Sınıfının Gücüne Güven, Örgütlen! Aralık 2006
• Küçük-burjuvanın anatomisi • Deve güreşinde yeni evre • Ecevit kimdir?
21
• Başörtüsü ve kadının özgürlüğü • Ülkücü-faşist hareketin tarihi /1 • Mikro kredi ve makro yalanlar
Deve Güreşinde Yeni Evre Levent Toprak
B
urjuva kanatların emekçi kitlelerin sırtında yaptıkları deve güreşi, 28 Şubat günlerini andıran yeni tepişmelerle, bir tarafta ikiyüzlü bir laiklik savunuculuğu, diğer tarafta oportünist bir din istismarıyla devam ediyor. Her iki taraf da türlü numaralarla halk kitlelerini bu temelde kendi peşlerine yedeklemeye uğraşıyor. Oysa bıraktık daha ötesini, bunların, ne emekçi kitlelerin çalışma ve yaşam koşullarını, ne temel demokratik haklarını, ne de Kürt halkının yakıcı özgürlük taleplerini zerrece düşündükleri var. Tam aksine, ulusalcı, dinci, laikçi, liberal vb. değişik kisveler altında dolaşan tüm bu burjuva kesimler, bir bütün olarak işçi sınıfı ve diğer emekçi katmanların sömürüsünü daha da yoğunlaştırmak ve kölelik koşullarını daha da ağırlaştırmak için uğraşmaktadırlar. Egemenler arasındaki kapışma elbette sahte değil. Ancak kapışmanın içeriği ve sebeplerine ilişkin sunulanlar gerçeğin yalnızca belirli yüzlerini ortaya koymakta, bütünün üzerini bir sis bulutuyla örtmektedir. Bu sis bulutu bugün bu denli yoğunsa, bunun tek sebebi, örgütsüzlük ve dağınıklık nedeniyle bağımsız ve etkili bir işçi sınıfı hareketinin yokluğudur. Bu durum geniş emekçi yığınların şu ya da bu burjuva kampın pasif destekçisi konumuna sürüklenmesine ve sonuçta tekrar tekrar ağır bedeller ödemesine yol açmaktadır. O nedenle sınıf bilinçli işçilerin bur-
juva kamptaki kapışmanın sınıfsal ve tarihsel anlamlarını kavraması son derece önemlidir. Gelecekteki yükselişin burjuva kamplardan herhangi birinin payandası olmaması için bu hazırlık elzemdir. Ama sorun sadece genel anlamda gelecekteki yükselişin selâmeti sorunu değildir. Temelde dünya kapitalizminin içine girdiği yeni evre ve Türkiye kapitalizminin geldiği gelişme aşaması tarafından belirlenen bir rejim bunalımı söz konusudur. Bu Türkiye için önemli bir tarihi kırılma noktasıdır ve etkili bir devrimci işçi sınıfı hareketinin olması halinde burjuva düzenin bunalımına ve devrim fırsatına dönüştürülme olanağını temsil etmektedir. Egemenler arasındaki kapışmanın ciddi bir kapışma olduğunun en önemli göstergesi devlet aygıtının değişik birimlerinin iç ve dış politika alanındaki birçok temel konuda bile ikilik sergilemeleridir. Yani devlet aygıtı bütünlüklü davranamamaktadır. Tam da bu nedenle dış güçler bile gülünç biçimde Türkiye’de iki ayrı devlet aygıtı varmış gibi hareket etmektedir. Örneğin ABD Türkiye’deki işlerini yürütebilmek için bir yandan hükümetle bir yandan da generallerle görüşmektedir. İşin aslı, normal şartlarda bunun bir yönetememe krizine yol açması gerekirdi. Ancak sınırlı ölçüde bir toplumsal muhalefet dinamiğinin bile olmaması nedeniyle egemenler kozlarını nispeten daha risksiz pay-
1
marksist tutum
Aralık 2006 • sayı: 21
laşmaktadırlar. Bugün durum ne yazık ki böyledir. Ama elbet devrimin nefesini enselerinde hissedecekleri günler de gelecek. Egemenler arasındaki kapışma, işçi sınıfının ekonomik ve demokratik talepleri için verdiği somut gündelik mücadele açısından da önem taşımaktadır. Zira bu kapışma burjuva demokrasisinin sınırlarında birtakım daralma ya da kısmi genişlemelere yol açmaktadır, ki bunlar işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele biçimlerinin belirlenmesinde önemlidir. Sınıf hareketinin düşük düzeyde seyrettiği böylesine boğucu koşullarda, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğünü yükseltmek için doğabilecek en küçük fırsatlardan bile yararlanmayı ustalıkla bilmek gerekmektedir.
28 Şubatçı basınç ve güç dengesi Bu noktalar akılda tutularak son ayların siyasal gelişmelerine bakıldığında, kapışmanın boyutlanarak ilerlediği görülüyor. Daha önceki siyasal değerlendirmelerimizde hükümet üzerindeki 28 Şubatçı basıncın artırıldığı ve hükümetin bir sıkışma sürecine girdiği tespitini yapmıştık. Bu basınç Danıştay suikastıyla bir zirve noktasına çıkmış, ama hükümet yara bere alarak da olsa o kritik anları atlatmayı başarmıştı. Her şeyden önce hükümetin genelkurmay başkanlığına dönük manevraları geri tepmiş ve hiç istemediği halde Büyükanıt’ı sineye çekmek ve bazı bürokratları da kurban vermek zorunda kalmıştı. Yaz sonunda ordunun tepesinde gerçekleşen değişimle birlikte 28 Şubatçı saflar güçlenmiştir ve o günden bu yana, kapışma sürecinin en yakın çarpışma hedefleri olan cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlere dönük olarak, yeni kartlar açılmakta, taraflar mevzilenmekte ve güç yığmaktadırlar. Ecevit’in cenazesi, hâkim sınıf içindeki kapışma sürecinin son aylarını özetler nitelikteydi. Uzunca bir süredir hükümeti sıkıştırma ve özel olarak da cumhurbaşkanlığı sorununda hesaplarından caydırma gayretindeki 28 Şubatçı cephe, halk desteği kazanma çabalarını bu tür gösterilerle bir ölçüde sokağa da indirmeye çalışıyor. Tescilli halk düşmanlarının halk desteği kazanma çabaları doğal olarak ikiyüzlülüğün en kaba biçimlerini doğurmadan edemiyor. Bundandır ki, çok değil birkaç yıl önce, ayakta zor duran Ecevit’i devirip yerine Hüsamettin Özkan’ı getirme operasyonuna girişen generaller şimdi onu bir aziz mertebesine yükseltip, cenazesinin hamiliğini ve hatta doğrudan organizasyonunu yapabilmişlerdir. Ecevit’in cenazesi, bir kontrgerilla operasyonu sonucu ölen Danıştay hâkiminin cenazesinde ilk işareti verilen kitle gösterileri serisinin bir halkasıydı. Cenaze törenleri duygu patlamalarına uygun bir ortam sağladığı için özel bir ağırlık taşımakla beraber, gösteriler bunlardan ibaret değildi. Hatta bir süredir adeta fişte bekletilmekte olan Ecevit’in ölümü tam da 29 Ekim ve 10 Kasım gibi hassas günler civarına denk geldi. Böylece, araya sıkıştırılan “Cumhuriyet İçin Halk Yürüyüşü” gibi gösterileri de hesaba kattı-
2
ğımızda bir iki hafta içerisinde birbiri ardına 4-5 gösteritören yapılmış oldu. Bunların hepsinde “cumhuriyet” ve “laiklik” vurguları yapılarak hükümete tekrar tekrar değnek gösterildi. İdrak sorunu olmayan hükümet de genel olarak “saygıda kusur etmemeye” özen gösterdi. Hatta yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış misali, 29 Ekim törenleri için gayretkeş bir inisiyatif gösterip 28 Şubatçılara yaranmaya uğraştı. 28 Şubatçı güçlerin halk desteği kazanma çabalarının bir diğer ayağını seçimlere dönük manevralar oluşturuyor. Parlamento ve siyasi partiler düzeyinde 28 Şubat cephesinin bayraktarlığını CHP’nin yaptığı zaten biliniyor. Hatırlanacağı gibi CHP daha önce kendisine yönelen çeşitli türden “sol ittifak” çağrılarına cevaben adı konmamış bir laik-milliyetçi cephe çağrısı yapmış ve “sağa açılım” ilan etmişti. Sonraki günlerde CHP bu çağrısını daha da pekiştirerek sürdürdü. Bu doğrultuda son günlerde bir CHPMHP flörtü iyice hız kazanmış durumda ve tüm burjuva basın da CHP-MHP koalisyonu olasılığı ile düşüp kalkıyor. Şüphesiz seçmenin önüne AKP karşısında hükümet çıkarabilme ihtimali olan bir koalisyon formülünün sunulması, milliyetçi cepheleşme sürecinin bir hükümet formülüne doğru gelişmesi ve böylece çok daha net ve somut bir biçim alması anlamına gelecek. Zaten sonuçta tüm 28 Şubatçı girişimin en önemli iki yakın stratejik hedefinden biri cumhurbaşkanlığı ise diğeri önümüzdeki seçimlerden AKP’siz bir hükümetle çıkılmasını sağlamaktır. İşin kritik bir boyutunu oluşturan medya ayağında da tipik 28 Şubatçı gelişmeler yaşanıyor. İsmailağa cemaati cinayeti, Yimpaş skandalı gibi konuların büyük sermaye medyası tarafından öne çıkarılışı bu sürecin bir parçasını oluşturuyor. Ama daha önemlisi, medyanın aynı 28 Şubat
Aralık 2006 • sayı: 21
öncesinde olduğu gibi generallerin adeta dolaysız basın sözcülüğünü yapmaya başlamasıdır. Yeni genelkurmay başkanının ilk işlerinden birisinin en büyük gazeteleri ziyaret etmek olması boşuna değildir. Basın onun burada verdiği “mesajlar” üzerinden apoletleri yeniden kuşanmıştır. Orduya serzenişte bulunan şehit annesi vakası üzerine, basın vasıtasıyla yürütülen manipülasyon operasyonu bunun çarpıcı bir örneği olmuştur. Son örnek de yine Genelkurmay başkanının işareti üzerine Özgür Gündem gazetesinin ikinci kez 15 günlüğüne kapatılmasıdır. Bazı gazeteciler, 28 Şubat öncesi verilen meşhur “basın brifingleri”nin yeniden yapılabileceğine dair izlenimlerini boşuna aktarmıyor olsalar gerek. Diğer taraftan yeni genelkurmay kadrosunun göreve başlama konuşmalarının vurguları da yeni döneme ilişkin bazı ipuçları veriyordu. Generaller “emperyalizm”den, “uluslararası kapitalizm”den şikâyet ediyor, “Türk Devrimi”nin “özgünlükleri”ne değiniyor ve “devrimin tehlikelerle karşı karşıya olduğu”ndan dem vurarak laiklik ve milliyetçilik temelinde bir ulusal birlik çağrısı yapıyorlardı. Sanırsınız 60’lardayız ve “anti-emperyalizm” söylemli genç radikal subaylar konuşuyor! Ulusalcı solcuların gözlerini yaşartan bu demagojik konuşmalar bir kitle desteği arayışının yansıması olduğu kadar, Chavez’den Hizbullah’a, Ahmedinecat’tan Hamas’a kadar uzanan bir çeşitlilikle tüm dünyayı saran demagojik anti-emperyalizm söylemlerinin de bir örneğini teşkil etmekte. Ancak tüm gayretlere rağmen ve kısmen bu girişimlerin niteliğinin de gösterdiği üzere (yani kitle desteği kazanmaya özel bir gayret göstermeleri), hükümetin elinin henüz güçlü olduğunu tespit etmek gerekiyor. 28 Şubatçıların gayretleri belirli ölçüde hasar vermiş ve onu bir ölçüde zayıflatmış olsa da, hükümetin kayıpları beklenenden daha az olmuştur. AKP hükümetinin Danıştay provokasyonunu savuşturmayı başarması ve ardından elindeki polis aygıtını etkili biçimde kullanıp başbakana yönelik suikast hazırlığını açığa vurarak kontrgerillayı belli ölçüde teşhir etmesi kritik etmen olmuştur. Ancak hükümetin aynı zamanda böyle hamleler yapabilmesine de olanak tanıyan asıl gücü iki noktaya dayanmaktadır. Birincisi, 28 Şubatçıların hükümete karşı ABD desteğini sağlayamamış olmasıdır. ABD büyükelçisinin cumhurbaşkanını, orduyu, CHP’yi, YÖK’ü ve diğer yüksek bürokrasiyi hedef alarak, hükümet karşıtı laiklik hezeyanlarıyla “kakofoni” diye alay etmesi bunu gösteriyor. İkincisi, AKP’ye dönük halk desteği henüz kırılabilmiş değildir. Anketlerde AKP hâlâ belirgin farkla birinci çıkmaktadır. Bu faktörler 28 Şubatçıların manevra alanını sınırlamaktadır. Bu iki temel faktörün yanı sıra, 10 yıl önceki 28 Şubata nazaran bu alanı sınırlayan başka etmenler de bulunuyor. O zaman Refah Partisinin parlamento ve hükümet düzeyindeki gücü şimdiki AKP’ye göre çok daha zayıftı. AKP hükümeti bütünlüklü-
marksist tutum
dür ve parlamento grubu da ezici bir çoğunluk oluşturmaktadır. Tüm bunları bir araya topladığımızda 28 Şubatçıların manevra alanının 10 yıl öncesine göre daha dar olduğu açığa çıkıyor. 28 Şubat sürecinde Refah’ın bölünerek içinden daha ılımlı bir kanat olarak AKP’nin doğurtulmasına benzer bir girişim şimdilerde muhtemelen eski AKP’li Ali Müfit Gürtuna’nın dışarıdan hamleleriyle gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Ancak tam da saydığımız nedenlerle mevcut şartlarda bunun başarı şansının olmadığını görmek zor değil. Ama bu avantajlara bakarak hükümetin maçı kazandığını düşünmek ve 28 Şubatçıların da acz içinde olduklarını sanmak gaflettir. Esasen hücumda olan onlar, savunmada olan hükümettir. Hatta işin aslına bakılacak olursa 28 Şubatçıların muhtelif gözdağları ve müdahaleleri ile AKP darbe almış ve belli ölçüde hizaya gelmiştir denebilir. Bürokraside verdiği kurbanlar ve genelkurmay başkanlığına yönelik yaptığı manevraların geri teptiğini zaten yukarıda anmıştık. Öte yandan, bindirilen basınçla hükümet Kürt hareketini ve genel olarak olası her türlü toplumsal muhalefeti bastırmaya yönelik yeni yasaları çıkardı. 301. maddeyle gündemde olan ceza yasası değişikliklerinin yanı sıra, bunun en son örneği Kürt hareketinin seçimlerde bağımsız adaylar yoluyla parlamentoya girişini engellemeye dönük seçim yasası değişikliğiydi. Yani 28 Şubatçıların dikte ettikleri kimi istekler aslında bizzat AKP tarafından şöyle ya da böyle yerine getirilmiş oluyor.
Burjuva siyasetinde eksen değişimi Bu güncel siyasal gelişmeler aslında daha yukarıdan bakıldığında önümüzdeki dönemde Türkiye’deki siyasal mücadelelerin içinde cereyan edeceği ve bir süredir mayalanmakta olan siyasal iklimi belirginleştirmektedirler. CHPnin önce 28 Şubattan ve sonra da asıl olarak AKP hükümetinin kurulması ve ABD emperyalizminin Irak’a saldırı sürecinden itibaren geçirdiği siyasal evrim bu yeni atmos-
3
marksist tutum
feri grafik biçimde göstermektedir. Örneğin son birkaç aya kadar hiçbir burjuva partisi (MHP dahil) açıktan açığa AB’ye karşı olduğunu ve bu sürece artık son verilmesi gerektiğini dillendirmezdi. Değişik yorumlama biçimleri olsa da AB konusunda kimsenin açıktan ihlâl etmediği resmi bir mutabakat ve yüzde 70’lerin üzerinde bir halk sempatisi söz konusuydu. Ama şimdilerde liberalleri telâşa düşüren biçimde bu iki cephede de AB mutabakatı kırılmış durumda. Sadece bu değil, bir Amerikan karşıtlığı da hızla güç kazanmıştır. Böylece bir ekseni laiklik, diğer ekseni antiAB ve anti-Kürt milliyetçilik olan ve TC’nin kuruluş döneminin sorunlarının sürekli olarak gündeme geldiği bir siyasal çerçeve oluşmaktadır. İşte bu da rejim bunalımı dediğimiz şeyin belirtilerinden biridir. Dünya siyasetinin dengeleri değişir ve I. Dünya Savaşı öncesinin jeopolitik oyunlarına geri dönülürken bir bakıma Türkiye açısından eski defterlerin açılması kaçınılmazlaşmaktadır. Bu yeni dünya koşulları, güdük ve tepeden inme bir burjuva devrimiyle kurulan Türkiye’deki rejimin dar çerçevesini sarsmaktadır. Ermeni Soykırımına ilişkin emperyalist parlamentolarda yasaların çıkarılmasından tutun Türkiye’nin sınırlarının değiştirildiği yeni Ortadoğu haritalarının bizzat Amerikan ordusunun yayınlarında alenen yer almasına kadar bir dizi aktüel olgu yalnızca bunun göstergeleridirler. Bu büyük ölçekli değişimin, bir kuşatılmışlık ve itilme kakılma hissinin yayıldığı Türkiye içinde eninde sonunda yeni bir siyasal atmosfer doğurması bir bakıma kaçınılmazdı ve şimdilerde yaşanan da bu atmosferin henüz erken aşamalarındaki oluşumudur. Dünya esasta bir savaş konjonktürüne girmemiş olsaydı Türkiye’de milliyetçi hezeyanların yayıldığı bir atmosfer yerine AB sürecinin eşliğinde nispeten daha liberal bir atmosferin yaşanması belki beklenebilirdi. Ama bu konjonktür aynı zamanda bir yandan Avrupa’nın kendi içinde de sorunlar doğurur ve AB sürecinin içerden ciddi darbeler almasına yol açarken, diğer yandan 90’larda burjuvazinin dünya ölçeğindeki pompalamasıyla yayılan sahte iyimserlik de 2000’lerle birlikte ortadan kalkmaya başlamıştır. Türkiye’de de Öcalan’ın ABD eliyle Türkiye’ye teslim edilmesi ve ardından AB’yle yakınlaşmanın artmasıyla birlikte oluşturulan liberal iyimserlik havası yok olmaya başlamıştır. Halkın AB sempatisindeki istikrarlı düşüş bunu yalnızca sembolik biçimde göstermektedir. Bu durum ifadesini artan bir “vatan elden gidiyor” vaveylasında, demagojik “anti-emperyalizm” söyleminde buluyor. Generallerin ve cumhurbaşkanının bile, uzunca bir süredir “anti-emperyalizm” pozları kesen bir dizi tuhaf oluşumla aynı ağzı kullanmaları bu bakımdan manidardır. Sağda solda habire vatanseverlikten, yurtseverlikten dem vuran envai çeşit örgütlenmenin ortaya çıkması da, aslında kendisini rejimin asıl sahibi olarak gören statükocu güçlerin yeni dünya şartlarındaki korkularını yansıtıyor. Ortadoğu’daki genel karışıklık ve Kürt sorununun aldığı uluslararası boyut devam ettiği müddetçe Türkiye’de burjuva si-
4
Aralık 2006 • sayı: 21
yasetinde bu korkuların artan ölçüde belirleyici olacağını söylemek kehanet olmaz. Diğer taraftan dünya ölçeğinde emperyalist “medeniyetler çatışması” safsatasının inandırıcı kılınması çabaları içinde İslamın genel olarak hedef tahtasına oturtulması da Türkiye’deki durumu karmaşıklaştırmakta ve zaten 28 Şubat sürecinden bu yana gündemde olan laiklik/din sorununa yeni bir boyut katarak onu gündeme yerleştirmektedir. Bu safsatanın kısa vadede dünya gündeminden düşme ihtimali olmadığına göre, Türkiye’de burjuva siyasetinde din ve laiklik eksenindeki sorunlarla milliyetçilik sorunu ağırlığını kaybetmeyecek, aksine arttıracaktır diyebiliriz. Türkiye’de burjuvazi içi kapışma bakımından bir tespit yapmak gerekirse, dünya ölçeğindeki emperyalist savaş konjonktürünün gelişimi, genel olarak sözde liberal burjuvazinin değil statükocu güçlerin elini güçlendirici bir durum yaratmaktadır. Bir süredir güç ve zemin kaybetmekte olan bu güçler için genel olarak daha elverişli bir zemin oluşmaktadır. Bu durum işçi sınıfını bölme ve birbirine düşürme çabalarının yeni bir itilim kazanacağı anlamına gelmektedir. Buna karşı uyanık ve hazırlıklı olunmalı, işçi sınıfının bağımsız, enternasyonalist çizgisi inatla yükseltilmeye çalışılmalıdır. İşçi sınıfının örgütsüzlüğü ve dağınıklığı nedeniyle burjuva kamptaki çekişme tümüyle saptırıcı bir çerçevede cereyan etmektedir. Ne 28 Şubatçı burjuva odaklar ne de halkın bir avuntu aracı olarak sarıldığı dini istismar eden din taciri burjuva siyaset esnafı, işçi sınıfının ve yoksul emekçi halk kitlelerinin dertlerine derman olabilir. Bunlar aynı sömürücü sınıfın değişik parçalarıdırlar yalnızca. Egemenler arasındaki kapışma sadece onları ilgilendiren ve sadece onlar arasında kapalı devre cereyan eden bir oyun değildir. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu “halkın sırtında bir deve güreşi”dir. Esasta okkanın altına giden her zaman emekçi halk kitleleri olmuştur. İşçi sınıfının örgütsüzlüğü ve dağınıklığı nedeniyle burjuva kamptaki çekişme tümüyle saptırıcı bir çerçevede cereyan etmektedir. Ne 28 Şubatçı burjuva odaklar ne de halkın bir avuntu aracı olarak sarıldığı dini istismar eden din taciri burjuva siyaset esnafı, işçi sınıfının ve yoksul emekçi halk kitlelerinin dertlerine derman olabilir. Bunlar aynı sömürücü sınıfın değişik parçalarıdırlar yalnızca. Bunların herhangi birinden ne laiklik, ne demokrasi ne de eğitim, sağlık, konut, ulaşım, sosyal güvenlik gibi asgari gündelik toplumsal talepler alanında bir şey beklenebilir. İşçi sınıfına burjuva siyasetlerinden hiçbir zaman hayır gelmemiştir, bundan sonra da gelmeyecektir. İşçi sınıfının kurtuluşu kendi ellerindedir ve en temel ihtiyaçlar için bile yapılması gereken, sermaye düzenini her türden temsilcisiyle birlikte tarihe gömmektir.
Ecevit Kimdir? Deniz Moralı
E
cevit öldü. Ardından dökülen gözyaşlarına bakınca burjuvazinin başı sağ olsun demeden edemiyor insan. Medya kalemlerinden sağlı sollu politikacısına, bürokratından devlet adamına kadar düzenin neredeyse tüm önde gelen temsilcileri Ecevit’i yere göğe sığdıramadılar. Dürüsttü, ilkeliydi, demokrasi savaşçısıydı, kahramandı, nazikti, mütevazıydı, çalıp çırpmamıştı, entelektüeldi, şairdi, duygu adamıydı… Doğrusu Ecevit’in Türkiye’deki burjuva düzenin bekası için geçmişte gördüğü hizmetler düşünüldüğünde, burjuvazi onun için ne denli methiyeler düzse ve onu halkın gözünde parlatmaya çalışsa yeridir. Ama Ecevit’in burjuvazi için elbette ki övgü konusu olacak hizmeti, onu tarihe işçi sınıfının, devrimcilerin ve ezilen Kürt halkının kararlı ve sinsi bir düşmanı olarak geçirecektir. Ecevit’in işçi sınıfı için tarihsel ve siyasal anlamı budur. O işçi sınıfının özellikle 70’li yıllardaki devrimci yükselişini yolundan saptırma misyonunun önde gelen bir görevlisi, devrimcilerin kanını döken birçok katliamın ya bizzat hamisi ya da göz yumucusu ve Kürt halkına karşı yürütülen haksız savaşın da kararlı bir destekçisi ve sürdürücüsü olmuştur. Yakın siyasal tarihe ilişkin burjuva değerlendirmelerde Türkiye’yi “komünizmden” kurtarmanın “onuru” çoğu zaman Demirel’e ya da MHP’ye verilir. Oysa böyle bir “onur” varsa bunu asıl hak eden politik lider Ecevit olmalıdır. Ecevit uzak görüşlülüğüyle zamanında burjuvazi için bu işi görürken, kendi kısa vadeli çıkarlarının perspektifinden bakıp onu anlamazlıktan gelen ve onu hedef almış olan sermaye sahiplerinin şimdi övgü korosuna katılması aslında bu gerçeğin de itiraf edilmesidir. Ecevit’i Ecevit yapan ve “Karaoğlan” ya da “Halkçı Ecevit” gibi sıfatlarda sembolik ifadesini bulan şey budur. O 60’lı ve 70’li yıllardaki devrimci kitle kabarışının kokusunu en erken alan ve bunun için gerekli politik önlemleri geliştirmeye kendini adayan burjuva politikacılarından biriydi. Örneğin Çalışma Bakanı olarak görev yaptığı 196165 döneminde Sendikalar ve Grev ve Toplu Sözleşme Yasalarının çıkarılmasını sağlaması bu misyonunun ilk önemli
adımlarıydı. Ölümünün ardından düzülen övgü kervanına katılmakta gecikmeyen düzen yalakası sendika liderlerinin, Ecevit’in asıl sahibi biziz havalarında, onun “işçi babası”, “işçi dostu” olduğunu söyleyip, işçilere nice haklar bahşetmiş olduğundan dem vurmalarının, işçi sınıfının “onu unutmayacağı” mesajını vermelerinin en önemli gerekçesi budur. Oysa Ecevit bu yasaların çıkarılması için uğraşırken ne yaptığının çok iyi bilincindeydi. O günlerde gazetecilere söylediği şu sözler bu gerçeği açık biçimde ortaya koymaktadır: “Bildiğiniz gibi kuzeyimizde ve batımızdaki komşularımız ayrı, sosyalist bir düzene sahip. Güneyimizdeki Arap ülkelerinde de yeni sosyalist iktidarlar kuruluyor. Türkiye sanayileşme yolunda bir ülke. Er veya geç işçiler temel hak ve özgürlüklerini isteyecekler. İş bu noktaya geldiğinde gözlerini kuzeye veya güneye çevirmemeleri için şimdiden bu yasaları bizim çıkarmamız gerekiyordu.” Diğer taraftan bu yasalar hiç de gökyüzü bulutsuzken çıkarılmadı. İşin aslı, 1961 Anayasasında zaten öngörülen ve buna göre çıkarılması gereken yasalar, daha o günlerde hazırlanmış ama sonra kurulan CHP hükümeti döneminde çekmecede beklemeye alınmıştı. Yasaların Ecevit tarafından gündeme getirilmesi için 200 bin işçinin katıldığı büyük Saraçhane mitinginin yapılması ve ardından Kavel
5
Aralık 2006 • sayı: 21
marksist tutum
işçilerinin günlerce süren ve yasadışı olarak yürüyen grevi gerekmişti. Böylece çekmeceler açılmış ve tasarı gün ışığına çıkarılarak yasalaştırılmıştı. Ama “işçi dostu” Ecevit’in önergesiyle, kamu çalışanlarına sendika hakkıyla ilgili maddeler yasa tasarısından çıkarıldıktan sonra! Ayrıca şunu da unutmamak gerekiyor ki, işçilere toplu sözleşme ve grev hakkını tanıyan bu yasa aynı zamanda patronlara da lokavt hakkını getiriyordu. Yani Ecevit’in “işçi dostu” olduğu gerçekte tam bir efsanedir. İşçi sınıfının sopasıyla “işçi dostu” olan Ecevit’in, 1980 faşist darbesiyle işçi sınıfı ezilip örgütsüzleştirildikten sonra, yani işçi sınıfının bir süre için elinden sopasını düşürmüş olduğu bir dönemde başbakan olarak çıkardığı emeklilik yasasını hatırlamak yararlı olabilir. Emeklilik yaşını yükselten ve Ecevit’in başında olduğu koalisyon hükümetinin yoğun eleştiriler nedeniyle çıkarmakta zorlandığı yasa tasarısı (“mezarda emeklilik” yasası olarak anılıyordu), ülke büyük bir depremle sarsılıp onbinlerce ölü ve yaralının acısıyla kavrulurken sinsice parlamentodan geçirildi. Bunu yapan sadece “işçi dostu” Ecevit değil aynı zamanda “dürüst” Ecevit’ti, “duygu adamı” Ecevit’ti. Yine aynı günlerde “dürüst” ve “işçi dostu” Ecevit, sözümona depremzedelere yardım ve afet konutları inşası için “geçici olacak” yalanıyla, esas yükü yine işçi sınıfının sırtına binen yeni vergiler salmakta duraksamadı. Bunda duraksamadığı gibi toplanan muazzam fonların büyük bölümünün depremzedelere gitmeyip bütçe açıklarının kapatılmasında kullanılmasını ve hükümete yakın müteahhitlerin cebine hortumlanmasını pek de güzel “içine sindirdi.” Ama Ecevit burjuva politikacılara özgü bu ve daha birçok suçu işlemekle kalsaydı yine de sıradan bir burjuva politik lider olarak hayata gözlerini yummuş olurdu. Onu Ecevit yapan şey asıl olarak 1960’ların ortalarından itibaren “ortanın solu” adıyla başlattığı ve 70’lerde gerçek kapsamına kavuşturduğu hareketle CHP’de gerçekleştirdiği değişimdir. Bu değişimdir ki Ecevit’e tarihi karşı-devrimci rolünü oynama fırsatını vermiştir. Ecevit bir yandan bir devlet partisi olan CHP’nin o şartlarda asla hayatta kalamayacağını, diğer yandan da burjuva düzenin bekasını sağlamak için toplumdaki sola kayışın kontrol altına alınıp düzen içi kanallara sevk edilmesi gerektiğini görmüş ve bu uğurda İsmet İnönü’yü bile tasfiye edecek olan süreci başlatmıştı. Buna her ne kadar CHP’nin “sosyal-demokratlaşması” süreci denmekteyse de, bu süreç daha ziyade CHPnin salt bir devlet seçkinleri partisi olmaktan çıkarılıp ona popülist bir kitle partisi hüviyetinin kazandırılması süreciydi. Bu sayede Ecevit yükselen işçi hareketini ve sol dalgayı düzen içi kanallara akıtmayı becermiş ve devrimin önünü kesmede kilit bir rol oynamıştır.* Ecevit’in tarihsel anlam ve önemi buradadır. Misyon bu olunca onun devlete olan derin aşkını ve devrimcilere ve Kürtlere yönelik düşmanlığını anlamak da zor olmamaktadır. Ecevit tüm politik hayatı boyunca devleti koruma ve kollamayı temel düsturu olarak bellemiştir. Aynı
6
zamanda onunla ilgili efsanelerden biri olan kontrgerilla konusu buna iyi bir örnektir. Doğrusu ölümünün Susurluk’un 10. yıldönümüne denk gelmesi de bu efsane açısından ilginç bir tesadüf olmuştur. Kontrgerillayı ilk kez telaffuz ederek açığa vuranın o olduğu söylenerek, bu vesileyle cesareti ve demokratlığı övülmektedir. Oysa Ecevit bunu sadece telaffuz etmekle yetinmiş, iktidarda bulunduğu çeşitli dönemlerde asla elindeki olanakları bu gücü teşhir etmek ya da ortaya çıkarmak (tasfiye etmeyi zaten geçtik) için ısrarla kullanmamış ve devletin özünü oluşturan bu çekirdeğin tüm karanlık karşı-devrimci faaliyetlerine açık çek vermiştir. Bu aygıtın 1980 öncesi tezgâhladığı Maraş benzeri katliamlarda Ecevit başbakanlık yapıyordu. Ve Maraş katliamına dair istihbarat MİT’teki CHP’lilerce Ecevit’e ulaştırıldığı halde, bu istihbari raporlar Ecevit’in çalışma masasında “çok gizli” ibaresiyle yıllar boyunca saklı kalacak, aynı Ecevit Maraş Katliamının ardından sıkıyönetim ilan etmekten çekinmeyecekti! 1977’de bu aygıt kendisine karşı suikast düzenledikten sonra bile “devlete zeval gelmemesi” için olayın üzerini örtmeyi tercih etti. Daha sonra 90’ların ikinci yarısında Susurluk ortaya çıktığında da Ecevit’in sesini pek duymadığımız gibi, 1999’da başbakan olduğunda da yine elini kıpırdatmadı. Aksine bu aygıtın tahkimi için elinden geleni yaptı. Kaldı ki Ecevit artık bu aygıtın sivil uzantısı konumunda olan faşist partiyle resmi bir koalisyon hükümeti kurmuştu. İşte size demokrat Ecevit! Ecevit’in başbakan olarak faşistlerle kol kola kurduğu hükümet, cezaevindeki devrimcilere karşı da eşi görülmemiş bir katliama imza attı. Üstelik cezaevlerinin bağlı olduğu Adalet Bakanlığı, koalisyonda Ecevit’in partisi olan DSP’deydi. Hem bunun öncesinde ölüm oruçlarında canlarını kaybeden devrimcilerin hem de utanmazca “Hayata Dönüş” diye adlandırdıkları katliam operasyonuyla öldürülen devrimcilerin kanı Ecevit’in ve partisinin ellerindedir. Aynı Ecevit tüm 90’lar boyunca ve onun hükümeti döneminde Kürt halkına karşı yürütülen imha savaşında onbinlerce Kürdün katledilmesinde dolaylı ve doğrudan sorumluluk sahibidir. “Kibar” bir “duygu adamı”na ne de yakışan bir sicil! Ezcümle, DİSK’in resmi beyanatlarında dediği gibi “işçi sınıfı Ecevit’i unutmayacak!” Ama DİSK’in kastettiği anlamda değil. O işçi sınıfının devrimci mücadelesinin, devrimcilerin ve Kürtlerin tescilli bir düşmanı olarak sınıf mücadelesi tarihinde yerini alacaktır. Ecevit işçi sınıfı hareketi için bedeli ağır bir derstir. İşçi sınıfı bu dersle, misyonu onu aldatmak ve kendi devrimci yolundan saptırmak olan böylesi sahte kahramanlara karşı bağışıklığını daha da güçlendirmelidir. www.marksist.com sitesinden alınmıştır
——————————— * Tabii CHP içindeki çekirdek devletçi öğe hiçbir zaman yok olmamıştır. Nitekim bu öğe son bir iki yıldır çok daha belirgin biçimde su yüzüne çıkmakta, tabir caizse CHP aslına rücu etmektedir.
Başörtüsü ve Kadının Özgürlüğüne Dair İlkay Meriç
T
ürkiye’de yıllardır kangrene dönüşen başörtüsü meselesi giderek evrensel bir sorun haline geliyor. Fransa’da başörtüsünün de aralarında sayıldığı dini sembollerle ilk ve orta dereceli okullara girilmesinin yasaklanması, Almanya’da benzer uygulamaların başlatılması, İngiltere’de her fırsatta dikkatleri bu meseleye odaklama çabaları, Hollanda’nın peçe türü yüzü kapatan giysilerle sokakta dolaşmayı yasaklamaya çalışması gibi birbirinin peşi sıra gelen son gelişmeler, sorunun evrenselleşmekte olduğunu görmemiz için yeterli. Kuşkusuz bu durum bir tesadüf değildir ve yayılmakta olan emperyalist savaşla doğrudan ilişkilidir. Emperyalist güçlerin bu savaşta dünya halklarını birbirine kırdırmak üzere kutuplaştırma çabalarında, İslamı öcüleştirme uğraşı başat bir yer tutmaktadır. Tam da bu noktada, başörtüsü ve benzeri örtüler, karşımıza “medeniyetlerin uzlaşmaz ve çatışkılı farklılığının” bir sembolü olarak çıkarılmakta ve düşmanlaştırılan unsurların ilk sıralarında başörtülü kadınlar yer almaktadır. 11 Eylül saldırılarından sonra başta ABD olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde örtülü kadınlara öcü gözüyle bakılması, bunların sokaklarda saldırıya uğraması, toplu taşıma araçlarına binemez hale gelişleri, durumun ulaştığı vahim boyutun bir göstergesidir. Batılı kapitalist devletlerin tesettürü yasaklama girişimlerinin ardında, halklar arasında kutuplaşma doğuracak bir ırkçılığı teşvik etmenin yanı sıra işçi sınıfının dikkatini işsizlik, yoksulluk ve çalışma koşullarına yönelik saldırılar gibi gerçek sorunlardan uzaklaştırma amacı da yatıyor. Burjuvazinin yoğun ideolojik bombardımanının etkisinde kalan insanlar açısından tesettür ve onun simgelediği İslam bir kez terörizmle özdeşleştiği andan itibaren, sokakta görülen her tesettürlü kadın bunlar için potansiyel bir terörist haline gelebiliyor. Dolayısıyla türban, çarşaf gibi örtü ve giysiler, “terör” algısını sürekli diri tutan bir mekanizmaya dönüşmüş oluyor ve etkili bir uyarıcı işlevi görüyor. Bu uyarı mekanizması Hıristiyan Batı ülkelerinde “terör” algısı biçiminde işlerken, nüfusunun yüzde 99’unun Müslüman olduğu söylenen Türkiye ve Tunus* gibi ülkelerde “irtica” algısını dürtmektedir. Devlet eliyle yürütülen seksen küsur yıllık tepeden Batılılaştırma ya da “aydınlatma” çabalarının önündeki en büyük engellerden biri olarak görülen “irtica tehlikesi”, Türkiye’de cumhuriyetin kuruluşundan bu yana tehditler sıralamasının ilk başlarında yer almıştır. Şu ya da bu şekle bürünen kadın tesettürü ise, devletlûlar tarafından irticaın en temel sembollerin-
Birçok sorunda olduğu gibi başörtüsü sorununda da işçi sınıfı tuzaklı bir ikilemin içine çekilmeye çalışılıyor: ya tesettür yanlısı ya da karşıtı olmak. Ne emperyalizmin yeni haçlı seferinin ve Türkiye’deki despotik Kemalizmin değirmenine su taşıyan bir konuma düşülmeli, ne de kadının kapatılmasında sanki bir sorun yokmuş gibi göz yumucu bir tutum benimsenmelidir. Bizler, başörtüsü yüzünden hiçbir kadının haklarının kısıtlanmamasını ve baskı görmemesini savunuruz. Ama tesettürün kadının özgürlüğünün değil esaretinin sembollerinden biri olduğu gerçeğinin de üstünü asla örtmeyiz. Tüm işçi ve emekçi kadınlar şunu çok iyi bilmelidirler ki, ister başı açık ister kapalı olsunlar, erkek egemen sistemlerin sonuncusu olan kapitalizmin boyunduruğundan kurtulmadıkça onlara özgürlük yolu daima kapalı kalacaktır. Kadını tüm gerici fikirlerden, değer yargılarından ve örtülerden kurtaracak ve özgürleştirecek olansa, onun kapitalist sisteme karşı yürüteceği mücadeledir.
7
marksist tutum
Aralık 2006 • sayı: 21
Burjuvazinin statükocu kanadı özellikle üniversitelerdeki türbanlı öğrencilerin kıyafetlerinin “politik bir sembol” olduğunu söyleyip yasaklama yoluna gidiyor. Oysa resminden heykeline, büstünden rozetine, her alanda boğazına kadar Kemalizmin sembollerine boğulan bir devletin, birileri kendi hoşuna gitmeyen politik semboller taşıyor diye çileden çıkması, tam bir totaliterliğin ve ikiyüzlülüğün ifadesidir.
den biri sayılagelmiştir. Onyıllardır laikliği söylem düzeyinde takıntı haline getirmesine rağmen hiçbir zaman gerçek anlamda laik olmayan Kemalist TC, İslamı da kendine göre tarif etmiştir. Batıyı model olarak almalarına rağmen despotik geleneklerden asla vazgeçmeyen devletlûlar, dinin güncel gerekliliklerle bağdaşmayan ya da Batı uygarlığıyla çelişen yönlerini İslama dışsal şeyler olarak gösterme çabasına girmişlerdir. Böylece devlet her konuya olduğu gibi dine de burnunu sokmaktan geri durmamış, bir yandan laik geçinip öte yandan kendi tasavvuruna uygun bir Türkiye İslamiyeti yaratmaya çalışmıştır. Fakat devletin icat ettiği bu yapay dinle kendi dinlerini bağdaştıramayanlar arasında daima bir çatışma yaşanmıştır. Bu çatışma karşısında devletin benimsediği yol ise her zaman olduğu gibi, “yasakla, bastır ve yok et” politikası olmuştur. Başörtüsü meselesinde izlenen yöntem de aynısıdır. Ne var ki baskı çoğu kez tepkiyi doğurur ve buna maruz kalan tarafı aksine daha inatçı ve kararlı hale getirir. Eğer böyle olmasaydı, Kemalistlerin “Türkiye her geçen yıl daha da geriye gidiyor” diye dövünmelerinin maddi temeli kalmamış olurdu ve İslami giysi olarak bilinen giysilerle dolaşanlar mevcut devlet baskısı karşısında her geçen gün azalarak silinip giderlerdi. Fakat gerçeklik hiç de böyle değildir. Baskının yarattığı mağduriyet ve haklılık duygusunun bir sonucu da, baskıya uğrayan tarafın giderek politikleşmesidir. Üniversitede okumaları ya da kamu kurumlarında çalışmaları engellenen başörtülü kadınların, kendi yaş gruplarından başı açık olanlara göre oransal olarak çok daha politik olduklarını gözlemleyebiliyoruz. Hakları için mücadele etmenin onları politikleştirmesinin yanı sıra başörtüsünü bir politik sembol haline getirdiği de açıktır. Benzer bir durum Batı ülkelerinde de yaşanıyor. İslam düşmanlaştırıldıkça ve tesettürlü kadınlar dışlandıkça, bu dışlanmışlığa ve baskıya duyulan tepkiye paralel olarak Batıda da örtünen Müslüman kadınların sayısı her geçen gün
8
artmaktadır. Başörtüsünü politik bir sembol olarak, bir tür başkaldırı bayrağı olarak kullanan kadınların geliştirdiği bu tepki bilinçli ve politik bir nitelik kazanmaktadır. Tıpkı örtünmeyi zorunlu görmediği halde, İsrail zulmüne inat Araplığını ve Müslümanlığını dışa vurmak için örtünerek sokağa çıktığını belirten ve bu şekilde İsrail askerlerinin karşısına dikildiğini söyleyen Filistinli bir kadının geliştirdiği tepki gibi. Bütün bunlar, başörtüsü sorununun mevcut dünya ve Türkiye şartlarında yeni bir politik bağlam kazanmış olduğunun göstergeleridir. Burjuvazinin statükocu kanadı özellikle üniversitelerdeki türbanlı öğrencilerin kıyafetlerinin “politik bir sembol” olduğunu söyleyip yasaklama yoluna gidiyor. Oysa resminden heykeline, büstünden rozetine, her alanda boğazına kadar Kemalizmin sembollerine boğulan bir devletin, birileri kendi hoşuna gitmeyen politik semboller taşıyor diye çileden çıkması, tam bir totaliterliğin ve ikiyüzlülüğün ifadesidir. 12 Eylül faşizmiyle politikayı sakınılması gereken bir öcü olarak beyinlere kazıyan bu devlet, “politik simge” olarak ilan ettiği bir şeyle yürütülecek mücadelenin de kitleler tarafından meşru olarak görüleceğini düşünüyor. Politika kötü bir şeyse onu simgeleyen şeyler de kötü demektir! Elbette ki devletin resmi politikası olan Kemalizm ve onun simgeleri hariç! Ne yazık ki Kemalizmin bu yasakçı ve baskıcı tutumlarını ilericilik adına sahiplenen ya da bu konuda suskun kalan sol kesimler de bulunmaktadır. Solda yaygın olan bu anlayış ile devrimci Marksizmin meseleye yaklaşımının tümüyle farklı olduğunu vurgulamak gerekiyor. Bizler herkesin dini inancını ya da inançsızlığını serbestçe ifade edebilmesini ve yaşayabilmesini, devletin dinden elini çekmesini, her türlü dinsel-mezhepsel ayrımcılığa ve baskıya son verilmesini savunuyoruz. Burjuva devletin tüm baskıcı uygulamalarına karşı mücadele etmek, kadınıyla erkeğiyle işçi sınıfının en temel görevlerinden biridir.
Aralık 2006 • sayı: 21
Başörtüsü yasağının amacı kadını özgür kılmak mı? Hatırlayacak olursak, ABD’nin Afganistan’ı işgali sırasında öne çıkarılan ideolojik öğelerden biri, bu savaşın Taliban’ın burkaya soktuğu ezilmiş kadını özgürleştirme mücadelesi olarak sunulmasıydı. Sanki yıllar yılı en gerici rejimler tarafından ezilen, sefalete itilen, geriliğin en koyusuna mahkûm edilen Afgan kadın ve erkeklerinin o hale gelmesinden sorumlu olan ve Taliban’ın da aralarında olduğu gerici rejimlere arka çıkan, bizzat ABD emperyalizmi ve genel olarak emperyalist güçler değilmiş gibi. Türkiye’de de Kemalistler aynı argümana sarılıyorlar: “Başörtüsü esareti altındaki kadını özgürleştirmek!” Oysa nasıl ABD’nin amacı Afgan kadınlara ve erkeklere özgürlük getirmek değilse Kemalist burjuvazinin amacı da bu değildir. Son yıllarda İslamcı sermayenin güç kazanmasının ve bunların temsilcilerinin devletin en “yüce” makamlarında boy göstermeye başlamasının, devleti babasının malı olarak gören Kemalist asker-sivil bürokrasiyi fazlasıyla tedirgin ettiği ortadadır. Bu tedirginliğin hezeyana dönüştüğünün kendini en açıktan gösterdiği noktalardan biri de başörtüsü konusudur. İlk önce kutsal mabetleri olarak gördükleri üniversitelerde başörtülü kızların sayılarının giderek artmasıyla çileden çıkmaya başlamışlar ve bu “tehdidi” bunların okumalarını yasaklayarak savuşturma yoluna gitmişlerdir. Daha sonra ise işi, başbakanın, bakanların ve cumhurbaşkanından sonra en yüce makam sahibi olarak görülen meclis başkanının, devlet protokolüne başörtülü eşleriyle birlikte katılmalarını fiilen engellemeye kadar vardırmışlardır. Ne var ki başörtüsü gibi İslami giysilerin bu kesimde yarattığı özel hassasiyetin ve alerjinin, kökü derinlere uzanan bir yönü de var: aşağılık kompleksi. Bizim gibi geç kapitalistleşen ülkelerin Batının rahle-i tedrisinden geçen burjuva aydınları arasında sıkça görülen bu kompleks, Batının Doğululukla özdeşleştirip küçümsediği ve dışladığı her şeyden utanma refleksiyle karakterize olmaktadır. Bu kompleks bizim Kemalist aydınımızda, laik burjuvazimizde, bürokratımızda belki de diğer Doğu ülkelerinden çok daha fazla yaygındır. Batı medeniyeti denince bunların aklına özden çok biçim gelir ki, bu biçimin önemli bir unsuru da kılık-kıyafettir. Batınınkilerle uyuşmayan her görüntü bunlar için bir utanç kaynağıdır. Örneğin Türkiye’ye gelen Batılıların köy insanını fotoğraflaması bunların pek bir gururuna dokunur: “Bizi geri göstermek istiyorlar!” (Çok ileriyiz ya!) Oysa kendi has kentleri olarak gördükleri eski ve yeni başkentlerinin (İstanbul, Ankara) merkezi yerleri dışındaki yaşam bunları ilgilendirmediği gibi, yaşanan gerilik ve sefalet de yabancılar görmediği zaman zat-ı muhteremleri pek rahatsız etmez. Cumhuriyet kurulalı beri taşrada yoğun bir şekilde çarşafla-peçeyle dolaşan kadınlar bu beylerin huzurunu kaçırmaz; ama bunlar göç edip İstanbul, Ankara ve İzmir sokaklarında boy göstermeye başlayınca
marksist tutum
efendilerin rahatları bozulur ve şeriat geliyor diye feryat etmeye başlarlar. Oysa tek değişiklik, taşranın kente taşınarak göze batar hale gelmiş olmasıdır. Aslında seçkinci bir tavır olarak, başörtüsü takanlara muazzam bir küçümsemeyle yaklaştıkları halde, başörtüsünü yasaklamanın bahanesi olarak kadınların erkek baskısıyla örtündükleri iddiasına sarılan Kemalistlerin, sözde onların koruyuculuğuna soyunan tutumları da tam bir sahtekârlık ve ikiyüzlülüktür. Kadınları yasaklarla, cezalarla, baskıyla başlarını açmaya zorlamak, zorla örtünmelerini istemek kadar zorbalıktır. Kadının özgürlüğünü başının açık ya da kapalı olmasına indirgeyen bu baskıcı zihniyetin, gerçekte özgürlükle, demokrasiyle en ufak bir alâkası yoktur. Kadınları özgürleştireceğiz diye kafalarındaki başörtüsünü zorla çıkarıp atmayı savunanlar, onları zorla çarşafa sokmaya kalkanlar kadar, kadını iradesiz, kişiliksiz, ikinci sınıf bir varlık olarak görmekte, onun üzerinde egemenlik kurma hakkına sahip olduklarını düşünmektedirler. Özünde gerici olan bu zihniyetin kendini demokrat pozlara bürümesi, kadınları özgür kılma bahanesinin ardına saklanması kimseyi yanıltmamalıdır. Fakat bu gerici, ırkçı, şoven zihniyetin çeşitli düzeylerde uygulamaya soktuğu başörtüsü yasağı, ne yazık ki sol içinde bile bir kafa karışıklığına yol açabilmektedir. Türkiye’de statükocuların üniversitelerde başörtüsü yasağını polisiye önlemlerle hayata geçirmeye başladığı dönemlerde “Türban Neyi Örtüyor” diye broşürler çıkararak devletin en gerici ve kıyıcı kesimine hizmet edenleri unutmadık. Bunlar sözde kadın özgürlüğünü savunmak adına başörtüsünün yasaklanmasına arka çıkıyorlardı. Aynı tutumu Avrupa solu içinde de görmek mümkün. Örneğin 2004 Şubatında sağcı Fransız hükümeti orta dereceli okullarda başörtüsü takılmasının yasaklanmasını içeren bir karar çıkardığında, aralarında feministlerin ve bazı komünist örgütlerin de bulunduğu kimi sol çevrelerden hükümetin bu yasakçı kararına destek geldi. Kadına yönelik baskının simgesi olduğu gerekçesiyle başörtüsünün yasaklanmasını ilerici bir adım olarak değerlendiren bu çevreler böylece uluslararası ölçekte planlanan ve sağcı Fransız hükümetin de katıldığı haçlı seferine ortak oldular. Meselâ Fransa’nın en büyük Troçkist örgütlerinden Lutte Ouvriere, o dönemde yasağı, üstelik de kadın haklarını savunmak adına şöyle destekliyordu: “Başörtüsü giymeyi yasaklamak, başörtüsü takmak istemeyen genç kızların, aile baskısına, köktendincilerin ve erkek şovenistlerin basıncına direnmelerine olanak vermektir. Bu, mücadelelerinde onlara yardım etmek için bir araçtır.” Başörtüsü yasağını kadınların özgürlük mücadelesine yardımcı olacağı gerekçesiyle savunmak tam bir abesle iştigal olduğu halde, ne yazık ki benzeri yaklaşımları savunanlar hiç de az değiller. Bunlar, başörtülü kadınların eğitim ve çalışma haklarının ellerinden alınması ya da kısıtlanmasının onların otomatik olarak eve, yani dört duvar arasına kapanmasına yol açacağını, yani özgürleştirme kılıfına so-
9
marksist tutum
kulan bu saldırının esaretin katmerlisiyle sonuçlanacağını görmezden geliyorlar. Ve burjuvazinin gerici saldırılarına karşı en uyanık olunması gereken bir dönemde, burjuva ideolojisinin sosyalist sola bile nasıl da sirayet edebildiğini bu tutumlarıyla pratikte bir kez daha kanıtlamış oluyorlar. Şurası çok açıktır ki, kadınların esaretten kurtulmaları için burjuva devletlerin baskıcı yasalarından medet umulamayacağı, burjuvazinin ırkçı, milliyetçi ve baskıcı politikalarına verilen en küçük bir desteğin işçi sınıfı içindeki yapay bölünmüşlüğü artırmaktan öte bir amaca hizmet etmeyeceği gerçeği bizzat sosyalistler tarafından kavranmadığı takdirde, işçi sınıfı sol adına burjuva politikasının kuyruğuna takılmaktan asla kurtulamayacaktır.
Başörtüsü özgürlüğün sembolü müdür? Başörtüsü konusunun bir başka boyutunu ise, İslami çevrelere hâkim olan ve Kemalizmin ve emperyalizmin saldırıları karşısında sol liberallerin de sahip çıktığı bir görüş oluşturuyor. İslamcı ideologlar ve liberaller, örtünen kadınların bunu erkek baskısı yüzünden değil Allaha olan inançlarının bir gereği olarak yaptıklarını söylüyorlar ve bunu başörtüsünün erkek egemenliğinin özgül bir sembolü olmadığının bir kanıtı olarak gösteriyorlar. Aynı şekilde başörtüsünün kadının özgürlüğünün bir sembolü olduğunu iddia ediyorlar. Oysa kadının erkek baskısından dolayı değil inançlarının bir gereği olarak örtünmesi, örtünmenin erkek egemenliğinin özgül bir sembolü olduğu gerçeğini değiştirmeye yetmiyor. Tıpkı kadının başörtüsünü özgürlüğünün bir simgesi olarak görmesinin onun bir esaret sembolü olduğu gerçeğini değiştirmeye yetmemesi gibi. Aylarca işsiz kalıp nihayet karnını doyuracağı bir iş bulabilen ve patronuna minnet duyan bir işçiyi ele alalım. Bu işçiye sömürüldüğü söylendiğinde, sömürülmediğini, çünkü bu işte gönüllü olarak çalıştığını ve patronunun çok iyi
Aralık 2006 • sayı: 21
bir insan olduğunu söyleyebilir size. Ama işçinin bu içten kanaati ne onun patron tarafından iliklerine kadar sömürüldüğü gerçeğini değiştirir ne de işçilerin yaşamak için sermayenin emrinde çalışmak zorunda kalan bir ücretli köle oldukları gerçeğini. Başörtüsünün esaretin değil özgürlüğün simgesi olduğunu “gönüllülük” savıyla kanıtlamaya çalışmak da buna benziyor. Normalde hiç de farkında olunmayan toplumsal basınçla kendini kapanmak zorunda hisseden kadının “seçimi”, yaşamak için çalışmak zorunda olan bir işçinin ücretli köleliği “seçmek” zorunda olması gibi, sahte bir özgürlüğün sonucudur. Örtüsüz kadının namussuz olarak görüldüğü ve her türlü saldırıya açık kaldığı, kapanmazsa cehennemde yanacağı tehdidiyle yüz yüze kaldığı bir toplumda, kadının örtünmeyi tercih etmesi, onun özgürlüğünün değil olsa olsa toplumsal baskı sonucu “gönüllü olarak” kabul edilmek zorunda kalınan bir esaretin göstergesidir. Ve esaretin “gönüllüsü” esareti esaret olmaktan çıkarmaz. Örtülü pek çok kadın, örtünmenin kendilerini cinsel tacizden ve bir seks sembolü olarak görülmekten koruduğunu, sokakta daha rahat dolaşmalarını sağladığını ve saygınlıklarını arttırdığını düşünüyor. Bazılarıysa tesettürü kadınla erkeğin eşitlenmesine yardımcı olan bir araç olarak değerlendiriyor. İşi daha bilimsel kisveye büründürmeye çalışanlar, eski Yunan’da bile köle ve fahişe olmayanların, yani “saygın” kadınların başörtüsü kullandıklarını, bunun bir asalet ve özgürlük sembolü olduğunu söylüyorlar. Bu iddiaların bilimsellikle hiçbir ilgisinin bulunmadığını ve safsatadan ibaret olduğunu görmek için, çıplak heykellerle sembolize edilen onlarca Yunan tanrıçasına bakmak yeterlidir. Herhalde tanrıçalar esir ve “namussuz” kadınları simgelemiyorlardı! Yine Sümerlilerde de durumun sözü edilenin tam tersi olduğuna dair güçlü kanıtlar bulunduğunu belirtelim. Başörtüsünün kadınlar arasındaki sınıfsal uçurumu ortadan kaldırmadığı, işçi kadın ile burjuva hatta küçük-burjuva kadının başörtüsü bağlamındaki sorunlarının da hiçbir zaman aynı olmadığı unutulmamalıdır. Çalışmak, hatta sokağa çıkmak için ailesiyle boğuşmak ve kurtuluş yolu olarak başörtüsüne sarılmak zorunda kalan bir işçi kadın ile bir tesettür kıyafetine asgari ücretten fazlasını bayılan burjuva ya da küçük-burjuva kadının sorunları aynı olabilir mi?
10
Aralık 2006 • sayı: 21
Tarihe bakacak olursak, başörtüsünün tüm tek tanrılı dinlerde kadına yüklenen dini bir zorunluluk olduğunu görürüz. Ama bu “dini zorunluluk” tüm tek tanrılı dinlerin erkek egemenliğini kutsayıp kadını kimliksizleştiren bir anlayışın ürünü olduğunu gösterir. Kadına yönelik her türlü cinsel şiddetin suçunu Şeytana atma cinliğini göstererek kendini pirüpak kılan erkek, onu sözde korumak için örtülerin ve duvarların ardına hapsetmeyi de Tanrı emri olarak kutsallaştırıp işin içinden sıyrılıvermiştir. Geçtiğimiz Ekim ayında Mısır kökenli Avustralya müftüsünün hutbesinde sarf edilen şu sözler, din kisvesine bürünen bu erkek egemen bakış açısını çok güzel özetliyor: “Üstü örtülmemiş bir eti sokağa ya da bahçeye koyarsanız, bir süre sonra kediler gelir ve onu yer. Şimdi bu kimin kabahati? Kedinin mi yoksa üstü örtülmemiş etin mi? Eğer kadın odasında, evinde otursa, başını kapamış olsa o zaman hiçbir sorun çıkmazdı. Sonra karşınıza merhametsiz bir yargıç çıkıp size 65 yıl hapis cezası veriyor.” Hiç de farkında olunmayan toplumsal basınçla kendini kapanmak zorunda hisseden kadının “seçimi”, yaşamak için çalışmak zorunda olan bir işçinin ücretli köleliği “seçmek” zorunda olması gibi, sahte bir özgürlüğün sonucudur. Örtüsüz kadının namussuz olarak görüldüğü ve her türlü saldırıya açık kaldığı, kapanmazsa cehennemde yanacağı tehdidiyle yüz yüze kaldığı bir toplumda, kadının örtünmeyi tercih etmesi, onun özgürlüğünün değil olsa olsa toplumsal baskı sonucu “gönüllü olarak” kabul edilmek zorunda kalınan bir esaretin göstergesidir. Ve esaretin “gönüllüsü” esareti esaret olmaktan çıkarmaz. Bu sözler tekil bir şahsın ağzından çıkan istisnai sözler olmayıp, yaygın bir anlayışın ifadesidirler ve sadece Müslüman toplumlarda değil her dinden toplumda bu erkek egemen gerici anlayışa şu ya da bu ölçüde rastlamak mümkündür. Örtüsüz kadını üstü açık ete benzeten ve erkeklerin ona saldırmalarını meşru gören, bununla da kalmayıp tecavüz karşısında verilen cezayı merhametsiz bulan bu anlayış, kimilerince özgürlüğün simgesi olarak görülen örtünün, aslında ne kadar gerici bir bakış açısının ürünü olduğunu ve nasıl bir baskıyı ve esareti simgelediğini görmemiz için yeterlidir. Zaten, toplumun kötülüklerinden koruma bahanesiyle kadını eve tıkan, örtü ve duvar kâr etmeyip tecavüz gerçekleştiğindeyse onu çekip vuran erkeğin töre diyerek ardına saklandığı anlayış da, örtünerek koruma ve korunma anlayışının basit bir uzantısı değil midir? Şurası çok açıktır ki, erkek egemen toplumun pisliklerinden, erkeğin tacizinden, tecavüzünden kurtulmak, örtülerin ve duvarların ardına saklanarak mümkün olamıyor. Kadın ve erkek çıplaklığının gayet doğal olarak görüldüğü ilkel toplulukların günümüze kalan örnekleri bile bi-
marksist tutum
ze bir gerçeği kanıtlıyor: cinsellik tabu haline getirildiği, kadın kapatılıp dört duvar arasına hapsedildiği ve ona ulaşmak zorlaştığı ölçüde zorbalık ve tecavüz artar. * * * Birçok sorunda olduğu gibi başörtüsü sorununda da işçi sınıfı tuzaklı bir ikilemin içine çekilmeye çalışılıyor: ya tesettür yanlısı ya da karşıtı olmak. Bu tuzağa düşmemek için başta komünistler ve bilinçli işçiler olmak üzere tüm işçi sınıfının, birbirine dolaşık boyutlar kazanmış bu meselede, eğriyle doğruyu dikkatli biçimde ayıran tutumlar geliştirmesi zorunludur. Ne emperyalizmin yeni haçlı seferinin ve Türkiye’deki despotik Kemalizmin değirmenine su taşıyan bir konuma düşülmeli, ne de kadının kapatılmasında sanki bir sorun yokmuş gibi göz yumucu bir tutum benimsenmelidir. Bunun yanı sıra başörtüsünün kadınlar arasındaki sınıfsal uçurumu ortadan kaldırmadığı, işçi kadın ile burjuva hatta küçük-burjuva kadının başörtüsü bağlamındaki sorunlarının da hiçbir zaman aynı olmadığı unutulmamalıdır. Çalışmak, hatta sokağa çıkmak için ailesiyle boğuşmak ve kurtuluş yolu olarak başörtüsüne sarılmak zorunda kalan bir işçi kadın ile bir tesettür kıyafetine asgari ücretten fazlasını bayılan burjuva ya da küçük-burjuva kadının sorunları aynı olabilir mi? Ya da tekstil atölyesinde suyu sıkılan işçi kız ile Amerika’da öğrenimlerini sürdüren İslamcı burjuvaların kızlarının sorunları? Çok açıktır ki bunların hiçbir sorunları ortak olmadığı gibi başörtüsü meselesini de bambaşka boyutlarda yaşamaktadırlar. Ne var ki tüm bu gerçekliğe rağmen bizler, başörtüsü yüzünden hiçbir kadının haklarının kısıtlanmamasını ve baskı görmemesini savunuruz. Ama tesettürün kadının özgürlüğünün değil esaretinin sembollerinden biri olduğu gerçeğinin de üstünü asla örtmeyiz. Tüm işçi ve emekçi kadınlar şunu çok iyi bilmelidirler ki, ister başı açık ister kapalı olsunlar, erkek egemen sistemlerin sonuncusu olan kapitalizmin boyunduruğundan kurtulmadıkça onlara özgürlük yolu daima kapalı kalacaktır. Kadını tüm gerici fikirlerden, değer yargılarından ve örtülerden kurtaracak ve özgürleştirecek olansa, onun kapitalist sisteme karşı yürüteceği mücadeledir. ——————————— * Geçtiğimiz haftalarda basına yansıyan bir olay, Müslüman halkın çoğunluğu oluşturduğu devletler arasında Türk devletinin bu tutumunun emsalsiz olmadığını göstermesi bakımından ilginçti. Müslümanların resmi verilere göre yüzde 99 gibi ezici bir çoğunluğu teşkil ettikleri Tunus’ta başörtüsüyle okullara ve devlet dairelerine girmek 1981 yılından bu yana yasakken, söz konusu olay bu uygulamanın artık sokaklara kadar taşırıldığını gösteriyordu. Başörtülü bir kadın, pazarda dolaşırken polislerin kendisini karakola götürerek başörtüsünü açmaya zorladığını ve ancak bir daha başını örtmeyeceğine dair bir kâğıt imzalayarak serbest kalabildiğini belirtiyordu. Zaman zaman orucun dahi yasaklandığı Tunus’un M. Kemal’in tepeden reformlarından en çok etkilenen ve onu örnek aldığı söylenen ülke olmasıysa dikkat çekici bir başka husustur.
11
Mikro Kredi ve Makro Yalanlar Oktay Baran
Ö
nce Nobel Edebiyat Ödülünün Orhan Pamuk’a verilmesi vesilesiyle, ardından da Nobel Barış Ödülü vesilesiyle, bu ödüller bir anda burjuva aydın kesiminin ilgisine mazhar oluverdi. Statükocu-devletçi burjuva kesimler, Orhan Pamuk’un Nobel Ödülü kazanmasını onun “hainliği”ne bağlayıverdiler. Böylelikle Türk burjuvazisinin iki kesimi arasında sürüp giden dalaşmanın konularından biri haline geldi Nobel Ödülü. İster “pozitif bilimler” alanında verilenler olsun ister “sosyal bilimler” alanında, Nobel Ödüllerinin hiçbir zaman politik kaygılardan ve burjuvazinin çıkarlarından bağımsız olmadığı gerçeğini görmezden gelen statükocular, bu yılki Edebiyat Ödülünü politik kaygılarla verilmiş bir ödül diye şiddetle eleştirdiler. Ne var ki Edebiyat Ödülü vesilesiyle burjuva yazarları iki kampa ayıran Nobel Ödülü, burjuvazinin genel ideolojik ve politik çıkarlarını ifade eden Barış Ödülü söz konusu olduğunda son derece bütünleştirici bir rol oynadı. Başta liberal geçinenleri olmak üzere tüm burjuva yazar ve siyasetçi takımı, üstelik de bu en politik görünen sorun konusunda verilen ödülü değerlendirirken, ne hikmetse ödülün arkasında yatan siyasi-ideolojik kaygılardan hiç bahsetmediler. Tüm burjuva ideologları Nobel Barış Ödülünün Bangladeşli Muhammed Yunus’a verilmesinden son derece memnunlar. Nasıl olmasınlar ki! Muhammed Yunus’un geliştirdiği mikro-kredi sistemini öne sürerek, hem tüm dünyayı kasıp kavuran yoksulluğun kapitalist sistemden kaynaklanmadığını sözde kanıtlamış oluyorlar hem de kapitalist sistem içerisinde kalınarak bu sorunun üstesinden gelinebileceği yalanını yayıyorlar.
Mikro-kredi hakkında makro yalanlar En liberalinden en sağcısına kadar tüm gazeteler, Barış Ödülünün açıklanmasının ardından, mikro-kredi sistemine övgülerle, başarı öyküsü yalanlarıyla, yoksulluğun artık sonunun geldiği vaazlarıyla doldu. Burjuva gazetelerinin
12
başlıkları, mikro-kredi sisteminin yoksulluktan mucizevi bir kurtuluş reçetesi olduğu ve bu sistemi geliştiren Muhammed Yunus’un kalbinin yoksullardan yana attığı hususunda ortaklaştılar: “Nobel Barış Ödülü yoksul bankerine”, “Nobel, küreselleşmenin yaralarını sarmaya çalışıyor”, “Diyarbakır’da Nobel sevinci”, “Barış Ödülü iyilik meleğine”, “Geçim derdine çare buldu Nobel Barış Ödülünü aldı”, “Barış Nobeli fakir babasına”, “Ödülünü yoksuldan aldı yine onlara harcayacak” … Burjuva gazeteler, 2003 yılından itibaren Muhammed Yunus’un akıl hocalığı ve AKP Diyarbakır milletvekili Aziz Akgül’ün girişimiyle Kürt illerinde de başlatılan uygulamanın yarattığı “başarı öyküleri”yle dolup taşıyor. Birkaç yüz YTL kredi ile “hayatları kurtulan” Kürt kadınları yere göğe sığdırılamıyor. Kimisi aldığı küçücük krediyle yazma işleyerek geçinmeye çalışıyor, kimisi bakkal dükkânı açmış sekiz çocuğunu geçindirmeye uğraşıyor, öbürü terlik alıp satmaya girişmiş, bir diğeri kuaförlüğe başlamış vb. Tüm bu öyküler “işte size hayatlarında Nobellik değişim yaratan kadınlardan birkaçı” diye yutturuluyor ve “damla damla krediyle yoksulluğun alt edilebileceği”ne inanmamız isteniyor. Kapitalizmin başkenti denilebilecek ABD’nin bir fırsatlar ülkesi olduğu yıllar boyunca propaganda edildi. Mucizeler ülkesinde herkes zengin olabilirdi, yeter ki aklını kullanmayı bilsindi. Bugün bu fırsatlar ülkesindeki yoksullukzenginlik kutuplaşması o denli göze batar duruma gelmiştir ki, artık bu ülkede yaklaşık 30 milyon evsizin bulunduğu, bu insanların hiçbir gelirinin olmadığı, sokaklarda yaşamak zorunda kaldığı ve dilenerek ya da çöplerden beslenerek hayatta kalmaya çalıştığı gerçeği saklanamaz olmuştur. Ve bugün mikro-kredinin mucitleri, ABD’de ve hatta Kanada’da bile bu sistemin yoksulluktan nasıl bir çıkış kapısı sunduğuyla övünüyorlar! Bir başka deyişle, kapitalist ülkelerin mucizeler ve fırsatlar ülkesi olduklarına dair makro yalanlar yeni “mikro” sahtekârlıklarla tazeleniyor.
Aralık 2006 • sayı: 21
Geçmişte ileri sürülen fırsatlar ülkesi yalanıyla bugün öne çıkarılan mikro-kredinin mucizeleri yalanı arasında ideolojik açıdan hiçbir farklılık yoktur. Tüm bu hikâyelerle, yoksulluğun kapitalist sistemin doğrudan bir ürünü ve hatta bir gereği olduğu gerçeğinin üstü örtülmeye çalışılıyor. Bir tarafta yoksulluk artarak birikmedikçe diğer tarafta zenginliğin artamayacağı, birilerinin zenginliğinin yüz milyonların yoksulluğu anlamına geldiği gerçeği görülmesin isteniyor. Kapitalizm, sefalete mahkûm edilmiş milyonlarca işsiz olmaksızın, yani bir artı nüfus üretmeksizin, bir yedek işçi ordusu üretmeksizin artı-değerin üretimini ve yeniden üretimini de gerçekleştiremez. Burjuva iktisatçıların ve ideologların üstünü örtmeye çalıştıkları gerçek budur. Böylelikle, işsizliğe ve onun kaçınılmaz sonucu olan sefalete ve mutlak yoksulluğa sürüklenen yığınlar kapitalizmin bir kurbanı olarak değil, yardıma muhtaç bir zavallılar grubu olarak gösterilebilir. Bu durumda yoksulluk, sistemin bir sorunu olarak değil bireyin sorunu olarak ele alınır. Ve bir kez bireysel bir sorun olarak sunulduğunda, yoksulluğun sorumluluğu yine yoksulların sırtına bindirilir. Yoksulluk yoksullarla açıklanır hale gelir. Onların eğitimsizliğine, beceriksizliğine, yeteneksizliğine, kapasitelerinin eksik oluşuna atıf yapılır ve hatta eninde sonunda yoksulların zekâ eksikliği ima edilir. Muhammed Yunus’un mikro-kredi projesi de bu mantıktan hareket ediyor ve bir taraftan küçücük bir kredi ile tek tek yoksulların hayatlarında köklü bir değişiklik yapabilecekleri yalanını yayarken bir taraftan da alttan alta yoksulları aşağılamanın zeminini döşemiş oluyor. Öyle ya, bir insanın koyu bir sefaletten kurtulup insanca yaşaması için gereken miktar bu denli mikro ölçekli ise, insanca bir yaşama başlamak için 22 sent yani bir sakız parası yeterli ise ve bunu bile bulamamaları kapitalizmin suçu değil de bu insanların bireysel koşulları ise, bu sefaletin kaynağında yoksulların beceriksizliğinden, yetersizliğinden ve akılsızlıklarından başka ne yatıyor olabilir ki?
Nobel ve neo-liberalizm Muhammed Yunus’a verilen Nobel Barış Ödülü, ödülü veren komite tarafından şöyle gerekçelendiriliyor: Nobel Komitesi, 2006 Nobel Barış Ödülü’nü iki eşit parçaya bölerek, ekonomik ve sosyal kalkınmayı aşağıdan yaratma çabalarından dolayı Muhammed Yunus ve Grameen Bank’a vermeyi kararlaştırmıştır. Nüfusun geniş kesimleri yoksulluktan kurtulmanın yollarını bulmadığı sürece kalıcı barış sağlanamaz. Mikro-kredi bu yollardan biridir. Aşağıdan başlayan kalkınma, aynı zamanda demokrasi ve insan haklarının
marksist tutum geliştirilmesine de hizmet eder. (…) Dünya üzerindeki her bireyin saygın bir hayat sürme potansiyeli ve hem de hakkı vardır. Yunus ve Grameen Bank, kültürleri ve uygarlıkları aşarak yoksulların en yoksullarının bile kendi kalkınmalarını sağlamak için çalışabileceklerini ispatlamışlardır.
Liberal burjuva ideolojisinin katıksız bir savunusu olan bu gerekçelendirmede yoksulluk sorunu toplumsal bir sorun olarak değil, bireysel bir sorun olarak ortaya konur: “Nüfusun geniş kesimleri” yoksulluktan kurtulmanın yollarını kendi başına “bulmak” zorundadır; yoksullar “kendi kalkınmalarını sağlamak” zorundadır. Bir başka deyişle yoksulluk sorunu yoksulun bizzat kendi sorunudur, bu duruma düşmesinin nedeni kendisidir ve çözümünü de kendisi bulmak durumundadır. Nobel Komitesinin ödüle layık gördüğü Grameen Bank (“Köylü Bankası” anlamına geliyor) da, müşteri kitlesini, aynı mantıkla, “kendisine iş yaratamayan yoksullar” olarak tanımlıyor.
Burada dile getirilen bireyci yaklaşımın, özellikle 1970’lerin sonları ve 1980’lerin başlarından itibaren yükselişe geçen neo-liberal saldırılarla bağını görmek hiç de zor olmasa gerek. Hatırlanacağı gibi neo-liberal politikalarla, gerek en ileri kapitalist ülkelerde gerekse de daha geri ülkelerde, işçi hareketinin tüm kazanımlarına karşı savaş ilan edilmişti. İlk hedef örgütlü işçi hareketini yok etmekti. Bu nedenle tüm dünyada geniş çaplı bir sendikasızlaştırma saldırısı yürütüldü. Bu başarılıp işçi sınıfının haklarını korumak için gerek duyduğu sendikal örgütlenme zayıflatıldığı ölçüde sıra iş güvencesinin yok edilmesine, kazanılmış sosyal hakların gasp edilmesine, emeklilik haklarının kırpılıp ortadan kaldırılmasına ve nihayet eğitim ve sağlık gibi birçok ülkede parasız olarak verilen hizmetlerin paralı hale getirilmesine gelmişti. Bu kapsamlı saldırı dünyanın dört bir köşesinde farklı tempolarla da olsa hayata geçirildi. Bu saldırılardan nasibini en ağır şekilde alan ülkeler, işçi hareketinin göreli güçsüz olduğu ya da güçlü olsa bile faşist darbeler, asker-polis devleti gibi uygulamalarla büyük bir baskı altına alınabildiği geri ülkeler oldular. Bir taraftan uzun yıllara yayılan bir mücadelenin kazanımı olarak elde edilen, bir taraftan da SSCB faktörünün yarattığı baskıyla emekçi kitlelere bir sus payı olarak su-
13
Aralık 2006 • sayı: 21
marksist tutum
nulan sosyal haklar ve bu hakları güvence altına alan yasalarla birlikte “sosyal-devlet” uygulamaları tek tek ortadan kaldırılıyor. Kapitalizmin derinleşen krizine paralel olarak gerek iktisadi ve sosyal alandaki haklara gerekse de demokratik siyasal haklara dönük saldırıların arkası kesilmiyor. Tek başına bu gerçek bile özellikle ileri kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfını yıllardır “refah devleti” ve “sınırsız-sonsuz demokrasi” yalanlarıyla aldatan reformizmin ne denli gerici bir ütopyadan ibaret olduğunu göstermeye yetiyor. İşçi sınıfının sorunlarının kalıcı ve gerçek bir çözümü anlamına gelmese de, söz konusu kazanımların temel bir anlamı, işçi sınıfının örgütlü sınıfsal dayanışmasını temsil etmeleri ve onun bir ürünü olmalarıydı. Yani işçiler kendi sınıf kardeşlerinden zor duruma düşenler için (işsizlik, hastalanma, sakatlanma, hamilelik, yaşlılık ve daha birçok benzeri mağduriyet durumları) ulusal ölçekte kolektif bir dayanışma mekanizmasını burjuvaziye dayatmış ve kabul ettirmişlerdi. İşçi sınıfı çeşitli örgütleri aracılığıyla bunları parlamentolarda ulusal yasalar düzeyine getirmiş, siyasal ve sendikal yollarla baskı uygulamış ve muhtelif denetim mekanizmaları geliştirmişti. Oysa şimdi genel olarak bu dayanışma biçimi ortadan kaldırılıyor, yerine bir yandan özel sigorta sistemleri diğer yandan burjuvaların hayır işleri ve inayetine bağlı mekanizmalar getirilmeye çalışıyor. Sağlık, eğitim, emeklilik vb. hakları her geçen gün daha da budanan yığınlara yıllardır söylenen şey, bu hizmetleri artık kendilerinin bireysel olarak satın almak zorunda oldukları ve bu noktada devletten bir katkı beklememeleri gerektiğiydi. Şimdilerde, Nobel Barış Ödülüyle birlikte tüm burjuva dünyanın nezdinde resmi bir otorite, bir onay mercii olarak görülen bir kurum aracılığıyla burjuvazi şunu haykırıyor: Sağlığını, eğitimini, emekliliğini kendin düşünüp kendin halletmek zorunda olduğun gibi işsizlik ve yoksulluk sorununu da kendin hallet, “tabandan kalkın”, benim devletimden bir şey bekleme!
Mikro-kredi ve neo-liberalizm Nobel Komitesi’nin ödüle layık gördüğü Muhammed Yunus’un yukarıda sıraladığımız hususlardaki görüşleri de Komite’nin burjuva liberalizmini tamamlar nitelikte. Yunus, liberalizmin bireysel girişimciliği öven, kutsayan ve dokunulmaz ilan eden görüşlerini aynen benim-
14
semekle kalmıyor, geliştirdiği mikro-kredi sistemi üzerinden yoksulluğun ancak “kendi kendinin efendisi olmakla” yani küçük bir girişimci olmakla üstesinden gelinebileceğini propaganda ederek, emekçilere küçük-burjuva hayaller pompalıyor. Bir işçi olarak kurtuluşunu diğer sınıf kardeşlerinle birlikte verilecek bir mücadelede aramak yerine, küçük bir dükkân aç, minnacık bir atölye kur ve bireysel kurtuluş hayalinin peşinden koş! Ona kalırsa “kendi işinin sahibi olmak” bir özgüven ve onur kaynağıdır. Mikro-kredi sayesinde mikro-üretici olarak kapitalist pazara dahil olan emekçi, Yunus’a göre daha esnek ve kendi gönlünce çalışma özgürlüğüne sahiptir. Birkaç parça mal satmak, ürettiği küçük metalara müşteri bulmak ya da bir eşyasını tamir ettirmek üzere gelecek bir müşteriyi beklemek için sabahın köründen gece yarılarına kadar dükkânını açık tuttuğu ve bunu haftanın yedi günü, yılın her haftası ve ömrünün her yılı boyunca yapmak zorunda kaldığı halde kıt kanaat geçinen küçük esnaf yığınları için pek de iyi bir haber! Yunus bu küçük-burjuva hayalleri pompalamakla da kalmaz, katıksız bir neo-liberal olarak uzun yıllara dayanan mücadelelerle elde edilen işçi haklarına saldırıya geçip, işçi sınıfının işsiz kesimlerini ve işçi emeklilerini asalaklıkla suçlayacak kadar ileri gider. Ona göre mikro-girişimciliğin yayılmasıyla devletin sosyal-politikalar için ayırması gereken kaynaklar da azalacaktır! Yoksullar sosyal yardıma bağımlılıktan da kurtulacaktır! Nitekim Yunus’a göre işsizlik sigortası gibi uygulamalar, işçiyi yozlaştıran ve onu dilenciliğe teşvik eden araçlardır; yaşlılar emeklilik parasıyla boş boş oturacaklarına üretken olacaklardır ve böylelikle bu kesimler bugüne kadar parasız olarak kendilerine sunulan sağlık gibi hizmetlerin parasını ödeyebilecek bir ekonomik gelire kavuşacaklardır! Şöyle buyuruyor bu sözde “yoksul babası”: “Önemli olan, insanlara sağlık hizmetlerini, tam bir eğitimi ve diğer zorunlu ihtiyaçlarını alabilme-
Nobel Barış Ödülüyle birlikte tüm burjuva dünyanın nezdinde resmi bir otorite, bir onay mercii olarak görülen bir kurum aracılığıyla burjuvazi şunu haykırıyor: Sağlığını, eğitimini, emekliliğini kendin düşünüp kendin halletmek zorunda olduğun gibi işsizlik ve yoksulluk sorununu da kendin hallet, “tabandan kalkın”, benim devletimden bir şey bekleme!
Aralık 2006 • sayı: 21
leri için bir kazanç yolu verilmesidir. Herhangi bir şeyi «bedava» sunmak, konunun özünü gözden kaçırtır.” Eğitim, sağlık, barınma, ulaşım, haberleşme gibi temel insan ihtiyaçlarının parasız olmasına karşı çıkan, bu ihtiyaçları her insanın doğal bir hakkı olarak değil de satın alınması gereken bir meta olarak ele alan “yoksulların bankacısı” Muhammed Yunus, kendi sınıfsal meşrebine uygun olarak, yeni bir insan hakkı keşfediyor: “Biz kredinin bir insan hakkı olduğuna inanıyoruz.” İşin doğrusu, burjuva gazetelerinin “yoksulların bankacısı”, “yoksul babası”, “yoksul dostu” olarak takdim ettikleri Muhammed Yunus’un kalbi yoksullardan yana değil, yoksulların en yoksullarının sırtından kazanabileceği milyon dolarların yarattığı heyecanla atıyor. Onun icat edip geliştirdiği mikro-kredi uygulaması, gezegenimizdeki milyarlarca yoksul için değil ama kendisi için gerçekten de mucizevi bir kapitalist “başarı öyküsüdür”. 42 köylü kadına kendi cebinden çıkarıp verdiği toplam 27 dolarlık kredi ile yola çıkan Yunus’un 1976 yılında kurduğu Grameen Bank bugün 6,6 milyon aileyi kapitalist sömürü çarkının içine katarak, 5,5 milyar dolarlık bir kredi hacmine ulaşmıştır. Bu son derece kârlı yatırım, 30 yıl içerisinde dev bir şirketler topluluğuna dönüşmüş durumda: cep telefonu şirketlerinden internet şirketlerine, kumaş ihracatına, konfeksiyona, balık ve gıda işletmeciliğinden enerji şirketlerine kadar toplam 8 büyük şirkete sahip olan bir sermaye grubu. Grameen Bank 100’den fazla ülkede faaliyet yürütürken, bu grubun bileşenlerinden olan Grameen Vakfı, 22 ülkede 52 ortakla birlikte çalışıyor. Yaz aylarından bu yana ayaklanma halinde olan Bangladeşli tekstil işçileri aylık ortalama 16 dolarlık ücrete isyan ederken, bu tekstil işçileri arasında Yunus’un kurduğu Grameen Triko’da çalışan işçiler de yer alıyorlar! Yunus’un Grameen Bankasının tam da neo-liberal politikaların dünyayı kasıp kavurmaya başladığı yıllarda yükselişe geçmesi hiç de tesadüf değildir. Kapitalist ekonominin dünya çapında durgunluk ve kriz ortamına girmesinin ilk işaretleriyle birlikte canlandırılıp hızlandırılan neo-liberal politikalar, bir taraftan milyarlarca emekçinin hayat standartlarının düşmesine yol açarken diğer yandan da emperyalist sermayenin canhıraş bir şekilde yeni yatırım ve pazar alanları arayışı içerisine girmesinin bir dışa vurumuydu. 90’lı yıllarla birlikte daha da şiddetlenen bu arayış bugün artık pazarlar ve nüfuz alanları üzerinde giderek askeri biçimlere bürünen bir emperyalistler arası rekabeti de beraberinde getiriyor. Kapitalizmin kenara itip dışladığı, kapitalist pazarın hem birer üretici hem de verimli birer tüketici olarak dışına düşen 1,1 milyardan fazla insanın oluşturduğu potansiyel tehdidin bertaraf edilemese bile bir ölçüde azaltılması, bu muazzam yığının en azından reklâmı yapılabilecek kadarlık bir kesimini tekrar sisteme dahil etme imkânının yaratılması, böylelikle yoksulluğun sistem içi çözümleri bulunduğu yanılsamasını kuvvetlendirerek kapitalist dün-
marksist tutum
ya sisteminin meşruluğunun sorgulanmasının önüne geçilmesi. Nobel Komitesi’nin “kalıcı barış sağlamak”la kastettiği işte budur. Dünya burjuvazisi ile dünya emekçileri arasındaki bir iç savaş ve devrim tehdidini ertelemek! Ama görüyoruz ki, bu genel ideolojik ve politik çıkarların yanı sıra, Yunus’un projesi burjuvazi açısından gerçekten çok somut iktisadi çıkarlara da işaret ediyor. Çünkü özelde Yunus’un genelde ise çeşitli burjuva kuruluşların sözde yoksullukla savaşım programları, yoksulluğu ortadan kaldırmayı değil, onu yönetilebilir, kontrol edilebilir bir düzeyde tutmayı amaçlar. Ayrıca, krizler ve iktisadi durgunluk içinde debelenen burjuvazi, Yunus sayesinde, yepyeni bir yatırım alanı bulmanın sevincini de yaşıyor. Böylelikle yalnızca yoksul kesimler içerisinde biriken patlayıcı barutun bir kısmı yok edilebileceği gibi, onların sırtından milyar dolarlar kazanmak hâlâ mümkündür. Kişi başına ortalama 100 dolarlık bir kredi verilebilirse, mutlak sefalet içerisinde yaşayan 1,1 milyar insanın yaratacağı kredi talebi, kriz dönemlerinde sinekten yağ çıkartmaya çalışan burjuvazi açısından hiç de yabana atılamayacak bir potansiyel anlamına geliyor. 1996 yılında Dünya Bankası Başkanı Wolfensohn, “mikro-kredi programları dünyanın en yoksul köylerine ve en yoksul insanlarına pazar ekonomisinin canlılığını getirmiştir” derken, aslında finans kuruluşları için yeni olan bu yatırım alanının önemine işaret etmiş oluyordu. Bu nedenledir ki, 90’lı yılların ortalarından itibaren dünyanın her köşesinde büyük sermaye grupları bu mikro-kredi ve mikro-finansman işine el atmaya başladılar. Bugün tüm dünyada sayıları 3500’e yaklaşan bu finans kuruluşları bugüne dek 100 milyona yakın “müşteri”ye ulaşmışlar. “Yoksullara dokunulmaz ve dışlanmış kişiler olarak davranmak finansal açıdan da aptallıktır” diyen Muhammed Yunus, onlarda halen sömürülmeye hazır bir potansiyel olduğuna işaret ediyor aslında. Bu işaret görülmüş olacak ki, 1997 yılından itibaren Dünya Mikrokredi Zirveleri düzenlenmeye başlanmıştır. Bugüne dek yapılan üç zirvede konuşulan esas konu, yoksullara yardım görüntüsü altında verilen kredilere nasıl daha fazla faiz uygulanabileceğiydi. Gerçek şu ki, büyük emperyalist finans şirketlerinden ve çeşitli devletlerin ve sivil vakıfların yardım fonlarından birer hayır kuruluşu statüsüyle ucuz krediler alarak fonlanan bu mikro-kredi kuruluşları, faaliyet gösterdikleri ülkelerdeki bankacılık sektöründe yaygın olan faiz oranlarından çok daha yüksek faiz oranlarıyla kredi veriyorlar. Yüzde 35’leri bulan yüksek faiz oranları bunun göstergesidir. Dahası bu kuruluşlarda artık başlangıçta olduğu gibi bu hayırseverlik yalanına kanmış gönüllüler değil, okullu ve kariyer peşindeki iktisatçılar görev alıyorlar. Onlar da amirlerine daha fazla yaranıp kariyer basamaklarını daha hızlı tırmanmak için, faiz oranlarının hangi mekanizmalarla daha da arttırabileceğine kafa patlatıyorlar. Mikro-kredi savunucuları, yoksulluk sorununun nedenleri ve çözümü konusunda hiçbir bilimsel açıklama ge-
15
marksist tutum
tirmedikleri gibi, başlı başına yoksulluk olgusunu bile çarpıtırlar. Onların da benimsediği Dünya Bankası’nın kriterlerine bakılacak olunursa, aşırı yoksulluk, günlük 1 doların altında bir gelire sahip olmaktır. Yine aynı kuruma göre, ılımlı yoksulluk, günlük 2 doların altında bir gelire denk düşüyor. Bu denli düşük bir gelire ve insanca bir yaşamdan bu denli mahrumiyete sahip kaç kişi olabilir ki bu kaynakları muazzam gezegende? Söyleyelim, ılımlı yoksulluk kriterine göre tam 2,7 milyar insan, yani tüm insanlığın yarıya yakını. Aşırı yoksulluk kriterine göre ise, tam 1,1 milyar insan, yani insanlığın beşte biri! Bir de bu ülkeden örnek verelim. Türkiye’de günlük 4 dolarlık bir gelirin altında olmakla tarif edilen resmi yoksulluk sınırına göre, 19 milyon insan yoksullukla cebelleşiyor! Salt gıda tüketimi açısından bakıldığında bile yoksulluk içerisinde bulunan insanların sayısının, açıklanan resmi sayılardan (ki bu sayılar bile yeterince dehşet vericidir) çok daha fazla olduğu rahatlıkla görülebilir. Yoksulluğa savaş ilan ettiğini iddia eden mikro-kredi sisteminin dürüstlüğüne ve içtenliğine bir an için inanacak kadar saf olsak bile, bu sistemin gerçekte günde 1 doların altında bir gelirle yaşamak zorunda kalan 1,1 milyar insanı, olsa olsa günde 1 ilâ 2 dolar arasında bir gelirle yaşama düzeyine çıkartmaktan ötesini hedeflemediği ortadadır. Ama onlar bu son derece mütevazı hedefi bile tutturmaktan acizler. Nitekim Grameen Bank’tan yıllar boyunca borç alıp faiziyle geri ödeyenlerin yüzde 55’inin halen temel gıda ihtiyaçlarını bile karşılayamadıkları ve birçoğunun da aldığı borcu, yiyecek satın almak için kullandığı söyleniyor. Daha genel bir gerçeği ise bizzat Muhammed Yunus şöyle itiraf ediyor: “Örneğin bizim buradaki en büyük sorunlarımız arasında, yoksulluktan kurtulan insanların, çok kısa sürede yeniden en alta düşmesi var.”
Yoksulluğun kaynağı ve çözümü İster emperyalist Birleşmiş Milletler’in ister Dünya Bankası’nın yaklaşımını alalım, tüm bu yaklaşımlarda yoksulluk salt bir niceliksel olgu olarak, sayılarla ifade edilebilecek bir mahrumiyet durumu olarak ortaya konur ve tüm dünya emekçilerinin yaşadığı yoksulluk ve sefaletin karanlık yüzü gözlerden saklanır. En ağır koşullarda, hiçbir sosyal güvenceye sahip olmadan, kuralsız ve sınırsız bir sömürüye tâbi olarak ve sadaka niteliğindeki bir asgari ücretle çalışan yüz milyonların geçim standartları bile, bu tür burjuva istatistiklerinde kabul edilen yoksulluk sınırlarının epey üstünde kalır. Böylelikle yoksullukla işsizlik neredeyse eş anlamlı olarak kullanılarak, bir iş bulup çalışanların yoksulluktan kurtulduğu üstü kapalı olarak vazedilir. Oysa resmi açlık ve yoksulluk sınırının üzerinde olan asgari ücret düzeyleri, iş gerçekten insanca bir yaşam sürmeye, yani yoksulluktan gerçekten kurtulmaya geldiğinde, son derece gülünç kalmaktadır. Nitekim Türkiye’de bugün sendikaların açıkladıkları dört kişilik bir aile için asgari ge-
16
Aralık 2006 • sayı: 21
çim düzeyi 2100 YTL civarındadır! Demek ki iddia edilenin aksine, ücretli işçilerin çok büyük bir kesimi, insanca bir yaşamdan mahrum olarak yoksulluk içerisinde yaşamaktadırlar. Yoksulluğu “kişinin kendi hayatı üzerinde belirleyici olma kapasitesine sahip olamama, gerekli donanımlara sahip olamama” durumu olarak daha soyut bir şekilde tanımlayan burjuva yaklaşımlar da mevcut. Bu yaklaşım da kökten sakattır. Çünkü her şeyden önce yoksulluğun nedenlerini tümüyle örtbas etmektedir. İnsanlığın sahip olduğu tüm zenginliğin kaynağında doğal kaynaklar ve emek yatar. Her yetişkin insan, çalışma, emek harcama, bir emek ürünü üretme potansiyeline, yani “gerekli donanıma” kendi insani doğası gereği zaten sahiptir. Bu durumda onu “kendi hayatı üzerinde belirleyici olma kapasitesinden” mahrum eden şey, gerekli donanıma sahip olmaması değil, doğal kaynaklara ve bizzat kendi emek ürününe sahip çıkmasının önüne bir engel olarak dikilen toplumsal üretim ilişkileridir. Kapitalist toplumda “kişinin kendi hayatı üzerinde belirleyici olamaması”, daha doğru ifade edelim, Marx’ın deyişiyle “kişinin hayatta kalmak için gerekli geçim araçlarından” yoksun olması, onu sahip olduğu tek şeyi, yani çalışabilme kapasitesini kapitaliste satmaya mecbur kılar. Çalışması sürecinde ürettiği toplam değerin bir kısmı ona ücret olarak geri dönerken, onun yarattığı artı-değer burjuvanın cebine girer ve durmadan onun sermayesini genişletir. Demek ki “kişinin kendi hayatı üzerinde belirleyici olamaması” durumu, yalnızca emekçinin sefaletinin ve yoksulluğunun değil, aynı zamanda burjuvanın sermayesinin ve zenginliğinin de kaynağıdır. İşçi üretim araçlarından yoksun oluşundan ötürüdür ki, kapitalist için zenginlik üretirken kendisi için yalnızca sefalet ve yoksulluğu yeniden üretir! Bu durumda, kapitalist üretim ilişkileri içerisinde görünüşte tüm insanlığın zenginliği olarak üretilen, gerçekte ise bir avuç mülk sahibinin sermayesi olarak büyüyen zenginliğin kaynağı da, milyarlarca emekçinin yoksulluğunun kaynağı da, ücretli emek ve sermaye sistemidir. İşgücünün işçinin hayatta kalmak için satmak zorunda kaldığı bir meta olduğu bu sömürü sistemine son verilmedikçe, toplumun bir kutbunda muazzam bir zenginliğin, diğer kutbunda ise ister mutlak ister göreli anlamda olsun yoksulluğun, yoksunluğun ve sefaletin birikmesi kaçınılmazdır. Bu durumu ortadan kaldırmanın tek yolu ise, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vererek bunları tüm toplumun hizmetine sunmak üzere işçilerin kolektif denetimi, yönetimi ve demokratik planlaması altına sokmaktır. Bunun anlamı, kapitalizmi yıkmak, burjuvazinin iktidarına son vermek ve sınıfsız bir topluma giden yolu açacak bir işçi iktidarını tüm dünya çapında kurmak demektir. Yoksulluktan ve sefaletten olduğu kadar, savaşlardan, baskılardan ve sömürüden kurtuluşun da böylesi bir toplumsal devrimden başka hiçbir yolu yok!
Ülkücü-Faşist Hareketin Tarihi /I Kerem Dağlı
E
mperyalist-kapitalist sistemin küresel ölçekte içine girmiş olduğu ekonomik kriz ve bununla bağlantılı olarak gittikçe kızışan emperyalist paylaşım kavgası, istisnasız bütün burjuva devletleri bir iç ve dış savaşa hazırlanmaya itiyor. Militarizm ve silahlanma yarışı tüm kapitalist devletleri içine çekiyor ve şiddetlenen çelişkilerin basıncı altındaki emperyalist-kapitalist sistem gericileşerek saldırganlaşıyor. Pek çok kapitalist ülkede peş peşe baskıcı yasalar çıkıyor, gerici, ırkçı, faşizan uygulamalar yaygınlaşıyor. Faşist diktatörlüklere has birçok uygulama, sıradanlaştırılıp kanıksatılarak günlük hayata sokuluyor. Burjuvazinin işçi-emekçi sınıflar ve kendisine muhalefet eden güçler üzerindeki baskıyı gittikçe arttırması boşuna değildir. Bunalım derinleştikçe sınıf hareketinin yükselerek kendi düzenini tehdit eder bir hal alabileceğini bilen burjuvazi, şimdiden önlemlerini almakta, faşist çeteleri tahkim etmekte ve faşizm silahını kınından çıkarıp yağlamaya başlamaktadır. Türkiye’de de burjuvazi ne zaman başı sıkışsa, toplumsal muhalefeti bastırmak için faşist çeteleri ve katiller sürüsünü devreye sokmuştur. ‘80 öncesinde devrimci sınıf hareketini, sonrasında ise Kürt halkının haklı mücadelesini ezmek için burjuva devletin en önemli yardımcısı ve silahı, MHP’de cisimleşen ülkücü-faşist1 hareket olmuştur. Bu faşist parti, bugün de yükseltilen milliyetçi-şoven dalganın başta gelen “sivil” ayağını oluşturuyor, tertiplenen provokasyonlar için gerekli insan kaynağını düzen güçlerine temin ediyor. Ve yarın da devrimci sınıf hareketi tekrar yükselişe geçtiğinde, devrimcilere ve öncü işçilere saldırmak üzere sırasını bekliyor. Bu yüzden ülkücü-faşist hareketin burjuva düzenin diğer sağ-milliyetçi partilerinden ve güçlerinden ayrı bir yeri olduğu iyi anlaşılmalıdır. Faşist partiler ve onların altındaki legal-illegal tüm örgütlenmeler, çeteler, mafyatik yapılanmalar vb. hepsi de burjuvazinin iç savaş aygıtıyla organik bir bağ içerisindedir. Yeri geldiğinde bizzat burjuva devlet tarafından kurulur, desteklenir ve önü açılır. Devrimci yükseliş dönemlerinde, burjuva devletin kolluk güç-
leri devrim güçlerini yenilgiye uğratmakta yetersiz kalmaya başladığında devreye faşist çeteler ve faşist terör girer. Faşist hareket ve parti aracılığıyla burjuvazi, karşı-devrimci örgütlenmesine kitle tabanı sağlamaya çalışır ve şartlar uygunsa –toplumsal krizin devrimci yoldan çözüleceğine dair umutlar yitirilmeye başlandığında– bunu belli ölçülerde başarır. Dolayısıyla Türkiye’de de ülkücü-faşist hareketin olağan dönemlerdeki görece atıllığına ve uysallığına bakıp aldanmamak gerekir. Görece diyoruz, çünkü en “uysal” olduğu dönemde bile faşist çeteler burjuva devletin kirli ve illegal işlerini görmeye, burjuvaların emrinde grev kırıcılığı yapmaya, onlara korumalık ve bekçi köpekliği yapmaya devam ederler. Bu açıdan bakıldığında ülkücü-faşist hareket her daim, toplumsal muhalefetin ve devrimin başına indirmek için burjuvazinin elinin altında tuttuğu kanlı sopasıdır. Ülkücü-faşist hareketin geçmişte yaptıkları, gelecekte yapacaklarının da teminatıdır.
Turancılıktan Nazizme, ülkücüfaşist hareketin ideolojik kökeni Türkiye’de faşist hareketin neredeyse 70 yıllık bir mazisi var. Bu mazi, faşizmin en ilkel ve insanlık dışı fikirleriyle, binlerce devrimcinin, işçinin, ilerici aydının kanıyla, sayısız katliam ve kıyımla doludur. Devrimin ve devrimci işçi sınıfının can düşmanı olan faşizm, bu karşı-devrimci
17
marksist tutum
doğasını en başta söylemiyle, ideolojisiyle ortaya koyar. Faşizmin her ne kadar bütünlüklü ve tutarlı bir ideolojisi olmasa da, hatta tamamen demagojik söylemlerle dolu ve oportünist, eklektik bir yapıya sahip olsa da, sonuçta muradını ortaya koymaya yetecek kadar açık ve nettir. Amaç devrimci sınıf hareketini ezerek burjuvaziyi krizden kurtarmak olduğundan, zaten kendi içinde tutarlı bir ideolojiye de ihtiyacı yoktur. Bonapartizmden Faşizme adlı kitabında faşizmin son derece özlü ve özgün bir tahlilini yapmış olan Elif Çağlı, faşist ideolojinin işlevini şöyle açıklıyor: Faşist hareketler örgütlenir ve iktidara tırmanırlarken, küçük-burjuva kitleleri peşlerine takmak için pek çok demagojik unsurla bezenip kendilerini özgün bir ideolojik ya da siyasal akım olarak sunmaya ihtiyaç duyarlar. (…) Faşizm iktidara tırmanırken bir küçük-burjuva ideolojisine sahipmiş gibi görünür. Fakat iktidara geldiğinde, onun bu oportünist ideolojisinin aslında burjuva egemenliğinin olağanüstü koşullarda sürdürülmesini amaçlayan bir demagojiler yığını olduğu ortaya çıkar. (…) Faşizm iktidara tırmanırken kitleler üzerinde etkili olabilmek için kendini küçük-burjuva kitlelerin özlemlerine uyarlar. Ayrıca farklı yöntemler uygulayarak işçi hareketine doğru da uzanır. (…) İktidara tırmanırken başvurduğu anti-kapitalist demagojilerle ve küçük-burjuvaziyi cezbetmeye yönelik uçuk tarihi fantezileriyle, faşizm özgün bir küçükburjuva siyasal akım olarak görünebilir. (...) Ama tüm bu yalan kampanyalarının ardında, sermayenin gerçek akıl hocaları planlarını sinsice hazırlayacak ve faşizm işini, finans kapitalin o dönem öne çıkmış ihtiyaçları doğrultusunda gayet de bilinçli olarak yürütecektir. (s.144-147)
Faşizmin demagojik söyleminin temel unsurları; burjuva devletin ve düzenin kutsanması, koyu bir milliyetçilik, militarizm ve azgın bir anti-komünizmdir. Ülkücü-faşist hareket söz konusu olduğunda da durum aynıdır. Ülkücüfaşizmin ideolojisi de, devleti kutsayan, komünizmi milliyetçiliğe ve burjuva devlete karşı olduğu için en büyük düşman ilan eden, Türk ırkını “üstün ırk” olarak gören ırkçı ve şoven bir anlayışa dayanır. Türk faşizminin ideolojik kökü Türkçü-Turancı düşüncede ve Alman Nazizminde aranmalıdır. Sonradan (60’lı yıllardan itibaren), dönemin konjonktürüne uygun biçimde ve kitleselleşme gayesiyle bağıntılı olarak İslami motifler de işin içine katılmış ve bir Türk-İslam sentezi yaratılmaya çalışılmıştır. Ancak bu, temelde yatan ırkçı-milliyetçi düşünceyi ve faşist bir devlet düzeni idealini ortadan kaldırmamış, yalnızca ona eklemlenmiştir. Devlet kavramı, ülkücü-faşist hareket açısından merkezi ve hayati bir önem taşır. Bu açıdan, ülkücü-faşizmin tarihsel olarak bağlandığı Türkçü-Turancı düşünceye bakıldığında, 20. yüzyılın başlarından itibaren gelişen bu akımın temelinde de “devleti korumak ve kurtarmak” refleksinin yattığı görülür. Bu refleks, ülkücü-faşist hareketin tüm dönemlerine damgasını vurmuş ve burjuva devletin hizmetinde, onun “yardımcı” yahut “sokaktaki” gücü olmak pratiğiyle de örtüşmüştür. Ülkücü-faşist ideolojinin bir diğer unsuru olan “Turan” ülküsü de, “devleti kurtarma” refleksinin uzantısı olarak Türk ırkına dayalı bir milletin oluşturduğu bir devlet kur-
18
Aralık 2006 • sayı: 21
ma fikrinin somutlanışıdır. Turancılık adı verilen bu akım, 1910’lu yıllarda Çarlık Rusya’sında yaşayan ve “Türklerin yaşadığı bütün toprakların tek bir Türk devleti altında birleştirilmesi” idealini savunan Türkî aydınlar (Gaspıralı İsmail, Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura vs.) tarafından yaratılmış ve Osmanlı’daki Türkçü aydınların da bunlardan etkilenerek milliyetçi fikirleri savunmaya başlamaları yüzünden Türkçülükle özdeşleşmiştir. Son derece uçuk bir tarihi fantezi olsa da, dönemin en önemli siyasi gücü olan İttihat ve Terakki Partisi tarafından sahiplenilmesi, Turancılığın resmi ideoloji ve “Turan” idealinin de devlet politikası haline gelmesine yol açmıştır. I. emperyalist paylaşım savaşı, yarattığı sonuçları itibariyle “Turan” idealinin Turancılık fikriyle beraber sönümlenmesini sağlamış, fakat Zeki Velidi Togan ve Nuri Killigil2 gibi bazı ırkçı-Turancı düşünürler bu akımı yeniden canlandırarak 30’lu yıllara kadar taşımış ve Avrupa’da yükselen Alman Nazizmi ile harmanlayarak ülkücü-faşist hareketin düşünsel temellerini atmıştır. Bu tarihten itibaren faşist kadrolara Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan, Orhon Seyfi Orhon, Rıza Nur, Fethi Tevetoğlu gibi isimler de katılmıştır. Özellikle Nihal Atsız’ı, bu meyanda faşist hareketin Türkiye’deki kurucusu ve ideologu olarak anmak yanlış olmaz. Faşizmin demagojik söyleminin temel unsurları; burjuva devletin ve düzenin kutsanması, koyu bir milliyetçilik, militarizm ve azgın bir antikomünizmdir. Ülkücü-faşist hareket söz konusu olduğunda da durum aynıdır. Ülkücü-faşizmin ideolojisi de, devleti kutsayan, komünizmi milliyetçiliğe ve burjuva devlete karşı olduğu için en büyük düşman ilan eden, Türk ırkını “üstün ırk” olarak gören ırkçı ve şoven bir anlayışa dayanır. 30’lu ve 40’lı yıllar hem dünyada hem de Türkiye’de faşist düşüncenin ve siyasetin yükselişe geçtiği dönemlerdir. Alman ve İtalyan faşizminin iktidara gelmesi Türkiye’de de faşist kadroların canlanmasını sağlamış, faşist ideolojinin ve devlet anlayışının birçok unsurunun TC devletinin resmi ideolojisiyle örtüşmesinin de etkisiyle, devlet bürokrasisinin üst katmanlarında kendine yandaşlar bulmuştur. Türkiye’deki tek parti diktatörlüğü döneminden vereceğimiz bazı örnekler bu bağlamda açıcı olacaktır. CHP’nin iktidarı elinde tuttuğu bu dönemde parti-hükümet-devlet iç içe geçmiş ve özdeşleşmişti. CHP’nin 1935’teki kongresinde, “Türkiye toplumunun tüm bireyleri” parti üyesi sayılmış, toplumun manevi varlığının ifadesi olan “ulus”un parti içinde toplandığı, partinin “ulus” ve dolayısıyla devlet anlamına geldiği söylenmişti. Hatta 1936 tarihli bir genelgeyle partinin genel sekreteri İçişleri Bakanı, il başkanları da vali olarak atanmıştı. Böylesi bir korporatizmle birleşen devletçi ve bürokratik muhafazakârlık, resmi ideolojinin faşizan fikirlerle ne denli örtüştüğünün göstergesidir.
Aralık 2006 • sayı: 21
40’lı yıllara gelindiğinde, faşist kadrolar bir yandan hükümeti ve yüksek bürokrasiyi etkilemeye çalışıyorlar, diğer yandan da (özellikle Nuri Killigil aracılığıyla) ordu içinde örgütlenmeye uğraşıyorlardı. Amaçları, Nazi Almanya’sının baskısı ve askeri bir darbe aracılığıyla iktidarı ele geçirmekti. Bu dönemde Nazi Almanya’sı Türkiye’deki faşistleri siyasi ve mali yönden desteklemiş, devlet içindeki etkinliklerini arttırmaları için çaba sarfetmiştir. Türkiye’nin dış politikası da görünürde tarafsız ama gerçekte Alman yanlısı olduğundan, faşist kadrolar önemli ilerlemeler kaydetmişlerdir. İhracat ve ithalatta Almanya’ya öncelik tanınıyor, halk açlıktan kırılıp kuyruklarda sefillik çekerken buğday ve çeşitli gıda maddeleri Almanya’ya ihraç ediliyordu. Hatta “milli şef ” İnönü Alman büyükelçisi Von Papen’e, komünizme karşı mücadelede ve SSCB konusunda ortak politikalara sahip olduklarını, Alman ordularının Sovyetler’i yenmesi maksadıyla Türkî bölgelerdeki “kandaşları” ile görüşeceklerini ve Alman ordularına yardımcı olmalarına aracılık edeceklerini söylüyordu. Hükümetten üst düzey bürokratlara kadar pek çok kişi açıkça Nazi yanlısı fikirler ileri sürmekten çekinmiyordu. Dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu, genelkurmay başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, General Hüsnü Erkilet gibi isimlerin Nazi yanlısı tutumlarının yanı sıra Cumhuriyet, Tasvir ve Vakit gibi birçok gazete de Pan-Turanist ve ırkçı bir temelde Nazi Almanya’sının propagandasını yapıyordu. Saraçoğlu, “ben Türkçü bir başbakanım… Türkçülük bizim için bir kültür meselesi olduğu kadar bir kan meselesidir” diye konuşuyordu. Burjuva devlet bir yandan kendini Nazi Almanya’sına ispatlamak için TKP’lilere ve solculara kan kustururken, diğer yandan askeri-sivil okullara yahut devlet dairelerine alınacak kişilerde “Türk ırkından olmak” gibi şartlar aranmaya başlanıyor, ders kitaplarında açıkça Turancılık-ırkçılık propagandası yapılıyordu. Ne var ki, 1944 yılından itibaren Nazi ordularının Sovyet güçlerince püskürtülmesi ve Almanya’nın yenilgisinin kesinleşmesi üzerine her şey bir anda değişti. İşin aslı, başından beri savaşı kazanacağına inandığı Almanya tarafına oynayan burjuva devlet, savaşın sonucu belli olur olmaz Nazi ve faşizm karşıtı sulara dümen kırdı. Bunun siyaset arenasındaki göstergesi ise 1944’teki ünlü “Turancılık Davası” ve bu davada Türk faşizminin (aralarında Alparslan Türkeş’in de bulunduğu) ünlü isimlerinin yargılanmasıdır. Sonuç olarak, 1944 yılına kadar geçen süreç, Türk faşizminin ideolojik mayalanma dönemi olarak nitelendirilebilir. Türkçü-Turancı fikirlerin mirasıyla yetişen 40’lı yılların faşist kadroları, bu fikirleri Alman Nazizmi ile harmanlayarak bu akımın ideolojik altyapısını oluşturmuşlardır. 40’lı yılların başındaki yükselişe kadar faşist hareket dar bir kadronun başını çektiği bir fikir akımı karakterini korumuş ve daha çok Türkçüler Derneği ile Ergenekon, Gökbörü, Tanrıdağ, Orhun, Çınaraltı, Kopuz gibi dergiler etrafında örgütlenmiştir. 40’lı yıllarda ise Nazi Almanya’sının ve devletin desteğiyle daha örgütsel bir yapıya kavuşarak,
marksist tutum
fikir akımından örgütlü bir harekete dönüşme imkânı bulmuştur. 1944’te aldığı göstermelik darbe sonucu küçük bir sarsıntı geçiren ve itibar kaybı yaşayan faşist hareket, Turancılık davasından mahkûm olanların itibarlarının 1947’de iade edilmesine rağmen, 60’lı yılların sonuna kadar nispeten durağan bir sürece girer. Bu yıllarda faşist kadrolar önce Fevzi Çakmak’ın Millet Partisi’nde (1948), daha sonra da Osman Bölükbaşı’nın 1954’te kurduğu Cumhuriyetçi Millet Partisinde ve daha sonra (bu partiyle Türkiye Köylü Partisinin aynı yıl birleşerek oluşturdukları) Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi etrafında toplanırlar. Henüz genç bir subay olan Türkeş, 1950’lerin başında Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından ABD’ye gönderilir ve burada 2,5 ay kalarak “özel harp, gayri nizami harp, gerillaya karşı mücadele ve gerilla savaşları” konusunda eğitim görür. Ardından 1956 yılında, bu kez NATO Türk Temsil Heyeti üyesi olarak ABD’ye bir kez daha gider ve Türkiye’nin ilk “özel harp, kontr-gerilla” uzmanlarından biri olarak 27 Mayıs darbesine kadar Genel Kurmaydaki NATO Dairesini yönetir.
Bir iç savaş aygıtı ve karşı-devrimci güç olarak MHP’nin doğuşu Bugün için adı ülkücü-faşist hareket ile özdeşleşmiş olan, nam-ı diğer “başbuğ” Alparslan Türkeş, her ne kadar 1944’te Turancılık davasından yargılanmış ve kısa bir süre “içerde” kalmış olsa da, 60’lı yıllara kadar faşist hareket içinde tanınan veya bilinen biri değildi. Oysa onun hayatına kısa bir bakış bile, Türkiye’deki faşist hareketin nasıl ve ne amaçla örgütlendiğinin anlaşılmasını sağlayacak çarpıcı örneklerle doludur. Henüz genç bir subay olan Türkeş, 1950’lerin başında Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından ABDye gönderilir ve burada 2,5 ay kalarak “özel harp, gayri nizami harp, gerillaya karşı mücadele ve gerilla savaşları” konusunda eğitim görür. Ardından 1956 yılında, bu kez NATO Türk Temsil Heyeti üyesi olarak ABD’ye bir kez daha gider ve Türkiye’nin ilk “özel harp, kontr-gerilla” uzmanlarından biri olarak 27 Mayıs darbesine kadar Genel Kurmaydaki NATO Dairesini yönetir. Açıkçası ne bu eğitim için Türkeş’in seçilmiş olması ve ne de henüz 50’li yıllarda Türkiye ve benzeri ülkelerden seçilmiş subaylara bu tür eğitimler verilmesi basit bir tesadüf değildir. Nitekim ilerleyen yıllarda kendisinin ve başına geçtiği faşist partinin üstleneceği rol dikkate alındığında, bu eğitimin işlevi daha iyi anlaşılacaktır. 50’li yıllar dünya arenasında “Soğuk Savaş” döneminin başladığı ve emperyalist kampta yer alan (NATO üyesi) tüm ülkelerde sonradan Gladio, SüperNATO, Özel Harp Dairesi vb. adlarla ortaya çıkarılacak olan kontr-gerilla/iç
19
marksist tutum
savaş aygıtlarının devlet içinde örgütlendiği ve faşist hareketlerle işbirliğine girdiği yıllardır. Bu örgütlenmelerde faşist hareketten seçilen unsurların yahut örneğin Avrupa’da Nazi artığı subayların kullanılması neredeyse klasikleşmiş bir uygulamaydı. Bu örgütlenmelerin amacı şöyle ifade ediliyordu: “Komünizm tehlikesine karşı sağcı eylemlerle solcu hükümetleri yıpratmak, otoriter yönetimleri güçlendirmek, komünistlerin iktidara gelmesini önlemek; bu amaçla gerekirse silahlı eylem, sabotaj ve suikastlar düzenlemek; bir Sovyet işgali durumunda özel savaş yöntemleriyle gerilla mücadelesi yürütmek ve propaganda faaliyetleri yapmak.” NATO ülkelerinde adları pek çok cinayete, suikasta, toplu katliama karışan bu iç savaş aygıtları için, ABD Savunma Bakanlığı tarafından 1967 yılında Kontr-gerilla Operasyonları adıyla basılan ve Türkçeye de “ST 31-15” yani Sahra Talimnamesi 31-15 başlığıyla çevrilen elkitabında, bu örgütlenmelerin çalışma yöntemleri hakkında şunlar yazıyordu: “Adam öldürme, bombalama, silahlı soygun, işkence, kötürüm hale getirme, adam kaçırmak suretiyle tedhiş ve olayları tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonması, kundakçılık, sabotaj, propaganda ve yalan haber yayma, zorbalık, şantaj”. Ayrıca bir not olarak şu ifade ekleniyordu: “Bir gayri nizami kuvvetin yeraltı unsurları kaide olarak kanuni statüye sahip değillerdir.” Bu cümlelerden, burjuvazinin devrimci sınıf hareketine karşı nasıl bir yol ve yöntem izlediğini anlamak mümkündür. “Soğuk Savaş” döneminde ABD emperyalizmi tarafından ortaya atılan ve bugünkü “uluslararası terörizmle mücadele” masalının o dönemdeki karşılığı olan “komünizmle mücadele”, istisnasız tüm gerici-faşizan yapılanmaların ve karşı-devrimci örgütlenmelerin temel düsturu olmuştur. Faşizmi yenilgiye uğratan güç olarak öne çıkan ve uluslara-
20
Aralık 2006 • sayı: 21
rası işçi sınıfının gözünde prestiji artan SSCB karşısında ABD emperyalizmi, elinin ulaştığı her yerde bu tür faşist ve karşı-devrimci örgütlenmelerle işbirliği yapmış, bunları desteklemiş ve önünü açmıştır. İşte geleceğin “başbuğu” Türkeş de, aldığı “özel harp” eğitimini, Türkiye’deki faşist hareketin örgütlenmesi ve burjuvazinin hizmetine koşulması için kullanmıştır. Daha baştan emperyalizmin “Soğuk Savaş” stratejisiyle şekillenen ülkücü-faşist hareketin, Özel Harp Dairesiyle (burjuva devletin bu iç savaş aygıtıyla) organik ilişkisi çok açıktır. O kadar ki, ileride MHP’nin il ve ilçe başkanları aynı zamanda Özel Harp Dairesinin elemanı olacak ve işin aslı MHP’ye bağlı örgütler aynı zamanda kontr-gerillanın sivil milis gücünü oluşturacaktı. Nitekim 12 Eylül 1980 sonrası açılan MHP ana davasında da, ülkücü-faşistlerin eğitim ve hazırlık çalışmalarında bir kontr-gerilla talimnamesi olan “ST 31-21”e göre hareket ettikleri ve örgütlenirken de aynı talimnamede yer alan şemaya bağlı kalarak “istihbarat komiteleri, maliye komiteleri, eğitim komiteleri, ikmal komiteleri, emniyet komiteleri, ulaştırma komiteleri, kundaklama, tahrip, silahlı baskın ve propaganda komiteleri vb.” kurdukları resmi ağızlardan teyit ediliyordu. Daha 50’li yılların başlarında burjuva TC, “komünizme ve her türden düzen karşıtı muhalefet hareketlerine karşı” adeta kendi iç savaş örgütlenmesinin bir uzantısı olarak faşist hareketi el altından körüklüyordu. Faşist ve kontr-gerillacı Türkeş ABD’de bu eğitimleri alırken, Türkiye’de de faşist kadrolar boş durmuyor, burjuva devletin hamiliğinde örgütlenip palazlanıyorlardı. Bizzat devlet eliyle kurulan “Komünizmle Mücadele Dernekleri” bu açıdan çarpıcı örneklerdir. İlki 1950 yılında Zonguldak’ta kurulan, 1956’da Demokrat Parti’nin desteğiyle İstanbul’da da şubesi açılan ve kurucuları arasında Fethullah Gülen, Recai Kutan gibi isimlerin de yer aldığı bu faşist örgütlenmeler, 27 Mayıs 1960 darbesiyle birlikte kapatıldılar. Ancak 1963’te İzmir’de yeniden açılacak ve 1968’e gelindiğinde şubelerinin sayısı 141’e çıkacaktı. Benzer şekilde Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) ve Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) aracılığıyla ve “komünizmle mücadele” şiarı etrafında üniversite gençliği de gerici-faşist harekete çekilmeye çalışılıyordu. Bu örgütlerin
Aralık 2006 • sayı: 21
liderleri çoğunlukla faşist hareketle sıkı bağlar içerisindeydiler ve bir yandan “Komünizmi Tel’in” mitingleri düzenliyor, diğer yandan polisle birlikte solcu mitinglere saldırıyor, işi solcu-devrimci kişileri katletmeye kadar vardırıyorlardı. Bu koşullar altında 60’lı yıllara gelen faşist hareket, uluslararası alanda esen “anti-komünizm” rüzgârını da arkasına alarak, burjuva devletin himayesinde ciddi bir örgütlü güce kavuşmuştu. Ancak henüz yaygın bir kitle tabanına sahip değildi ve bu yüzden de iktidar perspektifi, dışarıda ABD emperyalizminden içeride de ordunun milliyetçi-muhafazakâr kesimlerinden aldığı destekle ve tepeden bir darbe yoluyla iktidarı almakla sınırlıydı. Faşizmin bu doğrultudaki bir denemesi Türkeş ve kadrosu aracılığıyla 27 Mayıs 1960 darbesi esnasında olmuştur. Darbe sonrası kurulan Milli Birlik Komitesinde (MBK) yer alan Türkeş, birlikte hareket ettiği dar bir ekibe (Orhan Kabibay ve Suphi Karaman vs.) dayanarak ve esasen işi oldubittiye getirerek Başbakanlık Müsteşarlığı makamına elkoydu.3 Türkeş’in başını çektiği ekip ivedi bir şekilde MBK içinde iktidar mücadelesine girişti. Amaç devleti ve toplumu korporatif tarzda yukarıdan aşağıya doğru yeniden örgütlemek ve faşist nitelikli “kalıcı ve otoriter bir rejim kurmak”tı. Cuntanın “kudretli albayı” Türkeş kitle desteği sağlayabilmek için Türk Kültür Derneklerini kuruyor, Öncü adlı bir dergi çıkarmaya başlıyor ve toplumun ideolojik yapısını faşist tarzda biçimlendirmek üzere Ülkü Kültür Birliği projesinin hayata geçirileceğini açıklıyordu. Ancak dönemin konjonktürü içerisinde Türkeş’in başını çektiği faşist kanadın başarı şansı yoktu. Nihayetinde 13 Kasımda “14’lerin tasfiyesi” gerçekleşti ve Türkeş’le ekibinin de aralarında bulunduğu 14 MBK üyesi sürgüne gönderildiler. Hindistan’a askeri ateşe olarak sürülen Türkeş, Şubat 1963’te Türkiye’ye döner dönmez ekibiyle birlikte “inisiyatifi ele geçirmek ve iktidara uzanmak” amacıyla Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisine (CKMP) girdi. 1965 yılında, partinin başkanı Osman Bölükbaşı’nın istifasıyla açılan boşluktan yararlanarak ve parti içinde örgütlü faşist bileşenlerin de desteğiyle liderliği aldı. Türkeş’in başa geçmesiyle birlikte partiye faşizan ve radikal milliyetçi bir söylem hâkim oldu. Partinin ideolojik çizgisi ve anti-komünist pozisyonu netleştirildi. Türkeş tarafından hazırlanan ve “milliyetçi toplumculuk” (yani Nasyonal Sosyalizm) olarak adlandırılan anlayışı içeren “Dokuz Işık” broşürü, 1967 kongresinde partinin programatik metni haline geldi. Böylece partinin faşist kimliği de açıkça ilan edilmiş oluyordu. Türkeş’in hareketin tartışılmaz lideri olarak “başbuğ” ilan edilmesiyle birlikte, Türk faşizminin ünlü “lider-örgüt-doktrin” üçlemesi de şekillenmiş oluyordu. İki yıl sonra gerçekleşen kongrede partinin isminin değiştirilerek Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) adını alması, parti programı ve tüzüğünün değiştirilerek Türkeş’e olağanüstü yetkiler tanınmasıyla birlikte yeni bir sayfa açılıyordu; faşist hareketin
marksist tutum
partileşme süreci tamamlanmıştı. 1969’daki kongrede şekillenen MHP, faşist hareketin ideolojik düzleminde de bir değişimi ifade ediyordu. Hareketin “tarihi” önderi Nihal Atsız’ın temsil ettiği ırkçı-Turancı çizgide rötuşlar yapılarak Türk-İslam sentezinden oluşan bir milliyetçiliğe geçiliyordu. İşin aslı hareketin kitleselleşebilmesi açısından bu zorunluydu, çünkü salt ırkçılığa dayanan bir Türklük kimliğinin toplumda rağbet görmesi mümkün değildi. Türkeş önderliğindeki MHP, faşizmin klasik taktiğini kullanarak son derece oportünist bir yaklaşımla, taşradaki kitlelerin muhafazakâr ve dini duygularına seslenerek onlara ulaşmak ve sola karşı bir tepki uyandırarak faşist hareketin kitle tabanını yaratmak amacını güdüyordu. MHP bunu Sünni İslam temelinde gerçekleştirerek Türklük kimliğine Sünnilik-İslamlık sıfatını da ekliyor ve bu ikisini aynı faşist potada eriterek Türk-İslam kimliğinin dışına düşen tüm halkları ve etnik grupları ırkçı bir yaklaşımla dışlıyordu. O yıllarda bu çizgi ifadesini, “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman” sloganında bulmuştu. Ülkücü-faşist hareketin partileşme sürecinde tepe noktasını ifade eden MHP’nin doğuşu, tamamen anti-komünist ve faşist bir anlayış temelinde gerçekleşmiş, misyonunu da 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren yükselen sol hareketi durdurmak olarak tanımlamıştır. Bu yüzden de toplumsal muhalefet dalgasındaki her rengi komünist olarak nitelemiş, bir bütün olarak muhalefeti ve devrimci temelde yükselen sınıf hareketini pasifize etmeyi ve bastırmayı amaç edinmişti. Çizdiği yol sermayenin dönemsel ihtiyaçlarına da fazlasıyla tekabül ettiğinden, MHP’de cisimleşen ülkücü-faşist hareket kısa sürede burjuva devletin para-militer ve karşı-devrimci “sokak gücü” olarak şekillenmeye başladı.
Ülkü Ocaklarının misyonu “Başbuğ” Türkeş önderliğindeki faşist MHP işe gençliği örgütlemekle başladı ve 1966’da kurulan Ülkü Ocaklarını geliştirmeye çalıştı. Ülkücü-faşist hareket partileşme sürecinde birçok çevre ve dernek aracılığıyla çetelerini de örgütlemiş, faşizmin klasik gidişatına uygun olarak yakın zamanda devreye sokacağı faşist terörün araçlarını da yaratmıştır. İşte Ülkü Ocakları, MHP’nin organize ettiği bu faşist çetelere “yurt” oluyor ve aynı zamanda insan kaynağı sağlıyordu. Başlangıçta üniversite gençliğinin örgütlendiği MTTB ve TMTF gibi derneklerde etkin olmaya çalışan ülkücü-faşistler, solun üniversite gençliği içindeki hegemonyasından dolayı burada istediklerini elde edemeyince kendi yandaşlarının Ülkü Ocakları çatısı altında toplanmasını sağlamışlardı. Böylece ülkücü-faşist hareketin gençlik kollarının örgütü olarak doğan Ülkü Ocakları, ilerleyen süreçte bu niteliğini aşarak faşist terörün vurucu gücüne dönüşecekti. Çünkü bu yapı, bir gençlik örgütü olarak kurulsa da hiçbir zaman kendini gençlik ile sınırlandırmamış
21
Aralık 2006 • sayı: 21
marksist tutum
ve kısa sürede ülkücü-faşist harekete kan akışını sağlayan bir araç niteliği kazanmıştır. 1970’e gelindiğinde sayıları 200’ü bulan Ülkü Ocaklarında toplanan gençlere özel bir önem atfedilmiş, seçilenlere parti ileri gelenleri tarafından ideolojik eğitim verilmiş ve uzun bir süre bu çalışma partinin örgütlenme faaliyetinin temelini oluşturmuştur. Yarı askeri bir yapıya sahip olan bu örgütlenme içerisinde yetiştirilen gençler, ellerine silah tutuşturularak üniversitelere, grevlere veya solcuların etkin olduğu semtlere gönderiliyor, devrimci-solcu gençlerin, aydınların, işçilerin üzerine salınıyordu. Faşist MHPnin temel prensibi, devrimcilerin ve solcuların bulunduğu her alanda varolmak ve onların karşısına dikilmekti. Bu amaçla özellikle taşradan yeni gelmiş köylü çocukları ya da şehrin varoşlarında yaşayan işsiz güçsüz lümpen gençler seçiliyor, kapitalizmin ezerek bir paçavra gibi sistemin dışına attığı bu gençlerin sisteme duydukları öfke komünizm karşıtlığına kanalize edilerek beyinleri en gerici fikirlerle yıkanıyordu. Hitap edilen sınıfsal kitle hesaba katılarak, yabancı karşıtlığı temelinde bina edilmiş bir anti-emperyalizm ve Batı karşıtlığı da dönemin MHP’sinin hâkim söyleminin bir parçasını oluşturuyordu. Bu söyleme göre, liberal kapitalizm ve komünizm aynı kefeye konuyor, ikisinin de Batıdan-dışarıdan geldiği ve Türklük-İslamlık kimliğine yabancı olduğu öne çıkarılarak, Türk halkının düşmanı ilan ediliyordu. Gittikçe kitleselleşen devrimci-sol hareketin önünü kesmek için faşist terörden başka bir silahı olmayan MHP, yarı-legal silahlı örgütlenmeleri kurmakta da gecikmedi. Ülkü Ocaklarının yanı sıra ilki 1968’de İzmir’de olmak üzere “komando kampları” kurulmaya başlandı. Bu kamplarda teorik eğitim, judo ve komando eğitimi, emekli subaylar tarafından veriliyordu. Bu subaylar da tıpkı MHP’nin ve Ülkü Ocaklarının diğer yöneticileri gibi, ya Türkeş’in 27 Mayıs darbesi sırasında cunta içindeki ekibinden ya da Özel Harp Dairesi’nin görevlendirdiği askerlerden oluşuyordu. Amaç komünistlere, devrimcilere ve solculara karşı her türlü mücadeleyi göze almış vurucu timler yetiştirmekti. Bu faşist eğitim kamplarının sayısı 100’e ulaşmış ve toplam 35 ile yayılmıştı. Bu kamplarda yetişen gençler ilk “stajlarını” üniversitelerdeki devrimci gençliğe taşlı, sopalı, bıçaklı, zincirli saldırılar düzenleyerek yapmışlardı. Sonraları ise işi ilerletip silahlı suikastlara vardırarak, devrimcilerin toplantılarını basıp, mitinglere saldırmaya başlamışlardı. Kuruldukları dönemde bu kamplar, düzen partilerinin bile tepkisini çekmiş, mecliste CHP tarafından soru önergeleri verilmesine neden olmuşlardı. Ancak faşist MHP’nin bu girişimleri kuşkusuz burjuva devletin bilgisi ve ilgisi dâhilinde, hatta kimi zaman el altından kimi zaman açıktan desteğiyle yürüyordu. İçişleri Bakanlığının hazırladığı bir raporda, MHP’nin geliştirmeye çalıştığı Nasyonal Sosyalist (Nazi) düzeni inceleniyor, komando kamplarında Hitler Almanya’sının SS örgütlerinin örnek alındığı belirtiliyordu. Ama ne devlet ne de hükümet bu faşist faaliyetleri durdur-
22
mak için bir adım atacaktı. Arkasında devlet desteği olan Türkeş, komando kamplarını açıkça savunuyor ve pervasız bir şekilde “komünistler memleketi sahipsiz sanıp da sokak hâkimiyeti kuramazlar. Onların anlayacağı dilden konuşacak memleketçi, milliyetçi çocuklar vardır. Bunun için gençlerimizi mücadeleci olarak yetiştiriyoruz” diyebiliyordu. Böylece 70’li yıllara gelindiğinde ülkücü-faşist hareket, gerek burjuva devletin kontr-gerilla yapılanmasıyla geliştirdiği organik bağlara güvenerek gerekse de legal ve illegal örgütlenmesinin geldiği düzey itibariyle, kendini devrimci yükselişi karşılayacak ve bu yolla iktidara geçecek güçte hissediyordu. Ancak ülkücü-faşist hareketin iktidar yürüyüşü, bu kez de 12 Mart Muhtırası ile kesildi. “Başbuğ” Türkeş ne düşünürse düşünsün, burjuvazi henüz faşizmi gerekli görmüyordu. Böylece darbeyle birlikte burjuva devletin baskı aygıtları, “sokağın kontrolünü” de kendi ellerine aldılar ve faşist MHP’ye kenara çekilmesini buyurdular. Burjuvazinin bekçi köpekliğini yapmayı kendilerine görev bellemiş ülkücü-faşist güruhun başı Türkeş, hoşuna gitmese de “nöbeti şanlı Türk ordusuna devrettiklerini” açıklamak zorunda kaldı. Ancak iş henüz bitmemişti. 12 Mart rejiminin sola ve devrimci harekete yönelik azgın tasfiye ve sindirme harekâtına karşın, toplumsal muhalefetin ve devrimci sınıf hareketinin yükselişi durdurulamadı. Türkeş sonradan 71-73 yılları arasında yönetimi elinde tutan askeri rejimi yeterince otoriter ve kararlı davranmamakla suçlayacaktı. TİP ve Dev-Genç gibi solun kitlesel örgütlerinin kapatılması, yaygın ve acımasız bir devlet terörünün estirilerek toplumsal muhalefetin sindirilmeye çalışılması, çok sayıda dergi, gazete ve yayınevinin kapatılması, devrimci gençliğin önderlerinden Mahir Çayan ve 10 yoldaşının Kızıldere’de, Sinan Cemgil ve Kadir Manga’nın Nurhak’ta, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın darağacında katledilmesi, on binlerce insanın gözaltına alınarak işkencelerden geçirilmesi, faşist MHP’ye yetmemişti. İsteğine ulaşması için ise 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesini beklemesi gerekecekti. (devam edecek)
——————————— 1 Türkiye’deki faşist hareket kendini “ülkücü” olarak tanımladığından “ülkücü-faşist” deyimiyle sadece Türkiye’deki faşist hareket kastedilmektedir. 2 Zeki Velidi Togan Türk tarihi profesörüdür ve Ekim Devriminin ardından kısa bir süre Başkurdistan devlet başkanlığı yapmıştır. Nuri Killigil ise Enver Paşa’nın kardeşi olup, asker kimliği dolayımıyla özellikle ordu içinde faşist düşüncenin yayılmasında önemli rol oynamıştır. 3 Sonradan, müsteşarlığın kasasında “örtülü ödenek” olarak bulunan yaklaşık 240 bin dolar tutarındaki paranın kaybolduğu da anlaşılacaktı.
Küçük-burjuvanın Anatomisi Elif Çağlı Küçük-burjuvazinin modern toplumda tuttuğu yer nesnel olarak önemini yitirmekte olsa da, küçük-burjuvanın konumundan türeyen çeşitli sosyal ve siyasal sorunlar önemini yitirmiş değildir. Toplumsal yaşamı kavrayış tarzı olarak küçük-burjuvalık, kapitalizm öncesinden günümüze uzanan, adeta toplumun tüm dokularına sinmiş bulunan ve aslında etki alanını burjuvasından işçisine kadar genişletebilen bir zihniyettir. O nedenle de küçükburjuva kavramı, bu ara sınıfa mensup olanlardan çok daha geniş ölçekli bir gerçekliği anlatıyor. Kapitalist gelişme nesnel bakımdan bizi giderek küçük-burjuva katmanlardan kurtarıyor, ama küçük-burjuva zihniyet bir türlü kurtulamadığımız, kapıdan kovsak bacadan giren ve neredeyse ortalama insanın yaşamı algılayışını genelleyen bir problem oluşturuyor.
İ
nsanlar daha önceki sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalizmde de, toplumsal üretim sisteminde tuttukları yere, üretim araçlarıyla olan ilişkilerine, emeğin toplumsal örgütlenmesindeki rollerine ve dolayısıyla toplumsal zenginlikten aldıkları payın boyutlarına göre birbirlerinden ayrılan büyük gruplara, sınıflara bölünmüş durumdalar. Kapitalist toplumda küçük-burjuvazi, bu toplumun iki temel sınıfı, burjuvazi ve proletarya arasına sıkışmış bir ara sınıf oluşturuyor. Bilimsel anlamda küçük-burjuvazi, bir yandan mülk sahibi olması nedeniyle kapitaliste, diğer yandan ise esasen kendi işgücünü sarf ederek varlığını sürdürmesi nedeniyle işçiye benzemektedir. Modern sanayi toplumunda küçük-burjuvazi, yapısal özellikleri, yaşam tarzı ve yaşam standartları açısından son derece karmaşık bir “sınıf ”tır. Kapitalizm kendinden önce gelen sınıflı toplumlardan kırın ve kentin küçük mülk sahibi unsurlarını devralmış ve bunların arasına yenilerini de katmıştı. Küçük toprak sahibi köylülerin yanı sıra, küçük dükkân ve atölye sahibi esnaf ve zanaatkârlar kapitalizm öncesinde de var olan geleneksel küçük-burjuva katmanları oluşturmaktaydılar. Kapitalist gelişme, geçmiş dönemlerin bu küçük-burjuva katmanlarını mülklerinden edecek ve onları işçi sınıfının saflarına katılmak zorunda bırakacak doğrultuda yol aldı. Yine de bu unsurlar kapitalizmde bir bütün olarak ortadan kalkmadığı gibi, kapitalizm özellikle kentlerde küçükburjuvaziyi yeni katılımlarla beslemeye devam etti. Kentin
bu yeni küçük-burjuvaları geçmiştekinden farklı olarak okumuş meslek sahiplerinden oluşuyordu. Ancak bu durum da son tahlilde kapitalist gelişmenin ara duraklarından ibarettir. Kapitalizmin genel gelişme eğilimi, geleneksel küçük-mülk sahibi sınıfları proleterleştirmek ve kentin meslek sahibi okumuşlarının ayrıcalıklı konumuna son vermek yönündedir. Marksist geçinen bazı yazarların “yeni orta katmanlar” diye kalabalık bir ara sınıf tanımlamaları, içi bilimsel verilerle doldurulamayan iddialardır. Bu durum, bugün artık önemli bir bölümüyle ücretli çalışan ve bu konumlarıyla işçi sınıfının bir parçasını oluşturan eğitimli işgücünü (doktor, avukat, mühendis, öğretmen vb.), geçmiş dönemlerde olduğu gibi bütünüyle bağımsız çalışan serbest meslek sahibi bir katman olarak ele alma yanılgısından veya çarpıtmasından kaynaklanıyor. Lenin, kapitalist gelişmenin insan emeğinin tüm alanlarında büro ve meslek sahibi işçilerin sayısını dikkate değer bir hızla arttırdığına ve okumuş kesimler için büyüyen bir talep yarattığına değinir. Bu kesimler, kapitalist gelişme onların bağımsız pozisyonunu ellerinden aldığı, onları ücretli işçi olmaya zorladığı ve yaşam standartlarını düşürdüğü için nesnel olarak işçi sınıfına bağlanırlar. Ama, ilişkileri ve dünya görüşleri bakımından burjuva düzenden kolay kolay kopamazlar. Gerçi bilinçsiz işçiler de tamamen burjuva düzenin etkisi altında yaşamlarını sürdürür, sınıflarının gücünden bihaber durumda, sınıf atlama, zengin-
23
Aralık 2006 • sayı: 21
marksist tutum
leşme düşleri kurarlar. Ne var ki okumuş kişiler nesnel açıdan işçileştiklerinde bile, genelde kendilerini işçi sınıfının bir parçası olarak görmemekte fazlasıyla direnirler. İşçilere oranla üstün bir konuma sahip oldukları düşüncesiyle böbürlenir, burjuva düzene çok daha derinden görünmez binbir iplikle bağlı bulunur ve yaşamlarını çoğunlukla burjuvalaşma hayalleri temelinde sürdürürler. Kapitalizmde bilimsel açıdan ara sınıfın küçüldüğü, işçi sınıfının ise devasa büyüdüğü aşikâr bir gerçektir. Böylece bu ara sınıfın nesnel dayanakları alabildiğine zayıflamaktadır. Fakat küçük-burjuvazinin modern toplumda tuttuğu yer nesnel olarak önemini yitirmekte olsa da, küçük-burjuvanın konumundan türeyen çeşitli sosyal ve siyasal sorunlar önemini yitirmiş değildir. Toplumsal yaşamı kavrayış tarzı olarak küçük-burjuvalık, kapitalizm öncesinden günümüze uzanan, adeta toplumun tüm dokularına sinmiş bulunan ve aslında etki alanını burjuvasından işçisine kadar genişletebilen bir zihniyettir. O nedenle de küçük-burjuva kavramı, bu ara sınıfa mensup olanlardan çok daha geniş ölçekli bir gerçekliği anlatıyor. Kapitalist gelişme nesnel bakımdan bizi giderek küçükburjuva katmanlardan kurtarıyor, ama küçükburjuva zihniyet bir türlü kurtulamadığımız, kapıdan kovsak bacadan giren ve neredeyse ortalama insanın yaşamı algılayışını genelleyen bir problem oluşturuyor.
Hastalık yaratan konum Küçük-burjuvazinin kapitalist gelişme karşısında sahip olduğu “ara” ve “sıkışmış” toplumsal konumu, siyasal mücadele alanına da yansıyan pek çok sorun yaratmaktadır. Küçükburjuvanın sınıf karakteri, onun yaşamın çeşitli alanlarında sergilediği ikircimli ve çelişkili tutumlarına kaynak teşkil ediyor. Kapitalizmin tarihi, küçük-burjuvazinin iki temel sınıftan tamamen bağımsız bir güç odağı oluşturamayacağını, bu sınıflardan etkilenmemiş bir siyasal tavır geliştiremeyeceğini kanıtlamıştır. Modern kapitalist toplumda küçük-burjuvazi, ya proletaryanın ya da kapitalistlerin peşinden gitmek, bu iki temel sınıftan birinin hegemonyası altına girmek durumundadır. Ancak, ara sınıf konumu küçük-burjuvayı hemen her konuda özgün bir “orta yol” tutma çırpınışına sürüklemektedir. Bu beyhude çırpınışlar hayatın her alanında küçük-burjuvayı bir hayalperest ve kuruntucu kimliğine sürüklese de, huylu hu-
24
yundan vazgeçmemektedir. Netice olarak ara sınıf konumu, çürüyen kapitalizmin katlanılmaz kıldığı toplumsal sorunlar karşısında mücadeleci bir tutum alamadığı için gitgide ezilen, bunalan ve sonuçta hastalanan ortalama insanı tasvir eder gibidir. Küçük-burjuvanın sınıfsal konumundan türeyen, ama öznel açıdan tuttuğu yer nesnel varlığının boyutlarını haydi haydi aşan toplumsal hastalıklar oldukça çeşitli ve alabildiğine yaygın. Hatta kişisel hastalıklar veya psikolojik sorunlar olarak dışa vuran bazı takıntıların, kapitalist toplumda bir türlü yerini bulamayan ya da bulduğu yeri hazmedemeyen ortalama insanın küçük-burjuva zihniyetiyle doğrudan ve derinden ilintisi var. Ünlü romancı Maksim Gorki, küçük-burjuvalar üzerine kaleme aldığı bir yazısında yıllar öncesinde bu konuya değinir ve kişilik bozuklukları olarak kabul edilen paranoya veya şizofreni gibi kimi psikolojik rahatsızlıkların aslında kapitalizmin yarattığı bir toplumsal sorun olduğuna işaret eder. Maksim Gorki’nin bu yaklaşımı, bir romancının kurgusal ürünü olmayıp gayet yerinde ve doğru tespitler içermektedir. Ve bu yaklaşım, devrimci mücadelede karşılaşılan pek çok soruna da ışık tutar. Günümüzde bu tür hastalıklar sanıldığından daha geniş boyutlarda yaygınlık kazanıyor ve kapitalizmin yarattığı toplumsal yozlaşma ve parçalanma yoğunlaştıkça salgının boyutları da genişliyor. Artık artan sayıda psikolog, kişilik bozukluğu olarak tanımlanan hastalıkların salt bireysel ya da biyolojik kökenli rahatsızlıklar olarak ele alınamayacağını, sorunların derininde yatan toplumsal nedenlerin olduğunu kabul etmek zorunda kalıyor. Ama yine de burjuva ideolojisi bu alana da burnunu sokmakta ve gerçekliği çarpıtmaktadır. Bu yüzden çoğunlukla toplumsal çevre algılaması son derece sınırlanmakta, kişinin varoluş koşulları, yalnızca aile, okul ve arkadaş çevresine hapsedilmek istenmektedir. Oysa bu dar bakışla, bireysel davranış bozukluklarının toplumsal nedenlerini kavramak ya da tatmin edici şekilde açıklamak mümkün olamamaktadır. Söz konusu sorunların toplumsal nedenlerini deşifre edebilmek için,
Lenin, kapitalist gelişmenin insan emeğinin tüm alanlarında büro ve meslek sahibi işçilerin sayısını dikkate değer bir hızla arttırdığına ve okumuş kesimler için büyüyen bir talep yarattığına değinir. Bu kesimler, kapitalist gelişme onların bağımsız pozisyonunu ellerinden aldığı, onları ücretli işçi olmaya zorladığı ve yaşam standartlarını düşürdüğü için nesnel olarak işçi sınıfına bağlanırlar. Ama, ilişkileri ve dünya görüşleri bakımından burjuva düzenden kolay kolay kopamazlar. Gerçi bilinçsiz işçiler de tamamen burjuva düzenin etkisi altında yaşamlarını sürdürür, sınıflarının gücünden bihaber durumda, sınıf atlama, zenginleşme düşleri kurarlar. Ne var ki okumuş kişiler nesnel açıdan işçileştiklerinde bile, genelde kendilerini işçi sınıfının bir parçası olarak görmemekte fazlasıyla direnirler.
Aralık 2006 • sayı: 21
bunları tek tek bireylerin dar çevresiyle sınırlamamak ve kökende yatan sınıfsal zihniyetin önemini kabul etmek gerekiyor. Bu noktada biraz akıl yürütüldüğünde, insan psikolojisini anlayabilmek için kapitalist toplumu bilimsel açıdan çözümlemenin ne denli elzem olduğu rahatça anlaşılacaktır. Ama ne yazık ki, kapitalizm her şeyi olduğu gibi insan ruhunun hastalıklarını da metalaştırıyor ve tüccarlaşan uzmanların eline teslim ediyor. Doğruları yanlış, yanlışları doğru diye ilan etmekte de bu tür uzmanların üstüne yok ve bu durum tüm kapitalist ülkeler için geçerli. Bu uzmanlara göre, sınıf atlamak için helak olup tüm insani değer yargılarını (yardımlaşma, paylaşım, dayanışma gibi) yitiren biri gayet akıllı biçimde davranmaktadır! Ama kapitalist toplumun insanı içine hapsetmeye çalıştığı sınırlara isyan eden biri ise neredeyse zır deli kabul edilmektedir! Konuyu somutlamak üzere yaşamdan bir kesit aktaralım. Avrupa ülkelerinden birinde küçük-burjuva zihniyetle sakatlanmış okumuş bir anne baba, devrimci mücadeleye heyecanla katılan oğullarını hasta kabul edip zorla psikoloğa sürüklerler. Psikolog delikanlıyı dinler ve teşhisi koyar: Sen toplumun sınıflara bölünmüş olduğu yolunda bir takıntı geliştirmişsin, bu takıntıdan kurtulmadıkça iyileşmen mümkün değil! Özetle, kapitalizmin uzmanları küçük-burjuva zihniyete teslim olmayı “normal”, teslim olmamayı ise “anormal” bir davranış olarak yansıtma çabası içindedirler. Esasen burjuva ideolojisinin misyonu da, hemen her konuda toplumsal algılayışta derin çarpıtmalar yaratarak ve kitlelerde akıl tutulmasına neden olarak kapitalist düzenin bekasını sağlamaktır.
Çarpıtılmış özgürlük anlayışı Marksizmin işaret ettiği ve tüm sınıflı toplumları ilgilendiren önemli bir gerçek var. Verili koşullarda egemen düşünceler egemen sınıfın düşünceleridir. Toplumun maddi egemen gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen manevi gücü de oluşturur. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran burjuvazi, entelektüel üretim araçlarına da hükmeder. Yalnızca egemen düzen güçlerine karşı yürütülen örgütlü devrimci mücadele bu hükümranlık alanına saldırarak, işçi-emekçi kitlelere bir özgürlük ve bağımsızlık alanı açabilir. Bunun dışında, üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun emekçiler, entelektüel üretim araçlarının sahipliği ve kontrolünden de tamamen uzaktırlar. Bu nedenle olağan dönemler boyunca emekçi kitlelerin düşünceleri egemen sınıfa bağımlıdır. Oysa üretici güçlerdeki gelişme, sömürü, eşitsizlik ve baskı üreten kapitalist toplumsal ilişkileri kökten değiştirme imkânını yaratmış bulunuyor. Bireylerin dünya ölçeğinde özgür elbirliğinin koşulları çoktandır mevcut. Ancak kapitalizmde bu gelişme eğilimi tamamen sermayenin boyunduruğu altındadır. Bu nedenle global kapitalizmde teknolojinin kullanımından yatırım kararlarına, tüketim ter-
marksist tutum
cihlerine varıncaya kadar aslında bireyin özgürlüğü ile bağdaşmayan bir gidişat söz konusudur. İnsan toplumunun çıkarına olan, üretim ilişkilerinden birebir insan ilişkilerine, teknolojinin kullanımına dek tüm gelişme süreçlerinin kapitalizmde olduğu biçimiyle sürdürülmemesi, köklü bir dönüşüme uğratılmasıdır. Böyle bir dönüşümü gerçekleştirme potansiyeline de yalnız ve yalnızca dünya işçi devrimi sahiptir. İşçilerin devrimi, sınıflı toplumlar altında ezilen kitleler açısından sürüp giden aldatıcı ortaklık olgusuna son verecek ve insanların gerçek ortaklık koşullarını yaratacaktır. Marksizmin çözümlediği üzere, insan ancak bu sayede birey olabilir, bireysel yetilerini istediği doğrultuda geliştirme fırsatına kavuşabilir, kısacası özgürlüğe ulaşabilir. Geniş emekçi kitleler gerek toplumsal gerek kişisel anlamda özgürlüğü, devrimci proletaryanın yaratacağı köklü dönüşümler sayesinde tatmaya başlayabilirler. Burjuva ideolojisinin, özel yaşam alanının dokunulmazlığı bahanesi ardına sığınarak yarattığı özgürlük çarpıtması küçük-burjuvayı avlayarak kendi yanına çektiği başlıca tuzaklardan biridir. Nasıl ki geleneksel küçük-burjuva yitip gitmekte olan küçük mülkiyetinin peşinden beyhude sürüklenip duruyorsa, düzen güçleri tarafından yaratılan yanılsamaların esiri olan “modern” küçük-burjuva da, kişiyi bencilleştiren boş bir “bireysel özgürlük” takıntısının peşinde çıkmaz sokaklarda kaybolmaktadır. Ne var ki burjuvazi, düzen açısından tehlikeli olacak devrimci bilincin uyanmasını engellemek amacıyla bu gerçeklerin üzerini örtecek çeşitli ideolojik çarpıtmalar yaratıyor. Özellikle okumuş kesimlerin beyinlerini yıkamak amacıyla pompalanan “özgürlük” anlayışı buna örnektir. Burjuva ideolojisi “bireyselleşme” vurgusunu özgürlük cennetinin kapılarını açacak sihirli bir anahtar gibi sunuyor. Özgürlük konusunda gevelenen boş sözlerle burjuva egemenliğinin can yakan gerçekleri gözlerden gizleniyor. İnsanın gerçek kurtuluşu ve insanlığın gerçek özgürlük döneminin başlaması için mücadele eden Marksizm, insan unsurunu önemsemeyen, ekonomik gelişme uğruna bire-
25
Aralık 2006 • sayı: 21
marksist tutum
yin özgürlüğünü feda eden bir ideoloji gibi gösteriliyor. Geniş emekçi kitleleri ilgilendiren özgürlüğün, ancak bu kitlelerin kolektif mücadelesiyle kazanılabileceği aşikârdır. Ama burjuva ideologları, böyle bir mücadele verilmeksizin de bireyin özgürleşmesinin mümkün olabileceği yalanını yayıyorlar. Tuzu kuru burjuva aydınları, kapitalist egemenlik altında bireysel özgürlüğü olanaksız kılan üretim ilişkilerinin özünü anlamamazlıktan geliyorlar. Sınıflı toplumlara ait olan birey-toplum çelişkisinin üzerinden atlanarak, toplumsal sistemden soyutlanmış sözde bir bireyselleşme-özerkleşme düşü icat ediliyor. Oysa birey-toplum çelişkisinin aşılması da, bireyin özgürleşmesi de ancak sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumsal düzenin kuruluşuyla mümkün olacaktır. Burjuva ideolojisinin, özel yaşam alanının dokunulmazlığı bahanesi ardına sığınarak yarattığı özgürlük çarpıtması küçük-burjuvayı avlayarak kendi yanına çektiği başlıca tuzaklardan biridir. Burjuva medyanın çeşitli argümanlar eşliğinde en çok da genç kuşaklara empoze etmeye çalıştığı yaşam tarzı, genel insan ilişkilerinden cinsel yaşama dek çarpıtılmış bir özgürlük anlayışının üzerinde yükselmektedir. Nasıl ki geleneksel küçük-burjuva yitip gitmekte olan küçük mülkiyetinin peşinden beyhude sürüklenip duruyorsa, düzen güçleri tarafından yaratılan yanılsamaların esiri olan “modern” küçük-burjuva da, kişiyi bencilleştiren boş bir “bireysel özgürlük” takıntısının peşinde çıkmaz sokaklarda kaybolmaktadır. İşin gerçeğine bakacak olursak, burjuvazi emeğiyle geçinen kitlelere özel yaşam alanı diye bir şey bırakmıyor. Uzun ve yorucu çalışma saatlerinin dışında kalan “boş zaman” da burjuva ideolojisinin yarattığı esaret ve kapitalist düzenin pompaladığı anlamsız tüketim alışkanlığı marifetiyle çarçur ediliyor. Sorunun devrimci mücadeleyi ilgilendiren yönüne gelince, çok açık ki “özel yaşam” alanı genişletilmek istendiği ölçüde burjuva ideolojisine teslim olan alan büyüyecek, devrimci mücadeleye “adanan” alan ise daraldıkça daralacaktır. Bu duruma sürüklenmek, devrimci mücadeleye heves eden ama kendini de çarpıtılmış bir “özgürlük” anlayışından bir türlü kurtaramayan küçükburjuvanın ezeli ve ebedi sorunudur. Küçük-burjuvanın “özgürlük” algılaması gerçekten büyük bir çarpılmaya uğramıştır. O, devrimci bir kolektif içinde bireyin kendi manevi varlığını üretmesini bireysel özgürlüğün yitirilmesi olarak görmektedir. Oysa devrimci bir kişi ya da devrimcileşmiş bir işçi, fikir, eylem ve gönül birliği temelinde inşa edilen bir kolektif yapıya hizmet etmekten büyük bir kıvanç duyar. Seve seve iş yapmak, haklı ve doğru bir amaca sahip olmak, bu amaç uğrunda zahmeti göze alıp fedakârlıkta bulunmak, aslında insanı kapitalist toplumun pisliklerinden arındırır. İnsanın beyninin içini kötücül kurtlardan temizler, yüreğini enginleştirir. Böyle bir konuma ulaşmak, küçük-burjuva yaklaşımın sandığı gibi özgürlüğün yitirilmesi değildir. Tam tersine, bu, kapitalist bataklıktan kurtulmak için yakalanmış bir şans-
26
tır, manevi zenginliğe ulaşmaktır, özgürlüğe yelken açmaktır.
Bir o yandan, bir bu yandan Marksizm, fikirlerin, tasarımların ve bilincin üretiminin, insanların yaşam içindeki maddi faaliyetine ve maddi alışverişine bağlı olduğunu ve bunun gerçek hayatın dilini oluşturduğunu kanıtlıyor. Bir başka deyişle, insanların varoluş koşulları ve bilinçleri onların gerçek yaşam süreçlerini yansıtıyor. Ama kuşkusuz burada da diyalektiğin yasaları geçerlidir. Nesnel ortam ve koşullar insanı ve onun bilincini biçimlendirirken, bilinçlenmiş insan ortam ve koşullarını değişikliğe uğratabilir. Kapitalist toplumda küçük-burjuvanın yaşamını var ettiği nesnel koşullar, bir taraftan burjuvazinin diğer taraftan işçi sınıfının etkisi altında biçimlenen ve iki tarafça sıkıştırılan bir pozisyonu yansıtır. Bu nesnellik, öznellik bağlamında da karşılığını bulmak zorundadır ve zaten bulmaktadır da. Küçük-burjuvaziye mensup kişilerin ya da daha genel anlamda düşünecek olursak, yaşama küçük-burjuvaca bakanların sürekli bir ikircim içinde varoluşları bundandır. Küçük-burjuva zihniyetin sınırları içinde yaşayan herkes neredeyse tüm varoluşunu çelişkiler üzerine inşa etmiş gibidir. Bir küçük-burjuva genelde “bir o yan ve bir bu yan”dan oluşur. Bu varoluş “müzmin muhalif ” diyebileceğimiz bir insan tipolojisi de yaratır. Enine boyuna düşünmeksizin veya bir işi yoluna koymak için gereken zahmete katlanmaksızın neredeyse hemen her şeye muhalefet ederek kendine bir özgünlük sağlamaya çalışan “müzmin muhalif ” küçük-burjuva, gündelik yaşamda sıklıkla karşılaştığımız bir tiptir. Hatta küçük-burjuva “müzmin muhalif ” tipolojisi gündelik yaşamda karşılaşılan bir vaka düzeyinde kalmamış, düşünce âlemine de sıçramıştır. Örnekse, Marx’ın ele aldığı ve çeşitli vesilelerle yazılarımızda değindiğimiz Proudhon vakasını hatırlayabiliriz. Marx’ın çarpıcı eleştirilerine muhatap olan Mösyö Proudhon’un düşünsel yapısı, kapitalizmi aşmak yerine kapitalizm öncesine geri dönüş sevdasını yansıtır. Onun tipik özelliği, “özgün” olma adına parlak görünen saçma düşünce üretimidir. Bir örnek verelim. Kapitalizmde değer konusunun bilimsel çözümlemesi bağlamında zaman içinde bulunmuş ve geliştirilmiş artı-değer teorisi varken, “sentetik değer” diye bir teori icat etmek Proudhon gibi profesörlerin harcıdır. Çapını aşan bir ihtiras, ulaşılmış bulunan bilimsel düşünceyi beğenmeme ve kendi saçma keşiflerine tutkunluk Proudhon gibi düşünürlerin ortak özelliğidir. Sosyalist hareket var olalı beri bu tür Proudhonlar hiç eksik olmadı. Günümüzde de sol hareketi şöyle dikkatlice bir incelersek, Mösyö Proudhonları rahatlıkla seçebiliriz. Küçük-burjuvaya özgü olan haset, boş böbürlenme, sabırsızlık, dükkâncılık, reklâmcılık gibi eğilimleri sol siyaset arenasına taşıyanlar da bu tiplerden veya bu tiplerin için-
Aralık 2006 • sayı: 21
marksist tutum
den sivrilmiş “liderler”den başkası değildir. Hatta işin acı tarafı şudur ki, küçük-burjuva solculuğu “devrimci kahramanlık” mevzuunu bile çarpıtmakta, istismar etmekte, sınıfsal temelinden koparmaktadır. Devrimci mücadelede kitlelerin kahramanlığının karşısına bireysel kahramanlığı dikmek küçük-burjuva solculuğunun tipik özelliklerinden biridir. Gözden kaçırmamak gerekir ki, kimi örneklerde küçük-burjuvanın çizdiği abartılı adanmışlık imajı, ardında bir bireycinin ihtirasını gizleyebilir. Bu bireyci ihtirasın mutlaka maddi ayrıcalıklarla tatmin edilmesi gerekmiyor. Üstelik devrimci mücadele söz konusu olduğunda, bireyci tutkular daha çok kolektifin varlığını göz ardı edercesine kendini öne çıkarma isteğinde, kariyerizmde somutlanmaktadır. Kolektifin başarısından yeterince haz duymayıp tüm varoluşunu kendi başarı tutkusuna endekslemek, küçük-burjuvanın bireyci ihtirasının tipik bir göstergesidir. Bireycilik eninde sonunda diğerlerinin gelişimini engelleyen ve dolayısıyla kolektifin genel başarı düzeyini geriye çeken bir faktördür. Bireyci ihtiras insanı düzen sınırları içinde “başarı” tutkusuna sürükler ve devrimci işçi mücadelesinin gerektirdiği kolektif duygu ve adanmışlıkla kesinlikle çelişir. Kişi bu çelişkiyi bireyci yönü ezip geçerek çözmedikçe, nihayetinde devrimci yön çözülecektir. Sosyalist romancı Jack London, Martin Eden adlı romanında bu konuyu ele alır. London, bireyci ihtirasın sembolü olan roman kahramanının yaşamına son verir. Ve bu sonuç, aslında gerçek bir sosyalist olabilmek için bireyci yönüyle kıyasıya mücadele eden yazarın iç hesaplaşmasını yansıtmaktadır. Özetle söylemek gerekirse, küçük-burjuva tipolojisi devrimci siyaset alanına burnunu soktuğu oranda ne kendine ne de işçi sınıfına yar olabilmektedir. “Bir o yandan bir bu yandan” tavrı nedeniyle, bir taraftan burjuvaziye öfkelenirken diğer taraftan işçilere karşı da içten içe bir tepki geliştirmektedir. Bu konuda sayısız örneği hatırlamak mümkündür ama tek bir örnek verelim yeter. Genel anlamda işçilerin haklarından, grev mücadelesinden yana görünen
bir küçük-burjuva sosyalistinin, örneğin toplu taşımacılık sektöründeki işçilerin grevi karşısında takındığı tutum ibret vericidir. İşçilerin grevi nedeniyle istediği yere ulaşamayan küçük-burjuvanın işçilere duyduğu sempati soluvermiş ve yerini greve duyulan büyük öfke almıştır. Küçük-burjuvanın mantığına göre, o sektörde işçilerin grev hakkı olmamalıdır. Bekleneceği üzere, küçük-burjuvanın işçi sınıfının mücadelesine sempatisi ancak bir yere kadardır! Küçük-burjuva zihniyetine sahip biri devrimci olmaya karar verdiğinde kesinlikle bunun sınırları vardır. O ancak, işine geldiği kadar ve işine geldiği biçimde “devrimci” olabilir. Ucu kendi yaşam alanına dokunmadığı sürece devrimcilik bağlamında kimseleri beğenmeyen ve en keskin devrimci nutukları atabilen küçük-burjuva, örgütlü mücadelenin disiplini kendini sıktığında bu örgütlü mücadelede mutlaka yanlış yönler keşfeder! Bir yanı devrimci fikirlerden etkilenir gibi olsa, diğer yanı bireyselliğe ve “müzmin muhalifliğe” doğru çekiştirir ve neticede örgütlü mücadeleden kaçış eğilimi ağır basar. Kapitalist toplumun egemen mekanizmalarının bozucu ve parçalayıcı etkilerine kolektif devrimci bilinçle karşı durmayanların, insanı insana düşüren pis bir rekabet, kıskançlık ve bireycilik batağına sürükleneceği açıktır. O nedenle devrimci çevrelere şöyle bir bulaşmaya heveslenip, daha sonra tornistan geri kaçmaya çalışan tüm küçük-burjuvaların ruhunu kötücül duyguların sarması münferit vakalar olarak kabul edilemez. Küçük-burjuva zihniyetten kendini kurtaramamış bir okumuş, aydınlığa özendiğinde bunun da hakkını verememekte, sahneye olsa olsa yarım ya da çeyrek aydın diyebileceğimiz bir tip fırlamaktadır. Kısacası, mensubu olduğu veya yakın durduğu siyasal çevre hangisi olursa olsun her küçük-burjuva solcusu sonuçta sınıfsal tavrını sergileyen birtakım terslik ve sakatlıklarla malûldür. Sanki beyinlerindeki algılama merkezinde yapısal bir çarpıklık vardır, her şeyi ters biçimde algılamakta, yorumlamakta ve yansıtmaktadırlar. Aslında daha önce üzerinde durduğumuz gibi bu tersliğin nesnel bir nedeni bulunuyor. Ara sınıf mensubu, iki temel sınıfın ters yönde çekiştirmesi sonu-
Küçük-burjuvanın “özgürlük” algılaması gerçekten büyük bir çarpılmaya uğramıştır. O, devrimci bir kolektif içinde bireyin kendi manevi varlığını üretmesini bireysel özgürlüğün yitirilmesi olarak görmektedir. Oysa devrimci bir kişi ya da devrimcileşmiş bir işçi, fikir, eylem ve gönül birliği temelinde inşa edilen bir kolektif yapıya hizmet etmekten büyük bir kıvanç duyar. Seve seve iş yapmak, haklı ve doğru bir amaca sahip olmak, bu amaç uğrunda zahmeti göze alıp fedakârlıkta bulunmak, aslında insanı kapitalist toplumun pisliklerinden arındırır. İnsanın beyninin içini kötücül kurtlardan temizler, yüreğini enginleştirir. Böyle bir konuma ulaşmak, küçük-burjuva yaklaşımın sandığı gibi özgürlüğün yitirilmesi değildir. Tam tersine, bu, kapitalist bataklıktan kurtulmak için yakalanmış bir şanstır, manevi zenginliğe ulaşmaktır, özgürlüğe yelken açmaktır.
27
marksist tutum
Aralık 2006 • sayı: 21
Küçük-burjuva solculuğu “devrimci kahramanlık” mevzuunu bile çarpıtmakta, istismar etmekte, sınıfsal temelinden koparmaktadır. Devrimci mücadelede kitlelerin kahramanlığının karşısına bireysel kahramanlığı dikmek küçük-burjuva solculuğunun tipik özelliklerinden biridir.
cunda adeta tam bir kişilik parçalanmasına maruz kalmış, bir bakıma beyni hasar görmüştür. Proleterleşmek ve devrimcileşmek istediğinde diğer yön beynin içine yerleşmiş bir virüs gibi, “iyi olan” tarafı didiklemektedir. Yukarı tırmanma ve burjuvalaşma hayali depreştiğinde ise hayatın katı gerçeklerine toslamaktadır. Bu iki basınç arasında sıkıştıkça sıkışan bir organizmanın hastalanmaması, algı bozukluğuna uğramaması neredeyse eşyanın doğasına aykırı olurdu.
Küçük-burjuvalığın tezahürleri Küçük-burjuvalık tarihsel bir sorun olarak yalnızca kendi sınıfsal alanıyla sınırlı kalmıyor ve pek çok yönden devrimci mücadele alanına uzanıyor. Devrimci örgütlenmede küçük-burjuvanın kaypak sınıfsal tutumundan kaynaklanan sorunlar son derece ciddidir. Bunlar, Marksistlerin abartılı biçimde ileri sürdüğü endişeler diye nitelenip küçümsenemez. Bugüne dek komünist örgüt diye geçinen pek çok parti ve çevre aslında küçük-burjuvaca hastalıkların üstesinden gelemediği, küçük burjuvaca didişmelere son veremediği için göçüp gitmiştir. Küçük-burjuva tipolojisi devrimci düşünce ve devrimci siyaset alanına uzandığı ölçüde, burada çeşitli hadiseler yaratmaktadır. Bu bağlamda mücadele edilmesi gerekli tutum ve davranışlar karşımıza çeşitli düzeylerde ve çeşitli kılıklarda çıkıyor. Ancak bunların bütününü sarmalayan bazı ortak özellikler var. Zora gelememek, eleştiriye tahammülsüzlük, devrimci disiplinden kaçmak, kolay elde edilecek başarılar peşinde koşmak, pohpohlanma isteği, kariyerist emellerle hep önde görünme arzusu vb. sıralayabileceğimiz başlıca özelliklerdir. Öncü savaşçı rolünün, ancak en ileri teori ile yönlendirilen devrimci bir parti tarafından gerçekleştirilebileceği açıktır. Ne var ki, küçük-burjuva yaklaşımlar bu temel konuda da nice savrulmalara yol açmaktadır. Teorinin öneminden dem vurup teoriye gereken önemi vermeme kü-
28
çük-burjuvanın tutumudur. Yine bir küçük-burjuva, teorik mücadeleyi örgütlü yaşamdan kopuk entelektüel bir faaliyet düzeyinde algılayıp, devrimci eylem ve örgütlülükten kaçmaya yatkındır. Diğer yandan, işçi sınıfının mücadelesi, devrimci örgütlülüğün her koşul altında sürekliliğinin sağlanmasını gerektirir. Bu bakımdan legal olanaklardan devrimci tarzda yararlanmak ne kadar önemliyse, illegaliteye devrimci uyum konusu da o derece önemlidir. İşçi sınıfının devrimci örgütlenmesini baltalayan legalist eğilimlere karşı mücadele mevzuu, her dönemde komünistlerin gündeminde son derece önemli bir yer işgal etmiştir. Gerek Marx gerek Lenin, devrimci ruhtan ve metanetten yoksun olan ve dolayısıyla illegal mücadeleye hazırlanamayan işçi partisi liderlerini hep eleştirmişlerdir. Devrimci mücadelenin siyasal çerçevesini ve örgütsel içeriğini burjuva yasalarıyla sınırlayan legalist eğilimlere boyun eğmek, daha baştan burjuva düzen güçleri karşısında teslimiyeti kabul etmek anlamına gelir. Bu hassas nokta, küçük-burjuva yasalcı ve reformist solculuğun düzen içi karakterini kavramayı da mümkün kılmaktadır. Küçük-burjuvanın yaşam felsefesinde ve çeşitli türden olaylar karşısında tutum alışında ortalama bir istikrar, akılcı bir denge bulmak pek mümkün değildir. Koşulları soğukkanlı ve mantıklı biçimde gözden geçirip, tutarlı bir davranış çizgisi sergilemek küçük-burjuvaya yabancı bir tutumdur. Onun özelliği, kendiyle fazla meşgul olma, olguları ve kişileri kimi zaman abartılı bir yüceltme, kimi zaman yerin dibine batırma eğilimine sürüklenmektir. Bu nedenle, devrimci mücadele alanında da bir küçük-burjuva, bağlı olduğunu iddia ettiği şu ya da bu örgütsel varlık karşısında kolaylıkla kara sevdadan kara sövgüye geçebilir. Küçük-burjuvanın felsefesine aykırı olan hususlardan biri de, planlı, sabırlı, azimli ve uzun soluklu bir çalışma alışkanlığı temelinde yol almaktır. Acelecilik ve savrukluk küçük-burjuvalığın önde gelen tezahürleri arasındadır. Bu gibi hususlar, bir küçük-burjuva denizi olan Rusya’da yalnızca devrim öncesinde değil, devrim sonrasında da Bolşe-
Aralık 2006 • sayı: 21
vik Partinin başına nice dertler açmıştır. Lenin, Ekim Devrimini takiben işçi iktidarını sağlamlaştırmak bağlamında bu tip sorunlara döne döne değinmek zorunda kalmıştır. Onun dediği gibi, bir aptalın acelesi hız değildir. Hiçbir şey elde etmeksizin aceleyle çalışmak yerine, “az olsun öz olsun” kuralını izlemek başarıya götürecektir. Fazla ter akıtmadan kolay başarılar peşinde koşma eğilimi de küçük-burjuvalığın başlıca tezahürleri arasında yer alır. Oysa uğrunda yeterli çaba sarf edilmeden ve kolay yoldan gelen “başarılar” kısa sürede yitirilecektir. Devrimci mücadeleye katılan bir kişinin, komünist sorumluluğa, dayanıklılığa ve olgunluğa ulaştığının en önemli ölçütü, başarılar karşısında kendini kaptırıp sarhoş olmaması ve başarısızlıklar karşısında ise hepten moralini bozup motivasyonunu yitirmemesidir. Fakat bu gibi erdemler, ruhunu küçük-burjuvalıktan kurtaramamış olana fizan kadar uzak olacaktır. Fazla ter akıtmadan kolay başarılar peşinde koşma eğilimi de küçük-burjuvalığın başlıca tezahürleri arasında yer alır. Oysa uğrunda yeterli çaba sarf edilmeden ve kolay yoldan gelen “başarılar” kısa sürede yitirilecektir. Devrimci mücadeleye katılan bir kişinin, komünist sorumluluğa, dayanıklılığa ve olgunluğa ulaştığının en önemli ölçütü, başarılar karşısında kendini kaptırıp sarhoş olmaması ve başarısızlıklar karşısında ise hepten moralini bozup motivasyonunu yitirmemesidir. Fakat bu gibi erdemler, ruhunu küçükburjuvalıktan kurtaramamış olana fizan kadar uzak olacaktır.
Bir yanlıştan diğerine savrulmak küçük-burjuvanın tipik özelliğidir ve aptalca aceleciliğin diğer uçta görünen ikiz kardeşi tembellik ve atalettir. Bu gibi faktörler, hangi iş söz konusu olursa olsun varolan düzeyle yetinmek biçiminde somutlanan bir konformizmi, kendinden hoşnut olma eğilimini de güçlendirir. Düşünce tembelliği ve ter dökmeyi gerekli kılan konularda ağırdan alma, kaytarma ya da hazıra konma eğilimi aslında devrimci örgütlerin niteliğini sürekli geriye çeken sinsi bir düşmandır. İşçi sınıfının devrimci mücadelesini güçlendirmek için bu düşmana karşı sistemli ve azimli bir mücadele yürütülmesi ve küçük-burjuvaca konformist alışkanlıklara göz yumulmaması zorunlu görevler arasında bulunuyor. Kapitalist toplum işçi sınıfının örgütlü mücadelesini baltalayabilmek için, kolektif eleştiri, yol göstericilik ve dayanışma biçimindeki devrimci değerlerin karşısına bireyciliği çıkartıyor. Burjuva ideolojisi elinden gelen her fırsatı işçi sınıfının örgütlü mücadelesini, ama özellikle de Bolşevik tarzda biçimlenen kolektif mücadelesini atomize edebilmek için değerlendiriyor. Bu bağlamda başvurulan araçlardan biri de küçük-burjuvaca rekabet ve çekişme güdüsünün körüklenmesi ve böylece devrimci örgütsel yaşamın içten çökertilmeye çalışılmasıdır. Tüm bu sistematik saldırıların panzehiri, bilinçtir, disiplindir, ortak mücadele
marksist tutum
azmidir, devrimci eleştiridir. Ne var ki, küçük-burjuva mantığının toplumda neredeyse genel kabul gördüğü ülkeler bu açılardan pek de şanslı sayılmazlar. Örneğin Türkiye’de insanlar eleştiriden hiç hoşlanmazlar. Devrimci düzeyi yükseltmeyi amaçlayan sert fakat yapıcı eleştiriler, bu topraklarda çoğunlukla yersiz suçlamalar olarak algılanır. Bu ülkede insanlar eleştiriden kaçar, nabza göre verilen şerbetin tadına ise bayılırlar. Bu bir gerçekliktir, fakat ortalama insan davranışının üstüne çıkabilme çabası sarf etmeden, eleştiri ve özeleştiri silahlarını kuşanmadan da komünist olunamaz. Küçük-burjuvalığın bir başka tezahürü ise devrimci disipline gelememektir. Devrimci mücadele hakkında ahkâm kesip, sıra iş yapmaya geldiğinde devrimci partinin ve disiplinin gereğini inkâr etmek küçük-burjuva zihniyetiyle sakatlanmış entelektüellerin neredeyse ortak özelliğidir. Bu gibi unsurlara verilecek en ufak ödünler bile, bir devrimci organizmayı içten içe oyacak ve neticede işçi mücadelesinin burjuvazi karşısında güçsüz düşmesine neden olacaktır. Özellikle bir konuda son derece dikkatli olunmalı. Bürokratizm eleştirisi bu tür unsurlar için, devrimci mücadelenin merkeziyetçilik ve disiplin gereğine saldırmanın bahanesine dönüştürülmektedir. Oysa devrimci merkeziyetçilik, bürokratik merkeziyetçiliğin panzehiridir. Keza devrimci disiplinin bürokratik hotzotçulukla hiçbir ilişkisi yoktur ve kesinlikle de olmamalıdır. Devrimci disiplin, Marksist bilime, bilgiye ve kolektif çalışmanın gereklerine dayanan ve devrime yürekten inanan insanların özgür iradeleriyle benimsedikleri bir öz disiplin olmalıdır. Son olarak bir başka önemli hususu belirtelim. Devrimci mücadelenin zorunlu görevlerini “hoşa giden ve can sıkan işler” diye kendi gönlünce bölümleyip, kendisine zor görünen işlerden kaçmak da küçükburjuvanın tipik özelliklerinden biridir. Bu gibi tutumlara verilecek ödünler, “sıkıcı” işlerden kaçan aparatçikler yaratacak ve bu temelde devrimcilikle asla bağdaşmayan bir rutinizm gelişecektir. Oysa mücadelenin tüm alanlarında, her zaman ve her yerde bütün güçlükleri, bütün burjuva alışkanlıkları, gelenekleri ve rutini yenmeye çalışmak, proleter devrimciliğin olmazsa olmaz koşulunu teşkil ediyor. Bütün büyük devrimler, eski yapı ile eski işleyiş ve ilişkilere son verecek yeni bir yapıya kavuşma isteği arasındaki çelişkilerden doğmaktadır. Üstelik devrim ne kadar kısa sürede gerçekleşirse, bu çelişkiler o kadar uzun süre devam edecektir. Bu, yalnızca üretim ilişkileri ve buradan türeyen üst yapı kurumları bağlamında değil, fakat çok daha ge-
29
marksist tutum
niş ölçekte örneğin kişilerin kendi iç devrimlerini gerçekleştirmeleri bakımından da dikkatle üzerinde durulması gereken bir konudur. İnsanı ve insanlığı daha ileri bir noktaya taşıyacak bir dönüşümü başarmak için devrimi her alanda sürekli kılmak, yaşanan dönüşümleri zamana yayılmış biçimde iyice hazmetmek zorunludur. Devrimci insan, hayatı ve kendini dönüştürmede diyalektik devinim yasalarını gönüllü biçimde benimsemiş olandır. Değişmezliğin, alışılmış olanın, bildik yol ve işlerin rahatlığına teslim olmak ise küçük-burjuva ruh halinin yansımalarıdır. Bu da devrimci devinimin düşmanı olan rutinizmin hayat pınarı olacaktır.
Küçük-burjuva nitelemesi bir suçlama mı? Küçük-burjuva tutum ve siyasal yaklaşımlar, işçi sınıfının devrimci mücadelesini içten oyan ve güçsüz düşüren bir niteliğe sahipler. Bu nedenle, işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesine içtenlikle gönül vermiş olanların, küçükburjuvaca yaklaşım ve sakatlıklara karşı tutarlı ve kesintisiz bir mücadele sürdürmeleri devrimci bir görev oluşturuyor. Devrimci mücadelenin sorunlarına az çok aşina olan herkes, işçi sınıfı içinde çalışma iddiasında olan tüm örgüt ve çevrelerin yaşamında “küçük-burjuvalık” sorununun önemli bir yer tuttuğunu bilecektir. Küçük-burjuva düşünce, siyasal eğilim ya da davranış örnekleri karşısında, bu örgütlerden kişilere yöneltilen eleştiriler hemen hemen ortak yönler içerir. Bu tip eleştirileri yönelten kişi ve çevreler de sıklıkla aynı hastalıklardan mustarip olsalar bile sonuç değişmez. Esasen bizzat bu durum da üzerinde durduğumuz sorunların önemli bir parçasıdır. Dolayısıyla nereden bakarsak bakalım, ele aldığımız sorun gerçektir, ciddi bir sorundur ve etki alanı geniştir. Devrimci çevreye yaklaşan bir kişinin gerçek niyetini test etmek için, onun küçük-burjuvaya özgü çarpılmalar karşısında takındığı tutumu dikkatlice değerlendirmek gerekiyor. Keza, küçük-burjuva zihniyete yöneltilen devrimci eleştiri karşısındaki duruş ve dayanıklılığın gözlemlenmesi de aynı konuda önemli bir fikir verecektir. Devrimci dönüşüm geçirmeyi yürekten isteyen ve bu uğurda zahmet çekmeyi, bedel ödemeyi seve seve göze alan birine, küçükburjuvalığa yönelik haklı ve yerinde eleştiriler asla yersiz bir suçlama olarak görünmeyecektir. Ama küçük-burjuva hastalıklarla sakatlanmış bir kişi ise, tam tersine, durumun kendi adıyla anılmasını ağır bir suçlama, kişiliğe hakaret, neredeyse bir küfür gibi algılayacaktır. Bu durum bir yerde eşyanın doğası gereği. Devrimciler açısından elzem bir “durum tespiti”nin, kimilerine bir suçlama olarak görünmesi gayet doğal. Dahası da var. Yanlışlarını içtenlikle kabul etmeye ve düzeltmeye çabalamayan kişi, eninde sonunda eleştiri yönelteni haksız kendini ise haklı görmeye başlar. Böyle biri kendine devrimci yaşamın ilkeleri doğrultusunda çeki düzen vermek yerine, devrimci yaşamdan büsbütün uzaklaşır ve kopar. Burjuva
30
Aralık 2006 • sayı: 21
düzen, hatalarıyla yüzleşme ve hatalarını düzeltme cesaret ve azmine sahip olmayan kişinin aklını büsbütün karıştırmak ve onu büsbütün deformasyona uğratmak üzere her an iş başındadır. Komünist bilinç, direngenlik, samimiyet, dürüstlük ve çalışkanlıkla devamlı beslenmeyen bir bünye, kapitalist toplumun taşıdığı hastalıklarla deforme olmaya her an açıktır. Hiç kimse bu tür hastalıklara karşı doğuştan bağışık değildir. Bağışıklık ancak ve ancak, komünist düşünce ve davranış birliği temelinde oluşmuş örgütlü kolektif mücadeleyle kazanılabilir. Artık bazı sonuçları toparlayarak vurgulayabiliriz. Devrimci eleştiriye sıklıkla konu olan küçük-burjuva tutumlar, aslında küçük-burjuvaziye mensup olanların toplumda tuttuğu yeri misliyle aşan ve ortalama insanlar nezdinde genel geçer kabul gören bir zihniyeti yansıtıyor. İşin gerçeğinde, küçük-burjuva yaşam tarzı diye belirtik biçimde tasvir edilebilecek, tek bir çerçeve içine sokulacak veya belli başlı bir kalıp gibi açıklanabilecek özgün bir yaşam tarzı da mevcut değil. Buna karşılık, üzerinde durduğumuz belirli tarihsel nedenlerle, neredeyse toplumun bütününü ilgilendiren ve bütününü etkileyen bir küçükburjuva zihniyet sorunu mevcut bulunuyor. Öyle ki, işçilerin büyük bir çoğunluğu bile nesnel olarak öyle olmadıkları halde zihniyet olarak küçük-burjuvadır. Kısacası bu sorun kapitalist toplumun insanı olarak düz işçileri de pekâlâ etki alanına soktuğu gibi, daha ziyade işçileşmeyi bir türlü içine sindiremeyen okumuşları ilgilendiriyor. Üstelik bu zihniyet en çok da bu tip unsurlar tarafından devrimci örgüt ve çevrelere taşınıyor. Açıktır ki, ne genelde işçi hareketi ne özelde devrimci hareket küçük-burjuva zihniyetin yaratmış olduğu sorunlardan uzak bulunuyor. Daha da genelleyerek ifade edecek olursak, neredeyse hiç kimse küçük-burjuva zihniyetin ürünü olan hastalıklara karşı şerbetli değildir. Bu hastalıklardan kurtulabilmek ve gerçek bir komünist olmayı başarabilmek, kesinlikle bilinçli ve örgütlü bir mücadele sorunudur. Marksizmin önderleri, ezilenlerin, yoksulların kurtuluşunun bir zihin işi olmayıp tarihsel bir mücadele konusu olduğuna değinmişlerdi. Gerçek komünistler için temel sorun, verili koşulları eleştiriyle yetinmemek, mevcut dünyayı devrimci bir şekilde değiştirmektir. Dünya tarihi bu değişimin ancak işçi sınıfının devrimci örgütlülüğü ve eylemi sayesinde başarılabileceğini kanıtlamış bulunuyor. Aslında devrimci mücadeleye atılmak isteyen herkesin, içindeki zayıf yönleri yenilgiye uğratarak kendini değişime uğratabilmesi de aynı koşullara bağlı. Örgütlü yaşama ve örgütlü eyleme katılmadan, hiç kimse içindeki küçük-burjuvayı yenilgiye uğratmaya muktedir olamayacak! www.marksist.com sitesinden alınmıştır
Bağlantısızlar Hareketi ve Anti-Emperyalizm Utku Kızılok
G
eçtiğimiz Eylül ayında Küba’nın Başkenti Havana’da Bağlantısızlar Hareketi zirvesi toplandı. 118 devletin katıldığı bu toplantı dünya ölçeğinde bir hayli de yankı buldu. SSCB’nin tarih sahnesini terk etmesi ve ABD emperyalizminin dünyada tek hegemon güç olarak kalmasıyla birlikte fiilen dağılmış bulunan Bağlantısızlar Hareketinin yıllar sonra toplanması, Chavez ve Ahmedinecad gibi liderlerin “anti-emperyalizm” pozlarıyla zirvede boy göstermesi, sol çevrelerde de heyecana neden oldu. Zirve vesilesiyle iki konu tartışılmaya başlandı. Birincisi, ABD emperyalizmine karşı yeni bir güç odağı şekilleniyor ve böylece tek kutuplu dünya çok kutupluluğa mı gidiyordu? İkincisi, Chavez, Morales ve Ahmedinecad gibi liderlerin yükselttikleri çizgi “anti-emperyalist” miydi? Yeni bir kutup mu şekilleniyor sorusu söz konusu olduğunda sol çevreler genel bir ihtiyat kaydı koymaktalar. Fakat mesele ikinci başlığa geldiğinde tüm ihtiyat kayıtları silinmekte, kapitalist ülke liderlerinin yükselttikleri anti-Amerikancılık söylemi anti-emperyalizm olarak sahiplenilmektedir. İşte asıl tehlike de bu noktada başlıyor. Zira anti-emperyalizmin, emperyalist sistemin merkezinde yer alan ABD gibi güçlere karşı çıkmak biçiminde kavranması işçi sınıfının bilincini bulandırmaya ve işçi hareketini burjuvazi karşısında şekilsizleştirmeye hizmet eder. Kapitalist sisteme bütünlüklü bir karşı koyuşu içermeyen bu çarpık kavrayışın bedelini işçi sınıfı geçmişte misliyle ödemiştir. Geçmişte olduğu gibi bugün de, emperyalist güçlerin siyasal ve ekonomik basıncına karşı koymak ve emperyalistler sofrasında kendilerine yer açmak isteyen orta ve az gelişmiş kapitalist devletlerin liderleri, “her şeyin müsebbibi emperyalizm”, “sömürgeci emperyalizm” demagojisine sarılmaktan geri durmamaktalar. İçinden geçtiğimiz emperyalist savaş konjonktürü adeta emperyalizm karşıtı söylemi bir modaya dönüştürmüş bulunuyor. Öyle ki, Türkiye’nin statükocu-devletçi burjuva güçlerinin sözcülüğüne soyunan generaller bile “anti-emperyalizm”den dem vurmaktalar. ABD’nin başını çektiği emperyalist savaşın basıncıyla bunalan ülkeler veya bu ülke burjuvazilerinin bir kesiminin, önümüzdeki dönemde demagojik bir anti-emperyalizm söylemini daha da yükselteceklerinin altını çizmek gerekiyor. Emekçi kitlelerin bilincinde çarpılmalara yol açabilecek bu tür demagojik söylemlere karşı uyanıklığı bir an olsun elden bırakmamak gerekiyor.
Emperyalizmi, bütünlüklü bir dünyaekonomik sistemi olarak değil de, emperyalist sistemin merkezinde yer alan, yani piramidin tepe noktalarında oturan ABD ve İngiltere gibi devletlerin politikalarıyla sınırlayarak kavramak ve bu güçlere ve politikalarına karşı gelmeyi de antiemperyalizm ilan etmek küçük-burjuva sosyalizmine özgüdür. Gerçek anti-emperyalizm, dünya kapitalist sistemini yıkmayı hedef alan anti-kapitalist mücadele perspektifidir. Görev, sınıf hareketi saflarına taşınmak istenen burjuva ve küçükburjuva düşüncelere karşı uyanık olmak, işçi sınıfı içinde bağımsız sınıf siyasetini hâkim kılarak kitleleri gerçek anti-emperyalist mücadele çizgisine çekmektir.
31
Aralık 2006 • sayı: 21
marksist tutum
Bağlantısızlar Hareketinin Geçmişi Bağlantısızlar Hareketini yaratan koşullar elbette ki, İkinci Emperyalist Savaş sonrasında şekillenen iki kutuplu dünya konjonktürüdür. Bir tarafta SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerinden müteşekkil sözümona sosyalist dünya, öte tarafta ise ABD emperyalizminin başını çektiği kapitalist dünya yer almaktaydı. Bu iki kutup arasında başlayan “Soğuk Savaş”, 1960’lı yıllarda doruğuna varacak ve 1980’lerin sonunda SSCB’nin dağılmasına kadar dünyadaki siyasal dengeleri belirleyecekti. ABD önderliğindeki emperyalistlerin karşısına hegemon güç olarak SSCB’nin dikilmesi iki önemli sonuca yol açtı. Birincisi, başta Güney Asya ve Afrika olmak üzere sömürgelerdeki ulusal kurtuluş hareketleri SSCB nezdinde kendilerine destek buldular. İkincisi, Bağlantısızlar gibi bir hareket sahneye çıktı ve iki kutuplu dünya konjonktürünün çelişkilerinden yararlanarak kendine manevra alanı yarattı. Bağlantısızlık kavramını ilk ortaya atan, 1947’de bağımsızlığına kavuşan Hindistan’ın lideri Jawaharal Nehru’ydu. Dünyadaki siyasal dengelerin iki kutup ekseninde örülmeye başladığı bir süreçte Nehru, politik bir manevra yaparak Hindistan’ın iki kutuptan birini tercih etmeyeceğini ve “bağlantısız” kalacağını açıkladı. 1950’de Kore savaşının patlak vermesiyle Nehru’nun ileri sürdüğü “bağlantısızlık” politikası kendine uygun bir zemin buldu. Nitekim Hindistan, Yugoslavya ve Mısır bu savaşta taraf olmadıklarını, “bağlantısız” olduklarını ileri sürdüler. Böylece Bağlantısızlar Hareketinin başını, bölgelerinde etkin olmaya çalışan bu üç ülkenin çekeceği belli olmuştu. Bağlantısızlar Hareketinin başlangıcı sayılan ilk toplantı 1955’te Endonezya’nın Bandung kentinde yapıldı. Asya ve Afrika ülkelerini bir araya getiren Bandung Konferansı, 1957’de Kahire’de yapılan konferansla devam etti. Ancak Bağlantısızlığın zemin bulduğu ve gelişerek bir harekete
Nehru ve Tito
32
dönüştüğü tarih, 1950’li yılların sonudur. Hindistan, Yugoslavya, Gana ve Mısır’ın başını çektiği Bağlantısızlık, 1961 Belgrad Konferansında resmi bir “hareket”e dönüştü. Bağlantısızlık politikasının 1961’den önce neden bir “harekete” dönüşemediği sorusu, esasında onun nasıl bir siyasal konjonktürde hayat bulduğunu da açıklamaktadır. 1950’lerin sonuna doğru Latin Amerika’da ve esas olarak da Afrika’da ulusal kurtuluş mücadeleleri doruğuna ulaşmış, Küba, Tunus, Fas, Gana ve Cezayir gibi pek çok ülke bağımsızlığını kazanmıştı. Beri yandan, bu yıllarda “Soğuk Savaş”ın bir hayli kızıştığının altını çizmek gerekiyor. 1960’tan başlayarak SSCB nükleer denemelerini hızlandıracak ve Küba krizinden ötürü gerilim giderek yükselecekti. Tam da bu noktada durarak bir tespit yapmak gerekiyor: Bağlantısızlar Hareketi, dünyadaki siyasi dengelerin henüz yerli yerine oturmadığı, savaş çanlarının çaldığı ve ayağa kalkan sömürge halklarının emperyalist güçleri sömürgelerden kovduğu bir süreçte hayat bulmuştur. Bağlantısızlar Hareketinin başını çeken ülke liderleri sözümona anti-emperyalist geçiniyor ve emperyalizmi ezdiklerini ilan ediyorlardı. Hatta daha da ileriye giderek, dünyadaki çelişkilerin Kuzey-Güney karşıtlığı biçiminde tezahür ettiğini ileri sürüyorlardı. Onlara göre bir tarafta Kuzey, yani emperyalist-zengin ülkeler, öte yanda ise Güney, yani yoksul ülkeler yer almaktaydı. Güya bu Üçüncü Dünya ülkeleri “kapitalist olmayan yoldan” gelişecek ve emperyalizmi çökertecekti! Bu zırva, küçük-burjuva milliyetçi solculuğunda teorik ifadesini Üçüncü Dünyacılık olarak buldu ve sol çevrelerde itibar gördü. Ve ne yazık ki bugün de –Chavez örneğinde olduğu üzere– itibar görmeye devam ediyor. Oysa ne Bağlantısızlar Hareketi (birer bürokratik diktatörlük olan Yugoslavya ve Küba’yı bir kenara bırakırsak) emperyalist sistemden koparak yeni bir kutup meydana getirmişti ne de emperyalizm ezilmişti. Yaşanan tastamam şuydu: Bağımsızlığına yeni kavuşmuş ülke burjuvazileri veya devlet bürokrasisi, iktisadi ve kültürel gerilikten kurtularak modernleşme gayesindeydi. Sosyalizmi ulusalcı-devletçi bir iktisadi kalkınmaya indirgemiş olan Sovyet bürokrasisi, bu yolda onlara şu ya da bu ölçüde model teşkil ediyordu. Nitekim geriye dönüp baktığımızda söz konusu ülkelerin çoğunda ulusalcı-kalkınmacı bir programın hayata geçirildiğini görüyoruz. Yani “kapitalist olmayan yoldan gelişme” denen şey, devlet kapitalizmi uygulamalarından öte bir anlam ifade etmiyor. Yükseltilen sözde anti-emperyalizm ise iki ayağı olan bir politik manevraydı. Hem SSCB’nin ekonomik ve siyasi desteği alınmış hem emperyalist güçlerin basıncı SSCB kartı kullanılarak dizginlenmiş ve hem de işçi hare-
Aralık 2006 • sayı: 21
marksist tutum
keti “dış düşman-emperyalizm” temelli bir milliyetçilik söylemiyle felçleştirilmişti. Bağlantısızlık politikasını şevkle destekleyen işçi sendikaları ve komünist partiler işçi hareketinin bu duruma düşürülmesinde burjuvaziye fazlasıyla yardımcı olmuşlardır. Sonuç olarak, 1970’lerde “Soğuk Savaş”ın göreceli olarak yumuşaması ve siyasi dengelerin oturmasıyla birlikte Bağlantısızlar Hareketi fiilen çözülmeye başladı. Mısır ve Endonezya gibi ülkeler ABD emperyalizminin nüfuzuna girerken, Hindistan burjuvazisi bağlantısızlık politik manevrasını bir kenara bırakarak nükleer silahlanma yarışına girdi.
Bağlantısızlar Hareketi ihya mı ediliyor? Bilindiği üzere, kapitalist dünya ekonomisi uzatmalı bir bunalım yaşıyor. Sistemin derinlerinde biriken çelişkiler kendini, nüfuz alanlarında yürütülen emperyalist hegemonya yarışıyla ve sıcak savaş biçiminde açığa vuruyor. ABD emperyalizminin başını çektiği savaş, Ortadoğu’yu tam bir cehenneme çevirmekle kalmamış, tüm siyasal dengeleri de sarsmış bulunuyor. Belirtelim ki, emperyalist savaş, pazar ve yatırım alanlarının yeniden paylaşımı sonuçlandırılana ve yeni dengeler kurulana dek devam edecektir. Bu durum, tüm güçleri bir arayış içine ve saflaşmaya itiyor. İşte Bağlantısızlar Hareketi, siyasal dengelerin emperyalist savaşla yeniden kurulmaya çalışıldığı böyle bir konjonktürde toplandı. Zirveye genel olarak anti-Amerikancılık damgasını bastı. Fakat Amerikan karşıtlığını ileriye götüren ve Bağlantısızlar Hareketini kendi platformlarına dönüştürmek isteyenler, esas olarak Venezuela, İran, Küba ve Bolivya idi. Daha önceleri de altını çizdiğimiz üzere, gerek İran gerekse Venezuela bölgelerinde alt-emperyalist güç olma peşindeler. İran’ın nükleer silah sahibi olma arzusu ve altemperyal niyetlerle hegemonya kavgasında yer almak istemesi bundandır. Keza pek “devrimci” Chavez’in yükselttiği anti-Amerikancılığın, Latin Amerika’nın birliği savunusunun ve uyguladığı ulusalcı-kalkınmacı programın hedefi de Venezuela’yı bir güç yapmaktır. Geçmişte nasıl ki Bağlantısızlar Hareketi “Soğuk Savaş” konjonktürünün çelişkilerinden yararlandıysa, bugün de, Venezuela ve İran gibi ülkeler emperyalist savaş konjonktürünün yarattığı boşluktan yararlanarak kendilerine alan açmaya çalışıyorlar. Bugün her ne kadar kesin çizgileriyle ortaya çıkmış bir kutuplaşma yoksa da, Çin ve Rusya’nın yeni güçler olarak yükseliyor olması ve birbirlerine yaklaşmaları, parçalı bir manzara çizse de AB’nin varlığı, İran ve Venezuela gibi ül-
kelere uluslararası arenada manevra alanı sunuyor. Ancak ana kutuplar kesin çizgileriyle sahneye çıktığında, boşlukta salınan ve kendilerine alan açmaya çalışan bu tip ülkeler bu kutuplar arasında taraf olmak zorunda kalacaklardır. Ayrıca geçmişte olduğundan çok daha fazla gelişmiş ve dünya kapitalizmine entegre olmuş, dolayısıyla iktisadi manevra alanları aslında sanıldığının aksine genişlemiş olmayan ülkelerin emperyalist savaşın dışında kalmaları ve kendi başlarına bir “bağlantısızlık” hareketi oluşturmaları mümkün değildir. Dolayısıyla da yeni bir kutbun şekillendiğinden ve Bağlantısızlar Hareketinin ihya edildiğinden söz etmek doğru değildir. Öte yandan Bağlantısızlar zirvesinde çekilen nutuklara kendini kaptırarak heyecanlanmak, Chavez ve Ahmedinecad gibilerinin yükselttiği anti-Amerikancı çizgiyi antiemperyalizm ilan etmek Marksizmle bağdaşmaz. Tekrarlayalım, Chavez ile Ahmedinecad çok anti-emperyalist oldukları için değil, Venezuela ve İran çabucak alt-emperyalistleşsin diye anti-Amerikancı kesiliyorlar. Emperyalizmi, bütünlüklü bir dünya-ekonomik sistemi olarak değil de, emperyalist sistemin merkezinde yer alan, yani piramidin tepe noktalarında oturan ABD ve İngiltere gibi devletlerin politikalarıyla sınırlayarak kavramak ve bu güçlere ve politikalarına karşı gelmeyi de anti-emperyalizm ilan etmek küçük-burjuva sosyalizmine özgüdür. Gerçek anti-emperyalizm, dünya kapitalist sistemini yıkmayı hedef alan antikapitalist mücadele perspektifidir. Görev, sınıf hareketi saflarına taşınmak istenen burjuva ve küçük-burjuva düşüncelere karşı uyanık olmak, işçi sınıfı içinde bağımsız sınıf siyasetini hâkim kılarak kitleleri gerçek anti-emperyalist mücadele çizgisine çekmektir.
33
Burjuvazinin Bilimselliği Suphi Koray
G
eçtiğimiz haftalarda Milli Eğitim Bakanlığı’nın “100 Temel Eser” olarak adlandırdığı ve öğrencilerin okuması gerektiğini düşündüğü kitapların çevirilerine dair haberler gazetelerde manşetlerden verildi. Birçok yabancı eserin çevirisinde, Pinokyo’nun, Heidi’nin dinsel motiflerle bezenmesi, Victor Hugo’nun hidayete ermesi gibi tahrifatlar söz konusu. Aslında burjuvazinin ders kitapları bunlardan çok daha ciddi çarpıtmalarla doludur. Fakat Türkiye burjuvazisi içindeki kapışma iyice ayyuka çıktığı içindir ki bu tür olaylar gündemin merkezine taşınmaktadır. Liberal burjuvazi içerisinden AKP hükümetine karşı eleştiriler söz konusu. Özellikle AB uyum sürecinde açık bir yavaşlamanın söz konusu olması liberal burjuvazinin de hükümete ikiyüzlüce yüklenmesine yol açmaktadır. Liberal burjuvazi eğitim sisteminde zaten var olan bilim dışılığı görmezden geliyor. Eğitimin içerisine dinin sokulmasını eleştiriyorlar, sanki bu yepyeni bir olguymuş gibi. Oysa yıllardan beri öğrencilere dayatılan zorunlu din dersine kimsenin bir şey dediği yoktu. Üstelik bu zorunlu din dersinde de tek bir mezhebin öğretileri esas alınıyor. İlkokuldan üniversite sıralarına kadar verilen sosyal bilimler derslerinde ise öğrencilerin zihinlerine, gerçeklikten uzak milliyetçi-şoven ve gerici bir içeriğe sahip bilgiler dolduruluyor. Osmanlı’nın 600 yıllık imparatorluğunun göklere çıkarılması ve Türklerin en yüce ulus olduğu safsatası bunların başında geliyor. Ders kitaplarında yer alan bu bilim dışı “bilgi”lerden biri de, evrim teorisi üzerinedir. Evrim teorisinin yerine ikame edilmeye çalışılan “akıllı tasarım” safsatası, burjuvazinin nasıl da kendi sınıf çıkarlarına uygun saçmalıkları öne çıkardığına güzel bir örnektir. Burjuvazinin elinde akıl, akıl dışı oluyor. Evrim teorisine rakip olarak piyasaya sürülen “akıllı tasarım” safsatası ile tartışmalar yeniden alevlendi. Hatta Eylül ayı başında Vatikan’da Papa 16. Benedikt başkanlığında evrim konusunun tartışıldığı bir toplantı gerçekleştirildi. Evrim tartışmalarının tarihi oldukça eski. Canlıların ve özellikle insanın gelişimine dair farklı düşüncelerin ortaya atılması iki yüz yıl öncesine kadar gidiyor. Ancak tartışmaları asıl alevlendiren olay, Darwin’in materyalist bir yöntemle tüm canlıların aynı kökenden geldiğini ve bir dizi değişiklikler geçirerek canlılık âleminin günümüz dünyasına kadar ulaştığını ortaya koyduğu Türlerin Kökeni kitabını 1859’da bilim dünyasına
34
sunması olmuştu. Günümüzde de Darwin’in evrim teorisi üzerine tartışmalar hâlâ devam ediyor. Vatikan’daki toplantı da bu tartışmaların somut bir örneği idi. Ancak Vatikan’daki toplantı bir şeyi daha ortaya koyuyor: Burjuvazinin her şeyi kendi çıkarlarına göre yorumladığını. Egemen sınıf olma mücadelesinde dine karşı mücadele eden Avrupa burjuvazisi, işçi ve emekçi kitlelerin nefesini ensesinde hissettiğinde yeniden dine sarılmış, yakıp yıktığı kiliseleri yeniden inşa ettirmişti. Yeniden tesis edilen Hıristiyanlığın merkezi Vatikan ise burjuvazinin ezilen sınıfları kandırma politikalarının başarıya ulaşması için kitleleri uyutmaya hâlâ devam ediyor. Başlangıçta üstün bir yaratıcının varlığını yok sayan evrim teorisine şiddetle karşı çıkan kilise, artık bu teoriye cepheden karşı çıkmak yerine teorinin kendi lehine yorumlanabilecek yanlarını ön plana çıkarmayı tercih ediyor. Yaradılış inancına göre dünyanın yaşı 6-7 bin civarında olmasına karşın, bugünkü Papa 2004 yılında yazdığı bir makalede dünyanın yaşının 4 milyar civarında olduğunu ve türlerin evrim yoluyla değiştiğini kabul etmişti. Zaten kilisenin sorunu türlerin evrim yoluyla değiştiğinde değil, evrim teorisinin bir yaratıcıyı kabul etmemesinde. Özellikle Amerika’da yıllardan beri gündemde olan “akıllı tasarım” teorisi bir anlamda evrim teorisi ile yaradılış teorisini uzlaştıran bir niteliğe sahip. “Akıllı tasarım” teorisine göre yaşam o kadar karmaşık ki, ancak çok akıllı ve güçlü bir üstün varlık tarafından tasarlanmış olabilir. Aslında bu iddia ortaya yeni atılmış değil. Teorinin geçmişi 19. yüzyılda doğayı açıklamak isteyen İngiliz papaz William Paley’e dayanıyor. Paley tezinde, “Eğer tarlada bir
Aralık 2006 • sayı: 21
saat bulursanız, ilk aklınıza gelen bunu birinin düşürmüş olduğu olasılığıdır; doğal güçlerin bunu orada ürettiğini düşünmezsiniz. Bu benzerlikten yola çıkarsak, canlıların karmaşık yapılarından dolayı doğrudan, kutsal bir iradenin eseri olduğunu anlarız” diyordu. Şimdi ABD’de egemen sınıfın bir kesimi tarafından, evrim teorisinin yanı sıra bu teorinin de kitaplarda yer alması gerektiğine dair sesler yükseltiliyor. Hatta bunu geçen sene bizzat ABD başkanı Bush dile getirdi ve bazı eyaletlerde evrim teorisi müfredattan çıkartıldı. Türkiye’de ise yaradılış efsanesi askeri-faşist darbeden sonra 1985’te çıkartılan bir yasayla ders kitaplarında okutulmak üzere evrim teorisinin yanındaki yerini almıştı. Ne var ki, çoğunlukla evrim teorisi es geçilip yaradılış anlatılıyor. Hatta geçen yıl Mersin’de evrim teorisini anlatan öğretmenlere sürgün cezası verilmişti. Liberal burjuvazinin sözcüleri de artık bu yasanın kalkmasını ve bilimsel olmayan yaradılış efsanesinin fen bilgisi ve biyoloji kitaplarından çıkarılması gerektiğini savunuyorlar. Bilimsel olmayan konuların tümden müfredattan çıkarılması yerine sadece fen bilgisi ve biyoloji kitaplarından çıkarılmasını istiyorlar; “illa da öğretilecekse din dersi var” diyorlar. Bu hem burjuvazinin çarpık laiklik anlayışını hem de ikiyüzlülüğünü gözler önüne seriyor. Yani bir yandan öğrencilere “bilimsel” bir eğitim verilecek ve üretici güçlerin gelişiminin devamı için gerekli altyapı oluşturulacak, öte yandan da kitleler uyutulacak, işçi sınıfının devrimci mücadeleye atılmasına engel olunacak ve yoksulluk içinde kıvranan kitleler “öbür dünyada cennet” vaadiyle avutulacaklar. İşte burjuvazinin bilimsel eğitimi! ABD burjuvazisi “akıllı tasarım” gibi, üstün aklın varlığına dayanan bir safsatayı müfredata sokmaya çalışmasına karşın, işçi sınıfını daha fazla sömürmek ve daha fazla kâr elde etmek için oldukça “bilimsel” davranıyor. Her şeyi kusursuzca tasarlayan üstün akıl her nedense savaş gibi “kusurları” düşünememiş! Bilim ise işçi sınıfına daha fazla sömürü, savaş ve savaşlarda tepesine inen bombaları getiriyor. Kuşkusuz kapitalizmde bilim sadece burjuvazinin daha fazla kâr etmesini sağlayan teknolojik gelişmeleri sağlamak için kullanılmıyor. Bilim, aynı zamanda kitleler üzerinde burjuva ideolojisini hâkim kılmanın etkin bir aracı olarak da kullanılıyor. Evrim teorisinde bunu görmek mümkündür. Zaten Vatikan’ın evrim teorisiyle uzlaşma çabası içerisinde olmasının altında da bu gerçek yatıyor. Burjuvazi özellikle doğal seçilim mekanizmasını ön plana çıkarıyor. Doğal seçilim Darwin’in teorisinin temel dayanaklarından biridir. Buna göre çevresine en iyi uyum sağlayan canlılar hayatta kalıyor, diğerleri ise eleniyor. Türlerin gelişimine dair bu mekanizma mekanik bir tarzda ele alınıp insan toplumlarına uygulandı ve sistemin kendisinden kaynaklı sorunlar insanların doğasından kaynaklıymış gibi gösterildi. Antik Yunan’da köleler “konuşan aletler” olarak adlandırıldı. Kapitalizm çağında Afrika’nın
marksist tutum
geri kalmışlığı zencilerin biyolojik özelliklerinde arandı; zencilerin beyinlerinin daha küçük olduğu iddia edildi. Beyaz Avrupa Zenci Afrika’yı sömürgeleştirdi; çünkü beyazlar üstün ırktandı! Yine beyazlar Amerika’da Kızılderilileri katlettiler, ama zaten Kızılderililer aşağı ırktandı! Üstelik burjuvazinin sözde “bilim insanları” bu ırkçı savlarına kanıt bulabilmek için bin bir takla attılar. Birbirinin tam karşıtı olan veriler bile hep beyaz ırkın üstünlüğü olarak yorumlandı. Özetle sınıflı toplumlarda egemen sınıfın sözcüleri bu tür argümanları kullanarak, mevcut sistemin sürmesi gerektiğini, çünkü bunun doğanın yasası olduğunu iddia etmişlerdir. Hatta Darwin’in teorisinin insan toplumuna uygulanması olan sosyal Darvinizmin, Nazilerin arî ırk projesine kadar varan sonuçları oldu. Tabii ki Darwin’in evrim teorisi kusursuz değil, tersine doğanın düz bir çizgi üzerinde, sıçramasız ve tedrici bir temelde ilerlediği gibi diyalektik olmayan yanları da var. Ancak özellikle burjuvazinin bilimsel teorileri nasıl kullandığına ve çarpıttığına dikkat etmek gerekiyor. Burjuvazi sosyal Darvinizmi kullanarak kitlelerin bilincini bulandırmaya devam ediyor. İşçi sınıfının bireyleri arasında rekabeti artırmak için “iyi olan kazanır”, “büyük balık küçük balığı yutar” anlayışını hâkim kılmaya çalışıyor ve başarıyor da! Patronların patron olması doğa kanunu, işçilerin ömür boyu sömürüye mahkûm olmaları ise kader. Egemen sınıfın sözcüleri işçi sınıfına şunu demeyi de ihmal etmiyorlar: “Ama eğer çok çalışırsanız; sizlerin arasından iyi olanlar da işçi olmaktan kurtulabilir, sınıf atlayabilirler.” Kuşkusuz çok çalışmalıyız, ama patronların kârlarına kâr katmak için değil, işçi sınıfının kurtuluşu için. Çünkü bireysel kurtuluş burjuvazinin işçi sınıfını uyutmak için kullandığı bir teraneden başka bir şey değil. Kurtuluşun tek yolu var, işçi sınıfı biliminin yani Marksizmin ışığında örgütlenmek ve kapitalizme son vermek!
35
Sınıfın Devrimci Potansiyeli Üzerine Elif Çağlı
İşçi sınıfı, kendinden önce gelen sömürülen sınıflardan farklı olarak, kendi çıkarlarını tüm insanlığın çıkarları olarak evrenselleştirme niteliğine sahip bulunan tek sınıftır; potansiyel olarak devrimci bir sınıftır. proletaryanın devrimci mücadele potansiyelinin nesnel bir temeli vardır ve bu da onun kapitalist üretim süreci içindeki konumundan kaynaklanır. Bir başka deyişle, kapitalizm var oldukça kendi mezar kazıcısını üretmekten, kapitalist sömürü düzenine son verebilecek bir sınıfı var etmekten kaçınamayacaktır. O halde, işçi sınıfının örgütlü gücünün hissedilmediği konjonktürlere teslim olup, proletaryadan umut kesmenin, ona veda etmenin bilimsel bir temeli bulunmamaktadır.
36
İ
nsanlığın bugünü ve geleceği açısından büyük bir tehdit oluşturan kapitalist sömürü düzenine son verebilme potansiyelini taşıyan yegâne devrimci sınıfın proletarya olduğu, Marksizm tarafından ortaya konulmuş bilimsel bir gerçektir. Bununla birlikte Marksizm, bu potansiyelin kendiliğinden gerçek güce dönüşmeyeceğini de kapsamlı bir biçimde açıklamıştır. Tıpkı, insanlığın kapitalizm belâsından kurtulup sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumsal düzen içinde yaşayabilme olanağının nesnel olarak var olması gerçeğindeki gibi, bu düzeni sona erdirebilecek nesnel güç de işçi sınıfının bağrında yatmaktadır. Ama ne kapitalizm tarih sahnesinden kendiliğinden çekip gidecektir, ne de işçi sınıfının potansiyel devrimci gücü kendiliğinden bir biçimde kapitalist düzene noktayı koyacaktır. Devrimci sınıf, ancak dünyayı değiştirme doğrultusunda siyasal bilinçle donanıp örgütlendiğinde, tarihsel misyonunu yerine getirebilir. Proletarya taşıdığı potansiyel bakımından, insanlık tarihi içinde özel bir devrimci niteliğe sahip olan, evrensel bir sınıftır. Marx proletaryanın bu özel konumunu şu sözlerle dile getirir: “Köklü zincirleri olan, sivil toplumun içinde bir sınıf olduğu halde sivil toplumun bir sınıfı olmayan, bütün sınıfların çözülüşünü simgeleyen, acıları evrensel olduğu için evrensel bir nitelik taşıyan, kendisine yapılan haksızlık özel olmayıp genel bir haksızlık olduğu için yalnız kendisinin kurtuluşunu değil tüm toplumun kurtuluşunu amaçlayan bir sınıf... Geleneksel bir statü değil sadece insanca bir statü isteyen, siyasal düzenin kimi sonuçlarına değil bütün sonuçlarına karşı olan ve kendisini bütün alanlardan kurtarmadıkça kurtulmasına olanak bulunmayan, kısacası insanlığın toptan yitirilmesi demek olan ve ancak insanlığın toptan kurtulması hâlinde kendisini kurtarabilecek olan bir sınıf... İşte bu özel sınıf proletaryadır.”1 İşçi sınıfı, kendinden önce gelen sömürülen sınıflardan farklı olarak, kendi çıkarlarını tüm insanlığın çıkarları olarak evrenselleştirme niteliğine sahip bulunan tek sınıftır; potansiyel olarak devrimci bir sınıftır. İşçi sınıfının tarihsel açıdan devrimci bir misyona sahip olduğunu söylemek, öznel bir tercihi ya da bir temenniyi dile getirmek değildir. Tersine bu saptama, bizzat sınıflı toplumların tarihsel seyri içinde bir nesnelliği ifade
Aralık 2006 • sayı: 21
etmektedir. Şöyle ki, kapitalist topluma can veren özel mülkiyet sistemi devam ettiği sürece, proletarya sömürülen bir sınıf olmaktan kurtulamayacaktır. Diğer taraftan, onun kendisini sömürüden kurtarmak üzere girişeceği tarihsel eylem de üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermesini gerektirecektir. Kapitalizm bir yandan üretici güçleri muazzam ölçüde toplumsallaştırırken, öte yandan özel mülkiyete dayanan üretim ilişkilerini de katlanılmaz hale getirmekte ve bu ilerleyişi içinde, zaten daha doğumu itibarıyla üretim araçlarından kopmuş ve mülksüzleşmiş bulunan bir sınıfı, proletaryayı büyütmektedir. İşte bu bakımdan, işçi sınıfı iktidara geldiğinde, kendisi özel mülkiyet sahibi bireylerden oluşan bir sınıf haline gelmeyecek, tersine, mülksüzleştirenleri mülksüzleştirerek, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete tümden son verecektir. Proletarya, sınıflı toplumların sömürü sistemine noktayı koyabilecek ve tüm sınıfların varlığını ortadan kaldırabilecek bu tarihsel potansiyele sahiptir. O nedenle işçi sınıfının devrimci misyonu, birtakım düşünürlerin işçi sınıfına biçtikleri rolden değil, bizzat kapitalist gelişmenin hazırladığı ve giderek daha da zorunlu hale getirdiği tarihsel ilerleyişten kaynaklanmaktadır. Proletaryanın devrimci misyonu başka bir sınıf tarafından devralınamaz mı? Hayır. Çünkü, örneğin küçük-burjuvazinin kapitalist gelişme karşısındaki nesnel konumu, onu yitirmekte olduğu küçük mülkiyetini korumak için çırpınmaya iter. Bu ara sınıf, hem kapitalist gelişmeye karşı çıktığı, hem de proleterleşmeye karşı direndiği için tarihsel konumu itibarıyla gerici bir sınıftır. Oysa işçiler açısından bakıldığında, kapitalizmin gelişmesi, işçilerin kendi aralarındaki rekabetten kaynaklanan parçalanmayı ortadan kaldırır ve işçilerin örgütlenme olanaklarını arttırarak, onların devrimci birliğinin yolunu döşer. O nedenle bu tarihsel süreçte proletaryanın yüzü geleceğe dönükken, küçük-burjuvazi daima geçmiş dönemlerin özlemini çeker. “Burjuvazinin çöküşü ve proletaryanın zaferi, aynı derecede kaçınılmazdır. ... Bugün, burjuvazi ile karşı karşıya bulunan bütün sınıflar arasında yalnızca proletarya, gerçekten devrimci bir sınıftır. Öteki sınıflar modern sanayi karşısında tükenmekte ve sonunda yok olup gitmektedirler; proletarya ise, tam tersine, modern sanayiin özel ve esas ürünüdür. ... Aşağı orta sınıflar, küçük imalâtçılar, dükkâncılar, zanaatçılar, köylüler, hepsi orta sınıfın parçaları olarak varlıklarının ortadan kalkmasını önlemek için, burjuvaziye karşı savaşırlar ... bunlar gericidirler, çünkü, tarihin tekerleğini geri çevirmek istemektedirler.”2 Kısacası, proletaryanın devrimci mücadele potansiyelinin nesnel bir temeli vardır ve bu da onun kapitalist üretim süreci içindeki konumundan kaynaklanır. Bir başka deyişle, kapitalizm var oldukça kendi mezar kazıcısını üretmekten, kapitalist sömürü düzenine son verebilecek bir sınıfı var etmekten kaçınamayacaktır. O halde, işçi sınıfının örgütlü gücünün hissedilmediği konjonktürlere teslim
marksist tutum
olup, proletaryadan umut kesmenin, ona veda etmenin bilimsel bir temeli bulunmamaktadır. Sistematik baskı politikalarıyla düzen sınırlarına hapsedilmiş ya da bu sınırlar içinde en iyi ihtimalle reform umutlarıyla yatıştırılmış kitleler, devrimci bir alternatif olmadığı sürece, bir burjuva partisinden umut keserken bir başka burjuva partisinin kuyruğuna takılmaktan öte ne yapabilirler? Sonra da bu kitlelere bakıp, “görüyorsunuz bunlar bu kısır döngüden çıkamıyorlar; işçi sınıfının devrim falan isteyeceği yok; durduk yere neden devrim düşleri görüyorsunuz vb.” biçiminde sayıklamak, büyük bir sahtekârlık değildir de nedir? Sınıf hareketindeki geçici gerilemelere teslim olmayıp, sabırlı, planlı ve uzun soluklu bir mücadele anlayışıyla yola devam edenler, bu çabaların asla boşa gitmediğini ve gitmeyeceğini, kapitalizm var oldukça işçi sınıfının mücadelesinin yine yükselişe geçeceğini bilirler. Sınıfa devrimci bilinç taşıma vurgusuna karşı çıkanlar, kendiliğindenliğin sihrine tapanlar, yaşamın boşluk tanımadığını, birilerinin sınıfa her an başka türden bir bilinç taşıdığını göz ardı etmek isteyenlerdir. Nihai hedefe bağlı propaganda, ajitasyon ve örgütlenme olmaksızın, devrim kendiliğinden bir gün yeryüzüne iniverecek “mesih” değildir. Diğer yandan, içinden geçmekte olduğumuz türden siyasi gerileme dönemleri, aslında sınıf hareketinden kopuk
37
Aralık 2006 • sayı: 21
marksist tutum
olan, fakat devrimci edalı soyut bir lâfazanlık aktivitesini “devrimci” siyaset olarak sunanların sayısını da yükseltir. İlk bakışta reformizmin zıddı gibi görünen bu eğilim, gerçekte işçi sınıfının devrimci eyleminin pratik eleştirisinden azade kalan aydın oportünizminin farklı bir tezahürüdür. Siyasal gerilemenin oluşturduğu gerçekliği kabule yanaşmayan ve her şeye yeniden başlamayı göze alamayan entelektüel solculuk, kaçış eğilimini, kendi aşırı sloganlarının yarattığı sözel fırtına ile örtmeye çabalar. Bu nedenle, gerileme dönemlerinde aşırı sol lâf üretenlerin, canlanma dönemlerinde kitleselleşme adına tekrar reformist dalgaya ayak uydurdukları sıkça görülen bir durumdur. İşçi sınıfının devrimci potansiyeli konusunda genel bir değerlendirme yaparken, temel kalkış noktasını, sınıfın kendi içindeki bölünmelere odaklanmış bir bakış açısı oluşturmamalı. Örneğin vasıf ve gelir düzeyleri bakımından işçiler arasında farklıklar olsa da, kapitalist düzende işçi sınıfının bir bütün olarak burjuvaziyle çıkarları çatışmaktadır. Önce sorunun bu temel ve objektif yönü kavrandıktan sonra, içinde bulunulan somut tarihsel-toplumsal koşullara göre, siyasal mücadeleyi ilgilendiren farklılıklar üzerinde ayrıca durulabilir. Tarihsel-toplumsal diyoruz, çünkü örneğin günümüzde, kapitalizmin ilk gelişme dönemlerindekine benzer biçimde bir işçi aristokrasisi gerçeği yer almamaktadır. Bugün işçi sınıfının sendikal hareketi, o dönemlerde olduğu şekilde, diyelim yalnızca vasıflı işçilerin üye olabileceği ve tam anlamıyla bir meslek şovenizmini yansıtan, tamamen ayrıcalıklı işçilerin sendikaları temelinde bölünmüş değildir. Bizzat kapitalist gelişmenin kendisi, gerek vasıflı işçiyi eskiye oranla sıradanlaştırarak, gerekse genelde vasıflı işçinin ücretini ortalamaya doğru çekerek, geçmiş dönemin işçi aristokrasisini ortadan kaldırmıştır. Ama, kapitalizmin farklı gelişme konjonktürlerinde işlerinin cinsi değişmek üzere, bazı vasıflı işçilerin günümüzde de ortalama işçi ücretlerinin üzerinde bir gelir elde edebilmeleri mümkündür. Bu nedenle, işçi sınıfının yüksek ücret alan kesimi bir “işçi aristokrasisi” olarak adlandırılsa bile, böyle bir nitelendirme bunların işçi sınıfından koptukları anlamına gelmez. Çünkü nihayetinde bu durum, sınıfın kendi içindeki bölünmelere ilişkin bir sorundur. Bu tür işçilerin sınıfın geneli içinde tuttukları yer çok büyük olmadığı gibi, yarattığı siyasal sonuçlar da düz bir mantıkla çözümlenemez. Tarihsel deneyim, farklı tarihsel kesitlerde o dönemin ölçülerine göre iyi ücret alan vasıflı işçi gruplarının, sınıf mücadelesinde öncü işlevler üstlenebildiklerini ortaya koymaktadır. Genel olarak işçi aristokrasisi ve bürokrasisi, işçi hareketine oportünizmin, reformizmin taşıyıcısı olarak bilinir. Bu türden saptamalar, hem günümüzün somut koşulları çerçevesinde irdelenerek ele alınmalı, hem de içerdiği farklı yönler dikkatlice hesaba katılmalıdır. Örneğin, kapitalizmin ilerleyişi içinde ortaya çıkan tarihsel değişimi hesa-
38
ba katmayıp, emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfını bir bütün olarak “aristokrat” olarak damgalayıp bir kenara atmak son derece yanlış bir siyasal tutumdur. Ya da, genelde tüm kapitalist ülkeler için geçerli olmak üzere, burjuva iktidar aygıtlarıyla içiçe geçmiş üst sendikal bürokrasi ile alt kademelerde yer alan işyeri sendika temsilcilerini aynı bürokrasi çuvalının içine tıkıştırmak asla doğru değildir. İşçi hareketi içinde egemen olan ve çeşitli ayrıcalıklarla donatılmış sendikal bürokrasi, fiilen işinin başında olup diğer işçilere nazaran daha yüksek ücret alan işçilerin oluşturduğu katmandan farklıdır. Sendikal bürokrasi köken olarak işçi sınıfının içinden çıkmış olsa bile, onun sınıf hareketi içinde asıl sorun oluşturan yönü, gerek gelir düzeyi ve yaşam tarzı ve gerekse sosyal ilişkileri bakımından sınıftan kopup uzaklaşan bir realite oluşturmasıdır. İşçi hareketi içinde, burjuva politikasının taşıyıcısı olarak işlev gören bu kesimin yarattığı sorunlar, işçi sınıfının ücret farklılıklarından kaynaklanan iç sürtüşmeleri düzeyine asla indirgenemez. Çünkü işçi hareketinin başına musallat olan bu kesim, sınıf içi bir sorun olmanın ötesinde, çok ciddi bir siyasal sorundur. Elif Çağlı’nın Büyüyen İşçi Sınıfı adlı kitabından alınmıştır.
—————————————— 1 1844 Elyazmaları’ndan aktaran: Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi, Ocak 1979, s.113 2
“Komünist Manifesto”dan aktaran: Marx, Kapital, C.1, s.805
Aralık 2006 • sayı: 21
marksist tutum
Geçmişle Bugünün Kıskacında Tuzluçayır’da Yaşam E
zilen ve sömürülen bir sınıfın bireyleri olarak, dünyanın her bir köşesinde, acımasız koşullar altında çalışıyor ve yaşıyoruz. Bu kan emici sistemin bizlere dayattığı tekdüze yaşam koşulları içerisinde, çoğumuz ne yazık ki, bütün sorunlar karşısında bir başına olduğunu düşünerek, eldekine bin şükür deyip yaşamını sürdürüyor. Sermaye düzeninin pisliklerini ve bizlere yaşattıklarını yargılayacağı ve onunla mücadele edeceği yerde sorun yokmuş gibi davranarak, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” anlayışıyla yaşamlarını tüketiyor. Oysa yaşamımız bu mücadele kaçkınlığı yüzünden her geçen gün daha da çekilmez hale geliyor, biz her geçen gün daha çok köleleşiyoruz. Duygularımız gün be gün daha fazla nasırlaşıyor. İnsanlıktan çıkıyoruz. Biz işçiler ve emekçiler, sermaye tarafından birer robot haline getirilmiş, köle edilmişiz. Ve yaşamlarımızda değişim isteğinde bulunup bunun gereklerini yerine getirmedikçe bir ömrü boşu boşuna çürütüp gideceğiz bu dünyadan. Nerede olursak olalım, dünyanın en ücra köşesinde ya da aynı mahallede, bir bütün olarak varız ve birbirimize gereksinim duyarak yaşarız. İşçiler yoksulluğun sıkıntısını tek tek değil toplu halde yaşarlar, nedenler ve sorunlar hepsi için aynıdır. Bizler ister tek odalı kondularda oturalım, ister apartman dairelerinde aynı kaderi yaşıyoruz. Yokluğu, açlığı, ilaçsızlığı, eğitimsizliği aynı sıkıntıları hep beraber çekerek hayatımızı sürdürüyoruz. Yaşamlarımızı sürdürdüğümüz emekçi semtlerinin hepsi kapitalizmin bizlere reva gördüğü hayatın izlerini taşır. Ancak devrimcilerin o ya da bu düzeyde sempati ile karşılandığı semtler bütün bunlara ek olarak başka baskılarla da yüz yüze kalır. Ben Ankara’da, yaşayanlarının çoğunluğunu benim gibi emekçilerin oluşturduğu Mamak’ta oturan bir işçiyim. İsmini daha önce mutlaka duymuşsunuzdur; bir gazete haberinde ya da bir şairin mısralarında. Burası devrimcilerin bir dönem en ağır işkenceleri yaşadıkları askeri cezaeviyle, sonra çöplüğüyle tanınan bir yer oldu. Ancak her zaman yoksulluğuyla ve yaşanan acılarla hatırlanan bir yer. Mamak da burjuvazinin türlü saldırılarına maruz kalan bir bölge. Düzen kalemlerinin terör semti diye niteledikleri benim mahallem, onların çabalarıyla yozlaşmanın pençesinde kıvranıyor. Polisin bilinçli çabasıyla yaygınlaşan uyuşturucu gençleri bönleştiri-
yor. Bir zamanlar kendi sorunlarını nasıl çözeceklerini konuştukları kıraathanelerde kumar oynayarak vakit geçiriyor onların ağabeyleri, amcaları. Devrimci siyasete olan sempati yerini boş vermişliğe, gamsızlığa bırakmış. Her evde sporcu ve şampiyon yetişiyor yutturmalarıyla emekçileri kandıran satılık kalemlerin gözlerden gizlemeye çalıştıkları gençlik sorunları bizim mahallede de her geçen gün daha da ağırlaşarak artmaktadır. Bu genç arkadaşlarımız tehlikenin ortasına terk edilmişlerdir. Mahallede gece geç saatlere kadar dışarıda dolaşan gençlerle yapacağınız kısacık bir sohbet bile bu noktaları hemen açığa çıkarmaya yetiyor. İşsizliğin yarattığı bir karamsarlık ve boş vermişlik tüm sözlerine yansıyor. Meselâ bu genç işsizlerden biri olan 22 yaşındaki Ali, “boş gezenin boş kalfasıyız işte” diyerek bu ümitsiz ruh halini yansıtıyor. Hemen yanındaki bir diğer işsiz İsmail 33 yaşında ve seyyar satıcılık tecrübesinden geçmiş. İşsizlik karşısında seyyar satıcılıkla geçim sağlama çabası tüm büyük kentlerde olduğu gibi Ankara’da da deneniyor elbette. Ancak İsmail’in de dediği gibi, belediyenin son yıllardaki ağır baskısıyla artık o da çok zorlaşmış durumda. Tüm tezgâha mallarla birlikte el koyan belediyeden bunları geri almak artık imkânsız diyor İsmail. Onların yanındaki Alper ise aralarındaki tek iş sahibi işçi. Sakarya caddesindeki barlardan birinde korumalık yapıyor. Sözü siyasete getirdiğimizde her üçü de dönemin genel havasını yansıtırcasına ilgisizliklerini ifade eden sözler söylüyorlar. Mahallede faaliyet gösteren sol çevrelere ilgi duyanlar olmuş anlaşıldığı kadarıyla, ancak bu ilginin, kısmen bu siyasetlerin de bazı yanlış tutumları nedeniyle, uzun ömürlü olmadığı görülüyor. O kadar çok sorunumuz var ki Mamak semtinde saymakla bitirmek mümkün değil. Bu sorunlara birebir maruz kalan ve devlet dairesinde sözleşmeli olarak çalışan Sultan ablamızla da bizimle bir şeyler paylaşmasını istedik. Sultan abla 33 yaşlarında. Kapısını devrimcilere açan ablamızla sıcak, akıcı bir sohbete koyulduk. Sohbetimizin bir yerinde söz sendika sorununa geliyor ve işyerinde sendika olup olmadığını sorduğumuzda şöyle cevaplıyor bizi: “Çalıştığımız yerde sendika yok, giremiyor. Olması için de kimse oralı olmamış bile. Ama şunu bilmenizi isterim ben sendika olayını sizden öğrendim, daha
39
Aralık 2006 • sayı: 21
marksist tutum
önce aklımda böyle bir düşünce yoktu, akıl bile edemedim. Sayenizde bazı şeyleri daha iyi gözlemleyebiliyorum. Aslında bir dönem işyerinde matbaa kurulacakmış ama sonradan uyanmış olmalılar ki matbaayı kurmamışlar. Çünkü matbaa kurulursa sendika girebilirmiş ve inanın milyarların döküldüğü bu matbaanın makineleri çürümeye terk edilmiş.” Genel olarak semtimize ilişkin düşüncelerini de soruyoruz ve şunları söylüyor: “Bulunduğumuz semt Ankara’nın en büyük semtlerinden biri, oturduğumuz Tuzluçayır Mahallesi de aslında çok güzel bir mahalle ama belediye çoğu yere bakmadığı gibi buraya da bakmıyor. Sırf solcular oturuyor diye. Kışın buralar çamurlar içerisinde, yollar çok kötü örneğin. Ve kimse buna sesini bile çıkarmıyor. İnsanlar halinden memnun olmasa da memnunmuş gibi görünüyor. Eskiden böyle değildi, daha sıcak ilişkiler vardı. Gecekondu zamanları daha güzeldi, aslında iç içeydik insanlarla. Ve bu yapılar yükselmeye başlayınca ilişkiler daha da soğumaya, kopmaya başladı. Bu sefer de tedirginlik oluşuyor insanda, sokaklar daha da çekilmez oluyor. Meselâ gençliğin bazısının hiçbir umudu yok. Çoğu gençlerimiz işsiz, boş dolaşıyor ortalıklarda, gittikçe daha da köreliyorlar, özentilik almış başını gidiyor.” Mahalledeki devrimcilerin durumunu sorduğumuzda pek iç açıcı bir tablo çizmiyor Sultan abla: “Bu tür konulara uzak kaldığım için tam bir bilgi veremeyebilirim. Ama sanırım eski dönem daha hızlıydı. Meselâ Tuzluçayır o dönemde hatırladığım kadarıyla daha farklıydı. Devrimci hareket o dönemde bayağı hızlı gidiyordu ve insanlar devrimcilere sahip çıkıyorlardı. Şimdi ise insanlar geçim derdine düşmüş durumda. Devrimci gençliğe sahip bile çıkılmıyor. Duyduğum kadarıyla kapılarını yüzlerine kapatanlar bile varmış.” Bunun üzerine, “sence neden mahallede insanlar devrimcilere sahip çıkmıyor ya da çıkmak istemiyor” diye soruyoruz. Hem insanların genel ruh hali üzerine bazı tespitler yapıyor hem de kendi umudunu belirtiyor: “Dediğim gibi geçim derdindeler. Korkuyorlar artık. Bu tür hareketlerin sıradanlaştığı ve bu yolla hiçbir yere varılmadığını düşünüyorlar. Ben bile bir dönem tedirgin oldum. Çünkü kimseye güvenemiyordum. Ama şimdi durum farklılaştı benim için. Bazı aileler yine de devrimcilere kapıları açıyorlar sanırım. Keşke hepsi bunu yapabilse...” Geçimini sağlamak için var gücüyle çalışan Mehmet amcanın da yaşadığı sıkıntıları bizlerle paylaşması isteğinde bulunduk. Bizi kırmıyor ve sohbetimize koyuluyoruz. Mehmet amca 53 yaşında, emekli. Emekli olduktan sonra, daha rahat bir yaşam hayaliyle Ankara’ya göçerek bir dükkân açmış, ancak hayat hiç de beklediği gibi rahatlamamış onun için.
40
“Daha önce Kayseri’de Saray Halı Fabrikasında çalıştım. 1996 yılında bu fabrikadan emekli oldum ve bu küçük yeri aldım, ama fabrikada çalışmak bu işten çok daha rahattı. Belirli bir saatten sonra evime gidebiliyordum ama şimdi sabah 6.30’dan akşam 22.30’a kadar bekliyorum burada.” Peki, o dönemlerde fabrikadaki şartlar nasıldı diye sorduğumuzda geçmişin olumlu yönlerini işitiyoruz: “Fabrikanın çeşitli bölümlerinde çalıştım. Sabah belirli bir saatte gidiyorduk akşam belirli bir saatte evimize dönüyorduk, tabii bazen mesaiye kalıyorduk. Şartlar bu döneme nazaran daha iyiydi. Taleplerimiz uygulanıyordu. İşçiler hep beraber hareket edebiliyordu.” Bunun üzerine o döneme ilişkin daha genel anlamda izlenimlerini ve Kayseri’deki yaşamı ile Ankara’daki arasındaki farkları anlatmasını istediğimizde de bizi kırmıyor ve devrimci hareket ile ilgili düşüncelerini de paylaşıyor: “Devrimci hareketlilik en üst düzeylerdeydi. Oldu olacaktı beklenen hareket. Devrimci kuşak her yerde çalışmalar yürütmeye çalışıyor, köylerde, fabrikalarda, hatta ev ev dolaşarak yapıyorlardı bunları. Hızlı gelişen bir dönemdi. Ben içinde bulunmadım ama destekçisi olmaya çalıştım. Toplumsal bir devrim isteniyordu ama olmadı. Kayseri’de devrimci hareket bazı noktalarda bayağı canlıydı. Tabii bu yerler genellikle Alevilerin olduğu yerler oluyordu. Ankara’ya geldiğimiz dönemde zaten darbe yapılmıştı. Ama geldiğimiz Mamak semtinin bazı mahallelerinde halen canlılık vardı. Bunların en başta gelenlerinden biri Tuzluçayır mahallesiydi. Ama şimdi durum çok kötü. Eskiye nazaran her şey dibe vurmuş durumda. İnsanlar sindirildi, korkutuldu. Kimse devrimci harekete pek inanmamaya başladı ve kendini kurtarma derdine düştü.” İşte böyle diyor mahallemizdeki insanların bazıları. Mamak’ta filizlenmesi gereken tertemiz umutların yerine sefalet, umutsuzluk ve yozlaşma boy veriyor. Ancak yaşamlarımızı sürdürdüğümüz mahallemiz de mücadelemizin önemli bir alanıdır. Sömürü düzeninin çürümeye bıraktığı semtlerimize sahip çıkarak, sınıf bilinciyle mücadele etmemiz gerekiyor. İşli işsiz bütün sınıf kardeşlerimize doğru yolu gösterecek olan da, umut ateşini yeniden alevlendirecek olan da Marksizmi kılavuz edinmiş mücadeleci işçiler olacaktır. Bizler de bu yüzden Mamak’ta ve başka emekçi semtlerinde çalışmalarımızı güçlendirmeli, mücadelemizi yükseltmeliyiz. Yaşasın Uluslararası İşçi Dayanışması! Yaşasın Sınıf Dayanışması! Mamak Tuzluçayır’dan MT okuru bir işçi
Aralık 2006 • sayı: 21
marksist tutum
Anti-Emperyalizm mi, Yabancı Düşmanlığı mı? Derin bir ekonomik krizin içine giren kapitalizm, krizini her zaman olduğu gibi savaşla çözme derdinde. Alttan alta yürüyen hegemonya savaşı, her kapitalist ülkeyi savaş için bir bahane bulma derdine itmiş durumda. Çıkacak bir savaşta her ülke halkın desteğini almak için milliyetçiliği körüklemekten geri durmuyor. Bu bağlamda bir de yabancı düşmanlığı yaratılmakta ve anti-emperyalizm süsü verilmektedir. Sapla saman karışmaktadır. Günümüzde emperyalizm kavramı öyle bir hale gelmiştir ki, bugün en sağcı en milliyetçi faşist bir parti bile kendini “anti-emperyalist” ilan edebiliyor. Bu çok çelişkili bir durum. Nasıl oluyor da kapitalist sistemin bekçiliğini yapanlar “anti-emperyalist” olabiliyorlar? Emperyalizm kapitalist sistemin en son aşaması olduğuna göre, kapitalist sisteme karşı olunmadan anti-emperyalist nasıl olunuyor? Sisteme karşı gelmeden “anti-emperyalist” geçinmek için sadece ABD karşıtı olmak yeterli. Bu durumda emperyalist piramidin en üst basamaklarında yer alan devletler bile, çıkarları ABD ile örtüşmediklerinde “anti-emperyalist” oluveriyorlar! Örneğin İran her ne kadar emperyalist piramidin üst basamaklarında yer almasa da, Ortadoğu’nun en gelişmiş kapitalist ülkelerinden biri. Ancak ABD ile çıkarları örtüşmediği için bugün en büyük “anti-emperyalist”! Peki İran’da kapitalizm yok mu, işçi sınıfı yok mu, artıdeğer sömürüsü yok mu? Hepsi var. İranlı patronlar ya da kapitalist devlet, İran işçi sınıfının artı-değerine el koyarak nasıl oluyor da “anti-emperyalist” oluyorlar? Tabii MHP’nin “antiemperyalist” olduğu yerde, İran’ın anti-emperyalist olmasını çok görmemek lazım! İş sadece İran’la da bitmiyor: El kaide, Hamas, Hizbullah hepsi “anti-emperyalist”. Gördüğünüz gibi iş kara bir mizaha dönüşüveriyor. İdeolojik çarpıtma öyle bir hal almış ki, farklı görüş ve tutumlar birbirine giriyor. Yani yabancı düşmanlığı antiemperyalistlik haline gelebiliyor. Ayrıca McDonalds’a gitmemek ve Coca Cola içmemek de “anti-emperyalist” olmanın şartlarından biri! Yani Cola Turka içince Türk sermayesi büyüdüğünde iyi, ama yabancı sermaye büyüdüğünde kötü. İyi de, sermaye sermayedir. Bizim için önemli olan sermayenin egemenliğine son vermekse, o zaman ne diye sermaye grupları arasında bir tercih yapıyoruz. Aynı durum özelleştirmelerde de kendini göstermektedir, yaban-
cı sermayeye hayır diyenler, yerli sermayeyi desteklemiş olmuyorlar mı? Emperyalist kapitalist sistemi sadece ABD emperyalizminden ya da daha doğrusu onun politikalarından ibaret görmek hangi akla hizmet ediyor? Unutmayalım Almanya’da faşizmin yayılışı da sahte bir anti-emperyalizm üzerinden gerçekleşmiştir. Kitlelerin yaşadıkları sorunun kapitalizmden değil yabancı devletlerden ve Yahudilerden kaynaklı olduğunun propagandasını yapan faşistler, bu söylemlerle kitleleri kandırmışlardır. Her emperyalist savaş öncesi burjuvazi, bir savaş bahanesi bulmak zorunda. Milliyetçiliğin yükseltildiği böyle dönemlerde asıl tehlikeli olan, milliyetçiliğin sinsi bir şekilde, kendini anti-emperyalist veya yurtsever kisvelerle gizlemesidir. Devrimci Marksistlerin görevi böyle sahte antiemperyalist söylemlere prim vermeden milliyetçiliğin teşhirini yapmaktır. Kapitalizme karşı mücadele verilmeden, artı-değer sömürüsüne karşı çıkmadan anti-emperyalist olunamaz. Dünyada milyonlarca insan açlıktan ve savaştan ölüyor, bunun tüm sorumlusu kapitalist sistemdir. Kapitalizm yıkılmadan sömürü, açlık ve zulüm bitmeyecektir. Emperyalizm ABD’ye özgü değildir ve kapitalizmin 20. yüzyılda dünya ölçeğinde ulaştığı en acımasız şeklidir. Bugün ne İran’ın ne de diğerlerinin kapitalizmle herhangi bir sorunları yoktur. Hatta İran, tıpkı Türkiye gibi, Ortadoğu’da bölgesel bir güç olmak niyetindedir. Yabancı düşmanlığı ile anti-emperyalizm hiç bir şekilde bağdaşmaz. Çünkü işçi sınıfı dünya çapında bir sınıftır. Enternasyonal marşının dizelerinde dendiği gibi: Din farkı bilmeyiz, dil farkı bilmeyiz, sanki doğduk bir anadan! Yabancı düşmanlığı işçi sınıfını bölmek için kullanılan bir silahtır. Burjuvazinin yaratmış olduğu bu kafa karışıklığına karşı uyanık olmamız gerekir. Tarihte burjuva ideolojisinin esiri olanlar işçi-emekçi kitleleri felâkete sürüklemişlerdir. Alman Sosyal Demokratlarının Birinci Dünya Savaşında kendi burjuvalarını desteklemeleri işçi sınıfına pahalıya mal olmuştur. Bizlere düşen görev ise Rusya’da Bolşeviklerin yaptığı gibi emperyalist savaşa karşı çıkmak ve sınıf savaşını yükseltmektir. Gazi Mahallesinden bir Marksist Tutum okuru bir işçi
41
marksist tutum
Aralık 2006 • sayı: 21
Yoksa Patronumu Mu Öldürmeliyim? Saat yedi buçukta işbaşı yapıyorum. Çalıştığım iş sürekli sabit bir noktada ayakta durmamı gerektiriyor. Hemen hepimiz gibi işten çıktığımda kolumu kıpırdatacak dermanım kalmamış oluyor. Tabii ki yetersiz sayıda işçi çalıştırdıkları için hemen her gün fazla mesaiye kalıyorum. O hafta da, tüm bir hafta boyunca fazla mesaiye kalmıştık. Haftanın son günüydü. Yine yedi buçukta işe başladım. On beş yirmi dakikalık yemek arası dışında hiç ara vermeden çalıştım. Normalde (ya da bana göre “normalde” demeliyim çünkü patronlara göre fazla mesaiye kalmak normal bir şey) üç buçukta işten çıkmam gerekiyor. Ben çalışmaya devam ediyorum. Birkaç kişi dışında herkes çalışmaya devam ediyor. Bir saat geçti, iki saat geçti, iş bitmek bilmiyor. O gün, hafta boyunca olduğu gibi, on bir buçukta işimiz bitti. Ayaklarım kopmak üzere. Artık ağrıyor diyemiyorum. Ağrının yerini yanma ve zonklama almış durumda. Dikkatimi toplamakta zorluk çekiyorum. Yaptığım iş dikkati zorunlu kılıyor. Toparlanmaya çalışıyorum. Babam gelsin ve beni buradan alıp götürsün istiyorum. Sevdiğim arkadaşlarım aklıma geliyor. Beni kurtarsınlar artık. Ağladım ağlıycam… Damlalar gözümün ucunda birikmiş… Artık kendimi tutamıyorum. Gözümden yaşlar boşalıyor. İşimi bırakıp gitmem mümkün değil. Bir yandan çalışıyorum bir yandan ağlıyorum. Bu duygusallığı bir kenara bırakmalıyım diye kendime kızıyorum. Sonra yanlış kişiye kızdığımı fark ediyorum. Kendime değil bizi bu duruma sokan aşağılık patrona kızmalıyım. Domuzlar yeyip yatarken biz insanlık dışı koşullarda çalışmak zorunda kalıyoruz. Bizim sırtımızdan kazandılar ellerindeki her şeyi. İçimde öylesine bir kin birikiyor ki, yorgunluğumu unutuyorum. Evet evet öcümüzü almalıyım. Onu doğduğuna pişman etmeliyim. Ne babam ne sevdiklerim beni buradan kurtaramaz. Bir yandan işe devam ederken bir yandan da ne yapabilirim diye düşünmeye başlıyorum. Makineleri mi parçalasam? Yok, bu yetmez. İşyerini bombalasam? Ama o zaman işçi arkadaşlarım da ölür. Bu da olmadı. O zaman? Buldum! Patronu öldürmeliyim! Sonra İşçi Özeğitim Grubundan arkadaşlarımın söyledikleri geliyor aklıma. Kendimi daha güçlü hissediyorum. Ben yalnız değilim. Dünyadaki işçilerle ortak bir kaderi paylaşıyorum. Hayır, kimseyi öldürmeyeceğim. Size bu anlattıklarımı daha önce çalıştığım bir işyerinde yaşadım. Korkunç bir gün olduğunu söylememe gerek yok sanırım. O gün bugündür benzer bir sürü günüm geçti. Ama artık patronumu öldürmekten vazgeçtim. Yanlış anlamayın. Ne öfkem ne de kinim geçmiş değil. “Öç” almanın çok daha iyi bir yolunu öğrendim sadece.
42
O günlerde patronu öldürmüş olsaydım bugün ben muhtemelen bir “terörist” olarak hapiste olacaktım ve diğer işçiler benzer koşullarda çalışmaya devam ediyor olacaklardı. Düzen hiçbir yara almadan sürmeye devam edecekti. Belki patronun adı değişecekti. En iyi ihtimalle işçi arkadaşlarımdan bir ya da ikisi iyi oldu diyecekti. Çoğu benim kafayı yediğimi düşünecekti. İyi oldu diyenler bile bu düzenin değiştirilemeyeceğini, benim kendime yazık ettiğimi söyleyeceklerdi birbirlerine. Hiçbir şey yapamayacaklarından emin olacaklar, kendi güçlerinin farkına varamayacaklardı. Kafayı yediğimi düşünenler devletten medet ummaya devam edeceklerdi. Şu ya da bu yasanın çıkarılmasıyla kimi uygulamaların düzeltileceğine, var olan uygulamaların kötü yöneticilerden ve kötü hükümetlerden kaynaklandığına inanacaklardı. Devletin Koç ya da Sabancı gibilerin işlerini yapmak için var olduğunu asla anlamayacaklar, onun patronların çıkarları doğrultusunda davranan, yasalar çıkaran, mahkemeleriyle, hapishaneleriyle, polisi ve ordusuyla bizi baskı ve kontrol altında tutan bir terör aygıtı olduğu akıllarına bile gelmeyecekti. Yaşam aynı çekilmezliğiyle devam edecekti. Onlar bizi her gün iş cinayetleriyle, savaşlarla öldürüyorlar, yaşayacak zaman bırakmayarak yaşarken öldürüyorlar. Evet öcümüzü almalıyız, ama birinden ikisinden değil topundan almalıyız. Geçen bu zamanda öğrendiğim temel şey buydu işte. Bu dünyadaki iki uzlaşmaz sınıftan birinin, işçi sınıfının üyesiyim, üyesiyiz. Patronlar sınıfına son verebilecek ve tüm insanlığı kurtarabilecek, güzel bir dünya yaratabilecek güce ve yeteneğe sahip tek sınıfın üyesiyiz. Sayımız fazla ama gücümüz sadece sayımızdan kaynaklanmıyor. Aynı zamanda dünyadaki her şeyi yaratan biziz. Biz olmadan hayatın sürmesi olanaksız. Gücümüz buradan da geliyor. Ve biz bir vücudun parçaları gibi yüzlerle binlerle birlikte fabrikalardayız. Disiplinimiz, bir bütünün parçası olabilmeyi başarabilmemiz bundan. Tüm bunlar işçi sınıfı olarak bizlerin neden dünyayı değiştirebilecek güce sahip olduğumuzu anlatır. Şimdiki soru ise sanırım şu olmalı; neden şimdiye kadar değişmedi peki? Bu yeni icat olan bir şey mi? Evet bunlar işçi sınıfını güçlü kılan özellikler ama tek başına hiçbir işe yaramaz, yaramadı, yaramayacak. Güzel şeyleri yaratmak her zaman emek ister, bunu bizden iyi bilen olamaz… Kendi gücümüzün farkına varmamız, örgütlenmemiz ve mücadeleye atılmamız gerekiyor. Meselâ sendikalarımıza sahip çıkmalıyız. Bu bir araya gelişimizin ilk adımı olacaktır. Ama asla yeterli değil. Grup grup işçiler olarak sadece kendi patronumuza karşı verdiğimiz mücade-
Aralık 2006 • sayı: 21
marksist tutum
le ile ancak bazı çalışma koşullarımızı düzeltebilir, bazı ekonomik kazanımlar elde edebiliriz. Asıl sorunu, bize tüm acılarımızı yaşatan kapitalizmi ortadan kaldırmamış oluruz ki bu da her an eski koşullarımıza dönebileceğimiz anlamına gelir. ‘80 öncesi elde edilen kazanımların ancak kırıntılarının bugüne ulaştığını hepimiz biliyoruz. Peki ne mi yapacağız? Patronlar sınıfının bize “aman uzak durun” dedikleri siyasetin içine atılmamız gerekiyor. Var olan şu ya da bu burjuva partinin peşine takılarak değil işçi sınıfının siyasetini öğrenerek, devrimci Marksist önderlerin izlerini takip ederek bunu yapmalıyız. Dünya çapında bir sınıf savaşı vereceğiz. Gereğini yerine getirmeliyiz. Dünya çapında partimizi kurmalıyız. Enternasyonali yaratmalıyız. Yüzünü görmediğimiz, Amerika’daki, Yunanistan’daki, Lübnan’daki, İsrail’deki, Rusya’daki, Nijerya’daki yüz milyonlarca işçi kardeşimizle dertlerimizin ortak olduğunu, ancak hep beraber kurtulabileceğimizi bilerek bunu yapmalıyız. Daha önceki yenilgilerimizden dersler çıkartarak aynı hatalara yeniden düşmeden bunu yapmalıyız. Tüm bunları yapabiliriz. Onların topundan öcümüzü alabiliriz. Yeter ki isteyelim, gereklerini öğrenelim ve yapalım. Sadece örgütlenmemiz gerekiyor. Sonunda kocaman bir elma şekerini andıran mutlu bir dünya bizi bekliyor. Hepimiz ne kadar devrimci Marksizmin birer neferi olabilirsek güzel günler o kadar çabuk gelecek. Ve iyi ki o günlerde patronumu öldürmemişim. İyi ki İşçi Özeğitim Grupları ile tanışmışım ve onlar bana dünyayı anlatmışlar. İyi ki devrimci Marksizmden taviz vermeyen canla başla çalışan, sabırla bizlere bunları anlatan insanlar var. İyi ki Marksist Tutum var. Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz! Yaşasın İşçilerin Uluslararası Birliği! bir sağlık işçisi
Ekimden Devrime Onlarca ulusun hapishanesinden, Milyonlarca ağız haykırıyor… Sor bunların hesabını! Haykırıyor ellerim… Sor bunların hesabını! Nasırlarım, yaralarım, eksilen parmaklarım kadar sor! Haykırıyor gözlerim… Sor bunların hesabını! Yitirdiğim ışık kadar, göremediğim dünyam kadar sor! Haykırıyor alnım… Döktüğüm ter için, Sor bunların hesabını! Haykırıyor midem… Açlığım kadar, Sor bunların hesabını! Haykırıyor dilim: Sustuğum her saniye için… Sor bunların hesabını! Haykırıyor damarlarım: Akıtılan her damla kan için, Sor bunların hesabını! Açıldı bak gözlerim, Bükülmüyor bileğim, O büyük günün özlemiyle çarpar yüreğim… Yürüyor büyük adımlar, büyük güne. Yürüyor trenin sesi, devrimin çığlığı yürüyor. Yürüyor gümrük, yürüyor posta, yürüyor telgraf… İlk defa işçiler için yürüyor işler… Yürüyor Putilov, Yürüyor tekstilci kadınlar, Yürüyor Petrograd, yürüyor Rusya… Yürüyor diller: “ekmek isteriz” Büyüyor kavga: “kahrolsun otokrasi” Büyüyor… “kahrolsun savaş” Büyüyor daha… “yaşam hakkı, mülkiyet hakkından üstündür” Yürüyor ayaktakımı, Fabrikalardan, atölyelerden, evlerden, kışlalardan Fa Sokaklara çıkıp… DEVRİME! Beylikdüzü’nden bir kadın tekstil işçisi
43
Aralık 2006 • sayı: 21
marksist tutum
Gerçek Özgürlük İçin Ailem, çevremdeki insanlar, bana hep özgür yaşadığımı, istediğim her şeyi yaptığımı söylerlerdi. Ben de gerçekten özgür yaşadığımı düşünürdüm. Gerçek özgürlüğün ne olduğunu bilmeyen biri için benim yaşadıklarım özgürlüktü. İstediğim her şeyi yapıyordum. Sevmediğin istemediğin bir insandan ayrılıp evliliğini bitirmek, gece geç saatlerde eve gelmek, diskolara barlara gitmek, maçlara gidip bağırmak, yenilince üzüntüden, yenince sevinçten sokaklarda çığlık çığlığa bağırıp elinde içki şişesiyle dolaşmak, boş arazilerde inşaat köşelerinde tiner çekip uyuşturucu almak. Bunların hepsini yapmasam da çoğunu ben de yaptım, yapan arkadaşlarım oldu yanımda. Bu iğrenç sistem öylesine örgütlü ki insanı her şeyiyle kendisine çekiyor. Televizyonuyla gazetesiyle insanın hayatını bir özenti haline getiriyor. Ta ki bilinçli ve örgütlü mücadeleyi doğru kavrayan Marksist Tutumcu bir arkadaşla tanışana kadar. Şimdi dönüp bakıyorum da geçmişime, hiç de özgür yaşamamışım. Ben bir köyde doğdum büyüdüm, işçinin ne olduğunu bilmezdim. Bir gün televizyonda film seyrediyorum, filmde bir konfeksiyon atölyesi canlandırılıyordu. İşçiler önlüklerini giyiyor, makinalarının başına oturup çalışıyorlardı. Beni o kadar etkilemişti ki “ne kadar güzel çalışıyorlar, ben de çalışabilsem öyle bir fabrikada” demiştim. 16 yaşındaydım ama hayata dair hiçbir şey bilmiyordum. Yaşadığım yer bir köydü ve köylerde 18-20 yaşına kadar evlenmeyen kızlar evde kalmış “kötü” kız olurdu, iyi bir kız olsa bu yaşa kadar evlenir denirdi. Sağ olsun annem babam beni “kötü” kız yapmadılar, daha 17 yaşındaydım beni evlendirdiler. Hem de hali vakti yerinde biriyle; mutlu olacaktım, paraları vardı çünkü. Evlenen bendim ama fikrim sorulmadı, mal gibi satıldım. Benim için yeni bir hayat başlamıştı artık, bir koca bulmuş, şehirli olmuş ve çalışmaya başlamıştım. Ama filmde izlediğim gibi değildi hiçbir şey, her şeyi saatle yapıyorsun, her şey için bir zil çalıyordu. Yatıyorsun sabah uyanmak için saat kuruyorsun, daha güneş bile doğmadan zil sesiyle uyanıp fabrikaya gidiyorsun, orda da bir işbaşı zili ya da usta bağırıyor “işbaşı oldu herkes yerine” diye. Ondan sonra çay zili bekliyorsun, sonra yemek, sonra bir çay daha, ama bunların hepsine dakikalar koyulmuş, sadece tuvalete gidebiliyorsun. Ya da bir sigara içebiliyorsun. İşbaşında bunları yapmak yasak ve bunun adına da dinlenme molası diyorlar. Molayla hiçbir ilgisi yok, kendi çalışma düzenlerini daha disiplinli ve üretken kullanmak için verdikleri aralar bunlar. Nihayet paydos ziline sıra geliyor ve günün tamamı bitiyor. Ertesi günler yine aynı şekilde. Bütün günler birbirine benziyordu, hiç de filmdeki gibi güzel değildi. Evliliğim de ailemin dediği gibi mutlu gitmiyordu ve bitti. Benim için tekrar yeni bir hayat başlamıştı ve yukarda özgürlük yanılsaması diye nitelediğim hayatı yaşamaya başladım. Ben yaşadığım hayat içersinde öylesine kaybolmuşum ki kim olduğumu bile bilmiyordum. Kendime dair bildiğim tek şey ismimdi, bunu şimdi daha iyi anlıyorum. Şu anda da çok şey bilmiyorum ama işçi olduğumu ve dünyadaki her şeyi işçilerin yarattığını biliyorum. İlk tanıştığım zamanlar arkadaşıma patronumun çok iyi bir insan olduğunu anlatıyordum. Ama o patronların kim olduğunu biliyordu. Bense çok inatçı biriydim, dediğimde diretir, “ben yaşadığımı bilirim, benim patronum iyi biri” derdim. Ama o bıkmadan usanmadan bana gerçeği, benim kim olduğumu, patronların kim olduğunu gösterdi. Lenin de bir yazısında şöyle diyordu “sabırla öğren, öğret ve örgütle”. Evet, başarmıştı bunu, haya-
44
tımda ilk defa inadımı sürdüremedim ve patronların kim olduğunu kabul ettim. Çünkü sabırla öğretti. Artık biliyorum ki yaşadıklarımın hiçbirisi özgürlük değildi. Patronlar kendi özgürlüklerini sürdürmek için bizi, biz dünya işçilerini kandırıyorlar. Biz işçiler ölesiye çalışıyor üretiyoruz. Patronlarsa kollarını bile kıpırdatmadan her şeyin sahibi oluyorlar. Ve bunu örgütlü bir şekilde yapıyorlar, bizi en başta ailemizle karşı karşıya getiriyorlar. Ailene ne kadar para veriyorsan o kadar özgürsün ve o kadar seviliyorsun! Marksist Tutum sayesinde işçi olduğumun farkına varana kadar evde en çok sevilen kişi bendim. Ne zamanki işçi olduğumun farkına varmaya başladım, evde öcü oldum. Evde olmam gereken saatler belirlendi, yapmam gereken işler çıktı. Hani ben özgürdüm, istediğim saatte eve gelip giderdim, istediğim her şeyi yapardım, ne oldu? Ben aynı bendim. Eskisinden daha erken eve geliyor, daha düzenli yaşıyordum. Ama onlar için önemli olan eve erken gitmem, düzenli yaşamam değildi. Tabii ki onlar için önemli olan paraydı, sadece para. Beni eve para getiren bir makine olarak görüyorlardı. Ve bütün yaptıklarının tek bir sebebi vardı, eve artık eskisi gibi para vermiyordum. Aldığım maaş ancak bana yetiyordu. Ya bu iğrenç sistemin pislikleriyle yaşayacaksın (tabii buna yaşamak deniliyorsa) ya da bu pislikten kurtulmak, gerçek özgürlüğün ne olduğunu öğrenmek için mücadele edeceksin. Gerçek bir mücadele ancak doğru bir önderlik, bilinçli bir örgütlülük ile olur. Hayatımda çok bitişler ve başlangıçlar oldu. Ama bu sondu, ben tekrar yeni bir hayata başladım, hem de tertemiz, içinde çıkar ilişkisi yok, kandırmaca yok, yalan yok, mutluluk burada. Daha önceki yaptıklarımın hiçbirinin özgürlük olmadığını bir kez daha vurguluyorum. Bizim, biz dünya işçilerinin ürettiği her şeye sahip olanlar patronlar ve onların verdiği bilinçle yaşadığımız sürece hiç özgür olmayacağız. Elif Çağlı’nın çok güzel bir şiiri var: “Diller, Dudaklar ve Gözler”. Burada aklıma o geldi. Ne güzel tanımlamış insanı, yüreğine sağlık. Elif Çağlı’nın da dediği gibi biz insanız, elleri, dudakları ve gözleri olan insanlar. Gerçekten özgür yaşamak, mutlu olmak istiyorsak gözlerimiz onların görme dediklerini görmek zorunda. Dillerimiz onların duymak istemediklerini söylemek zorunda. Bizim olanı geri almak için susmamızı emredenlerin sesini susturmak zorundayız. Ne zamanki doğru bir önderliğin peşinde bilinçli işçiler olursak insan gibi yaşamayı, bizim olanı geri almayı başarırız. Dünyanın bütün işçileri birleşin! Örgütlüysek her şeyiz örgütsüzsek hiçbir şey!
Esenler’den bir kadın işçi
Aralık 2006 • sayı: 21
marksist tutum
İşçi Sınıfı Bu, Geldi Mi Alıp Götürür!
Büyüyor
Geçtiğimiz günlerde Diyarbakır, Urfa, Muş, Mardin ve Mersin’de 40 kişinin ölümüne, 5 kişinin kaybolmasına, binlerce hayvanın telef olmasına yol açan, binlerce hektar araziyi sular altında bırakan bir sel felâketi yaşandı.
Her günün sabahında, uzun iş yollarında akıyor zaman. Ne zamanın gidişini görebiliyor ne de zamandan geriye dönebiliyor insan. Bir koşuşturmacalar silsilesidir uzayıp gidiyor. Geçtiği yolları görmüyor, gördüğü yüzleri bilmiyor, bildiği yüzler günden güne yabancı; aynada her gün gördüğü yüz kimin? Bilindik, tanıdık yüzler var hafızasına kazınan; fabrikada çeliğin, ay sonunda patronun, meydanlarda, köşe başlarında, karanlıklarda namlunun yüzü… Sabırlı olmayı öğütlüyor bazı inançlar, hak almayı değil! Susmayı öğütlüyor ebeveynler, konuşmayı değil! Kaderci olmayı ve boyun eğmeyi öğütlüyor idareciler, “idare ediyorlar” hepimizi, idare… Başka yolu olmadığını öğütlüyor kitaplar, başka yolu olmadığına inanmamızı isteyenler tarafından yazılan… Diziliyoruz makinelerin önünde, hiç giyemeyeceğimizi bildiğimiz montlar üretiyoruz giyeni sıcacık tutan. Alıyoruz elimize küreği kazmayı, hiç oturamayacağımızı bildiğimiz denize nazır villalar yapıyoruz. İniyoruz madenlere, ellerimizi kollarımızı bağlayacakları zincirler için demir çıkarıyoruz. Ekmekler üretiyoruz yiyemediğimiz, sebzeler yetiştiriyoruz tadını hiç bilmediğimiz, evlatlar yetiştiriyoruz adını koymadan savaşlarda yitirdiğimiz! Ve birileri, yüzyıllardır sırtımızda kaşıyor göbeğini! Oysa tükürsek boğacak kadar yakındık sonlandırmaya kara yazgıyı, silkelesek uçup gidiverecekti üstümüzden kan emen sinek… Ama yapamadık; dilimize kilit vuruldu, kolumuza zincir, ayaklarımızda prangalar gezdirdik cilalı potinler yerine, üzerimize çöken karartıyı görmemek için gömdük başımızı toprağa, deve kuşundan acizdik… Oysa tükürsek boğacak kadar yakındık sonlandırmaya kara yazgıyı, elimizi kaldırsak kaçacaktı meyvelerimizi eşeleyen karga… Ama yapamadık; kapatıldık zindanlara bir daha güneşi görmemecesine, arkadaşlarımız, sevgililerimiz, annelerimiz, kardeşlerimiz katledilirken meydanlarda ve köşe başlarında, evimizde televizyonlardan izledik kirletilişini tarihin. Deve kuşundan acizdik… Oysa tükürsek boğacak kadar yakındık sonlandırmaya kara yazgıyı, elimizi uzatsak tutacak kadar yakınımızdaydı zafer; Ve birileri hâlâ sırtımızda kaşıyor göbeğini! Uzansak tutacak kadar yakınımızda zafer. Büyüyor yıllarca sırtında sopa kırılan çocuk, büyüyor büyüdükçe biriktirerek; büyüyor son savaşını vermek için ve büyüyor son vermek için sömürüye…
Yakınlarını, evlerini, tarlalarını kaybeden, karakışın ortasında selle boğuşan yüzlerce insan günlerce devletin gelip onlara yardım etmesini bekledi. Devlet yardıma gelmediği gibi devletin temsilcisi, burjuvaların katıksız uşağı başbakan afetten sonra öyle açıklamalar yaptı ki, afeti yaşayanlar, devletin ve burjuvaların gözünde zerre kadar bir değer taşımadıklarını bir kez daha anladılar. Başbakan “bölgeyi Genel Afet Bölgesi ilan etmeye gerek yok” diyordu. Geniş kapsamlı bir hasar tespit çalışması, ardından sel mağdurlarına gerekli yardımların yapılması, kentlerin altyapısının insanca yaşamaya uygun olarak yeniden inşası burjuva devlet için gereksiz masraflardan başka bir şey değildir. Başbakan bunu ortaya koymuştu aslında. Üstelik dahası da var. Başbakan baş “bakan”lığını yaptı ve afete sadece baktı. Kriz masası kurmayı gereksiz bulan, eli kolu bağlı oturan bu zatı-muhterem, doğrusu yüzsüzlükte de sınır tanımıyordu: “Bazı şeylerin abartılması bizi üzüyor. Sanki başka yerlerde doğal afetler görülmüyor. En gelişmiş ülkelerde bile böyle felâketler oluyor. Doğal afet bu, geldi mi alır götürür!” Doğrusu bu afette doğal bir yan bulmak için çok uğraşmamız gerekir ama başbakanın sözleri çok doğal. Çünkü o, temsilcisi olduğu burjuvalar adına konuşuyor. Çünkü onun adına konuştuğu devlet bizlerin değil patronların devleti. Bu devlet, işçiler, emekçiler, ezilenler için değil sermaye için var. Bizlerin daha iyi bir yaşam sürmesi için hiçbir hizmet yapmayan, yaptığı her şeyin karşılığının fazlasını vergilerle burnumuzdan fitil fitil getiren bu devlet, sıra patronlara gelince nasıl da cömert davranır. Ucuz krediler, yeni yatırımlar için hibeler… Ulaşım, sağlık, eğitim ve barınma gibi en temel ve insani ihtiyaçlarımız için bizi soyup soğana çeviren kim? Asgari ücrete zam yapmaya gelince aslan kesilip kükremeye başlayan devlet, meselâ sıra silahlanmaya gelince hiç masraftan kaçıyor mu? Bir yerde çığ, sel falan olsa imkânları el vermediği bahanesiyle oraya zamanında gidemeyen devlet, sıra işçilerin hak arama mücadelelerine gelince erkenden ve tam tekmil orada olmuyor mu? Hiç polisiyle, panzeriyle devletin sizden önce alandaki yerini almadığı bir mitinge katıldınız mı? Jandarmasıyla, polisiyle koşup yetişip müdahale etmediği bir grev, bir eylem duydunuz mu? Orada devletin fazlası vardır eksiği yoktur. İnsanca bir yaşam için su, kanalizasyon, yol, okul, park, hastane falan beklerseniz cevap hep aynıdır; “her şeyi devletten beklemeyin!” Sıra baskı ve sömürüye gelince bu devlet her tarafa yetişir, beklediğimizden fazlasını verir. Bu devlet bizim devletimiz değil ve bize insani hiçbir şey sunamaz. Bu devlet var oldukça doğal afet geldi mi bizi gerçekten alır götürür. Başbakan doğru söylüyor. Ama bizler bir doğrunun daha farkındayız. Biz işçi devletini kurduğumuzda, tarihin akışı değiştiğinde, burjuvaların hepsini alıp götüren bir sel olacağız. Başbakanımızın ömrü yeterse o gün ona ve onun gibilere diyecek bir çift lafımız olacak: İŞÇİ SINIFI BU, GELDİ Mİ ALIR GÖTÜRÜR! Kartal’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
Şişli’den MT okuru bir tekstil işçisi
45
Okurlarımızdan Ailenin Kutsallığı Bugün burjuva düzen halen yerinde duruyorsa, bunu bir ölçüde de “kutsal” aileye borçludur. Aile, bir kurum olarak burjuva düzenin yapıtaşıdır ve onun devamı için hayati bir önem taşır. Kapitalist sistem insanlığı uçuruma doğru sürükledikçe, bu sistemin devamı açısından ailelere düşen görev de artıyor. Yaşadıkları sistemde savaşlar, açlık, işsizlik vb. birçok soruna erken yaşlarında tanık olan gençlerin içlerinde büyüyen isyan duygusunun bastırılmasında ailenin rolü büyüktür. Örneğin çocuk, yaşananların kaderi olduğu ve dolayısıyla buna boyun eğmekten başka bir çaresi olmadığı veya bu tür sorunlara takılmayıp kendi paçasını kurtarması gerektiği yönündeki yanlış düşünceleri, ilk önce ailede anne ve babasından öğrenir. Oysaki kapitalizm altında işçi sınıfının çocukları için bireysel kurtuluş imkânsızdır. Bizler işçi sınıfının evlatları olarak, sınıfsal değil de teker teker kurtulma-
nın hayallerine kapıldıkça aslında burjuvazi tarafından teker teker avlanmış olacağız. Çünkü burjuvazinin istediği tam da budur: Gençlere bireysel kurtuluş hayalleri aşılayarak onları örgütlü bir mücadeleden uzak tutmak. İşte aile de bu konuda burjuvazinin en büyük destekçisidir. Ailemizden bu temelde kopamadığımız sürece onlar tarafından sürekli sıkı bir denetim altında oluruz. Örneğin arkadaş çevremizin kimlerden oluştuğu, kimlerle buluşup nereye gittiğimiz, hangi kitapları okuduğumuz ailelerin en büyük ilgi alanlarına girer. Eğer onlar için ters bir durum söz konusuysa meselâ “iyi aile” çocuklarıyla değil de politik insanlarla görüşüyorsan, arkadaşınla ders çalışmaya değil de politika tartışmaya gidiyorsan, derneklere gidiyorsan, örneğin “Şu Çılgın Türkler” kitabını değil de Marksist kitaplar okuyorsan sorun var demektir. Bu noktadan sonra ailenizin sizi kendi istediği şekle sokabilmesi için elinde birçok “ikna” yöntemi vardır: Duygu sömürüsü yapmak,
Kapitalizmde Paran Yoksa Mezarda da Rahatın Yok! Burjuvazinin, işçi sınıfının dirisine de ölüsüne de bir kâr aracı olarak baktığı bilinen bir gerçek. Her gün beslenemediği, sağlık hizmeti alamadığı, barınma ihtiyacını karşılayamadığı için ölen insan sayısı hiç de azımsanacak gibi değil. Ya bombaların yağdığı, vücutların, yüreklerin paramparça olduğu burjuvazinin hegemonya arenaları… Burjuvazi yalanlarla, acılarla, kanla besler sistemini. Bu sömürücü sınıf, eğitim sistemi, medya, aile, din ile işçi sınıfına ideolojisini pompalamaktadır. Burjuva ideolojisi, işçi sınıfı içinde mekanizmalarını güçlendirerek kapitalizmin devamlılığını sağlar. Burjuvazi sömürü düzenini devam ettirmek için, dini inançları da kendi çıkarına kullanır. Sınıfsal tepkilerin yokluğunu yaşadığımız bir kötü dönemden geçmekteyiz. “Şükret bunları bulamayanlar da var”, “isyan etme Allahın gücüne gider”, “kaderimizde ne varsa onu görürüz”, “bu dünya önemli değil, ahrette verecekler bunun hesabını”, “bu dünya geçici, Allah bunun hesabını sorar” ve haksız savaşlarda ölen işçi sınıfının evlatları için söylenen “vatanı için şehit oldu” gibi söylemler, bilinçsiz, örgütsüz, dağınık, işçi sınıfının söylemleridir. Burjuvazi dine yüzyıllardır boşuna yatırım yapmıyor, bunu yapmakla emekçi kitleleri öbür dünya hayalleriyle oyalıyor. Oysa burjuvazinin başka dünyası yok, her türlü hesap kitabını bu dünyada görmekte. Çarpıcı bir örneği, “acaba diğer insanları da hiç düşündürür mü?” diye aklımdan geçirerek sizinle paylaşmak istiyo-
46
harçlık vermemekle tehdit etmek, evden atmakla korkutmak, hatta şiddete başvurmak. Ailenin tek işlevi gençleri politikadan uzak tutmak değil elbette. Onlarca saat berbat koşullar altında çalışarak aldığı asgari maaşla ailesinin geçim yükünü tek başına omuzlarına alan işçi; çalışma koşullarına, maaşına, işine, patronuna yani aslında bu sisteme kusması gereken nefretini akşam eve geldiğinde ailesine kusar, özellikle de eşine. Öfkesini patronuna değil de ailesine yönlendiren işçi, patronlar için zararsızdır. Sonuç olarak burjuvazinin “kutsal” ailesi gençler için bir hapishane, ebeveynler içinse sisteme karşı olması gereken kinlerini birbirlerine kustukları bir tımarhanedir. Bizlere düşen görev burjuvazinin “kutsal” ailesinin bağlarını güçlendirmek için değil, bu sisteme karşı devrimci mücadele bağlarını güçlendirmek için uğraş vermektir. Yıldız Teknik’ten MT okuru bir öğrenci
rum. Her gün yolumun üzerindeki bir mezarlıktan geçerken bütün mezar taşlarına bakmadan geçemiyorum. Bu mezar taşları nice insanların varlıklarını bizlere gösterme geleneğiyle süslenmiştir. İnançsal simgelerdir. Mezarlar, “zavallı bu dünyada rahat edemedi mezarında rahat etsin” temennileriyle, mermerle çevrelenir. Bir gün baktım ki yapılmış tüm mezarlar daha önce zaman zaman çaktırmadan kırılıp yeni mezar yerleri açılırken şimdi büyük bir yıkım başlamış. Mezarlık çıkışında rastladığım yazı beni oldukça şaşırttı. “Defin işlemleri yapıldıktan 5 yıl içinde mezar yeri kullanım belgesi alınmayan ve üst yapısı yapılmayan mezarların mezar yeri kullanım belgesi hakkı kaybolur.” Yani düzenli bir para ödeyemiyorsan mezarında da “öteki dünyanda” da rahat yok. İşçi arkadaş! Sanma ki hesap başka dünyada. Hesap sorma zamanı şimdi, bu dünyada. Bu dünyadan başka dünya yok. Bu dünya bizim. Biz üretiyoruz tüm zenginlikleri. Acılar, umutsuzluklar, ölümler, yokluklar değil hak ettiğimiz. Hakkımız bu dünya ve bu dünyanın tüm zenginlikleri. Hesabımızı bu sistemden, soluduğumuz her gün yılmadan, bıkmadan sormalıyız. Her gün yeniden yeniden öğrenmeliyiz sınıf ideolojimizi, hücrelerimizi yeniden yeniden arındırmalıyız burjuvazinin yalanlarından. Her gün ve her gün uyandırmalıyız bir sınıf kardeşimizi bu derin uykudan, yalanlardan arındırmalıyız. Birer birer kapılarını çalmalıyız. Devrimci mücadelenin neferleri olmalıyız. Topkapı’dan MT okuru bir sağlık işçisi
Okurlarımızdan Merhaba Marksist Tutum okurları. Ben bir sınıfa ait olduğumu kavradıktan sonra (bunu da dergimiz ve arkadaşlarımızın emeği sayesinde becerebildim) dünyayı, yaşamı ve hayatın değişmez doğal yasaları olduğunu düşündüğüm her şeyi sorgulamaya başlayan bir işçiyim. Bu şansa sahip şimdilik görece az sayıdaki insanlardan biriyim. Yukarıda değindiğim gibi bunda dergimizin ve İşçi Özeğitim Gruplarının etkinliklerinin çok faydası oldu. Benim kafamda yeni ufuklar açan son etkinliğimizden bahsetmek istiyorum. Bu etkinliği diğerlerinden ayıran bir fark vardı. Savaşın ve emperyalizmin yüzünü hiç bu kadar çıplak görmemiştik bizler. Sinevizyon gösterisi boyunca boğazımda bir yumrukla slaytları izledim. Bir ara etrafıma baktığımda herkesin aynı duygularla görüntülere baktığını fark ettim. Gözleri dolanlar, bakamayanlar ve donup kalanlar. O an aklıma şunlar geldi: kapitalizmin bütün ideolojik bombardımanına rağmen insan yine de insandı. Doğalarında bulunan o ulvi insani duygular körelmiş olsa bile hâlâ mevcuttu. Üzerlerindeki ölü toprağının silkeleneceği anı bekliyordu. İşte arkadaş, bizim görevimiz tam da burada başlıyor. O körelmiş duyguları bilince çıkarma görevi bizim en önemli işimiz olmalıdır. İşimiz insanların zannettiği kadar zor değil. Kapitalizm artık pisliklerini saklayamıyor. Kendi sonuna doğru hızla ilerliyor. Fakat biz çalışmazsak kapitalizmle beraber bu mavi gezegen de, yaşam da yok olacak.
Yeni vergiler ve zamlar bombalar gibi üzerimize yağıyor. En temel ihtiyaçlarımıza günden güne zam gelirken, aldığımız maaşlar ya sabit kalıyor ya da düşürülüyor. Hatta asgari ücretin bile fazla olduğu söyleniyor. Kiraya zam, elektriğe zam, ekmeğe zam, köprüye zam! Bir de bunlar yetmiyormuş gibi geleceğin işsiz işçileri olan çocuklarımızın okul masrafları belimizi büküyor. Hal böyleyken bakın patronlarımız bizlere nasıl nasihatler veriyor. Patronlar diyor ki; eğer maaşlarınızı beğenmiyorsanız yeteneklerinizi geliştirin ve farklı mevkilerde farklı gelirler elde edin. Peki, yetenekli olmak bizleri kapitalist sömürüden kurtaracak mı? Tabii ki hayır! Yetenekli makineciler de, tepesinde izlenme korkusuyla bunalıma girdiği kameradan, aynı anda üç makineyi çalıştırmaktan kurtulamıyor. Hangi iş kolunda olursa olsun yeteneğin patronların kâr hırsları için kullanıldığı sürece, kapitalist sömürüden asla kurtulamayacaksın! Aslında yetenekliyiz; ama 10-12 saat kan ter içinde çalışmakta, işten atılma korkusuyla sabahın karanlığından akşamın karanlığına gün ışığına hasret kalmakta, insan olduğumuzu bile unutmaktayız. Duyarsızlaştırılmış, kanıksatılmış gözlerimizle gerçeklere değil havaya bakıyoruz. İlle de kafamıza mı düşmesi gerekiyor bombaların? Daha doğmamış çocuğun canını istiyorlar bizden. Bedeli bu olmamalı. Sıra bize geldiğinde yanımızda kimseyi bulamayacaksak eğer, kimin yanında olmamız gerektiğini iyi bilmeliyiz. Tarih göstermiştir ki ezilenler bir ayağa kalktı mı egemenler kaçacak delik arıyor. Gücümüzün farkına varmak için tarihten ders çıkarmalıyız ve bunun yolunun Marksizm ve sınıf olma bilinci olduğunu unutmamalıyız. Yılmadan usanmadan öğrenmeliyiz, çünkü sınırların olmadığı, sınıfların olmadığı, özgür bir dünyanın yolu buradan geçiyor.
Gebze’den bir petro-kimya işçisi
Sekiz yıldır çuval fabrikasında çalışan bir kadın işçiyim. Çalışmaya başladığım zaman fabrikamız dört senelik yeni bir işyeriydi. İş bulduğum için çok mutluydum, çünkü parası güzeldi. On beş günde bir prim alıyorduk. Mesai de %100’dü. Üç sene sonra fabrika tam düzene girdi, pazarda yerini tuttu derken patron bizden ücretleri kısmaya başladı. Önce primimizi kesti, sonra cumartesi günlerini fazla mesaiden değil normal işgününden saymaya başladı. 2001’e kadar dört ikramiye alıyorduk. 2001’den sonra iki ikramiye vereceğini söyledi. Onu da bir sefer verdikten sonra ikramiyelerimiz mazi oldu. İşçinin kanını, canını, terini, çoluğunun çocuğunun nafakasını götürüp bir cipe yatırdı. O zaman hepimiz korkmaya başladık. Kaynar suda biz de kaynayacaktık. Bütün haklarımız elimizden alınmaya başladı. Daha sonra aylıklarımızı da kesmeye başladı. Bu durum 6 ay sürdü. Çocuğa harçlık verir gibi haftalık para alıyorduk. Bu durum karşısında en sonunda eylem kararı aldık. Bir hafta boyunca makinaları kapatıp oturduk. Müdürümüz “patronlar yurtdışında, üç ay gelmeyecekler, o yüzden paranız verilmeyecek” dedi. Biz de işyerinin kapılarını kilitledik. “Biz açlıktan öleceksek sen de öl!” dedik. Beş dakika sonra müdür patronları fabrikaya getirdi. Patron bize her haftasonu içeride kalan maaşlarımızı vereceğini söyle-
İstanbul’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
di ve biz de kabul ettik. Daha sonra, o dönemde grevde olan kızımdan bu konularda bilgi almaya başladım. Çünkü bilinçli değildik. Bizler bilinçli olmadığımız için kandırılıyorduk. 2006’nın Mayıs ayında bize “sizleri 1 ay ücretsiz izine çıkartıyorum” dendi. Bir de harçlık verince hepimiz kabul ettik. Daha sonra danıştığımız arkadaşlar hata yaptığımızı söylediler. Çünkü elimizde bir belge yoktu ve patron bunu çok iyi kullanabilirdi. Öyle de oldu. İşyerine noterle gittiğimizde müdür bizi içeri almadı ve işten çıkartıldığımızı söyledi. Hemen orada avukat çağırarak dava açtık. Dava günü geldiğinde bile yine hiçbir şey bilmiyorduk. Avukat kapıda beklememiz gerektiğini söyledi. Gerek yok gelmenize dedi. Ama UİD-DER’den yanımızda olan birkaç arkadaş bize davamız sırasında içerde olmamız gerektiğini, böyle yaparak davayı ne kadar sahiplendiğimizi göstereceğimizi söylediler. Söyledikleri doğruydu. Bizler ne kadar bilinçli olursak o kadar iyi sonuçlar alırız. Patronlar bu konuda çok uyanıklar, çünkü onlar diğer deneyimlerinden dersler çıkartıyorlar ve ona göre yol çiziyorlar. Bizler de dersler çıkarmalıyız yaşadığımız sorunlardan, çünkü o zaman kazanırız. Maltepe’den bir işçi
47
Okurlarımızdan Planlı Yaşamak Bir zaman yolculuğudur hayat… Rotasız bir gemide mi, yoksa nereye gideceği önceden belirlenmiş rotalı bir gemide mi yolculuk yapmak daha kolay ve anlamlı? Gündelik yaşamın getirdiği koşuşturmalar esnasında, saatlerin hatta dakikaların nasıl geçtiğini anlayamayız bazen. Biz ona yön vermeden akıp gitmiştir. Ama nasıl ve ne şekilde? Oysa zamanın bu şekilde plan yapmadan akıp gitmesi bir kader değil! Zamanı örgütlemek, planlamak elimizde. Bu hiç de lafta kalacak bir düşünce değildir! Kapitalist sistemde günde 10 saatini patrona ücretli köle olarak satan bir işçi 8 saatini uykuya ayırdı diyelim. Kaçımız kalan 6 saatin 1 saatini olsa dahi kendi devrimci faaliyetlerimiz için planlamayı düşünüyoruz? Amacı dünyayı değiştirmek olan bir devrimcinin zamanı planlı ve verimli kullanmaktan başka bir seçeneği yok, bu bir zorunluluktur. Gündelik işlerin arasında boğulmuş, önünü görmeyi bırakın, yarın ne yapacağını bilmeyen biri devrimci olabilir mi? Zaman geçtikçe rutinleşen gündelik işlerinden verimsizliğe saplanmaya başlar. Bu durum kişiyi apolitikliğe sürüklemekten başka bir şeye sebep olmaz. Örneğin bir günde yapılması gereken üç farklı işimiz olsun. Eğer bu görevlerin ne zaman, nasıl yapılacağına önceden karar verip plan yapmazsak ertesi gün hiçbirinin yapılmadığını görürüz. Oysa programlı ve planlı davrandığımızda işler hızlı ve düzenli bir şekilde yapılmış olur. Böylece yaptığımız plan, işlerimize gerekli zamanı ayırmamızı sağlar. Programsızlık aynı zamanda apolitikliğin bir göstergesidir. Politik düşünen biri önceden neyi, nasıl ve neden yaptığını planlayandır. Aksi takdirde rastgele davranır ve bu yüzden de önünü göremez ve sorunlarına politik tarzda yaklaşmayı
öğrenemez. Burjuvazi kendi egemenliğini sürdürebilmek için bütün zamanımızı bizden çalıyor. 24 saatin neredeyse yarısını emeğimizin karşılığını alamadan satarız. Evlerimize gelmek için yollarda harcadığımız zaman da cabası. Kahrolası trafik çilesini de unutmamak gerek tabii ki… Kapitalist sistemin yaşamımız üzerinde planladığı zaman hikâyesi burada bitmiyor. Evinize yorgun bir şekilde attığınızda kendinizi piliniz bitmiş oluyor zaten. Ailemize, sevdiklerimize ayıracak ne zamanımız ne psikolojimiz kalmıştır artık. Eğer göz kapaklarımızı açık tutacak bir halimiz kalmışsa onu da burjuvazinin ideolojik aygıtı olan televizyona ayırırız ve kanepede sızıp kalırız. İşte dostlar, kapitalistlerin bize reva gördükleri ve yine kendi ideolojik zırvalarıyla doldurarak bize sundukları zaman dilimi! Bir robot gibi ayarlanmış sanki. Oysa hepimizin dinlenmeye, sinemaya gitmeye, kitap okumaya, sevdiklerimizle güzel zamanlar paylaşmaya ihtiyacımız var. İnsan gibi yaşamak deriz ya! Hangimiz kapitalizmin insanı gün be gün ölüme sürükleyen bu lanet perdesi altında insan kalabilmeyi başarabiliriz? Evet, kapitalizm hâlâ yıkılmayı bekliyor. O yüzdendir ki ZAMAN dediğimiz o değerli şeyi örgütlemek, planlamak zorundayız. Bunu hem kendi kişisel gelişimimiz hem de örgütlü mücadelemize olan inancımızla başarmak zorundayız. Bugünü, yarını planlı ve programlı bir şekilde örgütlemeden geleceğe sağlam adımlar atmamız güçleşecektir. Hadi o zaman… Kızıl bir dünya için bugünü örgütle, çünkü o senin yarının olacak!
Sevgili Marksist Tutum okurları, merhaba! Ben on üç yaşında, İstanbul Esenler’de oturan bir öğrenciyim. Devrim, insanların güzel bir amaç için yaptıkları mücadeledir. Devrimciler devrimlerini kapitalist sisteme, haksızlıklara ve bunlar gibi durumlara karşı sürdürürler. Patronlar işçilere, emekçilere haklarını vermiyorlar. Onlara, bu kapitalist sistem denilen sistemde haksızlık yapıyorlar. İşçilere hakları verilsin diye devrim yapılır. İnsanların birlik ve beraberliği birbirlerine güç verir ve insanlar birbirlerine iyice tutunurlar ve birlikte kocaman bir aile olurlar. Aslında onlar devrim yoldaşlarıdır. Ben de bir çocuğum ve kendimi devrimci hissediyorum. Ben de o büyük ailedenim. Ben, çevremdeki kardeşlerim ve kuzenlerim beraber beş kişiyiz. Ben hepimizin devrimci olacağına inanıyorum. Dünyanın her yerinde işçiler ve emekçiler vardır. Dünyada çocuk işçiler de vardır. Bu çocuk işçilerin çalışması yasaktır. Ama bazı patronlar çocukların az ücretle çok çalışmasını isteyip çocukları çalıştırıyorlar. Çocuklar çok çalıştırıldığı için gözlerinin altı çöküyor. Çocuklar çok çalışmak istemez. Ama aileleri çalıştırır. Ailelerinin onları çalıştırmak için bir sürü sebebi vardır. Bunlar; annebabalarının okuryazar olmaması, anne ve babasının geçim sıkıntısı yaşaması ve benzeri nedenlerdir. Patron bu, hak düşmanı. Patron diye bir şey olmaması için, işçiler ve devrimciler bu kötü kapitalist sisteme ve faşistlere hayır demelidir. Haklıyız, haklarımız için mücadele edeceğiz! Esenler’den MT okuru bir öğrenci
48
Bağlarbaşı’ndan bir sağlık işçisi
Kavgayı düşlüyorum Kavgayı düşlüyorum Bire on bire yüz bire bine bedel Toplanın ey bin yılların düşmanları Akacak kanımız var Yediden yetmişe Kavgayı düşlüyorum Çelikten atomdan öte Ülkelerden kıtalardan öte Vuruşulmakta an an. Kavgayı düşlüyorum İçinde barışı ve özgürlüğü Doğuran devrimler düşlüyorum Her renkten işçinin alınteri Kan kırmızı damla damla Damlayan.
Marksist Tutum okuru bir matbaa işçisi