Mt no 22

Page 1

Milliyetçiliğe, Liberalizme, Reformizme Aldanma! • Tehlikeli bir eğilim: Oportünizm

Ocak 2007

• Modernleşen despotizmin sivilleşme sancısı /10 • Uluslararası siyasetin eğilimleri

22

• Statüko düşkünlerinin darbe düşleri • Ülkücü-faşist hareketin tarihi /2 • Latin Amerika


Uluslararası Siyasetin Eğilimleri ve İşçi Sınıfı Utku Kızılok Hızla yayılmakta ve dünyayı etkisine almakta olan emperyalist savaşı durduracak olan dünya işçi sınıfının devrimci mücadelesidir. Ne var ki bu mücadelenin başarıya ulaşması için, burjuvazinin milliyetçi-yurtsever bilinç bulandırma operasyonuna karşı bağışık olmak ve ikircimsiz olarak proletaryanın enternasyonalist bayrağının altında toplanmak gerekiyor. Emperyalist savaşlarla birlikte dünya kapitalizminin canına okumanın gereğini de, işçi sınıfına bu bayrağı sunan devrimci bir uluslararası önderliğin inşası oluşturuyor.

Anaforun nesnel zemini ABD’nin işlerinin Afganistan’da ve Irak’ta istediği gibi gitmemesi; savaşın yürütülme biçimine ve izlenen taktiklere dair Amerikan burjuvazisi içinde bir “çatlağın” oluşması ve Rumsfeld’in istifa etmesi; ABD’nin Irak’taki durumunu tespit etmek üzere oluşturulan Irak Çalışma Grubu’nun yayınladığı rapordan sonra çekilme tartışmalarının yaşanması, dünya sosyalist hareketinin büyük bir kesimince Amerikan emperyalizminin yenilgisi biçiminde yorumlandı. Beri yandan Kongre seçimlerini az farkla da olsa Demokratların kazanması ve Cumhuriyetçilerin kaybetmesi de Bush ve şürekâsının yenilgisi olarak telakki edildi ve bu “yenilgi” Amerikan emperyalizminin yenilgisiyle özdeşleştirilmeye çalışıldı. Ne var ki ABD emperyalizmi yenilmediği gibi, dünyayı yıkıma sürükleyebilecek emperyalist savaş daha yeni başlıyor. Unutmayalım ki, emperyalist savaşın kaynağında, dünya ekonomisinin uzun bir dönemdir krizde olması ve emperyalist güçlerin nüfuz ve yatırım alanları üzerinde yürüttükleri hegemonya kavgası yatmaktadır. Dünyadaki tüm siyasal gelişmeleri koşullandıran ve belirleyen şey de işte bu nesnel zemindir. Savaşın, bugünden farklı olarak daha hangi biçimlere bürüneceğini ve nasıl sonuçlanacağını şimdiden kestirmek güç. Lakin bugün dar bir bölgede yürüyen sıcak savaş, giderek dünyayı bir anafor gibi etkisine almakta ve tüm verili siyasal dengeleri sarsarak savaşın büyümesinin yolunu açmaktadır. Nüfuz alanlarının yeniden paylaşımı kesin çizgileriyle belirleninceye kadar savaşın süreceği aşikârdır.

Nitekim dünya burjuvazisi kendisini her yönüyle böyle bir savaşa hazırlamaktadır. Bu hazırlık evresinde üç temel nokta öne çıkıyor. Birincisi, her büyük emperyalist savaş öncesinde olduğu gibi bugün de, emperyalist-kapitalist güçler arasında bir saflaşma ve kutuplaşma yaşanmaktadır; ancak harmanlanma henüz tamamlanmış ve ana kutuplar kesin biçimde ortaya çıkmış değildir, bu süreç devam etmektedir. İkincisi, savaş makineleri yıkıcı ve yok edici silahlarla yenilenmekte ve ordular savaş düzenine sokulmaktadır. Silahlanma yarışının hızlanması önümüzdeki süreçte savaşın nasıl bir karaktere bürüneceğini de ortaya koymaktadır. Üçüncüsü, içeride işçi-emekçi kitleler devlet terörüyle baskı altına alınmaya, militarist kültürle ve milliyetçilik zehiriyle bilinçleri bulandırılarak savaş cephelerine gönderilmeye hazır hale getiriliyorlar. İşçi sınıfını ve devrimci hareketi hedef alan faşizan yasaların hayata geçirilmesi ve burjuva demokrasisinin sınırlarının daraltılarak burjuva olağanüstü rejimlerin temellerinin döşenmesinin nedeni, bu süreçte doğabilecek bir iç savaşa hazırlıktır. İçinden geçtiğimiz dönemin siyasal eğilimlerine ilişkin bu tespit asla bir karamsarlığa ve kaderciliğe yol açmamalıdır. Doğada olduğu gibi toplumda da her eğilim kendi karşıtını bağrında taşır. Bir taraftan kapitalizmin derin çelişkiler içine yuvarlanması ve savaşın baş göstermesi, öte taraftan da sınıf mücadelesinin giderek yükselmesi bunun kanıtıdır. İşçi sınıfının önderlerinden Lenin bir keresinde şöyle demişti: “Savaşlar devrimlerin anasıdır.” Her büyük savaş toplumu derinden etkiler ve kitlelerin verili yaşamını altüst ederek onları olayların içine çeker. Savaşsız bir kapi-

1


Ocak 2007 • sayı: 22

marksist tutum

talizm arzulamak beyhudedir. Savaşı durdurmanın tek bir yolu var; ona karşı devrimci mücadeleyi yükseltmek ve kapitalizmi alaşağı etmek! Bundan ötürüdür ki Marksistler, savaş hakkında yanılsamalar yaratılmasına ve kitlelerin bilinçlerinin bulandırılmasına karşı mücadele yürütürler.

ABD emperyalizmi cephe gerisini topluyor Irak savaşı öncesinde muazzam gelişmiş savaş makinesine güvenen Amerikalı emperyalistler, gittikleri her yerde karşılarında diz çöküleceğini ve hatta çiçeklerle karşılanacaklarını zannediyorlardı. Ancak evdeki hesabın tamı tamına çarşıya uymadığı gelinen kertede açığa çıkmış bulunuyor. Afganistan’da ve Irak’ta direniş kontrol altına alınamamış ve bu iki ülkede de asgari ölçüde istikrarlı rejimler kurulamamıştır. Böylece ABD emperyalizmi sıkışmaya ve tökezlemeye başlamıştır ki, bu durum, diğer alanlar için planladığı yeni saldırgan müdahalelerini zora soktu. Başladı başlayacak denen İran seferberliğinin gecikmesinin nedeni de budur işte. Keza nüfuz alanlarında doğan boşluk Rusya ve Çin’in elini güçlendirmektedir. Örneğin, geçtiğimiz aylarda toplanan, Chavez ve Ahmedinecad gibi liderlerin “anti-emperyalist” pozlar takındıkları Bağlantısızlar Hareketi’nin Amerikan karşıtı bir söyleme sahne olmasının başlıca nedenlerinden biri de, ABD’nin yaşadığı bu sıkışıklıktır. İşte böyle bir ortamda Amerikan burjuvazisi ve onun savaş kurmayı yaşanan bu sıkışıklığı çözmek üzere harekete geçti. Demokratların ve Cumhuriyetçilerin en kıdemlileri kurulan Irak Çalışma Grubu’na alındı. Bu Komisyonun görevi ABD’nin Irak’taki durumunu tüm yönleriyle tespit etmek, yeni strateji ve taktikler geliştirmekti. Komisyonun başına Demokratların eski Dışişleri Bakanı Lee Hamilton’ın ve geçen günlerde istifa eden Rumsfeld’in yerine atanan James Baker’ın geçirilmesi burjuvazinin meseleye nasıl baktığını ortaya koyuyor. Zira söz konusu olan, bu iki partinin bugün temsil ettiği kesimsel çıkarlar değil ABD emperyalizminin genel çıkarlarıdır. Komisyon Kongre seçimlerinden sonra raporunu yayınladı ve ABD’nin Irak’taki durumunu “çöküş”, “felâket”, “şok” sözleriyle betimledi. Amaç, şu anki Bush yönetimi üzerinde baskı kurmak ve onu kendi önerdiği stratejileri uygulamaya ikna etmekti. Bu sözlerin çekiciliğine kapılıp ABD’nin yenildiğini sanmak kaba bir yanlış olur. Sol liberallerin iddia ettiği gibi “maceranın sonuna” gelinmiş ve “ortak akıl” üstün gelmiş değildir. Sanki meselinin özü akıllılık veya akılsızlıkmış gibi, sol liberaller “aptal” Bushun ve “maceracı” Cumhuriyetçilerin karşısına “akıllı” Demokratları çıkartıyorlar. Olguların içyüzüne bakmayıp, onları soyut yargılara göre değerlendirince bu tür zırvalar üretmek mümkün oluyor; savaşa sebep olan “aptallar” gidip “akıllılar” gelince savaş da son buluyor! ABD emperyalizminin Ortadoğulu emekçi kitlelerin devrimci başkaldırısıyla yenilmesi elbette heyecan kasırga-

2

sına yol açacak ve sevinilecek tarihsel bir gelişme olurdu; ABD emperyalizmini yenen ve kapitalizmi alaşağı eden Ortadoğu devrimi, dünya devriminin yolunu açardı. Lakin gerçeklik ne yazık ki bu değildir. Irak ve Afganistan’daki direniş, kapsam, içerik ve hedefleri açısından anti-emperyalist değildir. Dolayısıyla tüm emekçileri seferber eden bir proleter devrim dışında, emperyalizmin Ortadoğu’dan def edilmesi mümkün değildir. ABD emperyalizmi için, bugün yürüyen savaş sadece bir Irak savaşı değil, nüfuz alanlarını ve pazarları tam bir denetim altına almak, diğer emperyalist güçler üzerinde mutlak bir egemenlik kurmak hedefiyle yürütülen bir savaştır. Gerek Komisyonun gerekse Demokratların önerdiği strateji ve taktikler ABD emperyalizminin bu savaşı kazanmasına dönüktür. Ne Komisyon ne de Demokratlar savaşın bitirilmesinden yanalar. Demokratların savaşa karşı olduğu ve hatta Irak’tan çekilmeyi savunduğu tezi koca bir yalandır. Demokratlar ve Komisyon, savaş sürecinde daha inceltilmiş yöntemlerin kullanılmasından, örneğin İran’a karşı farklı taktikler uygulanmasından, İran’ın Sünni Arap devletleriyle dengelenmesinden, Irak’ın bölünmesine karşı çıkılmasından ve en önemlisi de Avrupalı emperyalistlerin sürece dahil edilmesinden yanalar. Özetle Demokratlar ve Komisyon, gerek cephede gerekse cephe gerisinde yaşanan dağınıklığa son vermeyi, orduları moral açıdan donatmayı ve en önemlisi de içeride işçi-emekçi kitlelerin yatıştırılması gerektiğini savunuyorlar. Yani iki adım ileri sıçramak üzere bir adım geri! Öyle gözüküyor ki, genel düzlemde Amerikan burjuvazisi bu stratejiyi benimsemiş bulunuyor. ABD emperyalizmi cephe gerisini toplayana kadar emperyalist savaşın gidişatında geçici bir yavaşlama olsa bile bu, savaşın sıçramalı bir şekilde gelişeceği gerçeğini perdelememelidir. Dünya sosyalist hareketi boş hayaller yayacağına işçi sınıfını, emperyalist savaşı burjuvaziye karşı iç savaşa çevirmek üzere örgütlemelidir.

AB: fanteziler ve gerçekler Bir tarafta Avrupalı emperyalistlerin hayalini kurdukları, dünyaya hükmeden hegemon bir güç olarak AB fantezisi, öte tarafta ise verili gerçekler. Ulus-devletler topluluğu olan AB’nin ulusal çitleri yıkarak birleşik bir devlete dönüşmesi ve böylece baskın bir hegemon güç haline gelmesi gerçekten de bir fantezidir. Şu çok açıktır ki AB, bir ulusdevletin iç bütünlüğüne, dolayısıyla da manevra kabiliyetine sahip değildir ve asla bir ABD gibi davranamaz, davranamıyor. Gerçekler dünyasına çarpan Avrupalı emperyalistler nesnel şartlara boyun eğmiş bulunuyorlar. ABD’nin her türlü aracı kullanarak paylaşım alanlarına akın etmesi karşısında bunalan AB, ABD’ye tavır almaktan vazgeçerek ve hatta ona yanaşarak onun açtığı yoldan gitmeye başlamıştır. BM’nin İsrail katliamı sonrasında Lübnan’a yerleşmesini büyük Avrupa gazeteleri “Avrupa Ortadoğu’ya yeniden


Ocak 2007 • sayı: 22

döndü” başlıklarıyla verdiler. Oysa ABD ve İsrail istemeseydi AB’nin Ortadoğu’ya BM vasıtasıyla girmesi asla mümkün olmazdı. Bununla birlikte, emperyalist savaşın gidişatında beklenmedik pürüzlerin çıkması ABD emperyalizmini de AB ile işbirliğine mecbur ediyor. Öyle gözüküyor ki, ne kadar süreceği belli olmasa da ABD ile AB arasında belirli düzeylerde bir “ortaklaşma” söz konusudur. Elbette bu ortaklaşmanın karşılıklı ödünler temelinde oluşturulduğunu unutmamak gerek. Amerikan burjuvazisi Avrupalı dostlarını “Büyük Ortadoğu Projesi”ne dahil ederken, Avrupalı emperyalistler de projenin hayata geçirilmesi için NATO içinde aktif görev alacaklardır. Geçtiğimiz günlerde Guardian gazetesine bir yazı yazan Fransa Cumhurbaşkanı Chirac, NATO’yu övüyor ve ne gerekiyorsa yapacaklarını belirtiyordu. Daha geçen seneye kadar Avrupalı emperyalistler kendi ordularını oluşturmak ve NATO’dan da aktif bir şekilde yararlanmak için hummalı bir çalışma yürütüyorlardı; gelinen kertede AB’nin kendi ordusunu oluşturma fikri şimdilik, fiilen bir kenara itilmiş görünüyor. AB bağlamında konunun bir başka boyutunu ise Türkiye oluşturuyor. Türkiye’nin Ortadoğu ve Kafkasya’da bir koçbaşı gibi kullanılarak pazar ve yatırım alanlarının denetim altına alınması konusunda Avrupa burjuvazisi hem fikirdir. Bu meyanda, genç nüfusa ve ucuz işgücüne sahip Türkiye’nin Avrupa sermayesi için verimli bir yatırım alanı ve AB ekonomisi için bir gençlik aşısı olacağı özelikle belirtilmektedir. Paylaşım alanlarında hegemonya kuracak, ABD emperyalizmini, Rusya ve Çin gibi yükselmekte olan güçleri dengeleyecek bir AB ufkuyla hareket eden kesimler, Türkiye’nin uzun yıllara yayılan bir süreçte de olsa birliğe dahil edilmesini istemekteler. Burjuvazinin bu iştahlı kesimleri, AB’nin hedeflerine varması için cesur olması gerektiğinin altını çiziyorlar. Buna karşın,

marksist tutum

Almanya’da Angela Merkel, Fransa’da ise Nicolas Sarkozynin başını çektiği bir başka kesim, Türkiye’nin “imtiyazlı ortaklık” formülüyle dışarıda tutulmasını savunmaktalar. Onlara göre, Türkiye birlik içerisinde dizginlenemeyebilir ve böylece parçalayıcı bir faktöre dönüşebilir. Hem AB’nin mevcut yapısını korumakta güçlük çektikleri, hem de Türkiye konusunda bir netleşmeye varamadıkları için emperyalistler, sorunu geleceğe havale ettiler. Aralık ayında AB, Türkiye’nin Kıbrıs’ı tanımadığı ve limanlarını açmadığı gerekçesini ileri sürerek kimi müzakere başlıklarını dondurdu ve kimilerini de sonuçlandırmayacağı kararını aldı. Bu noktada, bir hususun altını çizelim. Eğer emperyalistler Türkiye ile birlik sürecini geciktirmek istemeselerdi asla Yunanistan’ın ve Kıbrıs’ın kaprislerine aldırmazlardı. Türkiye uzun bir dönemdir Avrupa iç siyasetinin bir parçası durumundadır. Avrupa’nın burjuva siyaset esnafı Türkiye karşıtlığı üzerinden prim toplama peşindedir. İşsizlik ve yoksulluğun pençesinde kıvranan emekçi kitleler, Türkiye birliğe girdiğinde Avrupa’yı göçmen işçilerin kaplayacağı tehdidiyle korkutulmaya çalışılıyor ve yabancı düşmanlığı kışkırtılıyor. “Medeniyetler çatışması” bağlamında “şeytanlaştırılan İslam” da yabancı düşmanlığını kışkırtmak üzere bir motif olarak kullanılıyor. Aynı şekilde, AB konusu Türkiye burjuvazisini de dikey bölen bir konu olmaya devam ediyor. Burjuvazinin statükocu-devletçi kanadı emperyalistlerin Türkiye’yi bölmek istediğini ileri sürerek milliyetçiliği yükseltmeye çalışıyor. Gerek Avrupalı gerekse Türkiyeli emekçi kitleler iki yönlü milliyetçi kışkırtmalara karşı uyanıklığı bir an olsun elden bırakmamalıdırlar.

“Asya üzerinde fırtına” ABD’nin başını çektiği emperyalist savaş Ortadoğu’da yoğunlaştığından ötürü tüm dikkatler bu bölgeye çevrilmiş durumda. Lakin emperyalist hegemonya kavgası her bölgede giderek kızışıyor ve tüm güçleri aktif bir şekilde savaş hazırlığına itiyor. Emperyalist savaşı niteliksel olarak etkileyecek ve yönünü değiştirecek esas gelişmeler Asya’da yaşanıyor. Rusya, Çin, Hindistan ve Pakistan’dan sonra Kuzey Kore’nin de nükleer silahlara sahip olması ve bilahare Japonya’nın nükleer silahlara sahip olma arzusunu dillendirmesi gelecek kara günlerin habercisidir. Patlak verecek bir savaşın bir nükleer felaket doğurması işten bile değil. Cephaneliklerin birer müze olmadığı bir gerçek! İkinci Emperyalist Savaşta yenilen Japon emperyalizmine bir dizi yaptırım uygulanmıştı. Dönemin müttefikleri olan ABD, SSCB ve İngiltere’nin aldırdığı bir kararla Japonya’nın düzenli ordu kurması ve nükleer silah geliştirmesi yasaklandı. Ülkeyi işgal eden ABD emperyalizmi, Japonya’yı gelecekte süper güç olamayacak mekanizmaları devreye sokarak baştan aşağı yeniden örgütledi. Anayasa, Japonya’nın savaşa girmesini yasaklayan pasifist bir içerikle oluşturulurken, okullarda okutulan ders kitaplarının muh-

3


marksist tutum

tevası da Japonya’nın savaş suçlarını anlatmak zorundaydı. Ancak gelinen aşamada Japon burjuvazisi, Japonya’yı pasif bir konuma iten bu çerçevenin yırtılmasını istemektedir. Nitekim Japon emperyalizmi önündeki engelleri kaldırmak için çok yönlü bir hazırlık sürdürmeye başlamıştır. Kitlelerin bilincini milliyetçi bir ideolojiyle yoğurmak ve savaşa hazırlamak için, Japonya’yı savaş suçlusu gösteren müfredata son verildi ve onun yerine militarist bir müfredat geçirildi. Geçen aylarda başa geçen milliyetçi hükümet, pasifist Anayasanın değiştirilmesini, düzenli ordu kurulmasını ve nükleer silah üretilmesini savunmaktadır. Zira düzenli bir ordu ve geliştirilmiş silahlar olmadan, süper ekonomik güç olmanın kendisi emperyalist hegemonya kavgasında gereken üstünlüğü sağlayamaz. Emperyalistler arası çelişkileri son tahlilde silahların çözdüğünü unutmamak gerek. Önümüzdeki süreçlerde emperyalist savaşın hangi safhalardan geçerek ilerleyeceğini Çin, Rusya, Japonya ve bir ölçüde Hindistan’ın tavrı belirleyecektir. Henüz kesin çizgileriyle ortaya çıkmış kutuplar olmasa da, bu yöndeki çeşitli arayışlar gelecekte nasıl bir saflaşmanın olacağının ipuçlarını vermektedir. Uzun bir dönemdir Rusya ve Çin belirli düzeylerde ABD ve İngiltere karşısında bir kutup görüntüsü çiziyorlar. Bu iki gücün şimdilik ABD’ye karşı aleni bir meydan okuması söz konusu değildir. Ancak nüfuz alanlarında ciddi bir karşı koyuş söz konusudur ve hatta Rusya, ABD’nin denetimine geçen nüfuz alanlarına yeniden dönmektedir. Afganistan savaşında ABD’nin basıncına dayanamayan Özbekistan ve Tacikistan, askeri üslerini ABD’ye açmak zorunda kalmışlardı. Gelinen kertede, Şanghay beşlisinde yer alan bu iki ülke, Rusya ve Çin’in direktifleriyle ABD’yi askeri üslerinden çıkartmaya başlamışlardır. Keza renkli “devrim”lerle ABD’nin nüfuzuna giren Ukrayna gerisin geri dönerken, Gürcistan Rusya’nın yoğun baskısıyla boğuşuyor. Buna karşın ABD emperyalizmi, Çin, Rusya ve Hindistan’ın İran’ı da yanlarına alarak bir kutup oluşturmalarının, enerji kaynakları ve yatırım alanları üzerinde etkin olmalarının önüne geçme gayretindedir. ABD’nin Emperyalist hegemonya kavgası her bölgede giderek kızışıyor ve tüm güçleri aktif bir şekilde savaş hazırlığına itiyor. Emperyalist savaşı niteliksel olarak etkileyecek ve yönünü değiştirecek esas gelişmeler Asya’da yaşanıyor. Rusya, Çin, Hindistan ve Pakistan’dan sonra Kuzey Kore’nin de nükleer silahlara sahip olması ve bilahare Japonya’nın nükleer silahlara sahip olma arzusunu dillendirmesi gelecek kara günlerin habercisidir. Patlak verecek bir savaşın bir nükleer felaket doğurması işten bile değil. Cephaneliklerin birer müze olmadığı bir gerçek!

4

Ocak 2007 • sayı: 22

amacı Rusya ve Çine karşı Japonya ve Hindistan’ı kendi eksenine çekmektir. Geçen yaz Hindistan’ı ziyaret eden Bush, ABD’nin Hindistan’a nükleer silahlarını geliştirmesi için teknoloji satacağını açıkladı. Süper güçler arasındaki çelişkilerden yararlanarak kendine manevra alanı yaratma deneyimi bulunan Hindistan burjuvazisinin Amerikan emperyalizmine dümen kırıp kırmayacağını şimdiden kestirmek güçtür. Fakat Rusya ve Çin’i kendisi için tehlike gören Japonya’nın durumu farklıdır. Nükleer silahlarla donanmış bir Japonya’nın Çin ve Rusya’ya karşı ABD’yle aynı cephede yer alması pek muhtemeldir. Olayların tamı tamına nasıl gelişeceğini şimdiden kestirmek mümkün değildir; içinden geçtiğimiz süreç pek çok muhtemel gelişmeyi bağrında taşımaktadır. Ama Asya üzerinden esmeye başlayacak bir nükleer savaş fırtınasının ABD’yi de içine alan bir Pasifik savaşına dönüşmesi gerçekten de insanlığın yıkımı olur. Bu karmaşık tablodan işçi sınıfı açısından çıkan sonuç, yaklaşmakta olan tehlikenin farkına varmanın hayati bir önem taşıdığıdır.

Ortadoğu: kadim topraklar uyanacak mı? ABD emperyalizminin “özgürleştirdiği” Irak’ta 650 bin insan ya savaşta ya da savaşın yol açtığı nedenlerden ötürü öldü. Sakatlanan ve evlerini terk edenlerin sayısı milyonlarla ifade ediliyor. Irak’ta hergün bombalar patlıyor ve bu patlamalar sonucunda ortalama 70-80 insan parçalanarak ölüyor. Bugün Ortadoğu’ya hâkim olan manzara, önümüzdeki süreçte ateş çemberinin başka yerlere de sıçrayarak genişleyeceğini gösteriyor. Zira Irak’ta, Filistin’de ve Lübnanda bir iç savaş olasılığı geçmiş günlere göre daha fazla gündemdir. ABD emperyalizmi Irak’taki işgalini uluslararası düzeyde meşrulaştırmış ve belirli sınırları olan bir iktidar yaratmışsa da gerçek anlamda Irak’ta bir iç bütünlük kuramamıştır. Sünni Arap burjuvazisinin iktidardan dışlanması ve iktidarın esas olarak Şii Araplara bırakılması bugünkü sorunların zeminini döşemiştir. Fakat devlet bürokrasisine yerleşen ve milis güçleriyle geniş bölgeleri kontrol eden Şii Arap burjuvazisi, giderek ABD’nin kontrolünden çıktı ve belirli düzeylerde Şii İran’ın nüfuzuna girdi. Böylece ABD emperyalizmi, “şer ekseni” ilan ettiği ve hedef tahtasına oturttuğu İran’ı, istemeden


Ocak 2007 • sayı: 22

marksist tutum İsrail saldırısından sonra Hizbullah’ın daha da güçlendiğini ve kimi Hıristiyan grupları da yanına alarak Lübnan iç siyasetinde belirleyici olmaya başladığını söylemek mümkün. ABD ve İsrail’in iç savaş kışkırtması benzer bir şekilde Filistin’de de sürüyor. El-Fetih ile Hamas ortak bir hükümet kurmak üzereyken ABD ve İsrail sürece müdahale ettiler ve El-Fetih hükümet kurmaktan vazgeçti ve bizzat Mahmut Abbas’ın kışkırtmasıyla El-Fetih ile Hamas arasında çatışmalar başladı. ABD ve İsrail Hamas’ı yönetimden düşürmek ve El-Fetih’i başa geçirmek istiyorlar. Böylece İran, Suriye, Hizbullah ve Hamas ekseni etkisiz hale getirilmeye çalışılıyor.

de olsa Ortadoğu’da söz sahibi yaptı. Buna karşın, iktidardan dışlanan ve petrol gelirlerinden mahrum bırakılan Sünni Arap burjuvazisinin bir kesimi, hem ABD’ye hem de Şii Araplara karşı savaş yürütmektedir. Özetle ABD emperyalizmi, giderek denetiminden çıkan Şii Arap burjuvazisi ile bugünkü direnişin sözcüsü olan Sünni Arap burjuvazisinin arasında sıkışmakta, Irak’ta iç düzen sağlanamadığı için de diğer hedeflerine yönelememektedir. Tekrarlarsak, Irak Çalışma Grubu, iddia edildiği gibi ABD’nin Irak’tan çekilmesini savunmuyor; tersine, inceltilmiş yöntemler kullanılarak Sünni Arapların “düzen” içine çekilmesini ve böylelikle Şii Arapların dengelenmesini, göreceli de olsa bir iç düzen kurulmasını ve ABD’nin sorunlar yumağından sıyrılarak diğer hedeflerine yürümesini savunuyor. Yani Şii Araplara karşı Sünni Arapları, Kürtlere karşı tüm Arapları ileri sür taktiği! Nitekim bu taktik gereği, Irak’ın üç federe devlete bölünmesine de karşı çıkılmaktadır. Şimdiki Irak Anayasasına göre üç vilayet bir araya geldiğinde federal bölgeler oluşturabiliyor. Gerek Şii Araplar gerekse Kürtler federal yapılanmayı savunuyorlar. Sünni Arap burjuvazisi ise, hem dar bir bölgeye sıkışıp kalacağı hem de petrol kaynakları tümüyle diğer devletlerin denetiminde olacağı için federal ayrışmaya karşı çıkıyor. Esasında oldukça çelişkili bir manzara söz konusudur. Örneğin, Şii Arapların federe bir devlet kurmaları İran’ın bölgede nüfuz alanını genişletmesi demektir. Ancak Irak’ın federe devletlere bölünmesi, Kerkük’ü de içine alan bağımsız bir Kürt devletinin önünü açar ki, kendi Kürtlerine örnek teşkil edeceği için İran, Suriye ve Türkiye buna külliyen karşılar. Konu Kürtlerin bağımsızlığı olduğunda bu ülkeler kendi aralarındaki çelişkileri tez zamanda bir kenara itip domuz topu gibi birleşebiliyorlar. Amerikan savaş kurmayının bir bölümü, Kürt devletinin İran ve Suriye’nin de çıkarına olmadığını, eğer bir Kürt devleti istemiyorlarsa bu iki ülkenin Şii Arapları dizginlemesi gerektiğini ileri sürüyor. İşte İran ve Suriye’nin Irak’taki sürece dahil edilmek istenmesinin altında böylesi bir karmaşık ilişkiler zinciri

söz konusudur. Yoksa ABD emperyalizmi İran’ı hedef tahtasından çıkartmış değildir. Öyle gözüküyor ki, ABD emperyalizmi son tartışmaları dikkate alarak iki yönlü bir planı devreye sokmuş bulunuyor. Birincisi, Irak’taki Şiileri Sünnilerle dengelemek ve ikincisi ise, İran’ı bölgedeki Sünni Arap devletleriyle kuşatarak baskı altına almak! 21 Aralıkta Sünni Arap devletlerini ziyaret eden Blair, söz konusu planı şu sözlerle ifşa etti: “İran’ın stratejik meydan okumasının farkında olmalıyız. İran bizi Lübnan, Irak ve Filistin’de köşeye sıkıştırmak istiyor.” Günler önce Arap devletlerinin İran’ın nükleer silah geliştirdiği bahanesini ileri sürerek, kendilerinin de nükleer teknoloji geliştirmek istediklerini açıklamalarını, Lübnan’da ve Filistin’de açıktan iç savaşın kışkırtılmasını İran’ı yalnızlaştırmayı amaçlayan bu plan çerçevesinde okumak gerekiyor. Hatırlanacağı üzere İsrail bir ay boyunca Güney Lübnan’da taş üstünde taş bırakmamasına rağmen, İran ile kader birliği yapmış olan Hizbullah’a öldürücü bir darbe vuramadı. Hatta Hizbullah’ın daha da güçlendiğini ve kimi Hıristiyan grupları da yanına alarak Lübnan iç siyasetinde belirleyici olmaya başladığını söylemek de mümkün. Tam bu süreçte Hariri suikastı benzeri bir suikastla Sanayi Bakanı Pierre Cemayal öldürüldü ve suikast Suriye’ye yıkıldı. İç savaş kışkırtması benzeri bir şekilde Filistin’de de sürüyor. El-Fetih ile Hamas ortak bir hükümet kurmak üzereyken ABD ve İsrail sürece müdahale ettiler ve El-Fetih hükümet kurmaktan vazgeçti ve bizzat Mahmut Abbas’ın kışkırtmasıyla El-Fetih ile Hamas arasında çatışmalar başladı. ABD ve İsrail Hamas’ı yönetimden düşürmek ve El-Fetih’i başa geçirmek istiyorlar. Böylece İran, Suriye, Hizbullah ve Hamas ekseni etkisiz hale getirilmeye çalışılıyor. Sürecin tam olarak nasıl gelişeceğini şimdiden kestirmek gerçekten de güç; fakat buraya kadar ortaya konan tablo, Ortadoğulu emekçi kitleleri yine kan ve gözyaşının beklediğine işaret ediyor. Suudi Arabistan’ın ABD’nin direktifleri doğrultusunda Şiilere karşı Sünnileri desteklemek

5


Ocak 2007 • sayı: 22

marksist tutum

için Irak’a müdahale edeceği konuşulmaktadır. Beri yandan 2007’de Kerkük’ün statüsü nihai olarak tayin edilecek; yapılacak referandumu Kürtlerin kazanacağı kesin gibi. Lakin hem Arap devletleri hem de Türkiye Kerkük’ün Kürtlerin eline geçmesine şiddetle karşılar ve TC’nin Güney Kürdistan’a müdahale etmek istediği bir sır değil. Kısacası Irak’ta, Filistin’de ve Lübnan’da başlayacak bir iç savaşın nerede duracağı kesinlikle belli değildir. Bu ülkelerde başlayacak bir iç savaşın, emperyalistlerin de kışkırtmasıyla başını İran ile Suudi Arabistan’ın çektiği olası bir Sünni-Şii savaşına dönüşmesi Ortadoğu’nun yıkımına yol açar. Tek çıkış yolu var: Ortadoğulu işçi-emekçi kitlelerin birleşerek kapitalist düzeni alaşağı etmesi ve bugünkü yıkımın sorumlusu olan sömürücü egemen güçleri tarihin çöplüğüne göndermesi! İşte o vakit, uygarlığın beşiği Mezopotamya’da, bir zamanların cenneti olarak tasvir edilen ve fakat cehenneme çevrilen bu kadim topraklarda yeni bir uygarlık filizlenecektir. Savaşsız, sınıfsız ve de devletsiz bir uygarlık!

Türkiye: inkâr gerçeğe üstün gelemez! SSCB’nin çökmesiyle iki kutuplu dünya tarihe karışmış ve emperyalist güçler siyasal dengeleri yeniden oluşturmak üzere harekete geçmişlerdi. Açılan süreçte, emperyalist hegemonya kavgasının yarattığı fırsatlardan yararlanarak alt-emperyalist bir güç olarak yükselme emelleri besleyen TC, Kürt ihtilafına ilaveten, Ermeni kırımı ve diğer pek çok sorunun gündeme gelmesiyle sıkışmaya başladı. Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya’yı etrafına alan Türkiye burjuvazisi, gerek stratejik önemini gerekse güçlü ordusunu emperyalistlere pazarlayarak kavgadan fazla pay kapma peşindedir. Hemen tüm emperyalist güçler Türkiye’nin öneminin farkındadırlar. Enerji boru hatlarının Türkiyeden geçmesi onu daha şimdiden enerjinin dağıtım merkezi haline getirmiştir ve bu merkezileşme devam edecektir. Buna karşın, Türkiye’yi bölgede kullanmak isteyen ABD ve AB gibi güçler, TC’nin yumuşak karnını oluşturan Kürt ve Ermeni sorunlarının istismarıyla onu sıkıştırarak daha fazla taviz koparmak istiyorlar. Önümüzdeki süreçte Ermeni soykırımı yasaları daha fazla gündeme getirilecek ve Kürt sorunu üzerinden TC daha fazla sıkıştırılacak. Rejim Kürt sorununun çözümüne dönük hiçbir ciddi ve kalıcı adım atmış değildir. AB sürecinde başlatılan sözümona reformlar bir göz boyamadan öteye gidemedi.

6

Kürt halkının kendi dilinde eğitim hakkı bile tanınmamıştır. PKK’nin bugüne kadar ileri sürdüğü ateşkes ve çözüm önerilerini rejim, Kürt ulusal hareketini bölmek ve parçalamak amacıyla kullanmaya çalıştı. Örneğin PKK’nin son ateşkesi de TC tarafından Kürt ulusal hareketini çözmeye dönük işletiliyor. ABD ile Türkiye arasında oluşturulan koordinasyona Türkiye’nin temsilcisi olarak atanan Edip Başer, ABD’yle anlaştıklarını ve önümüzdeki günlerde PKK’ye karşı büyük bir operasyona girişeceklerini açıkladı. Güney Kürdistan’daki gelişmeler ve PKK’nin Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra ateşkesi bozma olasılığı da gösteriyor ki, 2007 yılında TC’nin gündemine Kürt sorunu daha güçlü bir şekilde oturacaktır. 80 yıllık tarihi boyunca TC Kürtleri inkâr etti; ancak tarihin hiçbir döneminde inkâr gerçeğe üstün gelmedi ve gelemeyecek de. * * * Yukarıda ortaya koyduğumuz tablo, emperyalist-kapitalist sistemin insanlığı nasıl bir yıkıma sürüklediğini gözler önüne seriyor. Hızla yayılmakta ve dünyayı etkisine almakta olan emperyalist savaşı durduracak olan dünya işçi sınıfının devrimci mücadelesidir. Ne var ki bu mücadelenin başarıya ulaşması için, burjuvazinin milliyetçi-yurtsever bilinç bulandırma operasyonuna karşı bağışık olmak ve ikircimsiz olarak proletaryanın enternasyonalist bayrağının altında toplanmak gerekiyor. Emperyalist savaşlarla birlikte dünya kapitalizminin canına okumanın gereğini de, işçi sınıfına bu bayrağı sunan devrimci bir uluslararası önderliğin inşası oluşturuyor. 


Statüko Düşkünü, Darbe Düşler Kış Günü Oktay Baran

T

ürk burjuvazisinin kızışan iç kapışması, Newsweek dergisinde yayınlanan bir makaleye de darbe kehaneti biçiminde yansıdı. Neocon’ların önde gelen “düşünce kuruluşlarından” Hudson Enstitüsünde “Türkiye uzmanı” olarak görevli Zeyno Baran’ın Newsweek dergisindeki makalesinde 2007 yılı içerisinde Türkiye’de bir askeri darbe olma olasılığının yarı yarıya olduğunu yazmasıyla birlikte, liberallerin gözleri bir kez daha korkuyla ABD’ye çevrildi. Makalesinde “üst düzey komutanların” gidişattan memnun olmadıklarını ve müdahale edebileceklerini belirten Zeyno Baran, böylesi bir müdahalenin aslında AB açısından da daha hayırlı olabileceğini, daha laik ve İslamcılardan arınmış bir hükümetle Türkiye’nin AB için daha iyi bir partner olabileceğini dile getiriyor. Böylece kendi pozisyonunu ve kuşkusuz ABD’de çıkarlarını temsil ettiği burjuva kurum ve kesimlerin konumunu da dışa vurmuş oluyor. Tesadüfe bakın ki makale öncesi günlerde Genelkurmay 2. Başkanı ABD ziyareti sırasında Hudson Enstitüsünde ağırlanıyor ve makalenin yayınlanmasını takip eden günlerde de, aralarında generallerin de bulunduğu 20 emekli subay Genelkurmay Başkanına bir mektup göndererek orduyu müdahaleye çağırıyordu. Tüm bu gelişmelerin medyadaki değerlendirilme biçimi ise, demokrat ve özgürlükçü geçinen burjuva yazarların, tutarlı bir demokrasi savunucusu olmaktan ne denli uzak ve kendi burjuva demokrasilerini bile kararlılıkla savunacak cesaretten ne denli yoksun olduklarını ortaya koydu. Tüm burjuva yorumcuların kapalı kapılar arkasında sürekli konuştukları bir konuyu biri çıkıp alenen yazdığında, sağcısıyla solcusuyla bu liberal yazarların çoğunluğu tarafından günah keçisi ilan ediliverdi. Generallere esip gürlemeye yüreği olmayan ödlek liberaller, faturayı söyletene değil de söyleyene kesiyorlar. Bazıları ise, “milenyum çağında” artık askeri darbelerin ya da müdahalelerin mümkün olmadığı gibi saçmalıkları sayıklayıp duruyorlar. Bir kısım gözde demokrat yazar ise, genel seçimlere bir yıldan az bir süre kalmışken darbe girişiminin akla yatkın olmadığı, bunca dış borca ve cari açığa sahip bir ekonomiyle askeri bir idarenin başa çıkamayacağı

gibi argümanlar ileri sürerek askerleri sakinleştirmeyi ve caydırmayı deniyorlar. Onlara bakılırsa, zaten askeri darbeler bugüne kadar Türk siyasi yaşamına belâdan başka bir şey getirmemiş, hiçbir sorunu çözememiştir, dolayısıyla bir yenisine de gerek yoktur. Ne riyakârlık! 25 yıldır bu ülkede işçi hareketi ve sosyalist mücadele alabildiğine zayıflamışsa, bunun baş sorumlusu 12 Eylül darbesi değil midir? Yoksa 12 Eylül’ün hemen ardından işçilere atfen, “bugüne dek hep siz güldünüz şimdi gülme sırası bizde” diyen TİSK başkanı Halit Narin yanılıyor muydu? Kuşkusuz hayır. Ortalıkta darbe karşıtı pozlarda dolaşan liberal yorumcuların aslında çok azının gerçekten darbe karşıtı olduğunu belirtmek lazım. Bunların büyük çoğunluğu genel olarak darbelere karşı değildir. Yükselen bir işçi hareketi ve devrimci harekete karşı yapıldığında bu aslan parçası demokratlar ya darbe şakşakçısına ya da dut yemiş bülbüle dönerler. Zaten bunların sicilinde de bu tutumlar yazılıdır. Bu ikiyüzlü, sahtekâr ve ödlek demokratlığın tanınmış isimlerinden, eski bakan, “saygın devlet adamı”, yeni liberal Hasan Celal Güzel, 12 Eylül rejimini devam ettiren Özal hükümetinin bakanlarından olduğunu unutturmaya çalışarak, 28 Şubat mağduru edasıyla yeni bir darbeye karşı mücadele bayrağı açıyor: “Hükûmetin, darbecilere koz vermemek için tartışmalı konuları gündeme getirmemesi lâzımdır. Hükûmetin, sert bir tutum almaksızın, darbeye karşı konulacağı mesajını vermesi ve kararlı davranması gerekir.” Darbenin söylentisinden bile korkarak, darbecilere koz vermeyelim, sert davranıp iyice kızdırmayalım diyenlerden, darbelere gerçekten karşı çıkmalarını beklemek mümkün değildir. 20. yüzyıl tarihi göstermiştir ki, temel demokratik hak ve özgürlüklerin kararlı ve tutarlı tek savunucusu olduğu gibi, faşizme ve her türden olağanüstü burjuva rejime karşı sonuna dek kararlılıkla savaşabilecek tek güç de devrimci işçi sınıfıdır.

ABD, TÜSİAD ve AKP Zeyno Baran’ın makalesini bir tarafa bırakalım, ordunun darbe heveslisi generallerle dolu olduğunu cümle âlem

7


marksist tutum

biliyor. Her şeyden önce belirtmemiz gerekir ki, darbe söylentileri ve darbe şantajı Türk burjuva siyasetinin adeta sıradan araçlarından biri haline gelmiştir. Darbenin söylentisi dahi kimi zaman bu söylentileri çıkaran burjuva kesimlerin amaçlarına ulaşması için yeterli olabilmektedir. Böylelikle, verilen “ayağını denk al” mesajlarıyla asker-sivil bürokrasi zaten siyasal yaşama müdahale etmiş oluyor. Generallerin çıkıp Başbakanı ve Meclis Başkanını açıkça rejim düşmanı ilan etmesi ültimatom değil de nedir? Darbe olup olmayacağı tartışmaları bir tarafa, zamana yayılmış, kimi sivil kurum ve kuruluşlardan destek alan ve kitle desteğini oluşturmak ve arttırmak için “erke dönergeci” gibi uydurmacalardan “anti-emperyalist” pozlu çıkışlara kadar her şeyden ve her fırsattan yararlanmaya çalışan yeni tipten bir askeri müdahale çoktan başlamış bulunuyor. Bu noktada belirsiz olan, bir askeri müdahalenin olup olmayacağı değil, zaten yürümekte olan bu müdahalenin daha ileriye gidip gitmeyeceği hususudur. Genelkurmay 2. Başkanının ABD gezisiyle birlikte bu haberler medyaya yansıyorsa, buradan anlaşılması gereken şey, ordunun, söz konusu müdahalenin temposu ve dozajı hakkında Amerikan yönetiminin nabzını yoklamak, onun tepkisini ölçmek istemesidir. Ancak anlaşılıyor ki, AKP hükümetinin Beyaz Saray nezdinde yarattığı kısmi hayal kırıklığına (1 Mart tezkeresi, Kuzey Cephesi, Filistinli Hamas’la sıcak temaslar vb.) rağmen, Bush yönetimi AKP ile hesabını henüz tam olarak kapatmış ve askere yeşil ışık yakmış değildir. Bu nedenle de ABD’yi ziyaret eden askeri heyet, ılımlı İslamcı olarak değerlendirdikleri AKP hükümetinden kurtulmak gerektiğini açıkça belirten dar ama etkili bir klik dışında ABD’nin egemen çevrelerinden henüz tam bir destek almış değildir. Irak savaşının gelişimiyle birlikte AKP hükümetinden beklediği düzeyde bir destek bulamayan ABD yönetimi, bugün Türkiye’deki burjuva iktidarın iki ayağıyla da köprüleri atmak istemiyor. Ordunun laiklik elden gidiyor vaveylasını alaycı sözlerle değerlendirip AKP’ye göz kırparken, darbe heveslisi generalleri de hayal kırıklığına uğratarak kendisinden soğutmayı arzu etmiyor.

8

Ocak 2007 • sayı: 22

Tabloda net olan bir şey var ki o da şudur: Kasım 2002 seçimlerinin hemen ardından, gerek ABD’nin ve AB’nin, gerekse TÜSİAD’ın tam desteğini alarak bir bahar havası yaşayan AKP hükümeti için, 2005 yılından itibaren durum değişmeye başlamıştır. 2005 Newrozuyla yeniden alevlenen ve Ağustos 2006’da yeni Genelkurmay Başkanının göreve başlamasıyla ayyuka çıkan ordunun top atışları karşısında, gittikçe geri adım atan ve ordu eliyle yükseltilen şovenist dalganın altında kalmamak için milliyetçi söyleme sarılan AKP hükümeti, bu tutumlarının kaçınılmaz sonucu olarak AB sürecinde de tökezlemeler yaşadı. TÜSİAD burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda hükümet eden AKP, bu aksamalar ve yalpalamalar sonucunda AB’den olduğu kadar TÜSİAD’dan da artık eskisi kadar sağlam bir destek görmemeye başladı. AB gazının kesilmesiyle kendi cebini doldurmayı, tabanını ve çevresindeki işadamlarını ihya etmeyi ve bu arada kuşkusuz kadrolaşmayı gündeminin başına oturtan AKP, bu tutumlarıyla artık mali-sermayenin TÜSİAD kanadı tarafından da daha ılımlı da olsa eleştiriye maruz kaldı. Keza son zamanlara dek hükümetin asker-sivil bürokrasi karşısında zora düştüğü birçok durumda da TÜSİAD ona arka çıkan açıklamalarda bulunmaktan kaçınmıştır. Ancak TÜSİAD’ın tutumunu hükümet karşıtı ve hele de darbe yanlısı gibi görmek kesinlikle doğru değildir. TÜSİAD hükümete mesafe koyarak ona çeki düzen vermeye ve yoldan çıkmasını önlemeye çalışıyor, yani ona eleştirel destek veriyor. Gelinen aşamada, başını ordunun çektiği devletçi-statükocu burjuvazi ile liberal geçinen AB’ci burjuvazi arasındaki hegemonya ve güç kavgası, daha ziyade laiklik teması etrafında dönen, cumhurbaşkanlığı ve AKP hükümetinin geleceği sorununa endekslenmiş bir saray kavgası görünümüne bürünmüş durumda. Öyle anlaşılıyor ki, AKP ile askeri-sivil bürokrasi arasındaki bu gerilim dozajı daha da artarak devam edecek. İki taraf da gerilimi kontrollü bir şekilde yükseltmekten medet umuyor. Gerilim arttırılarak toplum laiklik teması ekseninde kutuplaştırılmak isteniyor. Ne var ki, taraflardan biri askeri-sivil bürokrasi olunca ordunun bu kutuplaştırma ve gerilimi arttırma gayretlerinin ters tepmesi gayet muhtemeldir. Keza muhtelif kamuoyu araştırmalarında ordu en çok güvenilen devlet kurumu olarak görülüyor olsa bile, yüzyıllardır despotik Osmanlının yönetimi altında inleyen bir halkın bu ceberut devlet geleneğine içten içe duyduğu nefret ortadadır. Bu eski paternalist devlet anlayışının bir mantalite olarak TC döneminde de aynen yaşadığını ve bunu yaşatanların da hazineden geçinmeli asker-sivil “bürokratik seçkin-


Ocak 2007 • sayı: 22

ler” olduğunu halk pekâlâ biliyordu. Nitekim, Osmanlı’da olduğu gibi TC döneminde de devletin tepesindeki sırça köşklerinde oturan ve halkın ne yaşam biçimiyle, ne kültürüyle, ne de değer yargılarıyla hiçbir ortak yanı olmayan, ama buna rağmen onun kurtarıcısı ve efendisi olarak caka satan bu bürokratik aristokrasi, içten içe halkın hep tepkisini çekmiştir. İşte bu nedenledir ki, tek parti döneminden itibaren, devlet adına devlet tarafından kendisine dayatılan “siyasi şahsiyetleri” hiçbir zaman kendi arzusuyla benimsemedi ve eline geçen ilk fırsatta da karşı oy kullanarak tavrını ortaya koydu. Nitekim, 1950 seçimlerinde devlet partisi olarak gördüğü İnönü’nün CHP’sine karşı Bayar-Menderes’in DP’sini desteklemesi gibi. Veya, 1960 askeri darbesiyle devrilen ve yok edilmeye çalışılan Menderes geleneğinin, ilk seçimlerde Demirel’in şahsında tekrar diriltilmesi gibi. Keza, 12 Mart 1971 askeri darbesine karşı çıkarak İnönü’yle köprüleri atan Ecevit’in, bu tutumu nedeniyle, ilk seçimlerde halkın desteğini alarak CHP’ye o güne dek görmediği bir seçim zaferi yaşatması gibi. Ya da 12 Eylül 1980 darbesinin ardından düzenlenen düzmece seçimlerden Kenan Evren’in tüm gayretlerine rağmen, ordunun kurdurttuğu partiye rakip olan Özal’ın ANAP’ının zaferle çıkması gibi. 1997’de Refah-Yol hükümetine karşı ordunun “postmodern” darbesinin sonucunda Refah Partisi kapatılıp Erbakan’ın siyasal kariyeri bitirildi, Erdoğan ise hapishanenin yolunu tuttu, ama ardından büyük ve tarihi bir seçim zaferiyle dönmek üzere. Bunun bilincinde olan ve seçimleri de “halktan biri” ve bizzat mağdur olmuş bir “mazlum” imajıyla kazanan Erdoğan ve onun AKPsi de gerilimin artmasının ve ordunun çıkışlar yapmasının kendi hanesine yazılacağı dü-

marksist tutum

şüncesiyle hareket ediyor olsa gerek. Ama onun da unuttuğu bir gerçek var ki, aydınlığı ve mazlumları temsil ettiğini iddia ederek iktidar koltuğuna oturanların banka hesapları mazlumların hayal gücüne sığabilecek meblağları hayli geçmiş durumda. İşçi sınıfının artan yoksulluk, işsizlik ve sefalet tablosu değişmeksizin sürdüğü gibi, Kürt halkının sorunları da hafiflemiş bile değil. Bunun sonucu, AKP açısından da tatsız bir seçim sürprizi olabilir.

Yeni bir darbe mi? Kutuplaştırma ve kontrollü gerilim politikası, eğer ki sandığa kadar devam ederse, bu politikanın daha çok AKPnin işine yarayacağını söyledik. Bu durumda ordu yeni bir faşist darbeye girişebilir mi sorusu akla geliyor. Bu soruya genel olarak hayır cevabı vermemiz gerekiyor. Şu temel nedenden ötürü ki, faşist darbeler, burjuvazinin bir kesimi tarafından bir başka kesimini iktidardan uzaklaştırmak ya da zayıflatmak amacıyla yapılmazlar. Tersine, amaçları, yükselen bir devrimci işçi hareketinin bir bütün olarak burjuva düzeni hedef alan toplumsal devrim tehdidine karşı düzeni korumak ve burjuva toplumun yapısal bunalımına, karşı-devrimci bir çözüm üreterek mali-sermayenin daha da güçlü gelişiminin önündeki engelleri kaldırmaktır. Oysa bugün düzeni tehdit eden bir devrimci işçi hareketinin varlığından söz etmek mümkün değildir. Bugün siyasal düzeyde yürüyen güç ve iktidar kavgasının her iki tarafında da burjuva kesimler bulunmaktadır. Bu noktada kimilerinin aklına da faşist bir rejime açılacak askeri bir darbe değil de, DP iktidarını deviren 27 Mayıs gibi bir askeri darbe ihtimali geliyor. 27 Mayıs darbesi hiç kuşkusuz kapitalist sistemin işleyişini aksatmayan, burjuva güçlerin denetiminde bir darbeydi. Fakat bu darbeyle parlamento ve anayasa feshedilmiş, Demokrat Parti kapatılmış, yöneticileri siyasetten men edilmiş ve hapis cezası almış ve hatta Başbakan Menderes ve iki bakanı idam edilmişti. İşte bu noktada, AKP’nin seçimleri Menderes’inkine Bugün, Türk mali-sermayesinin en has örgütü olan TÜSİAD, burjuvazi içi kapışmada pasif bir taraf değil, aktif ve belirleyici aktörlerden biridir. TÜSİAD AB yolunda ilerlemeyi, asker-sivil bürokrasinin siyasal gücünün ve etkinliğinin kırılmasını ve böylelikle emperyalizm çağının gerektirdiği koşullara uygun bir kapitalist işleyişin önünün açılmasını istiyor. Dolayısıyla, bugün Türkiye kapitalizminin geldiği yer ve uluslararası sermayeyle ilişkilerinin düzeyi dikkate alınacak olursa, yerli finans kapitale (TÜSİAD’a) rağmen, veya onun desteğini almayan ya da en azından onu tarafsızlaştıramayan bir askeri darbe söz konusu olamaz.

9


marksist tutum

yakın bir başarıyla kazandığı günden beri, burjuva yorumcuların birbirlerine sessizce sordukları bir soru ortaya çıkıyor: Acaba Erdoğan’ın sonu da Menderes’inki gibi mi olacak? Elli yıl önceki DP ile bugünkü AKP arasında bazı analojiler kurulabilirse de bunları belirli bir noktanın ötesine ilerletmek yanlış olacaktır. Bir kere, ağırlıklı olarak bir tarım toplumu olan 50’ler Türkiye’si ile bir sanayi toplumu olan 2000’lerin Türkiye’si arasında kapitalist gelişkinlik açısından dağlar kadar fark vardır. Bu farklılık kendini, gerek ülke içinde sınıfların karşılıklı konumlanışında, gerekse Türkiye sermayesinin uluslararası sermaye içindeki konumlanışında açıkça ortaya koymaktadır. Şurası bir gerçek ki, Menderes döneminde siyasal iktidarı elinde tutan burjuva kesimler ile, devlet yönetimindeki eski hegemon pozisyonlarını özleyen asker-sivil bürokrasi arasında kıyasıya bir mücadele söz konusuydu. Çünkü asker-sivil bürokrasi, CHP’nin tek parti diktatörlüğü yıllarında elinde tuttuğu hegemonik konumunu, çok partili dönemde burjuva siyasetçilere kaptırmış bulunuyordu. Bugüne gelirsek; bugün AKP hükümeti henüz bu konuda DP iktidarı kadar ileri gidememiş ve özellikle askeri bürokrasiyi siyasal arenada saf dışı edememişse de, devlet katında yaşanan zıtlaşmalar ve çelişkiler açısından gene de bir benzerliğin olduğu söylenebilir. Fakat yukarda da söylediğimiz gibi, bu zıtlaşmaların yaşandığı nesnel ortamlar, yani Türkiye kapitalizminin elli yıl önceki durumu ile bugünkü durumu çok farklıdır. 27 Mayıs kapitalist gelişimin önündeki engeli yıkan bir kılıç darbesiydi, oysa bugün kılıcın kendisi ve siyasal yaşam üzerindeki ağırlığı, Türkiye kapitalizminin kendi bölgesinde emperyalistleşme çabasının önünde bir engel haline gelmiştir. Bugün, Türk mali-sermayesinin en has örgütü olan TÜSİAD, burjuvazi içi kapışmada pasif bir taraf değil, aktif ve belirleyici aktörlerden biridir. TÜSİAD AB yolunda ilerlemeyi, asker-sivil bürokrasinin siyasal gücünün ve etkinliğinin kırılmasını ve böylelikle emperyalizm çağının gerektirdiği koşullara uygun bir kapitalist işleyişin önünün açılmasını istiyor. Dolayısıyla, bugün Türkiye kapitalizminin geldiği yer ve uluslararası sermayeyle ilişkilerinin düzeyi dikkate alınacak olursa, yerli finans kapitale (TÜSİAD’a) rağmen, veya onun desteğini almayan ya da en azından onu tarafsızlaştıramayan bir askeri darbe söz konusu olamaz. Şurası çok açık ki, asker-sivil bürokrasinin gerek burjuva devlet yönetimi gerekse siyaset üzerinde 12 Eylül darbesi sayesinde kurduğu hegemonya nicedir kırılmış durumdadır. AKP’nin iktidara gelişinden sonra, askersivil bürokrasinin kopardığı “Kemalizm ve laiklik” gürültüsü ise, ellerindeki son iktidar mevzilerinin de yitip gitmesini engellemeye yönelik çabalardan başka bir şey değildir. Fakat çıkardıkları tüm gürültüye rağmen, bu konuda da başarı şanslarının son derecede sınırlı olduğu görünüyor. AKP hükümetine ve çoğunluğunu AKP milletvekillerinin oluşturduğu Meclise karşı açıktan tehditler savuran

10

Ocak 2007 • sayı: 22

asker-sivil bürokrasinin bir yerde eli kolu bağlıdır. Çünkü, büyük sermaye (TÜSİAD) ve uluslararası mali-sermayenin istediği adımları attığı sürece, AKP Hükümeti bu güçler tarafından desteklenmeye devam edecektir. Bu destek devam ettiği sürece de, generallerin AKP iktidarına karşı girişebileceği yegâne manevra, olsa olsa 28 Şubat benzeri resmi bir ültimatom olabilir ki, bu bile son derece belirsiz bir geleceğe açılan bir kapı anlamına geliyor.

Despotlara ve sahte demokratlara karşı birleşik işçi cephesi! Bu durumda, laiklik elden gidiyor vaveylasıyla emekçi kitleleri ümitsizce peşine takmaya çalışan statükocu güçlerin ikiyüzlü nutuklarına kanmak ne denli yanlışsa, demokrasi elden gidiyor, asker darbe yapacak öcüsüyle demokrat ve özgürlükçü kesilen AKP hükümetinin ve temsil ettiği mali-sermaye gruplarının söylemlerine de aldanmamak gerekiyor. Yürüttükleri kavga, son tahlilde, işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimlerin ensesinde pişirilen bozadan kimin daha fazla pay alacağını belirleme kavgasıdır. Şu ya da bu kutbun peşine takılmak, işçi sınıfı açısından acısı yıllarca çekilecek yeni yenilgiler anlamına geliyor. Dünyada bugün gittikçe alevlenen emperyalist paylaşım kavgasına koşut olarak, genel bir gericileşme dalgasının yükseldiği de açıktır. Rosa Luxemburg’un yüz yıl önce söylediği gibi, emperyalist paylaşım kavgası ve militarizm bugünkü dönemin yükselen bir eğrisi ise, burjuva demokrasisinin de aşağı yönelen bir çizgi izlemesi kaçınılmazdır. Bu temel gerçekten Rosa şu sonucu çıkarıyordu: “Bu gerçek (…) sosyalist işçi hareketinin bugün bile demokrasinin tek dayanağı olduğunu ve olabileceğini gösterir. Aynı zamanda da sosyalist hareketin kaderinin burjuva demokrasisine değil, demokratik gelişimin kaderinin sosyalist harekete bağlı olduğunu kanıtlar. İşçi sınıfının kurtuluş savaşından vazgeçtiği ölçüde demokrasi de yaşama gücü elde edemez. Tam tersine, sosyalist hareket, dünya politikasının ve burjuva kaçışın gerici sonuçlarına karşı savaşabilecek gücü elde ettiği ölçüde, demokrasi de yaşama olanağına sahip olur. Demokrasinin güçlenmesini isteyenler, sosyalist hareketin zayıflamasını değil, onun da güçlenmesini istemek zorundadırlar.” (Sosyal Reform ya da Devrim, Ma-Ya Yay., 1.bsk, s.91) Ne sahte demokrasi vaatlerinin ne de despotların ikiyüzlü sahte laikçiliğinin peşinden gideceğiz. Ezilen ve sömürülen emekçi kesimler için olduğu kadar ezilen uluslar için de demokratik hakların elde edilmesinin ve güvence altına alınmasının tek garantisi devrimci işçi sınıfıdır; onun birleşik sınıf cephesinin kızıl bayrağı altında dünya kapitalizmine karşı yürüteceği sosyalizm savaşımıdır! 


Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /10 Mehmet Sinan

Avrupa hızla kapitalistleşirken, Osmanlı neden kapitalistleşemedi? Osmanlı despotizminin katılaşmış yapılarının Avrupa’da gelişen kapitalizmin (dış dinamiğin) etkisi altında nasıl çözülmeye başladığını ve bu çözülüşe bağlı olarak ne gibi değişimlerin yaşandığını yazımızın önceki bölümlerinde özetlemeye çalıştık. Ortaya çıkan tablo özetle şuydu: Osmanlı egemen (devletli) sınıfının toplumsal artık-ürün üzerindeki tekelci hâkimiyeti kırılmış, bu sınıfın dışında kalan toplum sınıflarından kimi unsurların elinde de servetler birikmeye başlamıştır. Osmanlı despotik sisteminin klasik yapısında meydana gelen bu bozulmanın somut göstergeleri ise, sistem içinde ağalık, derebeylik, ayanlık gibi “güç-servet” karması yeni oluşumların ortaya çıkması ve reayanın sömürülmesi sürecine bunların da ortak olmasıdır. Bu dönemde (17. ve 18. yüzyıllarda), devletin yüksek tabakası içinde dönen rüşvet ve mansıp ticareti gibi işlerden biriktirilen parasal servetlerin yanısıra, mültezimlik, malikânecilik, mukataacılık, dış ticaret, tefecilik, sarraflık gibi işlerden de çok önemli miktarlarda bir “parasal servet” birikimi sağlanmış bulunuyordu. Daha önce de belirttiğimiz üzere, biriken bu parasal servetler, Osmanlı yüksek bürokrasisinin “gizli” hazinelerinde ve sonradan türeyen malikâneci, mültezim, sarraf, ağa, ayan, derebeyi gibi parazit unsurların sandıklarında istifleniyordu. Şimdi burada, Osmanlı despotizminin Avrupa feodalizminden farkını anlamak bakımından da büyük önem taşıyan temel-tarihsel bir sorunun tartışılmasına gelmiş bulunuyoruz: Osmanlı’daki “parasal servet” birikimleri,

acaba neden Avrupa’da olduğu gibi “sermaye”ye dönüşememiş ve kapitalist üretim biçiminin “manüfaktür” denen ilk başlangıçları Osmanlı’da yaşanmamıştır? Ya da soruyu daha genel bir şekilde soracak olursak; Avrupa feodalitesi kendi iç evrimiyle kapitalizme varırken, Osmanlı toplumu bunu neden başaramamıştır? Bilindiği gibi, kapitalist toplumun ekonomik yapısı, feodal toplumun bağrında doğup gelişmiştir. Avrupa’da kapitalist gelişmenin ilk başlangıçları daha 14. ya da 15. yüzyıllarda ortaya çıkmış, 16. yüzyılda ise bu kıtada kapitalist dönem artık tam olarak başlamıştı. Ticaret ve tefecilikten gelen “para olarak servet” birikimleri neden başka bir sosyo-ekonomik formasyon içinde (örneğin antik kölecilikte ya da asyatik toplumlarda) değil de, yalnızca Avrupa feodalitesinin bağrında “sermayeye” dönüşme imkânı bulabilmiştir? Bu soruyu sağlıklı bir şekilde yanıtlayabilmek için, öncelikle Marx’ın “ilkel sermaye birikimi”nin tarihi hakkında söylediklerine kısaca bakmak gerekiyor. Gerçekten de Marx’ın burada söyledikleri, konunun aydınlatılması bakımından çok büyük önem taşımaktadır. Dolayısıyla, “sermayenin oluşumunun tarihsel koşulları” hakkında Marx’ın yaptığı çözümlemeler tam olarak kavranmadan, Batı feodalitesinin bağrında gelişme imkânı bulan kapitalizmin, neden aynı imkânı Osmanlı toplumunun bağrında bulamadığı da tam olarak açıklığa kavuşturulamaz. O nedenle biz bu sorunu, Marx’ın “ilkel sermaye birikiminin tarihi” hakkında yaptığı eşsiz çözümlemelerin ışığında irdelemeye çalışalım.

11


marksist tutum

Sermayenin oluşumunun tarihsel koşulları Marx’a göre sermayenin oluşum süreci, doğrudan doğruya üretici olan emekçinin aynı zamanda mülk sahibi olduğu ve bir mülk sahibi olarak çalıştığı tarihsel koşulların ortadan kalkması sürecidir. Sermayenin oluşabilmesi için, her şeyden önce, üreticinin kendi çalışmasının nesnel koşullarından (toprak, hammadde, iş aletleri, yaşam araçları vb.) ayrılarak bir “özgür emekçi” durumuna gelmiş olması gerekir. Sermayenin oluşumunun “tarihsel bir ön koşulu”dur bu. Diğer bir ön koşul ise, çalışmanın nesnel koşullarının da (toprağın, üretim ve yaşam araçlarının) başkalarının satın alabileceği serbest fonlar haline gelmiş olmasıdır. Marx’a göre sermayenin oluşum süreci, doğrudan doğruya üretici olan emekçinin aynı zamanda mülk sahibi olduğu ve bir mülk sahibi olarak çalıştığı tarihsel koşulların ortadan kalkması sürecidir. Sermayenin oluşabilmesi için, her şeyden önce, üreticinin kendi çalışmasının nesnel koşullarından (toprak, hammadde, iş aletleri, yaşam araçları vb.) ayrılarak bir “özgür emekçi” durumuna gelmiş olması gerekir. Sermayenin oluşumunun “tarihsel bir ön koşulu”dur bu. Diğer bir ön koşul ise, çalışmanın nesnel koşullarının da (toprağın, üretim ve yaşam araçlarının) başkalarının satın alabileceği serbest fonlar haline gelmiş olmasıdır.

İşte bireyleri nesnel çalışma koşulları ile olan önceki olumlu ilişkilerinden ayıran ve bu koşulları başkalarının eline geçebilen serbest fonlar haline getiren tarihsel süreç, aynı zamanda bu koşulları “sermaye” olarak özgür emekçilerle karşı karşıya getiren süreçtir. “Bu tarihsel süreç, o güne kadar birbirlerine bağlı olan öğelerin ayrılması süreci olmuştur; dolayısıyla bunun sonucu, bu öğelerden birinin yokolması değil, ama bunlardan her birinin ötekine karşı olumsuz bir ilişki içinde görünmesidir. Bir yanda (potansiyel) özgür emekçi, öte yanda ise (potansiyel) sermaye.” (Marx, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol Y., Eylül 1992, s.96-97) “Sermaye kavramı -sermayenin kökeni- başlangıç noktası olarak parayı ve dolayısıyla para biçimindeki servetin varlığını gerektirir. Sermaye kavramı aynı zamanda sermayenin dolaşımdan gelmesini, dolaşımın bir ürünü olarak gözükmesini de gerektirir. Bu bakımdan sermaye oluşumu, (çiftlik ürünleri ticareti dışında) toprak mülkiyeti ya da loncadan değil, ticarette ve tefecilikte elde edilen servetlerden gelmektedir. Ama para şeklindeki bu servet, ancak nesnel çalışma koşullarıyla, onların emekten ayrılmış olması yüzünden değiştirilebilir ve ancak özgür emeği, varlığının nesnel koşullarından koptuğunda satın alacak duruma gelir.” (Marx, Pre-Capitalist Economic Formations, www.marxists.org) “Demek ki, para olarak servetin sermayeye dönüşmesi-

12

Ocak 2007 • sayı: 22

ni sağlayan, bir yandan özgür emekçiler bulması, öte yandan serbestçe satılabilen geçim maddelerini vb. bulabilmesidir. Bu bakımdan tarihsel süreç, sermayenin sonucu değil, onun ön koşuludur. Bu süreç sayesinde kapitalist, toprak mülkiyeti (ya da genel olarak mülkiyet) ile emek arasına aracı kişi olarak girer.” (age) “Ama sadece para olarak servetin varlığı, bu çözülmenin sermayeyle sonuçlanması için yeterli değildir. Yeterli olsaydı, eski Roma, Bizans vb. tarihlerini özgür emek ve sermayeyle sonuçlandırmış olurlar, ya da daha doğrusu yeni bir tarihe geçmiş olurlardı. ... Sermayenin ilk oluşumu, salt parasal servet biçiminde hazır bulunan değerin, eski bir üretim biçiminin tarihsel çözülme süreci sayesinde, bir yandan emeğin nesnel koşullarını satın alabilme, bir yandan da özgürleşen emekçilerden para karşılığı canlı emek mübadelesine girebilme imkânına kavuşmasından ibarettir. Önceden varolan bütün bu öğeleri ayıran ve paraya sermaye olma olanağını sağlayan bir tarihsel süreçtir; bir çözülme süreci, yani işgücünün emek pazarına atılması süreci...” (age) “Paranın nasıl sermayeye dönüştüğü, tarihte çoğu zaman gayet basit ve elle tutulur bir biçimde gözlemlenebilir. Sözgelimi bir tüccar, o zamana kadar iplik bükme ve dokumacılığı, köyde tarımın yanında tamamlayıcı iş olarak yapanları devamlı olarak çalıştırmaya başlar ve onları denetimi altındaki ücretli işçiler durumuna sokar. İkinci adım, bunları evlerinden çıkarıp hepsini tek bir iş evinde toplamaktır. Böylece, onların tek bir işi yapmaları, tüccara bağlı kalmaları ve tüccar için ve tüccar aracılığıyla üretimde bulunmaları sağlanır.” (age) “kapitalist sistemin yolunu açan süreç, emekçinin elinden üretim araçlarının sahipliğini alan süreçten başkası olamaz; işte bu süreçle, bir yandan toplumsal üretim araçlarıyla yaşama araçları sermayeye dönüşür, öte yandan da, doğrudan doğruya üretici olan kimse ücretli emekçiye dönüşür. Bu duruma göre, ilkel birikim denilen şey, üreticiyi üretim araçlarından ayıran tarihsel süreçten başka bir şey değildir. Bunun, ilkel


Ocak 2007 • sayı: 22

biçimde görünmesi, sermaye ve buna uygun düşen üretim biçiminin tarih-öncesi aşamasını teşkil etmesinden ileri gelir.” (Seçme Yapıtlar, c.2, Sol Y., 1977, s.122) “Kapitalist toplumun ekonomik yapısı, feodal toplumun ekonomik yapısından doğup gelişmiştir. Bu ikinci toplumun çözülmesiyle birincinin unsurları serbest kalmıştır. … Kapitalist üretimin ilk başlangıcına daha 14. ya da 15. yüzyılda dağınık olarak bazı Akdeniz kentlerinde rastlanmakla birlikte, kapitalist dönemin başlangıcı 16. yüzyıldır. Bu üretim biçiminin belirdiği yerlerde, serflik çoktan ortadan kaldırıldığı gibi, ortaçağın en yüksek ilerlemesi olan bağımsız kentlerin varlığı da çoktan yokolma yoluna girmişti.” (age, s.122, 123) “Sanayi kapitalistleri, bu yeni kudret sahipleri, yalnız el zanaatının lonca ustalarını değil, servet kaynaklarını ellerinde bulunduran feodal beyleri de yerlerinden uzaklaştırmak zorundaydılar. Bu bakımdan, toplumsal iktidarı ele geçirmeleri, hem feodal beylerin egemenlikleri ve isyan ettirici ayrıcalıklarına ve hem de, üretimin serbestçe gelişmesi ve insanın insan tarafından serbestçe sömürülmesi konusunda loncaların getirdiği kayıtlamalara karşı verilmiş başarılı bir savaşın meyveleri gibi gözükür.” (age, s.123)

Tarımsal nüfusun topraksızlaştırılması “İlkel birikimin tarihinde bütün devrimler, çağ açıcı devrimlerdir ve kapitalist sınıfın oluşumu yolunda kaldıraç olmuşlardır; ama her şeyden fazla, büyük insan yığınlarının birdenbire ve zorla yaşama araçlarından kopartılarak, özgür ve ‘bağımsız’ proleterler olarak emek pazarına fırlatılıp atıldığı anlar önem taşırlar. Tarımsal üreticilerin, köylülerin mülksüzleştirilmeleri, topraktan ayrılmaları bütün bu sürecin temelidir. Bu mülksüzleştirmenin tarihi, çeşitli ülkelerde, farklı şekiller alır ve çeşitli evrelerini farklı sıralar izleyerek farklı dönemlerde tamamlarlar. Yalnız örnek aldığımız İngiltere’de klasik biçimde görülür.” (age, s.124) “İngiltere’de serflik, 14. yüzyılın sonuna doğru hemen tamamen ortadan kalkmıştı. Nüfusun büyük bir çoğunluğu o zaman ve daha büyük ölçüde olmak üzere 15. yüzyılda, mülkiyet hakları hangi feodal ad altında gizlenirse gizlensin, kendi topraklarını işleyen özgür köylülerden oluşuyordu. Büyük malikânelerde kendi de serf olan çiftlik kahyalarının yerini, serbest çiftçiler almıştı. Ücretli tarım işçileri kısmen boş zamanlarda büyük malikânelerde çalışan köylülerden, kısmen de.... az sayıdaki özel bağımsız ücretli işçiler sınıfından oluşuyordu. ... ülke, küçük köylü toprakları ile kaplı bulunuyor, büyük senyör malikâneleri ancak şurada burada dağınık halde görülüyordu. Bu koşullar, kentlerdeki 15. yüzyıla özgü refahla birlikte, halkın, ... bir zenginliğe ulaşmasını sağlamıştı; ama bu durum, kapitalist nitelikte servet olanağını da dıştalamıştı.” (age, 124-125) “Kapitalist üretim biçiminin temelini atan devrimin

marksist tutum

ilk perdesi, 15. yüzyılın son otuz yılı ile 16. yüzyılın ilk on yılında oynandı. ... büyük feodal beyler, köylüleri, tıpkı kendileri gibi feodal haklara sahip bulundukları topraklardan zorla söküp atarak ve ortak topraklara el koyarak, çok daha fazla proletarya yarattılar. Flaman yünlü manüfaktürünün hızla gelişmesi ve bu yüzden İngiltere’de yün fiyatlarının yükselmesi bu akını daha da hızlandırdı. Eski soylular, büyük feodal savaşlarda tükenmişlerdi. Yenileri, parayı her türlü iktidarın kaynağı olarak gören zamane çocuklarıydı. Bunun için, ekilebilen toprakların koyun otlağı haline getirilmesi bunların parolasıydı.” (age, 125-126) Toplumun bir kutbunda çalışma koşullarının sermaye şeklinde kütleleşip yoğunlaşması, öteki kutbunda ise, işgüçlerinden başka satacak şeyleri olmayan insanların toplanmış olması yetmiyordu. Hatta bunların işgüçlerini isteyerek satma durumunda bırakılmaları da yetmiyordu. Kapitalist üretimin ilerlemesi, eğitim, gelenek ve edinilen alışkanlıklarla, bu üretim biçiminin koşullarını doğa yasaları gibi apaçık görmeye yatkın bir işçi sınıfını da oluşturuyordu. Kapitalist üretim süreci bir defa örgütlenmesini tamamladı mı, bütün direnmeleri kırar.

“Toplumun bir kutbunda çalışma koşullarının sermaye şeklinde kütleleşip yoğunlaşması, öteki kutbunda ise, işgüçlerinden başka satacak şeyleri olmayan insanların toplanmış olması yetmiyordu. Hatta bunların işgüçlerini isteyerek satma durumunda bırakılmaları da yetmiyordu. Kapitalist üretimin ilerlemesi, eğitim, gelenek ve edinilen alışkanlıklarla, bu üretim biçiminin koşullarını doğa yasaları gibi apaçık görmeye yatkın bir işçi sınıfını da oluşturuyordu. Kapitalist üretim süreci bir defa örgütlenmesini tamamladı mı, bütün direnmeleri kırar.” (age, s.145)

Kapitalist üretimin başlangıcı: manüfaktür “Tarımsal nüfusun bir kısmının mülksüzleştirilmesi ve yerlerinden atılmaları, sanayi sermayesi için, yalnız, işçileri, bunların yaşama araçlarını ve iş araçlarını serbest hale getirmekle kalmaz, bir iç pazar da yaratmış olur. ... Eskiden köylü ailesi, yaşama araçlarını ve hammaddeleri kendisi üretir ve bunların çoğunu gene kendisi tüketirdi. Oysa şimdi bu hammaddeler ile yaşama araçları meta halini almıştır; büyük çiftçiler bunları satmakta, gerekli pazarı manüfaktürlerde bulmaktadır. İplik, keten bezi, kaba yünlü eşyalar –her köylü ailesinin hammaddesini kolayca bulabileceği ve kendi kullanımı için eğirip dokuyabileceği bu gibi şeyler– şimdi artık manüfaktür malına dönüşmüş ve kırsal bölgeler de, sürüm pazarları olmuştur. Dağınık zanaatçıların şimdiye kadar kendi hesabına çalışan küçük üreticiler içerisinde buldukları çok dağınık müşteriler, şimdi, sanayi sermayesinin sağladığı tek bir büyük pazar içerisinde yoğunlaşmıştır. Böylece, kendi kendilerine yeterli köylülerin mülksüzleştirilmesi ve üretim araçlarından ay-

13


marksist tutum

rılması ile, kırsal ev sanayilerinin yok edilmesi, manüfaktür ile tarımın birbirinden ayrılması süreci elele gitmiş oluyor. Ve ancak, kırsal ev sanayilerinin yok edilmesi, bir ülkenin iç pazarına kapitalist üretim biçiminin gerektirdiği genişliği ve devamlılığı kazandırabilirdi.” (age, s.157) “Modern sanayi en sonunda makine ile kapitalist tarımın devamlı temelini atmış, tarımsal nüfusun büyük çoğunluğunu köklü bir şekilde mülksüzleştirmiş ve –iplikçilik ile dokumacılığın– köklerini kazıyarak kırsal ev sanayiinin tarımdan ayrılması sürecini tamamlamıştır. Ve böylece de ilkönce, sanayi sermayesi için, iç pazarın tamamını ele geçirmiştir.” (age, s.157-158) “Tefecilik ve ticaret yoluyla meydana gelen para-sermayenin, sanayi sermayesine dönüşmesi, kırsal yerlerde feodal hukuk düzeni, kentlerde lonca örgütleri ile önlenmişti. Bu engeller, feodal toplumun çözülmesi, kırsal nüfusun mülksüzleştirilmesi ve kısmen topraklarından atılması ile ortadan kalkmıştır. Yeni manüfaktürler, kıyı limanlarında ya da içerlerde eski belediyeler ile bunların lonca düzeninin denetiminden uzak yerlerde kurulmuştu. Bu nedenle, İngiltere’de eski corporate towns (lonca kasabaları), bu yeni sanayi fidanlıklarına karşı şiddetli bir mücadeleye girişmişlerdir.” (age, s.159) “Kapitalist üretim, … ancak her bireysel sermayenin aynı anda oldukça çok sayıda işçi kullanmasıyla, ve bunun sonucu emek-sürecinin büyük ölçüde yürütülmesi ve nispeten geniş miktarda ürün vermesiyle başlar. Çok sayıda işçinin, aynı zamanda, aynı yerde (ya da isterseniz aynı iş alanında diyebilirsiniz), tek bir kapitalistin patronluğu altında aynı türden meta üretmek üzere birarada çalışmaları, hem tarih hem mantık açısından, kapitalist üretimin çıkış noktasını meydana getirir.” (Marx, Kapital, c.1, Sol Y., 1986, s.336) “Çok sayıda işçinin, bir ve aynı, ya da farklı, ama aralarında ilişki bulunan süreçlerde birarada yanyana çalışmalarına, elbirliği etmek ya da elbirliği içinde çalışmak denir.” (age, s.340) “İşbölümüne dayanan elbirliği, tipik şeklini manüfaktürde kazanır ve asıl manüfaktür dönemi boyunca kapitalist üretim sürecinin egemen karakteristik biçimidir. Bu dönem, kabaca, 16. yüzyıl ortasından 18. yüzyılın son üçte-birine kadar uzanır. Manüfaktür iki yoldan ortaya çıkar: (1) Çeşitli bağımsız el zanaatlarına bağlı olan ama belli bir malın son şeklini alabilmesi için teker ellerinden geçmek zorunda bulunduğu, işçilerin, tek bir kapitalistin denetimi altında bir işyerinde toplanmaları ile. … (2) … aynı ya da benzer türden işi yapan birçok zanaatçı, tek bir kapitalist tarafından bir işyerinde aynı zamanda çalıştırılmak suretiyle. … Ama özel çıkış noktası ne olursa olsun, son biçimi, daima aynıdır –parçaları insan olan bir üretim mekanizması.” (age, s.351, 352, 353) “İşbölümüne dayanan elbirliği, bir başka deyişle manüfaktür, kendiliğinden bir oluşum olarak başlar. Bir dereceye kadar tutarlılık ve genişlik kazanır kazanmaz, kapi-

14

Ocak 2007 • sayı: 22

talist üretimin kabul edilen yöntemli ve sistemli bir biçimi halini alır” (age, s.378-79)

İlkel sermaye birikiminin hızlandırıcı etkeni: sömürgecilik “Amerika’da altın ve gümüşün bulunması, yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlere gömülmesi, Doğu Hind Adalarının ele geçirilmeye ve yağmalanmaya başlanması, Afrika’nın, kara-deri ticaretinin av alanı haline getirilmesi, kapitalist üretim çağının pembe renkli şafak işaretleriydi. Bu pastoral gelişmeler, ilkel birikimin bellibaşlı adımlarıydı. Bunu, savaş alanı bütün yeryuvarlağı olan, Avrupalı ulusların ticaret savaşı izler.” (Seçme Yapıtlar, c.2, s.159) “Bu yöntemler, bazan, örneğin sömürge sisteminde olduğu gibi kaba kuvvete dayanırlar. Ama hepsi de, feodal üretim biçiminin, kapitalist üretim biçimine dönüşüm sürecini suni bir şekilde hızlandırmak ve bu geçişi kısaltmak için, devlet gücünü, toplumun bu örgütlenmiş kuvvetini kullanırlar. Zor, yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesidir. Zor, kendi başına ekonomik bir güçtür.” (age, s.160) “Hıristiyanlık konusunda uzman W. Howitt, hıristiyan sömürgecilik sistemi hakkında şöyle diyor: ‘Hıristiyan denilen bu soyun, dünyanın dörtbir yanında boyundurukları altına alabildikleri halklara karşı gösterdikleri vahşet ve zulmün bir benzerine, hiçbir çağda, ne kadar vahşi, ne kadar kaba ve ne kadar merhametsiz ve utanmaz olursa olsun, başka hiçbir soyda rastlanamaz.” (age, s.160) “Sömürge sistemi, ticaret ile deniz ulaşımını bir limonluk gibi besleyip olgunlaştırdı. Luther’in ‘tekelci şirketleri’ sermaye birikimi için güçlü araçlardı. Sömürgeler tomurcuklanan manüfaktürler için pazar ve pazar üzerindeki tekel aracılığı ile artan bir birikim sağladı. Avrupa dışında düpedüz talan, köleleştirme ve katillik yoluyla ele geçirilen servet, anayurda taşınarak sermayeye çevrildi.” (age, s.162) “Sömürge sistemi, kamu borçları, ağır vergiler, himaye, ticari savaşlar vb., gerçek manüfaktür döneminin bu çocukları, modern sanayiin çocukluk çağı boyunca dev gibi büyüdüler. Masum insanların uğradıkları büyük katliam, bu sanayiin doğuşunun habercisiydi. Krallık donanması gibi, fabrikalar da, gerekli insanları zor ve baskı yoluyla sağlıyordu.” (age, s.166)

İlkel sermaye birikimi açısından Osmanlı’nın durumu Marx’ın ilkel sermaye birikiminin oluşumu hakkında yaptığı bu tarihsel analiz, kapitalizmin Avrupa’da feodal toplumdan ve esas olarak da bu toplumun şehir tüccar ve zanaatçı öğesinden türediğini göstermektedir. Fakat böyle olmakla birlikte, gene Marx’ın yaptığı çözümlemelerden


Ocak 2007 • sayı: 22

anlıyoruz ki, bu şehirli tüccar ve zanaatçının elinde biriken parasal servetler, kendiliğinden sermayeye dönüşmüş değildir. Parasal servetlerin sermayeye dönüşebilmesi için, tarihsel bir ön koşulun yerine gelmesi gerekmiştir. Bu tarihsel ön koşul, doğrudan üreticinin (emekçinin) üretimin (çalışmanın) nesnel koşullarından (yani topraktan, üretim ve geçim araçlarından) ayrılması ve işgücünden başka satacak hiçbir şeyi olmayan bir “özgür emekçi” durumuna gelmesiydi. Gerçekten de para olarak servet, ancak emekten ayrılmış olmaları halinde üretim koşullarıyla değiştirilebilir ve emeği de ancak üretimin nesnel koşullarından ayrılıp, “özgür emekçi” haline geldiği zaman satın alabilirdi. Bu durumda demek ki, kapitalist üretim biçiminin temel niteliği olan “ücretli emek ve sermaye”nin birincil tarihsel ön koşulu, çalışmanın araç ve gereçlerinden ayrılmış ve bu bakımdan “özgürleşmiş” bir emeğin varlığıdır. Avrupa’da feodalizmin çözülüşüyle birlikte hem kırsal alanda hem de kentlerde yaşanan değişim sürecinin temel belirleyicisi, yukarda Marx’ın çözümlemelerinde belirttiği üzere, “ücretli emek ve sermaye”nin gelişimi olmuştur. Yeni bir üretim tarzını (kapitalizm) ve yeni bir sınıflı toplumu (burjuva toplum) yaratan, aslında eski toplumun (feodalizmin) bağrında doğup gelişen “ücretli emek ve sermaye” olmuştur. Ücretli emeğin sermaye tarafından sömürülmesi temelinde yükselen bu yeni toplumun temel sınıflarını ise, tüm üretim ve geçim araçlarının mülkiyetini (yani sermayeyi) tekelinde bulunduran burjuvazi ile, bu araçlardan koparak mülksüzleşmiş ve işgücünden başka satacak hiçbir şeyi kalmamış proletarya oluşturmuştur. Şimdi bu yazının konusu olan asıl soruya gelmiş bulunuyoruz: İlkel sermaye birikiminin oluşumu ve kapitalist üretim tarzının gelişimine ilişkin Marx’ın işaret ettiği tarihsel ön koşullar (para olarak servet birikimi, kırsal kesimde kapalı köy topluluklarının, kentte ise loncaların çözülmesi), 17. ve 18. yüzyılların Osmanlı toplumunda acaba ne derecede gerçekleşmiş bulunuyordu? Ya da, Osmanlı’nın despotik sistemi içinde bu koşulların gerçekleşme imkânı var mıydı gerçekten? Bu soruları yanıtlayabilmek için, a) Osmanlı toplumun da biriken “parasal servetlerin” ekonomik niteliğine, b) kırsal kesimde Asyatik karakterli köy topluluklarının, kentlerde ise esnaf loncalarının çözülme durumlarına, c) kentle kır arasında Avrupa’daki gibi bir mübadele ekonomisinin gelişip gelişmediğine bakmamız gerekiyor.

Osmanlı’da parasal servetlerin niteliği Marx’ın açıklamalarından anlıyoruz ki, Avrupa’da para olarak servet birikimi ve bunun sermayeye dönüşümü, feodal toplumun kendi iç evrimiyle gerçekleşen bir süreç olmuştur. Toprağın özel mülkiyetinin feodal soylulara ait olduğu, pek çok feodal mükellefiyetler yüklenen “bağımlı” ve “yarı bağımlı” köylülerin bu topraklar üzerinde doğrudan üretici konumunda bulunduğu feodal toplumun belli

marksist tutum

bir gelişme evresinde, kırla kent arasında mübadele ilişkileri doğmuş ve bu temelde kır toplulukları da meta üretimine açılmıştır. Bir yandan kırın meta üretimine açılması, diğer yandan dolaşımdaki para hacminin artması, Avrupa’da iç pazarı canlandırmış ve dolayısıyla ticaret hacmini artırmıştı. Ticaretin canlanması ve gelişmesi ise servetlerin “para olarak” birikimine yol açıyordu. Yani Avrupa feodalitesinde para olarak servetlerin birikimi, daha baştan kırın meta üretimine açılmasının ve kentle kır arasında mübadele ekonomisinin gelişmesinin bir ürünü olmuştu. Kaynağı ticaret ve faizcilik olan bu parasal servet birikimleri, Avrupalı tüccarların elinde 15. yüzyılın sonlarından itibaren tüm kıtaları dolaşarak genişlemesini sürdürecek ve yeni bir üretim tarzına geçişin başlangıç noktasını ve tarihsel ön koşullarından birini oluşturacaktı. Sömürge sistemi, ticaret ile deniz ulaşımını bir limonluk gibi besleyip olgunlaştırdı. Luther’in ‘tekelci şirketleri’ sermaye birikimi için güçlü araçlardı. Sömürgeler tomurcuklanan manüfaktürler için pazar ve pazar üzerindeki tekel aracılığı ile artan bir birikim sağladı. Avrupa dışında düpedüz talan, köleleştirme ve katillik yoluyla ele geçirilen servet, anayurda taşınarak sermayeye çevrildi.

Osmanlı’da ise bu süreç, Avrupa’dakinden çok farklı bir şekilde yaşanmış ve doğurduğu ekonomik sonuçlar da Avrupa’dan çok farklı olmuştur. Yazımızın önceki bölümlerinde de açıklandığı üzere, Osmanlı’da bu “parasal servet birikimi” olayı, toplumsal sınıfların (tüccar, esnaf, zanaatkâr, çiftçi vb.) kendi özerk ekonomik faaliyetlerinin içinde ve bu faaliyetlerin bir sonucu olarak gerçekleşmiş değildir. Osmanlı’da parasal servet birikimleri, doğrudan doğruya tepedeki, yani devlet katındaki egemen siyasal sınıfın (devlet sınıfı) ekonomik faaliyetlere katılışının bir sonucu olarak gerçekleşmiştir. Devlet sınıfına mensup olan kesimlerin katıldığı ya da bizzat kendilerinin yarattığı bu “ekonomik” faaliyetler, aslında, mülkiyeti tamamıyla devlete ait olan ekonomik gelir kaynaklarının bu sınıf mensuplarınca ele geçirilmesi ve paylaşılması eylemlerinden başka bir şey değildir. Yönetici devletli sınıf mensuplarının bu “ekonomik” faaliyetlerine, zamanla toplum sınıflarından bazı unsurlar da (mültezimler, sarraflar, dış-ticaret mukataacıları, tefeciler vb.) katılacaktır. Fakat bu unsurlar da tıpkı devlet sınıfına mensup olanlar gibi, üretken bir ekonomik faaliyeti organize eden değil, hazırda var olanı sömüren, parazit nitelikte sömürücü unsurlardı. Dolayısıyla, geçmişte toplum sınıflarından tamamen ayrı olarak örgütlenmiş ve bütünüyle devletle özdeşleşmiş olan Osmanlı’nın geleneksel devletli sınıfı (despotik-kapıkulu bürokrasi), şimdi toplum içinde eski sömürü biçimlerini kullanarak servet sahibi olmuş parazit nitelikte unsurlarla çıkar ortaklığı kuran

15


marksist tutum

ve iktidarını bir ölçüde onlarla paylaşmak zorunda kalan “siyasal güç ve servet karması” bir sınıf pozisyonuna evrilmiş bulunuyordu. Böyle bir parazit-sömürücü egemen sınıf bileşiminin elinde biriken parasal servetlerin ve gene böyle bir sınıf bileşiminin tekeli altında bulunan ekonomik kaynakların, eski düzenin temellerinde herhangi bir devrimsel-ekonomik değişikliğe yol açamayacağı açıktır. Kapitalizm öncesi bir toplumda, biriken parasal servetlerin sermayeye dönüşebilmesi ve sermayenin de eski üretim biçimlerini yıkıp, yerine daha modern, daha gelişmiş bir sömürü biçimi olan kapitalist biçimleri geçirebilmesi için, bu parasal servetleri elinde bulunduran sınıfın her şeyden önce kapitalist üretim biçimini benimseyen, kapitalizme eğilimli bir sınıf olması gerekir. Oysa 17. ve 18. yüzyılların Osmanlı toplumunda, elinde parasal servet ve toprak biriktiren egemen sınıf mensuplarının kapitalist üretime yönelmeleri için hiçbir gereklilikleri bulunmuyordu. Tersine bu egemen sınıf mensupları, gerek tarımda gerekse endüstride çalışan doğrudan üreticileri (emekçileri), eski üretim koşullarında herhangi bir değişiklik yapmaya gerek duymadan da sömürebiliyorlardı. Bu nedenle de, Osmanlı toplumunda, yukarda sözü edilen iki yüz yıl boyunca, ne kırsal kesimdeki köylü üretiminde ne de kentlerdeki el zanaatları endüstrisi üretiminde köklü bir değişiklik olabilmiştir. Kırda ve kentte kapitalizm öncesi üretim biçimleri aynen sürmüş ve hatta parazit sömürü biçimleri daha da yaygınlaşmıştır. 17. ve 18. yüzyılların Osmanlı toplumunda da gelişmiş bir şehir zanaatının yanısıra, ticaret ve tefecilikten biriktirilmiş “parasal servetler” de bulunuyordu. Yani bu açılardan, Avrupa’dan çok da farklı bir durumda değildi Osmanlı toplumu. Fakat öte yandan, Osmanlı toplumunda hükmünü hâlâ sürdürmekte olan despotik sistemin içsel mekanizmaları, kentle kır arasında bir mübadele ekonomisinin Avrupa’daki gibi gelişimine ve bu bağlamda kırın meta üretimine açılmasına asla izin vermiyordu.

Demek ki, Osmanlı gibi despotik yapıdaki sistemlerin ekonomisinde, birdenbire para dolaşımının artması ve belli kesimlerin elinde o zamana kadar görülmedik bir parasal servet birikiminin gerçekleşmiş olması, otomatik olarak kapitalist üretim biçimine geçişi sağlamaya yetmiyordu. Nitekim Marx’ın da belirttiği gibi, “para olarak servet” birikimi, kapitalizmden önceki bütün ekonomik-toplumsal formasyonlarda zaten görülmüş bir şeydi. Fakat bu parasal servet birikimlerinin görüldüğü eski toplumlardan hiç birinde (ne antik çağın Yunan ve Roma’sında, ne orta çağın Bizans’ında, ne de onun yanıbaşındaki İslam dünyasında) bir kapitalist üretim biçimi gerçekleşmesi olabilmiş-

16

Ocak 2007 • sayı: 22

ti. Demek ki, kendi başına “parasal servet” birikimi tarihsel ilerleme açısından çok büyük bir önem taşımıyor. Asıl önemli olan, bu parasal servet birikimlerinin hangi tarihsel koşullar altında gerçekleştiği ve nasıl bir ekonomik niteliğe sahip bulunduğudur. Kuşkusuz ki, 17. ve 18. yüzyılların Osmanlı toplumunda da gelişmiş bir şehir zanaatının yanısıra, ticaret ve tefecilikten biriktirilmiş “parasal servetler” de bulunuyordu. Yani bu açılardan, Avrupa’dan çok da farklı bir durumda değildi Osmanlı toplumu. Fakat öte yandan, Osmanlı toplumunda hükmünü hâlâ sürdürmekte olan despotik sistemin içsel mekanizmaları, kentle kır arasında bir mübadele ekonomisinin Avrupa’daki gibi gelişimine ve bu bağlamda kırın meta üretimine açılmasına asla izin vermiyordu. Bu bakımdan, hem egemen devlet sınıfının, hem de yeni türeyen ağa, ayan, derebeyi gibi parazit sömürücü unsurların elinde biriken parasal servetler, Avrupa’da olduğu gibi bir “sermayeleşme” sürecine giremiyordu. İşte bu nokta, Osmanlı despotizmi ile Avrupa feodalizmi arasındaki tarihsel gelişme farklılığını anlamak bakımından son derece önemli bir noktadır. Burada önemli bir soru ve önemli bir tartışma konusu ortaya çıkmaktadır: Osmanlı yönetici sınıfının (bürokrasinin) ve yeni türeyen sömürücü unsurların elinde biriken “parasal servetler”, acaba neden sermayeye dönüşemiyordu? Sermayeye dönüşmeyen bu parasal servetlere ne oluyordu? Bunların ekonomik yaşamda bir işlevi, bir rolleri yok muydu? Bu soruların yanıtını verebilmek için, Osmanlı yönetici sınıfının ve ortaklarının elinde biriken parasal servetlerin ekonomideki işlevine, yani nereden gelip nereye gittiğine bakmak gerekiyor.

Hükümdarın (padişahın) serveti “Bu servet birikiminin en başta gelen örneği padişah servetidir. Padişah serveti aslında savaş ve fetih kazançları iken ve savaş ve fetihler için kullanılan bir fon iken, enflasyon döneminden sonra bir siyasal güç ve toplumu zapt altında tutma fonu oldu. Bu fon sayesindedir ki Osmanlı tahtı XVII. yüzyılın başından itibaren sallantılı bir taht olduğu halde başkentte olsun, taşrada olsun hiçbir güç onu yerinden oynatamamıştır. Maddi anlamda sarsamadıktan başka manevî, korkutucu veya caydırıcı gücünü dahi sarsamamıştır. XVI. yüzyılda en güçlü Celalî reisleri, XVIII. yüzyılda en güçlü derebeyler bile bunu başaramamıştır. ” (Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, c.2, Gerçek Y., 1970, s.300) Padişahın bu gücü, daha önce de değindiğimiz üzere, sarayda merkezleşen ve “saray adamları” denen padişahın yakın hizmetindeki dar bir kadronun elinde yoğunlaşmış bulunuyordu. Padişahın gücünün kaynağı olan “iç hazine” de işte bu saray adamları tarafından korunuyor ve yönetiliyordu. “Osmanlı padişahlarının, bir kaçı müstesna, hemen hepsi çok hasis, çok tutumlu, servete son derecede düşkün kimseler olarak tanınmıştır. Bazıları, bu işin başla-


Ocak 2007 • sayı: 22

tıcısı III. Murat olmak üzere, hediyeye ve rüşvete son derecede düşkündüler. Lüks ve israf meraklısı olan birkaç tanesi, kısa süre sonra ‘deli’ diye hal’edilmiştir. Lüks ve israf düşkünlüğü, bunların geleneğine o kadar aykırı idi ki sadece bu, bir padişahın ‘deli’ olduğuna delil olabiliyordu.” (age, s.300) “Fakat birçok Batı hükümdarlarından farklı olarak, Osmanlı hükümdarları üstünde oturdukları servetleri ekonomik teşebbüslere yatırma yoluna gitmemişlerdir. Sadece cami, su yolu, çeşme, kütüphane, imarethane, Mekke ve Medine vesair yerlerdeki kutsal yerlere değerli eşya veya tamir gibi hayır ve hasenatla ilgili vakıflara servet yatırmışlardır.” (age, s.300) “O halde padişahlar neden o kadar servete ve altına düşkündüler? İki şey için: (a) Savaş ve fetih, (b) Tahta çıkma ve çıktıktan sonra orada oturabilme için. ... Padişahlık, ekonomik bunalım döneminden sonra ancak büyük bir servet ile satın alınabilecek bir makam oldu. Tahta çıkmak ve orada oturmak kapıkulları ile ulemanın onaylamasına bağlı. Bunun ise fiyatı çok yüksek. Hem de nakit para ile ödenecek bir fiyat!” (age, s.301) Padişahların tahta çıkması, yönetici sınıfın içinde adeta bir siyasal alışverişe, bir pazarlık işine dönüşmüş durumdaydı. Padişahlar tahta çıktıkları zaman, “kullarına” bahşiş adı altında milyonlarca altın değerinde bir servet ödüyorlardı. İşte bu nedenle her padişah, hazinesine sımsıkı yapışmak ve onu güçlü tutmak zorundaydı. Çünkü bu iç hazine, “padişahlığın reserv bankası veya savaş yatırımcılığının merkez bankası gibi bir yer. Esas muhtevası altın. Altın olarak gelirlerin çoğu oraya gidiyor.” (age, s.301) Padişah hazinesinde biriken parasal servetler esas olarak savaş ve fetihlerde elde edilen ganimetten geliyordu. Bu nedenle de padişahlar, yeni topraklar elde etmek ve elde olanı kaybetmemek için sürekli savaşa hazırlıklı olmak ve savaş hazinesini sürekli dolu tutmak zorundaydılar. Bunun için Osmanlı padişahları 17. yüzyılda bile hâlâ “savaş yatırımcılığı”nı ekonomik yatırımcılıktan önde tutmaktaydılar. Fakat 17. yüzyıldan itibaren gidişat artık tersine döndüğü ve peş peşe yenilgiler ve toprak kayıpları geldiği için, padişahların yıllarca büyük bir hasislik içinde biriktirdikleri hazineleri de bir anda sıfırı tüketiyordu. Avrupa’da parasal servetler bir yandan manüfaktür üretiminde “sermayeye dönüşürken” ve tüccarların elinde kıtaları dolaşıp genişlemesini sürdürürken, Osmanlı’da en büyük ve en merkezileşmiş parasal servet birikimleri (padişah hazinesi), hiçbir ekonomik yarar sağlamadan savaş alanlarında heba olup gidiyordu. İşte Osmanlı’daki en büyük parasal servet birikiminin akıbeti!

Devletli bürokrasinin serveti Padişahlar, ardı arkası kesilmeyen savaşlarla boşalttıkları hazinelerini yeniden doldurabilmek için, bir taraftan halkın sırtına yeni yeni vergiler bindirirler, diğer taraftan da

marksist tutum

rüşvet alarak ve mansıp (yani mevki ve makam) satarak para toplamaya çalışırlardı. Osmanlı’nın gerileme döneminde, padişahların durmadan tekrarladığı bir olaydı bu. Bu dönemde padişahlar devlet katında bir sürü yeni makam ihdas ederek, bunları taliplilerine satıyordu. Bu talipliler, ya daha yüksek bir makam kapmak için birbiriyle yarışan devlet yöneticileri, ya da siyaset sınıfına dahil olarak nüfuzlu bir kişi olmak isteyen türedi zenginlerdi. “Hükümdarların bir alay yeni yeni makamlar ihdas etmesi sonucunda, XVII. yüzyıl sonlarında o bölük bölük vezir sürüsü meydana geldi. Yeni ihdas edilen makamları, büyük paralar ödeyerek elde etme peşinde koşan kıyamet kadar adam var. En yüksek fiyatı kim verirse mansıbı o alıyor.” (age, s.303) Osmanlının bu gerileme döneminde, mansıp sahipliği, yönetici sınıf mensupları ve özellikle bunun üst tabakası için, çok önemli bir kişisel “servet edinme” mekanizması olup çıkmıştı. Para ile satın alınan bu mansıplar, sahiplerine, devletin ekonomik kaynaklarından (mukataalardan) akıp gelen pek çok gelirler sağlıyordu. Bu durum, Osmanlı yönetici sınıfı içinde iki yüzyıl boyunca devam edecek olan “mevki ve makam” kapma, dolayısıyla “güç ve servet” edinme yarışının ve bu temelde yürüyen çıkar kavgalarının temelini oluşturacaktı. Müsaderelerde ortaya çıkan servetlerin çoğu, zamanında padişahın bilgisi altında gasp, soygun, rüşvet, ihtikâr vb. yoluyla edinilmiş servetlerdir. Fakat Padişahlar bu müsaderelere, çoğu kez, yeniçeri isyanları karşısında tehlikeye düşen tahtlarını kurtarmak için bürokratlarını kurban vermek zorunda kaldıklarında başvururlardı. Bu tür kurban verme durumlarında da listenin başında çoğu kez defterdar (maliye bakanı), sadrazam (başbakan) ve önemli vilayetlerde valilik yapmış paşalar geliyordu. Çünkü en yiyici, en rüşvetçi ve en çok servet biriktiren şahsiyetler bunlardı.

Peki ama, toplumun tepesine çöreklenmiş bu parazitsömürücü grubun elinde biriken muazzam parasal servetler, nerelere harcanıyor ya da ne gibi ekonomik faaliyetlere yatırılıyordu acaba? Başka bir deyişle, padişahın dışındaki yönetici sınıf mensuplarına ait bu servet birikimlerinin niteliği ya da ekonomik fonksiyonu neydi? Bir kere bürokrasinin elinde biriken servetlerin, padişahın hazinesinde biriken servetler gibi bir fonksiyonu yoktu. Bunlar hiçbir zaman, padişahınkinde olduğu gibi bir savaş ekonomisine yatırılmıyordu. Öte yandan, yüksek bürokrasinin elinde biriken bu servetler, bu kesimin yaşadığı “müsadere” korkusu nedeniyle, gerçek bir özel mülkiyet türü olan taşınır ve taşınmaz mallara da yatırılmıyordu. “Bu servetlerin çoğu bu parazit sınıfın elinde değerli taşlara yatırılır, çok defa saklanır ve gömülürdü. Veya sandıklarda yatardı. Padişah ve kendi adamları arasındaki servet mücadelesinde, hükümdarın elindeki ‘siyaset etme’ (idam

17


Ocak 2007 • sayı: 22

marksist tutum

etme -M.S.) hakkı sayesinde bunlar zaman zaman ortaya çıkarılır ve hazineye dönerdi.” (age, s.305) Aslında bu müsaderelerde ortaya çıkan servetlerin çoğu da, zamanında padişahın bilgisi altında gasp, soygun, rüşvet, ihtikâr vb. yoluyla edinilmiş servetlerdir. Fakat Padişahlar bu müsaderelere, çoğu kez, yeniçeri isyanları karşısında tehlikeye düşen tahtlarını kurtarmak için bürokratlarını kurban vermek zorunda kaldıklarında başvururlardı. Bu tür kurban verme durumlarında da listenin başında çoğu kez defterdar (maliye bakanı), sadrazam (başbakan) ve önemli vilayetlerde valilik yapmış paşalar geliyordu. Çünkü en yiyici, en rüşvetçi ve en çok servet biriktiren şahsiyetler bunlardı. Görüldüğü gibi, bürokrasinin doruğunu oluşturan bu kesimlerin elinde biriken parasal servetler de sonuçta ekonomik bir niteliğe sahip bulunmamakta, ya da çok az bir kısmı böyle bir niteliğe sahip bulunmaktadır. Ekonomik fonksiyonu olan servetler de daha ziyade faizcilik, ticaret ve daha az olarak da tarım ve zanaat alanlarına yatırılıyordu. Yönetici sınıfın elinde biriken servetlerin büyük bölümü ise, daha önce de belirttiğimiz gibi, ya gömüleniyor ya da maiyetlerindeki geniş bir parazit kitlenin tüketimine gidiyordu. Dolayısıyla, bu servetlerin Avrupa’daki gibi bir “sermayeye dönüşme” süreci içine girmesi, hiçbir zaman söz konusu olamazdı. Osmanlı egemen sınıfı içinde, parasal servet biriktirmede diğerlerinden aşağı kalmayan bir kesim de ulema kesimidir. “Yüksek rütbeli ulemanın ve şeyhülislâmların hepsi zengindi ve faizcilikten fırın işletmeye kadar çeşitli ticaret alanlarına yatırılmış paraları vardı, çünkü bunlar ka-

pıkulları kadar müsadere tehlikesi altında değillerdi.” (age, s.308) Osmanlı’da vakıflara ait mülkler genellikle müsadere dışı tutulduğu için, ulema mensupları da kendi servetlerini güvenceye almak için çoğu zaman vakıf kuruyorlardı. “Kurulan bu vakıflara hasredilen gelir kaynakları, bazen sadece faizle işletilen paralardı. Yalnızca Bursa’da, amme vakıfları idaresinde, ... faizle işletilmek üzere 3,5 milyon akçeye yakın vakfedilmiş para vardı. ... 1580’de, yani para devriminin başladığı dönemde, böyle vakıfların sayısı 14,5 defa artmıştı. ... vakıf olarak tamamiyle faizle işletilen paraları yatıranların çoğunun kadı, müderris, seyyid ve askeri sınıf mensupları olduğu” (age, s.308) biliniyor. Osmanlı egemen sınıfı içinde, ticarete ve faizciliğe en yatkın olan kesim, belli ki bu ulema kesimi idi. Bütün bu tarihsel veriler de gösteriyor ki, Osmanlı’da büyük servet birikimleri, toplum sınıflarından (tarımsal üretici, esnaf, zanaatkâr, tüccar vb.) ziyade, devlet sınıfına mensup çok dar bir grubun elinde merkezileşmiş ve yoğunlaşmıştır. Aslında bu durum, Avrupa’da feodalizmin çözülüşü döneminde karşılaşılan durumun tam tersidir. Avrupa’da, şehir tüccar ve zanaatkârlarının elinde biriken servetler sermayeye dönüşerek, kapitalizmin ilk başlangıçlarını (manüfaktürleri) yaratırken, Osmanlı’da çok dar bir grubun (bürokratik elitin) elinde yoğunlaşan servetler, birkaç istisnai gelişme dışında, sermaye niteliği kazanamadan ölü servetler olarak kalmışlardır. (devam edecek)

MARKSİZMİN IŞIĞINDA bir tarihsel dönemin sorgulanması

Elif Çağlı Marx’ın bilimsel sosyalizm kuramı, “tek ülkede sosyalizm”in olabilirliğini içermekte midir? Marx’ın teorisinde, komünizm dışında ayrıca “sosyalizm” diye, kendibaşına bir bütünlük oluşturan bağımsız bir sosyo-ekonomik formasyon var mıdır? Toplumun sosyalist örgütlenmesi (sınıfsız toplum) ile aynı anda bir “ulus-devlet”in varlığı bağdaşabilir mi? Profesyonel ordusu ve polisiyle, adli ve idari mekanizmasıyla, bürokratik tarzda örgütlenmiş bir devlet, işçi sınıfı “adına” hareket ediyor olsa bile, eğer işçiler yönetemiyorsa, orada gerçekten bir işçi demokrasisi işleyebilir mi; ya da böyle bir “işçi” devletinde gerçek egemenlik işçilerde mi yoksa başkalarında mı olur? İşte bu kitapta, yazarın bu ve benzeri teorik sorunlara Marksist yöntemle verdiği yanıtları bulacaksınız. (2.baskı, Haziran 2005, 266 sayfa, 10 YTL)

18


Latin Amerika: Sevinç Fırtınalarının Gölgede Bıraktıkları İlkay Meriç

D

aha önce çeşitli yazılarımızda da ele aldığımız gibi Latin Amerika kıtasında son birkaç yıldır zaman zaman devrimci durumlara varan bir hareketlilik yaşanıyor. 80’li yılların başından bu yana dünya ölçeğinde yaşanan azgın kapitalist saldırı dalgasının işçi ve emekçi kitlelerde yarattığı derin yenilgi psikolojisine ek olarak örgütsüzlüğün getirdiği çaresizlik hissi ve atalet, 2000’li yılların başından bu yana kıta ülkelerinin önemli bir bölümünde artan ölçüde kırılmaya başlamış bulunuyor. Bilindiği üzere dünyanın her yerinde olduğu gibi Latin Amerika’da da emekçi kitleler, yıllarca sağcı ya da onlardan hiçbir farkı olmayan sosyal-demokrat partiler aracılığıyla uygulatılan en acımasız kapitalist politikalarla sefalete itildiler. İşçi ve emekçi kitleler açısından koyu bir sefaletle karakterize olan bu tabloyu tamamlayan diğer bir unsur ise burjuva siyaset arenasındaki çürümüşlük ve yolsuzluklardı. Bu manzara, zamanla yığınlar arasında muazzam bir hoşnutsuzluğu ve ardından bunun öfkeli bir tepkiye dönüşmesini beraberinde getirdi. Ekvador, Arjantin, Bolivya gibi ülkelerde bu öfke seli, işçi sınıfının damgasını bastığı ayaklanmalar sonucu mevcut burjuva hükümetlerin alaşağı edilmesinde somutlandı. Fakat güçlü bir proleter devrimci önderliğin bulunmaması, işçi sınıfının bu burjuva hükümetleri yenileriyle değiştirmekten öteye gidememesine ve böylece ortaya çıkan devrimci durumların bir bir pörsümesine yol açtı. Bu üç ülkede de kitle hareketi popülist ya da ulusal kalkınmacı burjuva sol önderlikler tarafından teslim alınarak sönümlendirildi. Diğer ülkelerde ise genel bir kitle yükselişi olmakla birlikte, tırmanan öfke sadece parlamenter düzlemde yansımasını buldu ve sonuç olarak pek çok Latin Amerika ülkesinde, aralarında çeşitli ton farklılıkları olsa da (ulusal kalkınmacı, reformist ya da popülist) burjuva sol önderlikler iktidara taşındı. Böylece, ortaya çıkan devrimci durumlar ya da yükselen kitle hareketi, bu burjuva önderlikler eliyle düzen içine kanalize edilerek sönümlendirildi.

Buna rağmen Latin Amerika durulmuş değil ve en ufak bir kıvılcım kitleleri ayağa kaldırmaya yetebiliyor. Bu ayağa kalkış, bazen eylem biçimleriyle ve yaratılan öz-örgütlülüklerle vs. doğrudan işçi sınıfının damgasını taşıyor (örneğin son olarak Oaxaca’da geniş ölçekli bir isyana dönüşen öğretmen grevinde olduğu gibi). Bazense seçimlere endeksli bir genel kitle hareketliliğiyle sınırlanıyor (yine Meksika’da geçtiğimiz Temmuzda gerçekleşen şaibeli seçimler dolayısıyla aylarca devam eden yığınsal protesto eylemleri gibi). Ama ne olursa olsun şurası çok açık ki, Latin Amerika muazzam bir devrimci dinamizme sahip işçi-emekçi sınıflarıyla ve ABD’nin hemen yanı başında bulunan dev bir kıta olma niteliğiyle dünya devrimi açısından çok önemli bir konuma sahip. Dünya kapitalist sisteminin önemli zayıf halkalarından biri olma özelliği taşıyan bu kıtada ortaya çıkacak devrimci durumların sürekli olarak heba edilmesi, sadece kıta açısından değil tüm dünya devrim sürecinin sekteye uğratılması açısından da ciddi sonuçlar doğurabilir. Bu nedenle Latin Amerika’daki gelişmelerin Marksist bir gözle değerlendirilmesi ve devrimci Marksist temellere dayanarak inşa edilecek proleter devrimci bir örgütlülüğün bilinçli müdahalesiyle işçi sınıfının burjuva önderliklerin çekim alanından kurtarılması, gerek kıta proletaryası gerekse dünya devrimi açısından büyük bir önem taşımaktadır. Fakat bu yakıcı zorunluluğa rağmen, sosyalist hareketin ezici çoğunluğunu oluşturan kesimlerin kıta ölçeğinde de dünya genelinde de bu bakış açısından yoksun olduğunu görüyoruz. Sahte devrimci söylemle maskelenmiş bir popülizmin tuzağına kapılıp burjuva önderliklerin kuyruğundan sürüklenen sosyalist gruplar, emekçi kitlelerde de bu önderlikler hakkında ölümcül yanılsamalar doğuruyorlar. Bunun en abartılı örneğini Chavez konusunda yaşıyoruz. Ama o tek örnek değil. Latin Amerika ülkelerinde yaşanan olağan seçimler sonucu koltuğa oturan her solcu başkan, sosyalist solun aklını başından almaya yetiyor.

19


marksist tutum

“Sosyalizm” çığlıklarının eşlik ettiği sevinç fırtınaları belki kitleleri kısa süreliğine coşturuyor, ama burjuva sol önderlikler lehine yaratılan bu fırtına, devrimci durumları, yani potansiyel devrimleri de kum tepeleri altına gömüyor.

Venezuela sosyalizme mi gidiyor? Son iki ay içerisinde gerçekleşen seçimler sonucunda Brezilya’da Lula’nın ve Venezuela’da Chavez’in devlet başkanlığının bir dönem daha uzaması, Ekvador’da solcu aday Correa’nın başkanlık koltuğuna oturması, Nikaragua’da ise Sandinist Daniel Ortega’nın 16 yıl aradan sonra tekrar devlet başkanlığına getirilmesi, Latin Amerika’nın yoksul emekçi kitleleri tarafından coşkuyla karşılandı. Ne var ki bu coşku dalgasına kapılıp kendini kaybedenler, gerçek bir devrimci önderlikten yoksun olup milliyetçi-popülist liderlerin peşine takılan kitlelerle sınırlı değildi. Devrimcidemokratından reformistine, Marksist geçinenine varıncaya dek dünya sosyalist solunun ezici bir çoğunluğu da bilinç bulanıklığı içinde bu sevinç fırtınasının girdabına kapılmış durumda. Kapitalizmin tarihi içinde yaşanan sayısız örnekle kanıtlanan ve bugün de kimi Latin Amerika ülkelerindeki gelişmelerle bir kez daha gözler önüne serilen bir gerçek var. Emekçi kitleleri sol görünümlü Başkanların etrafında kenetlemek amacıyla girişilen reformlar, çeşitli ihtiyaçlar içinde kıvranan yoksul kitlelere kısa vadede bir kurtuluş gibi görünse de, neticede kazanan kapitalist düzen olmaktadır. Uzun süreden beridir Chavez’in reformlarını devrim olarak lanse edenler, onun oyların %63’ünü alarak başkanlık koltuğunda altı yıl daha kalmayı garantilemesini Venezuela’nın sosyalizme attığı büyük bir adım ve büyük bir zafer olarak alkışlamakta, bununla da yetinmeyip tüm Latin Amerika’nın sosyalizm rotasına girdiğinden dem vurmaktalar. Oysa gerçeklik ne yazık ki bundan oldukça uzaktır ve çeşitli renklerden burjuva sol önderliklerin etki alanları genişledikçe kitle hareketinin sosyalist devrimden sapma açısı her an biraz daha büyümektedir. Aslına bakılırsa Chavez’in kurmayları arasından yükseldiği söylenen “dünya tarihinin ilk sanal devrimini yapıyoruz” şeklindeki ironik sözler “Bolivarcı devrim”i çok da güzel betimliyor. Ama sosyalist sol bu “sanal devrim” oyuncağını pek sevdi ve onu elinden bırakmak istemiyor: “Devrimci Venezuela, sosyalist Küba’yla kol kola temsil ettiği anti-emperyalist, halkçı direncin adını sosyalist devrim olarak koymakta giderek daha cesur davranıyor. (…) Bizim halkımızın da paylaştığı dünya çapındaki bir yargıya göre bu düzeni değiştirmek, emperyalistlerle boy ölçüşmek, haksızlıklara son vermek hayaldir! Venezuela devrimi sosyalizm yönünde yol aldıkça, uzak yakın bütün ülkelerde yurtseverlerin, komünistlerin, ilericilerin bu boyun eğ-

20

Ocak 2007 • sayı: 22

mişlik psikolojisini alt etmek için, ellerini güçlendirmektedir. Venezuela devrimini selamlamak, kendi devrimimizi hazırlamaktır.” (Komünist, 8 Aralık 2006) Sola egemen olan kanı budur. Bizlerse Latin Amerika’daki yükselişin işçi ve emekçi kitlelerin ruh hallerinde yarattığı olumlu değişimin devrimci bir rotaya sokulmasının yolunun, Chavez gibilerin kuyruğuna takılmaktan geçemeyeceğini söylüyoruz. Chavez gibi ulusal kalkınmacı caudilloların reformlarını “devrim”, seçim başarılarını “sosyalizm yolunda atılmış büyük bir adım” olarak alkışlamak, “kendi devrimimizi hazırlamak” bir yana, onun altını oymaktadır: “Bazı sosyalist çevreler Latin Amerika’daki süreçler üzerine bu değerlendirmelerimizi fazlasıyla aykırı bulabilirler. Hatta bazı siyasi kesimlerden, bizim gibi düşünenlere sekterlik veya aşırı-solculuk suçlamasının yöneltilmesi hiç de şaşırtıcı olmaz. Zira siyasal tutumlar arasındaki ayrımların keskinleşip netleşmesi, devrimci çalkantıların insanları sürüklediği yol ayrımlarında belli olur. İşçi devrimi açısından neyin ilerletici neyin geriletici olduğu da, nerede durduğunuza ve nereden baktığınıza bağlıdır. Unutmayalım ki burjuva sosyalizminin “devrim” dediği, devrimci proletarya açısından çoğunlukla reform niteliğindedir. Devrimci Marksizmin devrimin durdurulması olarak nitelediği taktikler, küçük-burjuva devrimciliğine devrimin şahikası olarak görünebilir. Oysa kapitalizmin tarihi içinde yaşanan sayısız örnekle kanıtlanan ve bugün de kimi Latin Amerika ülkelerindeki gelişmelerle bir kez daha gözler önüne serilen bir gerçek var. Emekçi kitleleri sol görünümlü Başkanların (ya da despotik yönetimlere kapıyı açan Başkanlık Sisteminin) etrafında kenetlemek amacıyla girişilen reformlar, çeşitli ihtiyaçlar içinde kıvranan yoksul kitlelere kısa vadede bir kurtuluş gibi görünse de, neticede kazanan kapitalist düzen olmaktadır.” (Elif Çağlı, Tehlikenin Ortasında, MT, Haziran 2006) Hugo Chavez, yoksul kitlelerin dertlerine derman olma vaadiyle ortaya çıkıp başkanlık koltuğuna oturalı tam sekiz yıl oluyor. Son dönemlerde sosyalizm lafını diline pelesenk eden Chavez, seçimlerin ardından yaptığı konuşmada “bana oy verenler, bana değil, sosyalist bir projeye, kökten farklı bir Venezuela’nın inşası projesine oy verdiler” derken aslında son derece haklıydı. Evet, işçi ve emekçi kitleler bu anlamda “sosyalizme” oy verdiler ve onlar için sosyalizm eşitlik demek, adalet demek, yoksulluğun ortadan kalkması demek, ücretsiz ve kaliteli eğitim ve sağlık hizmetleri demek, barınacak ucuz ve sağlıklı konutlar demek, herkese iş demek, aş demek. Peki adına yeni yeni “sosyalizm” dese de Chavez sekiz yıldır zaten bu talepleri karşılama vaadiyle o koltukta oturmuyor muydu? Kitlelerden bunun için oy istememiş miydi? Öyleydi. Ne var ki, bunları gerçekleştirmek için bir altı yıl daha isteyen Chavez’in Venezuela’sında ne yoksulluk azaldı, ne milyonlarca insanın sefalet içinde yaşadığı gecekondu mahalleleri (barriolar) boşaldı, ne işsizlik ortadan kalktı, ne aşsızlık. Eşitliği hepten


Ocak 2007 • sayı: 22

bir tarafa bıraktık. “Sosyalizme yürüyen” Venezuela’da bugün halen nüfusun %25’i günde 1 dolardan daha az bir parayla yaşam savaşı veriyor. En zengin %10’luk kesim ulusal gelirin %50’sini alırken, en yoksul %10 yalnızca %2 ile yetinmek zorunda kalıyor. Bir yanda sefalet içindeki gecekondu mahalleleri genişlerken diğer yanda lüks konut inşaatında patlamalar yaşandığı söyleniyor. Son yıllarda fırlayan petrol fiyatları yüzünden katlanarak artan petrol gelirinin birilerini abat ettiği, zenginlerin daha zengin hale geldiği, bankaların hiç bu kadar kâr etmediklerini söyledikleri Venezuela’da “Bolivarcı” bürokrasinin içinden yeni multi-milyoner burjuvalar yükselirken, yoksullukla lüks tüketim patlaması yan yana yaşanıyor. Pahalı içkilerde ithalat rekorları kırıldığı ifade edilirken, benzer bir patlama lüks araba ithalatında da yaşanıyor (meselâ her biri 150 bin dolardan başlayan Hummer ciplerde). Dev ABD tekellerinden Ford ve General Motors, ABD emperyalizmini şeytan ilan eden Chavez’in ülkesinde bu yıl 300 bin araç satmayı planladıklarını açıklıyorlar. Herhalde bu araçları, lüks içkileri, lüks konutları, 150 bin dolarlık cipleri “barrio”lardaki yoksullar almıyorlar! Bu arada parlamento içi ve dışı tüm sol parti ve örgütleri içine alacak “tek bir devrimci parti”nin oluşturulması talimatını çoktan vermiş olan Chavez, seçim başarısının kutlama töreninde yaptığı konuşmada, onu destekleyen tüm partilerin kendilerini feshederek yeni kurulacak olan “Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi”nde birleşmeleri çağrısında bulundu. Gelecek dönemin en temel projesinin “sosyalizmi aşağıdan kurmak” olduğunu söyleyen Chavez’in birlik ve sosyalizm söylemi kimilerinin gözünü boyamaya yetebilir. Ancak Beşinci Cumhuriyet Hareketi (MVR) önderliğinde yürütülen bu operasyonun amacının tüm devrimci hareketi kendine tâbi kılıp denetim altına almak ve ehlileştirmek olduğu çok açıktır. Devlet partisi olarak inşa edilecek böyle bir partinin devrimcilikle, sosyalistlikle, demokratik işleyişle en ufak bir ilgisinin olamayacağı bellidir. Aynı konuşmada Chavez açıkça, yeni kurulacak partiye katılmayıp bağımsız kalmak isteyen partilerin hükümette yeri olmadığını da belirtiyor. Öyle görünüyor ki, anayasanın bir kişinin üst üste iki dönemden fazla başkan seçilemeyeceğine dair hükmünü kaldırıp ömür boyu başkanlık sisteminin yolunu açmak isteyen Chavez, tek partili, tek şefli bir sisteme doğru ilerlemeyi ve bunu gerekirse sosyalizm olarak yutturmayı düşünüyor. Bir zamanlar SSCB modelindeki despotik-bürokratik diktatörlüklerde de benzer bir işleyiş vardı. Ama temel bir ayrım noktası olarak, oralarda özel mülkiyet ortadan kaldırılmıştı. Oysa Chavez özel mülkiyete dokunmak-

marksist tutum

tan alabildiğine kaçınıyor. Aksine bir yandan “sosyalizm”den dem vuruyor ama bir yandan da burjuvaziye güvence üzerine güvence veriyor. Dolayısıyla onun yolu SSCB ya da Küba tarzı bir devlete değil, devlet kapitalizminin sosyalizm diye yutturulduğu bir zamanların “kapitalist olmayan yol”cu ülkelerine benziyor: Nasır’ın Mısır’ı, Kaddafi’nin Libya’sı, Baas rejimleri gibi. Evet birileri bir yere doğru yürüyor, ama açık ki bu yürüyüş yolu sosyalizmin yolu değil. Aksine işçi ve emekçi kitlelerinin iktidarda olmak bir yana hiçbir söz haklarının olmadığı, burjuvazinin iktidarının hüküm sürmeye devam ettiği ve tek kişi kültüne dayanan bir diktatörlük rejiminin yolu açılıyor Venezuela’da.

Meksika’dan dersler Geçtiğimiz sonbaharda dört Latin Amerika ülkesinde (Venezuela, Brezilya, Nikaragua ve Ekvador) seçimlere endekslenmiş bir canlanma yaşanırken ve bu canlanma seçimlerin sona ermesiyle birlikte sönümlenirken, başka bir Latin Amerika ülkesi de bir yanıyla benzer, bir yanıyla ise tümüyle farklı temelde gelişen bir hareketliliğe sahne oluyordu: Meksika. 2 Temmuzda gerçekleştirilen ve solcu aday Obrador’un kıl payı farkla başkanlığı kaybetmesiyle nihayet bulan seçimin sonuçlarına itiraz eden milyonlarca Meksikalı, sayımın yinelenmesi ve Obrador’un muzaffer ilan edilmesi talebiyle aylarca protesto gösterilerinde bulundu. Seçimleri önceleyen süreçte ABD destekli Fox hükümeti tarafından Obrador’un adaylığının engellenmeye çalışılması, kapitalist saldırılar nedeniyle sağcı hükümete ateş püsküren işçi ve emekçi kitlelerde zaten büyük bir öfke yaratmıştı. Seçimlere hile karıştırıldığının açığa çıkması bu öfkeyi doruğa tırmandırdı ve ta ki resmen onaylanmış yeni başkan Calderon 1 Aralıkta başkanlığı resmen devralıncaya dek protestoların ardı arkası kesilmedi. Başkent Mexico City’nin merkezinde, yaklaşık iki ay boyunca kentin en işlek caddelerini işgal eden bir çadır kent kurulurken yüz binlerce insanın katıldığı mitingler düzenlendi. 16 Eylülde ülkenin dört bir yanından gelen 1 milyondan fazla delegenin de aralarında bulunduğu 1,5 milyon kişilik dev mitingde, Ulusal Demokratik Kongre (UDK) adı altında yeni bir meclis ilan edildi. Hükümetin tüm engelleme girişimlerine rağmen gerçekleştirilen bu toplantıda Obrador başkanlığında “yasal bir hükümet” seçilmesi kararlaştırılmıştı. Buna göre,

21


marksist tutum

ilan edilen “hükümet” Meksika Devriminin yıldönümü olan 20 Kasımda faaliyete başlayacak ve 1 Aralıkta gerçekleştirilecek büyük bir mitingle Calderon’un başkanlığı devralması engellenecekti. Kararlaştırılan şeyler arasında, enerji (petrol ve elektrik) alanındaki özelleştirmelere karşı ve bedava devlet eğitimi için eylem günleri saptayan bir “direniş planı” da yer alıyordu. Bir araya gelerek güçlerinin farkına varmakta olan milyonlarca işçi ve emekçi giderek daha radikal talepler öne sürmeye başlıyorlardı ve bu durum burjuvazinin yüreğini ağzına getirmeye yetmişti. Evet hareket iki düzen adamının kapışmasına taraf olunması temelinde başlamıştı, ama burjuvazi devrimlerin en sıradan nedenlerle patlak verebileceğini de gayet iyi biliyordu. Kendilerinden biri olan Obrador’un son tahlilde hareketi düzen sınırları içinde tutmak için elinden geleni yapacağına güvenleri tam olmasına rağmen, bu boyuta ulaşmış bir kitle hareketinin Obrador’un denetiminden çıkmamasının hiçbir garantisi yoktu. Üstelik bu hareketin öncesinde ve birkaç adım önünde, 4 milyon nüfuslu Oaxaca eyaletinde öğretmen grevi olarak patlak veren ve kısa sürede son derece radikalleşip yayılmaya başlayan bir sınıf hareketi yükselmişken! Aslına bakılacak olursa Meksika’da gelişen hareketliliğin en önemli boyutunu Oaxaca’da yaşanan gelişmeler oluşturuyordu. Daha iyi ücret ve iş koşullarının düzeltilmesi talebiyle ilkbahar sonunda greve çıkan öğretmenler, Oaxaca çapındaki bütün okulların kapılarına kilit vurdular ve sokakları işgal ettiler. 14 Haziranda devlet güçlerinin vahşi saldırısının ardından salt bir öğretmen grevi olmaktan çıkan ve işçi sınıfının tüm kesimlerine yayılan bu hareketin talepleri de öğretmenlerin başlangıçtaki ekonomik taleplerinin çok ötesine geçti. Kitle hareketi, oluşturulan Oaxaca Halk Meclisi (APPO) aracılığıyla örgütlü bir güce dönüşürken, APPO’nun etkinliği Oaxaca eyaletinin merkezinden çevre yerleşim yerlerine doğru hızla yayılmıştı. Kamu-

22

Ocak 2007 • sayı: 22

sal işleri örgütlemeye başlayan, ulaşımın sorumluluğunu üzerine alan, kenti barikatlarla çeviren, kurulan milis gücüyle güvenliği sağlayan APPO aracılığıyla işçiler aslında bir ikili iktidar durumu yaratmışlardı. APPO, sendikaların, mahalle örgütlerinin, çeşitli köylü örgütlerinin, ev kadınlarının, öğrencilerin vs. temsil edildiği bir meclisti. Kendini Oaxaca’daki “en yüce otorite” olarak ilan eden bu meclis, işçi ve emekçilerin seçtikleri ve her an geri çağırabilme hakkına sahip oldukları delegelerden oluşuyordu. Özcesi, sovyetik temellere dayanan bir yapı inşa edilmişti. Elbette bunlar olurken burjuvazi de boş durmadı. Uyuşturucu kaçakçılarıyla içli dışlı olmakla ve kendine bağlı militer ve para-militer güçler aracılığıyla uygulattığı her türlü adam kaçırma, infaz ve işkence faaliyetleriyle ünlü Oaxaca valisi Ulises Ruiz, APPO’da cisimleşen işçi hareketini dağıtmak üzere çok geçmeden harekete geçti. Oaxaca’nın merkezinde direnişçi işçiler tarafından oluşturulan büyük çadır kentin üzerine helikopterlerle gaz bombaları atılırken, 29 Ekimde kent polis güçleri tarafından işgal edildi ve barikatlar yıkıldı. Bu arada polis kurşunuyla ölenlerin, yaralananların yanı sıra devlet güçlerince kaçırılıp kaybedilen insanların sayısı da hızla artıyordu. Oaxaca’da tümüyle ekonomik taleplerle ve öğretmenlerle sınırlı olarak başlayan bir hareket kısa süre içinde hızla politikleşmiş ve ulusal ölçeğe yayılamamış da olsa devrimci bir durum doğurmuştu. Ne var ki, tarihteki sayısız örneğin de gösterdiği gibi, bu boyuta ulaşan kitle hareketlerinin, önderliğin doğru taktikleriyle ileriye sıçratılamadıklarında militanlık düzeylerini ve kararlılıklarını aylarca koruyabilmeleri olanaksızdır. Bu takdirde kitleler içinde bıkkınlığın ve umutsuzluğun baş göstermesi de kaçınılmazdır. Oaxaca’da da yaşanan bu oldu. Ekim sonundan itibaren önce öğretmen sendikasının liderliği içinde öğretmenlerin okullara dönmesi yönünde bir tartışma yaşandı. Çok geçmeden reformist liderlerin bastırmasıyla yapılan oylama sonrasında okullarda eğitim yeniden başladı. Hareketin belkemiğini oluşturan öğretmenlerin bu geri adımı, Ulises Ruiz’i ve federal hükümeti, saldırıları hızlandırmak ve APPO’yu dağıtmak yönünde fazlasıyla cesaretlendirdi. Ardından da beklenen saldırı harekâtı geldi. Saldırıların zamanlaması da iyi yapılmıştı. Ulusal Demokratik Kongre (UDK) tarafından oluşturulan “hükümet”in faaliyete başlayacağı tarih olarak saptanan 20 Kasımda başkentte Oaxacalı işçilerin de katılacağı büyük bir miting gerçekleşecekti. APPO’nun UDK ile kaynaşarak


Ocak 2007 • sayı: 22

kitle hareketini radikalleştirmesinden korkan egemenler Oaxaca’ya yönelik saldırıları işte bu mitingi önceleyen dönemde yoğunlaştırdılar. O gün çok büyük bir miting gerçekleştirildi, ama APPO artık doğrudan hedef tahtasına konmuştu. Kasım sonuna gelindiğinde Oaxaca’da ölenlerin sayısı 17’ye çıkmış, onlarca insan polis kurşunuyla yaralanmış, onlarcası kaçırılıp kaybedilmiş, yüzlercesi tutuklanmıştı. 1 Aralık, gerek APPO önderliğinde Oaxaca’da, gerekse Obrador önderliğinde Meksika ölçeğinde yürüyen hareket açısından bir dönüm noktası oldu. Calderon’un başkanlığı devralmasını engellemek üzere Oaxaca’dan ve Meksika’nın dört bir yanından yüz binlerce insan başkente akmıştı. Bu aynı zamanda Oaxaca’daki hareketle UDK çevresinde örgütlenen hareketin kaynaşması açısından da yeni bir fırsat oluşturmuştu. Fakat başkanlık koltuğuna oturacak olan Calderon, aldığı polisiye önlemlerle kitleyi Başkanlık Sarayından uzak tutmayı başardı ve görevi sorunsuz bir şekilde devraldı. Kuşkusuz bunda, Obrador’un sükûnet çağrıları ve mitingi barışçıl bir protesto gösterisine dönüştürme yolundaki çabaları çok daha büyük bir rol oynadı. Görevi devralan Calderon’un ilk işi, büyük bir tuzak kurarak, görüşmek üzere Mexico City’ye çağırdığı APPO liderlerini tutuklatmaktı. Devrime yürüdüğü söylenen Meksika’da, sözde “devrimin meclisi” olan UDK buna karşı hiçbir tepki örgütlemedi. Zaten APPO’ya karşı hiçbir zaman sıcak bakmayan ve kendi ekseninde örgütlenen hareketi sürekli olarak Oaxacalılardan uzak tutmaya çalışan Obrador’dan böyle bir tepkinin örgütlenmesini beklemek saflık olurdu. Obrador daha başından beri kitle hareketinin “yoldan çıkmamasını” sağlamak ve onu denetim altında tutmak için elinden geleni yapmıştı. Çatlak sesler halinde de olsa dile getirilen “kitlesel ve süresiz genel grev” çağrılarının yanıt bulduğu takdirde devrimci bir kalkışmanın yolunu açabileceğini bildiğinden, böyle bir talebi asla sahiplenmediği gibi yığınlar tarafından sahiplenilmesini de engellemişti. 1 Aralık yaklaştıkça Obrador’un “devrim” çığırtkanlığı, yerini barışçıl mücadele söylemine bıraktı. Daha önce, “iktidar bu yasal hükümete geçmezse devrim olur” diyecek kadar radikal pozlar kesen Obrador, 1 Aralıktan sonra “biz gölge kabine olarak Calderon hükümetinin attığı her adımı izleyeceğiz ve keskin bir muhalefet yürüteceğiz” demeye başlamıştı. Dolayısıyla UDK hareketi 1 Aralıktan sonra Obrador eliyle sönümlendirildi. Ama APPO için aynı şey henüz geçerli değil. Calderon başkanlığında yürütülen tutuklama dalgasının ardından APPO liderliğinin yeraltına çekilmek zorunda kalmasına ve sınır tanımaz saldırılara rağmen, uluslararası eylem günü olarak ilan edilen 10 Aralıkta 385 bin Oaxacalı sokakları doldurarak APPO’nun taleplerini haykırdılar: tutuklananların serbest bırakılması, kaybedilen insanların geri getirilmesi, federal polisin Oaxaca’dan çekilmesi ve Oaxaca valisi Ulises Ruiz’in istifa etmesi. Ne var ki gelinen nokta aynı zamanda Oaxaca için keskin bir yol ayrımına da işa-

marksist tutum

ret ediyor: ya bu saldırı dalgası ve APPO’nun yeraltına çekilmesi hareketi daha da radikalleştirecek ya da yılgınlık ve teslimiyet ağır basacak ve hareket sönümlenecek. Meksika’da son yedi aydır yaşananlar ve bunlar karşısında sosyalist solun takındığı tutumlar pek çok önemli ders içeriyor. Şurası çok açık ki, Marksistler için ilerici nitelikler taşıyan her kitle hareketi, devrimci potansiyelin göstergesi olarak ve potansiyel bir devrimci durum olarak büyük önem taşır. Ne var ki Marksistler, tümüyle burjuva önderliklerin kuyruğuna takılmış bir kitle hareketi karşısında devrim çığlıkları atmadıkları gibi, kitleyi bu önderliklere daha da kenetleyecek bir tutumu asla takınmazlar. Komünistler sistemi bir bütün olarak teşhir ederek, ayağa kalkan kitleleri proleter devrim hedefine çekmeye uğraşırlar. Onlara, işçileri ve yoksul emekçileri işsizliğe sürükleyenin, yaşam koşullarını her geçen gün daha da kötüleştirenlerin Fox’un, Calderon’un vs. izledikleri şu ya da bu politikalar değil kapitalizmin kendisi olduğunu göstermeye çalışırlar. Tabandan oluşan öz-örgütlülükleri geliştirmeye, bunları iktidar organına dönüştürmeye ve işçi sınıfının bu organlar aracılığıyla iktidarı ele geçirmesine çabalarlar. Meksika açısından vurgulanması gereken diğer bir önemli husus ise Obrador liderliğinde yürüyen kitle hareketiyle Oaxaca’daki işçi sınıfı temelli hareket arasındaki ayrım çizgilerinin ve bu hareketlerin önem sıralamasında tutması gereken yerin netleştirilmesi zorunluluğudur. Marksistler açısından şurası tartışma götürmez ki, çok daha dar sınırlarda kalmasına rağmen Oaxaca’daki hareket, milyonları peşine takan Obrador yanlısı hareketten çok daha değerli ve önemlidir. Bu hareket işçi sınıfına her şeyden önce APPO gibi sovyetik oluşumların geliştiği, burjuvazinin tüm kanlı saldırılarına rağmen işçi sınıfının uzun süre direndiği ve hatta daha da radikalleştiği bir devrimci durum deneyimi yaşatmıştır. Açıktır ki, Obrador’a endekslenmiş olan hareketin işçi ve emekçi kitlelerin hafızasında bırakacağı izle, APPO deneyiminin Oaxacalı işçilerin hafızasında bırakacağı iz arasında dağlar kadar fark olacaktır. Bugün bu hareket yenilse dahi, ileride tekrar ayağa kalktıklarında Oaxaca’daki işçiler bir zamanlar eksik bıraktıkları noktaları da hatırlayacak ve gerek deneyim gerekse örgütlülük açısından bugüne nazaran bir adım ileride başlayacaklar mücadeleye. Yine her iki hareketi de kesen bir diğer önemli ders, tüm dünya işçi sınıfı açısından en yakıcı olanıdır: devrimci önderlik sorunu. Çağımızın en temel sorunu, doğan devrimci durumların devrime ilerleyebilmesinin bu kilit koşulunun eksikliği sorunudur. Kitle hareketlerindeki yükselişin işçilere, emekçilere ve her şeyden de önemlisi devrimcilere kazandırdığı deneyim bir yana, şurası çok açıktır ki enternasyonal ölçekte çözülmesi gereken bu sorun devam ettikçe, daha pek çok Oaxaca, hatta çok daha geniş ölçeklerde yaşanacak ama bu devrimci durumlar proleter devrimle taçlanamayacak. Latin Amerika’da yaşananlar bu gerçeği her geçen gün bir kez daha doğruluyor. 

23


Tehlikeli Bir Eğil M

arksist literatürde sıkça kullanılan kavramlardan biri olan oportünizm kelime karşılığıyla fırsatçılık anlamına geliyor. Fırsatçı yaklaşımların özellikle kapitalist toplumda yaşamın çeşitli alanlarında ve çeşitli biçimlerde karşımıza çıkan son derece yaygın bir eğilim oluşturduğunu biliyoruz. Siyasi mücadele söz konusu olduğunda da, oportünizm, aslında burjuva partilerden sol örgütlere dek tüm siyasi yapılanmalar içinde karşılaşılabilecek olan, ilkesiz ve hep kendi çıkarına yontan fırsatçı politika tarzını anlatıyor. Burjuva partilerin ve küçük-burjuva nitelikli siyasal örgütlerin sınıfsal karakterleri nedeniyle, bunların fırsatçı politik tarz sergilemelerinde yadırganacak bir taraf bulunmuyor. Ne var ki, oportünizm işçi sınıfının devrimci örgütlenme alanında baş gösterdiğinde işin rengi değişmekte ve ciddi bir sorun teşkil etmektedir. Konunun üzerinde durulması gereken yönü de budur. Tarihsel süreç hatırlandığında, işçi hareketi içinde oportünist tutumların her zaman önemli zaaflara yol açtığı, kimi durumlarda devrimci mücadele açısından son derece yıkıcı sonuçlar doğurduğu görülecektir. Bu bakımdan çeşitli örnekler sıralanabilir. Konuyu fazla uzatmamak için, çarpıcı yönler içermeleri nedeniyle Bernstein ve Kautsky örneklerini hatırlatmakla yetinebiliriz. Bernstein ve Kautsky, Marx’ın ölümünden sonra onun çalışmalarını toparlamaya ve yayına hazırlamaya çalışan Engels’in yardımcıları idiler. Ama yüreği son nefesine dek işçi sınıfının kurtuluşu için atan devrimci Engels’ten tamamen farklı olarak, Bernstein ve Kautsky revizyonizmin ve oportünizmin batağına dümen kırdılar. Bu gibi örneklerde sorun Marksizmi bilip bilmeme sorunu değildir. Bernstein ve Kautsky Marksist teoriye yeterince vakıf idiler. Hatta Engels’in ölümünden sonra Kautsky uzun bir süre boyunca Marksizmin en büyük otoritesi olarak kabul edilmişti. Fakat Marksizm ve siyasi mücadele hakkında bilgiççe pek çok şey yazıp çizen bu “otoriteler” için son tahlilde önemli olan işçi sınıfının devrimci örgütlenmesi değildi. Dün olduğu gibi bugün de, bu tür kumaştan dokunmuş “Marksist” teorisyen ve siyasetçiler için birincil derecede önemli olan, kendi siyasal kariyerleri ve kendi siyasal başarılarıdır. Bu nokta asla unutulmamalı.

24

İşçi hareketinde oportünizm, işçi-emekçi k faydacılık ve kolay yoldan siyasal başarı elde Sınıf mücadelesinde önemli karar anları geldiğ alamayıp düzen içi siyasal çözüm üretmey oluşturuyor. Bu nedenle oportünizm olağan d saklamaya çalışsa da, devrimci altüstlük döne sınıfı arasında uzlaşma arayan sınıf iş

Oportünizmin niteliği İşçi hareketinde oportünizm, işçi-emekçi kitlelerin temel tarihsel çıkarlarını kesimsel faydacılık ve kolay yoldan siyasal başarı elde etmek uğruna feda etmek anlamına geliyor. Sınıf mücadelesinde önemli karar anları geldiğinde, zor görünen devrimci yolu tutmayı göze alamayıp düzen içi siyasal çözüm üretmeye çalışmak oportünizmin temel özelliğini oluşturuyor. Bu nedenle oportünizm olağan dönemlerde kendini Marksist söylemin ardına saklamaya çalışsa da, devrimci altüstlük dönemlerinde içsel niteliği, yani burjuvaziyle işçi sınıfı arasında uzlaşma arayan sınıf işbirlikçi karakteri açığa çıkmaktadır. Oportünizm her dönemde ulusal ve uluslararası düzeyde ciddi bir siyasal sorun olagelmiş ve devrimci Marksistlerin ona karşı sert bir mücadele yürütmesini gerektirmiştir. Tarihsel örnekler incelendiğinde, oportünizmin daha masumane görünen çeşitlemelerinden tutun da en açık işbirlikçi türlerine kadar farklı tezahürlerinin olduğu görülecektir. Birinci emperyalist paylaşım savaşının ateşleri içinde İkinci Enternasyonal’i tam bir ihanet batağına sürükleyen sosyal-şovenizm, oportünizmin artık çığırından çıkmış, tam anlamıyla olgunlaşmış bir örneğidir. Günümüzdeki sosyal-demokrasi akımının ataları olan bu oportünistler burjuva reformizmi uğruna sosyalist devrimi reddettiler. Sosyal-şovenler sınıf mücadelesinin gereklerinden tamamen yan çizdiler. Emperyalist savaşı kendi ülkelerinde işçilerin burjuva düzene karşı savaşına dönüştürmeyi reddettiler ve sınıflar arası işbirliğinin savunuculuğunu yaptılar. İkinci Enternasyonal oportünistleri burjuva parlamentarizmini ve legaliteyi putlaştırdılar, devrimci mücadelenin gerekli kıldığı illegalite mevzuunu yadsıdılar.


lim: Oportünizm Elif Çağlı

kitlelerin temel tarihsel çıkarlarını kesimsel e etmek uğruna feda etmek anlamına geliyor. ğinde, zor görünen devrimci yolu tutmayı göze ye çalışmak oportünizmin temel özelliğini dönemlerde kendini Marksist söylemin ardına emlerinde içsel niteliği, yani burjuvaziyle işçi şbirlikçi karakteri açığa çıkmaktadır. Siyasi kişi ve çevreler oportünizme birtakım şanssız tesadüflerin sonucunda sürüklenmiyorlar, bu sorun siyasi mücadelede benimsenen sınıfsal tutum ve tarzla derinden ilişkilidir. Oportünizmin tarihin akışının sosyal bir ürünü olduğuna işaret eder Lenin ve oportünizmi yasalcılığın beslediğini söyler. İkinci Enternasyonal örneğinde oportünizm, 1871-1914 arasındaki dönemin görece “barışçı” koşullarının ürünü olmuştur. Avrupa ülkelerinde burjuva demokrasisi ve parlamenter düzenle bütünleşen işçi partilerinin oportünist liderlikleri, legal olanaklardan yararlanma gerekçesinin ardına sığındılar ve yasalcılığa tapınan düzen içi bir sosyalizm akımı geliştirdiler. Bu liderlikler, bu siyasal tarzın çok daha geniş kitleleri devrimci fikirlere kazanmaya hizmet ettiği yalanıyla işçileri aldattılar. Enternasyonal örgüt sayesinde uzun bir süre boyunca çeşitli ülkelerin sol hareketini etkileyebilen bu oportünist akımın gerçek yüzünü olağanüstü koşullar açığa çıkardı. Emperyalist savaş, oportünizmin başlangıçta durduğu noktada duramayacağını, zamanla olgunlaşacağını ve burjuvaziye verilen ödünlerin oportünistleri bir gün açıkça burjuvazinin safına sürükleyebileceğini kanıtladı. Araya başka önemli tarihsel hadiseler girmiş olsa da bu tarihsel örnek önemini aynen koruyor. Zira İkinci Enternasyonal oportünizminin benzeri bir sosyalizm anlayışı, özellikle Avrupa ülkelerinde bugün de etkili olmayı sürdürüyor, işçi partilerini biçimlendiriyor ve enternasyonal düzeyde boy gösteriyor. Türkiye’de 12 Eylül öncesinde resmi komünist harekette (TKP’de) yaşananlar da oportünizmin uğursuz rolünü gözler önüne serer. 12 Eylül öncesinde faşizmin adım adım tırmandığı bir süreçte işçi sınıfını mücadeleden geri tutan

ve reformist burjuva siyasetin (CHP’nin) kuyruğuna takan TKP liderliği, faşizm iktidara geldiğinde de uğursuz rolünü oynamaya devam etmiştir. Bu örnek, Lenin’in bir değerlendirmesini dört dörtlük doğrulayan bir niteliğe sahiptir. Lenin, oportünistlerin ve şovenistlerin sonsuz gücünün, burjuvaziyle, hükümetlerle ve genelkurmaylarla yaptığı ittifaktan kaynaklandığını söylüyordu. Oportünistlerin işçi partileri içindeki varlıklarının, onların burjuvazinin politik bir parçası, burjuva nüfuzunun yerleştiricileri ve işçi hareketi içindeki burjuva ajanları olduğunu hiçbir şekilde yalanlayamayacağını vurguluyordu. Devrimci mücadelenin esenliği açısından, oportünizmin açıkça sırıtan türü ile kendini uzun süre saklayabilen türü arasında ayrım yapmak da gereklidir. Mücadele tarihi içinde çeşitli kereler belirtildiği üzere oportünizmin bu ikinci türünde gizlilik ve kurnazlık vardır. Bu “kurnaz” oportünizm her daim Marksist geçinir, ama çaktırmadan onun devrimci ruhunu katleder. İşçi-emekçi kitleleri devrime hazırlayacak bir çalışma tarzından, devrimci eğitim, propaganda ve devrimci taktiklerden uzaklaşan bir “Marksizm” yaratarak devrimci Marksizme ihanet eder. Devrimci fikirleri açıkça reddetmez görünen, ama özellikle örgütsel sorunlarda takındığı liberal tutumlar ve yerleştirdiği siyasal tarz nedeniyle devrimci işçi mücadelesini güçsüz düşüren sinsi oportünizm günümüzde de ciddi bir tehlike kaynağı oluşturuyor. Açıkça konuşmak gerekirse, Marksist geçinen çevrelerin önemli bir bölümünde örgütsel sorunlara yaklaşımda ve siyasal tarzda çeşitli oportünist sakatlıklar söz konusudur. Bu tür çevreler devrimci göründükleri ölçüde militan unsurları yanlarına çekebilmekte, fakat o oranda da yanıltıcı olmaktadırlar. İşçi sınıfı partisinin devrimci inşa yöntemine inanmayanlar ve bu işe girişmeyenler, proletaryayı devrimci durumlara hazırlıksız yakalanma noktasına sürüklemektedirler. Devrimci amaca hizmet edecek nitelikte bir siyasal örgüt yaratmaksızın devrimci nutuklar atmak, işçi sınıfına hayrı dokunacak bir iş değildir. Devrimci süreçlerde devrime önderlik edecek örgüt olmaksızın kitleye devrimci taktikler vazetmek de mücadeleyi ilerletemez. Çok açıktır ki, devrimci örgüt olmaksızın devrimci taktik hiçbir şey ifade etmeyecektir.

25


marksist tutum

Devrimci işçi mücadelesini ilgilendiren yaşamsal konularda bazı genel doğruları (örneğin, “yegâne eksiklik devrimci önderliğin olmamasıdır” gibi!) papağanca yineler duruma düşmemek için, Lenin’in eğitici örneğini kavrayıp içselleştirmek büyük önem taşıyor. İşçi sınıfının bu devrimci önderi Çarlık Rusya’sının ağır baskı koşullarında, özellikle örgütsel sorunlarda sergilediği doğru tutumuyla devrimci bir örgütü yoktan var edebildi. Devrimci örgüt ve devrimci hazırlık anlayışı sayesinde Bolşevikler devrim hedefine kilitlenebildiler. Uzun bir dönem boyunca devrimci bir azınlık örgütlenmesi olarak kaldılar, oportünist ve reformist solculara hep “maceracı” göründüler. Bu durum yalnızca Rusya içinde geçerli olmakla kalmadı, dönemin enternasyonal örgütünün (İkinci Enternasyonal) liderleri ve üyeleri de Bolşevikleri genelde “aşırı sol” bulurlardı. Fakat Rusya’da 1917 Şubatından Ekime ilerleyen devrimci süreç, devrimin nasıl bir örgütlenmeye ihtiyaç duyduğunu gözler önüne serdi. Yaşamın ta kendisi, yıllar boyu devrimci fikirler temelinde işçi sınıfının öncüsünü örgütlemeye çalışan Bolşevikleri devrimin önderi konumuna yükseltti. Böylece tarihsel deneyim, izlenmesi gereken örneği de ortaya koymuş oluyordu. Hangi tarihsel kesite göz atarsak atalım, oportünist yaklaşımların en çarpıcı biçimde somutlandığı konulardan birinin örgütlü mücadelenin özüne ilişkin olduğu görülecektir. Legalist ve reformist bir öze sahip olan tüm işçi partilerinin ve sol örgütlerin, sözümona daha geniş tabanlı bir siyasal mücadele yürütmek bahanesiyle dümeni hep liberal burjuva siyasetlerden yana kırdıkları aşikârdır. Bu türden sol siyasal partiler ya da çevreler illegaliteye karşı çıkarlarken, aslında örgütlenmenin biçiminden çok onun özüne, yani işçi sınıfının devrimci çizgisine tepki duymaktadırlar. Çünkü proletaryanın devrimci illegal mücadelesi salt bir örgütsel biçim değil, özünde kapitalist düzene gerçek bir karşı koyuş, ihtilâlci bir başkaldırı siyasetidir. Bu, işçi sınıfının kurtuluşunun bizzat kendi eseri olmasını sağlayacak devrimci Marksist siyasetin ta kendisidir. Leninist parti anlayışı bu geniş boyutlu özünden kopartılıp basitçe kopya edilecek kuru bir “model”e indirgendiğinde, onu açıkça yadsıyanların veya biçimsel olarak kabul eder görünüp özünü boşaltanların ekmeğine yağ sürülmüş olacaktır. GünüLegalist ve reformist bir öze sahip olan tüm işçi partilerinin ve sol örgütlerin, sözümona daha geniş tabanlı bir siyasal mücadele yürütmek bahanesiyle dümeni hep liberal burjuva siyasetlerden yana kırdıkları aşikârdır. Bu türden sol siyasal partiler ya da çevreler illegaliteye karşı çıkarlarken, aslında örgütlenmenin biçiminden çok onun özüne, yani işçi sınıfının devrimci çizgisine tepki duymaktadırlar. Çünkü proletaryanın devrimci illegal mücadelesi salt bir örgütsel biçim değil, özünde kapitalist düzene gerçek bir karşı koyuş, ihtilâlci bir başkaldırı siyasetidir.

26

Ocak 2007 • sayı: 22

müzde devrimci örgüt anlayışına yöneltilen sistematik saldırılar, bu gibi hususlar üzerinde titizlikle durmayı gerektiriyor. Stalinizmin günahlarının Lenin’in sırtına yıkılmak istenmesi ve Leninci örgüt anlayışının kötülenerek ıskartaya çıkartılmaya çalışılması göz ardı edilmeyecek bir tehlike kaynağıdır. Oportünizmin niteliği, onun tarihsel kökleri ve çeşitlemeleri kadar, oportünizme karşı verilecek mücadele konusu da büyük bir önem taşıyor. Lenin’in vurguladığı gibi, işçi sınıfı gevşekliğe, yüreksizliğe, oportünizm uşaklığına ve Marksizm teorilerinin tahrif edilmesine karşı sert bir mücadele açmadıkça devrimci rolünü oynayamaz. Oportünizme karşı kararlı bir tutum alınmadıkça, çeşitli ülkelerde işçi sınıfının devrimci örgütlülüğünü yaratıp güçlendirmek ve proletaryanın devrimci enternasyonal birliğini yaratmak mümkün değildir. Oportünizme karşı devrimci tutum alabilmek için de devrimci Marksist teoriyle donanmış olmak şart. Aksi halde çeşitli yanılsamalar yaratmakta ustalaşmış oportünistler tarafından kandırılmak hiç de zor olmayacaktır. Kişi devrimci niyetlerle hareket ediyor olsa bile, devrimci teorinin gücüyle sağlamlaştırılmamış “iyi niyet” pekâlâ oportünistlerin hizmetine koşulabilir.

Oportünizmin yakın akrabaları Yeri geldiğinde her biri üzerinde ayrı ayrı durmak gerekse de, devrimci işçi mücadelesini güçsüz düşüren oportünizm, revizyonizm, reformizm ve uzlaşmacılık gibi siyasal eğilimler arasında aslında yakın bir ilişki bulunuyor. Konunun bu yönünü kavramak zor olmasa gerek. Zira oportünist politikaların burjuva düzenle şu ya da bu dü-


Ocak 2007 • sayı: 22

zeyde uzlaşmaya varacağı, düzenle uzlaşan siyasetlerin ise reformizme ve revizyonizme götüreceği açıktır. İşçi sınıfının mücadelesini ilgilendirdiği ölçüde, revizyonizm, Marksist teoriyi yeniden gözden geçirerek değiştirmek, özetle onun devrimci özünü boşaltmak ve burjuva aydınların ağız tadına uygun hale getirmek anlamına geliyor. Revizyonist politikanın başlıca özelliği, ilkesiz ve konjonktüre göre değişen bir siyasal tutum izlemektir; siyasal ortamdaki iniş ve çıkışlara uydurulan teoriler geliştirmektir. Revizyonist politika izleyenler proletaryanın temel tarihsel çıkarlarını, burjuva düzeni ortadan kaldırmayan bazı kazançlar (reformlar) uğruna feda ederler. Görüleceği gibi revizyonizm için sıralanan bu özellikler, oportünist ve reformist politikanın içeriğiyle de uyuşmaktadır. Reformizm konusunda da benzer örnekler verilebilir. Reformculuk, emekçi kitlelerin yaşam ve çalışma koşullarında bazı düzeltmelerin yapılmasıyla daha adil bir toplumsal düzenin (hatta sosyalizmin!) kurulacağını vazeden bir siyasal akımdır. Reformlar kapitalizmin yarattığı katlanılmaz sonuçlarda ufak iyileştirmeler sağlasa bile, işçiler yine sömürülmeye devam edecekler ve ücretli köle olmayı sürdüreceklerdir. Bu nedenle, reformistler yoksul kitleler nezdinde kendilerini samimi ve halk dostu “kurtarıcılar” olarak gösterdikleri ölçüde onları devrim hedefinden alıkoymakta ve devrimci durumları pörsütmektedirler. Çeşitli ülkelerin deneyimi, işçilerin reformist sosyalistlere inanıp güvendiklerinde aldatıldıklarını kanıtlıyor. Bir reformistin siyaset sularında kendi gemisini yürütmeye çalışırken izlediği “gerçekçilik” hattı ona son derece mantıklı görünse de, bu, devrimci gerçekçilikten bütünüyle farklı bir rotadır. Önemli bir örneği hatırlayalım. Oportünist ya da reformist politika izleyenlerin, devrimci Marksistleri siyaset üretiminde biraz fazla “sol” buldukları, aşırı solculukla suçladıkları bilinir. Bu tür suçlamalara şaşmamak gerek. Zira oportünistin “devrimciliği”, düzen içi gerçekçilik anlayışıyla malûl olan ve sağa yani reformizme doğru bel veren içsel özellikler taşır. Dolayısıyla bir oportünistin (veya reformistin) siyasi mücadele alanında durduğu yer, ufuk çizgisi ve olaylara bakış açısı, işçi sınıfının devrimci nirengi noktasından tamamen farklıdır. Bu yüzden işçi hareketindeki oportünist kişi ve örgütlere reformlar devrim olarak görünürken, işçi sınıfının devrimci çizgisi ve bu çizginin ürettiği devrimci heyecan, bir tür aşırılık, akıldışılık olarak görünmektedir. Devrimci ve oportünist tutumlar arasındaki bu önemli farklılık, daha Marx döneminden beri sosyalist harekette önemli siyasi tartışmalara konu olmuştur. Örneğin 19. yüzyıl Fransa’sında Marx ve Engels yeni bir devrimci dalganın yaklaşmakta olduğu sezgisiyle heyecanlanırlarken, “aklı başında” reformistler bu yaklaşımı eleştirmişlerdir. Bu farklı anlayışlar ilerleyen yıllar içinde de çeşitli vesilelerle kendini hissettirmiştir. Lenin Rus işçi hareketindeki oportünizmle boğuşmuştur. Bolşevik çizginin içerdiği devrimci heyecan ve tutkunun oportünist unsurlarca maceracılık

marksist tutum

olarak damgalanması karşısında Lenin’in aldığı tutum son derece eğiticidir. Lenin, “şüphecilik yüzünden takati kesilmiş, bilgiçlik satmaktan alıklaşmış, pişmanlık nutukları atmaya eğilimli, devrimden çabuk yorulan ve bayram beklercesine, devrimin gömülüp yerine anayasa metninin geçirilmesini gözleyen Rus Marksist aydınlarının” oportünizmini son derece çarpıcı biçimde teşhir eder. Rus devrim tarihi Lenin’in ve Bolşeviklerin tutumunun proletaryanın devrimci çıkarları bakımından ne denli haklı olduğunu kanıtlamıştır. Fakat işçi hareketindeki oportünizm varlığını sürdürmüş ve kendini yeniden ve yeniden üretmeye devam etmiştir. Dün olduğu gibi bugün de devrimci unsurlar açısından önemli olan, en durgun görünen veya gericiliğin ağır bastığı dönemlerde bile devrimci inanca ve devrimci heyecana sahip olmaktır. Çok açıktır ki, devrimci heyecan olmadığı takdirde Marksizm bir hiçe dönüşecektir. Bir devrimin ne zaman patlak vereceği bilinemez. Fakat önceden devrimci bir örgütün inşasına girişilerek, devrimci durumların patlak vermesi halinde kitleleri devrime taşıyacak devrimci örgüt belirli düzeyde hazır edilebilir. Ancak devrimci örgüt, her zaman ve her koşul altında devrime duyulan bağlılık ve inanç, devrimci tutku, azimli ve sabırlı bir çalışma, devrim için propaganda ve örgütlenme sayesinde inşa edilebilir. Devrimci yaklaşımla oportünist yaklaşımın temel farklarından biri işte bu noktada belirginleşiyor. Oportünizm olağan dönemlerde devrim için örgütlenmekten ve devrimin propagandasından, bu mücadele tarzı mevcut koşullara uymadığı gerekçesiyle yan çiziyor. Neredeyse bütünüyle burjuva parlamentarizmine bel bağlıyor. Burjuva düzene bu adaptasyon, devrimci bir durum patlak verdiğinde de oportünistleri burjuva soluyla uzlaşmaya ve devrimci kabarmayı bu dolayımla olabildiğince kontrol altına alma eğilimine sürüklemektedir. Oportünizmin bir başka yakın akrabası ise uzlaşmacı siyasettir. Devrimci Marksizm mücadeleyi güçlendirecek bir birliğin, ancak örgütsel ilkelerde mutabakat ve ideolojik birlik temelinde inşa edilebileceğini kanıtlamaktadır. Uzlaşmacı “Marksistler” ise ayrılık noktalarını tıkamaya eğilimlidirler. Oysa Bolşevik tarz, önemli sorunlarda ayrılıkların üzerini örtmeyip tam tersine belirgin hale getirmeyi savunur. İlkeli politika yürütmenin bazı önemli unsurları vardır. Örneğin farklıklar konusunu susarak geçiştirmemek veya çatışan eğilimleri uzlaştırmaya çalışmamak gerekir. Ne var ki uzlaşmacılığı sanat edinenler, ortak bir siyaset üzerinde anlaşma sağlanamadığında, siyaseti herkesçe kabul edilebilir bir yolda yorumlamaya düşkündürler. Bu tür siyasi liderlerin tarzı, rahatını bozmaktan kaçınan bir siyasi fırsatçılık üzerine inşa edilmiş gibidir. Bu siyasi konformizmin düsturu, Lenin’in veciz ifadesiyle “yaşa ve yaşat”tır. Oportünistlerin işçi hareketine taşıdığı bu tarz, gerçekte ancak darkafalılara yaraşır bir uzlaşmacılıktır ve kaçınılmaz olarak sağlıksız bir birlik diplomasisine yol açmaktadır. Uzlaştırmacı laf cambazlığı, sorunun özünü gözlerden sak-

27


marksist tutum

larken dayanaksız ve gönülsüz birlikler oluşturmaya çalışır. Böyle yapmakla da, gerçekte birleşebilecek olan ve birleşmesi gerekenler arasındaki yakınlaşmayı engeller. Devrimci önderlerin çeşitli vesilelerle işaret ettiği bir gerçeklik var. Siyasette dürüstlük güçlülüğün, ikiyüzlülük ise zayıflığın ürünüdür. Kimileri uzlaşmacılığı siyasi esneklik diye yutturmaya çalışsa da, proleter devrimci politikanın başlıca özelliğini ilkesel sorunlardaki tavizsizliği oluşturuyor. Lenin’in önderlik ettiği Bolşevik tarza damgasını basan unsur buydu. Troçki’nin de belirttiği üzere zaten son tahlilde her partinin ahlâkı, temsil ettiği tarihsel çıkarlardan kaynaklanmaktadır. Oportünizme karşı her zaman ilkesel mücadele yürütecek bir devrimci işçi örgütünün ahlâkını belirleyen, ezilenlerin hizmetine sunduğu devrimci uzlaşmazlığı olmalıdır.

Enternasyonal alanda oportünizm Günümüz sosyalist hareketinde oportünist yaklaşımlar konusu ulusal düzeyde olduğu kadar enternasyonal düzeyde de son derece ciddi bir sorun teşkil ediyor. Dünya üzerinde çeşitli Marksist çevreler enternasyonal bir örgüt yaratma çabası içinde olsalar da, bu alanda henüz dağınıklık ve tam bir otorite boşluğu yaşanıyor. Bu somut koşullar oportünizmin daha kolay serpilip boy atabilmesi ve kendisine daha geniş bir hareket alanı yaratabilmesi anlamına gelmektedir. Bu nedenle, enternasyonal alanda oportünizme karşı yürütülecek mücadele, bu alanda varlığını sürdüren somut koşulların doğru biçimde kavranmasını da zorunlu kılmaktadır. Bilineceği gibi, tarihte büyük altüstlük dönemlerini hemen doğru temellerde yeni bir yükseliş izlemiyor ve böyle bir yükselişi sağlayacak hazır reçeteler de el altında bulunmuyor. Stalinist rejimlerin çöküşü, genel anlamda ifade edecek olursak dünya işçi hareketinde büyük bir altüstlük yaratmıştı. Bu tarihsel deprem, uzun yıllar boyunca Stalinist geleneği izleyenler açısından ardında tam bir enkaz yığını bırakmıştı. Ama bu durum henüz Stalinizmden esaslı bir kopuş çabasını getirmedi. Diğer yandan Stalinist rejimlerin çöküşü, yıllarca Stalinizmi eleştirmiş olan Troçkizmi haklı çıkarmadı. Tam tersine bu durum, Troçki’nin kimi yanlış çözümlemelerini (örneğin “yozlaşmış işçi devleti” ve “Sovyetler Birliği’nde bürokrasinin sınıf olmadığı” tezi gibi) sorgulamadan kaçarak yanlış bir yol tutan Troçkizmin zaaflarını daha belirgin hale getirdi. İşin gerçeği şu ki, Stalinist rejimlerin çöküşü aslında Troçkizmi de derin bir bunalıma sürükledi. Fakat Troçkist harekette de, bu gerçekliği kavrama ve kendi bunalımının nedenleriyle yüzleşme doğrultusunda bugüne kadar henüz esaslı bir çaba kaydedilmedi. Bu nedenlerle sol harekette dünya ölçeğinde yaşanan karışıklık ve kaos koşulları henüz devam etmektedir. İçinden geçmekte olduğumuz dönemde ulusal ve enternasyonal düzeyde mevcut siyasal yapıların büyük bölümü, ister

28

Ocak 2007 • sayı: 22

Stalinist ister Troçkist geleneği izliyor olsunlar, sanki o tarihsel altüstlükler yaşanmamış gibi eski nakaratlarını sürdürüyorlar. Yaşanan tarihsel olaylardan devrimci dersler çıkartıp yeni başlangıçlara yönelmeyenler, sanki böyle bir sorun yokmuş gibi bunalımın üstünden atlamaya çalışmaktadırlar. Oysa derin bunalımları, onu görmezden gelmeye çalışarak atlatmak mümkün değildir. Yeri gelmişken, yıllardır dile getirmeye çalıştığımız bir gerçekliği burada bir kez daha tekrarlayalım. Bunalımın atlatılabilmesi için, aslında herkes yaşanmış olan derin tarihsel altüstlüklerden ders almalı. Herkesin kendi geleneğinin devrimci Marksizmle uyuşmayan yönlerini kavramaya ve bu durumla hesaplaşmaya ihtiyacı var. Bu tarih testinden devrimci anlamda başarıyla geçen kadroların, sağlıklı ve ortak bir noktaya doğru ilerlemeye başlaması ve yeni kuşakların da Marksizme böyle bir çaba temelinde kazanılması yakıcı bir ihtiyaç. Bu saptamalarımız bugün kimilerine gerçekçi görünmese de bizce mevcut durum budur. Sovyetler Birliği ve benzerlerinin çöküşünün üzerinden geçen yıllar ya da bunalım yokmuş veya atlatılmış gibi yapanların yarattığı sahte denge koşulları mevcut gerçekliği değiştiremez. Bunalımı çözme doğrultusunda harekete geçmeyip günü kurtarmaya yönelmek, Türkiye’de de dünya genelinde de merkezci bir siyasal akım yarattı ve büyüttü. Tarihte her büyük altüstlük döneminde görüldüğü üzere, otorite boşluğu ve kaos koşulları yine merkezciliği besledi. Bu merkezcilik de özü itibarıyla eski dönemlerdekine benziyor, reformizm ile devrimci Marksizm arasında gidip geliyor. Her zaman olduğu gibi bugün de merkezci yelpaze oldukça geniş ve siyasi kökleri bakımdan alacalı. Günümüz koşullarında merkezci yelpaze, hem Stalinist gelenekten hem Troçkist gelenekten gelen çeşitli unsurları ve çevreleri içeriyor. Kendi geçmişlerinin ve siyasal geleneklerinin hatalarıyla yüzleşmekten kaçanlar veya hesaplaşmayı yarı yolda durduranlar, somut politikada benzer tutumlar takınmaya başlıyorlar. Bu öylesine ortaya attığımız bir iddia değildir. Bu durumu yaşamdaki gelişmelerin bizzat kendisi doğruluyor. Günümüzde dünya işçi sınıfının tartışma gündeminde olan bazı önemli sorunlar (Küba’daki rejimin ya da Latin Amerika solunun niteliğinin değerlendirilmesi veya Ortadoğu’daki emperyalist savaş konusu gibi) karşısında takınılan tutumlar ayan beyan ortadadır. Stalinist gelenekten ve Troçkist gelenekten gelenler veya bu geleneklere mensup merkezciler, örgütsel olarak ayrı dursalar da teorik çözümleme ve siyasi görüş geliştirme bakımından ortak noktalarda buluşuyorlar. Buluşulan yer, ulusal kalkınmacı devletçiliğin sosyalizmle, ulusal çıkarların savunusunun anti-emperyalizmle özdeşleştirildiği yanlış bir noktadır. Bu nedenle söz konusu güncel gelişmeler ve sorunlar karşısında devrimci Marksizme sadık kalan siyasal çözümlemelerin sunulması büyük önem taşıyor. Henüz yeterince belirgin hale gelmemiş olsa da, aslında bu sorunlar teme-


Ocak 2007 • sayı: 22

marksist tutum Latin Amerika ülkelerinde esen sol rüzgârlar devrimci işçi mücadelesinin ilerletilmesi için çeşitli fırsatlar sunarken, kitle hareketindeki yükseliş Chavez gibi “kurtarıcılar” tarafından kontrol altına alınabilmiştir. Bu solcu başkanlar vaat ettikleri veya bir ölçüde gerçekleştirdikleri reformlarla kitleleri yatıştırdılar. Bu gerçekleri açıkça ifade etmek yerine, sol popülizmin şakşakçılığını yapmak oportünizmdir. Oportünizm zevahiri kurtarmak için genel devrimci hedeflerden söz ediyor. Diğer yandan, devrimci sürecin Chavez gibi devlet başkanları sayesinde ilerletilebileceği yolunda kitlelerdeki yanılsamalar büyütülüyor. Kitleler Chavez’i destekliyor diye Chavez’e verilen destek haklı gösterilmeye çalışılıyor. Ama bu devrimci siyaset değildir, kitle kuyrukçuluğudur.

linde enternasyonal düzeyde bazı ayrışmalar yaşanmaktadır. Yazılarımızda tekrar tekrar bu konuların üzerinde durmamız ve çubuğu ayrılık noktalarını netleştirecek şekilde bükmemiz tesadüf eseri değildir. Kendileri netleşemeyen ve kararlı olmayanların, devrimci Marksizmin güçlendirilmesine hizmet edemeyeceğini biliyoruz. Açıkça ifade etmeliyiz ki, günümüzde devrimci Marksizme yaraşır bir siyasal çizgi izleyenler ne yazık ki henüz son derece küçük bir azınlık oluşturmaktadırlar. Devrimci siyaset alanında yılların birikiminin ürünü olan sorunlar ve güçlükler, çoğunluğu bu sorunların üzerinden atlama kurnazlığına, yani oportünizme sürüklüyor. Bu yüzden, emperyalist savaş veya Latin Amerika’daki gelişmeler karşısında zahmetli ama doğru bir yol tutma çabası yerine, siyasal dalgalanmaların peşinden sürüklenme eğilimi ağır basmaktadır. Yine bu yüzden, dünyada işçi sınıfının bağımsız devrimci çizgisinin güçlendirilmesi için çok az şey yapılırken, kapitalizm karşıtı muhalefetin burjuva sol sınırlara hapsedilmesine yardımcı olunmaktadır. Bu durum hem özelde çeşitli ülkelerde, hem genelde enternasyonal düzeyde tanığı olduğumuz bir siyasal gerçekliktir. O yüzden, dünya işçi hareketindeki oportünizmin niteliğini kavramak ve oportünizme karşı mücadele yürütmek ertelenemeyecek bir devrimci görevdir. Bugün işçi sınıfının enternasyonal düzeyde devrimci bir önderlikten yoksun oluşu nedeniyle, pek çok önemli siyasal gelişme nihayetinde burjuva düzen tarafından dizginlenebilmektedir. ABD’nin Ortadoğu’da çıkarttığı emperyalist savaşa karşı başlangıçta yükselen kitle hareketinin, daha sonra burjuva sol çizgiye çekilip pörsütülmesi buna örnektir. Keza Latin Amerika ülkelerinde esen sol rüzgârlar devrimci işçi mücadelesinin ilerletilmesi için çeşitli fırsatlar sunarken, kitle hareketindeki yükseliş Chavez gibi “kurtarıcılar” tarafından kontrol altına alınabilmiştir. Dünyada yaşanan bu gibi önemli gelişmeler karşısında izlenen siyasal çizgilerin dikkatlice değerlendirilmesi, devrimci ve

oportünist politikaların ayırt edilmesini mümkün kılacaktır. Latin Amerika ülkelerinde gelişen devrimci durumlar, devrimci önderlik olmadığı ve bu nedenle de kitlelerdeki yanılsamalar kırılamadığı için devrime büyüyemedi. Hemen hepsinde ayaklanan kitleler solcu devlet başkanları ve burjuva seçim mekanizması aracılığıyla kontrol altına alındılar. Bu solcu başkanlar vaat ettikleri veya bir ölçüde gerçekleştirdikleri reformlarla kitleleri yatıştırdılar. Bu gerçekleri açıkça ifade etmek yerine, sol popülizmin şakşakçılığını yapmak oportünizmdir. Oportünizm devrimci sözler arkasına saklanıyor ama pratikte her şey düzen sınırları içindeki reformlara, seçim süreçlerine endeksleniyor. Bir yandan zevahiri kurtarmak için genel devrimci hedeflerden söz ediliyor. Diğer yandan ise, devrimci sürecin Chavez gibi devlet başkanları sayesinde ilerletilebileceği yolunda kitlelerdeki yanılsamalar büyütülüyor. Kitleler Chavez’i destekliyor diye Chavez’e verilen destek haklı gösterilmeye çalışılıyor. Ama bu devrimci siyaset değildir, kitle kuyrukçuluğudur. Bu gibi konularda devrimci Marksistlerin yönelttiği eleştirilerin, Stalinist, Troçkist ya da merkezci çevreler tarafından hiç hoş karşılanmadığını baştan belirtelim. Peki, işçi-emekçi kitlelere gerçekleri göstermemek, üstüne üstlük onların yanılsamalarını destekleyip güçlendirmek devrimci bir yaklaşım mıdır? Sonuç olarak vurgulayacak olursak, enternasyonalist komünist eğilimi ve onun gerektirdiği proleter devrimci örgütlenmeyi benimseyenlerle; gevşeklikte, legalizmde ve oportünizmde ayak sürüyenler arasında kesin bir saflaşma yaratmak gerekiyor. Şurası çok açık ki, işçi sınıfının uluslararası devrimci çıkarlarını savunan devrimci bir Enternasyonal tepeden hazır sunulmayacak. Böyle bir Enternasyonali yaratmak, çeşitli ülkeler komünistlerinin devrimci Marksizmi dünya ölçeğinde egemen kılmaya çalışmalarına ve reformizme, oportünizme, merkezciliğe karşı mücadele yürütmelerine bağlı bulunmaktadır.

29


marksist tutum

Kolay çözüm yok Uluslararası düzeyde devrimci Marksizm temelinde ideolojik ve örgütsel bir birliğin sağlanabilmesi için, doğrudan ter akıtmanın yanı sıra sabra ve zamana ihtiyaç var. Enternasyonal örgütün yaratılmasının zahmetli bir süreç olduğu çok açık. Bu sürecin ilerleyişi içinde belli başlı teorik tartışmalar sayesinde siyasal görüş ve tutumlar netleştirilmeli. Ayrıca dünya işçi hareketinde devrimci doğrultuda ilerleme sağlanması amacıyla ortak çalışmaların yürütülmesi de önem taşıyor. Sınıfın devrimci enternasyonal örgütlülüğü, ancak onu yaratma çabası içinde olan ve bu çabayı bıkmaksızın sürdürenlerin içinden çıkacak benzer parçaların birliğiyle var edilebilecek. Önemli olan, bu birliğin bileşenlerini yaratabilmek amacıyla ciddi denemelere girişmekten kaçınmamaktır. Ve bir de, siyasal yakınlık ya da uzaklıklar mutlaka devrimci Marksizmin terazisinde tartılmalıdır. Örgütsel konularda ve devrimci Marksizmin temel ilkelerinde hemfikir olan devrimci çekirdeklerin birleşmesini savunmak, bizce dün olduğu gibi bugün de önemini koruyor. Ne var ki işçi sınıfının devrimci mücadelesini güçlendirme niteliğine sahip bir birlik arzusu, ağızda çiğnenip eskitilecek bir sakız değildir. Sürekli “birlik çağrıları” temelinde bir siyasi tarz yaratarak günü geçiştirmeye çalışmak devrimci Marksist tutumla bağdaşmaz. Sağlıklı birlikler yaratmayı arzulamak ve bunun için didinmek ne denli doğruysa, birlik mevzuunda ölçüyü kaçırıp ilkesel tutumlardan ödün vermek o denli yanlış olacaktır. İdeolojik ve örgütsel anlayıştaki farklılıklar ilkelere ters düşen ve somut siyasal mücadelede farklı yollara çıkan düzeydeyse, zaten birlik savunulmamalı ve birleşme olmamalıdır. Yeni bir devrimci enternasyonal örgülülüğün yaratılması kuşkusuz kolay bir iş değildir. Bu zorlu görev, tarihin her döneminde ciddi bir hazırlık çalışması yürütülmesini ve pek çok fedakârlığa katlanılmasını gerektirmiştir. Hele yakın tarihte yaşanan derin sarsıntılar düşünülürse, bu hedef doğrultusunda başarı elde etmenin hiçbir hazır reçetesinin olmadığı kavranacaktır. İçinde bulunulan somut koşullarda hedefe ilerleyecek yeni yolu fiilen mücadele ederek öğrenmenin dışında bir seçenek bulunmuyor. Ayrıca benzer bir durumda Lenin’in de dediği gibi, hatalara ve tersliklere uğramadan bu yolda bilgi kazanılamaz. O halde enternasyonal birliğin sağlanması yolunda çeşitli deneylere girişilmesi kaçınılmazdır. İşçi sınıfının devrimci enternasyonalinin yaratılması amacına inanmış komünistlerin, bir yerde olumlu bir kıvılcım gördüklerinde bunu değerlendirmek üzere ileri atılmamaları düşünülemez. Bu bağlamda bazı siyasi ilişkiler başlar, bazıları biter. Önemli olan şudur, yaşanan deneyler geride önemli dersler ve olumlu bir birikim bırakıyor mu? Ne var ki, bu gibi konularda iki farklı sınıfsal yaklaşım olacağını baştan belirtelim. Birincisi, ileriye doğru hareketin diyalektik karakterini kavrayamayan küçük-burjuvanın yaklaşımıdır. Küçük-

30

Ocak 2007 • sayı: 22

burjuvanın çeşitli deneyler yaşamaya tahammülü yoktur, bir adım atıldı mı mutlaka bir çırpıda başarıya ulaşılsın ister. Zorlu siyasal sorunların çözümü yolunda ter akıtılması ve gitgeller yaşanması, küçük-burjuvayı bu çabanın kendisinden soğutur ve kuşkuya düşürür. Oysa devrimci proletaryanın bu gibi konulardaki tutumu tamamen farklıdır ve farklı da olmak zorundadır. Bütün büyük devrimci atılımlar, zorluklardan yılmadan fiilen işe girişen ve çeşitli deneyler yaşamayı göze alan devrimci sınıf tavrı sayesinde başarılı olabilmiştir. Aslında tarih hemen her konuda gitgellerle ilerliyor. Kimi tarih kesitlerinde bazı önemli sorunların çözümü açısından genel ortam hiç de elverişli görünmeyebiliyor. Ama nihayetinde yaşamda her şey değişiyor ve şu ya da bu sorunun çözümü için gereken koşullar olgunlaşıyor. Bu genel doğrular, işçi sınıfının enternasyonal örgütlenmesi bakımından da geçerli. Mücadelenin ilerleyişi içinde enternasyonal düzeyde daha nice değişimin yaşanacağına, bugün için imkânsız gibi görünse de değişik köklerden gelen ve devrimci bir mayaya sahip unsurlar temelinde yarın yeni bileşimlerin olacağına inanıyoruz. Bunun tersini düşünmek bizce tam bir küçük-burjuva karamsarlığı anlamına geliyor. Devrimci işçi mücadelesi, ulusalcılığa düşülmemesini ve sınıfın enternasyonal çıkarlarının daima başa alınmasını emrediyor. Ama komünistler yaşadıkları ülkelerde işçi sınıfının devrimci örgütlülüğünün inşası için gereken çabayı sarf etmezlerse, proletaryanın devrimci enternasyonal örgütlenmesi de asla yaşama geçmeyecektir. Zira enternasyonal örgütlülük, çeşitli ülkelerde fiili mücadele yürüten komünistlerin bu çabasından bağımsız bir harici büro değildir. Enternasyonal örgüt, uluslararası arenada parlak görünen siyasi fikirler ileri sürmekle kendiliğinden oluşmaz. Aslında hayatın hiçbir alanında doğru bir çizgide fiili emek sarf etmeden ve yanlış uygulamalara kafa tutmadan anlamlı bir başarı elde edilemiyor. Fikirler ne denli devrimci, haklı ve tatmin edici görünürlerse görünsünler, doğru bir örgütlenme olmadan kendi başlarına maddi güce dönüşmüyorlar, yaşamı kendiliğinden değiştirmiyorlar. Dünya işçilerinin enternasyonal örgütünü yaratma mücadelesi ilkelerde uzlaşmasız, taktiklerde esnek olmayı gerekli kılıyor. Kısa vadeli sözde siyasal başarılar peşinde koşan oportünizmin de, gözü kendi küçük örgütünden başka hiçbir şeyi görmek ve kabul etmek istemeyen sekterizmin de bu mücadeleye bir faydası dokunmayacak. Bugün proletaryanın devrimci enternasyonal örgütünün inşası konusunda yüz yüze bulunulan gerçeklik, enternasyonalist komünistlerin omuzlarına çok önemli sorumluluklar ve görevler yüklemektedir. Kendine güvenen, bu sorumluluk ve görevleri omuzlanarak her alanda devrimci çaba sarf etmeyi sürdürecek. Yılmayan ilerleyecek. Tarihte tüm büyük meseleler böyle çözülmüştür. 


Lenin, Bolşevik Parti’nin 10.Kongre delegeleriyle birlikte

Lenin’e Dair Tarihte Bireyin Rolü Levent Toprak

B

urjuvazi kendi tarihsel önderlerini işçi sınıfına birer put gibi dayattıkça, işçi sınıfının kendi tarihsel önderlerini hatırlamaya ve onlardan ilham almaya ihtiyacı da o denli artıyor. Her konuda olduğu gibi liderler konusunda da sınıfsal ayrım çizgilerini berrak biçimde çekmek zorunludur. Mustafa Kemaller, 10 Kasım ayinleri, ilahlaştırma (kişi kültü), milliyetçilik ve mülk onlarındır. Buna karşılık Marxlar, Leninler; emekçi kitlelerin kavgası ve tevazusu; enternasyonalizm ve “zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayanlar” bizimdir. İşte Lenin’in 83. ölüm yıldönümünü andığımız günümüz koşullarında sınıf bilinçli bir militanın ilk aklına gelmesi gereken husus budur. Ama elbette işçi sınıfının tarihsel önderleri konusu bundan çok daha fazlasını ifade etmektedir. Hele hele ağzı salyalı karşı-devrimci bir burjuva ideolojik kampanyanın yürütüldüğü günümüzde, hele hele söz konusu olan Lenin olduğunda. Gerçekten de Lenin’in ölüm yıldönümünü anmak bugün belki de sınıfımızın başka önderlerini anmaktan çok daha büyük önem taşıyor. Zira Lenin’in eseri ve temsil ettiği değerler bugün işçi sınıfının mücadelesinin önünde duran zorlu sorunların çözümü için başka her şeyden daha vazgeçilmez niteliktedir. Günümüzün dünya ölçeğindeki siyasal sorunlarına devrimci çözümler aramaya yönelen yeni mücadele kuşakları Lenin’i tekrar tekrar keşfetmek zorundadır.

Lenin’in Önemi Bunamış ama hâlâ yaşamakta olan kapitalizm açısından, Lenin, tarihsel nitelikte olmaktan ziyade güncel bir tehlikeyi, devrim tehlikesini temsil ediyor. Bu nedenle burjuvazi hâlâ Ekim Devriminin ve Lenin’in hayaletinden korkuyor. Ne kadar korksa yeridir. Ancak burada önemli bir nokta var. Burjuvazi devrimlerden, devrimci kalkışmalardan ve genel olarak işçi sınıfının başkaldırısından elbette korksa da, şayet bunları savuşturabiliyorsa bu yine de onun için son tahlilde sineye çekilebilecek bir şeydir. Onun en büyük korkusu bir devrimci kalkışmanın başarıya ulaşması, yani kendi egemenliğinin yıkılarak kapitalizmin tasfiyesi edilmesidir. Ve daha da önemlisi bunun sermayenin dünya egemenliğini tehdit etmesi, yani evrensel bir öz taşımasıdır. İşte Ekim Devrimi gerçek anlamda başarılı bir proleter devrimin tarihte ilk ve henüz tek örneği olduğu gibi, tam da bu nedenle kapitalizm için yerel bir tehdit olmayıp evrensel bir meydan okuma olmuştur. Böyle olduğu için de, daha sonraki kimi ulusal devrimlerin hepsinden farklı olarak, tüm bir 20. yüzyıla damgasını vurmuş, nice kuşaklara ilham vermiş ve dünya burjuvazisinin haklı gazabını çekmiştir. Gerçekten de Ekim Devriminden sonra dünyanın birçok yerinde devrimler, devrimci kalkışmalar, hatta kısa sürelerle iktidar deneyimleri yaşanmıştır. İşçi sınıfı böylelikle

31


marksist tutum

devrimci potansiyelini sayısız kez göstermiş, ama hiçbirinde Ekim Devriminin temsil ettiği zirve noktasına yaklaşamamış, burjuvazinin bağrına öldürücü hançeri sokmayı başaramamıştır. İşte Lenin dediğimizde, (şüphesiz çok çeşitli faktörlerin bir bileşkesi sonucu ortaya çıkan) bu farkı özetleyen bir şeyden bahsediyoruz demektir. Lenin Ekim Devriminde mevcut olan, ama diğer devrimlerde olmayan şeyi, yani kararlı ve etkili bir devrimci önderliği sembolize etmektedir. Onun Ekim Devrimindeki rolünü değişik vesilelerle irdelemiş olan Troçki şunları söylemiştir: “Aklıevvellerimiz Lenin 1917’nin başında yurtdışında ölmüş olsaydı da Ekim Devriminin «aynen» gerçekleşeceğini söyleyebilirler. Ama bu doğru değildir. Lenin tarihsel sürecin yaşayan unsurlarından birini temsil ediyordu. O, proletaryanın en faal bölümünün tecrübesini ve anlayışlılığını kişileştirmişti. Onun devrim arenasına vaktinde çıkması, öncüyü seferber etmek, ona işçi sınıfı ile köylü kitlelerini toparlama fırsatını vermek için gerekliydi. Savaşın kritik anlarında başkomutanlığın rolü ne denli belirleyiciyse tarihi dönüm noktalarının kritik anlarında siyasal önderlik de o denli belirleyici bir etken haline gelebilir. Tarih otomatik bir süreç değildir. Yoksa önderlere, partilere, programlara ve teorik mücadelelere ne gerek kalırdı.” (Sınıf, Parti ve Önderlik, Sınıf Bilinci, sayı 3, s.89) Troçki’nin değişik vesilelerle birçok kez dile getirmiş olduğu bu düşünce kuşkusuz doğrudur. Sözde saygı adına Lenin’den mumya ve heykeller yaratan, ilahlaştırıcı, idealistçe tutumların tersine biz Marksistlerin Lenin’in oynadığı belirleyici rol konusundaki tutumunun kişiye tapınmacılıkla ilgisi yoktur. Sınıfımızın önderlerini anmak bizim için ne yas tutmak ne de ayin yapmak anlamına gelir. Bunun bizim için anlamı, kapitalizme karşı mücadele azmimizi daha da bilemek ve onların öğrettiği dersleri tazeleyerek mücadelemizi daha bilinçli ve daha akıllıca yürütmektir. O halde Lenin’in Ekim Devrimindeki rolü konusunu anlamak için tarihte bireyin rolünü, ya da daha genel bir ifadeyle öznel faktör sorununu kısaca tartışmak ve bu konuda sağlıklı bir kavrayışa ulaşmak gerekiyor.

Tarihte Bireyin Rolü Burjuvazinin geniş kitlelere benimsetmeye çalıştığı tarih anlayışı genel olarak idealist bir tarih anlayışıdır. Bu idealist anlayış başka dışavurumlarının yanısıra iki temel biçimde kendisini gösterir. Birincisi, “tarihi büyük adamlar yapar” şeklinde kabaca özetlenebilecek olan iradeci (volontarist) anlayış, ikincisi ise, tarihi önceden belirlenmiş değişmez bir plana göre otomatik olarak akıyormuşçasına ele alan kaderci (fatalist) anlayıştır. Birbirinin zıddı gibi görünen bu iki anlayış uygulamada mutlak olarak ayrı değildir. Aksine bunlar çoğu zaman çeşitli tarihi olayların ele alınışında iç içe geçmiş eklektik bir yumak gibi uygulanırlar. Bu kaçınılmazdır, zira tarihi gerçekler kendilerini karşı

32

Ocak 2007 • sayı: 22

konulmaz olgular olarak ortaya koydukları ölçüde bunları salt kaderci ya da salt iradeci biçimde açıklama çabası gözden saklanamayacak kadar kaba tutarsızlıklara yol açar. Bu nedenle bir ve aynı tarihi olgunun “açıklanmasında” bu anlayışlardan kâh biri kâh diğeri önümüzde keyfi biçimde belirip kaybolurlar. Rasyonel düşünce geleneğinin tarihsel nedenlerle zayıf olduğu Türkiye’de bu eğilimler iyice komik boyutlara varır. Okullarda öğretilen tarihe baktığınızda, örneğin Osmanlı tarihi, padişahların ya da diğer büyük adamların kahramanlıklarından ya da işler ters gidiyorsa aptallıklarından ibarettir. Her Türk çocuğunun zihnine kazınmış olan “Baltacı ile Katerina” menkıbesi bu ucuz anlayışın timsalidir. Cumhuriyet tarihi de aynı şekilde efsanelerle örülü bir Mustafa Kemal yüceltmesiyle karakterize olmuştur. Mustafa Kemal Samsun’a çıkmış ve vatanı kurtarmıştır! O Türklerin atasıdır! “Ebedi Şef ”tir vb. Bu “tarihte” gerçek hayat, üretim, üretim ilişkileri, maddi çıkarlar, sınıflar, ezenlerezilenler, sömürenler-sömürülenler yoktur, büyük adamlar vardır. Entrikalar vardır, iyi adamlar ve kötü adamlar vardır. Tüm dünyada sömürücü egemen sınıfların beslediği bu ve benzeri idealist tarih anlayışlarına karşı Marx (ve Engels) tarihte belirleyici olan nesnel-maddi etmeni vurguladılar: “Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.” (Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Y., 4. bsk, s.25) Marksizm bu temel nesnel-maddi süreçleri vurguladığı ve hepsinden önemlisi bunu güne uygulayarak işçi sınıfının fiili mücadelesinin bilimsel temeli yaptığı için burjuva düşüncesinin sefil saldırılarına maruz kalmıştır. Çarpıtmalara dayalı bu saldırılar zamanla Marksizm saflarında da yankı bulmuş ve kendine Marksist diyenler tarafından da dillendirilir olmuştur. Güya Marksizm, insan iradesini hiçe saymış, tarihi (ve dolayısıyla toplumu) “ekonomik faktör”e indirgemiş ve böylece kaderci bir tarih anlayışı ortaya koymuştur. Bu savlar Marksizm tarafından oldukça erken bir dönemden itibaren yanıtlanmıştır. İyi bilinen satırlarında Engels bu konuda şunları söylemişti: “Materyalist tarih anlayışına göre tarihte son kertede belirleyici öğe, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden-üretimidir. Marx da ben de bundan daha çoğunu hiçbir zaman ileri sürmedik. Bundan ötürü, herhangi bir kimse ekonomik öğe tek belirleyicidir anlamına gelecek şekilde bu önermeyi çarpıtırsa, onu, boş, soyut, anlamsız bir söz hali-


Ocak 2007 • sayı: 22

ne getirmiş olur. (…) Tarihimizi biz kendimiz yaparız, ama her şeyden önce çok belirlenmiş öncüllerle ve koşullar içinde. Bunlar arasında en sonunda belirleyici olanlar ekonomik koşullardır. Ama siyasal olanlar vb. ve hatta insanların beynine musallat olan gelenekler bile, kesin belirleyici olmasalar da, bir rol oynarlar (...) Bununla birlikte, tarih öyle bir biçimde ilerler ki, nihai sonuç, her zaman birçok bireysel irade arasındaki çatışmalardan çıkar; bu bireysel iradelerden her birini ne ise o yapan şey de bir yığın tikel yaşam koşullarıdır.” (Seçme Yazışmalar II, Sol Y., s.236-7) Bu satırların ve daha nicelerinin varlığına rağmen Marksizme yapılan söz konusu yakıştırma özellikle mızmız akademisyenlerin ortalığı saran eserlerinde hâlâ canlıdır. Marksizm bireyin ya da öznel unsurun rolünü yok saymak bir yana, bunun etkisini azamileştirmek için çaba harcar, bunun koşullarını ortaya koyar. Marksizm izlenimci bir tarih felsefesi değil, tarihi değiştirme çağrısı yapan bir devrimci eylem rehberidir. İlginçtir, “her şeyi ekonomiye havale eden” Marksistler hayatın içinde devrimci eylemle tarihi ve toplumu değiştirmeye çalışırlarken, bu mızmızları eylem kaçkınları arasında, “bu toplum değişmez” diye karamsarlık pompalarken görürüz. Marksizmin tarihe ve eyleme bakışı bir tarafta iradeciliği diğer tarafta kaderciliği dışlayan diyalektik bir bakıştır ve aynı zamanda izlenimci değil eylemcidir. Nesnel koşulları doğru saptama çabası, eylemin temelsiz olmaması, kuruntuya dayanmaması ve dolayısıyla azami etkiye ulaşması içindir. Bu, amacı zirveye tırmanmak olan deneyimli bir dağcının durumuna benzer. Amaca ulaşabilmek için dağı ve hava koşullarını titizce inceler, buna göre hareketini hızlandırır ya da yavaşlatır, veya geçici olarak durdurur. Aletlerini ve erzakını önündeki zorluklara göre hazırlamaya gayret eder. Doğru rotayı bulmaya çalışır, adımını boşluğa atıp uçurumdan aşağı yuvarlanmamak ve tüm ekibinin yok olmaması için çaba harcar vs. Dolayısıyla tırmanış uygun nesnel koşullar varsa mümkün ve bu koşullar dağcı tarafından iyi bilinirse başarılı olabilir. O ne dağa tırmanmaktan kaçınan bir kaçkın ne de salt tırmanma arzusuyla kendi dışındaki nesnel koşulları umursamadan tırmanışa geçen ve hedefe varamayan acemi bir maceracıdır.

marksist tutum

Tarihin akışı da devrimci eylem için bir nesnel zemin sunar. Ne var ki, sürekli akış halindeki bu zemin çeşitli olanaklar ve dolayısıyla olasılıklar barındırır. Marx’ın ifadesiyle: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar.” (Brumaire, Seçme Yapıtlar I, s.477) Kaderci bakış sanki olanak ve olasılıklar yokmuş gibi, sanki süreç sadece belirli bir yöne yazgılıymış gibi yaklaşır meseleye. Diğer taraftan iradeci bakış da eylem alanını, yani olanaklar ve olasılıklar alanını sınırlayan nesnel bir çerçeve yokmuş da her şey mümkünmüş gibi, ya da daha doğrusu her şey bireyin iradesi tarafından kararlaştırılıyor, onun tarafından belirleniyor gibi yaklaşır. Bu olanak ve olasılıklar yelpazesinin genişliği değişim gösterir. Marx, bazen 20 yıl geçse de sanki hiçbir şey olmamış da sadece birkaç gün geçmiş hissi veren dönemler olduğu gibi, bazen bir günde yaşanan değişimlerin adeta 20 yıl geçmiş hissi verdiğinden söz eder. Bu şekilde tarih, akışı içinde zaman zaman toplumları hassas kavşak noktalarına getirir, ki bu dönemler kriz dönemleridir. Böylesi dönemler, olağan dönemlere nazaran iradi müdahalelerin etki gücünü, yani yaratacağı sonuçların büyüklüğünü arttırır. Yine bir benzetmeyle, terazi uzun bir birikim sürecinden sonra hassas bir denge noktasına gelir ve herhangi bir kefeye küçük dokunuşlar tüm dengenin değişmesine yol açacak bir etki gücüne ulaşırlar.

Lenin’in örgütsel sorunlara verdiği ağırlık çoğu zaman anlaşılamadı. Oysa onun dediği gibi, “örgütsel sorunlar siyasal sorunlardan mekanik biçimde koparılamaz”dı. Lenin devrimci düşüncelerin hayata ancak örgütsel dolayımla geçebildiğini çağdaşlarının hepsinden daha önce, daha derin biçimde gördü. O yüzden siyasal sorunları her zaman örgütsel bir bağlam içinde ele aldığı gibi, örgütsel sorunları da hiçbir zaman salt teknik-idari sorunlar olarak görmedi.

Lenin’in Rolü Marksizmi rehber edinen ve onun ruhuna sadık kalan tüm devrimci ön-

33


marksist tutum

derler kitlelerin devrimci eylemini çoşkuyla karşılamışlar ve vakti geldiğinde hep en ön saflarda yer almışlardır. Ekim Devriminden tam bir yıl sonra, 1918 Ekiminde Almanya’da devrim patlak verdiğinde proletaryanın komünist öncüsü henüz yeterli güce ve hazırlığa sahip değildi. Bir ayaklanma için temel şartlar tümüyle oluşmuş değildi. Bu nedenle serinkanlı olmak ve hazırlık sürecini biraz daha olgunlaştırmak gerekiyordu, tıpkı Rusya’da Temmuz günlerinde olduğu gibi. Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht ve Leo Jogiches gibi Alman proletaryasının devrimci önderleri yeni kurulmuş Komünist Parti saflarındaki kadroları var güçleriyle buna ikna etmeye çalıştılarsa da bunu başaramadılar. Buna rağmen eylem kararı çıktıktan sonra kanlarının son damlasına kadar onun başarılı olması için çalıştılar ve başta kendileri olmak üzere komünist öncü büyük kayıplar verdi. Böylece Alman proletaryası çok önemli önderlerini yitirmiş oldu. Bu olayı niye anlatıyoruz? Devrimci otoritenin, kadroların, örgütlülüğün ve hepsinin özeti olmak üzere önderliğin önemini vurgulamak için. Bolşevikler Temmuz günlerinde henüz erken olan bir ayaklanmayı güçlükle de olsa frenlemeyi başarabildikleri halde Spartakistler bunu başaramadılar. Aradaki farkı doğuran, esas olarak Lenin’in yıllarca bıkmadan usanmadan verdiği öncü parti inşası mücadelesidir. Bu mücadele sayesindedir ki, Bolşevikler kitleler üzerinde ve Lenin de Bolşevikler üzerinde muazzam bir devrimci otorite kurabildiler. Doğru fikirlere sahip olmak ve devrimci atılganlık yetmez, kitlelerdeki devrimci enerjinin devrim sürecinin her dönemecinde doğru manevralarla korunup, bir devrimci iktidar hedefine sevk edilmesi gereklidir. Lenin bir başka bağlamda bu düşünceyi şöyle ifade ediyor: “Bir devrimci ve bir sosyalizm yandaşı ya da genel olarak bir komünist olmak yetmez. Her belirli uğrakta, bütün zinciri tutmak ve sonraki halkaya geçişi sağlamca hazırlamak için kavranması gereken belirli halkayı bulmasını bilmek gerekiyor; bir tarihsel olaylar zincirindeki halkaların ardışıklık düzeni, biçimleri, bir araya gelmeleri ve onları birbirinden ayıran şeyler, bir demircinin elinden çıkan zincirdeki kadar basit değildir.” (Sovyetler İktidarının İvedi Görevleri, Ekim Devrimi Dosyası, Sol y., s.278) Kitlelere dolaysız biçimde seslenmek de her şeyi çözmez. Lider ile kitlelerin dolaysız etkileşimine olanak veren müdahaleler şüphesiz kendince önemli olmakla beraber, hayati bir şart olan etkinin sürekliliğini sağlamada genellikle yetersizdir. Bunun için kitlelerin içine gömülmüş, onun bir parçası olan, ama hep onu ileri çeken sağlam ve esnek bir örgütün varlığı gerekir. Böylesi bir örgüt de ancak bu bilinçle, devrimi önceleyen uzun yıllar boyunca bir duvarcı ustası gibi kahırla uğraş verilerek, ter akıtarak ve büyük fedakârlıklarla inşa edilebilir, devrim sürecinin ateşi içerisinde değil. Tarihsel deneyim bunu defalarca kanıtlamıştır. Lenin’in çağdaşı olan ve büyük devrimciler olduğundan kimsenin şüphe edemeyeceği Rosalar, Troçkiler ve

34

Ocak 2007 • sayı: 22

diğerleri ne yazık ki bu noktayı yeterli derinlikte kavramamışlardı. Onlar genel olarak kitlelerin devrimci coşku ve enerjisinin tüm sorunların çözümü için nihai sigorta olduğunu düşünmeye eğilimliydiler ve bunda yanılıyorlardı. Oysa adanmış kadrolar ve iyi işleyen disiplinli bir örgüt gereğinin üstünden atlayan yaklaşımlar son tahlilde kendiliğindenciliğe varır. Lenin diğerlerinden farklı olarak ve sırasında yapayalnız kalmayı göze alarak yıllarca bağımsız bir devrimci örgütü iğneyle kuyu kazarcasına inşa etmekle uğraştı. Bunun gerçek önemi de ancak devrim anı gelip çattığında anlaşılabildi. Lenin’in örgütsel sorunlara verdiği ağırlık çoğu zaman anlaşılamadı. Oysa onun dediği gibi, “örgütsel sorunlar siyasal sorunlardan mekanik biçimde koparılamaz”dı. Lenin devrimci düşüncelerin hayata ancak örgütsel dolayımla geçebildiğini çağdaşlarının hepsinden daha önce, daha derin biçimde gördü. O yüzden siyasal sorunları her zaman örgütsel bir bağlam içinde ele aldığı gibi, örgütsel sorunları da hiçbir zaman salt teknik-idari sorunlar olarak görmedi. Tarihte ancak “silahlı peygamberlerin” başarılı olduğu söylenir. Aslında bunu “örgütlü peygamberler” diye değiştirmek daha doğru olur. Lenin bir devrimci kavşak noktasında örgütlü önderliğin oynayabileceği rolün ne büyük bir kapsama ulaşabileceğini göstermiştir. Ancak Lenin’in rolüne ilişkin bu değerlendirmelerimiz bir yanlış anlamaya yol açmamalıdır. Lenin devrimi yaratmamıştır, aksine Rusya’yı emperyalist zincirin zayıf halkası haline getiren ve dünya ölçeğinde bir devrimci durumun en hassas noktası kılan eşitsiz ve bileşik tarihsel gelişme onu yaratmıştır. Lenin her ne kadar büyük ve istisnai bir rol oynamışsa da, daha geniş bir ölçekte baktığımızda, söz gelimi 19171921 dünya devrimi dalgası başarılı bir dünya devrimine dönüşememiştir. Ve son tahlilde, tam da böyle olduğu için Rusya’daki devrim de Rusya’nın tarihsel geriliğinin duvarına toslamış ve kısa süre içinde özgün bir bürokratik karşıdevrimle son bulmuştur. Rusya’da Lenin’in büyük çabasıyla kurulmuş olan Bolşevik Partinin bir benzeri dünya ölçeğinde kurulamamış olduğu için kapitalizm bu büyük devrim dalgasını atlatmayı başarabilmiştir. Doğrusu Lenin derhal bir devrimci enternasyonal için kolları sıvamış ve tarihsel açığı hızla kapatmaya çalışmışsa da ömrü bunu başarmaya yetmemiştir. Bugünün kuşaklarının ödevi Lenin’in ömrünün yetmediği bu soylu amacı başarmaktır. Bunu başarmanın temel şartı, onun devrimci siyasetin tarz, yöntem ve araçları konusunda bıraktığı paha biçilmez mirasa sahip çıkmak; günün modalarına uymamak, “ezber bozma”, “eski kalıpları kırma” edebiyatına, Lenin’in “artık geçmişte kaldığı” mavallarına, Leninist parti anlayışına sözde alternatif parti ve örgüt tiplerine (“Kitle partisi”, “çatı parti”, “çok kanatlı parti” vs.) prim vermemek, kolaycı yollar aramamak ve eski(meyen) Leninist yolda yürümektir. Bırakalım dönekler, yılgınlar ve meşrebi zaten uygun olmayanlar sözde yeni deneyleriyle uğraşsınlar. 


Ülkücü-Faşist Hareketin Tarihi /2 Kerem Dağlı

Faşist terör yükselişe geçiyor MHP öncülüğündeki ülkücü-faşist hareket 12 Mart muhtırası ile kısa bir süre kabuğuna çekilse de sonrasında yoluna devam etti. Çünkü mücadeleci bir işçi hareketinin varlığı ve toplumsal muhalefet dalgasının yükselmeye devam etmesi, burjuva devletin faşist sopaya olan ihtiyacını daha da arttırıyordu. MC (Milli Cephe) hükümetlerinin kurulmasıyla birlikte MHP, paramiliter sokak gücü kimliğinden hükümet ortaklığına terfi etmişti. Bu MHP için önemli bir deneyimdi. MC hükümetleri döneminde faşist hareket, devlet ve toplum içindeki etkinliğini arttırmış ve siyasi alanda da ciddi bir güç haline gelmiştir. Özellikle Demirel liderliğindeki AP’nin (Adalet Partisi) bunda payı büyüktür. Sermayenin has adamı Demirel, MHP’nin hamiliğini üstlenmiş, izlediği siyasetle ülkücü-faşist kadroların hareket alanlarını kolaylaştıracak ve faşist terörü perdeleyecek bir yönelim içerisinde olmuştur. AP’nin MHP ile girdiği bu kirli ittifakın niteliği, burjuvazinin MHP’ye biçtiği rolün de somut bir ifadesidir. Açıkçası burjuvazi, MHP’den sonuna kadar faydalanmakla beraber onun tek başına iktidara gelmesini de istemiyordu. Bu yüzden de bir yandan onu koruyup kollarken öte yandan da yularını elinden bırakmamaya ve kontrol altında tutmaya çalışıyordu. 1975-78 yılları arasındaki bu süreçte yoğun bir biçimde devlet aygıtı içinde kadrolaşmaya başlayan MHP, iktidar olanaklarını iyi değerlendirerek hem sağ seçmen üzerinde önemli bir meşruiyet elde etti hem de faşist terörün dozunu arttırarak, karşı-devrimin sahne önündeki vurucu gücü konumuna geldi. Bu süreç kimi zaman (profesyonellik gerektiği ölçüde) doğrudan kontrgerillanın, kimi zaman da sonuçta yine bunun uzantısı olan sivil MHP unsurlarının gerçekleştirdiği saldırılarla karakterize oldu. MHP’nin temel stratejisi, özellikle taşra kentlerinde baskı ve terör yoluyla siyasi hegemonya kurmak, İstanbul ve İzmir gibi büyük şehirlerde zaten mevcut olan gerilimi Anadolu’ya da yaymaktı. Bu amaçla Ülkü Ocakları Derneğinin yanında yeni faşist kitle örgütleri kurmaya girişti. Bunlar arasında Ülkücü İşçiler Derneği, Ülkücü Teknik Elemanlar Derneği, Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu ve Ülkücü Polisler Birliği en bilinenleridir. Aynı zamanda TÖB-DER’e ve CHP’ye

1970-80 arası dönemde, devrimcilerden, solculardan ve öncü işçilerden oluşan 4000’den fazla insan faşist terörün kurbanı oldu. MHP, bu on yıllık süre içerisinde etkisi altına aldığı küçükburjuva ve lümpen kesimleri örgütleyip askerileştirmiş, burjuva düzenin kontrgerilla gibi gizli güçleriyle işbirliği içinde, işçi sınıfının militan grevlerini kırmak, önde gelen temsilcilerine saldırılar düzenlemek ve genelde pek çok devrimciyi öldürmek üzere harekete geçirmiş ve bu anlamda üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirmişti.

35


marksist tutum

yönelik saldırılara girişiliyor, solun Anadolu kentlerinde giderek artan etkisi önlenmeye çalışılıyordu. 1976 yılına gelindiğinde ana hedef devrimcilerin etkin olduğu üniversiteler ve okullardı. Ocak ayında İTÜ’de başlayan saldırılar ODTÜ ve Hacettepe’de devam etti. Hatta Hacettepe Üniversitesi geçici olarak ülkücülerce işgal edildi. İzmir’de, Eskişehir’de, Adana’da ve Gaziantep’te ülkücü-faşistler devrimci öğrencilere yönelik pek çok saldırı gerçekleştirdiler. Tüm bu olaylarda polis de ülkücülerle birlikte hareket ediyor, çoğu zaman da devrimcilerin üzerine ateş açarak ülkücülere destek veriyordu. ’76 yılı ortalarından itibaren saldırıların kapsamı genişlemeye, hedef tahtasına devrimci öğrencilerin yanı sıra öncü işçiler ve solcu olduğu bilinen kişiler de alınmaya başlandı. Okulların yanında fabrikalar ve devrimcilerin etkin olduğu mahalleler de çatışma alanı haline gelmişti. Devrimcilerin oturduğu evlere baskınlar düzenleniyor, işçiler kurşunlanıyor, insanlar sokak ortasında vuruluyordu. Yıl boyunca süren faşist saldırıların sonucunda 100’den fazla devrimci ve solcu hayatını kaybetti. Kontr-gerillayla iç içe ülkücü-faşist terör, 1977 yılında da olanca hızıyla devam etti. İlk beş ayda 157 kişi ülkücüler tarafından katledildi. CHP’nin seçim konvoylarına ve toplantılarına sayısız baskın düzenlendi, hatta Ecevit’in de içinde olduğu seçim otobüsü tarandı. İş, İzmir havalimanında Ecevit’e suikast düzenlenmesine kadar vardırıldı. Suikast ile aynı gün İstanbul’un farklı yerlerinde bombalama eylemleri düzenlendi. Ancak provokasyonların en büyüğü 1 Mayıs 1977’de gerçekleştirilecekti. DİSK’in öncülüğünde düzenlenen ve 500 bine yakın insanın katıldığı mitingin sonuna doğru kitlenin üzerine yaylım ateşi açıldı, bombalar patladı, çıkan kargaşada ve açılan ateş sonucu 37 işçi hayatını kaybetti. Olayın, ülkücü-faşist kadrolardan ve Özel Harp Dairesinden seçilerek oluşturulmuş ekiplerce gerçekleştirildiği ve bizzat CIA’nın da işin içinde olduğu, saldırının burjuva devlet aygıtının en tepesinde bulunan cumhurbaşkanı ve genelkurmayın da bilgisi dahilinde yapıldığı sonradan anlaşılacaktı.1 Önü alınamaz bir şekilde yükselen devrimci sınıf hareketinin temsilcisi olarak görülen DİSK ve ona bağlı işyerleri de MHP’nin başlıca hedefleri arasındaydı. İsdemir, Seydişehir Alüminyum Tesisleri, Tariş, Ataş ve Aliağa rafinerileri, Erdemir ve AntBirlik gibi büyük işletmelerin hepsinde devrimci-solcu işçilerle ülkücü-faşistler arasında çatışmalar yaşandı. Grevlere ve sendika binalarına yönelik çok sayıda saldırı düzenlendi, işçilerin bindiği servis otobüsleri otomatik silahlarla tarandı. Grev kırıcılığında yaygın bir şekilde kullanılan ülkücüler işadamlarından ciddi yardımlar görüyorlardı. DİSK’le giriştiği amansız mücadelede MESS için ülkücülerin özel bir yeri vardı. Bu ilişkileri sağlayan kişi ise Tur-

36

Ocak 2007 • sayı: 22

gut Özal’dı. Özal, MESS üyesi işadamlarından (Halit Narin, Vehbi Koç, Sakıp Sabancı vb.) para toplayarak bunları Türkeş’e bizzat iletiyor, siyasi açıdan da MHP’ye yakın duruyordu. Böylelikle 1977 yılının sonlarına gelindiğinde, Türkiye artık yeni bir dönemece giriyordu. 12 Eylül 1980’e kadar sürecek olan bu dönemde siyasetteki tüm güçler uçlara doğru kayıyor, toplumda tam anlamıyla bir saflaşma yaşanıyordu. Geçen her gün, içine sığan olayların yoğunluğu, hızı ve zamanın temposu nedeniyle adeta birkaç yıl gibi yaşanıyordu. Kısacası Türkiye’de devrimci bir durum söz konusuydu. Yıllardır bu tehlikeye karşı hazırlanan burjuvazi, ordusuyla, polisiyle ve faşist örgütleriyle devrimci harekete yükleniyor ve onu boğmaya çalışıyordu. Ülkücü-faşistler solun varolduğu her yerde onların karşısına çıkıyor, çoğu durumda sayıca az olmalarına karşın devletin kolluk kuvvetlerinin de desteğiyle ve tamamen terör-şiddet yöntemleriyle denetimi ele geçirmeye çalışıyorlardı. Dolayısıyla ’78 yılını karşı-devrimci terörün hız kazandığı bir dönemeç noktası olarak tespit etmek yanlış olmaz. Devrimci ve solcu insanlara yönelik siyasi cinayetlerin alabildiğine arttığı, toplu katliamların ve vahşi bir terör dalgasının her yanı sardığı bu sürecin iki çıkışı vardı; devrim ya da karşıdevrim. 1977 Aralığında CHP’nin bir gensoruyla 2. MC hükümetini devirmeyi başarması, aynı zamanda MC hükümetlerinin toplumsal muhalefeti bastırmadaki yetersizliğinin de bir kanıtıydı. Ecevit bu kez hükümeti kurdu, fakat ne onun devrimci hareketi yolundan saptırmaya çalışan ve kitlelere yalancı umutlar dağıtan sahte “sol” söylemi, ne de burjuva devleti arkasına almış olan ülkücü-faşist hareketin saldırganlığı, toplumun en derinlerinden gelen bu kabarışı bastırmaya yetecekti. Bunun başarılması için çok daha fazlası gerekiyordu. Burjuvazinin kontr-gerilla örgütüyle birlikte hazırladığı iç savaş stratejisinin bir uygulayıcısı olan MHP’nin ilk eldeki amacı, ülkede genel bir sıkıyönetim ilan edilmesi ve böylece daha otoriter bir rejime giden ilk adımın atılmasıydı. MHP, bu amacına uygun olarak dozunu arttırdığı faşist terörü ülke geneline yaymaya çalışacak, hedef gözetmeyen yahut sıradan insanları da hedef tahtasına oturtan eylemlere ağırlık verecek, en önemlisi de kitle


Ocak 2007 • sayı: 22

katliamlarına girişecekti. Böylece parlamenter rejimin tıkanacağını ve kendisinin de iktidar ortağı olduğu faşist bir rejimin kurulacağını düşünüyordu. Açılış 1978’de 16 Mart katliamı ile yapıldı. Beyazıt’ta üniversite çıkışında devrimci öğrencilerin üzerine bomba atıldı. Olay yerinden kaçışan öğrencilere de polis tarafından yaylım ateşi açıldı. 7 kişi öldü, 100’den fazla insan yaralandı. Üç gün sonra “başbuğ” Türkeş İzmir’de yaptığı konuşmasında “büyük yürüyüş”ü başlattığını ilan etti. 2 Bu açıklamanın ardından Malatya, Adıyaman, Maraş, Tokat, Muş, Elazığ, Erzurum, Iğdır ve Urfa gibi birçok orta ve doğu Anadolu kentinde Alevilere ve solculara yönelik saldırılar gerçekleştirildi. Özellikle Alevi ve Sünni nüfusun iç içe yaşadığı yerlerde bu ayrım körükleniyor, Sünni kesim “Alevi-komünistlere karşı cihada” çağrılıyordu. 17 Nisanda Malatya’nın sağcı belediye başkanı, (sonradan anlaşılacağı üzere, ülkücüler tarafından gönderilen) bombalı bir paketin patlatılması neticesinde öldürüldü. Kentte oluşan gerginlikten faydalanan ülkücü-faşistler muhafazakar halkı kışkırttılar ve solculara-Alevilere ait ev ve işyerleri tahrip edilmeye, yakılıp yıkılmaya başlandı. Gerici-faşist güruh, karşısına çıkan “Alevi-komünistleri” linç ediyor, kimisini de oracıkta öldürüyordu. Ağustos ayında Ankara Balgat’ta devrimcilerin gittiği dört kahvehane ardı ardına tarandı, Mamak’ta bir belediye otobüsü aynı şekilde otomatik silahlarla yaylım ateşine tutuldu. Eylül ayında bu kez Sivas’ta “komünistler camiyi bombaladı” diyerek yapılan provokasyon sonucu, birçok Alevisolcu insanın hayatını kaybettiği saldırılar düzenlendi. Saldırılar gittikçe profesyonelleşiyor ve planlı hale geliyor, çevre illerden getirilen ülkücü-faşistlerle takviyeler yapılıyor, hatta polisten ve ordudan destek alınarak silah ve cephane önceden temin ediliyordu. 9 Ekim 1978’de Ankara Bahçelievler’de TİP üyesi 7 genç, telle boğularak hunharca katledildi. Eylemi, 16 Mart katliamını da yöneten ÜGD genel başkan yardımcısı Abdullah Çatlı bizzat organize etmişti. Katliamda, “İdi Amin” lakaplı faşist katil Haluk Kırcı ve birçok başka ülkücü-faşist de yer almıştı. Eylem sonrası yakalanan ve suçunu itiraf eden Haluk Kırcı’nın bir gün sonra, Abdullah Çatlı’nın ise ifadesi alın-

marksist tutum

dıktan sonra serbest bırakılması ve yakalanamayan diğer katillerin daha sonra da pek çok cinayette tetikçilik yapmaları ise, devletin bu faşist saldırılardaki suç ortaklığının kanıtlarından biriydi. Faşist MHP’nin burjuva devletin iç savaş aygıtıyla işbirliği içinde yürüttüğü katliam ve provokasyonların ardı arkası kesilmiyordu. Sıradan insanların da hedef haline getirilmesi ve her gün onlarca insanın hayatını bu saldırılarda kaybetmesi, toplumda can güvenliği sorununun yakıcı biçimde hissedilmesine yol açmış ve kitlelerde biran önce düzenin sağlanması isteğini uyandırmıştı. MHP sürekli olarak hükümetteki CHP’yi suçluyor ve sıkıyönetim ilan edilmesi yönünde çağrılarda bulunuyordu. Böylece parlamenter rejimin “anarşi ve terörü” önleyemediğini göstererek faşist rejimi kaçınılmaz hale getirmeye uğraşıyordu. Burada tamamını sayamayacağımız kadar çok saldırı ve provokasyon gerçekleştiren MHP’nin “ölüm listesi” gittikçe genişliyor, birçok ilerici-demokrat aydın ve tanınmış kişi de faşist terörden nasibini alıyordu. Bu arada AP de, MHP ile girdiği kirli ittifak çerçevesinde, “Kars kalesine oraklı-çekiçli kızıl bayrak çekildiği” söylentisini vesile ederek tüm ülkede “bayrak mitingleri” başlatmıştı. Bu kampanya, MHPnin elini oldukça rahatlattı ve faşist söylemin kitlelerde yankı bulmasını kolaylaştırdı. Yıl boyunca 23 ilde gerici ayaklanmalar yaşandı ve toplam 1072 insan hayatını kaybetti. Ancak MHP’yi amacına ulaştıran ve te-

Maraş katliamı, Nazi vahşetini bile aratmayan yöntemlerle üç yaşındaki çocukları gözünü kırpmadan öldüren, hamile kadın ve yaşlıları bile satırlarla doğrayan, İslamın şartlarını sayamayanları üzerlerine benzin dökerek yakan faşist barbarlığın nasıl kanlı bir provokasyonun parçası olduğunu apaçık göstermiştir. Son derece kasıtlı ve (CIA, MİT ve Özel Harp Dairesi ile birlikte) önceden tasarlanmış bir plana göre yürütülen bu katliam sonucunda faşist MHP amacına ulaşmış ve Ecevit hükümeti 13 ilde sıkıyönetim ilan etmiştir.

37


Ocak 2007 • sayı: 22

marksist tutum

rör dalgasının zirvesini oluşturan eylem, 19 Aralık 1978’de gerçekleştirilecek olan Maraş katliamıydı. Sovyet aleyhtarı bir filmin oynadığı sinema salonu ülkücü-faşistlerce bombalandı ve galeyana getirilen kalabalık sloganlar eşliğinde, Alevilerin ve solcuların yaşadığı semtlere doğru yürüyüşe geçti. Saldırılar ve çatışmalar kısa sürede tüm kente yayıldı. Faşist ve gerici güruh, kadın, çoluk-çocuk demeden insanları öldürmeye, diri diri yakmaya, ırza geçmeye, baltalarla ve satırlarla parçalamaya başladılar. Hastaneler bile kuşatılarak yaralılar öldürülüyor, insanların toplu halde bulunduğu mekânlar ateşe verilerek, otomatik silahlarla taranıyordu. Vali sokağa çıkma yasağı ilan etmesine rağmen saldırgan güruh durmadı. Polis olaya seyirci kalıyor, askerler ise kışlalarından çıkmıyordu. 5 gün süren katliam sırasında 200’ün üstünde insan katledildi, 500’ü aşkın kişi de yaralandı. Maraş katliamı, Nazi vahşetini bile aratmayan yöntemlerle üç yaşındaki çocukları gözünü kırpmadan öldüren, hamile kadın ve yaşlıları bile satırlarla doğrayan, İslamın şartlarını sayamayanları üzerlerine benzin dökerek yakan faşist barbarlığın nasıl kanlı bir provokasyonun parçası olduğunu apaçık göstermiştir. Son derece kasıtlı ve (CIA, MİT ve Özel Harp Dairesi ile birlikte) önceden tasarlanmış bir plana göre yürütülen bu katliam sonucunda faşist MHP amacına ulaşmış ve Ecevit hükümeti 13 ilde sıkıyönetim ilan etmiştir. Ne var ki, beklentilerinin aksine sıkıyönetimin ilanı faşist güçleri tatmin etmedi. Faşist terör ve kıyımlar ülkeyi bir cehenneme çevirse de, devrimci güçlerin anti-faşist direnişi daha da büyümüş ve özellikle Maraş katliamı sonrasında kitlelerde MHP’ye karşı ciddi bir tepki oluşmuştu. Öte yandan MHP, Demirel’in 1979’da kurduğu azınlık hükümetine (3. MC olarak anılacaktı) dışarıdan verdiği desteğe rağmen burjuvazinin kendisini bir iktidar alternatifi olarak görmediğini iyiden iyiye hissetmeye başlamıştı. Bu durumda MHP açısından iktidara gelmenin tek yolu kalıyordu, o da “yetki ve sorumluluğun askeri yönetime devredileceği” bir darbe yoluyla iktidara ortak olmaktı. Ordunun işbaşına gelmesi için en çok çaba sarfeden kendisi olduğundan, böylesi bir faşist rejimin hayata geçmesi halinde MHP’ye ortaklık teklif edileceğine dair parti içinde güçlü bir inanç besleniyordu. Bu yüzden MHP yönetimi, bir yandan ordu içindeki MHP yanlısı subaylarla (başta General Nurettin Ersin olmak üzere) ilişkileri sağlamlaştırmaya ağırlık verirken diğer yandan da sıkıyönetimin bile yetersiz kaldığı hissiyatını uyandıracak kör bir terör dalgasıyla toplumu altüst etmeye yönelik faaliyetlere girişecekti. 1979 yılı içinde de birçok faşist saldırı yaşandı. Bunlar arasında hafızalara kazınan birisi Ankara Piyangotepe katliamıydı. 16 Mayıs 1979 gecesi, Piyangotepe semtinde ülkücüler solcuların gittiği bir kahveyi tarayarak 7 kişiyi öldürmüş ve 10 kişiyi yaralamışlardı. Faşist terör, şiddetini arttırarak 1980 yılında da yükselişini sürdürdü. Faşistler kaçırdıkları devrimcileri naylon iplerle, tellerle boğarak insanlık dışı işkencelerle öldürüyor, tecavüz ediyor, cesetleri-

38

ni çuvallara koyup boş arazilere bırakıyorlardı. Özellikle ülkücü hareketin önemli liderlerinden Gün Sazak’ın öldürülmesi üzerine tüm ülkede kanlı saldırılar, gerici ayaklanmalar, boykotlar düzenlendi. Ülkücü-faşist kadroların giriştikleri şiddet eylemleri, MHP liderliğinin bile kontrolünden çıkmış durumdaydı. Temmuz ayında Fatsa’da ve Çorum’da ülkücü-faşistler devletin kolluk güçleriyle birlikte devrimcilere karşı yine işbaşındaydılar. Milletvekillerinden profesörlere, gazetecilerden cumhuriyet savcılarına kadar pek çok kişi suikastlar sonucu öldürüldü. Kurbanlardan birisi de DİSK genel başkanı Kemal Türkler’di. Türkiye işçi hareketinin önderlerinden Kemal Türkler, 20 Temmuz 1980’de uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti. İstanbul’da düzenlenen cenaze törenine 1 milyona yakın insan katıldı. Türkler’in ve daha pek çok faşizm kurbanının ölüm emrini ise bizzat “başbuğ” Türkeş vermişti. Sonuç olarak 1970-80 arası dönemde, devrimcilerden, solculardan ve öncü işçilerden oluşan 4000’den fazla insan faşist terörün kurbanı oldu. MHP, bu on yıllık süre içerisinde etkisi altına aldığı küçük-burjuva ve lümpen kesimleri örgütleyip askerileştirmiş, burjuva düzenin kontr-gerilla gibi gizli güçleriyle işbirliği içinde, işçi sınıfının militan grevlerini kırmak, önde gelen temsilcilerine saldırılar düzenlemek ve genelde pek çok devrimciyi öldürmek üzere harekete geçirmiş ve bu anlamda üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirmişti. Devrimci hareket açısından bilânço ağırdı. Faşist terörün tırmandırdığı siyasal ve toplumsal gerilim, kriz içindeki burjuvazinin istediği biçimde bir askerifaşist darbe için gerekli ortamı hazırlamıştı. Nihayet 12 Eylül 1980 günü ordu faşist darbeyi gerçekleştirerek, MHP’yi de dışlayan bir askeri-faşist diktatörlüğü bizzat kurdu. (devam edecek)

——————————————————————————— 1

Hatta kimi kaynaklar MHP’nin, 1 Mayıs katliamının yaratacağı infialden yararlanarak kendisine yakın faşist subaylar aracılığıyla bir darbe yapmayı planladığını yazmaktadır. İddiaya göre olayların yeteri kadar büyümemesi üzerine (300 kişinin öldürülmesi hesaplanmıştı) bundan vazgeçilmişti. Nitekim Haziran ayında Kara Kuvvetleri Komutanı orgeneral Namık Kemal Ersun başta olmak üzere 850 sağ görüşlü subayın ordudan apar topar atılması ve Özel Harp Dairesi ile MİT içinde de benzer bir temizliğe girişilmesi buna kanıt olarak öne sürülmektedir. Planlanmış olması kuvvetle muhtemel bu girişimin içinde işadamı Halit Narin’in de adı geçiyordu.

2

İtalya’da Mussolini’yi iktidara taşıyan “büyük yürüyüş”e atfen yapılan bu konuşmada ilan edilen proje, istenilen etkiyi yapmamıştır.


Ocak 2007 • sayı: 22

marksist tutum

“Eve Dönüş” Filmi S

on günlerde sinemalarda 12 Eylül sürecini anlatan “Eve Dönüş” adlı bir film gösterime girdi. O dönemi yaşamış ya da yaşamamış birçok kişi merak ederek bu filme gitmeye başladı. Ben de bu gidenler arasındaydım. Film, 12 Eylül faşizmini yaşayan, kendi halinde, suya sabuna dokunmayan bir işçinin ve ailesinin acılarını anlatıyordu. Bunları anlatırken çok çarpıcı görüntüleri, acıları, korkuları, işkencecilerin caniliğini gözler önüne seriyordu. 12 Eylül’deki sistematik işkenceleri çok net ve çarpıcı bir biçimde anlatan, o dönemde kaybedilen, öldürülen, idam edilen, mahkûm edilen insanların neler yaşadığı konusunda bilgi veren filmin olumlu ve olumsuz yanları vardı. Filmde en olumlu ve önemli yanlarından biri şuydu: Ben asla hiçbir şeye karışmam, politikayla uğraşmam deseniz de yaşanılan sürecin çok dışında kalamazsınız ve bu düzen sizi alıp, işkence yapıp, mahkûm edebiliyor. “Aman kızım, aman oğlum sağasola karışma, uğraşma” diyen ana babalara verilecek en iyi mesaj bence budur. Politika hayatın dışında bir şey değildir ve kendinizi ne sınıf mücadelesinden ne de politikadan uzak tutabilirsiniz. Filmdeki işçi ailesinin başına gelenler, en başta işçilerin bu mücadelenin dışında kalamayacağını, taraf olmayanın nasıl da burjuva devletin polisi-askeri tarafından bertaraf edileceğini açıkça gösteriyordu. Ama filmde beni rahatsız eden birkaç nokta da vardı. Bu süreci anlatan diğer filmlerde olduğu gibi bu film de 12 Eylül’le birlikte başladı. Oysa 12 Eylül faşizmini önceleyen süreçte yani 70’li yıllarda, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sınıfın bilinci ve devrimci hareket yükselmeye, burjuvaziye karşı örgütlü mücadele güçlenmeye başlamıştı. Burjuvazi bu yükselişi durdurmak için 12 Eylül 1980’de işçi sınıfının devrimci hareketine faşizm darbesini indirdi. 12 Eylül’ü sorgularken bu tarihten önceki dönemi atlayıp sadece o günleri anlatırsanız bu tarihi hiç bilmeyen, izledikleriyle öğrenenler için eksik ve yanlış bir anlayış oluşturursunuz. 12 Eylül faşizminin yaşattığı acıları öne çıkarıp öncesindeki devrimci yükselişten bahsetmemek, o süreci benimsemediğinizi ve sahip çıkmadığınızı gösterir. Filmdeki devrimci tiplemeler de adeta devrimciliği küçültücü bir anlayışla çizilmişti. Solculuğu yüzeysel anla-

mış, arkadaşını satmaktan çekinmeyen, başkalarının acısına göz yuman, kendi paçasını kurtarmaya çalışan kaba saba bir devrimci tipolojisi yaratılmıştı. Sonuçta devrimcilik bir yaşam biçimidir. Devrimci insanlar bilinç düzeyleri yüksek, önlerine büyük idealler koymuş, insani değerlere ve insanlık onuruna sahip, mücadeleci insanlardır. Milyonları kucaklayan bir devrimci hareketin içinde elbette buna uymayan insanlara da rastlarsınız, ama kapitalist sistemin ürünü olan insanların ve kişiliklerin bir çırpıda değişmesi beklenemeyeceği gibi, ancak örgütlü mücadele bu insanlara hem bilinçsel hem de karakter düzeyinde bir sıçrama yaşatabilir. Bu, kapitalizmin asla yapmayacağı ve yapamayacağı bir şeydir. 120 milyonluk son derece geri bir köylü ülkesinde, Ekim Devriminin yarattığı muazzam sıçramalar bunun en iyi kanıtıdır. Her şey bir yana, ‘80 öncesinin Türkiye’sinde de her kötü örneğe karşılık onlarca iyi örnek vermek işten bile değildir. Yeter ki niyetiniz devrimci mücadeleyi ve devrimcileri karalamak, küçük düşürmek olmasın. Oysa amaçlanan tam da budur: “Evet, 12 Eylül faşizmi kötüydü ama devrim mücadelesi daha kötüdür! Zaten 12 Eylül faşizminin sebebi de bu radikal devrimcilerin çok fazla şey istemeleridir!” Burjuvazi bir konuda haklıdır, çok şey istiyoruz! Üstelik sadece bu ülkede değil, tüm dünyayı istiyoruz! Onlar vermeyecekler, biz alacağız! Tüm baskılarına, karşı-devrimci güçlerine, faşizmine rağmen, ne yapıp edip hakkımız olanı burjuvaziden alacağız. Büyük usta Nazım’ın dediği gibi, Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim Akarsuyun Meyve çağında ağacın Serpilen gelişen hayatın düşmanı Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına -çürüyen diş, dökülen etbir daha dönmemek üzere yıkılıp gidecekler ve elbette sevgilim, elbet dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle; işçi tulumuyla bu güzelim memlekette hürriyet… Kadıköy’den bir eğitim işçisi

39


marksist tutum

Sınıf Belleği

Kavel Grevi

Soluğum tükenmedikçe bu doyumsuz dünyada Güneşe karışmadıkça etim Kavel grevcilerinin türküsünü söyleyeceğim

Berdan Güney

1963

yılına girilirken İstanbul’da Kavel kablo fabrikasında çalışan işçiler 62 gün boyunca devam edecek ve sınıf mücadelemizin tarihine büyük harflerle geçecek destansı bir grev başlattılar. Onların grev boyunca sergiledikleri kararlı tutumları Türkiye işçi sınıfı için bir kıvılcım oluşturdu. Ve en temel burjuva demokratik haklara dahi daha yeni yeni kavuşmakta olan Türkiye’de, grev ve toplu sözleşme hakkı ilk kez bu grev sayesinde yürürlüğe konuldu. Mücadele tarihimize damgasını basan bu direnişin gelişimi kuşkusuz dünyada ve Türkiye’de yaşanmakta olan siyasal gelişmelerle doğrudan ilintiliydi. 1950’li yılların başından itibaren dünya kapitalizmi o güne kadarki en hızlı yükseliş dönemine girmişti. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşında tahrip edilen üretim araçları bu yıllardan itibaren büyük ölçüde yenilenmiş, harabeye dönmüş olan kentler yeniden inşa edilmeye başlanmıştı. Böylece savaş sonrasında yeni bir yatırım atılımına geçen kapitalizm bir rahatlama dönemine girmişti. Savaştan sonra dünyadaki güç dengelerini kendi lehine çevirmeyi başaran ABD, savaşın cereyan ettiği Avrupa ülkelerine, ekonomik ve siyasal olarak yeniden toparlanmaları için yardım faaliyetlerine girişti. Zira ABD, Avrupa’da savaş sonrasında doğan siyasal boşluğu tıpkı 1917’de olduğu gibi işçilerin kendi iktidarlarını kurarak doldurmasından korkuyordu. Kapitalizmin hızlı bir şekilde toparlandığı bu yıllarda, savaşın açtığı gedikler önemli ölçüde sarılmış ve sistemin “sosyal devlet” uygulamalarını içeren yeni bir döneme girdiği propaganda edilmeye başlanmıştı. Bu yıllarda Türkiye de önemli bir değişim sürecine girecekti. Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda sermaye birikiminin önemli bir bölümünün gayrimüslim azınlığın elinde yoğunlaştığı Türkiye’de, devlet eliyle bir ulusal burjuvazi yaratılmaya girişilmişti. 60’ların başına kadar siyasal alanda toprak sermayesi ağırlığını hissettiriyordu ve bu durum aynı zamanda Türkiye kapitalizminin ilerleyişinin önünde de ciddi bir engeldi. Sanayi burjuvazisinin ağırlığını tam olarak ortaya koyabilmesi için, hem tarım burjuvazisinin hem de onun temsilcisi konumundaki DP hükümetinin üzerinde hegemon hale gelmesi gerekiyordu. Dünya genelinde yaşanan gelişmelerden ve kapitalizmin savaş sonrası ekonomik atılımından Türkiye de etkilenmişti. Sanayi burjuvazisi, dünyadaki gelişmelere ayak uydurmak ve sistemdeki yerini almak için siyasal rejimde bazı değişimlerin gerçekleşmesi ihtiyacını duyuyordu. Ancak tepeden kurulmuş olan Türkiye burjuva düzenin bir özelliği olarak, siyasal

40

yapıya müdahalede alışık olunduğu üzere ordu doğrudan rol oynayacaktı. Burjuvazinin bu yönelimine uygun olarak gerçekleşen 27 Mayıs 1960 darbesi, kapitalist gelişimin önündeki ayakbağlarını temizlemeye girişerek burjuva demokrasisinin sınırlarının da biraz olsun genişlemesini sağlamıştı. Darbeden sonra ilan edilen 1961 Anayasasında sendika, grev ve toplu sözleşme yasalarının çıkarılması öngörülüyordu. Fakat yapılan seçimle hükümet koltuğuna kurulan CHP tarafından bu yasalar yürürlüğe sokulmayarak askıya alındılar. İşte bu hakların fiilen uygulanabilmesi Saraçhane’de 200 bin işçinin katılımıyla gerçekleşen mitingin ve Kavel kablo fabrikası işçilerinin yapacakları grevden sonra gerçekleşebilecekti.

Hak verilmez alınır! Türkiye’de burjuva devletin kuruluşundan Kavel direnişine kadar geçen 40 yıl boyunca işçilerin grev yapmaları yasaktı. 60’lı yıllarla birlikte hareketlenen Türkiye işçi sınıfı, sendikal haklarını ancak savaşarak kazanabileceğini öğrendi. Bir kez ayağa kalkmıştı ve haklarını elde edinceye kadar da durulmayacaktı. İstanbul İstinye’deki Kavel fabrikasında çalışan ve Türk-İş’e bağlı Maden-İş sendikasında örgütlü 170 işçinin direnişi Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihinde önemli bir dönüm noktası oluşturdu. 31 Aralık 1962’de Kavel işçileri 1957’den beri fazla mesai ve kıdem esası üzerinden aldıkları yıllık ikramiyelerin eksik ödeneceğini öğrendiler. Haklarının kırpılmasına razı olmayan işçiler seçtikleri üç temsilciyi patronla görüşmek üzere gönderdiler. Bunun üzerine üç temsilci, aynı zamanda Maden-İş’in Şişli şube başkanı olan işyeri baş temsilcisiyle birlikte işten çıkarıldılar. Patron bir yandan da işçilerin sendikadan ayrılmaları için baskı uygulamaya başlamıştı. Bunun üzerine işçiler, patronun artan baskılarını ve temsilcilerinin işten atılmasını protesto etmek için 28 Ocak 1963’te tezgâh başında 5 günlük oturma eylemi yapma kararı alarak grevi başlattılar. İşçiler mücadeleyi yükselttikçe patron da baskılarını yoğunlaştırıyordu, fakat baskılar yoğunlaştıkça işçiler mücadeleye daha da sıkı sarılıyorlardı. Bir kez buz kırılmış, yol açılmıştı! Kavel işvereni, grevin başladığı gün “işyerindeki asayişi bozdukları” gerekçesiyle 10 işçiyi daha işten çıkarıp lokavt ilan edince, 4 Şubatta işçiler oturma eylemlerini fabrika önünde kurdukları çadırlarda direnişe dönüştürdüler. Grevi kırmak amacıyla 5 Şubatta gazetelerde bir ilan yayın-


marksist tutum

Sınıf Belleği landı. Fabrikaya işçi alınacağını belirten bu ilanı gören işçiler, işyeri önünde gece-gündüz nöbet tutmaya başladılar. 13 Şubatta greve rağmen fabrikada çalışmaya devam eden 40 büro işçisini işyerine sokmak istemeyen işçilerin üzerine polis saldırdı. Yaşanan çatışmanın ardından gözaltına alınan işçilerden dördü hakkında polise karşı geldikleri gerekçesiyle tutuklama kararı çıkarıldı. Sarıyer savcılığı fabrika önünde yaşanan olaylarla ilgili yürüttüğü soruşturma sonunda patronun tutumunun lokavt sayılamayacağını ilan etti! Grevin yasak olduğu bu yıllarda lokavt da yasaktı. Ancak Kavel direnişinde görüldüğü gibi grevci işçiler tutuklanıp hapse atılırken, lokavt ilan eden patronun lokavtı lokavt sayılmadı! İşçinin devleti değil ya bu kararı alan, doğaldır! Kavel fabrikası İstinye’deydi ve İstinyeli emekçiler grevin başından itibaren Kavel işçilerini yalnız bırakmadılar. Diğer fabrikalarda çalışan birçok işçi de grevi destekleyerek sınıf dayanışmasının en güzel örneklerini sergilediler. Vehbi Koç’a ait General Electric fabrikasında çalışan işçiler dayanışma kampanyası başlatarak grevci Kavel işçileri için para topladılar. Demirdöküm’de çalışan 800 işçi, Kavel işçilerine destek olmak için yardım kampanyası başlattılar ve sakal bırakma eylemi yaptılar. Tersane işçileri ve karayolları işçileri de grev sırasında Kavel işçilerinin direnişine destek verdiler. 2 Martta eyleme işçilerin eşleri de katıldı. Direniş sürerken kablo yüklü kamyonların fabrika dışına çıkarılmak istenmesi üzerine kadınlar barikat kurarak bunu engellemeye çalıştılar. Ancak polis kadınlara saldırdı ve birçoğunu yaralayarak onları dağıttı. 3 Mart 1963’te araya hükümetin de girmesiyle Türk-İş ile Türkiye İşveren Konfederasyonu arasında bir anlaşma imzalandı ve işçiler 4 Martta işbaşı yaptılar. Bu anlaşmaya göre işçilerin ikramiyeleri eskisi gibi ödenmeye devam edilecek, işten atılan 10 işçi geri alınacak, ama grev başlamadan önce işten atılmış olan 4 işçi işe alınmayacak ancak kıdem tazminatları ödenecekti. Direniş sona ermişti. Fakat birkaç gün sonra, 11 Martta, greve öncülük eden 24 işçi hakkında Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununa muhalefet etmek suçlamasıyla dava açıldı ve 14 işçi tutuklandı. Buna benzer gerekçelerle Kavel işçilerine birçok dava açıldı. Patron yenilginin bedelini işçile-

re ödetmek istiyordu. 10 Haziran günü, tutuklanan 6 işçinin tahliye edildikten sonra işten atılmalarına, fabrikanın kaplama bölümünde çalışan 30 işçi toplu halde iş bırakarak yanıt verdi. Bu eylem nedeniyle duruma Sıkıyönetim el koyacaktı. Ne var ki, 24 Temmuzda yürürlüğe giren 275 sayılı Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Kanununa dahil edilen ve sonrasında “Kavel maddesi” olarak anılan bir maddeyle, yasanın çıkışından önce haklarında takibat yapılan işçilerin davaları düşürüldü. Tutuklu bulunan işçiler de serbest bırakıldılar. Yasadışı olarak başlatılan Kavel grevi, Türk-İş’teki çatlakların iyice su yüzüne çıkmasına da neden olmuştu. Türk-İş’e bağlı bulunan ve direniş boyunca işçilere destek olan Madenİş ve Lastik-İş sendikaları Türk-İş’ten koparak DİSK’in kuruluşuna öncülük edeceklerdi. 27 Şubatta, 23 sendika başkanı ve 45 yönetici, Türk-İş’in Kavel grevi boyunca olumsuz tutum alması nedeniyle konfederasyondan ayrıldıklarını ilan ettiler. Kavel işçilerinin grevi zaferle sonuçlanmıştı. En başta da belirttiğimiz gibi ‘61 Anayasasıyla çıkarılması hedeflenen fakat yeni kurulan burjuva hükümet tarafından çekmecede beklemeye alınan iş yasasına dair düzenlemelerin uygulamaya konulabilmesi için işçilerin kararlı bir mücadelesi gerekmişti. Yine de tasarı elden geçirilerek yasalaştırıldı. Dönemin Çalışma Bakanı “işçi dostu” Ecevit, kamu emekçilerinin sendika haklarıyla ilgili maddeleri yasa tasarısından çıkardıktan ve patronlara lokavt yapma hakkını tanıdıktan sonra yeni yasa yürürlüğe sokuldu. Kavel grevi işçi sınıfı için kıvılcımı çakmıştı. Bu grevden itibaren 12 Eylül 1980’de yaşanacak faşist darbeye kadar sürekli bir yükseliş çizgisi izleyecekti işçi sınıfı. Ne var ki burjuvazi bu yükseliş karşısında boş durmadı ve nihayetinde işçi sınıfı hareketini faşist darbe silindiriyle ezdi. Yükseliş yıllarında mücadeleyle elde edilen haklar faşizm altında bir bir yitirildi. Böylece burjuvazi, işçi sınıfının devrimci bir önderlikten yoksun olması sayesinde, içine girdiği buhrandan sağ salim kurtulabildi. İşçi sınıfının mücadele tarihi gösteriyor ki, burjuvaziyi ve onun sömürü sistemi olan kapitalizmi tarihin çöp tenekesine fırlatıp atmak, her şeyden önce sınıf mücadelesinin deneyimlerinden doğru dersler çıkarabilen ve bugünün genç kuşaklarına aktarabilen işçi sınıfının devrimci önderliğinin yaratılmasına bağlıdır. 

41


marksist tutum

Ocak 2007 • sayı: 22

Başımızda “Güz Bulutları” Dolaşıyor B

urjuvazi işçi ve emekçi kitlelerin bilinçlerini dumura uğratmak için türlü oyunlara başvurmaktan geri kalmıyor. Olağan dönemlerde egemen fikirler egemen sınıfın fikirleridir. Burjuvazi bazen kendi ideolojisini doğrudan kitlelere empoze ederken, bazen de daha “ince” yöntemler kullanarak kitlelerin kimi gerçekleri görmesini engeller. Böylece kitleler etraflarına burjuvazinin gözlüklerinden bakarak gerek kendi coğrafyalarında gerekse dünyada gelişen olayları sınıfsal bir bakış açısı ile değerlendirmezler. Hatta sınıfsal bakış açısı bir yana, insanların insani bir bakış açısına bile sahip olmaması için bin bir yol izleniyor. İsrail’in Gazze’ye yönelik başlattığı saldırının adı da tam da bu amaçla seçilmişti. İsrail, bir hafta süren ve Filistin’i yine kan ve gözyaşına boğan bu saldırının adına “Güz Bulutları” dedi. Bu saldırıda 64 Filistinli hunharca katledildi. Sözüm ona “teröristleri” hedef alan İsrail ordusu, yaptığı katliamın gerçek niteliğini örtbas etmek için operasyonun adını “Güz Bulutları” koymuştu. “Güz Bulutları”, çocuk, bebek demeden yok eden operasyonun adı! “Güz Bulutları” kadın, yaşlı demeden öldüren operasyonun adı! Aynı terörist devlet Haziran ayında önce Gazze’ye saldırmış, sonra da Lübnan’a girmişti ve Ortadoğu’yu tam bir cehenneme çevirmişti. Gazze’de başlattığı saldırının adını da “Yaz Yağmurları” koymuştu. Bu saldırıda kentin altyapısı özellikle hedef alınmıştı ve kent karanlığa, açlığa ve susuzluğa mahkûm olmuştu. İsrail burjuvazisinin “yaz yağmuru” emekçi kitleler için tam bir felaket olmuştu. Filistin halkının tepesine yağan yağmur damlaları değil, misket ve fosfor bombalarıydı. Tıpkı İsrail burjuvazisi gibi, bulunduğu coğrafyada emperyalist bir güç olma peşinde koşan TC burjuvazisi de benzer adlandırmalarla, yaptığı katliamları toplumun gözünde meşrulaştırma yoluna gidiyor. TC devleti, 19 Aralık 2000 yılında F tipi uygulamasına geçip devrimci tutsakları tecrit etmek amacıyla yapılan ve 28 devrimci-

nin ölümüyle ve yüzlercesinin de yaralanmasıyla sonuçlanan operasyonun adına “Hayata Dönüş” demişti. İkiyüzlü burjuvazinin ikiyüzlü temsilcileri basın mensuplarına “Hayata Dönüş” operasyonunun başarıyla sona erdiğini bildiriyorlardı. Yaralananlar, diri diri yanan devrimci kadınlar, zehirlenerek ve kurşunlanarak katledilen devrimciler… Bunlar burjuvazi için başarı demekti. 28 ölüye rağmen bu katliama “Hayata Dönüş” adını koymak burjuvazinin şanına yakışır ancak. Bir başka örnekse devrimci harekete karşı girişilen operasyonlarda karşımıza çıktı. Geçtiğimiz aylarda TC devleti ESP’ye yönelik başlattığa operasyonda Atılım gazetesinin yayınını durdurmuş, sendika ve radyo binalarını basmış ve buralarda faaliyet gösteren devrimcileri gözaltına alıp tutuklamıştı. TC devleti, bu operasyona “Gaye” adını vermişti. Şimdilerde de, özellikle Gazi Mahallesi, Okmeydanı, Gülsuyu, 1 Mayıs Mahallesi gibi semtlerde devrimcilere ve düzenine tehdit olarak gördüğü her şeye saldırıyor. Birkaç gün içinde 500’den fazla insan gözaltına alındı. Dernekler basılıyor, yağmalanıyor, tahrip ediliyor. Evlere ani baskınlarla girilip insanlar gözaltına alınıyor. Evet, burjuvazinin gayesi oldukça açık: Giriştiği katliamların meşru olduğu kanısını oluşturmak ve işçi ve emekçilerden gelecek tepkileri ortadan kaldırmak. Bugün kapitalist sistem miadını doldurmuş durumda ve ömrü pamuk ipliğine bağlı. İşte bu yüzdendir ki, kapitalist sistemin işçi hareketine ve devrimci mücadeleye tahammülü yok. İşte bu yüzdendir ki giriştiği katliamların adına böyle aldatıcı isimler koyuyor. Sınıfın bilinçli öncülerinin burjuvazinin bu ideolojik ve politik saldırısına karşı uyanık olması hayatidir. Ve burjuvazinin katliamları, saldırıları teşhir edilmelidir. Burjuvazinin gerçekleştirdiği bu saldırıların sona ermesi için burjuva sistemi tarihin çöp sepetine atmak zorundayız. Bizim gayemiz de bu olmalı! İstanbul’dan MT okuru bir işçi

42


Ocak 2007 • sayı: 22

marksist tutum

Susmak İnsana Aykırıdır, Susamam! M

erhaba. Ben bir tekstil fabrikasında çalışıyorum. İş kazalarının sıkça ya- şandığı bu fabrikada, birkaç günde bir, çalışan işçilerden biri elini kolunu sıkıştırır makineye. Uykusuz mesai saatlerinde makinenin hızına yetişilememesi, bir uzvun kaybıyla noktalanır. Ben iki aydır bu işyerinde çalışıyorum. Çalıştığım iki ay süresinde dört kişi elini, bir kişi kolunu ve son olarak da bir arkadaşımız kafasını makineye kaptırdı ve beyni parçalanarak hayatını kaybetti. O gün işe gittiğimde gece mesaisinde çalışan iş arkadaşım yaşanan ölüm olayını anlatınca neye uğradığımı şaşırdım. “Sonra ne oldu? Ne yaptınız?” diye sorduğumda ise “hiç çalışmaya devam ettik, bizim elimizden ne gelir ki?” dedi. Ben bir kere daha neye uğradığımı şaşırdım. Şok olmuş bir şekilde insanlara bakıyor, belki tepki gösteren olur diye çalışan arkadaşlarıma “haberin var mı dün gece olanlardan?” diye soruyordum. Kime sorsam “evet var, Allah rahmet eylesin, onun kaderi böyleymiş” diye cevaplar aldım. Sonra dayanamayıp birine “gerçekten alın yazısı, kader mi? Biz 12 saat yerine 8 saat çalışsaydık, güvenlik tedbirleri daha iyi olsaydı yine bu ölümlü kaza, kazalar yaşanır mıydı?” diye sorduğumda, “evet, doğru söylüyorsun ama öleceği varsa burada değil başka bir yerde ölecekti.” cevabını aldım ve bir kez daha kapitalizmin insanların beyinlerini nasıl uyuşturduğunu gördüm. Tüm bu tepkisizlik tamamen örgütsüzlüğün ve sınıf bilincinden yoksun olmanın bir sonucu. Bu işyerinde işçiler örgütlü olsaydı, “ne yapalım kader” diyen işçiler yerine patronun boğazına sarılan işçiler olacaktı. Ama elbet o günler de gelecek, onların bizlere yaptıklarının hesabını soracağız. Bunun yolu ancak örgütlü mücadeleden geçer. Örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey. Ya birlikte mücadele edeceğiz ya da uyuşuk beyinlerle ölümlere başımızı eğeceğiz, ölümlere alışacağız. Hayır, ben alı-

şamam! alışamam ölüme alışamam, ölüm insana aykırıdır alışamam. susmak insana aykırıdır susamam. … çığlık olmak ama her sessizliğe çığlık olmak insana yaraşır ölüme direnirim tırnağımla dişimle ama alışamam ölüme bir başına olmak önemli değil bir gül, bir gül bırakabilmek arkadan gelenlere Kapitalizmin beyinlerimizi uyuşturmasına izin vermeyelim. Kapitalizm insanların beynini din propagandasıyla, televizyonu-radyosuyla yani medyasıyla yıkayıp onları duyarsız varlıklar haline dönüştürüyor. Bu sistemin ve bu sistemin bekçilerinin bizlere yaptığı her şeye kader diyerek başlarımızı eğmemizi ustalıkla başarıyor. Çünkü burjuvazi örgütlü, biz işçiler ise örgütsüz, dağınık, bilinçsiz, birbirimizden kopuk bir durumdayız. Bizler gücümüzün ve büyüklüğümüzün farkında olmadığımız için burjuvazi çok rahat bir şekilde, pervasızca “başınız sağ olsun” diyebiliyor. Burjuvazinin kendi ideolojisini düzenli olarak pompalamasının nedeni, bireyselliği sağlayarak kendi mezar kazıcısı olan işçi sınıfını kendi sınıf gücünden ve potansiyelinden uzak tutmaktır. Burjuvazi biz işçi sınıfının sırtından kazandığı artı-değerle zevk-i sefa sürerken, biz onların zevk-i sefalarının bedelini kimi zaman terimizle, kimi zaman canımızla yani işçi sınıfı olarak kanımızla ödüyoruz. Tüm bu zenginlikleri üretenler biz işçileriz, bu zenginlikleri hak edenler de bizleriz. Burjuvazinin beyinlerimizi uyuşturmasına izin vermeyelim. Beynimizi her gün ve her gün yeniden ancak örgütlü mücadele içinde kapitalizmin pisliklerinden kurtarabiliriz. Eğer bugün benim beynim uyuşuk değilse, biraz da olsa sistemin pisliklerinden arınmışsam bunu mücadeleme borçluyum, Marksist Tutum’a borçluyum. Teşekkür ederim Marksist Tutum. Bu sistemin pisliklerinde boğulmak istemeyenlere sesleniyorum: Biz tek vücuduz, kafa, beden, kollar, eller, parmaklar ve ayaklar. Ben bu vücudun parmağındaki tırnağın kenarındaki etsem bundan onur duyuyorum. Oradaki et olmak ne kadar önemli bir düşünün, tırnağımızın kenarındaki et hafif sıyrılsa canımız acıyor, o parmağımızı kullanamıyoruz. Evet, dostlar bu vücudun bir parçası olmak isteyenler, yani boğulmak istemeyenler! Gelin hep birlikte mücadele edelim. Motorları maviliklere sürelim! Selam olsun insanlık onurunu taşıyanlara ve koruyanlara! İnsanlık onuru taşıyanlar, sizi görsem de görmesem de, yüzünüzü bilsem de bilmesem de hepinizi seviyorum. Beylikdüzü’nden bir kadın tekstil işçisi

43


marksist tutum

Ocak 2007 • sayı: 22

Bir Burjuva Uzaya Gitti, Siz Bu Yıl Nereye Gidebildiniz? ylül ayında İranlı bir kadın 20 milyon dolar ödeyerek uzay turisti oldu. Herhalde bu haberi duyan milyonlarca insanın yüreği insanlığın artık uzaya da gidebildiği bir çağda yaşamanın gururuyla okşanmıştır. Artık insanoğlu uzaya gidebiliyor! İnsanlık ne muazzam bir yol almış! Daha çocukken uzayla ilgili okuduğum yazılarda, insanın uzaya ilk adım atışı söylenen şu sözle hafızamda yer etmiştir: “Bir insan için küçük bir adım ama insanlık için büyük bir adım!”. Şimdi kapitalist dünyanın ikiyüzlülüğünü yaşamın her alanında görürken, insanlığın büyük adımının yalnızca burjuvaziye yaradığını görüyorum. Yüz milyonlarca insanın açlık sınırında yaşadığı, günde birkaç dolarla geçinmeye çalıştığı bu dünyada, birilerinin gözünü bile kırpmadan uzay yolculuğu için 20 milyon doları ödemesinin ne yaman bir çelişki olduğu hafızama kazınıyor. İstanbul’da yaşayıp da deniz görmemiş insanlarla karşılaştığımda şaşırmıyorum artık. Merak etmediğinden değil, çalışmaktan arta kalan boş bir gün bulup da ailesiyle şöyle bir gezmeye zaman bulamadıklarından, çoluk çocuk gitmeye kalkıştıklarında o günlük yemek parasını yola vermek durumunda kalacaklarından. İstanbul’a adımını attığından bu yana yıllarca bir kere bile denizin kokusunu solumamış işçi aileleri bize hiç yabancı değil. Her aybaşı, işe gitmek için en ucuz yol olan aylık otobüs kartlarımızı aldığımızda, en azından işten kalan zamanlarda yaşadığımız kentin müstesna yerlerini dolaşarak verdiğimiz paranın acısını çıkaracağımızı düşünür ve kendimizi rahatlatmaya çalışırız. Ama ay sonu geldiğinde bir yere gidecek fırsatı bulamadığımızı görürüz. Bizler kendi yaşadığımız şehri, yaşadığımız toprakları bile gezemezken, buna fırsat da para da bulamazken, burjuvalar milyonlarca dolar ödüyor ve dünyanın en güzel yerlerini gezebilme imkânına sahip olup, bunu da aşarak uzaya kadar gidebiliyor! Uzay turisti olan kadın, dijital ev teknolojileri pazarlayan bir şirketin kurucularından ve yöneticilerinden bir burjuva. Ödediği paranın ek hizmetleri olarak yaşamının güvenliği için yapılanlara bakalım: Uzay turistinin güvenli-

E

ği için 14 uçak ve 18 helikopter Rus Federal Havacılık Servisi tarafından harekete geçiriliyor. Sivil ve askeri uzmanlardan oluşan 300’den fazla kişi kaza veya benzeri durumlarda uzay yolcularını korumak amacıyla alarm durumuna geçiriliyor. Ayrıca Rus donanması Japon Denizinde seferber ediliyor, zorunlu iniş halinde devletlerarası anlaşmalarla ilgili hazırlıklar yapılıyor. Tüm bunlar tek bir insan (ama burjuva) için yapılıyor. Burjuvaların hayatı çok değerli tabii! Hemen aklıma biz işçilerin insan olarak ne kadar değere sahip olduğumuz geliyor. Bıraktım gezmeye, eğlenmeye hakkımızın olmasını, bu sistem bizim en temel ihtiyaçlarımızı sağlayamıyor. Paramız olmadığında en acil sağlık sorunlarımız bile çözülmüyor, ölüme terk ediliyoruz; sağlıksız konutlarda yaşıyor, eğitim hakkından mahrum bırakılıyoruz. Eğitim hakkını elde edenler de burjuvazinin beyin yıkama operasyonlarına maruz kalıyorlar. İnsanlığın uzaya gittiği çağda hâlâ çağlar öncesine ait hastalıklarla boğuşuyoruz: verem, kolera, uyuz... Doğal felâketler olduğunda yoksul bölgelere acil kurtarma araçları göndermeyen, oradaki insanları ölüme terk eden burjuvazi, kendi sınıfından bir insan için yüzlerce profesyonel insanını seferber ediyor. Yaşadığımız dünya insanların çok küçük bir kısmı için bile edemeyeceğimiz bir bolluk sunarken, yüz milhayal bil yonlarımız için ise kıtlıktan başka bir şey vaat etmiyor. yonlarım Zorunlu yaşamsal ihtiyaçların karşılanması mücadelesi gezmek, görmek artık nerdeyse lüks ihtiyaçlar kaiçinde ge tegorisine giriyor. İşçi sınıfı her konuda olduğu gite bbi burada da seyirci pozisyonunda kalıyor ve medyyada cesur bir kadının uzay turisti olduğuna dair “mütevazı” bir haber geçiyor! Marksist Tutum okuru bir eğitim emekçisi

44


Ocak 2007 • sayı: 22

marksist tutum

Bir babanın “feryadı”: “Polis yok mu”? İşçi sınıfı hareketinin geri olduğu günümüzde üniversitelerde öğrenci hareketinden de söz edemiyoruz. Öğrenciler etraflarında olup biten her olaya, her soruna sanki kulaklarını tıkıyor, gözlerini yumuyorlar. Üniversitelerde artık bıraktık politik faaliyetleri, sosyallik adına bile bir şey yapılmıyor. Yapılan tek şey var, o da kafelerde oturup içi boş konularla vakit öldürmek. Öğrenciler bir araya geliyorlar ama “kimin ne sorunu var” ya da “ne nasıl olmalı”yı değil maçlar, diziler, kızlar, erkekler vb. hakkında konuşuyorlar. Görüyoruz ki burjuvazi her türlü aracı kullanarak –ki bunların başında da medya geliyor– görevini en iyi şekilde yerine getiriyor. Elbette bugün öğrencilerin bu hale gelmesinin sebepleri var. Geçmişle bugünü kıyasladığımızda aslında görüyoruz sebeplerini: ‘80 öncesine baktığımızda işçi sınıfı hareketi yükselişte ve toplumun her kesimi nerdeyse politik meselelerle uğraşıyor. Böyle bir toplumda öğrenciler de elbette bu durumun dışında kalamazlardı. O günlerde üniversite öğrencileri hemen her konuyu gündemlerine alıyor, tartışıyor ve sorguluyorlardı. Ne yazık ki bugün durum böyle değil. Bu toplumun üzerinden 12 Eylül darbesi gibi bir silindir geçti ve hem işçi hareketi hem öğrenci hareketi ezildi. Bugünkü öğrenciler belki doğrudan yaşamadılar bu faşist darbeyi ama gerek aileler gerekse doğrudan burjuvazi her türlü aracı kullanarak böylesi düşünmeyen, sorgulamayan bir gençlik yarattı. Her gün ailelerimiz tarafından söylenen “Aman evladım kimseye karışma”, “Aman geç gelme, başına bir şey gelir” gibi sözler aslında başımıza çok şey getiren sözlerdir. 6 Kasım YÖK’ün kuruluş yıl dönümüydü. Ama bunu çok az insan hatırladı ve eylemlere katıldı. Katılanlardan bir öğrencinin ailesi de çocuklarını almak için eyleme gelmiş ve bunu burjuvazinin medyası sanki diğer ailelere örnek olsun diye tekrar tekrar göstermişti. Sanki zorla eyleme getirilmiş gibi çocuklarını götürmeye çalışıyorlar ve “polis yok mu” diye feryat ediyorlardı. Oysa çocukları isteyerek gelmişti ve eylemden ayrılmadı. Aslında bu örnek bile bize ailenin ve burjuva basının gerçek yüzünü gösteriyor. Burjuva basını eylemin 12 Eylül faşist darbesinin ürünü olan YÖK’e karşı yapıldığını yayınlamaz. Ama sıra ailelerin çocuklarına “sahip” çıkması gerektiği fikrini diğer ailelerin de gözüne soka soka aşılamaya gelince burjuvazinin uşaklığı görevini en iyi şekilde yerine getirir. Elbette ki herkes çocuklarının başına bir şey gelmesin ister ama bu sistem içerisinde susup köşemize çekilerek hiçbir şeyin önüne geçemeyiz ve daha çok şey gelir başımıza. Kapitalizm içerisinde insanlığın geleceği de, gençliğin geleceği de, burjuvazi tarafından karartılmıştır. Bu düzen içerisinde ne bizler istediğimiz alanlarda eğitim görebiliriz ne de bu eğitim bilimseldir. Ülke harcamalarına baktığımızda bile bunu hemen anlayabiliriz eğitime ayrılan paydan. Burjuvazinin araçlarına kendimizi teslim edersek ve bunlara karşı bilinçli bir tercih yapıp mücadele etmezsek bu düzenin bir parçası olur, bencilleşir ve insanlıktan çıkarız. Bugün burjuvazinin okullarında öğrenciler bu durumda; alabildiğine rekabet, bencillik ve bireysellik bilinçleri belirlemiş durumda. Biz bu insanlık dışı durumdan rahatsızsak ve bir şeyler değişsin istiyorsak bireysellikten, bencillikten kendimizi arındırmalı ve işçi sınıfının örgütlü mücadelesine katılmalıyız.

Farklı Sınıfların Çocuklarına Farklı Sınıflar Ben bir üniversite öğrencisiyim. Diğer işçi ve emekçi çocukları gibi ben de eğitim problemleri yaşıyorum. Geçtiğimiz günlerde gazetede bir haber okudum: “Sultanbeyli’de Sosyete Sınıfı”. Başlık dikkat çekici ama aslında haberin içeriği daha fazla dikkat çekmeli. Her geçen gün artan sınıf çelişkilerini artık burjuva basın da gözümüze soka soka anlatıyordu. Haber Sultanbeyli’deki bir ilköğretim okuluyla ilgiliydi. Velisi bağış yapan öğrencilere “özel sınıflar” düzenlenmişti. Sınıflara özel bilgisayarlar, klimalar, projeksiyon aletleri konulmuş; özel sıra ve sandalyeler yapılmış, kadife perdeler, tül perdeler asılmış, kartonpiyer döşenmiş ve duvarlar saten boya ile boyanmış. Bu şekilde düzenlenen iki sınıf Sultanbeyli’deki zengin ailelerin çocuklarına ayrılmış. Sınıfların anahtarları öğretmenlerde bulunuyor. Derse girerken öğretmen açıyor, dersten sonra da öğretmen kilitliyor. Bu sınıflarda öğrenciler ikişer kişilik özel sıralarda eğitim görüyorlarken, okulun diğer sınıflarındaki öğrencilerse üçer kişilik eski sıralarda 55-60 kişiyle eğitim görmeye çalışıyorlar. İnsanın aklına hemen “neden diğer öğrenciler de özel koşullarda eğitim göremiyorlar?” sorusu geliyor. Aslında her şey ortada: Sınıflı bir toplumda yaşıyoruz ve burjuva çocukları istediği yerde istediği şekilde eğitim alabiliyorken, işçi çocukları bu sistem içerisinde istediği şekilde eğitim göremez. Peki, o zaman biz işçi ve emekçi çocukları ne yapmalıyız hak ettiğimiz insanca yaşama kavuşmak için? Çözüm belli, her geçen gün çürüyen bu kapitalist düzeni yıkmak ve sınıfsız, sınırsız bir dünya yaratmak! Kapitalizmi yıkacak olan işçi sınıfından başkası değildir. Yani bizleriz. Kapitalizmin mezarını kazmak için bugünden mücadeleye atılmalı ve mücadele bayrağını yükseltmeliyiz. MT okuru bir üniversite öğrencisi

Marmara Üniversitesinden bir öğrenci

45


Okurlarımızdan Vakit Nakittir Paranın her şeyden önemli olduğu bir sistemde “yaşamaya” çalışıyoruz. Para olmazsa sağlık yok! Para yoksa eğitim yok! Para yoksa ekmek de yok! Vakit bile artık para ile anlatılır olmuş. Biz işçilerinse ne parası var, ne vakti. Çünkü kapitalizmde, yani sınıflı bir toplumda yaşıyoruz. Bir yanda patronlar sınıfı, diğer yanda bizler, yani işçi sınıfı. Her şey karşıtıyla birlikte var. Tabii ki bu iki sınıfın hayatları, hayata bakış açıları, amaçları birbirinden çok farklı. Sermaye sahibi sınıf sermayesini büyütmenin yolarını ararken, tüm enerjisini buraya harcarken, işçiler aylık ücretlerini artırmaya çalışır. Daha fazla kâr edebilmenin yolu durmadan üretmek, durmadan çalıştırmak, durmadan sömürmektir. Daha fazla ücret alabilmenin yolu ise (patronlara göre) durmadan çalışmak, durmadan çalışmak ve durmadan çalışmaktır. Tabii ki bu olağan dönemler için söz konusudur. İşçi sınıfı mücadelesi tarihi, “hak verilmez alınır” sloganıyla yola çıktığında işçilerin hem çalışma saatlerini düşürdüğünü, hem de yaşam koşullarını iyileştirebildiğini göstermiştir. Geçmişteki sınıf kardeşlerimizin uzun mücadeleleri sonucunda sekiz saatlik işgününü kazanabildik. Ama bu burjuvazi için ola-

cak şey değildi. Fabrikalar, işyerleri geri kalan 16 saatte atıl mı kalacaktı? Tabii ki hayır! Sermeye artı-değer üretmeden, büyümeden duramaz. Burjuvazinin imkânı olsa günü 25-30 saate bile çıkarır. Burjuvaların kârı eksik olmasın diye biz gece gündüz demeden çalışmak zorunda kalıyoruz. Patronlar sınıfı, günün geri kalanının boş geçmemesi için bizi vardiyalı çalıştırıyorlar. Oysa çoğu zaman vardiyalar insan doğasına aykırı saatlerde çalışmayı gerektiriyor. Ama bizim çektiğimiz sıkıntılar patronların umurunda mı? Ben de vardiyalı çalışanlardan bir işçi olarak bunun ne demek olduğunu iyi biliyorum. Tam bir düzensizlik ve belirsizlik demek vardiyalı çalışmak. Daha birine alışamadan diğer vardiyaya geçmek… Herkes işe giderken, işten gelmek, herkes eve dönerken işe gitmek… Uzun saatler sonunda yorgun düşmek ve gözlerin kapanmaya başlaması yavaş yavaş… Ailenin kutsallığından bahseden burjuvazinin aileyi bölmesi… Burjuvazi, çıkarları söz konusu olduğunda bütün “kutsal” değerleri ayaklar altına alabilir. İşte vardiyalı çalışmak budur! Evet, kapitalist düzende vakit nakittir. Vakit kaybetmeden devrime hazırlanmalı, kapitalizmi yıkma mücadelesinde vaktimizi boşa harcamamalıyız!

Merhaba Marksist Tutum okurları, Biz işçilerin ve emekçilerin yaşamlarında sorunlar hiçbir zaman eksik olmamıştır. Hiçbir zaman da istediğimiz gibi devam etmez yaşam. Yine de tüm olumsuzluklara rağmen, hayatın bir ucundan tutunmaya ve ayakta kalmaya çalışırız. Bu çabaları gösterirken insanlığımızdan ve dostça davranışlarımızdan ödün veririz. Uzun saatler çalışmak zorunda kalarak, haftanın 6 veya 7 gününü tıpkı bir makine gibi çalışarak geçiririz. Çalışma koşullarının üzerimizde yarattığı etki (yorgunluk, gerginlik, stres) çevremizdeki insanlara ciddi bir biçimde yansır ve bu durum insani ilişkilerimize zarar verir. Bu sistemin insanlar üzerinde yaratmış olduğu kültürün bir parçası haline geliriz. Kendimizden başkasını düşünmez, rekabetçi, paylaşımdan uzak insanlar durumuna geliriz. Çevremizde ve dünyada gelişen olaylara “bize ne?” diyecek kadar duyarsızlaşırız. Dünyamız o kadar küçülür ki yaşamak artık işkenceye dönüşür. Huzursuz, mutsuz, sürekli sorunlu günlerde tek başımıza kalırız. Daha çok çalışarak sorunları aşacağımızı düşünür böylelikle kendimize daha çok işkence ederek çıkış yolu ararız. Ama yaşam sığmaz ev ve iş arasındaki yola. Marx’ın dediği gibi işçiler daha fazla çalıştıkça emekleri daha değersiz hale gelir, işçi daha da yoksullaşır. Çalışma saati bitince fazla mesai başlar. Patronlar fazla mesai yaptırarak çalıştırdıkları işçi sayısını azaltırlar, bu da işsiz sayısının artması, ücretlerin daha da düşmesi demektir. Bugün iş bulan işçinin yarın işsiz kalması demektir. Sağlık, eğitim, işsizlik, barınma, açlık ve gelecek sorununu bir bütün olarak yaşamaktayız. Ne kadar çalışırsak çalışalım, gün geçtikçe ağırlaşan bu sorunları yaşantımızdan çıkartamayız. Biz işçilerin yaşam alanları kalın duvarlarla sınırlanmıştır. Burjuvaların yaşamlarına benzemez bizimkisi, onların dünyasında bütün güzellikler bir araya toplanmıştır. Bizim payımıza ise savaşlarda ölmek, açlık, iş kazası, acılar düşer. Oysa ortada bir tane dünya var; bütün güzelliklerin herkese yetebileceği bir dünya… Kârdan başka hiçbir şeyi düşünmeyen ikiyüzlü, çıkarcı, aşağılık yani insanlık dışı olan bu sistem yıkılmadıkça işçi sınıfının sorunsuz bir yaşam sürdürmesi mümkün değildir. Kuşkusuz bütün bu sorunları işçi olduğumuz için yaşıyoruz. Her şeyi ürettiğimiz halde biz yönetmediğimiz için böyle bir dünyada yaşıyoruz. 1917 Ekim Devrimi işçilerin bilinçlendiklerinde neler yapabildiğinin en iyi kanıtıdır. O ruhu kuşanarak mücadele etmeden, düşlediğimiz bir dünyada yaşamamız mümkün değildir. Mücadele alanı çok geniş ve herkesin yapabileceği ve yapması gereken şeyler var. Yeter ki biz isteyelim. Bu onurlu kavgada bize yol gösteren Marksist Tutum’u okuyalım okutalım! Kapitalizmin karşısında nasıl bir alternatifimiz olduğunu, sosyalizmin ne demek olduğunu ÖĞRENELİM! Gazi Mahallesinden bir MT okuru

46

Mecidiyeköy’den bir işçi

Merhaba dostlar, Biz işçi ve emekçi kesimlerinin oturduğu semtlerden birinde yaşıyoruz. Şimdilik öğrenci ve işsiz işçiyiz. Bu kapitalist sistemde geçinilmediği için yazları ve eğitim süreci içerisinde bulduğumuz her tatilde geçici ve part-time iş arayıp çalışmak için çaba gösteriyoruz. Geçenlerde burjuva gazetelerinden birine göz atarken şöyle bir yazı gördük: “Özel okullarda 50 bin öğrenciye devlet desteği verilecek.” Biz burjuva düzenin eğitimi de olsa bir şeyler öğrenmek için en berbat koşullarda devlet okullarına gitmeye çalışırken, hatta zorunlu bağış kapsamında bizlerden milyarlarca lira toplanırken, bizi ve ailelerimizi sömüren burjuvaların çocuklarına destek vereceklermiş. Bunlar aslında çok bilinçli yapılan tezgâhlardır. Şimdilik burjuva çocuklarının okuduğu okullar ile emekçi kesimlerin okuduğu okullar arsındaki çelişki böyle. Sınıflar ortadan kalkmadığı sürece bu çelişki de böyle devam edecek. Ama bu sınıfları ortadan kaldırmak bizlerin ellerinde, bu yüzden doğru bulduğumuz fikirleri hayatımızın her alanında çevremizdeki insanlara anlatıp onları örgütlemek için emek sarf edelim. Aydınlı’dan MT okuru iki genç


Okurlarımızdan İmza at, işsiz kal! Selam Marksist Tutum okurları. Ben tekstilde çalışan bir işçiyim. Sizinle başımdan geçen bir olayı paylaşmak istiyorum. Ramazan ayı nedeniyle daha önce bir saat olan öğle yemeği saatimiz yarım saate indirilip, diğer yarım saati mesai olarak çalıştırıyorlardı. Tabii bizim hiçbir şeyden haberimiz yoktu. Bize yarım saatin nereye gittiğini açıklamadılar bile. Fakat yarım saatin mesai olduğunu fısıltı gazetesi yoluyla bütün işçiler öğrendi ve buna itiraz edildi. Çünkü zaten her akşam bol bol mesaiye kalıyoruz. Benim çalıştığım işyeri sendikasız. Ancak işyerinde sözde işçi temsilcileri var. Temsilci olduğuna bakmayın sadece patronun işine yarıyor bu temsilciler. Bütün bantların işçi temsilcilerine mesai istemediğimizi söyledik ve imza topladık. İmza olayı bütün bantlara yayıldı. İlk başta işveren imza kâğıtlarını kabul etmedi. İşyerinde toplam 400 işçiden 350 işçi imza attı. Başlangıçta ciddiye almayan patronun bir anda paçaları tutuştu. Ustabaşları ve temsilcileri odasına çağırıp; işçiler bir araya gelip imza topluyorlar sizin nasıl haberiniz olmaz, böyle bir şeye nasıl göz yumarsınız diye bağırıp çağırmış. Sanki biz işçiler hırsızlık yapmışız gibi tepki gösterdiler. İşçiler istediklerinde bir araya gelebiliyorlar. Bir araya gelebildiklerinde nelerin olacağını, başlarına neler geleceğini patronlar sınıfı çok iyi biliyorlar. Tabii ki bizim patron da korkmuştu. Fakat imza olayı tam örgütlü olmadığı için patron bir işçi arkadaşı işten çıkararak işçilerin gözünü korkutmaya ve de morallerini bozmaya çalıştı. Bütün işçi arkadaş-

lar arkadaşın işten atılmasında kendilerini suçladılar. Halbuki kendilerini suçlayacaklarına sorunun nereden kaynaklandığını kavrasalardı asıl suçlunun sistem olduğunu anlayacaklardı. Ertesi gün sıra bana geldi. Hani her işyerinde vardır ya, insan kaynakları beni çağırdı. Bana, senin iş akdini feshettik dedi. Benim adıma karar vermişler, beni işten çıkarmışlar, bunu haber veriyorlar. Sebep ne diye sorduğumda, imza olayında senin ismin ön sırada görünüyor diye cevap verdiler. Ben de bunun bir gerekçe olmadığını söyledim ve bu sizin bir politikanız deyip dikimhaneye çıktım. Bantın ortasına gelip “bugün bana ise yarın sizedir arkadaşlar, beni işten çıkardılar, birkaç işçiyi çıkararak sizlerin morallerini bozuyorlar” diye sesimin çıktığı kadar bağırdım. İşçiler durmuş beni izliyorlardı. Çalışıp çalışmamakta kararsız kalmışlardı. Ustabaşları hiçbir şey yapamıyordu. Ama diyoruz ya işçiler örgütsüz olunca sonu hüsranla bitiyor. Patron birkaç işçiyi işten çıkararak bütün işçileri korkutmasını biliyor. Eğer Marksist Tutum’la tanışmasaydım kendimde böyle bir cesaret bulamazdım. Diğer işçiler gibi patrona küsüp hatta tazminat bile almadan ben kendim çıktım derdim. Oysa Marksist Tutum benim bir insan olduğumu, işçi olduğumu, insanca yaşam ve haklarımın olduğunu öğretti ve en önemlisi kendime olan güvenimi kazandırdı. Marksist Tutum, isteyince işçi sınıfının dünyayı değiştirebileceğini net olarak ortaya koyuyor. Sloganlarımız bunu çok güzel anlatıyor. Örgütlüysek Her Şeyiz, Örgütsüzsek Hiçbir Şey!

Soruyorum Sizlere, Bunun Neresi “Eşitlik”! Bizler, kapitalist bir dünyada yaşıyoruz. Ya üretim araçlarına sahip patronsunuzdur/ kapitalistsinizdir, ya da üretim araçlarına sahip olmayıp, emek-gücünü satarak karşılığında karın tokluğuna çalışan işçi sınıfının bir üyesisinizdir. Dolayısıyla patronlar sınıfı varlık içinde muazzam koşullarda çocuklarıyla beraber sefa sürerken, işçiemekçi sınıfı yokluk içinde kötü koşullarda çocuklarıyla beraber cefa çekerler. Yani kapitalist düzen var olduğu sürece, şansızlar grubunda işçi-emekçiler, çocuklarıyla beraber yer alır. Gazete haberlerinde verildiği gibi hayatın her alanında, patronlar sınıfı ve çocuklarının hayat koşulları işçilerinkinden çok çok farklıdır. İşçiler hayatın her alanında bu tür eşitsizliklere, sağlık ve eğitim gibi önemli konularda bile hak etmedikleri koşullara maruz kalırlar. Oysa patronlara ve çocuklarına sunulan bu yaşam koşulları aslında işçi-emekçilerin sırtından elde edilmiş, alınterinden çalınmıştır. Kapitalist düzen altında yaşamak demek, ölesiye çalışmak, kötü koşullarda yaşamak, yeteneklerimizin baskılanması, eşitsizliklere maruz kalmak demektir. Hayatı üreten, muazzam zenginlikleri yaratan işçilere layık görülen yaşam, açlığın, işsizliğin, savaşların hüküm sürdüğü, insanın insan olmaktan çıkarıldığı bir cehennem azabıdır. İşçilerin kuracağı dünyada açlık, işsizlik, ayrımcılık, savaşlar olmayacak. Sağlığımız, eğitimimiz, hayatımız insanlığa layık tarzda örgütlenecek ve bu koşullarda hepimizin ömrü uzamış olacak. Kendimizi geliştirmek istediğimiz her alanda, özgür ve bilimsel bir eğitim alabileceğiz. Geleceğimiz umutlu, mutlu, güvenli olacak. İnsan olarak bu gerçek hayata, bizlerin kuracağı dünyaya, güzelliğe ihtiyacımız var. Bunun olması için, ilkeli, tutarlı, disiplinli bir mücadeleye atılmalı, Marksist Tutum’un bize tuttuğu ışıkla yolumuzu aydınlatarak ve öğrendiklerimizi yaşamımıza yansıtarak mücadeleyi geliştirmeliyiz. Ancak bu şekilde dünyayı değiştirebilir, insanlığı sonsuz bir mutluluğa kavuşturabiliriz. Haydi, kurtuluş için Bolşevik saflara! Sosyalizm için mücadeleye! Marksist Tutum okuru bir sağlık emekçisi

Yenibosna’dan bir tekstil işçisi

Merhaba Marksist Tutum okurları, Ben dokuz yaşında bir ilkokul öğrencisiyim. Okul kursları tekrar başladı. Okul kursları için bizden 200 YTL istiyorlar. Sadece 100 saat için. Acaba 200 YTL verip çocuğunu okul kurslarına gönderebilecek aile var mı? Hiç düşünmüyorlar bütçesi buna uygun olan aile var mı diye. Okul kurslarına gitmek derslere yardımcı oluyor. Doğru ama okul kurslarında öğrettikleri şeyleri okulda da öğretebilirler. Benim annem 12 saat çalışıyor fakat çok az ücret alıyor. Ve kurstan veya dershanelerden annemin maaşından fazlasını ya da yarısını istiyorlar. İnsanlar 300-400 YTL alırken bizden 200 YTL istiyorlar. Bu 300-400 YTL’yi insanlar ihtiyaçları için mi harcayacaklar yoksa okul kurslarına, dershanelere mi verecekler? Bu yüzden insanların hakları ellerinden alınıyor ve insanlar zor durumda bırakılıyor. Esenler’den 9 yaşında bir kız öğrenci

47


Okurlarımızdan Geçenlerde bir arkadaşımla görüşmek üzere yola çıktım. Otobüste kolu kırılmış bir bayan gördüm. Daha onu ilk gördüğümde, aklımdan hemen kesin işyerinde olmuştur diye geçti. Daha sonra ona geçmiş olsun dedim, o da sağol diye yanıtladı. Nasıl oldu diye sordum. İşyerinde oldu, yangın tüpü düştü diyince ben hafif bir gülümsedim. Ona belki inanmayacaksın ama aklımdan geçmişti işyerinde olduğu, çünkü biz insanların başına ne gelirse oralarda geliyor dedim. O da şaşkın bir halde yüzüme baktı. Ne diyor bu dercesine. Sonra neden böyle düşündüğümü ona açıkladım. Çevremde hiç işyeri dışında başına bir kazanın geldiği birinin olmadığını söyledim. O hiç konuşmadı ve ineceği yere gelince indi. Sonra ben onun neden şaşkın şaşkın yüzüme baktığını düşündüm ve bunun tek bir nedeni var, bu sistem dedim. Sistem insanları, işçileri birbirine o kadar yabancılaştırmış ki, ben o bayan için onunla aynı koşulları paylaşan bir işçi ya da onun sınıfının insanı değil bir yabancıydım. Ama benim için o yabancı değil, benim sınıfımın bir insanıydı. En önemlisi bir işçiydi. Onunla konuşurken de ona doğruyu söyledim. Gerçekten de iş kazası dışında kaza görmedim. Sonra bir şey daha fark ettim. Birinin bir yerine bir şey olsa neden oldu diye sormuyorum artık. Nasıl oldu diye soruyorum. Çünkü neden olduğunu biliyorum. Çalıştığımız yerlerde iş koşullarımız ağır ve yorucu buna bir de iş kazalarının olmasını engelleyecek önlemlerin alınmaması eklenince, iş kazaları yoğun bir şekilde yaşanıyor. Şöyle bir etrafımıza bakalım, insanların daha doğrusu işçilerin başına gelen kötü olaylar, ya yaşam koşullarımızdan ya da iş koşullarımızdan. Biz işçilerin başına gelenler neden burjuvaların başına gelmiyor? Çünkü onlar bizim koşularımızda yaşamıyor, bizim çalıştığımız koşularda çalışmıyorlar. Örneğin onlar bir fabrikada kocaman makinelerle çalışmıyorlar. Ve normal

olarak o makinelere kollarını, bacaklarını kaptırma ihtimalleri yok. Verem gibi kötü beslenme ya da olumsuz yaşam koşullarından kaynaklanan hastalıklara yakalanmak gibi ihtimalleri de çok az. Çünkü onlar, dünyada ne varsa yiyebiliyorlar. Meyve, sebze, et, süt, daha sayamadığım bir çok şeyden mahrum değiller. Oysa dünyada süt içemediği için ölen on binlerce çocuk var. Burjuvaların başına ancak şu gelebilir: Paris’e sabah kahvaltısı için giderken ya da akşam kahvesini içmek için geri dönerken uçağın düşmesi. Milyonda bir ihtimal tabii bu da. Bu saydıklarım yeter herhalde “ya yaşam ya da iş koşullarımızdan kaynaklı başımıza gelenler” demem için. Oysa dünyanın tüm zenginliklerine layık olan bizleriz. Üreten, var eden bizim ellerimizdir ve yine iş kazalarının olmaması, iş kazalarında işçi arkadaşlarımızın hayatlarını yitirmemesi, çocukların beslenemediği, süt içemediği için ölmesinin engellenmesi, bütün bunlara göz yumulmaması da bizlerin ellerinde. “Arılar gibi hünerli hafif sütlü memeler gibi yüklü, tabiat gibi cesur ve dost yumuşaklıklarını haşin derilerinin altında gizleyen elleriniz. Bu dünya öküzün boynuzunda değil, bu dünya ellerinizin üstünde duruyor.” Bizlerin dünyayı değiştirmek için ellerimize ve örgütlü mücadeleye ihtiyacımız var. Bizler örgütlü olup ellerimizi birleştirdiğimiz zaman elerimiz zafer kazanır. “Tek tek çiniler bir işe yaramaz, onları yan yana dizince bir güzellik ifade ederler.” Ellerimizi de çinilere benzetirsek, tek tek işe yaramazlar. Unutmayalım ki örgütlüysek her şeyiz örgütsüzsek hiçbir şey!

Savaş Çığırtkanlığı

dünya savaşları bizlere tüm çıplaklığıyla göstermiştir. Günümüz dünyasında da savaş çanları çalınmış bulunmaktadır. Filistin’de, Afganistan’da, Irak’ta milyonlarca çocuk, kadın, yaşlı, yoksul işçi-emekçiler her gün katledilmektedir. Bizler sadece izlemekle kalıyoruz; tepkisiz, sorgusuz, sualsiz olarak... Evet, kapitalistlerin kâr kudurganlığıyla savaş yaylım ateşine devam ediyor. Her gün yüzlerce işçi-emekçi, çocuklarıyla beraber öldürülüyor. Irak’ta insanların evleri bombalanarak yaşamları yok ediliyor. Savaşın yok edici etkisini televizyonlardan seyrediyor, görüyoruz. 1917 muzaffer Ekim Devriminin ışığında, silahları burjuva düzene çevirmeden savaşı sonlandırmak mümkün değildir. Milyonlarca işçi kardeşlerimizi kaybettiğimiz birinci emperyalist dünya savaşını Ekim Devrimi bitirdi. O dönemde Bolşevik örgütlenme sayesinde işçiler silahlarını kendi burjuvalarına çevirerek işçi sınıfının diktatörlüğünü kurdular. Bolşevik önder Lenin’in de ifade ettiği gibi “savaşlar devrime gebedir.” Devrimci dönemlerde işçi sınıfını iktidara taşıyacak Bolşevik bilinç ve örgütlülüğü sağlam temellerde hayata geçirmek bugün en temel görevimizdir. Ya yaşanmış devrim deneyimlerinden ders çıkararak, devrimci duruma hazırlıklı olur sosyalizmi kurarız ya da hatalarımıza devam ederek barbarlığın batağına düşüp, insanlığın ve doğanın yok oluşuna yol açarız. Sınıfa Karşı Sınıf Savaşı! Ya Sosyalizm Ya Barbarlık!

Savaş, sınıflı toplumların doğasında var olan bir olgudur. İşçi sınıfı ve burjuvazi olduğu sürece savaşlar da olacaktır. Savaşların çıkış nedenlerine baktığınızda, bahaneler her zaman amacına uygun hazırlanmıştır. Ekonomik krizlerin, hegemonya kavgasının, paylaşım planlarının üzeri, “özgürlük ve demokrasi götürme” gibi yalanlarla örtülür. Böylece savaş kitleler nezdinde meşru kılınır. Ülkeler savaş durumuna geçtiklerinde öncelikle bu savaşın haklı bir savaş olduğunu medya yoluyla kitlelere duyururlar. Böylece arkalarına kitle gücünü alarak savaşa girerler. Birden dev silah şirketleri sahneleri alır. Kapitalizm, düz işçisinden mühendisine, “bilim adamı”na dek herkesi savaş füzeleri, nükleer silahlar, misket bombaları gibi savaş araçları üretimine koşar. Bu silahlanma hastalığı sadece tek ülkede değil birçok ülkede mantar gibi üremeye başlar. Patlamalar, bombalar burjuva medyasında havai fişek atışları gibi gösterilerek savaşın soğuk olan gerçek yüzü gizlenir. İnsanlar görüntüleri izlerken sanki her şey çok normalmiş gibi hayatlarına devam ederler. Oysa bombalamaların ardından parçalanmış cesetlerin, kaybedilmiş hayatların, çalınmış yaşamların, açlığın, hastalıkların ve ölüm korkusuyla yaşayan insanların hiç de farkında değildirler. Bir gün bombaların adresi bizler, işçi ve emekçiler de olabiliriz. Bugün bize uzak gibi görünen savaşlar, kanserli hücreler gibi büyüyerek dünya savaşına dönüşebilirler. Böyle olabileceğini yaşanmış olan

48

Topkapı’dan bir tekstil işçisi

Gebze’den bir sağlık çalışanı




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.