1 Mayıs 2005: İ
şçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışmasının yalın bir anlatımı olan 1 Mayıs, tüm dünyada milyonlarca işçinin ve devrimci gencin katılımıyla kutlandı. Çeşitli ülkelerde işçiler, genelde kapitalist sisteme, özelde ise dünya burjuvazisinin neo-liberal saldırılarına ve emperyalist savaşlara karşı tepkilerini dile getirdiler. Dünya işçi sınıfı, Engels’in yıllar önce kullandığı ifade ile henüz “tek bir hedef ” doğrultusunda “tek bir bayrak” altında ve “tek bir ordu” olarak örgütlenebilmiş değil kuşkusuz. Ama yine de, bütün dünyada işçilerin, emekçilerin ve devrimci gençliğin aynı gün içerisinde alanları doldurmaları ve kapitalist sisteme ve onun doğrudan ve dolaylı sonuçlarına karşı tepkilerini dile getirmeleri, işçi sınıfının enternasyonalist devrimci potansiyeline inancını asla kaybetmeyecek olan biz Marksistler için bir kıvanç kaynağıdır. Enternasyonalist komünistlerin, “işçilerin vatanı bütün dünyadır” şiarını öne çıkarmasının ve milliyetçiliğeyurtseverliğe-vatanseverliğe karşı proletarya enternasyonalizmini vurgulamasının doğruluğunu belki de hiçbir şey 1 Mayıs gösterilerinden daha iyi kanıtlayamaz.
1 Mayıs 2005’e nasıl bir süreçten geçerek ulaşıldı?
Alınacak Daha Çok Yol Var
Tüm dünya ekonomisi birkaç yıldır sancılar içerisinde kıvranıp duruyor. Ekonomik durgunluk ve kriz tüm ülkeleri kıskacına almış durumda. Küçük-burjuva devrimcilerin, reformistlerin ve sendika ağalarının vaazlarının tersine, burjuvazi yalnızca Türkiye gibi kapitalist ülkelerde değil, tüm emperyalist metropollerde de işçi sınıfına saldırısını gün geçtikçe derinleştiriyor. Çalışma saatleri uzuyor, ücretler düşüyor, iş temposu artıyor, sosyal haklar budanıyor ve yok edilmeye çalışılıyor, sendikasızlaştırma ve taşeronlaştırma saldırısı hız kazanıyor, çalışma koşulları esnekleştiriliyor. Dahası tüm bu saldırılara, sendikal hakların budanması, sendikal örgütlenmenin zorlaştırılması, demokratik hakların daha da güdükleştirilmesi, toplumların terörize edilmesi, milliyet-
1
Mayıs 2005 • sayı: 2
marksist tutum
2005 1 Mayısı bir kez daha göstermiştir ki, gerek işçi sınıfının ileri kesimleri, gerek lise ve üniversite gençliğinin en iyi unsurları, gerekse de kentlerdeki yoksul Kürt emekçilerinin bir bölümü ciddiye alınması gereken bir arayış içerisindedirler. Bu arayışa cevap verebilecek ve onu kapsayıp daha da ileriye taşıyabilecek bir enternasyonalist devrimci örgütlülüğün eksikliği yalnızca Türkiye’de değil, tüm dünyada kendisini yakıcı bir biçimde hissettiriyor. Bu eksikliğin giderilmesi için kat edilmesi gereken uzun ve zahmetli bir yol komünistleri bekliyor.
2
çiliğin, ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının körüklenmesi gibi faşizan uygulamalar da eşlik ediyor. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, insanlık yeni ve çok daha geniş ölçekli emperyalist savaşlarla yüz yüze. Yaşadığımız topraklarda bunlara ek olarak bir de burjuva sınıf içerisinde tekrar tekrar kızışan çatışmaya şahit oluyoruz. Ne var ki bu çatışma yalnızca burjuvazi içinde yaşanmakla kalmıyor, kaçınılmaz olarak yansımalarını toplumun her kesiminde ve bu arada maalesef işçi sınıfı içerisinde de buluyor. Türk burjuvazisinin statükocu-devletçi kesiminin son dönemde geliştirdiği provokasyonlar, Kürt halkına ve devrimcilere dönük artan saldırılarda somutlanıyor. Türlü bağlarla burjuvaziyle ilişkili olan sendikal bürokrasi de bu gelişmelerden nasibini alıyor. Yanı sıra reformist akımlar da meşreplerini giderek daha açık bir biçimde sergiliyorlar. Milliyetçilik ve onun farklı kavramlarla ifadesi demek olan yurtseverlik, vatanseverlik işçi sınıfına pompalanmaya çalışılıyor. 2005 1 Mayısı, burjuva milliyetçiliğin sağ kanadından gelebilecek provokasyon olasılığının gerginliği ile küçükburjuva milliyetçiliğin sol cenahın “ülkene, memleketine sahip çık” hezeyanları arasında karşılandı.
1 Mayıs’ta genel tablo 40 ilde ve toplam 46 merkezde yapılan 1 Mayıs gösterilerine 200 bine yakın bir katılım sağlandı. Trakya’da ilk kez bölgeyi temel alan bir merkezi miting yapıldı. Diyarbakır’da yıllar sonra 1 Mayıs mitingine yasak konmadı, bunun yerine devlet Kürt işçi ve emekçilerini şehrin dışına sürme yoluna gitti. Ne var ki emekçiler bu oyunu bozarak ve protestolar eşliğinde Diyarbakır merkezinde fiili bir miting gerçekleştirmeyi başardılar. Ağrı, Mardin ve Bingöl’de ilk kez bu yıl 1 Mayıs kutlandı. Türkiye’nin neredeyse yarısında 1 Mayıs’ta emekçilerin alanlara çıkması, belki de 2005 1 Mayısını diğerlerinden ayıran en belirgin farklılıktır. Son dönemde statükocu-devletçi burjuva kesimin örgütlediği provokasyonlara ev sahipliği yapan Trabzon’da da 1 Mayıs’ın gerçekleşmiş olması anlamlıdır. Yalnızca Trabzon’da değil Mersin’de de alanlara çıkan yığınlar, işçilerin birliğini ve halkların kardeşliğini vurgulayan sloganlarıyla, provokasyonlara kolay pabuç bırakılmayacağını göster miş oldular. Bu noktada belirtilmesi gereken bir başka gerçeklik de, gerek sendikaların çoğunluğunun gerekse de çeşitli küçük-burjuva devrimci grupların ve reformist partilerin pankartlarında ifadesini bu-
Mayıs 2005 • sayı: 2
lan sol milliyetçi söylemlere rağmen, 1 Mayıs alanlarının “bayrak sevdası”nın damgasını taşımamasıdır. Kuşkusuz bunda, henüz aşılamamış tüm olumsuz faktörlere rağmen, işçi sınıfının ve genelde devrimci hareketin “solduyu”sunu hepten yitirmemiş olmasının etkisi vardır. Her zamanki gibi, bu yıl da 1 Mayıs en geniş katılımla İstanbul’da kutlandı. Abartılı sayıları bir tarafa bırakacak olursak, İstanbul’da yaklaşık 60 bin işçi, devrimci genç ve yoksul Kürt emekçisi Kadıköy meydanındaki 1 Mayıs mitingine katıldılar. Ve yine her zamanki gibi, bu 1 Mayıs’a dair genel tabloyu ortaya çıkarmak için de öncelikle işçi sınıfının beyni ve kalbi durumundaki İstanbul’a bakmak gerekiyor.
Sönük, cansız, dar katılımlı sendikalar Geçen yıllardakinden farklı olarak, bu yıl sendikalar cephesinde 1 Mayıs hazırlıklarına daha erken bir tarihte girişildi. DİSK’in başını çektiği tertip komitesi, “en kitlesel 1 Mayıs” hedefiyle yola çıktığını ifade etti. Ne var ki, sendikaların katılımı son yıllardaki tabloyu değiştirecek türden değildi. Gerek DİSK, gerek Türk-İş gerekse de KESK kortejlerinde, ne katılan işçi sayısı ne de kortejlerin coşkusu, disiplini ve öne çıkarttığı temalar açısından bu 1 Mayıs’ın geçen yıllardakinden çok farklı olduğunu söylemek mümkündür. Kuşkusuz, sayısı çok fazla olmasa da, disiplinleriyle, katılımcı sayısının göreli yüksekliğiyle, coşkularıyla ve en önemlisi öne çıkarttıkları enternasyonalist ve devrimci slogan ve pankartlarıyla göze çarpan sendika kortejleri de vardı. Geçen yıllardakinden farklı olarak bu yıl sendikal cephede dikkati çeken bir olgu, AKP hükümetine yakınlığıyla bilinen Hak-İş konfederasyonunun yasak savmak kabilinden yalnızca temsili bir pankartla değil, o pan-
marksist tutum
kartın arkasında yürüttüğü, çoğunluğu metal, gıda ve hizmet sektöründen olan işçilerle bir katılım gerçekleştirmiş olmasıydı. Hak-İş kortejinde yer alan işçilerin disiplin ve coşkusuyla ve hatta dillendirdikleri sloganlarla diğer konfederasyonlarınkiler arasında da büyük bir farklılık yoktu. Yine bu 1 Mayıs’ta Türk-İş yönetiminin yanı sıra DİSK yönetiminin de, zaman zaman sergilediği devrimci söyleme rağmen sınıf uzlaşmacı bir çizgiyi benimsediğine bir kez daha şahit olduk. Geçen yıl Haziran ayındaki genel kongresi nedeniyle devrimci pozlar takınan, sözde sınıf uzlaşmazlığını ve mücadeleci bir sınıf sendikacılığını öne çıkaran ve böylelikle maalesef birçok sol çevrenin de devrimci 1 Mayıs söylemiyle gözlerini kamaştıran DİSK yönetimi, bu yıl başka hiçbir şey kalmamış gibi “sevgi” temasını öne çıkartmayı tercih edivermişti. 1 Mayıs’tan hemen önce işçilerle patronların çıkarlarının ortak olduğunu iddia edecek kadar ileri giden bürokratlar, “ülkemi seviyorum”, “hukuk devletini seviyorum”, “emeğimi seviyorum”, “üretim araçlarını seviyorum” gibi pankart ve dövizlerle işçileri yürüttüler. Sanki bu memleketin sahibi işçilermiş gibi, sanki bu devlet işçi devletiymiş gibi, sanki işçinin emeğinin ürünü işçiye aitmiş gibi ve sanki üretim araçları işçilerin mülkiyetindeymiş gibi! Öte yandan, işçi sınıfının geniş kesimlerinin giderek yoksullaştığı, işsizliğin daha da arttığı, çalışma koşullarının kötüleştiği, sosyal hakların gasp edildiği ve özelleştirme saldırısının yoğunlaştığı bir dönemde sınıfın sendikal planda örgütlü kesimlerinin bu denli cılız bir katılım göstermesinin, coşkudan ve mücadele kararlılığından uzak, dağınık bir görünüm arz etmesinin sorumluluğunu tek başına sendikal bürokrasiye yüklemek, sorunları aşmak noktasında devrimci harekete hiçbir şey kazandırmayacaktır.
Her zamanki gibi, bu yıl da 1 Mayıs en geniş katılımla İstanbul’da kutlandı. İstanbul’da yaklaşık 60 bin işçi, devrimci genç ve yoksul Kürt emekçisi Kadıköy meydanındaki 1 Mayıs mitingine katıldılar. Ve yine her zamanki gibi, bu 1 Mayıs’a dair genel tabloyu ortaya çıkarmak için de öncelikle işçi sınıfının beyni ve kalbi durumundaki İstanbul’a bakmak gerekiyor.
3
marksist tutum
Açık konuşmak gerekir; sendikal bürokrasi kendi “iş”ini yapıyor! Onun görevi, işçileri pasif birer katılımcı olarak alana taşımak ve alana girer girmez evlerine dönmelerini tembih etmektir. Sendikal bürokrasinin görevi alana gelen işçilerin devrimcilerle iç içe geçmesini engellemektir. Onun görevi milyarlarca lira harcayarak kurduğu ses düzenekleriyle işçileri uyutan nutuklar atmak, onların ruhunu karartıp coşkusunu köreltmek, devrimcilerin sesini bastırmak, onları kürsüden uzak tutmaktır. Sendika ağalarından bundan farklı bir tavır beklemek kendimizi kandırmak olurdu. Onlar kendi “iş”ini yapıyor. Üzerine düşen görevleri yerine getirmeyenler bürokratlar değil, işçi sınıfı adına ahkâm kesip de bin bir türlü gerekçeyle işçi sınıfının militan sendikal mücadelesini ilerletme görevinden geri duran ve sınıfın örgütlülüğünü sendika bürokratlarının insafına terk eden lafazanlardır.
Sınıftan kopuş büyüdükçe gösteriş tutkusu da yaygınlaşıyor 1 Mayıs alanlarında devrimci grupların kortejlerindeki canlılık ve coşku ile alanın toplamının ve dahası sınıfın genelinin ruh hali arasında henüz son derece büyük bir uçurum mevcut. Fakat ne yazık ki sınıf hareketinin ve sendikal hareketin uzun süredir içinde bulunduğu vahim durum, sol grupların çoğunluğu tarafından yeterinde ciddiye alınmamaktadır. İşçi sınıfını mücadeleye itmesi gereken birçok nesnel faktörün varlığına rağmen, sınıfın gerek sendikal planda örgütlü kesiminin gerekse de örgütsüz kesimlerinin bu denli sessiz ve tepkisiz kalması karşısında takınılan kayıtsızlık hiç de hayra alamet değildir. Yüz binler, milyonlar sessizce bekleşip kendine güvenini kaybetmişken, 1 Mayıslarda oluşturdukları birkaç yüz ya da taş çatlasın birkaç binlik kortejlerle böbürlenen küçük-burjuva rekabetçi sol grupların çoğu, nesnel gerçeklikle olan bağlarını her geçen gün daha da yitiriyorlar. Birkaç yüz kişilik kortejlerin önüne iki katlı binalar yüksekliğinde devasa pankartlar yerleştirmek bu uçurumu gözlerden gizlemeye yetmiyor, tersine böylesi bir tarzın arkasında yatan küçük-burjuva rekabetçilik ve reklâmcılığı dışa vuruyor. Sol hareket sınıftan koptukça reklâmcılığa, göz boyamacılığa, gösteriş budalalığına doğru kayıyor. Sınıf içinde çalışma görevinden türlü bahaneler-
4
Mayıs 2005 • sayı: 2
le yan çizip 1 Mayıslarda, ertesi gün kendi kaderine terk edilecek devşirme kalabalıklarla gösteriş yapmak, hem alana taşınan unsurlara hem de sınıfa karşı sorumsuzluk değil de nedir? Leninist parti anlayışı, sınıfın öncü unsurlarının sağlam siyasal örgütlülüğünün sağlanması sayesinde kitlesinin de ileriye doğru harekete geçirilebileceğine işaret eder. Fakat çok açıktır ki bu tarz bir örgüt ve mücadele anlayışının içselleştirilebilmesi, ancak bu zahmetli işi bıkmadan usanmadan yürütmeyi becerebilecek niteliğe ve disipline sahip devrimci kadroların harcıdır. Kulağa ne denli hoş gelse de, devrimci bir eylemmiş gibi görünse de, sınıfın örgütlü mücadelesini ilerletmeye hizmet edemeyen devrimci söylemler ve eylemler son tahlilde kendi içine dönüp sönmeye mahkûmdur. (Elif Çağlı, 1 Mayıs’ın Ardından, Mayıs 2004, www.marksist.com)
Ne kadar zahmetli, sabır gerektiren ve uzun vadeli bir iş olsa da, devrimin temel dinamiği olan işçi sınıfı içerisinde çalışmayı başa alan komünistler, işte bu gerçeklikten hareket ediyorlar. 2005 1 Mayısı bir kez daha göstermiştir ki, gerek işçi sınıfının ileri kesimleri, gerek lise ve üniversite gençliğinin en iyi unsurları, gerekse de kentlerdeki yoksul Kürt emekçilerinin bir bölümü ciddiye alınması gereken bir arayış içerisindedirler. Bu arayışa cevap verebilecek ve onu kapsayıp daha da ileriye taşıyabilecek bir enternasyonalist devrimci örgütlülüğün eksikliği yalnızca Türkiye’de değil, tüm dünyada kendisini yakıcı bir biçimde hissettiriyor. Bu eksikliğin giderilmesi için kat edilmesi gereken uzun ve zahmetli bir yol komünistleri bekliyor.
Yükselen Milliyetçilik ve Solun Zaaflı Tutumu Ulusal “onur”a değil, enternasyonalist bilincimize sahip çıkalım! Utku Kızılok
M
ersin’deki Newroz gösterilerinde yere vurulan Türk bayrağını bahane eden Genelkurmay’ın başlattığı milliyetçi kampanyanın etkisi hâlâ sürüyor. Sivil-asker bürokrasinin başını çektiği bu kampanyanın gerisinde yatan şey, işçi ve emekçi yığınların bilincini şovenizm zehriyle bulandırarak Türk ve Kürt emekçileri birbirine düşman etmekti. Bilindiği gibi, devletçi-faşist güçlerin topyekûn harekete geçtiği ve MHP-Ülkü Ocaklıların sahne önünde göründüğü bu şovenist kampanya sonucunda Trabzon, Samsun, Sakarya ve Sivas’ta devrimcilere dönük linç girişimleri baş göstermişti. Sağlı sollu burjuva düzen partileri de devletçi-gerici güçlerin bu şoven harekâtını destekleyerek alkış tutmuşlardı. Ne var ki, bu süreçte milliyetçiliği yükselten ve bayrak çığırtkanlığı yapanlar sadece devletçi-faşist güçlerle sınırlı kalmadı. Türk solunun ezeli zaafı olan milliyetçiliğin, yaşanan bu son olaylarda da bir kez daha nüksettiğini gördük. İrili ufaklı sol grup ve partiler, yükseltilen şovenizme karşı “yurtseverlik”, “vatanseverlik”, “ulusalcılık” bayrağı altında milliyetçiliği soldan desteklemeye ve bilinçleri karartmaya giriştiler. Milliyetçiliğin böylesine yükseltildiği bir ortamda işçi sınıfının enternasyonalist siyasetine çok daha fazlasıyla çubuğu bükmek gerekiyor. Komünist Manifesto’da denildiği gibi, işçi sınıfının kendisine ait bir vatanı yoktur. İşçi sınıfı enternasyonal bir sınıftır; onun vatanı tüm dünyadır! Yurt-vatan-memleket denilen toprak parçalarını ise sermaye sınıfı çoktan kendi mülküne dönüştürmüş bulunmaktadır. Bu basit gerçeği işçi sınıfına taşımak gerekirken, bizim ulusalcı sosyalist ve komünistlerimiz, vatanı burjuvaziden daha fazla sevdiklerini ispatlama yarışına giriştiler. Üst üste yayınlanan bildirilerde kimileri “Türk halk onurunu yükselt!” derken, kimileri de “solcuların ülkemizin bayrağıyla hiçbir sorunu olmadığını” ve hatta “bu bayrağı bir bağımsızlık sembolü olarak taşıdıklarını” söyleyerek, “gerçek ülke sevgisi”nin kendilerinde olduğunu iddia ettiler. Kimileri ise burjuvazinin “bayrağı yere düşüren, ulusal onurumuzu ve bağımsızlığımızı hiçe sayan” uygulamalarından dem vurdu. Bazıları da faşist MHP’ye, “bu mu sizin milliyetçiliğiniz” diyerek “gerçek vatanseverler”in kendileri olduğunu kanıtlamaya çalıştı. Tüm bu bayrak tantanasının orta yerinde liberal aydınlar da bir bildiri yayınladılar. Onlara göre “Türk ve Kürt aşırı milliyetçiliğinin kışkırt-
Komünistler milliyetçiliğin çeşitli kılıklar altında emekçi kitlelerin bilincine zerk edilmesine karşı uyanık olmalılar. Önümüzdeki dönemde milliyetçiliğin daha bir yükseleceği gerçeğini göz önüne alarak işçi sınıfının enternasyonalist görüşlerini inatla ve kararlılıkla savunmak gerekiyor. İşçi sınıfı burjuva egemenliğinin sembollerini ve kavramlarını değil, kendi kızıl bayrağını ve enternasyonalist sloganlarını yükseltmeli, enternasyonalist bilincine sahip çıkmalıdır. Yalnız ve yalnızca proletarya enternasyonalizmini tavizsiz biçimde savunan komünistler, emperyalist yayılmacılığa, burjuva gericiliğine, şovenizme, faşizm tehlikesine karşı tutarlı ve kararlı bir mücadele verebilirler. Bu da kuşkusuz, Marksizm temelinde berrak ideolojik-politik görüşlere ve sağlam bir enternasyonalci komünist örgütlülüğe sahip olmakla mümkündür.
5
marksist tutum
Mayıs 2005 • sayı: 2
Sağlı-sollu statükocudevletçi güçler bu çatışma temelinde bir araya gelerek bir “kızıl elma” koalisyonu oluşturmuş bulunuyorlar. Sivil ve askeri bürokrasi, ulusalcı geçinen burjuva kesimler, faşist MHP-BBP, gerici DYP, Zubatovcu İP, Kemalist “Türk Solu” dergisi, Kemalist CHP, entelijensiyanın bir kesimi vb. aynı safta toplanmışlardır. malarıyla” ortam gerilmekteydi; gereken sağduyuydu! Oysa son olayların faili Kürt halkı değil, yıllardır Kürt halkını ezen ve Kürt halkı üzerindeki tahakkümü sürdürmek amacıyla şovenizmi yükselten TC’nin statükocudevletçi burjuva güçleridir. Ortada bir eşitlik olmadığına göre, ezilen Kürt halkı ile ezen TC’nin aynı kefeye konarak eleştirilmesi, sözümona milliyetçiliğe karşı duruyormuş gibi görünüp gerçekte ise büyük Türk şovenizmine ses çıkarmamaktır. Bugün sağlı sollu yükseltilen milliyetçiliğin renk tonları farklı olsa da, özünde aynı şey savunulmaktadır. Böyle bir ortamda enternasyonalist mevzileri daha büyük bir kararlılıkla savunmak, işçi sınıfının enternasyonalist bayrağının ulusalcı-milliyetçi bayraklarla karışmasına izin vermemek gerekiyor. Sahip çıkılması ve işçi sınıfına taşınması gereken, “ulusal onur” bayrağı değil, proletarya enternasyonalizminin onurlu kızıl bayrağıdır!
Milliyetçilik işçi sınıfının göz bağıdır Son dönemde milliyetçiliğin yükseltilmesinin ve işçi sınıfına şovenizm zehrinin bulaştırılabilmesinin birçok nedeni var kuşkusuz. Ama bu konuda en büyük etmen, işçi sınıfının örgütsüz ve dağınık oluşudur. Örgütsüz ve devrimci önderlikten yoksun işçi hareketi, burjuvazi tarafından rahatlıkla maniple edilip yönlendirilebilmektedir. Milliyetçiliğin, şovenizmin körüklenmesi yalnızca Türkiye’ye özgü bir olay değil; genel olarak dünyada böyle bir gidişat var. Çoktandır Avrupa ülkelerinde “aşırı sağ” denilen partilerin oy oranları yükseliyor. Fransa, Hollanda, Avusturya gibi ülkelerde Nazi artığı faşist partiler yabancı düşmanlığı yaparak, diğer ülkelerden gelen işçilere karşı
6
ırkçı saldırılar düzenliyorlar. Her ülke burjuvazisi, işçi-emekçi kitlelerin yaşadığı işsizlik, açlık ve yoksulluğun gerçek sebebi olan çürümüş ve siyaseten kokuşmuş kapitalist düzeni gözlerden ırak tutmak amacıyla milliyetçiliğe sarılıyor. Böylelikle tüm sorunların kaynağı “dışarıdan gelenler” olarak algılatılıyor ve sınıf çelişkisi gölgelenerek, esas çelişki ulusal çelişkiymiş gibi gösterilmek isteniyor. Kapitalist düzen altında inletilen işçi-emekçi kitleler, işsizlik ve yoksulluklarının gerçek sebebini diğer uluslardan işçiler olarak görüyorlar. Örgütsüzlüğün ve bilinçsizliğin hâkim olduğu böyle bir ortamda ırkçı-milliyetçi eğilimler güçleniyor. Emperyalist hegemonya savaşının kızışmasıyla birlikte milliyetçilikteki yükseliş hız kazanmıştır. ABD emperyalizmi 11 Eylül saldırılarını bahane ederek içeride antidemokratik yasalar çıkartmakla kalmadı, faşizan uygulamaları da devreye sokarak emekçi yığınların bilincini çarpıtmaya girişti. “Terörizm” sopasını bilinçsiz kitleler üzerinde kullanan tekelci Amerikan burjuvazisi, Müslüman Asya halklarını düşman ilan ederek toplumu korkutmak, sindirmek, baskı altına almak istiyor. ABD emperyalizmi ülke içinde milliyetçiliği, şovenizmi yükselterek, Afganistan’da, Irak’ta giriştiği katliamları, işlediği insanlık suçunu Amerika’nın örgütsüz ve bilinçsiz emekçi yığınlarına onaylatmaya çalışıyor. Genel olarak milliyetçilik zehri emekçileri uyutmak üzere bünyeye zerk edilirken, Türkiye özgülünde konu, aynı zamanda burjuvazinin kendi içinde yürüyen çatışmadan da bağımsız düşünülemez. Türkiye burjuvazisi çoktandır bir bölünmüşlük yaşıyor. Ayrı çıkarlara sahip burjuva kesimlerin politik yönelimleri de haliyle farklı oluyor. AB’ye girerek Avrupa sermayesi ile entegrasyonu derinleştirme
Mayıs 2005 • sayı: 2
perspektifi üzerinden başlayan tartışma, Türk burjuvazisinin iktidar bloğunu tepeden çatlatmış bulunuyor. Böylece burjuvazi içinde süre giden çatışma, siyaset arenasına çeşitli konular üzerinden yansıyıveriyor. Kürt ve Kıbrıs sorunu, Ermeni meselesi, devlet cihazının reorganize edilmesi konuları burjuvazi içindeki tepişmenin dışa vurmasına vesile oluyor. Sağlı-sollu statükocu-devletçi güçler bu çatışma temelinde bir araya gelerek bir “kızıl elma” koalisyonu oluşturmuş bulunuyorlar. Sivil ve askeri bürokrasi, ulusalcı geçinen burjuva kesimler, faşist MHP-BBP, gerici DYP, Zubatovcu İP, Kemalist “Türk Solu” dergisi, Kemalist CHP, entelijensiyanın bir kesimi vb. aynı safta toplanmışlardır. Elbette bu kesimlerin sözcülüğünü askeri bürokrasi yapmaktadır; sağlı sollu diğer kesimler ise askeri bürokrasinin destekçiliğine soyunmuşlardır. Kürt sorununa inkârcı ve imhacı yaklaşan, Ermeni katliamını haklı gösteren, Kıbrıs’ın işgalini savunan tüm bu kesimlerin gerçekte savundukları, kendi çıkarlarına denk düştüğüne inandıkları eski statükodur. İşçi sınıfının vatanı olmadığını, onun uluslararası çıkarlara sahip tek bir sınıf olduğunu komünizmin kurucuları daha bir buçuk asır önce Komünist Manifesto’da yazmışlardı. II. Enternasyonal oportünizmi Marksizme ve komünist görüşlere ihanet ederek burjuvazinin safına geçtiğinde, Lenin, Troçki, Luxemburg ve yoldaşları işçi sınıfının enternasyonalist kızıl bayrağının yere düşmesine izin vermediler. AB uyum sürecinde tekelci burjuvazinin attığı adımlar, uluslararası gelişmelerle de birleşerek statükocu kesimleri bir hayli sıkıştırmış ve onların mevzi kaybetmesine neden olmuştur. Milliyetçilik zemini üzerinden başlatılan şoven harekâtın esas nedeni, işte bu statükocu güçlerin mevzilerini tamamen kaybetme korkusudur. Nitekim bayrak olayı üzerine bir bildiri yayınlayarak şoven harekâtın başını çeken Genelkurmay, son olarak Harp Akademilerinde Özkök’ün yaptığı konuşmayla statükocu-devletçi burjuva güçlerin hâlâ diri olduğunu ve iktidar mevzilerini terk etmeyeceklerini hatırlatmak istemiştir. Talabani’nin Irak Devlet Başkanı olması, Irak Kürdistanında bir Kürt federe devletinin kurulma olasılığı, Öcalan’ın yeniden yargılanma ihtimali, Kıbrıs’ta Denktaş kliğinin gerilemesi ve seçimleri kaybetmesi statükocu güçleri fevri davranmaya itiyor. Bu güçler toplumu Türk milliyetçiliği temelinde politize etmeye ve arkalarına bir kitle desteği alarak iktidardaki mevzilerini korumaya çalışıyorlar.
marksist tutum
İşte tam da böyle bir süreçte, bir taraftan da statükocudevletçi burjuva güçlerin kalemşorları toplumdaki milliyetçi duyguyu yükseltmek amacıyla kıyamet senaryoları yazmaya koyulmuşlardır. Genel olarak Batı karşıtı ve şoven bir ideolojiden hareket eden bu kesimin yazar-çizer takımı, anti-Amerikancı, anti-Avrupacı söylemleri öne çıkartıyor. Diğer bir yandan da Yahudi düşmanlığı anti-Sabetaycılık adı altında pompalanıyor. ABD ve AB’nin TC’yi bölmek istediği ve hatta ABD’nin Türkiye’yi işgal edeceği senaryolarını içeren kitaplar kitapçıların raflarını süslüyor, gazeteler bu tip yazılarla dolup taşıyor. Statükocu-devletçi kesim kendi çıkarlarını milliyetçilik zehri biçiminde emekçilere zerk ederek meşrulaştırmaya, toplum katında destek bulmaya çabalamaktadır. Aslında bu açıdan yeni bir şey yok. Lakin burjuvazinin statükocu kanadı bunu yaparken, emperyalizme karşı sözümona “bağımsız Türkiye” sloganını paravan olarak kullanıyor. Bu kesim anti-Amerikancılığı anti-emperyalizm olarak sunma gayretindedir. Emekçi kitlelerde biriken antiAmerikancı duyguyu ise Türk milliyetçiliğini yükseltmek üzere kullanmaktadır. Ve ne acıdır ki bu burjuva kesimler ile Türk solunun büyük bir bölümü aynı noktada birleşmektedir. Oysa anti-kapitalizmden bağımsız bir anti-emperyalizmin olamayacağı çok açıktır.
Türk solunun ezeli zaafı olarak milliyetçilik Her zaman vurguladığımız üzere, Türk solunun daha baştan milliyetçilik ile malûl olması onun tüm yaklaşımlarına da sirayet etmektedir. Son yaşanan olaylar karşısında alınan tutumlar gösteriyor ki, Türk solunun ezeli zaafı milliyetçilik derinleşerek devam ediyor. Solun milliyetçiliğindeki hareketlenme sadece son günlerin olayı değildir. Türk solu içinde var olan Stalinist milliyetçi damar çoktandır güçlenmekteydi. Yapılan açıklamalar ve alınan tutumlar gerçekten de ibretliktir. İşçi sınıfının vatanı olmadığını, onun uluslararası çıkarlara sahip tek bir sınıf olduğunu komünizmin kurucuları daha bir buçuk asır önce Komünist Manifesto’da yazmışlardı. II. Enternasyonal oportünizmi Marksizme ve komünist görüşlere ihanet ederek burjuvazinin safına geçtiğinde, Lenin, Troçki, Luxemburg ve yoldaşları işçi sınıfının enternasyonalist kızıl bayrağının yere düşmesine izin vermediler. Ve işçi sınıfı içindeki sol görünümlü burjuva ajanlara karşı amansız bir savaş yürüttüler. Bugün de en tehlikeli olan şey, milliyetçiliğin üzerine sol sosunu dökerek işçi sınıfının gözünü boyamak ve onun bilincini burjuvazinin ideolojik zehriyle doldurmaktır. TC’nin bayrağını bağımsızlık sembolü olarak kutsayan TKP, onu emperyalizme karşı mücadelenin de simgesi haline getiriyor. TKP’ye göre bugün Kürt halkı da “Türk yurtseverliğini” kuşanarak TC’nin bayrağını kendisine mücadele sembolü yapmalıdır.
7
Mayıs 2005 • sayı: 2
marksist tutum
Ulusal bayraklar birer semboldür kuşkusuz. Ancak soyut birer sembol değil, somut bir devletin sembolüdürler. Bayrakları devletten ve devleti de egemen sınıftan kopuk ele alan bir yaklaşımın Marksizm ile bir ilgisi olamaz. Sömürgeciliğe karşı bir mücadeleyle kurulmuş her ulusdevletin bayrağı kuşkusuz o devletin bağımsızlığının bir sembolüdür. Ne var ki, geçmişte bağımsızlık için mücadele eden burjuvazinin belli bir dönem boyunca taşıdığı göreli ilerici politik konumu ve sembolleri ile, bağımsızlığını kazandıktan sonra kapitalistleşme yolunda merhaleler kat etmiş ve gericileşmiş bir burjuvazinin sembollerini birbirine karıştırmak siyasal dolandırıcılık değildir de nedir? Öylesine bir kafa karışıklığı yaratılmış bulunuyor ki, ileri sürülen perspektifin işçi sınıfının enternasyonalist mücadele ve çıkarlarıyla doğrudan veya dolaylı hiçbir alâkası yok! İşçi sınıfına “ulusal onur” propagandası yapanlar kimin ulusal onurundan söz ediyorlar? Bilinmelidir ki, milliyetçiliğin işçi sınıfına soldan taşınması ve yaratılan bilinç bulanıklığı bugün ve gelecekte mücadeleye atılacak genç kuşakları daha baştan zehirlemekle kalmayacak, yükselen işçi hareketine de zarar verecektir. Ayrıca da, kitlelerin geri bilinç düzeyine hitap edip yükselen milliyetçi dalganın üzerine binerek kitleselleşme gayretinde olanların sonu hezimettir. “Ulusal onur”, “vatan hainliği”, “yurtseverlik”, “vatanseverlik”, “ulusal bağımsızlık” ve “ulusal bayrak” gibi kavramlar burjuva ideolojisine aittirler. Burjuvazi kendi çıkarlarının ifadesi olan ideolojik argümanları emekçilerin bilincinde meşrulaştırmakla kalmıyor, bu argümanları bir toplumsal baskı unsuru haline dönüştürerek kitleleri bu çizgiye göre tavır almaya da zorluyor. Milliyetçiliğin üzerine sözümona “bağımsızlık”, “ulusal onur”, “emekçi yurtseverliği” cilâsı çekerek emekçi yığınlara yutturmaya çalışanlar bilmelidirler ki, işçi sınıfına karşı suç işlemekteler. Düzenin bindirdiği ideolojik basınca direnemeyenler, burjuva ideolojik çizgiye kaymakta ve siyasi söylemlerini burjuvazinin cephanesinden alarak sözümona savaşa girmekteler. Nitekim Türk solunun genelinin içinde bulunduğu bilinç bulanıklığı tastamam bunu kanıtlıyor. Evet, bugün Türk solunun milliyetçiliğe sürüklenen bir bölümü ile burjuvazinin statükocu kesimleri aynı söylemde birleşebiliyorlar. Sadece anti-Amerikancılığın anti-emperyalizm olarak sunulması değildir söz konusu olan; AB karşıtlığı üzerinden “ulusalcı” kapitalizm savunusu çizgisinde de birleşmekteler. “Bağımsız Türkiye” sloganı bu kesimleri aynı kulvarda birleştiriyor. “Anadolu halkının emperyalizm karşıtlığı”, “yurtseverlik” ve “vatanseverlik” sloganları Türk solu ile statükocu güçlerin ortak paydaları! Ulus-devletini kurmuş, egemen bir sınıf olarak örgütlenmiş ve bugün emperyalist sistemin bir parçası olmuş
8
“Ulusal onur”, “vatan hainliği”, “yurtseverlik”, “vatanseverlik”, “ulusal bağımsızlık” ve “ulusal bayrak” gibi kavramlar burjuva ideolojisine aittirler. Burjuvazi kendi çıkarlarının ifadesi olan ideolojik argümanları emekçilerin bilincinde meşrulaştırmakla kalmıyor, bu argümanları bir toplumsal baskı unsuru haline dönüştürerek kitleleri bu çizgiye göre tavır almaya da zorluyor. Türk burjuvazisini ve Türkiye kapitalizmini sömürge düzeyine indirgeyerek bağımsızlık çığırtkanlığı yapmak Marksist bir tutum olamaz! TC ne sömürgedir ve ne de dünya emperyalist sisteminin dışındadır. Bilinmeli ve kavranmalıdır ki, emperyalizm kapitalist sisteme dışsal bir olgu değil, bizzat onun kendisidir. TC burjuvazisi emperyalist sistem içinde işçi sınıfının sömürüsünden daha fazla yararlanmak amacıyla kabına sığmamakta, bölgede emperyal niyetler peşinde koşmaktadır. Bir kez daha hatırlatalım ki, kapitalizmi hedef almadan, yani anti-kapitalist olunmadan anti-emperyalist olunamaz! Komünistler milliyetçiliğin çeşitli kılıklar altında emekçi kitlelerin bilincine zerk edilmesine karşı uyanık olmalılar. Önümüzdeki dönemde milliyetçiliğin daha bir yükseleceği gerçeğini göz önüne alarak işçi sınıfının enternasyonalist görüşlerini inatla ve kararlılıkla savunmak gerekiyor. İşçi sınıfı burjuva egemenliğinin sembollerini ve kavramlarını değil, kendi kızıl bayrağını ve enternasyonalist sloganlarını yükseltmeli, enternasyonalist bilincine sahip çıkmalıdır. Yalnız ve yalnızca proletarya enternasyonalizmini tavizsiz biçimde savunan komünistler, emperyalist yayılmacılığa, burjuva gericiliğine, şovenizme, faşizm tehlikesine karşı tutarlı ve kararlı bir mücadele verebilirler. Bu da kuşkusuz, Marksizm temelinde berrak ideolojik-politik görüşlere ve sağlam bir enternasyonalci komünist örgütlülüğe sahip olmakla mümkündür.
Tarih Bilinci Yayınları’ndan Emperyalizmi, ulusal sorunu ve doğru bir anti-emperyalist bakış açısını kavramak isteyenler için Kolonyalizmden Emperyalizme Elif Çağlı
Kıbrıs’ta Gerçek Çözümün Yolu B
ir yıl önce Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB’ye tam üye olmasıyla farklı bir boyut kazanan Kıbrıs süreci, 17 Nisanda Kuzey’de gerçekleştirilen cumhurbaşkanlığı seçimleriyle bir dönüm noktasına daha girdi. Bu seçimlerde, statükocu-devletçi güçlerin Kıbrıs’taki baş temsilcisi konumundaki Rauf Denktaş artık tahta dönüşen koltuğunu Mehmet Ali Talat’a devretti. Annan Planının oylanması, parlamento seçimleri, erken seçimler derken, son bir yıl içinde seçim atmosferinden bir türlü kutulamayan adanın kuzeyinde, Mehmet Ali Talat %55,6 oy oranıyla cumhurbaşkanı seçildi. Üstelik TC’nin statükocu güçlerinin ve Denktaş’ın ellerindeki tüm olanakları kullanarak var güçleriyle yürüttükleri karşı kampanyalara rağmen. Hatırlanacağı üzere eski İngiliz sömürge savcısı Denktaş ilkin 1975’te kurulan kukla federe devletin başına oturtulmuş, ardından 1983’te bu kez KKTC adı verilen bir tiyatro oyununun baş aktörü olmuş ve son 30 yıllık süreçte “devlet” başkanlığı görevini kimselere kaptırmamıştı. Tüm bu dönem boyunca, Kuzey Kıbrıs, ilan edilen “devlet”e rağmen Türkiye’nin bir vilayeti gibi görülürken, Denktaş da bu vilayetin valisi olarak görev yapmıştı. Şu an gelinen noktada dikkatlerin üzerinde yoğunlaştığı konu, değişimin “vali”yle sınırlı kalıp kalmayacağıdır. Türkiye’de liberal burjuva basın son seçimin sonuçlarını sevinçle karşılayıp Denktaş devrinin bittiğini ilan etti. Liberallerin Denktaş devrinin bitmesiyle kastettikleri şey açıktır: AB sürecinin, dolayısıyla Annan Planının önündeki baş engellerden biri olan Denktaş’ın bertaraf edilmesi. Bugün TC hükümetinin Kıbrıs politikası, tüm sancılı gidişata rağmen AB ve Annan Planı doğrultusunda belirleniyor. Talat da bu çizgiyle örtüşen bir “devlet” başkanı. Dolayısıyla gerek Türkiye’de gerekse Kuzey Kıbrıs’ta hükümette olanların politikaları AB-ABD eksenli Kıbrıs politikasıyla örtüşüyor ve bu anlamda Denktaş devri bugün için sona ermiştir. Ne var ki bütün bunlar Talat’ı yeni “vali” olmaktan çıkarmaya yetmiyor. Kıbrıslı Türklerin en yakıcı şekilde ihtiyaç duydukları şey, Rumlarla birleşik bir Kıbrıs yaratma arzusunu hayata geçirebilecek bir iradedir.
İlkay Meriç
Yunanistan, Türkiye ve Kıbrıs halklarının da dahil olacağı bu Avrupa Birleşik İşçi Sovyetleri, halkların barışının da refahının da tek garantisi olacaktır. Gerek adalı, gerek Yunan, gerekse Türkiyeli komünistlerin en büyük görevi, sovyetik temellerde oluşturulacak bir birleşik işçi devleti yaratma mücadelesini ortaklaştırarak yürütmektir. Ada halkının ve dünya halklarının kâbusu milliyetçiliktir, bu kâbustan kurtulmanın yolu ise enternasyonalizmden geçiyor.
9
Mayıs 2005 • sayı: 2
marksist tutum Gerek Türkiye’de gerekse Kuzey Kıbrıs’ta hükümette olanların politikaları ABABD eksenli Kıbrıs politikasıyla örtüşüyor ve bu anlamda Denktaş devri bugün için sona ermiştir
Ve bu irade kuşkusuz TC’den tümüyle bağımsız, ada halkının çıkarlarını ön plana alan bir politika gütmeyi gerektirir. Oysa Talat gerçekten Kuzey’in bağımsız iradesini mi temsil ediyor? İşte sorun buradadır. Kıbrıs’taki politik figürler de TC burjuvazisi içindeki çatışmanın taraflarına göre saflaşmış bulunuyorlar. Talat’ın Kuzey’in bağımsız iradesinin temsilcisi olmadığı, AB yanlısı TC burjuvazisinin Kıbrıs’taki politik temsilcisi olduğu açıktır. Talat sırtını AB yanlısı politikalar izleyen AKP hükümetine dayamıştır, nasıl ki Denktaş statükocu-devletçi TC hükümetlerine dayamışsa. Belli periyotlar halinde incelesek, bugüne dek Kuzey Kıbrıs’ın TC’nin yönelimlerinden ve TC burjuvazisinin çıkarlarından bağımsız bir politikasının hiçbir zaman olmadığını görürüz. Türkiye’nin AB sürecine adım atmasıyla birlikte adanın kuzeyinde Denktaş muhalifleri hızlı bir atağa geçmiş ve Talat öne fırlamıştır. TC’nin bu süreçteki gelgitlerinin Talat’ın tutumunu çok yakından etkileyeceği açıktır. Bunun yanı sıra Kuzey’in gerici-tutucu-milliyetçi güçlerinin aldığı son darbe Güney’in bunu pekiştirecek birtakım adımlarıyla birleşmezse, Talat’ın ve CTP’nin aldığı halk desteğinin uzun vadede bu şekilde sürmesi de mümkün değildir. AKP ve Kuzey Kıbrıs hükümeti bugün Annan Planını revize edilmiş biçimiyle tekrar masaya getirmek istiyor. Ancak Türk askerlerinin adadan çekilmesi, adaya sonradan adeta çıkartma yapan on binlerce Türkiyeli yerleşimcinin geri gönderilmesi, Rumların kuzeydeki mülklerinin geri verilmesi vs. sağlanmaz ve Güney’den de plana evet yanıtı çıkmazsa, Kıbrıs konusundaki liberal politikaların zora düşeceği ve Talat’ın pozisyonunun sarsılacağı açıktır. Nitekim Kuzey’de çeşitli sol muhalif yazarlar Talat’ı köşeye sıkıştırabilecek gidişata dikkat çekmeye ve onu uyarmaya başlamışlardır. Bu kesimler, Talat’ın ayağını denk almasını, aksi halde TC boyunduruğundan kurtulacak cesaret ve güçten yoksun olduğunu göstereceğini vurguluyorlar. Belirtmek gerekir ki, Talat TC boyunduruğundan kurtulma iradesini gösterebilecek olsaydı bile, bir burjuva politikacı olduğu için emperyalist
10
burjuvazi içindeki çatışma ve saflaşmalardan muaf olamazdı.
Paranı da, paketini de, memurlarını da…
Hatırlayalım, uzun zamandan beri adanın kuzeyi, özel üniversiteler, kumarhaneler ve kara para aklama makinesi haline gelen bankalar dışında hiçbir gelir kaynağı kalmayan, uyuşturucu ticareti de dahil her türlü pis işin üssü haline getirilen ve Denktaş sülalesinin diğer TC işbirlikçileriyle birlikte buradan beslendikleri bir yer haline gelmişti. TC ordusunun 1974 yazında “Barış Harekâtı” adı altında başlattığı işgalin ardından ada halkının tüm geçim kapıları bir bir kapandı. TC Elçisine sormadan küçücük bir adım dahi atamayan KKTC adlı sözde bağımsız “devlet”te, nüfusun büyük bir kesimi TC’den gönderilen paralarla maaşı verilen memurlar haline getirildi. 2000’lerin başında Türkiye’de yaşanan ekonomik kriz, Kıbrıs Türklerini katmerli bir şekilde vurmuştu. Ekonominin iflas etmesiyle, memurların maaşları dahi ödenemez hale gelmiş, Kıbrıslı Türkler güneydeki Rumlardan beş kat düşük bir gelir düzeyine mahkûm edilmişlerdi. Tam da bu süreçtedir ki, on binler, “Ankara, paranı da, paketini de, memurlarını da istemiyoruz… Köle olmak istemiyoruz” diye isyan ederek sokaklara döküldüler. Halkın bu haklı tepkisinin rüzgârına yelken açan Talat’ın yıldızının parlaması da bu sayede oldu. Adanın kuzeyinde tam bir hükümranlık kuran, her türlü muhalif sesi kontrgerilla yöntemleriyle bastıran, Kıbrıs’ı TC’nin karanlık güçlerinin yatağı haline getiren Denktaş’a karşı, AB yolunu açan Annan Planı ve bu planın savunucusu Talat, Kıbrıslı Türklerin tek kurtuluş çaresi olarak gösterildi. Kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda bir çözüm üretecek örgütlülükten yoksun olan ada işçi ve emekçileri, geçmişte olduğu gibi bugün de burjuva “çözüm”lerin ya da “çözümsüzlük” politikalarının peşine takılıyorlar. Kıbrıslı Türklerin Annan Planını desteklemeleri de, Kıbrıslı Rumların AKEL tarafından tümüyle sağ bir bakış açısıyla ve milliyetçi temellerde bu plana hayır demeye yönlendirilmeleri de aynı nedenden kaynaklanıyor: bağımsız bir sınıf bakışından ve örgütlülükten yoksun oluş.
Annan Planı çözüm mü? 1878’de Osmanlı’nın İngiltere’ye kiraladığı, Birinci Emperyalist Savaşın ardından İngilizlerin ilhak ettiği ve ardından emperyalistlerin, TC’nin ve Yunanistan’ın ellerinin hiç eksik olmadığı Kıbrıs’ta, gerek Kuzey gerekse
Mayıs 2005 • sayı: 2
Güney’de ada halkının iradesi yüzyılTC ordusunun lardır yok sayılmıştır.1 Bugün de 1974 yazında değişen bir şey yoktur. Burjuva libe“Barış rallerin adaya kalıcı bir çözüm getireHarekâtı” adı ceği yanılsamasını yaydıkları Annan altında Planı da diğer tüm planlar gibi Kıbrıs başlattığı halkının önüne tepeden dayatmalarla işgalin getirilen, ada halkının çıkarlarını, ardından ada barışını değil, emperyalistlerin çıkarhalkının tüm larını esas alan bir plandır. geçim kapıları İki halkın, iki parçalı birleşik bir dev- bir bir kapandı. let altında barış içinde yaşamalarına TC Elçisine dayandırıldığı iddia edilen bu empersormadan yalist planın özü, ada halkının ikiye küçücük bir bölünmesidir. Ortaya atıldığı günden adım dahi bu yana pek çok kez revize edilen bu atamayan KKTC planda, ada kâğıt üzerinde çeşitli adlı sözde şekillerde bölünmüş, sınırlar sürekli bağımsız değiştirilmiş, fakat bütün bunlar ya“devlet”te, pılırken adalı işçilere, emekçilere nüfusun büyük hiçbir söz hakkı tanınmamıştır. Onbir kesimi lar adına sınırlar tayin edilmekte, nüTC’den fus kotaları getirilmekte, giriş-çıkışlar gönderilen sınırlandırılmakta, mal mülk edinme paralarla maaşı koşullara bağlanmaktadır. Onlara biverilen çilen görevse, emperyalist-kapitalist memurlar devletlerin kapalı kapılar ardında haline getirildi. hazırladıkları planları, yapılan referandumlarda onaylamaktır. Annan Planı, Kıbrıs Rumlarının ve Türklerinin çok belirgin sınırlarla birbirinden ayrılması üzerine inşa edilmiştir. Emperyalistlerin dilediklerinde ada halkını birbirine düşür melerinin, eski yaraları kaşımalarının zemini bu planın öngördüğü yapıda fazlasıyla mevcuttur. Fakat özellikle Kıbrıslı Türklerin içinde bulundukları açmaz, onların bütün bunlara rağmen bu planı bir kurtuluş çaresi olarak görmelerine yol açıyor. Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum adlı broşüründe Elif Çağlı’nın da çok doğru bir şekilde belirttiği gibi, “Türkiye ya da Kuzey Kıbrıs’ta işçi ve emekçi kitlelerin çoğunluğu, içinde bulundukları berbat duruma bakıp hiç değilse Avrupa demokrasisi kadar bir demokratik işleyişin özlemini çekiyorlar. … AB üyeliğine demokratik hakların genişletilmesi bakımından olumlu yaklaşan Türkiyeli ya da Kuzey Kıbrıslı kitlelerin bu yanılsamalarına son verecek en güçlü faktör, son tahlilde yaşayarak öğrenecekleri gerçekler olacaktır.”2 Marksistler kitlelerin bu ruh halini gayet anlaşılır bulmakla birlikte, yegâne gerçek ve kalıcı çözüme ancak kendi güçleriyle kuracakları birleşik bir devletle ulaşılabileceklerini işçilere yorulmadan anlatmak zorundadırlar. “Türk, Kürt, Kıbrıslı, Filistinli, Iraklı vb. örneklerinde
marksist tutum
olduğu üzere, emekçi kitlelerin içinde bulundukları koşullardan kurtulabilmeleri için bir umut diyerek sarıldıkları AB ya da Birleşmiş Milletler benzeri emperyalist birliklerin «çözüm planları» bir oyalamacadır. Bu tür planlar, işçi ve emekçilerin bugün için olanaksız gördükleri devrimci çözüm yolunun önüne dikilmiş birer engelden başka bir şey değildir. Dolayısıyla, işçi sınıfı ve emekçi kitleler kendi çıkarlarını temsil eden devrimci bir planı yaşama geçirmek üzere örgütlenip seferber olmadıkları sürece, burjuva seçenekler arasında sıkışıp kalmaktan ve sürekli olarak zaman yitirmekten kurtulamayacaklar. İçinde bulundukları olumsuz koşulları değiştireceğini sandıkları burjuva planlara destek vererek kendilerini kandırdıkları sürece, hem bugünlerini hem de yarınlarını emperyalist güçler arasındaki çıkar çatışmalarına kurban edecekler.”3
Kıbrıs’ın kaderini Kıbrıs halkı tayin etmelidir Bugüne dek kendi kaderini hiçbir zaman kendisinin tayin etmesine izin verilmeyen ada halkının barış içinde yaşayacağı kalıcı bir çözüme ulaşmasının yolu her şeyden önce, hiçbir dış müdahale olmaksızın kendi kaderini tayin edebilmesinden geçiyor. Her türlü emperyalist ve dışardan dayatılan plana karşı, adalı Rum ve Türk işçi-
11
marksist tutum
Mayıs 2005 • sayı: 2
Marksistler kitlelerin bu ruh halini gayet anlaşılır bulmakla birlikte, yegâne gerçek ve kalıcı çözüme ancak kendi güçleriyle kuracakları birleşik bir devletle ulaşılabileceklerini işçilere yorulmadan anlatmak zorundadırlar. lerin, kurdukları ortak komiteler aracılığıyla tüm sorunlarına çözüm üretmek üzere bir araya gelmeleri bunun baş koşuludur. Kıbrıslı işçilerin ilk savunmaları gereken şey, sınırların kaldırılması, dolaşım ve yerleşim özgürlüğünün sınırsız şekilde hayata geçirilmesi ve ortak bir sendikal örgütlenmeye gidilmesi olmalıdır. Bu sağlanmadığı sürece, işçilerin bölünmüşlüğünün ve birbirlerine düşman edilmelerinin önüne geçilmesi mümkün değildir. Gerek Rum gerekse Türk burjuvazisi de bunu gayet iyi bilmekte ve işçilerin birliğini engellemek için elinden geleni yapmaktadır. Emperyalist müdahalenin temel unsuru olarak kullanılan yabancı ordular (BM, NATO, İngiliz, TC ve Yunan ordusu) ve üsler adada var olmaya devam ettiği sürece, Kıbrıs halkının bağımsız iradesini kullanması mümkün değildir. Tüm yabancı üsler kapatılmalı, Türk ve Yunan askerleri de dahil olmak üzere tüm yabancı askerler derhal adadan çekilmelidir. Bugün adanın kuzeyi de güneyi de istihbarat örgütlerinin ve mafyanın kol gezdiği, her türlü provokasyona gebe bir ortam arz ediyor. Faşist ve milliyetçi örgütlenmeler halklar arasındaki düşmanlığı kışkırtmak için fırsat kolluyorlar. Adadaki tüm faşist ve milliyetçi örgütlenmeler derhal dağıtılmalı, istihbarat örgütleri ve mafya adadan def edilmelidir. Kumarhaneler, kara para aklama merkezleri haline gelen bankalar derhal kapatılmalıdır. Kıbrıs sorununun kapitalizm altında kalıcı bir çözüme ulaşmasının, yani adaya istikrarlı bir barışın gelmesinin olanaksız olduğunu adalı işçilere anlatmak ve kavratmak biz komünistlerin görevidir. Emperyalistlerin ve sözde anavatanların devrede olduğu tüm çözümler, yarın sorunun yeniden hortlatılmasının kilit unsurlarını da içinde
12
barındıracaktır. Sözde anavatanların burjuvazisi de dahil olmak üzere Kıbrıs’ta barışın garantörü hiçbir zaman kapitalistler ve onların birlikleri-devletleri olmamıştır, olamaz. Adalı Türklerin, Türkiyeli işçi ve emekçilerin kurtuluş gözüyle baktıkları Avrupa Birliği de böyle bir barışı güvenceye alamaz. AB ne yoksulluğu ortadan kaldıracaktır ne de kapitalizmin yarattığı kronik sorunlara derman olacaktır. “O nedenle, kapitalistlerin «Avrupa Birliği» programı karşısında, enternasyonalist komünistler işçi sınıfının birlik programını savunur ve Avrupa Birleşik İşçi Sovyetleri sloganını yükseltirler.”4 Yunanistan, Türkiye ve Kıbrıs halklarının da dahil olacağı bu Avrupa Birleşik İşçi Sovyetleri, halkların barışının da refahının da tek garantisi olacaktır. Gerek adalı, gerek Yunan, gerekse Türkiyeli komünistlerin en büyük görevi, sovyetik temellerde oluşturulacak bir birleşik işçi devleti yaratma mücadelesini ortaklaştırarak yürütmektir. Ada halkının ve dünya halklarının kâbusu milliyetçiliktir, bu kâbustan kurtulmanın yolu ise enternasyonalizmden geçiyor.
––––––––––––––––––––––––––––––– 1 Kıbrıs sorununun tarihçesine ve Annan Planına ilişkin daha geniş bilgi için Zeynep Güneş’in www.marksist.com sitesinde yer alan Kıbrıs Sorununa Marksist Yaklaşım ve Kıbrıs’ta “Çözüm” Arayışları adlı yazılarına bakınız. 2 Elif Çağlı, Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum, Tarih Bilinci Yayınları, Haziran 2004, s. 45 3 age, s.54-55 4 age, s.56
Ermeni Sorunu Gerçekler Direngendir Deniz Moralı
T
ürkiye’de egemen sınıfın yazdığı resmi tarih, onun kendi egemenliğini sürdürmesinin temel bir vasıtasıdır. Bu resmi tarihin en belli başlı unsurları olan Ermeni düşmanlığı, Rum düşmanlığı, Kürt düşmanlığı ve komünist düşmanlığı vasıtasıyla egemenler, daima hedef şaşırtarak işçileri ve diğer emekçi halk kitlelerini birbirine karşı kışkırtmış ve aralarında güvensizlik tohumları ekmeye çalışmıştır. Rejimde ne zaman bir sıkışma durumu belirse, egemenler resmi tarihin kokuşmuş kırkambarından beslenen gerici ideolojik kampanyaya hız verirler. Bugünlerde de özellikle burjuva düzenin statükocu güçleri eliyle pompalanan böyle bir kampanya yürütülmeye çalışılıyor ve bu çerçevede faşist it sürüsünün tasması çözülerek provokasyon girişimleri yapılıyor. O nedenle bu topraklarda Ermeni, Rum ve Kürt düşmanlığına karşı mücadele şovenizme ve faşizme karşı mücadelenin vazgeçilmez temel bir ayağı ve Türk işçi sınıfının temel enternasyonalist görevidir. Bu tür zehirleme operasyonlarının değişmez demirbaşı Ermeni düşmanlığıdır. Son Newroz gösterilerinin ardından Mersin’de sokak aralarında yaşanan çatışmalarda Kürt gençlerine taş atan polis onlara “Ermeni uşakları!” diye bağırıyordu. Kürt hareketine ve liderliğine dönük olarak yıllardır yapılan “Ermeni dölü!” nitelemesi olsun, Atatürk’ün manevi kızı olarak anılan Sabiha Gökçen’in “aslında Ermeni olduğuna” dair haberler üzerine durumdan vazife çıkaran Genelkurmay’ın bunu bir hakaret olarak gördüğünü ilân eden açıklaması olsun hep aynı gericiliğin tezahürleridir. Bugün yaşadığımız sorunlarla 90 yıl önceki Ermeni kırımı arasında bir
13
marksist tutum
bağlantı olduğunu anlamak için resmi tarihin ve ideolojinin göz bağlarından kurtulmak gerekiyor. İki halktan işçi ve emekçiler arasında gerçek kardeşlik bağını örebilmek için Ermeni halkına karşı işlenen büyük suçu mahkûm etmeyi bilmek ve bugün de sopasını bizim başımızda dalgalandıran faillere karşı mücadeleyi yükseltmek zorundayız.
Kırımın Tarihsel Arka Planı ve Nedenleri Osmanlı da aynı Rus Çarlığı gibi bir halklar hapishanesiydi. Anadolu’nun binlerce yıllık yerli bir halkı olan Ermeni halkı da bu halklardan biri olarak yüzyıllar boyunca Osmanlı boyunduruğuna maruz kaldı. İslami esaslara dayalı bir imparatorluk olan Osmanlı’da gayrimüslim tebaa özel türden baskılara maruz kalıyordu. Zimmi olarak adlandırılan ve mahkemelerde Müslümanlara karşı şahitlikleri bile kabul edilmeyen Hıristiyanlar, “örneğin, ibadetlerini Müslümanları rahatsız etmeyecek şekilde yapmak zorundaydılar. … çan çalmaları, yeni kilise yapmaları yasaktı. Kilise tamiri için ise devletten izin almak zorundaydılar. Ayrıca ata binmeleri, silah taşımaları, bir Müslümanla karşılaştıkları zaman kaldırımda yürümeleri yasaktı. Elbiselerinin ve ayakkabılarının rengi, kumaşlarının kalitesi değişik olmak zorundaydı. … 16. yüzyılda bir fermanla, yakalı kaftan, kıymetli kumaştan özellikle ipekli elbise, ince tülbent, kürk ve sarık taşımaları yasaklanmıştı. Ayrıca … hangi renk elbise giyecekleri de bildiriliyordu. Örneğin, Ermenilerin şapka ve ayakkabıları kırmızı, Rumların siyah, Yahudilerin mavi idi. Evlerini de değişik renge boyamak zorundaydılar. Hamamlarda takunya giymeleri yasaktı, peştamallarına çıngırak takmaları gerekiyordu. … Müslümanların evlerinden daha yüksek ev yapmaları yasaktı. … Evlerin, Müslüman mahallelere bakan taraflarına pencere yapmaları da yasaktı. … tüm bu yasaklara uymayanlar para ve hapis cezasına, hatta sert bir padişaha denk gelirlerse ölüm cezasına dahi çarptırılırlardı.” (Taner Akçam, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, s.55-6) Yüzyılların esareti nedeniyle tüm ezilen halklarda, uygun şartlar oluştuğunda özgürlüğe doğru özlemin mayalanması elbette doğaldı ve bu uygun şartlar Osmanlı için esas olarak 19. yüzyılda oluşmuştu. Esaret zincirlerinden kurtulmak ya da en azından bunu gevşetmek isteyen halklar bu dönemde egemen Osmanlı’ya karşı mücadeleye girişiyor ve talepler ileri sürüyordu. Osmanlı’yı paylaşma hırsında olan Batılı kapitalist güçler de kendi çıkarlarına uyduğu müddetçe bu ezilen halkların hamisi rolüne bürünerek devreye girmekteydi. Çöküş sürecindeki köhnemiş Osmanlı egemen sınıfı ise ezilen halkların taleplerini baskı, şiddet ve entrikayla bastırmaya çalışıyordu. Ancak tarihin akışı, miadı dolmuş Osmanlı’nın aleyhineydi. Osmanlı, Avrupa’da sürekli toprak kaybediyor, özel-
14
Mayıs 2005 • sayı: 2
likle Hıristiyan Balkan halkları birbiri ardına bağımsızlıklarına kavuşuyorlardı. Diğer taraftan Balkanlar’daki Müslümanlar özellikle 19. yüzyılın son çeyreğinde buradaki bağımsızlıkçı hareketlerin eziyetlerine maruz kalarak Anadolu ve İstanbul’a kitleler halinde göç etmek zorunda kalıyorlardı. Bu göçmenler maruz kaldıkları eziyetlerin de etkisiyle intikamcı bir ruh haliyle dolu olarak göç etmişler ve yerleştikleri Ermeni bölgelerinde daha sonra gerçekleşen kırımda aktif rol almışlardır. 1878-1904 arası dönemde sadece Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelere yerleştirilen göçmen sayısının 850.000 olduğu belirtilmektedir. Osmanlı, Balkan halklarının bağımsızlığa kavuşması ve devletleşmesinin bedelini esas olarak Ermenilere, kısmen de Anadolu Rumlarına ödettirecektir. Dağılma korkusuna kapılmış olan Osmanlı, planlı bir devlet operasyonuyla, Anadolu’nun İslami tahkimatını gerçekleştirme çerçevesinde Ermenilerin ve Rumların tasfiyesi yoluna gidecektir.
Bu topraklarda Ermeni, Rum ve Kürt düşmanlığına karşı mücadele şovenizme ve faşizme karşı mücadelenin vazgeçilmez temel bir ayağı ve Türk işçi sınıfının temel enternasyonalist görevidir. İki halktan işçi ve emekçiler arasında gerçek kardeşlik bağını örebilmek için Ermeni halkına karşı işlenen büyük suçu mahkum etmeyi bilmek ve bugün de sopasını bizim başımızda dalgalandıran faillere karşı mücadeleyi yükseltmek zorundayız. Bu arka plan üzerinde gelişen “Ermeni sorunu” resmi anlamda 1878 Berlin Anlaşması’yla başlasa da bu, meselenin yalnızca diplomatik veçhesinin milâdıdır. Bunun çok öncesinden beri Osmanlı Ermenileri çeşitli haksızlık ve baskılara maruz kalıyorlardı. Kürt ve Çerkezlerin köylere yaptıkları baskın, yağma ve öldürme gibi eylemler, vergilerin toplanmasında yapılan kanunsuzluklar, hükümet memurlarının yolsuzlukları, mahkemelerde Hıristiyanların hâlâ şahit olarak kabul edilmemeleri gibi hususlar, Ermenilerin başlıca şikâyet konularıdır. Ermenilerin Berlin Konferansı sırasındaki taleplerinin esasını özerklik talebi oluşturuyordu. Her ne kadar özerklik talebi Konferansta kabul edilmediyse de, Osmanlı, Ermeniler lehine birtakım reformlar yapmayı vaat etti. Ancak Abdülhamit, tüm sıkıştırmalara karşı oyalama taktiğine başvurarak reform vaadini yerine getirmedi.
Mayıs 2005 • sayı: 2
Çözümün Ermenilerin durumunu iyileştirmekten değil, onları ortadan kaldırmaktan geçtiğine inanan Abdülhamit, bu maksatla, 1890 yılında Kürtlerden oluşturulan Hamidiye Alaylarını kurdu. Günümüzdeki koruculuk sisteminin atası olan bu alaylar Ermenilere karşı kurulmuştu ve sonrasında birçok katliam gerçekleştirdiler. Ancak Ermenilere karşı büyük çaplı kıyımlar 1894-6’da yaşanmaya başladı. 1895’te İstanbul’da dahi bir Ermeni katliamı düzenlendi. Tüm bu dönem boyunca Anadolu’da Ermenilerin yaşadıkları bölgeler ateşler içindeydi. Bu iki yıl içinde 100.000 ilâ 300.000 kişinin katledildiği belirtilmektedir. Her ne kadar yabancı devletler kırımı engellemeye çalıştılarsa da, bu çaba kararlı ve samimi değildi. Onlar gerçekte kendi çıkarlarını düşünüyorlar ve bu temelde kendi aralarında da çekişiyorlardı. Ancak Abdülhamit’in imparatorluğun bekasını Panislamist bir stratejiye bağlaması ve Hıristiyan toplulukları tümüyle gözden çıkarması temelinde yürüyen bu ilk büyük kırım harekâtının o uluslararası konjonktürde Ermenileri bütünüyle silmesi mümkün olmadı. İmparatorluk emperyalistlerin çeşitli bakımlardan denetimi altındaydı ve Abdülhamit, işi olabildiğince az tepki çekecek şekilde, adım adım ve devletin resmi güçleri yerine, Hamidiye Alaylarında örgütlediği Kürtler ve çapulcular aracılığıyla yapıyordu. O süreçte “ayaklandılar bastırdık” mazereti yaratmak ve Ermenileri sindirmek için vergi artırımları, kişisel ve dinsel tacizler sıklıkla kullanılmış ve bu tacizler sık sık uluslararası sorun teşkil etmiştir. “Devleti kurtarma” sorunu 19. yüzyılda Osmanlı egemenlerinin temel takıntısı olmuştur. Daha sonra cumhuriyetin kurucusu olacak kadrolar da, önce Osmanlı kimliği altında, o olmayınca yeni bir kimlik (TC) altında bu takıntı doğrultusunda hareket etmişlerdir. Elbette “devleti kurtarma” bir sınıf olarak kendi egemenliklerini kurtarma anlamına geliyordu. O nedenle, sanılanın ve propaganda edilenin aksine Cumhuriyet ve Osmanlı arasında birçok önemli süreklilik noktası bulunmaktadır. Daha sonra İttihat-Terakki (İT) dönemine gelindiğinde Ermenilere yönelik kırımda önemli bir değişim gerçekleşecektir. Osmanlı, başlamış olan Emperyalist Savaşta Alman emperyalizminin fiili desteği ve yönlendiriciliği altında, diğer emperyalist odakların denetiminden kurtulacak ve dolayısıyla Ermenilere karşı kırımın çok daha radikal biçimde ve bir seferde gerçekleşti rilebilmesinin koşullarına kavuşacaktır. İT de aynı Abdülhamit gibi her ne pahasına olursa olsun “devleti kurtarma” dürtüsüyle hareket ediyordu ve bu yolda en büyük engel olarak görülen Ermenilerin temizlenmesi fikrine daha baştan yatkındı.
marksist tutum
Abdülhamit’in devrilmesi ve 1908 sürecinde Ermeni devrimci örgütleriyle yapılan tüm ittifak ve işbirliğine rağmen gerçekte Ermeni düşmanlığı İT bünyesinde çok yaygındı. İT hem kendisine biçtiği misyon, hem devraldığı siyaset kültürü, hem de kendisini yoğuran ideolojik hamur açısından Ermeni kırımına elverişli bir yapı arz ediyordu ve şartlar oluştuğunda bunu gözünü kırpmadan gerçekleştirdi. Bu köklü Ermeni düşmanlığına rağmen İT daha başından beri bir Ermeni soykırımı programına sahip değildi. Onu tam olarak bu noktaya getiren esasen 1911 Trablusgarp ve 1912 Balkan Savaşı şokları olmuştur. Bu gelişmeler imparatorluğun dağılma ve çöküş sürecinin çok daha sarsıcı ve dramatik bir hız kazandığı anlamına geliyordu. Silsile halinde gelen bu kayıplar İT yönetiminin artık her şeyi göze almasının zeminini döşedi. O nedenle, 1914’te başlayan Emperyalist Savaş İT’ye bu darboğazdan kurtuluş için bir can simidi olarak göründü (Osmanlı’nın savaşa istemeyerek, zorla sokulduğu yolundaki resmi tez tam bir palavradır). Emperyalist Almanya’yla yapılacak ittifak sayesinde kötü gidişe bir dur denecek ve imparatorluk esasen Asya’daki Müslüman halklara doğru genişlemek suretiyle kurtarılacaktı. Bu strateji esasen Abdülhamit’in çizgisinin geliştirilmiş haliydi ve Ermenilerin kaderi açısından da aynı sonuca götürüyordu. İT bu yolda bilinçli ve planlı çalıştı. Her şeyin tamamen kaybedilebileceği ihtimali düşünülerek ayrıntılı hazırlık yapıldı. Ülkenin dört bir yanına, ileride topyekûn bir işgal olasılığına karşı silah, mühimmat ve çete-gerilla savaşı örgütçüsü yollanarak tahkimat yapıldı. Zaten komitacılıktan gelen İT liderleri için bu yatkın oldukları bir yöntemdi. Her yerde bu tür çete-gerilla birlikleri oluşturuldu. Kesin sayı bilinmemekle birlikte bir kaynağa göre bu çetelerde 30.000 kişi örgütlendi. Bunun için üç kaynaktan insan toplandı: Balkan hezimetini yaşayan göçmen-
15
Mayıs 2005 • sayı: 2
marksist tutum
ölçüde bu kesimlerin elindeydi. Genel olarak denebilir ki, Ermeni, Rum ve Yahudi burjuvazisi Osmanlı’nın görece daha varlıklı kesimlerini oluşturuyordu. Çöküş ve dağılma sürecinde bu faktörün özel bir önem kazanması dolayısıyla daha Abdülhamit döneminde güçlerini kırmak maksadıyla Ermeni burjuvazisine yönelik tedbirler alınmaya başlanmıştı. Daha sonraki İT iktidarının, devleti kurtarmanın temel bir yönü olarak milli bir burjuvazi yaratmayı kendine hedef koyması, azınlıkların mülksüzleştirilmeleri yolunda önemli bir dönemeç noktasıydı. Yerel planda palazlanma eğilimindeki yeniyetme Müslüman-Türk burjuvazisi de Ermeni ve Rum zenginliklerine gözünü dikmiş durumdaydı. Nitekim bu zenginliklerin gaspı daha sonra bu kesimlerin ilk birikimlerinin önemli bir kaynağını oluşturacaktır.
Kırım
ler, mahkûmlar ve Kürt aşiretleri. Ancak tek amaç ilerideki işgal olasılığına hazırlanmak değildi. Hatta öncelikli amaç, böylesi bir olasılığın temel ayağı olacağı düşünülen Ermenileri ortadan kaldırmaktı. Zaten daha savaş başlamadan İT’nin birtakım temel kararları vardı, ki bunlardan birisi “içeride de imha edilecek eşhas”ın varlığı hakkındaydı. Bunun yanı sıra bu çetelerin bir bölümü de Asya’ya Müslüman halkların arasına ayaklanma çıkarmak üzere yollandı. Ayrıca bu örgütlenme, daha sonra önderliğine Mustafa Kemal’in yükseleceği Anadolu’daki işgale karşı direniş hareketinin de iskeletini oluşturacaktır. İT’nin gizli savaş örgütü Teşkilat-ı Mahsusa tarafından örgütlenen bu çeteler 1914’ten başlayarak ve asıl olarak 1915-17 arasındaki Ermeni kırımının yürütülmesinde sahnenin ön planında olacaklardır. Doğu cephesinde Ruslara karşı alınan ağır Sarıkamış yenilgisi ve bu yenilgide Rus ordusundaki Ermeni subay ve gönüllü birliklerinin önemli rolü olduğuna dair kanı, İT’nin, kesin ve ayrıntılı soykırım planının yapılmasını hızlandırdı. 1914 sonu ve 1915 başında, uzun ve ayrıntılı tartışmalar sonucunda bu karar alınarak planlar kesinleştirildi. Görüntüde resmi bir tehcir (zorla göç) kararı alınacak, gerçekte ise çeteler ve jandarma vasıtasıyla imha harekâtı yürütülecekti. Kırım noktasına böyle gelindi. Kırımın nedenlerini anlamak için son olarak işin iktisadi boyutuna da bir iki cümleyle değinmekte yarar var. Osmanlı’nın son döneminde iktisadi hayata daha ziyade egemen olanlar azınlıklardı. Ticaret ve zanaat büyük
16
Ayaklanma diye gösterilen Van’daki olaylar bahane edilerek İstanbul’da Ermeni toplumunun önde gelenlerinden 235 kişinin tutuklandığı gün, kırımın resmi başlangıç tarihi (24 Nisan 1915) olarak kabul edilir. Tutuklamalar, işkenceler ve idamlar ülke çapında hızla yürürlüğe konur. Doğu vilayetlerindeki yüzbinlerce Ermeninin tehcir ve imhası ise Mayıs ayında başlar ve esas olarak Ağustos ayına kadar sürer. Kimi yerlerde sürgünden iki saat, kimi yerlerde 15 gün önceden haber verilmiş, ama genel olarak bu tarih beklenmeden sürgün başlatılmış, insanların hazırlık yapmasına fırsat verilmemeye çalışılmıştır. Kimi yerlerde insanların yanına eşya almalarına kısmen izin verilmiş, kimi yerlerde verilmemiştir. Bir emirle Müslümanlara da gözdağı verilerek, tek bir Ermeniyi dahi korumaya kalkışacak olanın kendi evi önünde asılacağı ve evinin yakılacağı ilân edilmiştir. Yollarda sorumlu oldukları gruplara sınırlı da olsa yiyecek verenler olduğu gibi tamamen ölüme terk edenler de olmuştur. Bazı bölgelerde Ermeniler din değiştirmeye zorlanmış, Müslümanlığı kabul edenler sürgüne yollanmamıştır. Ancak daha sonra bunu katliamdan kurtuluş olarak gören Ermeni sayısının artmaya başlaması üzerine bu politikadan vazgeçilmiştir. Yine de katliamdan sağ kurtulup Suriye veya Lübnan’a varmayı başaranlar da tekrar Müslümanlığa zorlanmıştır. Genellikle sürgün başlamadan önce bölge halkı erkek nüfustan arındırılmış, bunun yapılmadığı yerlerde ise tehcirin hemen başında veya yolda ilk iş olarak erkekler, kadın ve çocuklardan ayrılmış, ya kurşuna dizilmiş ya da değişik biçimlerde imha edilmişlerdir. Katliamlar esas olarak Teşkilat-ı Mahsusa ve jandarma birlikleri tarafından yapılmıştır. Müslüman halkın tutumu ise değişiklik göstermektedir. Kimi yerlerde Ermeniler korunmuş ve saklanmış, kimi yerlerde ise daha yola çıkmaları bile beklenmeden evleri yağmalanmış, konvoylara saldırılmış, katliamlar
Mayıs 2005 • sayı: 2
yapılmıştır. Yine de halkın Ermenileri koruma ve kurtarma girişimlerinin oldukça yaygın olduğuna dair birçok tanıklık ve rapor bulunmaktadır. Özellikle Dersim ve Mardin bölgelerinde 20-30 bin dolayında Ermeninin Kürtler tarafından kurtarıldığı tahmin edilmektedir. Ancak sivil halk içinde konvoylara saldırılara katılanlar da az değildir. Bu saldırılar ve öldürmeler sadece yağma amaçlı olmamış, genç kızlar ve kadınlar seçilerek kaçırılmış ya da jandarmadan satın alınmışlardır. Bazı yerlerde göçe çıkartılanların elleri de bağlanmıştır. Karadeniz bölgesinde ise Ermeniler kayıklara bindirilerek denize dökülmüştür. Görgü tanıkları sürgün yolu boyunca belli imha yerleri olduğunu, ama buralara götürülürken bile, her yerleşim yeri civarında, konvoyların saldırıya, yağmaya uğradığını, konvoyun ilerlemesini engelleyecek kadar bitkin ve hasta olanların öldürüldüğünü anlatmaktadırlar. Yaşananlara hangi adı takarsanız takın önemli olan gerçeğin kendisidir. O acı gerçek de şudur: Doğu Anadolu’nun tarihsel yerlisi olan Ermeniler halk olarak eşine az rastlanır bir vahşetle yok edilmiş, yaşadığı topraklardan kazınmışlardır. Doğu vilayetlerinde Mayıs-Temmuz arasında tamamlanan tehcir eylemini, Batı Anadolu’dan ve Trakya’dan sürülenler izledi. Sürgünlerin ilk hedefi Halep idi. Buraya sağ ulaşanlar toplama kamplarına konuyorlardı. Bir ölüm kampı olan bu kamplardan sağ çıkmak mucizeydi. Sağlık, barınak, yiyecek konusunda hiçbir yardım yapılmıyor, hatta yabancı konsoloslukların yardım girişimleri de engelleniyordu. Buralarda insanların ölüme terk edildikleri, bazılarının, ölenlerin cesetlerini yiyerek yaşamaya çalıştıkları biliniyor. Buradan çıkanlar ise Suriye’nin güneyine ve Arabistan çöllerine ölmeye gönderiliyorlardı. Diğer taraftan boşalan Ermeni köylerine göçmenler yerleştiriliyordu. Bu nokta önemlidir, çünkü “tehcir” edilenlerin bir daha asla geri dönmeyeceklerinin bilindiğini gösterir. Tüm tehcir eylemi boyunca ne kadar insanın öldürüldüğü kesin olarak bilinmemektedir. Ancak bu sayının 800 binden az olmadığı anlaşılıyor.
Tartışmalar ve Resmi Tezler Ermeni halkının uğradığı soykırım resmi tarih tarafından reddedilmekte, çarpıtma ve yalanlara dayalı tezler ileri sürülmektedir. Bu tezler birkaç esas prensibe dayanmaktadır. Kırımının boyutlarının küçük gösterilmesi, soykırım tezinin reddi, Ermenilere reva görülenin onlara müstahak olduğunun ve olduğu kadarıyla bunun sorumlusunun devlet güçleri olmadığının propagandası. Bu çerçe-
marksist tutum
vede ileri sürülen belli başlı iddiaları ele almamız gerekiyor. Soykırım değildir iddiası: Yaşananların bir soykırım olup olmadığına dair büyük ölçüde biçimsel ve hukuki bir tartışma yapılıyor. Doğrusu bu tartışma bütünüyle anlamsız olmasa da devrimci işçi sınıfı açısından bu tür hukuki tanımlamaların temel bir önemi yoktur. Yaşananlara hangi adı takarsanız takın önemli olan gerçeğin kendisidir. O acı gerçek de şudur: Doğu Anadolu’nun tarihsel yerlisi olan Ermeniler halk olarak eşine az rastlanır bir vahşetle yok edilmiş, yaşadığı topraklardan kazınmışlardır. Bu, tarihte bir halka karşı işlenebilecek en büyük suçlardan biridir ve tevil götürür yanı yoktur. Biz tarihte yaşanan başka birçok benzer kırım örnekleri temelinde bunun bir soykırım (jenosid) olduğunu savunuruz, ama BM hukuku çerçevesinde yürütülen ayrıntılı tartışmalar bizim işimiz değil. Osmanlı devleti kendi bekası için, düşman addettiği bir halkı bilerek ve isteyerek ortadan kaldırmaya azmetmiş ve bunu büyük oranda başarmıştır. Osmanlı yöneticileri ne yaptıklarının bilincindeydiler ve bunu itiraf edenler de olmuştur. Sadece tartışma konusu rakamlara bakmak bile ortada ne büyük bir katliamın olduğunu açıkça göstermektedir. Her ne kadar bugünkü resmi ideoloji savunucuları ölen Ermeni sayısını genelde 300 bin olarak veriyorlarsa da, daha erken döneme ait çeşitli Türk kaynaklarda bile bu sayının 800 bin olduğu belirtilmektedir. Bu rakamı başka birçokları gibi Mustafa Kemal bile telaffuz etmiştir. Yine Türk kaynaklarına göre o zamanki Osmanlı Ermeni nüfusunun 1,3 milyon olarak verildiğini hatırladığımızda, şimdiki inkârcıların bile bir halkın yüzde 25’inin “tehcir” yoluyla ortadan kaldırılmış olduğunu kabul ettikleri, yine Türk kaynaklara göre verilen 800 bin sayısını esas aldığımızda ise bir halkın yüzde 60’ından fazlasının ortadan kaldırılmış olduğu görülmektedir. Ermeni kaynaklarına göre ise Ermeni nüfusu 2,1 milyon, katledilenlerin sayısı ise 1,31,5 milyondur. Buradan da yüzde 60-70 gibi bir oran çıkmaktadır ki, bu, Ermeni halkının bütün hukuki tartışmaları anlamsız kılacak ölçüde vahşi bir kıyıma uğratıldığını göstermektedir. İnkârcıların, “soykırım değildir” iddiası, yaşananların bir “tehcir” ve Müslüman Türk-Kürt halkıyla Ermeni halkı arasında “karşılıklı kıyım” olduğu iddiasıyla tamamlanmaktadır. Ortada bir tehcir, yani zorla göç ettirme elbette vardır, ancak bu tehcir bir tehcirden ibaret değildir. Tehcir bir imha aracı olarak kullanılmıştır. Tehcir sırasında insanlar ya öldürülmüş ya öldürülmelerine göz yumulmuş, ya da aç ve susuz bırakılarak ölüme terk edilmiştir. İnsanlar hayatta kalmanın olanaksız olduğu yerlerde toplama kamplarına götürülmüş ve acımasız çöl koşullarına mahkûm edilmiştir. “Karşılıklı kıyım” tezi bir başka çarpıtmadır. Ermenilerin tehcir öncesinde uzun yıllar boyunca maruz kaldıkları zu-
17
marksist tutum
lüm ve haksızlıklar karşısında yer yer mukabelede bulundukları doğrudur, ancak bu tür saldırılar bir yandan esaret altındaki bir halkın kurtuluş mücadelesinin ifadesi, bir yandan da mağdurların kendini savunması ve karşılık vermesi niteliğinde olduğu gibi, bunlardan kaynaklanan ciddi ölçekli bir Müslüman Türk nüfus kaybı yoktur. Yakın zamana kadarki en tarafgir Türk kaynaklar bile bunu iddia edememektedirler. Onlar başka bir çarpıtmayla sadece dünya savaşı süresince Osmanlı cephelerinde genel olarak kaybedilen Müslüman Türk nüfusa dikkat çekmekte, meseleyi saptırmaktadırlar. Gerçekte savaşta kırılan çok sayıda Müslüman Türk nüfusun da sorumlusu, aynı Ermeni halkının kırımında olduğu gibi, kendi egemenliklerini sürdürmek ve büyütmek için savaşa giren Osmanlı egemen sınıfıdır. Bu “karşılıklı kıyım” tezinin önemli bir boyutu devleti temize çıkarmaktır. Bununla savaş koşulları altında halklar arasında bir etnik boğazlaşma yaşandığı ima edilerek devletin rolü karartılmaya çalışılmaktadır. Bu tür bir karşılıklı toplu kıyım yaşanmış olsaydı bile, bu, durumu eşitlemezdi, çünkü burada devlet açıkça bir taraf olarak sahnededir. Bu noktanın karartılmasına izin verilmemelidir. Ermeniler ihanet ettiler, bizi arkadan bıçakladılar iddiası: buna cevap vermeden önce bir noktaya dikkat çekelim: bu iddia kırıma ilişkin dolaylı bir itiraftır, zira bu, “evet kırım oldu, ama onlar da hak etmişlerdi!” anlamına gelmektedir. Bu iddiayı savunanlar yüzlerce yıllık esaret zincirini taşımış olan Ermeni halkının ulusal-demokratik taleplerini “ihanet” olarak görmektedirler. Ermeniler “ihanet” etmediler, ama “ihanet” etselerdi de bu onlar aleyhine bir sav olamazdı, çünkü esaret altındaki her halk gibi Ermeni halkının da kendi özgürlük ve bağımsızlığı için mücadele etme hakkı vardır. Gerçekte ihanet edenler başta İT yönetimi olmak üzere, reform beklentilerini karşılamayarak Ermeni halkını oyalayıp aldatan Osmanlı egemen sınıfı olmuştur. Ermeniler Abdülhamit döneminde maruz kaldıkları onca katliama rağmen imparatorluktan ayrılma eğilimine girmemiş, beklentilerinin yerine getirileceği umuduyla 1908 devrimi içinde şevkle yer alarak İT ile çalışmış, ona aktif destek vermişlerdir. Ancak devrim sonrasında bir kez daha hayal kırıklığına, hatta 1909 Adana katliamına uğradılar. Buna rağmen ta kırıma kadar umutların tümüyle söndüğü söylenemez. Ancak bu geç safhadan sonra bazı gönüllülerin bir çare umuduyla Rus ordusuna katılmaları başladı. Osmanlı ordusunun Rus ordusu karşısında aldığı yenilgilerde, Rus ordusundaki gönüllü Ermeni birliklerinin (bunlar Osmanlı Ermenileri değil Rusya Ermenileriydi) rolü olduğuna dair propaganda, Ermeni düşmanlığını daha da körükledi ve İT’nin karanlık mahfillerinde kırım kararının somut olarak alınmasında bir bakıma son nokta oldu. “İhanet” iddiasının bir ayağı da Ermenilerin ayaklanma
18
Mayıs 2005 • sayı: 2
çıkardıkları savıdır. Her ezilen ulus gibi Ermenilerin de elbette ezenlere karşı ayaklanmaya hakkı vardır. Ancak Ermeniler genel olarak bakıldığında, belki de ne yazık ki, ayaklanmamışlardır. Aslında ilginç bir nokta, bütün olarak alındığında Ermeni halkının, aynı daha sonra Yahudi halkında olduğu gibi kırıma karşı hiçbir direniş göstermemesi, emirlere uysalca boyun eğmesidir. Öyle ki, birçok durumda binlerce kişilik tehcir konvoyları sadece birkaç tane jandarma ile kontrol edilebiliyordu. Aslında bu nokta Ermeni halkının geneli açısından bırakalım devlete karşı ayaklanma hevesi içinde olmasını, aksine ona fazlasıyla güvendiğini göstermektedir. Bir diğer önemli nokta da bu sözde arkadan bıçaklanan “biz”in kim olduğudur. Bu söylem işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin değil ancak kendini Osmanlı egemen sınıfıyla özdeşleştirenlerin söylemi olabilir. Zira egemenler taraErmeniler “ihanet” etmediler, ama “ihanet” etselerdi de bu onlar aleyhine bir sav olamazdı, çünkü esaret altındaki her halk gibi Ermeni halkının da kendi özgürlük ve bağımsızlığı için mücadele etme hakkı vardır. fından kışkırtılıp hedef saptırılmadıkça emekçi halk kitlelerinin genel olarak birbiriyle alıp veremediği yoktur. Tüm dünya işçi sınıfı ve emekçi kitleleri için tek bir “biz” vardır, o da sınıf kardeşliğini ifade eden “biz”dir. Oysa egemenler halkı kendi çıkarları doğrultusunda seferber edebilmek için sanki sömüren/ezen sınıfla, sömürülen/ ezilen sınıf arasında ortak çıkarlar varmış gibi sınıflar arası bir “biz” söylemini kullanırlar. Yoktur böyle bir “biz”. Öte yandan burada Kemalizmin başka bir çelişkisi sırıtmaktadır. Bir yandan Osmanlı’ya ilişkin olarak bir reddi miras ideolojisi oluşturulurken, diğer yandan Osmanlı’nın günahlarına böylesi gayretkeşlikle sahip çıkılmaktadır. Burada Türk burjuva devriminin güdük ve tepeden inme karakterinin bir yansıması mevcuttur. Burjuva cumhuriyetle Osmanlı arasında gerçek anlamda köklü bir kopuş olmamış, çok önemli süreklilik noktaları var olmuştur. Bu “ihanet” iddiasını acımasızca mahkûm etmek son derece önemli, çünkü bu, düzenin hoşlanmadığı tüm muhaliflere karşı her an kullanılan bir maymuncuk gibidir. Tam da günümüzde benzer bir durum Kürt halkına ilişkin olarak yaşanmaktadır. Kürtler de “emperyalistlerin oyununa gelerek ihanet etmektedirler”. O zaman Ermenilerdi şimdi Kürtler… Gerçek düşmanın, dün de bugün de, aslında sömürücü egemenler olduğu anlaşılmadıkça bu sopayı yemek kader olmaya devam edecek. Yaşananların sorumlusu devlet güçleri değildir iddiasını uzun boylu tartışmaya gerek yoktur, zira yukarıdaki tarihi özet bunun ikiyüzlü bir yalan olduğunu göstermektedir.
Mayıs 2005 • sayı: 2
marksist tutum
Türkiye işçi sınıfı Ermeni halkına karşı işlenen büyük suçun sorumlusu olarak geçmişin ve bugünün Türk egemen sınıfını acımasızca mahkum etmeli ve emekçi Ermeni halkına enternasyonalist kardeşlik elini uzatmalıdır. En iyi teselli işçi sınıfının kendi devrimci iktidarını kurarak ellerinden masum kanı damlayan bu sınıfı tarihin çöplüğüne göndermesi ve halklar arasında sovyetik esaslara dayalı bir işçi federasyonunun oluşturulmasıdır.
Gerçekte tüm tehcir Ermenileri imha etmek maksadıyla en yukarıdan merkezi olarak planlanmıştı. Görüntüdeki çetelerin Teşkilat-ı Mahsusa tarafından örgütlendiği yukarıda zaten anlatılmış bulunuyor.
Barış ve Kardeşliğin Gerçek Yolu Ermeni halkının maruz kaldığı tarihsel vahşet son yıllarda daha çok gündeme gelmeye başladı. Birbiri ardına çeşitli ülkelerin parlamentolarında Ermeni soykırımına ilişkin kararlar alınıyor. Ancak bu ilgi Ermeni halkı adına olsun, onun uğradığı tarihsel haksızlığa gerçek anlamda duyarlı olan kesimler için olsun hayra yorulacak türden değildir. Ermeni halkının acıları ne yazık ki yeni emperyalist planların oyuncağı yapılmaya çalışılmaktadır. Özellikle Amerikan burjuvazisinin organik bir parçası konumundaki diaspora burjuvazisinin, koyu bir yoksulluk içinde kıvranan Ermenistan emekçi halkının acılarına duyarlı olduğunu düşünmemiz için hiçbir sebep yok. Ancak burada dikkatli olmak gerekiyor. Çünkü işin içinde emperyalistlerin parmağı var diye gerek geçmişte Osmanlı egemenlerinin ve gerekse günümüzde onların mirasına sahip çıkan TC egemenlerinin başat sorumluluğunu gargaraya getirme şeklinde sinsi bir tutum mevcuttur. Bu tutuma karşı mücadele şovenizme karşı mücadelede temel önem taşımaktadır ve tutarlı enternasyonalistler açısından turnusol kâğıdı işlevi görür.
Halklar arasındaki düşmanlıkların aşılması, barış ve kardeşliğin kurulması burjuva milliyetçiliğinin diplomasi ve güç oyunlarıyla asla sağlanamaz. Bu mecradan ancak, geçmişte olduğu gibi kan, şiddet ve daha fazla düşmanlık çıkar. Gerçek kardeşliğin önündeki en büyük engel, bu siyaset oyunlarının üzerinde yükseldiği kapitalizmin ta kendisidir. Kapitalizme son verilmedikçe kardeşliğin yolu döşenemez. Henüz kendi bağımsız ulus-devletini kuramamış ezilen halklar için milliyetçiliğin tarihsel bir meşruiyeti vardır. Ancak ulus-devlet bir kez kurulduktan ve oturduktan sonra yaşanan devletler arası it dalaşları artık işçi sınıfının taraf olacağı türden çatışmalar değildir. Ulus-devletler arasındaki çekişmeler hiçbir zaman bitmez. Sömürücü egemen sınıflar her zaman daha fazlasını isterler. Ezilen kitleleri ayartmak, halkları birbirine düşmanlaştırmak, asıl toplumsal sorundan dikkatleri uzaklaştırmak için bu tür sürtüşmeleri özellikle yaratırlar. Bu milliyetçi zehrin tek panzehiri enternasyonalizmdir. Ermeni halkının tarihsel acısını paylaşmanın ve teskin etmenin tek yolu buradan geçiyor. Türkiye işçi sınıfı Ermeni halkına karşı işlenen büyük suçun sorumlusu olarak geçmişin ve bugünün Türk egemen sınıfını acımasızca mahkûm etmeli ve emekçi Ermeni halkına enternasyonalist kardeşlik elini uzatmalıdır. En iyi teselli işçi sınıfının kendi devrimci iktidarını kurarak ellerinden masum kanı damlayan bu sınıfı tarihin çöplüğüne göndermesi ve halklar arasında sovyetik esaslara dayalı bir işçi federasyonunun oluşturulmasıdır.
bu yazı www.marksist.com sitesinden alınmıştır
19
Faşizm Sorununa Nasıl Yaklaşılmalı? Utku Kızılok
Genel olarak milliyetçiliğin yükselişe geçtiği ve faşizmin tartışıldığı bir konjonktürde Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme adlı çalışmasıyla faşizm olgusuna nasıl yaklaşmak gerektiğini Marksist açıklıkla ortaya koyuyor. Akademisyenlerin ve liberal aydınların faşizmi kapitalizmden kopartarak ele almasına ve kimi sosyalistlerin “artık burjuvazi akıllandı, faşizme başvuramaz” kör yaklaşımlarına karşı Çağlı’nın eseri özellikle okunmalı. Genç işçi ve öğrenci devrimcilerin, faşizm konusunda yaratılmaya çalışılan bunca kafa karışıklığına karşı Marksist bir bilinçle donanmaları ve olayları tarihi bütünlük içinde, diyalektik-materyalist açıdan kavramaları mutlak bir zorunluluktur.
20
G
erek Türkiye’de gerekse dünyada burjuvazi milliyetçiliği her geçen gün daha da yükseltiyor. Emperyalist hegemonya savaşının kızışması ile dünyanın her yerinde emekçilere dönük saldırılar artıyor, anti-demokratik yasalar yürürlüğe konuyor, işçi-emekçi yığınlar üzerindeki baskı artırılarak toplum sindirilmek isteniyor, faşizan uygulamalar baş gösteriyor. Bu çerçevede, burjuva devlet, görünmeyen, yasadışı yüzü de dâhil olmak üzere tüm kurumlarıyla daha da güçlendiriliyor. 11 Eylül saldırılarından sonra Amerikan emperyalizminin emekçilere dönük başlattığı ve kitlelerin birbirini ihbar etmesi üzerine kurduğu fişleme operasyonu gerçekten de faşizm uygulamalarını hatırlatmaktadır. Avrupa ülkelerinde faşist partilerin oy oranları yükselirken, neoNaziler yabancı düşmanlığını kışkırtarak başka uluslardan işçilere dönük saldırılar düzenliyorlar. Son günlerde statükocu-devletçi burjuva güçlerin yükselttiği şovenizm histerisiyle faşist hareket kendine alan açmaya çalışırken, milliyetçilik ve faşizm meselesi de tartışma gündemine girdi. Ne var ki kapitalist düzenin hekimliğine soyunan sosyal demokratlar, liberal aydınlar ve hatta sözümona sosyalistler, faşizmin kapitalizm ile bağlarını kopartarak tarihsel bir çarpıtmayla konuyu ele alıyorlar. Böylelikle faşizm, akademik ve liberal burjuva çevrelerde entelektüel bir tartışma konusu olmaktan ileri gitmezken bir taraftan da yanlış fikirler pompalanıyor. İşte tam da bu konu tartışılırken meseleyi Marksist bir yaklaşımla inceleyen çalışmalara bakmakta yarar var. Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme – Olağanüstü Burjuva Rejimlerin Marksist Bir Tahlili adlı kitabında faşizm olgusuna nasıl yaklaşmak gerektiğini ortaya koyuyor. Marx’ı, Lenin’i, Troçki’yi ve Komintern belgelerini inceleyerek, somut tarihsel örnekler üzerinden konuyu Marksist bir bakış açısıyla ele alıyor. Burjuva devletin aldığı farklı siyasi biçimleri incelerken Çağlı, biçime dair önemsenmesi gereken bir yöntem izliyor. Çalışmadaki Marksist yöntem ve kullanılan dilin
Mayıs 2005 • sayı: 2
berraklığı, politik bir kaygının özenle gözetildiğini gösteriyor. Böylece Çağlı, kapitalizmin gelişme aşamasında ve onun emperyalizm döneminde ortaya çıkan burjuva olağanüstü rejimleri (Bonapartizm, faşizm) inceleyerek, bu rejimlerin farklılıklarını ve kimi zaman birinden ötekine geçişleri de gözler önüne seriyor. Çağlı’nın eserinin özgünlüğü, 19. yüzyılın olağanüstü burjuva rejimlerini ve 20. yüzyıl boyunca birçok ülkede yaşanan faşizm olgusunu belli bir bütünlük içinde ele almasıdır. Kitapta sorun bütün boyutlarıyla ele alınıyor. Burjuva devlet aygıtının genel yapısı ve olağanüstü siyasi biçimlenmeleri, kapitalist üretim ilişkileri ve sınıflar mücadelesinin gidişatıyla bağı içinde inceleniyor. Zira kapitalizmin gelişme döneminde ve sonraki aşamalarında burjuva devlet tipi aynı kalmasına karşın, onun siyasi biçimlenmeleri sürekli değişmiştir. Marx, kapitalizmin gelişme dönemindeki burjuva devletin aldığı siyasi biçimleri, burjuva devletin bir tahliline girişerek 18 Brumaire’de ortaya koymuştu. Ancak sermayenin yoğunlaşarak ve merkezileşerek yarattığı ve kapitalist çelişkileri de keskinleştirerek bir üst evreye taşıdığı tekeller dönemi olan emperyalizm çağındaki burjuva siyasal biçimler Marx’ın döneminden belli farklılıklar gösterir. Fakat ikincinin anlaşılması için birincinin incelenmesi elzemdir. Çağlı, kitabına koyduğu adla da burjuva olağanüstü rejimlerin birbirinden bağımsız ele alınmaması gerektiğini belirtmiş oluyor. Kitabın önsözünde, burjuva olağanüstü rejimlerin geçmişteki ve bugünkü biçimlenmeleri arasındaki ilişkiye dikkat çekiliyor:
marksist tutum
Emperyalizm döneminde olağanüstü burjuva rejimler çeşitli görünümler alır. Almanya ve İtalya örneklerinden kalkarak klasik faşizmi şemalaştıran ve askeri diktatörlük görünümlü faşizm biçimlenmelerini sırf şemalarına uymuyor diye faşizmden saymayan anti-Marksist yaklaşımların bir geçerliliği yoktur. bir yaklaşım olmayacağını, sürecin diyalektik gelişimiyle bu rejimlerin birbirinin içine de geçebileceğini vurgular. Nitekim 12 Eylül faşist diktatörlüğünün çözülüş süreci Bonapartist bir rejime hayat vermiştir:
Burjuva düzenin olağanüstü siyasal biçimlenmeleri konusunda sağlıklı bir tartışma yürütebilmek için, Marxın Bonapartizm çözümlemesinden hareket etmenin vazgeçilmez bir zorunluluk olduğu açıktır. … Marx’ın değerlendirmeleri bir yönüyle o dönemin somut koşullarını yansıtıyor olsa da, dikkatli biçimde incelendiğinde görülecektir ki, aslında kapitalizmin daha sonra ortaya çıkan olağanüstü yönetim biçimlerinin kavranabilmesi bakımından da inanılmaz zenginlikte ipuçları sunmaktadır. Bu ipuçlarından hareketle günümüze doğru düşünsel bir yolculuğa çıkmaksızın, emperyalizm aşamasına ulaştığında kapitalizmin içinden çıkardığı yeni bir olağanüstü biçimi, faşizmi lâyıkıyla kavramak mümkün değildir.
1983 yılında yapılan seçimlerle askeri faşist cuntanın yönetimden çekilmesi ve yerini sözde parlamenter bir işleyişin alması, olağanüstü yönetimin faşist diktatörlük biçiminin sona ermesi anlamına gelir. Olağanüstü yönetim, bu kez de Özal başbakanlığındaki 1983-1989 döneminde Bonapartist bir biçim altında varlığını sürdürmüştür. Olağanüstü rejimdeki bu biçim değişikliği, açık savaş yöntemleriyle devrimci hareketi ezip temel görevini yerine getirmesinden sonra, faşist diktatörlüğün Bonapartist bir yönetim doğrultusunda çözülebileceğinin örneğini verir. Finans kapital, giriştiği yeniden yapılanma hamlesini işçi mücadelesinin tekrar kesintiye uğratmasını önlemek ve devrimci hareketin yeniden başını kaldırmasını engellemek amacıyla bu kez de Bonapartist yönetim biçimine ihtiyaç duymuştur
Burjuva olağanüstü yönetim biçimlerine ihtiyaç duyulmasının nedeni kapitalizmin bir işçi devrimiyle tehdit edilmesi gerçeğidir. Egemen sınıfın içine düştüğü yönetememe bunalımı ve işçi-emekçi yığınların eskisi gibi yönetilmemek için ayağa kalkmasıyla burjuva düzen birdenbire ölümcül bir devrim tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Burada burjuvaziyi dar boğaza sürükleyen esas güç, işçi sınıfının kapitalizme karşı ayağa kalkmasıdır. Ancak kapitalizmin gelişme dönemindeki karşı-devrim reaksiyonu ile emperyalizm döneminin karşı-devrim reaksiyonu kuşkusuz aynı olamaz. Çağlı özellikle bu ayrımın altını çizerken, olağanüstü siyasal biçimlenmeleri şemalaştırmanın Marksist
Elif Çağlı emperyalizm döneminin olağanüstü burjuva rejimlerinin çeşitli görünümler aldığını vurguluyor. Klasik faşizmi şemalaştırarak askeri diktatörlük görünümlü faşizm biçimlenmelerini sırf şemalarına uymuyor diye faşizmden saymayan anti-Marksist yaklaşımları da eleştiriyor. Almanya ve İtalya’da faşizm, sivil partiler aracılığıyla ve geniş küçük-burjuva kitleler üzerine basarak iktidara tırmanmıştı. Proleter devrimin muzaffer olmayışı karşısında umutsuzluğa kapılan küçük-burjuva ve lümpen proleter yığınlar soluğu hızla karşı-devrim kampında alırken, faşizm, çeşitli motifler kullanarak ve milliyetçi ideolojiyle kitlelerin beynini yıkayarak, küçük-burjuvaziye kurtuluş
21
marksist tutum
Mayıs 2005 • sayı: 2
ümitleri vererek iktidara gelmişti. Korkunç bir diktatörlük kuran faşizm işçi sınıfının tüm örgütlerini ve siyasi partilerini dağıtmış, ezmiş, yok etmişti. Çağlı, faşizmin iktidara geçmesiyle yeni devlet aygıtları oluşturmadığını, fakat iktidar tekeli oluşturarak monolitik bir yapı kurduğunu vurgulayarak Troçki’den şu pasajı aktarıyor: Faşizm zafere ulaştıktan sonra, finans kapital çelik bir mengene gibi bütün egemenlik organ ve kurumlarını, devletin yürütme, idari ve eğitim gücünü; orduyla, belediyelerle, üniversitelerle, okullarla ve kooperatiflerle birlikte bütün devlet aygıtını doğrudan doğruya ve derhal eline geçirir.
Almanya ve İtalya dışındaki ülkelerde de iktidarı tehlikeye girdiğinde, burjuvazi farklı görünümler altında bile olsa faşizme başvurmaktan geri durmamıştı. Bu dönemde Troçki’nin, Polonyalı Marksistlerin, askeri diktatörlük görünümündeki Pilsudski rejimini faşizm olarak değerlendirmemelerini eleştirdiğini hatırlatan Çağlı, Türkiye’de, Latin Amerika’da ve birçok ülkede yaşanan askeri diktatörlük biçimindeki faşizm örneklerine dikkat çekiyor. Faşizmin iktidara yürüyüş biçimine bakmanın yetersiz olduğunu, esas olarak kurulan iktidarın taşıdığı öze bakmak gerektiğinin altını çiziyor. Bununla birilikte askeri faşist diktatörlüklerin iktidara gelmeden önce küçük-burjuva ve lümpen kitlelerin hoşnutsuzluğunu kullandığını, bu iktidarların ansızın peyda olmadığının unutulmaması gerektiğini hatırlatıyor: Yunanistan’da yaşanan 1967 Albaylar cuntası, Şili’deki 1973 Pinochet rejimi, Türkiye’deki 12 Eylül Askeri Cuntası gibi siyasal rejimler, bu ülkelerde finans kapitalin dışa açılma ihtiyacına, bu doğrultudaki yapısal değişimlerin gerçekleştirilmesi dönemine denk düşen ve devrimci mücadelenin, işçi hareketinin açıkça ezilmesini amaçlayan kanlı siyasi yönetimlerdir. Öncekilerden farklı olarak, bunlar faşist tipte askeri diktatörlüklerdir.
Faşizmi küçük-burjuvazinin iktidarı olarak sunan Poulantzas’ı eleştiren Elif Çağlı, iktidara tırmanan faşizm ile iktidardaki faşizm ayrımına dikkat çekiyor: “Faşist diktatörlüğün sınıf niteliği ile, faşizmin seferber ettiği kitle hareketinin sınıf niteliği kesinlikle aynı kapsamdaki sorunlar değildir.” İktidara yükselen faşizm ele geçirdiği devlet tekelini küçük-burjuvaziyi ezmek için kullanmaktan çekinmez; hatKomintern, Almanya’da faşizm iktidara geldikten sonra oportünist bir manevrayla, sosyal faşist ilan ettiği sosyal demokrasi ile “Halk Cepheleri” kurmaktan çekinmeyecekti. Üstelik orta burjuvaziyi ve büyük burjuvazinin bir kesimini bu cephenin içine çekmek amacıyla, faşizmi finans kapitalin yalnızca en kudurgan kesiminin diktatörlüğüne indirgeyerek, faşist rejimin sınıfsal tabanını daralttı.
22
ta buna mecbur kalır. Çok keskin bir dönüş yaparak üzerinde yükseldiği küçük-burjuva kitlelere saldırır, devletin çelik mengenesinde onu sıkarak ve ortamı terörize ederek küçük-burjuva hareketi bastırır. Böylelikle tüm toplumu etkisiz hale getiren faşizm, finans kapitalin en kanlı diktatörlüğünü kurar. Lenin sonrası Komintern’in faşizm tahlillerini eleştiren Çağlı, Troçki’nin faşizm tahlilinin ve önerdiği mücadele yöntemlerinin ana hatlarıyla geçerli olduğunun altını çiziyor. Sovyet bürokrasisinin elinde kapitalist dünya ile diplomasi aracına dönüştürülen Komintern’e göre sosyal demokrasi faşizmin ikiz kardeşiydi. Bu Stalinist yaklaşıma göre sosyal demokrasi ve faşizm bir ve aynı olgulardı ve bundan dolayı her ikisine karşı da aynı tavrı almak gerekiyordu. Böylece sosyal demokrat partiler sosyal faşist ilan edilerek geniş işçi yığınları faşizmin kucağına itilmiş olunuyordu. Oysa Lenin dönemindeki Komintern ve Troçki, sosyal demokrasiyi burjuva düzenin olağan döneminin bir parçası olarak adlandırırken, faşizm ile farkını da kesin bir şekilde ayırarak vurguluyorlardı. Zira faşizm burjuva düzenin en kanlı diktatörlüğüdür ve burjuva olağan parlamenter rejimlerle büyük farklılıklar gösterir. Sosyal demokrat partiler de dahil tüm işçi örgütlerini darmadağın ederek işçi sınıfını koyu bir sömürü ve baskı altına alır faşizm. Bu farklılıklar ise işçi sınıfının mücadele taktiklerinin tayini bakımından oldukça önemlidir. Aynı Komintern, Almanya’da faşizm iktidara geldikten
Mayıs 2005 • sayı: 2
marksist tutum
Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme – Olağanüstü Burjuva Rejimlerin Marksist Bir Tahlili adlı kitabında faşizm olgusuna nasıl yaklaşmak gerektiğini ortaya koyuyor. Marx’ı, Lenin’i, Troçki’yi ve Komintern belgelerini inceleyerek, somut tarihsel örnekler üzerinden konuyu Marksist bir bakış açısıyla ele alıyor. Burjuva devletin aldığı farklı siyasi biçimleri incelerken Çağlı, biçime dair önemsenmesi gereken bir yöntem izliyor. Çalışmadaki Marksist yöntem ve kullanılan dilin berraklığı, politik bir kaygının özenle gözetildiğini gösteriyor. Böylece Çağlı, kapitalizmin gelişme aşamasında ve onun emperyalizm döneminde ortaya çıkan burjuva olağanüstü rejimleri (Bonapartizm, faşizm) inceleyerek, bu rejimlerin farklılıklarını ve kimi zaman birinden ötekine geçişleri de gözler önüne seriyor. Çağlı’nın eserinin özgünlüğü, 19. yüzyılın olağanüstü burjuva rejimlerini ve 20. yüzyıl boyunca birçok ülkede yaşanan faşizm olgusunu belli bir bütünlük içinde ele almasıdır. sonra oportünist bir manevrayla, sosyal faşist ilan ettiği sosyal demokrasi ile “Halk Cepheleri” kurmaktan çekinmeyecekti. Üstelik orta burjuvaziyi ve büyük burjuvazinin bir kesimini bu cephenin içine çekmek amacıyla, faşizmi finans kapitalin yalnızca en kudurgan kesiminin diktatörlüğüne indirgeyerek, faşist rejimin sınıfsal tabanını daralttı. Böylece Stalinist Sovyet bürokrasisi sınıf işbirlikçiliğine teorik bir dayanak oluşturmuş oluyordu: Fakat daha baştan hatırlatalım, bu ve faşizme ilişkin benzeri tanımlarda yer alan finans kapital vurgusu (ya da aynı gerçekliği anlatmak bakımından kullanılan büyük sermaye, tekelci burjuvazi gibi kavramlar), onun emperyalizm çağında burjuva düzenin hegemon gücü olması bakımından önem taşır. Yoksa burjuva düzen devam ettiği sürece, burjuvazi bir bütün olarak egemen sınıf olmayı sürdürür.
Kitabının üçüncü bölümünü esas olarak Türkiye’ye ayıran Çağlı, Türkiye’nin kuruluş sürecini, tepeden burjuva devrimleri ve ortaya çıkan Kemalist devletin yapısını inceliyor. Aynı bölümde üç ayrı askeri darbeyi ele alan Çağlı, 12 Eylül faşizmini Almanya ve İtalya’da ortaya çıkan klasik faşizm örnekleri ile karşılaştırarak çözümlüyor ve aralarındaki kimi biçimsel farklılıklara rağmen özsel aynılığını vurguluyor. Ek bölümlerde ise başta Latin Amerika ülkeleri, İspanya ve Yunanistan’da faşizmin aldığı görünümleri ele alıyor. Gerek önceki bölümlerde gerekse Türkiye’deki 12 Eylül faşizmini incelerken, faşizmin iktidara yükselişi ile iktidardaki faşizm ve çözülme evresindeki faşizmin farklılıklar gösterdiğini özellikle vurgulayan Çağlı, böylece Türkiye’deki solun sürekli faşizm savını da eleştiriyor. Bu husus önemlidir. Zira faşizmin iktidarda olduğu ve işçi sınıfının tüm sendikal ve siyasal örgütlerinin dağıtıldığı kanlı bir dönem ile, burjuvazinin devrim korkusunu atlatarak düzenin iplerini gevşettiği çözülme dönemlerinde işçi sınıfı için izlenmesi gereken politikalar aynı olamaz. Faşizm iktidardayken atomize olmuş işçi hareketi, faşizmin çözülme
evresinde burjuvazinin araladığı kısmi “demokratik” ortamı kullanmaktan geri durmaz ve bu durum kendi çalışma biçimlerini ve taktiklerini de beraberinde getirir. Çağlı, Türkiye’deki faşizm sürecini şöyle özetliyor: 12 Eylül faşist diktatörlük dönemiyle başlayıp, Bonapartist bir yönetim ve asker-polis devlet uygulamalarının ağır bastığı fazlarla ilerleyen süreci, bir bütün olarak 12 Eylül rejimi olarak adlandırmak doğru bir tutumdur. Zira burjuva devletin faşist iktidar biçimi ortadan kalkmış olsa dahi, faşist iktidarın siyasal ve toplumsal yaşamda yarattığı altüstlüğün uzantı ve kalıntıları devam etmiştir. İşte bu nedenle 1983’ten 2002’ye uzanan süreci, 12 Eylül rejimi olarak adlandırmak anlamlıdır. Fakat özel olarak faşist diktatörlüğün çözülüşüyle, genel olarak 12 Eylül rejiminin çözülüşünü de birbirine karıştırmamak gerekir… Böylece Türkiye’de, faşizmin iktidara tırmandığı 12 Eylül öncesi dönem, faşizmin iktidarda olduğu askeri cunta dönemini ve nihayet 1983’te cuntanın yönetimden çekilmesinden sonra işlemeye başlayan faşizmin tasfiye dönemini birbirinden ayırt etmiş oluruz.
Genel olarak milliyetçiliğin yükselişe geçtiği ve faşizmin tartışıldığı bir konjonktürde Elif Çağlı çalışmasıyla faşizm olgusuna nasıl yaklaşmak gerektiğini Marksist açıklıkla ortaya koyuyor. Akademisyenlerin ve liberal aydınların faşizmi kapitalizmden kopartarak ele almasına ve kimi sosyalistlerin “artık burjuvazi akıllandı, faşizme başvuramaz” kör yaklaşımlarına karşı Çağlı’nın eseri özellikle okunmalı. Genç işçi ve öğrenci devrimcilerin, faşizm konusunda yaratılmaya çalışılan bunca kafa karışıklığına karşı Marksist bir bilinçle donanmaları ve olayları tarihi bütünlük içinde, diyalektik-materyalist açıdan kavramaları mutlak bir zorunluluktur. Elif Çağlı çalışmasıyla bu olanağı bizlere sunmuş bulunuyor.
23
Marksizm v Elif Çağlı “Varsın liberaller ve kafasızlaşmış entelektüeller, özgürlük uğruna ilk gerçekten kitlesel meydan savaşından sonra cesaretlerini yitirip, korkakça şöyle desinler: Bir kez yenildiğiniz yere gitmeyin, bu uğursuz yola tekrar ayak basmayın! Sınıf bilinçli proletarya onlara şu yanıtı verecektir: Tarihin büyük savaşları ve devrimin büyük görevleri ancak, ileri sınıflar tekrar tekrar saldırıya geçtikleri ve yenilgi deneyimiyle akıllanmış olarak zaferi kazandıkları için yapılabilmiş ve çözülebilmiştir.” Lenin
Marksizmin sönmeyen ateşi İşçi sınıfının genç kuşaklarının ve kapitalist toplumdan hoşnutsuz olan genç insanların bugün Marksizme her zamankinden daha çok ihtiyaçları var. Kapitalist sistem yaratmış olduğu toplumsal sorunları artık katlanılmaz boyutlara tırmandırarak, işçi ve emekçi kitlelerin yaşamını her geçen gün biraz daha karartıyor. Teknolojik yeniliklerin parlak ışıklarla donattığı bir dünyayla tam tezat teşkil edercesine, onlara endişe ve kaygılarla yüklü bir yaşam sunuyor. Sıkça tekrarlandığı gibi, gelecek aslında genç kuşaklara aittir ama milyonlarca genç insan için kapitalizm altında mutlu bir gelecek yok. Oysa bu gerçekliğe son vermek mümkün ve bunun için gereken nesnel koşullar bugün fazlasıyla olgunlaşmış durumda. İnsanın insanı sömürmediği, sınıfların ve sınıf farklılıklarından kaynaklanan her türlü eşitsizlik, baskı ve kötülüklerin ortadan kaldırıldığı bir dünyayı yaratma olanağı elimizin altında duruyor. Bu olanağı gerçekliğe dönüştürmek için gereken tek şey, bunun bilincine varıp, bu uğurda örgütlenmek ve kavgaya atılmak. Ne var ki dünyanın tüm burjuvaları, yürüttükleri ideolojik bombardımanla sosyalizm hedefine ve bu hedefe ulaşabilmenin düşünsel silahlarını sağlayan Marksizme karşı büyük bir saldırı yürütmekteler. Bu nedenledir ki, dünya genelinde işçi sınıfı ve devrim kavgasına kazanılabilecek genç
24
Kelimenin gerçek anlamında anti-kapitalist bir gen ayrımları yansıtan ideolojik farklılıkların üzerinin ör ihtiyaç var. Örneğin günümüzde anarşizm daha ziya radikalizm türü olarak benimsenip öğrenci hareketin emperyalizmin çıkmaz sokaklarında kendilerini yitire sağ ve sol görünümlü siyasal akımların buluşması görünen bir küçük-burjuva solculuğu öğrenci harek olan genç insanları da kısa sürede yorgunlar kerva gençliğin tutarlı ve dinamik unsurlarının, burjuva y zorunluluktur. Bu gençler, ancak ve ancak, dün enternasyonalist devrimci çizgisini benimsemeleri yaratabilirler. Bu uğurda sebatlı bir ideolojik, siya yalnızca böyle bir perspektifi benimseyen öğrenci ge proletarya hareketinin sorunudur. kuşakların büyük bir bölümü, kapitalizmi yıkmak üzere örgütlendikleri takdirde sahip olacakları muazzam gücün farkında olmaksızın gün dolduruyorlar. Artık çürümüş bir toplumsal düzenin bataklığı içinde debelenip duruyorlar ve bunun da adı “yaşam” oluyor! Mitolojide tanrılardan ateşi çalarak insanı karanlıktan, açlıktan ve soğuktan kurtaran Prometheus’u hatırlatırcasına, Marksizm insanlığın en devrimci sınıfı olan proletaryaya dünyayı değiştirmesi için gereken bilimsel ışığı, komünizm meşalesini vermişti. Prometheus’un ateşi çalması, insan soyunun yaratıcı dehasının ve özgürlük uğrundaki soylu mücadelesinin bir simgesiydi. Marksizm de, işçilerin ve tüm emekçi insanların kendilerini kapitalist toplumun dayanılmaz sömürü ve baskı koşullarından kurtararak, özgürlük ve toplumsal refahla ışıldayan yeni bir düzene kavuşabilmeleri için gereken ateştir. Sermaye sosyalizme kara çalarak ve Marksizme inananları dinozor ilan ederek, işçi ve emekçi kitlelerin kurtuluşunun yolunu ışıtan ateşi söndürmeye yeltendi. Bu nedenle dünya üze-
ve Gençlik
nçlik hareketinin gelişebilmesi için, bugün sınıfsal rtülmesine değil, tam tersine ideolojik bir netleşmeye de burjuva karakterli unsurlar tarafından gelgeç bir ne yansıtılıyor. Özünde milliyetçi olan sözde bir antien burjuva ve küçük-burjuva karakterli unsurlar ise, ına hizmet ediyorlar. Diğer yanda, keskin devrimci ketindeki sekter tutumlarıyla kendini yalıtıp, izleyicisi anına dahil ediyor. Bu gerçekler karşısında öğrenci ya da küçük-burjuva solculuğundan arınmaları bir nyayı değiştirme potansiyeline sahip proletaryanın durumunda güçlü ve kalıcı bir gençlik hareketi asal ve örgütsel çalışma yürütülmesi şarttır ve bu, ençlerin değil, aynı zamanda ve esas olarak devrimci rindeki tüm ezilenler ve genç kuşaklar, neredeyse daha güzel bir gelecek umudunu hepten yitirme karamsarlığıyla, adeta yüzyılın gece yarısı benzeri bir karanlığın içine sürüklendiler. Özellikle 80’lerden bu yana yaşanan ve çeşitli çevrelerce dile getirilen, toplumsal yozlaşma, gençliğin dejenerasyonu, olumlu değer yargılarının yitirilmesi, bencilliğin yükselişi, toplumsal dayanışma ve paylaşım duygusunun inişe geçmesi, politik mücadeleden uzaklaşma gibi çeşitli olumsuzluklar, böylesi karanlık bir dönemin tezahürleri olarak beliriverdiler. Kimileri bu belirtileri insanlığın geleceğinden ebediyen umudu kesmek veya toplumsal yozlaşmanın faturasını genç kuşaklara çıkarmak gibi abes uçlara çekiştirmek isteseler de, biz biliyoruz ki tüm bu kötümser yaklaşımlar ya bilinçsizliğin ya da sinsi ideolojik saldırıların ürünüdür. Tarihin benzer konjonktürlerinin gösterdiği gibi, yaşanan bu karanlık dönem de son tahlilde tarihin akışı içindeki bir parantezden ibarettir. Marksizm insanlığın kurtuluş yolunu aydınlattığı kadar, tarihsel iyimser özüyle, sömürü-
cü sınıfların amansız saldırılarının ürünü olan karanlık dönemlerin er geç sona ereceğini de muştuluyor. Dünya burjuvazisinin saldırıları nedeniyle zor dönemler yaşansa da, toplumsal eşitsizlik ve haksızlığa karşı kabaran öfke ve gün geçtikçe büyüyen bir proletarya var oldukça, Marksizmin ateşi asla sönmeyecek ve söndürülemeyecek. Dünya burjuvazisinin ‘80 sonrasında başlattığı neoliberal saldırı dönemi, toplumsal kurtuluş düşüncesinin artık demode olduğu ve her bireyin kendi kurtuluşu için bencil bir kavgaya tutuşmasının teşvik edildiği bir değerler sistemini egemen kılmaya çalıştı. Genç işçi ve emekçi kuşakların kapitalizmi yıkacak isyancı bir dünya görüşüyle donanmalarının ve bu uğurda mücadeleye atılmalarının önünü kesmek amacıyla, burjuva ideolojisi gençliğin toplumu dönüştürme ideallerini berhava etmeye girişti. Kapitalist düzenin kitle iletişim araçları, kelimenin olumlu anlamında ideallere sahip bir genç olmayı neredeyse bir akıl hastalığına yakalanmış olmak biçiminde sunmaktaydı. Yeni kuşaklara öğütlenen yaşam tarzıysa, yalnızca kendini kurtarmaya endekslenmiş bir felsefeye sahip olarak günübirlik yaşamak ve bunun dışında kafayı insan toplumunun geçmişi ve geleceğiyle ilgili sorunlara takmaksızın yuvarlanıp gitmeyi başarmaktı. Daha sonra başta Sovyetler Birliği’nin ve genelde sosyalist olarak adlandırılan rejimlerin çöküşü, sermaye tarafından sosyalizmin ve Marksizmin öldüğünün sık sık ilan edilmesinin bahanesi olarak kullanıldı. Art arda gelen şoklar biçiminde yaşanan bu ideolojik saldırı dönemi boyunca devrimci bilinç ve örgütlülük alabildiğine geriye kaydı. Aslında kapitalist düzenden hiç de hoşnut olmaması gereken işçilerin ve gençlerin dünyayı kavrayışları bulandı, adeta bir boşluğa düşmüş gibi oldular ve sersemlediler. Ezilen, sömürülen ve baskı altında inletilen işçiler ve emekçi sınıfların gençleri, sermayenin ideolojik bombardımanı nedeniyle geçici bir akıl tutulması ve korkutucu bir bilinç kayması yaşadılar.
25
Mayıs 2005 • sayı: 2
marksist tutum
Gerçekte içine girilen dönemin sosyalizm mücadelesinden umut kesme ve kapitalizmin parlak bir yükseliş dönemi olarak algılanmasının hiçbir nesnel temeli yoktu. Fakat ne yazık ki, dünyanın içine sürüklendiği yeni koşullar belli bir süre boyunca o şekilde algılandı. Oysa Marksizm sayesinde ulaşılabilen tarihin diyalektik kavranışı tamamen farklı bir gerçekliğe işaret ediyordu: Bir toplumsal düzenin güçlü görünebilmek için amansız bir ideolojik saldırı yürüttüğü dönem, aslında artık tarihsel haklılığını yitirdiği ve inişe geçtiği koşullara tekabül eder. Öte yandan böylesi tarihsel kesitler, başlangıçta, ezilen ve sömürülen kitlelerin en güçsüz göründükleri dönemlerdir. Bu, içinde yaşadıkları köhnemiş toplumsal düzenden artık geleceğe dönük umutlarının kalmadığı, fakat geleceği nasıl kuracaklarına ilişkin bilinç ve örgütlülüğün henüz çok zayıf olması nedeniyle de alabildiğine şaşkınlık içinde sağa sola yalpaladıkları bir alaca karanlık kuşağıdır. Böyle bir karanlık dönemin en şiddetli kesitini artık geride bırakıyor olsak da, genel etkisi ve açtığı yaraların izleri hâlâ devam ediyor. Fakat bu izler de kapanacak, işçi sınıfının ve devrimci mücadelenin genç kuşakları, kapitalist düzeni yeni isyan dalgalarıyla tepeden tırnağa sarsmaya başlayacaklardır. Engels’in deyişiyle, bir ilerlemeyle telafi edilmeyen hiçbir büyük tarihsel yıkım yoktur. Marksistler için açık olan bir gerçek var ki, o da bugün emperyalist-kapitalist sistemin gerçek yüzünü artık gizlenemez biçimde tüm dünyada geniş kitlelere sergilemeye başladığıdır. Bu sistem, milyonlarca insanı içine çektiği açlık, yoksulluk, işsizlik, cehalet, yozlaşma ve zalim emperyalist savaş koşullarıyla tarihin çöp tenekesini boylamayı çoktan hak etmiş bulunuyor. Gelecek sosyalizmindir, dünyanın bütün burjuvaları domuz topu gibi birleşip sosyalizmin ve Marksizmin öldüğünü yırtınırcasına haykırsalar da, bu tarihsel gerçekliği asla ve asla değiştiremeyecekler. Artık yeni bir devrimci kabarışın şafağı sökmeye başlıyor. Marksizm, işçi sınıfının genç kuşaklarını ve yürekleri kapitalist düzenin yarattığı haksızlıklara karşı öfkeyle dolan genç insanları mücadeleye çağırıyor. İşçi sınıfının devrimci dünya görüşü, bugüne kadar bütün ezilenlerin içinde çırpındıkları maddi ve manevi esaretten Marksist dünya görüşüyle donanan ve mücadele içinde çelikleşen bir genç devrimci, kavgayı enerjiyle yürütmesinin yanı sıra, bu sayede anlamlı kılınmış yaşamından da büyük bir zevk alacak ve onur duyacaktır. Böyle bir genç, gerçek bir komünist olabilme tutkusuyla, kapitalist toplumun bulaştırdığı küçükburjuvaca çapsızlık, kıskançlık ve bireysellik mikroplarından arınabilmeyi başarma yolunda da hızlı adımlarla ilerleyecektir.
26
çıkış yolunu gösteriyor. Genç kuşakların yaşamını ve geleceğini, bu köhnemiş düzeni yıkacak devrimci mücadeleye atılmanın onuru kadar değerli ve anlamlı kılacak başka hiçbir şey yok!
Kurtuluş yok tek başına! Devrimci mücadelenin genç kuşaklarının, Marksizmin kurucularının ve onların yolundan ilerleyen devrimci önderlerin yaşam ve mücadele kesitlerinden öğrenebilecekleri çok şey var. Marx ve Engels, yaşamlarını proletaryanın devrimci mücadelesine teorik bir temel sağlamaya ve bu mücadeleyi bilimsel bir ideolojiyle donatmaya adamışlardı. Örneğin Marx, isteseydi zengin ve rahat bir hayat sürdürebileceği koşullardan kendi arzusu ve kararıyla koparak, devrimci mücadeleye adanmış çetin bir yaşamı onurla ve büyük bir istekle sürdürdü. Kendisini büyük bir tutkuyla, her türlü gericiliğe, siyasal ve toplumsal baskıya karşı verilen zorlu bir kavganın içine attı. Zaten Marx gibi büyük bir devrimcinin, ideallerinden uzaklaşarak kolay bir yaşamı tercih edebileceği düşünülemezdi bile. Lenin’in ölümünden sonra anılarını aktaran eşi Krupskaya, hayatını işçi sınıfının kurtuluşuna adayan Bolşevik önderin, ruhunun tüm derinliğiyle devrimci bir Marksist ve kolektivist olduğunu belirtir. Onun duygularına ve düşüncelerine sosyalizmin zaferi için mücadele azmi damgasını vurmuştur. Küçük mülkiyete bağlı bireycilere özgü olan her tür darkafalılık, fenalık, intikamcılık, burnu havada olma, kıskançlık Lenin’e yabancıdır. Yalnızca işçileri örgütlemeye çalışmakla değil, kendisini de gerçek bir komünist olarak eğitme çabasıyla ilerleyen yıllar, kolektivist olmayı, işçi sınıfı savaşçısı olmayı büyük bir mutluluk kaynağı olarak gören devrimci Lenin’i yaratmıştır. Marksist dünya görüşüyle donanan ve mücadele içinde çelikleşen bir genç devrimci, kavgayı enerjiyle yürütmesinin yanı sıra, bu sayede anlamlı kılınmış yaşamından da büyük bir zevk alacak ve onur duyacaktır. Böyle bir genç, gerçek bir komünist olabilme tutkusuyla, kapitalist toplumun bulaştırdığı küçük-burjuvaca çapsızlık, kıskançlık ve bireysellik mikroplarından arınabilmeyi başarma yolunda da hızlı adımlarla ilerleyecektir. Henüz çok genç yaştayken yazdığı bir kompozisyonda, Marx, dar bencilliğin kabuğu içine kapanmayı ve bireyin öncelikle kendi paçasını kurtarmasını öğütleyen burjuva ideolojisine isyan bayrağını açmıştı. İşte günümüzde burjuvazi aynı minvaldeki gevelemeleriyle genç kuşakların bilincini zehirlemeye uğraşırken, diğer yandan da Marksizmin öldüğünü ilan ederek onların elinden bu rezil düzeni tehdit eden isyan bayrağını almaya çalışıyor. Marksizm, mücadele bayrağından ve silahından yoksun bırakılmış bir işçinin ya da emekçi gencin, bireysel kurtuluş ne kelime, aslında sermayenin emri altındaki bir ücret-
Mayıs 2005 • sayı: 2
li köleden başka hiçbir şey olamayacağını en parlak ve en yalın biçimde gözler önüne sermiştir. “Bireysel kurtuluş” ya da “bireyselleşme” vaazları ancak burjuva unsurların ve onların tuzu kuru çocuklarının dünyasında, çarpık da olsa bir anlam ifade edebilir. Kapitalist düzenin işçi sınıfına ve eğitim düzeyi her ne olursa olsun genelde geleceğin işçilerini oluşturacak bir sınıfsal konumdan gelen gençlere sunabileceği yegâne “bireysel kurtuluş”, bir iş bularak sermayenin emri altında çalışma “mutluluğu”dur! Oysa ücretli köle sermayenin yönetimi altında asla kendi bireyselliğini ispat edemez, tersine inkâr eder. İçinde bulunduğu çalışma ve yaşam koşulları hoşnutluk değil mutsuzluk üretir. Genç işçi ve emekçi, kapitalizm altında manevi ve fiziki niteliklerini geliştiremez. Bu düzen kendisine, ruhunu ve vücudunu yıpratıp mahvedeceği koşulları sunar. O, çalıştığı sürece sermayenin bir uzantısı gibidir ve bireyselliğini asla duyumsayamaz. Yalnızca çalışmadığı zaman kendisi olabilme ve kendi varlığını hissedebilme şansına sahiptir. Fakat özellikle günümüzde, tüm yaşam alanının boş zamanları da içine alacak şekilde sermaye tarafından örgütlenmesiyle birlikte bu şans da buhar olup havaya karışmaktadır. Böylece, bilinçsizliğin çıkmazına saplanan ve kapitalizmin dayattığı yaşam tarzına karşı muhalif tutum alamayan kişi, hayatının tüm saatleri itibarıyla adeta sermayenin kuklasına dönüştürülmektedir. O halde, Marksizmin artık demode olduğu yalanının tam tersine, bugün kapitalizmle çelişkisi olan tüm gençlerin kendileri olabilmek için “bireyselleşme” palavrasına değil, Marksizmin toplumcu ve devrimci düşüncelerine dört elle sarılmaya ihtiyaçları var. Burjuva ideolojisinin bilinçli çarpıtmalarının aksine, birey zaten toplumsal bir varlıktır. Yaşamının kimi eylemleri başka insanlarla işbirliği halinde gerçekleştirilen bir toplumsal görünüş arz etmediği durumda bile, bireyin varoluşu aslında toplumsal hayatın bir yansımasıdır. Ne var ki insanla insan ve insanla doğa arasındaki harmoniyi bo-
marksist tutum
zan sınıflı toplum düzeni ve buradan doğan çelişkileri doruğa tırmandıran kapitalizm altında, sanki bireyin kurtuluşunun toplumsal kurtuluşla çatıştığı yolunda çarpık bir anlayış oluşmuştur. Oysa Marx’ın belirttiği gibi, komünizm varoluşla öz, özgürlükle zorunluluk, bireyle tür arasındaki çatışmanın gerçek çözümüdür. Kısacası o, tarihin bilmecesinin çözümüdür. Geleceğin sınıfsız toplumu, insanla doğa ve insanla insan arasındaki uzlaşmaz çatışmaları ortadan kaldıran, insanın duygularını kelimenin gerçek anlamında insanlaştırıp varlığının toplumsal ve doğal özüne uygun hale getiren bir düzen olacaktır. Bugün kapitalizmin sömürüsü ve baskısı altında yaşamı sürüklemeye çalışan bahtsız kitleler, ancak kapitalizmi yıkıp sınıfsız toplum düzenine ilerlemeye koyulduklarında kişiliklerinin serpilip geliştiğini, maddi ve manevi ihtiyaçlarını tatmin edebildiklerini duyumsayabilecekler. Sınıfsız toplum düzeni, bireysel ve toplumsal çıkarların uyumunu sağlayan, en soylu insani ilkelerin benimsendiği ve bu değerlerin yaşamın vazgeçilmez bir parçası durumuna dönüştüğü bir toplumsal aşama olacak. İşte işçi ve emekçi kitlelerin gençliğinin sahip olması gereken gelecek budur ve bu genç kuşakların bugünkü görevi, böylesi bir geleceği fethetmek üzere zaman yitirmeksizin yola çıkmak olmalı!
Gençliğin konumu İki temel sınıfa bölünmüş kapitalist toplumda, gençliğin sınıf mücadelesindeki konumunu tek bir başlık altında toplamaya çalışmak beyhude bir çaba olurdu. Zira gençlik başlı başına sınıfsal bir konum değildir, tüm sınıfları yaş grubu bakımından bölen bir kesitten ibarettir. Kendi sınıfının tarihsel rolünü be-nimsemeyip bilinçlice reddeden unsurları bir yana bırakacak olursak, her sınıfın genç kuşakları son tah-lilde o sınıfın toplumsal koşulları tarafından şartlandırılıp biçimlendirilir. Bugün tüm kapitalist ülkelerde, burjuva sınıfa mensup ve azınlığı oluşturan bir gençliğin yanı sıra, işçi sınıfının büyümesine paralel olarak büyüyen, çoğunluğu oluşturan, önemli bölümüyle de işsizler ordusuna katılan işçi sınıfının gençliği yer alıyor. Köylülüğün, küçük mülk sahipliğinin yaygın olduğu ve serbest meslek sahibi kişilerin henüz ayrıcalıklarını yitirmediği eski dönemlere oranla, günümüzde küçük-burjuvazi kapitalist toplumlarda daha dar bir yer tutuyor. Yanlış bir biçimde küçük-burjuvazinin saflarına dahil edilen, gerçekteyse işçi sınıfının içinde olması gereken memurları, işgüçlerini sermayeye satarak yaşamlarını sürdürmek zorunda kalan yüksek vasıflı meslek sahiplerini, kırsal kesimlerin artık proleterleşmiş unsurlarını dikkate aldığımızda, bugün genelde proletaryanın kapitalist toplumsal yapıda ezici bir çoğunluğa ulaştığını görürüz. Kapitalist toplumun ara sınıfı olan küçük-burjuvazi, işçi
27
marksist tutum
sınıfının devrimci mücadelesi açısından gene de önemli bazı sorunlara kaynak oluşturmayı sürdürüyor. Ancak bu durumun nedeni, artık onun geçmişte olduğu gibi nesnel bakımdan toplumun önemli bir çoğunluğunu teşkil etmesi değildir. Bugün bu ara sınıf konumu, kapitalist toplumsal yaşamın neredeyse hücrelerine sinmiş olan çok yaygın ve ortalama bir zihniyeti yansıtması bakımından başlı başına bir sorundur. Bu ortalama, gerçekten küçükburjuva kesimlere mensup insanlardan tutun da, sınıf atlamasına rağmen henüz küçük-burjuva alışkanlıklarından kurtulamayan burjuvalara ve bilinçsizlik nedeniyle, küçük-burjuva diye nitelediğimiz bir yaşam tarzının ve değer yargılarının içinde dönüp duran milyonlarca işçiye varıncaya kadar toplumun ezici bir çoğunluğunu içine alıp yutan bir okyanus gibidir. Bu devasa insan kitlesinin büyük bir bölümünü genç kesimler oluşturduğu için de, sıradan değerlendirmelere göre gençlik sanki başlı başına küçük-burjuva bir katmanmış gibi ele alınır. Kapitalist toplumda gençliğin sınıfsal yapısı hakkında söylediklerimiz, genel hatlarıyla öğrenci gençlik için de geçerlidir. Ayrıca öğrenci gençliğin ve özellikle üniversite gençliğinin bileşimi ilerleyen yıllar itibarıyla değişmekte ve bu değişimin yansımaları öğrenci hareketinde açıkça hissedilmektedir. Tüm kapitalist ülkelerde sermayenin işçi sınıfının kazanılmış sosyal haklarına yönelen saldırısı, sosyal fonlardaki kesintiler, işçi sınıfının azalan ücretleri, işsizlik, gün geçtikçe yükseltilen eğitim harçları hesaba katıldığında, günümüzde üniversite gençliğinin sınıfsal yapısının geçmiş yıllara oranla daha bir burjuvalaştığı açıktır. Bu nesnel değişimin öznel cephedeki yansımaları ise, üniversite gençliğinin eylem düzeyinde, yaygınlığında ve eylem biçimlerinde eski dönemlere kıyasla ortaya çıkan gerilemedir. Bu faktörler aslında gençliğin proleter unsurlarıyla burjuva unsurlarının derinleşen ayrışmasını da yansıtıyor. Bu ayrışmanın henüz bu netliğiyle yaşanmadığı geçmiş dönemlerdeki üniversite gençliğinin durumuyla günümüzdeki durumu arasındaki farklılıklar, toplumsal gerçeklikteki değişimin ifadesi olduğu ölçüde doğaldır. Burjuvazi genelde gençliğin toplumsal konulara ilgi duymasını engellemek maksadıyla, toplumsal duyarlılık, dayanışma, paylaşımcılık gibi duyguları çağdışı ilan eden sistematik bir propaganda faaliyeti yürütüyor. Gençlik, modern diye yutturulmaya çalışılan yoz ve boş bir yaşam tarzının girdabında öğütülüyor. Kapitalizmin işsizliğe mahkûm ettiği binlerce genç, enerjilerini ve umutlarını devrimci bir mücadele içinde değerlendirecek yerde, burjuva medyanın beyin yıkama operasyonunun esiri durumuna düşüp yaşamlarını köreltiyor. Bu nedenle varoşlar, devrimci patlamaların barutunu biriktirdiği kadar, burjuva yaşam tarzına özenip sınıf kimliğini yitiren veya faşizm gibi gerici ve şoven siyasal akımların kitle tabanını da oluşturabilen bir işsiz gençliği barındırıyor.
28
Mayıs 2005 • sayı: 2
Öğrenci gençliğin beyni henüz en körpe olduğu dönemlerden başlanarak, bireysel bir varoluş kavgasının çıkmaz sokaklarında heder edilecek tarzda dumura uğratılmak istenmektedir. Çürüyen kapitalist sistemin özellikle son on yıllarda yükselttiği bu sinsi ve sistematik saldırıların bilincine varıp, kendini onurlu bir biçimde var edebilmenin yegâne yolu olan devrimci mücadele yolunu tutmayan gençleri bekleyen akıbet bellidir. Birbirlerine karşı yarıştırıldıkları acımasız bir maratonda ruhsuzlaştırılacak ve böylece aslında kendi benliklerine de tamamen yabancılaşıp, sermayenin emrindeki uysal bir işgücü yığınına dönüştürüleceklerdir. Burjuva ideolojisinin öğrenci gençliği devrimci fikirlerden ve politik mücadeleden uzaklaştırabilmek amacıyla, onları daha iyi bir eğitim, daha parlak bir kariyer edinme masallarıyla tuzağa düşürme niyetinin ardında yatan çıplak gerçek budur. Gençliğin daha güzel bir gelecek yaratabilmesi için ihtiyaç duyduğu bilimsel dünya görüşü Marksizmi gözden düşürmeye çalışan burjuvazi, genç insanları adeta bir kutsallık halesiyle sarılıp sarmalanmış bir “Bilim”le kendi yanına çekmeye çalışmaktadır. Ücretli köleliğin egemen olduğu bir toplumda bilim asla tarafsız olamaz. Kapitalist sistem, bilimin ve tekniğin tüm kazanımlarını burjuvazinin hizmetine sunmaktadır. Her yeni buluş, emperyalist-kapitalist güçlerin ezilen sınıfları daha sinsi biçimde baskı ve kontrol altına alabilmesi ve emperyalist savaş makinelerinin daha da yetkinleştirilmesi için kullanılıyor. Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyada toplumun hizmetine koşulacak olan bilim ve teknoloji, kapitalizm koşullarında egemen burjuvaların esareti altındadır. Burjuvazi egemenliğini sürdürdüğü sürece de, bilim ve teknik işçi sınıfının ve emekçilerin ezilmesinin aracı olmayı sürdürecektir. Bilimi ve teknolojiyi de kapitalist kâr düzeninin prangalarından kurtaracak olan yegâne tarihsel eylem, ancak ve ancak proleter devrim olabilir. İşçi iktidarı, yani en tam ve engin demokrasi altında bilim ve teknoloji tüm insanlığın çıkarları doğrultusunda özgürce gelişebilecek, egemen proletarya teknik ve entelektüel donanımını her türlü sömürüyü ortadan kaldırmak ve tüm savaşlara son vermek için kullanacaktır. Kapitalist toplumun varlığını sürdürmesi için çırpınan burjuva ideolojisi, genç insanları avlamak maksadıyla “iyi bir eğitim, iyi bir gelecek!” benzeri sahte mutluluk vaatlerinde bulunmaktadır. Eğitimli gencin kendi bireysel başarısının peşinde koşması halinde, toplumda keyif verici bir pozisyona ulaşabileceği öğütleniyor. Oysa kapitalizmin karakterini bilimsel olarak çözümleyen ve teşhir eden Marksizmin göster miş olduğu gibi, gerçekler bu tür “parlak” vaatlerle hiç mi hiç uyuşmuyor. Genelde gençlik ve özelde öğrenci gençlik içindeki sınıfsal farklılaşmayı asla unutmamak koşuluyla, toplumun genç unsurlarını büyük ölçüde ilgilendiren önemli bir hususu vurgulaya-
Mayıs 2005 • sayı: 2
lım. Aslında kapitalizm insanların etkinliğini kendilerine yabancı nesneler durumuna dönüştürür. İnsanlar arasındaki ilişkileri, meta değişimi üzerine kurulu ticari ilişkiler düzeyine indirgeyerek, insanların genel bir yabancılaşmasına yol açar. İnsan kendi emeğine, emeğinin ürününe ve öbür insanlara yabancılaşarak, gerçekte kendi kendine, kendi doğasına yabancılaşır. Ve böylece bir yabancılaşma küresinde yaşamaya mahkûm olur. Kapitalist toplumun ürünü olan bu durum, genelde genç kuşakların öğrencilik dönemlerinde hissettikleri bir gerçekliktir. Ayrıca kapitalist sistemin sergilediği bariz haksızlıklar, genç insanların henüz düzen tarafından köreltilmemiş duygularını harekete geçirir. Bu nedenle öğrenci gençlik genelde kapitalist toplumsal düzene karşı şu ya da bu ölçüde muhalif duygular taşır. Ancak, kapitalizme karşı gerçekten tutarlı, kararlı ve geçici bir hevesten ibaret olmayan devrimci bir tutum alışın, son tahlilde sınıfsal bir temeli vardır. Kelimenin gerçek anlamında anti-kapitalist bir gençlik hareketinin gelişebilmesi için, bugün sınıfsal ayrımları yansıtan ideolojik farklılıkların üzerinin örtülmesine değil, tam tersine ideolojik bir netleşmeye ihtiyaç var. Örneğin günümüzde anarşizm daha ziyade burjuva karakterli unsurlar tarafından gelgeç bir radikalizm türü olarak benimsenip öğrenci hareketine yansıtılıyor. Özünde milliyetçi olan sözde bir anti-emperyalizmin çıkmaz sokaklarında kendilerini yitiren burjuva ve küçük-burjuva karakterli unsurlar ise, sağ ve sol görünümlü siyasal akımların buluşmasına hizmet ediyorlar. Diğer yanda, keskin devrimci görünen bir küçükburjuva solculuğu öğrenci hareketindeki sekter tutumlarıyla kendini yalıtıp, izleyicisi olan genç insanları da kısa sürede yorgunlar kervanına dahil ediyor. Bu gerçekler karşısında öğrenci gençliğin tutarlı ve dinamik unsurlarının, burjuva ya da küçük-burjuva solculuğundan arınmaları bir zorunluluktur. Bu gençler, ancak ve ancak, dünyayı değiştirme potansiyeline sahip proletaryanın enternasyonalist devrimci çizgisini benimsemeleri duru-
marksist tutum
munda güçlü ve kalıcı bir gençlik hareketi yaratabilirler. Bu uğurda sebatlı bir ideolojik, siyasal ve örgütsel çalışma yürütülmesi şarttır ve bu, yalnızca böyle bir perspektifi benimseyen öğrenci gençlerin değil, aynı zamanda ve esas olarak devrimci proletarya hareketinin sorunudur. Artık yaşlanmış ve dünya üzerindeki milyonlarca insanı çeşitli sorunlar ve acılar içinde kıvrandıran kapitalist düzenin sürüp gitmesinde hiçbir çıkarı olmayan genç kuşakların geleceği kazanabilmeleri için seçmeleri gereken yol bellidir. Ezilen, sömürülen, horlanan, baskı altında tutulan insanların kurtuluşu, işçi sınıfının devrimci mücadelesi sayesinde mümkün olacaktır. Toplumdaki sınıf ayrışması daha da netleşip bilince çıkartıldıkça, burjuvazinin gençliği yoz bir yaşam kültürünün içinde yaşlanırken, proletaryanın ve proleter mücadelenin genç kuşakları giderek artan sayılarla devrimci sınıf çizgisine sahip çıkacaklar. Onlar, devrimci proletaryanın kapitalist topluma karşı açtığı isyan bayrağını genç dimağları, coşku dolu yürekleri ve güçlü cesaretleriyle daha da yükseklerde dalgalandıracaklar. Komünist Manifesto’nun satırları devrimci gençliğin andı olacak: Sınıfları ve sınıf uyuşmazlıkları ile birlikte eski burjuva toplumunun yerine, her insanın özgür gelişiminin, insanların tümünün özgür gelişiminin koşulu olduğu yeni bir toplum kuracağız!
Devrimci gençliğin yolu Marksizmdir Marksizm işçi sınıfına yalnızca kendi ekonomik çıkarlarını savunsun diye değil, toplumdaki her türlü baskıya, her türlü sömürüye karşı savaşması için yol gösteriyor. Marksizmle donanan, enternasyonalist komünist bir mücadele ve örgüt anlayışıyla silahlanan işçiler, tüm emekçilerin çıkarlarını savunmak, tüm toplumsal düzeni tepeden tırnağa değiştirmek, insanlığın gelecek kuşaklarının barış ve mutluluk içinde yaşayabileceği bir dünyayı kurmak için mücadeleye atılacaklardır. Devrimci gençler, işçi sınıfının bu mücadele perspektifini benimsedikleri, ona güç vermeye başladıkları takdirde kapitalist topluma karşı muhalif
29
marksist tutum
duygularını gerçekten anlamlı kılabilir, tüm inanç ve enerjilerini büyük bir devrimci hareketin yaratılmasına hasredebilirler. İşçi sınıfının devrimler tarihinin öğrettiği gibi, kapitalizm canavarını alt edebilmek için devrimci işçi hareketiyle devrimci gençlik hareketinin Marksizmin sağlam temellerinde buluşup kaynaşmasına ihtiyaç var. Büyük Ekim Devriminin önderi Lenin, burjuva dünyasındaki anarşik rekabetin egemenliğiyle parçalanmış, özgür olmayan emek nedeniyle sermayece ezilmiş, sürekli uçuruma, tam bir sefilleşme, serserilik ve alçaltılmaya itilen proletaryanın durumuna işaret ediyordu. Proletarya, kesinlikle ve yalnızca, ideolojik birliğini Marksizm ilkeleri temelinde sağlamlaştırarak ve örgütün maddi birliği sayesinde milyonlarca emekçiyi işçi sınıfının ordusu şeklinde kaynaştırabilir, böylece yenilmez bir güç olabilirdi. İktidar için savaşımda proletaryanın gerçekten de örgütten başka silahı yoktur. Tarihsel açıdan taşıdığı tüm devrimci potansiyele karşın, örgütsüz işçiler bir hiçtir. Ve yine benzer biçimde, taşıdığı tüm muhalif duygulara, atılganlık ve gözüpekliğine rağmen örgütsüz gençlik de bir hiç olacaktır.
Mayıs 2005 • sayı: 2
dan kesitler aktaran Krupskaya, sorun kahramanca işler yapmak değil, fakat kitlelerle sıkı ilişkiler kurmak, onlara yaklaşmak, onların en güzel umutlarının aracı olmayı öğrenmek ve onları saflarımızda toplamak, canlandırmaktı der. Gençlik dönemi heyecan, coşku ve duyarlılıkla yüklüdür. Kapitalizmin tarihi boyunca, dünyanın neresinde olursa olsun, devrimci mücadeleye katılan gençlik bu olumlu özelliklerini kavga alanına taşımıştır ve de taşıyacaktır. Gençliğin devrimci romantizmi, gözüpekliği ve fedakârlığı olmasaydı devrimin safları donuk ve kuru olurdu. Dünden bugüne nice ülkede ve nice mücadelelerde genç erkek ve kadınlar, yürekleri devrimci inançla dolu olarak ölümün üzerine yürüdüler. Paris Komünarlarından Ekim devrimcilerine, barikatlarda can veren nice isimsiz genç kahramana dek, dünya üzerinde ezilenlerin ezenlere karşı yürüttükleri mücadelede dövüşüp ölenler, soylu bir kavganın simgesi olmuşlardır. Türkiye’de de askeri diktatörlükler altında işkencelerde, darağaçlarında ölümü kucaklayan genç fidanlar, devrimci tutsakları zindanlarda çürütmek
Türkiye’de de askeri diktatörlükler altında işkencelerde, darağaçlarında ölümü kucaklayan genç fidanlar, devrimci tutsakları zindanlarda çürütmek isteyen faşizan uygulamalara karşı açlık grevlerinde, ölüm oruçlarında bedenlerini bayraklaştıran gencecik insanlar sergiledikleri fedakârlıklarıyla ölümsüzleşen bizim insanlarımızdır. Siyasal düşünceleri henüz yeterince olgunlaşmamış olsa da, izledikleri devrimci çizginin eleştirilecek yönleri bulunsa da, devrim mücadelesinin kızıl bayrağında onlardan birer iz vardır. Ve devrimci Marksist gençlik, proletaryanın devrimci mücadelesinde dalgalanan bu kızıl bayrağı burjuvazinin çiğnemesine ve kirletmesine asla izin vermeyecektir. Genç insana ne denli soylu bir hedefmiş gibi görünse de, bireysel kahramanlığı fazlasıyla öne çıkaran sol siyasal akımlar devrimci bir sınıfın kolektif mücadele kapasitesinden yoksundurlar. Bireysel kahramanlığı yücelten siyasal eğilimler gerçekte küçük-burjuva devrimciliğinin yansımalarıdır. Bu tür anlayışlar Marksizme değil idealizme yaslanırlar. Büyük devrimcilerden Lenin gençlik yıllarında bu gerçeği kavradığında, Marksizme dört elle sarılmış ve yolunu eski kuşağın küçük-burjuva devrimciliğinden, Narodnizmden ayırarak işçi sınıfının Bolşevik çizgisinin temellerini atmıştı. Rusya’da devrim ateşini yakan ilk dönem Narodniklerin kahramanlığına gereken saygının gösterilmesini isteyen Lenin, devrimci mücadelenin duygusallıkla değil bilimsel inançla yürüyebileceğini de her fırsatta genç devrimcilere hatırlatıyordu. Gençliğin devrimci ideallerinin olması çok güzeldir. Fakat bu idealler, sınıf karşıtlıklarından kaynaklanan gerçek olgulara ve devrimci sınıfın mücadele perspektiflerine bağlanmazsa havada kalır ve gerçekleştirilme şansını yitirirler. Lenin’in gençlik döneminde Petersburg işçileri arasında yürüttüğü devrimci örgütlenme çabasın-
30
isteyen faşizan uygulamalara karşı açlık grevlerinde, ölüm oruçlarında bedenlerini bayraklaştıran gencecik insanlar sergiledikleri fedakârlıklarıyla ölümsüzleşen bizim insanlarımızdır. Siyasal düşünceleri henüz yeterince olgunlaşmamış olsa da, izledikleri devrimci çizginin eleştirilecek yönleri bulunsa da, devrim mücadelesinin kızıl bayrağında onlardan birer iz vardır. Ve devrimci Marksist gençlik, proletaryanın devrimci mücadelesinde dalgalanan bu kızıl bayrağı burjuvazinin çiğnemesine ve kirletmesine asla izin vermeyecektir. Marksizm tarihi kitlelerin yaptığını kanıtlar ve doğru olan yaklaşım da budur. Sınıftan kopuk çıkışlar ne kadar devrimci görünürse görünsün son tahlilde bir çıkışsızlığa işaret eder. Tarihin kritik dönemeç noktalarında önder kişilerin rolü inanılmaz derecede önemli ve büyük olsa da, son tahlilde dünyayı değiştiren eylem ezilen sınıfların tarih yapan mücadeleleridir. İnsanın kendini devrimcilikle bağdaşmayacak zaaflarından arındırabilmesi için devrimci önderlerin yaşam ve mücadele çizgisini örnek alması ne kadar doğru ve gerekliyse, sınıfın tarihsel misyonunu gölgeleyen kişi kültü yaratmak da o denli yanlış ve tehlikelidir.
Mayıs 2005 • sayı: 2
Devrimci kişilikleri neredeyse bir puta dönüştürmek ya da onların simgelerini metalaştırarak pazara sürmek burjuvazinin işi. Bugün burjuvazi devrimci mücadeleyi genç kuşakların gözünde sıradanlaştırabilmek için bu işi fazlasıyla yapıyor. Yüreklerindeki mücadele ateşiyle, uzun yıllar boyunca haklı olarak devrimci gençliğin nezdinde birer sembol haline gelen Deniz Gezmişler, Che Guevaralar devrimci özleri boşaltılarak ve genç kuşakların onların yanlışlarından öğrenmesinin önü tıkanarak ölü azizlere dönüştürülmek isteniyor. Lenin’in dediği gibi, büyük devrimciler yaşadıkları süre boyunca, onların mücadelelerine en vahşi garezle ve en hiddetli kinle karşı gelen, ölçüsüz yalan ve karalamalarla onlara karşı sefere çıkan egemen sınıflarca kovuşturulur. Ölümlerinden sonra ise, burjuvazi, onları masum putlara çevirmeye, deyim yerindeyse azizleştirmeye uğraşır. Ezilen sınıfların avutulması ve kandırılması için adlarına belli bir şan verilir, onların mücadelesinin devrimci yanı, devrimci ruhu unutturulmaya ve çarpıtılmaya çalışılır. Kişi tapınması Marksizme tamamen aykırıdır ve Lenin gibi devrimci önderler tüm yaşamları boyunca bu gibi zararlı eğilimlere karşı amansız bir mücadele yürütmüşlerdir. Devrimci kişiliklerin cansız mermerlere ve ölü ikonlara dönüştürülmesi yönündeki Marksizme karşıt uygulamalar, sosyalist harekete, gerçekte Büyük Ekim Devriminin ve Lenin önderliğindeki Bolşevizmin inkârı anlamına gelen Stalinizm tarafından sokulmuştur. İşçi sınıfının devrimci mücadele anlayışını temsil etmeyen ve tarihin de kanıtladığı gibi aslında buna zerre kadar hakkı olmayan Stalinist kişi tapınmacılığı, aktaracağımız satırlarda dile gelen doğru yaklaşımla nasıl da taban tabana zıttır. F. A. Sorge, Marx’la ilgili olarak şöyle der: Marx’ın bir bilim adamı, işçi sınıfının bir savunucusu olarak yaptığı şeylerin, ne dökme demirden anıtlara ne de ateşli söylevlere ihtiyacı yoktur. Marx’ın eylemlerini dile getiren şeyler bronz ya da granit anıtlar değil, yer yuvarlağının her yanında sayısız işçinin Marx’ın ölümsüz savaş çağrısını izleyerek oluşturdukları saflardır: “Bütün dünya işçileri, birleşin!”
Genç güçlere duyulan ihtiyaç Proletaryanın devrimci mücadelesinin güçlendirilebilmesi için her zaman genç ve taze güçlerin kazanılmasına ihtiyaç var. Bu nedenle, işçi sınıfı içinde Bolşevik tarzda inançlı, sabırlı ve planlı bir örgütlenme çalışması yürütenler, saflarını genç işçi ve devrimcilerle donatmayı başarma azmiyle doludurlar. Genç güçlerin kazanılması konusunda gösterilecek zaaf ölümcül bir tehlike olurdu. Genç insanların eğitim ve deney eksikliği karşısında büyük bir endişe ve tereddüde kapılmanın haklı bir tarafı yoktur. Ardında uzun yıllar bırakmış olmasına rağmen hâlâ hatalarını göremeyen ve düzeltmek için çaba sarf etmeyen
marksist tutum
Kişi tapınması Marksizme tamamen aykırıdır ve Lenin gibi devrimci önderler tüm yaşamları boyunca bu gibi zararlı eğilimlere karşı amansız bir mücadele yürütmüşlerdir. Devrimci kişiliklerin cansız mermerlere ve ölü ikonlara dönüştürülmesi yönündeki Marksizme karşıt uygulamalar, sosyalist harekete, gerçekte Büyük Ekim Devriminin ve Lenin önderliğindeki Bolşevizmin inkârı anlamına gelen Stalinizm tarafından sokulmuştur. kişilerden umudu kesmek gerekir. Gençler söz konusu olduğunda ise, onların hatalarını düzeltebilmeleri için daha sabırlı ve anlayışlı bir yaklaşım sergilenmeli. Genç devrimcilerin hatalarına karşı daha hoşgörülü olabilmeliyiz. Fakat genç insanların sağlam biçimde yetişebilmesi ve çelikleşebilmesi için de gençliğe asla dalkavukluk etmemeliyiz. Onların yanlışlarını mücadele dersleri içinde düzeltebilmelerine fırsat tanınmalı ve bu konuda onlara yardımcı olunmalı. Özellikle işçi sınıfı gençliğinin, devrimci proletaryanın enternasyonalist komünist mücadele anlayışı ve sosyalizm inancıyla eğitilip, sınıf bilinciyle donatılması temel bir görevdir. Gerek işçi sınıfının gençliği gerekse yaşam ve mücadele anlayışını bu sınıfla birleştirmiş gençler doğru temellerde eğitilip örgütlendikleri takdirde eksiklerini kısa sürede kapatabilir ve mücadele saflarına gençliğin dinamizmini taşıyabilirler. Emperyalist kapitalist sistem özellikle son dönemde içine girdiği sınır tanımaz sömürü ve saldırganlık hırsıyla, yüreğini ve beynini burjuva pazarda satılığa çıkarmamış tüm genç insanların öfkesini kabartmaya başlamıştır. Nitekim çeşitli ülkelerden yükselen ve tepkilerini anti-kapitalist gösterilerde, emperyalist savaş karşıtı mitinglerde ortaya koymaya çalışan gençlik kesimleri bu durumun somut göstergeleridir. Ne var ki bu genç insanların örgütlenmeye ve kapitalizmi yıkmaya muktedir olacak bir siyasal tutum almaya ihtiyaçları var. Kapitalizmi aşarak sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum yolunda ilerlemeye azimli devrimci proletaryanın tarihsel mücadelesi onlara sesleniyor: Marksizmle aydınlan! Örgütlü devrimci mücadeleyle kenetlen!
8 Mart 2004 tarihli bu yazı www.marksist.com sitesinden alınmıştır
31
S Konut Sorunu Nasıl Çözülür? Zeynep Güneş
32
on dönemlerde hükümet, gecekondu semtlerinin iyileştirileceği, buraların toplu konut alanları haline getirileceği, semt sakinlerinin çok daha iyi koşullarda yaşayacağı ve daha iyi evlere sahip olacakları vaatleriyle, bazı semtlerde geniş kapsamlı yıkımlara girişeceği mesajını veriyor. Bununla eşgüdümlü olarak ise, “mortgage” sistemi ya da Türkçe ifade edecek olursak ipotekli kredi sisteminin uygulanmaya başlanacağı söyleniyor. Konut sorununa köklü çözüm olarak sunulan bu sistemi daha ayrıntılı olarak ele alacağız. Ama her şeyden önce belirtmeliyiz ki hükümetin maksadı, gecekonduların iyileştirilmesi ve gecekondu sahiplerinin daha sağlıklı evlere kavuşturulması değil, muhtemelen kendi etrafındaki inşaat şirketleri için yeni kâr kapıları açmaktır. Kemer sıkma politikaları çerçevesinde, yatırım cephesinde ciddi ölçüde kısıtlanmış olduğu halde, hükümetin özellikle inşaat alanına ilişkin “duble yol”, “vasfını yitirmiş orman arazilerinin satışı” gibi çıkışlar yapmasının ardındaki motivasyon budur. Gecekondu alanlarına dönük girişimler de aynı kapsamda değerlendirilmelidir. Kentin olağanüstü ölçüde genişlemesiyle birlikte artık merkezi ve rantı yüksek bölgeler haline gelen bu semtler, doğal olarak iştah kabartıyor ve yağlı yatırım alanları haline getirilmek isteniyor. Hükümet buralarda yaşayanların barınma sorunuyla gerçekte zerrece dahi olsun ilgilenmiyor. Aksine buralardaki yoksul kesimleri giderek daha gözden uzak bölgelere sürmek, zenginlerin göz zevkini bozmalarını engelle-
Mayıs 2005 • sayı: 2
mek istiyor. Geçtiğimiz aylarda Pendik Aydos’ta yaşananlar tam da bunları doğrular niteliktedir. Belediyenin buradaki yıkım seferberliği tam da bir belediye şirketi olan KİPTAŞ tarafından yapılan ve “KİPTAŞ villaları” olarak bilinen evler burada belirdikten sonra başlamıştır. Elbette hükümet tepkilerin önünü almak için, eskiden buralarda evleri olan mülk sahiplerine de, doğrudan ya da sözde ucuz kredilerle yeni evler vereceğini söylemektedir. Oysa şu anda bu semtlerde yaşayanların çok büyük bölümü, yeni kurulacak “uydu kent”lerde ev sahibi olabilecek ya da yaşayabilecek gelir düzeyine sahip değildir. Demek ki var olan gecekondular ya da kaçak yapılar yıkılıp buralara tam denetimli ve planlı konutlar yapıldığında da sorun hallolmayacaktır. Yapılan yeni konutlarda oturmak ortalama bir işçi ya da emekçi ailesi için olanaksız olacaktır. Pek çok örnek bunu gösteriyor. Eskinin gecekondularının arasında yükselen Ataşehirler, Bahçeşehirler bunun kanıtıdır. Eski sakinler kendilerine yeni semtler aramak zorunda kalacak ve eskinin benzeri yerleşim yerleri bu kez daha uzaklarda kendini tekrar edecektir.
Mortgage ya da ipotekli kredi sistemi Bugünlerde burjuva cenahta, konut sorununu kökten halledeceği söylenen ve sihirli bir yöntem olarak sunulan Mortgage sistemi parlatılıyor. Yani uzun yıllara yayılan banka kredileriyle, kişinin dilediği evi kira öder gibi satın alması, ama taksitler bitene kadar evin bankanın ipoteği altında olması. Böylece herkes ev sahibi olacak ve sorun çözülecek!
marksist tutum
Çeşitli ülkelerde, farklı biçimlerde olsa da aynı öze dayanarak uygulanan bu sistem, her şeyden önce ev sahibi olmak isteyenlerin düzenli bir işi ve geliri olmasını öngörüyor. Örneğin bir işçi, eğer gelir düzeyi yeterli görülüyorsa, almak istediği evi bankaya ipotek ettirerek, aldığı banka kredisini 15-20 yıla yayılan taksitlerle geri ödüyor. Genelde taksit miktarı kira miktarına yakın bir bedel olarak tutuluyor. Ama en ufak bir geri ödeme gecikmesinde, işçinin gözünün yaşına bakmaksızın sistemin çarkları işlemeye başlıyor. Ücrete, eşyalara koyulan hacizlerle banka parasını tıkır tıkır alıyor. Bunlar da yetmedi mi? O zaman işçi kapı dışarı ediliyor ve evine el konuyor. Yaklaşık her on yılda bir kriz döngüsüne giren kapitalizm, görece bir refahın, rahat iş bulma olanaklarının ve büyüyen bir ekonominin yaşandığı genişleme dönemlerinde, işçileri bu sistemle ev sahibi yapıyor ve belli bir süre boyunca işçi pek bir ödeme zorluğu çekmiyor. Ardından, “her şey ne de güzel gidiyor, bir daha asla olmaz” derken, mukadderatta yazılı olan hiç beklenmedik bir anda çıkıp geliveriyor: kriz! İflâslar birbirini kovalıyor ve kapitalistlerin ilk yaptıkları şey üretimi kısmak ve işçi atmak oluyor. İşsiz kalan işçi, belki aylarca hiçbir iş bulamayabiliyor. Bu sırada eldeki avuçtaki tükenmiş, satılabilecek eşyalar satılmış, ama kredinin geri ödemesinin sürdürülmesine o da yetmemiştir. Eşyalara konan hacizlerin ardından, banka bir kuzgun gibi eve de el koymuştur ve işçi, ailesiyle birlikte sokaktadır. Pek çok aile bu gerginliğe dayanamaz ve kapitalizmin zaten pek de güçlü kılmadığı ipler kopuverir. Herkes kendi yoluna, herkes bir çöp tenekesinin başına! İşte ABD’de filmlere konu olan ve yüz binlerce insanı sokaklarda yatmaya ve çöplerden beslenmeye sürükleyen süreç bu şekilde gelişmektedir. Yanlış anlaşılmasın! Bu acımasız kapitalizmin gazabına uğrayanlar sadece düşük gelir düzeyine sahip işçiler değil, çeşitli düzeylerdeki müdüründen mühendisine varıncaya kadar her meslek ve eğitim düzeyinden insanlardır. Bu sistemde ortalama bir işçinin evinin kaderi aşağı yukarı böyleyken, işin bir diğer boyutu da-
33
Mayıs 2005 • sayı: 2
marksist tutum
ha bulunuyor. Çok daha önemli bir boyut. Mortgage sistemi yalnızca evleri değil insanların hayatlarını da ipotek altına almakta, onları kapana sıkıştırmaktadır. Geri ödemeleri yapamayacağı ve evsiz kalacağı korkusunu yaşayan işçi, işten atılmamak için tam bir köle olmaya hazır olmak zorunda kalmaktadır. Uzun çalışma saatleri, tatillerin sınırlanması, ücretlerin düşürülmesi, sağlık sigortasının kuşa çevrilmesi, yani her türden saldırıya boyun eğmek zorunda hissetmektedir kendini. Diğer yandan, çoğunlukla eşlerin her ikisi birden çalışmaktadır ve ancak bu gelirler toplamı hesaplanarak ev gibi büyük bir borcun altına girilmektedir. İşte ikinci bir kapan da buradadır. Evden olmamak için, ister mutlu olunsun ister olunmasın, “kutsal” aile kurumunu sürdürmek her iki taraf için de Allahın emridir. Aksi takdirde haciz memurlarının kapıda görünmesi an meselesidir. Böylece, bin bir zorlukla satın alınmaya çalışılan “pembe panjurlu ev”, işçi sınıfını sisteme boyun eğmeye zorlamanın bir aracı haline gelmektedir. “Konut sorununu işçiyi kendi «evine» bağlayarak çözme yolunun … hızla büyüyen Amerikan kentlerinin yakınlarında doğduğu”nu belirten Engels, kentten bir saat uzaklıkta, çamurlu bir çöl içindeki küçük sefil bir kulübe için işçiden 4800 mark istendiğini aktarır. … işçilerin bu meskenleri almak için dahi ağır ipotek borçları altına girmeleri gerekmekte ve böylece işverenlerin açıkça kölesi haline gelmektedirler. Evlerine bağlıdırlar, uzaklaşamazlar, ve kendilerine sunulan çalışma koşulları ne olursa olsun tahammül etmek zorundadırlar.1
Böylece Engels, önemli bir sorunu daha gündeme getirmektedir: Burjuvazi ve küçük-burjuvazi tarafından konut sorununa bir çözüm olarak sunulan şey, yani
“Konut sorununu işçiyi kendi «evine» bağlayarak çözme yolunun … hızla büyüyen Amerikan kentlerinin yakınlarında doğduğu”nu belirten Engels, kentten bir saat uzaklıkta, çamurlu bir çöl içindeki küçük sefil bir kulübe için işçiden 4800 mark istendiğini aktarır. Bugün ülkeler ve rakamlar değişse de emekçilerin kaderi ve onlara pazarlanan çözüm yöntemleri değişmiyor.
34
işçilerin kendi evlerinin sahibi olmaları, aslında onların ayaklarına pranga bağlamak anlamına gelecektir.
Engels ve Konut Sorunu Engels’in Konut Sorunu adlı eseri, bu konuda Proudhon’un sosyalizm adına savunduğu küçük-burjuva fikirlerin bir eleştirisidir. 1872’de kaleme alınan üç yazıdan oluşan bu esere, Engels, 1887 tarihli bir Önsöz yazmış ve soruna Marksist yaklaşımın temel çerçevesini burada özetlemiştir. Engels, “Büyük modern kentlerimizde işçilerin ve küçük-burjuvazinin bir kısmının sıkıntısını çektiği konut darlığı, günümüzdeki kapitalist üretim biçimi sonucu ortaya çıkan sayısız daha küçük, ikincil kötülüklerden biridir” der ve şöyle devam eder: Büyük modern kentlerin genişlemesi, bu kentlerin belirli kesimlerine, özellikle merkezi ko-numlu bölgelere yapay ve çoğu kez çok büyük ölçüde artan bir değer vermiştir; bu bölgelerde yükselen binalar, bu değeri artıracak yerde düşürmektedirler, çünkü artık değişen koşulları karşılayamamaktadırlar. … Bu, hepsinden çok … merkezi konumlu işçi evleri için geçerlidir. Bunlar yıkılmakta, ve yerlerine dükkanlar, depolar ve resmi binalar dikilmektedir. … Sonuç olarak, işçiler, kentlerin merkezinden dış mahallelere sürülmekte; işçi meskenleri ve genel olarak küçük meskenler nadir, pahalı ve çoğu kez bütünüyle elde edilemez bir hale gelmekte, çünkü bu koşullar altında daha pahalı konutlar ile çok daha iyi bir spekülasyon alanına kavuşan yapı sanayii, ancak istisnai olarak işçi konutu yapmaktadır.2
Anlatılan, bugün özellikle İstanbul’da pek çok gecekondu semtinin de hikâyesidir aslında. Konut sorununun sadece işçi sınıfının değil küçük-
Mayıs 2005 • sayı: 2
marksist tutum
burjuvazinin bir kesiminin de sorunu olduğunu belirten Engels, küçük-burjuva sosyalizminin mantığını teşhir etmek amacıyla bir Prudoncunun şu sözlerini aktarır: O pek yüceltilen yüzyılımızın bütün kültürü içinde, büyük kentlerde nüfusun %90’ından fazlasının benim diyebileceği bir yere sahip olmayışı gerçeğinden daha korkunç bir saçmalık olmadığını ileri sürebiliriz. Manevi ve ailevi varlığın gerçek düğüm noktası, aile ocağı ve yuva, toplumsal girdapla silinip süpürülmektedir. ... Bu açıdan, vahşilerden çok gerideyiz. Mağara adamının mağarası, Avustralyalının kilden kulübesi, Hintlinin kendi ocağı varken, modern proletarya pratikte havada asılı durmaktadır.3
Gecikmiş bir sanayileşmenin yaşandığı ve işçinin bir ayağının kırda olduğu, kapitalizmin kırı tam olarak çözemediği ülkelerde bu tür küçük-burjuva görüşler sosyalizm adına yaygın bir şekilde savunulagelmiştir. Hele bizim gibi ülkelerde, bu küçük-burjuva mülk tutkusunun işçi sınıfının büyük bir bölümüne egemen olduğu ortadadır. Ama Engels’in de belirttiği gibi, modern proletaryanın yaratılması için geçmişin işçisini toprağa bağlayan tüm bağın kesilmesi şarttır: Modern devrimci proleter sınıfın yaratılması için, geçmişin işçisini toprağa bağlayan bağın kesilmesi kesinlikle zorunluydu. Dokuma tezgahının yanısıra küçük evi, bahçesi ve tarlasına sahip olan el dokumacısı, bütün acılara ve siyasal baskılara karşın, sessiz, halinden memnun «dindar ve onurlu» bir insandı; zenginlere, rahiplere ve devlet yetkililerine şapkasını çıkarırdı ve aslında tam bir köleydi. Önceleri toprağa zincirlenmiş olan işçiyi tümüyle mülksüz bir proleter, bütün geleneksel ayakbağlarından kurtarılmış, bir kuş kadar özgür hale dönüştüren tam da bu modern büyük sanayidir; işçi sınıfı sömürüsünün sonal biçimi içinde, kapitalist üretim içinde alaşağı edebilecek biricik koşulları yaratan işte tam da bu ekonomik devrimdir. Ve bu gözüyaşlı prudoncu, gelerek, işçilerin aile ocağı ve yuvalarından uzaklaştırılışı için, bu sanki onların entelektüel kurtuluşunun en birinci koşulu değil de büyük bir gerilemeymiş gibi yakınmaktadır. 27 yıl önce, İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu’nda, 18. yüzyılda İngiltere’de gerçekleştiği şekliyle, işçilerin tam bu aile ocağı ve yuvalarından uzaklaştırılışı sürecini ana çizgileriyle açıklamıştım. … Ancak, o koşullarda ke-sin olarak zorunlu bir tarihsel evrim süreci olan bunu «vahşilerin de altında» bir gerileme olarak düşünmek aklıma gelir miydi? Olanaksız. 1872’nin İngiliz proleteri 1772’nin «aile ocağı ve yuvasıyla» kırsal dokumacısından ölçülmeyecek kadar yüksek bir düzeydedir. Ve mağarasıyla mağara adamı, kilden kulübesiyle Avustralyalı, ya da kendi ocağıyla Hintli, hiç bir şekilde bir Ha-ziran Ayaklanmasını ya da bir Paris Komününü gerçekleştirebilir miydi?
…Tam tersine yalnızca modern büyük sanayi tarafından
yaratılan, onu toprağa zincirleyenler de dahil olmak üzere miras kalan tüm kısıtlamalardan kurtarılmış ve büyük kentlerde kümelenmiş olan proletarya, bütün sınıf sömürüsüne ve sınıf egemenliğine son verecek olan büyük toplumsal dönüşümü gerçekleştirebilir. Eski kırsal el dokumacıları, aile ocakları ve yuvalarıyla bunu hiç bir şekilde yapamaz; onu yapma isteklerinden söz etmek şöyle dursun, böyle bir fikri hiç bir şekilde
Gecikmiş bir sanayileşmenin yaşandığı ve işçinin bir ayağının kırda olduğu, kapitalizmin kırı tam olarak çözemediği ülkelerde bu tür küçükburjuva görüşler sosyalizm adına yaygın bir şekilde savunulagelmiştir. Hele bizim gibi ülkelerde, bu küçükburjuva mülk tutkusunun işçi sınıfının büyük bir bölümüne egemen olduğu ortadadır. Ama Engels’in de belirttiği gibi, modern proletaryanın yaratılması için geçmişin işçisini toprağa bağlayan tüm bağın kesilmesi şarttır kavrayamazlardı bile.4
Bu tutum, herhangi bir soruna küçük-burjuva sulugöz yaklaşımla Marksist yaklaşımın nasıl taban tabana zıt olduğunu gösteren tipik bir örnektir. Küçük-burjuva sosyalistler konut sorununa kapitalizm altında şu ya da bu geçici ve ütopik çözümü ararlarken ve sıradan bir işçi ya da küçük-burjuvanın bulduğu bireysel çözümden (bir şekilde ev sahibi olmak) bir adım öteye gidemezlerken, Marksistler soruna kalıcı bir toplumsal çözüm arayışı içindedirler.
35
marksist tutum
Engels, haklı olarak, proletarya için birincil varlık koşulunun hareket özgürlüğü olduğunu belirtir. İşçilerin kendi evlerine sahip olmasının onların hareket özgürlüğünü kısıtlamak ve burjuvazinin ücret azaltması karşısındaki direncini kırmak anlamına geleceğini söyler. İşçilerin kendi evlerinin sahibi olmalarının onlara ekonomik bağımsızlık sağlayacağını, bir güvencelerinin olacağını, işsizlik halinde korunmuş olacaklarını savunanların tam bir hayal dünyasında yaşadıklarını, bir grev örneğinden yola çıkarak gösterir. Tek tek işçi kendi evini gerekirse satabilir. Ancak büyük bir grev ya da genel bir sınai bunalım sırasında bundan etkilenen bütün işçilere ait evler satışa çıkarılmak zorunda kalınacak ve dolayısıyla hiç alıcı bulamayacak ya da maliyet bedellerinin çok altında satılacaktır. Ve hepsi alıcı bulsa dahi Herr Sax’ın muazzam konut reformu tümüyle sıfıra inecek ve yeniden baştan başlamak zorunda kalacaktır.5
Varsayalım der Engels, belli bir sanayi bölgesinde her işçinin kendi küçük evine sahip olması genel kural olsun: Bu durumda, o bölgenin işçi sınıfı kirasız yaşamaktadır; konut harcamaları, artık onun işgücü değerine girmemektedir. İşgücünün üretim maliyetindeki her azalma, yani işçinin geçim araçlarındaki her kalıcı fiyat düşüşü, «ulusal ekonomi öğretisinin tunç yasaları uyarınca» işgücünün değerinde bir gerilemeye eşdeğerdir ve dolayısıyla sonunda ücretlerde bunu karşılayan bir düşme ile sonuçlanacaktır. Böylece ücretler ortalama olarak kiradan tasarruf edilen ortalama miktar kadar düşecek, yani işçiler kendi evlerine eskiden olduğu gibi ev sahibine para ile değil, ama kendisi için çalıştığı fabrika sahibine ödenmemiş emekle kira ödeyeceklerdir. Bu yolla işçinin küçük evine yatırılmış olan tasarrufları bir anlamda sermaye olacak, ancak kendisi için değil, kendisini istihdam eden kapitalist için sermaye haline gelecektir.6
Marksist bir perspektiften bakıldığında sorun bu kadar basittir. Yani burjuva ve küçük-burjuva anlayışların herkese bir ev hayallerinin hayata geçtiği ideal bir kapitalizmde yaşansa dahi, işçi sınıfının ortalama ücretleri ortalama kira bedeli kadar düşmeye mahkûm olacaktır. Proletaryayı kapitalizm altında daha rahat bir hayata kavuşturmayı arzulayanlar, dönüp dolaşıp yine kapitalizmin yasalarına toslamak zorunda kalmaktadırlar.
Çözüm nerede O halde konut sorununun çözümünün kapitalizm yıkılmadıkça mümkün olamayacağı bir kez daha ortaya çıkıyor. Özel mülkiyetin insan yaşamını tehdit eden başlıca engel olduğu kapitalist sistemde, milyonlarca konut boş olarak bekleyip içten içe çürürken, milyonlarca insan başını sokacak bir çatıdan yoksun durumda yaşıyor. Devlet arazileri süper lüks konutların
36
Mayıs 2005 • sayı: 2
inşası için burjuvaziye peşkeş çekilirken, tozdan çamurdan geçilmeyen yoksul semtlerindeki izbeler işçiye çok görülüyor. Diğer pek çok sorunda olduğu gibi bu sorunun da çözüm yolu, kapitalizmi alaşağı edecek ve bütün üretim araçlarına bizzat işçi sınıfının el koyacağı bir toplumsal devrimden, proleter devrimden geçmektedir. Özel mülkiyetin ortadan kaldırılacağı, üretimin merkezi bir plana uygun olarak yapılacağı, insanların eğitim, sağlık, barınma, ulaşım, elektrik, su gibi en doğal ihtiyaçlarının ücretsiz ya da çok cüzi ücretlerle karşılanacağı, tüm iktidarın sovyetler aracılığıyla işçi sınıfının elinde olduğu bir işçi devleti. Tıpkı konut sorunu gibi, işçi ve emekçilerin kapitalizmin kangren haline getirdiği tüm sorunlarının çözümü, sınıfsız ve devletsiz topluma, yani sosyalizme ilerleyen böyle bir devletten geçiyor. Proleter devrimin ardından bizzat proletarya tarafından oluşturulacak bu devlette, büyük mülk sahibi sınıfların mülklerine el konulacak ve tüm boş mülklerle birlikte buralar da işçilerin kendi devletinin mülkiyetinde yerleşime açılacaktır. Doğayı tahrip etmeyen, onunla uyumlu, sağlıklı ve güvenli konutlar bizzat bu devlet tarafından yapılarak işçilerin buralarda sağlıklı bir şekilde yaşamaları sağlanacaktır. Enerji ihtiyacı doğaya zarar vermeyen yöntemlerle karşılanan, ulaşım sorununun güvenli bir şekilde toplu taşıma araçlarıyla çözüldüğü, kreşinden okuluna, sağlık merkezlerine, spor alanlarından kültür ve sanat merkezlerine, çamaşırhanesinden yemekhanesine her türlü temel ihtiyacın kolayca karşılandığı yaşam alanları: Üretici güçler, tüm bunların bugünden yaşama geçirilmesinin önünde hiçbir engelin bulunmadığı bir gelişmişlik düzeyine sahiptir. Tek engel kapitalizmdir. O da devrimci proletaryanın kendi elleriyle onu ortadan kaldırmasını bekliyor.
bu yazı www.marksist.com sitesinden alınmıştır
––––––––––––––––––––––––––––––––––––––– 1 Engels, “Konut Sorunu”, Seçme Eserler, cilt 2, s.379 (dipnot) 2 Engels, age, s.365-6 3 Engels, age, s.371 4 Engels, age, s.371-2 5 Engels, age, s.393 6 Engels, age, s.394-5
marksist tutum
Sınıf Belleği
27 Mayıs 1960 Elif Çağlı Türkiye’deki askeri darbeler gerçeğine kısa bakış Devrimci ayaklanmalarla anarşiye sürüklenen burjuva düzeni zorbalıkla kurtarmak üzere öne atılan yeğen Bonaparte’ın hükümet darbesiyle ilgili olarak Marx şu değerlendirmeyi yapar: “Burjuvazinin, açıkçası, o zaman, Bonaparte’ı seçmekten başka bir seçeneği yoktu. Zorbalık ya da anarşi. Elbette zorbalıktan yana kullandı oyunu. ... Fransız burjuvazisi de darbenin ertesi günü bağırdı: Artık yalnız, 10 Aralık derneğinin başkanı kurtarabilir burjuva toplumunu! Artık yalnız hırsızlık kurtarabilir burjuva toplumunu! Yalnız piçlik, aileyi; düzensizlik, düzeni kurtarabilir!”1 Kapitalizmin tarihi, Marx’ın bu satırlarını defalarca çağrıştıran örnekler sergilemiştir. Düzenin krizi had safhaya vardığında, parlamenter işleyiş biçimi tıkandığında
ve keskinleşen sınıf mücadelesi egemenliğini tehlikeye düşürdüğünde, zorbalık ya da anarşi seçeneğiyle yüz yüze gelen burjuvazi hep zorbalıktan yana kullanmıştır oyunu. Dünden bugüne çeşitli kapitalist ülkelerde iktidara gelen olağanüstü rejimler bunun kanıtıdır ve bu durum doğrudan doğruya sınıf mücadelesinin bir ürünüdür. Türkiye’deki askeri darbelerin de bu gerçeğin ışığında kavranması gerekiyor. Ayrıca, Türkiye’de burjuva cumhuriyetin kuruluşundan 1960’lara ve takiben 80’lere ilerleyen süreci inceleyecek olursak, gerçekleşen üç askeri darbenin ekonomik zemininde de büyüyen bir yapısal bunalımın yer aldığını görürüz. Öte yandan bu sürecin belirli bir dilimi, egemen sınıflar ittifakı içinde keskinleşen çelişkilere ve siyasal iktidarda yer değiştirmelere de sahne olmuştur.
Burada önemli bir gerçeğin altını çizelim. Türkiye’de devlet bürokrasisinin siyasal yaşamda taşımış olduğu ağırlık yalnızca geçmişten miras alınan bir özellik değildir; Türkiye kapitalist gelişme tarzının yeniden ürettiği bir olgudur. Elbette Osmanlı’dan uzanıp gelen tarihi arka plan, burjuva düzenin yapılanması üzerine gölgesini düşürdü. Fakat modern Türkiye’nin siyasal yaşamındaki özgün yön, bürokrasinin olağanüstü konumunun burjuvazinin “çağdaş” gereksinimleri temelinde yeniden üretilmesidir. Uzun bir dönem boyunca devlet bürokrasisinin ve devlet kapitalizminin koruyuculuğu altında gelişen Türk burjuvazisi, ta ki rüştünü ispat edinceye kadar, askeri bürokrasinin düzen koruyucu misyonuna isyan etmek bir yana sık sık ona muhtaç oldu. Bu nedenle Türkiye’de burjuvazi, uzun yıllar boyunca siyasi liberalizme
Uzun bir dönem boyunca devlet bürokrasisinin ve devlet kapitalizminin koruyuculuğu altında gelişen Türk burjuvazisi, ta ki rüştünü ispat edinceye kadar, askeri bürokrasinin düzen koruyucu misyonuna isyan etmek bir yana sık sık ona muhtaç oldu.
37
marksist tutum
Sınıf Belleği itibar etmedi. Bu durumun uzantısı olarak, bu topraklarda yakın zamanlara dek siyasal yaşamda geleneksel kabul edilen resmi çizgi, ta İttihat Terakki döneminden beri uzanıp gelen korporatist bir anlayış oldu. Bu anlayış, toplumun sınıflara bölünmesi gerçeğini yadsıyıp, devletin yumruğu altında çelişkisiz, çatışkısız, “bir örnek” bir toplum yaratma iddiasını sürdürdü. Faşist rejimler tarafından katı biçimde sahiplenilen korporatizmin, genel anlamda tüm olağanüstü rejimlere can verdiği söylenebilir. Türkiye’de uzun bir süre boyunca egemen olan tek parti diktatörlüğünün ve ilerleyen yıllar içinde gerçekleşecek olan 12 Mart, 12 Eylül askeri darbelerinin düşünsel zemininde de işte böyle bir tarihsel-ideolojik damar yer alır. Peki, Türkiye’de yaşanan askeri darbeler ne gibi özellikler taşıyan bir gelişme sürecinin uzantısıdır? Bu soruyu yanıtlayabilmek için, TC’nin kuruluşundan ‘60 dönemecine uzanan iki ayrı dönemi ana hatlarıyla hatırlayalım.
1923-1946: […]
1946-1960: 1946’da çok partili yaşama geçilmesinden sonra, halk kitlelerinde (özellikle kırsal kesimler başta olmak üzere) CHP iktidarının baskılarına karşı birikmiş olan öfke 1950’de büyük bir oy patlamasına dönüşecek ve Menderes liderliğindeki Demokrat Partiyi iktidar koltuğuna oturtacaktı. Bu değişim dönemi, artık gerçek birer kapitalist gibi atılım yapmak isteyen burjuva unsurların, Kemalist bürokrasinin devletçi müdahale sisteminden kurtulma çabalarına da sahne olmuştu. Neticede, tek parti diktatörlüğü dönemine damgasını basan iktidar bloku
38
çatladı; Kemalist bürokrasinin dışlandığı ve çeşitli büyük burjuva kesimlerden oluşan yeni bir iktidar bloku kuruldu. Fakat bu blok içinde ağır basan kesimler büyük ticaret ve tarım burjuvazisiydi. DP iktidarı da kendi çıkarına geldiğince Kürt toprak ağalarıyla çeşitli ittifaklar yapacaktı. DP iktidarı döneminde, artık dünya kapitalist ticaretine tam anlamıyla entegre olmak isteyen büyük ticaret burjuvazisi motor gücü oluşturuyordu ve iktidar bloku içinde asıl onun hegemon bir konuma sahip olduğunu söylemek mümkündü. Demokrat Parti iktidarı, kendini büyük toprak ve ticaret burjuvazisinin doğrudan temsilcisi olarak ortaya atmıştı. Siyasal iktidarı artık eski dönemin devlet bürokrasisi –özellikle ordu– vesayetinden kurtarıp “sivilleştirme” doğrultusunda girişimler sergilemekteydi. Bu çerçevede orduda tasfiyelere girişti ve Genelkurmay da Milli Savunma Bakanlığına bağlandı. Bu gelişmeler, Türkiye’nin siyasal yönetim tarzını bir ölçüde Batı’daki parlamenter rejimin işleyişine yaklaştıran önemli bir dönemeç noktasını temsil ediyordu. Baskıcı devletin simgesi haline gelmiş CHP tek parti diktatörlüğünün, artık çok partili bir parlamentarizm temelinde yerini yeni bir burjuva hükümete bırakması, Türk siyasal yaşamında çok değişik yorumlara konu olmuştur. Bu tarihsel örnek, günümüzde AKP hükümetinin kurulmasıyla
birlikte yaşanan sürece ve AKP iktidarının siyasal niteliğinin kavranmasına da ışık tutmaktadır. Liberal çizgi ve bunun etkisi altında kalan bazı sol kesimler, bu değişimi demokrasinin ve özgürlüklerin istikrarlı biçimde genişleyeceği yeni bir dönemin açılması olarak değerlendirdiler. Statükocular ve solculuğu devletçilikle özdeşleyenler ise, tam tersine gericiliğin güçlenmesi şeklinde nitelediler. Hiç kuşku yok ki her iki yorum da yanlıştır ve DP iktidarı, dönemin kapitalistleşme gereklerini yerine getirme yolunda ilerlemek isteyen bir burjuva iktidardan ibarettir. Bu nedenle hem sırası geldiğinde işçi sınıfına ve sol kıpırdanmaya karşı sivri dişlerini gösterecek, hem de devlet kapitalizmi ağırlıklı bir ekonomik işleyişten, artık özel sektörün ön plana çıkacağı liberal kapitalist bir ekonomik işleyişe geçişin ifadesi olacaktır. DP iktidarı döneminde özel sermaye öncelikle büyük ticaret ve tarım burjuvazisinin elinde temerküz etti. Tarım kesimi hem kredi mekanizmasıyla hem de devletin uyguladığı sübvansiyon politikasıyla desteklendi. Bu arada ticaret burjuvazisi de, iç ve dış ticaretin canlanması ve genişlemesiyle palazlandı. Ayrıca, seçim beyannamelerinde KİT’leri ihaleyle satıp özelleştireceğini vadeden DP, iktidarı döneminde tam tersini yaparak KİT’lerin sayısını iki katına çıkarmak zorunda kaldı. Çünkü büyük ölçekli sanayi yatı-
marksist tutum
Sınıf Belleği rımları için gerekli sermaye birikimi henüz özel ellerde temerküz etmiş değildi. Türkiye kapitalizminin başlangıç dönemine damgasını vurmuş olan ekonomik izolasyon koşullarından ve bürokrasinin himayesinden kurtuluş çabası, 50’lerde burjuvazinin büyüyen bölümü için önemli bir gerçeklikti. Dış dünyayla anlamlı ekonomik ilişkiler kurmadan, dünya kapitalizmine entegre olmadan kapitalist gelişmenin sıçrama kaydetmesi olanaklı değildir. Bu gerçeklik özellikle İkinci Dünya Savaşının bitiminden itibaren kendisini yakıcı biçimde hissettirmeye başlamış ve DP iktidarı döneminde büyük ticaret burjuvazisinin çabalarında somutlanmıştır. Bu arada DP iktidarının eski devletçi statükoyu derinden sarsmış olması, büyük fonların tarımın sübvanse edilmesine ve ithalata akıtılması, bu iktidarın son dönemlerinde ekonomide yeni tıkanıklıklar, yeni problemler yaratmıştır. Bunun yanı sıra, kendilerini cisimleşmiş devlet olarak hisseden ve uzun yıllar boyunca alıştıkları gibi iktidarda CHP’yi görmek isteyen sivil ve asker bürokratlar, milliyetçi sol aydınlar, DP’yi Kemalist “laik” düzene yönelmiş bir tehdit olarak algılamakta ve tepkilerini yükseltmektedirler. Diğer yandan, gelişmekte olan sanayi burjuvazisinin DP’den artık istediği desteği bulamaması ise burjuvazinin iç çatışmasını kızıştırmıştır. Sanayi burjuvazisi gözünü, yeni teşvikler koparabileceği yeni bir iktidar odağına dikmiştir. DP döneminin özelliği konusunda aydınlatılması gereken çok önemli bir diğer gerçeklik de şudur. Bir burjuva iktidar dönemi, somut olarak şu ya da bu burjuva kesim veya kesimlerin siyaseten ağır basmasıyla kendini ifade edebilir. Fakat yine kapitalist gelişim sürecinin diyalektiğinden hareketle, bu görünümü mutlaklaştırmamak, yanlış yorumlara savrulmamak gerekir. Örneğin DP iktidarı, büyük tarım ve ticaret burjuvazisinin siyasi ağırlığa
sahip olduğu bir dönemdir. Fakat bu siyasal gerçeklik, DP iktidarı boyunca, özel sanayi kapitalizminin atılım yapmasını mümkün kılacak bir birikim ve değişimin de içten içe yaşandığı iktisadi gerçeğiyle çelişmez. Burjuvazinin henüz gelişme adımları attığı tüm bir tarihsel süreç boyunca, farklı burjuva kesimlerin kıyasıya bir siyasal iktidar kapışması yürüttükleri doğrudur. Ancak bu kesimler neticede aynı sınıfın DP iktidarı, büyük tarım ve ticaret burjuvazisinin siyasi ağırlığa sahip olduğu bir dönemdir. Fakat bu siyasal gerçeklik, DP iktidarı boyunca, özel sanayi kapitalizminin atılım yapmasını mümkün kılacak bir birikim ve değişimin de içten içe yaşandığı iktisadi gerçeğiyle çelişmez. DP döneminde öncelikle büyük tarım ve ticaret burjuvazisinin istemleri gerçekleşmiş olsa bile kapitalist gelişme o noktada da durmayacak, kapitalist tarım ve ticaret sayesinde sağlanan muazzam sermaye birikimi bu kez sanayiye akıtılmak istenecektir. parçalarıdır ve bu parçalar iktisadi bakımdan asla durağan değildirler. DP döneminde öncelikle büyük tarım ve ticaret burjuvazisinin istemleri gerçekleşmiş olsa bile kapitalist gelişme o noktada da durmayacak, kapitalist tarım ve ticaret sayesinde sağlanan muazzam sermaye birikimi bu kez sanayiye akıtılmak istenecektir. Böylece büyük tarım ve ticaret burjuvazisinin bir kısmı yıllardır alıştıkları ve kendilerine daha kolay gelen tarım ve ticaret alanında semirmeye devam ederken, önemli bir bölümü ise aynı zamanda sanayiye yatırım yapmaya başlayacak ve sanayi burjuvazisine
dönüşecektir. 1950-60 arasında özel ellerde toplanan sermaye birikimi artık sanayi alanında sıçrama yapılabilmesini olanaklı hale getirmiştir. DP iktidarının son dönemlerinde (özellikle 1958 iktisadi krizinden itibaren) sanayi alanında atılım yapmaya hazırlanan büyük burjuvazi, siyasal iktidarın bunun önünü açmasını talep eder hale gelmiştir. DP döneminde ağırlıklı olarak tarımın sübvanse edilmesine ayrılan büyük fonların, artık öncelikle özel sanayi yatırımlarına akıtılmasını istemektedir. Ne var ki DP iktidarının bu talep doğrultusunda harekete geçmeyip tarım burjuvazisine ve büyük toprak sahiplerine imtiyazlar sağlamaya devam etmesi, kent ağırlıklı büyük ticaret ve sanayi burjuvazisini muhalif bir konuma iter. Kırsal kesimin egemen unsurlarına kıyasla burjuvazinin bu modernleşen ve kapitalist çağa ayak uydurmak isteyen kesimi arzuladığı değişimin önünü açacak bir siyasal alternatif arayışı içine girer. Tarım burjuvazisinin palazlanan kesimi de sanayileşmeye yönelmekle birlikte kendisini ihya eden DP iktidarından vazgeçmeye pek de niyetli değildir. Bu dönemde büyük burjuvazinin yoğunlaşan iç çekişmelerini, İş Bankası ve Akbank çevresinde kümelenen farklı iki burjuva kesim arasındaki gerilim de somutlamaktadır. Öteden beri İş Bankası çevresinde yer alan eski İstanbul, İzmir gibi kentlerin büyük burjuvazisi karşısında, tarım burjuvazisinden gelip sanayi ve hizmet sektörüne yönelen ve özellikle Adana çevresindeki sermaye birikimini yansıtan Akbank çevresi yer alır. DP politikalarının karşısına sanayileşme atılımı ihtiyacını, planlı bir kalkınma hamlesi zaruretini çıkartarak yeniden yükselişe geçmeyi amaçlayan CHP ise, dönemin muhalif unsurları için bir alternatif olmuştur. Ayrıca, uzun yıllar boyunca alışmış oldukları itibarlı konumlarından DP iktidarı döneminde uzaklaştırılmış bulunan sivil ve asker
39
marksist tutum
Sınıf Belleği bürokrasi, devletçi aydınlar, artık DP döneminin sona ermesini ve CHP’nin önünün açılmasını şiddetle istemektedirler. Fakat olağan burjuva işleyiş içinde bu siyasal iktidar değişimini yaratmak hiç de mümkün görünmemektedir. Böylece ordu içinde, DP iktidarına muhalif bütün bu kesimlerin desteğini kazanacak olan bir darbe hazırlığı mayalanmaya başlar. CHP, Demokrat Parti iktidarını “anayasa ihlali” ile suçlar ve bu tutum kent aydınlarıyla üniversite çevreleri tarafından hararetle desteklenir. Ordu içindeki alt rütbeli subaylardan da DP’nin artık açıkça rejime yönelik bir tehdit oluşturduğu sesleri yükselir. Devlet bürokrasisinden intikam alırcasına ordunun ve devlet memurlarının maaşlarını düşük tutan DP iktidarının uygulamaları, binlerce sıradan devlet çalışanını da (sivil veya asker) bunaltmış durumdadır. Bunun üzerine bir de DP’nin ekonomik uygulamalarının azdırdığı enflasyon yükü ve yoksullaşma binmiş, kısacası büyük kentlerde DP muhalifliği kitleselleşmiştir. Muhalif basın DP’nin göz açtırmayan sansür ve baskılarının sona ermesini, yeni yeni gelişmeye başlayan işçi sınıfı modern kapitalist ülkelerdeki gibi sendikal haklarının olmasını arzulamaktadır. Ayrıca OECD gibi uluslararası kapitalist örgütler de, Türkiye tarımının geleneksel yapısının artık bir değişim yoluna girmesinin, tarım kesiminin sübvansiyonlarla beslenmesi yerine modern anlamda kapitalistleşmesinin gerekli olduğu doğrultusunda öğütler vermektedirler. İşte tüm bu faktörlerin üst üste yığışması neticesinde, siyasal yaşamdaki tıkanıklığı açacak bir askeri darbe için koşullar elverişli hale gelmiş bulunmaktadır.
27 Mayıs 1960 27 Mayıs askeri darbesi, daha sonrakilerden farklı olarak ordunun emir komuta zincirine itaat etmedi. Generaller
40
eliyle değil, daha alt rütbeli subaylar, albaylar vb. marifetiyle gerçekleştirildi. Askeri darbeyle iktidara el koyan 27 Mayıs cuntasının oluşturduğu Milli Birlik Komitesinin çevresinde, daha sonra Doğan Avcıoğlu gibi sol-cuntacı aydınlar, CHP yanlısı bürokratlar toplaşmaya başladı. Askeri darbe, büyük kentlerde öğrenci ve aydın kesimlerin DP karşıtlığı temelinde gelişen muhalefet rüzgârının üzerine binmişti. Bu nedenle 27 Mayıs, muhalif kitle hareketini ezen 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerinden farklı bir görünüme bürünmüştü. O yüzden, burjuva solun etkisi ve küçük-burjuva solun da sahiplenmesiyle bir devrim olarak adlandırıldı. Oysa neticede 27 Mayıs, onu gerçekleştiren alt rütbeli subayların niyetlerinden bağımsız olarak, kapitalist gelişmenin önündeki tıkanıklığı açan tepeden inme bir reform hareketi oldu. Kemalist geleneğin uzantısı milliyetçi sol cuntacılar da, 27 Mayıs sayesinde, Demokrat Parti iktidarının kendilerine yönelik baskılarının öcünü önde gelen üç burjuva siyasetçisini, DP hükümetinin başbakanı Menderes’i ve yanı sıra iki bakanını idam sehpasına göndererek almış oldular. 27 Mayıs askeri darbesi 12 Mart ve 12 Eylül örneklerinden farklı özelliklere sahip olsa bile, Türkiye’de gerçekleşen tüm askeri darbelerin ardında yatan önemli bir gerçeği de gözardı etmemek gerekir. Türkiye’de burjuva cumhuriyetin yapılanmasına damgasını basan ezen ulus şovenizminin devamını, aslında 27 Mayıs’tan başlayarak tüm askeri darbelerin harcında bulmak mümkündür. Türkiye’deki olağanüstü siyasal rejimleri yürürlüğe koyan statükocu güçlerin, işçi sınıfı hareketini ve toplumdaki genel devrimci yükselişi durdurmak kadar, Kürt ulusunun uyanışını da daha başından ezmeye talimli oldukları asla unutulmamalı. Bu güçler, ezen ulus devletinin temsilcileri ve
bu devletin asli koruyucuları olarak, siyasi yaşamda patlak veren gerilimleri (özellikle Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu, devletçi laikçilik sorunu gibi kendi varlık nedenleriyle özdeşleştirdikleri konularda) her zaman kendilerine çıkartılmış bir davetiye olarak algılamışlardır. Bu gerçek günümüzde de geçerlidir ve siyaset sahnemiz aynı güçlerin aynı sorunlar temelinde yaratacakları yeni gerilimlere açıktır! 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleri konu olduğunda, her ikisinin de işçi ve devrimci hareketin yanı sıra Kürt ulusal kurtuluş hedefini benimseyen kişi ve örgütlere yönelik kudurgan baskıcı tutumu biliniyor. 27 Mayıs ise, henüz düzen için bir tehdit oluşturmayan işçi hareketini ve devrimci unsurları hedef almış değildir. Ne var ki Türkiye sol hareketine uzun yıllar boyunca bulaşmış olan Kemalizm kuyrukçuluğu nedeniyle, bir başka gerçeklik biraz karanlıkta kalmıştır. 27 Mayıs’ı gerçekleştiren askeri cunta, darbenin gerekçeleri arasında Kürt sorunu konusundaki endişelerini de dile getiriyordu. Güya bir Kürdistan hükümetinin kurulması için DP Grubu içinde çalışmalar yürütüldüğü ve bazı DP milletvekillerinin buna yardımcı olduğu kanıtlanmıştı. Dönemin önde gelen bazı cuntacı subayları, biraz daha geç kalınsaydı Türk vatanının elden gideceği yönünde kışkırtıcı açıklamalar yapıyorlardı. Nitekim darbe sonrasında pek çok Kürt gözaltına alındı, bunlar Sivas’ta bir toplama kampına sürüldüler, ağır işkencelere tâbi tutuldular. Kürt sorunundaki bu baskıcı tutumunu gün yüzüne çıkartmak istemeyen 27 Mayıs cuntası, asıl olarak burjuva düzendeki tıkanıklığın kontrollü biçimde açılabilmesi görevine soyundu. Bu amaçla üstten bazı dönüşümlerin gerçekleştirilmesine girişildi ve bir Kurucu Meclis oluşturularak yeni bir Anayasa hazırlandı. Eskisine oranla daha liberal bir içeriğe sahip olan 27 Mayıs Anayasasının yürürlüğe konul-
marksist tutum
Sınıf Belleği
masıyla, burjuva siyasal düzenin parlamenter demokratik çerçevesi bazı bakımlardan genişletildi. Fakat öte yandan, bugün büyük sermaye tarafından bile burjuva demokratik işleyişle bağdaşmaz ilân edilen Milli Güvenlik Kurulunu da aslında 1961 Anayasası getirdi. Zira unutulmamalı ki, Türkiye’de alışıldık burjuva demokrasisinin çok dar olması nedeniyle daha sonra “bol geldi” diye burjuva sağın saldırısına muhatap olan 27 Mayıs Anayasası, neticede bir askeri darbenin ürünüdür. O dönemin koşullarında ileri görülen bazı adımların bizzat sivil ve asker bürokrasinin eliyle atılmış olması, Türkiye sol hareketi içinde ordunun niteliği konusunda ne yazık ki sonu acıklı bitecek bir bilinç çarpılmasını da beslemiştir. Yanı sıra, 27 Mayıs askeri darbesinin niteliği de doğru kavranmamıştır. Aslında 27 Mayıs askeri darbesi değil, 27 Mayıs dönemindeki toplumsal hareketlilik bir sol uyanışın habercisiydi. Bu siyasal ve kültürel uyanışın temelinde, kuşkusuz ki Türkiye’de kapitalist gelişmeye bağlı olarak bir işçi-emekçi hareketinin mayalanması yatmaktaydı. Ve eğer askeri darbeyle kontrol altına alınmasaydı, bu sol uyanış kendi ayakları üzerinde daha da ileri gidebilirdi. Fakat 27 Mayıs askeri rejimi, ilerleyen yıllar içinde iki kez daha yaşanacak olan askeri rejimlerden farklı olarak,
devrimci bir yükselişin üzerine açık şiddet ile yürüyen bir olağanüstü yönetim biçimi değildir. Bu husus zaten yeterince nettir. Anlamlı bir tartışma ihtiyacı, onun Avrupa’nın geçmiş dönemlerindeki Bonapartizm örnekleriyle benzeşip benzeşmediği noktasında doğabilir. Bu bağlamda ileri sürülebilecek en anlamlı argüman, tarihsel hamle sırası gelen sanayi burjuvazisinin önünün bir olağanüstü yönetim biçimiyle açılmış olması olurdu. 27 Mayıs askeri rejimi gerçekten de böyle bir özelliğe sahiptir ve bu nedenle Bonapartist esintiler taşıdığını düşünmek mümkündür. Fakat Bonapartist rejimlerin (ister eski Fransız örneği, ister emperyalizm çağına özgü yeni biçimi olsun) çok ayırt edici bir başka özelliği daha vardır. Bu, özetle, Bonapartizmin burjuva düzene yönelik devrimci işçi tehdidini savuşturmayı amaçlayan boyutudur. Bonapartist askeri diktatörlükler toplumdaki ilerici hareketliliğin üzerine binip ilerlemez, tersine ona karşı dururlar. Oysa bir de, işçi-emekçi kitlelerin burjuva düzen içi reform beklentilerini yansıtan ve bu beklentilerin bir kısmını gerçekleştirmek üzere toplumsal desteği arkalarına alarak ilerleyen askeri diktatörlükler vardır. Bunlar en çok da, sanayi burjuvazisinin ulusalcı istemlerine yanıt getiren siyasal rejimler oluşturmuşlardır. Geçmiş tarihlerde çeşitli Latin Ameri-
ka ülkelerinde ortaya çıkan ve daha ziyade ordu içindeki alt rütbeli subaylardan oluşan milliyetçi sol, ulusal kalkınmacı askeri diktatörlükler bunun örneğidir. Bunlar toplumdaki devrimci kıpırdanışları arkalarına almış, fakat yine de ileriye doğru atılacak adımları burjuvazinin kabul sınırları içine hapseden askeri rejimler oluşturmuşlardır. Bu tür bir askeri diktatörlükle, bir devrimci uyanışı doğrudan engellemek için kurulan Bonapartist ya da faşist bir askeri diktatörlük birbiriyle özdeşleştirilemez. 27 Mayıs olağanüstü rejimi, milliyetçi sol eğilimli, ulusal kalkınmacı anlayışa sahip bir askeri diktatörlük dönemidir. Büyük ticaret temelinde dışa açılmayı, emperyalist örgütlerle bütünleşmeyi savunan DP iktidarını bir kılıç darbesiyle yere seren 27 Mayıs, esasen sanayi burjuvazisinin işine yaradı. Bir başka deyişle bu darbe, büyük toprak ve büyük ticaret burjuvazisine karşı artık tarihsel hamle sırası gelen büyük sanayi burjuvazisinin önünü açmış oldu. Nitekim 1960 yılında Devlet Planlama Teşkilâtının kuruluşu ve beş yıllık kalkınma planlarının uygulamaya konulmasıyla sanayinin güçlendirilmesine hız verilecekti. Kamuoyuna, askerin DP iktidarından intikam alması şeklinde yansıyan bu askeri darbe, işin derininde egemen sınıflar ittifakındaki ağırlık noktasının değişmesini sağlıyordu. 27 Mayıs olağanüstü rejimi, DP iktidarı döneminde büyük tarım ve ticaret burjuvazisinin ağırlıkta olduğu iktidar blokuna son vererek, artık sanayi burjuvazisinin hegemonyasında yeni bir burjuva iktidar blokunun kurulması için yolu temizlemişti. Bu yazı , Elif Çağlı’nın Bonapartizmden Faşizme adlı kitabının 3. bölümünden kısaltılarak alınmıştır –––––––––––––––––––––––––––––––
Marx, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”, Seçme Yapıtlar, c.1, Sol Yay., s.584
41
marksist tutum
Mayıs 2005 • sayı: 2
Olayların Anlattığı
B
ugün üzerinde yaşadığımız topraklar dahil birçok ülkede siyasal gündemi halen yürümekte olan emperyalist hegemonya savaşı belirliyor. Balkanlar’da, Kafkasya’da, Ortadoğu’da ve son olarak Orta Asya’da ABD’nin öncülüğünde başlatılan renkli “devrim”ler, emperyalist hegemonya savaşının aldığı boyutları göstermesi bakımından çarpıcıdır. Kuzey Afrika’dan Güney Asya’ya kadar, değişik kıta ve coğrafyaları kapsayan ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi”, savaş, işgal ve kimi yerlerdeki iktidar değişiklikleri eşliğinde hayata geçiriliyor. ABD’nin yükselen Çin’e karşı savaşı Uzak Asya’da politik dengeleri sarsacak düzeydedir. Çin ile Japonya Pasifik’te karşı karşıya gelirken, Çin’de Japon karşıtı milliyetçi gösteriler günlerce devlet eliyle sürdürüldü. Önümüzdeki dönemde emperyalist hegemonya savaşının daha da kızışarak ve farklı boyutlar kazanarak yayılacağı muhakkaktır. ABD ile AB arasında buzların eridiği doğru değildir. Bu iki emperyalist kamp arasındaki dönemsel-kısmi çıkar ortaklaşması ve güç dengelerine bağlı karşılıklı manevralar bizleri yanıltmamalı. İngiliz burjuvazisi, Amerikan burjuvazisinin savaş programına angaje olmuştur. Bu programı yürüten Blair’in İşçi Partisi bir önceki döneme göre zayıflayarak çıksa da, geçtiğimiz günlerdeki seçimleri tekrar kazanmıştır. İngiliz sendikal bürokrasisi Blair’i destekleyerek burjuvazinin kuyruğuna takılmış bulunuyor. ABD’nin Irak’a açtığı savaş sürecinde AB içinde meydana gelen çatlak da aşılmış değildir. Almanya ve Fransa Birlik içerisinde tüm ipleri ellerinde tutmaya çalışırken zorlanıyorlar. Oluşturulan AB Anayasasını referanduma götürecek olan Fransa çok ciddi sorunlarla karşı karşıya. Eğer Fransa’da referanduma hayır oyu çıkarsa bu, Birlik içerisinde ABD’nin yörüngesine girmiş olan ülkeleri cesaretlendirecek ve ABD’nin desteğini alarak Fransa ve Almanya karşısında politik manevra şanslarını arttıracaktır. Ortadoğu’daki gelişmeler dikkat çekicidir. Başta Arabistan ve Mısır olmak üzere birçok Arap ülkesi ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi” kapsamında kendilerini organize ediyorlar. Burjuva parlamenter bir rejimin yerleşmesi ve kapitalist gelişmenin önündeki engellerin kaldırılarak entegrasyonun derinleştirilmesine yönelik adımlar atılıyor. ABD’nin baskılarına direnemeyen Suriye, Lübnan’dan tamamen çekildi; ancak Suriye hâlâ ABD’nin hedef tahtasından çıkmış değil. Filistin sorununun halklar arasında barışı temin edecek gerçek çözümünün emperyalist-
42
ler tarafından sağlanamayacağını da bugünkü gelişmelerden açıkça görüyoruz. Irak’ta Amerikan işgaline karşı Sünni direnişi de, bu direnişin anti-emperyalist olduğuna dair solun kapıldığı ve yaydığı hayaller de devam ediyor. Irak’ta her gün onlarca insan ölmesine karşın ABD emperyalizmi mevcut durumu uluslararası burjuva hukuk çerçevesinde meşrulaştırmış bulunuyor. Seçimler sonrasında yapılan uzun pazarlıklar ve gözetilen dengeler sonucunda Devlet Başkanlığı Kürtlere, Başbakanlık ise Şii Araplara verildi. Kürtler federe bir devletin altyapısını oluşturmakla kalmadılar, Irak’ın devlet Başkanlığına kadar yükselerek elde ettikleri mevzileri güçlendirdiler. Bu durum, bölgede yeni gelişmeleri beraberinde getirecektir. Güney Kürdistan’daki gelişmeler TC’yi yakından ilgilen-
Mayıs 2005 • sayı: 2
diriyor. Kürt oluşumunun resmi bir statü kazanarak devletleşmesinden korkan TC, bu gelişmelerin kendi ülkesindeki Kürtleri de tetiklemesinden endişe ediyor. Burjuvazi içindeki çatışmaya bağlı olarak, Kürt sorununa dair siyasal açılımlar ve AB’nin atılmasını istediği adımlar askıya alınmış gözüküyor. Son dönemde Ordu bu sorunda inisiyatifi ele geçirmeye çalışıyor ve Kürt hareketine yönelik imha politikasını öne çıkarıyor. PKK’ye yönelik operasyonlar artarak ve sınır dışına da taşarak devam ediyor. Gabar Dağlarından yeniden gerilla ve asker ölüleri geliyor. Diğer taraftan TC burjuvazisi içindeki bölünme ve kavga kızışarak sürüyor. Kıbrıs’ta gelenekçi-statükocu Denktaş’ın tasfiye edilmesi ve AB yanlısı çözümden yana olan Talat’ın işbaşına gelmesi, AB’ci burjuvazi açısından kazanılmış bir mevzi anlamına geliyor. Buna karşın olayların uzun vadeli gelişimini, Türk burjuvazisi içindeki çatışma ve emperyalist hegemonya savaşı belirleyecektir. Statükocu-devletçi burjuva güçler Genelkurmay ve üst düzey bürokratlar aracılığıyla siyasal alana müdahalelerini sürdürüyorlar. AKP hükümeti bu süreçte zikzaklar çizerek yol alıyor. AB sürecinde daha liberal bir söylem kullanan ve müzakerenin başlaması için yasaları yeniden düzenleyen AKP, yeni hazırlanan Türk Ceza Kanununda basın yasasına koyduğu maddelerle bazı bakımlardan mevcut durumu daha da ağırlaştırıyor. Temsil ettiği AB yanlısı burjuvazinin isteklerini yerine getirmediğinde fırça yiyen AKP, öte taraftan da statükocu-devletçi burjuva güçlerin basıncı altında kalmaktadır. Böylece AKP önceki burjuva hükümetler gibi dengeleri gözetmeye, dengelere oynamaya çalışıyor. ABD ve İsrail ile son zamanlarda kimi konularda anlaşamayan ve hatta karşı karşıya gelen AKP hükümeti, yeni bir manevrayla İsrail’e gezi düzenledi; Başbakan Şaron’u Türkiye’ye davet etti. ABD’nin İncirlik Üssüne ilişkin taleplerini ağırdan alan AKP, Ermeni soykırımı ABD Senatosunda gündeme gelince İncirlik Üssünü çarçabuk ABD’nin hizmetine sundu. Başbakan yaptığı konuşmada, ABD’ye olumlu mesajlar göndermeyi ihmal etmedi. Öyle anlaşılıyor ki, uluslararası değişimler TC burjuvazisi içinde doğrudan etkisini buluyor; burjuva taraflar sürdürdükleri iktidar mücadelesine bağlı olarak emperyalist güçlerin desteğini almaya çalışıyorlar. Ancak sürecin oynak olduğu gözlerden kaçmamalı; çıkarlar örtüştüğünde burjuva kesimler bir araya gelmekten çekinmezler. Fakat aynı şekilde çıkarları örtüşmediğinde de ayrışmaktan ve karşı karşıya gelmekten geri durmazlar. Bunların
marksist tutum
iç içe geçtiği ve sürecin tüm çelişkileriyle ilerlediğini de unutmamak gerekiyor. Egemen sınıf içersindeki çatışma ve onun yönelimleri kuşkusuz ki, işçi sınıfının durumundan bağımsız düşünülemez. İşçi sınıfının örgütsüz ve dağınık olduğu, sendikal düzeydeki örgütlülüğünün bile alabildiğine cılızlaştığı, devrimci bir önderlikten yoksun kaldığı konjonktürde, burjuvazi, karşısında bir devrimci tehlike görmez. Sendikal hareketin mevcut gidişatı da burjuvazi içindeki saflaşmalardan muaf kalamaz. Nitekim AB üzerinden burjuvazi içinde başlayan bölünme sendikalara ve sosyalistlere kadar inerek işçi sınıfını burjuva saflaşmalara taraf olmaya zorlamaktadır. Her şeye rağmen dünyada milyonlarca işçi-emekçi 1 Mayıs’ta sokağa çıkarak işçi sınıfının mücadele gününe sahip çıktı. Ancak sınıf mücadelesinin gelişimi eşitsiz bir seyir izlemektedir. Şu anda hareketliliğin en yüksek olduğu Latin Amerika’da işçi-emekçi yığınların devrimci öfkesi durmak bilmiyor; fakat kapitalizmin temellerine yönelecek bir devrimci yatağa akıyor da değil. Kapitalizmi alaşağı edecek, devrimci kitlelere yol gösterecek enternasyonalist komünist bir önderliğin eksikliğinden dolayı, yükselen kitle hareketini burjuvazi kolayca paralize edebiliyor. Ya da burjuva partiler veya politikacılar, kitlelerin devrimci hareketini, kendilerini iktidara taşımanın bir aracı olarak kullanıyorlar. Ekvador’da yaşananlar bu bağlamda oldukça çarpıcıdır. Beş yıl önce işçi-emekçi yığınların ayaklanması ile başa gelen burjuva politikacısı Gutierrez geçtiğimiz günlerde bir ayaklanmayla devrildi. Benzer bir durum Bolivya’da da yaşanıyor. İki yıl önce Bolivya’da yaşanan devrimci yükseliş, devlet başkanının ülkeyi terk etmesiyle sonuçlanmıştı. Fakat işçi-emekçi yığınların taleplerine yanıt vereceğini vaat ederek onlardan zaman isteyen Carlos Mesa, bugün aynı kitlelerin hedefi haline gelmiş durumda. Aynı durum Brezilya’da, işçi sınıfının bir temsilcisi olarak iktidara gelen Lula için de geçerlidir. Venezuela’da ve diğer Latin Amerika ülkelerinde yaşananlar da farklı değildir ve işçi sınıfı ipleri eline almadıkça sonları da farklı olmayacaktır. İçinden geçtiğimiz dönemde dünyanın gündemi emperyalist hegemonya savaşı tarafından belirleniyor olsa da, işçi ve emekçilerin dünya ölçeğindeki kıpırdanışı da akacağı kanalları bulmaya çalışıyor. Şurası bir gerçek ki, işçi sınıfının devrimci enerjisi akacak doğru kanalları bulduğunda, savaşların olmadığı, sınıfsız, sınırsız ve sömürüsüz bir dünyanın, yani sosyalist bir dünyanın kurulmasının olanakları, düne göre daha gür biçimde ortaya çıkacaktır. E. A.
43
Mayıs 2005 • sayı: 2
marksist tutum
Ölümlerinin 33. Yılında
Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan “... bu durumu metanetle karşılamanı istiyorum. İnsanlar doğar, büyür, yaşar, ölürler. Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde fazla şeyler yapabilmektir.” Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in ölümünün üzerinden 33 yıl geçti. Deniz Gezmiş’in idam sehpasına çıkmadan önce yazdığı yukarıdaki sözler hâlâ unutulmadı. Sürgitinde gerçekleşen, sol hareket açısından birçok olumsuz gelişmeler bile o dönemin gençlik önderlerinin hatırasını silemedi. Sol cenah bir kenara, muhafazakâr veya sağcı kesimler bile onu sahiplenmeye çalıştı. Birileri için ateşli delikanlılık yıllarında anarşik faaliyetlere katılmış bir “fidan”; kimileri için bir masal kahramanı derekesine indirgenen bir film malzemesi olsa da, biz devrimciler için sorun, tereddüt etmeksizin mücadeleye atılmış bu önemli insanların siyasal hayatından gerekli dersleri çıkarmak ve bunu sınıf mücadelesi bağlamında değerlendirmek olmalıdır.
68’ler Türkiye’si ve dünyası Türkiye, kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişimi sonucu, ileri kapitalist ülkelerin yaşadığı sanayileşme ve proleterleşme sürecini 2. Dünya Savaşı sonrasına sarkıtmıştı. Buna koşut gerçekleşen bir diğer süreç de kentleşmeydi. Kırsal alanda doğup büyüyen kuşak bir müddet sonra soluğu şehirde alıyordu. Kırın kapitalizm-öncesi pastoral hayatından çıkıp gelen insanlar, kapitalizmin sömürgen meta ekonomisi doğası karşısında doğal olarak yalpalıyordu. Diğer yandan, bu dönem burjuvazi için de bir semirme dönemiydi. Sanayileşmenin beraberinde getirdiği aşırı sömürü, toplumdaki kutuplaşmayı da billurlaştırıyordu. Ne var ki, palazlanan, palazlandıkça da horozlanan burjuvazi karşısında işçi sınıfı da varlığını hissettiriyor, kendisini görmezden gelenlere ya da yeterli görmeyip yardımcı kuvvetler arayanlara, fiiliyatta bir yanıt vermeye hazırlanıyordu. Burjuva cumhuriyetinin ilk 30 yılında burjuvazinin kesinlikle görmezden geldiği işçi sınıfının ekonomik-sosyal talepleri, kendi niceliksel ve niteliksel artışıyla yasalarda da yansımasını bulmuştu. Görece demokratik ‘61 Anayasasının yarattığı ortamla ilk kez (kelimenin gerçek anlamıyla) nefes alan toplum, sol yayınlardan nasibini alıyor, parlamentoya temsilcilerini gönderiyor, 200 bin kişilik Saraçhane mitingleri düzenliyordu. Uluslararası arenadaysa iki kutuplu dünyanın batı yakası, savaşsonrasından itibaren yaşadığı ekonomik büyümenin son damlalarını tadıyordu. Savaş-sonrasında devrimci fırsatlar kaçırılmış, “refah devleti” de hareketin yavaşlamasına etkide bulunmuştu. Doğu yakasıysa 1960’lara kadar yaşadığı sıçramalı ekonomik yükselişleri bitirmişti. Artık dolmakalemin bile karaborsaya düşeceği günlere giden yolun önü açılmıştı. Bürokratik-despotik sınıf, bir on yıl önce Macaristan’da yaptığını bu kez de Çekoslovakya’da uyguluyordu. Yine arızi gelişmeler olarak ele
44
alınması gereken başarılı gerilla-köylü mücadeleleri de devrimci mücadele açısından gündemdeki ağırlığını hissettiriyordu. ‘68 olayları işte bu koşullar altında patlak verdi. İşçi sınıfıyla yan yana mücadele ettiğinde kendi gücünü katmerleyeceğini gösteren gençlik hareketi dünyanın dört bir yanını kasıp kavurdu. Düzenden bir şekliyle rahatsız olan kitleler bir kez daha görüşlerini kapı arkasında değil, sokak ortasında gösterdi. Gelgelelim, tıpkı önceki ve sonraki sayısız devrimci kabarış gibi bu da aynı kapıya çarptı: devrimci önderlik sorunu. Bu topraklardaysa gerçek “68 olayları” diğer ülkelerde inişe
Mayıs 2005 • sayı: 2
marksist tutum
geçtiğinde geldi ama pir geldi. 15-16 Haziran ile işçi sınıfı devrimciliği yapmak isteyenler açısından sapla saman ayrılmıştı. “Âlâ” kuramsal çatışmaların çözümüne yine pratikte ulaşılmış, burjuvazi pılıpırtısını bile toplayamadan şehir dışına kaçmıştı. Ancak düzenden rahatsızlık duyan, değiştirmek için bir şeyler yapmak isteyen genç insanlar açısından bir alternatif olduğu bile söylenemezdi. Bu durumda, TİP’in düzen-içi yollarla kerte kerte ulaşılacak ve bir ucu güleryüzlü sosyalizm anlayışına dek uzanan parlamenter “sosyalizm” çizgisine de haliyle sıcak bakmayan veya o çizgiden kopan devrimciler için arayışlar söz konusuydu. Bu direngen enerjiyi yanlış yollarda heba etmeden sınıf mücadelesinin meşakkatli rotasında değerlendirecek, devrimci kadrolar haline dönüştürecek enternasyonalist bir partinin yokluğu bu süreçte sonuca götürücü bir rol oynadı. Tıpkı o gün olduğu gibi bugünün de temel sorunu budur. Ve bunun farkında olan bizler bugün çok daha şanslıyız. En ufak bir örnekle, bilimsel sosyalizmin kaynaklarına birinci elden ulaşabilmek artık mümkün. Kulaktan duyma veya ikinci kaynaklardan alıntı üzerinden devrimcilik yapmak zorunda değiliz.
Sınıf mücadelesinin deneyimleri ışığında bugün bir an önce bir şeyler yapmanın anlamını, yani, önce bunu gerçekleştirecek, katalizör rolünü oynayacak o aracı yaratmak gerektiğini biliyoruz. Keza bu devrimci partinin yaratılması tıpkı o gün olduğu gibi bugün de yakıcı bir sorundur. Bizim için bir diğer önemli çıkarımsa, öğrenci liderlerinin bu denli ön plana çıkmış olmasının yarattığı veya yaratabileceği yanılsamalardır. Tarihin çeşitli vesilelerle gösterdiği üzere kendinden menkul bir öğrenci hareketi düşünülemez. Biz komünistlerin görevi, Marx ve Engels’in uyardığı üzere, her türlü muhalefeti sınıf mücadelesi içerisine kazanmak olmalıdır. Aksi takdirde bunların yalıtık ve güdük kalacağı muhakkaktır. İşçi sınıfı hareketinden kopuk olmayan öğrenci hareketi gerçek gizil gücünü ancak bu şekilde gösterecektir. Biz devrimciler açısından Deniz, Yusuf, Hüseyin ve diğer devrimcilerin mücadeleci hatıralarının yaşatılması da mücadele etmek anlamına gelmelidir. Zira bu devrimci değerlere sahip çıkmak da yine ve ancak fiiliyatta mümkündür.
1 Mayıs Mitingleri ve Bilinç Altına Atılmış Korkularımız Yıllardır ilk kez, ilk 1 Mayıs mitingine katıldığımda hissettiğim duyguları net bir şekilde hatırladım. Bu yıl 1 Mayıs, son dönemlerde yaşanan şovenizm dalgasının ortasında ve Kadıköy meydanında kutlanacağı için, işçilerin kafasında “acaba bir şey olacak mı?” sorusu diğer yıllardan daha belirgindi. Bütün bunlar benim de, katıldığım ilk mitingde neler hissettiğimi, beynimin bir köşesine atılmış, unutulmuş eski duygularımı hatırlamama neden oldu. Yıllar önce üniversitede öğrenciyken ilk 1 Mayıs mitingine katılmam, arkadaşlarımın çağrısıyla olmuştu. Oraya çok fazla korkarak gitmemiştim ama yine de “acaba bir şey olur mu?” endişesi yaşamıştım. Ve eğer çağrılmasaydım oraya gitmek için bir istek hissetmeyecek ve güvendiğim birilerine rastlayana kadar daha yıllarca alanlara gitmeyecektim. O zaman alanda gördüğüm şeyler çok garip duygular yaşamama sebep olmuştu. Miting alanında işçilerden biri slogan atıyor, diğerleri de ardından o sloganı tekrarlıyordu. Mitingde benimle birlikte olan arkadaşlarım kitlenin attığı slogana eşlik ettiğinde, ben de onlara katılma zorunluluğu hissediyordum. İçim
öyle bir soğumuş, öyle bir soğutulmuştu ki, slogan atarken duyduğum coşkusuz, korkak sesim bana içimde yabancı birinin ortaya çıkması gibi geliyordu. Bu bağıran ben miydim? Etrafımdakilere baktığımdaysa dehşete düşüyordum, ben de onlardan biri gibi bağırabilir miydim? Hele yumruğunu inatla kaldıranlara ne demeli? Herhalde öyle biri olamazdım! Onlar bana doğuştan coşkulu, inatçı, savaşçı insanlar gibi gelmişlerdi. Onları böyle yapan şey neydi? Ben, içimde öyle coşkulu slogan atılmasını hissettirecek duygular yaşasam bile utanırdım öyle bağırmaya. Atılan sloganlar da henüz benim için bir şey ifade etmiyordu. Ben bir öğrenciydim ama işçi çocuğuydum, işçi olacaktım, asla sınıf atlamak gibi hayallerim olmamıştı. Kendimi mücadeleci bir insan olarak tanımlıyordum, hayatı sorguluyordum, öğrenmeye çalışıyordum, her önüme gelene soracak çok şeyim vardı. Ama tüm bunlara rağmen alanda ruhsuz bir şekilde duruyordum. Slogan atılmasa da, ben de bu utançtan kurtulsam diye düşünüyordum. Kendimle ilgili bu tür rahatsızlıklar yaşarken, birbirine benzeyen yüzleri, birbirine benzeyen elleri, aynı türde giyinen,
B. K.
yaşamları aynı olan insanları, yani işçileri, geleceğimi gördüm. İlk kez o kadar çok işçiyi bir arada görüyordum. Yağmurlu bir gündü, ona rağmen görebildiğim en çok işçiyi o gün görmüştüm. Bir sınıf olduğumuzu çok net olarak bilmiyor olmama rağmen mücadele etmemiz gerektiğini biliyordum, ama nasıl yapılacağı konusunda hiçbir fikrim yoktu. Sınıfımızın gücünün ne olduğunu, sınıfımızın mücadele tarihini bilmiyordum, ve en önemlisi düşmanımızın kimler olduğunu net olarak bilmiyordum. O gün mağarada yıllarca kalmış, sonra gün ışığına çıktığında dışarıdaki hayattan ve gün ışığından dehşete düşen bir insanın duygularını yaşamıştım. Hissettiklerimin normal olmadığını algılamıştım ama neden o duyguları yaşadığımı ancak yıllar sonra anlayabiliyorum. O günden sonra her yıl 1 Mayıslara katıldım. Her katıldığımda, oraya ait olduğumu daha derinden hissetmeye başladım. İşçi olduktan sonra ve en önemlisi yıllar içinde sınıfımızın tarihini öğrenmeye başladıkça, mücadele günlerinin önemini anlamaya, daha coşkulu olmaya başladım. Benim ve tüm işçilerin ortak talebi olan sloganlara sadece katılmakla kalmadım, başka sloganlar attırılarak kafası karıştırılmak istenen alandaki tüm işçi kardeşlerimin de duymasını sağlayacak şekilde haykırmak istedim ve hâlâ aynı duyguları yaşıyorum. 1 Mayıs denince etrafımızdaki işçi arkadaşlarımızdan çoğunun aklına provokasyon görüntüleri gelir ve böyle günlerde
45
Mayıs 2005 • sayı: 2
marksist tutum alanlara gelmekten korkarlar. Yalnızca miting alanlarına gitmekten mi korkarız? Sendikalı olmaktan, hakkımızı aramaktan, işyerlerinde amirlerin, şeflerin baskılarına karşı dik durmaktan, düşüncelerimizi açıklamaktan, düşünce sahibi olmaktan, dünyayı anlamaktan, kısacası her şeyden korkarız. Sabah evden işe, akşam işten eve geliriz; yolda gelirken önümüzde biri ölmüşse onu görmüş olmaktan korkarız, şahit yazarlar diye. Yaşamaktan korkarız kısacası. Neden bu kadar çok korkuyoruz? ‘77 1 Mayısında, Taksim meydanında 500 bin işçinin buluştuğunu, alana “acaba bir şey olur mu?” sorusunu sormadan gittiklerini, kadın işçilerin kocaları mitinge katılmasa bile hem alanda hem de dönünce evde sopa yemekten korkmadıklarını, genç işçi kızların kapının arkasına konan sopalara rağmen evden kaçarak işçi arkadaşlarıyla alanda buluştuklarını o günleri yaşayanlar coşkuyla anlatıyorlar ve biz böyle korkular yaşamadık diyorlar. Ama bugün, aslında “dünyayı değiştirecek güçteyim” diye cesaretle ayağa dikilmesi gereken gençler, eylemlere binbir tereddütle katılıyorlar. Ne oldu, genlerimiz mi bozuldu, korkak bir nesil mi olduk? Kuşkusuz hayır. Çünkü kişiliğimizi, korkularımızı belirleyen şey genlerimiz değil, içinde bulunduğumuz ortamdır. Tüm toplum üzerindeki ruh hali tek tek her birimizde ifadesini bulur. Korkularımızın kaynağını bildiğimizde onu aşabilmemiz daha kolaydır. Yaşadığı-
mız dünyadaki her sorunun (yoksulluk, açlık, savaşlar, çevre, kadın sorunu, tecavüz, trafik kazaları, iş kazaları ve daha nicesi) kaynağının bu sömürü sisteminden, kapitalizmden kaynaklandığını, dünyanın neresinde olursa olsun, dili, dini, milliyeti ne olursa olsun tüm işçilerin aynı sorunları yaşadığını, bu sorunlardan kaçıp kurtulmanın bireysel olarak mümkün olmadığını, bireysel kurtuluşun tek yolunun toplumsal kurtuluştan geçtiğini öğrendiğimizde, bizi dönem dönem karanlıklara ve korku seline iten şeyin bu sistemden kaynaklandığını daha net görürüz. Korku, insan olmamızın önünde engeldir; korku bizi birbirimizden ayırır, sosyalleşmemizi, insanca paylaşımlar yaşamamızı engeller, bencilleştirir. Korku, bizi korkakça yaşamaya mahkûm eden kahrolası kapitalist sistemi yıkmak için örgütlenmemizi engeller. Korkuyu yenmek için, korkuyu yaratanlara karşı, biz işçileri açlığa, sefalete iten, bizi kör karanlıklar içinde cahil, aptal ve çaresiz bırakan kapitalist sınıfa karşı mücadele etmeliyiz. Kapitalist sınıf birleşmememiz, örgütlenmememiz için sürekli bizim bireyci yönlerimizi pekiştirmeye uğraşır. Tüm araçlarını kullanarak bizi onun sistemini savunan, onun istediği gibi düşünen köleler haline getirmeye çalışır. Ailelerimiz (işçi anne ve babalarımız), akrabalarımız, arkadaşlarımız ve öğretmenlerimiz (işçi olduğunun farkında bile olmayan, köle terbiyeciliği rolünü benimse-
Kara Elmas İçin Ölüm Kütahya’nın Gediz ilçesindeki bir madende, grizu patlaması sonucunda 18 maden işçisi hayatını kaybetti. Her gün onlarca işçiyi farklı farklı fabrikalarda ölümle pençeleştiren kapitalistlerin kâr hırsı, bu kez canları toplu olarak aldı. Burjuvazinin kalemşorlarının kazanın ardından yazıp çizdikleri her zamanki gibi olayı örtbas edici nitelikteydi. Kazadan sonraki gün timsah gözyaşları döken burjuva medya, ertesi gün olaya hafiften değindi. Ardından sanki 18 kişi hiç ölmemiş gibi olay sumen altı edildi. Hayatlarını sürdürebilmek için maden ocağında çalışan işçiler, kapitalistlerin daha fazla kâr edebilmesi uğruna yaşamlarını kaybettiler. Madenin bulunduğu bölgede, toprakların verimsiz olmasından dolayı tarımla uğraşılmıyor. Buna bağlı olarak,
46
miş işçiler!) tarafından sürekli başkalarının aklına (en çok da işçi arkadaşlarımızın, sınıf kardeşlerimizin kurtuluş yolunu gösteren fikirlerine!) uymamamız, kendi kararlarımızı kendimizin vermesi gerektiği fikri sokulmaya çalışılır kafamıza. Örgütlenmeden hiçbir sorunumuzu çözemeyeceğimizi öğrendiğimiz ilk mücadele aracımız olan sendikalara dahi üye olmamamız söylenir bizlere. Yani yapayalnız, bireyci, çıkarcı bir insan olmamız için her türlü telkinde bulunularak bu sistemin devamının garantisi sağlanır. Bu sistemdeki egemenlerin, ezenlerin, yani burjuvaların çıkarı için bizler Nazım Usta’nın dediği gibi kör karanlıklar içindeki akrepler gibi oluruz. Korkularımızdan nasıl kurtuluruz? Karanlıkta beklemekten hoşnut olanlardan çok, karanlıktan çıkmaya çabalayanlara diyeceğim var; araştırmadan, öğrenmeden, öğrenmek için daha çok çaba harcamadan, bizi öğrenmekten alıkoyan kim olursa olsun ona kuşkuyla bakmadan, yalnız sistemi değil öğrendiklerimizi de sorgulamadan, öğrendiklerimizi bir başkasına ulaştırmadan, birbirimizin ellerinden tutup karanlıktan çıkarmadan kurtulmamızın olanağı yok. Kendi kendimize doğruları öğrenmemizin ve mücadele etmeyi kavramanın imkânı yok. Öğrendiğimiz doğruları inatla her yerde, her zaman anlatmalı, doğru fikirleri yaymaya çalışmalıyız. Çünkü boş bıraktığımız yerleri burjuvazi mutlaka dolduruyor! bir kadın eğitim emekçisi
hayvancılık da bir geçim kaynağı değil. Bu koşullarda gençlerin yaşamlarını sürdürebilmek için madencilikle uğraşmak dışında bir şansları yok. İş alanının kısıtlı olması ve madenlerin istihdam sayısının düşük olması nedeniyle gençlerin yarısı işsiz durumda. Bu gençlerin, kahvede, madende çalışma sırasının kendilerine gelmesini beklemek dışında yapabilecekleri bir iş yok. Bölgeye madencilik dışında herhangi bir yatırım yapılmayarak bir anlamda bölge insanları maden ocaklarında çalışmaya mahkûm ediliyor. Durumu göreli olarak iyi olan işçiler diğer bölgelere göç ederek farklı işkollarına giderken, genel olarak bölgede çalışan insanlar mesleklerini babadan oğula devrediyorlar. Toplam dört maden şirketinin elinde toplanan yüzlerce maden ocağını genellikle taşeron firmalar işletiyor. Böylece maden ocaklarında çalışan işçilerin hemen hepsi sendikasız, sigortasız ve iş güvenliği olmadan çalışmak zorunda kalıyor. Kapitalistler, bölgedeki işsiz sayısının fazlalığını
Mayıs 2005 • sayı: 2
işçilere karşı bir tehdit unsuru olarak kullanıyorlar. Kapıda işlerine göz dikmiş işsizlerin beklediğini bilen işçiler, düşük ücretlere, uzun çalışma saatlerine, sağlıktan ve güvenlikten yoksun çalışma koşullarına razı oluyorlar. Çoğu işçi 350 ile 500 milyon lira arasında maaş alırken aylarca maaş alamadıkları da oluyor. Taşeron firmaların egemenliği ve sendika bürokrasisinin yanlış tutumları nedeniyle bölgede sendikalar etkin bir rol oynamıyorlar. Toplam 620 maden işçisinden sadece 260’ı sendikalı. Böyle olunca da meydan tamamen patronlara kalıyor. Patronların tanıdık aracılığı ile işe aldıkları işçiler, günden güne eriyerek çalışmaya devam ediyorlar. Sekiz yıllık bir maden işçisi şunları söylüyor: “İnsanların işe mecbur olduğunu bilen patronlar çok baskı yapıyor. Mola vermeleri, bir gün işe gelmemeleri işten atılma sebebi. İnsanlar da işsizlik korkusu ile susuyor. Şirketler birbiri ile anlaşmış. Bir madende sesini çıkaran, diğer madenlerde iş bulamaz.” İşsizlik ve açlık korkusu bir taraftan, madende çalışırken ölümün kapıda beklemesi diğer taraftan. Ama insanlar yaşayabilmek için ölümü göze almak zorunda kalıyorlar. İşçiler sözde günde sekiz saat çalışıyorlar. Oysa ocak işletmecilerinin daha fazla kömür karşılığında prim almaları dolayısıyla bu süre çoğunlukla sekiz saatin üstüne çıkıyor. Ancak işçiler ne bu fazla mesainin karşılığını alıyorlar, ne de çıkardıkları fazladan kömürün primini görüyorlar. Çalışan ve üreten işçiler, primi toplayansa patronlar. Sekiz saatlik çalışma süresi boyunca ne hava alıp rahatlamak ne de yemek yemek için dışarı çıkmak söz konusu. İşçiler gün ışığına hasret bir şekilde yaşamalarını (buna yaşamak denirse!) sürdürüyorlar. Ocakta havadaki gaz miktarının düzenli olarak ölçülmesi gerekirken, bu iş işinin ehli kişilerce yapılmıyor ve sürekli savsaklanıyor. Sonuçta işçiler her an zehirlenme tehlikesi ile karşı karşıyalar. Madenlerde yeterli donanım bulunmadığından dolayı her an bir patlama tehlikesi var. Burjuva devletin sözde müfettişleri altı ayda bir “denetleme” yapıyor olsa da, bu denetleme sadece patronlar ile görüşüp yemeğe çıkmaktan ibaret. Bu durumdan gerek patronlar gerekse devlet son derece memnun, yani alan da satan da razı. Ancak işçiler hiç de memnun değil. İşçiler kendi çalıştıkları yeri kendilerinin rahatlıkla denetleyebileceğini söylüyorlar.
İşçileri öldüren grizu patlaması değil, kapitalizmdir! Gerekli tedbirlerin alınmaması, taşeronlaştırma, sendikasız çalıştırma, sosyal güvenliğin olmaması; bütün bunlar kapi-
marksist tutum
talizmin başımıza sardığı ve kurtulmamız gereken belâlardır. Daha çok kâr edebilme hırsı ile işçileri normal çalışma sürelerinin çok üzerinde çalıştırmak ve bu işçilerin güvenliklerini sağlamamak da kapitalizmin doğasından kaynaklanıyor. Bir taraftan aşırı çalışma süreleri ile işsizliği kamçılayan kapitalizm, diğer taraftan maden ocaklarında ilkel teknolojiler kullanarak madenleri işçiler için gaz odalarına çeviriyor. Hitler yüz binlerce Yahudiyi gaz odalarında katletmişti. Hitlerleri yaratan sermaye düzenidir ve bu düzen sınıf kardeşlerimizi dünyanın dört bir yanında madenlerde boğuyor, yakıyor. Kapitalizm yaşadığı sürece Hitlerler tükenmeyecektir. Şunu iyice anlamayız ki gerek yaşam koşullarımız, gerekse iş koşullarımız bu bir kader olduğu için değil, kapitalizm illetinden dolayı bu durumdadır. Bugün işçi sınıfına yönelik tüm saldırılar da dahil olmak üzere insanlığın başındaki bütün belâların sorumlusu kapitalist sistemdir. Daha çok kâr edebilmek için işçileri köle gibi çalıştıran ve karşılığında üç kuruş talim ettiren bu çürümüş, kokuşmuş düzen ortadan kaldırılmadıkça insanın insanca yaşaması mümkün olmayacaktır. İnsanlığı her geçen gün daha kötü yaşam koşullarına hapseden kapitalizmi ortadan kaldırmak için dünyanın bütün işçilerinin birleşerek mücadele etmeleri gerekiyor. İli, ülkesi, ulusu fark etmeksizin tüm dünya işçileri bu mücadeleye katılmak zorunda. Özgürlük işçiler savaşırsa gelecek! İnsanlık ancak sosyalizmle kurtulacak! Ozan Demirci
47
Okurlarımızdan Sınıflar mücadelesinde modern dünyanın en güzel destanlarının yazıldığı, o muazzam birikimin canlı sayfalarından biz gençlere pek az şey kalmıştı. Üstüne üstlük 20. yüzyılın sonlarında çöken duvarlardan çok önceleri işçi sınıfının iktidardan uzaklaştırılmış olduğunu öğreniyoruz. Medeniyetimizin en onurlu ve insana en yakışan kalkışmalarından yani işçi iktidarından geriye cılız damarların kaldığı bir dönemden geçiyoruz. Tüm bu olumsuzluğa rağmen sınıfımıza olan güvenle bıkmadan usanmadan ve uğruna dövüşülecek olan geleceğe hepimizi sıkıca bağlayacak mücadele azminin kendisidir Marksist Tutum! Peki işçi sınıfının iktidarının sona ermesinin nedeni neydi? Bu soruyu, geleceği kurma azmini yüreğinde, bilincinde inatla taşıyan her devrimcinin kendine tekrar tekrar sorması gerekir. Yıllarca bu soruya sözde cevap vermeye yeltenenlerin çoğunun ayakları havadayken veya tökezleyip düşerlerken, bizlerin hayatına açılmış koca bir gökyüzüdür Marksist Tutum! İşçi sınıfının mücadelesinin, ürettiği değerlerin, öncülerinin mücadele deneyimlerinin iğdiş edildiği, orada burada yarım yamalak çıkışların burjuvazinin devleti ve ideolojik hegemonyası altında paramparça olduğu, sınıfın nefes almasına dahi fırsat verilmeyen çağımızda, aşılamayacak zannedilen duvarları köklerinden zorlamaya başlamanın ispatıdır Marksist Tutum! Önümüzdeki yolu ve engebeleri görebilmemizi sağlayan, yumruğumuzu sıkıca vurmamız gereken yeri gösteren, dünya işçi sınıfının bir parçası olarak bu topraklarda yaşayan sınıf bilinçli işçilerin,
emekçilerin, devrimcilerin mücadele kılavuzu, azmi, kavrayışıdır Marksist Tutum! Milliyetçiliğin işçi sınıfının bilincine her vesileyle sokuşturulduğu, işçi sınıfı üzerinden bin bir türlü tezgâhın dümenin döndürüldüğü; kapitalist sistemle mücadele adına işçi sınıfının ellerine burjuvazinin araçlarının tutuşturulduğu, akıllarımıza burjuvazinin fikirlerinin sokuşturulduğu böylesi bir dönemde, tüm hastalıklarla mücadele etmemizi sağlayan ve sınıfımızın mücadele tarihinden süzülmüş panzehirdir Marksist Tutum! İşçi olmanın onurunu ve mücadeleyi öğreten, nasıl bir sınıf olduğumuzu bize derinden kavratan, sınıfımıza, kendimize olan güveni yeniden ortaya çıkaran ve başarabileceklerimizi ortaya koyan bir devrimci kılavuzdur Marksist Tutum! Başkasını aldatarak ve sömürerek para kazanmanın, arkadaş satmanın, grev kırmanın, sınıfına yüz çevirmenin hüner görüldüğü günümüzde, bağımsız sınıf siyasetinin yaşadığımız topraklarda da bayrağının yükseltilmeye başlanmasının, sabırlı, köklü, derin bir ifadesidir Marksist Tutum! Bir karınca çalışkanlığı kadar yorgun Bir çocuğun ilk adımı kadar kararlı Kavgada bir yumruk gibi cesur Ve bir demirin korluğu kadar kızıl
Marksist Tutum dergisi işçi sınıfının güncel-politik olayları kavramasına, anlamasına ve aktarmasına yardımcı olacaktır. Marksist Tutum dergisi kapitalist sistemin bir dünya sistemi olduğunu çok doğru ve net bir şekilde vurgulamaktadır. İnsanlığın kurtuluşu kesinlikle bir enternasyonalle olacaktır. Sınıfsız bir toplumun hayal olduğunu zırvalayan kapitalizm savunucuları karşısında devrimci bir tutumun savunucusu olan Marksist Tutum’un işçi sınıfına bu zorlu yolda basamaklar atlatacağı kanısındayım. Marksist Tutum dergisinin çıkması biz işçilerde şu görev bilincini uyandırmalı: Bir adım atıldı ve bu adımın devamı bizim çabamıza bağlı. Sınıfsız, sömürüsüz bir dünya için sınıf bilincini kazanmak ve devrimci örgütlülüğü yaratmak üzere burjuvazi karşısında dimdik durmalıyız.
Yepyeni bir gün ağırmakta işte Haydi güneşin doğduğunu müjdele Aramızda olmayanlara
Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi!
Selam olsun Marksizmin parlayan yıldızı Marksist Tutum’a
Kurtuluşa Kadar Sürekli Devrim!
İşçi sınıfı biliminin yılmaz savunucusu Marksist Tutum, işçi sınıfının bittiğini söyleyenlere inat, sınıfın devrimci ruhunu ateşliyor. Tarihten gerekli dersleri çıkaran, bugünün doğrularıyla takviye edilen enternasyonalist mücadelenin yükseltilmesi için büyük bir adım atılmıştır. Emperyalistler kriz içinde debelenirlerken, dünyayı kana boyayan yeni savaşlar başlatıyorlar. Bu savaşlar aklımıza Lenin’in bir sözünü (savaşlar devrimlerin ebesidir) getiriyor. Evet emperyalistler her zaman olduğu gibi sömürüyü derinleştirme ve halkları savaşlarla birbirine kırdırma yolunu seçtiler. Biz işçiler bu savaşlarda burjuva saflaşmalara taraf olmayalım ve emperyalist savaşları sınıf savaşlarına çevirelim diyor Marksist Tutum. Sınıf bilincini daha üst seviyelere çıkaracak olan Marksist Tutum’un enternasyonal mücadele bayrağını yükselten ilk sayısını ve onun 1 Mayıs alanından yayılmaya başlayan çağrısını coşkuyla selamlıyorum. Yaşasın Marksist Tutum, Yaşasın İşçi Sınıfının Uluslararası Mücadele Birliği! Gebze’den bir petrokimya işçisi
48
Her yönüyle işçi sınıfına hitap eden Marksist Tutum dergisinin çıkışı işçi sınıfı açısından çok önemlidir. Çünkü kapitalist sistemin işçi sınıfının iliklerine kadar işleyen yoz etkisine ve burjuvazinin Marksizmi yıpratmaya yönelik çalışmalarına karşı güçlü bir ses olacağını düşünüyorum. Marksist Tutum’un sesi, bu aşağılık sömürü sistemi karşısında sınıf bilinçli proleterler olarak durmamıza yardımcı olacaktır. Biz işçiler dergimizi yıpratmak isteyenlere karşı dergimizi sahiplenmeli ve savunmalıyız.
bir metal işçisi
bir grup metal işçisi Merhaba Marksist Tutum, Dünya ölçeğinde işçi sınıfı mücadelesi açısından bir durağanlık döneminden geçmekteyiz. Kapitalist sistem işçi sınıfının bu dağınıklığını görüp sömürüyü alabildiğine derinleştirmekte. İşsizlik, uzun çalışma saatleri, sınıfımızın yıllarca mücadele ederek kazanmış olduğu haklar teker teker elimizden alınmakta. Eğer işçi sınıfı örgütlülüğünü her alanda bağımsız sınıf ideolojisiyle geliştiremezse kapitalizm onu barbarlığa sürükleyecek. “Sömürüsüz, savaşsız bir dünya mümkün” şiarının başarıya ulaşması dünya işçi sınıfının birleşerek mücadele etmesiyle olanaklıdır. Bugünkü koşullarda işçi sınıfının bağımsız ideolojisi, onun yol göstericisi olan Marksizmi doğru bir tarzda kavramak bu bilimin bütünlüklü anlaşılmasıyla mümkündür. Birilerinin yaptığı gibi Marksizmin temel düşüncelerini çarpıtarak, iğdiş ederek değil her hareket noktasında Marksist Tutum perspektifini canlı tutarak inadına mücadele etmek, Marksizm bayrağını elden düşürmemek gerekir. Marksist Tutum emekçilerini sosyalizme olan inancımın tüm sıcaklığıyla selamlarım. Marksizm öldü diyenlere yanıtı Marksist Tutum verecektir. Başka Bir Dünya Mümkün, Onun Adı Sosyalizm! işsiz bir işçi