Ekim Devrimi Yolumuzu Aydınlatıyor! Kasım 2006
• Ekim 1917: Dünyayı sarsan kızıl fırtına • Sendikal mücadelede ilkeli tutum /2 • Modernleşen despotizmin sivilleşme sancısı /9
20
• Emperyalizm ve Papalık • Komploculuk ve komplolar • Kapitalizm ve medya
Ekim 1917: Dünyayı Sarsan Kızıl Fırtına Utku Kızılok “Devrimciler öldü, yaşasın devrim!” SSCB’nin tarih sahnesini terk etmesiyle birlikte burjuvazi, işçi hareketi saflarında yaşanan kargaşadan yararlanmak ve bilimsel sosyalizme karalar çalmak üzere pervasız bir şekilde harekete geçti. Burjuva ideologları hep bir ağızdan “komünizm öldü” türküsü çığırıyorlardı. Bu yalancılar şürekasına göre, “sınıf mücadelesi bitmiş” ve “tarihin sonu gelmişti”! Adeta Olimpos’a kurulmuş Tanrılar gibi, her şeye muktedirdi onlar; sosyalizme ölüm cezası verirken, kapitalizme ebedi yaşam iksiri içiriyorlardı. Onlara göre sosyalizm baskıcı ve totaliter bir rejimdi, eşitliği sağlamadığı gibi, tersine, bireyi ezmiş ve eşitsizlikler üretmişti. İnsanlık yeni devrimlerin peşinden koşmayacaktı artık. Zaten Marksizm yanlış bir doktrindi ve yanlışlığı pratikte ispatlanmıştı. Kuşkusuz bu zırvalar hâlâ sürüp gidiyor; ancak bilcümle egemen sınıf, yaktığı tütsülere ve okuttuğu onca dualara karşın öldü ilan ettiği Marksizmin ruhunu kovabilmiş değil. Devrimci işçi hareketine ve onun bilimsel ideolojisi olan Marksizme dönük ideolojik saldırılar her zaman yaşanmaktadır. Fakat işçi hareketinin ağır darbeler aldığı ve devrimci öncüden yoksun olduğu gericilik koşullarında burjuva ideolojisi emekçi kitleler üzerinde daha bir etkili olur. Böyle dönemlerde öylesine bir atmosfer yaratılır ki, sanki kapitalizm ezelden beri mevcuttur ve hep böyle sü-
rüp gidecektir! Devrim ve sosyalizm beyhude şeylerdir ve beyhude bir çaba içinde olmak ahmaklıktır! Burjuva ideologları tarihi sınıflar üstü bir süreç olarak sunarlar. Elbette bunu maksatlı yaparlar; amaçları tarihin itici gücü olan sınıf mücadelelerini yok saymak, bu temel faktörü unutturmak ve burjuvazinin geçici zaferini kitlelerin bilincinde ebedi kılmaktır. Fakat bu nafile bir çabadır. Zira sınıf savaşımlarına ve devrimlere yol açan şey, kapitalist toplumun sınıflar temelinde bölünmüş bulunması ve bağrında derin ve uzlaşmaz çelişkiler taşıyan bir toplum olmasıdır. Geldiğimiz aşamada, toplumsal çelişkiler geçmişe göre kat be kat artmış ve sınıflar arasındaki uçurum alabildiğine derinleşmiştir. Yüz milyonlarca insanın işsizlik ve açlıkla boğuştuğu, milyonlarcasının tedavi edilebilir basit hastalıklardan öldüğü, nüfusun yarısının yoksul olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bununla birlikte, yeni bir emperyalist savaş insanlığın tüm birikimlerini ve doğayı tehdit ediyor. İnsanlığı kapitalizmin ürettiği savaşlardan ve diğer toplumsal yıkımlarından kurtaracak olan bir proleter devrimdir. Kapitalizmin bağrında biriken çelişkilerin nerede, ne şekilde ve ne zaman patlayacağı belli olmasa da, bu çelişkilerin proleter bir devrime zemin döşediği tarihsel bir gerçektir. Kapitalizmin yenilmez olduğu, devrim ve sosyalizmin beyhude bir çaba olduğu görüşü bellek kaybına tutulmuşların zırvalamalarından öte bir anlam ifade etmiyor.
1
marksist tutum
Kapitalizmin iki yüzyıllık tarihi boyunca işçi sınıfı sayısız kez burjuvaziye karşı ayaklandı. Kapitalizmin tarihi, yenilgilerle olduğu kadar siyasi grevler, direnişler, barikat savaşları ve devrimlerle de örülüdür. Tüm çabalara rağmen, burjuvazi ne devrim fikrini öldürebilmiş ne de sömürülen kitlelerin sınıfsız toplum özlemi olan komünizm için verdiği mücadelenin önüne geçebilmiştir. İşçi sınıfı tüm yenilgilere, örgütlü güçlerinin dağıtılmasına ve yaşanan moral çöküntüsüne rağmen, her defasında gücünü yeniden toplayarak kapitalizme başkaldırmıştır. Geriye çekilen devrim, gerekli koşullar oluştuğunda yeniden ileriye atılmıştır. İşçi sınıfı giriştiği her savaşımda sayısız üyesini ve devrimci öncüsünü yitirmesine rağmen, şöyle haykırmaktan geri durmamıştır: “devrimciler öldü, yaşasın devrim!” Son iki yüzyıllık tarihi inceleyen herkes görecektir ki, işçi sınıfı devrim yapmaya muktedirdir. Bu devrimlerin en meşhuru ve muzaffer olanı bilindiği üzere 1917 Ekim Devrimidir. Tarihin hiçbir döneminde, Ekim Devriminin yarattığı boyutta toplumsal bir altüst oluş yaşanmamıştır. Ekim Devrimiyle birlikte işçi sınıfı tarihin yelelerini eline geçirmiş, tarih nehrinin yatağını değiştirmiştir. 89 yıl önce Rusya’da devrimin muzaffer olması, buna karşın Avrupa’da başlayan devrimlerin yenilmesi tek bir gerçeğe işaret ediyor: Proleter devrimin başarısı için Bolşevik bir önderlik şarttır. Yani sorun öznel faktördür. Toplumsal çelişkilerin patlamalı bir şekilde kendini açığa vurduğu ve devrimci durumların yaşandığı günümüzde de, işçi sınıfı devrimci bir önderliğe sahip olması durumunda kapitalizmi alaşağı etmekten geri durmayacaktır. İşte o vakit tarihin gidişi tamamen değişecektir.
Devrimin saati var mı? Moral bozukluğunun ve karamsarlığın hüküm sürdüğü gericilik yıllarında işçi-emekçi kitleler, kapitalizmin yıkılabileceği gerçeğine kuşkuyla yaklaşırlar. Böyle dönemlerde devrim kitlelere, kafdağının ardı kadar uzak ve erişilmez görünür. Bu durum, çeşitli biçimlerde bulur yansımasını. Devrimden ve sosyalizmden söz edildiğinde devrimin olup olamayacağı, olacaksa ne zaman olacağı sorusu, sıkça sorulan soruların başında gelir. Kuşkusuz bu karamsar şüpheciliğin başlıca nedeni kitlelerin örgütsüz, dahası önderliksiz olmaları ve devrimci bilinçten bütünüyle yoksun kalmalarıdır. Devrimin iradi bir mesele olmadığını bugüne kadarki devrimler ayan beyan ortaya koyuyor. Devrimci süreçlerin gelişimine baktığımızda iki temel etmenin öne çıktığını görüyoruz: yönetenlerin eskisi gibi yönetememesi ve yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istememesi. Kuşkusuz bu durum, toplumun bağrında oluşan çelişkilerin giderek keskinleştiği, ulusal ve uluslararası düzeydeki ekonomik ve siyasal gelişmelerin çelişkileri daha da derinleştirdiği süreçlerin ürünüdür. Yaşanan tam bir toplumsal krizdir ve krizin ne zaman, ne şekilde patlak vereceği belli olmasa da, çelişkilerin bir yerden patlayacağı açıktır. Devrim, “birden bi-
2
Kasım 2006 • sayı: 20
re”, ani patlamalar eşliğinde, çoğu kez egemen sınıfları ve işçi sınıfının önderlerini bile şaşırtarak tarih sahnesine çıkıverir. Çarlık otokrasisinin yerle yeksan olduğu 1917 Şubat Devrimine günler kala, Çariçe şunları yazıyordu: “saltanat dönemi için büyük, parlak bir çağ başlıyor”. Oysa bu dönemde tüm Rusya ölçeğinde, kentlerde, köylerde ve cephelerde müthiş bir hareketlilik söz konusuydu. Savaş, Çarlık otokrasinin bağrında biriken tüm çelişkileri açığa çıkartmış ve kitleleri değişim anaforunun kucağına itmişti. 15 milyon köylünün durgun ve içe kapalı yaşam tarzından kopartılarak asker kaputları içinde savaş cephelerine sürülmesi dikkate alınırsa, savaşın toplumsal yaşama ne denli etki ettiği daha iyi kavranacaktır. Üstelik daha 1916’nın başlarına gelindiğinde 5 milyon asker ya ölmüş ya da sakat kalmıştı. Savaş canavarı, cephelere yeni insan, silah, yiyecek ve giyecek gönderilmesi için bastırıyordu. Cephelerden gelen ölülerin ve sakatların oluşturduğu manzarayı, açlık, yoksulluk ve Rusya’nın dayanılmaz kış koşulları tamamlıyordu. Kitleler savaşın ağır yükü altında eziliyorlardı. Savaş başlarken söylenen coşkun yurtseverlik türküleri artık terk edilmiş bulunuyordu ve yığınlar eskisi gibi yönetilmek istemiyordu. Tüm bunlar olurken, egemen sınıflar arasında da bir kaynama ve çatışma sürüp gitmekteydi. Özellikle savaşın kötü yönetilmesi burjuvazinin tepkisini çekmekteydi. Egemen sınıflar arasındaki çelişkiler savaşın uzamasıyla ve toplumsal gelişmelerin etkisiyle daha da artıyordu. 1915’te Savaş Bakanı şöyle diyordu: “Yalnızca toplumla bir uzlaşma politikası vaziyeti düzeltebilir. Bugün varolan eğreti kanallar bir felâketi önleyemez.” İçişleri Bakanı meseleyi daha da ileriye götürüyordu: “Biz hepimiz bugünkü koşullarda Rusya’yı yönetmekten aciziz. Ya bir diktatörlük ya da bir uzlaşma politikası gerek”. Çarı perde arkasından yöneten Çariçe ise, “Rusya kırbaçla okşanmaktan hoşlanır. Bu adamların doğası böyle” diye buyuruyordu. Çelişkiler toplumsal çatışmayı keskinleştiriyor ve egemen sınıflar arasındaki yarılma genişliyordu; artık eskisi gibi yönetemiyorlardı. 1917’ye gelindiğinde Rusya’da durum genel olarak buydu ve çelişkilerin bir devrim biçiminde patlak vermesi için sadece bir kıvılcım gerekiyordu. Ancak devrimci partiler bunun tümüyle bilincinde değillerdi. Örneğin Emekçi Kadınlar Günü kutlamaları tartışılırken greve gidilmesi gündeme geldiğinde Bolşevikler bile durumu yeterince olgunlaşmış görmüyorlardı. Bolşevik Partinin Viborg ilçe komitesine göre ne parti henüz yeterince güçlüydü ne işçilerle askerler arasında ilişkiler yeterli düzeydeydi. Lakin devrim, öncü partinin ne denli güçlü olduğuna ve kitlelerle yeterli düzeyde bağ kurup kurmadığına bakmaz; toplumsal çelişkiler dayanılmaz bir düzeye yükseldiğinde, en küçük bir vuruş bile devrimci patlamanın önünü açabilir. Nitekim tüm uyarılara rağmen 23 Şubat (8 Mart) sabahı kadın tekstil işçileri kutlamalar sırasında iş bırakıp greve gittiler.
Kasım 2006 • sayı: 20
Kıvılcım çakılmıştı. İş bırakan kadın işçiler, grevi desteklemeleri için metalürji işçilerine temsilciler gönderdiler. Başta Putilov olmak üzere metal işkolundaki işçiler greve destek verdiler. İlk gün greve gidenlerin sayısı 90 bin olmasına rağmen, kimse devrimden söz etmiyordu. Ancak hareket durulmadı ve yürüyüşler ertesi gün de devam etti. Fakat esas değişim kitlelerin ruhsal dünyasında ve bilinçlerinde yaşanmaktaydı. “Ekmek isteriz!” sloganı gitmiş, onun yerini “Kahrolsun otokrasi!” ve “Kahrolsun savaş!” sloganları almıştı. Ayın 25’inde grevcilerin sayısı 240 bine çıkarken, grev, Çarlık düzenine karşı siyasal bir başkaldırıya dönüşmüştü. Artık kitlelerin ne yapacaklarını bilmez halleri ortadan kalkmış ve hareket kesin olarak bir devrime dönüşmüştü: Çarlık gitmeli! Kitleler bu iki gün boyunca, rejimin kendilerine karşı koyamayacağını sergiledikleri pratikle bilince çıkardılar. Daha ilk günden başlayarak, Kazakların kamçılarına ve polisin kurşununa aldırmadan çatışmanın içine dalıyorlardı. Polis raporu ayın 26’sındaki olayları şöyle anlatıyordu: “Karışıklıklar sırasında, genel olarak, isyancı kalabalıkların askerî birliklere karşı tavrının son derece kışkırtıcı olduğu, kalabalığın kurşunlara, kaldırımlardan söktükleri taş ve buzlarla karşılık verdiği gözlendi. Birlikler uyarı niteliğinde havaya ateş açtığında, kalabalık kaçışmak bir yana, salvolara kahkahalarla karşılık verdi”. Rus emekçileri yüzlerce yıldır baskı ve zorbalıkla, kamçı gücüyle yönetilmelerinin intikamını alıyorlardı adeta. Diplerde biriken yüzlerce yıllık öfke meydanlarda cesarete dönüşüp düşmanın üzerine yürüyordu. Kitleler büyük bir güç ve inançla kavgaya atılmış ve düşman üzerinde psikolojik üstünlük kurmuşlardı. Bu üstünlüğün kurulmasında ve askerlerin devrim saflarına geçmesinde kadın işçilerin belirleyici bir önemi vardır. Kadın işçiler askerlerin arasına dalış yapıyor, namlulara sarılıyor, yalvarıyor ve yeri geldiğinde de emrediyorlardı: “süngülerinizi çıkartın, bize katılın!” Askerlerin kitlelerin safına geçmesi demek, devrimin kazanılması demekti ve öyle de oldu. Askerler, “kardeşlerinize ateş mi açacaksınız?” sözünde ifade bulan derin sitem ve yargılama karşısında önce bocalıyor ve kitlelerin yönlendirmesiyle devrimin safına geçiyorlardı. İşte devrim hiçbir zaman adı sanı belli olmayan kadın ve erkek işçiler ve en kritik noktada asker kitlelerini devrimin safına çeken öncü askerlerin üzerinde böyle yükseldi. Ayın 27’sine gelindiğinde askerler devrimin safına geçmiş, işçiler silahlanmış, kurdukları sovyetler
marksist tutum
aracılığıyla tüm devlet binalarını ele geçirmişlerdi. Dört gün önce başlayan toplumsal fırtına Çarlık hanedanlığını ebediyete intikal ettirmiş ve devrim zafer kazanmıştı.
Devrim ve kitlelerdeki köklü dönüşüm Devrimin toplumu köklü bir dönüşüme uğrattığını ve kitlelerin bilincinde sıçramalı bir değişim yaşandığını vurgulayan Engels’e göre, devrimler, yirmi yıla yayılan olayların tek bir güne sığdığı olağanüstü süreçlerdir. Toplumsal değişim kopuşlar ve sıçramalarla ilerler. Her yönden bastırılan, tutucu bir yaşamın içine itilen, sanat, edebiyat, felsefe, bilim ve politikadan uzaklaştırılan emekçi yığınlar, devrim fırtınası esmeye başladığında kör karanlığın toprağını silkeleyip atarlar ve müthiş bir hızla öğrenmeye başlarlar. Toplumsal ilişkiler, alışkanlıklar, sınıflar arası hiyerarşi ve bunun sonucu olarak gelişen tutumlar kökten bir değişime uğrar ve devrimin alevleri içinden yepyeni ilişki ve alışkanlıklar fışkırır. Rusya’da yaşananlar da tastamam bu yöndeydi. Devrim, kelimenin gerçek anlamında toplumu sarsmış, eski toplumsal ilişkilerle modern kapitalist ilişkilerin çelişkili birliğini bağrında taşıyan Rusya köklerinden sarsılmıştı. Yüzlerce yıldır baskı ve zorbalıkla yönetilen Rus yoksul kitleleri, kendilerini devrim çalkantısının içine atmışlardı. Her düzeyde, her kesimde bir kaynama yaşanıyordu. İşçiler, köylüler ve askerler politikayla kendi aralarına konan duvarları yıkıyor, örgütler kuruyor ve politikaya doğrudan katılıyorlardı. Her yerde mahalle komiteleri, köylü komiteleri, asker komiteleri, fabrika komiteleri, subay komiteleri, asker ve işçi sovyetleri kuruluyordu. Örgütlenme öylesine bir düzeye varmıştı ki, durumu çarpıcı biçimde anlatmak isteyenler Rusya’nın örgütlenme hastalığına yakalandığını söylüyorlardı. Örneğin Belçikalı bir diplomat, trenle Moskova’ya giderken yolculuk yaptığı kompartımanda hemen bir “yolculuk komitesi” kurulduğunu anlatır. Yaşanan büyük altüst oluştan kaçınmak mümkün değildi. Devrim eski toplumsal alışkanlıkları ve ilişki kalıplarını paramparça etti. Örneğin, lokantaların duvarlarında şöyle şeyler yazıyordu: “Bir insanın bir masaya bakarak geçimini sağlaması, onu bahşiş vererek tahkir etmek için bir neden olamaz!” Keza Rus ordusunun katlanılmaz kuralları ve otoritesi tuzla buz olmuştu. Sovyetlerin yayınladığı bir genelgeye göre, askerler komitelere ve sovyetlere temsilcilerini gönderebilecek, silahlar bölük ve tabur komitelerinin
3
Kasım 2006 • sayı: 20
marksist tutum
emrine verilecekti. Asker selamı ve hiyerarşik rütbelerle birlikte ölüm cezası da kaldırılıyordu. Subayların erlere kaba davranması, onlara sen diye hitap edilmesi yasaklanıyordu. Rus ordusunun devrimcileşmesini sağlayan meşhur “Bir Numaralı Karar”, doğrudan askerlerin inisiyatifinin ürünüydü. Askerler bu kararı kendiliğinden, Duma koridorlarında yakaladıkları Menşevik lider Sokolov’a yazdırmış ve o sırada Menşeviklerin çoğunlukta olduğu sovyete kabul ettirmişlerdi. Rusya’nın bozkırlarından Sibirya’nın unutulmuş köşelerine kadar her yerde politika konuşuluyordu. Politikanın kitlelerin yaşamının merkezine oturduğunu Krupskaya anılarında şöyle tasvir ediyor: “Yaşadığımız ev bir avluya bakıyordu, orada bile, geceleyin pencereyi açarsanız hararetli bir tartışma dinleyebilirdiniz. Orda oturan bir asker hiç dinleyicisiz kalmazdı, genellikle yan evlerdeki aşçı ve hizmetçiler, genç insanlar gelirdi. Gece yarısından sonra konuşmalar arasında «Bolşevikler, Menşevikler…» sözlerini seçebilirdiniz. Sabah üçte «Milyukov, Bolşevikler…» sözleri gene gelirdi. Beşte bile aynı sokak köşesinde politikadan vb. konuşulurdu. Petrograd’ın beyaz geceleri aklıma hep bu gece boyu süren politik tartışmalarla birlikte gelir.” Hemen tüm kentlerde, köylerde ve cephelerde toplantılar ve tartışmalar yapılıyordu. Dünyayı Sarsan On Gün adlı eserinde John Reed, şu sahneyi aktarıyor: “Sosyal Demokratları, Sosyalist Devrimcileri, Anarşistleri, söyleyecek sözü olan herkesi ve konuştukları sürece dinlemek üzere kırk bin kişilik Putilov fabrikasının akın akın geldiğini görmek: ne muhteşem bir manzara!” Buna karşın burjuvazi ateş püskürüyordu: “Bu korkunç savaşın göbeğinde, ülke büyük bir tartışma derneğine, büyük bir festivale dönüyor.” Lakin kitlelerin burjuvazinin sözlerine kulak asacakları yoktu; sanki karanlık bir dünyadan geliyorlardı ve yüzlerce yıldır ne olup bittiğinden habersiz, öğrenme tutkusuyla her şeyin üzerine atlıyorlardı. Öğrenmeye, kavramaya ve dönüştürmeye bu denli susamışlık tarihte görülmüş müdür? Cephede tanık olduğu bir manzarayı Reed şöyle aktarıyor: “Siperlerde ayaklarında ayakkabı olmayan sıska insanlar gördük. Onlar bizi görünce ayağa kalktılar. Istıraplı yüzleri, yırtık pırtık elbiselerinin içinde mavileşen derileriyle, sabırsızlıkla üzerimize atıldılar: «okuyacak bir şey getirdiniz mi?»” Oysa her gün tonlarca dergi, gazete ve kitap trenlerle ülkenin dört bir yanına dağıtılmaya başlanmıştı. “Rusya her okunacak şeyi kızgın toprağın suyu emmesi gibi emiyor, bir türlü suya doymuyordu. Dağıtılan bu şeyler masal, yalan yanlış tarih, halk için din, ya da insanları dejenere eden ucuz cinsten romanlar değildi. Bunlar sosyal, ekonomik kuramlar üzerine, felsefe üzerine yazılmış kitaplardı. Tolstoy’un, Gogol’un ve Gorki’nin eserleriydi.” Karnını doyurma, üzerine yeni elbiseler
4
giyme ve sıcak bir damın altına başını sokma talepleri genişlemiş, bunlara başka toplumsal ihtiyaçlar da eklenmişti. Sovyet oturumunda konuşan bir asker, Bolşevik gazetelere el koydukları ve sözcülerini tutukladıkları için Menşevikleri ve Sosyal Devrimcileri kıyasıya eleştirirken, bir başka asker yerinden fırlayarak şöyle itiraz ediyordu: “Neden ekmek yokluğunu anlatmıyorsun?” Verilen cevap manidardı: “İnsanlar yalnız ekmekle yaşamaz”. Evet, insanlar sadece ekmekle yaşamazlar; insan yaşamı sanattan edebiyata, bilimden felsefeye, toplumsal gelişmelerin seyrine müdahale demek olan siyaset gibi bir dizi unsurdan beslenir. Devrim, sadece ekmekle yaşanmayacağını kitlelerin bilincine çıkartmış, onların önünde yepyeni ufuklar açmış, düşünce dünyalarını alabildiğine genişletmişti.
Devrim netleştirir! Şubat Devrimiyle birlikte, gerçekte tüm iktidar doğrudan işçi ve asker sovyetlerine geçmişti. Ancak sovyetlerde çoğunlukta olan Menşevikler ve Sosyal Devrimciler, sosyalist devrimin koşullarının oluşmadığını ileri sürerek burjuvaziyi iktidara çağırdılar. Böylece önünde sonunda çözüme kavuşması gereken bir ikili iktidar süreci başlıyordu. Bir tarafta kitlelerin fiili devrimci iktidarı sovyetler, öte tarafta ise resmi burjuva hükümeti vardı. Burjuva hükümetin gerçekte hiçbir gücü yoktu; ona güç veren, kol kanat olan Menşevikler ve Sosyal Devrimcilerdi. İlerleyen aylarda bu iki parti bizzat burjuva hükümetine katılarak sınıf işbirliği çizgisini bir adım öteye taşıdılar ve kitlelere ihanet ettiler. Burjuva hükümet kitlelerin yakıcı ihtiyaçlarına cevap vermiyor, devrimi soğutmaya çalışıyordu. En acil ihtiyaçların başında gelen açlığın önlenmesi, köylülere toprak verilmesi ve savaşa son verilerek barışın sağlanması yönünde tek bir adım atılmamıştı. Tersine, emperyalist savaşa devam kararı alınmıştı. Menşevik bakanlar, söz konusu taleplerin savaş sürerken yerine getirilemeyeceğini, önce savaşın kazanılması gerektiğini ileri sürüyorlardı. Tüm bu süreçte işçi ve köylüleri anlayan ve onların çıkarını temsil edenler sadece Bolşeviklerdi. Lenin, sürgünden döner dönmez, Rus emekçi kitlelerin dünya devriminin yolunu açtığını ilan et-
Kasım 2006 • sayı: 20
miş ve “bütün iktidar sovyetlere” şiarını yükseltmişti. Lenin ve Bolşevikler, bütün iktidarın sovyetlere geçmesi ve böylece burjuvazinin alaşağı edilmesi, toprağın köylülere dağıtılması ve savaşan ülke halklarına hemen barış çağrısı yapılması çağrısında bulunuyorlardı. Şubattan Ekime yürüyen süreçte, işçi ve köylü yığınlar Menşeviklerin ve Sosyal Devrimcilerin kendi çıkarlarını temsil etmediğini pratikte yaşayarak öğrendiler. Bolşevikler tüm olaylarda kitlelerin sınavından geçmiş, onların güvenini ve önderliğini kazanmayı başarmıştı. Bu her düzeyde kendini açığa vuruyordu. Kendine sosyalist diyen bir öğrenci, tartıştığı bir askere Lenin’in Alman casusu olduğunu, Bolşeviklerin peşinden gitmemeleri gerektiğini anlatmaktaydı. Asker gayet sakin, “bak kardeş, iki sınıf var, proletarya ile burjuvazi, Lenin benim gibi basit insanların istediği şeyleri söylüyor. Bak, iki sınıf var, bir yandan olmayan öte yandandır” diye yanıtlıyordu. Her şey bu kadar açık ve netti. Kitleler ya devrimi ilerletecekler ve böylece burjuvaziyi alaşağı edeceklerdi ya da burjuvazi kitlelerle birlikte devrimi ve sovyetleri de ezecekti. Bu kesin olarak kavranmıştı. 23 Ekim gecesi Lenin ve Troçki’nin ayaklanma önerisi Bolşevik Merkez Komitesi tarafından reddedilince bir işçi sahneye fırlamıştı: “Petrograd proletaryası adına konuşuyorum, biz ayaklanmadan yanayız. Ne yaparsanız yapın, bilmem, ama size şunu söylüyorum ki, eğer sovyetlerin ortadan kalkmasına göz yumacak olursanız sizinle ilişkimizi keseriz”. Bu konuşmayla birlikte ayaklanma önerisi kabul edildi. Ve Şubatta açılan süreç, Bolşeviklerin önderliğinde Ekimde işçi sınıfının iktidarıyla taçlandı.
Ekim 1917: dünyayı sarsan kızıl fırtına Ekimle kurulan proletarya iktidarı en yakıcı ihtiyaç olan savaşın durdurulması başta olmak üzere, köylülere toprak dağıtılması ve ezilen halklara kendi kaderlerini tayin hakkının tanınması gibi bir dizi köklü sorunu ivedi olarak çözmeye girişti. Sovyet iktidarı derhal emperyalist savaştan çekildiğini açıkladı ve savaşan ülke halklarına barış çağrısında bulundu. Gizli diplomasiye son verilirken, Çarlık devletinin emperyalistlerle yapmış olduğu tüm gizli anlaşmalar ifşa edildi. Rusya’da işçi sınıfının iktidara gelmesi ve savaştan çekilmesi dünyada büyük bir yankı uyandırdı ve savaşan ülkelerin emekçileri nezdinde sempati yarattı. Devrimin kendi ülkelerine sıçramasını önlemek isteyen emperyalist güçler, dünyanın yeniden paylaşımı sorunu henüz çözüme bağlanmamış olmasına rağmen savaşa son vermek zorunda kaldılar. Fakat tüm çabalarına rağmen Ekim Devriminin dünyayı sarsan kızıl bir fırtınaya dönüşmesini engelleyemediler. Avrupa, başta Almanya ve İtalya olmak üzere, tez zamanda devrimlerle sarsılırken, Doğu’nun ezilen hakları emperyalistleri sömürgelerden kovmak için ayağa kalktılar. Yüzlerce yıldır savaşla yoğrulan ve savaştan bitap düşen Doğu halkları, savaşı durduran, halklara özgürlüklerini ta-
marksist tutum
nıyan ve köylülere toprak dağıtan Ekim Devrimini büyük bir coşkuyla karşılamışlardı. Anadolu da dahil Doğu’nun genelinde devrim ve onun önderi Lenin kitleler nezdinde efsaneleşmişti. Dido Sotiriyu’nun Benden Selam Söyle Anadolu’ya adlı eserinde devrimin Anadolu’daki askerler arasında sevinçle karşılandığını betimleyen sahneleri, Doğu’nun devrime bakışını yansıtması bakımından önemli. Askerlerden biri şöyle konuşur: “Bir sakallı varmış orda, başa geçmiş. Başa geçer geçmez de, savaş bitecek demiş. Ve savaş da bitmiş işte… Başka işler de görmüş o sakallı: ‘bundan böyle zengin de yok, fakir de…’ demiş. Herkes birmiş Rusya’da… Bütün tımar ve hasları alıp bölüştürmüş, saraylardan dışarı dehlemiş bütün prenslerle paşaları.” Ekim Devrimi dünyadaki emekçi kitleler nezdinde büyük bir sempatiyle karşılanırken, burjuva âlem devrime nefret kusuyordu. Devrim o kutsallık halesiyle örtülen özel mülkiyeti ayaklar altına almış, burjuva devlet aygıtını parçalayarak onun yerine doğrudan demokrasinin organları olan işçi sovyetlerini geçirmişti. Egemen sınıflar öylesine şaşkınlığa düşmüşlerdi ki, işçi sınıfının iktidar olabileceğine ve tüm yaşananların gerçekliğine şüpheyle yaklaşıyorlardı. Çarlık generallerinden Zaleski derin bir hayal kırıklığıyla şöyle diyordu: “Kim inanır bir hademe ya da bekçinin, birdenbire bir baş yargıç; bir hastane bakıcısının, bir hastane müdürü; bir berberin, bir devlet memuru; bir onbaşının, bir baş kumandan; bir gündelik işçinin, bir belediye başkanı; bir çilingirin, bir fabrika müdürü olacağına?” Lakin burjuvazi inanmakta zorluk çekse de gerçeklik buydu. İşçi sınıfı bilinçlendiğinde ve başında devrimci bir önderlik bulduğunda neler yapmaya muktedir olduğunu ve tarihin akışını değiştirebileceğini Ekim Devrimiyle ortaya koydu. Kapitalizm belâsına son veren Ekim Devrimi, üretici güçlerin toplumun yararına sunulmasıyla sınıfsız toplum yolunda büyük bir değişimin yaşanabileceğini somut olarak kanıtladı. Kimse bunu tarihten söküp atamaz! Üretici güçlerin geriliğine ve uzun iç savaşın toplumsal düzeyde yarattığı yıkıma rağmen Rusya’da devrim, beş yüz yıl öncesinden miras kalan geri toplumsal ilişkilere son verdi. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti ortadan kaldıran devrim, maddi ve zihinsel tüm imkânları toplumun gelişimine sundu ve muazzam bir toplumsal ve kültürel dönüşümün önünü açtı; sanat, edebiyat, müzik, mimari vb. alanlarda yaratıcılık patlaması yaşandı. Eğer Ekim proleter devrimi olmasaydı, Rusya gibi geri bir ülkede, kitleleri geçmişin boyunduruğundan kurtarmak, her alanda bir dönüşümün ve yaratıcı bir gelişmenin önünü açmak o kadar kısa bir sürede asla kapitalizmin harcı olamazdı. Proletarya iktidarı ilerleyen yıllarda içten yürüyen bürokratik bir karşı-devrimle son bulmuşsa da, gerçek budur. Bu gerçek tarihin altın sayfalarından hiç silinmeyecek!
5
Emperyalizm ve Papalık İlkay Meriç
Bugün dünya işçi sınıfı, Hıristiyanıyla Müslümanıyla, tehlikeli bir tuzağın içine çekilmeye çalışılıyor. Ve ne yazık ki, onu burjuva ideolojisinin esiri haline getiren örgütsüzlük koşulları ortadan kalkmadıkça bu tuzağa kapılmasını engellemenin bir yolu da bulunmuyor. Din adamından siyasetçisine egemenlerin elbirliğiyle yarattığı yanılsamalardan kurtulamadıkça, on milyonlarca işçinin kendini bir üçüncü dünya savaşının göbeğinde bulacağı gün gibi açık. Hem de bu sefer TV ekranlarında değil, cephelerde!
6
G
eçtiğimiz haftalarda Papa 16. Benedikt’in on dördüncü yüzyılda yaşamış bir Bizans imparatorundan alıntılayarak söylediği şu sözler İslam dünyasında yeni bir infiale yol açtı: “Bana Muhammed’in yeni olarak ne getirdiğini göster, orada yalnızca vazettiği dini kılıçla yayma emri gibi uğursuz ve insanlık dışı şeyler bulursun.” Papa’nın Ortadoğu’da yaşanan savaşın sıcağında ve Avrupa’da ırkçılığın, göçmen karşıtlığının yükselişe geçtiği bir ortamda sarf ettiği bu sözlerin bir dil sürçmesi olmadığı açıktı ve bu provokatif çıkış Müslüman dünyada büyük bir tepki yarattı. Dünyanın çeşitli ülkelerinde Müslümanlar sokaklara döküldü, Filistin’de şimdiye kadar pek de görülmedik bir şekilde çok sayıda kilise ateşe verildi, Somali’de bir İtalyan rahibe öldürüldü. Katolik inancına göre Papa yanılmaz bir kutsal şahsiyettir ve dini ve ahlâki konularda sarf ettiği sözler Tanrı kelâmı addedilir. Bu yüzden Katolik Kilisesinin başındaki zatın her beyanı, kutsiyet zırhına bürünmüş bir silah etkisi yaratabilmektedir. Ve Papa bu silahı bugün, ABD öncülüğündeki emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda ortaya atılan “medeniyetler çatışması” safsatasının hedeflediği şeyi hayata geçirmek için kullanıyor. Geçtiğimiz bahar aylarında Danimarka’daki sağcı bir gazetede yayınlanan provokatif karikatürlerin dünya ölçeğinde yarattığı krizi değerlendirirken, “söz konusu olan, odağında Ortadoğu coğrafyasının yer aldığı emperyalist planlarla sıkı sıkıya bağlantılı gerici, emperyalist bir saldırıdır” demiştik.1 Çok açıktır ki Papa’nın son derece bilinçli olarak yaptığı son açıklama da aynı gerici-emperyalist saldırının bir diğer adımını oluşturmaktadır. Bu gerçeği gözlerden saklamaya çalışan kimi burjuva ideologlar, Papa’yı masumlaştırarak, onun “boşalan kiliseleri doldurma maksadıyla” böyle konuştuğunu söylüyorlar. Müslüman dünyadan kimileriyse dikkatleri Hıristiyan kilisesinin günahlarına çekmeye ve İslam tarihini aklamaya çalışıyor. İslamla Hıristiyanlığı dökülen kanın ve uygulanan şiddetin ölçüsü üzerinden mukayese etmeye girişip, Papa’nın açıklamasını dinler tarihi zeminine çekerek yanıtlamaya kalkışmak açıkça hedef saptır-
Kasım 2006 • sayı: 20
maktır. Haçlı seferlerinde, Avrupa’daki engizisyon döneminde ve dünyanın dört bir yanındaki sömürgelerde milyonlarca insan Hıristiyanlık adına katledilmişken, Papa’nın yaptığı gibi, Hıristiyanlığı barışın, İslamı ise şiddetin dini olarak göstermenin gerçeklikle en ufak bir alâkasının olmadığı ortadadır. Ne var ki, bu bakımlardan İslam tarihini aklamaya çalışmak da bir o kadar beyhudedir. Bunun için, Osmanlı da dahil İslam devletlerinin tarihine şöyle bir bakmak yeterlidir. Bu devletlerin elde edilecek ganimetler ve vergiye bağlanacak yeni topraklar uğruna dini motiflere bürüyerek yürüttükleri sömürgeci savaşları bir kenara bırakalım, İslam içi mezhep kavgalarının bile yeterince kıyıcı ve kanlı olduğu açıktır. Tüm kurumsallaşmış tek tanrılı dinlerin tarihi, mülk sahibi sınıfların çıkarları doğrultusunda kanla yazılmış bir tarihtir. Bugün yaşanan gelişmeleri ve yürütülen tartışmayı dine ya da dinler tarihine indirgeyenler hedef saptırıyorlar ve böylece bilerek ya da bilmeyerek, emperyalist savaşı meşrulaştırmak üzere geliştirilmiş “medeniyetler çatışması” tezine hizmet ediyorlar. Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi, “medeniyetler çatışması” adı verilen emperyalist safsata, “toplumsal ve siyasal hayatın temel çizgilerini belirleyen ve temelde maddi çıkarlar üzerinden işleyen sınıf mücadeleleri gerçeğini gizleyerek dünya işçi sınıfını «medeniyet» ya da «kültür» denilen sahte çizgiler üzerinden bölerek birbirine düşmanlaştırmakta ve kendi arkasına yedeklemeyi hedeflemekte; emperyalist güçler arasındaki dünyanın yeniden paylaşımı mücadelesini, bu temelde nüfuz alanları mücadelesini saklamakta, emperyalist saldırganlığı medeniyet çatışması kılığına bürüyerek aklamaktadır.”2 İşte Papa’nın sözleri de bu saklama, aklama ve işçi sınıfını bölüp birbirine düşmanlaştırma çabasının bir parçasıdır. Irksal, dinsel ya da mezhepsel açıdan bölünmüş bir işçi sınıfını burjuvaziye yedeklemenin çok daha kolay olacağı aşikârdır ve burjuvazi bunun için tüm aygıtlarını seferber ederek dört bir koldan çalışmaktadır. Din ise, köklü tarihsel geçmişiyle, egemen sınıfın çıkarlarına hizmet etmek için kullanılan en etkili ideolojik araçlardan biridir. Bu nedenledir ki tarihte pek çok büyük savaş, tıpkı şimdi “medeniyetler çatışması” teziyle ideolojik kılıf uydurulan ve İslamla Hıristiyanlığın savaşı olarak yansıtılmak istenen emperyalist savaş gibi, din savaşı maskesine büründürülmüştür.
marksist tutum
Din savaşı değil çıkar kavgası Şu hakikat asla gözlerden kaçmamalıdır ki, şimdiye kadar din savaşları adı verilen tüm savaşlar, din maskesi ardına gizlenmiş de olsalar, gerçekte mülk sahibi sınıflar arasındaki çıkar kavgalarıdır. Sebebi Hıristiyanlıkla Müslümanlık arasındaki din çatışması olarak gösterilen ve din savaşı olarak yansıtılan Haçlı seferlerinin gerçek nedenlerini irdelersek, bunların da egemen sınıfların kendi çıkarları temelinde başlattıkları savaşlar olduğunu görürüz. O dönemin Avrupa’sında egemen sınıflar, feodal beylerin yanı sıra Kilise’nin ruhban sınıfıydı. İspanya’nın Müslümanlar tarafından ele geçirilmesi, Doğu ticaret yollarının ve limanlarının Müslümanların elinde bulunması, Avrupa ve Bizans egemenlerini ciddi ölçüde tehdit ediyordu. İşte Haçlı seferleri, mülk sahibi bu sınıflar tarafından, tehdit altındaki çıkarlarını korumak ve yeni topraklar ele geçirerek daha da zenginleşmek üzere başlatıldı. Din de bu savaşta yoksul köylüleri ikna edebilmek için kullanılan çok güçlü bir silah olacaktı. 1095-1270 yılları arasında yapılan sekiz büyük seferden ve 1291’den sonra düzenlenen bir dizi küçük seferden oluşan bu savaşlarda asker olarak kullanılanlar her zaman olduğu gibi yine ezilen sınıfların fertleriydi. Egemenlerin çıkarları uğruna canlarını yitiren on binlerce yoksul köylü, bu seferlere katılanlara toprak verileceği ve günahlarının tümüyle bağışlanacağı söylenerek kandırılmıştı. Yığınlar bu vaatlerle binlerce kilometre uzaktaki insanları boğazlamaya gönderilmiş ve çoğu yollarda telef olmuştu. Egemen sınıfın kendi çıkarları için din de dahil her türlü aracı acımasızca kullanmakta sınır tanımadığının, bu uğurda çocukları bile ölüme göndermekten çekinmediğinin en çarpıcı kanıtlarından biriyse, çocuk ordulardan oluşturulan birliklerle düzenlenen iki haçlı seferiydi. İlk dört haçlı seferinde istedikleri sonucu elde edemeyen egemenler ve onların Kilisesi, yenilginin günahkâr haçlılardan kay-
“Medeniyetler çatışması” adı verilen emperyalist safsata, “toplumsal ve siyasal hayatın temel çizgilerini belirleyen ve temelde maddi çıkarlar üzerinden işleyen sınıf mücadeleleri gerçeğini gizleyerek dünya işçi sınıfını «medeniyet» ya da «kültür» denilen sahte çizgiler üzerinden bölerek birbirine düşmanlaştırmakta ve kendi arkasına yedeklemeyi hedeflemekte; emperyalist güçler arasındaki dünyanın yeniden paylaşımı mücadelesini, bu temelde nüfuz alanları mücadelesini saklamakta, emperyalist saldırganlığı medeniyet çatışması kılığına bürüyerek aklamaktadır.”
7
marksist tutum
Kasım 2006 • sayı: 20
Dönemin papası II. Jean Paul, Şili’nin kanlı katili faşist general Pinochet’ye ve Arjantin’deki faşist darbecilere de arka çıkmıştı. Hatta bu meşhur “barış adamı”, faşizm çözüldükten sonra Arjantin’de yargılanan faşist darbeciler ve işkenceciler için af çağrısında bulunmuştu.
naklandığını ilan etmiş ve bunun üzerine günahları daha az olan çocuklardan oluşturulacak ordularla başarının garantileneceği düşüncesi yayılmıştı. Böylece ilki 30 bin, ikincisi 20 bin çocuktan oluşan birliklerle iki Haçlı seferi gerçekleştirildi. Fakat bu seferlere katılan çocukların çoğu daha gidecekleri yere varamadan açlık ve hastalıktan kırıldı. Sağ kalanların sefere gönderilmek üzere bindirildikleri gemilerden bir daha haber alınamazken, sonrasında binlerce çocuğun köle tacirlerinin eline geçtiği ortaya çıktı. “Din savaşları” kisvesine bürünmüş çıkar savaşları kuşkusuz sadece farklı dinler arasında yaşanmaz. Aynı dinin mezhepleri arasındaki çatışmalar da zaman zaman katliamlara varan felâketlerle sonuçlanmıştır. Şiilerle Sünniler arasındaki çatışmalar, Protestanlarla Katolikler arasındaki çatışmalar, yine mülk sahibi sınıfların iktidar savaşının maskelenmiş halinden başka bir şey değildir. Tıpkı bugün Irakta Şiilerle Sünniler arasında yaşanan ve her gün 100’den fazla insanın canına mal olan iç savaşın, aslında egemen sınıfın kendi içindeki bir iktidar savaşı olması gibi. Egemen sınıfları asıl güdüleyen şeyin din değil sınıf çıkarları olduğunun en güzel kanıtlarından birisine de son Lübnan savaşı sırasında tanık olduk. Suudi Arabistan ve Mısır başta olmak üzere pek çok Müslüman ülkenin, bu savaş esnasında Hizbullah’ın silahsızlandırılması çağrısında bulunarak İsrail’den yana tavır aldıkları görüldü. “Hıristiyan Avrupa”da işçiler İsrail zulmüne karşı Filistin ve Lübnan’ın Müslüman halklarına duydukları sempatiyi açığa vuran mitingler düzenlerlerken, çıkarları Büyük Ortadoğu Projesinden yana olan Müslüman burjuvazi bu zulme ortak olmayı seçmişti. Bir kez daha ortaya çıktı ki, burjuvazi için, kendi iktidarını korumak, kasasını doldurmak ve bunu güvence altına almak “din kardeşliği”nden çok daha büyük bir anlam taşımaktadır.
Emperyalizmin papaları Kurumsallaşmış dinlerin tümünde olduğu gibi Hıristiyanlıkta da dini otorite daima egemen sınıfın bir parçası olmuştur. Hıristiyan dünyada Kilisede somutlaşan ve Katolik Kilisesinde en gerici biçimler alan dinsel otorite, emperyalizm çağıyla birlikte tümüyle mali-sermayeye eklemlenmiş, dini de bu kesimin hizmetine sokmuştur. Örneğin 1936’da başlayan İspanyol iç savaşı sırasında Kilise, sosyalistleri, ateistleri ve kafir olarak görülen Protestanları yok etmek için faşistlerle el ele verdi. Yine kurumsal çıkarları uğruna, Almanya’da Nazi zulmüne ortak olarak milyonlarca Yahudinin katledilmesine sessiz kalmayı
8
tercih etti. 1970’lerde Latin Amerika’da yükselen devrimci hareket karşısında da Katolik Kilisesi benzer tutumlar takınacaktı. O dönemde devrimci hareket ezilen sınıfların geniş kesimlerini etkisi altına aldığı gibi, “Kurtuluş Teolojisi” adı altında alt kademedeki genç rahipler arasında da yankı bulmuştu. Bunun karşısında Papa II. Jean Paul, “Latin Amerika kilisesini bu «Marksist kanser»den temizlemeyi en önemli görevlerinden biri olarak gördü. Meksika’ya ilk yurtdışı ziyaretinde şunları söyledi: «İsa’nın Roma egemenliğine karşı politik olarak savaş yürüttüğüne ve iktidardakilere karşı mücadele ettiğine inanmak ve onun bir sınıf mücadelesine katıldığını söylemek Kilisenin düşüncesine tezat oluşturur.» Papa Latin Amerika’da sömürülenlere ve haklarından yoksun bırakılanlara ne tavsiye ediyordu? Yatıp ruhunuzun kurtulması için dua edin, fakat yeryüzünde cenneti kurmaya uğraşmayın.”3 Kilisenin “Marksist kanser”den temizlenme çabalarının bir boyutunuysa, ezilenlerin yanında yer alan Katolik rahiplerin CIA destekli paramiliter güçler tarafından ortadan kaldırılması oluşturuyordu ve Papalık doğal olarak bu katliamlara da seyirci kaldı. Dönemin papası II. Jean Paul, Şili’nin kanlı katili faşist general Pinochet’ye ve Arjantin’deki faşist darbecilere de arka çıkmıştı. Hatta bu meşhur “barış adamı”, faşizm çözüldükten sonra Arjantin’de yargılanan faşist darbeciler ve işkenceciler için af çağrısında bulunmuştu. Kuşkusuz bunlar sadece birkaç örnek. Dediğimiz gibi Kilise, geçmişten bugüne egemen sınıfların derin bir parçası ve onların çıkarlarını kutsallık halesiyle örten ideolojik bir aygıt olmuştur. Emperyalizm çağıyla birlikte ise, bu gericilik odağı mali sermayenin bir parçası haline gelmiş ve bu kez onu ideolojik zırhla donatma işlevini üstlenmiştir.
Kasım 2006 • sayı: 20
Papa 16. Benedikt’in siyasi rolü 2005 Nisanında 16. Benedikt namını alarak papalık tahtına oturan Kardinal Joseph Ratzinger’in egemen sınıfın en gerici kesimleriyle dilbirliği yapan ve bu doğrultuda yönlendirici nitelik taşıyan politik beyanları, onun papa olarak seçilmesinin öncesine uzanmaktadır. 2004 seçimleri öncesinde Bush Vatikan’ı ziyaret ederek ABD’deki Katolik piskoposlardan tam destek alamamaktan yakınmış ve yardım istemişti. Vatikan da beklendiği üzere bu yardım talebini yanıtlamakta gecikmemişti. O sırada Papa II. Jean Paul’ün baş danışmanı olan Ratzinger, bu ziyaretten bir hafta sonra Washington piskoposuna gönderdiği bir mektupta, Demokratların başkan adayı Kerry’yi (kendisi bir Katolik) hedef alarak şunları söyleyecekti: “Eğer bir Katolik, bir adaya, tam da o adayın kürtaj ve/veya ötenazi konusunda onaylayıcı konumundan dolayı bilinçli olarak oy verirse, o Katolik şeytanla işbirliği yapmakla suçlu olur ve Kutsal Komünyon karşısında kendisini değersiz konuma düşürür.” Çok açık ki, 65 milyon Katoliğin yaşadığı ABD’de bu sözler Bush için büyük bir destek anlamına geliyordu. Nitekim 2000 seçimlerinde Amerikan Katoliklerinden %46 destek alan Bush, 2004 seçimlerinde bu oranı %52’ye çıkaracaktı. Kürtaj ve ötenazi konusunun seçim kampanyasının önemli bir ayağını oluşturduğu Bush, Ratzinger’in bu cömert desteği sayesinde, toplumsal desteği önemli oranda artan Kerry ile başa baş bir mücadele yürütme ve iki puanlık bir farkla koltuğunda kalma şansını yakalayacaktı. Ratzinger’in siyasi beyanları bununla sınırlı değildi ve söz konusu mektuptan iki ay sonra bu kez Türkiye’nin AB’ye üyeliği konusunda bir açıklamada bulundu. 2004 Ağustosunda bir Fransız gazetesine verdiği demeçte, Türkiye’nin “birbirine Hıristiyanlık kültürüyle bağlanmış ve ortak bir kimliğe sahip olan” Avrupa Birliği’ne alınmasının yanlış olacağını ifade ediyordu. O sırada henüz papa olmayan, fakat papalığına kesin gözüyle bakılan Ratzinger’in amacı hiç kuşkusuz, Avrupa Birliği’nin yetkili organlarındaki Hıristiyan Demokratlara basınç bindirmekti. Böylelikle, Hıristiyan Demokratlar arasında Türkiye’nin üyeliği meselesine sıcak bakma eğiliminde olanlara çeki düzen verilmek ve bu gerici cephedeki olası bir çatlak engellenmek isteniyordu. Bütün bunlar, ABD ve AB mali-sermayesinin en gerici kesimlerinin sözcülüğünü yapan Ratzinger’in papalık koltuğuna oturtulmasının bir rastlantı olmadığını gösteriyor. Açık ki, dünyayı yeniden biçimlendirme projesine adım adım işlerlik kazandırıldığı, Avrupa’da ve Amerika’da ırkçılığın, yabancı düşmanlığının ve dinsel şovenizmin son sürat yayıldığı, siyasetten dine gericiliğin gemi azıya aldığı mevcut emperyalist paylaşım kavgası sürecinde, mali sermayenin çıkarları, politik alanda da, dinsel alanda da bu döneme uygun gerici kadroların işbaşına getirilmesini gerektirmektedir. Elif Çağlı’nın dediği gibi:
marksist tutum
“Kapitalist ülkeleri militarizmi ve faşizmi tırmandırmaya sevk eden temel faktör, kapitalist sistemin işleyişini tehdit eden ciddi siyasal ve iktisadi gerçeklerdir. … Emperyalist savaşın başlayıp yaygınlaşması, dün Hitler bugün Bush gibi birinin iktidar asasını tesadüfen ele geçirmesinin sonucu değildir. Tersine, kapitalizmin içine sürüklendiği olağanüstü kriz koşulları böylesi çılgın görünümlü siyasi liderleri iktidar sahnesinin ön planına iter.”4 Böylesine çalkantılı süreçlerde nasıl Bush gibilerin siyasal iktidar sahnesinde ön plana itilmesi bir tesadüf değilse, papalık makamına layık görülen kişilerin de tesadüfler sonucu oraya oturtulmayacağı aşikârdır. Soğuk Savaş döneminin ideolojisiyle bütünleşmiş bir politikanın dinsel alandaki destekçisi olan II. Jean Paul, daha ılımlı olan papa adayları karşısında, gericiliğin kristalize temsilcisi olan radikal dinci tarikatların ve CIA’nın yoğun çabaları sonucunda papalık tahtına oturtulmuştu. Karol Wojtyla’nın (nam-ı diğer II. Jean Paul) Polonyalı olması ayrı bir anlam taşıyordu. Papa’nın 1979’da Polonya’yı ziyaret etmesinden bir yıl sonra, bu ülkeyi temellerinden sarsan bir grev dalgası patlak verdi. Kısa zamanda işçilerin mevcut bürokratik sisteme karşı isyanına dönüşen grevlerin kontrolü bir süre sonra, tepesinde koyu Katoliklerin bulunduğu Dayanışma hareketine geçti. Çok geçmeden grevlerde Papa’nın portreleri taşınmaya başlanacaktı. Dayanışma hareketi Polonya’daki despotik-bürokratik diktatörlüğün temelden çatırdamasına yol açmakla birlikte bir şeyi daha başardı; gelişen işçi hareketini kapitalizme kanalize etti. Polonya’da yaşananlar, aynı zamanda SSCB’nin çöküşünün ve Soğuk Savaş döneminin sona ermesinin de ilk belirtileri olacaktı. Papa II. Jean Paul bu bakımdan da önemli bir misyonu yerine getirmişti. Nazi artığı Ratzinger ise, bir başka çalkantılı süreçte, emperyalist savaşın Asya’dan Afrika’ya geniş bir coğrafyayı içine almasının planlandığı bir dönemde tahta oturtuldu. Onun misyonlarından biriyse açıktır ki “medeniyetler çatışması” safsatasıyla hedefleneni hayata geçirmek ve böylece emperyalist planların uygulanmasını kolaylaştırmaktır. Bugün dünya işçi sınıfı, Hıristiyanıyla Müslümanıyla, tehlikeli bir tuzağın içine çekilmeye çalışılıyor. Ve ne yazık ki, onu burjuva ideolojisinin esiri haline getiren örgütsüzlük koşulları ortadan kalkmadıkça bu tuzağa kapılmasını engellemenin bir yolu da bulunmuyor. Din adamından siyasetçisine egemenlerin elbirliğiyle yarattığı yanılsamalardan kurtulamadıkça, on milyonlarca işçinin kendini bir üçüncü dünya savaşının göbeğinde bulacağı gün gibi açık. Hem de bu sefer TV ekranlarında değil, cephelerde! —————————————— 1
Levent Toprak, Medeniyetler Çatışması mı, Emperyalist Saldırganlık mı?, MT, Mart 2006
2
Levent Toprak, age
3
Gernot Trausmuth, Papa Öldü – Karol Wojtyla (Papa II. Jean Paul) İçin Ölüm İlanı, www.marksist.com
4
Elif Çağlı, Tehlikenin Ortasında, MT, Haziran 2006
9
Komploculuk ve Komplolar Levent Toprak
11
Eylül saldırılarının 5. yıldönümü dolayısıyla tüm dünyada çeşitli değerlendirme ve tartışmalar yapıldı. Bu tartışmalar çerçevesinde yeniden alevlenen konulardan biri de 11 Eylül saldırılarının ABD emperyalizminin bir komplosu olup olmadığıydı. Bir süredir internette yayınlanmakta olan bu konuya ilişkin bir belgesel de o günlerde bir televizyon kanalında yayınlandı. Loose Change adını taşıyan bu belgeselde Pentagon’a düştüğü iddia edilen yolcu uçağının gerçekte mevcut olmadığı, İkiz Kulelerin çarpan uçaklar nedeniyle değil binalara önceden yerleştirilmiş patlayıcılarla yıkıldığı gibi iddialar ileri sürülüyordu. Bilindiği gibi 11 Eylül’e ilişkin bu ve benzeri iddialar olayın ilk günlerinden bu yana dillendirilmekteydi ve dünyanın ABD dışındaki geniş bölümünde de bu işte ABD parmağı olduğuna dair yaygın bir kanı oluşmuştu. Şimdilerde yapılmakta olan bazı anketler Amerikan halkında da benzer bir kanının güç kazanmakta olduğuna işaret ediyor. Bu anketlere göre Amerikan halkının %42’si bu işin bir biçimde “içeriden tezgâhlandığı”na, %36’sı ise bizzat hükümetin bunu organize ettiğine inanmakta. Buna benzer daha ayrıntılı başka anketler ve veriler de bulunuyor. Bunların ne derece güvenilir olduğunu bilmek pek mümkün olmasa da, genel anlamda bir hoşnutsuzluğa işaret ettiklerini çıkarsamak mümkün. Aslına bakılırsa Amerikan halkında da 11 Eylül’e karşı hissiyatın değişen koşullara bağlı olarak değişmesi gayet doğal. Kapitalizmin derinleşen genel bunalımının kitleler üzerindeki etkileri giderek daha fazla hissedilirken ABD’nin emperyalist maceralarında tökezleme alametleri de güçleniyor. Bütün bunlar başlangıçtaki saldırıya uğramışlık ve kurbanların acılarını paylaşma ağırlıklı hissiyatın da yerini daha şüpheci bir havaya bırakmasına yol açıyor. Bu tür şüphelerin artması aslında 11 Eylül’ün “bir komplo olduğunun anlaşılmaya başlamasından” ziyade, bir komplo olsun ya da olmasın, onun ABD emperyalizmi tarafından tamamen bir bahane olarak kullanılmakta olduğunun giderek daha fazla ortaya çıkmasından kaynaklanmaktadır. Ki komplolar sorununda genel olarak asıl bakılması gereken nokta da zaten budur.
10
Komploculuğa dair Gerek kapitalizmin genel çürüme çağı olarak emperyalizm çağının doğası açısından, gerek içine girmiş olduğumuz yeni dönemin nitelikleri açısından, gerekse de bu yeni dönemde Türkiye’nin özgül siyasal çelişkileri açısından bu komploculuk meselesinde sağlıklı bir yaklaşım ortaya koymanın önemi artmış bulunuyor. Hele hele Türkiye’de ciddi herhangi bir toplumsal-politik sorunun tartışılmasının sık sık “komplo” suçlamasıyla boğulması ve böylelikle sorunların örtbas edilmesi geleneğinin kök salmışlığı düşünüldüğünde bu önem daha iyi anlaşılır. Örneğin Kürt sorunu gibi yüzyıla yayılmış bir sorun bile, sanki ortada bir ezme ezilme ilişkisi yokmuş, sanki bu temelde bu topraklarda 29 isyan olmamış gibi tümüyle emperyalistlerin komplosuna indirgenmektedir. Aynı şey son zamanlarda giderek alevlenmekte olan Ermeni kırımı meselesi için de, diğer birçok sorun için de geçerlidir. Bugün düzen için yakın bir tehdit olarak görülmediğinden burjuvazinin çok üzerinde durmadığı sosyalist hareket de ‘80 öncesinde bir Sovyet komplosu olarak suçlanmıştı. Dolayısıyla egemenler kendi canlarını sıkan her türlü muhalefeti bastırmada bu ideolojik saldırı aracını kullanmaktadır. Gelecekte devrimci işçi hareketi yeniden filizlendiğinde benzer karalamaların aynı şekilde ona karşı da kullanılacağından kimsenin şüphesi olmamalıdır. Komplo sorunu, egemenlerin dolaysız politik amaçlarla devreye soktukları karalama işlevinin yanı sıra, Türkiye’de yazar-çizerlikle iştigal eden zevatın zihniyetinin önemli bir unsurunu da oluşturmaktadır. Toplumsal sorunların gerçek niteliğini anlamaktan aciz bu zevat, açıklayamadıkları ya da işlerine gelmediği her durumda bir maymuncuk olarak komploları devreye sokarlar. Bu topraklarda özgür eleştirel düşünce geleneğinin tarihsel nedenlerle sığ olduğunu hatırladığımızda bunu anlamak daha da kolaylaşmaktadır. Son yıllarda kitapçı raflarının, “bu topraklar üzerine oynanan hain oyunların” ifşasına hasredilmiş hamaset dolu süprüntü yığınlarıyla dolup taşması bununla ilgilidir. Gün geçmiyor ki Türkiye’yi perde arkasından yönettiği iddia edilen Sabetaycılıkla ilgili yeni yeni ifşaatlar yapan bir kitap çıkmasın, dünya hâkimiyeti peşinde koşan gizli tari-
Kasım 2006 • sayı: 20
katlar (Tapınak Şövalyeleri, Illimunati, Siyon Protokolleri, Kurukafa ve Kemik Örgütü, muhtelif Mason örgütleri vs.) hakkında yeni yeni buluşlar yapılmasın. Komplocu düşünüşün bu iptila düzeyindeki yaygınlığı, “aksi ispatlanana kadar herkes Masondur” şeklindeki bir mizahı da doğurmuştur. Tabii bu zihniyetin sadece Türkiye ile sınırlı olmadığı şüphesizdir. Komploculuk suçlaması ya da komplocu zihniyet egemenlerin elinde genel bir araçtır. Amerikan Devrimini, Fransız Devrimini ve hatta 1917 Ekim Devrimini Mason komplosu olarak sunan bir zihniyet bile mevcuttur. Özellikle uluslararası faşist harekette ve bunun yanında İslamcı hareketin saflarında da dünyadaki bütün kötülüklerin bir Yahudi (ya da Mason) komplosu olduğuna dair en habis düşünceler yaygındır. Bu hareketlerin etkisi ölçüsünde çeşitli halk kesimleri arasında da bu düşünceler zemin bulabilmektedir. Kuşkusuz bu tür düşüncelerin geniş kitlelerde yankı bulması ile egemen sınıfın yüksek tepelerinden pompalanması arasında bir fark vardır. Kitlelerin bu düşüncelerden etkilenmesi belirli toplumsal siyasal koşullarla alâkalıdır. Kapitalizmin ağır bunalım yaşadığı ve buna bağlı olarak kitlelerin yaşam koşullarında genel bir kötüleşmenin söz konusu olduğu durumlarla, genel bir örgütsüzlük ve devrimci önderlik boşluğunun birleştiği şartlarda, kitlelerde genel bir karamsarlık ve çıkışsızlık hissi güç kazanabilir. Dünya katlanılmaz hale geldikçe anlaşılmaz da görünür ve karamsarlığı ve çıkışsızlığı ifade eden düşünceler için uygun zemin oluşur. İnsanlarda genel olarak bir yandan dine, mistisizme doğru bir eğilim ortaya çıktığı gibi, olayları derin komplolarla açıklayan düşüncelere eğilim de baş gösterir.
Komplolar yok mu? Ancak komplolar sorunuyla ilgili tek problem komplocu zihniyet değildir. Genel olarak söyleyecek olursak, başka birçok sorunda olduğu gibi, komplolarla ilgili de sakınılması gereken iki uç tutum bulunmaktadır. Biri, yukarıda anlatageldiğimiz, tüm toplumsal hayatı ve tarihi komplolarla açıklama eğilimi iken, diğeri de komploları yok sayma ya da küçümseme eğilimidir. Bu tutum da çoğunlukla düzeni aklamaya, onu rasyonalize etmeye, onu olduğundan daha cici göstermeye dönük bir yaklaşımı yansıtır. Bunu yapanlar şayet düzenin baskıcı doğasını bilinçli olarak gizlemeye çalışan unsurlar değilseler, genellikle burjuva demokrasisi ile gözleri boyanmış liberal budalalardır. Bunlara göre kapitalist harikalar diyarında böyle kötülüklere yer yoktur. Oysa burjuva demokrasisi burjuvazinin sınıf diktatörlüğünün yalnızca bir biçimidir. Bir avuç sömürücü azınlıktan oluşan burjuva sınıf, toplumsal yaşamın temelini oluşturan ekonomi alanındaki egemenliği nedeniyle yaşamın tümü üzerinde egemenlik kurar. Burjuva demokrasisinin görünüşte toplumun tüm bireylerini siyasal-hukuki düz-
marksist tutum
lemde eşit tutması, ekonomi alanındaki eşitsizlik ve baskılama nedeniyle özde hükümsüzdür. Görünüşteki siyasalhukuki eşitlik, yani burjuva demokrasisi, ancak burjuvazinin egemenliği ve hayati çıkarları tehlikeye girmediği ölçüde muhafaza edilir. Böyle bir tehdit ortaya çıkar çıkmaz burjuva demokrasisinin sınıf diktatörlüğü özü açığa çıkıverir. İşte burjuvazinin faşizm ve Bonapartizm gibi olağanüstü rejimlerinin ve darbelerinin olduğu gibi komplolarının kaynağı da bu temel gerçekliktir. Komplolar egemenler açısından sınıf mücadelesinin vazgeçilmez araçlarından biridir. Zira temelinde sömürü ve baskı bulunan kapitalist düzende egemen burjuvazinin tüm işleri burjuva demokrasisinin kâğıt üzerindeki işleyişi içinde hallolamamaktadır. Özellikle modern çağda burjuvazi egemenliğini sürdürebilmek için sömürülen ve ezilen yığınların rızasını kazanmak zorundadır. Belirli bir konuda, ki bu konular genellikle büyük çaplı değişimleri içeren çetin konulardır, halkın rızası olağan mekanizmalarla sağlanamadığı ölçüde uygun psikolojik koşulların oluşturulması için komplolar tezgâhlanır. Nazilerin iktidara geldikten sonra hem komünistlere yönelik baskıları haklı göstermek ve onları tasfiye etmek hem de parlamentoyu lağvetmek için tezgâhlayıp komünistlerin üzerine yıktığı parlamento binası yangını (Reichstag Yangını) bunun en bilinen örneklerinden biridir. Türkiye’den iyi bilinen bir örnek de meşhur 6-7 Eylül olaylarıdır. Hatırlanacağı gibi 1955 yılında Selanik’te Atatürk’ün doğduğu ev bombalanmış ve gazeteler bunu halkı İstanbul’daki Rumlara karşı galeyana getirecek tarzda işlemişti. Bunun sonucunda kışkırtılmış ve yönlendirilmiş kalabalıklar binlerce Rum vatandaşa saldırmış, onların ev ve işyerlerini yağmalamıştı. Bu olaylar amaçlandığı gibi sonraki günlerde yüz binlerce Rum vatandaşın ülkeyi terk
11
marksist tutum
edip Yunanistan’a göç etmesine yol açmıştı. Daha sonra Selanik bombalamasının Türk gizli servisi tarafından gerçekleştirilmiş olduğu ve yağmalama ve saldırıların da planlı olarak yürütüldüğü ortaya çıkmıştı. Komploların bir dolaysız sebebi de egemen sınıf içi kapışmalardır. Bu kapışmalar da her zaman burjuva demokrasisinin olağan işleyiş mekanizmaları içinde çözüme bağlanamayabiliyor. Bu durumda başta suikastlar olmak üzere muhtelif türde komplo eylemleri gerçekleştirilebiliyor. Kennedy suikastı ya da Özal’a yapılan başarısız suikast gibi örnekleri hemen hatırlamak mümkün. En geniş kapsamlı komplolar ise genellikle bir ülkenin savaşa girmesinin bahanesini yaratmak için yapılanlar olmuştur. 1898’de ABD emperyalizminin, kendi savaş gemisi Maine’in batırılışını, İspanya’nın Latin Amerika’dan sürülüp atılmasıyla sonuçlanacak bir savaşın bahanesi olarak kullanması; 1931’de Japonya’nın Mançurya’yı işgal bahanesi olarak öne sürdüğü, ama bizzat Japon subayları tarafından Eylül 1931’de gerçekleştirilen demiryolu sabotajı; 1 Eylül 1939’da II. Dünya Savaşını başlatan Alman Nazi ordularının Polonya işgalinin bahanesi yapılan ve aslında kılık değiştirmiş SS subayları tarafından düzenlendiği halde Polonya askerleri tarafından yapılmış gibi gösterilen sınır ötesi karakol saldırısı; önceden haber alındığı halde II. Dünya Savaşına girişin bahanesi olarak kullanılacağı için ABD emperyalizmi tarafından göz yumulan Japonların ABD donanmasını yok etmeye yönelik Pearl Harbor saldırısı gibi hadiseler bunun çarpıcı örneklerini oluşturmaktadır. Aslına bakılacak olursa tarihin çok derinliklerine gitmeye gerek yok. Irak Savaşının ta kendisi Irak’ta kitle imha silahları olduğuna dair koca bir yalanla başlatılmadı mı?
Emperyalizm çağı, yeni dönem ve 11 Eylül Kapitalizm kendisinin çürüme çağını ifade eden emperyalist aşamasını yüzyılı aşkın süredir yaşıyor. Lenin’in sıkça belirttiği gibi emperyalizm çağı siyasal gericilik çağıdır. Bu, egemen burjuvazinin, çağı çoktan gelmiş olan proleter devrimi engelleyebilmek ve bunamış sistemini ayakta tutabilmek için en barbarca yöntemleri hiç çekinmeden kullanabileceği anlamına gelmektedir. Bu çağ krizler, savaşlar ve devrimlerle karakterize olan bir çalkantı çağıdır. Bu bakımdan, sicilinde soykırımlar, nükleer felâketler, kitle katliamları, kan nehirleri bulunan çürüme çağı burjuvazisinin komplolara başvurmayacağını düşünmek
12
Kasım 2006 • sayı: 20
için kişinin aklından zoru olması gerekir. Aksine kitleleri bu çağda savaşlara ikna etmek, onları bu doğrultuda seferber etmek için burjuvazi komplolara, kitle manipülasyonuna gitgide daha çok ihtiyaç duymaktadır. Bunu anlamamak çağın karakterini anlamamaktır. Sovyetler Birliği faktörü ve II. Dünya Savaşı sonrası yaşanan ekonomik yükseliş temelinde oluşan göreli istikrar dönemi 1990 dönemeciyle birlikte son bulmuş ve emperyalizmin çelişkilerinin çok daha doğrudan ve genel biçimde kendini dışa vurmaya başladığı yeni bir dönem açılmıştır. Bu dönem, değişik vesilelerle hep belirtegeldiğimiz üzere emperyalistler arası rekabetin ve bu arada sınıf mücadelelerinin yeni bir kızışma evresi anlamına gelmektedir. Bir yangın yerine dönmüş olan Ortadoğu’nun durumu yeni dönemin resmini vermektedir. Savaşlar, militarizm, otoriter eğilimlerin güçlenişi, baskıcı uygulamaların artması, işçi sınıfının kazanımlarına yönelik saldırıların yoğunlaşması… Yeni dönemde içeride işçi sınıfına, dışarıda da emperyalist rakiplere aman vermeme çabası, başta ABD olmak üzere tüm emperyalist güçleri savaş baltalarını bilemeye itiyor. ABD emperyalizminin değişik stratejistleri yeni dönemde hegemon konumun güçlendirilerek sürdürülmesi için yeni stratejiler geliştirdiler. Bugün işbaşında olan yönetici kliğin geliştirdiği Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi de ABD emperyalizminin halen izlemekte olduğu stratejiyi oluşturmaktadır. 21. yüzyılı bir Amerikan yüzyılı yapmayı kendine amaç tayin eden bu projenin belirlediği temel hedef, ABD’ye kafa tutabilecek herhangi bir yeni emperyalist gücün çıkmasına her ne pahasına olursa olsun izin vermemek ve ABD’nin tek küresel emperyalist güç olarak rakipsiz kalmasını sağlamaktır. Bunun için ABD emperyalizminin dünya ölçeğinde daha fazla askeri kuvvet kullanması gerektiğini saptayan programın önerdiği tedbirlerin önemli bir bölümü de askeri tedbirlerden oluşuyor:
Kasım 2006 • sayı: 20
Ordunun daha da güçlendirilmesi, askeri harcamaların arttırılması, diğer güçlerin uzaya çıkmasının engellenmesi (klasik kara, hava ve deniz kuvvetlerinin yanına bir de “uzay kuvvetleri”nin oluşturulması), Anti-balistik Füze Antlaşması’ndan çekilme vs. Tümüyle militarist bir program olan bu programın temel belgesinde, çok kapsamlı ve masraflı olması nedeniyle orduda öngörülen değişimlerin çok uzun zaman alabileceği, ama ABD’nin II. Dünya Savaşına girmesine yol açan Pearl Harbor saldırısı gibi Amerikan halkını şoke edecek olayların olması halinde bu sürecin hızlanabileceği belirtilmektedir. Bu kliğin dışında da birçok tanınmış emperyalist stratejist bir “Pearl Harbor etkisi” gereğinden söz etmiştir. Tüm bunlar, yeni militarist programın hayata geçirilmesi ve Ortadoğu’dan başlamak üzere yeni bir emperyalist savaş sürecini başlatmanın bahanesi olarak kullanılmak üzere 11 Eylül türü sansasyonel bir komploya mükemmelen uygun bir zeminin zaten varolduğunu, böylesi bir komplonun hiç de gökten zembille inmiş olmayacağını göstermektedir. Loose Change adlı belgesel ve daha birçok kişi olaya ilişkin resmi öykünün tutarsızlıklarına ve açıklarına işaret ederek 11 Eylül’ün içeriden gerçekleştirilmiş bir komplo olduğunu iddia etmektedir. Komplolar işin tabiatı gereği kanıtlanması kolay olmayan olaylardır. Bu açıdan belki de ileride işçi sınıfının devrimiyle bütün gizli arşivler açılana kadar işin aslını bilemeyeceğiz. Ekim Devrimini gerçekleştiren Rus işçi sınıfı tarihte ilk ve tek olarak bunu yapmış ve diğer devletlerle yapılan gizli anlaşmalar da dahil olmak üzere tüm gizli belgeleri dünyaya açıklamıştı. Yine de 11 Eylül’e ilişkin olarak şimdiye kadar ortaya çıkan bazı bilgiler, en azından, Pearl Harbor hadisesine benzer biçimde saldırıya göz yumulduğunu aşağı yukarı kesin biçimde göstermektedir. Komplocu zihniyete itibar etmeme adına gerçek komploların varlığını yadsıyan ya da örtbas etmeye çalışanlardan bazıları, gülünç biçimde, “ABD kendine böyle bir şey yapmaz” diyorlar. Tarihte en vahşi türden gerçek komploların varlığı, emperyalizmin doğası ve içine girdiğimiz yeni dönemin niteliği gibi hususları bir yana bıraksak bile, ABD emperyalizminin daha önce buna çok benzer planlar yapmış olduğuna dair ilginç belgeler gün ışığına çıkmıştır. 1962 yılında hazırlanan ve Northwoods Operasyonu olarak adlandırılan taslak planın amacı alenen, “Küba’ya bir Amerikan askeri saldırısının gerekçelendirilmesi için bahane yaratmak” olarak tarif edilmekteydi. Bunun için çeşitli alternatifler önerilmekteydi. Bir Amerikan yolcu uçağının Küba savaş uçakları tarafından düşürülmüş gibi gösterilmesi ya da Guantanamo Körfezi’ndeki Amerikan deniz üssünde bir Amerikan savaş gemisinin havaya uçurularak suçun 1898’deki “Maine hadisesinde olduğu gibi” (raporda aynen böyle ifade edilmektedir) Küba’ya yıkılması bu alternatifler arasındaydı. Bunların yanında, ABD içinde önemli mekânlara yönelik terörist bombalamalar ve “dost Kübalılar” olarak tarif edilen kar-
marksist tutum
şı-devrimci unsurların kullanıldığı başka türden eylemler de düşünülüyordu. Bu planlar o dönemde uygulamaya sokulmasa da, benzerleri tüm dünya için üretilmeye ve uygulanmaya devam etti.
Uyanıklığı elden bırakma Marksistler tarihin ve toplumun hareket yasalarının yerine komploları koyan komplocu düşünüş tarzını mahkûm ettikleri gibi, komploların bal gibi de var olduğu gerçeğini yadsıyanları da mahkûm ederler. Egemenler belirli süreçleri hızlandırmak, halkı kanlı planlara razı etmek ve çeşitli konularda manipüle etmek için komplolara başvururlar. Hele hele siyasal gericilik çağı olan emperyalist çürüme çağında bunlar egemenlerin sınıf mücadelesindeki vazgeçilmez araçlarıdır. Ancak komplolar tarihin akışının ana yönünü değiştirmezler. Gerçek şu ki 11 Eylül olmasaydı da günümüzün dünyasının tablosu aşağı yukarı benzer olurdu. Zira büyük ölçekli toplumsal siyasal dönüşümleri belirleyen temel sebepler, şu ya da bu türden komplolar değil, tarihsel maddeci yöntem tarafından açıklanmış sınıf mücadeleleridir. Varlığı yadsınamayacak olan komplolar da anlamlarını sınıf mücadelesi bağlamında bulurlar. Tam da bu nedenle egemenler açısından “başarılı” ve de “başarısız” komplolar vardır. Zamanı gelmiş büyük ölçekli değişimlerle uyumlu, onları güçlendiren ya da onların önünü açan komplolar “başarılı” komplolar iken, buna uygun olmayan ve çoğu durumda muhakkak ki varlığından bile haberdar olmadıklarımız “başarısız” komplolardır. 11 Eylül önemlidir evet. Ama hangi anlamda? 11 Eylül sonrasında yaşanan önemli değişimlerin 11 Eylül yüzünden olduğunu ihsas eden yanlış düşünceden dolayı değil, bu değişimlerin gelişmesinde kritik bir işaret noktası, bir dönüm noktası olması nedeniyle. Marksistler her şey 11 Eylül yüzünden olmuşçasına 11 Eylül’e metafizik bir anlam yükleyen sığ burjuva düşüncesinin değişik biçimlerine itibar etmezler. Bu düşünceler görünürde birbirleriyle en şiddetli geçimsizlik içinde olsalar bile aynı yöntemsel metafizik zeminde ortaktırlar. 11 Eylül’ün anlamı, onun dönemin eğilimlerini çarpıcı biçimde özetlemesi, ifade etmesidir. Hem komploların varlığına karşı hem de bunları abartma ya da küçümseme şeklindeki eğilimlere karşı uyanık olmak gerekiyor. İçine girmiş olduğumuz yeni dönemin özünde bir emperyalist savaş konjonktürü olması bu konudaki bilinç açıklığının önemini artırmaktadır. Hem Şemdinli örneğinde olduğu gibi manipülasyon amaçlı komplolara, hem de “dış güçlerin komploları”ndan dem vurup işçi sınıfını çeşitli türden milliyetçi gerici amaçlara alet etmek isteyenlere karşı özellikle uyanık olmak gerekiyor. Bütün bu komploların nihai işlevi kan, ter ve irin üzerine kurulu kapitalist düzeni devam ettirmek olduğuna göre, bunlara son vermenin yolunun da içinden üredikleri kapitalizmi yok etmek olduğu aşikârdır.
13
Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /9 Mehmet Sinan
Osmanlı’nın geleneksel toprak düzeninin bozulmasıyla birlikte, yoksullaşarak çiftini çubuğunu terk eden reayanın boşalttığı topraklarda ağa çiftlikleri kurulmuş ve bu çiftliklerde, dış pazarın (Avrupa’nın) ihtiyacının belirlediği bir ilk madde (tarımsal hammadde) üretimi yapılmaya başlanmıştı. Bir zamanlar bu toprakların tasarrufunu elinde bulunduran reaya, şimdi ağa çiftliği haline gelen bu topraklarda gündelikçi (ırgat) ya da yarıcı (maraba) olarak çalışıyordu. Ama bu çiftliklerde yapılan üretim, feodal nitelikte bir üretim değil, tarım ürünleri ihracatına yönelik ilkel bir meta üretimiydi. Dolayısıyla bu üretim, dış kapitalist kuruluşlarla bağlantılı olan ve feodal değil kapitalist nitelikte eğilim taşıyan bir üretimdir. Özetle söyleyecek olursak, 17, 18 ve 19. yüzyıllarda Osmanlı’daki egemen mülkiyet ilişkilerine (devlet mülkiyetine) karşıt bir şekilde gelişen toprak tutma şekli, yani bireysel büyük toprak sahipliği (ağalık), Batı kapitalizminin etkisi altında bozulmaya uğrayan Osmanlı sosyo-ekonomik formasyonunun bir ürünüdür. Bu bağlamda, Osmanlı’da ağalık denen kategori, edindiği servetlerin kaynağı ve ekonomik yönelimi bakımından feodal değil, kapitalizm eğilimli bir kategori idi.
14
Osmanlı’nın bozulan düzeninde merkezkaç güçlerin oluşması Osmanlı’nın klasik despotik düzenini incelerken, bu düzende servetlerin biriktiği başlıca depoların saray, yüksek mansıplar, mukataalar, malikâneler, mültezimler, sarraflar olduğunu söylemiştik. Bu servet biriktirmede başı çekenler ise, bürokrasinin tepe noktalarını ellerinde bulunduran yüksek devlet görevlileri (sadrazam, vezir, bey, vali, paşa vb.) idi. Yani sonuçta servetler, yönetici sınıf korporasyonunun denetiminde bulunuyordu. Bozuk düzenli despotizm döneminde ise bunlara, taşrada nüfuz ve servet sahibi olan ve bu yolla toprak üzerinde güç sağlamış bulunan ayan, ağa, derebeyi takımı eklenecekti. Aslında bu merkezkaç güçler, klasik Osmanlı düzeninde yeri olmayan unsurlardır. Bunlar, 16. yüzyılın sonlarına doğru, geleneksel toprak düzeninin bozulması ve tımar gelirlerinin toplanması işinin iltizam yoluyla özel kişilere verilmesi sonucunda ortaya çıktılar. Gerçekte bu unsurların oluşumuna ortamı hazırlayan esas etken, daha önce de gördüğümüz üzere, derin bir ekonomik bunalımın ardından gelen Celâli hareketleridir. Celâli hareketlerinin yarattığı karışıklık ve kargaşa nedeniyle Osmanlı’nın despotik düzeni temellerinden sarsılmış, devletin merkezi otoritesi alabildiğine zayıflamış ve bu ortam merkezkaç güçlerin oluşumuna yol açmıştı. Celâli karışıklıklarının hazırladığı uygun ortamda pıtrak gibi biten merkezkaç güçler, çeşitli toplum katlarından geliyorlardı. Bazıları, daha önce gördüğümüz üzere, tefecilik ve benzeri yollardan biriktirdikleri servetleri toprağa yönlendirerek ve devletten birtakım askerî ve idarî yetkiler kopararak güç sahibi olmuşlar, bazıları ise zaten var olan askerî ve idarî yetkilerini kendi bireysel çıkarları doğrultusunda kullanarak ve Celâli karışıklıklarının yarattığı ortamdan yararlanarak, köylünün tasarrufundaki topraklara fiilen el koymuşlardı. Böylece, Osmanlı’nın geleneksel toprak düzeni içerisinde hu-
Kasım 2006 • sayı: 20
kukî bir dayanağı bulunmayan ve mevcut yasalara göre de meşru sayılmayan “toprakta özel mülkiyet sahipliği”, fiili bir durum olarak ortaya çıkmış oluyordu. Taşrada ortaya çıkan ağaların ve derebeylerin önemli bir bölümü askerî bürokrasiden geliyordu. Bunlar, Anadolu’da görevli yeniçeri büyükleri, kapıkulu süvarileri ve tımarlı sipahilerin güçlülerinden oluşmuştu. Ekonomik krizin en yoğun yaşandığı ve para darlığının hat safhada olduğu dönemlerde bile hazineden maaşlarını düzenli bir şekilde alabilen yeniçeri ve kapıkulu süvariler, ellerindeki bu parayı yüksek faizlerle köylüye borç vererek büyük kazançlar sağlamışlardı. Diğer taraftan, ekonomik bunalım döneminde tımarlı sipahilerin zayıf olanları tımarlarını yitirip ortadan kalkarken, bunların güçlü olanları pek çok tımarı rüşvetle ele geçirerek daha da güçlenmişlerdi. Taşrada zenginleşen yeniçeri büyükleri ve tımarlı sipahilerin güçlüleri, köylüden topladıkları vergileri devlete ödemeyip, bu parayla kapılarında silahlı fedailer (sekbanlar) beslemeye başlamışlardı. Osmanlı bürokrasisinin askerî kanadına mensup olan bu kimseler, taşrada kendi silahlı güçlerine dayanarak zorbalığa başvurmakta ve köylünün tasarrufundaki topraklara fiilen el koymaktaydılar. Sonunda büyük çiftliklerin fiilen sahibi durumuna gelen bu zorbalar, bu çiftliklerde köylüleri “ortakçı” veya “ırgat” olarak çalıştırarak bir çeşit “toprak ağası” durumuna geldiler. Ağaların ve derebeylerin türediği bir diğer kaynak ise, eyalet ve vilayetlerin ehl-i örf diye adlandırılan yöneticileri (beylerbeyleri, sancakbeyleri) ve onların emri altında çalışan güvenlikten sorumlu memurlar (subaşılar vb.) idi. Sözümona halkın güvenliğini, dirlik ve düzenliğini sağlamakla görevli bulunan bu devlet görevlilerinin bizzat kendileri birer zorba olup çıkmışlardı. Bunların halkı koruması bir yana, birilerinin halkı bunlardan koruması gerekiyordu! Celâli olaylarında büyük payları bulunan bu türden devlet görevlileri, ellerindeki idarî ve askerî yetkilerine dayanarak, köylünün tasarrufundaki toprakları gasp etmişler, halktan yağmaladıklarını paraya çevirerek büyük servetler biriktirmişlerdi. Bunların içinden bazıları, kendi özel askerî birliklerini kurarak derebeyliğe yönelmiş ve böylece merkezî otoriteye kafa tutar hale gelmişlerdi. Bunlar adeta “devlet içinde devlet” gibi davranmakta, kendi adlarına halktan vergi toplamakta ve kanunda yeri olmayan yeni vergiler salmaktaydılar. Başlangıçta saray, kendine rakip çıkan bu unsurları engellemeye çalışmışsa da bunda başarılı olamadı ve nihayetinde bunların vergi toplama yetkilerini kabullenmek zorunda kaldı. Ayanlık, ağalık, derebeylik oluşumlarına kaynaklık eden devletli sınıfa mensup diğer bir zümre ise ulemadır. Taşra vilayetlerinde önemli ve etkili bir yerleri olan ulema mensupları da tıpkı ümera (askerîler sınıfı) gibi, ellerine geçen paraları tefecilikle çoğaltmanın yollarını bulmuşlardı. Ulemaya mensup kadılar, müderrisler, müftüler hem tefecilik yaparak hem de ticaretle uğraşarak zenginleşmiş ve bu sayede bağ, bahçe edinmişlerdi. Bunların içinden de
marksist tutum
bazıları ağa durumuna gelmişti. Ağalık, derebeylik oluşumlarının verimli kaynaklarından biri de, bozuk düzenli despotizmin temel unsurlarından olan mültezimlik ve murabahacılık (tefecilik) idi. Özellikle devletten “malikâne” şeklinde, yaşam boyu iltizam (tımar gelirlerini toplama yetkisi) alan mültezimler, üzerlerindeki devlet kontrolü zayıfladığı oranda büyümüşler ve kendi adlarına bağımsız hareket etme imkânlarına daha fazla kavuşarak hatırı sayılır bir sömürücü güç olmuşlardı. Tıpkı ehl-i örf gibi, bunlar da etraflarında topladıkları paralı askerî güçleriyle başına buyruk hareket etmeye ve devlete ödemekle yükümlü oldukları iltizam bedellerini ödememeye başlamışlardı. Diğer yandan, borçlandırdıkları köylünün elinden kiracılık hakkını (yani toprağı kullanma hakkını) da alarak, köylüyü kendi toprağında bir ırgat gibi çalıştırmaya başlamışlardı. Böylece mültezimler, iltizam bedelinden çok fazlasını elde ediyor ve hatta köylünün tüm artık-ürününe el koyabiliyorlardı. Bu durum köylüleri bu yeni toprak sahipleri (ağalaşmış mültezimler) karşısında büsbütün güçsüz ve çaresiz düşürmüştü. Merkezkaç güçler, çeşitli toplum katlarından geliyorlardı. Bazıları, tefecilik ve benzeri yollardan biriktirdikleri servetleri toprağa yönlendirerek ve devletten birtakım askerî ve idarî yetkiler kopararak güç sahibi olmuşlar, bazıları ise zaten var olan askerî ve idarî yetkilerini kendi bireysel çıkarları doğrultusunda kullanarak ve Celâli karışıklıklarının yarattığı ortamdan yararlanarak, köylünün tasarrufundaki topraklara fiilen el koymuşlardı. Böylece, hukukî bir dayanağı bulunmayan ve meşru sayılmayan “toprakta özel mülkiyet sahipliği”, fiili bir durum olarak ortaya çıkmış oluyordu. Taşradaki bu yeni oluşumların etkisi yalnızca taşra ile de sınırlı kalmadı. Anadolu’da oluşan bey ve ağaların İstanbul’daki yüksek devlet ricaliyle de (saray adamları, yüksek bürokrasi) bağlantıları vardı. İstanbul’daki büyükbaşlar da taşradaki bu bey ve ağaları kullanarak, büyük topraklara ve hayvan sürülerine sahip oluyorlardı. İstanbul’daki yüksek devlet görevlilerinin Anadolu’da sahip oldukları dirlikler (haslar), pek çok verimli arazinin eklenmesiyle giderek daha da büyüyordu. Nitekim ileride derebeyi haline gelen büyük toprak sahiplerinden pek çoğu, işte bu “yüksek devlet görevlileri” arasından çıkacaktı. Osmanlı’nın despotik düzeninde yönetici devletli sınıfa mensup unsurların, toplum sınıflarıyla birlikte aynı “kazanç” işlerinin peşinden koşmaları ve giderek bu unsurlarla iç içe geçmeleri olayı, despotizmin klasik döneminde pek görülmüş bir şey değildi. Nitekim, 17 ve 18. yüzyılları resmeden Osmanlı yazarları ve tarihçileri de ortaya çıkan bu durumu, bir “ihtilal hali”, bir “düzen bozukluğu” veya bir “anarşi” durumu olarak tanımlayacaklardı. Devleti yönetenlerin toplum sınıflarıyla iç içe geçmesi, kaynaş-
15
marksist tutum
ması ve keza toplum sınıflarından birilerinin de devlette yönetici mevkilere gelebilmesi olayı, 17 ve 18. yüzyılların Avrupa’sında gayet normal bir gelişme olarak algılanırken, Osmanlı’da bu durumun “anormal bir gelişme” olarak değerlendirilmesinin kuşkusuz ki bir nedeni vardı: Batı’da devleti yönetenler arasında toplum sınıflarından gelen kişilerin olması, orada bir “sivil toplum”un oluşmuş bulunmasının doğal bir sonucuydu. Çünkü Batı’da “politik toplum” denen şey (yani devlet), aslında daha önceden oluşmuş bulunan burjuva “sivil toplum”un (yani yurttaşlar toplumunun) içindeki sınıf ilişki ve çelişkilerinin özetinden başka bir şey değildi. Osmanlı rejiminin değişime karşı gösterdiği bu dirençte ya da değişmeme “başarısında” en büyük pay, tüm ekonomik ve sosyal yaşama hükmeden Doğu despotizmi tarzında örgütlenmiş Osmanlı devletine ve bu devletin egemenliği altında kendi içine kapanık, durgun (kendine yeterli) bir yaşam sürdüren asyatik karakterli köy topluluklarına aittir.
17 ve 18. yüzyıllar Avrupa’sında kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesi, bir burjuva sivil toplumun oluşmasını ve toplumsal sınıfların ayrışmasını sağlarken, Osmanlı toplumunda buna benzer bir sürecin yaşanması hiçbir biçimde söz konusu olmamıştı. Tersine, Osmanlı’nın despotik devlet yapısının ekonomi ve toplum üzerindeki belirleyici ağırlığı, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesini ve bir burjuva sivil toplumun oluşmasını, dolayısıyla toplumsal sınıfların gerçek birer sınıf olarak serpilip gelişmesini engellemişti. Hatta bırakalım kapitalizm yönünde bir gelişmeyi, Batı Avrupa’daki gibi kapitalizme öngelen feodal bir sistemin oluşmasına yol açacak gerçek bir çözülme de yaşanmamıştı Osmanlı’nın despotik düzeninde. Nitekim, toprakta dirlik düzeni (askerî tımar sistemi) bozulduktan sonra da, Osmanlı despotizmi, başka bir sisteme evrilmeksizin tam iki yüz elli yıl boyunca (Tanzimata kadar) bozuk düzenli bir despotizm olarak varlığını sürdürmeyi başaracaktı. Daha sonra da göreceğimiz üzere, Osmanlı rejiminin değişime karşı gösterdiği bu dirençte ya da değişmeme “başarısında” en büyük pay, tüm ekonomik ve sosyal yaşama hükmeden Doğu despotizmi tarzında örgütlenmiş Osmanlı devletine ve bu devletin egemenliği altında kendi içine kapanık, durgun (kendine yeterli) bir yaşam sürdüren asyatik karakterli köy topluluklarına aittir. Ekonominin ve toplum yaşamının tüm alanları üzerinde kurduğu tekelci hâkimiyet sayesinde bu devlet, Batı’daki gelişmenin tersine, bir sivil toplumun oluşmasını, dolayısıyla tarihin ilerletici gücü olan sınıflar savaşımının gelişmesini daha baştan engelleyen bir temel faktör olmuştur. Düzeni bozulduktan sonra bile bu devlet, iki yüzyıl boyunca ne feoda-
16
Kasım 2006 • sayı: 20
lizm doğrultusunda bir çözülmeye uğramış, ne de kapitalizme evrilebilmiştir. 19. yüzyılda Batı’nın yarı-sömürgesi durumuna geldikten sonra da çarpık bir pre-kapitalist ekonomik temel üzerinde ayakta durmaya çalışan ve bu amaçla, sözüm ona “Batılılaşma”, “yenileşme”, “modernleşme” doğrultusunda reformlar da yapan bu devlet, tam da “altı kaval (asyatik) üstü şeşhane (modern!)” benzetmesini hak eden bir “kimlik” sergilemiştir.
Toprakta beliren yeni egemenlik biçimlerinin sosyo-ekonomik karakteri 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı toprak düzeninde ortaya çıkan yeni egemenlik biçimlerinin (ayanlık, ağalık, derebeylik) niteliği üzerine pek çok tartışmanın yürüdüğü biliniyor. Bu tartışmalar, Osmanlı toplumunun nasıl bir sosyo-ekonomik formasyona sahip olduğu noktasında odaklaşmaktadır. Klasik Osmanlı düzeninde yeri olmayan, fakat 17. yüzyıldan itibaren ortaya çıkarak tam iki yüzyıl boyunca düzenin ayrılmaz bir parçası haline gelen bu sosyo-ekonomik oluşumlar, Batı Avrupa’daki gibi feodal bir sistemin özelliklerini mi, yoksa bozulmuş bir despotik sistemin “kendine özgü” özelliklerini mi yansıtmaktaydı? Bu sorunun yanıtı, Osmanlı toplumunda 17. yüzyıldan sonraki sosyo-ekonomik gelişmelerin tarihsel eğilimini anlamak bakımından son derecede önem taşımaktadır. Feodal Avrupa’nın 16. yüzyıldan itibaren göstermiş olduğu kapitalist gelişmeyi, aynı yüzyıllarda Osmanlı’nın niçin gösteremediğinin aydınlığa kavuşturulması da gene bu sorunun doğru yanıtlanmasına bağlıdır. Gerek servet birikimi gerekse ekonomik ve askerî güç bakımından, 15 ve 16. yüzyıllarda Batı Avrupa’nın çok ilerisinde olan Osmanlı imparatorluğu, nasıl olmuş da 17. yüzyıldan itibaren Batı Avrupa’nın çok gerisine düşmüş ve giderek onun bir yarı-sömürgesi haline gelmişti? Yoksa Osmanlı’nın toplumsal ve siyasal düzeninde, gelişmeyi frenleyen ve dolayısıyla daha ileri bir üretim tarzına (kapitalizme) geçişi engelleyen tarihsel nedenler mi vardı? Bu soruların yanıtı, Batı kapitalizmiyle etkileşim içine giren Osmanlı düzeninde 17. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan yeni sosyo-ekonomik güçlerin durumu ve bu güçlerin elinde biriken servetlerin mahiyeti incelenerek verilebilir ancak. Daha önce de belirttiğimiz üzere, Osmanlı’da düzen bozuluşunun en genel görünüşü, siyasal egemenlik gücünü elinde tutanların (yönetici bürokrasinin) bu gücü özel çıkarları için kullanmaya başlamaları ve despotik düzene aykırı bir biçimde, bireysel temelde bir “servet-güç” yapılanması içine girmiş olmalarıdır. İşte Osmanlı’nın sosyal bünyesinde bir “servet-güç karması” olarak ortaya çıkan ayanlık, ağalık, derebeylik gibi oluşumlar da bu düzen bozukluğu döneminin bir ürünüydüler. Nitekim, düzen bozuluşuyla birlikte ortaya çıkan ve devlete baş kaldıran derebeylerin çoğu, ayan, voyvoda, mütesellim gibi resmî sıfatlar taşıyan devlet görevlilerinden başkası değillerdi.
Kasım 2006 • sayı: 20
Yukarıda zikredilen ayan, ağa ve derebeyi takımının üçü de Osmanlının bozuk düzeni içerisinde önemli oranda tutucu ve geriletici bir rol oynadılar. Fakat öte yandan, sanıldığının aksine, Osmanlı devleti bu unsurlarla kesin bir karşıtlık içinde değildi. Düzeni bozulmuş despotik devlet ile bu türedi güçler, “tencere yuvarlandı kapağını buldu” misali adeta birbirlerini tamamlayan bir birliktelik oluşturuyorlardı. Şehir ve kasabaların ayan denen itibar ve nüfuz sahibi kişileri, aslında Osmanlı tarihinden önceki dönemlerde de hep vardı. Ancak, klasik despotik rejimlerde merkezî devletin gücü ve otoritesi yerinde olduğu dönemlerde, bu unsurlar hiçbir zaman siyasal bir güç kategorisi düzeyine yükselememişlerdi. Ne var ki, ekonomik bunalım ve ardından gelen Celâli karışıklıkları nedeniyle Osmanlı devletinin merkezi-despotik gücü zayıflayıp otoritesi sarsılınca, devletin elinin ulaşamadığı taşra şehir ve kasabalarında ayanların önemi birden bire artacaktı. Bunlar zamanla siyasal bir güç de kazanarak, devlet katında resmen tanınan bir mevkie sahip oldular. Osmanlı tarihinin 17 ve 18. yüzyılları incelendiğinde, ayanların bazılarının ağa, bazılarınınsa derebeyi olarak ortaya çıktıkları görülüyor. Yani ayan, ağa ve derebeyi çok farklı menşelere sahip kategoriler değiller. Ayanların içinde büyük çiftlik sahibi olup hükümetle iyi geçinen ağalar da var, hükümete başkaldıran ve topraklar üzerinde hükümranlık iddia eden derebeyler de. Gerek ağa olsun gerek derebeyi, bunların ortak paydası, mülkiyeti devlete ait olan mirî topraklara fiilen el koyarak büyük toprak sahibi durumuna gelmiş olmalarıdır. Ayanların önem kazanması, aslında ekonomik bunalımla birlikte geleneksel toprak düzeninin çökmesi ve ardından iltizam usulünün uygulanması nedeniyle, toprakta malikâne sisteminin gelişmesiyle oldu. Daha önce de açıkladığımız üzere, malikâne sistemi, tımar gelirlerinin (vergilerin) toplanması imtiyazının yaşam boyu olarak özel kişilere verilmesiydi. Devletten yaşam boyu vergi toplama imtiyazı (malikâne) alanlar, malikâne statüsündeki bu toprakların tasarrufunu da fiilen ele geçirmeye başladılar. 17. yüzyıldan itibaren, yani despotik düzenin bozuluşuyla birlikte, taşradaki malikânelerin pek çoğu ayan denen mütegallibenin eline geçmiş ve onlar bu sayede büyük servetler edinerek, merkeze sözünü dinletecek bir güç haline gelmişlerdi. Ayanlar, elde ettikleri ekonomik güç sayesinde şehirlerin ve kasabaların ileri gelen aileleri (eşraf-ı belde) olmuşlar ve devlet ile halk arasında bağlantıyı kuran “resmî” bir kurum niteliği kazanmışlardı. Bu nitelikleriyle ayanlar, devlete karşı halkı, halka karşı da devleti temsil ediyorlardı. Ayanlar eşraf-ı belde içinden seçiliyor ve devletin valileri bunlara bir ücret karşılığında ayanlık beratı veriyordu.
marksist tutum
Daha sonra ise bu ayanlık beratı, sadrazamlık makamı tarafından verilmeye başlanacaktı. Ayanlar yaptıkları “görev” için her yıl kaza halkına salınan vergiden bir pay da alıyorlardı. Üstelik bu vergi salma işini de bizzat kendileri yapıyordu. Bu durumda ayanlar, köylüye salınan vergilerde kendilerine ödenecek payı daima yüksek tutarak köylünün soyulmasını katmerleştiriyorlardı. “Ayanlar, vergilerin tahsili dışında, bölgelerin asayişi, asker tertip ve sevki, gıda ve malzeme sağlanması gibi önemli görevleri yerine getirirdi. ... Ayanlar iltizam işlerini de almakta ve büyük çiftlikler kurmaktadırlar. Ayanlardan paşa, vali, vezir olanlar vardır.”1 Ayanların bazıları ilerde hanedan olma iddiasını da taşıyacaklardı. Bunların hanedanlık iddiası, Batı feodalitesinde olduğu gibi soyluluktan falan değil, iltizam ticaretinden, tefecilikten vb. elde ettikleri servetlerden ve bu sayede sağladıkları nüfuzdan geliyordu. Dolayısıyla, ayanlık feodal eğilimli bir kategori olmaktan çok, “ilk sermaye birikimi” yapmaya yatkın burjuva eğilimli bir kategori idi. Fakat öte yandan, ayanlar Osmanlı düzeninde bir feodal bey olamadıkları gibi, ilerde açıklayacağımız nedenlerden ötürü, gerçek anlamda bir burjuva da olamadılar. Ayanların elinde biriken servetler, ne tarımda ne de endüstride, hiçbir zaman kapitalist üretim tarzını geliştirici yönde bir üretime yatırılmadı. Taşradaki siyasi ve idarî rolleri yanında ayanlar, en çok iltizam işleriyle ve bu işin ayrılmaz bir parçası olan faizcilikle, tefecilikle uğraştılar ve servetlerini de esas olarak buralardan edindiler. Osmanlı tarihinin 17 ve 18. yüzyılları incelendiğinde, ayanların bazılarının ağa, bazılarınınsa derebeyi olarak ortaya çıktıkları görülüyor. Yani ayan, ağa ve derebeyi çok farklı menşelere sahip kategoriler değiller. Ayanların içinde büyük çiftlik sahibi olup hükümetle iyi geçinen ağalar da var, hükümete başkaldıran ve topraklar üzerinde hükümranlık iddia eden derebeyler de. Gerek ağa olsun gerek derebeyi, bunların ortak paydası, mülkiyeti devlete ait olan mirî topraklara fiilen el koyarak büyük toprak sahibi durumuna gelmiş olmalarıdır. Fakat bu toprak sahipliğinin hukukî hiçbir dayanağı yoktur. Öte yandan, burada asıl önemli olan husus, ister ağa olsun isterse derebeyi, bunların toprak tutma şekilleri ve köylüyle olan ilişkileri bakımından, feodal bir yapıyı yansıtıp yansıtmadıklarıdır. Önce ağalığı ele alalım. Varlığını esas olarak iltizam ticaretinden (malikânecilik, mültezimlik) ve bunun ayrılmaz bir parçası olan murabahacılıktan (tefecilik) elde ettiği servetlere borçlu olan bu kategori nasıl bir niteliğe sahipti? Ağalık aslında Osmanlı devletine karşı kesin olarak bağımsızlık tavrı içinde olan bir kategori değildir. Paradoks gibi gelecek ama, bozuk düzenli despotizm koşullarının devleti, ağalarla hem çıkar çatışması içinde olmuş, hem de pek güzel anlaşabilmiştir. O nedenle, despotik devletin bunların varlığını resmen tanımış olması hiç şaşırtıcı değildir. Ağaların bazıları Osmanlı devletine önemli sayıda asker de sağlamış, hatta bunların arasından, hükümetin
17
marksist tutum
yanında derebeylere karşı savaşanlar bile çıkmıştır. Osmanlı devleti bu nedenle bazı ağalara rütbe ve yüksek mevkiler de vermiştir. Ağaların içinde beylerbeyi olanlar bile vardır. Reayanın tasarrufundaki mirî toprakların fiilen güçlülerin eline geçmesi ve bu temelde çiftlik ya da malikâne sahibi bir “ağa” kategorisinin oluşması süreci, sanıldığı gibi bir feodalleşme süreci değildir. Başka bir deyişle, ağaların oluşması ve hatta bu ağalardan bazılarının derebeyliğe yönelmesi, Osmanlı’nın despotik düzenini feodal bir düzene dönüştürmemiştir. Olan sadece, Batı feodalitesinden farklı bir temele sahip olan Osmanlı’nın despotik düzeninde bir bozulmanın yaşanmasıdır. Ve bu bozulma sürecinde, büyük sömürücü gücün (despotik devletin) yanısıra, küçük sömürücü güçlerin ortaya çıkması ve devletli sınıfın sömürüsüne ortak olmasıdır. Fakat bu oluşum, gerek üretim tarzı ve gerekse sosyo-politik yapıda köklü bir değişiklik anlamına hiçbir biçimde gelmiyordu. Aslında mirî topraklarda komünal mülkiyet ilişkisinin çözülmesi ve yeni bir mülkiyet ilişkisinin ifadesi olarak ağa çiftliklerinin ortaya çıkması, Osmanlı’nın kırsal yapısını feodalizme değil, kapitalist bir dış pazarın (Avrupa manüfaktürünün) belirlediği “meta değişimi” ilişkilerine açacaktı. Dolayısıyla, Osmanlı’da 17 ve 18. yüzyıllarda mirî toprakların malikâne ve büyük ağa çiftliklerine dönüşmesi süreci, bir feodalleşme süreci değil, kırın, yerli bir manüfaktür için olmasa da bir dış piyasa için (Avrupa kapitalizmi) meta üretimine açılması süreci olmuştur. Nitekim bu süreç, 19. yüzyıl boyunca hemen hemen bütün kırsal yapıyı etkileyecek ve kırın meta üretimine açılmasıyla birlikte, toprakların özel mülkiyete dönüşümü ve belli ellerde yoğunlaşması süreci hızlanacaktır. Burada, Osmanlı’nın sosyo-ekonomik yapısının Batı feodalitesinden farklı olduğunu ve kendine özgü bir yapıya sahip bulunduğunu gösteren ilginç bir durumun olduğu açıktır. Bilindiği üzere, Batı’da kapitalizmin ilk aşaması olan manüfaktür endüstrisinin gelişimi, ilkel maddelere duyulan ihtiyacı artırmış, bu da kırsal kesimde mülksüzleşen köylülerin boşalttığı (daha doğrusu kovulduğu) toprakların ve kamuya ait toprakların büyük çiftlikler içine alınmasına yol açmıştı. Ve böylece, kırsal bölgelerdeki bu büyük çiftlikler, manüfaktürün ihtiyaç duyduğu meta üretimine başlamışlardı. Batı’da bu süreç, tarımın ve manüfaktür endüstrisinin birbirini tamamlaması ve her ikisinin de kapitalizm doğrultusunda gelişmesi şeklinde oldu. Batı’da bu kapitalist gelişmeyi sağlayan öncüller feodalizmin bağrında oluşmuştu; yani Batı’nın feodal toplumu, yeni ve daha yüksek bir üretim tarzına (kapitalizme) geçişi sağlayacak iç çelişkilere (içsel dinamiklere) sahip bulunuyordu. Oysa Osmanlı’nın durumu bundan çok farklıydı. Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet mülkiyetindeki toprakların bireylerin (ağaların, ayanların, derebeylerin) eline geçerek büyük çiftlik ve malikânelere dönüşmesi, Batı’da olduğu gibi yerli manüfaktürün gelişmesiyle doğan bir ihtiyacın sonucunda olmamıştır. Osmanlı’da bu dönüşüm,
18
Kasım 2006 • sayı: 20
doğrudan iç dinamiklerin harekete geçmesiyle değil, dış dinamiklerin dolaylı etkilemesiyle başlamıştır. Bu dış dinamik, Batı’da gelişen kapitalist endüstrinin tarımsal hammaddeye duyduğu ihtiyacın yarattığı taleptir. Batı pazarından gelen bu talep, zamanla Osmanlı’nın tarımsal alanına da uzanarak, onu kendi istediği biçimde değişime uğratacaktı. Osmanlı’da 17 ve 18. yüzyıllarda mirî toprakların malikâne ve büyük ağa çiftliklerine dönüşmesi süreci, bir feodalleşme süreci değil, kırın, yerli bir manüfaktür için olmasa da bir dış piyasa için (Avrupa kapitalizmi) meta üretimine açılması süreci olmuştur. Nitekim bu süreç, 19. yüzyıl boyunca hemen hemen bütün kırsal yapıyı etkileyecek ve kırın meta üretimine açılmasıyla birlikte, toprakların özel mülkiyete dönüşümü ve belli ellerde yoğunlaşması süreci hızlanacaktır. Osmanlı’nın geleneksel toprak düzeninin bozulmasıyla birlikte, yoksullaşarak çiftini çubuğunu terk eden reayanın boşalttığı topraklarda ağa çiftlikleri kurulmuş ve bu çiftliklerde, dış pazarın (Avrupa’nın) ihtiyacının belirlediği bir ilk madde (tarımsal hammadde) üretimi yapılmaya başlanmıştı. Bir zamanlar bu toprakların tasarrufunu elinde bulunduran reaya, şimdi ağa çiftliği haline gelen bu topraklarda gündelikçi (ırgat) ya da yarıcı (maraba) olarak çalışıyordu. Ama bu çiftliklerde yapılan üretim, feodal nitelikte bir üretim değil, tarım ürünleri ihracatına yönelik ilkel bir meta üretimiydi. Dolayısıyla bu üretim, dış kapitalist kuruluşlarla bağlantılı olan ve feodal değil kapitalist nitelikte eğilim taşıyan bir üretimdir. Özetle söyleyecek olursak, 17, 18 ve 19. yüzyıllarda Osmanlı’daki egemen mülkiyet ilişkilerine (devlet mülkiyetine) karşıt bir şekilde gelişen toprak tutma şekli, yani bireysel büyük toprak sahipliği (ağalık), Batı kapitalizminin etkisi altında bozulmaya uğrayan Osmanlı sosyo-ekonomik formasyonunun bir ürünüdür. Bu bağlamda, Osmanlı’da ağalık denen kategori, edindiği servetlerin kaynağı ve ekonomik yönelimi bakımından feodal değil, kapitalizm eğilimli bir kategori idi. Avrupa kapitalizminin ihtiyaç ve taleplerinin belirlediği tarımsal üretime yönelen ağa çiftlikleri, imparatorluğun en çok Rumeli’deki topraklarında yaygınlaşmıştır. Nitekim, daha sonra Osmanlı İmparatorluğundan koparak bağımsızlaşan ve kapitalist tarım üretimine ilk geçen bölgeler de buralar olmuştur. Osmanlı’nın Batı’yla etkileşiminin yarattığı bu paradokslu sürecin görünümlerine daha sonra, “Osmanlı’nın neden kapitalistleşemediği” bahsinde değineceğiz. Şimdi ise, merkezkaç güçlerden üçüncüsünün, yani derebeyliğin oluşumu ve sosyo-ekonomik karakteri üzerinde biraz duralım. Derebeyi, Osmanlı’nın bozuk düzeni içerisinde devlete baş kaldırarak topraklar üzerinde siyasal rakabe (mülkiyet) iddiasında bulunan, oluşturduğu silahlı gücüne daya-
Kasım 2006 • sayı: 20
narak hâkimiyet kurduğu bölgelerde adeta küçük bir “devlet” gibi tasarrufta bulunan ağa, ayan veya devlet bürokrasisinden gelme kişilere deniyordu. Genellikle Türkiye’de derebeyi kavramı, Batı’daki feodal beyin (senyör) karşılığı olarak kullanılagelmiştir hep. Oysa derebeyi, tarihte feodalizmden önce de görülen bir kategoridir. Azgelişmişliğin Tarihsel Nedenleri başlıklı yazısında konuya değinen Niyazi Berkes, feodal bey ile derebeyini bir tutan bu yanlış anlayışı şöyle eleştiriyor: “Devletin ... kendi eliyle başına bela ettiği mültezimden daha tehlikeli bir zümre var: Hükümdarın askerî gücü, mali darlığı yüzünden düştüğü için, mülkünün bir çok yerlerinde malikliği lafta kalmaya, yani toprak gelirlerini alamamaya başlıyor; yer yer sonradan derebeyi dediğimiz ve etimolojisini hâlâ bugün de bilmediğimiz bir adla tanınan Batı feodalinden farklı bir tip ortaya çıkıyor. “Bunların bazıları mahallin ayanı ve eşrafı, bazıları hükümete dirsek çeviren memurlar, bazıları bir yere yerleşmiş muhassıl ve mültezimler. Derebeyini derebeyi yapan menşei değil, yaptığı şeydir. Menşe bakımından geleneksel düzenin ayrı ayrı kategorilerinden gelmeleri mümkündür. Bu sözcüğün menşeini bilmiyoruz, sözcükteki «dere» onun su işleriyle ilgisi olan daha eski bir zümre adına mı delalet eder de sonraları Osmanlı tarihlerinde çok çeşitli vasıflarla zikredilen bir tipe genel sıfat olmaya başlamıştır? Eski tarihçilerin bunlardan böyle çok çeşitli, düzensiz şekilde sıfatlarla söz etmeleri, bunların eski düzende yerleri olmadığını gösterir; çünkü eski düzende her unsurun gayet belirli bir adı ve tanımlaması vardı. “Sırf koparabildiği gelirleri alabilmek için devlet bunları ister istemez tanıyor. Osmanlı ve Moğol örneklerinde de görüldüğü gibi, bu ülkelerle ilgili Avrupa devletleri de bu derebeylerin en kuvvetli olanları ile el altından veya açıkça flört ediyorlar. Bunlar devletin kolay kolay sıkıştıramayacağı bölgelerde tutunuyorlar ve etraflarında oldukça kuvvetli bir askerî güç topluyorlar. Bazıları adeta küçük bir hükümet. Bu itibarla onlar da mülke yahut toprağa sahip olma iddiasında. … Derebeyi, hiçbir tarihsel sistemde meşruluğu, hiçbir tarihsel ekonomide fonksiyonu olmayan bir kategoridir.”2 Oysa bilindiği üzere, feodal sistemde senyörün, yani feodal beyin ideolojik, siyasî, idarî, hukukî bir fonksiyonu vardır ve sistemin meşruiyeti onun bu tarihsel fonksiyonuyla sağlanmıştır. Bu durumda, sistem içinde meşru bir yeri ve tarihsel fonksiyonu bulunan feodal beyin konumunun, gayrimeşru bir güç olarak sivrilen ve hiçbir tarihselekonomik fonksiyonu bulunmayan derebeyinin konumuyla örtüşmediği çok açıktır. Marx da bu konuda Romanya örneğini vererek, bağımsız köylü topraklarının ve kamuya ait arazilerin devlet memurlarının ve özel kişilerin eline geçtikten sonra, bağımsız köylülerin nasıl bu gasıpların (toprakları gasp eden kişilerin) bağımlısı haline geldiklerini ve köylülerin ürettiği artık-ürüne bu gasıpların nasıl el koyduklarını anlatır.
marksist tutum
Çıkarlarına daha uygun geldiği için, bu gasıplar toprak kirasını köylüden para olarak değil, aynî (ürün) olarak almak isterler ve bu yetmeyince köylüden angarya hizmet talep ederler. Kamusal topraklar üzerinde hâkimiyet kuranlar, giderek tüm bölgenin toprakları üzerinde de rakabe (mülkiyet) iddiasında bulunur ki, işte bu tam derebeyliktir. Derebeyliğin olduğu her yerde, köylüden artığın ürünrant olarak alınmasının yanısıra, ondan emek-rant veya angarya hizmet de talep edilir ve bu temelde “serflik” de gelişir. Nitekim Osmanlı’nın geleneksel toprak düzeninin bozulmasından sonra ortaya çıkan ağalık, derebeylik biçimindeki toprak tutma şekilleri altında serflik ilişkilerinin de geliştiği bir gerçektir. Osmanlı’daki derebeylik oluşumlarının bire bir feodalizm olarak kavranmasının temelinde, işte bu serflik ilişkilerinin yanlış yorumlanması olayı yatmaktadır. Bu düşünüş sahiplerine göre, 17 ve 18. yüzyıllarda Osmanlı’da serflik ilişkileri geliştiği için, Osmanlı toplumu feodal bir toplum olmuştur! Bu mantığın tarihsel yanılgısı, serflik ile feodalizmi özdeş tutması, yani feodalizmi serfliğe indirgemesidir. Oysa serfliği feodalizmle özdeş tutmak tarihsel bir hatadır. Hatadır, çünkü feodal sistem ortaya çıkmadan önceki sosyo-ekonomik oluşumlarda da, bir emek türü olarak “serflik” hep vardı. Gerek köleci Roma’nın çöküşünden sonra Batı Avrupa’da ortaya çıkan sosyo-ekonomik oluşumlar içinde olsun, gerekse asyatik üretim tarzı üzerinde biçimlenmiş olan despotik devletlerin çöküşü dönemlerinde ortaya çıkan sosyo-ekonomik yapılar içinde olsun, serflik ilişkilerine hep rastlanmıştır. Kapitalist sistemden önceki tüm ekonomik-toplumsal formasyonlarda her şeyin temelinin toprakta başladığını biliyoruz. Toprak üzerinde ve toprakta çalışan doğrudan üreticiler üzerinde ekonomik sömürü hakkına ve siyasal, hukuksal, yönetsel otoriteye sahip olmak, çok eski çağlara uzanmaktadır. Dolayısıyla, toprakta çalışan doğrudan üreticiden artık-ürünün “iktisat dışı” bir zor mekanizması yoluyla çekilip alınması olayı, yalnızca feodalizme özgü bir şey değildir. Marx’a yazdığı 16 Aralık 1882 tarihli mektubunda Engels, serfliğe ilişkin olarak şunları söylüyor: “Serfliğin tarihi konusunda, ticaretin dilinde dendiği gibi, «anlaşmış olmamız»dan ötürü sevinçliyim. Elbette ki, serflik ve angarya yükümlülüğü özgül olarak orta çağa ait feodal bir biçim değildir. Fatihin toprağı yerli halka kendi hesabına işlettiği her yerde, ya da hemen hemen her yerde buna rastlıyoruz.”3 Sonuç olarak, Osmanlı’nın bozuk düzeninde yaşama şansı bulan ayanlık, ağalık, derebeylik gibi merkezkaç güçler, ne feodal ne de kapitalist bir nitelik taşıyorlardı. Örneğin, dış pazarın (Avrupa’nın) ihtiyaç duyduğu tarımsal maddelerin üretimini yapan çiftliğin sahibi konumunda olan ve bu anlamda görünürde kapitalizme en yakın duran ağa bile, gerçekte ne bir üretimci çiftçi, ne bir yatırımcı, ne de kamusal fonksiyonu olan bir kimseydi. Osman-
19
Kasım 2006 • sayı: 20
marksist tutum
lı’da düzen bozulmasının bir ürünü olarak gelişen bu ağalık kurumu, Batı’nın feodal sistemlerinde yeri olmayan bir kategoriydi. Bu kategori, sadece asyatik üretim tarzı üzerine oturan despotik düzenlerin bozuluşuna özgü bir kategori olup, gerçekte “hem feodal, hem de kapitalist sömürü biçimlerinden daha kötü olan bir parazit sömürüsü şeklidir. Her ülkede tarımsal gelişmenin en büyük engeli olmuştur”.4 Nitekim Osmanlı’da bu ağalık ve derebeyliğin geçerli olduğu yerlerde, köylü reaya olmaktan da daha aşağılık bir duruma düşmüştür. Klasik Osmanlı düzeninde reaya hiç değilse bir statüye sahipti. Toprağın tasarruf hakkı onda idi ve bu hak babadan oğla geçebiliyordu. Oysa derebeyinin ve ağanın hâkimiyeti altına düşen köylü, bu hakkını da yitirmiş ve tamamen korunaksız bir duruma gelmişti. Ne ayanların, ne ağaların, ne de derebeylerin daha yüksek bir üretim tarzına ve sosyal-siyasal örgütlenişe geçmek gibi bir eğilimleri vardı. Onların tek amacı, elde ettikleri servetleri, merkezden mevki, mansıp ve makam satın alarak siyasal güce dönüştürmek ve bu güce dayanarak servetlerini çoğaltmaktı. Ama biriken bu servetlerin, daha sonra da göreceğimiz üzere, hiçbir zaman “yeni bir üretim tarzını” geliştirmeye yönelik bir işlevi olmayacaktır. Diğer taraftan, ne ayanların, ne ağaların, ne de derebeylerin daha yüksek bir üretim tarzına ve sosyal-siyasal örgütlenişe geçmek gibi bir eğilimleri vardı. Onların tek amacı, elde ettikleri servetleri, merkezden mevki, mansıp ve makam satın alarak siyasal güce dönüştürmek ve bu güce dayanarak servetlerini çoğaltmaktı. Ama biriken bu servetlerin, daha sonra da göreceğimiz üzere, hiçbir zaman “yeni bir üretim tarzını” (kapitalizmi) geliştirmeye yönelik bir işlevi olmayacaktır. Bu nedenle de son çözümlemede, ayanların, ağaların ve derebeylerin, bozuk düzenli despotizmin devamından yana olduğunu söyleyebiliriz.
rın mülkiyetini fiilen ele geçirmiş ve saraydan bazı askerî ve idarî imtiyazlar da koparmış olan bu güçler (ayan-ağaderebeyi takımı), gasp ettikleri toprakların kendi “özel mülkleri” olduğunun padişah (merkezî otorite) tarafından da hukuken onaylanmasını istiyorlardı. Böylece, canları ve malları emniyet altına alınmış olacaktı. Çünkü hukuki açıdan hâlâ kimseye tam olarak özel mülkiyet hakkının tanınmadığı ve padişahın bir buyruğu ile servetlerin derhal müsaderesine girişildiği bir düzende, padişahın dışında kimsenin can ve mal emniyetinin bir garantisinin bulunmadığı iyi biliniyordu. Merkezî otoritenin zayıfladığı dönemlerde gerçi sarayın hükmü pek geçmiyordu ama, merkezî otorite gücünü yeniden topladığında, sarayın neler yapacağı belli olmazdı! Nitekim 1808’de III. Selim’e imzalattıkları “İttifak Senedi” ile varlıklarını saraya resmen kabul ettirip bir takım haklar elde etmiş olan ayanlar, bu anlaşmanın üzerinden dört yıl geçtiğinde, aldıkları hakların pek çoğunu yitireceklerdi. İttifak Senedi’nde ayanlara tanınan hakların pek çoğunu, II. Mahmud 1812’de geri alacak ve bu arada pek çok ayanın serveti müsadere edilecekti. Varlığını despotik-bürokratik tarzda sürdürmüş olan Osmanlı devletinin temel bir ilkesi, 19. yüzyıla girildiğinde de hâlâ yaşatılmaktaydı. Osmanlı’nın despotik merkeziyetçi bürokrasisi, gücü yettiği sürece, kendisine rakip olacak özerk güç odaklarının oluşmasına ve yaşamasına asla imkân tanımazdı. Çünkü bu güçlerin yaşamasına imkân tanımak demek, padişahın ve merkezi bürokrasinin ele geçirdiği toplumsal artık-ürüne başkalarının da ortak çıkması, dolayısıyla merkezin payının azalması demekti. Bu da devletli sınıfın (bürokrasinin) gönül rızasıyla katlanacağı bir şey değildi elbette! Şurası çok açık ki, Osmanlı’nın devletli sınıfı, kendini zayıf hissettiği dönemlerde verdiği tavizleri, kendini güçlü hissettiğinde derhal geri almayı ilke edinmiş bir sınıftır. (devam edecek)
Bozulmuş bile olsa ayakta durmayı başaran despotik bir devlet Osmanlı İmparatorluğu’nda 18. yüzyılın sonlarına doğru ayanların, ağaların gücü o kadar artmıştı ki, içlerinden bazıları devletten yarı bağımsız hale gelmiş, bazıları ise devlete baş kaldırarak derebeyleşmenin yolunu tutmuştu. Despotik devletin merkezi otoritesinin bu denli zayıflaması, merkezkaç güçlerin oluşmasını alabildiğine kolaylaştırmıştı tabii ki. Öteden beri varlıklarını sinik bir biçimde sürdüren ve fırsat kollayan taşradaki servet-güç odakları, merkezi otoriteye karşı çok kolaylıkla derebeylik taslayabiliyorlardı. Bunlar, Osmanlının toprak düzenini kendi çıkarları doğrultusunda tam olarak değişikliğe uğratmak ve daha geniş imtiyazlar elde etmek için saraya baskı yapıyorlardı. Merkezden uzak yerlerde (taşrada) devlete ait toprakla-
20
www.marksist.com sitesinden alınmıştır
—————————————— 1
İ. Hakkı Uzunçarşılıoğlu, aktaran: D. Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, c.1, Cem Y., 1973, s.65
2
Niyazi Berkes, “Azgelişmişliğin Tarihsel Nedenleri”, Yön Dergisi, 21 Ekim ve 18 Kasım 1966, Aktaran: D. Avcıoğlu, age, s.71-72
3
K. Marx- F. Engels, Kapitalizm Öncesi Üretim Biçimleri, Sol Y., 1992, s.287
4
N. Berkes, age, s.345
Gemileri Yakmak Adil Aksu
G
emi inşa sanayii, kapitalizme özgü tüm çelişkileri çarpıcı bir biçimde gözlerimizin önüne seren sektörlerden biridir. Bu sektörün yüzde 90’ını oluşturan özel tersanelerin büyük bir bölümü, yıllardan beri Tuzla bölgesinde faaliyet gösteriyor. Yaklaşık 40 şirketin bulunduğu Tuzla havzasında 30 bine yakın işçi çalışıyor. Yan sanayilerle birlikte toplam işçi sayısı 50 bine yaklaşıyor. Sendikal örgütlülüğün zayıf ve çalışma koşullarının son derece kötü olduğu bu tersanelerde çalışan işçiler için, yıllardır biriken sınıf çelişkileri dayanılmaz boyutlara ulaşmış durumda. Kapitalistler için yüksek kâr oranları demek olan bu sektör, işçi sınıfı için örgütsüzlük, esnek çalışma, düşük ücret, sendikasızlık, meslek hastalıkları ve ölümlü iş kazaları anlamına geliyor. Taşeronlaştırma, sigortasız çalışma, uzun ve yorucu iş saatleri ile geçen ve can güvenliğinin olmadığı sahalarda akıtılan alın teri... Kısacası tersane havzası işçiler için adeta bir cehennemi andırıyor. Ve denizin üstünde oluşturulan bu cehennemde işçi sınıfı kapitalizme hayat vermeye devam ediyor. Tersane bölgesinde çalışan işçilerin yaşadığı sorunların başında taşeronlar geliyor. Bir gemide 60’a yakın taşeron var. Tersanenin genelinde bu rakam 700’ü buluyor. Görüştüğümüz bir taşeron işçisi “işçi sınıfının örgütlenmesinden korkan patronlar taşeronları kullanıyorlar” diye söze başlıyor ve “patronların taşeronlar eliyle işçiler arasında rekabeti körüklediğini” ifade ediyor. Gün geçtikçe tüm sektörlere yayılan taşeronla çalışma yöntemi, sermayenin işçi sınıfının sendikal birliğinden duyduğu korkuyu ifade ediyor. Patronlar, taşeronlar aracılığıyla işçileri bölmeye ve küçük parçalara ayırarak örgütlenmelerinin önüne geçmeye çalışıyorlar. Ancak işçi sınıfının örgütlü mücadelesi bizlere patronlar, fabrikalar ve sektörler arasında hiçbir ayrım yapılamayacağını deneyimlerle göstermiş bulunuyor. Daha deneyimli ve bilinçli işçiler bu gerçeğin farkında. Bir sendika üyesi “sadece Tuzla’da birlik olmalarının yetmeyeceğini, İspanya’daki, Çin’deki veya diğer ülkelerdeki tersane işçileriyle birlik olmak gerektiğini, hatta ortak sendikalarının olması gerektiğini” ifade edip, işçi sınıfının mutlaka uluslararası dayanışma ve mücadele yürütmesi gerektiğini sözlerine ekliyor. Tersane işçileri günlük ücretlerle, yevmiye usulü çalışı-
yorlar. Ücretler düşük ve kimi zaman ödenmiyor. En düşük çalışma süresi 8 saat. Geminin inşasının, tamirinin bir an evvel tamamlanması için hafta sonları dahil, gün batımına dek çalışılıyor. Yoğun sömürünün yaşandığı ve ağır işçiliğin hâkim olduğu sektörde, işçiler günlük ortalama 25 ilâ 40 YTL arasında ücret alıyorlar. Tersane işçilerinin sosyal hakları hemen hemen hiç yok. Sigortaları genelde ayda bir haftayı geçmiyor. Servis veya yol ücreti ödenmiyor. “Bizler sigortalı olduğumuzu sanıyorduk, sonrasında bir araştırma yaptık ve gördük ki, sadece bir günlük sigortamız yatırılmış” diyor bir işçi. Soyunma, duş, tuvalet, dinlenme yerleri ya yok ya da sağlıksız ve kullanılamaz durumda. Yıllık izin hakkı gibi, iş yasalarında yer alan temel haklarsa neredeyse hiç uygulanmıyor. Tersane işçileri sık sık meslek hastalıkları, iş kazaları ve ölümle karşı karşıya geliyorlar. Kimyevi maddeler, paslı demirler ve kaynak dumanıyla zehirlenen işçiler için alınan tek önlem yoğurt yemek oluyor. Solunum maskelerinin verilmediği, düzenli sağlık kontrollerinin uygulanmadığı ve işyeri için sağlık koşullarının denetlenmediği açık bir gerçek. Örneğin 20 yıllık bir işçi kendi tersanesindeki bu sorunu şu şekilde ifade ediyor: “Çalıştığım gemi, krom gemisi. Bizlere haftada bir defa pazartesiden pazartesiye toz maskesi veriyorlar. Yoğun dumana maruz kalıyoruz ve daha fazlasını talep ediyoruz, yok deniliyor. Kirlendiği anda toz maskelerini değiştirmemiz gerekiyor, neden yok diye sorduğumuzda pahalı deniliyor.” Tersanelerde iş kazaları sıradanlaşıyor. İskelelerden düşen, elektrik çarpan, demir saçlarla ağır darbeler alan işçiler çoğunlukla ya işten atılıyor ya da sigortasız çalıştırıldıklarının açığa çıkmaması için özel hastanelerde kaçak tedavi ediliyorlar. “Çok sayıda kaza ve ölüm yaşanınca GİSBİR buraya bir hastane kurmak zorunda kaldı. Böylece hem para kazanıyorlar hem de kazaların kayıtlara geçmesine mani oluyorlar” diyor bir başka tersane işçisi. GİSBİR, tersane patronlarının örgütü olan Gemi İnşa Sanayicileri Birliği’nin kısa adı. Küçük kazalarla biten bir işgünü işçiler tarafından bir şans olarak değerlendiriliyor. Çünkü tersanelerde işçiler her an ölümcül kazalarla burun buruna geliyorlar. 90’lı yıl-
21
marksist tutum
lardan bu yana kayıtlardaki ölen işçi sayısı 55’leri buluyor. “Bir işçi saca basıp, üzerine devrilen sacın altında kalıyor ve oracıkta ölüyor.” Bir başka işçi, tanık olduğu ölümcül kazayı şu şekilde anlatıyor: “Tanklarda yangın çıktı. İçeride bir mühendis kalmıştı. Yangını haber alan patron derhal tankları kapattırdı. Yangının tüm gemiye sıçramasını istemiyordu. Ancak o mühendis orada sıkıştı ve yanarak öldü.” Tersane bölgesinde yoğun olarak Kürt işçiler çalışıyor. Tersanenin dışında kurulan işçi pazarlarında işe alınmayı bekleyen işçi grupları var. Bu işçi pazarındaki işçilerin çoğunluğunu da yine Kürt işçiler oluşturuyor. Pazardaki işçilerden biri “Urfa’dan 10 çocuğumu geçindirmek için geldim, ancak iş bulamadım” diyor. Kürt illerinden gelen ve kalacak yer dahi bulamayan işçiler, izbe barakalarda kalıyorlar ve düşük ücretle, sigortasız, uzun saatler boyu çalışmayı çaresizce kabul ediyorlar. Sömürü ve kölece çalışmanın doruğa ulaştığı tersanelerde işçi sınıfı örgütsüz ve dağınık. Havzada örgütlü bulunan sendikalar, Dok-Gemi İş, Harb-İş ve Limter-İş’ten oluşuyor. Harb-İş Deniz Kuvvetleri Komutanlığının sahibi olduğu Pendik Tersanesinde örgütlü. Limter-İş henüz herhangi bir işyerinde yetki alabilmiş değil. Özel tersanelerde örgütlü bulunan sendika ise Dok-Gemi İş. Genelde olduğu gibi tersane bölgesinde de işçiler sendikal mücadeleye uzak duruyorlar. Sendikalara karşı güvensizlik içindeler. İşçiler korkularını “sendikalaşmaya çalışsak hepimiz işten atılıp para kazanamayacağız, bizim korkumuz akşam eve para götürememek” diyerek dile getiriyorlar. Ne var ki, işçilerin sendikal mücadeleden uzak durma-
22
Kasım 2006 • sayı: 20
larının tek sebebi patrondan duydukları korku değil. Sınıf işbirlikçi sendikacılık yüzünden yaşanmış olan olumsuz deneyimler de, işçilerin sendikaya soğuk bakmasına neden olmuş. İşçilerin çıkarlarını öne alıp mücadeleci bir çizgiyi sürdürmeye çalışan anlayışlar da mevcut olmasına rağmen, polisin ve işverenlerin baskıları yüzünden bölgede henüz ciddi bir sendikal örgütlenme yaratılabilmiş değil. Hatta sendika üyesi bazı işçiler, kendilerinin mücadele ettiğini, ama yetkiyi işbirlikçi diğer sendikanın aldığını söylüyorlar. Sınıf mücadelesinin tarihi bizlere işçi sınıfının ekonomik, siyasi ve ideolojik mücadelesinin bir bütün olduğunu gösteriyor. Bu bütünlük içerisinde örgütlü işçi mücadelesi düz bir hatta ilerlemiyor. Başarılar kadar yenilgilerle dolu bir tarihe sahibiz. Unutmamamız gereken ders yenilgilerden öğrenmeyenlerin mücadelede bir arpa boyu yol alamayacağıdır. 1872 yılında, Kasımpaşa Tersanesi işçileri, 11 aydır ödenmeyen ücretlerini almak için greve çıkmışlardı. Bu grev, Türkiye tarihinde bir ilkti. Kasımpaşa tersane işçileri mücadeleye karar verdikleri o gün, bizlere de bir mücadele geleneği bıraktılar: Hak verilmez alınır… Sınıf mücadelesi sabırlı, planlı ve disiplinli bir mücadele olmak zorundadır. En olumsuz koşullarda, en gerici işçi örgütlerinde ve en karanlık dönemlerde dahi militanca bir mücadele çizgisini tutturmak zorunludur. Bilinçli her işçinin temel görevi, kapitalizme karşı ulusal ve uluslararası ölçekte bir mücadeleyi örmektir. Sınıfımızın uluslararası dayanışmaya, mücadeleye ve örgütlülüğe ihtiyacı var. Eskilerden kalma bir söz vardır: Gemileri yakmak. Kararlılığı ve cesareti ifade eden bu söz sınıf mücadelesinde alacağımız tutumumu da çok güzel özetliyor.
Sendikal Mücadelede İlkeli Tutum / II Elif Çağlı
Sol sekterlik Devrimci Marksizmden esinlenmiş gibi görünse de onu tam anlamıyla içine sindiremeyen küçük-burjuva devrimciliği, işçi hareketine uzandığı ölçüde burada çeşitli sol savrulmalara neden oluyor. Bu nitelikteki savrulmalar geçmişten günümüze çeşitli siyasal biçimler altında kendini ifade etti ve etmeye de devam ediyor. Ne var ki hemen hepsinde ortak olan yön, söz düzeyinde egemen olan keskin devrimcilik, bir başka deyişle devrimci lafazanlıktır. Somutlamak için kısa bir örnek verebiliriz. Diyelim işçilerin güncel talepleri uğruna mücadelenin küçümsenmesi ve yalnızca nihai devrimci hedeflerden söz edilmesi, bunu yapana söz düzeyinde daha keskin bir devrimci görünüm kazandırabilir. Ama işin gerçeğinde bu tutum illâ da daha mücadeleci olmak anlamına gelmez. Hatta tam tersine, bu tür tutumlar çoğunlukla pasifizmin üzerini örten bir kılıf işlevi görürler. Sendikal mücadele alanını ilgilendiren sorunlar bağlamında sol sekter tutumların çeşitlemelerine defalarca tanık olmuşuzdur. Sendikal mücadele denildiğinde görüş ufkunu Türkiye’de işçi sendikalarının içinde bulunduğu müflis durumla sınırlayan ve bu durumun değiştirilmesi için çaba sarf etmeyen yaklaşım tipik bir örnek oluşturur. Bu tür yaklaşımların tarihin hiçbir döneminde işçi mücadelesini başarılı kıldığı görülmüş değildir. Tersine, zaten varolan gerilemeyi ve küçük-burjuva karamsarlığını daha da derinleştirmektedirler. Sekterler daima çeşitli bahanelerle kendilerini haklı çıkartmaya çalışırlar. Yine bir örnekle somutlayalım. Sınıfın siyasal mücadelesinin birincil derecede önem taşıdığı ve devrimciliğin ekonomik mücadele sınırları içine hapsedilemeyeceği kesinlikle doğrudur. Ancak bu doğrudan hareketle, sendikal alanda yürütülmesi gereken militan mücadelenin küçümsenmesi noktasına savrulmak tamamen yanlıştır. Ne var ki, bir doğrudan bir yanlış türetmek küçük-burjuva solcuların belki de en önde gelen marifetlerinden biridir. Oysa devrimci geleneğimizin vazgeçilmez bi-
leşenlerinden biri olan Bolşevik çalışma tarzı, sol sekterlerin bir türlü kavrayamadıkları hususlara işaret ediyor. Bolşeviklerin işçi sınıfı içinde önderliği kazanabilmiş olmalarının en önemli nedeni, işçi-emekçi kitlelerin büyük küçük demeksizin tüm can yakıcı sorunlarına sahip çıkmalarıydı. Bir de meselenin asla göz ardı edilemeyecek diğer yönü, devrimci siyasi görevlerin çarpıtılmadan kavranması gereği var. Herkes için açık olmalıdır ki, devrimci parti işçiler arasında sendikal çalışma yürütmekle inşa edilemez. Marksist teoriyle donanmış ve eylem deneyimiyle çelikleşen kadrolar temelinde bir öncü devrimciler örgütü yaratmaya girişmeden de, parti inşa faaliyetinden bahsetmenin zaten bir anlamı yoktur. Bunlar son derece önemli sorunlardır. Ve bu tip sorunlar yalnızca tartışarak, laf üreterek değil, doğrusunu yapmaya çalışarak çözüm yoluna konabilirler. İşçi sınıfı içinde çalışma adına kendini ağırlıklı olarak sendikal mücadeleye kaptıran bir faaliyet tarzı, burada özetlemeye çalıştığımız temel siyasal görevi küçümsüyor demektir. Sol sekter tutumlara karşı mücadeleyi elden bırakmamak ne denli elzemse, temel siyasi görevleri küçümseyen sendikalizm eğilimini hoş görmemek de o denli zorunludur. Yanlışlara savrulmamak için, bazen tam olarak kavranamayan kimi hususlar üzerinde dikkatlice düşünmenin büyük yararı var. Örneğin, Bolşevik tarzda çalışma yürüten bir devrimciler örgütünün disiplinine bağlı olarak ve onun denetimi altında işçiler arasında sendikal faaliyete katılmanın sendikalizm sapmasıyla bir ilgisi yoktur. Bu husus iyi anlaşılmazsa, sol sekterliğe karşı eleştiri yürütenlerin bizzat kendilerinin sol sekterizme sürüklenmeleri kaçınılmaz hale gelir. Bazen devrimci dönüşüm geçirmeye başlayan işçilerin, çalıştıkları işyerlerinde kendilerini diğer işçilerden yalıttıkları ve siyasal çalışmaya önem verme adına sendikal mücadeleden uzak durdukları görülür. Oysa siyasal çalışma, işçiler arasında çeşitli düzeylerde yürüyen mücadeleden kopuk ve soyut bir olgu değildir. Siyasi anlamda yetkinleşmeyi,
23
Kasım 2006 • sayı: 20
marksist tutum
kendini diğer işçilerden soyutlayıp kişisel bilgi edinme hazzıyla yetinme şeklinde algılamak tam bir gaflete sürüklenmek anlamına gelir. Bu duruma düşenler, çalıştıkları fabrika ve işyerlerinde örgütlenme mücadelesinde bir işe yaramayan sekter unsurlara dönüşürler. Devrimci bir örgütlülük içinde yer alan ve devrimci teoriyle donanmaya başlayan bir işçinin, çevresindeki işçi arkadaşlarını geri bulduğu için onlardan uzaklaşmaya başlaması affedilmez bir hata olur. Bolşevik tarzda devrimci faaliyetin en önemli unsurlarından biri, ileriye çıkanın, henüz geride duranlara her alanda önderlik edebilme azmine ve yetisine sahip olmasıdır. Devrimci unsurların en önemli görevi, işçilerle her zaman en yakın temas halinde bulunmak ve çevrelerinde çeşitli düzeyden örgütlü işçi halkaları oluşturabilmektir. İşçi kitlesinin kitaplardan değil kendi deneyimlerinden öğrendiğini biliyoruz. Fakat devrimci kadrolar da saksıda yetişmez, devrimci nitelik taşıyan bir mücadele içinde eğitilir ve eylemler içinde olgunlaşıp pişerler. İşçilerin sınıf çıkarlarını savunma noktasında kendi haklılığına ve gücüne güvenen bir devrimciler örgütü, bu vasıflarını fiilen işçi çalışması içinde kanıtlamakla yükümlüdür. İşçiler küçük-burjuva devrimcilerden ve aydınlardan farklı olarak, kişileri ya da örgütlü çevreleri onların devrimci laflarının keskinliğine bakarak değil, canlı yaşam içindeki tutum ve davranışlarına göre tartıp değerlendirirler. O nedenle, ajitasyon ve propagandanın ve kadroların davranış tarzının işçiler tarafından doğru bir şekilde kavranması için özen gösterilmesi büyük önem taşır. Devrimci mücadelenin başlangıç dönemlerinde veya genç unsurlar arasında sol sekter tutumlara sürüklenenlerin sayısı hiç de az değildir. Lenin bu tür “çocukluk hastalıkları” üzerinde durmuş ve bu hastalıklara yakalanan devrimcileri eleştirmiştir. Sendikaların işçi aristokrasisi ve bürokrasisi nedeniyle içine sürüklendikleri durumu gerekçe göstererek, sendikalardan çekilme çağrısı yapan Alman solları bu duruma örnektir. Sendikalar işçi kitlesiyle birlikte bir tarafta dururken, gerici oldukları bahanesiyle bu sendikalarda çalışmayı reddetmek netice olarak zor koşullarda mücadele yürütmekten kaçmak anlamına gelmektedir. Bolşevik tarzda mücadelenin temel kurallarından biri de, kitleler neredeyse orada çalışma yürütmeyi bilmektir. Mevcut kitlesel sendikalar içinde mücadeleden vazgeçip temiz ama ufak yeni işçi birlikleri kurmayı düşlemek, sendikaların tabanındaki işçileri bürokratların ve burjuvazinin etki alanına terk etmek olur. Son olarak bir başka önemli noktaya değinelim. İşçi kitlesi arasında gerek duyulan örgütlenme biçimlerini belirleyecek olan esasen sınıf mücadelesinin ulaştığı düzeydir. Devrimci durumlarda fabrika komiteleri, işçi konseyleri gibi farklı türden işçi örgütlenmelerine ihtiyaç doğar ve sendikaların varlığı bu ihtiyacı ortadan kaldırmaz. Ama şu da bilinmeli ki, olağan dönemlerde bu tür örgütlenmeler için yapılan doğrudan çağrılar zamansız kaçar, istenen sonuca hizmet edemez ve havada kalırlar. Kuşkusuz, işçilerin dev-
24
rimci bilincini ve ufkunu geliştirmek amacıyla bu konular ele alınmalı, bunlara dair eğitici propaganda her zaman yürütülmelidir. Fakat somut taktiklerin belirlenmesi söz konusu olduğunda, değinmeye çalıştığımız farklı düzeyler arasındaki ayrım atlanamaz. Zamanı ve zemini bakımından uygun olmayan eylem çağrıları yarardan çok zarar getirir, başarılı olamadığı için gereksiz yere moral bozar ve devrimci hedefleri sıradanlaştırıp laçkalaştırır.
Kendiliğindenliğe tapınma İşçi sınıfının ekonomik mücadelesiyle siyasal mücadelesi farklı içeriklere sahipler, ama nihayetinde birbirlerinden tamamen kopuk da değiller. Zaten politikanın son tahlilde yoğunlaşmış ekonomi anlamına geldiği biliniyor. İşçiler ekonomik mücadele temelinde yalnızca tekil patronlarla karşı karşıya gelmekle kalmıyor, daha kapsamlı ekonomik hak talepleri için yürütülen eylemler onları patronlar sınıfıyla ve bu sınıfın devletiyle karşı karşıya getiriyor. Bu nedenle sınıfın sendikal mücadelesi kaçınılmaz olarak siyasi alana doğru uzanmaktadır. İşçi mücadelesinin ekonomik ve siyasal boyutları arasındaki ilişkinin doğru tarzda kavranması, bu ilişki alanından türeyen pek çok önemli sorunun aydınlatılması bakımından da önem taşıyor. Bu bağlamda, Marksist literatürde sıkça değinilen kendiliğindenlik olgusunu ele alabiliriz. Sınıfa dıştan planlı bir siyasi müdahale olmasa bile, işçiler arasında kapitalist düzene karşı kendiliğinden bir öfke ve tepkinin doğması doğaldır. Zaten bu “kendiliğinden unsur”, özünde tohum halindeki bir bilinçlenmedir; aslında bilincin ilk biçimidir. Sınıfın bağrından kopup gelen ilkel düzeydeki başkaldırmalar, işçilerin düzene karşı birlikte mücadelenin önemini hissetmeye başladıklarını ortaya koyar. Aslında bu ön mayalanmalar fevkalâde önem taşır. Çünkü belirli düzeyde kendiliğinden gelişen sınıf duygusu olmadan, işçiler arasında devrimci bilinç ve örgütlülüğün kök salmaya başlaması da olanaksızdır. Bu nedenle Lenin, kendiliğinden patlama niteliği taşıyan bir iktisadi grevin bile siyasal açıdan önem taşıdığına dikkat çekmiştir. Zira daha önce atalet içinde debelenen işçilerin, örgütlenmede ve mücadelede ilk adımları atmaları önemli bir gelişme demektir. Komünistler işçilerin kaydedeceği bu tür sıçramalara asla kayıtsız kalmamışlardır ve kalamazlar da. Parçalanmış ve birbirleriyle rekabet eden işçilerin artık ortaklaşa hareket etmeye başlamalarının ileriye doğru atılmış bir adım olduğuna ve bu yüzden sendikaların işçiler için bir dayanışma okulu işlevi görebileceğine Marx da dikkat çekmiştir. Aslında mutlak anlamda kendiliğinden, yani siyasetten ve siyasi çevrelerden hiç etkilenmeyen bir eylem ya da eylemlilik hali düşünülemez. O nedenle, kendiliğindenlik olgusunu daha kapsamlı siyasi içeriğiyle kavramak doğru olacaktır. Böyle yaklaştığımızda, kendiliğindenlik, devrimci siyasal bir örgütün önderlik etmediği eylem türünü veya
Kasım 2006 • sayı: 20 Ekonomistler işçi sınıfının mücadelesini, ücretlerin yükseltilmesi, çalışma koşullarının iyileştirilmesiyle sınırlı bir siyasete indirgemektedirler. Ama böyle bir siyaset, zaten işçi sendikalarının her zaman yapmakta oldukları işten ibarettir. Ekonomistlerin sloganının, siyasal eylem alanında kendiliğindenliğe boyun eğmeyi çok çarpıcı biçimde ifade ettiğini söyler Lenin. Zira sendikal mücadele, devrimci unsurların müdahalesi olmadığı takdirde zaten egemen sınıfın egemen fikirlerinin etkisiyle kendiliğinden siyasi bir niteliğe bürünmektedir. Bunun şu ya da bu türden bir burjuva partisinin siyaseti olduğu ise çok açıktır.
marksist tutum
böyle bir önderlik olmasa da her halükârda sınıfın içinden fışkırabilecek mücadele düzeyini anlatır. Türkiyeden bir örnek vermek gerekirse, 15-16 Haziran Direnişi son tahlilde kendiliğinden bir işçi direnişidir. Fakat burada meselenin asıl üzerinde durmak istediğimiz yönü, işçi sınıfının devrimci siyasal eylemine kıyasla ekonomik mücadelenin taşıdığı kendiliğindenlik özelliğidir. Devrimci Marksizmin kendiliğindenlik olgusu çerçevesinde boğuştuğu sorun, kapitalist düzene karşı işçilerin kendiliğinden gelişen tepki ve eylemleri olamaz. Yanlışlık, bu kendiliğinden eylemlerin yeterli görülmesi noktasında başlıyor. Çünkü kendiliğinden işçi hareketi nihayetinde sendikalizmden öteye geçemiyor veya burjuva sol siyasetlerin esiri oluyor. Kendiliğindenliğin önünde kölece boyun eğenler, devrimci siyaset ve devrimci örgütün gereğini ve işçi sınıfına devrimci bilincin taşınması görevini küçümsüyorlar. Bu çeşit yaklaşımlar zaman içinde belli başlı bazı siyasi akımlar da doğurmuştur. Bunlardan biri, işçi hareketinde anarşist düşüncenin etkisini yansıtan anarkosendikalizmdir. Bir diğeri ise, ekonomik mücadelenin kendisini bir siyaset katına çıkaran trade-unionizm yani sendikalizm veya Türkçe’de yerleşmiş deyişle ekonomizmdir. Tarihsel kökleri bakımından anarko-sendikalizm, Marksist düşünceye karşı çıkan Proudhon ve Bakunin gibi siyasetçilerin düşünceleriyle biçimlenmiş bir sol eğilimdir. Fransa’da defalarca örneklendiği gibi, bu siyasi eğilim aydın çevreler içinde yaygınlaştığı durumlarda militan sınıf mücadelesinden kopuk bir nitelik taşır. Fakat İspanya İç Savaşı döneminde görüldüğü üzere, militan işçilerce savunulduğunda devrim-
ci proleter özellikler sergilemesi de vakidir. Hemen belirtmek gerekir ki, İspanya benzeri örnekler aslında devrimci sınıf mücadelesinden, yani komünizmden etkilenen mücadeleci işçilerin yarattığı istisnalardır. Genelde ise, işçi sınıfının devrimci mücadelesine ters düşen anarko-sendikalizm en çok anarşizmin özellikleriyle bezelidir. Anarşizm, siyasal iktidarın işçilerce ele geçirilmesini ve bir işçi devletinin kurulmasını reddeden ve bu nedenle kapsamlı bir siyasal mücadelenin gerekliliğini yadsıyan bir siyasal akımdır. İşçilerde politik eyleme ve devrimci politikaya karşı kayıtsızlık uyandıran anarko-sendikalizm, bir başka uçta gibi görünen kardeşi ekonomizmle gerçekte pek çok benzerliklere sahiptir. Marksist kavrayışa aykırı bu iki siyasal eğilim, farklı içerik ve yöntemlerle de olsa, neticede sendikal mücadeleyi zararlı biçimde fazlasıyla ön plana çıkarmaktadır. İşçi sınıfının kurtuluşu mücadelesinin gerektirdiği devrimci siyasal önderliğin yaratılması görevinden kaçan anarko-sendikalizm, işçi sendikalarının önemini abartır. Sendikaların bağımsızlığını savunma adına, devrimci siyasal önderliğin sendikalara yol göstermesi ihtiyacına karşı çıkar. Aslında kendi görüşleri temelinde fiilen bir siyaset güden anarko-sendikalistler, iktidar mücadelesinin insanı kirleteceği gerekçesiyle işçileri devrimci siyaseti küçümseme ve ekonomik mücadeleyi yeterli görme batağına sürüklemektedirler. Bu akımın savunucuları, sendikaların ve kendiliğinden mücadelenin neredeyse burjuvaziyi devirmek ve sınıfsız-devletsiz toplumu kurmak için yeterli olacağı görüşünü geliştirmişlerdir. Siyasal iktidarın işçi sınıfı tarafından devrimci zor yoluyla ele geçirilmesi görevi bu
25 2 5
marksist tutum
çevrelerce küçümsenir ve burjuva düzeni devirmede genel grev silahının önemi yüceltilir. Özetle vurgulayacak olursak, icabında keskin devrimci nutukların ardına saklanmış bir kendiliğindenliğe tapınma arzusu anarko-sendikalistlerin tipik özelliğidir. İşçi hareketinin tarihi, işçi sınıfını devrimcileştirme çabasından kopuk küçük-burjuva devrimci radikalizminin sonunda diğer uca, reformizme savrulduğunu kanıtlayan sayısız örnekle dolu. Nitekim Avrupa ülkelerinde birinci emperyalist savaş öncesinde radikal söylem düzleminde keskinleşen ve Marksizmi yeterince devrimci bulmayan anarko-sendikalistlerin büyük çoğunluğu, emperyalist savaş patlak verdiğinde sınıf işbirlikçilerinin örgütü Sosyalist Enternasyonal’in peşinden gitmiş ve uzlaşmacılık batağına saplanmıştır.
Ekonomik mücadeleyle sınırlı siyaset Yine kendiliğindenliğin önünde boyun eğen ve ekonomik mücadelenin önemini abartarak bizzat bu mücadeleyi reformist bir siyaset kalıbına döken akım ise trade-unionizm diye adlandırılıyor. Esasen İngiltere’de doğmuş bulunan trade-unionizm akımı adını trade union yani sendika sözcüğünden almıştır. Bu bakımdan Türkçe’deki karşılığının da aslında sendikalizm olması daha doğrudur. Ne var ki trade-unionizm sözcüğü genelde dilimize ekonomizm diye çevrilmiş ve o şekilde yerleşmiştir. İşçi sınıfının kitlesel mücadelesinden kopuk küçük-burjuva sol sektlerin tersine trade-unionizm sendikal mücadele içindeki işçilere uzanmış, ekonomik mücadele ve reform talepleriyle sınırlı bir siyaset yaratmış ve bu temelde kitlesel bir güç haline de gelmiştir. Bu durumun en çarpıcı örneğini, bizzat işçi sendikalarının üzerinde yükselmiş bulunan İngiliz İşçi Partisi sunuyor. Bu örnek, işçilerin siyasal ve sendikal örgütleri arasında bağ kurmanın ve bu temelde kitleselleşmenin tek başına yeterli olmadığını, sonucun iyi ya da kötü oluşunu içeriğin (yani reformist mi yoksa devrimci mi) belirlediğini ortaya koyuyor. İngiliz örneğindeki bütünleşme, İşçi Partisini devrimci mücadeleye hayrı dokunacak bir önder durumuna getirmedi, sendikaları ve sendikalı işçileri bir burjuva işçi partisi niteliğiyle partileştirdi. Açıkça görülmektedir ki, işçilerin burjuva reformist siyasetin temsilcisi olan bir işçi partisinde toparlanmaları, işçi sınıfını kitlesel biçimde burjuva reformizminin kuyruğuna takmaktan başka da bir anlama gelmiyor. İngiliz İşçi Partisi veya Avrupa ülkelerindeki benzerleri (sosyal-demokrat ya da sosyalist adını taşıyan partiler), sendika bürokrasisi ile parti bürokrasisinin iç içe geçtiği bir durumu yansıtmaktadırlar. Bu özellikleri nedeniyle, hem bu partilerin taban örgütlerini oluşturan sendika branşlarındaki işçi kitlesi üzerinde bürokrasinin basıncı artmakta, hem de işçiler arasında burjuva reformist yanılsamalar katmerlenerek büyümektedir. Vaktiyle Çarlık Rusya’sında yaşanan deneyim de bir baş-
26
Kasım 2006 • sayı: 20
ka örneği oluşturuyor. O dönemlerde Avrupa’nın ileri kapitalist ülkelerinde doğan sendikal veya siyasal akımlar yalnızca kıta Avrupa’sını etkilemekle kalmamış, zaman içinde etki alanlarını fazlasıyla genişletmişlerdi. Böylece, sendikal mücadelenin rolünü abartan ve özü sendikalizm olan bir siyaset, burjuva demokratik hakların olmadığı Çarlık Rusyasında da uç vermişti. 1890’ların Rusya’sında işçileri uyandıran grev dalgasının etkisi, Lenin’in eleştirilerine konu olan ekonomizm hastalığını yaygınlaştırmıştı. Rusya’da ekonomizm, hatalı yaklaşımlar düzeyinde kalmamış ve Marksist temellerde yükselen devrimci hareketin karşısına dikilen belli başlı siyasal akımlardan biri olmuştu. İşçi yığınlarının uyanmaya başladığı ve sınıf bilincinin geliştirilmesinin son derece yakıcı bir önem kazandığı bir dönemde, ekonomistler sınıfa devrimci bilinç taşımak isteyen siyasal çevrelerin etkisini kırmaya çalışmışlardı. Lenin bilinç unsurunun küçümsendiğini kanıtlamaya çalışırken, ekonomistler bunun karşısına “gelişmenin kendiliğinden unsurunun önemi”ni çıkartıyorlardı. Sınıf içinde çalışma yürüten herkesin tanık olduğu gibi, sendikal mücadele alanına hapsolmuş işçiler daha ziyade ücretle, çalışma saatleriyle, sosyal haklarla ilgili talepler etrafında dönen ajitasyon ve propaganda faaliyetine sıcak bakmaktadırlar. Bunun dışında, söz konusu faaliyet örneğin ezilen ulusa ya da ezilen cinse yönelik baskılara karşı çıkmaya yöneldiğinde, aynı durumdaki işçiler tarafından fazla radikal veya fazla “siyasi” bulunmaktadır. Ekonomizm diye adlandırılan siyasal akımın başlıca iddiasını “ekonomik mücadelenin kendisine siyasal bir nitelik kazandırmak” şeklinde özetleyebiliriz. Fakat bu noktada bir yanılgıya düşmemek için önemli bir hususa da dikkat çekelim. “Ekonomik mücadeleyi siyasallaştırma” gibi vurgular bazen bilinçli olarak ekonomizmi savunmak anlamında değil, tam tersine zorunlu bazı görevlere işaret etmek için kullanılabiliyor. İşçilerin sendikal mücadeleyle yetinmelerinin önüne geçmeyi amaçlayan bir “siyasallaştırma” vurgusunun yanlış olduğu söylenemez. Ekonomizme düşmeme kaygısıyla kaskatı kesilmek, sendikal mücadeleyi siyasal mücadeleden tamamen kopukmuş gibi yorumlamak ve sendikal alanda siyasallaşma propagandasından geri durmak son derece zararlı bir eğilimdir. Ekonomistlerin anlayışı olan “iktisadi mücadelenin kendisine siyasi bir nitelik kazandırmak” yaklaşımı ise tamamen farklı bir içeriğe sahiptir. Ekonomistler işçi sınıfının mücadelesini, ücretlerin yükseltilmesi, çalışma koşullarının iyileştirilmesiyle sınırlı bir siyasete indirgemektedirler. Ama böyle bir siyaset, zaten işçi sendikalarının her zaman yapmakta oldukları işten ibarettir. Siyasi mücadele adına bu tür görüşler ileri sürmek, aslında işçi sınıfını sendikal siyaset düzeyine hapsetmekten öte bir anlam taşımaz. Ekonomistlerin sloganının, siyasal eylem alanında kendiliğinden-
Kasım 2006 • sayı: 20
liğe boyun eğmeyi çok çarpıcı biçimde ifade ettiğini söyler Lenin. Zira sendikal mücadele, devrimci unsurların müdahalesi olmadığı takdirde zaten egemen sınıfın egemen fikirlerinin etkisiyle kendiliğinden siyasi bir niteliğe bürünmektedir. Bunun şu ya da bu türden bir burjuva partisinin siyaseti olduğu ise çok açıktır. Bilindiği gibi, proleter devrimci mücadele reform mücadelesini, güncel talepler uğruna mücadeleyi dışlamıyor. Dolayısıyla komünistleri reformistlerden ayırt eden yön, yalnızca nihai hedeflerin propaganda edilmesi değil, reformların veya mütevazı görünen bir gündelik talebin bile işçilerin gözünü açacak, onları mücadeleye sevk edecek yöntemlerle elde edilmeye çalışılmasıdır. Oysa ekonomizm akımı, kapitalist düzeni devrimci yoldan yıkmayı değil de ekonomik iyileştirmelerle onu katlanabilir kılmayı amaçlayan reformist bir siyaset yaratmıştır. İşçilere bu burjuva siyasetini taşıyan ekonomistler, öncü işçilere devrimci bilincin taşınması için çabalayan Marksistleri kitleye önem vermemekle suçlamışlardır. Devrim kaçkını ekonomistlerin “işçi yığınlarına ağırlık vermeliyiz” gibi gerekçelerle kendilerini haklı çıkartmaya çalıştıkları bilinir. Buna benzer yaklaşımlara her dönemde olduğu gibi günümüzde de rastlamak mümkündür. Oysa işçi hareketi içinde çalışma yürütürken, kitleselleşme adına geri bilinç düzeyine sahip işçilere ayak uydurmak marifet değil, uvriyerizm yani işçi kuyrukçuluğudur. Geride duranları ileriye çekmek yerine onların nabzına göre şerbet vermek devrimci çalışma tarzıyla bağdaşamaz. Bu tür tutumlar, çevrede belirli işçilerin yığışmasını sağlayarak belirli bir başarı elde etmiş gibi görünebilir. Ama devrimci siyaset bakımından bunlar sakat temellerde elde edilmiş sözde başarılardır, ekonomistler açısından ise makbul siyasetin ta kendisidir. Ekonomik mücadele elbet önemlidir, fakat bu mücadelenin sınırlı bir etkisinin olduğu da asla unutulmamalı. Bu nedenle Marx, Ücret, Fiyat ve Kar adlı çalışmasında, işçilerin bu günübirlik mücadeleden elde edilecek başarıyı abartmamaları gereğine işaret eder. Bu mücadele düzeyinde işçiler, kapitalizmin yarattığı belli sonuçlara karşı çıkmaktadırlar. Ama bu sonuçları ortaya çıkaran nedenlere, yani kapitalist düzenin varlığına son verecek darbeleri henüz indirememektedirler. Bir başka deyişle, yalnızca acı dindirici ilaç kullanmakta ama hastalığı iyileştirememektedirler. İşçiler, sermayenin hak gasplarına ve düşen ücretlere karşı sürekli mücadele yürütmeli, fakat bu günlük mücadele içinde kaybolmamalı, bu kadarıyla yetinmemelidirler. Zira onların belini büken ve yoksulluk içinde süründüren kapitalist düzen, aynı zamanda ondan kurtuluşu sağlayacak maddi koşulları da yaratmıştır. Dolayısıyla, sendikalizmin ve burjuva liberalizminin, kapitalizm altında “adil bir ücret” gibi istemlerin gerçekleşebileceğine dair işçilerde yarattığı yanılsamalara kesinlikle karşı çıkılmalıdır. Unutulmamalı ki, asıl kötülüğün kaynağında ücretlerin şu ya da bu düzeyde oluşu değil kapitalist ücret sisteminin ta kendisi yatıyor. Bu gerçeği teşhir etmeyen bir propaganda, sömürüyü gözler-
marksist tutum
den gizler. O nedenle işçiler mücadele bayraklarının üzerine “Adil bir ücret” biçiminde tutucu sloganlar yazmak yerine, “Ücretli kölelik sisteminin ortadan kaldırılması” şeklinde devrimci bir slogan yazmalıdırlar. İşçilerin mücadelesinin devrimci doğrultuda ilerletilebilmesinde, yürütülecek propaganda ve ajitasyonun niteliği gerçekten de büyük önem taşıyor. Lenin komünistlerin işçi sınıfı içinde yürütecekleri propaganda ve ajitasyonda uyulması gereken kurala dikkat çekmişti. Amaçlanan, işçilerin yalnızca kendilerine yönelik baskı ve haksızlıklara tepki vermekle yetinmemeleri ve kapitalist düzenin çeşitli kesimleri ilgilendiren çok yönlü saldırılarına karşı çıkmalarıdır. İşçi sınıfı içinde gerçek devrimci siyasal bilinç ancak bu yöndeki çabalarla geliştirilebilir. Ancak bu noktada, yalnızca sabırlı bir çabayla aşılacak engeller olduğunu da göz ardı edemeyiz. Sınıf içinde çalışma yürüten herkesin tanık olduğu gibi, sendikal mücadele alanına hapsolmuş işçiler daha ziyade ücretle, çalışma saatleriyle, sosyal haklarla ilgili talepler etrafında dönen ajitasyon ve propaganda faaliyetine sıcak bakmaktadırlar. Bunun dışında, söz konusu faaliyet örneğin ezilen ulusa ya da ezilen cinse yönelik baskılara karşı çıkmaya yöneldiğinde, aynı durumdaki işçiler tarafından fazla radikal veya fazla “siyasi” bulunmaktadır. Ama durum böyledir diye, varolan bilinç düzeyine teslim olanlar da haklı görülemez. Zira sınıfın mücadele düzeyi, burjuva düzenin işçilerin zihninde oluşturduğu bu engelleri kırmakla, siyasal ajitasyonu sendikal mücadele alanının sorunlarıyla sınırlandırmamakla ilerletilebilir. Oysa ekonomizm, sendikal sorunlar etrafında dönüp duran bir bilinçlendirme çalışmasının işçi sınıfının eğitiminde en etkili ve yararlı araç olduğunu iddia ediyor. Yanlış eğilimlere bir başka örnek daha verelim. İşçilerin yalnızca fabrika içinde cereyan eden sorunların ajitasyonu temelinde uyandırılmaya çalışılması da neticede bir çeşit sendikalizmdir. Lenin Rusya’da yaşananlardan hareketle, işçi sınıfının uyanışı döneminde “fabrika bildirileri” yazım ve dağıtımına dayanan bir “gerçekleri teşhir etme” tutkusunun ortalığı sarabileceğine dikkat çekmişti. Fabrika bildirileri esasen fabrika sistemini teşhir ediyor ve işçiler arasında bu doğrultuda bir faaliyet isteği uyandırıyorlardı. Bu bakımdan genel uyanış dönemlerinde önemli bir işlevleri de olmaktaydı. Ne var ki bununla yetinmek veya bu noktada çakılı kalmak işçiler arasında devrimci siyasal bilinç ve örgütlülüğü asla geliştirmeyecektir. O yüzden de tamamen yanlış bir siyasal yaklaşımdır. Vaktiyle Lenin’in dikkat çektiği bu yanılgılara Türkiye’de tanık olmuşuzdur ve aslında tanık olmaya da devam ediyoruz. Ekonomik taleplere veya fabrika içi sorunlara hapsolan bir ajitasyon tarzı, küçük çevrelere sınıf içinde çeşitli bağlantılar kurma olanağı sağlasa da, bu çalışma tarzı sendikalizmdir. Böyle bir yol tutanlar en iyi ihtimalle devrimci sendikacılık yapmaya çabalıyor demektir, daha fazlası değil. Geçmiş deneyimlerin de ortaya koyduğu üzere, amatörlük sonunda ekonomizme sürükleyen bir faktördür. İşçi sınıfı
27
Kasım 2006 • sayı: 20
marksist tutum
içinde çalışma yürütmek isteyen dar grupların, birkaç küçük işletmede, bazı işyeri sorunları çerçevesinde dönen basit düzeyde bir ajitasyon faaliyetini abartmaları tam anlamıyla amatörlüktür. Devrimci örgütlülüğün inşası için gerekli ön hazırlık, bilgi ve deneyime sahip olmadan, salt bu tarz amatörce “fabrika çalışması” yürütmeyi Bolşevik tarz çalışma diye lanse etmek ise, gülünçlüğü bir yana düpedüz ekonomizmdir. Bu noktada Marx’ın bir toplantıda (Brüksel Komünist Haberleşme Komitesinin toplantısı) söylediği sözleri unutmak olmaz: “Bilimsel kesinlikte bir düşüncen ve sağlam bir öğretin olmadan işçilere hitap etmek, propaganda oyunu oynamaktır. Bu, bir yanda sanki kendisine vahiy inmiş bir peygamber, öte yanda da onu ağzı açık dinleyen birtakım eşekler bulunduğunu varsayan hilekârca boş bir oyundur. Cehalet hiçbir zaman kimsenin yarasına merhem olmamıştır!” Henüz yeterli donanımdan yoksun genç kadrolar, işçiler arasında sarf ettikleri amatörce çabalar nedeniyle bazen istemeden ekonomizme sürüklenebilirler. Bu konuyu biraz açalım. Bolşevik tarzda örgütlenmeye çalışan bir çevrenin başlıca görevinin, işçiler arasında devrimci aydınlatma ve devrimci tarzda örgütlenme faaliyeti yürütmek ve bu işçileri siyasal örgütlülüğe kazanmak olduğu bilinir. Bunu başarmanın yolu, karşılıklı güven tesisi temelinde işçileri sabırla devrimci mücadele konularına çekmekten geçer. Ne var ki bazı deneyimsiz örgütçüler bunu yapmak yerine, işçilerle daha yakın ve dostane ilişkiler kurmak adına bizzat kendilerini sendikal alana hapsedebilirler. Bir de, sendikal mücadele içinde kazanılan deneyimi yeterli görme ve devrimci önderliğin direktif ve denetimini gereğince dikkate almama yanılgısına sürüklenenler vardır. Bu durum sendika aktivistlerinin sıklıkla düştükleri bir hatadır ve tüm bu yalpalamaların adı da sendikalizmdir. Çeşitli tarihsel örnekler incelendiğinde, sendikalar içinde çalışma yürüten komünistlerin kendilerini tamamen ve yalnızca bu alan çalışmasına adapte etmelerinin her zaman oportünist sapmalara yol açtığı görülecektir. Sendikalizme sürüklenme, kitlelerin ruh halini ve onların mücadele kapasitesini giderek bir sendika sekreteri gibi değerlendiren bir kadro tipolojisi de yaratır. Bu noktaya kayanların, sınıfın devrimci mücadelesiyle ekonomik mücadelesi arasındaki ilişkiyi tersyüz edilmiş biçimde algılamaları neredeyse kaçınılmazdır. İçinde çalıştıkları alanın bindirdiği basınca dayanamayanlar sonuçta o basınç altında eğilip bükülmeye
28
başlarlar. Böylece sözde komünist ama gerçekte sendikacı politikacılar türer. Devrimci örgütlenme çabasının gereklerini başa alacak yerde sendikal çalışmanın içinde boğulan, sendikal alanın kendi yasası vardır mantığıyla tüm çalışmaları sendikanın tüzüksel kurallarına, sendika bürokrasisinin direktiflerine göre yürütmeye başlayan “devrimci” sayısı az değildir.
Muazzam bir silkiniş gerekli Tarih, sınıf mücadelesinde kaçınılmazlıkla çeşitli gelgitlerin yaşanabileceğini gözler önüne seriyor. Nitekim işçi sınıfının devrimci hareketinde önemli gerileme dönemleri yaşanmış ve bu tür dönemlerin olumsuz etkileri sendikal mücadele alanına da fazlasıyla yansımıştır. Son tarihsel kesitte dünya genelinde ve Türkiye özelinde yaşanan siyasal gerileme döneminin, sendikal harekette ve sendikal mücadeleye yaklaşım konusunda ciddi hasarlara neden olduğunu yadsıyamayız. İşçilerin kazanılmış haklarına ve mücadelelerine karşı sermaye cephesinin yürüttüğü genel saldırı bir yana, Türkiye’de 12 Eylül faşizm döneminin karşı-devrimci etkisi çok büyük olmuştur. Türkiye’de sendikal hareketteki gerileme bu durumu açıkça gözler önüne seriyor. Dünya genelindeki neoliberal saldırılara bağlı olarak çeşitli kapitalist ülkelerde de sendikalı işçi oranında ve daha da önemlisi sendikal mücadelenin militanlık düzeyinde önemli bir düşüş yaşandı. Ne var ki Türkiye’de yaşanan gerileme çok daha muazzam boyutlarda oldu. Ayrıca unutulmamalı ki, işçi hareketi son dönemlerde diğer kapitalist ülkelerde yer yer belli bir toparlanma kaydediyor. Hatta bazı ülkelerde daha da önemli düzeylerde yükselişler yaşanabiliyor. Ama Türkiye’ye baktığımızda, solda hatalı yaklaşımların yıllar içinde biriktirdiği sorunlar bir yana, esasen 12 Eylül faşizminin sonucu olan koskoca bir enkaz ortada öylesine duruyor. Faşizm ve gericilik yılları boyunca işçi sınıfı siyasi yaşama indirilen darbelerden fazlasıyla nasibini aldı, devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyinde endişe verici bir düşüş yaşandı. Daha sonra burjuva rejimde görece bir olağanlaşma kaydedilmiş ve devrimci çevrelerde yeniden bir toparlanma çabası gözlenmişse de, Türkiye’de işçi hareketinin gerek siyasal gerek ekonomik mücadele açısından belini doğrultabildiğini henüz söyleyemiyoruz. Böylesi durumlarda sıklık-
Kasım 2006 • sayı: 20
la karşılaşıldığı gibi, sınıfın sendikal ve siyasal mücadelesi arasındaki ilişkinin devrimci tarzda kavranışı bakımından da esaslı bir gerileme ve çarpılma mevcut. İşçi sendikalarının durumu ise gerçekten de insanı isyan ettirecek düzeyde. Ama şu da bir gerçek ki, sorunları müzminleştiren faktör esasen siyasal alandan kaynaklanıyor. İşçi sınıfının devrimci siyasal örgütlülüğü geliştirilmedikçe, sendikal hareketi anlamlı düzeyde ileriye çekmek ve sendikaları militanlaştırmak da mümkün olamayacak. Geçmiş dönem unutulmasın. Tüm eksikliklerine ve hatalarına karşın, ‘80 öncesinde Türkiye’de devrimci örgütlerin sendikal mücadeleye militanlaşma doğrultusunda bindirdiği önemli bir basınç vardı. Bu faktör hiçbir şekilde göz ardı edilemez. Günümüz ortamı ise, siyasi yaşamda sistematik baskıların sonucu oluşan pörsüme, işçilerin aktif siyasete yabancılaşması, işsizlik kırbacının korkusuyla en ufak hak arama eyleminden bile uzaklaşma gibi olumsuzluklarla belirginleşiyor. Bu tablo 12 Eylül 1980 öncesiyle kıyaslandığında, adeta karanlıklar çağına dönüş gibi görünüyor. Bugün gerileme döneminden çıkabilmek için işçi hareketinde muazzam bir silkinişe, siyasal yaşamda köklü niteliksel dönüşümlere ihtiyaç var. Çürümüş ve ipliği pazara çıkmış kimi burjuva partilere karşı kendini işçi-emekçi kitlelere yeni bir umut diye satan burjuva partilerin yarattığı siyasallaşma, çarpık ve sözde bir siyasallaşmadır. Dolayısıyla mevcut olumsuzluğu asla ortadan kaldırmamaktadır. AKP örneğinin kanıtladığı bir gerçek var. Beyler, paşalar, patronlar saltanatının hüküm sürdüğü bu dünyada, kitlelerin dini inançlarını istismar ederek, onlara “katlanmayı”, “isyan etmemeyi”, “boyun eğmeyi” öğütleyen bir burjuva partisinin işçi sınıfının yeniden uyanışına hiçbir hayrı dokunamaz. İşçi-emekçi kitlelerin sorunları, sözümona yeni görünümlü burjuva partilerle çözümlenemez. Kapitalizmin yarattığı yoksulluk, işsizlik, haksız savaşlar ve toplumsal yozlaşma bataklığından kurtulabilmek için, işçi sınıfının devrimci bir siyasal örgütlenmeye ihtiyacı var. Devrimci siyasetin işçi kitlelerini hareketlendiren rüzgârı ve buna bağlı olarak sendika tabanlarından sendika bürokrasisine yönelen mücadele olmaksızın, sendikal alandaki bataklığın kurutulması mümkün olmayacak. Bu çözümleme, işçi sınıfının kendiliğinden mücadelesindeki canlanmanın da devrimci mücadeleye ivme kazandırabileceğinin yadsınması anlamına gelmiyor. Devrimci çabaların işçi hareketinde yaratacağı ilerleme ile kendiliğinden silkinişler arasında, her düzeyde dönüp birbiri üzerinde etkide bulunan canlı bir diyalektik ilişki var. Bu ilişkiyi yok sayan ve hareketlenmenin kendisini tek yönlü tasavvur eden yaklaşımlar skolastik mantığa hizmet ediyorlar. Yine de birincil derecede önemli olan faktörü belirtmeliyiz. Devrimci örgütlenmenin kırbacını hissetmeyen sendikal mücadele, burjuvazinin yedeğine koşulmaktan asla kurtulmamıştır ve kurtulamaz da. İşçi sınıfının devrimci mücadelesinin yükseliş kaydetti-
marksist tutum
ği dönemlerde daha geniş kitlelerce ve daha kolay biçimde kavranan bazı temel yaklaşımlar, siyasal gericilik dönemlerinde genelde çok yönlü çarpılmalara maruz kalıyor veya unutuluyorlar. Sendikal mücadeleye devrimci yaklaşımın nasıl olması gerektiği konusu da buna örnek teşkil ediyor. Sınıf mücadelesinde işçiler aleyhine cereyan eden gerileme dönemleri, yalnızca işçi örgütlerini değil devrimci düşünce ve yaklaşımları da daha önce kazanılmış mevzilerden bir hayli gerilere savurabiliyor. Böylece geçmişte kaldığı sanılan hastalıklar yeniden bünyeyi sarabiliyorlar. Eski hastalıkların her yeni tarihsel aşamada bir dönem yeniden nüksedebileceği zaten Marksizmin işaret ettiği bir gerçektir. Böylesi dönemlerde, geçmişte neredeyse herkesin bildiği varsayılan en basit gerçekleri bile bıkıp usanmaksızın yeniden gün yüzüne çıkartmak zorunlu hale gelmektedir. Üstelik boğuşmak zorunda kalınan sorunlar yüzeyde değil, derinlerdedir. Örneğin, sol sekterlik ve sendikalizm diye niteleyebileceğimiz farklı mahiyetteki iki önemli savrulmanın izlerine bugün Türkiye’de Marksist geçinenler arasında da pekâlâ rastlayabiliyoruz. Nükseden bu hastalıkların zararlı etkileriyle mücadele önemli ve güncel bir görev niteliği taşıyor. Kısacası, sınıf mücadelesini ilgilendiren hangi soruna el atarsak atalım, çözüm aynı yerden geçmektedir. Tüm enerjiyi ve çabaları, işçilerin devrimci örgütlenme ve mücadelesini güçlendirmeye hasretmek dışında bir kurtuluş yolu bulunmuyor. Sendikal mücadelede militan bir silkiniş de ancak bu sayede mümkün olacaktır. Mevki ve makam düşkünlüğü, koltuk sevdası olmaksızın sınıf içinde devrimci çalışma yürütenler için sendikal mücadelede başarı ölçütü, işçileri daha örgütlü ve mücadeleci kılabilmek dışında başka bir şey olamaz. Tüm kapitalist ülkelerde sendikalı işçi sayısının düşüklüğü hesaba katılırsa, günümüz dünyasında güçlü bir sendikal mücadele için örgütsüzleri kazanmaya çalışmanın ne denli büyük bir önem taşıdığı da kolayca anlaşılır. Bu bakımdan, sendikasız işçilerin sendikalaşması, sendikalı işçilerin işyerleri ve fabrikalarda sendikalarına fiilen sahip çıkacak ve onları denetleyecek tarzda örgütlenmeleri için çaba sarf etmek gerektiği açıktır. İşçi aristokrasisini besleyecek mesleki çıkarlar savunusuna, küçük işyerlerinin sendikacılar tarafından gözden çıkartılması eğilimine, vasıfsız işçilerin küçümsenmesine karşı azimli bir mücadele yürütülmeli. Sendikal demokrasiyi, militan sınıf sendikacılığını, mücadeleci taban örgütlenmesini en azimli ve ilkeli biçimde savunanlar komünistler olmalı. İşçi sınıfının mücadele birliğini sağlamak üzere, haksız savaşa, sermayenin baskılarına ve sosyal hak gasplarına karşı işçilerin ortak eylemini örgütlemeye göz dikilmeli. Muazzam bir silkiniş hiçbir alanda kendiliğinden gerçekleşmeyecek. Yeni mevziler, temel görevler yerine getirildiği ölçüde tırnakla sökülüp kopartılacak. www.marksist.com sitesinden alınmıştır
29
Kapitalist Toplumun İdeolojik Düzenleyicisi: Medya Kerem Dağlı
30
S
on zamanlarda yazılı ve görsel basında, televizyon programlarının içeriğinin belirlenmesinde reyting kaygısının çok fazla ön plana çıkması, gazetelerden ve televizyonlardan verilen haberlerin ne kadar “doğru ve tarafsız” olduğu, özellikle televizyon programlarındaki düzeysizlik gibi konular üzerinden yürüyen bir “medya ve etik” tartışmasına tanık oluyoruz. Gazeteciler, yazarlar, program yapımcıları, “aydınlar” vs. bir bir ekranda boy gösterip konu hakkında yorumlarda bulunuyorlar. Kuşkusuz bu tartışmalar yeni olmadığı gibi, televizyon programlarında boy gösterenlerin niyeti de halka gerçeği ve doğruyu anlatmak değildir. Ancak medyanın, gerçekten de “doğru ve tarafsız” bir konumda olup olmadığı yahut neden sürekli olarak poplaştırılmış düzeysiz bir kültürü yaymaya çalıştığı gibi soruları cevaplandırmak önemlidir. Çünkü televizyonuyla, radyosuyla, gazetesiyle ve dev film şirketleriyle topluca medya olarak adlandırılan bu aygıt, bıraktık günlük hayatı, artık yatak odalarına kadar girmiş ve neredeyse tüm yaşamı, kitlelerin bilincini kontrolü altına almış durumdadır. İş o noktaya gelmiştir ki, onunla yatılıp onunla kalkılıyor, onunla ağlanıp onunla gülünüyor. Eskiden gözümüzle görmediğimize inanmazdık, şimdi televizyonda görmediğimize inanmıyor, orada gördüğümüz her şeye de inanıyoruz. Oysa yapılması gereken onu ciddi bir sorgulamadan geçirmektir. Sermayenin emrindeki bu devasa aygıtın yapısını ve işlevini sorgulamadan, tartışmadan ve eleştiriye tabi tutmadan, bilincimiz ve duyularımız üzerindeki hâkimiyetini kıramayız. Bu yüzden günlük hayatımızın en mahrem köşelerine kadar giren medyayı, kapitalist toplumdaki işlevini, yapısını ele alıp sorgulamak gerekiyor. Çünkü burjuvazi medya aracılığıyla toplumu, kapitalist sistemin sürmesi konusunda ikna ediyor ve denetimi altına alıyor.
Kasım 2006 • sayı: 20
Bacasız sanayi “medya” Günlük dilde radyo, televizyon, gazete, dergi gibi elektronik ve/veya yazılı basın organlarını anlatmak için kullanılan ortak bir terim olan medya kavramının teknik anlamı “kitle iletişimi araçları”dır. Her ne kadar medya dendiğinde ilk akla gelenler televizyon ve gazete olsa da, o sadece bundan ibaret değildir. Televizyon ve radyo kanallarıyla, gazete ve dergilerden oluşan basın kuruluşlarıyla, dev film şirketleriyle, internet üzerinden hizmet veren kuruluşlarıyla, büyük eğlence ve yapım şirketleri ve daha pek çok yan faaliyet alanıyla, medya muazzam sermaye yatırımlarını barındıran ve binlerce insanın çalıştığı devasa bir sektör durumundadır.1 Gelişimi özellikle 80’li yıllardan sonra ciddi biçimde ivmelenmiş ve 90’lı yıllardan sonra bilişim alanındaki gelişmelere paralel olarak tam anlamıyla bir sıçrama yaşamış olan medya sektörü, büyük sermaye gruplarının işin içinde yer aldığı büyük ve kârlı bir pastadır.2 Devlet ve medya, burjuvazinin emrinde ve işbirliği içinde, ama farklı yöntemler ve araçlarla, onun sınıf egemenliğinin sürmesine hizmet ederler. Bu yüzden, ekonomik ve siyasi mekanizmalarla sürdürülen devlet-medya ilişkisindeki dengenin korunması burjuvazi açısından önemlidir. Zaman zaman çatışmalar ve sürtüşmeler olsa da, bu, burjuvazinin kendi iç çatışmalarına paralel olarak gelişen süreçlerin yansımalarının ifadesidir.
Batılı sanayileşmiş ülkeler aynı zamanda en büyük televizyon programı satıcılarıdırlar ve bunların üçte ikisi ABD’li tekellerdir. Medya sektöründeki lider şirketlerin bulunduğu ABD’de sektörün %90’ına yakını 24 büyük tekelin egemenliğindedir. Tekelleşme o boyuttadır ki, küresel düzeyde faaliyet gösteren birkaç büyük şirket (CBS, NBC, ABC, RTL, SAT-1 vb.), dünya çapında da medya faaliyetlerinin %80’inden fazlasını kontrolleri altında tutmaktadır. Üstelik bunlardan üç tanesi tek başına General Electric’e, ikisi de Westinghouse tekeline aittir. Yine “beş büyükler” olarak bilinen AU, UPI, Reuters, AFP ve TASS gibi alanlarında tekel durumunda olan haber ajansları, tüm dünyadaki haberlerin %90’ını üretmekte ve dağıtmaktadırlar. Alman medyası üç büyük sermaye grubunun (Bertelsmann, Springer, Kirch) denetimindedir. İtalya’da özel televizyon kanallarının dörtte üçü meşhur başbakan ve “medya yıldızı” Berlusconi’ye aittir. Türkiye’de de medya sektörü 5 büyük holdingin elindedir. Bunların en büyüğü olan Doğan Grubunun bünyesinde 5 televizyon kanalı, 15’ten fazla günlük gazete, 39 dergi, 1 dağıtım şirketi (Türkiye çapında dağıtım yapan iki gruptan biri), 3 haber ajansı, 5 radyo istasyonu, 3 yayıncılık şirketi ve bunların yanı sıra farklı sektörlerde onlarca kuruluş (bankalar, petrol şirketleri vb.) bulunuyor.
marksist tutum
Büyük sermaye grupları ve tekellerin sahip oldukları güçle bütün kontrolü ellerinde tuttukları medya sektörünün, burjuva devletle ve siyasi yapıyla da son derece girift ilişkileri mevcuttur. Medya, burjuvazinin sınıf egemenliğini sürdürmesinin en önemli araçlarından biri olduğundan, medya ve devlet arasındaki ilişki de kaçınılmaz ve köklüdür. Toplum üzerindeki güçlerine ve siyasi partilerle kurdukları ilişkilere dayanarak, hemen her medya grubu devletten ciddi yatırım teşvikleri, ucuz ve bazen neredeyse geri dönüşsüz krediler, primler, döviz tahsisleri alırlar. Kurdukları paravan şirketler ve konsorsiyumlarla ihaleler “kapar”, özelleştirmelerde kârlı kuruluşları ele geçirir, kısacası devletten ciddi biçimde nemalanırlar. Ayrıca devlet, ulusu ilgilendiren tüm siyasi gelişmelerde en büyük bilgi tekeli olduğundan, medyanın da bu konudaki asli haber kaynağıdır. Bu alış-verişin diğer ucunda da medya organlarının, yaptıkları haber ve programlarda, devletin resmi görüşünün ve politikalarının propagandasını yapması, hükümet aleyhine olacak düşünce ve görüşlere fazlaca yer vermemesi, devlet aleyhine hareket etmemesi beklenir. Devlet ve medya, burjuvazinin emrinde ve işbirliği içinde, ama farklı yöntemler ve araçlarla, onun sınıf egemenliğinin sürmesine hizmet ederler. Bu yüzden, ekonomik ve siyasi mekanizmalarla sürdürülen devlet-medya ilişkisindeki dengenin korunması burjuvazi açısından önemlidir. Zaman zaman çatışmalar ve sürtüşmeler olsa da, bu, burjuvazinin kendi iç çatışmalarına paralel olarak gelişen süreçlerin yansımalarının ifadesidir. Bu bağlamda, medya ve devletin nasıl da sıkı ve derin bir işbirliği ve işbölümü içerisinde çalıştıklarının kavranması ve medyanın, devlet ve hükümet politikalarının hayata geçirilmesi bakımından da ne derece önemli olduğunun bilinmesi gerekir. Öte yandan, medya sektöründe çalışanların durumu ise, kuşkusuz diğer sektörlerde çalışanların durumuna da koşut olarak, tam anlamıyla içler acısıdır. Özellikle son yirmi yıldır büyüyen bir sektör olan medyada, çalışanların sayısı da hızla artmaktadır. Ama buna karşılık iş koşulları, çalışma saatleri ve ücretlerde sürekli bir kötüye gidiş söz konusudur. Medya çalışanlarının sendikal örgütlenmeleri zayıftır ve önünde ciddi yasal ve fiili engeller mevcuttur. Türkiye’de bu oran %3’ün altındadır. Büyük medya gruplarının hiçbirinde, ne gazetelerde, ne televizyon kanallarında ve ne de radyo istasyonlarında sendika bulunuyor. Sigortasız işçi çalıştırılması son derece yaygındır. Deneme ve işi öğrenme süresi adı altında, sigortasız ve ücretsiz işçi çalıştırılmaktadır. Medya kuruluşunun yayın politikasına ters düşenler için işten atılmak, alışılmış ve kanıksanmış bir uygulamadır. Basın çalışanlarına yönelik alıkoyma ve tutuklamaya ilaveten taciz ve gözaltı gibi uygulamalar son derece yaygındır. Dünyada her yıl onlarca gazeteci, muhabir veya basın işçisi, haber yapmak uğruna öldürülmekte, binlercesi de bu uğurda yaralanmakta veya şiddete maruz kalmaktadır.
31
marksist tutum
İdeolojik bir aygıt olarak medya Medya bir yandan sermayenin ciddi kârlar elde ettiği bir sanayi kolu iken, diğer yandan da burjuva sınıfın ideolojik hegemonyasını kurmasının ve sürdürmesinin bir aracıdır. Bunun için burjuvazinin, toplumun sürekli değişen koşullarına uygun olarak ideolojik yeniden üretimini gerçekleştirmesi ve bu ideolojiyi toplumu oluşturan bireylere ulaştırarak ve onların bu düşünceleri sahiplenmesini sağlayarak, ideolojik hâkimiyeti ve denetimi sağlaması gerekir. Bunu medyanın yanı sıra din, eğitim, kültür, aile gibi çeşitli kurumlar aracılığıyla da yapar. Bizim üzerinde durduğumuz medya kurumu ise, bugünün koşullarında, bu araçların içinde en güçlü ve etkili olanıdır. Üretim araçlarına ve şiddet araçları tekeline sahip olmak burjuvazinin düzenini sürdürmesine yetmez, burjuvazi topluma kendi doğrularını ve gerçeklerini, yani ideolojisini benimsetmek, kabul ettirmek zorundadır. Yutulmaya hazır haplar halinde mesajlara çevrilen bu “doğrular ve gerçekler”, topluma medya aracılığıyla iletiliyor. Dolayısıyla, burjuva ideologlarınca “kitle iletişimi aracı” gibi tumturaklı kavramlarla ifade edilen medyadan anlaşılması gereken, kitleyi oluşturan birey veya grupların birbirleriyle olan iletişimleri değil, kitle iletişim aracına sahip olan kapitalistin ve tabii onun şahsında tüm kapitalist sınıfın, kitleye istediği mesajı vermesidir. Bu mesaj, kimi zaman bir haber yoluyla, kimi zaman bir eğlence programında, kimi zaman üstü örtük, kimi zaman da açıktan verilebilir. Önemli olan kitle iletişim araçlarının mülkiyetine de sahip olan burjuvazinin çıkarına olan mesajın verilmesidir. Toplumu oluşturan büyük çoğunluğa mensup olanların kendi mesajlarını medya yoluyla topluma iletmesinin önü ise çeşitli yöntemlerle, fiilen ya da yasal olarak kesilir. Sadece ve göstermelik olarak, kitle içinden “seçilmiş” kişi veya grupların sesinin duyulmasına izin verilir. Bu anlamda medyanın, toplum üzerinde olduğu kadar kendi içine ve sektöre dönük olarak da ciddi bir denetim mekanizması vardır. Medya kuruluşlarının yayın kurulları bir otosansür kurumu gibi çalışır. Onların elinden kurtulmayı başaranlar da devletin RTÜK gibi sansür yahut denetleme kurullarına takılırlar. Bir yandan yasalar ve ağır cezalar, diğer yandan da devletin fiili engellemeleri sayesinde toplum, içinde yaşadığı gerçekliğin bilgisinden mahrum bırakılarak ona sunulan “gerçekliği” kabul etmek zorunda kalır. Burjuva medyanın yapmaya çalıştığı şey, burjuvazinin “doğru”larını, istenilen zamanda ve biçimde, topluma ulaştırmaktır. Geriye kalan tüm faaliyetler, mesajın alınabilirliğini ve kabul edi-
32
Kasım 2006 • sayı: 20
lebilirliğini sağlamak ve arttırmak içindir. Kuşkusuz işin ticari boyutu da bunun dışında veya bundan bağımsız değildir. Reklâmlar yoluyla elde edilen muazzam gelirler, televizyon ve eğlence programlarının satılması vs. hepsi de bu amaca uyumlu biçimde yapılır ve zaten tam da bunlar, mesajın verilmesinde kullanılan araçlardır. Örneğin, günlük yayın süresinin onda birine ulaşan televizyon reklâmlarında sadece ürünün tanıtımı yapılmaz. Aynı zamanda bir yaşam ve düşünce tarzı da ürünle birlikte tanıtılır, propagandası yapılır, cazip ve vazgeçilmez kılınarak satılır. Kitleyle kurulan bu tek yönlü iletişimde, mesajın verilmesinin yani ideolojik propagandanın çok çeşitli yol ve yöntemleri vardır. Ancak zihniyet ve amaç değişmez. Medya kuruluşlarının temel görevinin, topluma “doğru ve tarafsız” haber vermek olduğu söylenir. Oysa gerçekte medyanın tam da yapmadığı şey budur. Bu tam bir aldatmacadır. Tarafsız olmaları bir yana, tüm televizyon ve basın kuruluşları, bilgileri ve olayları şirket ve devlet politikalarının süzgecinden geçirerek ve yorumlayarak haber üretirler. Televizyon ve gazetelerin yayın kurulları, bilgiyi gizlemek, eksik vermek, çarpıtmak, seçerek vermek ve yorumlamak suretiyle toplumu manipüle eder, yani kendi amaçları doğrultusunda yönlendirir veya etkilerler. Dolayısıyla işin sırrı habere konu olan bilginin doğru olup olmamasında değil, hangi bilginin nasıl verildiğinde yatar. Örneğin İsrail’in Lübnan’a saldırısı esnasında, istisnasız tüm televizyon kanalları ve gazeteler, savaşı ilk kimin başlattığına odaklanarak, saldırıların Hizbullah militanlarının iki İsrail askerini kaçırmasının ardından başladığını söylediler. Gerçekten de iki İsrail askeri kaçırılmış ve ardından İsrail de saldırıya geçmişti. İşte tam da burada medyanın kullandığı sinsi yöntemleri birarada görüyoruz. Birincisi, İsrail saldırısının sebebi iki askerin kaçırılması değildi, ama bu iki bilginin ardı ardına verilmesi izleyenlerin bilincinde otomatik olarak bu sonucu doğuruyordu. Aslan av-
Kasım 2006 • sayı: 20
cıya saldırdı ve avcı da onu vurdu. Demek ki avcı, kendisine saldırdığı için aslanı vurdu! Kimse şunu sormaz, peki, avcının orada ne işi vardı? İkinci olarak, önemli olan savaşı kimin başlattığı değil, bu savaşta kimin haklı kimin haksız oluşudur. Haberin yorumlanarak verilişi, izleyenlerin bilincinde ikinci bir çarpılmaya yol açmıştır. Aslanın, kendisini avlamaya gelmiş olan avcıya saldırmasından daha doğal ne olabilir? Hangisinin önce saldırdığının bir önemi var mıdır? Ama daha baştan önyargılı ve taraflı bir şekilde ele alınan ve sunulan haberin içinde, iki İsrail askerinin yüzlerce Lübnanlıdan daha değerli olduğu anlayışı vardır. Avcının aslanı avlama hakkı vardır, ama aslanın kendini savunma hakkı yoktur. Hizbullah militanları “terörist” olarak nitelendirilirken, terörist İsrail devletinin ordusundan “operasyona” çıkmış askerler olarak bahsedilir. Masum ve insan olarak yüceltilen, bizden biri olan avcıya karşılık, vahşi ve saldırgan olarak aşağılanan, bizden olmayan bir hayvan olarak nitelenen aslan! “Doğru ve tarafsız” haber adı altında asıl amaçlanan, burjuva ideolojisine uygun haberlerin, programların ve düşüncelerin yayınlanması, diğerlerinin ise haber değeri taşımadığı, reytinginin yüksek olmadığı ya da “politik” olduğu gerekçesiyle sansür edilmesidir. Burjuva medya için “doğru” haber, kendi sınıfsal çıkarlarına uyan ve kendi politikalarını doğrulayan haberdir. Tarafsızlık ise tam bir palavradır. Kendileri de dev birer sermaye kuruluşu olan medya holdinglerinin, üstelik diğer sermaye grupları ve devlet ile bu kadar iç içe geçmişken tarafsız kalması mümkün müdür? Tarafsızlık söylemi, her yerde olduğu gibi, burjuva siyasetinin haricindeki siyasetlerin dışarıda tutulması için kullanılan bir filtredir. Burada tarafsızlıktan olsa olsa, farklı sermaye grupları yahut burjuva fraksiyonları arasında taraf tutmamak anlamında bahsedilebilirse de, fiilen baktığımızda bu açıdan da bir tarafsızlık olmadığını
marksist tutum
görürüz. Tersine her medya grubu, yakın olduğu siyasi kanadı tutmakta ve neredeyse bütün yayın politikasını (haberlerin yorumlanış biçimi, seçilen film ve programların içeriği, gazetede yazan köşe yazarlarının siyasi kimliği, reklâm alınan şirketler vs.), bu kanadın politik tercihlerine göre şekillendirmektedir. Bu ölçüde politize olmuş, tarafgir bir medyanın, kalkıp ta tarafsızlıktan bahsetmesi bile aslında hangi tarafta yer aldığının bir kanıtıdır. Büyük medya kuruluşlarının yayın kurullarında bulunan profesyonel yöneticiler (ki çoğunlukla sermayedarların bulunduğu yönetim kurullarının da içinde yer alırlar ve medya patronlarının yönelimlerini yansıtmakla yükümlüdürler), yönetim kurullarında belirlenen yayın politikalarına harfiyen uyar ve tüm çalışanları da buna uydururlar. Çeşitli devlet birimleri, periyodik olarak muhtelif siyasi konu ve olaylarda, bu kişilere brifingler vererek onları devletin veya hükümetin politikaları konusunda “bilgilendirir” ve yönlendirirler. Bu çemberin dışına çıkmak mümkün değildir, çıkmaya çalışan olursa da tamamen tasfiye edilir. Bu inceltilmiş sansür mekanizması sayesinde, yayınlarda kullanılan söylem de düzenlenir ve ortak bir dil tutturulur. PKK, Hizbullah veya Hamas gerillalarından yahut militanlarından sürekli olarak “terörist” diye bahsedilmesi buna iyi bir örnektir. “Güney Kürdistan” yerine “Kuzey Irak” kullanılır, “devrim” veya “devrimci” gibi kelimeler zaten lügatten çıkartılmıştır. “Sosyal patlama” olabilir, “isyan” çıkabilir, “karışıklık” çıkabilir ama devrim asla. Bu söylem ve kavramlaştırma tamamen ideolojik ve politik yönelime uygun yapılmaktadır. Gazete ve televizyonlarda, burjuva düzenin sınırları içerisinde kalmadıkları sürece, muhalif veya sosyalist, devrimci basının sözcülerine yahut temsilcilerine genelde yer verilmez. Devrimci fikirlerin ve görüşlerin bu süzgeçten geçmesi imkânsızdır, çünkü süzgecin varlık sebebi zaten bu fikirlerdir. İşçi ve emekçi sınıfların lehine olan gelişmeler veya olaylardan ya hiç bahsedilmez ya da bahsedilmek zorunda kalındığında da olaylar çarpıtılarak verilir; Latin Amerika’daki devrimci ayaklanmaların “kalabalıkların isyanı” ya da “sosyal patlama” şeklinde verilmesi yahut Fransa’daki göçmenlerin isyanından “mağribiler, bir avuç çapulcu ortalığı yakıp yıkıyor” denilerek bahsedilmesi gibi. Grevler veya işçi sınıfının, devrimcilerin katıldığı mitinglere ilişkin haberler yok denecek kadar azdır. Bu tür olayların haber olabilmesi için bir kargaşa çıkması, çatışmaların yaşanması vs. gerekir. Zaten bu durumda da haber, “anarşistler, bölücü teröristler yine olay çıkardı” denilerek kasıtlı olarak, kitlelerin gözünde bu tür eylemlerin meşruiyetini sarsmak veya ortadan kaldırmak için verilir. Tüm bu örneklerden sonra, kim burjuva medyanın “doğru ve tarafsız” olduğunu iddia edebilir? Burjuva medya tıpkı eski Yunan mitolojisindeki “tanrıların habercisi” Hermes gibi, baş tanrı burjuvaziye hizmet eden “ticaretin ve hırsızların” koruyucusu bir tanrıdır, “aldatmaca zanaatında” ustadır, yalanlarını ve oyunlarını tezgâhladıktan son-
33
marksist tutum
ra “tatlı sesiyle” insanları yatıştırır, uyutur!
Televizyon; “onlar da bizi görüyor mu?” Denilebilir ki, medyayı medya yapan televizyonun yaygınlaşmasıdır. Televizyon her eve girmiş, hatta evin her köşesine yerleşmiş, işten arta kalan tüm zamanı ele geçirmiş, kelimenin tam anlamıyla insanları kendine esir etmiştir. Televizyon, medyanın toplumsal denetim işlevini yerine getirmesinin en önemli ve artık vazgeçilmez aracıdır. Burjuvazi, televizyon aracılığıyla toplumsal bilinci sadece şekillendirmekle kalmıyor, aynı zamanda kontrol altında tutuyor. 24 saat aralıksız yayın yapan yüzlerce televizyon kanalı, burjuva ideolojisini yansıtan haberler, programlar, filmler, müzikler ve daha niceleriyle, sürekli olarak bombardıman altında tutuyor. Sistemin sorgulanmasına fırsat tanımıyor. İnsanları bir an bile boş bırakmıyor. George Orwell’in ünlü romanı 1984’teki “büyük birader” hayatımıza girmiş durumda, ama bir farkla, onun bizi kontrol etmesi için izlemesi gerekmiyor, bizim onu izlememiz yetiyor! Tek yönlü bir iletim aracı olarak televizyon, izleyenleri sürekli “seyirci” konumda tutarak, toplumsal olaylar veya gelişmeler karşısında da tepki vermeyen bir konuma iter ve pasifize eder, toplumla iletişimini kopararak yalnızlaştırır ve böylelikle kapitalist toplumun bireyini daha da atomize eder. Bize biçilen toplumsal rol, işyerinde patronun istediği biçimde ve sürede itiraz etmeden çalışmak, verilenle yetinmek, boş zamanlarımızda da “kötü ve zararlı” işlerle uğraşmak yerine evimizde oturup televizyon izlemektir. Bu anlayış, insanları, tıpkı televizyon anteni gibi sadece “alıcı” konumunda tutarak felçleştirir. Yanıbaşındaki eşiyle, arkadaşıyla, diğer sınıf kardeşleriyle iletişim kurup örgütlenmek yerine, “alıcı” pozisyonunda oturulup televizyondan verilenler izlenir. Televizyon aracılığıyla burjuvazi “sanal” bir âlem yaratır. Bu sanal âlemde her şeye izin vardır. Orada fakirler zengin olabilir, orada silik tipler bir anda kahramanlaşabilir, orada savaşlar olur ve insanlar ölür, birileri birilerini “özgürleştirir”, orada iyiler daima kötüleri yener, lafın kısası her şey o dört köşeli beyaz ekranda olup biter. Pasif “seyirci” konumuna itilen kitle, özdeşim yoluyla, televizyonda yaratılan sanal âlemde gördüğü her şeye inanır ve kendini oradaki “iyi”nin, “kahraman”ın yerine koyar, kendini onunla özdeşleştirir. Artık günde 10 saat patron için çalışan zavallı bir işçi değil, sanki iyi bir şeymiş gibi birer Polat Alemdar olunur. Savaşlarda ve maçlarda yenen tarafta, kim güçlüyse kim kazanıyorsa onun yanında olunması telkin edilir. Bu kendini onun yerine koyma, yani özdeşim mekanizması yoluyla pasif izleyici konumunda olan seyirci, ekrandaki “o”nun sadece bu kahramanlığını değil aynı zamanda duygu ve düşüncelerini de alır. Ama tüm bu program ve filmlerdeki kişilikler, burjuva ideolojisine uygun bir formatta biçimlendirildiğinden, farkında olmadan bile olsa, bürünülen kişilik burjuvazinin çıkarla-
34
Kasım 2006 • sayı: 20
rına uygun, düşünce, duygu ve davranış kalıplarıyla doludur. Bu kişilikler her zaman milliyetçidir, devletin kötü dediğine kötü, iyi dediğine iyi der, onun için canını bile vermekten çekinmez, kendisine “ekmek veren” patronuna isyan etmez, “her şeyi devletten beklemeyip” elindeki son kırıntıyı da devlete vermekten kaçınmaz, dindar olmasa bile inançsız da değildir, zaman zaman yoldan çıksa da eninde sonunda doğru yolu bulur; kısacası burjuvazinin yaratmak istediği insan tipolojisinin özelliklerine sahiptir. Şimdiye kadar herhangi bir televizyon programında devrimci, sınıf bilincine sahip, milliyetçi değil enternasyonalist bir kahraman izlediniz mi? Böylesi kişilikler olsa olsa “kötü adam” rolündedirler ve filmin sonunda daima “iyiler” kazanır. İyi ve kötü ikilemi, neredeyse tüm televizyon programlarında ve filmlerde kullanılan bir metafordur. Yayınlanan haber, film veya programlarda hâkim olan ve seyirciye de hâkim kılınan anlayış, olayları, gerçekleri, kişileri veya grupları, yani her şeyi “iyi veya kötü” şeklinde ikiye ayırır. Çok sık izlenilen “reality show” ve benzeri programlarda, cinnet geçirip çoluğunu çocuğunu öldürenler, intihar edenler, hırsızlık veya kapkaç yapanlar daima ezilen yoksul kesimlerden insanlardır. Burjuva sınıfa mensup “asil” yaradılışlı insanlar ise hep iyi, güzel şeyler yapar, imrenilecek hayatlar yaşarlar. Magazin programlarında yoksul insanların hayatları değil de, sosyeteden üst-insanların hayatlarının mercek altına alınması boşuna değildir. İmrenilmesi gereken, öykünülmesi gereken onlardır! İyi ve güzel olan ne varsa onlara dairdir! Kötü ve çirkin olan her şey de işçi ve emekçi sınıfların payına düşer! Mesaj açıktır, egemen burjuva sınıftan kötülük gelmez, kötülük daima ezilen işçi ve emekçi sınıftan gelir! Hazırlanan programlar çoğunlukla izleyenlerin aklına değil, güdülerine seslenir. Düşünmeden ve sorgulamadan verileni almayı sağlamanın en kestirme yolu budur. Eğlence ve magazin programlarının yaygınlığının ve düzeysizliğinin –öyle ki, artık haber bültenleri bile bu formatta veri-
Kasım 2006 • sayı: 20
liyor– arka planında yatan, verilecek mesajın alınabilirliğini arttırmaktır. Pop kültürü ile aptallaştırılan kitleler, mesajın içeriğine değil de ambalajına bakmaya şartlandırıldığından, magazinel bir tarzda sunulmadıkça örneğin Filistin’deki İsrail işgaline dair haberleri bile izlemezler. Sürekli olarak ilkel ve geri güdülerine, duygularına seslenilen ve dolayısıyla da bu yönde ajite edilen izleyici, ölü bir bebeğin cesedi ekranda gözüne sokulmadıkça savaşın vahametini kavrayamaz hale getirilmiştir. Üstelik bu aşırılık gün geçtikçe artmaktadır. Şiddet ve cinsellik içermeyen bir program yok gibidir. İşin içinde şiddet ve erotizm yoksa, o program izleyenlere sıkıcı geldiğinden reyting yapmamakta dolayısıyla da reklâm alamamaktadır. Şiddet görüntüleri o kadar fazla verilir ki, artık kanıksanır ve “normalleşir”. Her gün izlenilen savaş ve aksiyon filmleri sayesinde, Irak’ın işgali de beynimizde bir filmi veya bilgisayar oyununu çağrıştırır. Zaten sürekli insanlar ölmektedir, on eksik yüz fazla ne fark eder diye düşünmeye başlarız, çünkü nasıl olsa yapacak bir şey de yoktur! Kadını, cinsini ve bedenini aşağılayan bir yaklaşımla kullanılan cinsellik temasının ana objesi ise, fetişleştirilmiş kadın bedenidir. Bu, aynı zamanda en iyi reklâm malzemesidir. Dikkat edilirse, ilgili ilgisiz her ürünün satışında mutlaka çıplak bir kadın figürü kullanıldığı görülecektir. ABD emperyalizminin işgali altındaki Irak’ta her gün onlarca insanın ölmesi ilgi çekmez, ta ki “masum ve güzel” bir Iraklı kızın dokunaklı görüntüsü ekrana gelinceye kadar. Algıdaki bu seçicilik, sonuçta en temel insani değerlerin bile nasıl da iğdiş edilmiş olduğunun göstergesidir. Kısacası televizyon yoluyla burjuvazi, ruhları ve beyinleri esir alır. İnsanların tüm zamanını ve enerjisini emerek geriye bir posa bırakır. Aptallaştırır, bönleştirir. Hayata “seyirci” kalmaya ikna eder. Hayaller ipotek altına alınır ve gerçek sahiplerine geri satılır. Emekçiler, gövdesi işçi ama kafası küçük-burjuva bireylere dönüştürülür. İşin en acı yanı da tüm bunların onun kendi “rıza”sıyla yapılmasıdır.
marksist tutum
sınıfının bağımsız bir basına sahip olmasını, kendileri için her zaman ciddi bir tehlike olarak gördüklerinden, ekonomik, yasal ve fiili engellemeler yaratmaktan kaçınmazlar. Maliyetlerin yüksekliğinin yanı sıra, konulan yüksek vergilerle, zorunlu teminatlarla, para cezalarıyla ve daha pek çok farklı yolla işçi sınıfının devrimci basını susturulmaya çalışılıyor. Ancak ekonomik engellemelerden daha önemlisi, devletin uyguladığı sansür, cezalar ve kolluk kuvvetlerinin fiili saldırılarıdır. “Düşünce ve basın özgürlüğü” sürekli burjuva düzenin tehdidi altında bulunduğundan, sosyalist-devrimci basının çalışanları ve okuyucuları da sürekli olarak baskı ve saldırılara maruz kalmaktadırlar. Devrimci basın çalışanlarına yönelik bilinçli ve sistematik olarak uygulanan alıkoyma, gözaltı ve tutuklamalar, tacizler, yayın ve dağıtımın durdurulması, toplatma gibi uygulamalar artık sıradanlaşmıştır. Mevcut yasa ve yönetmeliklerde, ifade, dil, din, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü kısıtlayan 300’den fazla hüküm vardır. Türkiye’de sadece 2005 yılı boyunca 319 basın çalışanı çeşitli sebeplerle gözaltına alınmış, yargılanmış, ceza almış, saldırı veya tehdide maruz kalmıştır. Aynı yıl zarfında, düşünce suçu işlediği gerekçesiyle 157 kişiye dava açılmış ve yaklaşık 1,5 milyon YTL’lik tazminat talep edilmiştir. Sonuç ortadadır, düşünce özgürlüğü aslen burjuva medyaya tanınır, devrimci-sosyalist basına sıra geldiğinde ise demokratik haklar kırpıldıkça kırpılır! Ancak tüm bu baskı ve zorluklara rağmen, burjuvazinin işçi sınıfının devrimci basınını susturmaya gücü ne geçmişte yetmiştir, ne de bundan sonra yetecektir. İşçi sınıfının ve insanlığın kurtuluşu davası için bükülmez bir kararlılıkla mücadele yürütenleri susturmaya kimin gücü yetebilir ki? Yeter ki, kendi sınıfımızın çıkarlarını savunan, yaşadığımız toplumun gerçekliğini bize gösteren, bizi bu insanlık dışı sistemi sorgulamaya ve kavramaya, en önemlisi de değiştirmeye doğru yaklaştıran devrimci-sosyalist basına sahip çıkalım!
“Düşünce özgürlüğü”? Basın ve ifade özgürlüğünden dem vuran burjuvazi ve devleti, medya tekellerinin gücü ve yasalar yoluyla, tüm sektör üzerinde tam bir denetim sağlar. Bu kontrol, ekonomik, siyasi ve polisiye yollardan sağlanır. Muhalif ve devrimci-sosyalist basına pek kolay yaşam hakkı tanınmaz. Kâr amacı gütmeyen bu kesimin, maliyetleri gittikçe yükselen yayın faaliyetini sürdürebilmeleri son derece zordur. Yüksek kâğıt ve basım maliyetleri, dağıtımın tekelleşmiş olması nedeniyle bu tür yayınların dağıtım ağına kasıtlı olarak sokulmaması ve kuşkusuz toplumdaki genel siyasi atmosfer dolayısıyla zaten düşük tirajlarda seyreden devrimci-sosyalist basın, açıkçası büyük fedakârlıklarla ayakta durmakta ve çalışanları da ciddi zorluklara göğüs germek zorunda kalmaktadırlar. Egemen sınıfın temsilcileri, işçi
————————————— 1
Sadece ABD’de, medya sektöründe faaliyet gösteren 25.000’den fazla kuruluş (yaklaşık 1500 günlük gazete, 11.000 dergi, 9000 radyo, 1500 televizyon istasyonu, 2400 yayınevi ve 7 büyük film tekeli mevcuttur.
2
Reklâm gelirlerinden elde edilen kârlar bile tek başına şaşırtıcı büyüklüktedir. Türkiye’den birkaç örnek vermek gerekirse, geçtiğimiz yılın ilk iki ayı içinde 15 televizyon kanalının elde ettiği reklâm geliri yaklaşık 4,5 milyar dolar olmuştur. Dünya sinema endüstrisini de kontrol eden Holywood’lu 7 büyük tekelden biri olan MPA’nın tek bir filmin ihracından elde ettiği yıllık gelir 700 milyon dolardır. ABD’nin en büyük üç medya grubunun (CBS, NBC ve ABC) sahibi olan General Electric tekelinin bu alandan elde ettiği yıllık gelir 37 milyar dolar olarak açıklanmıştır.
35
Kitap Dünyası
marksist tutum
Gladkov’un Çimentosu Yalnız Kalan Devrimin Çelişkileri
Akın Erensoy
Umudun serüveni 1917 Ekim Devrimiyle tarihte ilk kez, ezilen, dışlanan, itilen, hor görülen, baldırı çıplaklar denilerek aşağılanan sınıflar, kendilerini bu konuma düşüren sömürü sistemini, kapitalizmi alaşağı ettiler. Yıktılar onu! Tarihte ilk kez ezilenler, giriştikleri büyük ölçekli bir kavgadan muzaffer çıktılar! Spartaküs’ün ve yoldaşlarının yüreğinde bir kıvılcıma dönüşen, onları yakıp kavuran yeni bir toplum ideali, asırlar sonra 1917 Ekim Devrimiyle bir gerçekliğe dönüşme şansı buldu. Spartaküs’ün ve yoldaşlarının kavgaları, zalimlere karşı verdikleri insanüstü mücadele, yüreklerimizde daima yaşayacak! Onlar köleliğin zincirlerinden kurtulmayı, özgürlüğü öyle özlemişlerdi ki, bu özlemlerini anlatabilmek için Roma’ya karşı ayaklandıktan sonra kurdukları kente Güneş Şehri adını verdiler. Evet, onların isteği güneş kadar parlak, güneş kadar ulu, güneş kadar geniş ve sıcacık bir toplumdu. Ama o günkü toplumsal gelişme düzeyi tüm bu özlemlerin hayata geçmesine izin verecek nesnel şartları sunmuyordu. Umudun serüveni devam etti ve serüvencilerin isyanı hiç bitmedi. 1831 Lyon ayaklanmasındaki baldırı çıplaklar, “çalışarak yaşamak ya da savaşarak ölmek!” diye bağırıyorlardı. Bu sözler esasında tüm insanlık tarihini özetlemektedir. Savaşarak ölmeyi göze alan ve bizlere eşsiz bir miras bırakan 1848 Haziran barikatlarının savaşçılarını unutmamak gerekiyor. Barikatlarına çivilenmiş binlerin ölümü ve oluk oluk akan kana rağmen işçi sınıfı yirmi yıl sonra bir kez daha ayağa kalkmaktan geri durmayacaktı. 1871’de Parisli işçiler, Komünarlar, göğü fethetmeye çıkıyorlardı; öyle yüce, öyle engindiler! Sonra devrim ateşi Rusya’ya sıçradı. Rusya bir çelişkiler ülkesiydi. Geçmiş ve gelecek bir yumak oluşturarak iç içe geçmişti. Birbirinden yalıtık, şehirlerden kopuk, merkezi idarenin vergi alımları dışında pek bağ kurmadığı bu köylü dünyası, kendi kapalı âle-
36
minde yaşıyordu. Milyonlarca köylünün yeknesak bir yaşam sürdürdüğü Rusya’yı makinelerin gümbürdeyen sesi uykusundan uyandırdı. Makinalı üretim demek olan kapitalizmin Rusya’ya girmesiyle birlikte sessizlik kesin olarak bozuldu. 1905 Rus devrimi bozulan sessizliğin ilk büyük işaretiydi. Çarlık askerlerinin parlayan çizmeleri altında kalan, binlercesi kurşuna dizilen işçiler, beyaz karları kanlarıyla boyadıklarında, bir daha asla silinmeyecek bir iz bıraktılar gelecekteki kuşaklara. O izin peşinden giden 1917’nin Rus işçileri, Çarlık hanedanlığını yıktılar. 1905 işçilerinin kanlarıyla sulanmış meydanlarda şimdi devrim şarkıları söyleniyordu. Burada durmayarak, Bolşeviklerin önderliğinde ileri atılan Rusya işçi sınıfı, 1917 Ekim Devrimiyle de kendi iktidarını kurdu. Burjuvazinin çözüm getiremediği ve getiremeyeceği derin toplumsal çelişkiler Rusya işçi sınıfını herkesin beklediğinden önce siyasal iktidara taşımıştı. Tarihsel çelişkiler onu, bu görevi yerine getirmeye mecbur etmişti. Ancak iktidarın Rusya’da ele alınmasıyla iş bitmiyordu. İşçi sınıfının iktidarını koruyabilmesinin ve sınıfsız topluma doğru ilerleyebilmesinin tek bir yolu vardı: dünya devriminin başarısı! Eğer devrim yaşayacaksa, bu, Avrupa’daki devrimlerin imdada yetişmesiyle mümkün olacaktı. Ama Avrupa’da ve özellikle Almanya’da devrim muzaffer olamadı. Sosyal demokrasi işçi sınıfını burjuvazinin kuyruğuna taktı. Almanya’da 1918 Kasım Devrimi boşa çıkartıldı ve diğer devrimci durumlar Bolşevik önderliğin eksikliği dolayısıyla siyasal iktidarın fethine dönüştürülemedi. Böylelikle Rusya’da Ekimle iktidara gelen proletarya dünya burjuvazisi karşısında yalnız kaldı.
Yeniden inşa ve bürokrasi Gladkov’un orijinal adı Çimento olan ve Türkçeye Fabrika ve Çimento adlarıyla çevrilen kitabı, toplumsal gerçekçi bir üslupla kaleme alınmış bir roman.
Gladkov bu romanında devrimi ve etkilerini, yeni bir dünya kurma mücadelesini konu edinirken, döneminin ve sonrasının Sovyet romanlarının büyük bölümünden farklı olarak, ülkenin yeniden inşası sürecinin çelişkilerine ve bu bakımdan temel bir olgu olan bürokrasinin uç verişine de kendi tarzında ışık tutar. Biz de roman hakkındaki değerlendirmemizde onu emsallerinden ayıran bu yönüne odaklanacak ve romanda bürokrasinin oluşumu ve görünümlerine ilişkin hususları öne çıkaracağız. Roman önemli bir tarihsel kesiti aktarmaktadır. İç savaşın bitimi ile Yeni İktisadi Politikanın (NEP) uygulanmaya başladığı günlerde geçiyor kitabın konusu. Rusya’nın deniz kıyısı kentlerinden birisinde, ölüme terk edilmiş bir çimento fabrikasının yeniden faaliyete geçirilmesini konu edinen roman, sanayinin veya fabrikanın işçilerin hayatındaki yerini özellikle öne çıkartıyor. Fabrikada çalışmanın işçileri nasıl değiştirdiğini ve bilinçlerine nasıl bir etkide bulunduğunu günlük yaşam üzerinden veriyor. Arka planda sanayinin neredeyse tümüyle tahrip olduğu, ülkenin tam anlamıyla bir harabeye döndüğü ve iç savaştan sağ çıkan işçilerin işsiz güçsüz yığınlar halinde karamsarlık ve uyuşukluk içinde bekleştikleri bir tablo söz konusudur. En acil sorun yıkımın etkilerinin bertaraf edilmesi, yani ülkenin yeniden inşasıdır. Bu faaliyet başladığı ölçüde, tüm zorluklara rağmen, karamsarlık ve uyuşukluk havasını kırıcı bir etki yaratmaktadır. Ne var ki iç savaşın bitimi aynı zamanda yeni bir bürokrasinin oluşmakta olduğuna da tanıklık etmekte ve açılan yeni dönem bu olguyu da içermektedir. Roman yeni dönemin bu gerçek çelişkisini başarılı biçimde ortaya sermektedir. Böylece bir yanda üretici toplumsal faaliyete geçmenin canlandırıcı, umut verici yönü ana çizgi olarak romanda hayat bulurken, diğer yanda doğmakta olan bürokrasinin varlığı duyurulmaktadır. Kızıl Ordu saflarında yiğitçe savaşmış, ölümlerden dönmüş bir işçi üzerinden işlemeye başlıyor romanını Gladkov. Başkahraman özellikle usta bir sanayi işçisinden seçilmiş. Dediklerini kararlılıkla yerine getirmeye çalışan, meseleleri geç kavrasa da sağlam kavrayan ve basite indirgeyerek çözen, yapılan işlerde savsaklamaya mahal vermeyecek kadar disiplinli, çalışkan bir işçi portresi çiziyor Gladkov’un Gleb’i. Böylelikle Gladkov devrimin ve ülkenin yeninde inşasının kimlerin üzerinde yükseldiğini kendince ortaya koymuş oluyor. Ne var ki Gladkov’un militan işçisi Gleb, tek başına bürokrasiye karşı pek bir şey yapamaz. Muhtemelen Gladkov, öyküyü yaşanmış bir olaydan almış; militan işçilerin varlığına karşın bürokrasinin gelişmesinin durdurulamadığını anlatarak bürokrasiyi teşhir etmeye çalışmış. Kitaptan çıkartılması gereken en önemli ders ise, örgütlü bir güç olunmadan bürokrasiye karşı mücadele verilemeyeceğidir. İlginçtir, Gladkov bürokrasiye yönelik eleştirisini, “mahallenin delisi” denebilecek, işsiz güçsüz ve sürekli konuşan, eleştiren birisi üzerinden vermeye başlıyor ilk önce. Yuk adında bir işçi sürekli bürokrasiye karşı öfkesini dile getiriyor ve bürokrasinin yüzündeki mas-
keyi indireceğini söylüyor. Bürokrasiye karşı mücadeleyi kiminle, hangi kuvvetle vereceği belirsiz Yuk’un. İdari merkezleri ellerinde tutanları, konuşarak yerlerinden kovmak o kadar kolay olmasa gerek! Yuk’un mücadele yöntemi oldukça naif ve böyle olduğu için kimse dikkate almıyor. Fakat “mahallenin delisi” genellikle doğru söyler. En açık, doğru ve ağır eleştirileri bürokrasiye Yuk getiriyor. Gladkov’un kitabından anlıyoruz ki, bürokrasiye karşı öfke duyan, rahatsız olan militan işçiler var; ama örgütsüzler. Onları disipline sokacak bir yapılanma yok. Yuk, böyle bir yapının denetiminde disipline edilmediği için tek başına kalıyor ve söylediklerinin bir hükmü olmuyor. İşte söyledikleri: “Bürokrasi sizi veba gibi kemirmeye başladı. Ölen yoldaşlarımızı yeni gömdük daha… Kanları bile kurumadı mezarlarında. Ne görüyorum şimdi? Herkes yazıhanelere saltanat kurup oturmuş, generaller gibi üniformalar giyip çalım satmaya başlamış. Neyle uğraşıyorlar? Formalite işlerle, paketlerin üstüne adres, kapıların üstüne ‘Girmek Yasaktır’ diye yazmakla. Yakında birbirlerine zat-ı şahaneleri filan demeye başlarlar.” Bu pasajdaki en önemli ve araya sıkıştırılmış olan şey, kapıların üzerlerine “Girmek Yasaktır” ibaresinin asılmasıdır. Bu bürokrasinin ne derece gelişkin olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Zira söz konusu olan bir işçi devletidir ve işçi devletinin işlerinin yürütüldüğü yerlerdir. Oysa işçi devletinde bürokratik bir işleyiş olamaz, olmamalıdır. Ancak ne yazık ki, artık çeşitli idari merkezlerde bürokratik işleyiş başlamıştır. Bürokrasi kendine özel bir alan yaratmış, bir dokunulmazlık zırhıyla donanmıştır. “Girmek Yasaktır” ibaresinin asılması, buralarda çalışanların ayrıcalıklı olmasından başka bir şeyi ifade etmiyor. Kapılarını dışarıya kapatanlar giderek işçilerden koparlar ve onlara tepeden bakmaya başlarlar. Değişim kendi düşüncesini de yaratır! Yuk, bu kadrolardan söz ederken isyanını dile getiriyor: “Ama işçilerin, parti militanlarının durumuna ne demeli? Dünkü arkadaşlarımız önemli mevkilere, kilit noktalara gelir gelmez değişiveriyorlar.” Gerçekten de parti militanları kilit noktalara gelir gelmez “Girmek Yasaktır” levhalarını kapılarına asıveriyorlar. Lenin devlet aygıtının henüz eski kalıntıları içinde taşıdığını, tam anlamıyla sökülüp atılamadığını sıkça söylemişti. İşçi sınıfı daha soluk almaya fırsat bulamamıştı ki, iç savaş başlamıştı. Bu savaşla birlikte Rus ekonomisinin alt yapısı tamamen çöktü; açlık ve sefalet başladı. Emperyalist ülkeler beyaz orduları besleyerek, silahlarla donatarak kızıl ülkenin üzerine saldılar. Burjuvalar, toprak sahibi köylüler her yerde devrime karşı sabotajlar düzenlediler. İç savaşta, devrimin mimarı olan binlerce bilinçli işçi öldü. İç savaş koşullarında zorunlu birtakım yöntemlere başvuruldu. Ortaya çıkan proletarya devleti Çarlık devlet aygıtının kalıntıları üzerinde yükseldi ve kimi yerde bizzat onun unsurlarını devralmak zorunda kaldı. Önceleri devrime karşı direnen devlet memurları taifesi, proletaryanın kararlılığı karşısında sinmiş ama devlet aygıtının içine gömülmüştü. İç savaşın bitmesiyle birlikte yeni bir dönem açıldı.
Kitap Dünyası
marksist tutum
37
Kitap Dünyası
marksist tutum Yıkılan her şey yeniden kurulmaya çalışılıyordu. Bu yeni inşa döneminde, iç savaşta eli silahlı proletarya artık silahlarını bırakıp işyerlerine dönüyordu. Şimdi, kendine ayrıcalıklı bir yaşam biçimi yaratmış olan ve devlet idari aygıtını elinde bulunduran bürokrasinin borusu ötmeye başlamıştı. Devrimin başını kaldırıp bunları kökten temizleme fırsatı bulamaması nedeniyle, bunlar zamanla Bolşevik kadroları bastırıp ikinci plana ittiler. Birden bire her şeyin bürokratların ellerine kaldığı görüldü. Bu kesim giderek toplumdan kopuyor, kendi içinde bir dünya yaratıyor ve işçi sınıfı kitlelerine tepeden bakmaya başlıyordu. İdari mekanizmayı elinde bulunduranlar, kararlara proleterlerin etki etmesini istemez olmuşlardı artık; “onlar ne anlarlardı bu işlerden” ya da “onlar siyasetten anlamazlar ki” gibi bir bakış açısıyla işçi sınıfını aşağılamaya başlamışlardı. Gladkov, açlık ve sefaleti, günlük yaşamın tekdüze donukluğunu, uyuşukluğunu ve tüm bunların parti militanlarına nasıl sirayet ettiğini oldukça güzel betimliyor. Bir tarafta karışıklık, beyaz karşı-devrimci hareketin durmayan sabotajları ve öte tarafta giderek Sovyet devleti içinde başlayan çürüme; gelişen bürokrasi işçi iktidarının üzerine bir dağ gibi çökmektedir. “Şu girdiğimiz delikte küflenmeye başladık biz. Günlük hayatın sıkıntısı hepimizi birer köstebek gibi körleştirdi. İhtilâl başka şey ister oysa.” Ya da “günlük hayatın çarkına kaptırmıştık kendimizi, dön babam dönüyordum. Saçmalayıncaya kadar tartışıyorduk, boş yere tartışıyorduk bir sürü şeyi. Bürokrasi yavaş yavaş benliğimize girip yerleşiyordu” diyor Polya. Lenin’in daha 1920’de, devletimiz bürokratik bir işçi devletidir, işçi sınıfı bundan kendini korumalıdır sözlerinde bir kaygıya dönüşen her şey gerçek olur; işçi devleti kendini bürokrasiden koruyamayacaktır. Partinin devlet aygıtıyla iç içe geçmesi nedeniyle Bolşevik kadrolar da gelişen bürokrasi illetinden uzak duramazlar; bürokrasiye karşı çıkanlar ise temizlik adı altında partiden uzaklaştırılacak ve gelecekteki büyük “temizlik”lerin ve karşı-devrimin önü açılacaktır. Lenin’in varlığının yarattığı manevi otoritenin ortadan kalkmasıyla daha bir özgüven bularak saldırganlaşacaktır bürokrasi. Önce Bolşevik Parti ve bilahare devlet, tamamıyla bürokrasinin karşı-devrimci etkisine girecektir.
Bürokratik karşı-devrimin ayak sesleri İç savaşın bitmesiyle birlikte her şeyin örgütlenmesine yeniden başlandı. Fakat işçi devleti Avrupa’da devrimlerin muzaffer olamaması sonucunda yalnız kalarak boğulma tehlikesiyle yüz yüze geldi. Bolşevik Partisinin Lenin ve Troçki gibi önderleri, işçi devletini yaşatabilecekleri kadar yaşatma derdindeydiler. Böylelikle devrim yenilgiye uğrasa bile, Lenin’e göre gelecek kuşaklara mütevazı bir deneyim bırakılmış olacaktı. Avrupa’daki devrimler imdada gelene kadar, Rus devrimi nefes almalı ve boğulmamalı diyordu Lenin. Bu amaçla köylülüğe ve küçük-burjuvaziye tavizler
38
verildi. Böylelikle NEP uygulanmaya başlandı. İşçi devletinin siyasi hegemonyası altında, kısmen de olsa kapitalist pazara geri dönüldü Sovyet Rusya’da. Çünkü açlık ve kıtlık tüm toplumu kasıp kavurmakta, çocuklar gıdasızlıktan sapır sapır dökülmekteydi. NEP’in amacı bellidir; işçi devletini ayakta tutmak! Tahıl ve diğer yiyecek ürünlerini kuyularda saklayan veya toprakları bilinçli olarak ekmeyerek devrimi sabote eden köylülük, serbest pazar ilişkileriyle piyasaya çekilir. O güne kadar ortalıklarda gözükmeyen ürünler birden bire ortaya çıkar. Toplumsal yaşam canlanmaya başlar; bulunmayan yiyecek maddeleri tekrar bulunur hale gelir. Kısmen de olsa açlık giderilmiş olur. Fakat NEP devrimci iktidarın bir geri adım atması, köylülüğe ve esasında ortada gözükmese de burjuvaziye verilmiş zorunlu bir tavizdir. Ama verilen bu tavizler, pazar ilişkilerinin yeniden başlamasına ve eski pisliğin yeniden üremesine neden olur. O güne kadar fare deliklerine saklanan tefeciler, vurguncular, zengin köylülük, yeniden ortaya çıkarak pazaryerlerini doldurur. Devlet aygıtı içinde egemenliğini kuran bürokrasi çok hızlı bir şekilde tefecilerle can ciğer kuzu sarması olur. Bu iki kesim kendi içinde alttan alta bir dayanışma ağı örer ve çıkarlarının zedelenmesine karşı ortak tutum takınırlar. Bürokrasi NEPle birlikte derinlere kök salarak filiz vermiştir. Gladkov, NEP’i kitabında parti militanlarının gözünden vermeye çalışır. Öncelikle NEP’le birlikte gelen değişiklikler bürokratlaşmamış militanları şoke eder. Her şey baş aşağı gitmektedir adeta. Uğruna onca savaşılan devrim, militanların gözleri önünde karşıdevrimci güçler tarafından baltalanmaktadır. Eski ilişkiler yeniden canlanmış gibidir; dayanılacak bir durum değildir bu, samimi ve inanmış militanlar için. Kadın kolları başkanı Polya iyi bir militandır, şöyle der: “Şu şeytanın belası yeni iktisadi politikayı uygularsak, neler olacak o zaman? Tavizlerin, serbest lokantaların, pazarların sonu gelmeyecek. Toprak ağaları, becerikli üçkâğıtçılar yeniden iş adamı maskesine bürünecek, karaborsacılar kol gezecek ülkede.” Polya’nın dediklerinin hepsi gerçek olur kısa zamanda. Polya sözüne şöyle devam eder: “Ölümsüz bir devrimi yaşatabilmek için, ucunda ölüm bile olsa, ilerleyeceğiz! Devrim yangını genişlemeli, bütün dünyayı sarmalı.” Dünya devrimine sahip çıkan bu militanlar çok kısa zamanda partiden temizlenecektir. NEP’in getirdiklerini ve militanların tepkilerini teşhir etmeye devam eder Gladkov Polya’nın ağzından: “Söyle bana, Gleb, bütün bu olup biteni kavrayabiliyor musun sen? Sokak boyunca öyle şeyler gördüm ki, gözlerim yuvalarından fırladı. … Baktıkça ağrılar giriyor başıma, dişlerimi sıkıyorum öfkemden. Hiçbir şey anlamıyorum bu manzaradan.” Çünkü eski mülk sahibi sınıflar veya yeni bürokratlar sınıfı adayları ortalıkta birer burjuva gibi dolaşmakta, burjuva yaşam biçimine özenti moda haline gelmektedir. Artık bürokratlar ve aveneleri burjuvalar gibi giyinmeye ve onlar gibi davranmaya, işçi sınıfını aşağılamaya başlamışlardır. Gleb şöyle sorar: “Sokaklara çalgılı
kahveler açılacak diye ilânlar yapıştırmışlar. Burjuvazi yeniden mi başlıyor yani?” Polya ise olup bitene anlam veremez: “Şimdi yabancı bir ülkede, çok önemli, vazgeçemeyeceği bir şeyi, onsuz yaşayamayacağı bir şeyi kaybetmiş” gibiydi Polya. Müthiş bir utanma duygusu kaplamıştı benliğini. Şerefine leke sürülmüş kadar eziklik içindeydi; sebebini çözemediği bir ürkeklik gelip oturmuştu böğrüne.” Ve Polya’nın son çığlığı şöyledir: “Pazaryeri haysiyetsizliğine düşürülen devrim…” Partide başlayan “temizlik”le birlikte Polya ve birçok samimi, inanmış, çalışkan militan üyelikten atılacak ve yalnızlığa terk edilecektir. Buna karşın, sürekli numaralar çeviren, başında bulundukları devlet kurumları aracılığıyla dolandırıcılık yapan, karaborsacılarla kaynaşmış sabotajcılar güruhu partide yerlerinde kalmaya devam ederler. Yeni yetme, devrim ateşinde pişmemiş genç entelijansiya takımı partide üstünlük taslar. Teknisyenler, mühendisler, yerleştikleri devlet aygıtında parazitlere dönüşenler partide kalmaya devam ederler. Lenin’in, “yakalarında kırmızı kurdeleler taşıyorlar ve sıcak köşelere yerleşiyorlar” diyerek tasvir ettiği eski rejimin kalıntısı bürokratlar, iç savaş sonrasında bu yolu tutan eski Çarlık subayları, devlet ve parti içindeki yerlerini korurlar. Birçok militan sudan sebeplerle partiden çıkartılır. İç savaş yıllarında kahramanca savaşmış birçok militan partiden atıldıktan sonra intihar eder; birçoğu asla kendini toparlayamaz. Polya’nın atılma nedeni şu konuşmasıdır: “Kabullenemiyorum bu durumu… Oluk oluk kan aktı. Açlık çektik. Ve şimdi o ezilmesi için bunca acıya katlandığımız günler tekrar karşımızda… Hangisi kâbustu, bilemiyorum: Akıtılan kanlarımız mı, acı dolu mücadelemiz mi, yoksa bu sarhoş kahveleri ile bu tıka basa doldurulmuş mağaza vitrinleri mi? Neden leş kargalarını tekrar topladık başımıza? Bunca mücadele işçi kulübelerinde sefalet ve açlık eskisinden daha ezici bir ağırlıkla tekrar üzerimize çöksün diye miydi? İçimizde yaşayan, kanımızı kurutan zehirli yılanlar, hırsızlar ve sömürücüler yeniden eski rahat hayatlarına kavuşsun diye miydi bizim mücadelemiz?” Bürokratlar ve sıcak köşelerine çekilmiş parazitler, samimi militanların bu öfkesi karşısında Lenin’i kendi çıkarları için paravan olarak kullanmaktan geri durmadılar. Lenin gelişen bürokrasiye karşı mücadele se-
ferberliği başlatma niyetindeydi ve yaşasaydı bunu kararlılıkla yerine getirmeye çalışacaktı da. Fakat ömrü yetmedi. Lenin’in ölümüyle birlikte partinin kapıları bilinç düzeyi düşük ve Ekim Devrimini yaşamamış üyelere açıldı ve parti bilinçsiz yığınlarla dolduruldu. Bilinçli ve deneyimli militanların partiden atılmasıyla bürokrasinin önündeki engeller temizlenmiş oluyordu. Bürokrasi, partiye doldurulmuş bilinçsiz yığınlara istediğini kabul ettirmekte hiç zorlanmadı ve bunların üzerine basarak Bolşevik-Leninistleri 1927’de yapılan 15. Kongrede temizledi. Bilahare Komünist Enternasyonal içinde temizliğe girişildi; böylelikle Ekim Devrimi bürokratik bir karşı-devrimle tasfiye edilmiş oldu ve dünya komünist önderliği bürokratik karşı-devrim tarafından katledildi. Sınıflar kavgası tarihsel bir gerçekliktir; bu gerçeklik Rusya’da proletaryayı kimsenin ummadığı bir süreçte iktidara getirerek çetin bir savaşımın içine sürükledi. Rus devrimi birtakım tarihsel koşulların zorlamasıyla gerçekleşti; herkesin henüz vakti gelmedi dediği bir dönemde Bolşevikler devrime önderlik etmekten geri durmadılar. Karşılaşılan zorluklar ancak dünya arenasında çözülebilirdi; devrimin dünya devrimine genişlemesi, devrim yangınının dünyayı sarması gerekiyordu. Fakat bu gerçekleşmedi. Buna rağmen, Rus proletaryası ve onun Bolşevik önderliği Ekim’i yaşatmaya çalıştı. Yapılması gereken buydu ve şimdi bizler tarihte ilk muzaffer proleter devrimden dersler çıkartarak geleceğe hazırlanıyoruz. Burjuva solcuların, liberallerin, anarşistlerin, döneklerin, Rus proletaryasının karşılaştığı zorlukları öne sürerek ve bürokratik diktatörlükleri sosyalizm katına yükselterek Ekim Devrimine çamur atmasına izin vermemeliyiz. Bununla birlikte çarpılmaların ve yamulmaların üzerini de kapatamayız. Aksi takdirde Ekim Devriminin nasıl bürokratik karşı-devrimle tasfiye edildiğini anlayamayız. Tarih bizim tarihimiz; yengimizden öğrendiğimiz kadar yenilgilerimizden de öğrenmeliyiz. Ekim Devriminin nasıl bürokratikleştiğini anlatan birçok kitap var ve bunlardan biri de Fabrika. Bu kitabı okumak özellikle genç kuşaklar açısından oldukça öğretici olacaktır.
Kitap Dünyası
marksist tutum
www.marksist.com sitesinden alınmıştır
39
marksist tutum
Kasım 2006 • sayı: 20
Çin’de İşçi Hakları W
al-Mart, UPS, Dell, Google, AT&T, Nike, Intel, Microsoft, Ford, General Electric gibi dünyanın en büyük anlı şanlı şirketleri bugünlerde harıl harıl Çin hükümeti nezdinde lobi girişimlerinde bulunuyorlar. Konu Çin hükümetinin yasalaştırma niyetinde göründüğü bir tasarı. Bu tasarı uzun yıllar sonra ilk kez işçilerin birtakım haklarını güvenceye almayı öngörüyor. Öngörülen düzenlemeler bağımsız bir sendika kurmayı bile mümkün kılmayan (Çin’de tek bir yasal devlet sendikası var) ve yalnızca en sıradan hakların bir kısmını içeren düzenlemeler olmasına rağmen büyük tekellerin uykuları kaçmış durumda. Yeni yasa tasarısı bugün Türkiye’deki güdük işçi haklarının bile gerisinde kalan düzenlemeler getiriyor. Ama bu kadarının bile büyük tekelleri ürkütüyor olması, Çinli işçilerin ne derece ağır sömürü koşulları altında yaşadıklarının bir işareti. Gerçekten de Çin bir yandan yaldızlı bir başarı öyküsü gibi dünya medyasında sunulurken diğer yandan yüz milyonların hayatının karardığı bir sefalet çukuru görünümünde. Bir yanda son 25 yılda ortalama yıllık yüzde 9,4 hızla büyüyerek dünyanın atölyesi konumuna yükselmiş en büyük ekonomilerden biri söz konusuyken, diğer yanda 150 milyon işsiz, günde 1 dolardan az gelirle yaşayan 250 milyon insan ve 2 dolardan az gelirle yaşayan bir 700 milyon insan daha. O muazzam zenginlikleri yaratan sanayideki işçilerin ortalama ücreti yalnızca aylık 100 dolar düzeyinde. İşte uluslararası tekeller işçilerin mücadeleyi yükseltip onları sıkıştırmasından ve dikensiz gül bahçesinin bozulmasından korkuyorlar. Ama korku duyan sadece onlar değil. Devletin sahibi Çin egemen sınıfı da korkuyor. Böyle bir yasa çıkarmaya hazırlanmasının sebebi de zaten bu korku. Maruz kaldıkları ağır baskı ve sömürüyle canlarından bezen Çinli işçiler son yıllarda yavaş yavaş başlarını kaldırmaya başladılar. Çin devletinin resmi raporları, 2005 yılında, birçoğu grev ve diğer işçi eylemle-
40
ri biçiminde olmak üzere 87 binden fazla “kamu düzeni huzursuzluğu” vakası yaşandığını belirtiyor. Çeşitli işyerlerinde yasadışı grevler, iş durdurmalar, gösteriler, işverenlere karşı sayısı çığ gibi artan hak arama davaları yaşanmakta. Dünyanın en büyük işçi sınıfının bu derinlerden gelen sarsıntılarını algılayan Çinli egemenler, kendi egemenliklerini tehlikeye atabilecek olası büyük isyanların önünü almak için şimdiden bazı vanaları gevşetmek gerektiğinin farkına varmış durumdalar. Nitekim önümüzdeki Mayıs ayında yasalaşması öngörülen mevcut tasarı için birey ve kuruluşlara 30 günlük görüş bildirme süresi verildi. Bunun nadiren yapılan bir uygulama olduğu belirtilmektedir ve bu süre zarfında çoğu sıradan işçilerden olmak üzere yaklaşık 200 bin görüş iletilmiştir. Bu da işçilerin yasal kazanımlara büyük bir ilgi duyduğunu gösteriyor. Şüphesiz günümüzün Çin işçi sınıfı, mücadelede henüz son derece deneyimsiz ve emekleme sürecinde. Ancak işaretlere bakıldığında kaçınılmaz olan uyanışın başladığı da bir gerçek. Tartışılmakta olan yasa tasarısı ayrıntıda birçok yeni düzenleme getiriyor. Emperyalist tekellerin kızgınlığını anlamak için bunlar arasında en önemli olanları kısaca vurgulayalım. Tasarı şirketler tarafından kontratsız çalıştırılan ve bu nedenle hiçbir yasal hakka sahip olmayan işçilere güvence getiriyor. Böylelikle bir ücret aldığı belirlenen her işçi kontratlı işçilerin haklarına sahip sayılacak. Kontratsız çalıştırılan işçilerin sayısı çok fazla olduğu için bu değişiklik büyük önem taşıyor. Ancak Çin’de kontratlı işçilerin durumu da hiç güvenceli değil. Zira kontratlar süreli olarak yapılıyor ve kontrat süresinin bitiminde patronlar işçileri tazminatsız olarak işten çıkarabiliyorlar. Bunu sağlayabilmek için de kontratlar genellikle birkaç yıllık yapılıyor. Yeni tasarı kontrat bitiminde işten çıkarılan işçiler için de işverene tazminat yükümlülüğü getiriyor. Yine işyerindeki işçilere, sendika aracılığıyla ya da bir “işçi temsilcisi” aracılığıyla patronla işye-
Kasım 2006 • sayı: 20
rindeki çalışma koşulları (işyerindeki politikalar, prosedürler, işten çıkarmalar, sağlık ve güvenlik gibi konular) hakkında müzakere yapma hakkı veriliyor. Keza tümüyle patronlar tarafından ve keyfi biçimde belirlenen deneme süreleri, ki çoğu durumda bir yıla kadar uzatılmaktadır, işin niteliğine bağlı olarak bir ilâ altı ay arasında sınırlanmaktadır. Tasarı çok yaygın olan taşeron işçilik sorununda da bazı düzenlemeler getiriyor. Bir yıl boyunca bu biçimde çalışan işçiler bundan böyle bizdeki tabirle “kadrolu” statüsüne kavuşacak. Yine işten çıkarma da kıdem ölçüsünde zorlaştırılıyor. Ancak Çinli egemenler işçilere kendi sendikalarını kurma ve grev yapma hakkını vermiyorlar. Çin’deki tek sendika olan Tüm-Çin Sendikalar Federasyonu bir resmi devlet sendikası ve şimdiye kadarki tek işi patronla işçiler arasında hakemlik etmek ya da işletme menajerliği yapmak olmuş. İşçilerin gözünde bu sendika bir devlet dairesi ya da bakanlıktan zerrece farklı değil. Şirketlerin “Çin’e yatırımların yavaşlayacağı” yollu tehditler ve muhtemelen yağlı rüşvetler eşliğinde yürüttüğü lobi çalışmaları sonucunda tasarının ne hal alacağı bilinmiyor olsa da, yeniyetme Çin burjuvazisinin “sosyal patlamayı” önlemek için işçilere şöyle ya da böyle bir şeyler vereceği açık. Esasen bu da ülkede kapitalizmin kontrollü yerleştirilmesi sürecinin bir boyutunu oluşturuyor. Yeni yeni uyanmakta olan Çinli işçilerin son yıllarda yoğunlaşan mücadeleleri tüm dünya işçi sınıfı açısından büyük önem taşıyor. Çünkü Çin işçi sınıfı dünya işçi sınıfının en büyük parçası ve dünyanın her yerindeki patronların gözdesi konumunda. Dünyadaki üretimin büyük bir hızla Çin’e kayması nedeniyle Çinli işçilerin mücadelesi tüm dünyadaki işçiler için özel bir önem kazanmaktadır ve bu mücadele yaygın, militan ve etkili bir yükseliş halini aldığı ölçüde tüm dünya işçileri için yeni bir ilham kaynağı olacaktır.
marksist tutum
Devrim İstiyoruz, Aracımızı Yaratacağız! 7 Kasım (25 Ekim) 1917, dünyayı sarsan ve büyük değişimlere kapı açan bir gün olarak tarihe geçti. İşçi sınıfı Paris Komünü’nden sonra ikinci kez iktidarı ele geçirmişti. Ama bu defa işçi sınıfının beyni olan bir Bolşevik Parti vardı. Yenilgiyle sonuçlanan Paris Komünü deneyiminden çıkarılan dersleri Ekim Devrimi için kaldıraç yapan örgüttü Bolşevik Parti. 19. yüzyılın son on yılında başlayan, işçi sınıfının devrimci önderliğini Rusya toprakları üzerinde yaratma mücadelesi Bolşevik Parti ile taçlandı. 1905 devrimi gibi yenilgiyle sonuçlanan bir devrim deneyimi ve sayısız mücadele deneyimiyle çelikleşmiş kadrolardı bu partiyi var eden. Bu kadrolar, başlarında Lenin gibi bir önderin olması sayesinde, yaptıkları birçok yanlışa rağmen 1917’de devrimci sürecin zafere ulaştırılmasını başarmışlardı. Ekim Devrimi dünya devrimine dönüşemedi. Ekim Devrimine önderlik eden kadrolar, dünya devriminin yardımlarına yetişememesinin bedelini, iç savaşta kırılarak ve ardından da iktidara tüneyen bürokrasi tarafından katledilerek canlarıyla ödediler. Bir zamanların Bolşevik Partisi, despotik-bürokratik bir diktatörlüğe dönüşen SSCB’de, bir sınıfa dönüşerek işçi sınıfının başına çöreklenen bürokrasinin aygıtına dönüştü. Ekim Devriminin işçi sınıfına kazandırdığı tüm kazanımlar bürokrasi tarafından berhava edildi. 1919’da uğradığı suikast sonucu sonraki yıllarda vücudu zayıf düşen Lenin, Rus devriminin yalnız kaldığı anda, bu defa boy vermeye başlayan bürokrasiye karşı mücadeleye girişti. Bilincini yitirdiği son ana kadar sınıfsız bir dünyanın kurulabileceğine olan inancını yitirmeyen Lenin, bu mücadelesinde başarıya ulaşamadan ne yazık ki hayata gözlerini yumdu. Tarih Lenin’i yanıltmadı. “Dünya devrimi yardımımıza yetişmezse, devrimimiz yenilecek” demişti. Bürokrasinin gerçekleştirdiği karşı-devrimle bu öngörü kısa bir süre sonra gerçekleşti. İşçi iktidarını yıkıp yerine kendi despotik iktidarını kuran bürokrasinin sınıf ideolojisi olarak ortaya çıkan Stalinizm, işçi sınıfı hareketinin ağır darbeler almasına, dünyanın birçok yerinde yaşanan devrim deneyimlerinin sınıf işbirliği batağında yitip gitmesine neden oldu. Bugün Marksizm üzerine Stalinizmin düşürdüğü kir tabakasını kazıyacak olan devrimci Marksistlerdir. Bu yapılmadan, Marksizm layık olduğu biçimde savunulmadan işçi sınıfının önderliği yaratılamaz. İşçi sınıfının devrimci önderlikten yoksun olması sayesinde, saldırılarını her geçen gün fütursuzca arttıran, dünyayı savaş arenasına çevirerek yok oluşa doğru sürükleyen kapitalistlerin rahatını kaçırmak, işçi sınıfının yeniden Marksizmin ışığında mücadeleye sarılmasına ve önderliğinin yaratılmasına bağlıdır. Bu tarihsel görev işçi sınıfının bugünkü genç kuşaklarınındır! Her şeyi öğren, hiçbir şeyi unutma! Yaşasın Marksizm! Esenler’den bir Marksist Tutum okuru
41
marksist tutum
Kasım 2006 • sayı: 20
Haberiniz Olsun, “Hesap Ediliyorsunuz”!
İ
nsanlar bazen ne konuştuklarını, neler söylediklerini unutur. Herhalde sizin başınıza da geliyor bu. Bazen de karşıdakilerin ne söylediği, ne yazdığı, ne hesapladığını anlıyormuş gibi dinler, sonra da yemeğini yiyorsa dişlerini karıştırır, tuvalette işi varsa tavana bakmaya dalar, caddede yürüyorsa anlamsızca ortalığı süzer vs. Yani meseleye en akılsız, mantıksız haliyle kafasını çevirip yürür gider. Bakar ama anlamaz. Bakar-kör denir böylelerine. Hakikatten günlük yaşantımızda duyup da geçtiğimiz ne çok şey var etrafımızda. Sanki binlerce, yüz binlerce insanın arasında bazen tek başınaymış gibi hissetmiyor musunuz? Başbakan şöyle buyurmuş geçenlerde: “Televizyonlarda gecekondu yıkımları gösteriliyorken duygusal ve insanı üzen müzikler kullanılıyor, televizyoncular bu müzikleri değiştirmeliler!” Seyirciler kötü etkileniyormuş, hoş olmuyormuş bu görüntüler eşliğinde verilen müzikler! İnsan işini ancak bu kadar iyi yapar. Bravo! Tam bir Baş-bakan. Düşünsenize televizyon programı yapma ve seyretme şeklini bile halkımıza ve televizyonculara öğretmeye çalışıyor. Aslında baş-bakan diyor ki, “gördüklerinizden bir şey anlamıyorsunuz zaten, olur ya bu görüntülerle müzik birleşirse belki bir şeyler kafanıza dank eder, hissedersiniz”. Aman dikkat, HİSSEDİLMEMELİ! Çünkü baş-bakan sadece televizyonlara bakın, reklâmları seyredin ama hiçbir şey anlamayın diyor. Olacak o kadar. Bakanın işi bu. Nasıl olsa o en büyük BAŞ-BAKAN. En basit barınma, eğitim, sosyal güvenlik sorunumuzu bile çözmeden kentlere akan, biz işçi emekçileri kullan-at ürünler gibi gören bu düzenin temsilcileri elbette her zamanki gibi pis işlerini yapıyorlar. Biz işçiler-emekçiler, patronlar ve onların memurları için 25-30 yıl sonra bile emekli olması “yüksek maliyetli” hale gelmiş, beş on sene kullanıp atacakları basit değersiz insancıklarız. Şimdi diyeceksiniz ki buraya kadar yazdıkların ne ki? Burjuva siyasetçilerden de bu beklenir zaten. Bu beklenir ama daha neler beklenir onu da anlatacağım. Sorum şu olacak. Patates… Canım şu kızartıp/kaynatıp yediğiniz patatesten bahsediyorum, fiyatı nasıl hesaplanır bilir misiniz? Hani çarşıda, pazarda beş kilo on lira diye bağırılır ya. Veya bir tavuğun, ama yumurta için üretilen değil eti için üretilen tavuğun fiyatı nasıl hesaplanır, onu biliyor musunuz? En fazla 40 günde o civcivleri yedirip, içirip, hormonlayıp, şişmanlatıp kesime ve sofralara hazırlıyorlarmış. 40 günde 3-4 kilo oluyormuş. Daha iyi bakılırsa 5 kilo bile olanı varmış. Bildiğim kadarıyla kırmızı et için, inekler de tavuk için yapılan
42
hesapla hesaplanıyor. Fakat inekler tavuğa göre biraz daha uzun zamanda büyütülüyor. Fiyatı da ondan dolayı tavuğa göre daha pahalı. Demek ki bu işi yapanlar patatesin, tavuğun, ineğin vs. değerini üretim maliyeti/ zamanı ve piyasaların emrettiği kâr oranı ile hesaplıyorlar. Ne kadar çok tavuk ve inek ne kadar az zamanda semirtilip kesilirse o kadar kârlı olurmuş. Çoook önemli bir görev yapıyorlar. Para kazanıyorlar yani. Kazanmak için iyi hesap edeceksin. Hesap kitap çook önemli. Bunu bilmeyen, bu kapitalist dünyada hayatın en önemli şeyi olan para kazanmayı, kâr etmeyi öğrenemez. Böyle fiyatlandırılır herhalde. Bir düşünün patates üreticisi patatesi satıyor ya, aynı biçimde tavuk ve inekler de satılmak için onca tesis ve çabayla semirtiliyor. Olacaksa tek tesellileri hiç olmazsa et olmadan önce bu hayvancıklar kısacık hayatlarında yokluk ve barınma sorunu çekmiyorlar. Bolluk içinde yiyip içiyor, şişmanlıyorlar. Diyeceksiniz ki bu muydu anlatacağın? Hayır. Bu son anlattıklarım da yazmak istediğim konunun çerçevesi. İşte şimdi derdimi anlatmaya başlayabilirim. Arkadaşlar utanarak soruyorum. Ama gerçekten sıkılıyorum. Tüm bu anlattıklarımızın yanında, en korkunç olan soru şu olur galiba. İnsanın değerini nasıl hesaplıyorlar? Kimler mi? Bu kapitalist düzenin hâkimleri. Yani patronlar, yani burjuvalar. İşçilerin, çocukların, kadınların değerini nasıl hesaplıyorlar? Yani sen meselâ bu yazıyı okuyan insan, burjuvalar senin kaç para olduğunu nasıl hesaplıyorlar? Acaba patates veya tavuk gibi mi hesaplıyorlar? Yoksa kârlı olması tavuğa göre biraz daha uzun zaman yaşamasıyla mümkün olan inek gibi mi hesaplıyorlar? Kapitalizm altında işçi sınıfının, emekçilerin değeri nasıl hesaplanıyor? Evet, bu sistem altında insanların parasal olarak bir “ederi”, “fiyatı” var. Yani bir insan kaç lira ederin hesabı var. Yani 100 kilo kuzu eti eder 2000 lira, bir insan evlâdı 4000 lira. İnek, insan, hayvan, patates hepsinin fiyatı belli. Bu yazıyı okuyan genç bir işçi ise anasının, babasının “kaç para” ettiğini düşünsün, bir kadınsa eğer “çocuğunun kaç para” ettiğini düşünsün. Babalar, anneler, ablalar, arkadaşlar, canlar, insanlar… kaç para edersiniz? Bunun hesabı var. İnsan kaç para ederin hesabı var. Mahkemede bilirkişi raporu ile tespit edilen, yani bu düzenin yasalarından yorumlanarak ortaya çıkarılan bir hesap var. Yani anayasanın, ceza yasalarının, iş yasalarının içinde kaç para ettiğimiz yazıyor. İki kilo tavuk yedi lira, yarım kilo kuşbaşı on lira, patates beş kilo beş lira. Tam da böyle hesabı var. Size, gerçek, canlı kanlı bir hesap anlatayım da bu
Kasım 2006 • sayı: 20
hesap işinin ne olduğunu siz düşünün. 1 Mayıs 2003 tarihinde Bingöl’de meydana gelen depremde Çeltiksuyu Pansiyonlu İlköğretim Okulunda okuyan 84 öğrenci ve 1 öğretmen, okulun eksik ve ucuz malzeme ile yapılmasından dolayı göçük altında kalmış ve üçü hariç hepsi ölmüş. Çocuklarını depremde kaybeden aileler, 2004 yılında Malatya İdare Mahkemesine başvurarak Milli Eğitim Bakanlığı aleyhinde maddi ve manevi tazminat davası açmış. Ancak, dosyalar yetkisizlik nedeniyle Elazığ İdare Mahkemesine gönderilmiş. İdare Mahkemesi, öğrencilerin yaşaması durumunda ailelerine sağlayacağı katkının hesaplanması için bilirkişiye başvurmuş. Bilirkişi hemen yasalara bakmış, araştırmış, patates, tavuk ve inekler nasıl hesap ediliyorsa aynen ölen çocukları kategorilere ayırıp bir rapor hazırlamış. Dikkatle okuyun lütfen. Rapora göre, yaşaması halinde bir öğrencinin ömür boyu orta yaştaki anne ve babasına katkısı 230 ile 750 YTL arasında olurmuş. Genç anne ve babalar için ise bu rakam 4 bin YTL olarak hesaplanmış. Raporda, 50 yaş üzerindeki anne ve babaya ise çocuğun hiçbir maddi katkısının olmayacağı görüşüne yer verilmiş. İki yıl süren davanın ilk ayağında mahkeme heyeti bilirkişi raporunu kabul ederek, maddi tazminat davasını reddetmiş ve ailelere 40 bin YTL manevi tazminat ödenmesini kararlaştırılmış. Depremde ölen Cahit Arın’ın babası köy muhtarı Adem Arın, devletin kendilerine büyük haksızlık yaptığını söylemiş. Arın “Bir çocuk için 40 bin YTL verdiler, benim çocuğumu bana geri versinler ben 100 bin YTL veririm. Mahkeme tarafından anne ve baba için verilmesi öngörülen toplam 40 bin YTL için Milli Eğitim Bakanlığının temyize gitmesi de çok ayıp ve ailelere hakarettir. Bu devletin büyük bir ayıbıdır” demiş.
marksist tutum
Eksik malzeme ve ucuza mal edip daha çok kâr etme kaygısından dolayı çöken okulun altında can veren Mehmet Günana’nın babası Sıddık Günana ise, çocuklarını okula gönderdiklerini ve kendilerine cenazelerinin verildiğini belirtmiş. Günana, “Malatya’da görev yapan bilirkişi tarafından çocuklarımızın değeri 4 bin YTL olarak belirlenmiş. Bu çocuklar ilerde savcı, hâkim, öğretmen, doktor da olabilirlerdi. Ama onlar çoban olabilir üzerinden düşünmüşler. Sadece hakaret edilmiş. Bu büyük bir haksızlıktır. Hani köylü milletin efendisiydi. Bu nasıl efendiliktir” demiş. Acılı anaların, babaların dertlerini anlamak bizler açısından çok zor olmamalı. Onların hissettikleri, her gün iş kazalarında kolunu, bacağını, yaşamını kaybeden işçi arkadaşlarımızdan çok farklı değildir. Fakat burjuva devletin ve hukukunun anladığı dil paradır. Her şey para ile çözülür. Bu sistemin özünü anlamak için bu tip uygulamalara dikkatli bakmak yeterli olacaktır. Bu dünyada kapitalizm hüküm sürdükçe, yaklaşmakta olan dünya savaşında, beş paralık değer vermedikleri biz yoksul işçi, emekçi çocukları burjuvaların mallarını, mülklerini, ayrıcalıklarını, yasalarını korumak için birbirimize kırdırılacağız. Bugün biz emekçilere, yoksullara kelle başı 4000 YTL değer biçen burjuva düzen ve hukuku, biz işçiler örgütlü bir biçimde karşı çıkmadıkça gelecekte daha da rezil hesaplar yaparak ölmemizi ve öldürmemizi isteyecek. Bizim çocuklarımız satılık değil, bizim gençlerimiz kiralık değil, bizim insanlarımız kurbanlık inek, koyun değil. Biz işçi sınıfının evlatları bu düzeni değiştirmedikçe bu modern görünümlü, takım elbiseli burjuvaların pis ve aşağılık hesaplarında sadece bir rakam olacağız. Bu düzen çoktan beri çürümüştür. Gelecek onurlu ve güzel günler biz örgütlü işçi sınıfının elinde yerini almayı bekliyor. Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz! Sınıfa karşı sınıf savaşı! Gebze’den bir Marksist Tutum okuru
43
marksist tutum
Kasım 2006 • sayı: 20
Dünyamızı Kirleten Kapitalist Sistemi Yıkalım! S
oluduğumuz havada, yüzdüğümüz denizde, oturduğumuz mahallede, aslında yaşamımızın her alanında kapitalistlerin sayesinde zehirlenmekteyiz. Onlar için kâr güdüsü her şeyden önce geldiğinden, daha fazla kazanmak uğruna doğayı tahrip etmekten çekinmezler. Yaşadığımız gezegenin bu kadar hor kullanılması, aşırı üretim ve atıklardan dolayı kirletilmesi ve gerekli önlemlerin alınmamasının sonucu olarak insanlık hızla bir felâkete doğru sürükleniyor. Ama kapitalistler bir yandan yaşadığımız dünyayı kirletip yok ederken, diğer yandan da ikiyüzlü tavırlarla güya “çevreci” yasalarla ve “çevreyi koruma” bakanlıklarıyla yaptıklarını örtbas etmeye çalışıyorlar. Hem doğayı kirletip yaşanmaz hale getiriyorlar, hem de bunların sorumluları kendileri değilmiş gibi çare arar görünüyorlar. Örneğin burjuvazi “2B Yasası” diye bir yasa çıkardı. Buna göre, “orman vasfını yitirmiş” arazilerin orman kapsamından çıkartılarak imara açılması söz konusu olacak. İlk bakışta makul ve mantıklı gibi görünse de, işin aslı bu da burjuvazinin alicengiz oyunlarından birisidir. Orman vasfını yitirdiği söylenen araziler çoğunlukla gecekondu bölgelerini, yani yoksul işçi-emekçilerin yaşadığı yerleri kapsamaktadır. Yasa tasarısını hazırlayan uyanık burjuva siyasetçileri, karganın ağzından peyniri kapmaya çalışan tilki misali, buraların tekrardan orman haline getirilmesinin artık mümkün olmadığını, bu yüzden hiç olmazsa gecekonduların yıkılıp yerlerine daha modern yapılar yapılması gerektiğini söylüyorlar. Böylece bir taşla iki kuş vurmuş olacaklar. Önce gecekondu sahiplerinden devlet para isteyecek ki bu yolla 20 milyar dolar gelir elde edilmesi öngörülüyor, veremeyenlerinse gecekonduları istimlâk edilerek burjuvaziye peşkeş çekilecek. Burada da söz konusu olan şey, manzarası güzel olan yerlerde yine burjuvaların oturabileceği alanlar yaratmaktır. Villa kentler oluşturmak ve kârlarına kâr katmak istiyorlar. Öte yandan, çıkacak yasanın kokusunu alanlar da, daha yasa çıkmadan bazı arazilerin orman vasfını yitirebileceğinin farkına varmış (!) olmalılar ki, birden sağda solda orman yangınları çıkmaya başladı. Antalya’da, Muğla’da başlayan yangın furyası, hızla Bodrum’a doğru ilerledi ve çok geniş alanlar yangınla birlikte kül oldu. Böylelikle yasa çıktığında turistik bölgelere yakın olduğu için son derece değerli olan bu araziler, “tekrar orman haline döndürmek mümkün olmadığından” maalesef otel ve benzeri “modern, çağdaş” yapılara dönüştürülmek zorunda kalınacak! Başka bir örnekse Tuzla Orhanlı’da boş araziye gömülü zehirli atık varillerinin bulunmasıyla birlikte yaşandı. Arazinin altında 640 tane varil bulunmuştu. Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe, mal bulmuş mağribi gi-
44
bi olayın üzerine atladı ve takındığı “çevreci” pozlarla bol bol reklâmını yaptı. Varillerin ne kadar zararlı olduğu söylendi, bakanlığın elinde yeterli personelin olmadığından ve her yere yetişemediklerinden, bütçeden çevre korumasına ayrılan payın azlığından dem vuruldu vs. vs. Bunlar sürekli duymaya alışık olduğumuz teranelerdi. Medyanın da işin içine girmesi ve olayın büyümesi üzerine Unifar ilaç firmasının üç yetkilisi için beşer yıl hapis cezası istemiyle dava açıldı. Tahmin edileceği gibi dava hâlâ sürüyor. Zaten bunlar beş yıl hapis yatsa bile, bu ve benzeri şekilde hayatımızı tehlikelere sokacak başka kapitalistler icraatlarına devam ediyorlar. Bunlar sadece su yüzüne çıkan tekil örnekler. Tuzla Orhanlı, işçilerin yaşadıkları semtlerden bir tanesi. Buralara gömülen atıklar canlılar için ciddi tehditler içeriyor. Ama kapitalistlerin umurunda değil. Bu haber televizyona ilk yansıdığı sırada ikiyüzlü burjuvalar gerekli önlemlerin alınacağı ve bunu yapanlar hakkında gerekeni yapacaklarını söyleyip durdular. Ama nedense bu olay artık ne televizyonda ne gazetede önemli bir haber olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye’de bunlar olurken, çevreci geçinen Avrupa’da işlerin farklı yürüdüğü zannedilmesin. Yakın zamanda gündeme gelen asbestli Otopan gemisi, Avrupa burjuvazisinin ne denli “çevreci” olduğunu ortaya koydu. Hollanda’dan sökülmek üzere Türkiye’ye gönderilen gemideki gerçek asbest miktarının, başlangıçta açıklanandan yaklaşık 70 kat fazla olduğu ortaya çıktı! İşte size çevreci Hollanda hükümetinin ikiyüzlülüğü. Bunun kendi kapısının önünü temiz tutup, çöpleri komşusunun kapısına boşaltmaktan ne farkı var? Üstelik bu sadece Hollanda hükümetine mahsus bir hal değil. Geçmişte Almanya’nın da radyoaktif atıklarını gemilere doldurup para karşılığı başka ülkelere sattığını duymuştuk. İtalyanların ve İspanyolların kimyasal atık dolu varillerini unutmadık. Daha gerilere gidersek, İngiltere’nin Manş denizini radyoaktif atıklarla doldurmuş olduğu da hatırlanabilir. Kısacası, burjuvazi pek çok konuda olduğu gibi çevre konusunda da ikiyüzlü davranıyor. Ama zaten ikiyüzlülük, hilekârlık, yalan-dolan, hırsızlık, yağma ve talan, tüm bunlar kapitalizmin hamurunda olan şeyler değil midir? Kapitalizm gibi insan doğasına aykırı ve mantık dışı bir sistemin, doğaya ve çevreye zarar vermemesi düşünülemez. Sorunun kaynağı, fabrika sahiplerinin “duyarsızlığı” veya “cahilliği” değil, sistemin kendisidir. Bu yüzden Greenpeace ve benzeri çevreci örgütlerin çabaları, kıyıya vuran denizyıldızlarını tekrar denize atmaya benzer. Doğaya ve çevreye faydalı bir iş yapmak istiyorsak, en temizi kapitalizmi yok etmektir. Kartal’dan Marksist Tutum okuru bir büro işçisi
Kasım 2006 • sayı: 20
marksist tutum
Kapitalizmde “Kaza” Geliyorum Der G
eçenlerde gazetede rastladığım bir haber bana yaşadığımız sistemde hayatımızın nasıl pamuk ipliğine bağlı olduğunu bir kere daha düşündürttü. Bursa’da yakınlarıyla birlikte denize giden 20 yaşındaki gencecik bir kız, başına biraz sonra neler geleceğinden habersiz güneşlenirken aniden göğsüne düşen bir moloz parçasıyla kaburgaları kırılıyor, akciğerleri parçalanıyor ve iç kanama geçiriyor. Hastaneye kaldırıldığında tüm müdahalelere rağmen kurtarılamıyor. Bu moloz parçası, hemen yakındaki uçurumdan aşağıya düşüp gelmiş bir parça, ama bir yer sarsıntısı veya heyelandan dolayı aşağı düşmüş değil. İnsanların aşağıda denize girip güneşlendikleri, dinlendikleri bir sırada, Bursa Belediyesinin altyapı çalışmalarını yürüten bir firmaya ait olan bir kamyonun, damperinde yüklü olan hafriyatı uçurumdan aşağı boşaltmasından kaynaklanıyor. Olayın “suçlusu” kısa zamanda yakalanıyor! Hafriyatı boşalttıktan sonra aşağıda olanlardan habersiz yoluna devam eden kamyon şoförü önce durdurulup gözaltına alınıyor, sonra serbest bırakılıyor. Ancak kızın ölmesinin ardından yeniden gözaltına alınıyor. Bu haberi ilk duyduğumda aklıma gelen elbette ki yine bu sistemin yaşamımızı ne kadar değersiz hale getirdiği oldu. Ve aklıma buna benzer her gün duyduğum olaylar geliverdi: Yolda yürürken ansızın nereden geldiği belli olmayan, bir otomobilden kopup gelmiş bir tekerin birisinin kafasına çarparak ölüme sebep olması; gecekondusuna yoldan çıkan bir kamyonun dalmasıyla yok olan işçi ailesi; evinin damının çökmesiyle ölenler, sakat kalanlar; evde çocuklara bakacak kimse olmadığından işçi anne tarafından evde kilitlenen çocukların yanması; yolda giderken gaspçılar tarafından sakatlanan, öldürülen insanlar ve daha nice içimizi burkan olaylar. Bunlar işçilerin, yani bizlerin ölümlerine ilişkin hikâyeler. Belki de şu anda benim bu yazıyı yazdığım sırada bile dünyanın herhangi bir yerinde bizden birileri böyle pisipisine ölmek üzeredir. Kendimizi ölümden ne kadar sakınsak da ölüm bizi hiç ummadığımız bir anda ummadığımız bir yerde buluyor, yani bu sistemin çürümüşlüğü, pisliği bizi hem yaşamımızda hem ölümümüzde rahat bırakmıyor. Ölümden ne kadar sakınsak diyorum çünkü etrafımıza baktığımızda “aman başıma bir şey gelmesin, yakınlarıma bir şey olmasın” diyen insanları görüyoruz. Bu sistemin pisliklerine karşı savaş açanlara, insanlık onuruna sahip çıkanlara, mücadele bayrağına sarılanlara “kendi sonunu düşünmüyor mu?” derler böyleleri. Ölüm korkusu daha insanca yaşayabilme arzusunun önüne geçmiş durumda. Yukarıda sözünü ettiğim olayda hayatını kaybeden bir patron veya onun ailesinden biri olabilir miydi? Denize gitmek için en ucuz yerleri tercih edenler bizleriz. Patronlar tatillerini işçilerin sırtından kazandıkları paralarla, en lüks, en korunaklı, özel giriş kartları olan, bizden birinin civarından bile geçemeyeceği en güzel yerlerde, cennet gibi tatil köylerinde, saray gibi otellerin havuzlarında geçirirler. Kaldı ki
kamyonun damperinden boşalan molozlar onların güneşlendiği yerlerin ancak kilometrelerce uzağında dökülebilir. Bu dünya kimin dünyası sorusunun yanıtını hem yaşamımıza hem ölümümüze bakarak anlayabiliyoruz. Savaşlarda da ölümler, sakatlanmalar, yıkımlar hep işçilerin payına düşüyor. Orda bile patronlar para sayesinde bir sürü beladan yakayı yırtabiliyorlar. Peki neden başımıza bir şey gelmemesi için bu kadar sakınıyoruz, bu kadar korkuyoruz? Nerdeyse kendini korumak için evden çıkmayan insanlara bile rastlayabiliyoruz! Bu sistem bize ölümlerden ölüm beğendiriyor. Hiç başımıza gelmez diye düşünebildiğimiz ama milyonlarca insanın ölümüne sebep olan savaşları, her yıl on binlerce insanı öldüren, evsiz bırakan önlemi alınmamış doğa felâketlerini bir kenarda tutalım şimdilik. Bunlara gelinceye kadar, üç beş kuruştan kaçan bir firmanın döktürdüğü moloz yüzünden ölebilirsin, patrona pahalı geldiği için yeterli güvenlik önlemleri alınmadığından “iş kazası”nda ölebilirsin, daha ucuza geldiği için yaşadığın bölgeye dökülen zehirli atıklar yüzünden ölebilirsin, belediyenin açıp zamanında kapatmadığı çukura düşerek ölebilirsin, yaşadığı sorunların çözümünü alkolde arayan bir şoförün dikkatsizliğinin kurbanı olabilirsin, ciddi bir sağlık sorunun olduğunda yeterince paran ve sağlık güvencen olmadığından tedavi olmayacağın için ölebilirsin, işsizliğin, açlığın ve toplumsal yozlaşmanın çürüttüğü insanlardan birinin boş çanta ve cüzdanına göz dikmesi yüzünden ölebilirsin vs. vs… Bunlar gibi yüzlerce ölüm çeşidini sıralayabiliriz. Artık yaşadığımız yüzyılda nerdeyse 60-70 yılı devirip hiçbir hastalıktan muzdarip olmadan ölebilme şansına sahip olamayacağız diye düşünüyorum, her gün duyduğum ölüm haberlerinden sonra. Biz işçilerin yaşamları birbirine çok benziyor, ama bizi çürüten ve ölümden başka bir şeyi reva görmeyen bu çürümüş sisteme karşı mücadele etmediğimiz için ölümlerimiz de birbirine çok benziyor. Yaşamlarımıza “daha beteri de var” deyip katlanırken, ölümlerimizde de mutlaka küçük bir suçlu buluyoruz. Bu sistemin yarattığı suçluları yine bu sistemin yasaları cezalandırıyor, yani o küçük suçlular onu yaratan büyük suçlu tarafından cezalandırılıyor ve güya hak yerini buluyor. Korkunun ecele faydası yok, insanca yaşamak istiyorsak, anlamlı hiçbir şey yapmadan ölmek istemiyorsak, yaşayacağımız 60-70 yılı “yaşadım” diyebilmek için daha başka gözlerle bakmalıyız yaşadığımız dünyaya. İnsanlığın penceresinden bakabilmeliyiz. Kapitalist bir dünyada yaşadığımızı anlamak istemediğimiz, bunu değiştirmek için mücadele etmediğimiz sürece olanlara tepkisiz kaldığımız için büyük suçlunun suç ortağı oluruz yalnızca. Oysa yaşamın çok değerli bir anlamı olmalı bizim için: Çocuklarımıza insanlığın en güzel değerlerini verebilmek, bu dünyada kendinden başka milyarlarca daha insan olduğunun farkına vardırtabilmek ve tüm güzellikleri paylaşabilmek için MÜCADELE ETMEK. 1 Mayıs Mahallesinden bir eğitim emekçisi
45
Okurlarımızdan Ayşe Okula Koş… Okullar açıldı. Milyonlarca çocuk ve genç için müfredat denilen bir yığın ayrıntıyı ve bilimdışı safsataları ezberlemek zorunda oldukları, sınavdan sınava koşacakları bir dönem daha başladı. Veli Efendi Hipodromunda at yarışı startı verir gibi açıldı okullar. Bu yarışta jokey olmaya zorlanan ailelerin durumu ise içler acısı. Çocuğuna daha iyi bir gelecek hazırlamak ümidiyle adeta çocuklarıyla beraber okuyan velilerin yapmak zorunda oldukları harcamalar korkunç boyutlara ulaştı. Okulların açılmasına yakın dönemlerde tüm fabrikalarda mesailer artar. Çocuklarının okul masraflarını karşılayabilmek için işçi anne babalar günde neredeyse 16 saat durmaksızın çalışırlar. Aldığı ücretle karnını bile doyuramayan anne babalar kölece çalışıp mesaiye kalmazlarsa çocuklarını o yıl okula gönderemezler. İşçi çocukları için okula gitmek, işçi aileleri için çocuğunu okula göndermek daha fazla sefalet ve başka her türlü ihtiyacın giderilmesinden mahrumiyet anlamına geliyor. Ama patronlar için durum tam tersi. Gayretkeş işçileri bir de mesai yaparak onları daha da zengin etmektedir. Çocukları ise zaten en özel okullarda, en özel şartlarda, özel olarak eğitilmektedir. Asgari ücret alan bir işçinin eline geçen para ayda 385 YTL. Okul alışverişinde kıyafet ve kırtasiye masrafları ise 150 YTL den başlıyor. Okul kitapları, ulaşım, yemek, berber parası derken yapılması gereken harcama 1040 YTL ye kadar çıkıyor. Kız öğrenciler için bu rakam daha da yüksek. Tüm bu masrafların üstüne çocuğunu yazdırmak istediği okula “bağış” yapmak zorunda kalan aileler çıldırma noktasına geliyorlar. Bütün bu engeller atlatılınca da iş bitmiyor. Çocuklar silgisini, kalemtıraşını kaybetmemeli, çorabını yırtmamalı. Yenisini almaya ne para ne tahammül var çünkü. Öğretmen falanca masraf için para topluyordur. Çocuk aracıdır ve ailesine iletir. Ama artık
fazla olmuştur bu öğretmen de! Bu para ödenemez. Çocuk öğretmeni karşısında ezik ve mahcup, öğretmen okul idaresi karşısında çaresizdir. Bu para zorla “tahsil” edilir. Öğretmene “kutsal” görevi böyle icra ettirilmektedir. Çocuk okuldan, anne baba işsiz değilse işinden dönünce dinlenme fırsatı bulamadan yapılması gereken ödevlerle boğuşurlar. Nasıl olsa çocuklar büyüyüp okulu bitirince bol bol dinlenme fırsatı bulunacaktır. Çocuklar büyür ve ailelerin umduğu gibi “büyük adam” değil İŞÇİ olurlar. Ne sınavlar ne dershane masrafları ne elemeler bir türlü bitmez. Hayat hep aynı kâbusun devamı gibidir işçi kuşakları için. Peki bu kâbustan uyanılamaz mı? Bu bitip tükenmek bilmeyen cendereden çıkılamaz mı? Bu soruların yanıtı tarihte defalarca kez verildi. Bu cendereden çıkmanın yolu okul masraflarıyla, sınavlarla, işsizlikle ve bütün sorunlarla tek başına boğuşmayı seçerek gelecek kurmaya çalışmakla bulunamaz. Biz işçiler ve geleceğin işçi çocukları sadece mücadele ederek kurabiliriz geleceği. Hep beraber yaşadığımız tüm sorunların kaynağı olan kapitalizme karşı mücadele etmeden hiçbir şey elde edemeyiz. Çocuklarımız bin bir güçlükle gittikleri okullarda aldıkları burjuva eğitimle insanlığın kurtuluşu için mücadele etmeyi öğrenemezler. Onlara işçi sınıfının bilimini ve mücadelesini anlatmalıyız. Ayşe okula koş ninnileriyle uyutmayalım çocuklarımızı. Onlar mücadeleye koşmalı. Koş çocuğum koş Adımlar küçük olsa da Koş çocuğum koş Hayaller uzak olsa da Koş çocuğum koş İnsanlar karşı dursa da Koş…
İşsizlik gerçeği
Marksist Tutum okuru bir tekstil işçisi
Türkiye’de bugün işsiz sayısı 5,3 milyon, bunun içinde üniversiteli işsiz sayısıysa 287 bin. Ancak böyle bir tablo karşısında bile üniversiteye girebilmek için bu yıl 1 milyon 800 bin öğrenci at gibi koşturuldu. Gençler, ailelerinin de baskısıyla, gelecekte “masa başı” bir iş bulabilmek, burjuvazinin gözlerini boyayarak çizdiği güzel bir yaşama ulaşabilmek için tüm enerjilerini üniversite sınavlarına hazırlanmak için harcıyorlar. Gençlik dönemlerinin tüm gereksinimlerini dışlayarak bu amaç uğruna çabalayıp duruyorlar. Bunca çabadan sonra bir üniversiteyi okumayı ve bitirmeyi “başarmış” biri olarak, bütün o tozpembe hayallerin nasıl yitip gittiğini ve düşlediğimiz o yaşamın nasıl ayaklarımızın altından çekilip alındığını birkaç iş başvurusundan sonra fark ettim. İş bulma kriterleri karşısında çıplak gerçeklerle karşılaştım. Yabancı dil istekleri, yeterlilik sınavları, KPSS’ler vb. sınavlara tâbi tutulup bir güzel sömürülmek ve derken bir veya iki yıl sonra yeni kriterlerle karşılaşmak ve heba olan yıllar. Geri zekâlı dahi olsalar burjuva çocukları özel okullarda paralarıyla okuyup babalarının fabrikalarının başında yerlerini alıyorlar ve hayatın bütün nimetlerinden tepe tepe faydalanıyorlar. İşçi ve emekçi sınıfın gençleri olarak bizler ise iş bulursak, burjuvazinin dayattığı hayata razı olup, onun ideolojisiyle bilincimizi doyuruyoruz. İşsiz isek kaderimize boyun eğip bunun suçlusunun kendimiz olduğuna inanırız. Hatalı olan bizizdir, takdir-i ilahi deyip asıl sorumlunun kim olduğunu sorgulamayız. Gerçekten sorumlu ve kabahatli bizler miyiz? Bize bu hayatı reva gören burjuvazi var oldukça işsizlik de yoksulluk da son bulmayacak bu dünyada. Bizler işçi sınıfının bir parçası olduğumuzun farkına varmazsak ve kendimiz için, sınıfımız için, insanlık için savaşmazsak bu düzen böyle sürüp gider. Sınıfsız sömürüsüz bir dünya için sınıfımızın mücadele bayrağını yükseltelim!
Merhaba Marksist Tutum okurları ben bir matbaa işçisiyim. İşyerinde genellikle reklâm etiketleri üzerine çalışıyoruz. Aklınıza gelecek her türlü etiketi üretiyoruz. Su şişesinin üstündeki etiketleri, ilaç veya makyaj malzemelerini tanıtan katalogları, promosyon ürünlerinin afişlerini, özel günler için hazırlanan takvimleri, poşetleri yani reklâm için yapılabilecek her şeyin etiketini üretiyoruz. Yaptığım iş bana çok anlamsız ve önemsiz geliyor. Üretilen bir ayakkabının ne işe yaradığını ya da kazağın bizi sıcak tutacağını veya bir koltuğun neden üretildiğini aklım alıyor, ama binlerce reklâm kâğıdı ne işe yarar ki… Sırf patronlar kendi ürünlerini tanıtıp çok satabilsinler diye saatlerce anlamsız bir üretim yapıyoruz. Bu da benim zoruma gidiyor. Ama bir gün sosyalizm kurulduğunda hiçbir ürün kâr elde etmek için üretilmeyecek ve kâr için satılmayacak. Her şey insanların ihtiyacı için üretilecek. Ve o zaman ben de neyi neden ürettiğimi bilerek çalışabileceğim.
Aydınlı’dan üniversite mezunu bir işsiz
Maltepe’den Marksist Tutum okuru bir işçi
46
Okurlarımızdan Son dönemlerde linç olaylarında hızlı bir artış yaşanıyor. Araştırmalara göre son 15 ayda 21 linç girişiminde bulunulmuş. Sakarya’da bildiri dağıtan gençlere saldırıyla başlayan, Lübnan’a asker gönderilmesine karşı çıkan üniversitelilerin dövülmesiyle devam eden linç kültürü, artık sıradan sokak kavgalarında bile kendine zemin bulabiliyor. Linç olayları elbette biz işçileri korkutmak amaçlı yapılıyor. Yaşadığımız kapitalist sistemden kaynaklı sorunlara ses çıkarmayalım, sisteme boyun eğelim diye yapılıyor, tepkisiz kalalım, eylemlere katılmayalım diye. “Eğer sesinizi çıkarırsanız sokakta sizi bekleyen linç var” demek isteniyor. Burjuvazi, tıpkı geçmişte yaptığı gibi, işçiler herhangi bir soruna sesini çıkarınca onları terörist ilan ediyor ve milliyetçi faşist çetelerini devreye sokuyor. Zaten medyasıyla ve eğitim sistemiyle verdiği şoven duygularla da sokaktaki halkı kolayca provoke edip galeyana getiriyor. İnsanlar artık saldırdığı kişilerin ne yaptığını anlamadan dinlemeden sadece saldırmaya odaklanıyor. Yani burjuvazi bilinçsiz kitleleri kullanıyor ve bizi birbirimize düşürüyor. Yeni çıkan terörle mücadele adı altındaki yasayla birlikte artık iş durdurmak, grev yapmak, eylem yapmak vs. keyfi bir biçimde terör suçu kapsamına sokulabilecek. Elbette burjuvazi bunları durup dururken yapmıyor. Bu kemer sıkma politikalarının, daha doğrusu gırtlak sıkma politikalarının karşısında daha fazla
sessiz kalınamayacağını, burjuvazi geçmiş deneyimlerinden iyi biliyor. Ve burjuva araştırmacıları artık televizyonlardan, ilerleyen süreçte işçilerin daha da gırtlağına basılacağından ve bu durumda sosyal patlama olabileceğinden bahsediyor. Burjuvazi önümüzdeki sürecin planını yapıyor ve uygulamaya koymaya başladı bile. Bize düşen ondan daha çok çalışmak, örgütlenmek, mücadeleye daha çok insan katmak, bilinçsiz işçi kardeşlerimizi, işyerindeki arkadaşlarımızı kendi sınıf safımıza çekmek ve kitlesel, örgütlü daha güçlü eylemlerle burjuvazinin karşısına çıkmaktır. Onların planlarını altüst edip onlara artık haddini bildirmeliyiz. Aksi halde onlar kendilerini yasalarla sınırlamayıp, geçmişteki gibi faşist emelleriyle hareket edip daha büyük kıyımlar yapacaktır. Geçmiş sınırsız deneyimlerle dolu, elbette onlardan doğru dersler çıkarmalıyız ve bir daha hüsrana uğramamak için tüm dünyadaki sınıf kardeşlerimizle emperyalist, kapitalist sistemi yıkıp tarihin çöp kutusuna atmalıyız. Ancak o zaman sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız, özgür bir dünyada yaşamamız mümkün olacaktır. Bunun için yılmadan, bıkmadan her şeye rağmen yüreğimizdeki devrim ateşini daha da körükleyip mücadeleye daha sıkı sarılmalıyız. Milliyetçiliğe, şovenizme, ırkçılığa geçit vermeyeceğiz! Yaşasın sınıf mücadelemiz, yaşasın örgütlü mücadelemiz!
Evet, siyaset boşluk tanımaz. Bunun içindir ki kapitalizm pisliğiyle gündemimizi doldurmaya devam ediyor. İnsanları pasifize etmek için alenen işkence etmesine gerek kalmıyor. Uyguladığı ideolojik bombardımanla kitlelerin her an patlayacak öfkesini yavaş yavaş kendi lehine döndürüyor ve kendi çıkarları için kullanıyor. Nedir mi bunlar? En önemlilerinden başlayalım milliyetçilik, ırkçılık ve din. Kapitalistler için çalıştırdığı işçinin hangi dil, din ve renkten olduğu değil onu nasıl daha fazla sömüreceği önemlidir. Fakat bunun kadar önemli olan bir şey de onları kontrol altında tutabilmektir ve din bu konuda belki de en etkili araçtır. 1930’larda Katolik piskoposlar, İspanyol işçileri ve köylüleri ezme seferberliğinde Franco’nun ordularını kutsamışlardı, Hitler egemenliğinin başından sonuna kadar piskoposlar inananlara, Hitler hükümetine itaat edilmesini öğütlemişlerdi.1929 krizinde İngiltere kralı işçilere yaşanan felâketlerin kapitalistlerin hırsları yüzünden değil de Tanrının isteğiyle gerçekleştiğini söylüyordu. AKP hükümeti de –ampulleri yetmediğindendir herhalde– imamları “aydınlatma” ekibi olarak kullanıyor. 70 imam “laik” devletimizde işbaşında. Hükümet Kürt halkını bilinçlendirmek adına doğuya 70 imam gönderiyor. 3 yaşındaki, 12 yaşındaki çocukları terörist diye öldüren devlet, asıl terörün başı kendisi olduğu halde, kalkmış bir de dinden imandan bahsedip, “dinimizde insan canına kıymak günahtır” diyor. “Bunu gerçekleştirenler cezalandırılacaktır ayağınızı denk alın” diyor. Nasıl oluyor da “laik” devletimiz dini devlet işlerine karıştırıyor? İşte kirli yüzünü bir kez daha gösteriyor ve yükselen Kürt hareketini pasifize etmek ve kendi ideolojisini yaymak için dini kullanıyor. Bombayla yapamadıklarını vaazlar vererek yapmaya çalışıyor. Bomba atmadıkları zaman kafamıza, işkence etmedikleri zaman vücudumuza, beynimizi zehirliyorlar sinsice. Çıkardıkları “Terörle Mücadele Yasası” en ufak bir hak arayışımızda bizleri terörist sıfatıyla yargılayıp mücadele etmemizi engellemek için. Bugün tüm ülkelerde bu yasayı çıkarmaya çalışıyorlar ve asıl niyetleri işçi sınıfını atomize etmek, dizginleri sağlam tutmak. Burjuvazi biliyor ki işçi sınıfı örgütsüz olduğu sürece güçsüzdür. Ve bu yüzdendir ki günbegün saldırılarını alabildiğine ağırlaştırıyor. Savaşlar, krizler, açlık, yoksulluk, ölüm. Dünyayı yaratan bizleriz ve bizler bunları hak etmiyoruz. Yaşananları kendimize reva görmüyorsak örgütlenmeli ve mücadele etmeliyiz. Zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok! İstanbul’dan bir Marksist Tutum okuru
Marksist Tutum okuru bir kargo işçisi
Çocuklar Öldürülmesin Burjuvazi televizyonla, gazetelerle istediği haberi gündemde tutuyor. Hatırlatmak istediklerini hatırlatıp unutturmak istediklerini unutturuyor ve en kötüsü kanıksatıyor, en alışılmaza insanları alıştırıyor. İnsanları savaşları TV’den izlemeye alıştırdı: Irak’ı, Filistin’i, Afganistan’ı, Lübnan’ı izledik, izliyoruz. Sınırlar bu işe yarıyor, bir tarafın diğerini izlemesine. Sadece ülkeler arasında da değil bu sınırlar; Beyrut’un güneyi bombalanırken şehrin kuzeyinde hayat normal seyrinde, alışveriş merkezleri açık, gece kulüpleri işlek, insanlar ne olduğunu televizyondan izliyor ve bombardıman bittikten sonra da gidip bakmıyorlar. İsrail 34 gün boyunca tüm dünyanın gözü önünde Lübnan’a bomba yağdırdı, taş üstünde taş bırakmadan kasabaları, köyleri ev, okul, hastane demeden yıktı, insanları, çocukları katletti. Fosfor bombası kullandı. Bir milyondan fazla misket bombası attı ki o an patlamayan yüz binlercesi daha sonra da çevredeki insanları öldürsün, bebek ve oyuncak şeklinde bombalar yaptı ki çocuklar bunları oyuncak diye eline alsın. Bu bombardımanda ölenlerin yarıya yakını çocuktu. Sınırlar bu işe yarıyor, sınırın bir tarafındaki işçiler oyuncak bomba üretiminde çalışıyor, diğer tarafındakiler ölen çocuğunu kucaklıyor. Bu savaşı unutmayalım, kanıksamayalım. Bilelim ki örgütsüz olduğumuzda burjuvazi hemen yanımızdaki işçi kardeşimizle bile aramızda bir sınır var edip bizi birbirimize kırdırabilir. Burjuvazinin emperyalist savaşına karşı durmak, ona alet olmamak ve oturup izlememek için örgütlü mücadeleye katılalım. Çocukların öldürülmeyip şeker de yiyebildikleri bir dünya için haykıralım: Emperyalist savaşlara hayır! Bütün ülkelerin işçileri birleşin! Marksist Tutum okuru bir mühendis
47
Okurlarımızdan Nefes Alma Hakkımızı Bile Elimizden Alıyorlar Bu sabahta diğer sabahlar gibi işyerine gittim. Kantinde çay içerken ortalıkta bir haber dolaşmaya başladı. Gece vardiyasında çalışan genç bir işçi, kafasını tül-perde makinasına kaptırarak hayatını kaybetmişti. İnanasım gelmiyordu. 2-3 saat öncesine kadar hayatta olan 18 yaşındaki genç bir insanın şimdi hayatta olmamasını kabullenemiyordum. Bu duygu ve düşüncelerle işbaşı yaptık. Bu ölüm haberi tüm işçileri etkilemişti ancak üretimin hızını hiç ama hiç etkilememişti. Bundan daha da kötü olanı, kaza saatinde ve sonrasında kazanın olduğu makine dışında tüm makinelerin ve işçilerin üretime devam ettirilmiş olmasıydı. Hiç zaman kaybedilmeden gelen talimatlar üzerine yine işçiler tarafından temizlenen katil makine üretime dâhil edildi. Bu da gösteriyordu ki lanet olası bez parçaları (tül-perde) biz işçilerin hayatından daha değerliydi. Aslında bunu anlamak çok da zor değildi. Üretimin aksaması patronun cebine girecek paranın azalması anlamına geliyordu, ama bir işçinin hayatını kaybetmesi patronlar için hiçbir şey ifade etmiyordu. Çünkü dışarıda binlercesi sırada bekliyordu. Fabrikanın her köşesinde genç işçinin ölümü konuşuluyordu. Kaderi buymuş, dünyada yiyecek ekmeği bu kadarmış! Ecelin ne zaman geleceği belli olmaz diyenler çoğunluktaydı. Bazıları da işçiyi kabahatli bularak, “kafasının makinenin içinde ne işi vardı” diyerek işçiyi cahillikle ve dikkatsizlikle suçlamaktaydı. Ama nedense kimse fabrika yönetimini ve patronu sorumlu tutmuyordu. Oysa bu “kaza”nın gerçek nedeni kötü çalışma koşullarıydı. 8 saat olan çalışma süresi 12 saate çıkarılmıştı ve çalışma süresi içinde toplam sadece 1 saat 15 dakika dinlenme molası veriliyordu. Gün boyu yoğun tempoda oradan oraya koşuşturuluyordu ve kulakları sağır eden gürültü içerisinde üretim aralıksız devam ediyordu. Paydos olduğunda işçilerin yorgunlukları yüzlerinden okunuyordu. Eve dönüşlerde servislerde kimsenin konuşacak hali kalmıyordu. 7 gün 24 saat bu koşullar altında çalıştırılan işçilerin emeklerinin karşılığı ayda ortalama 400 YTL ve 3-5 kuruş mesai ücretiydi. Bu kötü koşullara maruz kalan işçiler bu gerçeği her gün yaşadıkları halde, tıpkı hayatın birçok alanında olduğu gibi, iş kazalarında hayatını kaybedenleri ya hatalı olmakla suçlarlar ya da takdiri ilahi diyerek işi Allaha havale ederler. Oysa gerçek olan bu değil. Gerçek olan yeryüzünde her şeyi yaratan ve tüm canlıların ne kadar ve hangi koşullarda yaşayaSelam dostlar, Bir dünya sistemi olan kapitalizm kaçınılmaz krizlerinden birini yaşıyor. Bu krizden kurtulmak için çeşitli yollara başvuruyor. Bunlardan biri de savaş. Burjuvazi kendini kurtarmaya çalışırken, bu savaşlarda olan hep biz işçi-emekçi kitlelerine oluyor. Savaşan ülkelerin burjuva hükümetleri savaşa muazzam yatırım yaparken, biz işçilerin ücretlerini düşürüyor, sağlık harcamalarında kısıtlama yapıyor, vergileri arttırıyorlar. Üstelik tüm bunlar yet-
48
cağına karar veren doğaüstü bir gücün olmadığıdır. Her şeyi yaratan ellerimizdir. Yaşam koşullarımızı ve süresini belirleyen ise burjuvazi yani patronlardır. Bu kazadan sonra 12 saatlik çalışma süresi 8 saate indirildi. Aradan bir hafta geçtikten sonra fabrika yönetimi bir toplantı yaptı. Genel müdür işçilerin karşısında pişkin pişkin gülümseyerek güzel haberlerinin olduğunu ve bunları açıklayacağını söyledi. Konuşmasının başında, meydana gelen “kaza”dan ötürü herkese başsağlığı dileyerek tekrar böyle üzücü olayların yaşanmaması için tüm işçilerin iş kurallarına riayet etmesi gerektiğini vurguladı ve bir işçinin yaşamının yok oluşunu bu kelimelerle, kendi sınıfına yakışır bir şekilde ifade etti. Sanki “kaza” dedikleri şey, aslında onların işlediği bir cinayet değilmiş gibi! Güzel haberlerinden biri erzak dağıtımı, diğeri ise primdi. Prim verilecekti ama belli şartlara bağlanmıştı. Söylenenler yapılacak ve üretim %10 arttırılacaktı. Bunun yanında bu primi hak edebilmek için haftanın 7 günü, sağlık sorunları olsa bile işe gelinecekti. Yani kendimizi paraladığımız yetmezmiş gibi bir de birbirimizle yarışmamız isteniyordu. Bir de bir aile olduğumuzdan bahsederek birlikte kazanacağımızı söyledi. O an haykırmak istedim, biz bir aile olamayız diye. Çünkü siz varlık içinde sefa sürerken biz yokluk yoksulluk deryası üzereyiz. Sizin yediğiniz her lokmadan kan damlarken biz hiçbir zaman bu kanla beslenmeyiz, çünkü o sizin sınıfınıza yakışır. Ama sustum. Toplantının sonunda soru sormak isteyenlerin olup olmadığı soruldu, tıpkı orada bulunan 350 kişi gibi ben de sustum. Çünkü haykıracak gün, haykıracak zaman değildi, ama o gün gelecek 350 kişiyle, binlerle, milyonlarla haykıracağız! Toplantıdan çıktık. Prim ve erzak yardımına tüm işçiler az da olsa sevinmişlerdi, ama 380 YTL karşılığında bir yaşamın yok oluşunu ve biz işçilerin değerinin bu kadar olduğunu konuşan yoktu. Bu ölüm beni çok etkilemişti. Ölen işçiyi tanımıyordum ama bu acı hiç de yabancı değildi. Patronlar daha fazla kâr elde etmek uğruna arttırdıkları çalışma saatleriyle ve karşılığında verdikleri komik ücretlerle, yaşamla insan arasına kalın duvarlar örüyorlar. Nefes alma hakkımızı bile elimizden alıyorlar. Bu pislik düzenin çarklarını döndürmeye çalışanların kökünü kazıyamazsak ve burjuvazinin karşısında sınıf bilincini kuşanıp doğru bir önderlik çatısı altında örgütlenerek mücadele vermezsek daha nice ölüm haberleri duyacağız. Ve belki de bir gün duyulacak olan bizim ölüm haberimiz olacak.
mezmiş gibi bizlere milliyetçiliği aşılayıp cephelere sürüyorlar. II. emperyalist paylaşım savaşında resmi rakamlara göre 50 milyondan fazla insan ölüyor, bir o kadarı yaralanıyor ve sakat kalıyor. Bunlar kayıtlara geçenler, diğerleri ise meçhul. Önümüzdeki süreçte yeni bir emperyalist dünya savaşı tehlikesi var. ABD 11 Eylül saldırılarını bahane edip “terörle mücadele” adı altında önce Afganistan’a ve Irak’a, şimdi de İsrail aracılığıyla Lübnan’a girdi. Sırada belki de Suriye ve İran var. Tüm bunla-
Gazi Mahallesi’nden MT okuru bir işçi
rı durduracak tek güç biz işçi sınıfıyız. Bizim burjuvaların milliyetçilik oyununa gelmememiz lazım. Bu tür oyunlara geldiğimizde diğer ülkedeki işçi kardeşlerimizi düşman olarak görürüz. Oysa bizim onlarla düşmanımız ortak: kapitalizm. Tüm ülkelerin işçileri birleşip, birlikte mücadele edip, kapitalizmi yok edelim. Kapitalizm yok olmadıkça savaşlar son bulmaz. Enternasyonalle kurtulur insanlık! Kartal’dan bir tekstil işçisi