Kendileri Yönetseler Bütün Halklar Bir Olur! Şubat 2007
• Diyalektik materyalizm /1 • Modernleşen despotizmin sivilleşme sancısı /11 • Hrant Dink suikasti
23
• Cezaevleri ve Sınıf Mücadelesi • Ülkücü-faşist hareketin tarihi /3 • Vardiya sistemi
Hrant Dink Suikastı
E
gemenler kanlı hesapları için, bir demokrat Ermeni aydını olan Hrant Dink’i kahpece kurban ettiler. Onun yerde kanlar içinde yatan cansız bedeninde, 90 yıl önce bu topraklarda yaşanan o hayasız kırımdan uğursuz bir esintiyi görmemek mümkün değil. Bu bakımdan Dink’i katleden kurşunların, başka her şey bir yana, öncelikle bu topraklarda yaşayan kardeş Ermeni halkına sıkıldığını açıkça ortaya koymak gerekiyor. Cinayet sonrası yaşanan gelişmeler bunu tartışmasız biçimde doğrulamaktadır. İlk birkaç gün içinde beklenmedik biçimde patlayan anti-şovenist öfke karşısında gerileyen ve alttan almak zorunda kalan Türk gericiliği, cenazenin etkisi soğumaya başlar başlamaz salyalarını döke saça bir rövanş kampanyası başlatmıştır. “Hepimiz Ermeniyiz” sloganı tam da Büyük Türk şovenizminin bam teline bastığı için bu gerici hezeyana yol açmıştır. Bu nedenle işçi sınıfı açısından Hrant Dink suikastının ardından öne çıkan bir görev, her renkten gericiliğin (şovenist-faşist-dinci) en habis dayanaklarından biri olan Ermeni düşmanlığına karşı mücadele ve kardeş Ermeni halkıyla dayanışmadır. Hrant Dink “bu topraklarda Ermeni olmak zor zanaat” demişti. Tarihte eşi az görülür cinsten bir zulme uğramış, yok olmanın eşiğine gelmiş ve bugün adeta varlıklarını gizleyerek yaşamak zorunda bırakılan Türkiye Ermenilerini şovenizmin azgın saldırılarından koruyabilecek olan yegâne güç işçi sınıfıdır. Dolayısıyla Ermeni olmayı zor zanaat olmaktan çıkarma görevi de en çok işçi sınıfına düşüyor. Bugün bazı liberallerin yaptığı gibi burjuvaziden milliyetçiliğin ve onun bir görünümü olan şovenizmin
kökünü kazımasını beklemek hayalciliktir. Kapitalizm doğası gereği bu pisliği yeniden ve yeniden üretir. Marksist Tutum sayfalarında hep dikkat çekildiği gibi dünya bir süredir emperyalistler arası bir yeniden paylaşım dönemine girmiştir. 11 Eylüller, Afganistan ve Irak savaşları ve sırada bekleyen diğerleri bu yeniden paylaşımın geldiği noktayı gösteriyor. Daha açık ifadeyle bu bir emperyalist savaş dönemidir ve tüm dünyanın bir yangın yerine dönme tehlikesini içinde barındırmaktadır. Hammadde, pazar ve yatırım alanları için başta büyükbaş emperyalistler olmak üzere irili ufaklı burjuva egemen güçler tarafından verilen nüfuz mücadelesi artan ölçüde şiddetli bir nitelik kazanmakta ve tüm ülkelerde siyasal iklim buna göre şekillenmektedir. Bölgesel ve yerel savaşlar, militarizm, her türden komplo ve provokasyon, siyasi suikastlar, demokratik hak ve özgürlüklerin artan ölçüde kısıtlanmasıyla belirginleşen otoriterleşme, yükselen milliyetçilik-ırkçılık-faşizm gibi olgu ve eğilimler bu dönemin karakteristik yönleridir. “ABD’nin yayılmacı kurgularına bağlı olarak en son Genişletilmiş Ortadoğu Projesi adını alan emperyalist savaş planı gereğince, Ortadoğu’daki 22 ülkenin haritalarının değiştirileceği Condoleeza Rice tarafından dillendirilmiştir. Somut yaşamda ne olur, kimin gücü neye yeter tartışması bir yana, ABD’nin, İran, Suriye gibi ülkelere yönelik savaş tehditlerinin yoğunlaşarak sürmesi kesinlikle blöf değildir. Tarih, hegemonya için büyük bir kapışmaya tutuşan emperyalist güçlerin cephaneliklerinde biriken bombaların er geç halkların tepesinde patladığını kanıtlayan sayısız ör-
1
marksist tutum
nekle doludur. “Üstelik bu kez devreye, nükleer silahlar üzerinden yürütülen bir çekişme sokulmuş bulunuyor. Tehlike son derece ciddidir ve tehdit alanına giren tüm ülkelerdeki halkları doğrudan ilgilendirmektedir. Türkiye de bu alanın içindedir, ama bunun da ötesinde emperyalist hegemonya kapışmasının içeriği, aslında tüm dünyayı etkileyerek kızışacak bir nitelik taşıyor.” (Elif Çağlı, Tehlikenin Ortasında, MT, no:15) Gerçekten de bu olgu ve eğilimlerin dışında olmak şöyle dursun, Türkiye genişleyen ateş çemberinin merkezi bir bölgesinde bulunmaktadır ve iç siyasal gelişmeler bu genel eğilimlerle doğrudan ya da dolaylı biçimde bağlantılıdır. Hrant Dink suikastı da bu genel tablonun içine oturan önemli bir siyasal gelişme olduğu gibi, içine girilen bu dönemde siyasal çatışmaların şiddetli karakterine yeni bir örnek oluşturmaktadır. Bu nedenle bu suikasta ilişkin olarak yürüyen “içerden mi, dışardan mı” tartışması bir bakıma anlamsız bir tartışmadır. Belirli bir noktadan sonra bunun fazlaca bir önemi yoktur. İçine girdiğimiz dönemin niteliği bu türden önemli siyasal gelişmeleri “içerden” ya da “dışardan” diye su sızdırmaz bölmelerle ayırmayı imkânsız kılmaktadır. Doğan siyasal sonuçlar, faillerin dolaysız amaçları ne olursa olsun, olayları kendiliğinden hem “içerden” hem “dışardan” yapmaktadır. Her şey bağlamı içinde anlam kazanır ve Marksistler de siyasal tutumlarını tümüyle bu temelde geliştirirler. O nedenle olayın polisiye yönleri ne olursa olsun, burada siyasal olarak Ermeni sorunu vardır, kontrgerilla vardır, ezen ulus milliyetçiliği ve faşizm vardır, Türkiye’de egemen sınıf içindeki kıran kırana kapışma vardır, hükümetcumhurbaşkanlığı-seçimler sorunu vardır, 301. madde vardır, Ortadoğu’da kaynayan kazan ve Kürt sorunu vardır, Türkiye’nin emperyalist yeniden paylaşımın aktörü ve konusu olması olgusu vardır… Bu bakımdan “kim yaptı, neden yaptı” gibi sorular önemsiz olmamakla beraber, Marksistler analiz ve tutumlarında kendilerini bu soruların tut-
2
Şubat 2007 • sayı: 23
sağı yapmazlar. Esas sorular, “siyasal sonuçlar nedir, nasıl tavır alınmalı” sorularıdır ve bunların cevapları da yukarıda sıraladığımız hususların hepsini içermektedir. Olayın doğrudan faillerinin siyasi kimlikleri nedeniyle bir nevi suçüstü yakalanmış olan her türden gericiler, suikastı olduğundan önemsiz göstermeye ve önceleri utangaç biçimde ama giderek pişkin bir arsızlıkla kendisini aklamaya, özellikle milliyetçiliği, faşizmi ve bunların ana üssü olan kontrgerillayı temize çıkarmaya çalışmaktadırlar. İşçi-emekçi kitlelere yüz yıldır Ermeni düşmanlığını pompalayanların hemen hepsi, oluşan beklenmedik tepkinin basıncıyla suçluluğun telâşı içinde buna çabalamaktadır. Basına servis edilen bilgilere katili yüceltici unsurlar katan polis ve jandarma başta olmak üzere bir dizi gerici güç, olayı üç-beş gencin işiymiş gibi göstererek geçiştirmeye çalışmaktadır. Boydan boya manşet atıp “Katil bir Ermeni”, ya da “Hepimiz Türküz” diyenler ya da “Türk’üm diyemeyen defolup gitsin” diye salya akıtanlar bu cenahın en azgın unsurlarını oluşturuyorlar. Suçüstü yakalanan milliyetçiliği temize çıkarmaya odaklananlar ise bir yandan suçlunun “milliyetçilik değil, milliyetçiliği kötü emellerine alet edenler” olduğunu söyleyip diğer yandan da “AB reformları” gibi basınçlarla “habire milletin damarına basılırsa bunların kaçınılmaz olacağını” vurgulayarak aba altından sopa göstermektedirler. Şovenizm karşıtı içeriği apaçık olan “Hepimiz Ermeniyiz” sloganına karşı hızla yükseltilen gerici kampanyanın başını da bu cenah çekmektedir. Bu cephedeki bir başka eğilim ise, meseleyi bulanıklaştıran “kurşunlar Türkiye’ye sıkılmıştır” teranesini okumaktadır. Bunların bir kesiminin kaygısı, devletin diplomatik alanda zor duruma düşmesidir. Diğer bir kesimi de meseleyi dünya ölçeğinde yürüyen emperyalist yeniden paylaşım kavgası ve Türkiye’nin konumu çerçevesine oturtarak ele alsa bile bunu genel olarak gerici bir perspektiften yapıyor. Türkiye’nin bölgede (adı böyle konsa da konmasa da) yeni-Osmanlıcı emperyal bir siyaset izlemesini savunan bu kesimler, meseleyi “Türkiye’nin güçlenmesini istemeyenler” söylemi çerçevesinde açıklama çabasındalar. Bunlar böylece suçu tamamen dışlaştırıp içerideki gericiliğin rolünü tümüyle örtbas ediyorlar. Oysa bu suikastın iç siyasal çatışmalarla bir ilintisi, hem de oldukça dolaysız bir ilintisi kesin biçimde vardır. Bir uçta statükocu olarak adlandırılan kesimlerin tepkileri diğer uçta TÜSİAD’ın açıklamaları bile bunu açıkça gös-
Şubat 2007 • sayı: 23
termektedir. Kaldı ki gerici medyanın tüm örtbas girişimlerine rağmen somut veriler bu işte BBP ile bağlantılı kontrgerilla unsurlarının yer aldığını gizlenemeyecek biçimde gösteriyor. Burada soru, bu işin bununla sınırlı olup olmadığıdır. Doğrusu işin tabiatı gereği, burada rol oynayan unsurları belirli bir halkaya kadar görmek mümkünse de bunun ötesini tam olarak bilmek pek mümkün değildir. Ancak bu BBP’li kontra unsurların aynı zamanda Çeçenistan’da ABD emperyalizmi tarafından desteklenip beslenen şeriatçı güçlerin saflarında yer aldıkları, bu çerçevede faaliyetlerde bulundukları da biliniyor. Zaten Türkiye’deki bütün faşist hareketin ve kontrgerilla örgütlenmelerinin 1950’lerden beri CIA ile göbek bağları bulunduğu bir sır değil. Ancak bu söylediklerimiz Dink suikastının yerli kontra şebekelerinin inisiyatifle gerçekleştirilemeyeceği ya da kesin olarak CIA tarafından gerçekleştirildiği anlamına gelmemektedir. Muhtemelen bunu devrim günlerine kadar bilemeyeceğiz. Bizim söylediğimiz bu ihtimalin peşinen kapı dışarı edilemeyeceğinden ibarettir. Diğer tarafta türlü türlü liberaller de bir yandan konuyu sözde derinlemesine ele alma görüntüsü altında işi bir tür “sıradan faşizm” sosyolojisine dökmekte, diğer yandan da 301. maddeye odaklanmaktadır. “Sıradan faşizm” teorileri kâh genel olarak kâh Trabzon bağlamında revaçta. Bu çerçevede yapılan kimi tahlil ve tespitler toplumdaki eğilimleri ve nedenlerini anlamak bakımından kimi durumlarda yararlı olsalar da genel olarak olayın siyasal karakterinin ve bu çerçevede planlı bir provokasyon olduğu gerçeğinin gölgede kalmasına hizmet etmektedir. Bir yandan sorunun derinine inme kaygısı taşıyor görünen liberal kesimler, diğer yandan yüzeysel biçimde halim selim demokratikleşme programlarıyla, eğitim seferberlikleriyle vb. milliyetçilik belasının kökünün kazınabileceğini sanıyorlar. Bunlar, içinde bulunduğumuz dünyanın bu siyasal eğilimleri beslediğini ve burjuva politikası çerçevesinde bu sorunun aşılamayacağını görmezden geliyorlar. Onların hayal ettiği ıslah programlarının âlâsı ikinci paylaşım savaşının ardından, faşizmin sözde kökünü kazımak adına Avrupa’da onyıllar boyunca uy-
marksist tutum
gulanmıştır. Ama bugünkü kapitalist kriz ve emperyalist yeniden paylaşım konjonktüründe tam da bu demokratik Avrupa’da ırkçılık yükselmektedir. Cici liberaller buna ne buyurmaktadırlar? Diğer taraftan aynı liberal yazarlar, “301 olmasaydı bu olmazdı” diyorlar ya da demeye getiriyorlar. Ya da aynı düşüncenin daha kapsamlı bir ifadesi olarak “Türkiye’de Avrupa tipi bir burjuva demokrasisinin normları yerleştirilmiş olsaydı bu olmazdı” diyorlar. Bu da yine aynı kapıya çıkan bir yanılsamadır. Bu düzenin gerçekliği, hele hele günümüzdeki haliyle gerçekliği bunu tümüyle tekzip etmektedir. İşin 301’e indirgenmesi budalalıktır. Çok değil birkaç yıl önce demokrasinin beşiği İngiltere’de Irak savaşı öncesi hükümetin işine gelmeyen bir rapor hazırlamış olan silah uzmanı bilim adamı esrarengiz biçimde ortadan kaldırılmıştı. Düşünenler muhakkak daha iyi örnekler de hatırlayacaklardır. Tekrar tekrar vurgulamak gerekiyor. Dünya çapında yükselen faşist tehlikeye karşı mücadele, kapitalizm karşıtı ve işçi sınıfı temelli bir devrimci mücadele sorunudur. Demokrasi sorununun işçi sınıfı demokrasisi dışında asgari ölçüde tutarlı bir çözümünün bu çağda mümkün olmadığı samimi demokratlar için açık olmalı. Aynı şeyleri dünyanın dört bir yanında bulunan ve ezilen işçi-emekçi kitlelere karşı her türlü karşıdevrimci tertibi tezgâhlayan kontrgerilla aygıtları için de söylemek mümkündür. Bu aygıtları burjuva siyasetinin ortadan kaldırmasını beklemek bir hayaldir. En son örnekler olarak Şemdinli ve Danıştay hadiselerinde bunun olamayacağı tekrar görülmüştü. Son olarak tüm bunlara karşı mücadelenin, temelde yeni emperyalist savaşlar sürecine karşı mücadele bağlamı içine oturtulması gerektiğini vurgulamalıyız. Yangın şiddetlenmekte ve yayılmakta, yeni kan banyoları tehlikesi büyümektedir. Hrant Dink’in katledilmesine öfkelenenler, yeni katliamların olmaması için, yarattığı tüm eğilimler ve görünümleriyle emperyalist savaş sürecine ve bunun temeli olan kapitalizme karşı devrimci mücadeleye omuz vermelidirler.
3
Cezaevleri ve Sınıf Mücadelesi Levent Toprak
C
ezaevleri modern sınıf mücadeleleri tarihi boyunca düzen karşıtı mücadelenin bir konusu ve hedefi olmuştur. Büyük devrimci isyanların birçoğunda devrimci kitlelerin baş hedeflerinden birinin özellikle siyasi tutsakların tutulduğu cezaevleri olması bunun sembolik bir göstergesidir. Fransız Devriminde ünlü Bastille Kalesi devrimci kitleler tarafından fethedilmiş ve siyasi tutsaklar salıverilmiş, 1917’de Rusya’da Şubat devriminde de Peter ve Paul Kalesi ayaklanan askerlerin baskınına uğramış ve yine siyasi tutsaklar özgürleştirilmiştir. Hiç şüphe yok ki gün gelip devran döndüğünde Türkiye’de de devrimci kitleler, başta F-tipi cezaevleri olmak üzere burjuva diktatörlüğünü sembolize eden utanç yuvalarını yerle bir edecektir. Devrim anlarında kendisini uç biçimde ortaya koyan gerçeklik, cezaevlerindeki koşulları belirleyenin son tahlilde dışarıdaki koşullar olduğudur. Kapitalist toplumda cezaevlerinden bahsettiğimiz ölçüde “dışarıdaki koşullar” esas olarak işçi sınıfı ve diğer emekçi katmanlar ile burjuvazi arasındaki sınıfsal güç dengesinin durumudur. Emekçi kitleler mücadeleyi yükselttikleri ve böylelikle dengeyi kendi lehlerine çevirdikleri ölçüde cezaevlerindeki koşullar da düzelme eğilimi gösterecektir. Marksistler diğer toplumsal sorunlara olduğu gibi cezaevi sorununa da soyut normlarla değil sınıf mücadelesi penceresinden bakarlar. Tarih dışı soyut normlar, nasıl ki ahlâk, politik demokrasi, hukuk gibi alanlarda son tahlilde hükümsüzse bu alanda da öyledir. Her şey, uzlaşmaz çıkarlara sahip ve mücadele halindeki sınıflara bölünmüş somut bir toplum gerçekliği içinde cereyan etmektedir. Sözgelimi “insan hakları” gibi soyut normlar son tahlilde somut tarihsel gerçekliğin ancak çarpıtılmış ifadeleri olmaktan öteye geçmezler. Bu tür kavramlar sınıf mücadelesi gerçekliğini gizlemeye hizmet ettiği ölçüde aldatıcıdırlar.
4
Devletin ve düzenin sahibi olan egemen sınıf, kendisine şu ya da bu biçimde muhalefet eden unsurları, ideolojik kuşatmayla kontrol altında tutamadığı ölçüde, fiziki baskı aygıtını devreye sokarak bertaraf etmeye çalışır. Cezaevleri de iyi bilindiği gibi ordu ve polis örgütlenmesiyle birlikte devletin fiziki baskı aygıtının temel ayaklarından birini oluşturur. Muhalefet devrimci ve örgütlü bir nitelik taşıdığı ölçüde baskı aygıtının bir bütün olarak artan zulmü, hukuk ve infaz alanında da kendisini gösterir. Daha ağır cezalar, daha kötü muamele vb… Dolayısıyla bunlar devrimci mücadelenin kaçınılmaz bir boyutu ve sonucudur, mücadele sürdükçe de böyle olacaktır. Dünya devrimci mücadeleler tarihinin tanığı olduğu bu gerçeklik, yeryüzünün en kıyıcı burjuva diktatörlüklerinden birinin var olduğu Türkiye’de fazlasıyla böyledir. Bu topraklarda devlet yıllarca komünistlere, devrimcilere ve kısmen de diğer rejim muhaliflerine kan kusturmuştur. Türkiye’nin genelde cezaevi nüfusu içinde politik tutsak oranının en yüksek olduğu ülkelerden biri olması tesadüf değildir. Türkiye devrimci hareketi aşağı yukarı her zaman bu geleneksel ağır baskı koşulları altında mücadele etti ve yol aldı. 1960-80 arası dönemde işçi sınıfı hareketinin yükselişinin verdiği muazzam itilimin de katkısıyla devrimci mücadelenin çeşitli alanlarında kazanımlar ve gelenekler oluştu. 12 Eylül faşizmi işçi hareketini ve genelde devrimci hareketi büyük oranda ezdiyse de tüm geçmiş mücadelelerin birikimi işkencehanelerde ve cezaevlerindeki direnişlerde belli ölçülerde de olsa yeni biçimler alarak yaşamaya devam etti. Faşizmin dorukta olduğu o günlerde devrimciler, işçi sınıfı militanları, zindanlarda ağır baskılara göğüs gerdiler ve zorlu bir direniş geleneğini yaşattılar. Faşizm çözüldüğünde bu sürdürülen direniş geleneğinin ürünü olarak cezaevlerinde yine de belli mevziler kazanılabilmişti.
Şubat 2007 • sayı: 23
İçeride devrimci örgütlülük, dayanışma ve komün geleneği ayakta tutulabilmiş; tutsaklığın mücadeleden koparma ya da yıldırma aracı olarak işlevi sınırlandırılabilmişti. Hatta içerisi bir devrimci okul durumuna bile getirilmiş, deneyimsiz unsurların devrimci bilinçlenmesini hızlandıran bir nitelik kazanmıştı. Bu koşulların devamında kısmen Kürt hareketinin yükselişi, Bahar Eylemleri, Zonguldak Madenci Yürüyüşü, Paşabahçe Direnişi ve genel olarak memurların sendikalaşma mücadelesinin de katkısı olduğunu söylemek mümkün. Ancak, işçi sınıfının mücadelesinin genel geri çekilişi ve bozgunu devam ederken cezaevlerindeki bu mütevazı mevzilerin de tehlikeye düşmesi kaçınılmazdı. Nitekim bilindiği haliyle F-tipi cezaevleri ve tecrit saldırısı gündeme geldi. “Bilindiği haliyle” diyoruz, çünkü aslında tecrit saldırısı 12 Eylül faşizminin hüküm sürdüğü 80’lerin başlarında ve etkilerinin devam ettiği yıllarda sınırlı biçimde olsa da gündeme gelmişti. O dönemde, koşulları normal cezaevlerinden daha ağır olan ve yalnızca siyasi tutsakların tutulduğu Özel Tip denilen cezaevleri açıldı. Bunun yanı sıra bir de 1-3 kişilik hücrelerden oluşan ve tecrit hedefli Münferit Tip denilen sistem kuruldu, ki bunlar bugünkü F-tiplerinin öncüsü niteliğindeydi. Bu Münferit Tip cezaevlerinin maksadı, dönemin Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Tetkik Hakimi Hüseyin Turgut tarafından kaleme alınan 1986 tarihli Cezaevleri İdaresi isimli kitapta şu şekilde açıklanıyor: “Teröristler birbirleriyle haberleşmemelidir. Teröristler haberleşemediği zaman sudan çıkmış balık gibi ölür. Başka bir deyişle teröristi ruhen ve fikir bakımından besleyen kaynaklar kurutulunca, onun devrimci ve yıkıcı yönü ölür. Bu ihtiyaçtandır ki teröristler dünya ile yandaşı örgütlerle haberleşmek için bütün dünyada çırpınır dururlar.” Yine de kapsamlı saldırı esas olarak 90’ların ortalarından sonra gündeme geldi. 1995 Gazi direnişi ve 1996 1 Mayısıyla az çok örtüşen 1996 ölüm orucu direnişi ilk sal-
marksist tutum
dırı dalgasını püskürtebilmişti. Ne var ki daha sonra yaşanan genel gerileme, saldırının 2000 yılında bir kez daha gündeme gelmesine yol açtı. Öcalan’ın yakalanmasının da özel bir itilim verdiği koşullardan cesaret alan Ecevit hükümeti nihai taarruzunu başlattı. Çok geniş çaplı bir ölüm orucu direnişi yürütülmesine rağmen dışarıda geniş işçi-emekçi desteğinden yoksun olan direniş 19 Aralık katliamıyla ezildi. Devlet silahsız tutsakların üzerine yangın bombalarıyla, otomatik silahlarla, greyderlerle, kimyasal maddelerle saldırmış, 28 devrimciyi katletmiş ve birçoğu yaralı halde olan tutsakları daha inşası bile tümüyle bitirilmemiş F-tipi cezaevlerine zorla nakletmişti. Üstelik bu vahşete hayasızca “Hayata Dönüş Operasyonu” adını vermişti. Böylece ölüm orucu sırasında baş gösteren kısmi aydın ve medya duyarlılığının yeterli olamayacağı ortaya çıktı. Aslında politik tutsakların F-tipi saldırısı karşısında ölüm orucu gibi bir eylem biçimine başvurmak zorunda kalmaları bile dışarıda işçi-emekçi kitlelerin mücadeleye sevk edilememiş olması gerçeğinin bir ifadesiydi. Her şeye rağmen birçok tutsak zorla nakledildikleri Ftipi cezaevlerinde tecrit koşullarında ölüm orucuna devam etti. Tek ve üç kişilik hücrelerde tutulan tutsakların aile ve avukat görüşmeleri engellendi, yasaklandı. Kitap ve yayın almaları engellendi. Bilindiği gibi eylem dönüşümlü olarak bugüne kadar yıllarca sürdürüldü. Ne var ki konu düzen medyası tarafından hızla sessizliğe boğuldu ve birçok ölüm ve sakatlık bu iklim altında yaşandı. 20 Ekim 2000 tarihinden itibaren kesintisiz olarak sürdürülen direnişte, dışarıdan destek eylemlerinde ve cezaevi operasyonlarında, bugüne kadar 122 kişi yaşamını yitirdi, 600’ün üzerinde insanda kalıcı fiziksel ve ruhsal sakatlıklar meydana geldi. Tecrit esasına dayalı F-tipi cezaevlerinin sayısı o günden bu yana hızla arttırıldı ve “tehlikeli” addedilen adli mahkûmlar da giderek bu cezaevlerine konulmaya başlandı. Buralarda uygulanan ağır tecritle politik tutsaklar tam Bu çağda nasıl modern bilimin en akıl almaz alanlarındaki bulgulardan yararlanılarak “bilimsel” katliam ve işkence yöntemleri icat edildiyse, aynı şekilde cezalar ve infazı alanında da “bilimsel” yöntemler araştırıldı ve uygulamaya sokuldu. Bir yandan sözgelimi idam gibi nahoş görünümlü cezalar giderek kaldırılırken, bunun yerine insanı yaşarken öldüren sofistike ceza ve infaz yöntemleri oluşturuldu. Böylece koğuşlardan iptidai hücrelere, oradan modern hücre sistemine ve nihayet tecrit sistemine doğru bir “gelişme” yaşandı. Tecridin “faziletlerini” keşfetme ve kapitalizmin avadanlığına katma “onuru”, bu gibi işlerde çoğunlukla olduğu gibi Nazilere aittir. Emperyalist “demokrasiler” Nazi uzmanların gözlem ve çalışmalarının açtığı yoldan ilerlemişlerdir.
5
Şubat 2007 • sayı: 23
marksist tutum
bir sosyal ölüme sürüklenmeye çalışıldılar. Tutsakların doğal hakkı olan sosyal aktiviteler bile tretman koşuluna, yani tutsakların sanki asosyal birer hastaymışlar gibi ıslah uygulamalarını benimsemeleri koşuluna bağlandı. Politik tutsaklar bu aşağılayıcı tretman koşulunu kabul etmedikleri için son derece sınırlı sosyal aktivite olanaklarından dahi yararlanamıyorlar. Tecride maruz kalan adli mahkûmların durumu yaşanan baskının düzeyini daha belirgin ortaya koymaktadır. Politik tutsaklar bilinç ve iradeleriyle yine de tecridin basıncına direnebilirlerken son 6 yılda tecrit nedeniyle adli mahkûmlarda 141 intihar gerçekleşmiştir. Politik tutsaklarda bu sayı 3’tür. İntiharın dışında ciddi fizyolojik ve psikolojik hastalıklar baş göstermiştir. Adli mahkûmlarda çıldırma, gardiyanları ve kendilerini kesme gibi hadiseler hayli yaygın. Aslında bağımsız ve kapsamlı bir incelemeye izin verilmediği için yaşanan tahribatın boyutları tam olarak bilinmiyor. Yine de tablonun korkunçluğu ortada olduğu halde devlet tecrit politikasında ısrar etmiş, hatta tecridi ağırlaştıran yeni İnfaz Kanununu çıkarmıştır. Cezaevlerindeki tecrit ve baskılar gerçekte dışarıdan bağımsız değildir, aksine dışarıda toplum üzerine bindirilen baskıların bir uzantısıdır. Bu anlamda içerisi ve dışarısı birdir. Zaten tam da bu nedenle son tahlilde içerinin kaderi dışarıdaki mücadelelere bağlıdır. Bu saldırıları bertaraf edebilmenin tarihsel olarak kanıtlanmış tek tutarlı yolu düzene karşı devrimci bir mücadele yürütmek ve geniş işçi-emekçi kitleleri bu çizgiye kazanmaktır. Geçmişte Bastille’leri, Peter-Paul’leri fetheden devrimci kitleler elbet bir gün F-tipi benzeri tecrit yuvalarını da yerle bir edeceklerdir. İşte bu ağır bilançonun eşlik ettiği 6 yıllık genel sessizlik perdesi ancak son aylarda Avukat Behiç Aşçı’nın başlattığı ölüm orucu çevresinde gelişen eylem ve etkinliklerle bir nebze olsun aralandı ve F-tipi/tecrit sorunu yeniden gündeme geldi. Bu yeni eylemlilik sürecinin en belirgin somut talebi “Üç kapı, üç kilit açılsın” talebiydi. Bununla hiç olmazsa aynı koridora bakan üç hücrenin kapısının gün içinde açık kalması talep ediliyordu. Bu talep aslında ilk olarak 2002 yılı başında, yani F-tiplerine zorla nakiller yapıldıktan yaklaşık bir yıl sonra dillendirilmeye başlandı ve o günlerden bu yana F-tipi karşıtı mücadelenin merkezî somut talebi konumundaydı. Bu talep henüz karşılanmasa da Adalet Bakanlığı’nın son günlerde attığı adım üzerine Behiç Aşçı ölüm orucu eylemine ara verdiğini açıkladı. Yayınlanan yeni genelgeye göre 5 saat olan sosyal etkinlik süresi iki katına çıkarılıyor ve anlaşıldığı kadarıyla bundan yararlanmak için tretman koşulu da dayatılmıyor. Elbette uygulama önümüzdeki günlerde görülecek. Aşçı’nın eyleminin son günlerine kadar geniş bir kitle desteği ve ilgisi söz konusu değildi. Son
6
günlerde belirli bir etki oluşmaya başlamışsa da bu sınırlı adımın atılmasında bile Hrant Dink cinayetinin yarattığı kitlesel öfke patlamasının katkısı olduğunu görmek zor değil. Dink’in üzerine bir de Aşçı’nın ölmesinin tepki dalgasına yeni bir itilim verebileceği muhakkak ki düzen sahipleri tarafından görüldü. Böylece kitlelerin sokağa dökülmesinin belirleyici önemi bir kez daha ortaya çıktı. Sorun bu tepkilerin süreklileştirilmesi ve bunun için de örgütlü ve proleter bir niteliğe kavuşturulmasıdır. Düzeni sallayacak olan asıl öfke seli işte o zaman görülecek.
F-tipi/tecrit Türk icadı mı? F-tipi cezaevleri sorununun sözde liberal demokratlar açışından hazin bir yönü bulunuyor. Cezaevleri sorununa sınıf mücadelesinin katı gerçekleri perspektifinden değil burjuva demokrasisinin soyut ideal normları çerçevesinden yaklaşan bu çevreler, bu ideallerinin sembolünü de AB’de görmektedirler. Avrupa’daki burjuva demokrasisinin sınırlarının Türkiye’dekinden daha geniş olduğu şüphesizdir ve bunda Avrupalı emekçi yığınların geçmişte büyük bedeller ödeyerek verdiği mücadelelerin belirleyici bir rolü vardır. Gelgelelim birçok konuda TC’yi demokrasi argümanıyla sıkıştıran AB, F-tipi cezaevleri konusunda başından beri devleti desteklemiştir. Bu tutum elbette bir tesadüf değildi. Aksine Türk gericiliği F-tipi cezaevlerinin ilhamını Avrupa ve Amerika’nın gelişmiş “uygar” demokrasilerinden almıştı. Yani “erke dönergeci” tipi bir Türk icadı değil karşımızda duran. F-tipi cezaevleri bağlamında ileri sürülen demokratik talepler karşısında Adalet Bakanlığı tam da bu nedenle hep Avrupa’yı şahit göstererek bu cezaevlerinin Avrupa standartlarında olduğunu savunmuştur. Öte yandan kimi Avrupalı heyetlerden zaman zaman yükselen şikâyetler olduğunda da onlara dönüp pişkin pişkin “sizin de Stammheim’larınız var” demiştir. Gerçekten de F-tipi tecrit hapishaneleri emperyalist ülkelerin bir icadıdır. Lenin emperyalizm çağını siyasal gericilik çağı olarak nitelemişti. Bir yandan genel çürüme ve bunun bir parçası olarak kapitalizmin yarattığı toplumsal hastalıkların şiddetlenmesi, diğer yandan da proleter devrimin nesnel koşullarının apaçık olgunlaştığı şartlarda emekçi yığınların kontrolünün zorlaşması nedeniyle sermayenin siyasal-toplumsal baskısı artar. Sermayenin diktatörlüğü şiddetlenir, burjuva demokrasisinin kapsamı genel olarak daralır. Devlet aygıtının bir ayağı olarak adli sistem ve cezaevleri alanında da bu böyledir. Bu çağda nasıl modern bilimin en akıl almaz alanlarındaki bulgulardan yararlanılarak “bilimsel” katliam ve işkence yöntemleri icat edildiyse, aynı şekilde cezalar ve infazı alanında da “bilimsel” yöntemler araştırıldı ve uygulamaya sokuldu. Bir yandan sözgelimi idam gibi nahoş görünümlü cezalar giderek kaldırılırken, bunun yerine insanı yaşarken öldüren sofistike ceza ve infaz yöntemleri oluş-
Şubat 2007 • sayı: 23
turuldu. Böylece koğuşlardan iptidai hücrelere, oradan modern hücre sistemine ve nihayet tecrit sistemine doğru bir “gelişme” yaşandı. Tecridin “faziletlerini” keşfetme ve kapitalizmin avadanlığına katma “onuru”, bu gibi işlerde çoğunlukla olduğu gibi Nazilere aittir. Emperyalist “demokrasiler” Nazi uzmanların gözlem ve çalışmalarının açtığı yoldan ilerlemişlerdir. CIA ve Pentagon 2. Dünya Savaşı sonrasında büyük paralar ayırarak bu konulardaki (tecrit, duyusal mahrumiyet, beyin yıkama vb.) çalışmaları devam ettirmişlerdir. Bu çalışmaların en yüksek sistematik uygulaması ilk olarak Avrupa’da gerçekleşti. 60’ların sonları ve 70’lerde Avrupa’da yükselen toplumsal mücadeleler ve bu zeminde oluşan radikal hareket ve örgütlenmeler, düzenin sahte demokrasi ve özgürlük maskesini hemencecik düşürdü. Almanya’da RAF’a (Kızıl Ordu Fraksiyonu), İtalya’da Kızıl Tugaylar’a, İspanya’da ETA’ya ve İngiltere’de IRA’ya karşı bu ağır tecrit yöntemleri uygulandı. Bu süreçte Almanya’daki Stammheim cezaevinin inşası bir dönüm noktasıdır. Burası gerçekte RAF liderleri için özel olarak inşa edilmişti. Nitekim bu gelişmiş Batı demokrasisi RAF liderlerini beyaz hücrelerde mutlak izolasyona tâbi tutmuş ve daha sonra bizzat öldürerek intihar süsü vermiştir. Hayatta kalan RAF önderleri de genellikle 20 yılı aşan sürelerle mutlak izolasyona tâbi tutulmuşlar, konuşmayı bile unutur hale getirilmişlerdir. Emperyalist burjuvazi, sistemin krizine sınıf mücadelesini yükselterek cevap veren kitlelere ve devrimcilere karşı tam bir taarruzla karşılık verdi. Ağır tecrit sistemi bir bakıma, neo-liberalizm olarak adlandırılan geniş çaplı saldırı dalgasıyla örtüşüyordu. Bu genel dalga nasıl devam ediyorsa tecrit uygulamaları da bugün bu ülkelerde devam etmektedir. Bunun tek istisnası olarak İngiltere’de IRA’lı tutsakların durumunu belirtebiliriz. Tam da dile getirdiğimiz genel düşünceyi doğrular biçimde, IRA’lı tutsakların 80’li yıllarda yürüttüğü çetin açlık grevleri dışarıda muazzam bir kitle desteği kazanmış ve eylemin tanınmış lideri Boby Sands de dahil olmak üzere verilen kayıplara rağmen baskıcı İngiliz rejimini geriletmeyi başarmıştır. Bunun sonucunda IRA’lı tutsaklar tecridi kırarak savaş esiri muamelesi görme hakkını kazanmışlardır.
Burjuva toplumun aynası olarak cezaevleri Kapitalist gericileşme eğilimi Sovyetler Birliği’nin 80’lerin sonunda çöküşüyle birlikte daha da şiddetlenmiştir. Esasen bir tarihsel bunalım dönemine giren kapitalizmin yarattığı toplumsal hastalıklar da şiddetlenmiş, bunun bir parçası olarak suç oranları ve mahkûm sayıları da hızlı bir artış sürecine girmiştir. Araştırmalar cezaevi nüfusunun 90’ların başından itibaren katlanarak arttığını gösteriyor. Bir toplumun ya da bir toplumsal düzenin ne denli sağlıklı olduğunu anlamak için cezaevleri bir bakıma cet-
marksist tutum
vel gibidir. Dünyanın en gelişmiş, en zengin ülkesi ABD 2 milyonu aşan cezaevi nüfusuyla birçok alanda olduğu gibi açık arayla öndedir. Onun gerisinde 1 milyonu geçebilen sadece iki ülke bulunuyor: Rusya ve Çin. Ama daha önemlisi cezaevi nüfusunun toplam nüfusa oranıdır. ABD, 100 bin kişide 740 kişi oranıyla bu konuda da liderdir. Bu sayı, yine ilginç bir vaka olan Rusya’yı (713 kişi) bir kenara bırakacak olursak 124 kişiyle bir sonraki ülke olan İngiltere’nin 6 katıdır. Yani dünya nüfusunun yüzde 5’ine sahip olan ABD, dünya cezaevi nüfusunun yüzde 25’ine sahiptir. İdeal bir burjuva toplumun manzarası budur. Ama dahası da var. Aynı ABD’de cezaevlerinin önemli bir bölümü özel ticari işletmeler durumuna getirilmiştir. Yani cezaevleri özel şirketler tarafından tıpkı birer fabrika gibi işletilmektedirler. Kapitalizmin en akla hayale gelmeyecek şeyleri bile metalaştırmasının daha çarpıcı örneğini düşünmek zordur. Bugün ABD’de bir “cezaevi-sanayi kompleksi”nden söz edilmektedir. Bu şirketler kârlarını arttırabilmek için daha fazla mahkûm, daha fazla suç, daha ağır yasa ve cezalar istemekte ve bu yönde lobi yapmaktadırlar. Mahkûmların birer müşteri olarak ele alındığı bu boyutun yanı sıra bir de ucuz işgücü (köle-işçi) olarak kullanılması boyutu bulunuyor. Bu eğilim de öylesine güç kazanmakta ki, ucuz işgücü nedeniyle yurtdışına giden Amerikan sanayi sermayesinde şimdilerde cezaevi bölgelerine göçün başladığı belirtiliyor. Bu manzara kapitalizmin tarihe gömülmeyi çoktan hak ettiğini göstermiyorsa başka neyi gösterebilir? Bugün dünya bu eğilimleri katmerli biçimde güçlendirecek yeni bir emperyalist gericilik dalgasının yükselişine tanıklık ediyor. Konumuzla doğrudan ilintisi bakımından işkence uçakları ve Guantanamolar bunun çarpıcı sembolik belirtilerini oluşturuyor. Emperyalizm çok daha büyük dehşet senaryoları hazırlıyor. Bunun uzun zamandan beri hazırlığını yapan emperyalist odaklar, aynı zamanda doğacak tepkileri, işçi-emekçi kitlelerin yükselecek mücadelesini de öngörüyor ve şimdiden bu mücadeleyi silahsızlandıracak, zorlaştıracak önlemleri türlü bahanelerle bir bir hayata geçiriyorlar. Daha baskıcı yasalar çıkarılıyor, polis devleti uygulamaları güçlendiriliyor, iç savaş örgütlenmeleri tahkim ediliyor vb. Cezaevlerindeki tecrit ve baskılar gerçekte dışarıdan bağımsız değildir, aksine dışarıda toplum üzerine bindirilen baskıların bir uzantısıdır. Bu anlamda içerisi ve dışarısı birdir. Zaten tam da bu nedenle son tahlilde içerinin kaderi dışarıdaki mücadelelere bağlıdır. Bu saldırıları bertaraf edebilmenin tarihsel olarak kanıtlanmış tek tutarlı yolu düzene karşı devrimci bir mücadele yürütmek ve geniş işçi-emekçi kitleleri bu çizgiye kazanmaktır. Genel için doğru olan, cezaevleri sorunu için de doğrudur. Başta belirttiğimiz gibi geçmişte Bastille’leri, Peter-Paul’leri fetheden devrimci kitleler elbet bir gün F-tipi benzeri tecrit yuvalarını da yerle bir edeceklerdir.
7
Ülkücü-Faşist Hareketin Tarihi /3 Kerem Dağlı Kendi içerde, fikri iktidarda olan MHP 12 Eylül 1980 faşist darbesini gerçekleştirenler, bunun sebebi olarak genelde “kardeşin kardeşi vurduğu, sağ-sol çatışmasının alabildiğine yayıldığı anarşi ve terör ortamına son vermek, toplumdaki barış ve huzurun tekrar tesis edilmesini sağlamak” demagojisini kullanmışlardır. Oysa ’80 öncesinde yaşanan şey “sağ-sol çatışması” ya da faili meçhul “anarşi ve terör olayları” değil, bizzat burjuva devlet aygıtının desteği ve yönlendirmesi ile tırmandırılan faşist terör dalgasıydı. Darbenin amacı da topluma “barış ve huzur” getirmek değil, işçi sınıfının devrimci hareketini ezmek ve devrim tehlikesini bertaraf etmekti. Neticede bu amaca ulaşıldı. 12 Eylül faşist diktatörlüğü toplumun üzerinden bir silindir gibi geçti ve faşizmin insanlık için ne büyük bir belâ olduğunu Türkiyeli işçi-emekçi sınıflar da görmüş oldu. Burjuvazinin bu karşı-devrimci iktidarını kurmasında en önemli rolü hiç kuşkusuz MHP oynamıştır. Fakat 12 Eylül darbesinin ertesinde yaşananlar hiç de MHP’nin beklentilerine uymuyordu. Deyim yerindeyse hareket içinde ciddi bir şok dalgası yayılmaya başladı. 12 Eylül karşı-devrimci askeri darbesi ordunun emir komuta zinciri içinde tepeden indiğinde, darbeye ortamı hazırlamış bulunan özel faşist birliklere de MHP’ye de artık ihtiyaç kalmamıştı. Ve darbenin mayalanma döneminde paramiliter çeteleriyle işlevini yerine getiren MHP lideri Türkeş de içeri tıkıldı. Türkeş ve avenesi, ortamı olağanüstü yönetim için hazır hale getirmişlerdi. Fakat 12 Eylül olağanüstü rejimi, iktidarını bu sivil faşist örgütlenmeyle değil, ordu üst kurmayını temsilen faşist bir askeri cunta ile sürdürecekti. Bu nedenle Türkeş’in, “kaderin” kendine ettiği bu oyuna fena içerlediğini ve “fikirlerinin iktidarda kendilerinin ise hapiste oluşundan” sık sık yakındığını hatırlatalım. (Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Y., s.257)
8
Ülkücü kadrolar büyük bir şaşkınlık içerisindeydiler. Türkeş dâhil beş yönetici için idam cezası istenmiş ve büyük çoğunluğu beraatla sonuçlansa da pek çok ülkücü hapse atılarak yargılanmıştı. Ülkücü kadrolar, uğruna canla başla savaştıkları davayı kazandıkları halde neden içeride olduklarını bir türlü anlayamıyorlardı. Onların deyimiyle “Türk’ün Türk düşmanlarıyla aynı zincire vurulması” ve dokuz ülkücünün asılması, ülkücü camianın hafızasına kazındı. Ancak ülkücü-faşist kadroların da tıpkı devrimciler gibi baskı ve işkence gördüklerini asla düşünmemek gerekir. Bu iddia uydurmacadan ibarettir. Faşist cuntanın başı Kenan Evren’in “bir sağdan bir soldan” söylemine rağmen 9 ülkücüye karşılık 18 devrimci asıldı. Gözaltına alınan veya tutuklanan ülkücülerin sayısı birkaç bini geçmiyordu, oysa ülke çapında 750 bin insan devrimci yahut sol görüşlü olduğu gerekçesiyle içeri alınmış ve işkence tezgâhlarından geçirilmişti. Bu tutuklamalar ve gözaltılar sırasında çıkan çatışmalarda ve işkencede ölen 200’ü aşkın kişinin tamamı devrimcilerden oluşuyordu. Devrimciler “siyasi suçlu” olarak çok daha ağır bir ceza kanununa tâbi tutulurlarken, ülkücüler “adi suçlu” olarak yargılanıyor, hem daha az ceza alıyor hem de askeri Yargıtay tarafından açıkça kollanıyorlardı. Hakkında idam hükmü verilmiş birçok ülkücü-faşist askeri Yargıtay tarafından serbest bırakılmıştır. Rejimin hapishanelerde yürürlüğe koyduğu sözde “karıştır-barıştır” uygulaması da gerçekte devrimcileri faşistlere kırdırma politikasından başka bir şey değildi. Zaten tutuklanan ülkücülerin önemli bir kısmı da sokaktaki eylemcilerdi. Devlet aygıtı içindeki ülkücülere dokunulmadığı gibi, rejimin en güvenilir kadrolarını da bunlar oluşturuyordu. Özellikle polis içindeki ülkücü-faşistler, devrimcilere uygulanan sistematik işkencenin baş aktörleriydiler. Bu faşist katiller yüzünden yüzlerce devrimci militan hayatını
Şubat 2007 • sayı: 23
kaybetti ya da sakat kaldı. Bu durum, darbe sonrasında da burjuva devletin pis işlerini ülkücü-faşistlere gördürmeye devam ettiğinin önemli bir göstergesidir. 12 Eylül rejiminin niyeti, bu “anti-komünist talim ve terbiye görmüş” hazır kadroları kendine entegre etmek ve kullanmaya devam etmekti. Dolayısıyla ilk şok çabuk atlatıldı. Türkeş ve diğer MHP yöneticileri çözülmeyi ve dağılmayı önlemek için hareketi 12 Eylül rejimiyle özdeşleştirmeye çalıştılar. “Fikri iktidarda kendi zindanda” deyişi, bu anlayışın özlü bir ifadesidir. Bu özdeşleştirmenin başarılı olduğunu söylemek mümkündür. İçerdekiler bunun dava uğruna ödenmesi gereken bir bedel olduğunu düşünürlerken, dışarıdakiler de 12 Eylül rejiminin kendilerine verdiği yeni görevleri yerine getiriyorlardı. Ülkücüler ’80 öncesinde yaptıklarını, “devlete ve bayrağa yapılan saldırılara direnen ülkücülerin milli refleksi” şeklinde meşrulaştırmaya çalışıyorlardı. 12 Eylül rejiminin resmi ideolojisini de büyük ölçüde, faşist entelijansiyanın toplandığı Aydınlar Ocağı oluşturdu; Kemalizmin faşizan yorumuna eklemlenmiş bir Türk-İslam sentezi. Bu sentez, dağınık haldeki ülkücü harekete en azından ideolojik düzeyde toparlanma imkânı verdi ve rejimle özdeşleşmede kolaylık sağladı. Zaten 12 Eylül anayasasının taslağını hazırlayan da bu çevrelerdi. Böylece hem toplumsal meşruiyet oluşturmaya çalışan faşist rejimin ihtiyacı görülüyor hem de ülkücü hareketin döneme özgü ihtiyaçlarını karşılayan ideolojik bir çerçeve oluşturuluyordu. Özal dönemine gelindiğinde toplumun neredeyse her kademesine hâkim kılınan bu çerçeve, uluslararası konjonktüre de uygundu. ABD emperyalizminin “yeşil kuşak” stratejisi içinde yer alan “ılımlı İslam” projesiyle örtüşüyordu. 12 Eylül’ün ardından, MHP ve ülkücü-faşist harekette görülen dağınıklık hali 90’lı yıllara kadar devam etti. Ülkücü hareket pek çok fire verdi. MHP’nin üst düzey kadrolarının da yer aldığı bir grup, ’83 seçimleri öncesinde kurulan Özal’ın ANAP’ına geçtiler ve bu yolla 30 kadar eski MHP’li meclise taşındı. Birçoğu da İslami harekete geçen ülkücülerin geride kalanları, Türkeş’in onayıyla 1983’te Muhafazakâr Partiyi (MP) kurdular. 1985’te partinin ismi değiştirilerek Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) yapıldı. Darbe ortamının nispeten yumuşamasıyla birlikte ülkücüler de bildik siyasi çizgilerine yavaş yavaş geri dönüyorlardı. Darbe sonrası içeri atılan siyasilere yönelik seçim ve siyaset yasağının 1987 yılında kalkması sonucu Türkeş tekrar partinin başına döndü. Partinin genel sekreterliğine de Devlet Bahçeli getirildi. 1993 yılına kadar parti içi çekişmelerle uğraşan Türkeş, o yıl MHP’yi tekrar kurarak kendisine muhalif olan bütün unsurları partiden temizledi. Kısa bir süre sonra da Muhsin Yazıcıoğlu önderliğindeki Türk-İslam ülkücüleri ayrılarak Büyük Birlik Partisini (BBP) kurdular.1 Böylece ülkücü-faşist hareketteki ilk büyük ayrışma da tamamlanmış oluyordu.
marksist tutum
Ülkücü mafya işbaşında Ülkücü hareketin üst düzey kadrolarını ve devlet aygıtları içinde istihdam edilmiş ülkücüleri bir yana bırakırsak, 12 Eylül sonrasında “sokaktaki ülkücü” için tam bir “boşlukta kalma” durumu söz konusuydu. Bu boşluğu mafya doldurdu ya da başka bir deyişle mafya âleminde oluşan boşluğu ülkücü-faşist kadrolar doldurdular. Ülkücü-faşist hareketin mafya âlemiyle olan ilişkisi aslında 70’li yıllara dayanır. MHP’nin silahlı faşist çetelerinin başında bulunan Muhsin Yazıcıoğlu, Abdullah Çatlı, Mehmet Gül, Mehmet Şener ve Yalçın Özbey gibi isimler, mafya ile iç içeydiler ve bir yandan kaçakçılık yoluyla harekete silah ve cephane sağlıyor diğer yandan da ciddi maddi gelir elde ediyorlardı. Mafyanın önde gelen isimleriyle (Abuzer Uğurlu, “Oflu” İsmail, Osman İmamoğlu, Bekir Çelenk vb.) bizzat Türkeş’in yakın siyasi ve“iş” ilişkileri vardı. Bu mafya babaları MHP’ye hatırı sayılır para yardımında bulunuyor, silah ve cephane tedarik ediyor, ülkücü-faşist kadrolara lojistik destek sağlayarak zaman zaman yurtdışına çıkışlarını örgütlüyor, boşta kalan ülkücüleri besliyorlardı. Bu ilişkiler sonradan ülkücü mafyanın da temelini oluşturacaktı. Ayrıca silahlı çeteler şeklinde örgütlenmiş olan ülkücü hareket içinde pek çok şef de, mafyadan ve işadamlarından “götürü” usulü iş alıyor, hem “nafakasını çıkartıyor” hem de faşist harekete kaynak aktarıyordu. Bu şekilde işadamlarından toplanan paralar ve sık sık yapılan soygunlardan, yardım adı altında toplanan haraçlardan ciddi bir gelir sağlanıyordu. Hareketin mafya ile ilişkileri geliştikçe iş büyümeye başlamıştı. 70’lerin sonlarına doğru uyuşturucu kaçakçılığından elde edilen gelir MHP’nin maddi gelir kaynakları içinde önemli bir yer tutmaya başladı. Dönemin Avrupa Türk Federasyonu başkanı olan ve mafya ile ilişkilerin temelini atmış isimlerden biri olan Lokman Kondakçı, itiraflarında, “parayı bulmanın en kolay yolu eroindir, kilosu 35-40 bin marktır” diyerek işi nasıl örgütlediklerini anlatıyordu. Mafya âleminde işler, 12 Eylül darbesiyle birlikte bir süreliğine kesintiye uğradı ve daha da önemlisi faşizmin baskıcı ortamında çoğu “mafya babası” işten elini ayağını çekerek “işadamı” kimliğine büründü. Oysa iş dünyasının da, devletin de mafyaya ihtiyacı vardı. 1982 yılının yaz aylarında “bankerler skandalı”nın patlak vermesiyle birlikte bu ihtiyaç aleni bir hal aldı. Yasal yollarla tahsilâtı mümkün olmayan milyarlarca liralık çek ve senet, ihtiyaç duyulan bir “hizmet sektörü”nü doğurdu. 12 Eylül’ün tasfiye ettiği geleneksel babalardan doğan boşluğu, silahlı adamı bol olan ülkücüler doldurdu. Faşist çeteler ülkücü mafya mangalarına, çete reisleri babalara, ülkücü-faşistler de hızla mafya tetikçilerine dönüştüler. Bu onların faşist ruhuna en uygun işti. Ne de olsa adam kaçırma, yaralama, öldürme, işkence etme, soygun ve haraç toplama gibi işlere (!) alışkındılar. Böylece “aç ve açıkta kalan” ülkücüler mafyatik
9
marksist tutum
yapılar içinde istihdam edilerek el altında tutulmuş oluyorlardı. Ülkücü babalar devletin kolluk kuvvetleriyle olan yakın ve iyi ilişkileri sayesinde onlar tarafından kollanıyor ve önleri açılıyordu. Böylece işlerini pervasızlıkla yürüten bu ülkücü babaların mafya âlemi içinde liderliği ele geçirmeleri çok zor olmadı. Alaattin Çakıcı, Mustafa Öz (ve sonradan Sedat Peker) gibi isimler ülkücü mafyanın başına geçtiler. Bu süreçte devletin ülkücü mafyayı himaye etmesinin ve ona göz yummasının ikili bir sebebi olduğu düşünülebilir. Öncelikle devlet, 12 Eylül’le bir kenara attığı ülkücü-faşist kadrolara yeni bir kazanç kapısı açarak adeta onları ödüllendiriyordu. Diğer taraftan mafyanın kontrolünü de ülkücüler sayesinde elinde tutuyordu. Özellikle 90’lı yıllarda ülkücülerin Kürt hareketiyle yürütülen savaşta aktif biçimde yer almaya başlamasıyla birlikte, devlet ve ülkücü mafya arasındaki ilişkiler daha da gelişti ve karmaşıklaştı. Devlet destekli ülkücü mafya, Afganistan’dan Avrupa ve Amerika’ya uzanan uyuşturucu trafiğini tamamen kontrolüne aldı. Uyuşturucu trafiğinde Özel Timci ülkücüler görev alıyor, nakliyat askeri araçlarla sağlanıyordu. Nitekim sonradan Susurluk kazasıyla ortaya saçılan bu ilişkiler, devletin ve ülkücü mafyanın nasıl da iç içe geçtiğini ve uyuşturucu ticareti de dâhil olmak üzere her türlü mafyatik işin burjuva düzenin asli bir parçası olduğunu açık biçimde göstermiştir. İlerleyen yıllarda bu kârlı kazanç azalmış olsa da tam anlamıyla kurumadı. Uyuşturucu ticaretine insan kaçakçılığı da eklendi.
Değişen görevler ve değişmeyen MHP ’80 sonrasında burjuva devletin ülkücü hareketle teması mafya ilişkileriyle sınırlı kalmadı. 90’lı yıllarda Kürt sorununun bir savaş düzeyine ulaşmasıyla birlikte burjuva devlet bir kez daha ülkücü hareketi yardıma çağıracaktı.2 Kürt ulusal hareketinin yükselişine karşı bir imha ve inkâr siyaseti izleyen devlet, bu çerçevede milliyetçi ve şoven bir politikayı da körüklüyordu. İdeolojik ve politik açıdan devlet ile tekrar yakınlaşma içerisine giren MHP’nin yıldızı da tekrar parlamaya başladı. Burjuvazinin tüm ideolojik aygıtlarıyla birlikte giriştiği bu kampanya sonucu yaratılan milliyetçi dalganın tepesine MHP oturdu. Kürt hareketine tepki duyan kesimlerin oluşturduğu potansiyelin önemli bir kısmı MHP’ye oy, kitle tabanı ve kadro olarak akmaya başladı. MHP her zaman Kürt sorununda inkâr ve imha politikasını benimsemiş, Kürt halkına yönelik ırkçı, aşağı-
10
Şubat 2007 • sayı: 23
layıcı, dışlayıcı ve düşmanlaştırıcı bir tutum izlemiştir. Faşist yazar-çizer takımı bir yandan Kürtlerin “aslında Türk” olduklarını kanıtlamaya çabalarken, bir yandan da Kürtlerin “şeytan soyundan geldiği”ni iddia eden akademik (!) çalışmalar ortaya koyuyor, Newroz’un bir Türk bayramı olduğunu iddia ediyorlardı. Kürt sorununun çözümüne yönelik öneriler de aynı anlayışın devamı niteliğindeydi. Kürdistan’ı ve Kürt halkını toptan yok etmekten tutun da, Kafkas Türklerinin yüz binlik gruplar halinde bölgeye yerleştirilmesine kadar pek çok saçma fantezi havada uçuşuyordu. Parti sözcüleri sürekli olarak, “1980 öncesinde nasıl ki komünizmi biz önledikse, şimdi de ülkeyi bölünmekten ancak ülkücü hareket kurtarır” söylemini işliyorlardı. Türkeş, “yetki versinler bir tim göndererek Apo’nun kellesini getireyim” derken kurmayları da “terörü bir yıl içinde bitiririz” diye beyanlarda bulunuyorlardı. Her fırsatta, Kürt meselesindeki en katı ve tavizsiz siyasi partinin kendisi olduğunu vurgulayan MHP, asker cenazelerinin karşılanması törenlerini propaganda kampanyalarına dönüştürüyor, spor karşılaşmalarından resmi kutlamalara kadar her olayı gövde gösterisine çevirmekten geri durmuyordu. O yıllarda sıkça yapılan devrimci örgütlere yönelik polis baskınlarının ardından, MHP’li gruplar ellerinde bayraklarla polise tezahüratlar yapıyorlardı. Ülkücü hareket kendisinin bile ummadığı bir popülerlik kazanmaya ve taşranın yanı sıra büyük şehirlerde de güç kazanmaya başlamıştı. Kürt düşmanlığının dozunu iyice arttıran MHP’li gruplar, özellikle bazı batı kentlerinde Kürtlere yönelik saldırılar organize etmeye başladılar. Türkeş, “milli refleks” söylemini tekrar dillendirmeye, demokratik ve siyasi çözüm isteyenleri vatan haini ilan etmeye başlamıştı. Ama en önemlisi, PKK ile mücadelede “gayri nizami
12 Eylül’ün tasfiye ettiği geleneksel babalardan doğan boşluğu, silahlı adamı bol olan ülkücüler doldurdu. Faşist çeteler ülkücü mafya mangalarına, çete reisleri babalara, ülkücü-faşistler de hızla mafya tetikçilerine dönüştüler. Bu onların faşist ruhuna en uygun işti. Ne de olsa adam kaçırma, yaralama, öldürme, işkence etme, soygun ve haraç toplama gibi işlere (!) alışkındılar. Böylece “aç ve açıkta kalan” ülkücüler mafyatik yapılar içinde istihdam edilerek el altında tutulmuş oluyorlardı. Ülkücü babalar devletin kolluk kuvvetleriyle olan yakın ve iyi ilişkileri sayesinde onlar tarafından kollanıyor ve önleri açılıyordu.
Şubat 2007 • sayı: 23
harp” yöntemlerinin kullanılması gerektiğini ve ülkücü-faşist kadroların göreve talip olduğunu söylemesiydi. Nitekim 1993 yılında polis bünyesinde Özel Harekât Dairesi kuruldu ve buna bağlı olarak da kamuoyunda Özel Tim olarak anılan birlikler oluşturulmaya başlandı. Ağır silahlarla donatılan ve gerilla eğitimi alan bu birliklerin tamamına yakını ülkücü-faşistlerden temin edilecekti. Böylece uzun bir aradan sonra ülkücü hareket devletin iç savaş aygıtıyla tekrar ve üstelik bu kez çok daha üst düzey ilişkiler kuruyor, devlet hizmetine geri dönüyordu. 90’ların sonuna gelindiğinde binlerce Özel Tim elemanının tamamına yakını MHP referanslıydı. Bu birlikler ilk dönemlerde İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerde sol örgütlere karşı yürütülen “yargısız infaz” operasyonlarında yer aldılar. Daha sonra bölgeye gönderilen bu faşist katiller sürüsü, öldürdükleri gerillaların kulaklarını-burunlarını keserek, Kürt halkına karşı son derece zalimce davranarak, 3000’i aşkın insanı “faili meçhul” cinayetlerle yok ederek, adam kaçırıp işkence yaparak, kısacası ’80 öncesi devrimcilere uyguladıkları faşist terörü bu kez de Kürt halkına karşı yürüterek uğursuz rollerini bir kez daha oynayacaklardı. Bu süreçte yıldızı iyice parlayan MHP, SSCB’nin çökmesiyle birlikte emperyalistlerin av sahasına dönüşen Kafkasya’da da devlet adına görevler aldı. Türkî cumhuriyetlerin yönetimleriyle ve istihbarat birimleriyle “samimi” ilişkiler kuruluyor, Ermenistan’la savaş halinde olan Azerbaycan’da ülkücü gönüllülerden ve kontr-gerilla subaylarından oluşan bir “Bozkurt Taburu” oluşturuluyor, bu tabur Bakü’de yaşayan Ermeni nüfusa karşı girişilen etnik temizlik hareketinde başı çekiyordu. Hatta iş ilerletilerek Bakü yakınlarında oluşturulan “Rüzgâr” kampında, çevre ülkelerden toparlanan “vatansever” gençlere askeri-siyasi eğitim verilmeye ve yetiştirilen birlikler Ermenistan sınırını geçip sabotajlar yapmaya başlamışlardı. Hızını alamayan ülkücüler, işi dört kez darbe tezgâhlamaya kadar götürdüler, fakat 1994 yılında Haydar Aliyev’in Türkiye yanlısı Elçibey’i safdışı etmesiyle birlikte bu bahis kapanmış oldu. Ancak 90’lı yılların sonlarına doğru PKK ile yaşanan sıcak savaşın sönümlenmesiyle birlikte ülkücüfaşist kadrolar da kızağa çekildi. Ordu, başından beri varlığından rahatsız olduğu Özel Tim’e karşılık JİTEM’i kurdu. Ordu kurmayları, ağır silahlarla donatılmış ve denetimleri dışındaki böylesi bir gücün daha fazla palazlanmasını istemiyorlardı. Bu yüzden de 28 Şubat süreciyle birlikte (Susurluk
marksist tutum
Olayını da çok iyi kullanarak) Özel Tim’i tasfiye ettiler. Bu bakımdan, 28 Şubat’ta ordunun açıkladığı Milli Siyaset Belgesinde ülkücü hareketin “milli tehdit” olarak yer alması çarpıcıdır. Böylelikle ülkücü-faşist hareket, çizmeyi aşmaması için ikaz edilmiş oluyordu. Her şeyin üst üste geldiği 1997 yılı, hareketin tarihsel önderi olan “başbuğ” Türkeş’in ölümüyle birlikte parti içinde kısa süreli de olsa bir fetret devrinin yaşanmasıyla kapanacaktı. Yerine kimin geçeceği bir tarafa, 2,5 milyon doları aşan kişisel serveti de kavga konusu olmuştu. Bu servetin akıbeti tam olarak öğrenilemedi. Parti içindeki liderlik yarışını ise Devlet Bahçeli kazandı. Silahlı çatışmaların ve kavgaların hâkim olduğu kongrede, şimdilerde medyanın gözbebeği Zekeriya Beyaz’dan Doğan Öz’ün katili İbrahim Çiftçi’ye değin 7 aday yarıştı. 15 Şubat 1999’da PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanmasıyla birlikte MHP için yeni bir dönem başlıyordu. Ortaya çıkan konjonktürden sonuna kadar faydalanan ve Öcalan’ın idamı için düzenlediği kampanyalarla, Kürtlere yönelik saldırılar ve linç girişimleriyle milliyetçi histeri dalgasını en iyi örgütleyen MHP olmuştu. Ülkücüfaşist hareket, Kürt hareketine karşı kazanılan zaferin asıl mimarının kendisi olduğu propagandasını yapıyordu. Bu atmosfer Nisan ayındaki erken seçimle birleşince sandıktan sürpriz bir şekilde MHP çıktı. Aldığı %18,1’lik oy oranıyla DSP’nin ardından (%22,2) ikinci parti olan MHP’nin kendisi bile böyle bir başarıyı beklemiyordu. ’80 öncesinin kanlı-bıçaklı iki partisinin devamı olan MHP ile DSP, yanlarına ANAP’ı da alarak hükümeti kurdular. Umulmadık biçimde hükümet ortağı olan MHP, hızla imaj değişikliğine yöneldi. Sermaye çevrelerine güven vermeye ve rüştünü ispat etmeye çalışıyor, “değiştiğine” ilişkin bir propagandaya girişiyordu. Daha doğrusu, burjuvazinin “değişmiş gibi görün” baskısına boyun eğerek imajını düzeltmeye çalışıyordu. Çünkü meclise giren 127 milletvekilinden yarıdan fazlasının adı ya bir cinayet davasına ya da silahlı saldırıya karışmış durumdaydı. Sermaye açısından İslamcı hareketin sahip olduğu oyların merkeze çekilmesi için bir vesile olmaktan öte anlam taşımayan (buna belki bir de Öcalan’ın “asılmayıp beslenme-
11
Şubat 2007 • sayı: 23
marksist tutum
sinin” yaratacağı tepkiye tampon olmak vazifesi eklenebilir) hükümet ortağı MHP, adeta iki ateş arasında kalmıştı. Merkeze yaklaştıkça kendi tabanını kaybediyor, kendi tabanının sesine kulak verdikçe sermaye çevrelerinin gözünde puan kaybediyordu. Nitekim burjuvazinin tüm çabalarına karşın koalisyon ortağı olarak kendisinden bekleneni veremeyen MHP, yükselişini de sürdüremeyerek 2002 seçimlerinde barajın altında kaldı. Böylece kendi tarihindeki en uzun süreli hükümet ortaklığı da sona eriyor ve MHP bildiğimiz orijinine doğru dönüş yapıyordu. Geriye kalan dört yıllık süreçte MHP’nin genel stratejisini ve politik hattını belirleyen temel faktör, burjuva iktidar bloku içindeki gittikçe tırmanan çatışma olmuştur. Başından beri milliyetçi-statükocu kanadın içinde yer almış olan MHP, çatışmanın kızışmasına paralel olarak tutumunu sertleştirmiş ve 2005 yılındaki Newroz kutlamalarından beri yükseltilmekte olan milliyetçi-şoven dalganın da etkisiyle eski günlerini çağrıştıran bir saldırganlığa bürünmüştür. Uzun bir aradan sonra tekrar harekete geçen ülkücü-faşist çeteler bir yandan Trabzon, Samsun, Sakarya ve Sivas gibi kentlerde devrimcilere dönük linç kampanyalarına girişmişler, diğer yandan da Kürt halkına yönelik düşmanlığı azdırarak saldırılar organize etmişlerdir. * * * Kriz ve emperyalist savaş atmosferindeki dünyada yaşanan genel siyasi gericileşmeyi de arkasına alan milliyetçişoven dalganın yükselişi devam ediyor. Seçim sürecine girilmesiyle birlikte bu eğilim, bir CHP-MHP ittifakıyla pekiştirilmeye ve bir “milliyetçi cephe” haline getirilmeye çalışılıyor. Şovenizmin yükselişi ve böylesi kanlı geçmişe sahip faşist bir partinin yeniden piyasaya sürülmek istenmesi ise, sınıf hareketi ve Kürt halkının mücadelesi açısından ciddi bir tehlikedir. Tehlikenin farkına varmanın ve ona karşı mücadelenin ön şartı, faşizmin burjuvazi açısından işlevini ve neler yapabileceğini, yani muhtevasını iyi kavramaktır. Faşizm, burjuvazi açısından vazgeçilmez bir silahtır ve ülkücü-faşist hareketin tarihi bunun en iyi kanıtıdır. Bu açıdan bakıldığında asıl tehlike, işçi sınıfının uyanıklığı elden bırakarak gaflete düşmesi ve faşizm tehlikesinin artık eskisi gibi varolmadığı ya da onun bu topraklardaki temsilcisi olan MHP’nin değiştiği yanılgısına kapılmasıdır. Genel olarak faşizm tehlikesinin öneminden bir şey yitirmediğini önceki yazılarımızda etraflıca ele aldık. Dolayısıyla ülkücü-faşist hareketin değişimi sorununa da burada birkaç satırla değinmek yerinde olacaktır. MHP’nin olağan dönemlerdeki “ılımlılığı” kimseyi aldatmamalıdır. Bu partinin faşist niteliğinin değişip değişmediğini anlamak için siciline bakmak yeterlidir. Daha önce de “ılımlı” görünümlere bürünen ülkücü-faşist hareket, burjuvazi kendisine her ihtiyaç duyduğunda üzerindeki kuzu postunu atarak gerçek yüzünü göstermekten geri durmamıştır. Sorun MHP’nin değişiminden ziyade siyasal ve
12
ekonomik koşulların ne yönde değiştiğidir. Bugünkü siyasi atmosfer içinde burjuvazinin faşist bir rejime ihtiyacı yoktur, ama bu bir daha olmayacağı anlamına gelmez. 70’li yıllardan bu yana burjuvazi, ülkücü-faşist çeteleri defalarca kullanmış ve sonra bir kenara kaldırmıştır. Bu bağlamda değişim iddialarına en iyi yanıt, partinin genel başkanı Devlet Bahçeli’nin 5 Kasım 2000 tarihli MHP kongresinde yaptığı konuşmasında söyledikleridir: Milliyetçi Hareketin değişip değişmediğini, milliyetçiliğin misyonunu tamamlayıp tamamlamadığını çok merak edenlere hatırlatmak isterim ki; tarihi kökleri ve iddiaları olan güçlü hareketler, varlığını ve ayrıcalığını sürekli muhafaza ederler. Yani değişip başkalaşmazlar, ama gelişirler. Ortaya çıkan yeni ihtiyaç ve gelişmelere yeni cevaplar ve çözüm arayışları içinde olurlar.
Faşizm burjuva rejimde köklü bir değişikliği, ciddi bir alt-üst oluşu ifade eder. Dolayısıyla faşist partilerin, olağan dönemlerde kabuklarına çekilerek dar bir alanda siyaset yapmaları da son derece olağandır. Ancak gidişatın bu biçimde sürmeyeceği ve burjuvazinin olağanüstü dönemlere hazırlandığı herkesin malumudur. Ülkücü-faşizmin ilk fırsatta işçi sınıfının ve devrimci hareketin üzerine atılacağından ve onu boğmak için her şeyi yapacağından kimsenin kuşkusu olmasın! İşçi sınıfının önünde duran tek seçenek, örgütlenmek, mücadeleye atılmak üzere hazırlanmak ve faşizmi onu yaratan kapitalizmle birlikte tarihe gömmektir.
——————————— 1 Ülkücü hareketin 70’lerin sonlarında girdiği İslamcılaşma süreci, 12 Eylül sonrasındaki çözülmeyle hızlanmış ve nihayetinde bir ayrışmayla sonuçlanmıştır. Bu ayrışma ifadesini İslamcı-Türkçü ideolojilerde bulsa da, 12 Eylül üzerinden devlete bakışa kadar örgütsel ve politik pek çok nokta da daha somutlanıyordu. Ülkü Ocaklarına karşı Nizam-ı Alem Ocaklarını kuran bu grup, Türkİslam ülkücüleri Muhsin Yazıcıoğlu liderliğinde 29 Ocak 1993’te BBP’yi kurdu. Ancak bu “kopuş” abartılmamalıdır. Çünkü kuruluş günlerinin heyecanı geçtikten sonra ne Kürt sorununda ne de diğer politik meselelerde MHP’den farklı bir tavır alınmamış, hatta kadrolar devletin verdiği birçok görevde birlikte çalışmışlardır. Son yıllarda bu kadrolar etkinliklerini arttırmaya başlamışlardır. Nizam-ı Alem Ocakları üzerinden örgütlenen binden fazla kişi şeriatçı saflarda çarpışmak üzere Çeçenistan’a ve Bosna’ya gönderildi. Trabzon’daki faşist yuvalanma ve bununla ilintili gerçekleştirilen kanlı provokasyonlarda (linç girişimleri, rahip Santoro cinayeti, Danıştay saldırısı ve son olarak Hrant Dink cinayeti) yerli ve yabancı kontr-gerilla aygıtlarının tetikçisi olarak bu kadrolar kullanılmaktadır. 2 80’li yılların hemen akabinde burjuva devlet, Ermeni örgütü ASALA’ya karşı girişilen kontr-gerilla mücadelesinde de ülkücü kadroları göreve çağırmıştı. Kontr-gerilla ile sıkı ilişkileri olan Abdullah Çatlı ve ekibi, bu işe talip oldular, tabii “üstün vatan sevgisi”nin yanında lafı bile edilmeyecek 10 milyon dolar gibi bir meblağ karşılığında! Ancak bu girişim, Fransa’da birkaç öğrenci yurdunun ve soykırım anıtının bombalanmasıyla sınırlı kalmış, ülkücü basın tarafından şişirildiği kadar “büyük işler” başarılmamıştır.
Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /11 Mehmet Sinan İlkel sermaye birikimi açısından Osmanlı kentlerinin durumu Osmanlı kentleri de tıpkı ortaçağ Avrupa’sının kentlerinde olduğu gibi, gelişmiş ve uzmanlaşmış bir el zanaatları endüstrisine ve ticarî faaliyetlere sahip bulunuyordu. Fakat Avrupa’dan farklı olarak, Osmanlı’da zanaat loncaları ile tüccar faaliyetleri bütünüyle devlete bağımlı durumdaydı. Oysa bilindiği gibi, feodal Avrupa’da zanaat loncalarının ve tüccarların faaliyetleri devlete bu denli bağımlı değillerdi. Avrupa feodalizmi ile Osmanlı despotizmi arasındaki temel farklılıklardan biri de işte bu noktada belirginleşmektedir. Feodal Avrupa’daki loncaların oluşum süreci ve toplumsal işlevleriyle, Osmanlı’daki loncaların oluşum süreci ve toplumsal işlevleri arasında bir hayli farklılıklar vardır. Ortaçağ Avrupa’sındaki lonca tipi örgütlenmeler, kentlerde yaşayan zanaatçıların ve tüccarların yağmacı feodal soylulara karşı birlik olma ihtiyacından doğmuştu. “Birleşmiş yağmacı soylulara karşı birlik zorunluluğu, sanayicinin kendisine ikinci bir tacirlik niteliği kattığı bir zamanda kapalı ortak pazarlara olan bir gereksinme, yığın halinde, refah içindeki kentlere kaçan serflerin gittikçe artan rekabeti, bütün ülkenin feodal yapısı, loncaları doğurdu.” (MarxEngels, “Alman İdeolojisi”, Seçme Yapıtlar, c.1, Sol Y., 1976, s.24) Ve böylece, feodal Avrupa’da kır-kent karşıtlığını yansıtan ayrıcalıklı lonca kasabaları (Corporate Towns) oluşmaya başladı. Batı’da feodalizm daha kuruluşundan itibaren, bu kırkent karşıtlığını temel bir çelişki olarak içinde taşımış ve gelişmesinin ileri aşamalarında da bu karşıtlığı alabildiğine derinleştirmişti. İşte feodalizmin bağrındaki bu kır-kent karşıtlığı nedeniyledir ki, Batı’daki kentler, soylu feodal
beylere ve onların devletine karşı sürekli bağımsızlıklarını koruma çabası içinde olmuşlar ve neticede görece bir bağımsızlık elde edebilmişlerdi. Batı Avrupa kentlerindeki bu lonca tipi örgütlenmeler, “iş kollarının özelleşmesine, birbirinden ayrılıp bağımsızlaşmasına ve mükemmelleşmesine” yol açarak, ortaçağın en yüksek ilerlemesini meydana getirmişlerdi. Devletten bağımsız olmaları, kabul edilmiş bir tüzel kişiliğe sahip bulunmaları, beledî (komünsel) işlevler yerine getirmeleri, kentin yaşamında önemli bir politik rol oynamaları gibi yönleriyle Batı’daki lonca örgütlenmeleri, Osmanlı toplumundaki loncalardan çok farklı bir konumda bulunuyorlardı. Feodal Avrupa’daki loncaların sahip oldukları bu toplumsal ve politik konuma, 18. yüzyılın Osmanlı kentlerindeki loncalar hiçbir biçimde sahip bulunmuyorlardı. Fakat öte yandan, koydukları sınırlayıcı kayıt ve kurallarla ve uyguladıkları usta-kalfa-çırak hiyerarşisiyle her türlü rekabeti ortadan kaldıran Avrupa’daki loncalar da son tahlilde ortaçağ tutuculuğunu yansıtmaktaydılar. Nitekim onların bu tutucu niteliği, Avrupa’da kapitalizm çağı geldiğinde daha bir açıklıkla ortaya çıkacak ve toplumsal ilerleme için, kırlardaki feodal toprak düzeni gibi, kentlerdeki bu lonca düzeninin de mutlak olarak ortadan kaldırılması gerekecekti. Nitekim 16. yüzyılda ticaretin genişlemesi ve kapitalist üretim biçiminin gelişmeye başlamasıyla birlikte, “ortaçağın en yüksek ilerlemesi” sayılan bu “bağımsız ve ayrıcalıklı” lonca kasabaları ortadan kalkacak ve onların yerini yeni ticaret kentleri (burglar) alacaktı.
Osmanlı’daki kent oluşumları ve lonca düzeni Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Osmanlı’daki kent oluşumları, Avrupa’daki gibi kır-kent karşıtlığı temelinde ortaya çıkmış oluşumlar değillerdi. Bunlar daha çok askerî
13
marksist tutum
nedenlerin zorlamasıyla ortaya çıkmış oluşumlardı. Bu bakımdan Osmanlı kentleri (fethedilen eski kentler hariç), kırın hemen yanı başında ve genellikle ticaret yolları ile askerî açıdan önem taşıyan yollar üzerinde inşa edilmişlerdi. Bu kentler bir anlamda, devletin askerî ve idarî bürokrasisinin oturduğu birer askerî karargâh niteliğinde yerlerdi. Tabii bunun da anlaşılabilir bir nedeni var: Doğu despotizmi kategorisinde olan Osmanlı devleti gibi devletler için savaş ve fetih, başta gelen bir ekonomik faaliyettir. İşte bu nedenledir ki, Osmanlı’da kentin oluşumu ve kent ekonomisinin örgütlenişi, daha baştan merkezî devletin askerî gereksinimlerine tâbi olmuştur. Dolayısıyla, Osmanlı kentlerinde zanaat loncalarının düzeni ve işlevleri de buna göre, yani daha baştan devletin askerî ihtiyaçlarına göre biçimlenmiştir. Askerî temelde örgütlenmiş, savaşçı-fetihçi bir devlet için kaçınılmaz bir şeydi bu. Batı’daki kentler, soylu feodal beylere ve onların devletine karşı sürekli bağımsızlıklarını koruma çabası içinde olmuşlar ve neticede görece bir bağımsızlık elde edebilmişlerdi. Batı Avrupa kentlerindeki bu lonca tipi örgütlenmeler, “iş kollarının özelleşmesine, birbirinden ayrılıp bağımsızlaşmasına ve mükemmelleşmesine” yol açarak, ortaçağın en yüksek ilerlemesini meydana getirmişlerdi. Devletten bağımsız olmaları, kabul edilmiş bir tüzel kişiliğe sahip bulunmaları, beledî (komünsel) işlevler yerine getirmeleri, kentin yaşamında önemli bir politik rol oynamaları gibi yönleriyle Batı’daki lonca örgütlenmeleri, Osmanlı toplumundaki loncalardan çok farklı bir konumda bulunuyorlardı. İşte bu nedenledir ki, Osmanlı’da toplum sınıflarının oluşturduğu örgütlülüklerin (loncaların) Avrupa’daki gibi bağımsız bir “tüzel kişiliğe” sahip olmaları ve devletten bağımsız bir ekonomik ve siyasal rol oynamaları hiçbir biçimde söz konusu değildir. Osmanlı gibi despotik düzenlerde “tüzel kişilik” ancak egemen devletli sınıfın oluşturduğu kurumların, örneğin askerî, idarî ve dinî kurumların (ocakların) sahip olabileceği bir şeydir. Bu devlet kurumları, Osmanlı’nın toplumsal ve ekonomik yaşamı üzerinde belirleyici bir etkiye sahiptirler. Oysa Osmanlı’da devletli sınıfın dışında kalan toplum sınıflarının oluşturduğu örgütler (esnaf loncaları) bu nitelikten tamamen yoksundular. Osmanlı’daki lonca örgütlenmeleri, birer meslek derneği olarak her ne kadar bağımsız bir “tüzel kişiliğe” sahip görünüyorlarsa da, onların bu “tüzel kişilik” vasfı, fiiliyatta devlete yardımcı olmaktan öte bir işe yaramıyordu. Kentlerdeki toplum sınıflarını oluşturan zanaatkârlar ve küçük tüccarlar, başından beri devletin askerî ihtiyaçlarına yanıt verecek biçimde örgütlenmiş olan loncalara bağlı idiler. Bunlar bir yandan askerî endüstri alanında üretim yapıyor, diğer yandan ihtiyaç duyulup çağırıldıklarında, hükümdarın ordusuyla sefere katılıyorlardı. Ayrıca
14
Şubat 2007 • sayı: 23
esnaf ve zanaatkârlar, kentte oturan askerî (egemen) sınıf mensuplarının ve onların hizmetindekilerin tüketim ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik basit meta üretiminde de bulunuyorlardı. İşte Osmanlı’da meta üretiminin temelini, kentlerdeki bu endüstri loncaları oluşturuyordu. Ama öte yandan loncalar, bütün bu üretim faaliyetlerini devletin mutlak denetimi altında gerçekleştirmek zorundaydılar. Osmanlı devleti loncalar üzerindeki meslekî denetimini, bunların tepesine atadığı kendi memurları (kethüdalar) aracılığıyla sağlıyordu. Kethüdaların izni olmaksızın ne yeni bir lonca kurulabilir ne de bir gedik (işyeri) açılabilirdi. Kethüdalar genellikle devlet sınıfına mensup kişiler arasından seçilip atanırdı. Böyle bir işleyiş içerisinde, loncaların, devlet karşısında kendi üyelerinin çıkarlarını savunan örgütler olabilmesi mümkün değildi tabii ki. Tam tersine, bu sistem içerisinde loncalar, esnaf ve zanaatkârlar üzerinde devletin kontrol ve otoritesini sağlayan “resmî” örgütler gibi işlev görüyorlardı. Kentlerdeki loncaların, dolayısıyla endüstri ve ticarî faaliyetlerin ne kadar sıkı bir şekilde devletin kontrolü altında bulunduğunu gösteren bir diğer uygulama ise “ihtisap” denen uygulamadır. Bu uygulamada devlet, zanaatkâr ve tüccar gelirlerinin bir kısmına “devlet alacağı” olarak el koymaktaydı. Fakat devlet bu alacağını, esnafın her birinden ayrı ayrı vergi toplar gibi tahsil etmemekteydi. Devlet, miktarını kendisinin belirlemiş olduğu toplam alacağını (toplu bir gelir miktarını), bir hazine mukataası olarak açık artırma ile satışa çıkarmakta ve bu satış sonucunda peşin olarak elde ettiği toplu geliri merkezî hazineye geçirmekteydi. Peşin ödeme yaparak devletten bu ihtisap mukataasını satın alan kişiler (bunlara ihtisap ağası deniyordu), daha sonra lonca esnafının tepesine binerek, fazlasıyla esnaftan tahsil ediyorlardı. Aslında bu uygulama ile Osmanlı devleti, kentlerdeki toplum sınıflarını (zanaatkârları ve küçük tüccarları) sömürmekte, yani onların elinde biriken artık-ürüne el koymaktaydı. Nitekim, devletin endüstri ve ticaret alanında uyguladığı bu el koyma yöntemi nedeniyledir ki, bu alanda çalışan esnaf ve zanaatkârların parasal servet biriktirme olanakları ortadan kalkmış bulunuyordu. Osmanlı toplumunda her şeyi kendi tekeli altında tutan asalak devletli sınıfın (bürokratlar aristokrasisinin), endüstri ve ticaret alanında oluşan artık-ürün birikimine bu şekilde el koyması, bu alanlarda iktisadî bir durgunluğa ve sönümlenmeye yol açmaktan başka bir sonuç getirmiyordu. Osmanlı devletinin ekonomik yaşama bu sıkı müdahalesi, sözümona “ihtikâr” denen karaborsacılığı ve kaçakçılığı önlemek içindi! Oysa bu önlemler tam tersi sonuçlar doğurmuş, bunalım dönemlerinde ihtikâr da, kaçakçılık da alabildiğine artmıştı. Çünkü ekonominin kendi işleyiş kuralları vardı; üretim daraldıkça ve talep nedeniyle fiyatlar durmadan arttıkça, salt polisiye önlemlerle ihtikâr ve kaçakçılığın önüne geçilemezdi. Bütün bunalım dönemlerinde Osmanlı’nın içine düştüğü bir kısır döngüydü bu.
Şubat 2007 • sayı: 23
Devlet sömürüsü ve ekonomik daralma Osmanlı devleti 17. ve 18. yüzyıllar boyunca endüstri ve ticaret alanları üzerinde sıkı bir denetim kurmuş, fakat bu alanlarda üretimi geliştirici araçlardan hiçbirini kullanmamıştır. Tersine, daha önce de söylediğimiz gibi, devlet kesiminin elinde biriken parasal servetler, ekonomik olmayan ya da ekonomiyi canlandırıcı bir işlev yerine getirmeyen yerlere harcanmış veya gömülü servetler olarak kalmıştır. Bunun yanı sıra, Osmanlı devletinin bu dönemde dış-ticaret imtiyazını (dış-ticaret tekelini) yalnızca Avrupalı tüccarlara tanımış olması da ayrı bir garabetti. Osmanlı devleti bu uygulamasıyla, yerli endüstri imalatını ve ticaretini de çökme noktasına getirmişti. Batı’da kapitalizmin gelişmesiyle birlikte kentlerin ticarî öneminin arttığı bir dönemde, Osmanlı devleti ticareti daha da daraltacak bu tür ters uygulamalar yapmayı sürdürmüş ve sonunda ticaret alanındaki serbestliği büsbütün ortadan kaldırmıştı. Bu dönemde çıkarılan buyrultularla, artık bir kimsenin babasından kalma işin dışında başka bir ticaret veya zanaat işine geçmesi, başka bir iş kolunda iş yapması da yasaklanıyordu. Ayrıca, ticarî iş yapan dükkân sayısı da sınırlandırılıyor ve eski dükkânların dışında yeni dükkân açılması yasaklanıyordu. Ne ironik bir durumdur ki, Avrupa’da kapitalizmin hızla geliştiği ve bir dünya pazarı yaratma doğrultusunda hızla ilerlediği bir dönemde, Osmanlı’da tam bir ekonomik daralma süreci yaşanıyordu! Bir yandan iç ticaretin böylesine daralması ve ticaret kollarının birbirleriyle alışverişi olmayan, adeta kendi içine kapalı lonca gedikleri haline gelmeleri ve dış ticaretin de bütünüyle Avrupalı tüccarların eline bırakılması (kuşkusuz devlet-i âlî’nin kararıyla), diğer yandan yerli el zanaatları endüstrisinin, ülke içine kolaylıkla girebilen Batı’nın mamul maddeleriyle rekabet edemez duruma gelmesi, sonuçta üretici sınıfların bunalımını alabildiğine derinleştirecekti. Bu bunalım koşulları içerisinde, ticaret giderek yalnızca ülke içiyle sınırlı kalan ve devletin mutlak kontrolü ve sınırlamaları altında yapılan bir “küçük esnaf ticareti” düzeyine inecekti. 18. yüzyılda Osmanlı’da Müslüman tüccarların yaptığı ticaret, yalnızca küçük esnaf tüccarlığından ibaretti. Bu ticaret özünde, zanaat erbabının ürettiği endüstri malları üzerinden yapılan bir ticaretti. Bunun yanı sıra, gerçekten ticaret sermayesinin birikebileceği alan olan “dış ticaret” alanı ise, bütün bu dönem boyunca “müste’min” tüccarı denen imtiyazlı Avrupa tüccarının ve onun ülke içindeki komprador ortaklarının (gayrimüslim tüccarlar) elinde bulunuyordu. Gene aynı şekilde, ticaret sermayesinin birikebileceği diğer bir alan olan büyük toptan erzak ticareti ise, devlet katındaki nüfuzlu kişilerin (bürokratlar aristokrasisi) ve bunların ortağı konumundaki tefecilerin elindeydi. Ticaretteki bu daralma nedeniyle, Osmanlı’da ticaret sermayesi birikimi imkânı da daralmış durumdaydı. Bu koşullar altında, lonca sınırlamalarının dışına çıkarak, lonca endüstrisi dışında bağımsız bir endüstri üretimini (ma-
marksist tutum
nüfaktür) organize edebilecek bir ticaret sermayesinin gelişimi de mümkün olamıyordu tabii ki. Öte yandan, en önemli ticaret alanlarının (dış ticaret, gümrükler, büyük erzak ticareti, loncalara hammadde temini vb.) devlet tekeli altında bulunması nedeniyle, bu ticarî alanlardan gelen parasal servet birikimleri de bürokratik aristokrasinin ve kendilerine ticaret tekeli imtiyazı tanınmış olan kişilerin elinde yoğunlaşıyordu. Nihayetinde bu parasal servetlerin bir kısmı, devletten dış ticaret tekeli almış olan Avrupalı tüccarların elinde birikerek yurtdışına çıkıyor, diğer bir kısmı ise içerdeki parazit-sömürücü unsurların elinde toplanarak ekonomik fonksiyonu olmayan yerlerde depolanıyor veya gömüleniyordu. Dolayısıyla, Osmanlı toplumunda ticaretten ve tefecilikten gelen parasal servet birikimlerinin, Batı’da olduğu gibi sermayeye dönüşmesi ve kapitalist bir üretime yönelmesi hiçbir zaman söz konusu olamıyordu. Doğu despotizmi kategorisinde olan Osmanlı devleti gibi devletler için savaş ve fetih, başta gelen bir ekonomik faaliyettir. İşte bu nedenledir ki, Osmanlı’da kentin oluşumu ve kent ekonomisinin örgütlenişi, daha baştan merkezî devletin askerî gereksinimlerine tâbi olmuştur. Dolayısıyla, Osmanlı kentlerinde zanaat loncalarının düzeni ve işlevleri de buna göre, yani daha baştan devletin askerî ihtiyaçlarına göre biçimlenmiştir. Endüstri alanındaki zanaat loncalarının durumuna gelince; daha önce de söylediğimiz gibi loncalar aslında Osmanlı’daki meta üretimi ekonomisinin temeliydiler. Üstelik ilk lonca kuruluşları, Osmanlı’nın bir siyasal güç (devlet) olarak örgütlenmesinde önemli bir rol oynamışlardı. Osmanlı’daki lonca örgütlenmesinin âhîlik diye bilinen bu ilk dönemi, yarı askerî yarı dini nitelik taşıyan korporatif bir esnaf örgütlenmesiydi. Fakat bu ilk dönem esnaf örgütlenmeleri, 16. yüzyıldan sonra da varlıklarını sürdürmekle birlikte, meslekî ve ekonomik niteliklerini yitirerek derviş tekkeleri haline gelmişlerdi. 17. yüzyıldan itibaren ise bu âhî örgütlerinin yerini, çok sayıda zanaatçıyı içinde barındıran ve gayrimüslim zanaatçılara da açık olan meslek örgütleri, yani loncalar aldı. Aslında loncaların 17. ve 18. yüzyıldaki bu örgütlenişi, çok sayıda küçük el zanaatçısının Batı kapitalizmi karşısında kendi zanaatlarını koruma amacını taşıyordu. Çünkü yerli zanaatlar, Osmanlı pazarına giren Batı kapitalizminin ucuz ve kaliteli mallarıyla rekabet edemez durumdaydı ve bir çözülme tehlikesiyle yüzyüze bulunuyordu. Bu nedenle de loncalar daha baştan serbest rekabet ilkesine karşı duran ve kendi alanlarında imtiyaz ve tekel uygulamalarına dört elle sarılan tutucu örgütler olarak biçimlendiler. Bunalım döneminde (18. yüzyılda) loncalar daha da katılaştılar ve daha da tekelci bir nitelik kazandılar. Örneğin her loncaya bağlı atölye ve dükkân sayısı bel-
15
marksist tutum
liydi. Bunun dışında kimse kendi isteğiyle bir dükkân veya atölye açamazdı. Her dükkânın bir ustası vardı ve onun yanında çalışan kalfa ve çıraklar asla bağımsız bir dükkân sahibi olamazlardı. Bunların dükkân sahibi olabilmeleri için, uzun süre ustalarının yanında çalışıp, hüner kazanmaları ve ustalık sınavını başarıyla geçmeleri gerekiyordu. Tabii bu da yetmiyordu; ustalık sınavını geçen kişinin dükkân açabilmesi için, bir de bağlı olduğu loncada açık bir gediğin bulunması gerekiyordu. Bu şart yerine gelmemişse şayet, ustalık sınavını geçen kişi de kalfa olarak beklemek zorundaydı. Loncaların bağlı bulunduğu bu tekelci kurallar, ekonomik yaşamda bütün rekabet koşullarını ortadan kaldırıyordu. Öte yandan, Osmanlı devleti de loncaların bu imtiyaz ve tekel yöntemlerini –kendisi de bu yöntemlerden çıkar sağladığı için– sonuna kadar desteklemeyi sürdürmüştür. Loncalar eski üretimci güçlerini çoktan yitirmiş olmalarına karşın, Osmanlı devleti ne bunları tasfiye etme yoluna gitmiş ne de bunların tekelci uygulamalarına engel olmaya kalkışmıştır. İşte bu devlet desteği sayesindedir ki, kapitalist üretim tarzına geçişin önündeki en önemli engellerden biri olan loncalar, varlıklarını 19. yüzyılın sonlarına kadar sürdürebilmişlerdir. Marx’ın belirttiği gibi, “nerede çözülmeye karşı direnen bir lonca düzeni hüküm sürüyorsa, orada kapitalizmin gelişmesinden söz edilemez” zaten. Esasında bir ortaçağ kurumu olan loncaların Avrupa’da daha 15. yüzyılın sonlarında ortadan kalkmış olmalarına rağmen, Osmanlı’da 20. yüzyıla kadar varlıklarını sürdürmüş olmalarının temel nedeni, ekonomi üzerinde tekelci hâkimiyet kurmuş olan Osmanlı devletinin loncalara vermiş olduğu destektir. Osmanlı devletinin ekonomi üzerindeki bu tekelci hâkimiyeti, bir yandan ticaretin serbestçe gelişmesini engelleyerek kent ile kır arasında bir mübadele ekonomisinin oluşmasına mani olmuş, diğer yandan ortaçağ lonca düzeninin endüstri alanındaki tekelci hâkimiyetini uzatarak, üretici güçlerin serbestçe gelişimini engellemiştir. Sonuç olarak, 17 ve 18. yüzyıllarda ve hatta 19. yüzyılda bile, Osmanlı kentlerinde kapitalizmin tarihsel ön koşullarından pek çoğu yerine gelmiş değildi. Kentlerde hüküm süren ortaçağ lonca düzeni yukarıda sözünü ettiğimiz nedenlerden ötürü çözülememiş ve bu nedenle de, ne üretim araçları başkalarının satın alabileceği serbest fonlar haline gelebilmiş, ne de doğrudan üreticiler üretim araçlarından ayrılarak “özgür emekçiler” haline gelebilmişlerdi. Osmanlı’nın lonca düzeninde, Marx’ın belirttiği gibi “işçi ile üretim araçları, sümüklüböcekle kabuğu gibi, birbirine bağlı idi” hâlâ. Öte yandan, asalak sömürücü unsurların (devletli bürokrasi ile ortaklarının) elinde biriken parasal servetler de sermayeye dönüşemiyordu hiçbir zaman. Çünkü bu servetler, üretici olmayan, yani ekonomik bir işlevi bulunmayan yerlere gömülenmiş durumdaydı. Asıl girişimci olabilecek unsurların (tüccarın ve zanaatçının) elinde ise ne yeterli parasal servet birikimi vardı, ne de
16
Şubat 2007 • sayı: 23
bunlar lonca sınırlamalarının dışına çıkarak bir manüfaktür üretimini örgütleyecek güçteydiler. Neticede şunu söyleyebiliriz ki, Osmanlı kentlerinin toplumsal yapısı, 19. yüzyılda bile hâlâ, sistemi devrimci ya da evrimci yoldan değişikliğe uğratacak içsel dinamiklerden yoksun bulunuyordu. Bunun da başlıca nedeni, bir sivil toplumun oluşmasını engelleyerek, toplumsal gelişmeyi fiilen geciktiren despotik devletin ve o devleti elinde tutan sömürücü asalak sınıflar koalisyonunun (bürokrasi, ağa, ayan, derebeyi) varlığıdır.
İlkel sermaye birikimi açısından kırın durumu Bilindiği gibi, Batı Avrupa’da feodal toprak düzeni 15. yüzyılda çözülmüş ve serflik hemen tamamen ortadan kalkmıştı. Kırsal nüfusun büyük bir çoğunluğu kendi topraklarını işleyen özgür köylülerden oluşuyordu. Serfliğin ortadan kalkmasından sonra toprakta yaygın bir “özgür küçük köylü mülkiyeti” ortaya çıkmış ve bu temelde bağımsız köylü üretimciliği (basit meta üretimi) gelişmişti. Fakat bu bağımsız küçük köylü üretimciliği dönemi fazla uzun sürmedi. Bu dönemi, 16. yüzyılda bağımsız tarımsal üreticilerin topraklarından zorla sürülerek mülksüzleştirilmeleri izledi. Batı Avrupa’da yaşanan bu süreç, Marx’ın “ilkel sermaye birikimi” bahsinde anlattığı gibi, ticaret ve tefecilikten biriken parasal servetlerin sermayeye, emeğin de ücretli emeğe dönüşmesi, yani kapitalist üretim biçiminin gelişmesi süreciydi. Batı Avrupa’da bu süreç 16. yüzyılda yaşanmıştı; oysa bundan tam iki yüz yıl sonra, yani 18. yüzyıla gelindiğinde bile, Osmanlı’da hâlâ kapitalizmin bir belirtisi yoktu. Kırsal kesimde meta üretiminin gelişmemiş olması ve kırla kent arasında bir mübadele ekonomisinin bulunmaması, Osmanlı’da asyatik köy topluluklarının kendi içsel dinamikleriyle evrimleşmelerini ve bu temelde bir çözülmeye uğramalarını fiilen engellemişti. Nitekim bu nedenledir ki, Osmanlı toplumunda “kendine yeterli” köy topluluklarının çözülmesi olayı, ancak dış dinamiklerin dolaylı etkilemesiyle ve çok gecikmiş olarak yaşanacaktı. Gerçekten de, Osmanlı’nın geleneksel toprak düzeninin çözülmeye başlaması, ancak 17. yüzyılda, yani Batı’daki devrimsel ekonomik gelişmelerin (dış dinamiğin) Osmanlı düzeni üzerinde yaptığı sarsıcı etkilerin sonucunda olmuştur. Batı’dan gelen bu sarsıcı etkilerin basıncı altında, Osmanlı maliyesi ve ekonomisinin nasıl şiddetli bir bunalıma sürüklendiğini ve bu bunalım koşullarında Osmanlı’nın geleneksel toprak düzeninin (tımar sistemi) nasıl bozulduğunu ve bunun sonucunda topraklarını terk etmek zorunda kalan reaya-çiftçilerin işsiz güçsüz kitleler halinde şehir ve kasabalara nasıl akın ettiğini ya da yerleşim yerlerinden çok uzak bölgelere nasıl kaçıştığını daha önce gördük. Ne var ki, Osmanlının toprak düzeninde yaşanan bu çözülmenin yarattığı sonuçlar ile, Avrupa’da feodalizmin çözülüşünün yarattığı sonuçlar aynı olmamıştır. Feodaliz-
Şubat 2007 • sayı: 23
min çözülüşü Avrupa’da yeni bir üretim biçiminin (kapitalizmin) gelişimine ve yeni bir toplumun (burjuva toplumun) oluşumuna yol açarken, Osmanlı’da geleneksel toprak düzeninin bozulması ekonomik ve toplumsal bir kaosa yol açmıştır. Osmanlı’da geleneksel toprak düzeninin çözülmesinden sonra, kırsal bölgelerde Avrupa’daki gibi bir meta üretiminin gelişememesi ve kentle kır arasında bir mübadele ekonomisinin kurulamamasının en temel nedeni ise, Osmanlı’da toprağın mülkiyetinin hâlâ devlete ait olması ve Avrupa’da olduğu gibi köylülere ait bağımsız bir özel toprak mülkiyetinin doğmamış bulunmasıydı. Bunun bir sonucu olarak, kırsal kesimde (tarımda) bağımsız bir meta üretimi ve kırla kent arasında gerçek bir ticarî ilişkiler sistemi gelişememiştir. Dolayısıyla, 17 ve 18. yüzyılların Osmanlı toplumunda, Avrupa’dakiyle aynı nitelikte bir ticaret sermayesi birikimi de gerçekleşememiştir. Şimdi burada yanıtlanması gereken birbiriyle bağlantılı iki önemli soru ortaya çıkıyor: Birincisi, bu dönemde reaya-çiftçilerin terk ettiği çiftliklere ne olmuştur ve ikincisi, çiftliklerini terk eden reayaya ne olmuştur? Daha önce de açıkladığımız gibi, Celâli isyanları ve sonrasındaki karışıklıklar nedeniyle reayanın terk ettiği toprakların çoğu üretim dışı kalmış ve bu yüzden de tarım üretiminde muazzam düşüşler yaşanmıştır. Bu dönemdeki üretim düşüşleri nedeniyle, özellikle Anadolu’nun pek çok bölgesinde açlık ve kıtlık baş göstermiştir. Fakat öte yandan, Osmanlı İmparatorluğu’nun kırsal bölgelerinde 17 ve 18. yüzyıllarda yaşanan bu süreç, Marx’ın Batı Avrupa’ya ilişkin olarak anlattığı “ilkel sermaye birikimi” süreciyle aynı şey değildir. Batı Avrupa’da küçük toprak sahibi köylü üreticilerin kendi topraklarından zorla sürülerek işgücü piyasasına atılmaları, yani “özgür” proleter yığınlar haline getirilmeleri, aslında Batı Avrupa’da kapitalizmin ilk başlangıç gelişmelerinin zorunlu kıldığı bir süreçti. Marx, Batı Avrupa’daki bu ilkel sermaye birikimi sürecini “köylülerin acımasızca mülksüzleştirilmesi, açlığa mahkûm edilerek proleterleştirilmesi” süreci olarak tanımlar. Avrupa’daki bu ilkel sermaye birikimi süreci, ticaretten ve tefecilikten gelen parasal servetlerin manüfaktür üretiminde sermayeye dönüşmesi, yani kapitalist üretim tarzına geçilmesinden başka bir şey değildi. Oysa 17 ve 18. yüzyıllarda Osmanlı’nın kırsal bölgelerinde yaşanan sürecin böyle bir kapitalist gelişmeyle ilgisi yoktur. Osmanlı’da toprağın mülkiyeti zaten köylüye ait değildi. Dolayısıyla, söz konusu yüzyıllarda toprakta ne Avrupa’da olduğu gibi bir özel küçük köylü mülkiyeti vardı ne de Osmanlı köylüsü (reaya), Avrupa köylüsü gibi bir “meta üreticisi” idi. Osmanlı köylerinde hâlâ kullanım değerleri üretimi geçerliydi. Bunun nedeni ise, köylünün ürettiği artık-ürünün büyük bir kısmına devletin, yani egemen sınıf pozisyonunda olan yönetici bürokrasinin el koymasıydı. Yüzyıllardan beri devam edegelen bu sistemde, doğrudan üretici konumunda olan reaya-çiftçinin elin-
marksist tutum
de metaya dönüştürebileceği bir artık-ürün birikimi kalmıyordu. Öte yandan, devletin ekonomik baskıları (vergilerin artması vb.) veya Celâli karışıklıklarının yarattığı kaotik ortam nedeniyle topraklarını terk edip giden reayaçiftçilerin boşalttıkları bu topraklarda, Avrupa’da olduğu gibi bir kapitalist tarım üretiminin yapılması da söz konusu değildi. Çünkü bu topraklara, kapitalist tarım üretimi yapmak üzere sermaye yatıracak kapitalist girişimciler de bulunmuyordu Osmanlı toplumunda. Dolayısıyla, köylülerin terk edip gittiği topraklar, uzun süre boş kaldıkları ve işlenmedikleri için bozuluyor ve üretim açısından işlevsiz hale geliyorlardı. Kırsal kesimde meta üretiminin gelişmemiş olması ve kırla kent arasında bir mübadele ekonomisinin bulunmaması, Osmanlı’da asyatik köy topluluklarının kendi içsel dinamikleriyle evrimleşmelerini ve bu temelde bir çözülmeye uğramalarını fiilen engellemişti. Nitekim bu nedenledir ki, Osmanlı toplumunda “kendine yeterli” köy topluluklarının çözülmesi olayı, ancak dış dinamiklerin dolaylı etkilemesiyle ve çok gecikmiş olarak yaşanacaktı. Diğer yandan, henüz reayanın tasarrufunda olan ve doğrudan onun tarafından işlenen pek çok çiftlik ise, 17 ve 18. yüzyıllarda giderek mütegallibenin (ayan, ağa, derebeyi, mültezim vb.) fiili hâkimiyeti altına girecekti. Fakat Osmanlı’nın bozuk düzeninde ortaya çıkan ve toprak üzerinde gayri meşru yollardan fiili bir hâkimiyet kurmuş olan bu mütegallibe kesiminin de Batı’daki kapitalist girişimciyle hiçbir benzerliği ya da alakası yoktu. Bunlar ele geçirdikleri topraklara hiçbir sermaye yatırımı yapmadıkları ve doğrudan üretimle ve işletmecilikle ilgilenmedikleri için, 17 ve 18. yüzyıllarda Osmanlı tarımında herhangi bir üretim biçimi değişikliği de olmamıştı. Toprağın tasarrufunun bu fiili el değiştirmesiyle birlikte ortaya çıkan değişiklik sadece şu olmuştur: Doğrudan üreticinin (reayaçiftçinin) artık-ürününe eskiden yalnızca devlet (bürokrasi) el koyarken, şimdi buna bir de mütegallibe denen asalak kesim eklenmişti. Köylünün artık-ürününe el koyanların sayısındaki bu artış, yeni bir üretim tarzı değişikliği anlamına gelmiyordu tabii ki! Toprağın kuru mülkiyeti (rakabe) gene devlette aitti; fakat bu kez devlet, köylünün ürettiği artık-ürünü, başka sömürücü güçlerle (mütegallibe ile) paylaşmak zorunda kalmıştı. Bu durumda, daha önce tamamı devlete ve dolayısıyla devletli sınıfa giden gelirlerin bir kısmı şimdi mütegallibe denen kesimlerin eline geçmiş oluyordu. Bu kesimin içinde, zamanla servet biriktirip siyasal güç elde edenler ağalığa, ayanlığa, derebeyliğe “terfi” edeceklerdi. Fakat bu unsurların elinde biriken parasal servetler de, ne tarımda kapitalist çiftlikçiliği geliştirecek tarzda sermayeye dönüşmüş, ne de Avrupa’da olduğu gibi bir manüfaktür üretiminin gelişmesine yol açmıştır. Daha önce de sözünü ettiği-
17
marksist tutum
miz gibi, mütegallibenin eline geçen çiftliklerden bazıları (daha çok Rumeli eyaletindekiler) dış piyasanın (Avrupa manüfaktürünün) talep ettiği tarımsal ürün ve hammaddelerin ihracatına yönelmiştir. Fakat ihracata yönelen bu çiftlikler, gerçek anlamda kapitalist üretim yapan işletmeler olmaktan uzaktılar. Bunların ihraç ettiği ürünler bir yerli manüfaktür ürünü olmayıp, dış kapitalist kuruluşların üretimiyle tamamlanan bir hammadde niteliği taşımaktaydılar. Öte yandan, İmparatorluğun diğer bölgelerindeki reaya çiftliklerinin üretim sürecindeki geleneksel konumları, genel olarak değişmeden kalmıştır. Bu çiftlikleri fiili hâkimiyetleri altında bulunduran malikâneciler, mültezimler, ağalar vb, tıpkı eskiden olduğu gibi toprağın rantını reaya-çiftçiden vergi olarak almaya devam ediyorlardı. Üstelik reayadan alınan bu vergiler, ağırlıklı olarak hâlâ “ürün-rant” şeklini koruyordu. Bu dönemde bir yandan tarım ürünlerine ve hammaddelere Avrupa’nın talebinin artması, diğer yandan Osmanlı parasının değerinin alabildiğine düşmesi, tarım ürünlerinde muazzam fiyat artışlarına yol açmış ve enflasyonu körüklemişti. Öte yandan, reayadan topladıkları ürün-rant şeklindeki vergileri bu enflasyon döneminde nakde (paraya) çeviren mültezim, malikâneci, ağa gibi parazit-sömürücü unsurların elinde çok büyük parasal servetler birikmeye başlamıştı. Fakat biriken bu parasal servetler, daha çok “tefeci sermaye” niteliğinde olan ve o alanda işlev gören servetlere dönüşecekti. Tefeci sermayenin bu dönemde meta ekonomisini geliştirici veya “ilkel sermaye birikimi”ni hızlandırıcı hiçbir işlevi olmadı. Tersine, parazit unsurların elinde yoğunlaşan bu servet türü, gerçek bir meta üretiminin ve dolayısıyla kırla kent arasında bir mübadele ekonomisinin gelişimini engelleyerek, ilk kapital birikimi sürecini ve dolayısıyla tarımda kapitalist üretim biçimine geçiş imkânlarını fiilen baltalamış oldu. Daha önceki bölümlerde değinildiği üzere, bu dönemde tefeci sermaye, reaya-çiftçiye yüksek faizlerle borç para vererek, murabahacılık gibi işlemler yaparak her geçen gün daha da palazlandı ve dolayısıyla reayanın sömürülmesini daha da katmerleştiren bir işlev gördü. Fakat tefeci sermayenin bu dönemde meta ekonomisini geliştirici veya “ilkel sermaye birikimi”ni hızlandırıcı hiçbir işlevi olmadı. Tersine, parazit unsurların elinde yoğunlaşan bu servet türü, gerçek bir meta üretiminin ve dolayısıyla kırla kent arasında bir mübadele ekonomisinin gelişimini engelleyerek, ilk kapital birikimi sürecini ve dolayısıyla tarımda kapitalist üretim biçimine geçiş imkânlarını fiilen baltalamış oldu. Tefecilik işlemlerinden gelen parasal servet birikimleri, son tahlilde, ya güç ve nüfuz sahibi olmak için devlet katından mevki ve makam satın almada kullanılıyor, ya da değerli taş ve ziynet eşyasına yatırılıyordu. Dolayısıyla, bu
18
Şubat 2007 • sayı: 23
parasal servet birikimleri, Avrupa’daki gibi bir “sermaye” niteliği kazanamadığı için, mevcut üretim ilişkilerini dönüştürücü hiçbir etkiye de sahip bulunmuyordu. Devlet gelirleri ve toprak üzerinde dönen bu tefecilik işlemleri, daha çok Ermeni ve Yahudi sarrafların elinde bulunuyor ve biriken parasal servetlerin önemli bir bölümü bunlar aracılığıyla Avrupa’ya aktarılıyordu. Sonuçta, devlet gelirlerinin toplanması (iltizam) işlemleri üzerinden tefeci sermayenin hazineyle kurduğu ilişki, süreç içinde Yahudi ve Ermeni sarrafları devletin başlıca “alacaklısı” haline getirmiş ve bunların altındaki mültezimler ise, aynı yöntemleri kullanarak esnaf ve çiftçiyi soymuşlardır. Despotik devletin uyguladığı iç kapitülasyonlar (devlet gelirlerinin toplanmasında ve diğer iktisadî alanlarda belirli kişilere tekelci imtiyazlar verilmesi) nedeniyle, tam iki yüz elli yıl boyunca devam eden bu iç soygun ve talan düzeni, Tanzimat’tan sonra yerini dış soyguna, yani Avrupa mali sermayesinin (banka ve bankerlerin) tefeci soygununa bırakacaktı! Ekonomik ve malî bunalımın had safhada seyrettiği yıllarda çiftliklerini terk eden reayanın durumuna gelince: Bu konuda da Avrupa’dakinden farklı bir süreç söz konusudur Osmanlı toplumunda. İlkel sermaye birikimi üzerine Marx’ın yaptığı çözümlemeleri incelerken gördüğümüz gibi, Avrupa’da feodalizmin çözülmesinden sonra, kırsal kesimde önce küçük toprak mülkiyeti temelinde yaygın bir (basit) meta üretimi süreci yaşanmıştır. Daha sonra ise, kentlerde loncaların çözülmesi ve kırsal kesimde küçük köylü üreticilerin topraklarından sürülmesi temelinde, emekçilerin nesnel varlık koşullarından (topraktan, üretim ve yaşam araçlarından) koparak mülksüzleşmesi ve “özgür emekçiler” haline gelmesi süreci yer almıştır. Avrupa’da emeğin bu mülksüzleştirilmesi süreci, Marx’ın tanımladığı gibi, ilkel sermaye birikimi sürecinden başka bir şey değildi. Topraktan, üretim ve yaşama araçlarından kopan emekçiler “özgür işgücü” piyasasına fırlatılmışlar ve bu “özgür işgücü”nün manüfaktür tarafından emilmesiyle de yeni bir üretim tarzı, yani kapitalizm gelişmeye başlamıştı. Osmanlı toplumunda ise, geleneksel toprak düzeninin bozulması ve reayanın topraktan kopması aynı sonucu doğurmadı. Topraktan kopan reaya yığınları, manüfaktür üretiminin olmadığı ve kentlerde lonca tekelciliğinin en katı kurallarla korunduğu bir sosyo-ekonomik ortamda, iş bulamadıkları için ya işsiz güçsüz yığınlar halinde kentlere doluştular, ya da düzen bozukluğunun bir ürünü olarak kırsal kesimde ortaya çıkan parazit-sömürücü unsurların (ağa, ayan, derebeyi vb.) paralı askerî gücünü oluşturdular. Yani toplumsal bir sınıf oluşturmaktan ziyade, parazit-sömürücü unsurların emrinde, onların sunduğu artıklarla beslenen bir silahlı güruh oluşturdular. Sonuç olarak, Osmanlı’nın geleneksel despotik düzenindeki bozulmaya rağmen, 19. yüzyılın ortalarına kadar gerek toprak düzeninde ve gerekse köy topluluklarının yapısında Avrupa feodalitesindeki gibi köklü bir çözülmenin
Şubat 2007 • sayı: 23
yaşanmadığı ortadadır. İşte bu nedenle, Osmanlı toplumunda doğrudan üreticinin çalışmanın nesnel koşullarından (topraktan, üretim ve yaşam araçlarından) ayrılarak “özgür emekçi” durumuna gelmesi olayı da tam olarak gerçekleşememiştir. Nitekim, 17 ve 18. yüzyıllarda toprağın mülkiyetinin hâlâ devlete ait olması ve toprağını terk eden reayanın da hukuken hâlâ toprağa bağlı olması, bu çözülmenin henüz tam olarak gerçekleşmediğini göstermektedir. Öte yandan, söylediğimiz gibi, (mülkiyeti devlete ait olması nedeniyle) toprağın kendisinin alınıp satılabilen bir meta haline gelememiş olmasının da bu “çözülemeyişte” büyük rolü vardır. Doğu despotizmi ile Batı feodalizmi arasındaki farkı ortaya koyarken Marx’ın işaret ettiği nokta tam da burasıdır: Asyatik üretim tarzı ya da Doğu despotizmi, çözülmeye ve değişime karşı en dirençli olan bir yapıyı temsil ederken, Batı feodalizmi, değişime karşı direnci en zayıf olan ve zaten çözülmenin ve değişimin dinamiklerini kendi içinde taşıyan bir yapıyı temsil etmekteydi. Topraktan kopan reaya yığınları, manüfaktür üretiminin olmadığı ve kentlerde lonca tekelciliğinin en katı kurallarla korunduğu bir sosyo-ekonomik ortamda, iş bulamadıkları için ya işsiz güçsüz yığınlar halinde kentlere doluştular, ya da düzen bozukluğunun bir ürünü olarak kırsal kesimde ortaya çıkan parazit-sömürücü unsurların (ağa, ayan, derebeyi vb.) paralı askerî gücünü oluşturdular. Osmanlı devletinin 17 ve 18. yüzyıllar boyunca uyguladığı iç kapitülasyonlar nedeniyle, Avrupa sermayesi doğrudan imparatorluğun içine nüfuz edememiştir. Çünkü ekonomik alanda devletin içerde uyguladığı tekel imtiyazları, Avrupalı kapitalistlerin bu alanlarda iş yapmasının önünde hâlâ bir engel olarak dikilmekteydi. Dolayısıyla, Avrupa sermayesinin kapitalist üretim ilişkilerini doğrudan bu ekonomik alanlara taşıması da güçleşiyordu tabii ki. Fakat 19. yüzyıla girildiğinde, artık koşullar tamamen değişecekti. Çünkü, malî açıdan müthiş bir sıkıntı içinde olan ve şiddetle borç paraya ihtiyaç duyan Osmanlı devleti, bu ihtiyacını Batılı devletlerden karşılayabilmek için tüm kapılarını onlara açmak zorunda kalacaktı. İçerde yalnızca Osmanlı tebaasına tanınan tekel ayrıcalıklarından artık yabancı sermaye de yararlanmaya başlayacaktı. Bu da bir süre sonra, Osmanlı pazarının yabancı mallarla dolmasına ve Avrupalı kapitalistlerin ve bankerlerin Osmanlı ekonomisini kendi denetimleri altına almalarına yol açtı. Bu gelişmeler, Osmanlı toplumu açısından tam bir paradoks oluşturuyordu. Osmanlı’da toprak düzeninin çözülmesine ve köylülerin topraktan kopmasına yol açan dış etkenler (Avrupa’da kapitalizmin gelişmesi), aynı zamanda yerli bir sermaye birikiminin oluşmasını ve kapitalist bir sanayinin gelişmesini de engelleyen etkenlerdi. Çünkü, içerde üretilen mallardan daha ucuz ve daha kaliteli olan
marksist tutum
Avrupa mallarının Osmanlı pazarına girmesiyle birlikte, yerli el zanaatları endüstrisi çökmüş ve öte yandan, ülke içindeki hammadde kaynakları da dış talebin artması nedeniyle ülke dışına akmaya başlamıştı. Osmanlı devletinin ülke içinde tarım ve yerli endüstriden elde ettiği vergi gelirleri 19. yüzyılda alabildiğine azalmış ve bu durumda bütçe açığını kapatabilmek için devletin dış borçlanma ihtiyacı alabildiğine artmıştı. Bu süreç aslında Osmanlı devleti için, sonun başlangıcı anlamına geliyordu. Kuruluşundan itibaren asyatik-despotik bir niteliğe sahip bulunan Osmanlı düzeni, zaman içinde belirli ölçüde deformasyona ve çözülmeye uğramış olsa da, temelde bu despotik niteliğini 17 ve 18. yüzyıllarda hâlâ sürdürüyordu. Bu bakımdan, çözülmenin yaşandığı bu dönemde de, Osmanlı düzeninde kelimenin gerçek anlamında toplumsal sınıfların varlığından ve bu temelde gerçek bir sınıf mücadelesinin gelişiminden söz edebilmek mümkün değildir. Dolayısıyla, Osmanlı düzeninde 17 ve 18. yüzyıllar boyunca süregelen ve hikâye kısmı tarih yazıcıları tarafından kitaplara bolca yansıtılmış olan iç isyanlar ve kavgalar, Batı feodalitesindeki gibi toplumsal sınıflar arasında yürüyen gerçek bir sınıf mücadelesi değildi. Bunlar, esas olarak tepedeki yönetici sınıfın içinde ve onun hizipleri arasında geçen “güç, servet ve nüfuz” edinme kavgalarıydı. Toplumun tepesine çöreklenmiş egemen siyasal sınıf korporasyonu (yönetici bürokrasi) içindeki bu kavgalar, sonunda Osmanlı’nın despotik devlet düzenini tam bir düzensizliğe ve o düzenin bekçisi konumunda olan yönetici sınıfı da tam bir yozlaşmaya sürükledi. Ve belli bir tarihsel dönemeç noktasından itibaren, yönetici sınıfın kendi düzenini (Devlet-i Âlî Osman’ı) kurtarmak için giriştiği “modernleşme”, “yenileşme”, “Batılılaşma” vb. gibi çabalar da artık bir sonuç vermeyecekti. Bütün bir 19. yüzyıl boyunca ve özellikle Tanzimat döneminden itibaren, despotik sistemin tüm kurumları, güçlü bir dış dinamiğin (Batı kapitalizminin) etkisi ve basıncı altında çok sancılı bir dağılma sürecine girecek ve koskoca bir imparatorluk bu süreçte Batı’nın yarı-sömürgesi durumuna düşecekti. Burada bir tarihsel gerçekliği belirtmek durumundayız: Bütün bir 19. yüzyılı kapsayan ve 20. yüzyıla da sarkan uzun bir tarihsel süreç içerisinde tanık olunan Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet gibi hareketlerin hemen hepsi de, alttaki halk sınıflarıyla hiçbir bağı bulunmayan tepedeki devletli sınıfın, çürümüş bir despotik devleti sözümona modernleştirerek ayakta tutma gayretlerinden başka bir şey değildir. Halka rağmen girişilen bu “gayretler”, her seferinde tepedeki bürokrasiyi halka daha da yabancılaştırmaktan başka bir sonuç vermemiştir ve veremezdi de. (devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır
19
Vampirin Doymayan Açlığı ve Vardiya Sistemi İlkay Meriç Sermaye ölü emektir ve ancak vampir gibi canlı emeği emmekle yaşayabilir ve ne kadar çok emek emerse o kadar çok yaşar. (Marx, Kapital)
S
istemin krizi derinleştikçe sermaye karşısında alabildiğine örgütsüz bir işçi sınıfı bulmanın verdiği cesaretle ona ölümüne saldırıyor. Bundan otuz kırk yıl önce insanlığın hayalini bile kuramadığı teknolojik gelişmeler, bugün her alanda insan emeğini asgariye indirebilecek bir makineleşmenin olanaklarını yaratmış ve pek çok alanda da bu olanaklar uygulamaya sokulmuştur. Ne var ki, kapitalizmin hüküm sürdüğü bir dünyada bu olanaklar, işçi sınıfı cephesinde kısa çalışma saatleri yerine işsizlik ve 1800’lü yıllara geri dönüşe işaret eden düzeyde uzatılmış iş saatleri olarak yansımasını bulmakta. Kırk katır mı kırk satır mı tercihiyle yüz yüze kalan işçiler, fabrika kapılarında biriken milyonlarca işsiz işçinin her an canlı bir şekilde hissettirdikleri işsizlik kırbacı yüzünden, en insanlık dışı koşullarda dahi çalışmaya razı olmak zorunda kalıyor. Ücretler sefalet düzeyine çekiliyor, sosyal kazanımlar ortadan kalkıyor, sendikalaşmanın önüne en büyük fiili engellerden biri olarak dikilen geçici işçilik alabildiğine yaygınlaşıyor, fazla mesainin ücretlendirilmesine çeşitli yollarla son veriliyor, hafta tatili unutturuluyor. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, 8 saatlik işgünü anılara gömülürken, pek çok
20
sektörde 12 saat, fiili uygulama haline getirilmekte. Bu koşullar, dünyanın her yerinde, birbiri ardına çıkarılan ve tek kalemden çıkmışçasına birbirine benzeyen iş yasalarıyla legalize edilmektedir. Türkiye’de de durum farklı değil. Özellikle yeni iş yasasının çıkmasını takip eden dönemde 12 saat uygulaması sanayide çok yaygın bir hal aldı. Metal ve petro-kimya işkolu başta olmak üzere pek çok sektörde, eskiden üç olan vardiya sayısı ikiye düşürülerek vardiya süresi 12 saate çıkarıldı. Bu durum, bir vardiyanın işçilerinin kapı önüne konması, diğerlerinin ise iki kata çıkan iş yüküne rağmen saat ücretlerinde hiçbir artış yapılmaksızın onların yerine de çalışması anlamına geliyor. Patronların, vardiya değişim saatlerini, çeşitli yöntemler kullanarak işçinin fiili çalışma süresini uzatacak şekilde ayarlamaları da cabası. Örneğin servis saatlerinin vardiya çıkış saatleriyle çakıştırılmadığı ya da hiç servis konulmadığı için gecenin ters saatlerine denk getirilen vardiya çıkışlarında işçilerin beklemek zorunda bırakılarak bu sürede “boş durmayıp” çalışmaya zorlanmaları. Yani sömürüde sınır tanımayan sermaye, sinekten bile yağ çıkarmaya bakıyor. Bugün vardiya sistemi, çeşitli yönleriyle, sanayinin yoğunlaştığı bölgelerdeki işçilerin en temel sorunlarından biri haline gelmiş durumda. Düzenli üç vardiya şeklinde uygulanması durumunda bile insan bedeninin işleyişine aykırı bir sistem olan vardiya çalışması, 12 saate çıkan uygu-
Şubat 2007 • sayı: 23
lanma biçimiyle işçiyi uzun süre katlanılması imkânsız bir kâbusun içine itiyor. Peki sermayeyi vardiya sistemine zorlayan şey nedir ve kapitalist sistemde doğrudan gece çalışması anlamına gelen bu sistem, 8 saatlik üç dilim halinde uygulanması durumunda bile işçi üzerinde ne gibi tahribatlara yol açmaktadır? İşte bu yazıda esas olarak bu hususları ele alacağız.
8 saat yetmez, 24 saat! Kapitalistler açısından, emeği ve dolayısıyla artı-emeği emmenin aracı olan makineler, atıl durdukları sürece yararsız bir sermaye yatırımından öte bir anlam taşımazlar. Kapitalist için, makinenin maksimum süre çalıştırılması, maksimum miktarda emeğin ve onunla birlikte artı-emeğin emilmesi demektir. “İşte bunun için, günün 24 saati boyunca emeğe el konulması kapitalist üretimin kaçınılmaz eğilimidir.” Böylece “vampirin emeğin canlı kanına olan susuzluğu azıcık giderilmiş olur.” (Marx, Kapital, c.1, Sol Y., 1986, s.271) Bununla birlikte, aynı işçinin emek-gücünü hem gece hem de gündüz, yani 24 saat devamlı olarak sömürmek olanaksızdır. Fakat kapitalistler bu maddi engelin üstesinden gelmenin de yolunu bulmuş bulunuyorlar: vardiya sistemi. Bir işyerindeki işçilerin birden fazla gruba bölündükleri ve gece-gündüz nöbetleşe çalıştıkları bu sistem sayesinde, örneğin normalde 8 saatlik bir işgünü içeren 24 saatlik günün içine, yine 8 saatlik üç işgününün sığdırılması mümkün hale gelmiştir. Böylece kapitalist, binalara ve makinelere yatırılan sermaye miktarını değiştirmeksizin, üretimin hacmini vardiya sayısı kadar katlayarak arttırabilmektedir. Bu, aynı zamanda, sömürülen artı-değer kütlesinin de artışı anlamına gelmektedir. Makineleri mümkün olduğunca kesintisiz çalıştırmanın kapitalist için kaçınılmaz bir eğilim olduğunu belirtmiştik. Burada akla şu soru gelebilir: Makineler kullanıldıkça yıprandıklarına göre, onları sürekli çalıştırmak onların ömürlerini de kısaltmak anlamına gelmez mi? Evet gelir. Ama bu tam da kapitalistin istediği şeydir, çünkü o makinelere yatırdığı sermayeyi en kısa sürede geri almak ister. Marx bunu şöyle açıklıyor: “Bir makinenin aşınma ve yıpranması çalışma süresi ile tam bir orantı içinde değildir. Böyle olsa bile, bir makinenin 7,5 yıl boyunca günde 16 saat çalıştırılması ile 15 yıl boyunca günde yalnız 8 saat çalıştırılması eşit uzunlukta bir çalışma süresini kapsar ve ürüne aynı miktarda değer aktarılır. Ama birinci durumda makinenin değeri ikinciye göre iki katı hızla yeniden-üretilir ve kapitalist makineyi böyle kullanarak 7,5 yılda ikinci durumdaki 15 yıla eşit artı-değer sağlamış olur.” (age, s.417 – düzeltilmiş çeviri) İşte bu yüzdendir ki, vardiya usulü çalışma, patrona bir yandan makinelerini en kısa sürede amorti etme, diğer yandan bir günde elde ettiği artı-değer miktarını, ek bir bina ya da makineye lüzum kalmaksızın, sadece işçi sayısı-
marksist tutum
nı arttırarak fazlasıyla arttırma olanağı tanımaktadır. Ne var ki kapitalistler için son derece avantajlı olan bu sistem, işçiler açısından tahrip edici sonuçlar içermektedir. Günümüzde vardiya sisteminin sadece fabrikalarda ya da madenlerde değil hizmet sektöründe de uygulandığı düşünüldüğünde, doktorundan hemşiresine, nakliye işçisinden market işçilerine varıncaya kadar yüz milyonlarca işçinin, insan bedenini tahrip eden ve toplumsal yaşamı olumsuz yönde etkileyen bu sistemden muzdarip olduğunu görürüz.
Burjuvalar uyurken işçiler çalışmak zorunda Vardiya sisteminin insan bedeni üzerindeki olumsuz etkilerinin kökeninde, insanın doğal uyku döngüsünü ve biyolojik ritmini bozması yatmaktadır. Canlıların büyük bir çoğunluğu gibi insanın da biyolojik ritmini belirleyen temel etken güneş, yani ışık-karanlık döngüsüdür. Dönerli vardiyaların ve gece çalışmasının, başta uyku bozuklukları olmak üzere pek çok sağlık sorununa yol açması, işte tam da bu doğal ritmin bozulmasıyla ilintilidir. Dönerli vardiya sisteminde sorunun bir boyutunu dönerlilik yani düzensizlik oluşturmaktadır. Vücut tam belirli bir ritme uyum sağlamaya çalışırken bu ritmin sürekli olarak bozulması metabolizma üzerinde büyük tahribatlara yol açabilmektedir. Çok daha önemli bir diğer boyutsa gece çalışmasının kendisidir. Gece çalışmaları nedeniyle doğal ışık döngüsüne aykırı uyuma düzeni, aynı zamanda uyku düzensizliklerini ve buna bağlı rahatsızlıkları da beraberinde getirmektedir. Vücudun doğasına tümüyle aykırı bir biçimde, gece uyumamaya gündüzse uyumaya çalışan bu işçilerin uykuları, her türlü dış uyaranın etkin halde bulunduğu gündüz saatlerinde sık sık bölünmektedir. Bu işçiler, gündüz çalışan işçiler kadar uzun süreli ve doyurucu bir uykuya dalamamaktadırlar. Uyku ve solunum konusunda uzman iki doktorun yayınladıkları bir makalede bu gerçekliğe de değinilmektedir: “Gece vardiyasında çalışan işçiler her bir 24 saatlik periyotta nadiren 5-6 saatten fazla uyurlar, öyle ki, yedi gece sonra toplam uyku açığı 15-20 saati bulur. Bu açığın kapanması için genelde en az 48 saat çalışılmaması gerekir. İşçilerin gece vardiyalarından sabah ya da akşamüstü vardiyalarına hiçbir ara vermeksizin gitmelerini öngören vardiya listeleri tehlikelidir.” (Leslie Olson ve Antonio Ambrogetti, Working Harder – Working Dangerously?, www.mja. com) ILO gibi sözde emek örgütlerinin de sahiplendiği çeşitli araştırmalara baktığımızda, vardiya sisteminin işçi üzerindeki olumsuz etkilerini azaltmak üzere şuna benzer önlemlerin sıralandığını görüyoruz: vardiya döngüsünün sabah-akşamüstü-gece şeklinde düzenli olarak birbirini takip etmesi, gece vardiyası değişimlerinde işçiye en az 48 saat dinlenme izni verilmesi, vardiya değişim periyotlarının üç haftada birden daha sık olmaması… Ne var ki bu konuda-
21
Şubat 2007 • sayı: 23
marksist tutum
ki ciddi bilimsel araştırmalar, hiçbir önlemin insan bedeninin gece çalışmasına adapte olmasını sağlayamayacağına işaret ediyor: “Gece çalışmasına fizyolojik uyum büyük ölçüde bir uydurmacadan ibarettir ve uyumun gerçekleşeceğini umarak gece çalışmasının periyotlarının uzatılmasının hiçbir geçerliliği yoktur.” Tersine, periyot uzadıkça, birikimli olarak artan uyku açığı nedeniyle sorunlar daha da artabilmektedir. (Olson ve Ambrogetti, age) Bunun yanı sıra biliyoruz ki neredeyse hiçbir fabrikada işçilere vardiya değişimlerinde 48 saatlik dinlenme süresi tanınmıyor. Hatta Türkiye’de şu an geçerli olan İş Kanununun 69. maddesi, vardiya değişimleri arasına konacak asgari dinlenme süresini 11 saat olarak belirliyor. Daha önceki İş Kanununda böyle bir zorunluluğun dahi olmadığını da belirtelim. Tüm bunların ürününün, işçinin bedeninde yol açılan muazzam tahribatlar olduğu çok açıktır. Günümüzde ciddi uyku düzensizliklerinin genel nüfus içindeki oranı %5 civarındayken, bu oran vardiya işçileri arasında %12’ye yaklaşıyor. Bunun yanı sıra, kronik yorgunluk, kalp-damar hastalıkları, yüksek tansiyon, sindirim sistemi rahatsızlıkları da vardiya işçileri arasında oldukça yaygın olan rahatsızlıklar. Örneğin İtalyan işçiler üzerinde, ülserli işçilerin işe başladıktan kaç yıl sonra bu rahatsızlığa yakalandıklarına ilişkin bir araştırmada şu sonuçlarla karşılaşılmış: düzenli olarak gündüz çalışan işçilerde ortalama 12 yıl sonra, sürekli gece çalışan işçilerde 5,6 yıl sonra, dönerli 8 saatlik vardiya sisteminde çalışan işçilerde 5 yıl sonra. Gece vardiyasında çalışan işçilerin uyanık kalmak için sigara, çay, kahve ve kola tüketimini arttırmaları da, onların çeşitli hastalıklara yakalanma riskini yükseltmektedir. Aynı şekilde, gece vardiyasında çalışan kadınlarda meme kanseri riskinin daha yüksek olduğu, gebe kadınlarda ise düşük riskinin yarı yarıya arttığı tespit edilmiştir. Olayın en az diğerleri kadar önemli bir diğer boyutu ise vardiya işçisinin sosyal yaşamının neredeyse yok olmasıdır. İnsan toplumsal bir varlıktır ve toplumsal ilişkilerinin sağlıklı olup olmaması onun ruh ve beden sağlığını da doğrudan etkilemektedir. Oysa vardiya işçilerinin toplumsal ilişkilerini sağlıklı bir şekilde düzenleyebilmeleri fiilen olanaksızdır. Herkes uyurken onlar çalışmakta, herkes uyanıkken ise onlar çoğu kez uykuda ya da işte olmaktadırlar. Bu durum, hafta sonlarında bile eşiyle, çocuklarıyla, dostlarıyla birlikte zaman geçiremeyen işçinin sosyal yaşamdan yalıtılmasına ve bedensel sorunların yanı sıra ruhsal sorunlarla da karşılaşmasına yol açmaktadır. Daha önce dergimizde yayınlanan bir mektupta, bir vardiya işçisi, yaşadıklarını şöyle anlatıyordu: “Ben vardiyalı bir fabrikada çalışan bir işçiyim. 3 vardiya, yani günün 24 saati fabrika açık, dolayısıyla biz işçiler de günün 24 saati uyanık ve her an çalışmaya açığız. Çalışma saatlerimizin her hafta değişmesi patronuma göre düzenli bir değişim. Ancak her hafta değişen bu saatlere alışmak bütün işçi arkadaşlarım ve benim için organizma-
22
mızda altüstlüklere neden oluyor. Uyku saatlerimin düzensizleşmesi, bilincimin açık olmamasına, beynimin sürekli yarı uyur bir halde olmasına ve yaşadıklarımı hatırlamakta zorluk çekmeme neden oluyor. (…) Yemek saatlerimin değişmesi vücudumun sindirim sistemini bozuyor. Tuvalete gitmek işkence. Sürekli olarak karnımızda şişlik hissediyoruz. Tüm bunlarla birlikte bir de aileme, arkadaşlarıma ayıracağım vakit sınırlı. Çünkü ailemin diğer fertleri uyurken, ben işe gitmek için evden çıkıyorum. Ya da onlar sabah evden işe gitmek için çıktıklarında benim için gün çoktan bitmiş oluyor. Aynı evde yaşadığımız halde kimi zaman birbirimizi dahi göremiyoruz. (…) Özellikle gece vardiyasında çalıştığımızda ayakta kalabilmek ve uyumamak için kendi kendimizle savaş veriyoruz. Gece boyunca uykusuz çalışmak –vücut ağırlığı iki katına çıkıyor, ayaklar zonkluyor, sırt ve bel ağrıları, ellerin titremesi, gözlerin iğne gibi batmaya başlaması, yarı baygın bir vaziyette çalışmanın sonunda geliyorum diyen iş kazaları– tam bir işkence. Tüm bunları ne pahasına çekiyoruz; açlık sınırının altındaki asgari ücreti alabilmek ve işsiz kalmamak için.”
Gece çalışması ve iş kazaları Sorunun bir diğer önemli ayağını iş kazaları oluşturmaktadır. Vardiya işçilerinin yaşadığı uykusuzluk ve yorgunluk sonucu ortaya çıkan konsantrasyon bozuklukları, ciddi hatalara ve ölümle sonuçlanan iş kazalarına neden olabilmektedir. Yapılan araştırmalar, vardiya işçilerinin işyerinde, evde ve yolda kaza yapma oranlarının gündüz çalışan işçilere göre 40 kat fazla olduğunu gösteriyor. Başta metal sektörü olmak üzere pek çok sektörde gece vardiyasında meydana gelen ölümlü kazalara sıkça tanık olmaktayız. Sadece fabrikalarda değil, konusu doğrudan insan sağlığı olan kurumlarda, yani hastanelerde bile benzer bir durum yaşanıyor. Hastanelerin gece vardiyalarında, hem de bazen kesintisiz 16 saat çalışan sağlık çalışanları, yorgunluk ve uykusuzluğun yol açtığı dikkat kaybı, yargılama bozukluğu ve karar vermede gecikmeler nedeniyle, hastaların yaşamını tehdit eden ciddi hatalar yapabiliyorlar. Çoğu kez dışarı yansıtılmayıp hastane yönetimlerince örtbas edilse de, geç ya da hatalı müdahaleler ve yanlış ilaç uygulamaları sebebiyle pek çok hastanın yaşamını yitirdiği sır değil. Bunun yanı sıra, aşırı süreyle çalışan sağlık personeli, dikkat kaybı nedeniyle kendisine de zarar veriyor (ölümcül virüsler taşıyabilen iğne uçlarının ele batması vs.).
Bıçak kemikte İşçinin bedensel ve ruhsal sağlığı açısından son derece sakıncalı olduğu kuşku götürmez olan vardiya sistemi bugün sendikal örgütlenmenin önünde de ciddi bir engel haline gelmiş bulunuyor. Bir fabrikadaki işçileri ikiye ya da üçe bölerek bunların işyerinde karşılaşmalarını dahi ola-
Şubat 2007 • sayı: 23
marksist tutum
İşçi hareketinin dibe vurmasının ve sendikal mücadeleye sınıf işbirlikçiliğinin damgasını basmasının bir ürünü olarak, 4857 sayılı yeni İş Kanununda kadınların gece çalıştırılmasına dair yasak tümüyle ortadan kaldırılmıştır. İşçi hareketindeki ve sendikal hareketteki bu gerileme devam ettikçe, çocuk emeğinin 24 saat sömürüsünün önünü açacak yeni yasalar da kapıyı zorlamakta gecikmeyecektir. naksız hale getiren bu sistem, patronlar tarafından işçilerin birlikte hareket etmelerinin önüne geçmek için bilinçli bir şekilde kullanılıyor. Buna rağmen, ölüm sessizliğine bürünen sendikalardan çıt çıkmıyor. Oysa gece çalışmasının yasaklanması konusu, uzun yıllardan bu yana işçi hareketinin en temel taleplerinden biri olagelmiştir. Örneğin Alman Sosyal Demokrat Partisinin 1891 tarihli Erfurt Programında bu talep şu şekilde dile getirilmişti: “Nitelikleri gereği teknik gereklerle olsun, toplumun gereksinmeleri yüzünden olsun gece çalışmasını gerektiren sanayi kolları dışında, gece çalışmasının yasaklanması.” Aynı şekilde Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi Programında da “teknik nedenlerden ötürü mutlaka gerekli olduğu işçi örgütlerince onaylanan durumlar haricinde, ulusal ekonominin bütün dallarında gece çalışmasının (gece 9’dan sabah 5’e kadar) yasaklanması” talep ediliyordu. Dikkat edilecek olursa, burada Erfurt Programından farklı olarak, teknik nedenlerle sınırlı durumların tespitinde işçi örgütlerinin onayı zorunlu kılınıyordu ki, bu oldukça önemli bir eklemedir. 1917 Şubat devrimini izleyen dönemde yürüyen program tartışmaları sırasında Lenin’in yaptığı değişiklik önerileri (Mayıs 1917) arasında bu maddeye ilişkin olan bir öneri de bulunuyordu. Lenin, zorunlu haller diye sözü edilen hallerde dahi gece çalışmasının “4 saati geçmemesini” ve çalışmanın yasaklanacağı saat dilimlerinin “akşam 8’den sabah 6’ya” şeklinde değiştirilmesini öneriyordu (Seçme Eserler, c.6 İnter Y., 1995, s.121). Devrimin ateşi içerisinde RSDİP programı değiştirilemeden kalsa da, söz konusu maddeye Lenin’in verdiği son hal, bugün de işçi sınıfı açısından, gece çalışmasının yasaklanması talebinin formüle edilişinde önemli bir örnek teşkil etmektedir. (Bugün Türkiye’de geçerli olan İş Kanununda yapılan gece çalışması tanımı da “akşam 8’den sabah 6’ya” kadar olan dönemi içermektedir.)
Sınıfa yönelik saldırıların doruğa tırmandığı, 12 saatlik vardiyaların Amerika, Japonya, Avustralya gibi en ileri ülkelerde bile norm haline geldiği günümüzde, işçi hareketinin en temel tarihsel taleplerinden biri olan “gece çalışmasının yasaklanması” talebinin yeniden güçlü bir biçimde yükseltilmesinin ve sendikalara bu yönde basınç bindirilmesinin proletarya için gerçekten yaşamsal bir önem taşıdığı çok açık. Şunu biliyoruz ki, sınıf mücadelesinin yükselişe geçtiği dönemlerde, işçi sınıfından gelen güçlü basınç sonucunda, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu pek çok ülkede, burjuvazi, en azından kadınların ve çocukların gece çalıştırılmasının yasaklanmasını kabul etmek zorunda kalmıştı. Örneğin şu anda yürürlükten kalkmış bulunan 1475 sayılı İş Kanununda, 18 yaşın altındakiler ve kadınlar için gece çalışması (18 yaşını doldurmuş kadınlar için tüzüklerce belirlenecek istisnai haller olabileceği söylenerek) yasaklanıyordu. Oysa işçi hareketinin dibe vurmasının ve sendikal mücadeleye sınıf işbirlikçiliğinin damgasını basmasının bir ürünü olarak, 4857 sayılı yeni İş Kanununda kadınların gece çalıştırılmasına dair yasak tümüyle ortadan kaldırılmıştır. İşçi hareketindeki ve sendikal hareketteki bu gerileme devam ettikçe, çocuk emeğinin 24 saat sömürüsünün önünü açacak yeni yasalar da kapıyı zorlamakta gecikmeyecektir. Gerici yasalarla taçlanan tüm bu saldırılar sadece Türkiye’de değil tüm dünyada gemi azıya almıştır. Şairin dediği gibi, bıçak kemiktedir artık! Bugün işçilerin önüne şu iki seçenek çok daha yaşamsal öneme sahip bir netlik içinde dikilmiş bulunuyor: Ya artı-değer sömürüsünü arttırabilmek için saldırılarını sınır tanımaz biçimde amansızlaştıran bu insanlık dışı sisteme karşı mücadeleye atılmak ve onu tarihe gömmek; ya da kendi gelecekleriyle birlikte çocuklarının geleceğini de zifiri karanlıklara gömmek. Kapitalizm üçüncü bir seçenek tanımıyor!
23
Diyalektik Matery A
ntikçağ Yunan filozoflarından Herakleitos (İÖ. 540-480) günümüzden çağlarca önce, her şeyin aktığını ve aynı nehirde iki kez yıkanılamayacağını söylemişti. Herakleitos’un veciz sözleri, nesneleri ve olguları durağanlığı içinde değil değişim ve dönüşüm süreçleri halinde kavrayan diyalektik düşüncenin bir ifadesidir. Akıp giden nehir örneğinde olduğu gibi, doğada her şey gözle görünsün ya da görünmesin sürekli bir hareket halindedir. Örneğin yerküremiz her gün kendi etrafında dönerken, bir yıl boyunca da güneşin etrafında dönmektedir. Güneş 26 günde kendi etrafındaki dönüşünü tamamlamakta, galaksimizde yer alan diğer yıldızlarla birlikte 230 milyon yılda galaksiyi dolaşmaktadır. Biz farkında bile değilken, atomlar ve atomaltı parçacıklar her an hareket etmekte ve sürekli olarak yer değiştirmektedirler. Tüm evren gibi, onun bir parçası olan insanın biyolojik etkinliği de neticede atomların hareket yasalarına dayanmaktadır. Diyalektik kavramının kökeni Yunanca dialektikos (tartışma) sözcüğüne uzanır. Diyalektik eski Yunanda tartışma sanatı anlamına geliyordu. Antikçağ Yunan düşünürleri, kendi aralarında yürüttükleri münazara tipi tartışmalarda bu diyalektik sanatını kullanmaya çok meraklıydılar. Fakat zamanla diyalektik kavramının kapsamı genişledi, karşıtlık ilişkisinden hareket ederek doğruya ulaşmaya çalışan düşünme ve araştırma yöntemi anlamında kullanılır hale geldi. Doğada var olan hareketi de kapsayacak genişlikteki içeriğiyle diyalektik, değişim ve hareket demektir. Değişim ve hareketin özü ise çelişkidir ve diyalektik yöntem de zaten çelişkinin mantığıdır. İnsanlar diyalektiğin modern yasalarına vakıf olmadan çağlar önce diyalektik olarak düşündüler, çünkü doğanın ve yaşamın kendisi diyalektik hareketin varlığını gözler önüne sermekteydi. Eski Yunan filozoflarının büyük bölümü doğal diyalektikçilerdi. Bunun dışında, biçimsel mantığın yasalarını ortaya koyan ünlü bilgin Aristoteles (İÖ. 384-322) bile diyalektik düşüncenin sorunlarıyla ilgilenmişti. Ne var ki, doğa bilimlerinin ve deneysel araçların henüz yeterli düzeyde gelişmediği Yunan antikçağı, materyalist düşünce ve diyalektik yöntem açısından bir çocukluk dönemi oldu.
24
İlerleyen tarih kesitlerinde 15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa’da yükselmeye başlayan burjuva dönüşümler sürecine, doğa bilimleri, düşün ve sanat alanında muazzam atılımlar eşlik edecekti. Daha önce Avrupa Karanlık Çağın içindeyken, Arap bilim dünyası felsefede ve tıp, matematik, astronomi gibi alanlarda pek çok parlak başarılar elde etmişti. Bu kaynak sayesinde doğa bilimleriyle donanma ve eski Yunan’a uzanan köklerini yeniden keşfedebilme olanağına kavuşan Avrupa’da, özgür düşünce serpilmeye başladı. Söz konusu değişim 18. yüzyıl materyalizminin de yolunu açmıştı. Bu materyalizm, kendini henüz diyalektiğin gücüyle sağlamlaştırmamış olan mekanik bir materyalizmdi. Ama şurası açık ki, aradan geçen uzun tarihsel dönem boyunca saltanatını sürdürmüş bulunan idealist felsefe, bilimsel alanda sağlanan muazzam gelişmelerin insan düşüncesinde yarattığı değişim düzeyiyle büyük bir çatışkı içine girecekti. 19. yüzyıla, düşünce sürecinin idealist felsefenin ve metafizik yöntemin egemenliğinden kurtarılması sancıları damgasını basıyordu. Alman felsefesinde büyük bir atılım sağlayan Hegel, 19. yüzyılda düşünce sürecine diyalektik yöntemi taşıdı ama kendisi idealist felsefenin sınırlarını aşamadı. Bu yüzden onun diyalektiği, varlığı düşünceden türetiyordu, yani ters durmaktaydı ve mistik bir kılıfa bürünmüştü. Marx ve Engels diyalektiği idealizmin mistik kılıfından çekip çıkardılar ve ayakları üzerine diktiler. Marksizmin kurucuları sayesinde diyalektik, doğanın ve insan tarihinin materyalist anlayışı ile bütünleştirilerek zenginleştirilmiş oldu. Bu bilinçli diyalektik, doğanın deviniminde kendilerini eninde sonunda kabul ettiren yasaların varlığını açıklığa kavuşturdu. Aynı şekilde, insan topluluklarının evrim tarihinde de böyle belirli hareket yasaları mevcuttu. Diyalektik, doğada ve toplumda varolan karmaşık süreçlerin kavranmasına çalışan düşünce biçiminin bilimidir. Marksist önderlerin her vesileyle dikkat çektikleri üzere, bilimsel diyalektik doğaya ya da topluma birtakım kurgusal yasalar dayatmaz. Tam tersine, zaten varolan yasaları doğanın ve toplumun evrim sürecinin hareketliliği içinden bulup çıkartmaya çalışır. Tasavvur edilebileceği gibi, bu çaba derin bir bilimsel bilgi üzerinde yükselen ve kuşaktan
yalizm Üzerine/ 1 Elif Çağlı
kuşağa ilerleyen diyalektik ve tarihsel düşünce sürecinin ürünüdür. Bilimsel diyalektiğin bizzat kendisi de, olduğu yerde durmayan, kendi kendini sorgulayan, eleştiren ve eskiyen yönlerini yeni bilgilerin ışığında aşmaya çalışan hareketli bir niteliğe sahiptir. Kuşkusuz düşünce sürecine bu itilimi veren nesnel nedenler vardır. Feodal Avrupa toplumlarının kapitalist dönüşümü, ekonomiden siyasete, bilimsel araştırmalardan hukuk kurallarına dek hemen her alanda burjuva devrimlerini dayatmıştır. 19. yüzyılda gerçekleşen bilimsel buluşlarla zenginleşen doğa bilimleri, diyalektik yöntemin açıklığa kavuşturmaya çalıştığı hareket yasalarının yeni gizlerini ele vermiştir. Bu durum, bu sıçramalı tarih kesitinde dünyaya gözlerini açan Marksist düşüncenin niteliğini de belirlemiştir. Marksizm daha başlangıcından itibaren, doğayı ve toplumu karmaşıklığı içinde kavramaya yatkın bir bilimsel yoğunluğa sahiptir.
Burjuva eşitlik anlayışından bilimsel sosyalizme Tarihte düşünsel planda önemli atılımların yaşandığı dönemler incelenecek olursa, bunların insan topluluğunun fiili yaşam koşullarında devrimci sıçramaların kaydedildiği dönemler olduğu görülür. Kuşkusuz bu tür denklikler basit aritmetik eşitlikler düzeyinde değil, yoğun çelişkilerin, sıkışma ve patlamaların eşlik ettiği karmaşık süreçler halinde gerçekleşmektedir. Ama bir nokta çok önemlidir. Diyalektik harekette niceliğin niteliğe dönüşümü sürecinin başlangıçta çok belirgin hissedilemeyen mayalanma özelliği nedeniyle, düşüncenin siyasal eylemin önüne geçer gibi göründüğü tarihsel kesitler olmuştur. Görüngüde böyle bir gözlem kaydedilmiş olsa bile, hareketin iç yasaları daha yakından incelendiğinde, aslında somut yaşam alanında biriken çelişkilerin düşünsel düzeydeki fırtınaları ve devrimleri tetiklediği anlaşılacaktır. Avrupa’da eski siyasal düzenleri sona erdiren burjuva demokratik devrimler çağını, düşünce ve kültür alanında bir canlanma ve atılım dönemi önceler. Rönesans (14. yüz-
yılın sonuyla 15 ve 16. yüzyılları kapsayan düşünsel ve kültürel yeniden doğuş), dinde reform (16. yüzyılda Batı kilisesinde gerçekleşen dinsel devrim) ve 18. yüzyılda gelişen Aydınlanma hareketi (insan aklını bilginin ölçüsü kabul eden felsefi gelişim) bunu somutlar. 1789 Fransız devrimi öncesinde, yaklaşan devrimle ilgili olarak toplumu aydınlatan büyük devrimciler tarih sahnesine fırladılar. Din, doğa anlayışı, toplum ve devlet örgütü, kısacası her şey amansız bir eleştiriye tâbi tutuldu. Toplum ve devletin bütün eski biçimleri, bütün eski geleneksel fikirler akıldışı ilan edildi ve bir yana atıldı. O çağın burjuva devrimcilerine göre, nihayet insanlık açısından gün doğuyordu. Artık insanlığı cehalete sürükleyen önyargılar, tüm haksızlık, ayrıcalık ve baskılar yeryüzünden sökülüp atılacaktı. Dünyaya sonsuz doğruluk ve sonsuz adalet egemen olacaktı. Engels, aklın bu egemenliğinin burjuvazinin idealleştirilmiş egemenliğinden başka bir şey olmadığını söyler. Nitekim burjuva devrimin sözde ölümsüz adalet savunusu, gerçekleşmesini burjuva adaletinde bulmuş, eşitlik arzusu yasa önünde burjuva eşitliğine varmıştır. Burjuva mülkiyet egemenliğini ilan etmiş ve büyük Fransız düşünürü Rousseau’nun toplum sözleşmesi ancak bir burjuva demokratik cumhuriyet biçimi altında dünyaya gözlerini açmıştır. Fakat Fransız devriminin eşitlik, özgürlük, kardeşlik çağrıları altında neticede burjuva egemenliğine varılması, burjuva devrimcilerin zaaflarına ya da kötü niyetlerine bağlanamaz. Tarihsel akışı doğru biçimde kavrayabilmek için, bu noktada da materyalist dünya görüşüne ve diyalektik yaklaşıma ihtiyaç vardır. Engels’in dediği gibi, 18. yüzyılın büyük düşünürleri de, kendi çağlarının kendileri için saptadığı engelleri öncellerinin hiçbirinden çok aşamazlardı. 19. yüzyılda Avrupa’da bilimsel alanda ve toplumsal üretim sürecinde kaydedilen ilerlemeler, düşünsel bakımdan da muazzam bir sıçrama yapılabilmesini mümkün kıldı. Böylece sosyalizm anlayışı da ütopik kılıfından kurtarılabildi ve modern işçi sınıfının devrimci gücüne dayanan gerçek bir temele oturtuldu. 19. yüzyılda Avrupa’da sürüp giden devrimci hareketlilik, sosyalizmi bilimsel dayanaklarına kavuşturan eşsiz bir faktördür. 1831’de Lyon’da patlak
25
marksist tutum
veren ilk işçi ayaklanması, yeni çağda artık devrimlerin sınıfsal niteliğinin değişeceğinin de habercisiydi. 19. yüzyılın ilerleyişi içinde çeşitli Avrupa ülkelerinde, dünyaya gerçek eşitliği, kardeşliği ve özgürlüğü getirecek olan işçi devrimleri yavaş yavaş o soylu başını göstermeye başlayacaktı. İngiliz Çartist hareketi, işçi sınıfının bağımsız bir örgütlü güç oluşturma yetisini dosta düşmana kanıtlamıştı. Böylece ileri Avrupa ülkelerinde büyük sanayideki atılıma ve burjuva siyasal egemenliğin pekişmesine koşut olarak, proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşımı da tarih sahnesinin ön planına fırlıyordu. Karşıt iki sınıf arasında giderek olgunlaşmakta olan iç mücadele, burjuva iktisadın ölümsüz doğrular diye piyasaya sürdüğü malların taponluğunu teşhir edecekti. Sermaye ile emeğin çıkarlarının özdeş olduğu, serbest rekabetin herkese refah getireceği yolundaki öğretiler, somut gelişmeler tarafından birer birer çürütüldü. Gerçekler dünyasında cereyan eden bu gelişmeler olumlu yansımalarını, Fransız ve İngiliz sosyalizminin geçmişe oranla olgunlaşmasında buldu. Ne var ki tarihin idealist anlayışından yakasını kurtaramadığı ve kapitalizmin ekonomik ilişkilerini bilimsel anlamda çözümleyemediği için, bu sosyalizm yine de ütopik ayak bağlarından tamamen kurtulabilmiş değildi. Sosyalist düşüncenin sağlam bilimsel dayanaklar üzerinde ayağa dikilmesi, Marx ve Engels gibi çığır açıcı devrimci önderler sayesinde gerçekleşti. Marx, geçmiş tarihin bir sınıflar savaşımı tarihi olduğunu açıklığa kavuşturdu. Verili toplumsal yaşam koşulları, birbirine karşıt sınıflar arasındaki ekonomik ilişkilerin bir ürünüydü. Hukuk ve siyaset sistemlerinde ifadesini bulan toplumsal üstyapıyı son tahlilde toplumun ekonomik altyapısı belirlemekteydi. Bu altyapı, aynı zamanda dinsel, felsefi ve diğer fikirlerin kaynağını açıklamayı da mümkün kılıyordu. Böylece tarihin bu doğru yorumlanışı, yani tarihsel materyalizm insanlık tarihini pırıl pırıl aydınlatmaya başladı. Marksizmin bilimsel ürünü olan tarihsel materyalizm, insanların varlığını bilinçlerinin belirlemediğini, tersine insanların bilincini onların varoluş koşullarının belirlediğini kanıtladı. Bu sayede sosyalist düşünce, birtakım dâhi kişilerin kurgusal ve ütopik yaklaşımlarının ürünü olmaktan kurtuldu. Ve komünist hareket de, tarih tarafından oluşturulan iki karşıt sınıfın, burjuvazi ile işçi sınıfının mücadelelerinin zorunlu bir sonucu olma düzeyine yükselebildi. Engels’in belirttiği gibi, artık gerekli olan tek şey bu iki sınıf arasındaki ekonomik çatışmanın bilimsel çözümüydü ve bu sorun da yine Marx’ın katkısı sayesinde çözümlenebildi. Marx’ın geliştirdiği artı-değer teorisi, işçinin sömürülmesinin temelinde yatan nedeni ve sermaye birikiminin sırlarını parlak biçimde ifşa ediyordu. Kısaca değinmeye çalıştığımız bu gelişim sürecinden de anlaşılacağı üzere, Marksist düşüncenin doğumu devrimci eylemin ve devrimci düşüncenin devinimi içinde gerçekleşen diyalektik bir süreçtir. Marksist dünya görüşü, gerek doğa gerek top-
26
Şubat 2007 • sayı: 23
lum bilimleri alanında idealizme esaslı ve devrimci bir darbe indirmiş bulunmaktadır. Marksizmin temel hareket noktaları diyalektik ve materyalizmdir. Marksizm, bilincin maddeyi değil, maddenin bilinci belirlediğini bilimsel açıdan karşı konulamaz bir doğrulukla kanıtlamıştır. Doğa bilimleri alanında olduğu gibi toplumsal bilim alanında da düşünce üretimi, fikirlerin, tezlerin, analizlerin konusunu oluşturan varlıktan ya da gerçek süreçten ve onun hareketinden bağımsız olamaz, olmamalıdır. İdealist felsefe pek çok vesileyle bunun tersini iddia etmiş olsa da işin doğrusu böyledir. Bilinç diye adlandırdığımız düşünce süreci de, aslında maddenin yani beynin ürünüdür. Ve düşünen beyin, canlı maddenin evriminin sonucudur. Düşünce dünyasına dair her şeyin –bilimden hukuka, sanattan politikaya ve ahlâk anlayışına dek– kaynağı gerçek hareket ve maddi dünyadır. Marksist düşüncenin temellerinin atıldığı dönem, işçi sınıfının ve onun devrimci eyleminin gelişimi bakımından günümüze oranla erken bir dönemdi. Buna rağmen Marksizm daha doğuşundan itibaren, çağının tüm bilimsel ilerlemelerini devrimci düşünce potasında eriten üstün bir sentez gücüne sahip oldu. Bu sayede işçi sınıfının bu düşünsel eylem kılavuzu, toplumsal gelişim yasalarını kavrama ve gelişimin ana eğilimlerini kestirme kudretini içerdi. Sınıfın nesnel ve öznel açıdan yeterince olgunlaşmadığı bir tarihsel kesit boyunca, Marksizm düşünsel bakımdan hep nesnel durumun ve devrimci eylemin önünde koşuyormuş gibi göründü. Fakat kapitalizm olgunlaşıp işçi sınıfının devrimci hareketi de eylem alanında zenginleştikçe ve deney açısından çeşitlendikçe, son tahlilde düşüncenin ebesinin maddi dünya ve bu dünyadan kaynaklanan eylem olduğu gerçeği daha kolay kavranır duruma gelmiştir. Günümüzün gerçeği budur.
Marksizm dogmatizmin düşmanıdır Eski Yunanlı düşünürlerin tartışmalarında birer diyalektik ustası olduklarına değinmiştik. Onların bu temelden yükselen diyalektik kavrayışları, tez, antitez ve sentez üçlemiyle sembolize olmaktaydı. Tartışmalar bir konuda ortaya bir tez atılmasıyla başlatılıyordu. Daha sonra bu fikir bir antitez ile yadsınmaya, çürütülmeye çalışılıyordu. Nihayetinde tartışılan konu çeşitli açılardan irdelenen bir tartışma sürecinden geçmiş oluyor ve böylece ortaya bir sentez çıkartılıyordu. Bu münazaralar, mutlaka bir fikir birliğine varılmasını hedeflemeyen ve asıl olarak tartışma sayesinde bilgi ve kavrayışı derinleştirmeye çalışan bir çeşit beyin jimnastiği gibiydi. Ancak tarihsel akış içinde felsefi düşünce ve mantık yasaları pek çok değişime uğradı. Avrupa’nın Karanlık Çağı boyunca Kilisenin toplum üzerindeki hâkimiyeti yansısını idealist felsefenin ve skolastik anlayışın (dinsel açıdan kabul gören felsefi görüşlere dayanılması) egemenliğinde bulmuştu. Avrupa Ortaçağı, eski Yunanla, diyalektik ve materyalist düşünceyle tarihsel
Şubat 2007 • sayı: 23
bağları kopartan bir dönemdi. Bilimin ilerleyişi Kilisenin zorba diktatörlüğü tarafından durdurulmuştu. Avrupa’da bilim ancak burjuva gelişimin yol açtığı Rönesans ve Aydınlanma hareketinin uyandırıcı gücüyle ve Kilisenin skolastik din anlayışına karşı reformcu başkaldırışla ilerleme yoluna konulabildi. Nihayet 19. yüzyıla gelindiğinde, diyalektik düşünceyi yeni biçimde canlandıran Hegel’le birlikte eski diyalektik aşıldı. Hegel, antik Yunan diyalektiğinin hatalı yönlerini eleştirdi ve diyalektik mantığı daha üst düzeye taşıyacak yeni yasaları formüle etti. Hegel büyük bir diyalektik ustasıydı. Ama onun için insan beyninin yaşam süreci, yani düşünme süreci gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarıydı. Gerçek dünya yalnızca “fikir”in dışsal ve görüngüsel biçimiydi. Kısacası, idealizmin gölgesinden kurtulamamış olan Hegel diyalektiği gerçek dünyayı “fikir”in yansıması olarak ele alıyordu. Diyalektiği bilimsel, yani materyalist yapıya kavuşturanlar Marx ve Engels oldu. Marksizmin ayakları üzerine oturttuğu materyalist diyalektik, “fikir”in maddi dünyanın insan aklındaki yansımasından ve böylece düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey olmadığını kanıtladı. Marx, kendi diyalektik yönteminin Hegelci diyalektik yöntemden yalnızca farklı olmakla kalmadığını, onun tam karşıtı olduğunu belirtmişti. Marksizm diyalektik düşünceyi idealist ayak bağlarından kurtardığı gibi, onu metafizik yöntemin uzantısı olan mutlaklıklardan ve durağanlıklardan da azat etti. Böylece diyalektiğin gelişimi de yine diyalektik bir sürecin ürünü oldu. Diyalektik materyalizmin ortaya koyduğu üzere, uzay ve zaman içinde hareket maddenin varoluş biçimidir. Madde hiçbir zaman ve hiçbir yerde hareketsiz var olmamıştır ve olamaz da. Ancak burada maddenin hareketi ile kastedilen yalnızca mekanik hareket, yani basit bir yer değiştirme hareketi değildir. Hareket, ısı ve ışık, elektrik ve manyetik gerilim, kimyasal bileşim ve ayrışım, yaşam ve nihayet bilinç demektir. Fizik, biyoloji, kimya gibi doğa bilimleri alanında kaydedilen ilerlemeler, gerçek yaşamdaki hareketin mutlak ve sert karşıtlıklar, açık ve aşılmaz ayrım çizgileri temelinde gerçekleşmediğini kanıtlamıştır. Bu bilimsel gelişme, gerçekliğin görelilik temelinde kavranmasını sağlamıştır. Doğada ve toplumda belirli koşullar altında gerçekleşen evrim neticesinde ulaşılan düzey, ondan evvelki koşullara kıyasla bir ilerlemeyi temsil edebilir. Ama bu mutlak değil göreli bir ilerlemedir. Zira yalnızca geçmişe oranla mukayese yapılması yeterli olmaz. Her varlık ve olgunun bir geçmişi bir de geleceği vardır. Geçmişe oranla ilerici sayılabilecek bir tarihsel adım, geleceğe oranla gericileşebilir. Çarpıcı bir örnek olarak, tarih içinde burjuva demokrasisinin tuttuğu yer hatırlanabilir. Burjuva demokrasisi geçmişin mutlakıyetçi yönetim biçimlerine göre ileri bir adım niteliği taşırken, işçi devriminin ürünü olacak işçi demokrasisine kıyasla gericidir. O halde toplumsal olguları verili tarihsel koşullardan kopartarak tek yönlü biçimde değer-
marksist tutum
lendirmek tamamen yanlış olur. Örneğimizdeki burjuva demokrasisi bir yönüyle ilerici, diğer bir yönüyle gerici nitelik taşımaktadır. Gerçeklik işte bu şekilde geçmişe ve geleceğe kıyasla, değişen somut koşullara göre değişir. Gerçekliğin bu değişken karakterinden rahatsızlık duyup, sözde daha tatmin edici görünen köşeli doğrular arayanlar iyi bir diyalektikçi olamaz ve metafiziğin tuzağında çırpınırlar. Bilimin kendisi ve ilerlemesi de diyalektik bir nitelik taşır. Örneğin kimyasal elementlerin atom ağırlıkları tablosunun bulunması, türlerin dönüşümüne ve evrimine ilişkin yasaların keşfedilmesi, bilimde geçmişe oranla gerçekleşen büyük atılımlardır. Darwin’in evrim teorisi, organik maddeler (yapısında karbon bileşimleri içeren maddeler) alanında niceliksel birikimlerin niteliksel farklılıklara dönüştüğünü kanıtlayarak diyalektiğe büyük katkı sağlamıştır. Keza Engels’in vurguladığı bir başka husus da çok önemlidir. Doğa bilimlerinde hareketin temel yasası olarak önce enerjinin sakınımı yasası bulunmuştur. Bu yasaya göre, hareketi (veya enerjiyi) yok etmek ve yaratmak olanaksızdır. Ne var ki daha sonraki buluşlar sayesinde, bunun hareketin ya da enerjinin yalnızca nicel yönden kavranması anlamına geldiği anlaşılmıştır. Enerjinin dönüşümü yasasının bulunmasıyla birlikte bu eski bilgi aşılmıştır. Bu gelinen noktada, evrendeki toplam enerjinin yaratılamayacağı ya da yok edilemeyeceğini ifade etmek yetmez. Daha da önemli olan, enerjinin bir durumdan bir başka duruma dönüşebileceğini bilmektir. Bilimdeki ilerleme sayesinde diyalektik kavrayış da bir üst düzeye sıçratılabilmiş ve harekete veya enerjiye dair sürecin nitel yönü bilince çıkartılabilmiştir. Aslında tüm ev-
27
marksist tutum
Şubat 2007 • sayı: 23
Marx, kendi diyalektik yönteminin Hegelci diyalektik yöntemden yalnızca farklı olmakla kalmadığını, onun tam karşıtı olduğunu belirtmişti. Marksizm diyalektik düşünceyi idealist ayak bağlarından kurtardığı gibi, onu metafizik yöntemin uzantısı olan mutlaklıklardan ve durağanlıklardan da azat etti. Böylece diyalektiğin gelişimi de yine diyalektik bir sürecin ürünü oldu.
ren, madde ya da enerjinin sonsuz hareketidir. Bir hareketin sonlanması diğerini başlatır, enerji maddeye madde enerjiye dönüşür, madde bir halden diğer bir hale geçebilir, kimyasal enerji elektrik enerjisine dönüşebilir ve bu böyle devam eder gider. Bu bitmez tükenmez devinimin başı ya da sonu yoktur, o her şeydir, uzay ve zaman da kendisidir. Teorik doğa bilimleri bu gibi önemli buluşlardan önce sınırlı ve metafizik bir nitelik taşıyordu. Zira hareket noktasını, uzlaşmaz ve çözülmez olarak tasavvur edilen karşıtlıklar, mutlak ayrım çizgileri ve deneysel olarak kanıtlanmamış önsel birtakım kategoriler oluşturuyordu. Toplumsal yaşamda olduğu gibi doğada da kuşkusuz karşıtlık ve ayrımlar mevcuttur, ama bunlar ancak görece bir geçerlilikle varolurlar. Doğadaki ayrım çizgilerine ve karşıtlıklara yüklenen mutlak değişmezlik aslında doğada mevcut değildir, doğayı kavramaya çalışan insan düşüncesinin yanlış bir ürünüdür. Tüm yaşam (evren, varlık) zaman ve uzay içinde sonsuz yinelenen bir çevrimdir. Engels’in dediği gibi, ister güneş ya da bulutsu buhar olsun, ister bir bitki ya da hayvan cinsi olsun, ister kimyasal birleşme ya da ayrışma olsun, özünde geçici olan ve içinde hiçbir şeyin sonsuz olmadığı bir çevrimin unsurlarıdır. Bu çevrim, sonsuz olarak hareket eden, hareketini ve değişimini birtakım iç yasalara göre yapan maddenin sonlu biçimdeki varlığını içerir. Bu gerçeği kabul etmek doğanın diyalektik anlayışının özünü oluşturur. Evrim zinciri içinde bazı bitki ve hayvan türleri başkalaşım geçirir veya yok olur, yeni türler ortaya çıkar. Güneş de dahil tüm yıldızlar ve gezegenler doğar ve ölürler.
28
Doğa bilimleri alanında gerçekleşen gelişmeler, doğayı diyalektik düşünce yöntemi dışında kavrayabilmenin mümkün olamayacağını kanıtlar. Bilimsel düzeyde ilerleyen deneylerle ulaşılan sonuçlar bilimsel kavramlarda ifadesini bulur. Kavramlar doğayı yaratmaz, doğanın hareketi kavramlara can verir. Bu gerçekliğin kavranabilmesi, gözlem ve deneylerden elde edilen sınırlı bilgi ve kavramlara mutlak değerler atfedilmesinin yanlışlığını da gözler önüne sermektedir. Ulaşılan bilgi ve buradan türetilen kavramlar gerçekliğe yaklaşmaya çalışan göreli sonuçlardır. Bilimsel kavrayışın göreli doğruluğunun kabulü, düşünce alanında kaydedilen önemli bir devrimdir. Bilimsel düşünce üretimini idealizmin ve metafiziğin tutsaklığından kurtaran bu devrimin yarattığı olanaklar, Marksizmin kurucuları tarafından toplumsal hareket yasalarının ve insanın kavranması sürecine de başarıyla taşınmıştır. İnsanın varlığı, düşüncesi, yaşam tarzı, bunların tümü de diyalektik bir dönüşüm sürecinin ürünüdür. Bu gerçeklik hem biyolojik hem de toplumsal bakımdan geçerlidir. İnsan tek hücreli canlılardan memelilere doğru ilerleyen organik evrim sürecinde doğanın meydana getirdiği en karmaşık organizmadır. Diğer yandan insanın gelişimi tarihsel-toplumsal bir süreçtir. Doğayla binlerce yıllık mücadele içinde insanın atası maymundan farklılaşmış, dik yürümeyi becermiş, heceli sesler çıkartarak dil oluşturmuş, beyni gelişmiş, elini önce uzmanlaşmış bir alet gibi kullanırken daha sonra elleriyle yeni aletler üretmiş ve böylece bildiğimiz insan ortaya çıkmıştır. İnsan, bitkilerin ve hayvanların yerini değiştirmekle kalmayıp, aynı zamanda oturduğu yerin görünüşünü, iklimini değiştirerek doğaya damgasını vurmayı da başarmıştır. Elin üretici faaliyetine ve dilin oluşumuna bağlı olarak gelişen insan beyni, tarihin ilerleyişi içinde buhar makinesi gibi nice önemli icatlara imzasını atmıştır. Bu gelişim süreci içinde insan, aynı zamanda doğayı ve çevresini tüm karmaşık ilişkileri içinde kavrama çabasını da ilerletmiştir. İnsan bilgisi sürekli bir değişim ve hareket halindedir. Basit gerçekleri veya gözle görülür anlık durumları bir yana bırakacak olursak, genelde bilimler alanında karmaşık gerçekliği mutlak anlamda doğru yansıtabilen bilgi yoktur. Gerçekliğe olabildiğince yaklaşmaya çalışan doğru bilgi vardır. Bilimsel bilginin üstünlüğü, somut koşullardaki değişimi kavramaya çalışmasıdır. Marksizm bize, bütün ta-
Şubat 2007 • sayı: 23
nımların ve kavramların, tezlerin, açıklama ve değerlendirmelerin, kısacası bilginin mutlak olmadığını göreli bir değer taşıdığını öğretmiştir. Ama mutlak ile göreli arasındaki farklılık da diyalektik tarzda kavranmalıdır. Skolastik ve metafizik düşünce mutlaklığı savunmakla nasıl yanlış bir uca savruluyorsa, göreliliği mutlaklaştıran bilinemezci felsefe akımı da bir başka yanlış ucu temsil etmektedir. Bilinemezci felsefe, yüzeyde görünenler dışında öze değin hiçbir şeyi bilemeyeceğimizi iddia eder. Oysa göreli bilgimiz, bildiğimiz, bilebileceğimiz hususları içerir. Ve bu bilgi, hem bilinenleri sorgulamakta hem de bilinmeyenleri keşfetmekte bilimsel bir dayanak noktası oluşturur. Yaşamın kendisini tüm zenginliği içinde kavrayabilme çabası, diyalektik düşünmeyi ve dogmatizmden uzak durmayı gerektirmektedir. İnceleme ve düşünme sürecinde ilerlememizi sağlayan bilimsel dayanak noktaları gerçekliğin ta kendisi değil, zihindeki yaklaşık ifadeleridirler. Bunların her zaman birtakım eksiklikler ve kusurlar içerebilecekleri unutulmamalıdır. Bilimin her dalında, tıpkı doğanın diyalektik hareketinde olduğu gibi, yeni bulgular eşliğinde eskiyi yadsıyan ve bu sayede bir üst basamağa sıçrayan sarmal bir hareketlilik vardır. Doğa bilimleri, var olan bilgiyle yetinmeme, gözlem ve deneyi geliştirme ve bunu başarabilmek için gerekli araçları zenginleştirme çabası sayesinde ilerleyebilmiştir. Bilimsel kuşkuculuk, mevcut bilgiyi sorgulama ve yeni bilgilere ulaşma tutkusu toplum bilimi alanında da kesinlikle gereklidir. Üstelik organik doğada gözlemlenen süreçler nispeten benzer biçimde tekrarlanabilirken, toplum tarihinde incelenen olgular somut koşullardaki farklılıklara bağlı olarak sürekli değişen yönler içerirler. Bilim ve teknikteki her yeni keşif, ya da toplumsal yaşama dair her yeni bilgi kavrayışımızı ilerletir. Fakat diğer yandan da, üzerinde düşünülmesi ve yanıt bulunması gereken yeni soruları önümüze koyar. Marksizm dogmatizmin, yani değişen gerçeklik karşısında değişmez olduğu varsayılan açıklama ve formüllere saplanıp kalmanın düşmanıdır. Dogmatizme düşmemek için diyalektik düşünme yetisi kazanılmalıdır.
İdealizm ve materyalizm Marx ve Engels, bilimin esasında doğanın ve toplumun tarihinden ibaret olduğunu vurguladılar. İnsanlar doğanın ve toplumun tarihi konusundaki bilgi yetersizlikleri nedeniyle, kendileri hakkında, ne oldukları ya da ne olmaları gerektiği hakkında her zaman yanlış fikirlere sahip oldular. Toplumsal ilişkilerini, beyinlerinde insana ve tanrıya dair oluşmuş baş aşağı duran düşüncelere bağımlı olarak düzenlediler. Kendi beyinlerinin bu ürünleri, onları yaratan beyinlerini esir aldı. Düşünceyi ve tanrı fikrini yaratanlar, kendi yarattıkları şeyler önünde secdeye vardılar. Düşünce ile varlık arasındaki ilişki ve bu ilişkide hangisinin önde geldiği çağlar boyu felsefenin temel konusu oldu. İdealist felsefe düşünceyi varlığın önüne geçirdi. Bu
marksist tutum
felsefeye ya da bu dünya görüşüne göre evren ve dış dünya, düşünce bunları beyinde yarattığı için var oldular. Ünlü felsefeci Descartes’in “düşünüyorum, o halde varım” özdeyişi bu ters kavrayışı çarpıcı biçimde dile getirir. Oysa gerçeklik böyle değildir. Var olduğumuz için düşünürüz. Materyalist felsefe, evreni, dış dünyayı ve kendi varlığımızı bu doğru yaklaşım temelinde kavrar ve açıklar. Marksizm, doğanın ve toplumun, biz düşünsek de düşünmesek de var olduğunu ve düşüncemizin zaten bu varoluştan türediğini kanıtlayan bilimsel ve materyalist dünya görüşüdür. Aslında düşünce denen şey, yaşamın insan beyninde doğru ya da yanlış yansımasıdır. Yaşam alanına gerekli bilgi donanımıyla ve geniş bir ufuktan bakan kişi, doğru düşünce yöntemi sayesinde gerçekliğin baş aşağı edilmemiş düşünsel yansımasını zihninde üretebilir. Bu sayede elde edilen bilgi gerçek yaşamdan türetilmiş sağlıklı bilgi olacaktır ve bu durum düşüncenin kaynağının gerçek yaşam süreci olduğunu ispat eder. En soyut görünen matematik alanında bile bilimsel olarak kanıtlanmış formüller, simgeler, sayısal ifadeler birtakım dâhilerin kafalarından öylesine fırlayıp çıkmış ürünler değildir. Bunlar gerçek yaşamdaki karmaşık bağıntıların matematik dilindeki karşılıklarıdır. Pek çok kişi bunun bilincinde olmasa da, sayılar ve geometrik biçimler, gerçek dünyada varolan nesnelerin, hareketin ve bunlar arasındaki çeşitli türden ilişkilerin ifadesidirler. Ne var ki idealist felsefe gerçekleri ters yüz eder. Tarihin ve toplumsal yaşamın ve düşünce üretiminin idealist açıklamasında düşünce gerçek yaşamdan önde gelir. Buna göre en basitinden en karmaşığına kadar her tür düşünce, salt düşünen beynin ürünüdür. Ve düşünce yaşamın değil, yaşam düşüncenin yansımasıdır. Yaşamdaki nesneler, mutlak akıl bunları düşündüğü için varolmuşlardır. Bu yanlış kavrayışa göre, örneğin soyut düşünce tamamen kerameti kendinden menkul biçimde sayıları ya da geometrik şekilleri icat etmiştir. Gerçekliğin bu ters yüz edilmiş felsefesine göre, yaşamsal gereksinmelerin çeşitlenmesi bizzat insanın üretici faaliyetinden kaynaklanmamış da birtakım büyük düşünürler düşündüğü için böyle olmuştur. İdealist anlayış gerçekliği böylece çarpıtıp düşünceye mutlak güç atfettiğinden, kendini doğa bilimlerinin belirleyiciliğinden de bağımsız kılmıştır. Bu nedenle, aslında kendi yaratısı olan bir düşünce dünyası içinde debelenip durmuştur. Çeşitli idealist düşünce okulları arasındaki tartışmalar dış dünyadan neredeyse tamamen kopuk bir içsel tartışma niteliği taşır. Dünyada önemli altüstlükler yaşanırken kiliselere kapanmış din bilginlerinin meleklerin cinsiyetini tartışmakta oldukları, idealist felsefenin gülünçlüğünü çarpıcı biçimde dile getiren bir örnektir. İdealizm, felsefenin ayaklarını yeryüzünden kopartarak adeta gölgelerden oluşan bir “gerçekler” âleminde saltanat sürmüştür. Oysa materyalist anlayışın kanıtladığı gibi, düşünce, türettiği ilkeleri, kategorileri ve kavramları, kendi dışında varolan evrenden, dış dünyadan alır. Örneğin sermaye ve
29
marksist tutum
emek gibi iktisadi kategoriler, toplumsal üretim ilişkilerinin teorik ifadeleri ve varolan gerçekliğin düşünsel soyutlamalarıdırlar. Fikirler ve kategoriler, ifade ettikleri ilişkilerden bağımsız ebedi varoluşa sahip değillerdir. Bunlar tarihsel ve geçici ürünlerdir. Sermaye ve emek karşıtlığına dayanan üretim ilişkileri ortadan kalktığında, bu kategoriler de mevcut toplumsal yaşamı ifade etmek bakımından geçerliliklerini yitireceklerdir. Materyalist düşüncenin gelişimi de başlı başına önemli bir konudur. Marx ve Engels, önemli Alman felsefecisi Feuerbach’ın da savunduğu eski materyalizmin eksikliklerini tespit etmişlerdi. Bu materyalizm kimya ve biyoloji gibi alanlarda sağlanan son gelişmeleri hesaba katmamıştı, dolayısıyla mekanik yanı ağır basıyordu. Hareketi basitçe mekanik yer değiştirme düzeyinde algılıyor ve evrendeki dönüşümü makinelerde olduğu gibi zorunlu bir nedensellik sürecine bağlıyordu. Özetle diyalektik değildi, metafizik görüşlerden kendini kurtaramamış ve tarihsel materyalizm düzeyine yükselememişti. Devrimci pratik eylemin rolünü kavrayamamıştı, dünyayı yalnızca yorumluyordu. Marx, Feurbach’ın felsefesini eleştirirken bu aksaklığı özellikle dile getirdi. Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardı, oysa sorun onu değiştirmekti. Marx yalnızca dini düşüncelerin yansıttığı idealizmi değil, idealist felsefenin bilimsel kisvelere bürünen çeşitlemelerini de eleştirdi. Üniversite kürsülerine egemen olan ve akademik çevrelerde büyük otoriteler olarak kabul edilen kimi Avrupalı düşünürlerin savunduğu bilinemezciliği (agnostisizm) ve olguculuğu (pozitivizm) teşhir etti. Herkes için geçerli nesnel bilgi olabileceğini reddeden bilinemezcilik ve bilimciliği savunduğu halde aslında nesnel gerçekliği yadsıyan olguculuk, her zaman metafizikle uzlaşmaya, egemen düzene karşı çıkmamaya kapı açtı. Marx, bu tarz düşünce sistemlerinin idealizme verilmiş gerici ödünler olduğunu son derece parlak biçimde kanıtladı. Modern materyalizm içsel özellikleriyle tamamen diyalektiktir ve diğer bilimlerin üstüne taht kurmuş bir felsefeye hiç de ihtiyacı yoktur. Kendi ekseninde dönüp duran ve dış dünyadan kopuk bir felsefenin, modern çağda insan düşüncesini ilerletmeye hiçbir faydası dokunmamıştır ve dokunamaz da. İnsanın yaşam koşullarını bilinçli biçimde düzenlemesi için, dünyada olup bitenleri kavramayı mümkün kılacak bilgilere, deneylere, doğa bilimlerine ihtiyacı vardır. Burjuva bilimciler doğa bilimleri alanında materyalizmi ve diyalektiği benimsedikleri oranda yol alabildiler. Ne var ki sıra toplum bilimleri alanına geldiğinde, bu bilimcilerin tipik bir idealist gibi düşünüp tutum aldığını ortaya koyan sayısız örnek vardır. Fizik, kimya, astronomi ya da biyoloji alanında bilimi ilerletici büyük bilimsel buluşlara
30
Şubat 2007 • sayı: 23
imza atıp, toplumsal yaşamda gerici fikirleri destekleyen kişileri bulup çıkarmak zor olmayacaktır. Hatta bizzat kendi bilim alanları dahilinde eklektik bir düşünsel yapıya sahip olan bilimcilerin sayısı da az değildir. Örneğin mekaniğin ve gök cisimlerinin hareket yasalarına bilimsel açıklamalar getiren büyük bilgin Isaac Newton, evrendeki hareketin tanrı tarafından verilen ilk itkiye bağlı olduğuna inanabilmişti. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de, bir taraftan bilimsel görüşleriyle tanrıyı evrenden kovarken, diğer yandan bir yaratıcının olması gerektiği fikrine dört elle sarılan nice bilim insanı var. Böylesi örnekler kimi durumlarda kişilerin iç dünyasındaki yanılgılara bağlanıyor olsa da, genelde ve son tahlilde burjuva toplumda sınıfsal tutum alışla yakından ilintili bulunuyor. Egemen sınıflar çağlar boyu emekçi kitlelerin uyanışını engellemek için gerçekleri çarpıttılar. Bu yüzden insanlar, kendileri, çevreleri ve ilişkileri hakkında hep yanlış fikirlere sahip oldular. Yine aynı nedenle, kendi yaratıcı ve dönüştürücü güçlerinin bilincine varamadılar. İdealist felsefe ve din, yaşamın gerçek anlamda devamını sağlayan üreticiyaratıcı kitlelerin, insan düşüncesinin ürünü olan hayali şeyler önünde secdeye varmasını sağladı. İdealist felsefe günümüzde de sömürülen kitlelerin bilincini çarpıtmak amacıyla, insanı yaratanın bizzat insanın üretici faaliyeti olduğunu yadsıyor. Bilimsel ve teknolojik devrimlerle övünen kapitalizm, beri yanda tüm yaşamın bir mutlak yaratıcı tarafından yaratılmış olduğu fikrini hâlâ topluma empoze ediyor. Bilimsel düşüncenin ve bilimsel buluşların ilerlemesi sonucunda yaratıcı fikri toplumsal yaşamdan kovulduğu oranda, idealizm bu kez de çarpıtmalarını bilimsel ambalajlarla piyasaya sürüyor. Sınıflı toplumların tarihinde hep görüldüğü üzere, toplumsal yozlaşma ve çürüme koşulları, doğaüstü güçlerden medet umma ve mistik fikirlere sarılma şeklinde seyreden kör inançları beslemektedir. Bilimsel ilerleme bakımından kat edilen mesafelere rağmen kapitalist düzen de bu kuralın dışında kalamamıştır. 20. yüzyılı bir yana bıraktık, yeni milenyuma giriş diye onca reklâmı yapılan 21. yüzyıl da beraberinde kapitalizmin derinleşen çürümesini ve toplumu uyutmak için baş vurulan eski hurafeleri getirdi. Canlı türlerin kökenini ve çeşitlenmesini açıklayan evrim teorisinin yıllar içinde bilim alanında elde edilen yeni verilerle büsbütün güçlenmesi karşısında, din çevrelerinin –Hıristiyan ya da Müslüman vb. fark etmez– “akıllı tasarım” gibi zırva teorilerden medet umması bu durumun çarpıcı bir örneğini sunuyor. (devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır
Küresel Isınma Tehdidi Altında, Geleceğimiz Selim Fuat “Doğa yaşamak için gereksinilen bir araç değil, yaşamın ta kendisidir” der Marx 1844 Elyazmaları’nda. Kapital’dekiler de dâhil olmak üzere pek çok yazısında da kapitalist üretim biçiminin, toplumsal üretim sürecinin bileşim ve tekniklerini, aslında tüm zenginlik kaynaklarını, yani doğayı ve işçileri kurutarak düzenlediğinden bahseder. Üzerinden henüz 150 yıl kadar bir süre geçmiş olmasına rağmen insanlık bugün, Marx’ın, kapitalizmin daha gençliğinde öngördüğü bu eğilimlerinin en trajik sonuçlarıyla yüzleşmek noktasındadır. Çünkü yaşamın ta kendisi olan doğa, ona hükmetmeyi başardığı oranda onu pervasızca sömüren kapitalist üretim tarzının ölümcül tehdidi altındadır. Yaşamın kaynağı kurumak üzeredir. Şu anda Grönland’dan Klimanjero’nun karlı zirvelerine kadar her yer ısınıyor. Hem de büyük bir hızla. Tüm dünyada nehirler ve yeraltı su kaynakları kurumaya başladı. Dünyanın atmosfere yakın yüzeyinin ortalama sıcaklığı 20. yüzyılda 0,6 °C (± 0,2) arttığı için, yeryüzü, geçtiğimiz yıl, son 400 bin senedir gördüğü en yüksek ortalama sıcaklığa yaklaştı. 2007 yılınınsa daha sıcak geçeceği söyleniyor. İklimbilimciler, önümüzdeki kısa dönemde Akdeniz ülkeleri ve Brezilya’da aşırı kuraklık, sıcaklık dalgaları ve seller yaşanacağını öngörmekteler. Kuzey Buz Denizinde bir yılda Türkiye büyüklüğünde buz eriyip gitmiş, kutba
kadar uzanan bir yarık açılmıştır. Kuzey kutbunda ortalama yüzde 0,15 olan yıllık buz erimesi, son iki kışta yüzde 6’ya çıkmış, yani 40 kat artmıştır. Bütün bu gelişmelere yani en genel adıyla küresel ısınmaya, atmosferde artan sera gazlarının neden olduğu düşünülmektedir. Karbondioksit, su buharı, metan gibi bazı gazlar, güneşten gelen radyasyondaki enerjiyi soğurma özelliğine sahiptir. Bu gazların atmosferdeki oranlarının normalde var olanın üzerinde değerlere ulaşması, güneş enerjisinin daha fazla soğrulmasına neden olduğu için, yerkürenin fazlaca ısınmasına yol açmaktadır. Bugün için bilim çevreleri, küresel ısınmanın oluşmasında en önemli faktör olarak atmosferdeki karbondioksit oranının artmasını gösteriyorlar. Her ne kadar atmosferdeki karbondioksit, yeşil bitkilerin fotosenteziyle ve karbondioksitin litosfer yüzeyinde suda çözünmesiyle atmosferden çekilmekte ise de, bu mekanizmaların emme kapasitesinin üzerindeki karbondioksit salımı, dünya üzerinde sera etkisi yaratmaktadır. Atmosfere salınan bu fazla karbondioksitin kaynağı ise elbette kapitalist sanayi üretimidir. İklimbilimcilerin yaptıkları çeşitli araştırmalarda ortaya koydukları gibi, bu fazlalığın kaynağını, yanardağ ve güneş patlamaları gibi doğal iklim güçleri ile açıklamak imkânsızdır. BM Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), 2001’de yayımladığı ve bir dönüm noktası oluşturan raporda, geçtiğimiz yüzyıldaki ısınmanın çok büyük ölçüde “insan etkinliğinden” (siz bunu kapitalist üretim diye okuyun) kaynaklandığını açıkladı. Küresel yüzey sıcaklıkları, kapitalist üretim tarzının öncesindeki dönemlerde olduğundan çok daha hızlı bir şekilde artmaktadır. Bu yüzden bugünkü felâketin nedeninin kapitalist üretim anarşisi olduğu hakkında hiçbir şüphe yoktur. Bilimsel araştırmaların sonuçlarına bakmaksızın, bireysel deneyimlerimizle dahi fark edebildiğimiz küresel ısınma olgusu, kapitalistlerin bir bölümü tarafından yok sayılmakta, başka bir bölümü tarafından da saçma sapan gerekçelere bağlanmaktadır. Örneğin geçtiğimiz günlerde Türkiye’deki ABD elçisi Edelman ile birlikte İncirlik Üssü’nü
31
marksist tutum
de ziyaret eden ABD’li Cumhuriyetçi Senatör James Inhof ülkesinde verdiği demeçte, “küresel ısınma yalanını uyduranları ABD sanayisini yok etmeye çalışmak”la itham etti. Bu durumda, Grönland’daki buzulları eritenler de bu yalanı uyduranlar olmalıdır herhalde! Amerikan Uzay Araştırmaları Dairesi’nin (NASA) araştırmalarına göre ise, Kuzey kutbunda her geçen gün eriyen buzulları Hindistan’da yemek yapan kadınlar eritmekteymiş. Araştırmada buzullara düşen kurumun Güney Asya’dan geldiği tespit edilmiş. Bu bölgeden atmosfere karışan kurumun yarısı da Hindistan’da açık havada yapılan yemek dumanlarından çıkıp rüzgârla Kuzey kutbuna ulaşıp buzulların üstüne düşüyor ve erimelerine neden oluyormuş!!! Hatırlanacaktır, ABD başkanı Bush da bir süre önce büyükbaş hayvanların havaya saldıkları gazların küresel ısınmaya sebep olduklarını söylemişti. Neyse ki Marksist olmasalar bile hâlâ aklı başında açıklamalar yapabilenler ve sorunu dürüstçe ortaya koyabilenler var. Örneğin, önde gelen iklimbilimcilerden James Hansen, meteorologları bir araya getiren Operation Sierra Storm toplantısında yaptığı bir konuşmada, dünyanın sıcaklığının son 30 yılda 1°C arttığını belirterek, bugünkü sıcaklığın son 400 bin yılın en üst seviyesi olduğuna vurgu yaptı. Hansen, yeryüzünün bu yüzyılda 3°C daha ısınmasının felâket olacağını söyledi. Bu gelişmelere karşı tedbir almak içinse en fazla 10 yıl kaldığını duyurdu. Yani, atmosferdeki karbon akışını tersine çevirmek için sadece 2015’e kadar vakit kaldığını, bir kez eşik aşılırsa ondan sonrasını kimsenin kestiremeyeceğini, çünkü artık “başka bir gezegen”den bahsediyor olacağımızı belirtti. Yeryüzünün nasıl davrandığı konusunda en bütünsel bakış açıla-
32
Şubat 2007 • sayı: 23
rından birisini ortaya koyan bilim insanlarından biri olan James Lovelock da, yayımladığı son kitabında, okyanusların ısınmasıyla yosunların ölümü, dünyanın yansıtma gücünün değişmesi, tropik ormanların yok olması, birçok yerde muazzam ölçüde metan gazı açığa çıkması gibi süreçler sonucunda dünyanın birkaç on yıl içinde çok sıcak hatta daha ileride Mars gibi tamamen kavrulmuş bir gezegene dönüşeceğini, milyarlarca insanın öleceğini ve en fazla 200 milyon insanın Kuzey kutbu civarında belki hayatta kalacağını anlattı. Bir felâketler zinciri tehlikesine dair bu söylenenler, boş yaygaralar veya felâket tellâllığı olarak görülemez. Bütün veriler, doğanın, kapitalizmin elinde bir yeryüzü cehennemine doğru hızlı adımlarla evrilmekte olduğunu göstermektedir. Gerçekten de insanlığın önünde bir ekolojik yıkım tehlikesi vardır ve bugünkü eğilimler tersine çevrilemezse dünya için çok geç olabilir.
Kapitalizmi yıkmaktan başka çare yok! Doğa birbirine bağlı bir ekosistemler bütünü olduğundan yaşanan sorunların önemli bir kısmı bütünsel boyutlara sahiptir. En azından kapitalizm döneminde pek çok çevresel sorun kendisini küresel boyutlardaki etkileri ile ortaya koymuştur. Dolayısıyla ekolojik sorunların etkileri dünyadaki tüm canlılar tarafından topyekûn yaşanmaktadır. Küresel ısınma üzerine yapılan çok sayıda araştırma sayesinde dünya, tarihinde belki de ilk defa fiziksel yok oluşun da bir ihtimal olabileceğini bu kadar yaygın ve açık biçimde tartışmaya başladı. Bilim ve teknolojideki tüm ilerlemelere rağmen, toplumun, kontrol edemediği güçlerin insafına terk edilmiş durumda olduğuna dair Marksist tez daha anlaşılır hale geldi. “Ya Sosyalizm Ya Barbarlık” sloganı ise dünyanın fiziksel yok oluşunu da bir ihtimal olarak içerecek biçimde anlamını genişletti. Kapitalizmin elinde bilim ve teknoloji, uygarlığı tehdit eden potansiyelleriyle insanlığın kâbuslarına sebep olmaktadır. Ancak bütün bu çevresel felâketlere ve olası kıyamet senaryolarına rağmen, yine bilimin ve teknolojinin geldiği düzey sayesinde insanlığın kurtuluşu da mümkün olabilecektir. Bilimsel ilerlemelerden geriye dönüş diye bir şey yoktur. Var olan ilerlemeleri reddetmekle sorunlar aşılamaz. Bütün bu sorunların çözüm yolu, kapitalist üretim anarşisine son vermekten geçiyor. Teknolojinin doğanın geri dönüşsüz bir biçimde tahrip edilmesi doğrultusunda kullanılmasının ve çevreyi mahvedip yeryüzünde bir cehennem yaratmasının engellenmesi, ancak kapitalist üretim tarzının bir devrimle ortadan kaldırılması sayesinde mümkün olabilecektir. Bugün dünya işçi sınıfının somut tarihsel görevi de budur.
“Yoksa Bizi Beğenmiyor musunuz?” Kerem Dağlı
U
zunca bir süre yayında olduğu halde Gaffur tiplemesinin dâhil hil olmasıyla sı dizisindeki ünlenen ve burjuva medyada da gündeme oturan Avrupa Yakası lduğu bazı tiplemeler ve aralarındaki ilişki, aslında kulaklarımızın aşina olduğu an bir tartışmaların tekrardan alevlenmesine sebep oldu. Gaffur halk tarafından ette anda ve öylesine benimsendi ki, adına futbol takımları kuruldu, internette onlarca fan kulübü oluşturuldu, Kamu-Sen ve Yapı Yol-Sen’li işçiler ey-lemlerini Gaffur pijamalarıyla yaptılar, televizyon kanallarının ana haber bültenlerinde yer almaya başladı, “Sümerbank” pijaması yok satacak denli kapışıldı, birçok eğlence mekânında parodileri ve taklitleri yapılmaya başlandı. Kısacası, kimilerince “ezilenlerin sembolü” olarak gösterilen Gaffur toplumsal bir fenomen haline geldi. Bir kısım medya –ki “İslamcı” sıfatıyla anılıyorlar– aniden Gaffur’un Allah’ın isimlerinden biri olduğunu ve kasıtlı olarak böylesi “aşa-ğılık ve rezil tiplere” verildiğini, bunun “dine savaş açmak” anlamına gel-diğini, “şeytanlık ve din düşmanlığı” olduğunu keşfetti! Diğer bir kısım m er– medya da –ki bunlar da kendinden menkul bir “radikal”liğe sahiptirler– ”ni, “Gaffur tiplemesinin görgüsüzlüğün yayılmasına hizmet ettiği”ni, “Gaffur’un pijamayla dolaşmasının görgüsüzlük olduğu”nu, “bir arada rada mutlu olmanın, olmazsa olmaz şartlarından birinin, bunu böyle düşünsek nsek de düşünmesek de, hemen hepimiz için görgü” olduğunu buyurdular. ular. iren Burjuva medyanın geri kalanında ise, “ezilenlerin sesi” olarak beliren atırGaffur’un ezilenlere kendilerine ait bir sesleri ve kimlikleri olduğunu hatırlatması tehlikesini bertaraf etme telaşesi görülüyor. Ancak Gaffur tiplememesinden de, onun yarattığı etkiden de en çok rahatsız olan kesim hiç kuşkuşkusuz Beyaz Türkler oldu. Zaten medyadaki “rahatsızlık” ifadesi seslerin n sahasıl hipleri de bu Beyaz Türklerin bir parçası yahut kalemşorudurlar. Velhasıl kelam, İslamcıların “din düşmanlığı” tezini bir yana bırakırsak, geriye kalan Gaffur karşıtlığı esasen Beyaz Türklerin uzunca bir süredir devam eden n hazım sorununun bir tezahürü, ezilenlerden duyduğu ölesiye korkunun bir dışa vurumudur.
33
marksist tutum
“Kısa bacaklı, uzun kollu ve kıllı” Zenci Türkler, Beyaz Türklere karşı! Hatırlanacak olursa, Beyaz Türklerin bu rahatsızlığının yakın zamanlardaki bir örneği, 2005 yılının Temmuz ayında “umuma açılan” Caddebostan plajına halkın akın etmesi ve “don-gömlek” denize girerek buranın yerlisi vatandaşı huzursuz etmesiyle birlikte yaşanmıştı. Bu rahatsızlık o boyuttaydı ki, artık dayanamayarak içindeki sınıf kinini kusan bir Beyaz Türk durumu aynen şöyle ifade ediyordu: Don paça soyunmuş adamlar geviş getirerek yatarken, siyah çarşaflı ya da türbanlı, istisnasız hepsi tesettürlü kadınlar mangal yellemekte, çay demlemekte ve ayaklarında ve salıncakta bebe sallamaktadırlar. (…) kirli beyaz atletleri ve paçalı donlarıyla yatı[yorlar], geviş getirip geğiri[yorlar]. (…) Ümraniye plaja indi. Tesettür anaları kumsalda mangal yeller, babaları don paça yatarken, irili ufaklı danaları da pamukludan dalgıç tulumlarıyla suda cıp cıp yapıyorlardı. (Mine Kırıkkanat, Radikal, 27 Temmuz 2005)
Peki, kimdi bu Beyaz Türkler ve neydi onları bu denli rahatsız eden? Meselenin aslını anlamak için biraz daha gerilere gitmek ve eski bir yaraya parmak basmak gerekiyor. Beyaz Türk kavramı 90’lı yıllardan bu yana kimileri tarafından “kendini Türkiye’nin ilericileri olarak gören, devletin resmi ideolojisi olan Kemalizmi savunan, çoğu kolejlerde ve hatta sonra yurt dışında eğitim görmüş olan, 1980 sonrası ortamda büyüyüp köşe dönme kültürünü özümsemiş, iyi mesleklere, Batılı yaşam standartlarına kavuşmuş, genç ve orta yaş kuşaktan insanlar”ı tanımlamak için kullanılıyor. Bu tanımlamada belirleyici olan, Beyaz Türklüğün seçkinci-elitist yaklaşımıdır. Bu seçkinci yaklaşımın kökü Osmanlı’nın İttihatçı paşalarına kadar uzanır. Osmanlı döneminde “devleti kurtarma” refleksiyle öne çıkan ve kendilerini “devletin sahibi” olarak gören asker-sivil bürokrasi zümresi, daha sonra TC’yi kurarak 1920’li ve 30’lu yıllarda giriştikleri “tepeden devrim”lerle toplumu modernleştirmeye soyunmuşlardı. Devletin bekası için modernleşme yahut Batılılaşma, yani kapitalistleşme öngörülüyordu. Sanayileşme devlet eliyle gerçekleştirilmeye çalışılırken, asıl “devrim”ler yoksul ve köylü halka Batılı gömleği giydirilmeye çalışılmasıyla hayata geçiriliyordu. Bu zümre yeni bir toplum yaratma işini halkın kendiliğinden beceremeyeceğini, çünkü gereken vasıflara ve niteliğe sahip olamayacak denli cahil, geri ve kültürsüz olduğunu düşünüyordu. Ancak kendileri gibi “seçkin”lerden oluşan kadrolar bu işin üstesinden gelebilirlerdi. Ve o, iyi bildiğimiz “devrim”ler halkın tepesine tepesine indirilerek bu iş başarıyla tamamlandı! Fes çıkartılıp şapka giyildi, şalvar yerine pantolon, kara çarşaf yerine tayyör geçti. Böylece bir gecede “geri” bir tebaadan “modern” bir vatandaş yaratılmış olundu! Kemalist seçkinlere göre iş başarılmıştı ama halkta nedense bir tuhaflık vardı, “cahil” halk Batılılaşmak istemiyordu. Modernleşmeye karşı direnen “kadir bilmez” ve “cahil” halk, tek parti diktatörlüğü
34
Şubat 2007 • sayı: 23
sonrasında gidip çarıklıya oy verdi ve onları başa getirdi. Beyaz Türklerin halktan korkusu da böylece gerçekleşmiş oldu. O günden beri Beyaz Türkler her daim “bilinçli ve planlı bir tasfiye hareketi ile karşı karşıya oldukları”nı söyler dururlar. İşin aslı, bu “seçkin”ler tayfasının halk korkusunun ardında Osmanlı’nın devletlû sınıfının sahip olduğu reflekslerin de önemli bir payı vardır. Kemalist “seçkin”lerin halk korkusu o derece vahimdi ki, bir yandan Batılılaşmayı, yani kapitalistleşmeyi isteyip, diğer yandan bunun zorunlu bir sonucu olan kırdan kente göçü önlemeye çalışmışlardı. Ancak neticede tarihin karşı konulmaz işleyiş yasaları hükmünü icra etmiş ve korktukları başlarına fazlasıyla gelmiştir. 50’li yıllardan itibaren sanayileşmenin sonucunda yaşanan muazzam göç dalgalarıyla birlikte, Beyaz Türkler, o çok sevdikleri İstanbul, İzmir ve Ankara gibi kentlerini Zenci Türklerin istilasından koruyamamışlardır. Kendi tabirleriyle “barbar istilasına” karşı koyamayınca çareyi ricatta görerek en azından devleti ve asli kurumlarını koruma altına almışlar, üniversiteler, yüksek mahkemeler, ordu vb. gibi kurumlara çekilerek savunma savaşı yürütmeye başlamışlardır. Ne var ki bugün birilerinin Beyaz Türkler olarak adlandırdığı kesimler, Kemalist seçkinlerden ibaret değildir. Bunlara, burjuvazinin sosyetik bir yaşam süren kesimleri kadar, kendileri bu “seçkin”ler sınıfına dâhil olmadıkları halde, işçi-emekçi sınıfların geneline nazaran daha iyi ve ayrıcalıklı bir durumda olan kentli küçük-burjuvazinin bir bölümü de dahildir. Hal böyle olunca, bu sonuncuların kraldan çok kralcı geçinmeleri de anlaşılır bir durum haline gelmektedir. Bu seçkinciler sürekli burunları havada gezdiklerinden aşağıda, toplumda olup bitenlerden ya hiçbir şey anlamazlar ya da kendilerine özgü birtakım anlamlar çıkartırlar. İstanbul’un nüfusunun sürekli artmasından, plajların yoksullar tarafından işgal edilmesinden, kirli atletli ve kıllı adamların sahil kenarlarında mangal yapmasından duydukları rahatsızlığın, yahut “Avrupa Yakası” adlı dizide olduğu gibi Sütçüoğlu ailesinin biricik kızının konuşurken kapıcı parçası Gaffur’a anlamsız ve boş ifadelerle bakmasının sebebi budur. Kendi kafalarında yarattıkları dünyalarında yaşamaktan ve içe kapanmaktan dolayı geliştirdikleri paranoyak ruh hali, sömürünün ve sefaletin pençesinde kıvranan yoksul halkın bir parça ferahlamak için tek şansı olan halka açık plajlara akın etmesini ve pijamalı Gaffurların yayılmasını bir istila hareketi olarak görmelerine neden olur. Hiçbir zaman dâhil olamayacakları büyük burjuvaziye zıplamak için duydukları özlem, içinden çıktıkları halkla bir arada bulunmak ve aynı havayı teneffüs etmekten dahi tiksinti duymalarına yol açar. Zannederler ki, halktan ne kadar uzaklaşırlarsa bu sınıfa o kadar yaklaşacaklar. Kapıcı Gaffur’un Sütçüoğlu ailesine ihtiyacı yoktur, ama Beyaz Türklerin “ihtiyaçlarını görmek için varolan” bu işçilere gereksinimi vardır. Dolayısıyla ne kadar kaçarlarsa kaçsınlar, onsuz da yaşayamazlar.
Şubat 2007 • sayı: 23
Beğenmedikleri ve aşağıladıkları “amele sınıfının” ortalıkta fazla görünmemesini, sahil kenarlarına inmemesini, plajlara gelmemesini, yılbaşında Taksim meydanına çıkmamasını, bayramlarda sağlanan bedava ulaşım hizmetinden yararlanarak “ortalığa saçılmamasını” isterler. İsterler ki, bunlar sadece ihtiyaç duydukları an gelsin Gaffur misali çöplerini alsın, inşaatlarda, konfeksiyon atölyelerinde en ağır ve en pis işleri en ucuza yapsın ama sonra hızla şehrin merkezinden ve güzide mekânlarından uzaktaki kondularına geri dönsünler! Sıfatları beyaz, ancak ruhları ve fikirleri kara olan bu seçkincilerin bencil ve hastalıklı halleri artık hepimizin malûmudur. Fakat mesele bu kadarla kalsa yine iyi. Beyaz Türklerin bu yaklaşımı, siyasi konjonktürle birleştiğinde ortaya daha vahim bir tablo çıkmaktadır. Bu seçkinci yaklaşım bugünün uluslararası ve ulusal siyasi eğilimleriyle birlikte gittikçe ırkçı ve faşizan bir hal almaktadır. Bir yandan kapitalizmin küresel krizi ve kızışan emperyalist paylaşım kavgasının ateşiyle, diğer yandan burjuvazinin AB’ci kanadı ile milliyetçistatükocu kanadı arasındaki kapışmanın aleviyle beslenerek büyüyen şovenizmin bir unsurunu da bu seçkinci yaklaşım oluşturmaktadır. Kendilerini vatandaş ötekileri ise halk diye niteleyen ve bu anlamda halktan olmayı aşağılık bir durum sayacak denli bayağılaşanlar da yine bu Beyaz Türk olarak nitelendirilen seçkincilerdir. Bu seçkinci yaklaşım bugünün uluslararası ve ulusal siyasi eğilimleriyle birlikte gittikçe ırkçı ve faşizan bir hal almaktadır. Bir yandan kapitalizmin küresel krizi ve kızışan emperyalist paylaşım kavgasının ateşiyle, diğer yandan burjuvazinin AB’ci kanadı ile milliyetçi-statükocu kanadı arasındaki kapışmanın aleviyle beslenerek büyüyen şovenizmin bir unsurunu da bu seçkinci yaklaşım oluşturmaktadır. Kendilerini vatandaş ötekileri ise halk diye niteleyen ve bu anlamda halktan olmayı aşağılık bir durum sayacak denli bayağılaşanlar da yine bu Beyaz Türk olarak nitelendirilen seçkincilerdir. Öteden beri Beyaz Türklerin has partisi olan CHP’nin faşist MHP ile “milli cephe” kurma yolunda attığı adımlar dünya çapında yayılan gerici-faşizan eğilimlerle birleştiğinde, Gaffur’a fırlatılan korku ve nefret dolu bakış, asıl tehlikede olanın Beyaz Türkler değil de Zenci diye aşağılanan işçi-emekçi kesimler, Kürtler ve toplumdaki tüm diğer ezilenler olduğunu ortaya koyuyor. Hem sınıflar mücadelesinin dev sahnesinde hem de söz konusu dizide yer alan bir diğer tipleme ise, ne Zenci Türklere ne de Beyaz Türklere dâhil olabilmiş Burhan Altıntop karakteridir. Beyaz Türklere dâhil olma ateşiyle yanıp kavrulan ve fakat şivesi bozuk Türkçesiyle, henüz üzerinden atamadığı taşralı tavırlarıyla, iyi bir eğitim alamamışlığıyla (“açık öğretim fakültesi mezunu”), üzerine oturmayan bir ceket havasını veren “moderen” halleriyle sürekli dışlanan Burhan Altıntop, dönüp dolaşıp kendisine kucak açan ye-
marksist tutum
gâne karakter Gaffur’un yanında soluğu almaktadır. Onun yanında, kendisi gibi olmanın verdiği rahatlığı duymakta, istediği gibi davranabilmekte ve her düşündüğünü açıkça konuşabilmektedir. Ancak sınıf atlama arzusu benliğini sardığından, bir gün onunla beraber içip eğlenip “ölümüne kankayız!” naraları atarken, öteki gün “artık hayatından çıkmasını”, “ondan tırstığını” söyler Gaffur’a. Ne Gaffur’la ne de Gaffur’suz yapabilir. Bu da küçük-burjuvazinin duyduğu proleterleşme korkusunun bir sonucudur. Toplumun en alt katmanını oluşturan proletaryanın saflarına sürüklenmekten tırstığı için Gaffur’dan uzak durmaya çalışır, ama burjuvazinin ve mali sermayenin acımasızlığına karşın yardım isteyebileceği tek dostunun da o olduğunu bildiğinden Gaffur’dan hiçbir zaman tam anlamıyla kopamaz. Zaten kendisine ters davrandığı zamanlarda Gaffur’un Burhan’a yönelttiği “bundan sonra seni koruyacak bir Gaffur yok!” tehdidinin her seferinde tutmasının da sebebi budur. Burhan’dan öte genel olarak küçük-burjuvalardan söz edecek olursak, bunların en büyük korkusu küçük mülkünün, örneğin evinin, dükkanının, toprağının veya arabasının elinden alınması ve bir şekilde bunlara zarar gelmesidir. Kapıcı Gaffur’dan korkuları da bu yüzdendir. Ezilmiş ve yoksul Gaffur, bir gün gelecek ve onların evlerine yerleşip, arabalarına el koyacaktır. Binbir özenle korudukları ve üzerine titredikleri mobilyalarına “kirli, pis” elbiseleriyle oturacak, plazma televizyonlarını bozacaktır. Toplumdaki Burhanların sosyalizmden ve devrimden korkusu da aynı temele dayanır: küçük mülklerinin ellerinden alınması. İşte dizideki Burhan Altıntop’un kaypaklığı, sinsiliği, yalakalığı ve güvenilmezliği buradan gelmektedir.
“Çok süper olacak!” “Avrupa Yakası” adlı dizide Gaffur bir kişi ya da aileden ibarettir. Oysa sınıflı toplumda Gaffur’lar çoğunluktur. İşçi ve emekçi sınıflar, kapitalist toplumun en geniş kesimini oluştururlar. Bu anlamda Beyaz Türklerin korkusu yersiz değildir. Çünkü burjuvazi, proletarya ile birlikte bu sınıflı toplumu yok edecek silahları da var etmiştir. Şu halde, burjuvazinin ürettiği, her şeyden önce, kendi mezar kazıcılarıdır. Kendisinin devrilmesi ve proletaryanın zaferi aynı ölçüde kaçınılmazdır. Bugün için Gaffur cahil, aptalca hareketler yapan, görgüsüz, bayağı zevkleri olan, eğitimsiz, yani bilinçsiz ve örgütsüz bir konumda olabilir. Ancak sistem tarafından ardı arkası kesilmeyen akınlarla büyük şehirlerin varoşlarına sürülen ve Beyaz Türkleri rahatsız edip korkutan Gaffurlar yarın örgütlenmelerinin ve mücadele etmelerinin önüne sürekli engeller koyan burjuvazi karşısında kafaları dik ve bağırları açık bir şekilde durarak “örgütleniyorum, bir sakıncası mı var?” diye soracaklar. “Kanımca, anladın sen onu!”
35
Beynelmilel: Baharı Karşılamak Utku Kızılok
1980
öncesinde işçi sınıfının yükselen devrimci mücadelesi öylesine bir etki yaratmıştı ki, ne roman ne şiir ne tiyatro ne de sinema bu etkinin dışında kalabilmişti. Sanat ve edebiyata can veren de, onun içeriğini belirleyen de, yükselen devrimci mücadeleydi. Lakin 12 Eylül 1980 faşizmiyle birlikte örgütlü işçi sınıfı ağır bir darbe yedi ve sınıf hareketi geri çekildi. İşçi sınıfının devrimci balyozunun basıncı altında sol bir kabuğa bürünmüş Türkiye entelijensiyası da, devrimci basıncın etkisinden kurtulunca tez zamanda büründüğü kabuğu yarıp küçük-burjuva özünü dışa vurdu. Sınıf mücadelesinin geriye çekilmesiyle mücadele saflarını terk etti. Nedamet getiren ve ruhunu burjuvaziye satan bu küçükburjuvalar, devrimci ve örgütlü mücadeleye kara çalmayı da kendilerine iş edindiler. 12 Eylül sonrasının sanat ve edebiyatına damgasını basan şey umutsuzluk ve karamsarlıktı. Kendi acılarını toplumsal kurtuluş mücadelesinin yerine geçirenler, toplumu, ne denli acı çektiklerine tanıklık etmeye çağırıyorlardı. Yapılan filmler, sahnelenen oyunlar, yazılan romanlar ve şiirler nedamet getirmenin arzuhaline dönüştü. 2000’li yıllara böyle gelindi. Bu yıllar içinde, 12 Eylül faşizminin topluma giydirdiği rejimi cepheden karşısına alarak sorgulayacak neredeyse tek film yapılmadı. Son senelerde yapılan birkaç filmse, ya devrimcilerle dalga geçerek mücadeleyi aşağılıyor ya da ortada kalmışlığı veyahut pişmanlığı haklı göstermeye çalışıyordu. Böyle filmlerden sonra Eve Dönüş ve Beynelmilel gibi, faşizmin karanlığına bir nebze de olsa ışık tutan filmlerin yapılması oldukça sevindiricidir. Beynelmilel’in senaristi, filmin iki yönetmeninden birisi olan ve aynı zamanda filmde oyuncu olarak da yer alan
36
Sırrı Süreyya Önder. Önder, 1980 darbesinden sonra yaklaşık 8 yıl faşizmin hapishanelerinde yatmış. Belki ki film, Önder’in yaşam öyküsünün bir parçası. Nitekim film, Önder’in memleketi Adıyaman’da geçiyor. Film, Adıyaman’da gevende denen ve esas olarak çalgıcılıkla yaşamlarını kazanan insanların üzerinden açılıyor. Beynelmilel, faşist rejimin toplumu nasıl bir cendereye soktuğunu, baskı ve kaba zorbalığın toplumsal yaşamın her alanına nasıl sindiğini trajikomik bir dille anlatıyor. Fakat her ne kadar filmde komedi öğesi öne çıkıyor ve sürükleyici bir unsura dönüşüyorsa da, esasında film bir trajedi. Kahramanların yaşamındaki trajedi ile filme konu olan olayların gelişmesiyle yaşanan trajedi iç içe sunuluyor. Ancak daha baştan söylemek gerekirse, yönetmenler, yaşanan trajedilerden çıkış yolunu filmin sonunda oldukça anlamlı bir mesajla gösteriyor. Devrimci mücadeleye ve devrimcilere küfür etmiyor; solu övüyor ve mütevazı bir şekilde de olsa safını net bir biçimde ortaya koyuyor. Sene 1982. Faşist rejim öylesine bir pervasızlık içindedir ki, akla gelebilecek hemen her şeyi yasaklamıştır. Askeriyenin çalgıcıların eline tutuşturduğu yasaklar listesinde Lorke gibi en bilinen halk türküleri bulunmaktadır. Kuşkusuz bu halk türkülerinin Kürtçe sözcükler içerenleri, ekstra bir tehlike barındırdıklarından, daha bir yasaktırlar! Ancak yaşamın canlılığı ve renkliliği, faşizmin karanlığında bile kendi alanını yaratır. Faşizm tüm hayatı donuk kışla kuralları çerçevesine sığdırmaya çalışıp da bunu başaramayınca, ortaya hakikaten de komedinin egemen olduğu tablolar çıkar. Filmin yönetmenleri, ortaya çıkan bu komik durumlar aracılığıyla, faşizmle ve onun kışla düzeniyle inceden inceye alay ediyorlar.
Şubat 2007 • sayı: 23
Darbe sonrasında tüm pavyonlar ve eğlence yerleri kapatılır. Haliyle gevendelere de, ekmek parasını, gizlice düzenlenen eğlencelerde çalıp söyleyerek kazanmak düşer. Bir gün, bir muhbirin ispiyonlaması sonucunda çalgıcılar askerin düzenlediği ani bir baskınla “ele geçirilirler”! Muasır medeniyetin timsali ordunun subayları tarafından aşağılanıp horlanırlar ve içeri tıkılırlar. Çalgıcılara, daha sonra, askeri bir orkestra kurmaları ve kendi enstrümanlarını bir kenara bırakarak Batı enstrümanlarını çalmaları emredilir. Kurulacak bu orkestra, şehre gelecek olan Milli Güvenlik Konseyi üyelerini marşlarla karşılayacaktır. Bu arada, ne nota ne de söz konusu enstrümanları çalmasını bilen çalgıcılar, eldeki yegâne üniformalar olan temsili düşman (Fransız) kıyafetleriyle askerileştirilirler. Bilahare önlerine çalacakları marşların listesi konur. Ancak zavallı müzisyenler ne yapacaklarını bilemezler ve kendilerine bir hayli garip gözüken enstrümanlardan yine bir hayli garip sesler çıkarırlar. Ama yine de onlardan gereken marşları çalmaları istenir. Bu ve devam eden sahneler, baskıcı ve tepeden modernleşmeci Kemalizmin ne olduğunu da çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Bilindiği üzere bu topraklarda halk kitlelerinin katıldığı veya katılmasına izin verildiği bir devrim yaşanmadı. Burjuva cumhuriyet, Osmanlı’dan gelen asker-sivil bürokrasinin önderliğinde tepeden kuruldu ve halk kitlelerinin inisiyatifi boğuldu. Bu devletlû elitler, ulus-devleti nasıl tepeden inşa ettilerse, beğenmedikleri, hor gördükleri cahil halk kitlelerini de öyle tepeden “modernleştirmeye” çalıştılar. Çıkartılan yasalarla bir gecede sarığın yerini şapka aldı ve bunun adına da “şapka devrimi” dendi. Kendi yaşam tarzını zorla halk kitlelerine dayatan ve modernleşmeyi kılık kıyafete indirgeyen Kemalist biçimcilik, filmde gayet güzel işleniyor. Orkestra Eskişehir marşını çalamasa da Enternasyonal’i çalmaya başlamıştır, ama enternasyonalin ne demek olduğunu zerrece anlamayan muasır medeniyetin timsali komutan, modern gözükmedikleri için çalgıcılara saç sakal tıraşı yaptırır. Askeri elbise giydirilen ve bir de saç sakal tıraşından geçirilen gevendeler şimdi muasır medeniyet yolunda tam anlamıyla modernleşmişlerdir! Gevendeler üzerinden açılan filmin öyküsü, Haydar’ın şehre gelmesiyle doğrudan politik bir boyut kazanır. Kendisi de bir gevende olan ve üniversitede okuyan Haydar, tatilini geçirmek üzere Adıyaman’a gelir. Haydar üniversitede devrimcileşmiş ve Dev-Genç dergisi okuyan bir gençtir. Konseyin gelmesini protesto etmek amacıyla bir şeyler yapmak isterken, darbe sırasında toprağın altına gömülen kitaplar ve plaklar arasından çıkan bir plak ona esin verir. Plakta Enternasyonal’in Fransızcası yer almaktadır. Konsey üyeleri alana geldiğinde Enternasyonal çalmaya başlayacak ve böylece cunta protesto edilmiş olacaktır. Haydar marşı kasete çekmesi için Gülendam’a verir. Haydar’a aşık olan ve kaymakam olma hayalleriyle üniversite sınavlarına hazırlanan Gülendam, orkestra şefi Abu-
marksist tutum
zer’in kızıdır. Gülendam ilk devrimci eğitimini de Haydar’dan alır. Gülendam Enternasyonal’i kasete çekerken eve gelen babası, yükselen Enternasyonal marşına tabiri caizse daha ilk anda vurulur. Abuzer’in kızına ne dinlediğini sorması üzerine Gülendam, babasının tepki vereceğinden korkarak, “hani Mozart falan var ya onun gibi bir şey, konusu baharı karşılamak, beynelmilel bir şey işte” cevabını verir. Oysa Abuzer kızdığından sormamıştır bu soruyu. Çalan her ne ise onu derinden etkilemiştir. Abuzer, ertesi gün, “orkestra” çalışmalarını yaptıkları kışla odasında kemanıyla Enternasyonal’i çıkarmaya çalışır. Ne çaldığını soran arkadaşlarına da “baharı karşılamayı, kuşları filan anlatıyor, beynelmilel bir şey” karşılığını verir ve kendi bestesi olduğunu söyler. Bunun üzerine “orkestra”nın diğer üyeleri de çok hoşlarına giden Enternasyonal’i çalmaya başlarlar. Enternasyonal gerçekten de onlara baharı, yeşillikleri, çiçekleri ve kuşları hatırlatmaktadır. Enternasyonal’in ne olduğunu bilmeyen bu emekçilerin, bilmeden ve farkında olmadan, içgüdüsel bir itilimle Enternasyonal’den bu şekilde söz etmeleri oldukça manidardır. Esirler dünyasını uyanmaya çağıran, sınıfların ve sömürünün olmadığı yeni bir âlem kurulmasını talep eden Enternasyonal, işçi ve emekçi kitlelerin bir bahar sabahı (18 Mart 1871) burjuvaziyi alaşağı edip iktidarı ele geçirdiği Paris Komünü için bestelendi. Sözleri bir sanayi işçisi olan Eugene Pottier’e aitti. İlerleyen yıllarda ise Komünist
37
marksist tutum
Enternasyonalin marşı olarak kabul edildi. İnsanlığı toplumsal kurtuluşa çağıran Enternasyonal’i, yine toplumlar için kara kıştan çıkış manasına gelen bahar imgesiyle özdeşleştiren gevendeler, marşı Konsey’i karşılarken çalma kararı alırlar. Böylece Haydar’ın yapmaya çalışıp da aksilikler yüzünden yapamadığını farkında olmadan onlar yapacaklardır. Kuşkusuz Haydar’ın bundan haberi yoktur, olduğunda ise iş işten geçecektir. Konseyin karşılandığı alanda Enternasyonal çalmaya başladığında, o mutlak kudret sahibi faşist generaller neye uğradıklarını şaşırırlar. Güya büyük bir komplo söz konusudur! Silah sesleri gelmeye başlar ve meydan birdenbire savaş alanına döner. Buna karşın orkestra, faşizmin “façasını” bozan Enternasyonal’i çalmaya devam eder. Gevendeler kendilerini öylesine kaptırmışlardır ki, ancak kafalarına silah doğrultulduğunda ne olup bittiğini anlarlar. Film süresince pek çok ve hepsi de önemli olan ayrıntı gözlerden kaçmıyor. Ama bazıları ayrıntıdan öte bir tutumu ifade ediyor. Sorguya alınan Abuzer’e Enternasyonal’i çalmalarını kimlerin öğütlediği, bu marşı nereden öğrendikleri sorulur. Abuzer durumun ciddiyetini ancak o anda kavrar ve kızına işkence yapılmasını önlemek için marşı kendisinin bestelediğini söyler. Bu tutum, kendi kızına işkence yapılmasını önlemeyi içermez sadece; kendisine baharı, karakıştan çıkışı ve yeniden doğuşu hatırlatan Enter-
38
Şubat 2007 • sayı: 23
nasyonal’i bir emekçi olarak sahiplenmeyi, onu kendisinin bir parçası olarak görmeyi de içerir. Faşizmin iş başına gelmesiyle feleğini şaşıran, devrimci ve örgütlü mücadeleden kaçan, bir gecede dönekleşerek liboşlaşan ve burjuvazinin sıcak köşelerinde yerlerini alan o koca koca partilerin liderlerine gevende Abuzer önemli bir ders vermektedir. Filmin sonunda görüyoruz ki, teslim olmama tutumunu Abuzer’in kızı Gülendam da devam ettirir. Kamera, gökyüzünün sisten gözükmediği bir sanayi bölgesinde, devasa büyüklükte fabrikaların üzerinde bir gezinti yaptıktan sonra bizleri, bir gecekondudaki Gülendam’ın yeni yaşamına götürür. Belli ki Gülendam kaymakam olmamış ve bir işçi olarak kalmıştır. Objektiflere yansıyan vitrindeki Marksist kitaplardan da anlaşılmaktadır ki Gülendam, sevgilisi Haydar’ın öldürülmesine ve babasının işkencede katledilmesine karşın mücadeleden kopmuş değildir. Filmin böylesi bir mesajla son bulması kuşkusuz oldukça anlamlıdır. Marx’ın dediği gibi, “toplumdaki egemen fikirler egemen sınıfın fikirleridir.” Önceki toplumlarda olduğu gibi kapitalizmde de geniş kitlelerin bilincine egemen olan fikirler sömürücü sınıfların fikirleridir. Elbette işçi sınıfının örgütlü bir güç olduğu ve sınıf mücadelesinin yükseldiği dönemlerde burjuvazi fikirlerini dilediğince egemen kılamaz. Bunu yapabilmesi için sınıf hareketine ağır bir darbe indirmesi gerekir. İşçi sınıfının her türlü örgütünü dağıtan ve bilinç aktarma kayışlarını kopararak tarihsel hafızayı silen 12 Eylül faşizmi böyle bir darbeydi. Faşist rejim, ifadesini “bananecilik”le de bulan korkutulmuş ve atomize edilmiş bir toplum yarattı. Böyle bir topluma doğan işçi emekçi sınıfların çocukları, kendi sınıflarının mücadele mirasından tamamen habersiz büyüdüler. Faşist rejimin çizdiği toplumsal çerçeve, burjuvazinin ihtiyaçları doğrultusunda genç kuşakları yoğurdu ve bilinç ve kişiliğini dilediğince şekillendirdi. İşte yıllar sonra 12 Eylül faşist rejiminin bu tarz filmler vesilesiyle sorgulanması ve burjuvazi tarafından silinen tarihsel hafızanın geçmişten film kareleri aktarılarak tazelenmesi oldukça önemlidir. Shakespeare, “koca bir ateş yakmak isteyenler, cılız saman yığınlarını tutuşturmakla işe başlarlar” demişti. Umarız bu filmler cılız saman yığınlarını tutuşturur ve devamı gelir. 70’lerdeki devrimci mücadeleyi, 12 Eylül faşizmini ve Kürt halkına karşı yürütülen haksız savaşı her yönüyle ele alarak işleyecek filmlerin yapılması, tarihsel hafızanın genç kuşaklara aktarılmasında büyük bir rol oynayacaktır. Geçmişte, sanat ve edebiyatın içeriğini toplumsal bir içerikle belirleyen, işçi sınıfının yükselttiği devrimci mücadeleydi. Bugün de sinema, tiyatro, şiir ve romanı yeniden toplumsal bir içerikle belirleyecek ve faşizmin sorgulanmasında bir araca dönüştürecek faktör, devrimci mücadelenin yükseltilmesi olacaktır. İşte o vakit, yakılan cılız saman yığınları işçi sınıfı önderliğinde kapitalizmi yakacak büyük bir ateşe dönüşecektir.
Şubat 2007 • sayı: 23
marksist tutum
40 Bin Geçici İşçi Sendikasızlaştırılmak İsteniyor, Türk-İş Yönetimi Susuyor! A
ylardır kamuoyunda yer alan geçici işçilerin daimi işçi kadrosuna geçirilmesi ile ilgili tartışma sona yaklaşıyor. Her sorunda olduğu gibi bu sorunda da sendikal hareketin içinde bulunduğu ideolojik ve örgütsel dağınıklık, sorunun çözümüne damgasını vuruyor. İşçi sınıfına yönelik saldırıların ardı arkasının kesilmediği bu dönemde, işçilerin örgütlenmesinin önüne de her geçen gün yeni engeller çıkarılıyor. 657 Sayılı Devlet Memurları Kanununun 4-B statüsü, kamu sektöründe yeni istihdam biçimi olarak yaygınlaşıyor. Kamu sektöründe yeni işe alınan öğretmenler, hemşireler artık devlet memuru olarak değil sözleşmeli personel olarak istihdam ediliyorlar. Her yıl yenilenen iş sözleşmesiyle ve Bakanlar Kurulunun belirlediği ücretle çalıştırılıyorlar. Ücret dışında başka bir ödeme yapılması ve sözleşmelere bu yönde bir hüküm konulması yasak. Sözleşmeli personel olarak çalışan öğretmenlere tatil dönemlerinde ücret ödenmiyor. Ayrıca bu dönemde izinli sayıldıklarından başkaca bir yıllık izin de verilmiyor. 4857 sayılı yasa ile işçilere dayatılan esnek çalışma, 657 4-B statüsü ile bu kez kamu çalışanlarına dayatılıyor. Avrupa Birliği sürecinde yapılan yasal düzenlemelerin göstermelik düzenlemeler olduğu her halinden belli. Hükümet kaşıkla verip kepçeyle almaya devam ediyor. Her gelen hükümetin yaptığı gibi AKP hükümeti de uygulamalarıyla sınıfın zaten kuşa döndürülen örgütlülüğünü yok etmeyi hedefliyor. Sendikal örgütlülüğün yoğun olduğu kamu sektöründe, özelleştirmelerle, zorunlu emeklilik uygulamalarıyla sendikalı işçi sayısı eritildi. Ağırlıklı olarak kamuda örgütlü olan en büyük işçi konfederasyonu Türk-İş ise AKP hükümetinin söz konusu uygulamalarına karşı sessiz kalmakla yetiniyor. Kamuda çalışan 215 bin geçici işçiye daimi işçi kadrosu vererek oy hesabı yapan hükümet, bu arada 40 bin geçici işçiyi sendikasızlaştıracak ve kazanılmış haklarını elinden alacak bir uygulamaya imza atmaya hazırlanıyor. Bu konuda daha önce hazırlanan taslakta, çoğunluğu üniversitelerde, İl Özel İdarelerinde, bakanlıklarda ve büro işlerinde çalışan geçici işçilerin 657 4-B statüsüne geçirilmesi, geçmek istemeyenlerin işten çıkartılması gündeme getirildi. Büyük oranda masa başında çalışan geçici işçilerin baskıyla sözleşmeli personel yapılması planlanmıştı. Özellikle 17 no’lu işkolundaki sendikalar bu uygulamaya karşı geldiler. Taslak yeniden hazırlandı ve bazı değişiklikler yapıldı. Yapılan yeni düzenlemeye göre bürolarda çalışan geçici işçilerin 4-B’ye geçirilmeleri zorunluluktan çıkarılarak tercihe bırakıldı. Fakat bunun kendisi bile, hükümetin, ne
kadar çok sendikalı işçiden kurtulsak o kadar kârdır mantığının sonucudur. Çünkü 40 bin civarındaki geçici işçinin tamamı henüz daha ne olduğunu kavramadan tercih ile yüz yüze getirilip ya da alt düzey yöneticilerin baskısı sonucunda bu baskıyı göğüsleyemeyip örgütlülükten koparılacaklar. Bu uygulamayla, öncelikle, Aralık 2006 itibariyle emeklilik süresi dolan geçici işçiler emeklilik adı altında işten çıkarılacaklar. Yine geçici işçi olarak çalışmayı tercih eden işçiler emeklilikleri dolar dolmaz emekliye sevk edilecekler. Yani kamuda çalışan işçilerin önüne yine zorunlu emeklilik dikiliyor. Bundan sonra kamu kuruluşlarına yeni geçici işçi alınmayacak, istihdam gerekirse onun adı 4-B olacak. Amaç, toplu sözleşme hakkından ve sosyal haktan yoksun bu sözleşmeli işçileri, her yıl yenilenecek iş sözleşmeleri vasıtasıyla işten çıkarmakla tehdit etmek ve bu sayede kölelik koşullarına razı etmektir. Peki hükümetin bu uygulamalarına karşı sendikalar ne yapıyorlar? 215 bin işçinin yanında 40 bin işçinin lafı mı olur mantığıyla hareket ediyorlar. Geçici işçilerin oldukça önemli bir kısmı geçici işçilikten kurtuluyor ve daimi işçi oluyor. Türk-İş geçici işçilik sorununu sözde çözmüş olarak genel kuruluna hazırlanıyor. AKP, geçici işçilik sorununu çözdük diyerek, yıllardır işçi sınıfına yönelik saldırılarında koltuk değneği olarak kullandığı Türk-İş’in kıdem tazminatında ve diğer saldırı konularında yine susmasını ve bugüne kadar yaptığı gibi uslu çocuk olmasını isteyecektir muhtemelen. Türk-İş, son yıllarda sendikalaşma nedeniyle işten çıkarılan işçi sayısını 20 bin olarak açıkladı. Bu oldukça önemli bir sayıdır ve sendikal mücadelenin ne kadar zor bir durumda olduğunu göstermektedir. Bir yandan işçilerin örgütlenmesi için uğraş vermeyen, örgütlenmek isteyenlerin sorunlarıyla zerrece ilgilenmeyen, diğer yandan ise örgütlenmiş işçilere de sahip çıkmayan bir sendikal anlayış hüküm sürmektedir. Üyelerini bilinçlendiren, mücadeleye sevk eden militan bir sendikal anlayışın yerine, onları pasifize eden, ölümü gösterip sıtmaya razı eden uzlaşmacı ve işbirlikçi bir sendikal anlayış sendika yöneticilerinin ezici bir çoğunluğuna sinmiş durumdadır. Sendika bürokratları her konuda işçi sınıfına ihanet etmeye devam ediyorlar! Sendikalar ihanet örgütleri değil mücadele örgütleri olmalıdır. İşçiler, haklarını savunmak ve burjuvazinin saldırılarını geri püskürtebilmek için militan bir sendikal anlayışı hâkim kılmak ve mücadeleye atılmak zorundalar. Kaybedecek hiçbir şeyleri yok, ama mücadeleyle kazanacakları koca bir dünya var. İstanbul’dan bir Marksist Tutum okuru
39
marksist tutum
Şubat 2007 • sayı: 23
Medya Doğrularla Yanlışları Birbirine Karıştırır Özellikle son 20 yılda hayatımızın başköşesine oturtulan medya, burjuvazinin vazgeçilmez ideolojik aygıtı olarak işlevini hız kesmeden sürdürüyor. 12 Eylül 1980 darbesi ile dünya kapitalist sistemine bütün unsurları ile eklemlenmesi istenen ve bu yönde gereken tüm altyapı çalışmaları titizlikle yapılan bu topraklarda da medya hızlı gelişimden, değişimden payını aldı. 1980 sonrası süreçte toplumun tüm yapısı altüst edilirken, uluslararası burjuvazinin isteği ve desteği ile medyada da önemli değişiklikler yaşandı. Darbe ile zaten boğazına basılan ve sesi kısılan sosyalist basın, yasalar, yasaklar, maddi engellerle kuşatıldı, sermayenin hizmetindeki burjuva basına ise tam anlamıyla “yol verildi”. Bugün Türk medyasının başat gücü konumundaki 3-5 büyük gruba (Doğan, Ciner, Çukurova vb.) bakıldığında, sermaye yapılarının son 20 yıl içinde çok önemli değişiklikler geçirdiğini, adeta yeni baştan oluşturulduğunu görebiliyoruz. 1980 öncesi dönemde de yine burjuvaziye hizmet eden ancak toplumun üzerine bu kadar yoğun bir şekilde çökmeyi bir türlü başaramayan medya, gerçekleştirilen operasyonlarla bugünkü haline getirildi. Dönemin başbakanı Turgut Özal’ın “3-5 gazete kalacak” sözü de (aynı Özal’ın oğlunun Türkiye’deki ilk özel televizyon kanalını kurması da rastlantı değil) uluslararası kapitalizme eklemlenme sürecinin söz konusu halkasına işaret ediyordu. Bugün gelinen noktada medya, toplumun büyük kesimini egemenliğine almış, kamuoyu oluşturma, dezenformasyon yaratma, kitleleri uyutma, gerekirse korkutma ve baskı altında tutma işlevlerini yerine getirmektedir. Kimin adına? Tabii ki burjuvazinin, mülk sahiplerinin adına. Gazeteleri, televizyonları, dergi ve radyoları aracılığıyla kitlelerin sisteme gönüllü köleliğini sürdürmeye çalışıyor medya. Medyanın topluma yalan ve yanlış bilgi verme, uyutma, kışkırtma örnekleri o kadar çok ki, ciltlerce kitap yazılsa yine yetmez. Yine de bu konuda yakıcı ve güncel bir örnek vermek yerinde olacaktır. Türkiye’de 6 yıldır uygulanmakta olan ve her fırsatta kamuoyunun gözünden uzaklaştırılmak istenen F Tipi cezaevleri konusunda 19 Aralık 2000’de insanın kanını donduran ve utanmazca, “Hayata Dönüş” adı verilen bir operasyon yapıldı. Bu operasyon sadece kolluk güçleri tarafından gerçekleştirilmedi. Medya da düzenlenen tezgâhın bizzat içinde yer aldı ve hâlâ da bu konuda üzerine düşen “sahibinin
40
sesi” konumunu sürdürmektedir. İşte tanıklıklarıyla bu operasyon süreci ve medyanın rolü: 2000’de dönemin ANAP-DSP-MHP koalisyon hükümeti, büyük ağabeylerinin de telkin ve isteğiyle uzun bir süredir uğraş verdikleri ancak bir türlü halk desteği sağlayamadıkları F Tipi cezaevleri için düğmeye bastılar. Cezaevlerinin hazırlanması ve nakil için gerekenlerin yapılmasının ardından tek bir engel kalmıştı; F Tipi cezaevlerini protesto için ölüm orucuna yatan tutuklu ve hükümlüler! Medya da aldığı emir uyarınca kendi payına düşen hazırlıkları yapmıştı. Operasyondan günler önce çeşitli gazetelerde, televizyonlarda “devletin cezaevlerine müdahale edemediği, örgüt liderlerinin buralarda derebeylik kurduğu, ölüm oruçlarının gerçek olmadığı” defalarca yazıldı, çizildi. Sonunda müdahale için gereken altyapı hazırlandı ve 19 Aralık 2000’de, sabaha karşı saat 5’te 21 cezaevinde eşzamanlı bir operasyon başlatıldı; uzun namlulu silahlar ve bombalarla cezaevlerine girildi. Sonuç korkunçtu; tam 28 devrimci yanarak, kurşunlanarak hayatını kaybetti, ağır yaralananlar oldu. Devletin kurşunlarıyla ölenler arasında 2 de asker bulunuyordu. Mahkûmlar, bu katliam harekâtı sonrasında F Tipi cezaevlerine nakledildi. Şimdi, dönemin gazetecilerinin tanıklıklarına kulak verelim. Hatice Tuncer (Cumhuriyet): “Medya, 19 Aralık operasyonu ile ilgili haberleri devletin kahramanlığı olarak verdi. Sisteme muhalif insan, insan değildir gözüyle baktılar. Ölüm orucunu bıraktırmayı amaçlayan operasyonda 30 kişinin hayatını kaybettiği görmezden gelindi. Televizyonda dayak yemiş bir kadın tutuklunun görüntüsü vardı. Görüntü tam tersini verirken, arkadan gelen ses bambaşka bir şey söylüyordu.” Ertuğrul Mavioğlu (Radikal): “Gazeteciler tek taraflı yayın yaptı. İki kere kontrol edilmesi, kaynaktan doğrulatılması gereken bilgiler kontrol edilmedi; ölmemiş insanlar ölmüş gibi verildi, sahte ses bantları ortaya atıldı. Güvenlik komutanlarının el altından verdikleri bilgiler yayına verildi. İnsanlar halen cezaevinde ölüm orucu nedeniyle ölümler yaşandığına inanmıyor. Bu, o dönem yazılan haberlerden, “ölmesi gereken ölmüştür” düşüncesinden kaynaklanıyor. Operasyondan aylar sonra tutuklulara ateş edildiğini, gaz kullanıldığını gösteren adli tıp raporları çıktı. Bu haberleri yapmak hâlâ ciddi bir çabayı gerektiriyor. Derin bir engel var. Yapamıyorsunuz, yapsanız bile yayınlanmıyor. 19 Aralık süre-
Şubat 2007 • sayı: 23 cinde devletin resmi muhabirleri gibi çalışılmıştır.” Murat Utku (CNN Türk): “Operasyon başladıktan sonra 15 gün Ümraniye Cezaevi’nin kapısında bekledik. Neyin ne olduğunu bilmiyorduk. Herkesin bildiğinden daha fazla bilgi sahibi olamıyorduk. Bilgiyi yok etme (dezenformasyon) çalışmaları yapılıyordu. Gazetecilerin haber kaynaklarının yarattığı yanlış bilgilendirmeyle karşı karşıyaydık.” Gökçer Tahincioğlu (Milliyet): “19 Aralık medyada tek taraflı görüldü. Operasyon öncesinde süreci takip eden sivil toplum örgütlerinin geri plana çekilmesinin ardından medya, operasyonu yapan Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı’nın tek taraflı bilgi akışına teslim oldu. Doğrular ya da yanlışlar birbirine karıştı.” Evet, medya içinden tanıklıklar böyle. 28 devrimcinin göz göre göre öldürüldüğü operasyonda, öldürenleri alkışlatan medya dün olduğu gibi bugün de doğrularla yanlışları birbirine karıştırıyor; bunu bilinçli yapıyor ve yapmaya da devam edecek. Ve F Tipi cezaevleri toplumun bağrında kanayan bir yara olmayı sürdürüyor. Bugüne kadar ölüm oruçlarında 122 genç insan hayatını kaybetti, sayısı bilinmeyen eylemci, bir daha geri dönüşü imkânsız sakatlıklar yaşıyor. 41 yaşındaki
Maraş Katliamı, Ecevit ve Biz İşçiler Merhaba Marksist Tutum, Dergimizin 21. sayısında gördüğüm Maraş katliamıyla ilgili bir resim ve “Ecevit Kimdir?” yazısı beni çocukluğuma götürdü. Burjuvazi biz işçileri Kürt, Türk, Alevi, Sünni diye bölüp parçalayıp nasıl da istediği yere yönlendiriyor. Ben yıllarca aynı işyerinde aynı zor koşullarda birlikte çalıştığım, aynı sömürüye maruz kaldığım işçi arkadaşlarımı bizden olan olmayan diye ayırdım. Bizden olmayanlara direkt faşist gözüyle bakardım. Bunun nedeni 19 Aralık 1978’de şans eseri kurtulduğumuz Maraş olayları. Faşist Hitler döneminde Yahudilerin evlerinin işaretlenmesi gibi o dönemde Alevilerin evleri de faşist güçlerce kırmızı boyayla işaretlenmiş. Bu durumu anlayan benim ailemin de dâhil olduğu kimi Alevi aileler, önce karakola sonra da cezaevine gidip can güvenliklerinin olmadığını söylemişler, ama kabul edilmemişler. Babama neden oralara gidip yardım istediklerini sorduğumda aldığım cevap “e oğlum, devlete sığınmayıp ne yapacaktık, nereye gidecektik? Devlet bizi korur diye düşündük” oldu. Babamın anlattığına göre evlerin işaretlenmesinden sonra dayımların evinin bodrum katına saklanmışız. Çıt çıkarmadan sessizce beklemişiz. Hatta annemin beni bir kolinin içine koyup “sakın ses çıkarma yoksa öcüler seni götürür” diye tembihlediğini hayal meyal hatırlıyorum. Babama tekrar soruyorum, “o olaylar neden olmuştu” diye. “Ne bileyim oğlum, sağ-sol davası vardı o zamanlar” diyor. Eskiden ben de böyle bilirdim. Ama daha sonra gerek İşçi Özeğitim Grupları ile tanışmam gerekse dergimizin değerli yazıları sayesinde şimdi biliyorum ki ne babamın sandığı gibi sağ-sol davası ne de faşist Evren’in dediği gi-
marksist tutum avukat Behiç Aşçı, 293 gün boyunca ölüme yattı. Bunlar bile burjuva medyanın kılını kıpırdatmasına yetmiyor. Böyle olmasını beklemek de safdillik olur za- ten. Hiç unutulmamalı ki, medya taraftır. Ve bizim tarafımızda değildir. İşçi ve emekçilerin sınıf bilinci ve mücadele geleneği, yüzyıllar süren iktidarları, çarlıkları, beylikleri yıktığı gibi kapitalist medyayla birlikte kapitalizmi de tuzla buz edecek güce sahiptir. Marksist Tutum dergisinin 2006 Kasım sayısında Kerem Dağlı’nın yazısında da çok iyi ifade ettiği gibi, “yeter ki, kendi sınıfımızın çıkarlarını savunan, yaşadığımız toplumun gerçekliğini bize gösteren, bizi bu insanlık dışı sistemi sorgulamaya ve kavramaya, en önemlisi de değiştirmeye doğru yaklaştıran devrimci-sosyalist basına sahip çıkalım” ve örgütlü mücadelemizi yükseltelim. Marksist Tutum okuru bir basın emekçisi
bi kardeş kavgası değildi o zaman yaşananlar. Gerçekte olan ezenle ezilenin kavgası idi. O yıllar sınıf mücadelesinin yükseldiği yıllardı. Alevisi Sünnisi tüm işçiler birlik olmuş burjuvaziye karşı sınıf mücadelesi veriyorlardı. İşçilerin birliğinden korkan burjuvazi işçi sınıfına, devrimcilere karşı onları ezecek faşist bir diktatörlük istiyordu. Bunun zeminini döşemek için de Alevilerle Sünnileri birbirine karşı kışkırtmaya çalışıyor, ‘80 darbesinin yolunu açan olaylardan biri de Maraş Katliamı oluyordu. İşin trajik bir boyutu ise, babamın seçim zamanı mahalle mahalle dolaşıp birden fazla oy verdiği, hatta o dönemde birçok işçinin yaptığı gibi çocuğuna adını vermek istediği, o “işçi dostu”, o “halkçı” Ecevit’in hükümetin başında olması ve bu olaylar karşısında kılını bile kıpırdatmaması, buna rağmen yine de insanları kandırabilmesiydi. Biz işçiler hakkımızı aramak için daha sokağa çıkmadan, devletin askeri polisi bizden önce yerini alır. O gün insanlar katledilirken ne devlet ne de Ecevit ortalıkta yoktu. Biz işçiler Ecevit ve onun gibi ikiyüzlü burjuva siyasetçilerini iyi tanımalı ve sınıf mücadelesi yükseldiğinde onun gibilerinin peşine takılıp asıl hedefimizden sapmamalıyız. Şimdi tüm bunlar geride kaldı, bir daha yaşanmaz dersek büyük bir yanılgıya düşeriz ve yine acılar çekeriz. Bunların bir daha yaşanmaması için, çürümeye yüz tutmuş bu iğrenç kapitalist sistemi yok etmeliyiz. Biz işçilere düşen, ister Kürt, ister Türk, ister Alevi, ister Sünni olsun sınıf kardeşlerimizle bir araya gelmek ve dünyadaki tüm olayları sorgulayıp öğrenmek ve birlikte kapitalizme karşı bilinçli ve örgütlü mücadele etmektir. İşçilerin birliği sermayeyi yenecek! Ümraniye’den bir tekstil işçisi
41
Şubat 2007 • sayı: 23
marksist tutum
Selam Olsun Günlere Güneş Kızıllığı Verenlere! M
erhaba Marksist Tutum okurları. Yeni bir mücadele yılına girdik. Aslında takvimler ikinci binyıldan sonrasını gösterirken insanlığın hâlâ binbir türlü acıyla kıvranıyor olması, doğayla barışık olmaması, gezegenimizin evrenin sonsuz boşluğunda yok oluşa doğru sürüklenmesi çok acı. İsterdim ki insanlık sömürülü toplumlardan, özgürlük, verimlilik ve mutluluk üreten toplumlara geçebilmiş olsun. Ama her şey diyalektiğin yasalarına uygun işliyor ve şimdilik bizim payımıza o güzel dünya için mücadele etme onuru düşüyor.
O güzel dünya… O güzel dünya nasıl olacak kavramakta zorlanıyorum. Kalın perdeli küçük evlerde aile denilen yapıyla yaşamamak nasıl bir şey? Her gün işe gitmek için en derin uykulardan uyanmak zorunda olmamak… Ellerimizde nasır, üzerimizde toz, yağ, pas var diye ezilmemek… Kadın olduğumuz için korkmamak, dizlerimizi iyice birbirine yapıştırmadan oturmak nasıl bir duygu acaba? Herkesle beraber özgür ve mutlu olmak ne demek? Dünyayı paylaşmak ne demek? Bu soruları sormaya başladığımda henüz on üç yaşındaydım. Adını ilk ne zaman ve nerede duydum hatırlamıyorum ama Lenin’i seviyordum. Bana “Lenin kim?” diye sorsalar bilemezdim, ama ona hayrandım. Geleceğe dair hayallerimde hep solcu olmak vardı, bunun ne anlama geldiğini bile bilmeden. Nihayet biraz daha büyüdüm ve on altı yaşıma girdim. İşte ilk o zaman devrimci insanlarla ve onların fikirleriyle tanıştım. Çok mutluydum artık. Hemen aralarına katıldım. Tüm enerjimle okuyor, öğrenmeye çalışıyor, eylemden eyleme, mitingden mitinge koşuyordum. “Devrimci” olduğum için kendimle gurur duyuyordum. Mücadele ettiğim için çok mutlu olmama rağmen ters giden bir şeylerin olduğunu sezinliyordum. Meselâ hiç kimseye dünyaya dair ne düşündüğümü anlatmıyordum. Kimseye “sen de mücadele etmelisin” demiyordum. Çünkü biz onlar adına zaten mücadele ediyorduk. Biz mücadele yürüttüğümüz için diğer işçilerden üstündük hatta. Aileme karşı tutum alamıyordum. Devrimci olduğumu onlardan gizliyordum. Dışımdaki dünyada bencillik, korkaklık meşruydu, ama mücadeleye atılmak değil. Başkasının alınterini, kanını sofranda ziyafet mezesi yapmak meşruydu, ama emeğine sahip çıkmak değil. Adam öldürmek, tecavüz etmek olağan şeylerdi, ama devrimci olmak garip, anlamsız hatta “enayice” idi. Benim kafamda bile devrimci olmam sanki aileme karşı bir saygısızlıktı. İşte burjuva ideolojisi böyle esir almıştı hem beynimi hem de yüreğimi. Kurtulmaya çalıştıkça karşıma başka zaaflarım da çıkıyordu ve ben yoluma böyle devam ediyordum. Bu zaaflarıma karşı savaşmam gerektiğini bana anlatan olmamıştı. Çünkü benimle beraber, tanıdığım tüm arkadaşlarım da mücadeleyi yanlış kavrıyordu. Sanki mücadele yalnızca dışımızdaki düşmana karşı yürütülmeliydi. Sanki o düşman, bataklığının tüm pisliklerini bize bulaştırmamıştı. Ailemize, okudu-
42
ğumuz okulun yönetimine, televizyonda, sokakta duyduğumuz yalanlara ve kendimizin yanlışlarına karşı tutum alamıyor, böyle bir ihtiyaç duymuyorduk. Burjuvazi ise bizden çok daha uyanık ve tedbirliydi. Devrimci olduğumuz için bizi cezalandırmaktan geri durmadı ve kısa zamanda bizi hapishaneleriyle tanıştırdı. Özgürlüğümüz elimizden alınmıştı. Mücadelemiz kısa bir kesintiye uğramıştı. Daha doğrusu düşmanın elinde iken mücadele etme deneyimini elde etmiştik. İşte bu tutsaklık süreci beni yeni bir sorgulama evresine getirdi. Sonuçta şunu fark ettim ki, en büyük mücadeleyi insan kendine karşı vermeli. Devrimci mücadele soyut değildi somuttu. Kanlı canlıydı. Her an her yerde ve her koşulda verilmeliydi. Sadece fikirler düzeyinde değil günlük yaşantımızın disiplininde de olmalıydı. Uyku düzenimizden okuma alışkanlığımıza, televizyon karşısında geçirdiğimiz vakitten otobüste tanımadığımız bir insanla sohbetimize kadar. Devrimci yaşam demek, her şeye karşı devrimci tarzda tutum almak demekti. Elbette bu sonuçlara ulaşmış olmam bunları yalnız başıma hayata geçirebileceğim anlamına gelmiyordu. İşte bu noktadan sonra arayışım başladı. Devrimci yaşamın içime işlemesi için bunu gerektirecek düzeyde güçlü ve doğru fikirlerle tanışmalıydım. Nihayet bu şansı yakalayıp devrimci Marksist fikirlerle tanıştığımda kısacık bir an bile doğru yerde olduğumdan şüphe etmedim. Artık anlamıştım: Bu fikirler öylesine kuvvetli ki, yarım yamalak savunulamazlar. Öylesine donanmalı ki bu fikirlerle, burjuva ideolojisi sızacak hiçbir delik bulamamalı. Kişiliğimiz, disiplinimiz, inancımıza bağlılığımız gelişmeli, geliştirmeliyiz. Amacımıza yaraşır silahlarla donanmış kavga neferleri olmalıyız. Şimdi dünyaya karşı doğru bir tutum alma şansım var ve bu şansı değerlendirmeğe başladım. Dünyaya, mücadeleye ve kendime karşı mücadelede doğru tutumun adı Marksist Tutum. Üstelik bu kavgada yalnız değilim. Bu yolu biz Marksist Tutum okurları olarak hep beraber yürüyoruz. Devrimci Marksizmle tanışmadan önceki kör dövüşü çoktan bitti. Şimdi tünelin sonundaki o ışığa varmaya daha yakınız biliyorum. Elimizde o tüneli aydınlatacak bir fener var. Yeter ki elleri nasırlı, alınları terli, baldırı çıplak olanları uyandıra uyandıra yürüyelim. Gelecek güzel günler ellerimizin ve bilincimizin hüneriyle yaklaşıyor! Siz de böyle hissetmiyor musunuz? Selam olsun günlere güneş kızıllığı verenlere! Selam olsun yeni mücadele yılında umudumuzu yakın eyleyenlere! Kartal’dan bir tekstil işçisi
Şubat 2007 • sayı: 23
marksist tutum
Ne İçin Çalışıyoruz? U
zun zaman önce çalıştığım ilk işyerimde, işçi arkadaşlardan birisi sanki şirin bir bilmeceymiş gibi öğrendiği soruyu önüne gelen her işçiye soruyordu; yaşamak için mi çalışıyorsun yoksa çalışmak için mi yaşıyorsun? Soruyu “tabiî ki yaşamak için çalışıyorum, bu ne biçim soru” diye tez elden yanıtlayan bir işçi oldu. Hemen arkasından başka bir işçi ona cevabı yapıştırdı: “Hadi oradan be, sen buna yaşamak mı diyorsun, evden işe işten eve bazen de kahveye işte!” Diğeri ise, “ne yani sanki sen farklı bir şey mi yapıyorsun, çalışmak için yaşayan biri varsa esas sensin” diye cevap vermişti. Ben de katıldım ve tartışma uzayıp gitti bambaşka konulara. Ama o gün hiçbirimiz yaşamak denilen şeyin tam olarak neye denk geldiğini ve aslında ne için çalıştığımız sorusunun cevabını veremedik. Aslında pekâlâ gerçekçi bir cevap verebilirdik o soruya ama bugün anlıyorum ki herkesin zoruna gidiyordu itiraf etmek; hayatımızdaki her şeyin patronların hesabına çalışmak için ayarlandığını ve var olma mücadelesinden öteye bir yaşama biçimimizin olmadığını. O günkü tartışma ve o soru sonraki dönemlerde, sonraki işyerlerimde dönüp dolaşıp kafama çok kez saplandı. “Ne için çalışıyorum?” “Bu mu gerçekten yaşamak?” Emeğimin karşılığı olarak aldığım para aslında hiçbir şeye yetmezdi, biraz aileye biraz bireysel ihtiyaçlara derken para geldiği yere patronların kasasına çarçabuk geri dönerdi. Oysa burjuvaziden yaşamaya dair tarifler de öğrenmiştik. Meselâ uzak ülkelere gidip güzel otellerde kalmak, farklı kültürler ve diller öğrenmek. Dostları alıp tekne ile mavi turlar yapmak. Ya da yurt içinde güzel yerlerde kayak yapmak, altına güzel bir araba çekip sorgusuz sualsiz gününü gün etmek gibi. Oysa bize düşen, yazın otobüsle bazen günübirlik denize gitmekti. Kışınsa karla kaplı mahalledeki en dik sokakta, masa üstü aygazın kapağı ile kaymaktan öte bir faaliyetimiz olamadı. Zaten cebimizdeki para ile o hayaller için ancak bir gezi rehberi alınırdı herhalde. Burjuvaziden gördüğümüz kadarı ile yaşamak bu ise biz o yaşamın çok uzağına düşmüştük. Kapitalizm altında işçi olmak, fabrikalarda ya da farklı işletmelerde ağır çalışma koşullarına ve düşük ücretlere katlanmak hiç kolay değil. Her işçi gayet insani olarak bu koşturmacaya katlanabilmek, hayata bağlanabilmek için bir anlam, bir amaç arar. Meselâ bir gün babam bir tartışma sonunda içli ve samimi bir ses tonuyla şöyle dedi: “Ben hep sizin için çalıştım, sizin için çalışıyorum hâlâ.” Önce biraz şaşırmış, sonra da tuhaf bir sorumluluk duygusuna boğulmuştum. Kendi evinin üzerine yaptığı kaba inşaatı da bunun en büyük delili olarak gösteriyordu. Beni de okutmuş, hiç yoktan bir meslek lisesi diploması edindirmişti. Haklıydı, kolay değildi bu sistemde işçi maaşı ile çocuk okutup bir de inşaat yapmak, fakat o bunu başarmıştı. Ama gün geldi aylarca işsiz kaldım (zor ve sinir bozucu günlerdi) ve o günlerde ailem bana çalışabileceğim bir tane yer bile gösteremedi. Ne acı çelişki; hayatınızı adadığı-
nız çocuğunuza, küçüklüğünden beri hayata dair söylevler çekip, nasıl balık tutacağını anlatıp, eğitimler verdirttiğiniz çocuğunuza, büyüdüğünde balık tutabileceği bir göl bile gösterememek. Evet gösteremezlerdi, onların suçu da değildi bu, çünkü bütün üretim araçları yani bu sistemdeki tüm yaşam kaynakları burjuva sınıfın elindeydi ve biz o sınıfın bir parçası değildik. Ailem aslında beni de, kendilerini de kandırmıştı, onlar bizim için çalışmamıştı. Bizleri yetiştirmek dedikleri ise burjuvazi için kullanılabilir kalifiye bir kaynak haline getirmekten başka bir şey değildi. Kapitalizm altında örgütsüz ve sınıf bilinçsiz her işçi ne için çalışıyorsa, onlar da onun için; burjuvazinin sistemini ayakta tutabilmek için, patronların kârını arttırabilmek için yani kapitalizm için çalışmışlardı. Hem manevi ve hem de ekonomik olarak kendimi ortasında bulduğum boşluk da bunun en büyük delilidir. “Ne için çalışıyoruz?” sorusu ile karşılaşmamdan bu yana yaklaşık dokuz sene geçti, ama yakın zamana kadar bu soruya verebileceğim tutarlı bir cevabım olmadı. İşte ben bunun için çalışıyorum deyip gururla göstereceğim bir şeyim olmadı bugüne kadar. Bir parlayıp bir sönen radikal ve küçük-burjuva kültürden aşırdığım hayalleri saymazsak. Onca sene bu aşağılık sistemin ruhsuz bir dişlisi gibi döndüm durdum ve isteyerek ya da istemeyerek kapitalizme hizmet ettim sürekli. Ama yaşam düz bir çizgide ilerlemiyor. Bir gün bölgemizde bir dernek açıldı, uluslararası bir işçi derneği, beni ve birçok işçi arkadaşımı sınıfımızla tanıştırdı, dayanışmayı öğretti. Kapitalizmi ve insanlık dışı doğasını anlattı, yaşadığımız yalnızlaşmanın, boşluğun sistemle alakalı olduğunu anlattı. Bu sistemin sürekli böyle gitmesi gerekmediğini, tarihte kapitalist olmayan toplumların da yaşadığını ve gelecekte de var olabileceğine işaret etti. Sınıf tarihimiz ile tanıştırdı. Bütün dünyadaki işçilerin çıkarlarının ortak olduğunu ve dayanışmanın, birliğin en büyük silahımız olduğunu gösterdi. Kapitalizmin tarihsel olarak aşılmak zorunda olduğunu ve bizzat kapitalizmin bunu dayattığını, o günler için işçi sınıfının hazırlanması gerektiğini, örgütlülüğünü geliştirmesi gerektiğini anlattı. Bizleri bir araya getirdi ve bu örgütlülüğün sadece kendi gücümüze dayanması gerektiğini ispatladı. İşte ben bugün şu kapitalist dünyada böylesi bir derneğin üyesiyim, bununla gurur duyuyorum ve kendimi şanslı hissediyorum. Emeğimin karşılığı olarak aldığım para ile bu dayanışmaya katkıda bulunmaya çalışıyorum. Ben artık burjuvazi için değil UİD-DER aracılığı ile sınıfım için çalışmayı öğreniyorum. Yaşasın uluslararası işçi dayanışması! Bütün ülkelerin işçileri birleşin! Gebze’den bir metal işçisi (www.uidder.org’dan alınmıştır)
43
marksist tutum
“Eğitimin” En Önemli Görevi Devlet denen sınıfsal egemenlik aygıtı, yönetilenler üzerinde hegemonya kurabilmek için her yolu dener. Yönetenler onlar olduğuna göre, tarihi de istedikleri gibi yazmakta serbesttirler. Sınıfsal ve etnik çelişkileri yatıştırmanın pratikte yumuşak ve sert birçok yolu vardır. Bu pratiklere “pratiklik” kazandırmanın en garanti yolu, geçmişle tüm bağlantıyı kesmek ve yeni bir tarih yazmaktan geçebilir. Hafızasını yitirmiş ve benliğini bulmaya çalışan bir toplumun, önüne sürülen “benliği” kabul etmesi daha kolaydır. Her devletin resmi ideolojisinin ilkesel-işlevsel amacı budur. İdeolojinin varlıksal koşulu zaten gerçeğin çarpıtılmasını gerektirir. Herkes ideolojik düşünebilir; fakat devletler özleri itibariyle ideolojiktirler. Sınıfsal ve etnik çatışmaların şiddetli olduğu ve düzen-içi yumuşama olanaklarının az olduğu durum ve zamanlarda hegemon ideoloji, kendisini, daha çok “Takrir-i Sükun”larla, “İstiklal Mahkemeleri”yle, “mecburi iskân”larla, işgal, katliam ve soykırımlarla benimsetme eğilimindedir. Düzen, hegemonyasını kabul ettirirken “zor”un yanı sıra “ideolojik kurumlar”dan da destek almak zorundadır: Bürokratlar aracılığıyla etkisizleştirilen sendikalar; rengarenk saçmalıkları ve sansürlü-oto sansürlü haberleriyle kitle “iletişim” araçları; “Türk olmayanları” asimile etmeye ve tüm toplumu düzen sınırları içine hapsedip ehlileştirmeye yarayan “eğitim” kurumlarıyla bir bütün halinde saldırmak zorundadır düzen sahipleri. “Egemen fikirler, egemen sınıfın fikirleridir.” Ve egemen fikirlere hizmet eden her fikir egemen sınıfa hizmet etmiş olacaktır. “İktidar”, hegemonyasını koruyup sağlamlaştırmasının ideolojik meşruiyet zeminini, egemen fikirleri toplumun fikriymiş gibi sunabilme gücünde bulur. Bunu, sorunsuz ve güç kullanmadan yapamaz tabii ki. Zoru kullanma biçimi ve düzeyi ise toplumun diğer kesimlerini memnun etme kapasitesine göre değişir. “Zor”un bir yaşam biçimi olduğu bu topraklarda “eğitim”, düzenin kendisinin ne kadar “güçlü ve yenilmez” olduğu hakkında bilgilendirmek zorundadır bireyleri. Buna uygun davranma becerilerini ve davranış özelliklerini gösterebilmeleri için bireyler, çok sıkı bir eğitim sürecinden geçirilirler. Egemen fikirlerin ilk öğretildiği ve özümsetilmeye çalışıldığı temel “faaliyet” alanları, aile de içinde olmak üzere, “eğitim kurumları”dır. Düzen, kendisinden bağımsız hiçbir önemli “kaçak akıma” göz yummayarak, sanatı-edebiyatı, sporu, bilimi tekeline almakla, düşünmekten aciz, önüne ne verilirse onu alması sağlanan bir insan tipini çoktandır yaratmış durumda. Düzenin sıkıca kontrol altında tuttuğu yaygın “kitle iletişim araçları” da, yaratılmış olan korku atmosferinin sisli-puslu havasında, “toplumsal eğitim”in, “eğitim kurumları”nın işlevini destekleyen-tamamlayan en önemli ve tehlikeli ideolojik düzen unsurudur. Düşünmeyen ya da düşünecekse eğer, düzen-içi düşünen; üreticiliği ve yaratıcılığı parasallığa hapsedilerek köreltilmiş; dayanışma duyguları, yoksunluğun ve yoksulluğun kinci bencilliğinde boğulmuş bireylerin üretiminde kullanılan araçlar “eğitim kurumları” ve “kitle iletişim araçları” olmaktadır. Sömürücüler için devlet, sorunsuz bir şekilde sömürmeye devam edebilmek için daima koruyup kollamaları gere-
44
Şubat 2007 • sayı: 23 ken en önemli varlıktır. Toplumsal sorunlar, devleti ve düzenin sahiplerini hedef aldıkları zaman tehlikeli olurlar. Hırsızlık, gasp, cinayet “ülkenin ve milletin bölünmez bütünlük”üne (bu Türk burjuvazisinin sömürü pastasının kimseyle paylaşılmak istenmeyen bütünlüğüdür) zarar vermediğine göre o kadar da önemli değildir. Bu da bir “eğitim” sorunudur zaten. “Eğitimin” en önemli görevi de burada, şunu belletmekle başlar: Sermayeye ve onun devletine zarar verebilecek her şey “vatana ihanet”tir. Toplumsal “düzen”, hırsızıyla, canisiyle, aptallarıyla yaşayabilir; ama “hain”leriyle asla! Van’dan MT okuru bir eğitim işçisi
Orta Kapıdan Binin Beyler! Tın, tın, tın, sıkışın! Tın, tın, tın, dur! Biraz daha sıkışın beyler, orta kapıdan binecek var! Orta kapıdan, arka kapıdan binenlerle iyice sıkıştık. Posta kolisi gibiyiz. Sadece damga pulumuz eksik. Biz işçiler her gün sabah akşam işe bu şekilde gidip gelmekteyiz ve kimseden de ses çıkmıyor. Hani koyunları ahıra doldururlar ya, işte bizi de otobüsün içine koyun gibi dolduruyorlar. Oturduğumuz semtin yolları çamur içinde, suyu, elektriği doğru dürüst yok. Canları isterse su ve elektrik veriyorlar. Her gün işe giderken yolun bir kısmını yürümek zorundayız. Arabalar ancak ana caddeden geçiyor. Burjuvazi işçilere böyle bir yaşamı reva görüyor. Oturduğumuz semtin bir yanında Başakşehir, diğer yanında Bahçeşehir. Bu semtlerde işçilerin yaşaması günümüz koşullarında imkânsız. Buralarda burjuvalar oturmakta. Bizim semtin ismi Altınşehir. İsmi sizi aldatmasın! Ne yol, ne su, ne de elektrik! Burjuvaların semtlerinin yanında Altınşehir terk edilmiş bir köy. Bizim aldığımız üç kuruşluk maaş, bırakın burjuva semtlerde oturmayı, şu anki semtlerde oturmaya bile zor yetiyor. Aldığımız ücretle biz ay sonunu getirmeye çalışıyoruz, ama bu ücret patron hanımlarının çerez parası bile değil. Bir otobüse yaklaşık 200 kişi biniyoruz. Can güvenliğimiz hiçe sayılıyor. Bir kazada hepimiz ya ölü ya da sakat. En iyi ihtimalle yaralı. Ama burjuvazinin hiç de umurunda değil bu yaşananlar. Onlar ancak kendi çıkarlarına, ne kadar kâr ettiklerine bakarlar. İşçiler ölmüş, sakat kalmış, yaralanmış onlar için fark etmez. Ama işe bir dakika geç git, bir dakikanın hesabını burnundan fitil fitil getirirler. Patronlar için dakikanın değil saniyenin bile önemi çok büyüktür. Bizler, patronlar kadar saniyemizi, dakikamızı ve en önemlisi can güvenliğimizi bile önemsemiyoruz. Bir düşünsenize, biz işçiler olmazsak, üretmesek, patronlar da olmaz o zaman. Dünyadaki her şeyi biz üretiyoruz, biz yaratıyoruz. Patronların o lüks yaşamını bizler onlara sağlıyoruz. Bizlerse sefalet içinde yaşıyoruz. Tüm insanlara insanca yaşam olanakları sağlayabilecek olan güç, tüm yaşamı üreten işçi sınıfıdır. Biz işçiler bir araya gelirsek, örgütlenirsek, her sabah işe insan gibi gidip geliriz, daha güzel bir yaşam sürebiliriz ve bizden sonrakilere güzel bir yaşam bırakabiliriz. Bu bir hayal değil, yeter ki örgütlü gücüne güven. Örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey! Altınşehir’den bir kadın tekstil işçisi
Şubat 2007 • sayı: 23
marksist tutum
Gerçek Ailemiz Hangisi? B
u yıl iki ayrı yılbaşı kutlamasına katıldım. İlki işverenin düzenlediği kutlamaydı. Yeni yıla birkaç gün kala gerçekleşen kutlamada patronun yeni yılda bize nasıl saldırılar hazırladığını öğrenmiş olduk. İşyeri yönetimi yeni yıla haftalar kala, yılbaşı kutlamasını fabrikanın dört bir yanına asılan duyurularla işçilere haber verdi. Buna göre bu partiye fabrikanın bütün çalışanları değil yalnızca vardiyası uyanlar katılabilecekti. Verilecek plaketlerden, hediyelerden, yapılacak çekilişlerden şatafatlı bir biçimde bahsediliyordu. Yeni yılda üretimi daha da artıracak yeni bir sisteme geçeceğimizin “müjdesi” veriliyordu. Kutlamanın yapıldığı gün 15.00–23.00 vardiyasında olan işçiler üretime ara vermeksizin çalışmaya devam ederken diğer vardiyadaki işçiler partiye katılmak üzere fabrikaya geldiler. Hepsinin üzerinde en güzel kıyafetleri vardı. Patronumuzun temsilcileri tek tek konuşmalar yaparak, bizim bir “aile” olduğumuzu ifade ettiler. Bu aileye uyum sağlamayanlar yani üretimi arttırmak için yeterince çabalamayanların kısa zamanda bu ailenin dışına düşeceklerini anlattılar. Yani bizi işsizlikle tehdit ettiler. Ardından yapılan çekilişlerle, dağıtılan hediye ve plaketlerle kutlamayı bitirdiler. Sözde biz bir aileydik ama bir kısmımız “eğlenirken” bir kısmımız çalışmaya devam ediyordu. Eğer patronumuza yeterince kâr ettiremezsek işsiz kalmakla tehdit ediliyorduk. Bizim sorunlarımızdan, sıkıntılarımızdan hiç bahsedilmedi. Aksine ağızlarına çalınan bir parmak balla işçiler tüm sorunlarını unutmuşlardı. Oysa derneğimiz, Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği’nin organize ettiği yılbaşı kutlaması bambaşkaydı. Bambaşkaydı diyorum çünkü biz işçilerin bir aile olduğunu açılış etkinliğinin yapıldığı 25 Haziran 2006’da hep birlikte yaşamıştık. Derneğimiz sınıf mücadelesindeki yerini Türkiye işçi sınıfının tarihinde önemli bir yer tutan ve hâlâ aşılamamış bir zirve olan 15-16 Haziran anmasıyla almıştı. Bu ilk etkinliğimizde işçi sınıfının öz örgütlenmesinin ve öz kültürünün yeniden yaratılması için ilk adımları atmıştık. Daha o gün dayanışmanın, yardımlaşmanın, kolektivizmin tohumlarının meyveye döndüğünü etkinliğe katılan sınıf kardeşlerimizin coşkusunda ve gözlerindeki ışıltıda tek tek görmüştüm. Coşkumuzu, sevincimizi iki katına çıkaran ve heyecanlandıran ise başka başka ülkelerden gelen işçi kardeşlerimizin yaptığı konuşmalar olmuştu. O tarihten sonra etkinliklerimiz aralıksız devam etti. Birçok konuyu gündemimize alıp işledik. Yaptığımız her etkinlikte büyük küçük demeden örgütlenmenin, dayanışmanın, yardımlaşmanın ne olduğunu yeniden yeniden yaşayarak, görerek öğrendik ve öğrettik. Örgütlü olmanın, kolektif davranmanın, dayanışmanın, yardımlaşmanın bütün örneklerini gördük. Henüz yolun başındayız. Ancak 7 ay gibi kısa bir zamanda çabalarımız ve verdiğimiz emeklerle etkinliğimizi çeşitli semtlere yaymayı başardık. Yeni yılda bu etkiyi daha geliştirme umudu, azmi ve çabasıyla yılın sonuna geldik. Derneğimiz UİD-DER yılın son gününde de yılbaşı etkinliği organize etmişti. Aynı heyecan ve coşkuyla derneğimize gittik. Kolektif iş yapmanın, dayanışmanın, paylaşımın
en güzel örneğiyle etkinliğimiz başladı. Sınıfımızın mücadele tarihini anlatan konuşmalar yaptık. Şiirler okuyup türküler söyleyip halaylar çektik. Enternasyonal marşıyla mücadele dolu yeni yıla merhaba dedik. Önümüzde koca bir yıl var. Her günü, her ayı mücadeleyle dolu geçecek koca bir yıl. 8 Martta Uluslararası Emekçi Kadınlar gününü birlikte kutlayacağız. Ardından işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ta hep birlikte alanları doldurup örgütlü gücümüzü, sınıf düşmanımız burjuvaziye olan kinimizi, öfkemizi dünyanın her yerinde alanlarda haykıracağız. Daha pek çok sınıf kardeşimizi gerçek ailemize katıp 15-16 Haziran’ı aşma yolunda yeni adımlar atacağız. Yeni yılda tüm UİD-DER ailesine ve sınıf mücadelesinde yerini alan ve alacak olan tüm sınıf kardeşlerime örgütlü ve mücadelelerle dolu bir yıl diliyorum. Yaşasın örgütlü mücadelemiz! Hava döndü işçiden, işçiden esiyor yel Dumanı dağıtacak yıldız poyraz başladı Bahar yakın demek ki, mevsim böyle kışladı Bu fırtına yarınki sütlimanlara bedel Hava döndü işçiden, işçiden esiyor yel! Kartal’dan bir matbaa işçisi
Uyan Artık Uykundan Uyan Halkalı yolundan otogara doğru giden bir otobüsteyim. Sabahın erken saati, çift şeritli yolda araçlar ağır ağır ilerliyor. Kaza olmuş olmalı diyorum içimden; ama hayır yolun görüş açısı o kadar iyi ki, ağır ağır ilerleyen araçları sonuna kadar görebiliyorsunuz. Bir kalabalık var kadınlı erkekli. Yoksul Kürt aileleri olduğu belli. Yolun köşesindeki bir aralığa sığınmışlar. Kadınlar daha kalabalık ve bıçakla kesilmiş gibi ayrı durmuşlar erkeklerden. Otobüsten cık cıklar yükseliyor. Ne oldu diye sormaya kalmadan şu sözler geliyor kulağıma: “Bunlar da her sene böyle, bedava kömür almak için bekliyorlar!” Kime kızdıklarını anlayamadım. Bekleyenlere olamaz diye düşündüm. Kim ister yağmurun altında, yol kenarında, soğukta... Ama ne yazık ki yanılmışım, meğer öfkeleri yanlış yere yönelmiş. Öyle ya! Başlarının çaresine bakmalıydılar değil mi? Çalışsalarmış... Tembellermiş... İçim acıdı mı? Evet, ama içim bir kez daha öfkeyle doldu. Öyle ki artık aynaya bakıp insanlar kendilerini değil tam da sistemin istediği şekilleri görmeye başladığı için. Üstümüzdeki yıpranmış giysiler, dağınık saç baş, yorgun yüzler, morarmış gözaltları, evde bekleyen çocuklar, bekleyen borçlar... İçimden gücümün yettiğince haykırmak geliyor: UYAN ARTIK UYKUNDAN UYAN, UYAN ESİRLER DÜNYASI! Avcılar’dan bir kadın emekçi
45
Okurlarımızdan Patronlar İçin Değil, Sınıf Mücadelesi İçin Çalışalım Makine sektöründe faaliyet gösteren bir fabrikada, büro işçisi olarak çalışmaktayım. Çalıştığım sektör, teslimat süresini en kısa veren firmanın işi aldığı bir sektör. Patronlar birbirlerine işi en kısa sürede teslim etmek için el sıkışıp, bilmem kaç bin euroluk sözleşmelere imza attıkları anda, biz işçiler için bitmek tükenmek bilmeyen gece mesaileri-hafta sonu mesaileri başlıyor… Kapitalizmin bir dünya sistemi olmasından kaynaklı olarak birçok sektör de birbirini tetikler tarzda faaliyet gösteriyor. Patron binlerce liralık sözleşme sonrası, hammadde tedarikçi birçok firma sözcüsünü görüşmeye davet eder, ardından aynı şekilde en kısa sürede hammadde ve dış ürün temini sözü veren patron veya sözcüsü işi alır. Bu, işi alan fabrikanın işçileri için de kâbus dolu, insanı insanlığından ve sosyal varlık olmasından çıkaran mesai programlarının başlaması demektir. Kapitalist sistemde üretilen ürünün fiyatının en önemli belirleyicisinin işgücü maliyeti olduğu gerçeği patronlara en az işçiyle her zaman daha çok iş yapılmasını dayatmaktadır. Bunun sonucu olarak geliştirilen kalite yönetim sistemi ve üretim planlama ve kontrol bölümleri, üretim sürecinin herhangi bir aşamasında çalışan işçinin daha fazla nasıl sömürülebileceğinin kılavuzunun çıkartıldığı bölümlerdir. Planlı ve programlı üretim geleceğin sınıfsız toplumu için büyük önem arz etmesine karşın, bugün bu, patronlar için işçiyi makineleştirerek son sınırına kadar sömürmek anlamına gelmektedir. Örneğin çalıştığım firma, son birkaç aylık süreçte termin (teslimat) sürelerini kısaltarak Türkiye pazarında ciddi bir pay elde etti. Neticede patron tarafından yapılan bir toplantıda, firma-
nın bir dönüm noktasında olduğu ve bir “aile” olarak hepimizin bu süreçte taşın altına elimizi koymamız istendi. Ve bu toplantının ardından bitmek tükenmek bilmeyen fazla mesai programları başladı. Fazla mesailerle beraber fabrika içerisinde işten kaynaklı tartışmalar, sözlü ve fiziki kavgalar had safhaya ulaştı. Çok ağır olmasa da günlük iş kazası sayısında ciddi artışlar oldu. Kaynakta çalışan bir arkadaşımız gözünde ciddi sorunlar yaşamasına rağmen sadece bir göz damlasıyla yetinerek işine devam etti. Çalıştığım bölümde bir arkadaşımız iki aylık fazla mesai programının sonunda yoğun çalışmadan dolayı boyun fıtığı olarak ameliyat geçirdi. Patron ise, arkadaşımızın ameliyat olduğu gün bir toplantı daha yaparak işlerin böyle giderse yetişmeyeceğini, daha çok fedakârlık yapmamız gerektiğini yüzsüzce söyledi. Hâlbuki son 2 ayda yaptığımız işler 4 aylık iş kapasitemiz kadardı. İşçi sayısı da yeni alımlarla iki kat artırılmıştı. Üretim kapasitesini %200 arttıran patron bununla da yetinmedi. Çünkü ne gözü kaynaktan yanan, ne boyun fıtığı olan işçi arkadaşımız, ne de iş stresi yüzünden kavga eden, rüyasında dahi işi gören biz işçiler patronun umurunda bile değiliz. Çünkü tıpkı diğer patronlar gibi, bizim patronumuzu da sadece elde edeceği kâr ve pazarda kapacağı pay ilgilendiriyor. Bizlere hiçbir bedel ödemeden değiştirebileceği bir makine parçası gözüyle bakan patron, onun şahsında tüm patronlar sınıfının aslında ne kadar insanlık dışı bir sınıf olduğunu da böylece göstermiş oldu. Bizler daha çok çalıştıkça patron daha da büyüyor. Patron büyüdükçe sırtımızdaki kambur da büyüyor. Bilinçlenip sömürünün karşısında mücadele etmediğimiz sürece de bu dünya patronlar için dönmeye devam edecek. O yüzden asıl olarak patronları büyütmek için değil, sınıf mücadelesini ve dayanışmasını büyütmek için çalışmalı, daha çok çalışmalıyız.
Yeni yıla kavga şarkılarımızla merhaba dedik Burjuvazi her zaman olduğu gibi yılbaşlarında da işçilerin bir arada bir şeyler yapmalarını istemez. Yılbaşının mümkün olduğunca yalnız geçirilmesini sağlamak için televizyonlara birbirinden janjanlı programlar konulur. Ailenin kutsallığından dem vurulur. Evde televizyon başında geçirmemiz için yılbaşını, elinden geleni yapar burjuvazi. Amacı doğuştan esir işçilerin güneşi görme ihtimalini bile bertaraf etmektir yine. Öyle ya, yaprak kıpırdamayan, korkutucu sessiz bir dönemde bile işçileri başıboş bırakmaması lazım, yoksa hayaletler geri dönebilir! Eski patronumun dediği gibi iki işçi bir araya gelirse zam konuşur, üç işçi bir araya gelirse yönetimi eleştirir. Patronlar, bir araya geldiklerinde işçilerin gücünün artacağının ve kendileri için ne denli tehlikeli olabileceğinin farkında. Biz işçiler de inadına iyi günde kötü günde hep bir arada ve örgütlü olmalıyız. Bunun bilinciyle, yeni yıla, derneğimiz UİD-DER’de, hep birlikte sloganlarımızı haykırarak merhaba dedik. Menümüzde kavga şarkılarımız, şiirlerimiz, halaylarımız, dostlarımız vardı, daha ne istenir ki! Dostlar birbirinden lezzetli yemekleri, tatlıları özenle hazırlayıp getirmişlerdi. Şiir okuyan küçük kardeşlerimiz ve her işçinin çıkıp bir şeyler söyleyebildiği sınıf kürsümüz de vardı. Yılbaşı tam da kutlanması gerektiği gibi kutlanmıştı, burjuva hayaller yerine sınıf mücadelesinin gerçekleriyle girmiştik yeni yıla… Dönemin en zengin buğday tüccarının oğlu olan Noel Babanın (Aziz Nicholas) şömineli zengin evlere hediyeler dağıtma hikâyeleri yerine, Marx, Engels, Lenin, Rosa Luksemburg ve Troçki’nin fikirleri ve bütün ülkelerin işçilerinin kurtuluş mücadelesinin şarkıları, şiirleri ve sloganları vardı. Yeni yılda bütün dostlar için ektiğimiz tohumların yeşermesini dilerim. Hayat yeşilde, yeşil yosunda, yosunlar boy veriyor kuytuluklarda! Maltepe’den UİD-DER üyesi bir işçi
46
Kartal’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
Merhaba arkadaşlar! Ben sizlerle başıma gelen bir olayı paylaşmak istedim. 14 Aralıkta trafik kazası geçirdim. Neyse ki endişe edilecek bir şey yok. Tedavinin devamı olarak da zorunlu olarak evde dinlenmem gerek. Bu süreçte ise düşünme ve okuma fırsatı buldum. Kaza geçirdiğim andan itibaren geçen süreçte bir an olsun endişeye kapılmadım. Kendimi kötü hissetmedim. Bir damla gözyaşı akıtmadım. Hep mutluydum acılarım olmasına rağmen. Arkadaşlar beni gördüklerinde çok şaşırdılar. Nasıl bu kadar iyi olabiliyorsun diye. Evet haklılar. Bu sistemde bırakın hasta olup yatmayı “sağlıklı” bir insan bile çok mutsuz ve yarınından umutsuz. Birçoğu gülmeyi unutmuş. Evet! Nasıl böyle iyi olabiliyorum? Onların (dostlarımın) o güzel dost yüzlerini gördüğümden. Ben çok şanslıydım. Bu sistemin pisliklerinden beraber arınmaya çalışan büyük bir ailem vardı. Yalnız değildim. Kendimi hiç yalnız hissetmedim. Ben bu mücadeleyle tanıştığım andan itibaren böyle düşünmeyi öğrendim ve her an öğrenmeye devam ediyorum. Bu mücadele öyle bir şey ki, bütün benliğimi sarmış durumda. Başka türlü bir yaşam düşünemiyorum. Bizi yok sayanlara inat gümbür gümbür geliyoruz. Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz! Esenler’den bir kadın tekstil işçisi
Okurlarımızdan Sevgili Marksist Tutum okurlarına, Marksist Tutumcularla tanıştığımdan beri işçi sınıfının varlığını ve proleter dayanışmasını tanımaya ve kavramaya başladım. Eğer dünyaya sosyalizm hâkim olacaksa bu, Marksist düşüncenin ve felsefenin rehberliğinde işçi sınıfının mücadelesi sayesinde gerçekleşecektir. Bunun için Marksizmi çok iyi kavramak ve ideolojisine sahip çıkmak gerekiyor. Bugün dünyanın her yerinde işçi sınıfı sömürülüyorsa, Marksizmin düşünceleriyle henüz tanışmadığındandır. İşçi sınıfı mücadelesi uluslararası bir niteliğe sahiptir. İşçi sınıfı mücadelesini yaşadığı ülkenin topraklarıyla sınırlı tutarsa başarıya ulaşması mümkün değildir. İşçi sınıfı Marksizmi rehber edinerek uluslararası bir mücadele sürdürdüğünde başarılı olacaktır. İşçi sınıfının doğru bir devrimci önderliği varsa, yapamayacağı şey yoktur. Hiçbir güç onun karşısında duramayacaktır. Bizler hem kendi haklarımıza hem de tüm dünya işçilerinin haklarına sahip çıkmalıyız, aksi halde devrimci niteliğimizi yitiririz. İşçi sınıfı tek bir ülke sınırları içeri-
sinde hâkimiyetini sürekli kılamaz. Dünya üzerinde ezilen sömürülen insanlar varolduğu sürece kapitalizm varlığını sürdürüyor demektir. İşçi sınıfının kendi sınıf çıkarlarının bilincine varması ve önderliğini benimseyerek örgütlü mücadelenin içinde yer alması lazım. İşçi sınıfı Marksist fikirler etrafında birleşerek tüm dünyayı sosyalizmin ışığı ile aydınlatabilir. İşçi sınıfının tüm fertleri! Üreten sizsiniz ama tüketen başkaları. Oturup düşünmemiz gerekmiyor mu? İşçi sınıfı birleştiğinde üreten de tüketen de işçi sınıfı olacak. Kurtuluşumuz için Marksizmin fikirlerini hâkim kılmamız gerekir. Marksist fikirleri öncelikle de kendi yaşamlarımızda hâkim kılamazsak, mücadeleyi yaşam biçimi haline getiremezsek devrimin başarıya ulaşması mümkün olmayacaktır. Sosyalizm insanların eşitliği ve kardeşliği demektir. İşçi sınıfının vatanı da, ulusu da yoktur. Ulusal düzeyde sosyalizm kurma deneyleri yaşanmıştır. Marksizm bu yaklaşımı reddediyor. Tam aksini savunuyor. Demek ki devrimlerin yaşandığı yerlerde
İş Kazalarının Tek Suçlusu Patronlar Sınıfıdır! Bugün biz işçiler geçmişte kazanılmış haklarımızı kaybettiğimiz bir dönemden geçiyoruz. Ve ben de bu işçilerden yalnızca bir tanesiyim. Petro-kimya sektörüne bağlı, hortum üreten bir fabrikada çalışıyorum. Fabrikanın giriş kısmına yaklaştığınızda, üretim bölümünün giriş kapısına asılan ve güzel bir biçimde düzenlenip çerçeve edilmiş bir tabela görürsünüz. Tabelada, işyerimizde falanca tarihten filanca günden beri iş kazası yaşanmamıştır diye yazılıdır. Halbuki ben işe girdiğimden bu yana iş kazasının olmadığı bir gün bile geçirmedim. Tanık olduğum iş kazalarından yalnızca bir kaçını aktarmak istiyorum. 2004 Eylül ayında kimyasal bölümde çalışan arkadaşlarımızdan biri kolunu makinede kaybetti. Ama mahkemede suçlu bulunan o oldu ve para cezasına çarptırıldı. Bu ceza, sömürü biçiminin bilinmeyen boyutunu açığa vuruyordu. İşçi arkadaşımızın işverene ödemesi gereken bir saatlik ücret bilirkişi tarafından 591 YTL olarak hesaplanmıştı. Bu, bilirkişinin neyi, kim için bildiğinin de bir göstergesiydi. Nitekim bilirkişinin saptayacağı gerçeklik işçi arkadaşımızın kopmuş kolu ise “bilinmemeyi” gerekli kılıyordu. Yani işçi arkadaşımızın yaşamını idame ettirebilmesinin tek şansı olan kolları onlar için bir şey ifade etmiyor. Nasıl ayaklarından sakatlanmış bir atın ölümden başka şansı yoksa, biz işçilerin de patronlar için çalışmadığımız yani artıdeğer üretmediğimiz sürece ölmekten başkaca bir şansı yoktur. Yine 2004’ün Kasım ayında kazan ve pişirme bölümünde çalışan bir arkadaşımız kolunu feci şekilde yaktı. Suçlu bulunmamak için yanmış olan kolunu gazlı bezler ve ilaçlarla sarıp acıya dayanarak haftalarca çalıştı. İyileşene kadar geçen bu süreç içerisinde geçirmiş olduğu şeyin bir iş kazası olmadığına kendince ikna olmuştu. Diğer işçi arkadaşların bu durumu nasıl al-
Marksizm hâkim kılınamamış. Bu nedenle, yaşanan devrimlerin gelişmesine ve ilerlemesine engel olunmuş. Bu ülkelerde Marksizmin öngördüğü gibi işçi sınıfı hâkim kılınabilseydi bugün proletaryanın dünyadaki durumu farklı olacaktı. Bu durum kapitalizmin işine geldi. Kapitalizm işçileri uluslara bölerek üzerinde egemen oldu. İşçi sınıfının parçalanmasını engellemeden kapitalistlerce yönetilmesine engel olunamaz. Karşılarında örgütlü bir güç bulamayan kapitalistler kolaylıkla sermayelerine, globalleşmiş tekellerine daha fazla kazanç, daha fazla güç kattılar. İşçi sınıfını kolayca ezip sömürdüler. Bir yanda sermayelerini büyütürken diğer yandan işsizlik yarattılar. İşçi sınıfının üzerinde çaresizlik duygusu hâkim kılındı. Ancak şunu asla unutmamalıyız: Bilinçli bir örgütlülük yürütürse işçi sınıfının boyun eğdiremeyeceği hiçbir güç olamaz. Çünkü üretilen her şeyin gerçek sahibi biziz. Bir gün gelecek dünyadaki her şeyin hâkimi işçi sınıfı olacaktır. Bizler işçi sınıfı olarak her şeyiz. Gazi Mahallesinden bir MT okuru
gıladıklarını bilmiyorum fakat durum içler acısı bir gerçekliği yaşatıyordu bizlere. Örnekler bitmek bilmiyor. Yine fabrikamızın hamurhane, bamburi ve kalender bölümlerinde yaşanan iş kazaları ve meslek hastalıkları ciddi boyutlardadır. Bir de şu meşhur yazılı önlemler var. Böylesi sömürü mekanizması içerisinde patron sınıfının yazılı önlemler asması aldatmacadan başka bir şey olamaz. İşçi sağlığı, iş güvenliği hakkı geçmişte kazanılmış biçiminden bütünüyle farklı olarak yasalaştırılmış, patron sınıfının hizmetine sunulmuştur. Bu yasada işçinin sağlığından çok işin sağlığı ve işin güvenliği dikkate alınmaktadır. Bu biçimiyle biz işçiler için eğitim seminerleri düzenlendi. Verilen eğitim, işçilerin haklarından ziyade hiçbir haklarının olmayacağını öngören örnekler üzerinden anlatılıyordu. Bu eğitimler psikolojik sınıfsal bir saldırı biçiminde yapılıyordu. Patronların dilinde bizler bir sınıfın unsurları yani işçi değil “insan kaynağı”ydık. Onlar tek tek bireyler olarak göstermeye çalışıyorlar bizleri. Eğitimler bu yasaların işçilerin yasaları olmadığını, patron sınıfının yasaları olduğunu bütün çıplaklığıyla gösteriyordu bizlere. Fakat pür dikkat dinledikleri bu eğitimin sonunda işçi arkadaşlarım psikolojik saldırıya maruz kalarak tekil düşünmeye başlıyorlardı. Bunlar sadece benim tanık olduklarım, benim çalıştığım fabrikada, benim bulunduğum şehirde yaşanan gerçekliğin küçük bir parçası. Oysa yüz milyonlarca işçi kardeşimiz yaşıyor diğer kentlerde, ülkelerde, kıtalarda, kısacası koca bir dünyada. Biz işçiler örgütlenmediğimiz koşullarda, kana doymaz patronlar sınıfı, bu insanlık dışı yaşamı bize dayatmaya devam edecekler ve yaşamı yok oluşa sürükleyecekler. Yaşasın Marksist Tutum, yaşasın işçi sınıfının devrimci mücadelesi! Kocaeli’den bir petro-kimya işçisi
47
Okurlarımızdan Merhaba Marksist Tutum okurları, Ben özel okulda çalışan bir eğitim işçisiyim. Geçtiğimiz günlerde okulda yapılan bir etkinlik bana bir kez daha özel okulların ne denli “özel” bir kurum olduğunu gösterdi. Bunu sizlerle paylaşmak istedim. Okulda her ay “karakter eğitimi” adı altında öğrencilere yönelik eğitimler yapılıyor. Yapılan eğitimler çocuklara yardımlaşma, saygı, paylaşma, sorumluluk gibi duyguları kazandırmayı amaçlıyor. Bu eğitimlerden birincisi geçtiğimiz aylarda yapılan “yardımlaşma ve paylaşma” çalışmasıydı. Çocuklar Ramazan Bayramını da kapsayan bu etkinliklerle ilgili olarak okulda resimler, panolar yaptılar. “Biz kardeşiz” kampanyasıyla okul bünyesinde çeşitli devlet okullarına ve yoksullara verilmek üzere kitap, giysi yiyecek-içecek topladılar. Ve etkinlik ayı bitiminde de bu toplanan kitap ve diğer eşyaları öğrencilere ve yoksullara dağıttılar. Tabii ki bu kampanyayla öğrenciler paylaşma ve yardımlaşma gibi insancıl duyguları öğreneceklerdi, fakat bu insancıl duygular kimin kime karşı beslediği duygulardı? Bunu etkinliklerin sonunda yapılan kutlama programında net bir şekilde görmüş oldum. Etkinlikteki sunucu öğretmen öğrencilere birer birer yaptıkları yardımların kendilerinde ne gibi duygular yarattığını soruyordu. Hepsi de çoğunlukla şunu söylüyordu: “Çok üzüldüm, dua ettim onlar için”, “bizler onlar gibi değiliz diye şükrettim”, “şanslıyım”. Burjuva çocuklarının, devlet okullarında zar zor okumaya çalışan işçi çocuklarına ya da yoksullara karşı besledikleri “hümanist” duygular işte böyle ifade ediliyordu. Onlar bizim gibi olmadıkları için şükrediyorlar ve kendilerini şanslı hissediyorlardı. Bizler şanssız ve çocuk yaşta çalışmaya başlayıp ev geçindirmek zorunda olanlardık. Evet, bizler şanssızdık! Ne onlar gibi çocukluğumuzu yaşayabiliriz ne en iyi okullarda okuyabiliÇevremde bir sürü çocuk var kötü durumda. Onların bu hale gelmelerinin nedeni de yaşam koşulları. Çoğu kitap parasını karşılamak, ailesini geçindirmek için çalışıyor ve çalıştırılıyor. Köprü altlarında veya kaldırımlarda dilenen yani dilendirilen çocuklar var. Bunlara sık sık rastlanılan bir yer de Halkalı. Önceden Halkalı’da oturuyordum, düğünlere giderken Halkalı merkezde görmek çok kolaydı onları. Küçük yaşta uyuşturucu kullananlar bile var. Benim yaşımdaki, yani 9 yaşındaki çocuklar uyuşturucu kullanıyor. 12 yaşında çocuklar var, tiner çekiyor, bali çekiyor, bunu da tabii ki isteyerek yapmıyor. Hiçbir insan kendini kötü şeylere çekmek istemez, yaşam koşulları onları bu kötü işlere çekiyor. Dünyadaki milyonlarca insan böyle. Neden çocuklar bunu yapıyorlar? Çünkü onlar çalıştırılıyorlar. Halbuki okuması, oyun oynaması gerekiyor o çocukların. Yani öyle bir dünyadayız ki, çocuklar hep eziliyor ve tüm insanlar da böyle ezilip kötü durumlarda ve kötü koşullarda yaşıyor. Bunun sebebi de açlık ve sefalet. Örneğin altı kişilik bir evde bir kişi çalışıyor sadece, bu para yetmediği için çocuklarını da çalıştırıyorlar. Yani yine her şeyin başı patronlar. Onların verdiği para yetmediği için aileler çocuk-
48
riz ne de doğru dürüst yaşayabiliriz. Ama unutmamak gerekir ki bunların hepsini onlara sağlayanlar da BİZLERİZ! Aslında bu yaşananlar her şeyi net bir şekilde ortaya çıkarıyordu. Bir yanda yardım edilen yoksullar, işçi çocukları, diğer yanda ise yardım eden zenginler, emek sömürücüleri. Bu bize iki sınıfın varlığını gösteriyordu. Yani tüm zenginliği elinde tutan burjuvazi ve her şeyi yaratmasına rağmen yine yoksulluk içerisinde yaşayan işçi sınıfını. Burjuvazi bize yardım etmekle aynı zamanda başka bir şeyi de sağlıyordu. Bu, burjuvazinin diğer insanların gözünde kendisini yardımsever, iyilikçi, yoksulları düşünen bir sınıf olarak akıllarda kalmasını sağlayarak bilinç bulandırmasıydı. Bunu yoksullara doğrudan yardım etmekle değil aynı zamanda dizilerinde, filmlerinde, reklâmlarında kısacası tüm medya âleminde de zenginlerin yoksullara hep yardım eden bir sınıf olarak düşünülmesini sağlayarak yapmaktaydı. Sonuç olarak burjuvazi bize karşı ne iyilikçi ne de yardımseverdir. Bunlar burjuvazinin bize karşı takındığı maskeleridir. Maskenin altına baktığımızda gerçeği görürüz. Onlar bizim emeğimizi sömürerek zenginlik içerisinde yaşayanlardır. Onlar, bir dilim ekmek için gün doğuşundan gün batımına kadar çalışan biz işçileri iliğine kadar sömürüp emeğinin karşılığını vermeyenlerdir. Kimsenin sömürülmediği, ezenle ezilenin olmadığı, herkesin eşit, aynı koşullarda yaşayacağı, tüm çocukların özgürce, istedikleri okullarda okuyacağı bir yaşam vardır. O da sosyalist bir yaşamdır. Bizlere düşen bilinçlenerek burjuvazinin bu yalanlarına kanmayarak sosyalizme giden yolun basamaklarını oluşturmaktır. Bunu da örgütlü bir biçimde hareket ederek yapabiliriz ve öğrenebiliriz. Herkesin eşit olduğu, herkesin aynı koşullarda yaşadığı, sömürüsüz bir dünya için mücadele edelim! Üsküdar’dan Marksist Tutum okuru bir eğitim emekçisi
larını çalıştırıyorlar. Ne olur ki biraz daha para verseler? Tabii ki de işçilerin çocukları umurlarında değil. Çünkü onların çocukları, kolejlerde okuyor, daha güzel bir hayat yaşıyorlar. Oysa işçilerin çocuklarını da düşünseler hiçbir çocuk bu şekilde yaşamayacak. Ama onlar düşünmüyorlar. Biz düşünmeliyiz ve bunun için de ilk önce dünyayı değiştirmeliyiz, dünyayı değiştirmek için de bilinçli bir şekilde örgütlenmeliyiz. Bunun için de kitaplar ve tarihi bize aktaran filmlerden yararlanabiliriz. Örneğin Tom Amcanın Kulübesi adlı kitapta kölelerin ne kadar fazla ezildiğini ve Oliwer Twist kitabında ve filminde ise insanların yaşamlarının kötülüğü anlatılıyor. Annemin okuduğu kitaplar, annemin ve annemin arkadaşlarının anlattığına göre, insanlığın ve yaşamın içinde bulunan kötülükleri, yapılması gerekenleri ve yapılanları anlatıyormuş. Yani kitaplar insana o kadar çok şey anlatıyor ki. Bir zamanlar o kitapları yakmışlar. Ey insanlar Siz böyle aç ve mutsuzsanız Ve şu kitaplarda gizliyse Sizi açlıktan Sizi mutsuzluktan kurtaracak yol… Ey insanlar diye haykırırdım onlara
Yine de yakmak istiyorsanız bu kitapları Siz yalnız aç ve mutsuz değil Dehşetli korkaksınız Bunlar Elif Çağlı’nın “kitaplarım” adlı şiirinden dizeler. Ama tinerci veya dilenci olan çocuklar bunlardan yararlanamıyor. Bu da insanların kendi başlarına bir şey yapmasını ve özgürlüğüne kavuşmasını engelliyor. Yani bilinçlenmek için kitap okuma ve sosyal faaliyetlere katılma alışkanlığımızı sürdürmeliyiz. Bu türlü davranışlarda bulunursak bilinçli bir şekilde örgütlenip dünyayı değiştirebiliriz. Bir zamanlar şöyle bir şey düşünürdüm: elimde bir aracım olsa da, patronları yaşam olmayan bir gezegene götürsem. O zaman bunu yapabilmek için haydi anneler, babalar, işçiler, öğrenciler, çocuklar, kısacası tüm insanlar. Örgütlenip dünyamızı pis patronlardan arındıralım. Bir resim gördüm, resimde Lenin dünyanın üzerine çıkmış, kralları ve patronları yani kapitalistleri süpürgesiyle dünyamızdan atıyordu. Biz de örgütlenip bunu yapmalıyız. Pis patronları dünyamızdan atmalıyız. Ben bir çocuğum ve tertemiz bir dünyada yaşamak istiyorum. Örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey. Esenler’den 9 yaşında bir öğrenci
Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı. … Böylesi bir suçla mahkûm olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur. Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi. … Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar “Türk Milleti adına” deniyor olsa da, şu çok açık ki “Türk Milleti adına” değil, “Türk Devleti adına” verilmiş bir karardı bu. Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. … Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil. Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence. “Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren. Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “A bak, bu o Ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum. Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye. Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik. Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik. Tıpkı bir güvercin gibiyim... Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım. Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli. … Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi... İşte size bedel... İşte size bedel... İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar? Bilir misiniz? Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz? Kolay bir süreç değil yaşadıklarım... Ve ailece yaşadıklarımız. Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu. … İyi de, gidersek nereye gidecektik? Ermenistan’a mı? Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi? Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi. Şunun şurasında üç gün Batı’ya gitsem, dördüncü gün “Artık bitse de dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım? Rahat bana batardı! “Kaynayan cehennemler”i bırakıp, “Hazır cennetler”e kaçmak her şeyden önce benim yapıma uygun değildi. Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık. Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi. Kalacaktık ve direnecektik. … Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak. Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kim bilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım? Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım. Evet, kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet, biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce. Hrant Dink, 19 Ocak 2007