin, herhangi bir işyerinde çalışma saatlerinin düşürülmesi için yürütülen kavga ekonomik mücadele kapsamındadır. Fakat bu tip mücadeleler bu noktada durmamış ve diyelim işçilerin ülke genelinde çalışma saatlerinin düşürülmesi için siyasal iktidarları yasa çıkartmaya zorladıkları bir siyasal hareket boyutu kazanmıştır. Bu husus Marx’ın önemli bir mektubunda vurgulanır. “Ve işte böylece işçilerin her yerde birbirinden ayrı iktisadi hareketleri siyasal bir hareket doğurur, yani kendi çıkarlarını, genel bir biçimde gerçekleştirmek, toplumsal olarak zorlayıcı genel bir güce sahip olan bir biçim gerçekleştirmek üzere bir sınıf hareketi doğururlar. Bu hareketler belli bir ön örgütlenmeyi varsayarlarsa da, kendileri de, bir o kadar, bu örgütlenmeyi geliştirmenin araçlarıdırlar.” (Marx’tan F. Bolte’a, 23 Kasım 1871) Kapitalizmin tarihi incelendiğinde, işçilerin mücadelesinin patronlara karşı yürütülen iktisadi mücadeleler düzeyinde kalmadığı ve giderek genel bir sınıf hareketi düzeyine yükseldiği görülecektir. Bununla kastedilen kuşkusuz sınıf hareketinin gelişiminin tarihsel kökleridir. Zira işçi hareketindeki devrimci dönüşüm ve devrimci siyaset, asla iktisadi mücadele alanıyla sınırlı kalmamıştır ve kalamaz da. İşçi hareketinin tarihsel ilerleyişi içinde siyasi mücadele öncelik kazanmış, ama bu gelişme sendikal mücadele gereğini ortadan kaldırmamıştır. İşçi sınıfının sendikal hareketini küçümseme eğili-
mi, daha Birinci Enternasyonal döneminde önemli tartışmalara yol açmış bulunmaktadır. Yanlış tutum takınan seksiyonlara Enternasyonal Genel Konseyinin yönelttiği eleştirilerde, sendikaların işçi hareketinin beşiği olduğu vurgulanır. Mevcut sendikalara yardım etmenin yanı sıra, onlara doğru bir yön vermenin ve onları enternasyonalleştirmenin bir görev olduğunun altı çizilir. Marksizm başından beri işçi sınıfının sendikal örgütlerine önem vermiş, fakat bu konuya esasen onları mücadeleci örgütler düzeyine yükseltme görevi açısından yaklaşmıştır. Birinci Enternasyonal’in 1866’daki kongre kararında, sendikaların dikkatlerini yalnızca sermayeye karşı günlük mücadeleyle sınırlamamaları, işçi sınıfının genel politik ve sosyal hareketinden uzak kalmamaları, dar amaçların peşinden koşmakla yetinmemeleri ve baskı altındaki milyonlarca işçinin kurtuluşu için çalışmaları gerektiği belirtilir. Sınıfın ekonomik mücadelesiyle siyasal mücadelesi arasındaki diyalektik ilişkiyi sağlıklı tarzda kuran yaklaşım yalnızca Marksist yaklaşım olmuştur. Bu yaklaşımın somutlandığı tarihsel belgelerden biri de, Birinci Enternasyonal’in 1871 yılında toplanan Londra Konferansında kabul edilen karardır. Marx ve Engels’in kaleme aldığı İşçi Sınıfının Siyasal Eylemi başlıklı karar metninde, işçi sınıfının militan mücadelesi durumunda onun ekonomik hareketi ile siyasal birbiriyle kopmaz bir bütün oluşturacağı belirfaaliyetinin birb sınıfının çıkarları gereği, komünistler, hem senditilir. İşçi sınıfın kal k mücadeleye önderlik ederek onu ileriye ççekmeli hem de ekonomik taleplerle siyasal ttalepleri ustaca birleştirerek sınıf hareketine devrimci doğrultuda yol aldırmalıdırlar. de Ekonomik, siyasal, ideolojik, kısacası çeşitli alanlarda yürüyen mücadelenin bu farklı yönleri, aslında sınıfsal nitelikleri bakımından yönl bir iiç uyum ve bütünlük arz ederler. Bu nedenburjuva ideolojisinden etkilenen sol siyasetlele, bu rin sendikal mücadele bağlamında da sınıf işbir birlikçi ve uzlaşmacı yaklaşımlar sergilemesi kaçınılmazdır. Keza, sendika-siyaset ilişkisi gibi kaç önemli bir konuda üniversite kürsülerinden yaönem yılan görüşler veya akademisyenlerce yayınlanan
25
Ekim 2006 • sayı: 19
marksist tutum
çalışmalar genelde burjuva bakış açısını yansıtırlar. Oysa soruna işçi hareketinin devrimcileştirilmesi açısından yaklaşıldığında, sendika siyaset ilişkisinden anlaşılması gerekenin, işçi sınıfının ekonomik mücadelesiyle devrimci siyasal mücadelesi arasındaki diyalektik bağ olduğu görülecektir. Bunun somutlandığı yer ise, işçi sendikaları ile sınıfın devrimci partisi arasındaki ilişkiler alanıdır.
Parti ve sendika Sınıf mücadelesinin ekonomik ve siyasal boyutları arasındaki ayrım, örgütsel planda da karşılığını bulmak zorunda. İşçilerin sendikal örgütlere olduğu kadar, siyasal mücadeleye önderlik edecek devrimci bir partiye de ihtiyaçları var. Bu iki farklı düzeydeki örgütsel ihtiyacın birbirine karıştırılması zararlı neticeler doğuracaktır. En devrimcisi bile olsa bir sendikaya siyasal öncülük misyonunun yüklenmesi ya da devrimci siyasal örgütlülüğün sendika gibi davranması, işçilerde muazzam bir bilinç çarpılmasına ve mücadelenin fazlasıyla güç kaybetmesine neden olur. Proleter mücadelede önderlik niteliği taşıyan siyasal örgütlülüğün yani devrimci partinin, işçiler arasında bilinç ve militanlık düzeyi bakımından varolan farkı dikkate alarak örgütlenmesi şarttır. Çünkü parti, sınıfın ileri ve devrimci bilinçle donatılmış öncü unsurları üzerinde yükseldiği takdirde amaca uygun bir araç niteliği taşıyabilir. Ancak böyle bir parti, işçilerin çeşitli alanlardaki mücadelesine layıkıyla önderlik edebilir ve işçi sınıfını iktidara ilerletebilir. İşçi sınıfı partisinin işçilerin tüm kitlesini içerebileceği düşüncesi, hangi niyetle ileri sürülürse sürülsün, özünde yanlış bir düşüncedir. İşçi sınıfının devrimci mücadele deneyimi, parti ve sınıf kavramları arasında kesin bir ayrım yapma gereğine işaret ediyor. Proletarya, diğer sınıflardan bağımsız örgütlenen ve işçilerin tümünü değil ama devrimci teori ve devrimci eylem bilinciyle donanmış unsurlarını birleştiren bir partiye sahip olduğu takdirde tarihsel görevini yerine getirebilir. Zaten sınıfın geniş kitlesini kapitalist düzene karşı etkin bir mücadelenin içine çekmek de ancak bu sayede mümkün olabilmektedir. Komintern İkinci Kongre kararlarında da vurgulandığı gibi, işçi sınıfı kendisine ait bağımsız bir politik partiye sahip olmaksızın devrimini
26
başaramaz. Burada yeri gelmişken önemli bir hususa değinebiliriz. Komünist mücadele ve örgüt anlayışı, aydınların veya iktidar hırsıyla yanıp tutuşan birtakım muhteris kişilerin işçileri alet etmek istedikleri bir fantezi değildir. Bilimsel komünizm, sömürü ve baskı koşullarına isyan eden işçi ve emekçilerin tarihsel çabalarının içinden süzülüp gelen bir dünya görüşü, eylem ve örgüt anlayışıdır. Komünistlerin amaç ve ilkelerinin dünya işçilerine ilan edildiği Komünist Manifesto’da belirtildiği üzere, komünistlerin işçi sınıfının çıkarlarından bağımsız hiçbir çıkarları yoktur ve olamaz da. Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya uğruna yürütülen tarihsel mücadeleye önderlik edecek parti, bizzat işçilerin devrimci eylem ve mücadele potansiyelinin örgütlü güç katına yükseltilmesi demektir. Böyle bir parti esas olarak işçilerin partisidir, devrimci teoriden kaynaklanan sağlam bir siyasal bilinçle donatılmış işçilerin örgütlülüğüdür. Devrimci parti, sınıfın dışında oluşan bir varlık değildir. O, sınıfın bir parçasıdır. Ama herhangi bir parçası olmayıp, gerçekten mücadeleye önderlik etme niteliğine sahip devrimci parçasıdır. Farklı içerikteki sol siyasal eğilimleri bünyesinde toparlayan bir işçi kitle partisi ise, işçi sınıfının kapitalizmden kurtuluşu için gereken devrimci parti ihtiyacını karşılayamaz. Bu tür şemsiye partiler mücadeleye önderlik edecek nitelikten uzaktırlar. Saflarında işçileri barındıran bir kitle ya da cephe örgütü mahiyetindedirler. Ne var ki, burjuva ideolojisine prim vermeyecek ve burjuvazinin siyasal oyunlarına kanmayacak bir devrimci önderlik olmadan, başarıya ulaşan bir işçi-emekçi kitle mücadelesinin yürütüle-
Burjuva ideolojisinden etkilenen sol siyasetlerin sendikal mücadele bağlamında da sınıf işbirlikçi ve uzlaşmacı yaklaşımlar sergilemesi kaçınılmazdır. Keza, sendika-siyaset ilişkisi gibi önemli bir konuda üniversite kürsülerinden yayılan görüşler veya akademisyenlerce yayınlanan çalışmalar genelde burjuva bakış açısını yansıtırlar. Oysa soruna işçi hareketinin devrimcileştirilmesi açısından yaklaşıldığında, sendika siyaset ilişkisinden anlaşılması gerekenin, işçi sınıfının ekonomik mücadelesiyle devrimci siyasal mücadelesi arasındaki diyalektik bağ olduğu görülecektir. Bunun somutlandığı yer ise, işçi sendikaları ile sınıfın devrimci partisi arasındaki ilişkiler alanıdır.
Ekim 2006 • sayı: 19
bildiği de vaki değildir. Sonuç olarak işçi sınıfının hem çeşitli türden kitle örgütlerine, hem de her alanda mücadeleye öncülük ve önderlik edecek niteliğe ve kapasiteye sahip devrimci bir sınıf partisine ihtiyacı vardır. İşçi sınıfının ekonomik mücadele örgütü olan sendikalar ise, işçi sınıfının kitlesini kucakladıkları ölçüde bu mücadelelerini etkin biçimde yürütebilirler. O nedenle sendikal örgütler, işçiler arasında ırk, milliyet, cinsiyet, dil, din, meslek, vasıf düzeyi gibi açılardan hiçbir ayrım yapmaksızın çeşitli siyasal görüş ve eğilimden işçileri bünyelerinde barındırmalıdırlar. Sendikalar yalnızca günlük ekonomik ve demokratik mücadelenin yürütülmesi bakımından değil, devrimci mücadelenin kitlesel zemininin genişlemesi bakımından da yararlı araçlardır. Ama belirtmek gerekir ki, kitlelerle ilişki kurmak bakımından tek araç sendikalar olamaz. Sendikaların yanı sıra, işçi ve emekçi kitlelerin örgütlülüğünü geliştirecek çeşitli derneklere, taban örgütlerine ihtiyaç vardır.
Sendikalar hâlâ gerekli Kısaca geçmişi hatırlayalım. Yaşama gözlerini açtıkları dönemlerde, sendikalar, işyerleri ve fabrikalardaki işçilerin fiili mücadelesi içinden doğup ayağa dikilmişlerdi. Bu işçi örgütleri, kapitalist gelişme ve sınıf mücadelesindeki yükseliş bakımından önde giden ülkelerde yoktan var edilip örnek teşkil ettiler ve zamanla genelleştiler, yaygınlaştılar. İşçi yardım sandıklarından sendikalara geçiş dönemlerinde, henüz olumsuz anlamda kurumsallaşıp bürokratlaşmamış, teker teker elden toplanan işçi aidatlarıyla yaşatılan sendika yönetimleri yer aldı. Bu tür dönemlere özgü sendikacılar, burjuvalaşmış modern sendika bürokratlarına benzemiyorlardı. Daha sonra sendikalar olağan burjuva rejimlerin alışıldık kurumlarına dönüştükçe, sendika yönetimleri ile sendika tabanı arasında ciddi bir açı oluşmaya başladı. Geçmiş dönemlerin mütevazı, çoğunlukla işçilikten kopmamış ve tabana yakın duran, sendikacılığa bir meslek olarak bakmayan amatör ruhlu sendikacılarının yerini zamanla bu özelliklerden uzak profesyonel sendikacılar aldı. İşçilerin mücadelesini burjuvazinin çıkarları doğrultusunda engelleme ve yatıştırmada yetkinleşen bu tip yöneticiler, burjuvaziyle iç içe geçmeye ve işçi hareketinde burjuvazinin ajanları rolünü oynamaya soyundular. Emperyalist çürüme çağı, pek çok sendika yönetiminin düzenle bütünleşmesini de beraberinde getirdi. Bu gerçeklik günümüzde daha da çarpıcı hale gelmiştir. Sendikaların tepesine çöreklenen kalantor bürokrasi, her alandaki yozlaşmaya koşut olarak büsbütün yozlaşmaktadır. Bu tür bürokratların kontrolü altına giren sendikalar, burjuva düzenle iyice bütünleşmekte ve mücadeleci işçi örgütleri olmaktan çıkmaktadırlar. Bu tip gelişmeler son derece ciddi tehlikelere işaret ediyor olsalar da, mutlak ve değişmez genellemeler şeklinde kavranmaları zararlı olur.
marksist tutum
Emperyalizm döneminde sendikal hareketi tehdit eden sorunlara Lenin ve Troçki de değinmişler, ama buradan hareketle sendikalara sırt çeviren tutumları da onaylamamışlardır. Örneğin Lenin, sendikaların zamanla bazı gerici yönlerinin ortaya çıktığını belirtmiştir. Ancak buna rağmen asla göz ardı edilmemesi gereken hususun da altını çizmiştir. Belirttiği üzere, sendikalarla işçi sınıfının devrimci partisi arasındaki karşılıklı eylem olmadan proletaryanın gelişimi hiçbir yerde sağlanmamıştır ve sağlanamaz. Devrimci parti, sınıfın dışında oluşan bir varlık değildir. O, sınıfın bir parçasıdır. Ama herhangi bir parçası olmayıp, gerçekten mücadeleye önderlik etme niteliğine sahip devrimci parçasıdır. Farklı içerikteki sol siyasal eğilimleri bünyesinde toparlayan bir işçi kitle partisi ise, işçi sınıfının kapitalizmden kurtuluşu için gereken devrimci parti ihtiyacını karşılayamaz. Bu tür şemsiye partiler mücadeleye önderlik edecek nitelikten uzaktırlar. İşçi sendikalarının yapılanma özellikleri ve militanlık düzeyi bakımından yaşanan olumsuz gelişmelerin yalnızca son dönemlere özgü olmadığını hatırlatalım. Geçmiş tarihlerde de çeşitli kapitalist ülkelerde sınıf mücadelesinin seyrine bağlı olarak sendikal harekette önemli iniş ve çıkışların yaşandığı biliniyor. Bu durumun yansıması olarak, devrimci yükseliş dönemlerinde militan sendikalara rastlamak
27
marksist tutum
mümkünken, yenilgi dönemlerinde sendikaların daha geri bir çizgiye çekildikleri sıkça gözlenmiştir. İngiltere’de 19. yüzyılda gelişen ünlü Çartist işçi hareketi de daha sonra sönümlenmiş ve zamanla pek çok lideri yozlaşarak burjuva düzenle bütünleşmişlerdir. Sendikal hareketin düzenle bütünleşme tehlikesinin aslında yeni bir olgu olmadığı konusunda Amerikan tarzı sendikacılık da çarpıcı bir örnek sunar. Birinci emperyalist savaş öncesinde Amerikan sosyalist hareketinin devrimci önderlerinden Daniel de Leone, “Amerikan Emek Federasyonu”nun satılmış yönetimine ve sendikal harekette yaşanan çürümeye dikkat çekmiştir. Sendika bürokrasisini, “kapitalistler sınıfının işçi teğmenleri” diye niteleyen ilk o olmuştur. Ve daha 19. yüzyılın sonunda Leone, sendika bürokrasisinin işçi hareketinin sağ kanadı olarak değil, burjuvazinin sol kanadı olarak değerlendirilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Ancak emperyalizm çağında bile olsa, devrimci yükseliş dönemlerinde sendikal mücadelede olumlu ilerlemeler kaydedilmiştir ve bu yine böyle olacaktır. Dolayısıyla, meselenin bu yönünü tamamen unutanların kapıldığı kötümserliğin bilimsel temellere sahip olduğunu söyleyemeyiz. Ayrıca da vurgulayarak belirtmeliyiz ki, gerileme dönemlerinin olumsuz koşullarına dayanamayanlar, geleceğe yönelik olarak da küçük-burjuvaca umutsuzluğa kapılırlar. İşçi sendikalarından ve işçi sınıfının sendikal mücadelesinden tamamen umut kesmek Marksist bir tutum olamaz. İşin aslında, söz konusu yanlış tutumlar mevcut geriliğe pasifçe boyun eğmek anlamına gelir.
Sendikalar bağımsız olabilir mi? Sendikaların bağımsız olmaları gerektiği çerçevesinde bugüne dek pek çok tartışma yürütüldü, değişik fikirler ortaya atıldı. Bu konuda sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için her şeyden önce bağımsızlıktan ne anlaşıldığı ifade edilmeli. Şayet tartışılan konu sendikaların siyasal partilerden, diğer işçi örgütlerinden idari işleyiş bakımından bağımsızlığı ise, bu tür bir tartışmayı uzatmanın anlamı yok. Çünkü belirli amaçlar etrafında örgütlenmiş demokratik kitle örgütleri olarak, kuşkusuz sendikaların da kendi bağımsız iç işleyişleri, üyelerinin söz ve karar haklarını yansıtan seçim ve denetim mekanizmaları ve bu temelde biçimlenmiş özerk yönetim kuralları olmalıdır. Herhangi bir siyasi partinin, bir sendikada üyelerin demokratik haklarını çiğnemesi, tehdit, rüşvet, hile veya seçim oyunları gibi yöntemlerle yönetimi ele geçirmesi ya da kendi siyasal eğilimi doğrultusunda tabana dayatmacılık yapması, sendikanın iç işleyişine haksız müdahalelerdir. Fakat sendikaların siyasi açıdan bağımsız olup olmayacakları tartışması ise tamamen farklı bir nitelik taşıyor.
28
Ekim 2006 • sayı: 19
Çeşitli siyasal parti ve eğilimlerden fazlasıyla etkilenen işçi sendikalarının siyasi bakımdan nötr veya tarafsız olacağını tasavvur etmek bütünüyle saçma olur. Hiçbir demokratik kitle örgütü aslında siyasetten kopuk, siyasetten bağımsız bir yapı değildir. Sorunun özü dikkatle düşünülürse yalın gerçek rahatlıkla kavranır. Devrimci siyasetten etkilenmeyen sendikalar, kaçınılmaz olarak sağ ve sol burjuva ya da küçük-burjuva siyasetlerin hegemonyası altına girerler. Bu durum kapitalist yaşamın bir kuralı olduğuna göre, asıl sorunu, şu veya bu sendikanın hangi siyasetin etki alanına girdiği oluşturuyor. Ve irdelenmesi gereken yön de, bu durumun işçi sınıfının çıkarlarıyla bağdaşıp bağdaşmadığı olmalı. Devrimci siyasetin gerekliliğini kavramamış işçilerin, işçi eylemleri, grev ve direnişler dönemlerinde, sol örgütlerin kendileriyle ilişki kurmalarından bazen rahatsızlığa kapıldıklarını biliyoruz. Henüz geri düzeyde duran işçilerin, devrimci çevrelerin sözlü ve yazılı propagandalarını, “bunlar bizi bölüyorlar” diye değerlendirmeleri sıkça karşılaşılan bir durum. Bu işçiler böyle yapmakla, aslında bilinçsizlikleri nedeniyle meydanı sendika bürokratlarına ve burjuva partilerine teslim etmiş oluyorlar. Bu gibi yanılgıları ortadan kaldıracak doğru bir çalışma tarzı tutturmanın ne denli elzem olduğu ortada. İşçilerin yanlış tutumlarını değişikliğe uğratmak ve onların önyargılarını kırmak içinse, onlara sabırla yaklaşmayı, uygun dil ve araçları bulup kullanmayı bilmek şart. Politika uygun taktikleri bulup uygulama sanatıdır. Henüz hazır durumda olmayanların eline, en doğru içeriğe sahip bir yayını da tutuştursanız bu teşebbüsünüz geri tepebilir. Geride duranlar açısından değişim, zamana ve kitle hareketindeki yükselişe bağlı bir sorundur. Ancak, yanlış ve sabırsız davranışlarda bulunmamak ne denli gerekliyse, geriliğe prim vermemek, geri işçilerin düşünce ve davranışlarına adapte olmamak da o denli gerekli. Şu da bir gerçek ki, demokratik haklardan yararlanma ve bu hakları kullanma bilincinin geliştiği toplumlarda, devrimci çevrelerin kendi siyasal görüşlerinin propagandasını yapması ve bu görüşler doğrultusunda örgütlenmeye çalışması çok daha fazla sayıda işçi tarafından doğal bir hak kabul ediliyor. Bu gibi açılardan Türkiye’deki durumun ne denli farklı ve geri olduğu ise aşikâr. İşçi sendikalarının burjuvaziden ve işbirlikçi siyasetlerden bağımsızlaşmasını savunmak büyük önem taşıyor. Fakat sendikaların siyasi örgütlerden tam ve kayıtsız şartsız bağımsızlığını istemek ise tamamen yanlış noktalara varabiliyor. Kimi “bağımsızlık” yanlılarının yaklaşımları, devrimci örgütlerin siyasi etkisine düşmanca tutum takındıkları ölçüde son derece yanlış ve mücadeleye zarar verici yönler içermektedir. Sendikaların devrimci sınıf siyasetine
Ekim 2006 • sayı: 19
tarafsız kalmalarını istemek işçilere yarar sağlayacak bir istem olamaz. Zira bu gibi istemler nihayetinde burjuvazinin ve sendika bürokrasisinin işine gelmektedir. Bürokratlar her zaman sınıfın devrimci öncüsünün denetim ve müdahalesinden kurtulmaya çalışırlar. Burjuvazi ise sendikaları devrimci siyasetten uzak tutmak, işçileri dar kapsamlı bir sendikal mücadelenin çerçevesine hapsetmek için her araca başvurur. Sendikaların bağımsızlığı konusunda sergilenen yanlış tutumlara bir örnek anarko-sendikalist yaklaşımdan verilebilir. Anarko-sendikalistler, devrimci bir önderliğin sendikal sorunlara müdahale etmesini ve sendikalar içinde devrimci mevziler kazanmasını, sendikaların bağımsızlık hakkının çiğnenmesi şeklinde yorumlamakta ve buna karşı çıkmaktadırlar. Bu gibi tutumlar, niyet ne olursa olsun, işçi sınıfına bir hayrı dokunmayan eğilimlerdir. Ne var ki madalyonun diğer yüzünde, Türkiye’de yaygın biçimde yaşanan bir başka sakat yaklaşımın yer aldığı da unutulmamalı. Küçük-burjuva sol çevrelerin sendikalara yönelik faydacı, dükkâncı yaklaşımlarına ve sendikaların idari bağımsızlığını hiçe sayan dayatmacı tutumlarına karşı çıkılmalıdır. Bu ikinciler birincilerin eline fazladan koz vermekte ve sendikal alanda doğru bir tutum sergilemeye çalışan gerçek komünistlerin çalışmasını sekteye uğratmaktadırlar. Çeşitli siyasal parti ve eğilimlerden fazlasıyla etkilenen işçi sendikalarının siyasi bakımdan nötr veya tarafsız olacağını tasavvur etmek bütünüyle saçma olur. Hiçbir demokratik kitle örgütü aslında siyasetten kopuk, siyasetten bağımsız bir yapı değildir. Sorunun özü dikkatle düşünülürse yalın gerçek rahatlıkla kavranır. Devrimci siyasetten etkilenmeyen sendikalar, kaçınılmaz olarak sağ ve sol burjuva ya da küçükburjuva siyasetlerin hegemonyası altına girerler. Bu durum kapitalist yaşamın bir kuralı olduğuna göre, asıl sorunu, şu veya bu sendikanın hangi siyasetin etki alanına girdiği oluşturuyor. Burjuva siyasal partilerin işçi sınıfının çıkarlarına tamamen aykırı biçimde sendikaları etkilemeleri, denetim altında tutmaları ve kendi siyasal görüşleriyle sakatlamaları bir gerçeklikken, sendikaların devrimci siyasal fikir ve çalışmalardan uzak tutulmasını istemek, sendikaların bağımsızlığını savunmak değil en âlâsından bir sınıf işbirlikçiliği olurdu. Devrimci Marksistler her zaman sendikal mücadeleyi militanlaştırmaya çalışırlar ve bunun sendikaların iç işleyişine haksız biçimde burnunu sokmakla hiçbir alâkası yoktur. Siyasi yol göstericilik ile siyasal dayatmacılık tamamen farklı tutumlardır. Sendikal mücadelenin devrimci tarzda desteklenmesi sendikaların bağımsız gelişimini durdurmaz, tam tersine geliştirir. Fakat öte yandan devrimci örgütlülüğün çıkarlarıyla sendikal örgütlülüğün çıkarları özdeş değildir ve bu gerçeklik doğrultusunda davranmaya özen gösterilmelidir. Sendikal mücadelenin kitleselliğine zarar vere-
marksist tutum
cek tutum ve davranışlardan kesinlikle kaçınılmalıdır. Devrimci örgütlerin, sendikal alanı da kapsamak üzere işçi sınıfının çeşitli sorunlarında görüş ve çözüm önerileri ortaya koymalarına karşı çıkanlar işçi mücadelesine büyük kötülük yapıyorlar. Bu duruma sürüklenen işçiler bilinçsizliklerini, “aydınlar” ise devrimci düşünce ve faaliyete gizli ya da açık düşmanlıklarını sergilemiş oluyorlar. Üstüne üstlük, Türkiye’de genelde siyasal örgütlenme özgürlüğüne düşmanca bakan bir devletçi gelenek var ve özelde devlet güdümlü sendikacılığın derin kökleri bulunuyor. O yüzden de dikkat çektiğimiz sorunlar bu topraklarda katmerlidir. Dolayısıyla, sendikalarda doğru ve devrimci tarzda çalışma yürütenleri, “sendikaların bağımsızlığı” savunusunun ardına gizlenerek baltalamaya çalışan görüşlere ve bu tür görüşleri savunan kişi ve çevrelere en ufak bir ödün verilmemeli. İşçi sınıfının bütününün çıkarlarını savunmada en dürüst ve tutarlı tutumu takınan devrimci unsurlar, “sendikaların iç işlerine karışıyorlar” suçlaması gelecek diye devrimci hak ve görevlerinden vazgeçmeyecekler. Örneğin önemli grevler ve direnişler gerçekleştiğinde, mücadele içindeki kitlelerin önderliği, sendika tüzükleri öyle gerektiriyor diye sendika bürokratlarına terk edilemez. Komünistler bu gibi durumlarda işçileri aydınlatma ve ikna etme çalışması yürüterek, mücadeleci işçilerden grev ve eylem komitelerinin seçilmesine çaba sarf ederler.
İlkelere sahip çıkılmalı Üzerinde durduğumuz ilkesel yaklaşım, devrimci geleneğimizin bugün de sahip çıkılması gereken kurallarını içeriyor. Ancak dünya genelinde işçi hareketinde yaşanan gerileme döneminin yarattığı tahribat büyüktür. Bu tahribatın izlerinin yok edilmesi ve işçi hareketinde yeni bir sıçramanın gerçekleştirilmesi için unutulan ve unutturulan temel hususlar yeniden ve sıklıkla gündeme getirilmeli. Bu bağlamda tekrar tekrar altını çizmeliyiz ki, işçi sınıfının devrimci önderliği sınıf mücadelesinin tüm alanlarında işçilerin kitle örgütlerine ve mücadelesine yol gösterici olmakla yükümlüdür. Bu nedenle Lenin’in de defalarca dikkat çektiği gibi, komünistler işçi sınıfının sendikal mücadelesine uzak duramaz, yabancı kalamaz ve düşmanca bir tutum takınamazlar. Belirtmemiz gereken diğer bir ilke, komünistlerin sendikaları bölmeyeceğidir. Komünistler işçileri sabırla kendi siyasal görüşlerine kazanmaya çalışırlar. Uzun soluklu bir mücadeleye adanmış olduklarından, aceleci ve sekter tutumlarla kitle örgütlerinde istenmeyen bölünmelerin yaşanmasına karşıdırlar. Sol siyasal çevrelerin kendi görüş ve programlarına, eylem çizgilerine, sendikalar da dahil çeşitli demokratik kitle örgütleri içinde taraftar bulmaya çalışmaları en doğal haklarıdır. Bu durumun uzantısı olarak, tüm bu zeminlerde değişik siyasal görüşler arasında ideolojik ve siyasal bir mücadele de yürüyecektir. Ne var ki işçi sendikaları doğrudan siyasal örgütler değildir, sınıfın kitlesel ör-
29
marksist tutum
gütleridir. O halde, her bir siyasal akımın bölünme yaratarak kendi sendikasını kurması asla arzulanan bir sonuç olamaz. Çünkü böyle bir durum, işçi sınıfının sermayeye karşı yürütmesi gereken birleşik kitle mücadelesinin parçalanmasına ve dolayısıyla başarısızlığa neden olacaktır. Diğer yandan, bazı durumlarda sendikaların kitlesini kapsayan bir bölünmenin zorunlu hale gelebileceğini de asla göz ardı edemeyiz. Yeni sendikaların ve konfederasyonların kurulması, mevcut olanlar içinde mücadelenin artık olanaksız hale geldiği durumlarda ve tabandan yükselen, işçileri daha ileri bir çizgide toparlayan örgütlü bir mücadelenin neticesi olduğunda haklı ve yararlı bir tarihsel adım olabilir. Sendikaların genelde işçi sınıfının ancak belirli bir bölümünü kapsayabildiği ortada. Oysa sendikalar işçi sınıfının bütününün mücadeleci örgütleri düzeyine yükseltilebilmeli. Bu hedef doğrultusunda, sendikalara üye işçileri daha mücadeleci kılmak, sendikasız ve işsiz işçilerin de sendikalı olmalarını sağlamak için aktif bir mücadele yürütülmesi elzemdir. Ayrıca, kadınları, gençleri, göçmen işçileri sendikalara çekmek için özel bir çaba sarf edilmelidir. Bütün bu çalışmalar boyunca, sendikaların rolünü fazlaca abartma ve devrimci örgütler yerine ikame etme eğilimlerine karşı da uyanık olunması gerekiyor. Sendikaların kendi başlarına bir amaç olamayacağı, yalnızca sınıfın kitlesel mücadele araçlarından biri olduğu unutulmamalı. Sendikaları, salt kendi mesleki çıkarlarını, maddi ayrıcalıklarını savunan aristokrat işçilerin bencilce yaklaşımlarından kurtarmak ve oturdukları koltuklara yapışan sendika bürokratlarının kontrolünden çıkartmak başlıca görevlerden biridir. İşçi sendikaları onları var eden üyelerine ait olmalıdır, işçi sınıfının bu kitle örgütleri bir avuç bürokratın çıkar kapısı olamaz. İşçi sendikalarını üyelerinin sahip çıktığı ve toplumun tüm emekçi kesimlerinin saygı duyduğu mücadele örgütleri haline getirebilmek için, sendikal demokrasi uğruna ter akıtmak büyük önem taşıyor. Tabanın iradesini yansıtmak koşuluyla, değişik siyasi görüşlerden olanların sendikalara üye olma ve yönetici organlara seçilme hakkı ellerinden alınamaz. Sendikaların, siyasal görüşleri nedeniyle üyeleri üzerinde baskı ve tecrit politikası uygulamasına izin verilemez. Her düzeyden sendika temsilci ve yöneticisini taban
30
Ekim 2006 • sayı: 19
seçmeli, işçilerin seçtiklerini denetleme ve isterlerse geri çağırma hakkı olmalıdır. Sendika yöneticilerinin içinden çıktığı işçilere yabancılaşıp bürokratlaşmaması için, yönetici aylıkları ortalama vasıflı işçi ücretini geçmemelidir. Sendika fonları üyelerin aidatlarıyla oluşur ve bu fonların tümüyle sendikal mücadeleye tahsisi gerekir. Bu fonları uyanık bir kapitalist mantığıyla değerlendiren veya bireysel çıkar kapısı olarak gören bürokratları sendikalardan defetmek zorunludur. Sendikaların genelde işçi sınıfının ancak belirli bir bölümünü kapsayabildiği ortada. Oysa sendikalar işçi sınıfının bütününün mücadeleci örgütleri düzeyine yükseltilebilmeli. Bu hedef doğrultusunda, sendikalara üye işçileri daha mücadeleci kılmak, sendikasız ve işsiz işçilerin de sendikalı olmalarını sağlamak için aktif bir mücadele yürütülmesi elzemdir. Sendikalar gerek genel konulara ilişkin tartışmaları gerekse toplu iş sözleşmesi görüşmelerini tabandan gizli yürütmemeli, tabana bilgi verilmelidir. Sendika üst kuruluşlarının üyelerine hesap vermesi ve üyelerine karşı açıklık ilkesine uyması için mücadele edilmelidir. Sendikal çalışma dendiğinde, komünistler bundan esasen militan bir taban çalışmasını anlarlar. Sendikal çalışma bahanesiyle yalnızca üst makamlara göz diken, koltuk sevdasına kapılan, tabanın söz ve karar hakkını çiğneyerek sendika üst yönetimlerine tepeden inmeyi marifet addeden fırsatçı tutumlar hoş görülemez. İşçilere devrimci tarzda öncülük edebilmek, kerameti kendinden menkul iddialarla gerçekleşmiyor. Öncülük veya önderlik, işçi sınıfı içinde yürütülen azimli, sağlam, enerjik ve fedakâr çalışmaların sonucunda, işçilerce buna layık görülenler tarafından kazanılabiliyor. Bu doğrultuda ilerleyebilmek için, sınıfın tüm mücadelelerinde ve sendikal hareketlerinde yer alınmalı ve iş saatleri, ücretler, çalışma koşulları gibi somut talepler uğruna mücadelelere de öncülük edilmelidir. İşçilerin sahip çıkacağı açık ve anlaşılabilir güncel talepler ileri sürmek önemlidir. Ama bu taleplerin hangi tarzda yükseltildiği ve ne tarz bir mücadele ile yaşama geçirilmeye çalışılacağı da bir o kadar önemlidir. Mücadele etmeksizin kalıcı hiçbir şey kazanılamayacağını işçilerin bilincine yerleştirmek, ücretli kölelik düzeninden kurtuluşun temel koşullarından birini oluşturuyor. Sermayenin işçilerin siyasal, sosyal ve ekonomik haklarına saldırısını küresel ölçekte yürüttüğü ve bu küresel saldırıya ancak işçi sınıfının küresel direnişiyle karşı konabileceği çok açık. Komünistler bu nedenle, tüm işçiler arasındaki dayanışma duygusunun gelişmesine çaba harcar ve işçilerde enternasyonal sınıf bilinci uyandırmaya çalışırlar. Bu amaç doğrultusunda çeşitli düzeyde ve türden işçi eğitim, kültür ve dayanışma derneklerinin kurulması büyük yarar taşımaktadır. Yalnız bu noktada önemli bir hususun altını çizelim. Bu tür dernekler sendikalara alternatif değil, işçilerin bilinç, mücadele ve örgütlülük düzeyini yükselte-
Ekim 2006 • sayı: 19
cek ve dolayısıyla sendikal mücadeleyi de daha nitelikli kılacak araçlardır. İşte Marksist tutum, tüm bu konularda son derece ilkeli ve özenli davranmayı ve sendikal birliğin mücadeleci temellerde sağlanmasına çaba sarf etmeyi gerektiriyor.
Bürokrasiye karşı tabandan mücadele Troçki sendikalar üzerine kaleme aldığı bir yazısında, kapitalist devletlerde bürokratizmin en canavarca biçimlerinin sendikalar içinde görüldüğüne değinir. Kapitalizmin Avrupa’da ve özellikle İngiltere’de bekasını, büyük ölçüde sendika bürokrasisine borçlu olduğunu söyler. Sendika bürokrasisi, İngiliz emperyalizminin belkemiğidir. İşçi hareketini sendika bürokrasisi sayesinde mücadeleden geri tutma noktasında İngiltere örneği zamanla genelleşmiş ve bu bürokrasi tüm kapitalist ülkelerde işçi sınıfının baş belâsı olmuştur. Reformist ve oportünist unsurlar, tabanda işçiler arasında kazanılmış sağlam mevzilere dayanmayan ilkesiz seçim ittifaklarıyla sendika üst yönetimlerine tepeden inme arzusuna sahipler. Bu tür tutumların onaylanabilecek hiçbir yanı yoktur. Mücadeleyle kazanılmayan sözde mevziler sendika bürokrasisi belâsını defedemez, olsa olsa ona sol görünümlü yeni unsurlar ekleyebilir. İşçilerin yükselen eylemlerinin burjuva yasal çerçeveye sığmadığı ama kitleler nezdinde meşruiyet kazandığı durumlarda, burjuvazinin imdadına her yerde önce sendika bürokrasisi yetişmektedir. Devrimci işçiler kitleleri ileriye çekmeye çalışırken, sendika bürokrasisi, onları, patronların koyduğu yasalara kayıtsız koşulsuz itaat etmeye zorlar. Bir bürokrat mevki ve makamına, ona ömür boyu ayrıcalıklı bir yaşam sunacak kaynak olarak bakar ve bu kural sendika bürokratı için de geçerlidir. Seçildiği pozisyon sendika bürokratı açısından işçilere hizmet sunması gereken bir görev alanı değil, burjuva düzenle bütünleşmiş bir yaşam fırsatı sunan mevkidir. İşçilerin oyuyla seçilmiş olsalar bile büyük ayrıcalıklara kavuşan ve işçiler tarafından denetlenemeyen sendika yöneticilerinin bürokratlaşması neredeyse kaçınılmaz olmaktadır. Ve böyleleri konumlarını güvenceye almak için sınıfa her türlü ihanete açık hale gelmektedirler. Sendikal mücadelenin gerilemesinde sendika bürokrasisinin rolü ve bürokratların ihanetleri hiçbir zaman hafife alınamaz. Ancak bu bürokrasiye karşı başarılı bir mücadele yürütülebilmesi için, bazı hususlar doğru kavranmalı. İşçi sendikalarını hepten gözden çıkaran ve sendikal mücadeleye gereken önemi vermeyen sol eğilimler, sendika bürokrasisi olgusuna da doğru yaklaşmıyorlar. Sendika bürokrasisine karşı mücadele, gerçekten de bu kavramın içeriği üzerinde özenle durmayı gerektiriyor. Soruna sosyolojik açıdan yaklaştığımızda, çeşitli düzey-
marksist tutum
deki sendika yöneticileri arasında, alt, orta ve üst düzey memurlar arasındaki sınıfsal ayrıma benzer biçimde farklılıklar olduğunu görüyoruz. Sendika işyeri temsilcileri ve tabana yakın duran şube yöneticileriyle, siyasal açıdan burjuva düzenle bütünleşmiş üst bürokratlar arasında ayrım yapmaksızın sendika bürokrasisine karşı başarılı bir mücadele yürütülemez. İşçi sınıfının çıkarları için mücadele etmek isteyen ve tabanın desteğini hak eden işçi temsilcilerini ve şube yöneticilerini militanlaştırmanın koşulları vardır ve bunu yapmak gerekir. Fakat burjuvaziyle bütünleşmiş sendika üst bürokrasisini sözde sola itme adına, onlara “kızıl gömlekler” giydirme eğilimi ise bütünüyle yanlıştır. Sendikal işleyişe bakıldığında, gerçekte iplerin asıl olarak üst yönetimlerin elinde olduğu görülür. Sendika üst bürokrasisi genelde sınıftan tam anlamıyla kopmuş, burjuvalaşmış, mevki ve makam ayrıcalıklarının maddi manevi getirilerine müptela olmuş profesyonel unsurlardan oluşur. Şubeler düzeyinde seçilmiş yöneticiler ise bunlara oranla daha küçük düzeyde “memurlardır” ve tümünün işçilerden kopan yöneticiler olduğunu söylemek doğru olmaz. Pek çoğu görevlerini amatör yöneticiler olarak yerine getirmekte, yaşamlarını delege olarak seçildikleri işyerleri ve fabrikalarda çalışmaya devam ederek sürdürmektedirler. Ancak kuşkusuz, sınıf hareketindeki gerilemenin ve sendikaları esir alan genel yozlaşmanın yalnızca üst bürokrasiyi değil, alt düzeydeki sendika yöneticilerini de etkilediğini asla inkâr edemeyiz. Ne var ki bu tür bir etki aslında sınıfın bütününü pençesine almaktadır ve buna rağmen işçiler bilinçlendikçe mücadeleye atılmak isteyenlerin sayısı artacaktır. Bu tür hususların doğru biçimde değerlendirilmesi, sınıf içinde devrimci çalışma yürütenlerin sendika bürokrasisine karşı mücadelede yol alabilmeleri bakımından önem taşıyor. Sendikal bürokrasiye karşı mücadelede, devrimci çizginin, reformistlerin sendikal alandaki uzlaşmacı tutumlarından tamamen farklı olduğu da son derece önemli bir nokta. Reformizm, her alanda olduğu gibi sendikal mücadele alanında da işini burjuvaziyle işbirliğine dayanan yöntem ve taktiklerle yürütüyor. Bu nedenle reformist sol çevreler, sendikalara, işçi sınıfını daha mücadeleci kılacak hedeflere ulaşılması açısından değil, kendi pozisyonlarını güçlendirme kaygısıyla yaklaşıyorlar. Reformist ve oportünist unsurlar, tabanda işçiler arasında kazanılmış sağlam mevzilere dayanmayan ilkesiz seçim ittifaklarıyla sendika üst yönetimlerine tepeden inme arzusuna sahipler. Bu tür tutumların onaylanabilecek hiçbir yanı yoktur. Mücadeleyle kazanılmayan sözde mevziler sendika bürokrasisi belâsını defedemez, olsa olsa ona sol görünümlü yeni unsurlar ekleyebilir. Kuşkusuz böylesi durumların işçiler üzerinde büsbütün kafa karıştırıcı ve moral bozucu bir etki yaratacağı da asla unutulmamalı. (devam edecek)
www.marksist.com sitesinden alınmıştır
31
Haklı ve Haksız Savaşlar Ayrımı Üzerine Kerem Dağlı
“Savaş kadar kötü bir şey hangi koşullar altında adil, haklı olabilir?” diye soruluyor burjuva gazetelerden birinde ve “adil” bir savaşın, BM ve Cenevre Konvansiyonlarınca belirlenmiş ölçütleri sıralanarak devam ediliyor. Toplam 6 koşul öne sürülmüş: savaşın haklı bir nedene dayanması, meşru bir devlet tarafından yasal prosedürlere uygun biçimde deklare edilmesi, makul bir niyetle savaşa girilmesi, son çözüm olarak görülmesi, başarı olasılığının yüksek olması ve nispi tepkiye dayanması, yani savaşın nedenlerinin amaçlarıyla orantılı olması. Bazı ölçütlerin anlamsızlığı ve gülünçlüğü bir yana, bu koşullara uyan ya da bu koşulları yaratan (yani kılıfı minareye uyduran) bir emperyalist yahut kapitalist güç, bir diğerine saldırmaya, binlerce insanı öldürmeye, şehirleri yakıp yıkmaya hak kazanıyor. Tıpkı ABD emperyalizminin Afganistan ve Irak’ta, av köpeği İsrail’in de Filistin ve Lübnan’da yaptığı gibi. Emperyalistler ve onların ardı sıra giderek yağmadan pay kapmaya çalışan kapitalist sırtlanlar, yürüttükleri paylaşım savaşlarını haklı gösterebilmek için her zaman aynı yola başvururlar. Amaç, savaşın gerçek nedenlerinin gizlenmesi ve olası tepkilerin önüne geçilebilmesidir. Bu yolda her şey mubahtır ve her zaman “haklı” nedenler icat edilir. Hatırlanacak olursa ABD emperyalizmi “uluslararası terörizmi” ve Bin Laden’i bahane göstererek Afganistan’a, kitle imha silahlarını vs. gerekçe göstererek de Irak’a saldırmış, “demokrasi ve özgürlük” götürmek bahanesiyle buraları işgal etmişti. Bugünlerde de nükleer tehlike oluşturduğu gerekçesiyle İran’a, terörü desteklediği gerekçesiyle Suriye’ye ültimatomlar yağdırıyor. Kuşkusuz, bu tür bahaneler ve yalanları kullanan sadece ABD emperyalizmi değildir. Örneğin İsrail’in Lübnan’a saldırısının ardından, Türkiye’nin de BM’nin “barış gücü” çerçevesinde bölgeye asker yollaması gündeme gelince, benzer yalanlar uydurulmaya başlandı.
32
Ekim 2006 • sayı: 19
Masum ve “barışsever” pozlarla bölge ülkeleri arasında mekik dokuyan Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Türkiye’nin “büyük” bir ülke olduğunu ve bu yüzden bulunduğu coğrafyadaki gelişmelere sessiz kalamayacağını söyledi. Lübnan halkına yardım elini uzatmanın bir insanlık görevi olduğunu, kendilerinin asker yollamaktaki amaçlarının bölgedeki ve ülkedeki “barış ve huzur ortamının tesis edilmesi”ne katkıda bulunmak olduğunu beyan etti. Halen süren tartışmaların yarattığı toz bulutuyla işçi ve emekçilerin gözleri perdelenirken, burjuvazinin hükümeti AKP, geçmişteki hataya düşmemeye dikkat ederek, alelacele işini gördü ve meclisten tezkereyi çıkarttı. Halkın gözünü boyamak ve olası tepkilerin önünü kesebilmek için burjuva ideologları ve köşe yazarlarından oluşan çanak yalayıcıları, bu asker gönderme işine çeşitli kılıflar ve gerekçeler uydurmak üzere harekete geçtiler, bölgede emperyal bir güç olmaya çalışan “büyük” Türkiye’nin şanına yaraşır gerekçeler uydurdular. Elbette bir burjuva hükümetin bakanının gerçek niyetlerini ortaya koyarak, asıl gayelerinin Türkiye’nin bölgedeki nüfuzunu arttırmak ve söz sahibi olmasını sağlamak olduğunu, ölen ve yaralanan, yerinden yurdundan olan binlerce Lübnanlının zerre kadar umurlarında olmadığını söylemesi beklenemez. Bu eşyanın tabiatına aykırıdır. Burjuvazinin, kendi çıkarları uğruna çıkardığı savaşları haklı göstermek maksadıyla söylediklerini ve yaptıklarını işçi sınıfının gözünde teşhir edebilmek için, gerçekte hangi savaşların haklı sayılabileceğini ve işçi sınıfı tarafından desteklenebileceğini net bir şekilde ortaya koymalıyız.
Haklı savaş olur mu? Öncelikle hatırlatmamız gereken, komünistlerin savaşa karşı tutumlarının pasifistlerden ve reformistlerden farklı olduğudur. Bu farklılık, savaşların nedenleri ve sonuçları arasındaki bağın kurulması, savaşların nasıl ortadan kalkacağı ve niteliği konusunda ortaya çıkar. Çağımıza damgasını vuran emperyalist savaşlara karşı doğru tutumun takınılması bakımından, ayrım noktalarının vurgulanması ve haklı-haksız savaş ayrımının doğru yapılması zorunludur. Lenin, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşının hemen başlarında, burjuva pasifistler ve anarşistlerle aralarındaki farklılığı belirtmek için şöyle diyordu: Sosyalistler, halklar arasındaki savaşları daima barbarca ve canavarca bulmuşlar ve kötülemişlerdir. Bizim savaşa karşı tutumumuz gene de aslında burjuva pasifistleri ile anarşistlerden farklıdır. Her şeyden önce, biz, bir yanda savaşlar ile öte yanda bir ülke içindeki sınıf savaşımları arasındaki ayrılmaz bağlılığı; sınıflar ortadan kaldırılmadan ve sosyalizm kurulmadan savaşların ortadan kaldırılmasının olanaksızlığını ve iç savaşların, örneğin, ezilen sınıfın ezene, kölenin köle sahiplerine, serflerin toprak beylerine, ücretli işçilerin burjuvaziye karşı verdikleri savaşların haklılığını, ilerici niteliğini ve gerekliliğini tamamen kabul ederiz. Biz marksistler, her savaşın ayrı ayrı, Marx’ın diyalektik materyalizmi görüş
marksist tutum açısından, tarihsel bir incelenmesi yapılması gereğini kabul ederiz. Her savaşta kaçınılmaz bir biçimde olagelen dehşete, zulme, sefalete ve işkenceye karşın, tarihte ilerici nitelikte pek çok savaş vardır; bu savaşlar (örneğin mutlakıyet ya da kölelik gibi) çok kötü ve gerici kurumların yıkılmasına ya da (…) Avrupa’da en barbar despotlukların ortadan kalkmasına yardım ederek, insanlığın gelişmesine hizmet etmişlerdir. Bunun için, bugünkü savaşın da tek başına tarihsel özelliklerini incelemek zorunluluğu vardır.” (Sosyalizm ve Savaş, Sol Y., 5.baskı, s.11-12)
Lenin’in de belirttiği gibi, komünistler her savaşa otomatik olarak karşı çıkmazlar ve onları ayrı ayrı ele alarak değerlendirirler. Haklı savaşları, gerici ve yağmacı niyetlerle yürütülen haksız savaşlarla aynı kefeye koymamak ve doğru tutumu alabilmek gerekir. Neticede işçi sınıfı haklı savaşları desteklerken haksız olanlara da karşı durmak zorundadır. Pasifistlerin ve reformistlerin tutumları ise iki açıdan sakattır. Pasifistlerin yaptığı gibi “her türlü savaşa” karşı olmak işçi sınıfını haklı ve ilerici savaşları yürütmekten ya da desteklemekten alıkoyarak pasif bir konuma iter. Reformistlerin yaptığı gibi burjuvazinin peşine takılıp emperyalist amaçlarla yapılan savaşları “anayurdu savunmak” gibi sosyal-şoven demogojilerle haklı göstermeye çalışmak işçi sınıfına tam bir ihanettir. Sol içerisinde yaygın olan bir yaklaşım, Irak ya da İran gibi bölgesel düzeyde yayılmacı politikalar izleyen “küçük” kapitalist devletlerin ABD gibi “büyük” emperyalistlere karşı kayıtsız-şartsız savunulmasıdır. Oysa “küçük” olan daima haklı olmadığı gibi, “ezilenler” kavramı ile kastedilen de “küçük” de olsa kapitalist devletler değildir. Haklı-haksız savaşlar arasındaki ayrımın yapılmasında kullanılacak ölçütleri, Lenin daha baştan göstermiştir. Ezilen sınıfın ezene, kölenin köle sahiplerine, serflerin toprak beylerine, ücretli işçilerin burjuvaziye karşı yürüttüğü sınıf savaşımları haklı idi. Ulusal kurtuluş mücadeleleri ve örneğin Fransız burjuvazisinin feodalizmi ve onun kalıntılarını yıkmak için verdiği savaşlar, burjuva niteliklerine rağmen ilerici olarak değerlendiriliyordu. Ancak, sosyal-şovenlerin “anayurt savunusu” adı altında yürüttükleri sınıf işbirlikçi politikaya da karşı çıkılıyor ve işçi sınıfının emperyalist savaşlarda silahı önce kendi burjuvazisine doğrultması gerektiği vurgulanıyordu. Yine de, yürüyen her savaşı kendi tarihselliği ve koşulları içinde değerlendirmek gerekir, aksi takdirde soyut birtakım ölçütlerle hareket edildiğinde yanılgıya düşmek kaçınılmazdır. Savaşın niteliğini belirleyebilmek için, öncelikle savaşa yol açan politikanın ortaya konması gerekir: Peki, bir savaşın “özü”nü nasıl tanımlayabilir, nasıl ortaya koyabiliriz? Savaş siyasetin devamıdır. Öyleyse savaş öncesinde güdülen siyaseti, savaşa yol açan, savaşı ortaya çıkaran siyaseti incelememiz gerekir. Bu siyaset emperyalist bir siyasete, yani mali-sermayenin çıkarlarını güven altına almak,
33
marksist tutum sömürgelerle yabancı ülkeleri soymak, ezmek amacını güdüyorsa, o zaman bu siyasetten doğan savaş emperyalisttir. Eğer güdülen siyaset ulusal kurtuluş siyasetiyse, yani ulusa zulmedilmesine karşı olan yığın hareketinin ifadesiyse, o zaman bu siyasetten doğan savaş, ulusal kurtuluş savaşıdır. (Lenin, Emperyalist Ekonomizm, Sol Y., 2.baskı, s.29)
Bu açıdan bakıldığında, ne ABD emperyalizminin, ne onun ileri karakolu durumundaki İsrail’in ve ne de şimdilerde Lübnan’a asker göndermeye hazırlanan Türkiye’nin haklı bir pozisyonda olmadıkları rahatça görülecektir. Yürüyen savaşın emperyalist karakteri çok açıktır. Ancak burjuva politikacılarca bu gerçeğin üstü örtülmekte ve sözümona emperyalizme karşı bir tavra büründüklerinde de “emperyalist” sıfatı sadece ABD’ye yakıştırılmakta, sadece onun emperyalistliğine karşı çıkılmaktadır. Lenin’in bundan 91 yıl önce yaptığı uyarılar bugün halen geçerlidir. Ortadoğu’da tüm hızıyla devam eden emperyalist savaş, başlangıçta özellikle de burjuva ideologları ve Avrupalı reformistler tarafından salt bir “petrol savaşı” veya “enerji kaynaklarının ele geçirilmesi” türünden ifadelerle açıklandı. Böylece kendi devletlerinin de bu savaşta
Ekim 2006 • sayı: 19
çük” olan daima haklı olmadığı gibi, “ezilenler” kavramı ile kastedilen de “küçük” de olsa kapitalist devletler değildir. Lenin’in aşağıdaki sözlerinde ifade bulan yaklaşım bu tür durumlarda da öz olarak geçerlidir: “100 kölesi olan bir köle sahibi, kölelerin daha «adil» bir dağılımı için 200 kölesi olan bir köle sahibine karşı savaşa girişiyor. Açıktır ki, bu durumda, «savunma» savaşı ya da «anayurdun savunulması için» savaş deyimlerinin kullanılması, tarihsel bakımdan yanlış, ve uygulamada, halkın, işin inceliğini aramayan ve bilisiz kimselerin, kurnaz köle sahiplerince aldatılması olur. İşte bugünkü emperyalist burjuvazi, köleliği sağlamlaştırmak ve güçlendirmek için köle sahipleri arasındaki savaşı, «ulusal» ideoloji ve «anayurdun savunulması» gibi sözlerle halka yutturmak istemektedir.” (age, s.13) Kısacası küçüklük yahut büyüklük savaşın haklılığı/ haksızlığı açısından bir kıstas değildir. Üstelik, savaşı “ilk” kimin başlattığı ya da “saldıran” mı yoksa “saldırılan” tarafta mı olunduğu da, komünistler açısından bir ölçüt olamaz. Örneğin yıllardır İsrail işgali altında inleyen Filistinde, Hamas militanlarının İsrail askerlerine saldırması onları haksız çıkarmazdı. Hiçbir emperyalist-kapitalist devlet,
Ortadoğu’da tüm hızıyla devam eden emperyalist savaş, başlangıçta özellikle de burjuva ideologları ve Avrupalı reformistler tarafından salt bir “petrol savaşı” veya “enerji kaynaklarının ele geçirilmesi” türünden ifadelerle açıklandı. Böylece kendi devletlerinin de bu savaşta bir taraf olduğu gerçeğini gizlemeye çalışıyorlar ve asıl olarak da ABD’yi –hatta orada da sadece Bush’u– hedef tahtasına oturtuyorlardı. Sol hareket içinde de oldukça yaygın ve hâkim olan Amerikan karşıtlığı, bu bağlamda Avrupalı emperyalistlerin hiç de karşı çıkacağı bir politika değildir. bir taraf olduğu gerçeğini gizlemeye çalışıyorlar ve asıl olarak da ABD’yi –hatta orada da sadece Bush’u– hedef tahtasına oturtuyorlardı. Sol hareket içinde de oldukça yaygın ve hâkim olan Amerikan karşıtlığı, bu bağlamda Avrupalı emperyalistlerin hiç de karşı çıkacağı bir politika değildir. ABD emperyalizminin, başlattığı ve yürüttüğü savaşı haklı kılmak için uydurduğu tüm gerekçelere rağmen, savaşın öncesinde izlediği politika çok açıktır. En azından geniş bir kamuoyu ABD’nin haksız bir savaş yürüttüğünü düşünmektedir. Ama sıra ABD emperyalizminin haricindeki emperyalist güçlere ve emperyal amaçlı politikalar izleyen kapitalist devletlere geldiğinde, kafa karışıklığı kendini göstermektedir. Sol içerisinde yaygın olan bir yaklaşım, Irak ya da İran gibi bölgesel düzeyde yayılmacı politikalar izleyen “küçük” kapitalist devletlerin ABD gibi “büyük” emperyalistlere karşı kayıtsız-şartsız savunulmasıdır. Oysa “kü-
34
saldırganlığını ve haksızlığını kabul etmez. Ve çoğu durumda da savaşın gerekçesini “barışı, özgürlüğü ve demokrasiyi korumak”, “ulusal güvenlik”, “kendini, anayurdunu savunmak” olarak koyar. Özellikle “anayurt savunusu” kavramı, sıkça kullanılan ve etkili olan bir propaganda silahıdır. Ve bu “savunma” halinin en büyük kanıtı da çoğunlukla, “saldırıya uğrayan” pozisyonunda olmakla açıklanır. Hatırlanacak olursa ABD, 11 Eylül saldırısının ardından (böylece kendini “saldırıya uğrayan” pozisyonuna çekebilmiştir) geliştirdiği “önleyici saldırı stratejisi” çerçevesinde, kendisini “savunmak” için, bundan böyle gerektiğinde ilk saldırıyı kendisinin yapacağını ve bunun artık BM ve “uluslararası topluluk” nezdinde de kabul görmesi gerektiğini savunmuştu. Nüfuz alanlarını paylaşmak üzere birbirleriyle savaşa tutuşan kapitalist ülkeler proletaryası açısından, bu gibi savaşlar
Ekim 2006 • sayı: 19
marksist tutum
ne haklı savaşlardır, ne de savunma savaşları. Böyle bir savaşta ilk saldıranın kim olduğu önem taşımaz. Çünkü, aslında “saldıran” da “saldırıya uğrayan” da emperyalist bir çıkar çatışmasının taraflarıdır ve dolayısıyla bu savaşta proletaryanın “anayurdun savunulması” gibi bir sorunu olamaz. Proletarya, birbirleriyle boy ölçüşmek üzere karşı karşıya gelen kapitalist ülkelerden hangisinin savaştan daha avantajlı çıkacağı temelindeki bir hesaplaşmada taraf değildir. Savaşı yürüten kapitalist ülkeler proleterleri açısından sorun, “kendi” hükümetlerinin yenilgisini istemek ve emperyalist savaşı, burjuva düzene son verecek bir iç savaşa çevirmektir. Savaş koşulları nedeniyle silahlanmış bulunan proleterler, ellerindeki silahları kendi burjuva iktidarlarına yöneltmeyi temel sınıf görevleri olarak kabul etmelidirler. (Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Y., s.68)
Bugün, Irak ve Afganistan başta olmak üzere benzer durumda olan tüm ülkelerdeki işçi ve emekçi sınıfların yapması gereken de aynıdır. Bu yüzden, örneğin Irak işçi sınıfı açısından söz konusu olan da şovenist politikalarla burjuva iktidarı savunmak değil, hem işgalci Amerikan ordusuna hem de Irak burjuvazisine karşı savaşmaktır. Dolayısıyla işgal altında olma durumu, işçi sınıfının önündeki devrim görevini ortadan kaldırmaz veya “askıya” almaz. Her halükârda işçi sınıfı için elzem olan hâlâ, iktidarın devrimci yoldan alınmasıdır. O ancak bu bilince sahip olursa, işgal altındaki kitlelerin sahip olduğu yoğun öfkeyi ve enerjiyi doğru biçimde ve yönde kanalize ederek, sadece ulusal değil toplumsal bir kurtuluş için mücadeleye çekebilir.
Bugün, işgal altındaki Irak halklarının ABD başta olmak üzere yabancı işgal kuvvetlerine karşı yürüttüğü savaşın haklılığı nasıl gün gibi ortada ise, benzer şekilde Kürt halkının ve Filistin halkının verdiği ulusal kurtuluş savaşları da sonuna kadar haklıdır. Ezilen bir ulusun, kendisini ezen ulusa karşı, bağımsızlığını elde etmek için verdiği savaşlar her zaman haklı savaşlardır. “Her türlü savaşa ve şiddete karşıyız” diyerek, ezilen ulusun boyunduruktan kurtulmak için verdiği savaşı desteklememek, ezen ulus burjuvazisinin milliyetçi-şoven politikalarının peşine takılmakla eş anlamlıdır.
Burjuvazinin de işçi sınıfının da kendine göre bir haklı savaş tanımı vardır. Savaşlar politikanın devamı ve politika da sınıf çıkarlarının bir ifadesi olduğuna göre, her sınıfın kendi çıkarlarına uygun ölçütler geliştirmesi doğaldır. Doğal olmayan, işçi sınıfının burjuvazinin ölçütlerini doğru kabul etmesi ve ona ikna olmasıdır.
İşçi sınıfına düşen görev Bir başka emperyalist-kapitalist devlet tarafından işgale uğramış veya toprakları ilhak edilmiş bir ülkenin proletaryası açısından asıl sorun, neyin, nasıl, kime karşı ve hangi temelde savunulacağıdır. Bu gözden kaçırıldığı takdirde işçi sınıfı, vatan topraklarını savunmak uğruna, aslında kendi ülkesindeki burjuva iktidarını savunur duruma düşebilir. Bir işgal durumu söz konusu olduğunda doğru tutum işçi sınıfının işgalcilere karşı kendi sınıf iktidarını kurma perspektifiyle bağımsız devrimci mücadelesini yürütmesidir. Kimileri bunun mümkün olamayacağını söylese de, işçi sınıfı Paris Komünü örneği ile bunu bilfiil gerçekleştirerek, reformistlere ve sosyal-şovenistlere gereken cevabı vermiştir. Yine Çağlı’ya dönersek: Dünya işçi sınıfının devrimci mücadele tarihine “iktidarın fethi” kapsamında bir ön deneyim olarak geçen Paris Komünü, bu konuda da bir ön örnek oluşturmaktadır. Marx’ın deyimiyle “göğü fethe çıkan komünarlar”, Paris’i Prusya ordusunun işgaline karşı savunurlarken, burjuva Versailles hükümetinin hizmetine koşmadılar. Tersine, onlar silah elde işgali püskürtürlerken, bizzat kendi iktidarlarını da yaratmış oldular. Paris proletaryası siyasal deneyim açısından henüz çok gençti. Emekçi kitlelerin desteğini henüz kazanmamıştı, yalnızdı. Ne yapması gerektiği konusunda bilgisizdi, çeşitli yanılgıları oldu ve sonunda yenildi. Fakat her şeye rağmen, yine de işgalci bir ordunun saldırısı karşısında silahlanmış proletaryanın, dış istilâcıların üzerine yürürken pekâlâ içteki sınıf düşmanının da egemenliğine son verebileceğinin bir örneğini gösterdi. (age, s.70)
Sonuçta burjuvazinin de işçi sınıfının da kendine göre bir haklı savaş tanımı vardır. Savaşlar politikanın devamı ve politika da sınıf çıkarlarının bir ifadesi olduğuna göre, her sınıfın kendi çıkarlarına uygun ölçütler geliştirmesi doğaldır. Doğal olmayan, işçi sınıfının burjuvazinin ölçütlerini doğru kabul etmesi ve ona ikna olmasıdır. Uluslararası bir emperyalist örgüt olan BM’nin getirdiği ölçütler, burjuvazinin olaya nasıl baktığını da gösteriyor. Orman kanunlarından kopya edilmiş uluslararası burjuva hukukuna göre güçlü olan daima haklıdır. İsrail’in Lübnan’a saldırısı karşısında, meşhur “uluslararası topluluğun” takındığı tavır, bunun açık kanıtıdır. İsrail’i kınamayı bile beceremeyen BM’nin toplantılarından çıkan tek karar, İsrail’i daha orantılı güç kullanmaya, yani Lübnan’a ve Hizbullah’a karşı daha adil olmaya çağırmaktı. Oysa savaş, adı üstünde, sözün bitip silahların devreye girmesiyle başlar. Ve silahlar konuştuğunda insanlar ölür. Bu, savaşın en doğal sonucudur. Hiç kimse kaybetmek için savaşa girmez, amaç kazanmak yani düşmanını yenmektir. Marksistler, pek çok başka konuda olduğu gibi savaşlara da, aslında burjuva ikiyüzlülüğünün bir ifadesinden başka bir şey olmayan “adil savaş” gibi kavramların çerçevesinden bakmazlar. Konuyu bu mecraya çekmek, kelime oyunlarıyla ve demagojiyle kitleleri kandırmak isteyen burjuva siyasetçilerin işidir. Savaşın adil olanı yoktur, ama haklı olanı vardır; tıpkı ezilenlerin ve sömürülenlerin, kendilerini ezenlere ve sömürenlere karşı yürüttüğü sınıf savaşımları gibi.
35
Ankara’da 12 Eylül Mitingi
12
Eylül faşist darbesinin üzerinden 26 yıl geçti. 10 Eylül Pazar günü saat 11’de Ankara garının önünde toplandık. Katledilen devrimcilerin, sosyalistlerin, komünistlerin, Kürt yurtseverlerinin resimleri elimizde, sloganlar atarak, marşlar söyleyerek yürüdük. Ankara Radyosunun önüne geldik; 26 yıl önce darbe bildirisinin okunduğu yer. Darbecileri kınıyor, “Hesap soracağız, dökülen kanlar yerde kalmayacak” diyordu konuşmacı. Yunanistan’da, Şili’de bile generallerin yargılandığı, cuntacılardan hesap sorulduğu belirtilerek, “Katil cunta hesap verecek”, “Darbecilerden hesap sorulacak” sloganları atıldı. Sıhhiye meydanına doğru yürüyüşe geçtik. Slogan atmadan yürüdük, TUS sınavları dolayısıyla sınavda olan doktorlarımızın dikkatini dağıtmamak için. Meydanda yine sloganlar atıldı, ellerimizdeki dövizleri daha yukarı kaldırdık. Marşlar söyledik, konuşmaları dinledik. “Faşizmi ancak işçiler ezer”, “Faşizme karşı sınıf cephesi”, “Birleşen işçiler yenilmezler” sloganlarımızla sınıf hareketinin, sınıf mücadelesinin önemini belirttik. Geçen sene, ondan önceki sene, daha önceki sene aynı biçimleriyle, aynı söylemlerle 78’liler Vakfının, katılan örgütlerin temsilcilerinin konuşmalarıyla sürdü miting. Bir terslik var diye düşündüm. Her yıl hesap soracağız deniyor. Kimden ve nasıl sorulacağı ise generallerimizle sınırlı. Yürüyüş yapmakta değil, miting yapmakta değil, taleplerde, amaçlarda bir terslik var. Miting kürsüsünden, Şili’de bile cuntacılardan hesap soruldu, yargılandılar diyenler yanılıyorlar. Şili’de faşist diktatörlüğü getirenler, Pinochetlere iktidarı verenler yine egemenliklerini sürdürüyorlar. Şili’de kapitalizm egemenliğini sürdürüyor. Evet Şili işçi sınıfı, Şili emekçi halkı faşist generalleri sanık sandalyesine oturttu. Ancak, faşist generallerin yenileri her zaman görev bekliyorlar egemen sermayedarlardan. Cuntacılardan, generallerden hesap soracağız diyenler, TÜSİAD’ı, MESS’i, TİSK’i, egemen sınıfı görmezden geliyorlar. Kitleleri pasifizme, reformizme sürükleyerek, sınıf mücadelesinin üstünü örtüyorlar. “12 Eylül faşizminin hesabı mutlaka sorulmalı. 12 Eylül faşizminin simgesi haline gelmiş generaller birer birer sanık sandalyesine oturtulmalı. İşçi sınıfı ve devrimci hareket, gecikmiş hesabını faiziyle birlikte ödetmek üzere, geniş kitleleri seferber edecek bir mücadeleyi yükseltmeli. Sınıf düşmanından faşizm gibi bir karşı-devrimci saldırının hesabını sormamak, devrimci bir işçi sınıfına yakış-
36
maz. Yapılan kötülükleri unutmak sınıf mücadelesinin şanına uygun değildir. Ama bu hesap nasıl ve kimden sorulacak?” (Elif Çağlı, 12 Eylül Faşizminin Hesabı Sorulmalı, Marksist Tutum, 6. sayı) Sınıfsal kinimizle, sınıf mücadelesine olan inancımızla haykırdık, “Faşizmi ancak işçiler ezer”, “İşçiler birleşin iktidara yerleşin” sloganlarımızla. Sorunun sadece cuntacıların yargılanması olmadığını, kapitalizmin, sermayenin egemenliğinin ortadan kaldırılması olduğunu haykırdık. Hesabın sorulacağı adresi de, kimlerin soracağını da belirttik. Elif Çağlı’nın belirttiği gibi, “İşçi sınıfı, 12 Eylül faşizmine isim babalığı yapan generalleri istirahata çekildikleri rahat köşelerinden çıkartıp boyunlarına suçlu yaftasını mutlaka asmalıdır. Ama asla bununla yetinilemez. Bu haklı sorgulamanın son tahlilde burjuvazinin işine yarayacak bir deşarj aracı olmasına izin verilemez. Hesabını gerçek anlamda sormaya ant içen bir işçi sınıfı, öncelikle sanık sandalyesine oturttuğu suçlulardan hareketle, mücadelesini sermaye düzenini sorgulamaya yöneltmeksizin hesap defterini kapatamaz.” Sınıf savaşını görmezlikten gelen, kapitalist düzen içerisinde çözümler arayan reformist anlayışların geldiği nokta miting alanında çok açıktı. 68’liler, 78’liler gözyaşlarını tutamadılar, katledilen insanlarımızı anarken. Ama geriye kalan tek şeyleri gözyaşlarıydı. 12 Eylül mitingleri deşarj olma, ağlaşma kürsüleri olmaktan çıkarılmalı, sermaye düzenini sorgulayan, karşı-devrime, faşizme karşı sınıf savaşını öne çıkaran mücadele anlayışı alanlarda yerini almalıdır. Geçmişin hesabını soracağız diyerek geçmişte kalanlara İlkay Meriç’le cevap verelim: “Faşizm Almanya’yla tarihin tozlu sayfalarına gömülmüş bir karabasan değildir. 33 yıl önce Şili’de, 26 yıl önce Türkiye’de yaşananlar, Nazi rejimi tarihe gömüldükten sonra yaşanan faşizm deneyimlerinden sadece ikisidir ve hiç de istisna değildir. Tıpkı dünya ülkelerinin pek çoğunun kapısını gayet canlı bir tehdit olarak bugün de çaldığı gibi. Dolayısıyla gerek Türkiye işçi sınıfının gerekse dünyadaki diğer sınıf kardeşlerinin insanlığın başına gelebilecek en büyük belâlardan biri olan bu tehlikeye karşı uyanık olması, ona karşı şimdiden kararlı bir mücadele yürütebilmesi, geçmişin hesabını sorabilmesi gerekiyor. (İlkay Meriç, 11 Eylül’den 12 Eylül’e, Marksist Tutum, 18. sayı) Faşizme karşı sınıf cephesi! Ankara’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
marksist tutum
Sınıf Belleği
Çin Devrimi Üzerine Oktay Baran
1
Ekim 1949’da Çin Halk Cumhuriyeti’nin ilan edilmesiyle zafere kavuşan Çin devrimi ve onun doğrudan ve dolaylı sonuçları bugün hâlâ sol hareketin değişik kesimleri arasında süren bir tartışmanın konusu olmaya devam ediyor. 1949 devrimini doğru değerlendirmek için biraz gerilere uzanıp, daha az bilinen ve hiç üzerinde durulmayan 1925-27 Çin devriminin yenilgisinin nedenlerini anlamak gerekiyor.
1925-27 Çin devriminin yenilgisi I. Dünya Savaşının sonlarına doğru yükselmeye başlayan dünya devrimi dalgası Ekim Devrimiyle bir zirve noktasına ulaşmış, ardından Avrupa’nın birçok ülkesini sarsarak devam etmiş, ancak muhtelif ülkelerdeki yenilgiler ya da gerilemelerle birlikte 1921 yılında geri çekilmeye başlamıştı. İlerleyen yıllarda peşpeşe gelen yenilgilerde Stalinist bürokrasinin gelişen devrimci durumlara olumsuz müdahalesinin belirleyici rolü vardır. Bu duruma örnek teşkil eden olaylardan biri de, 1925-27 Çin devriminin Stalinizmin açık ihaneti nedeniyle aldığı ağır yenilgidir. 1925-27 Çin devriminin yenilgisi, Asya’daki ve diğer geri ülkelerdeki devrim süreçleri açısından özellikle önemli sonuçlara yol açmıştır. Stalinizmin ihaneti olmasaydı 1925-27 Çin devriminin başarıya ulaşma şansı vardı. O dönemde SSCB ile birlikte Çin’de de gerçek bir işçi devletinin ortaya çıkmasının muazzam bir etkisi olurdu. Unutmamak gerekir ki, o dönemde Ekim Devriminin manevi üstünlüğü ve dünya proletaryası nezdindeki saygınlığı son derece büyük idi. Komünist Partiler henüz yoz-
laşmamış, işçi sınıfının en devrimci kesimlerini kendi bünyelerinde toplamıştı. Ve hepsinden öte Komünist Enternasyonal henüz Stalinist bürokrasinin basit bir aracı haline gelmemişti. 1925-27 Çin devriminin yenilgisinin taşıdığı önem yalnızca ulusal değil daha da önemlisi uluslararası bir kapsama sahiptir. Bu devrim bozguna sürüklenmeseydi doğabilecek devrimci olasılıkları kabaca tahmin etmek bile Stalinist egemenliğin nelere mal olduğunu anlamamıza yeter. Her şeyden önce I. Dünya Savaşından yorgun ve bitik durumda çıkmış olan İngiliz emperyalizmi, böylelikle toparlanma fırsatı bulamaz ve Çin’de aldığı yenilginin de etkisiyle hızla toplumsal bir altüst oluşa sürüklenebilirdi. Çin’in hemen ardından Hindistan’daki ulusal bağımsızlık mücadelesi de, bu ülkede zaten belli bir gücü olan Hint komünistlerinin hegemonyası altında şekillenebilir ve böylece daha 1930’ların başlarında Asya’nın neredeyse tamamı kapitalist dünyadan kopabilirdi. Böylesi bir kopuş daha o dönemde sömürge imparatorluklarının çöküşü anlamına gelirdi ki, bu durum, zaten zayıf düşmüş ve üstelik 1920’lerin sonlarında ve 1930’ların başlarında bir kez daha derin bir iktisadi krizin içine sürüklenmiş emperyalist kapitalist ülkelerde çok daha güçlü bir şekilde proleter devrimlerin gündeme gelmesine yol açabilirdi. Böylelikle Avrupa’da faşizmin önü kesilebilir, henüz bir dünya gücü olarak ortaya çıkmamış olan ABD’de işçi hareke-
tinin 1930’larda alacağı yenilgi önlenebilir ve tüm bunların sonucu olarak II. Dünya Savaşı hiç yaşanmayabilirdi. Tek kelimeyle 20. yüzyılın tarihi bambaşka bir şekilde yazılmış olurdu.
ÇKP köylü partisine dönüşüyor 1925-27 Çin devrimi yenildi ama Çin’deki devrimci hareket sona ermedi. Ne var ki, 1927’nin son aylarında ve 1928’in başlarında alınan büyük yenilgi ve bozgunlardan sonra, Çin işçi sınıfı bir daha devrimci proleter temellerde ayağa kalkamadı. Proleter öncü bu yenilgi sürecinde, Çin milli burjuvazisinin partisi Kuomintang’ın gerçekleştirdiği büyük katliamla birlikte biçildi, böylece partinin kentlerdeki ana gövdesi bütünüyle yok oldu. Proleter sınıf temelini yitirmiş olan Çin Komünist Partisi bu kez Mao’nun önderliğinde köylü kitlelerine yaslanmaya ve silahlı bir köylü ordusuna dönüşmeye başladı. Kapitalizme karşı sosyalizm mücadelesi belirsiz bir geleceğe ertelenirken, Stalinist ideolojinin tüm argümanları Çin’in köylü denizine adapte edilerek daha da “yetkinleştirildi”. Stalinizmin tüm resmi KP’lere aşıladığı aşamalı devrim anlayışı ve “milli demokratik devrim” teorisi Mao’nun temel kılavuzu oldu. Milli ve demokratik bir devrimi esas alan Mao, bunu silahlı köylü kitlelerine dayalı bir “halk savaşı” stratejisiyle hayata geçirmeye girişti. Buna göre, gerçek düşman yerlisiyle ya-
1925-27 Çin devriminin yenilgisi, Asya’daki ve diğer geri ülkelerdeki devrim süreçleri açısından özellikle önemli sonuçlara yol açmıştır. Stalinizmin ihaneti olmasaydı 1925-27 Çin devriminin başarıya ulaşma şansı vardı. O dönemde SSCB ile birlikte Çin’de de gerçek bir işçi devletinin ortaya çıkmasının muazzam bir etkisi olurdu.
37
marksist tutum
Sınıf Belleği Proleter sınıf temelini yitirmiş olan Çin Komünist Partisi bu kez Mao’nun önderliğinde köylü kitlelerine yaslanmaya ve silahlı bir köylü ordusuna dönüşmeye başladı. Kapitalizme karşı sosyalizm mücadelesi belirsiz bir geleceğe ertelenirken, Stalinist ideolojinin tüm argümanları Çin’in köylü denizine adapte edilerek daha da “yetkinleştirildi”. bancısıyla burjuvazi ve kapitalizm değil, sömürgeciliğe indirgenmiş soyut bir emperyalizm ve onun yerli işbirlikçileri idi. “İşbirlikçi olmayan ulusal burjuvazi”, işçiler, köylüler ve küçük-burjuva aydınlar hep birlikte “yeni demokrasi”yi inşa edecek bir “milli” ve “yeni” demokratik devrim gerçekleştireceklerdi. Elbette ki bu ittifakın başını Mao’nun ÇKP’si çekecekti! Mao’nun milli demokratik devrim “stratejisi” gerçekte burjuva demokratik devrim perspektifinden başka bir şey değildi. Bu genel çizgi, ÇKP’nin 1949’da iktidarı ele geçirmesine ve hatta bu devrimden birkaç yıl sonrasına kadar değişmeksizin kaldı. Bu genel stratejik çizgi temelde şu noktalardan oluşuyordu: Çin’in ulusal birliğinin sağlanması ve ulusal bağımsızlığının kazanılması; “feodal beylere” ve onların büyük toprak mülkiyetine karşı bir toprak reformu; işçi sınıfının durumunun düzeltilmesine dönük toplumsal reformlar; Japon işgalcilerine karşı anavatan Çin’in savunulması. 1945’e kadar, tüm bu burjuva görevlerin, burjuva Çan Kay-şek hükümetinin de dahil olacağı bir Halk Cephesi formülüyle gerçekleştirileceği varsayılıyordu. Mao’nun bu “yeni demokrasi”si gerçekte küçük-burjuvazinin demokratik cumhuriyet perspektifinden bir adım öteye geçmiyordu. 1927 yenilgisinden kimi dersler çıkaran Mao önderliği, Stalinist Komintern’in tüm dayatmalarına karşın, askeri birliklerini Çan Kay-şek’in genel kurmayına tâbi kılmadı. Çan Kay-şek’e güvensizliğini sürekli koruyan Mao, ÇKP ordusunu Çan Kay-şek birliklerine karşı teyakkuz durumunda tuttu. Bu arada Çan Kay-şek’e karşı herhangi bir girişimde bulunmayacağına dair sözler vererek Moskova’nın desteğini kaybetmemeye de özen göstermişti! Çünkü bu dönemde Moskova, burjuva Çan Kayşek’in partisini destekliyordu.
38
Ulusal ve uluslararası çeşitli güç odakları arasında oportünistçe manevralar yapan Mao ve ekibinin izlediği “demokratik devrim” çizgisinin ağırlık merkezi, günün koşullarına göre bir başlıktan öbürüne kayıp durdu. Japon işgalcilerine karşı girişilen gerilla savaşı kimi dönemlerde son derece alevlenirken kimi dönemlerde geri çekildi. Çan Kay-şek hükümetiyle ilişkiler de benzer gelgitleri gösterdi. Bu arada bir köylü ordusu açısından en önemli maddelerden biri olan toprak reformu programı kimi zaman son derece keskinleştirilirken, kimi zaman da “ulusal birlik” ve toprak sahiplerini ürkütmeme adına toprak kiralarının “makul” bir düzeye çekilmesi noktasına indirgendi.
Parti-Devlet-Ordu kaynaşması: bürokrasinin iktidar provası Mao’nun ÇKP’si açısından 1938’den 1947’ye dek sürecek olan “Yenan dönemi” gelecekteki bürokratik iktidarın provası olmuştu. Bu dönem içerisinde Japonlara karşı yürütülen gerilla mücadelesi kısmen ikincil bir önem arz etti. 1938’de Japonların ülkenin kıyılarını bütünüyle işgal etmesiyle, kıyılardan ülkenin içlerine doğru bir göç başlamış, birçok sanayi tesisi yüzlerce mil içeride yeniden kurulmuş, okulların çoğu ya ülkenin iç bölgelerinde ÇKP denetiminde yeniden öğrenime başlamış ya da kapanmıştı. Japonlara karşı yükselen milliyetçi duygular nedeniyle ÇKP etkisi altına giren aydın ve öğrenci kesimler, yani kentlerin küçük-burjuva entelijensiyası, bu okullarda eğitim alarak ÇKP’nin kadroları haline geliyorlardı. 1945’e kadar yaklaşık 100.000 kadro bu okullarda yetiştirildi ve bunlar ileriki yıllarda bürokratik iktidarın belke-
miğini oluşturdu. Bu nokta, daha merkezi iktidar ele geçirilmeden, ÇKP’nin yerel iktidar organları yaratarak belli bir bürokratik yapıyı örgütlemesi ve dahası bu yapıyı devrimle birlikte pekiştirerek yaygınlaştırması açısından oldukça önemlidir. Sovyet bürokrasisinden esinlenmiş ve bir anlamda da eski Asyatikdespotik devlet yapısı geleneğini yansıtan bir aygıtın temel iskeleti zaten bu dönemde oluşturulmuş oluyordu. Yenan bölgesinde geçirilen yıllar ÇKP için bir toparlanma süresiydi. Uzun Yürüyüşü takip eden yıllarda 40.000 civarında olan üye sayısı, 1938’de 200.000’e, 1940 sonunda ise 800.000’e yükselmişti. 1942’den itibaren Mao’nun görüşüne karşı çıkanlar partiden uzaklaştırılmaya başlandı. Parti içindeki “temizlik” en ufak muhalefet belirtisinin dahi yok edilmesi ile birlikte sona erdi. Üye sayısı 1942’de 763.447’ye, sonra da 736.191’e düştü. Üyelerin üçte ikisi köy kökenli, %15’i de aydın ve küçükburjuvaydı. ÇKP’nin etkili olduğu Yenan bölgesinde toplumsal hayatı düzenleyiş tarzı, 1949 devrimi sonrasında yaptıklarıyla büyük ölçüde paralellik göstermektedir. Elinde tuttuğu bölgelerde, emekçi kitlelerin sovyet tipi örgütlere dayanan doğrudan iktidarı yerine kendi parti ve ordusunun iktidarını kuran ÇKP böylece merkezi iktidarın provasını yapmış oluyordu. 1945’e gelindiğinde “kızıl” üslerin sayısı 19’a, burada yaşayan nüfus ise 100 milyona ulaşmıştı. Bu dönemde ÇKP, Çin topraklarının %10’unu elinde tutuyordu. Yenan’ın, bu kurtarılmış bölgeler arasında kurulan iletişimin merkezi ve ÇKP mücadelesinin başkenti haline geldiği bu dönemde, Maoizm bir
marksist tutum
Sınıf Belleği yol olarak ortaya konulmuş ve bununla birlikte bir Mao kültü de yaratılmaya başlanmıştı. Aynı dönemde Çan Kay-şek’in birlikleriyle tekrar çatışmalar yaşanmaya başlanmıştı. II. Dünya Savaşından yenik çıkmasının ardından Çin’den çekilen Japonların geride bıraktıkları silahları, cephaneleri, sanayi işletmelerini ve kentleri ele geçirmek üzere ÇKP ile Çan Kay-şek’in Kuomintang hükümeti arasında süren rekabet hızla bir iç savaşa dönüştü. 1946 yazında resmen başlayan iç savaşta önce geri çekilmek zorunda kalan ÇKP, bir yıl sonra toparlanarak karşı saldırıya geçti. Kuomintang parçalandı, kimi generalleri ve üst düzey bürokratlar ÇKP’ye katıldılar. Çürümüş ve yozlaşmış Kuomintang’a karşı çıkan burjuva partiler de ÇKP’yi belli ölçülerde destekliyorlardı. Ocak 1949’da Pekin’e giren ÇKP’nin Halk Ordusu, baharda Nanking ve Şanghay’ı, sonbaharda ise Kanton’u aldı. Ve böylece ÇKPnin otoritesi tüm Çin’e yayılmış oldu. Çan Kay-şek, Çin’in hazinelerini taşıyan binlerce sandık ve avenesi ile Formoza’ya (bugünkü Tayvan) sığındı.
Bürokratik diktatörlüğün gelişimi Kuomintang’dan geriye kalan ve devrimci Kuomintang olarak adlandırılan parti de dahil olmak üzere, tüm burjuva partilerden gelen delegelerle ÇKPden gelen delegeleri içeren 1576 temsilci, Halk Siyasal Danışma Konseyi adıyla 21 Eylül ile 1 Ekim arasında toplandı. Ve 1 Ekimde Çin Halk Cumhuriyeti’nin (ÇHC) kurulduğu ilan edildi. Ortak bir program, geçici bir anayasa, bayrak, milli marş, takvim kabul edilmiş ve başkent olarak da Pekin seçilmişti. Bir hükümet oluşturuldu ve hükümet konseyinin başkanlığına Mao getirildi. Seçilen altı başkan yardımcısı ise şunlardı: burjuva partiler cephesi konumundaki Demokrasi Birliği’nin başkanı, Halk Kurtuluş Ordusu başkomutanı, Mançurya hükümet başkanı, devrimci Kuomintang Komitesi başkanı, bir ÇKP politbüro üyesi ve bayan Sun Yat-sen (Kuoamintang’ın kurucusu ve
1911 devrimiyle kurulan burjuva cumhuriyetin ilk cumhurbaşkanı olan Sun Yat-sen’in eşi). Diğer parti ve bireyler ÇKP’nin hükümetteki ağırlığını kabullenmişlerdi. Böylelikle, 1925-27 Çin devrimini felâkete sürükleyen “dört sınıf bloğu” anlayışı, Mao’nun teori katına yükselttiği şekliyle ve Çan Kay-şek kliğinin tasfiyesi gibi küçük bir revizyonla hayata geçirilmiş oldu. Bir küçük-burjuva demokratik cumhuriyet olarak şekillenen bu yeni devlet aygıtının esas bileşenini, daha Yenan günlerinde biçimlenen, Mao’nun bürokratik ÇKP’si ve onun tarafından örgütlenen halk ordusunun askeri kadroları
Japonya’ya çöreklenen ABD ile komşusu SSCB arasına sıkışan Çin Halk Cumhuriyeti, ABD ile SSCB ittifakının bozulup resmen Soğuk Savaş döneminin başlamasıyla bu ikisi arasında bir tercih yapmak zorunda kaldı. Bir tarafta ÇKP’nin ezeli düşmanı olan Çan Kay-şek’in müttefiki ABD duruyordu. Diğer tarafta ise hem tarihsel kökleri itibarıyla ve hem de resmi politik bağlarla ilişki içerisinde olduğu ve kendisine çok somut bir ulusal kalkınma stratejisi ve bu stratejiyi hayata geçirmek üzere maddi yardım sunacak olan SSCB. Stalin ile Mao arasında daha önce varolan tüm anlaşmazlıklar, Çin’in
Mao her ne kadar ÇKP’nin mutlak denetiminde ve devlet kapitalizmi biçimi altında çok uzun yıllara yayılacak bir kapitalist gelişme öngörüyor olsa da, her şeyden önce uluslararası koşulların doğrudan basıncı altında, Çin Halk Cumhuriyeti farklı bir yöne doğru evrilmeye başlayacaktı. II. Dünya Savaşı sonrasında büyük bir askeri varlıkla Japonya’ya çöreklenen ABD ile komşusu SSCB arasına sıkışan Çin Halk Cumhuriyeti, ABD ile SSCB ittifakının bozulup resmen Soğuk Savaş döneminin başlamasıyla bu ikisi arasında bir tercih yapmak zorunda kaldı. oluşturuyordu. İdeolojik eğitimini Stalinizm okulunda alan Mao, Yeni Demokrasi’yi az gelişmiş ülkelerdeki devrim modeli olarak geliştirmekle, küçükburjuva milliyetçiliğine teorik bir çerçeve hazırlamış oluyordu. Bu küçük-burjuva milliyetçi demokrasiye (yani devlete) göre, ekonomik alanda altyapı, bankacılık, dış ticaret ve bazı kilit sektörler devlete ait olmalıydı. Ancak başlangıçta kapitalist mülkiyet kaldırılmayacak tersine teşvik edilecekti. Toprağın köylülere dağıtılarak “eşitliğin” sağlanması planlanıyordu. Mao’nun, bu oldukça mütevazı programı, son tahlilde, Çin’in modern bir ülke olarak dünyada yerini almasını talep eden, modernleşmeci ve ulusal kalkınmacı bir programdan başka bir şey değildi aslında. Mao her ne kadar ÇKP’nin mutlak denetiminde ve devlet kapitalizmi biçimi altında çok uzun yıllara yayılacak bir kapitalist gelişme öngörüyor olsa da, her şeyden önce uluslararası koşulların doğrudan basıncı altında, Çin Halk Cumhuriyeti farklı bir yöne doğru evrilmeye başlayacaktı. II. Dünya Savaşı sonrasında büyük bir askeri varlıkla
dahil olarak ABD ile karşı karşıya geldiği Kore Savaşının (1950-53) sıcaklığı içerisinde ve Soğuk Savaş’ın basıncı altında çözülerek, Çin’in SSCB ile ittifakını doğurdu. Bu durum Çin burjuvazisinin güvensizliği ve tedirginliğini arttırıp, ÇKP ile kurulan koalisyondan giderek uzaklaşmasına yol açtı. 1951’de başlayan kampanyalarla siyasal temizliklere girişiliyor ve toplumsal yaşamın her alanı devletin denetimine alınıyordu. 1952’de toprak reformunun ilk adımının tamamlanması, siyasal temizliklerin gerçekleştirilmesi ve buna bağlı olarak burjuvaziye karşı örtük saldırıların yoğunlaşması ve en sonu planlı ekonomiye geçilmesi ile birlikte 1956’ya kadar sürecek olan bir “anti-kapitalist” dalga gelişti. Yaşanan süreç 1928’de Sovyet bürokrasisinin yaşadığı süreçle paralellikler arzeder. SSCB’de de siyasal iktidarı ve bu iktidar aracılığıyla devlet sektörünü elinde tutan bürokrasi, NEP burjuvazisiyle kaçınılmaz bir hesaplaşma içerisine girmişti. Ya NEP burjuvazisinin giderek daha da gelişmesine ve dolayısıyla eninde sonunda siyasal iktidar üzerinde hak talep
39
marksist tutum
Sınıf Belleği etmesine göz yumulacaktı, ya da özel sektör tümüyle yok edilerek bürokrasinin siyasal iktidarı garanti altına alınacaktı. Sovyet bürokrasisi ikinci yola girmişti. Çin bürokrasisi de aynı şekilde davrandı. Ekonomide özel mülkiyete karşı saldırıya geçilmesiyle birlikte burjuvazinin bir bölümü ülkeden kaçarken, diğer bir bölümü, idareci, müdür olarak çalışmaya razı gelecek ve böylece yönetici bürokrasinin arasına katılacaktı. Burjuvazinin bazı unsurlarına ise sermayeleri oranında belli bir kâr payı ya da faiz geliri şeklinde bir gelir bağlandı. Böylece, özel mülkiyet devletleştirilmiş oluyordu, ama asıl önemlisi, burjuvazinin ÇKP ile uzlaşan kesimlerinin ayrıcalıkları korunmuş oluyor ve bunlar iktidarı elinde tutan egemen bürokrasiye entegre bir katman haline geliyordu. Hemen hatırlatmak gerekir ki, işçi sınıfı ne bu devletleştirmelerde aktif bir rol aldı, ne de devletleştirilen işletmelerin yönetiminde işçilere şu ya da bu şekilde bir söz ve karar hakkı tanındı! Benzer bir süreç kırda da yaşanmıştır. Yeni Demokrasi’nin başlangıçta amacı, kırda kapitalist mülkiyeti geliştirerek, ulusal kalkınma için gerekli sermaye birikimini tarım kesiminden sağlamaktı. Fakat devrim sonrasında topraklar küçük köylülere dağıtıldığı ve dolayısıyla toprak küçük birimlere bölündüğü için
beklenen verimlilik ve sermaye birikimi elde edilememişti. Bu durumda, tıpkı Stalin’in Rusya’da yaptığı gibi kırsal kesimde zorunlu bir kolektifleştirmeye girişildi. 1955-56 yıllarıyla birlikte, üst kooperatifler gündeme geldi. Bunlar alt kooperatiflerin birleşmesi ile oluşan ve 100-300 haneyi içeren kooperatiflerdi. 1956 sonunda köylü ailelerinin yüzde 88’i bu büyük kooperatifler içinde örgütlenmişlerdi. Nihayet 1958’de toprakların tamamı “köylü komünleri” ha-
Başlangıçta küçük bir silahlı ordunun, uzun yıllara yayılan bir gerilla savaşıyla güçlenerek siyasal iktidarı fethetmesi ve ardından toprağın, sanayinin, ulaşımın, bankacılık ve dış ticaretin devletleştirilerek sözde sosyalist bir toplum inşa etmesi, tüm dünyada yankı bulmakla kalmadı, muazzam bir kafa karışıklığına da yol açtı. Sosyalizm kavramıyla birlikte Marksizmin işçi devleti ve proleter devrim anlayışı da iyiden iyiye iğdiş edildi. linde yeniden örgütlendi. Ama orada da komünlerin yönetiminde emekçilerin herhangi bir söz ve karar hakkı bulunmuyordu. Böylelikle Çin’de de SSCB’deki gibi, devlet mülkiyetine ve planlı ekonomiye dayansa da, işçi devleti ile ilişkisi olmayan bir bürokratik-despotik diktatörlük şekillenmiş oldu. Bu bürokratik diktatörlük, sosyalizme, ilerleyen yıllarda sosyal-emperyalist ve revizyonist olarak adlandıracağı SSCB’den bir adım bile daha yakın değildi!
Çin devriminin yarattığı yanılsamalar ve kafa karışıklığı Başlangıçta küçük bir silahlı ordunun, uzun yıllara yayılan bir gerilla savaşıyla güçlenerek siyasal iktidarı fethetmesi ve ardından toprağın, sanayinin, ulaşımın, bankacılık ve dış ticaretin devletleştirilerek sözde sosyalist bir toplum inşa etmesi, tüm dünyada yankı bulmakla kalmadı, muazzam bir kafa karışıklığına da yol açtı. Sosyalizm kavramıyla birlikte Marksizmin işçi devleti ve proleter devrim anlayışı da iyiden iyiye iğdiş edildi. II. Dünya Savaşından sonra Afrika, Asya ve Latin Amerika’da yükselen ulu-
40
sal kurtuluş hareketleri, Mao’nun izlediği köylülüğe dayalı gerilla mücadelesi perspektifini bir çözüm yolu olarak algılamaya başladılar. Sömürgecilere ve emperyalist devletlere duydukları öfkeyle harekete geçmek isteyen küçük-burjuva radikaller, gerek kendi küçük-burjuva doğaları nedeniyle gerekse de bu geri ülkelerin çoğunda işçi sınıfını denetim altına almış SSCB çizgisindeki resmi Komünist Partilerin izledikleri işbirlikçi ve uzlaşmacı çizgiye duydukları tepki ne-
deniyle, Mao’nun köylü devrimi perspektifini kolayca benimsediler. Hiç kuşkusuz ki, tüm bu küçük-burjuva önderliklerin mantalitesinde, sosyalizm, kendilerinin bir seçkinler sınıfı olarak yukarıdan aşağıya kuracakları ulusal kalkınmacı bir sanayileşme, “Batılılaşma” ve modernleşme yolu idi. Toplumun karşısına onu yabancıların ve “işbirlikçilerinin” egemenliği ve sömürüsünden kurtarmış birer Mesih olarak dikilmenin manevi saygınlığından duydukları haz ve ele geçirdikleri siyasal iktidar aygıtının kendilerine sağladığı maddi ayrıcalıklar, kabarık maaşlar ve refah da, kuşkusuz bu ulusal kalkınmacı küçük-burjuva “sosyalizm”inin kaçınılmaz bir getirisiydi! Üstelik bu sözde sosyalizm yolu, SSCB ve/veya Çin gibi ülkelerin doğrudan maddi desteğini de garanti altına alıyordu! Böylelikle, Stalinist bürokrasinin ürettiği ve Mao’nun köylü kitlelerine dayanarak da gerçekleştirilebileceğini “kanıtladığı” bir ulusal-kalkınmacı ve “milliyetçi sosyalizm” anlayışı, küçük-burjuva milliyetçiliğinin düsturu haline gelerek Marksizm-Leninizm olarak yutturulmaya başlandı. Bununla yakından bağlantılı bir başka çarpık kavrayış da işçi sınıfı devrimciliğini benimsediği iddiasındaki akımlarda baş gösterdi. Özellikle Troçkist hareket, Çin devrimini ve bu devrimin
marksist tutum
Sınıf Belleği
doğurduğu teorik-programatik sorunları Marksist bir temelde çözümleyememenin basıncı altında 1953’ten itibaren darmadağın oldu. Yugoslav ve Çin devrimlerinin sonucunda SSCB benzeri yapıların ortaya çıkması, küçük-burjuvazinin devrimci rolünün sınırları, Stalinist bürokrasinin karşı-devrimci doğası, sürekli devrim teorisinin temel argüman-
yerde, Troçki’nin SSCB konusundaki analizleri dondurularak, gerçeklik skolastik bir teori şablonuna uydurulmaya çalışıldı. Bir alamet-i farika haline getirilmiş olan devlet mülkiyeti, planlı ekonomi ve dış ticaret tekelinin olduğu tüm rejimler birer işçi devleti olarak kutsandı, övüldü ve kerhen ya da açıkça desteklendi. Proletaryanın belirleyici bir rolünün olmadığı bu devrimler birer proleter devrim olarak sunuldu, dahası, devlet mülkiyeti ve planlı ekonomiyi program edinmiş herhangi bir önderliğin bile proleter devrim gerçekleştirebileceği savunulmaya başlandı. Tüm bu saçmalıklar, sayısız sekter tartışmayı ve kaçınılmaz olarak bölünmeyi de beraberinde getirdi. Ancak yine de Troçkizmin çeşitli mezhepleri bugüne kadar temel programatik ve teorik sorunlarda kapsamlı bir sorgulamadan şeytandan kaçar gibi uzak durdular. SSCBnin çöküşünün üzerinden geçen onca yıla rağmen, daha düne kadar onu dev-
Stalinist SSCB’nin bir kutbunu oluşturduğu iki kutuplu Soğuk Savaş dönemi boyunca kendilerini kızıla boyayan gerilla hareketleri, artık “Marksizm-Leninizm”i bir yük olarak görüyor ve hızla bu yükten kurtuluyorlar. Bürokratik despotik bir rejim altında işçi sınıfının en acımasız sömürüye tâbi tutulması temelinde iktisadi atılım yapan sözde sosyalist ülkeler, kapitalist dünya pazarının basıncı altında ekonomik olarak iflas ederek çöküp gittiler. Bu çöküşle birlikte tek ülkede sosyalizmin zafer kazanabileceği düşüncesinin gerici ütopik doğası da pratikte kanıtlanmış oldu. ları, işçi devletinin temel normları gibi çok önemli teorik-programatik sorunları bir kez daha gündeme getirmişti. Ne var ki, Troçki’nin gözleri önünde şekillenen bürokratik diktatörlüğü anlamak ve analiz etmek için geliştirdiği ve dinamik bir içerikle doldurduğu kavramları tam bir ölü formüller yığını haline getiren Dördüncü Enternasyonal önderliği, kendi yarattığı bu saçmalığın kurbanı oluverdi. Varolan gerçeklik esaslı bir Marksist sorgulamaya tâbi tutulacağı
let mülkiyetinin sahip olduğu ağırlığı hesaba katarak “kapitalist restorasyon sürecinde ilerleyen” bir rejim olarak değerlendirenleri bulmak mümkündü. Bıraktık SSCB’yi, Troçkist çevrelerin çoğu, 1978’den itibaren girdiği kapitalist restorasyon sürecini çoktan tamamlamış ve bugün emperyalist bir güç olma yolunda son adımlarını atan Çin’i bile yine devlet mülkiyeti kıstası üzerinden hâlâ “kapitalist restorasyon sürecinde ilerleyen bir işçi devleti” olarak görme-
ye devam ediyorlar! Ama mızrak çuvala sığmıyor. Stalinist SSCB’nin bir kutbunu oluşturduğu iki kutuplu Soğuk Savaş dönemi boyunca kendilerini kızıla boyayan gerilla hareketleri, artık “Marksizm-Leninizm”i bir yük olarak görüyor ve hızla bu yükten kurtuluyorlar. Bürokratik despotik bir rejim altında işçi sınıfının en acımasız sömürüye tâbi tutulması temelinde iktisadi atılım yapan sözde sosyalist ülkeler, kapitalist dünya pazarının basıncı altında ekonomik olarak iflas ederek çöküp gittiler. Bu çöküşle birlikte tek ülkede sosyalizmin zafer kazanabileceği düşüncesinin gerici ütopik doğası da pratikte kanıtlanmış oldu. Ulusal-kalkınmacı ve milliyetçi bir sosyalizm anlayışının son kalesi olarak kimilerinin göklere çıkardığı Küba’nın kaderi de, açık konuşalım, Fidel Castro’nun manevi otoritesine ve dolayısıyla onun sağlığına pamuk ipliğiyle bağlı durumda. Çin ise, sözde komünistlerin despotik iktidarı altında, kapitalist restorasyon sürecini dört nala tamamlayıp emperyalistleşme sürecinde hızla yol alıyor. Onu SSCB benzeri bir çöküşten kurtaran tek şey de, bu restorasyon sürecini devletin baskıcı ve despotik karakterinden asla taviz vermeden, çok önceleri başlatmış olmasıdır. Ama bu durum, onu da altından kalkılmaz çelişkilerle yüklü kılıyor ve hızla büyük bir toplumsal altüst oluşa doğru sürüklüyor. Küçük-burjuva sosyalizmi, Marksizm tarafından teorik olarak çürütülmekle kalmamış, onun bir yanılsama olduğu 20. yüzyıl tarihi tarafından pratikte de kanıtlanmıştır. İnsanlığın gelecek umutları dünya devriminde ve proleter sosyalizminde yatmaktadır. Bu sosyalizmin 20. yüzyılın küçük-burjuva, köylücü, bürokratik sosyalizm sahtekârlıklarıyla hiçbir ilişkisinin olmadığı son derece açıktır. Proleter sosyalizmin yolunu, muazzam işçi kitlelerin seferberliğine, öz örgütlülüğüne ve doğrudan demokrasisine dayanan dünya çapında muzaffer olmuş bir işçi devleti döşeyecektir. Gelecek işçi sınıfınındır ve onun kurtuluşu da kendi eseri olacaktır, yeter ki inatla 1917 Ekiminin yolu takip edilsin.
41
Ekim 2006 • sayı: 19
marksist tutum
Aç Kalmak “Hiç aç kalmak nedir bilir misiniz?” diye sormuştu bir arkadaşım. Nazi kamplarında ya da yoksul Afrika ülkelerinde olduğu gibi aylarca, yıllarca yiyecek ve içecekten mahrum kalmanın, bir daha ne zaman yemek yiyeceğini bilememenin ne demek olduğunu bilmiyorum, ama aç kalmak nedir biliyorum. Evde yiyecek adına hiçbir şeyin kalmadığı, tek bir şeker parçasının, bir gram unun, yağın, bir parça soğanın, bir küçük patatesin bile bulunmadığı birçok günleri biliyorum. Yalnızca onların konduğu yerde, selede, rafta bir parça toz veya toprağın kaldığını hatırlıyorum. Bakkalın borç vermediğini, komşuda verecek borç para olmadığını, akrabaların uğramadıklarını ve evlerine gittiğimizde sofrada en sıradan yiyeceklerin bile ayaklı yer sofrasının altına saklandığını hatırlıyorum. Birkaç hafta bayatlamış, yeşile dönmüş, kurumuş sonra yenmek için ıslatılmış ekmeğin nasıl olduğunu bilir misiniz? Ne kadar ağır bir kokusunun olduğunu, o ekmeği yedikten sonra nasıl koktuğunuzu, evinizin nasıl koktuğunu? Ama o ekmeği yerken haz duyulabileceğini de biliyor musunuz? Yaşama içgüdüsü, yenmeyecek olanı bile yedirtir. “Onurunuz” çalmanızı engellemiştir şimdilik, henüz çalacak kadar çaresiz değilsinizdir, çünkü çöplükteki ekmek vardır. Karıştırılacak bir çöplük vardır neyse ki! Ama bir kere o ekmeği yedikten sonra hayatla ilgili tüm değer yargılarınızı sorgularsınız. Tüm insanlığınız ayaklar altına alınmış, tüm onurunuz çiğnenmiştir. Bir daha asla “ben en iyi şeylere layığım” diyemezsiniz. Zavallı bir böcekten bir farkınız olmadığını anlamışsınızdır. Akrabaların, komşuların yalnız bırakması, “aç mısın, tok musun?” diye sormaması, nasıl yapayalnız olduğunuzu, nasıl bir yabancılaşma ile karşı karşıya olduğunuzu çırılçıplak gösterir size. Nasıl unutur insan küflenmiş ekmeğin tadını? Bazen bayatlamış ekmek yerken bir an taze ekmek yeme isteği duyarım, ama nedense beynim unuttuğum anılarımı hatırlatır ve o burnumun direğini kıran küflü ekmek kokusunu hatırlarım ve yediğim ekmeğin her lokmasını hazla tüketirim. Annemin utancı… Yemek vakti geldiğinde o bayatlamış ekmekle birlikte pişirilen kırıntı yiyecekler fakir soframıza utançla dizilir ve kapı sıkı sıkı kilitlenirdi. Çünkü böyle bir durumda gelen misafir tanrı misafiri değildir, artık sizin sefaletinize şahit olacak birileridir. Sonra o ekmeğin kokusu siner üzerinize, evinize… “Tuhaf bir koku var sende, nedir?” diye sorar samimi olanlar, diğerleri uzaklaşırlar senden. Tuhaf bir kokusu vardır açların, işte
42
o sefaletin kokusudur. Ve insan sefalete düştüğünde kapitalizmin en acı gerçekleriyle tanışır. Gerçek dostluklar çıkar ortaya, akrabalık ilişkilerinin ne kadar zorunlu ve sahte ilişkiler olduğunu görür. Herkes eğer paran varsa, sofran şenlikliyse yanı başındadır ancak. Mahallede askeri çöplüğe giden komşular… Önceleri onlarla dalga geçilmesi, ama bir gün onlarla birlikte gidildiğinde yaşanan utanç. Uzakta durulup, hem çöplüğün nasıl bir bolluğun izlerini taşıdığını seyretmek ve bizler açlıktan ölürken birilerinin nasıl böyle bir bolluk içinde yaşadığına anlam verememek; hem de insanların nasıl utanma duygularını bir kenara atıp çöpün içine daldıklarını düşünmek… İnsan nasıl utanma duygusunu kaybedebilir? Onlardan biri olmaktan korkmak, utanma duygusunu kaybetmekten korkmak... Her hafta birkaç büyük askeri çöp arabası mahallemizin yukarısına çöplerini boşaltırdı. Kokusu mahalleye kadar gelirdi. Çöp arabasının geliş saatini bilenler o saatte orda hazır olurlardı. Çöpte çürümüş yiyeceklerin müthiş ağır bir kokusu vardı, bu koku bayatlamış ekmeğe de sinerdi. O bayatlamış ekmeklerden torba torba eve taşınır, dışarıdaki ahırda saklanan bu ekmekler beş on gün boyunca yenirdi. Komşular sorduğunda hayvanlar için aldığımız söylenirdi ve böyle söylememiz annem tarafından sıkıca tembih edilmişti. Zaten biz de doğruyu söylemeye fena halde utanırdık. Birbirimizden utandığımızı, annemin “bugünler geçer” deyişini, daha beter günler yaşanmış olduğunu anlatmasını, insanların açlıktan kırıldığı, suya, ekmeğe muhtaç kaldığı günleri anlatarak ayakta durmamızı sağlamaya çalıştığı günleri hatırlıyorum. Bugün hâlâ o günleri unutmadığımı bilse çok üzülür elbette. Ama boşuna üzül-
Ekim 2006 • sayı: 19
marksist tutum
mesin, bizi aç bırakanlara öfkemi biliyorum, geçmişe acımıyorum artık. Mücadele etmek için insanın acıyı yaşaması şart değil, ama mücadele edilmesi gerektiğinin bilincine varmayanların yaşadıkları acılardan sadece utanç duyduklarını çok iyi biliyorum. Eskiden bunları hatırladığımda utanca boğulurdum ve sanki bir suç işlemiş gibi kimseye anlatamazdım. “Kimse duymasın”, “kimse böyle bir utanç yaşamamıştır” derdim. Oysa yaşadıklarım hiç de korkunç şeyler değildi milyonlarca insanın yaşadıklarının yanında. O sırada da tüm bunları bir kader olarak görmüyordum, ama ne yapılması gerektiğini de bilmiyordum. Bir gün diyordum “bunların hepsini unutacağım ve hiçbir zaman hatırlamayacağım, bunlar benim için geçmişte kalacak”. Ama ben başkalarının, benden başka milyonlarca insanın bunu yaşadığını bildiğim sürece bütün bunları unutamam. Bugün bunları hatırlamak acı vermiyor, kendi yaşadıklarıma değil insanlığın yaşadıklarına öfkeleniyorum. Ve bunu bize yaşatanlara karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiğini biliyorum. Sanırım en büyük acı, yaşadığım o çaresizliği ve sefaleti hatırlamak, ama bunları başkalarının yaşamaması için hiçbir şey yapmamak olurdu. Aç olmanın ne demek olduğunu biliyorum, ama bir Afrikalıyı düşündüğümde onun açlığını anlayamayacağımı da biliyorum. Onun için çöpteki ekmek bile yok. Kıtlık yaşayanlar ekmeği çok kutsarlar ve her şeyi kilit altında tutarlar. Ben yıllarca hiçbir şeyi atamadım. Nerdeyse bozulmuş yiyecekleri bile atmaya elim varmadı. Peki tokluk nedir? Karnımızın tıka basa doyması mıdır? Karnımızın patatesle, makarnayla, ekmekle, en ucuz, en kalitesiz, en yararsız bakliyatlarla, otlarla doyması mıdır? Peki ya hiçbir şey bulamayacak kadar aç olmayanlar karınlarını doyuracak bir şeyler bulabildikleri için şükrederken, dünyanın en güzel nimetleriyle, ağızlarını şapırdata şapırtada, her lezzetten bir parça alarak, günde yüzlerce çeşit gıdayla karnını doyuranlara ne demeli? Gerçek tokluk budur, zenginliğin içinde her lezzeti tadabilmektir. Bizler böyle bir tokluğun ne olduğunu bugün hayal bile edemiyoruz. Dünya üzerinde yarattığımız, topladığımız, işlediğimiz, burjuvaların sofralarına hazırladığımız nimetlerin büyük bir kısmını tanımıyoruz, tadamıyoruz. Çoğumuz kimleri doyurmak için çalıştığımızı düşünmeden yaşıyor. Bu düzen beyler düzeni, bu düzeni yıkmak gerek. İnsan olmaktan çıkmamak için, insanlığı yok eden düzeni yok etmek gerek. Belleklerimizde acının izlerini yok etmek bugün mümkün değil, geçmiş karabasan gibi girer yaşantımıza ve bizi geçmişteki zayıflıklarımıza çeker mücadele etmezsek. İnsanlığın açlığı değil tokluğu, sefaleti değil bolluğu, saklamayı değil paylaşmayı öğreneceği günler için, bizleri her zaman daha azına ve daha kötü koşullara şükrettirmeye çalışan sömürücüler sınıfına karşı mücadele etmekten başka yolumuz yok!
Merhaba Marksist Tutum okurları. Ben size bu mektubu Gebze’den yazıyorum. Bilirsiniz Gebze sanayinin en yoğun olduğu yerlerden biri. Dolayısıyla her gün on binlerce işçi solur buranın kirli havasını. Ben de metal sektöründe çalışan binlerce işçiden biriyim. Hem de her gün 12 saat çalışan, aylarca hafta tatili bile kullandırılmadan üstelik. Patronların işleri yoğun çünkü, gece gündüz demeden çalışılıp yetiştirilmesi gereken bir sürü işleri var. Bizler daha çok çalışmalıyız, onlar daha çok kazanmalılar. Kâr edemezlerse ne olur? İşyerlerini bir kapatırlarsa aç kalırız hepimiz. Hem bak fazla mesai ücretimizi de ödüyorlar, bedava mı çalışıyoruz sanki! Zaten ben de çalışmak istiyorum. Arabanın borçları var. Hem daha ev için çektiğim kredi için iki yıl daha bankaya aylık beş yüz milyon ödemem var. Zaten daha genciz, şimdi çalışıp para biriktirmezsek daha sonra hiç yapamayız. Ben sözleşmede zam filan da istemiyorum, şu fazla mesailer devam etsin yeter. İşte kardeşler daha neler neler. Bunlar gibi birçok şey söyleyebiliriz. Her gün yanı başımızda çalışan birçok işçi böyle şeyler söyleyip durur. Üç beş yıl önce, “yahu sen neden sevmiyorsun fazla mesaiyi, bak gençsin bunun kıymetini bil, musluk akarken küpünü doldurmaya bakacaksın” demişti biri bana. O gün bir mitinge katılmak için türlü bahanelerle yırtmıştım fazla mesaiden. Ama en son yukarıdaki sözleri söylediğinde, “sen otur burada küpünü doldurmaya bak, ben çeşmenin değil suyun başını tutmanın peşindeyim” demiştim. Evet kardeşler, dünyanın bütün zenginliklerini biz işçiler yaratıyoruz. Ama bu kahrolası, yıkılası kapitalist sistem varlığını sürdürdükçe, burjuvalar suyun başını tutacak, biz ise dibi delik testilerle, damlayan, kimi zaman akmayan muslukların başında nafile bekleyip duracağız. Kardeşler; bilmeliyiz ki kapitalizm yıkılmadıkça insanların bolluk ve refah içinde yaşadığı, barış ve kardeşliğin hüküm sürdüğü, sömürünün olmadığı bir dünya mümkün değil. Böyle bir dünya ancak, elleriyle bu dünyanın hamurunu yoğuranların, zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayanların nasırlı ellerinin eseri olabilir. Kardeşler, iyi bakın ellerinize, orda insanlık tarihinin bütün geçmişini göreceksiniz. Ama sadece geçmiş değil gelecek de ellerimizde. Yarın çok geç kardeşler. Bugün yarının kavgası için en uygun zaman. Sınıfımızın saflarını daha da sıklaştırmalı. Daha bir inançla sarılmalı bayrağına kavganın. Kaybedecek zamanımız yok. İnsanlığın kurtuluşuna giden yol bellidir kardeşler. Bu kavgada yolumuzu aydınlatacak fener Marksizmin o sönmeyen ateşidir. Bir an evvel bedenlerimizde bu ateşi tutuşturmalı. Dergimiz Marksist Tutum’u daha çok işçi kardeşimizle tanıştırmalıyız. Haydi bugün bir adım daha. Hepinizi bedenimde yanan Marksizmin sönmeyen ateşiyle kucaklıyorum. Unutmayın yarın çok geç kardeşler.
İstanbul’dan MT okuru bir öğretmen
Gebze’den Marksist Tutum okuru bir metal işçisi
Yarın Çok Geç Kardeşler
43
marksist tutum
Ekim 2006 • sayı: 19
Tersanede Cinayet Uzayan çalışma saatleri, ara vermeksizin çalıştırılan makineler, hızlandırılan teknoloji, vardiyalar, alınmayan güvenlik önlemleri, daha fazla kâr, her gün iş cinayetlerine zemin hazırlıyor. İşverenler kârları için yaşarken bizlerin de onların kârları için ölmemizi istiyorlar. Bir işçinin hayatı onlar için hiçbir anlam taşımıyor. Onlar biz ürettiğimiz için sefahat sürüyorlar, bizse onlara ürettiğimiz zenginliğin kırıntılarından bile faydalanamıyoruz ve hatta canımızdan da oluyoruz. Birçok sektörde iş kazaları yüzünden yaşamımızdan olmamak ya da meslek hastalığına yakalanmamak mümkün değil. Ve bu kazalar dünyanın her yerinde yaşanıyor. Geçen yıl Çin’deki maden kazalarında binlerce işçi öldü. Tekstil sektöründeki fabrikada çıkan yangın yüzünden Bangladeş’te tekstil işçileri yanarak can verdiler. Türkiye’de de bir tekstil fabrikasında aralarında hamile bir kadının da olduğu işçiler yanarak hayatlarını kaybettiler. Metal sektörü her gün ölümlü iş kazalarına gebe. Türkiye’de özellikle tersane sektörü iş cinayetlerinin yoğun yaşandığı bir sektör. Hatta kazalar işçilere öylesine kanıksatılmış ki örneğin kaynak yaparken işçinin gözüne çapak kaçması iş kazası olmaktan çıkıp işin doğallığı haline gelmiş. Daha büyük kazalar, işçileri bir iki gün silkeleyip ayağa kaldırsa da olayın sıcaklığının geçmesiyle her şey rutine dönüyor. Örgütlenmediğimiz sürece yaşanan her kaza, bir parçamızı götürmeye devam edecek. Yine böyle bir kaza geçtiğimiz günlerde Dearsan Tersanesinde yaşandı. Gaz biriken bir bölümde işçilerin kaynak yapması istenmiş. Üstelik bu işyerinde gaz ölçüm cihazı da varken işçileri bile bile ölüme göndermenin adı iş kazası oluyor. Hepimiz biliriz, gaz olan bir yerde güvenlik tedbiri alınmadan ateş çakılmaz. Alana giren işçiler kaynağı yapmaya başladıkları anda patlama olmuş ve iki sanayi tüpü daha patladığında da ortalık savaş yerini aratmayacak bir hale gelmiş. Görenlerin anlattıklarına göre 7 işçi ağır derecede yandıkları için yüzleri tanınmayacak hale gelmiş. Yine olayın hemen ardından iskelede çalışan bir işçi dengesini kaybedip düşmüş. Bunların üst üste gelmesiyle birlikte anlık öfkeyle işçiler bir araya gelip tepkilerini yüksek sesle dile getirmeye başlamışlar. Can güvenliğimizi istiyoruz diye slogan atan işçiler iş bırakıp olayı protesto ederek olay yerine gelen polisle de çatışıp taşeron firmanın müteahhidini dövmüşler. Ertesi gün Limter-İş sendikası bir basın açıklaması yapmak istedi. Polis sendikacılardan önce fabrikanın kapısını tut-
44
muştu. İşçilerin can güvenliğini düşünmeyen burjuvazi kendi güvenliği için bütün güçleri seferber ediyordu. Sendikanın eğitim uzmanı ve diğer sendikalı işçiler “İş Cinayetlerine Son! Can Güvenliğimizi İstiyoruz!” yazılı pankartlar açtılar. Sendika, işçilerin bir önceki gün var olan tepkilerini devam ettirmeleri ve işçi kardeşlerine sahip çıkmaları için onları işbaşı yapmamaya çağırdı. Sermayenin uşaklığını yapan polis ise toplanan işçilere “iş başı yapın, ekmeğinizden olmayın, her iş yerinde iş kazası oluyor, bunun başka yolu yok, elbette ki risk alacaksın” diyerek işçilere baskı uygulamaya, işverenlerin ideolojisini pompalamaya başladı. Sendikacıların kendisine itiraz etmesinin ardından polis, “bu devlette kanun var nizam var, biz devletin polisiyiz” diyerek sendikacılara ve etraftaki işçilere saldırarak, gerçek yüzünü gösterdi. Polis devletin, devlet de sermayenin devletidir. Ve elbette ki savunacakları taraf işçiler değil, işverenler olacaktır. Sendikacıların ve birkaç işçinin gözaltına alınmasıyla birlikte etraf süt liman olmuştu. Ancak dışarıda kalan birkaç işçi o gün işbaşı yapmadı, ama bu elbette cılız bir tepki olarak kaldı. Ne işçiler seslerini duyurdu, ne de üretim durdu. Kazanın ardından yapılan incelemede %90 işçiler suçlu bulundu. Sözümona, hiç kimse onlara gidin kaynak yapın dememiş, işçiler kendiliğinden gidip kaynak yapmışlar. İskeleden düşen işçi de aslında emniyet kemeri varken takmamış. Oysa iskelede kemer yokmuş ve kazadan sonra iskeleye kemer takılmış. İşverenler her şeyin kılıfını ne de güzel buluyorlar. İş cinayetlerini çoğu zaman işçinin hatası olarak gösteriyorlar. Ya da işçilerin aileleriyle görüşüp üç kuruşa olayın kapanmasını, ailelerin de susmasını sağlıyorlar. Bir tarafta her gün ölüm korkusunu yaşatıp diğer tarafta da hayatlarımıza parayla değer biçiyorlar. İşsiz kalmak demek hepimiz için aç kalmak demektir. Burjuvazi, yaşadığımız bu korku sayesinde hayatımızdaki insanlık dışı olan hiçbir şeye ses çıkarmamamızı ve bir süre sonra da bunları kanıksamamızı sağlıyor, bunları hayatın sıradanlığı, doğallığı haline getiriyor. Dearsan Tersanesinde meydana gelen olayda, sendikacılar “arkadaşlarınıza sahip çıkın, yarın tüm bunlar sizin de başını-
Ekim 2006 • sayı: 19
marksist tutum
za gelebilir” derken, polisin “her yerde kaza oluyor, takdiri ilahidir, işbaşı yapın ki işsiz kalmayın, kaçış yok” diye konuşma yapması, işçilerin birçoğunu işbaşı yapıp yapmamak konusunda kararsız bıraktı. Polisin saldırısıyla da işçiler işbaşı yapmaya ikna edildiler. Oysa olayın öncesinde uzun vadeli, sabırlı, sistemli yürüyen bir çalışma ve bir örgütlülük yaratılmış olsaydı, işçiler sistemin sözcülerini değil kendi sözcülerini dinliyor olacaklardı. Ve işsiz kalmamak adına tepkisiz kalmayacaklardı. Burjuvazi hayatın her alanında propagandasını o kadar kuvvetli yapıyor ki, örgütlülüğün olmadığı her yerde bizleri
un ufak ediyor. Oysa ancak örgütlü işçiler olduğumuz sürece yaşamımıza ve emeğimize sahip çıkabiliriz. İş cinayetlerinin kader olmadığını görebiliriz. Onların karşısında taleplerimizi haykırmadığımız, kulağımızın, yüreğimizin, dilimizin pasını açmadığımız sürece sömürü de, iş cinayetleri de var olmaya devam edecek. Sağlam bir örgütlülük yaratılmadığı sürece işverenlerin çarkları dönmeyi sürdürecek. Bizlere düşen görev, böylesi bir örgütlülüğü yaratmak doğrultusunda adımlar atmaktır. Kartal’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
Linç Kültürü Gün geçmiyor ki, televizyonlarda veya gazetelerde yeni bir “linç” vakasının haberiyle karşılaşmayalım. Geçtiğimiz ay da, 30 Ağustos nedeniyle yapılan tören sırasında İstanbul Üniversitesinden biri bayan dört öğrenci Türkiye’nin İsrail’e asker göndermesini protesto etmek amacıyla pankart açmak istemişler ve fakat milliyetçilik duyguları kabarmış olan halkın linç tehdidiyle karşı karşıya kalmışlardı. Öğrenciler polis tarafından yaka paça tutulup gözaltına alınırken, İstanbul Emniyet Müdürü azgın güruhun tepkisini överek onları ödüllendirdi. “Halkın” öğrencileri linçe kalkışmasını İstanbul Emniyet Müdürü şöyle değerlendirdi: “Bu tipteki kişilere tepki var. Vatandaş pankartı açtırmamış. Vatandaşımız gerekli tepkiyi gösterdi. Güzel bir tepki vatandaşımızın tepkisi”. Daha sonra ise pişkin bir şekilde sözlerinin yanlış anlaşıldığını belirterek şu zorlama açıklamayı yaptı: “Bir emniyet müdürü olarak linç girişimine ben de karşıyım. Linç girişimini alkışlamamız mümkün değildir. Güzel olmuş şeklindeki sözlerim, kurtuluş mücadelesinin kazanıldığı günün kutlamasının yapıldığı bir tören sırasında yapılmak istenen eyleme halkın gösterdiği tepkiyedir.” Oysaki yaptığı bu açıklamayla “hata”sını düzeltmek isteyen emniyet müdürü, esasında dönüp dolaşıp halkın tepkisinden duyduğu kıvançtan bahsediyor. Emniyet sözcüsü ise “Önemli olan polisin tutumuydu. Polis vatandaşların elinden eylemcileri almıştır” diyerek polisin olay karşısındaki tutumunu övdü. Gerçekte polisin tutumunun ne olduğunu bir de olay sonrasında gözaltına alınan ve vücudunda darp izleri görülen öğrencilerden duyalım: “Görevli polisler bizi tekme tokat durdurmaya çalıştı. Pankartı topladıktan sonra bizleri kalabalığın arasına doğru ittiler. Bunlar vatan hainidir, PKK’lidir diyerek halkı galeyana getirdiler. Bu noktadan
sonra vatandaşlar da bize saldırdı.” Polislerin kendilerini gözaltına aldıktan sonra otobüsün içinde dövmeye devam ettiklerini ve götürdükleri yerde de yere yatırarak dövdüklerini belirten öğrenciler, polisten ve aynı zamanda halkın tepkisini güzel bulan Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’tan şikâyetçi olduklarını söylediler. Linçe yapılan bu övgü salt bir emniyet müdürünün patavatsızlığıyla alakalı bir şey değildir. Bu olay linçin polis tarafından meşru görüldüğünün bir itirafıdır. Tören sırasında eylemcileri linçe kalkışanların düzen yanlısı bir tavır sergilediklerini ve polisin de bu düzenin bekçisi olduğunu göz önünde bulundurduğumuz zaman, aslında emniyet müdürünün linç girişimini övmesinin olağanüstü bir tarafı olmadığını anlarız. Bu tür olaylarda provokatörlerin kışkırtmasıyla linçi gerçekleştiren “halk” zaten polisin gözaltına alacağı kişilere saldırarak polisin işini kolaylaştırmış oluyor. Polis ise provokatörlere ve linççilere hemen her zaman göz yumuyor. Hatta çoğu zaman bu tür linç olayları, bu örnekte de olduğu gibi bizzat polisin provokasyonu sonucu meydana geliyor. Pompalanan milliyetçilikle ve devlet tarafından önünün açılmasıyla bir linç kültürü yaratıldığı, sık sık gerçekleşen linç olayları ile kendini gösteriyor. Egemen güçler ellerindeki araçlarla kitlelere her gün ulaşıp şoven bir milliyetçiliğin propagandasını yapma fırsatı buluyorlar. Bu durum karşısında bizlerin hiç usanmadan bu sistemi teşhir etmemiz ve milliyetçiliğin bu berbat sistemi ayakta tutmaya yarayan bir burjuva ideolojisi olduğunu anlatmamız gerekiyor. Unutmayalım, burjuvazinin olağanüstü dönemlerde başvurduğu faşizm, bu tür milliyetçi-şoven azgınlıklar üzerinden yükselir. Marksist Tutum okuru bir öğrenci
45
Okurlarımızdan Mücadele mi etmeli yoksa şükür mü etmeli? Bu akşam maaşımı aldım, tamı tamına 380 YTL. Bir ay boyunca sabahtan akşama kadar sattığım işgücümün karşılığı olan para bu ve benim gibi yüz binlerce, hatta belki de daha fazla genç işçi aynı durumda. Genç işçiler diyorum, asgari ücrete işgücünü satan ve sınıf atlama hayali taşıyan yüz binlerce genç işçiden bahsediyorum. Nasıl bir geleceğin bizi beklediğini biliyor muyuz? Yok dostum, yok genç dostlarım! Korkunç bir geleceğin bizi beklediğini bilmiyoruz, öğrenmek için de çabamız yok, hani zamanımız olmadığındadır belki de, hep öyle deriz ya. Nasıl kanabiliriz burjuvaların beynimize yerleştirdiği sınıf atlama hayallerine? Nasıl inanabiliriz buna söyleyin? Bir evin kirasına bile yetmeyen asgari ücretle hangi sınıfı atlayabiliriz? Bu para ev kirasına yetmezken neyle besleneceğiz, nasıl sağlıklı kalacağız? Yoksa camilerde hocaların, cem evlerinde dedelerin, evlerimizde aile büyüklerinin bize tembih ettikleri gibi şükür ederek mi yapacağız bu sınıf atlama olayını? Gerçekten şükür ederek iyi bir geleceğimiz olabilir mi? Bir tarafta milyarlarca maaş alan “devlet büyükleri” maaşlarının azlığından yakınıp çocukları için milyarlarca burs yardımı alarak onları hiçbir işçi ailesinin önünden bile geçemeyeceği okullarda okutur. Kendileri lüks içinde sefa sürerken doymak bilmezler, daha da daha da isterler. Fabrika sahipleri de aynıdırlar. Binlerce işçi çalıştırıp, onların emeklerini sömürerek daha da büyüme arzusuyla yanıp tutuşurlar. Genç işçiler diyorum, asgari ücrete ya da üç beş kuruş fazlası-
Özgürlük… Çok değerli, yüce bir kavram… Herkesin arzuladığı ama şimdiye dek kimsenin ulaşamadığı, bireysel olarak asla ulaşılamayacak bir hedef… Kesinlikle ulaşılması gereken bir şey özgürlük. İnsanın insan gibi yaşamasını sağlayabilecek tek şey çünkü… Ve bu her yeri kokuşmuş dünyada yaşamaya değer olan tek şey özgürlük uğruna mücadele etmek… Özgürlük için mücadele ettiğimiz oranda insanlaşabiliyoruz. İlk atalarımızdan bu zamana hep bir şekilde mücadele ederek gelmişiz. Önce vahşi koşullar yüzünden hayatta kalmak için mücadele verilmiş; sonra da sınıflar arasında mücadele edilmiş ve buna da insanlık tarihi denilmiş. Onun için şimdiye kadar hiç özgürlüğü tadamamışız. Hiç insan gibi yaşayamamışız şimdiye kadar. Bir şeyler için mücadele varsa zaten orada özgürlük yok demektir. Peki özgürlük nedir? Tam anlamıyla hiç yaşamadığımız, şimdiye kadar belki biraz kırıntılarının tadına vardığımız bir şeyi çok net bir şekilde tarif etmek çok güç. Yarını anlatırken ancak bugünün koşullarıyla bir şeyler söyleyebiliriz. Ben de özgürlüğü anlatırken bugün olmaması gereken ve beni rahatsız eden durumları anlatarak ifade etmeye çalışacağım. Dünyada hâlâ iki tane sınıf var; işçi sınıfı ve patronlar sınıfı. İnsanların sınıflara ayrılması bile başlı başına ürpertici bir durum. Biz insanlar birbirimize sınıfsal temellerde bakıyoruz, sınıfsal temellerde ilişki kuruyoruz. Bilim ve teknolojinin gelişmesiyle her gün daha da hızlanan muazzam bir üretim var. Dünyada herkese yetecek bir birikim var ama milyonlarcamız açlıktan ölüyor. Üretim insanlığın ihtiyacına göre yapılmıyor, kâr elde etmek için yapılıyor. Çünkü üretim araçları üzerinde birilerinin özel mülkiyeti var. Bu hırsızlar, gözü dönmüş ca-
46
na işgücünü satan! Dünyada yüz binlerce, milyonlarca belki de milyarlarca olan genç işçilerden bahsediyorum. Bırakalım bir kenara, ununu elemiş eleğini asmış olanları. Elif Çağlı’nın dediği gibi, sıfır kilometre olan işçi sınıfının yeni kuşağı olan biz genç işçilerin mücadele etmek için o kadar çok sebebimiz var ki. Bu yaşam, bu yokluk ve yoksunluk kaderimiz falan olamaz. Somut bir gerçeklik var ortada. Tükürsek boğulacak kadar az olan burjuvazi nasıl olur da bize ve tüm dünyaya hükmeder? Burjuvazi işçi sınıfını (yani bizi) uykudan uyandırmamak için var gücüyle koşuşturmaktadır. Bu telaşlı koşuşturmadan olsa gerek şükretmeyi de unutmuş olmalı! Onlar bizim sırtımızdan kazandıklarıyla sefa sürüp varlık içinde yüzerken, bizden istedikleri, dünyayı yaratan ellerimizden istedikleri, biz işçi sınıfından istedikleri şey, elimizi kolumuzu bağlayarak oturmamız, şükretmemiz ve doğacak kızıl güneşe uyanmamamızdır! Ama artık şükretmeyeceğiz! Çünkü gün geçtikçe artan açlık, yoksulluk ve savaşlar sırf burjuvalar daha fazla kazansın diye, bu aşağılık düzen rezil ve kahpece hükmünü sürsün diye. Barış ve demokrasi yalanlarıyla Ortadoğu halklarına ve tüm insanlığa acımasızca saldıran, binlerce masum insanın yaşam hakkının elinden alınmasının nedeni olan bu aşağılık sistem, yaşadığı ekonomik krizleri atlatsın diyedir. Uyanacağız, uyanmalıyız, uyandırmalıyız! Kavganın günü gelmiştir! Gün mücadele etmenin günüdür! Gün, kapitalizmi yıkıp sınıfsız bir dünya kurmanın günüdür! Gün, asgari ücretle sınıf atlama hayali ve umuduyla yaşamanın değil, sömürüsüz, insanca yaşanacak kızıl bir dünyayı yaratmanın umudunu büyütmenin günüdür! Gazi Mahallesi’nden Marksist Tutum okuru bir emekçi
navarlar, servetlerini her gün daha da arttırmak için bizim kanımızı emiyorlar, bize bir hayat ve değer biçiyorlar. Biz de bu iğrençliği meşru görüyoruz! Her gün iş yerlerinde onca üretim yapılırken ürettiğimiz şeye yabancılaşıyoruz. Emeğimize, kendimize yabancılaşıyoruz her gün. Herkes önce kendine yabancı sonra da çevresindekilere. Yalnızlık öğretiliyor bize doğduğumuz günden itibaren. Ama insan yalnız olamaz, yaşayamaz bile. Küçük bir bebeği düşünün en basitinden, onu yalnız bıraksak yaşayabilir mi? Ama bize kendi paçamızı kurtarmamız söyleniyor hep ve vahşice bir rekabet öğretiliyor. Tek başına başının çaresine bak deniyor. Tüketiliyor her şey! En güzel değerler tüketiliyor. Sevgiler, aşklar tüketiliyor. Tükettikçe var olduğunu hissediyor bu toplumun insanı. Tüketilecek bir şey kalmayınca elde, yaşamaya da gerek kalmıyor. İnsan kendisini yok ediyor. İnsan kendini uyuşturuyor. Daha saymakla bitmez bu sistemin rezilliği. Bu rezilliğin içinde özgürlükten söz edilemez. Özgür bir toplumda kimsenin kimseden üstünlüğü olamaz, çünkü her birey çok değerlidir ve herkesin kendine has özellikleri vardır. İnsanlar arasında sınıfsal ayrımlardan söz edilemez. Toplumsal üretim herkesin ihtiyacına göre yapılır. Tabii bu üretim bizim bugün işyerlerinde uzun saatler boyunca bunalarak çalıştığımız gibi bir zorunlu üretim olmayacaktır. Toplumsal üretim insanların yeteneklerine göre yaptıkları ve çok daha kısa süreler ayırdıkları kolektif bir iş olacaktır. İnsanların kendilerine, birbirlerine ayıracağı vaktin artmasıyla paylaşım ve insani yönden gelişme daha hızlı olur. İnsanlığın muazzam bir gelişimi söz konusu olur. Yeni bir tarih yazılmaya başlanır. Özgür toplumun ve özgür bireylerin tarihi… Topkapı’dan Marksist Tutum okuru bir sağlık işçisi
Okurlarımızdan “Dikkatli çalış önce işine sonra ailene lazımsın!” Başlıkta belirttiğim, çalıştığım işyerinde gözüme çarpan uyarı yazılarından bir tanesi. Bu yazıyı her okuduğumda tüylerim diken diken oluyor. Niye mi? Aslında kulağa hoş geliyor, dikkatli çalış diyor, ben de çok kötümserim canım. Belki sizlere de hoş geldi. Durun açıklayayım. Çalıştığım fabrikada üç vardiya çalışılıyor, sekiz saat ayakta kalmayı zor beceriyorum, yemekler berbat, yemem gerektiği için yiyorum. Yani aslında patronlar için yiyorum. İki makinenin arasından kafana her an bir bobin düşebilir, sakat kalabilirsin, şansın varsa aslında ölebilirsin. Bir de ses, aslında ses demek hafif kalır, sağır edici bir gürültü, öyle ki, şeflerden bir tanesi işçileri çağırmak istediğinde şu lazerli ışık tutan aletlerle yüzlerine ışık tutarak çağırıyor. İşyerinde pencere dışında hava gelebilecek herhangi bir klima sistemi yok. Sıcaklık yaklaşık 40 dereceyi buluyor. Sıcaktan zor bela çalışmaya çalışıyorum, üzerime yapışan kıyafetler izin verdikçe. Şimdi beni anlıyor musunuz? Bu şartlar altında çalışan biz işçilerin nasıl dikkatli olması beklenir? Çalışma koşulları ağır ve kazalardan korunmak için alınan hiçbir önlem yok. Sadece bu yazılar. Bu yazılardan birkaç tane daha var. “Eldivensiz çalışma!”; ancak her istediğimde eldiven yok. “Kaygan zemin!”; ama akan çatı onarılmıyor ve koşmamak elde değil, çünkü yemek paydosu otuz dakika. Fabrikanın bir yerinde kocaman harflerle “FABRİKAMIZ İÇİN KALİ-
TE, MÜŞTERİMİZ MEMNUN OLMADAN MEMNUN OLMAMAKTIR” yazısı bulunuyor. Patronlar sınıfı, her zaman biz işçileri koşullar nasıl olursa olsun daha az paraya daha çok nasıl çalıştıracağını düşünür. Piyasada ayakta kalabilmek için, daha fazla kâr etmek, müşterilerini memnun etmek önemlidir. Peki, biz işçiler nasıl ayakta kalabileceğiz? Patronlar sınıfının astığı o yazılarla mı? Gördüğünüz gibi bu yazıların tamamı göstermeliktir. Patronlar sınıfı iş kazalarından işçileri korumak için önlem almak yerine bu yazıları asarlar, fatiha duası gibi. Çünkü bizim gibi işçi parçaları için ceplerinden fazla para çıkartmak istemezler. Aslında bizler de buna müsaade ederiz. Nasıl mı? Susarak, itiraz etmeyerek. Dünyada her üç dakikada bir işçi, iş kazası veya sağlıksız iş koşullarında çalışmaktan ölmektedir. İşte kapitalizm biz işçileri daha çok daha çok kâr etmek için öldürüyor. Bombaya gerek olmadan. Kapitalizm altında şartlar bunlar ama biz işçiler işyerlerimizde güvenliğimizi sağlamaya çalışabiliriz. Bunun için birlik olup mücadele edebiliriz, örgütlenebiliriz. Hepimiz aynı sağlıksız koşullarda çalışıyoruz. Yani sorunlarımız ortak, o yüzden kurtuluşumuz da ortaktır. Sessiz kaldığımız için çalışma koşullarımız daha da ağırlaşıyor. Biz işçi sınıfıyız, patronlar da bir sınıf, onlardan yardım beklemek saflık olur. Bizim işçi sınıfı olarak üretimden gelen bir gücümüz var, gerekirse iş bırakalım şartların düzelmesi için. Onlar bize değer vermeseler de bizler gücümüzün farkına varalım. Unutmayalım, bu asalaklar sınıfını başımızdan def edene kadar bize kurtuluş yok! Kartal’dan Marksist Tutum okuru bir kadın işçi
Yanları başında yaşananları görmezlikten gelen insanlar kendilerini gerçeklerden soyutlamışlar ve kapitalizmin kendileri için yarattığı cam bir fanusun içinde yaşıyorlar. Öte yandan bu emperyalist savaşlara karşı “ulusal çıkarlar”ı ön plana çıkartanlar ve içinde bulunduğumuz durumu yalnızca birkaç emperyalist ülkenin varlığından kaynaklanan bir durummuş gibi algılayıp da sözde anti-emperyalistliğin özde milliyetçiliğin propagandasını yapanlar da büyük bir yanılgı içindedirler. Bugün insanlığın kurtuluşu Amerika ve İsrail’in yenilgisinden değil kapitalizmin yenilgisinden geçer. Çünkü kapitalizm var olduğu sürece kendi içinden yeni efendiler çıkarabilir ve bu efendiler dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda kan gölüne çevirebilirler. Kâr elde etme amacının insan hayatından önce geldiği bu sistem bütünüyle kökünden kazınmadıkça insanlar insan gibi yaşayamayacaklar. Bir dünya sistemi olan kapitalizmi ortadan kaldırabilecek olan mücadele, işçi sınıfının vereceği enternasyonalist bir mücadele olabilir ancak. Din, dil, ırk gibi ayrılıkların ön plana çıkartılması işçilerin uluslararası birliğini baltalamaktan başka hiçbir işe yaramaz. “Bütün ülkelerin işçileri birleşin!”
Benim işyerim de diğer işçi arkadaşların çalıştıkları gibi bir işyeri. Sekiz saat ve on iki saat olmak üzere iki vardiya şeklinde çalışıyoruz. On iki saat çalışmaktan ben ve işçi arkadaşlarım memnun değiliz. Bu şekilde çalışmak bizim sosyal hayatla bağlantımızı koparmakta ve ailevi yaşantımızı da çürütmektedir. Şartlar ne kadar zor olsa da para kazanmamız gerektiği için patronlara boyun eğmek zorunda kalıyoruz. Bazı zamanlar öyle sıkıntılı oluyor ki, bütün işçi kardeşlerimizin yüzünden yılların yorgunluğu, patronlara duyulan öfke okunuyor. Ama yapabildiğimiz şey çoğu zaman sessiz kalmak ve başkaldırmamaktır. Bu zor zamanlarımızda öfkemizi ortam içerisinde gösteremez durumdayız. Çünkü böyle durumlarda “fısıltı gazetesi” büyük dikkatle çalışmakta, birileri küçük çıkarları doğrultusunda bizi, arkadaşlarını patronlara satmaktadır. Bir gün bir grup arkadaşımın mücadele içinde olduklarını duydum. İlk etkinlikte o kadar etkilendim ki ben niye olmayım diye katıldım mücadeleci arkadaşlarımın yanına. Tek başıma hiçbir şeydim ama yumruk halinde birçok kişiydim, yapabilirdim. Daha adil bir yaşam, uygun çalışma şartları, sosyal haklarımı istiyordum. İçimdeki bu uyanışla ve inançla, bundan böyle ben de mücadelenin içinde olmak istiyorum. Tek başımıza hiçbir şeyiz ama örgütlüysek her şeyiz. Artık burjuvalara başkaldırma zamanıdır.
Yıldız Teknik Üniversitesinden bir öğrenci
Gebze’den petro-kimya işkolundan bir kadın işçi
Susmak Kapitalizmin Ömrünü Uzatır İçinde bulunduğumuz dönemde emperyalistler paylaşım savaşlarıyla insanları günden güne kana ve gözyaşına boğuyorlar. Irak’ta, Filistin’de, Lübnan’da her gün onlarca insan katlediliyor. Amerika ve İsrail hep aynı gerekçeyi kullanıyorlar: Terörizmi yenmek, barışı sağlamak, demokrasi götürmek vs… Artık bu yalanlar çok eskidi, kimin terörist olduğunu gerçekler apaçık gösteriyor ve emperyalistlerin saldırdıkları yerlere demokrasiyi değil ölümü götürdükleri her gün gelen katliam haberleriyle göz önüne çıkıyor. Peki her şey bu kadar açıkken neden susuyor insanlar? Bu soruyu kendime sordukça Elif Çağlı’nın dizeleri geliyor aklıma: Tam karşınıza geçmiş de “ONLAR” Bakarak gözlerinizin ta içine Kuşları değil İnsanları katlediyorlar!
47
Okurlarımızdan Merhaba Marksist Tutum okurları, Ben bir kargo işçisiyim. Yaklaşık altı aydır bu işte çalışmaktayım. Bu süre bana diğer sektörlerde olduğu gibi bu sektörde de biz işçilere dayatılan pek çok olumsuzlukların olduğunu göstermeye yetti. Sizlerle yaşadığım iş koşullarını ve işçi arkadaşlarım hakkındaki gözlemlerimi paylaşmak istiyorum. Çalıştığım yerde çoğu işyerinde olduğu gibi fazla mesaiye kalıyoruz. Mesaiye kalma sadece benim çalıştığım şirkete özgü bir şey değil, tüm kargo şirketlerinde de aynı sorunla karşı karşıya kalınmakta. İş ne zaman biterse bizler de o zaman evlerimize gidebiliyoruz. Şirketin tüm şubelerinde mesai saatlerinin sınırı çerçevelenmiş bir şekilde duvarda asılı olarak dururken, bizler hiçbir zaman o saatlere göre çalışmıyoruz. Ayrıca kaldığımız mesailer fazla mesai sayılmıyor ve dolayısıyla ücret olarak da karşılığını alamıyoruz. Patronumuz her gün yaptığımız mesailerle kârına kâr katıp rahat bir şekilde yaşarken, bizler bir önceki gün çıktığımız saatten erken çıkabilme çabasıyla çalışmak zorundayız. Hiç unutmuyorum, işe başladığım ilk günlerde geç çıktığımız bir akşam işçi arkadaşımın birisi, “bu saatte çıkıp dinleneyim mi, yoksa ailemle mi ilgileneyim?” demişti. Doğru söylüyordu. Patronlar bizlere ne dinleneceğimiz zamanı, ne ailemizle geçireceğimiz zamanı, ne de dışarıda arkadaşlarımızla bir şeyler yapacak zamanı bırakmaktalar. İşyerimde dikkatimi çeken bir başka şey ise işçi arkadaşlarımın patrona karşı olan tutumlarıydı. Daha önceleri çevremden işçilerin patron karşısındaki tutumları konusunda duymuş olduğum çoğu şeyi burada gerçek bir şekilde görüyordum. İşçi arkadaşlarımdan birisi haftanın en az üç günü iş bitiminde “bugün ne kadar kâr yapmışız?” deyip bilgisayar başına geçerek
Umutsuzluğun İçinde Umut Olabilmek Zor bir dönemden geçiyor ve toplumsal muhalefetin son derece cılız olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Böyle bir durumda, burjuva fikirler toplumda her zamankinden daha güçlüdür. Kapitalist sistem insanlığı gün geçtikçe felâketin eşiğine götürüyor. Bu kadar savaş, ölüm açlık ve sefalet olmasına rağmen, herhangi bir tepkinin olmaması, belki de fırtına öncesi sessizliğin habercisi olsa gerek. Burjuva ideolojisinin etkin olduğu bu durumda, geleceğe dair bir umutsuzluk toplumun bütün kesimlerini sarmış durumda. Çünkü kapitalist sistemin devamlılığı bu umutsuzluğa ve yılgınlığa bağlı. Burjuvazi hayatı, her gün ama her gün yalan üzerine örgütlüyor. Ancak burjuva ideolojisine karşı koymak ve doğruları örgütlemek için bir ideoloji gerekir. Bu ideoloji kuşkusuz devrimci Marksizmden başkası değildir. Sorun da burada yatar, devrimci Marksizmi kitlelerle buluşturabilmek ve en önemlisi onu doğru kavrayabilmek. Devrici Marksistlerin her türlü umutsuzluğa karşı umutlu olmasının sebebi, işçi sınıfının potansiyel devrimci gücüdür. Sınıf hareketindeki durgunluk sadece kit-
48
o günkü kâr miktarını bizlere söylemekte. Diğer arkadaşlar da aylık yapmamız gereken kâr miktarını yakalayıp yakalayamadığımızı ona soruyorlar. Günde en az 2000 YTL kâr yapıyormuşuz! Patronun Türkiye genelinde bizimki gibi 200 tane daha şubesi var. Ve bunun her biri günde 2000 YTL kâr etse, patron günde 400.000 YTL kâr ediyor demektir. Fakat biz sabahtan akşama kadar çalıştıktan sonra fazla mesailer dahil toplam 16 YTL günlük ücret almaktayız. Bizim kazandığımızla kazandırdığımız arasındaki fark herhalde hesaplanmakla bitmez. Patron kazandığı kârlarla nereye, nasıl, ne zaman yatırım yapacağını planlarken, bizler aldığımız asgari ücretle ay sonunu nasıl getireceğimizi planlamaktayız. Bahsetmek istediğim bir başka şey ise işyerimin bulunduğu semt. Genellikle burjuvaların yaşadığı bu semt, her gün işe giderken biz işçilerle patronlar arasındaki sınıfsal farkı net bir şekilde görmemi sağlıyordu. Bizler işe giderken onlar bir yanda özel sahalarında futbollarını, basketbollarını oynamakta, bir yandan sağlıklı kalmak için yürüyüşlerini yapmaktalar. Emeğimiz üzerinden kazandıkları kârlarla lüks evlerde rahat ve sağlıklı bir yaşam sürmekteler. Bizler, burjuvazinin bizlere reva gördüğü bu yaşamı yok edip, rahat, huzurlu, eşit ve sömürüsüz bir yaşam kurabiliriz. Bunun için sorgulamayan, tepkisiz ve hayattan hiçbir beklentisi olmayan işçi modundan çıkıp, burjuvazinin bize yönelttiği tüm saldırılara karşı bilinçli bir şekilde mücadele etmeliyiz. Sınıfsız bir dünya için mücadeleye katılalım! Ümraniye’den Marksist Tutum okuru bir kargo işçisi
leleri umutsuzluğa itmiyor, sol hareket şartlarda her türlü ikiyüzlülüğe ve hakiçindeki birçok parti de bundan etkilene- sızlığa karşı savaşarak olur. rek oportünizmin, milliyetçiliğin, refor- Emperyalizm dünyayı kana bularken mizmin batağına düşebiliyor. Bu uzun ve devrimci Marksistlerin umutları hiç bitmeşakkatli yolda doğru bir pusuluya sa- mez, çünkü emperyalist savaşlar devrimhip değilseniz her türlü umutsuzluğa düş- lere gebedir. 1917 Ekim Devrimi birinci meye mahkûmsunuz demektir. Sınıf mü- emperyalist dünya savaşının içinden bir cadelesinin tarihi bunu defalarca kanıtla- işçi iktidarı doğurmuştur. Kitlelerin sesmıştır. Sınıf mücadelesi inişli çıkışlı bir sizliği bizi umutsuzluğa sürüklemiyor, mücadeledir. Her inişin bir çıkışı ocaktır çünkü bu sessizlik sınıf mücadelesinin kıelbette. Hayatta her şeyin bir bedeli var- zışacağını, fırtınanın kopacağını gösteridır; mücadele etmeyen, bedel ödemeyen yor. Umutsuzluk içinde umut olmak, enherkes, umutsuzluğun karanlığında kapi- ternasyonalizme inanmak ve umutları yeşertecek bir Bolşevik önderliği yaratmaktalist bataklıkta boğulmaya mahkûmdur. Umut mücadele etmektedir ama doğ- tan geçer. Devrimci Marksistler olarak, ru yerde doğru şekilde. Bugün Irak’ta Bolşevizm önderliğinde, umutsuzluğun Filistin’de, Afganistan’da binlerce in- olmadığı bir dünya için mücadelemizi sosan öldürülürken, insanlar açlıktan susuz- nuna dek sürdüreceğiz. luktan ölürken gözümüzü kapatıp ne ka- Sınıfsız bir dünya kurana kadar savaş! dar yaşabiliriz. Mücadeleden kaçanlar Savaşa karşı sınıf savaşı! daha rahat bir yaşam mı elde ediyorlar? Topkapı’dan devrimci Marksist bir işçi Hayır! Onlar mücadele etmedikçe bir Merhaba Marksist Tutum, pislik gibi ölecekYaklaşık bir yıldır yayınlarınızı takip ediyorum. Aslında ben ler, mücadele edensizle yeniden doğmuş gibiyim. Bu iğrenç sistem içerisinde ler nihai sonucu görbiraz da olsun arınabildiysem sizlerin değerli yazıları ve gömeseler dahi, arkarüşleriyle oluyor. Ben düne kadar işçi sınıfı nedir bilmezken larından onurlu bir şimdi ise kocaman bir geçmişimiz olduğunu biliyorum. yaşam bırakacaklar. Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz. Umutsuzluğun içinHepinizin yüreğine sağlık. de umut olmak, zor bir Maksist Tutum okuru