Milliyetçi ve Faşist Saldırganlığa Karşı Sınıf Cephesini Örelim! • Diyalektik materyalizm /2
Mart 2007
• “Derin devlet” • Milliyetçilik zehri
24
• ABD’nin yeni Ortadoğu stratejisi • Ekmek istiyoruz, gül de! • Paris Komünü
“Derin Devlet” Levent Toprak Marksistlerin geniş emekçi yığınlara kavratmakla yükümlü oldukları gerçeklik, kapitalist çürüme çağında burjuva devletin yasadışı/gizli örgütlenme ve faaliyetlerinin onun ayrılmaz bir parçasını oluşturduğudur. Egemen sınıfın baskı aygıtı olarak devletin yasal/açık ve yasadışı/gizli ayakları tamamlayıcı bir bütün oluştururlar. Esasen 20. yüzyılın başlarından itibaren burjuva devletin yapılanması bu temeller üzerine oturmuştur. Bu, birkaç kötü adamın kendi başına kâh orada kâh burada çevirdikleri bir kumpas olmayıp, burjuva devletin emperyalizm çağında giderek yerleşmiş olan normudur.
H
rant Dink cinayeti sonrası en çok tartışılan konulardan birisi milliyetçilik idiyse diğeri de “derin devlet” oldu. Gerek cinayetin kendisi gerekse sonrasında açığa çıkanlar, burjuva diktatörlüğünün kan ve irinle bezeli karanlık yüzünün bir kez daha fark edilmesini sağladı. Elbette sermayenin düzeninde karanlık örgütlenme ve faaliyetlerin bütünüyle açığa çıkması mümkün olmasa da, Türkiye’deki durumun özgünlüğüyle alâkalı bir durum olarak, yine de ele avuca gelir bir siluetin ortaya çıktığını söylemek mümkün. Bunda cinayet sonrası oluşan büyük tepkinin ihmal edilemez bir rolü olduğunu ve bu arada bu tepkinin de büyük ölçüde solun öncülüğü ve inisiyatifiyle gerçekleştiğini vurgulamak gerekiyor. Aslında bu işi tezgâhlayanlar çok büyük olasılıkla halkın vicdanında bu denli büyük bir sızlama ve takiben bu derece bir kitle tepkisi beklemiyorlardı. Sonuçta bu topraklarda “bir Ermeni”yi kim sahiplenirdi? Mevcut şartlarda bu anlık kitlesel tepkiden büyük sonuçlar beklemek yanlış olsa da, planlayıcılar açısından evdeki hesabın bu bakımdan çarşıya uymadığını söylemek yanlış olmaz. Sonuç olarak oluşan tepki ve infial, düzen içindeki çatlaktan daha çok bilgi sızmasına yol açtı ve liberal burjuva cenahın statükocu cenahı hedef alan salvolarına güç kattı. Şüphesiz genel olarak bakıldığında Türkiye’deki kontrgerilla örgütlenmesinin ne menem bir şey olduğu yeni ortaya çıkmadı. Ancak son dönemde ortaya çıkan olgular bu yapılanmada yeni bir evreye girildiğini göstermesi bakımından önemli. Neredeyse MHP’ye bile rahmet okutacak (ve yine devlet fideliğinde büyütülmekte olan) binbir türlü ucube faşist örgütlenmenin ortalığa saçılışı, soy faşist bir söylemin fütursuzca boy göstermesi gibi olgular yeni dönemin önemli belirtilerini oluşturuyor. Bu belirtiler ve diğerleri Marksist
1
marksist tutum
Tutum olarak başından beri işaret ettiğimiz rejim krizinin geldiği yeni evrenin belirtileri ya da sonuçlarıdır. Bu nedenle ülke siyasetindeki tüm önemli gelişmelerin ve elbette “derin devlet”le ilgili yeni olgu ve eğilimlerin de esasen bu bağlam içinde görülmesi ve değerlendirilmesi gereklidir. “Derin devlet” konusunda bugüne kadar çok şey söylendi. Gerek Türkiye’de gerekse de dünya ölçeğinde bu tür yapılanmalara ilişkin gazetecilik açısından epeyce malzeme bulunuyor. Bunlar elbette önemsiz değil ve düzenin doğasını somut işleyişi içinde gösteren çarpıcı olgular sunuyorlar. Ancak asıl önemli olan, tam da bu olgu ve eğilimlerin nasıl değerlendirileceği, nasıl yerli yerine oturtulacağı, nasıl yorumlanacağıdır. Bu nedenle meseleyi Marksist devlet teorisi temeline ve tarihsel perspektife oturtarak ele almaya ihtiyaç var.
“Derin devlet” nedir? En başta temel bir noktanın altını çizelim. “Derin devlet” konusu genel olarak devlet/demokrasi konusunun, özel olarak da burjuva devlet/burjuva demokrasisi konusunun bir parçasıdır. Dolayısıyla burjuva demokrasisinin tarihsel evrimi bağlamından asla koparılmadan ele alınmak durumundadır. Bugün burjuva medyada yürüyen tartışmada konunun bu temel bağlantılarına değinildiğini duymak pek mümkün değildir. Bu tartışmalarda “derin devlet” denilen şeyden şikâyetçi olan ve eleştirel bir tutum sergileyen unsurlara baktığımızda, bunların demokrasi, devlet, hukuk gibi kavramları tarihdışı soyut kavramlar/ normlar olarak varsaydıklarını ve asla sorgulama konusu etmediklerini görürüz. Bunların bir kısmının durumunu, su içindeki balığın suyun farkında olmaması misali tüm düşünce mekanizmalarının burjuva önyargılar temelinde şekillenmiş olmasıyla açıklamak belki mümkünse de, büyük bir bölümünün durumu bununla açıklanamaz. Bunlar burjuva düzenin temellerinin sorgulanmasını bilinçli bir şekilde engellemeye çalışmaktadırlar. Her halükarda sonuç değişmemekte, geniş emekçi kitlelerin gerçekliğin özünü anlamaları engellenmektedir. Mevcut toplumun sınıflı bir toplum olduğu, sömürücü ve sömürülen, ezen ve ezilen sınıflara bölünmüş olduğu, bunun kaçınılmaz olarak sınıf mücadelelerini doğurduğu gerçeği gizlendiğinde devlet konusu da mistik bir şala büründürülmüş olur. Bu mistik şalı yırtıp atmak için, hiç bıkmadan en yalın biçimde işin aslını açıklamaktan kaçınmamamız gerekiyor. Tüm sömürücü sınıflar gibi sermaye sınıfı da toplumun büyük çoğunluğunun sömürüsü temelinde kendisini var eden küçük bir azınlıktır. Bu durum sömürülen çoğunluğun yaşadığı sefalet ve acıların temel sebebi olarak eninde sonunda onların isyanına yol açar. Buna karşı sömürücü azınlığın sömürü düzenini sürdürmesi, çoğunluğun bastırılmasını gerektirir. Yani düzenin devamı için kaçınılmaz
2
Mart 2007 • sayı: 24
biçimde baskı ve şiddet gereklidir. Devlet denen örgütün tüm sırrı budur. Kapitalizm öncesi sistemlerde yasanın ve şiddet tekelinin, yani devletin, egemen sınıfa ait olduğu gözden saklanamayacak kadar belirgindi, çünkü ezilen sınıfların devlet işlerine karışabildiklerine ve eşit haklara sahip olduklarına dair kuruntu beslemelerine yol açabilecek bir şey yoktu. Oysa burjuva toplumunda hukuki ve siyasi olarak hiç kimsenin doğuştan gelme bir ayrıcalığı yoktur, “herkes eşittir”, “egemenlik kayıtsız şartsız halkındır”, “seçme ve seçilme hakkı” olan halk güya devlet işlerini belirlemektedir. Bu durumda güya herkese karşı eşit mesafede duran, herkesin devleti olan devlet de sınıfdışı bir varlık haline gelir. Devletin tarafsız olduğu yanılsamasının sürdürülmesi için, ezilen sınıflar üzerindeki devlet baskısı ve şiddetinin meşrulaştırılması gerekir. Ancak baskı arttığı ölçüde onu meşrulaştırmak zorlaşır ve bu durumda da baskının kaynağının devlet olduğunun gizlenmesi gereği doğar. “Derin devlet”in sırrı da budur. Dolayısıyla devlet baskısı eninde sonunda yasadışı-gizli-gayrimeşru biçimler de almak zorunda kalır. Görünürdeki anayasanın yanı sıra gizli anayasalar, kırmızı kitaplar; görünürdeki devlet örgütlenmesinin yanı sıra gizli örgütyetler olmak zorundadır. Bu olgu kendisini lenme ve faaliyetler tarihsel bir evrim rim içinde ortaya koyar. Burjuva lk dinamiğinden miras kalan devrimlerin halk lenek ve mekanizmademokratik gelenek ların kapsamı özellikle emperyalizm dönemine girildiği andan itibaren dört bir ir koldan daraltılmaktadır (bu arada, yakın zamana kadar bu eğilimi yine dee belli ölçülerde dizginleginleurun yen asıl unsurun işçi sınıfının mücadelesi olduğuunu belirtmekk gerekiyor). Bu eçerçevede demokratik hak-ların kapsamı daraltılarak devletin yasal al baskı kapasitesii arttırılırken, öte yanda devlet uyguygulamalarında keyfilik yfilik artmakta ve gizli n kapdevlet aygıtının emektedir. samı genişlemektedir. mel olarak Yani baskı temel her iki koldan, hem yasal/ asadışı/gizli kolaçık hem de yasadışı/gizli
Mart 2007 • sayı: 24
dan tarihsel olarak artma eğilimindedir. Türlü türlü komplolar, faili meçhul cinayetler, kışkırtmalar, başta muhalifler olmak üzere giderek tüm toplumu kuşatan izleme-gözetleme gibi gelişmeler, gerçekte bunayan kapitalizmin kendini ayakta tutabilmek için giderek korkunç bir Büyük Birader’e dönüşmesinin kaçınılmazlığını göstermektedir. Kapitalizm bir yandan faşizm ve Bonapartizm gibi olağanüstü yönetim biçimlerini yedeğinde tutarken, diğer yandan olağan rejimi olan parlamenter demokrasinin de gitgide altını oyup, onu alttan alta bir polis devleti ile doldurarak etkisizleştirmektedir. Diyalektik bir formülasyonla diyebiliriz ki, olağanın içindeki olağanüstü öğe büyümekte, bir bakıma olağanüstü olağanlaşmaktadır. Dünya kapitalizminin son yıllarda içine girdiği tarihsel bunalım ve bunun bir ifadesi olan emperyalist savaş konjonktürü de bu eğilimlere genel anlamda taze bir itilim vermiştir. Geçmişte burjuva demokrasisinin ana yataklarından biri olan ABD, II. Dünya Savaşının sonlarından beri emperyalist sistemin ana üssü olarak bu gerici eğilimlerin başlıca taşıyıcısı konumundadır. 11 Eylül’den bu yana çıkan yeni baskıcı yasalar ve artan keyfi uygulamalarla temel demokratik haklar büyük darbeler almış, gizli devlet aygıtının etkinliği artmış, Büyük Birader’e Birade doğru yeni emperyalizm aşamaadımlar atılmıştır. Bunlar empery sındaki kapitalizmin çürü çürümüşlüğünün, bunamışlığının şaşmaz ifadeleridir. “Derin devlet” kavramı Sukazasından sonra orsurluk kazasın daha taya çıktı. Aslında A olaönce kontrgerilla kon anılan şeye takılan rak anıla yeni bir isimdi. Şu ya da bu niyetle değişik kişiler kavrama değişik içerikler yüklemiş rik olsalar da, bunols dan anlaşılan şey üç aşağı beş yukarı belliydi. Bununla devletin olağan meka kanizmalar çerçevesinde, yani çe yasal/açık baskı yasa aygıtı ile “çözemes diği sorunların icab bına bakmak” için yasadışı/gizli alanda yasadışı/gi oluşturduğu örgütlenme ve ö faaliyetler anlaşılmaktaydı. anla
marksist tutum
Bugün Hrant Dink cinayetinden sonra alevlenen “derin devlet” tartışması, “kontrgerilla” ve “Özel Harp Dairesi” kodlarıyla 70’lerde başlamış ama 80’lerde kesintiye uğramış, daha sonra Susurluk vesilesiyle yeni bir düzlemde tekrar gündeme gelmiş olan tartışmanın devamıdır. Bu tartışmanın burjuva düzen içi tarafları, son tahlilde burjuva devletin bu tür faaliyet ve örgütlenmelerine karşı olmak ya da olmamak çevresinde kutuplaşmaktadırlar. Bu da, öyle ya da böyle, devlet baskısının genel olarak meşrulaştırılması anlamına gelmektedir. Zaten burjuva düzen çerçevesinde “derin devlet”i eleştirenler bunu genelde burjuva devletin meşruiyetinin zarar görmemesi, emekçi kitlelerin olası tepkisinin bir bütün olarak burjuva düzene yönelmemesi için yapmaktadırlar. Öyle ya, “hepimiz aynı gemideyiz” ve “devlet hepimize lazım!” Oysa Marksistlerin geniş emekçi yığınlara kavratmakla yükümlü oldukları gerçeklik, kapitalist çürüme çağında burjuva devletin bu tür örgütlenme ve faaliyetlerinin onun ayrılmaz bir parçasını oluşturduğudur. Egemen sınıfın baskı aygıtı olarak devletin yasal/açık ve yasadışı/gizli ayakları tamamlayıcı bir bütün oluştururlar. Esasen 20. yüzyılın başlarından itibaren burjuva devletin yapılanması bu temeller üzerine oturmuştur. Bu, birkaç kötü adamın kendi başına kâh orada kâh burada çevirdikleri bir kumpas olmayıp, burjuva devletin emperyalizm çağında giderek yerleşmiş olan normudur. Bir devlet aygıtı, uygulamak zorunda olduğu baskı ve şiddetin büyüklüğü ölçüsünde böyle bir kol geliştirmek zorundadır. Bu nedenle 1800’lü yılların sonları ve 1900’lü yılların başlarında Avrupa gericiliğinin kalesi ve yeryüzünde devrimci hareketin de en gelişmiş olduğu Rus Çarlığının gizli polis örgütü Ohrana dünya ölçeğinde nam salmıştı. Daha sonra gizli baskı aygıtı konusunda liderlik 1930’lardan itibaren dünya karşı-devriminin merkezi haline gelen Nazi Almanya’sına geçti. 1945’e kadar gücü ellerinde tutan Naziler, komünistlere ve daha sonra her türlü muhalife karşı, ardından milyonlarca Yahudinin katledildiği soykırımda ve nihayet işgal ettikleri Avrupa’daki direniş hareketlerine karşı gizli baskı aygıtının yöntem ve araçlarını rafine hale getirdiler. Ama “derin devlet”in diyelim genel bir norm haline gelişi esas olarak II. Dünya Savaşı sonrasında olmuştur. Savaş bittiğinde kapitalist dünyanın nizamı toplumsal yaşantının her düzleminde yeniden oluşturuldu. Emperyalizmin küresel efendisi konumundaki ABD, Nazi kasaplarını işe alıp, bunların uzmanlığından yararlanarak hem içeride hem dışarıda devasa bir iç savaş örgütlenmesi yarattı. Bugün yaygın olarak Gladio adıyla bilinen yapı güya NATO şemsiyesi altında, gerçekte CIA kontrolünde gizli olarak örgütlendi. Bu yapı Türkiye de dahil olmak üzere sayısız ülkede birçok katliam, provokasyon, darbe, karşıdevrimci isyan, suikast vs., akla gelebilecek her türden vahşet ve melaneti gerçekleştirdi. Bu konuda birçok bilgi, belge açığa çıkmıştır. Şüphesiz
3
marksist tutum
bilinenler bilinmeyenlerin yanında azdır. Ancak bizim açımızdan bunları uzun boylu sıralamanın gereği yoktur. Asıl olan, bu tarihsel kaydın da doğruladığı, çürüme çağındaki burjuva devletin mantıksal gerçekliğidir. Tekrar etmek gerekirse, “derin devlet” burjuva devlete dışsal ya da ondan arındırılabilir bir şey değil, onun ayrılmaz bir parçasıdır. Burjuva liberaller sanki kapitalizmin bu çürüme çağında “derini” olmayan bir burjuva devlet olabilirmiş havası yaratmaktadırlar. Bu kasıtlı bir aldatmaca değilse kuruntudan başka bir şey değildir. Kapitalizm varlığını sürdürecekse, bir baskı aygıtı anlamında devlet hem yasal/açık hem de yasadışı/gizli anlamda büyüyecek ve özellikle burjuva demokrasisi görüntüsü muhafaza edildiği müddetçe devlet daha da aysbergleşecek, su altındaki kısım genişleyecek, derinleşecektir. Bu şartlarda tutarlı demokrat olabilmenin temel koşulu yasal/açık ve yasadışı/gizli ayaklarıyla bir bütün oluşturan baskıya tümden karşı çıkmaktır. “Derin devlet” kavramı, bağlamı ve anlamı yerli yerine oturtulduğunda bir sorun teşkil etmemekle birlikte, devletin yasal/açık baskı mekanizmalarını görüş alanının dışına çıkarmaya hizmet ettiği ölçüde dikkatli olunması gereken bir kavramdır. Devletin baskı aygıtı olarak kendi anayasa ve yasalarını çiğneme eğiliminin sistematikleşmesi ve süreklilik arz eden bir kurumlaşma haline gelmesinin hem tarihsel hem de pratik anlamı vardır ve bu olguyu (eğilimi) anlatmak üzere bir kavram kullanılmasının kendi başına bir sakıncası yoktur. Sonuçta geçmişte kontrgerilla kavramı ne anlatıyorduysa bugün “derin devlet” kavramı da esas olarak aynı şeyi anlatmaktadır. Devlet baskısının bu iki ayağı sadece kavramsal-mantıki bir bütünlük olmakla kalmaz, aynı zamanda fiili bir bütünlük de oluşturur. Böylece yasal ve yasadışı arasında, açık ve gizli arasında örgütsel ve faal anlamda geçişler, işbölümleri oluşur. Örneğin gizli aygıtın unsurları sanıldığı gibi yalnızca gizli servisler, ordu ve polis içinde değil devlet aygıtının neredeyse bütününe dal budak salmışlardır. Burada yargı aygıtının özel bir önemi vardır, çünkü işler yolunda gitmeyince ya da katlanılması gereken bazı doğal sonuçlar ortaya çıkınca bunları şu ya da bu ölçüde bertaraf etme işinde yargı aygıtı büyük rol oynar. Çakıcılar, Kırcılar ve daha nicelerinin “yargı skandalı” hikâyelerini anlatmaya gerek yok. Ancak güncel bir iki örneği kısaca hatırlatmak yine de isabetli olur. Meselâ son günlerde gündemde olan Yasin Hayal vakası bunun güzel bir örneğidir. Bir solcu genç sokağa Molotof kokteyli attığı için yıllarca hapis yatabilirken, bir restoranı bombalayıp kimisi ağır olmak üzere altı çocuğu yaralayan bu faşist birkaç ay yatıp tutuksuz yargılanmak üzere salıverilebilmektedir. Başka bir güncel örnek Danıştay saldırısının failinin de karıştığı Cumhuriyet gazetesi bombalamalarının mahkemesinde yaşandı. Hâkim, hem savcı hem avukatların talebine rağmen, kullanılan MKE yapımı bombaların nereden geldiğinin araştırılması talebini reddetti. Sonuç olarak mah-
4
Mart 2007 • sayı: 24
kemeler de bu faaliyetin bir kolu olarak bu tür kişileri beraat ettirir ya da hafif cezalarla atlatmalarını sağlar. Eğer bu da fazla gelirse sırada cezaevleri vardır, oralardan firar etmeleri sağlanır vs… Aynı bağlamda bir başka gerçekliği de hatırlatalım. İçeriği şu ya da bu ölçüde mecliste görüşülüp onaylanan bir örtülü ödenek vardır. Yani devletin gizli faaliyetleri için meclis tarafından alenen bütçe ayrılır. Elbette gizli faaliyetlerin bütünü buna bağlanamayacağı için bu örgütlenmeler “kendi başlarının çaresine de bakarlar”. Bugün dünyadaki uyuşturucu ticaretinin anlamı esasen bu faaliyetlerin finansmanıdır. Kara para aklama, kumar sektörü ve daha başka “ticari” faaliyetler de aynı amaca hizmet ederler. Son tahlilde yasadışı ve gizli olanın finansmanının tümüyle yasal olması işin doğasına aykırıdır. Yine soygunlar ya da temiz görünümlü ticari faaliyetler de işin bir parçasını oluşturur. Geniş bir kitleselliğe ulaşmış Kürt hareketine karşı yürütülen savaşta bu aygıt ve faaliyetleri olağanüstü ölçüde geniş ve sık bir hal aldı. Ama bir şey büyüdükçe saklaması zorlaşır. Bu olağanüstü şişme, beraberinde kontrol dışına çıkmayı ve ifşa olmayı getirdi. Böylece esas olarak 90’ların ortalarında yaşanan ve Susurluk’ta doruğa çıkan kısmi bir tasfiye ve iç rekabet süreci de yaşandı. İşte bu süreçte “derin devlet”i bu kontrol dışına çıkan ve genelde devletin maaşlı-bordrolu elemanı olmayan unsurlara indirgeyici nitelikte “çeteleşme” kavramı ortaya atıldı. Nitekim “derin devletin varlığını kabul etti” diye sunulan başbakanın tarifi de esasen “çeteleşmeye” indirgeyici bir tarifti. Oysa ne “derin devlet” çete faaliyetlerine indirgenebilir ne de çete faaliyetleri “derin devlet” faaliyetinin olağandışı bir yüzüdür. Başta ABD olmak üzere çeteler (gangsterler) Türkiye’de ve dünyanın her yerinde “derin devlet” faaliyetlerinin olağan bir branşıdır. Devletin yasadışı/gizli faaliyetleri olacaksa, bunun için devlet memuru olmayan ve pis işlere yatkın unsurların, yani suçla haşır neşir unsurların, canilerin kullanılması kaçınılmazdır. 20. yüzyıldaki birçok kitle katliamında hapishanelerdeki suçluların kullanılmış olması gerçeği bunu net bir şekilde gösterir. Bu arada bu yöntemin bu topraklarda da egemenler tarafından ustalıkla kullanılan bir yöntem olduğunu hatırlatalım. 1915 Ermeni kırımında bilumum cani bu şekilde kullanılmıştır.
Devlet geleneği ve rejimin tarihsel bunalımı “Derin devlet”in esas olarak kapitalizmin çürüme eğilimlerinin ve baskıcı doğasının hâkim hale geldiği emperyalist evrenin bir ürünü olduğunu belirtmiştik. Bu bakımdan “derin devlet” emperyalizm çağına ilişkin olarak Lenin tarafından vurgulanan siyasal gericilik eğiliminin bir cisimlenişidir. Kapitalizme doğru adımlarını esas olarak emperyalizm çağında atan Türkiye toprağında ise siyasal gericilik zaten kendi Asyatik biçimi içinde mevcuttu. İyi bilindiği gibi bu topraklar burjuva devrimini demokratik
Mart 2007 • sayı: 24
öğeden yoksun bir tepeden devrim süreci olarak yaşadı ve “devleti kurtarma” amacıyla yola çıkmış olan Osmanlı egemen sınıfının içinden bir bölük, bu süreçten Bonapartist bir burjuva diktatörlük çıkardı. 20. yüzyıla dönülen süreçte özellikle Balkanlar’daki gerileyiş ve çözülüş süreci hızlanan Osmanlı’da, egemen sınıfın Batılı eğitim almış kimi genç unsurları Balkanlar’da bağımsızlık mücadelesi veren halklara karşı komitacılık temelinde örgütlenme ve savaşma tecrübesinden geçti. Başlangıçta illegal ve gizli bir örgüt olan İttihat ve Terakki’nin kadrolarını oluşturan bu unsurlar süreç içinde devlet aygıtındaki etkinliklerini arttırdılar ve nihayetinde iktidarı ele geçirdiler. Bu unsurlar “devleti kurtarmak” için, bir tehdit olarak gördükleri imparatorluk bünyesindeki gayrimüslim halklara karşı, ana vurucu gücünü kendi gizli savaş örgütlenmelerinin oluşturduğu bir aygıtla büyük katliamlar yürüttüler. Yüzbinlerce Ermeninin katledildiği 1915’teki büyük soykırım bu kanlı faaliyetin doruk noktalarından birini oluşturur. Teşkilatı Mahsusa adıyla bilinen bu örgütlenme esasen bu süreç içinde kurulan TC’nin de harcını karmıştır. “Derin devlet”in esas olarak kapitalizmin çürüme eğilimlerinin ve baskıcı doğasının hâkim hale geldiği emperyalist evrenin bir ürünü olduğunu belirtmiştik. Bu bakımdan “derin devlet” emperyalizm çağına ilişkin olarak Lenin tarafından vurgulanan siyasal gericilik eğiliminin bir cisimlenişidir. Kapitalizme doğru adımlarını esas olarak emperyalizm çağında atan Türkiye toprağında ise siyasal gericilik zaten kendi Asyatik biçimi içinde mevcuttu. Teşkilatı Mahsusa, İttihat-Terakki önderlerinin en kötü ihtimale, yani savaştan yenik çıkma ve işgale uğrama ihtimaline karşı geniş kapsamlı bir iç savaş ve direniş için hazırlanmıştı. Mustafa Suphilerin katledilmesi de dâhil olmak üzere birçok gizli kıyım örgütleyen bu yapı, daha o zamandan, emperyalist gizli servislerle aşık atacak tecrübeler kazandı. Bu devlet geleneğinin emperyalizm çağının gerici eğilimleriyle buluşması bu bakımdan hiç de zor olmadı. Bu temelde II. Dünya Savaşı bitiminde NATO ve CIA merkezli gizli iç savaş örgütlenmesine eklemlenme kolayca gerçekleşmiş ve katliam ve komplolar dünyasında yeni ufuklara yelken açılmıştır. Böylece devrimcilere, işçilere, emekçilere, muhalif aydınlara, ezilen halkların temsilcilerine karşı her türlü suçu işleyen bu karşı-devrim aygıtı, Asyatik despotizmin damgasını vurduğu “yerli tecrübelerini”, Nazilerin birikimini devralıp bunları daha da rafineleştiren Amerikan emperyalizminin tecrübe ve olanaklarıyla da yoğurarak bugüne gelmiştir. Bu bağlamda “derin devlet” meselesini tamamen ya da esasen Türkiye’deki özgül devlet geleneklerine bağlamak pek doğru olmadığı gibi, yaygın söylemle “zihniyet”e bağlamak hiç doğru değildir. Yukarıda açıkladığımız gibi işin
marksist tutum
esası burjuva demokrasisinin evrensel doğası ve geçirdiği genel tarihsel evrimdir. Aksi takdirde ne genel olarak böylesi bir gelenekten söz edemeyeceğimiz Batılı emperyalist ülkelerdeki “derin devlet”i açıklayabiliriz, ne de günümüzde genel olarak bu örgütlenme ve uygulamaların artışını. Ama diğer taraftan söz konusu geleneklerin de bir rolü mevcuttur. Bunlar bir yandan emperyalist gericiliğin son meyvelerini benimsemede mükemmel bir doku uyumu gösterilmesini sağlarken, diğer yandan bu yapılanma ve faaliyetlere kendine has rengini, şiddetini, özel biçimlerini, yaygınlık derecesini vb. verirler. Bu söylediklerimiz söz konusu geleneklerin önemsiz olduğu anlamına gelmez. Aksine özümsenmiş bir “devlet hafızası” olarak iş gören bu gelenekler, uygulamada egemenlere büyük avantajlar sağlar. Başta belirttiğimiz gibi bugün bu aygıt ve faaliyetleri yeni bir evreye girmiş durumdadır. Hepsinin altından emekli general ve subayların çıktığı yeni yeni “Kuvvacı” faşist örgütlenmelerin ve esasen 2005 Newroz’undan bu yana girilen yeni provokasyonlar sürecinin bir anlamı budur. Özellikle Irak’ın 2003’teki işgali ve Irak Kürdistanı’ndaki devletleşme süreciyle birlikte Kürt sorununun aldığı yeni uluslararası boyut Türkiye’de 85 yıllık rejimin tarihsel korkularını fena halde depreştirmiş durumdadır. Rejim bekçiliğine soyunmuş egemen sınıf kesimleri aynen zamanın İttihat-Terakki’si gibi kendilerini en kötü ihtimale (bir bölünme sürecine) hazırlıyorlar. Bu çerçevede iç savaş aygıtına, Osmanlının çöktüğü ve TC’nin kurulduğu süreçtekine benzer bir misyon ve şekil kazandırılmakta olduğu anlaşılıyor. Bu kesimler, zamanında Ermeniler ve Rumlara yapılanların bu kez de Kürtler için gerekli hale gelebileceği üzerine birtakım hesap ve hazırlıklar yapmaktadırlar. Bu hazırlıkların rengi, bazı illerin muhtemel pogrom provaları için pilot bölgeler olarak seçilmiş olması, Kürtlerin “sürülmesi”, “kısırlaştırılması” gibi Nazi söylemlerinin ayyuka çıkması gibi olgulardan iyice anlaşılmaktadır. Bunları yapanların patolojik vakaymış gibi ele alınması tarihten hiç ders alınmaması anlamına gelir. Bu yapılanmaların maksatlarına erip eremeyecekleri kısmen emperyalist savaş sürecinin dönüşlerine ve bununla da bağlantılı olan burjuvazi içindeki kapışmaların seyrine, ama en çok da işçi sınıfının mücadelesine bağlıdır. Bütün bu faşist örgütlenme ve söylemlerin “vatanseverlik” teması üzerine kurulu olduğu somut şartlar altında, sol adına “yurtseverlikten” dem vurmanın Büyük Türk şovenizmine hizmet ettiği açıktır. Gün, “derin”lerden yükseltilen ve giderek daha vahim sonuçlarıyla karşılaşacağımız şoven-faşist azgınlığa karşı, işçi sınıfının anti-faşist, anti-şovenist, enternasyonalist mücadelesini daha bir kuvvetle örgütleme günüdür.
5
Statükocuların Saçtığı Milliyetçilik Zehri Oktay Baran
H
rant Dink’in katledilmesinin ardından burjuva medyanın önemli bir bölümü bu kalleş suikastı lanetleyen bir görüntü sundu. En gerici burjuva kesimler bile bu genel atmosferin basıncıyla seslerini kesip, Dink’in arkasından timsah gözyaşlarını esirgemediler. Başlangıçta faşist MHP ve BBP gibi partiler bile, bu cinayetle aralarına bir çizgi çekmeye ve kendilerini cinayeti işleyenlerden ayrı tutmaya, onlarla bir ilişkileri yokmuş gibi göstermeye çabaladılar. Ne var ki, Hrant Dink’in cenaze töreninin içeriği ve kitleselliği, pek çok burjuva kesimin tahammül sınırlarını zorlayacak cinstendi. Cenazenin ardından statükocu, gerici ve faşist çevrelerin karşı saldırıya geçmesiyle atmosfer bir anda değişiverdi. Hrant Dink’in cenaze töreni, 12 Eylül’den bu yana yapılan en büyük, en kitlesel protesto gösterilerinden biriydi ve kuşkusuz bir o kadar da anlamlıydı. Yüz binlerce insan, bu faşist cinayeti protesto etmek, şovenizme karşı tepkisini dile getirmek ve bu topraklarda yaşayan kardeş halklarla dayanışma içerisinde olduğunu ifade etmek üzere İstanbul’un caddelerini saatler süren ve kilometrelerce uzayan bir yürüyüşle işgal ettiler. Yüz yıldan fazla bir süre boyunca horlanmakla, aşağılanmakla kalmayıp yerinden yurdundan sürülen, malına ve canına kastedilen ve dahası soykırıma tâbi tutularak küçücük ve içine kapalı bir azınlık haline getirilen bir halkın en değerli evlatlarından biri olan Hrant Dink, yaşamını adadığı “halkların barış içinde kardeşçe ve eşit bir temelde bir arada yaşaması” davasının
6
yüceliğine yakışan kalabalıklarla sonsuzluğa uğurlandı. Bu sessiz protestonun çığlığı haline gelen ve Ermenilerin olduğu kadar Kürt halkının ve sınıf bilinçli işçilerin de yüreklerinde hissettiği “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” sloganı ve pankartı, komünistlerin özlem duyduğu ve baş savunucusu oldukları bir kardeşleşmenin de en güzel anlatımlarından biriydi. İşçi sınıfının bilinçli temsilcileri olarak komünistler, onun kurtuluş mücadelesinin yerel ve ulusal bir sorun olmayıp evrensel bir sorun olduğunu, işçilerin vatanının ancak bütün dünya olabileceğini ve bu nedenle işçi sınıfının milliyetçiliğin hiçbir türüyle ilişkisi olmayan bir enternasyonalist çizgi izlemesini gerektiğini savunurlar. Böylesi bir enternasyonalist çizginin baş düşmanlarından biri hiç kuşkusuz ki, ezen ulus milliyetçiliği ve şovenizmdir. Bu yüzden “Hepimiz Ermeniyiz” sloganı, yalnızca Ermenilerin “yeter artık” isyanını ya da onunla benzer bir kaderi paylaşan ezilen Kürt halkının “acınızı paylaşıyoruz” dayanışmasını değil, aynı zamanda tüm ezilen ulusları da kardeşçe sahiplenmesi ve onların haklarının koruyucusu olması gereken işçi sınıfının enternasyonalist dayanışmasını da temsil eder. Ve bu bakımlardan şovenizme indirilmiş bir tokattır. Ancak bu durumu çok dikkatli değerlendirmek zorundayız. Bugün işçi hareketinin güçlü, örgütlü ve süreklilik arz eden bir yükseliş konumunda olmaması ve hepsinden de önce sınıfın devrimci-komünist bir önderlikten yoksun oluşu, bu tip yükselişlerin münferit kalmasına yol açıyor. Bu kez de durum
Mart 2007 • sayı: 24
bu tablonun dışında değildir. Cenaze töreninden sonra burjuva gericiliğin yeniden saldırıya geçmesinin ve şovenizmin daha da körüklenmesinin nedeni hiç kuşku yok ki, statükocusuyla, demokrat geçineniyle, faşistiyle tüm burjuva kesimlerin, oluşan antişovenist tepkiyi bir tehdit olarak algılamalarıdır. Bu nedenledir ki, cenaze töreninin ardından faşistlerin ulumaya başlamasıyla birlikte, burjuva medyanın bazı kesimlerinde şovenist milliyetçi zihniyete karşı yükseltilen eleştiriler, yerini en iyi durumda küçük-burjuva aydınlara has bir kararsızlığa, gerilemeye ve kötümserliğe bıraktı. En iyi durumda diyoruz, çünkü yaygın olan durum, gerici-faşist ulumalar karşısında milliyetçiliğe yöneltilen eleştirilerin geri çekilmesi ve birkaç istisnasıyla tüm burjuva ideologların, patlayan milliyetçilik tartışması içerisinde, kendilerini şu veya bu şekilde milliyetçilikle tarif etmeleridir. Sağıyla soluyla, demokratıyla muhafazakârıyla, devrimcisiyle faşistiyle, bu topraklarda yaşayan herkesin zaten milliyetçi olduğu ve olması da gerektiği konusunda tüm burjuva ideologlar ve onların işçi hareketi içerisindeki uzantıları hem fikir durumdadırlar. Onlara kalırsa, tüm siyasi akımların tercihi, iyi milliyetçilik ile kötü milliyetçilik, pozitif milliyetçilik ile negatif milliyetçilik, demokrat milliyetçilik ile faşist milliyetçilik, hukuki milliyetçilik ile ırkçı milliyetçilik vb. arasında yapılmak durumundadır; ezen ulus milliyetçiliğinin tüm görünümlerine karşı cephe almak zinhar suçtur, utanç vesilesidir!
Emperyalist paylaşım kavgası ve milliyetçilik Milliyetçiliğin uzun bir süredir yükselişte olduğu tespiti genel kabul görüyor. Gerçekten de bu yükseliş ne yazık ki bir yanılsamayı değil hakikati yansıtıyor. Ne var ki milliyetçiliğin yükseldiğini sevinçle dile getirenlerin tüm iddialarının aksine, bu, kendiliğinden bir yükseliş değil, son derece planlı ve örgütlü bir şekilde yürütülen bir sürecin ürünü olan bir yükseliştir. Milliyetçilik söz konusu olduğunda işin doğası gereği kendiliğinden bir yükselişten zaten bahsedilemez. Çünkü milliyetçi ideolojinin temel direklerinden olan “ulusal çıkarlar” söylemi bir aldatmacadan, bir kurgudan öte bir anlam taşımaz. Sınıflara bölün-
marksist tutum
müş bir toplumu oluşturan tüm bireylerin gerçek ve nesnel çıkarlarının aynı olduğu ya da olabileceği düşüncesi büyük bir yalandan ibarettir. Hayali bir çıkar ortaklığını ve hayali bir kader birliğini vazeden milliyetçi ideoloji, o toplumun mülk sahibi sınıflarının çıkarlarını tüm toplumun çıkarları olarak sunan bir kurgudur. Bu nedenle milliyetçi ideolojinin en geniş anlamıyla halk kitleleri arasında kendiliğinden doğması ve yükselişe geçmesi tarihin hiçbir döneminde mümkün olmamıştır ve olamaz da. Bugün Türkiye’de yaşanan milliyetçi yükseliş de bu genel tarihsel kuralın bir istisnası değildir. Demek ki, milliyetçi ideolojinin belli bir yaygınlığa kavuşması için, bu ideolojiyi her türlü araçla pompalayacak güçlü ve etkin siyasal odaklara ihtiyaç vardır. İçinden geçtiğimiz dönemde milliyetçi yükselişin arkasındaki pompalayıcı güç çırılçıplak ortadadır: başta asker-sivil bürokrasi olmak üzere burjuvazinin statükocu kesimi. Statükocu burjuvazi, AB yanlısı burjuvaziyle giriştiği hegemonya kavgasında, politik cephaneliğinin değişmez unsuru olarak milliyetçiliği öne çıkarıyor. Girilen AB süreci içerisinde güç ve otoritesinin sarsılması riskinin karşısına ulusal egemenliğin kaybolacağı söylemiyle çıkan statükocu burjuva kesimler, AB üyelik koşullarını Batı’nın Türk milletine dayatmaları olarak yutturmaya çalışarak, bu dayatmalara karşı ulusal onur propagandasıyla milliyetçiliği körükledikçe körüklüyorlar. AB süreciyle birlikte kimi burjuva demokratik açılımların gündeme gelmesi bu despotik karakterli burjuva kesimleri ürküttüğü gibi, en başta Kürt sorunu olmak üzere, Kıbrıs sorunu ve Ermeni sorunu gibi hususların giderek uluslararası siyasetin sorunları haline gelmesi de onlar için büyük bir ürküntü kaynağıdır. Diğer taraftan, ABD emperyalizminin dünya çapında hegemonyasını korumak, geliştirmek ve pekiştirmek üzere giriştiği emperyalist saldırganlığın şu anki adresinin Ortadoğu coğrafyası olması da statükocu burjuvaziyi ciddi bir biçimde kaygılandırıyor. Bölgede yürüyen emperyalist paylaşım kavgasında paylaşanların safında yer alamayan TC devletinin bu geleneksel efendileri, paylaşanların arasına giremedikleri ölçüde paylaşılan konumuna düşecekleri korkusuyla giderek daha da saldırgan ve daha da para-
7
marksist tutum
noyak bir tutum sergiliyorlar. AB sürecinin gerektirdiği koşulların ve ABD emperyalizminin Irak’ta Kürtlerle işbirliği yapmasının Türkiye’yi bölünmeye doğru götürdüğü düşüncesini propaganda eden statükocu burjuvazi, Kürt düşmanlığıyla besleyip körüklediği şoven milliyetçiliğe bu dolayımla anti-Amerikancılığı ve AB karşıtlığını da dahil ederek kendisini anti-emperyalist kılıklara büründürüyor. Ve hatta özelleştirmelere bile belli ölçüde karşı çıkarak, bu şoven milliyetçiliğe sosyal bir boyut da eklemeye ve böylelikle emekçi kitleleri daha kolay kandırıp yanına çekmeye çabalıyor. Hemen belirtelim ki, bu anti-emperyalist söylemin gerçek bir emperyalizm karşıtlığıyla uzaktan yakından hiçbir ilişkisi olmadığı gibi, bizzat bu söylemi kullananlar bugün Türkiye’nin kendi komşularına karşı en saldırgan politikaları izlemesi gerektiğini savunanlardır aynı zamanda. Onlar, emperyalizme karşı oldukları için değil, büyük emperyalist ağabeyleri ile istedikleri türden bir ilişki kuramadıkları için böyle bir söyleme sarılıyorlar. İçeride işçi sınıfına karşı en azgın saldırıları, dışarıda ise dünya halklarına karşı en kıyıcı savaşları planlarken Hitler’in kapitalizme ve emperyalizme karşı bir söylem tutturması ile statükocu burjuvazinin bu sözde anti-emperyalizmi gerçekte aynı içerik ve kategoridedir. AB sürecinde yaşanan aksamaları, AKP hükümetinin emekçilere ve Kürtlere vaat ettiği refah, adalet, kalkınma ve barışın bir aldatmacadan ibaret olduğunun giderek daha fazla ortaya çıkmasını, ABD emperyalizminin Irak’ı tam bir cehenneme çevirmesinin yarattığı derin hoşnutsuzluğu, kendi şoven milliyetçi söylem ve çizgisinin doğrulanması olarak göstermeye çalışan statükocu kesimler, bu olgulara dayanarak milliyetçiliği daha da körüklemeye çabalıyorlar. Ana çizgileriyle TÜSİAD’ın çıkarlarının temsilcisi olarak iş gören AKP hükümeti kan kaybettikçe, tam da TÜSİAD burjuvazisiyle giriştiği hegemonya kavgasını AKP hükümeti üzerinden yürüten statükocu kesimler güç kazanıyorlar. AB sürecindeki aksaklıkları kısa vadede gideremeyeceğinin, bugünün ekonomik koşullarında TÜSİAD’la arayı açmadan emekçilerin desteğini kazanacak birtakım reformlar yapamayacağının ve ABD’nin Ortadoğu politikalarını da değiştiremeyeceğinin bilincindeki AKP hükümeti de rotayı milliyetçiliğe doğru kıralı epey zaman oluyor. Bizzat AKP hükümetinin politik çizgisine karşıt olan burjuva güçler tarafından körükleniyor da olsa, AKP de yaklaşan seçimlerde bu milliyetçi dalgadan pay almak ya da en azından onun kendi oylarını aşındırıcı etkilerini zayıflatmak istiyor. Bu ise en başta Kürt sorununda olmak üzere, biçimsel ve makyaj kabilinden bile olsa tasarlanan tüm demokratik açılımların gündemden düşmesi anlamına geliyor.
Burjuvazi milliyetçilikten vazgeçemez AB taraftarlığının şampiyonluğunu yapan AKP’nin, liberal-demokrat burjuva ideologlarının ve TÜSİAD’ın son
8
Mart 2007 • sayı: 24
tartışmalar içerisinde milliyetçilikle aralarına net bir çizgi çekemeyip onun daha ılımlı biçimlerine vurgu yapmaları, bir kez daha göstermektedir ki, burjuvazinin hiçbir kesimi milliyetçi ideolojiyi kaldırıp bir tarafa atamaz. Tarihsel olarak milliyetçiliğin fikir babalığını yapan burjuvaziden de zaten böyle bir girişim beklenemez. Bu gerçek her kritik siyasal olayda kanıtlanmaktadır. Daha geçen yıl Newroz sonrasında gerçekleşen katliamı ve liberal-demokrat burjuva ideologların bile yaşananları nasıl çarpıtarak yorumladıklarını, milliyetçi önyargılarını nasıl dışa vurduklarını unutmayalım. Keza son dönemde patlak veren milliyetçilik tartışması da aynı gerçeğe yeni kanıtlar sunmaktadır. Sol bir geçmişe sahip ya da bugün kendisini reformist sola yakın hisseden birkaç köşe yazarını bir tarafa bırakacak olursak, burjuvazinin temsilcileri milliyetçilikten vazgeçmeye niyetleri olmadığını açık seçik ortaya koyuyorlar. Liberallerin önde gelenlerinden İsmet Berkan, faşistlere, “Elbette hepimiz Türk’üz. … Anayasamızdaki tanımıyla «Bu ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı herkes Türk». Bu konuda şüpheye düşmek ne demek, ben sahiden anlamıyorum” (Radikal, 30/01/2007) sözleriyle cevap verirken, meselenin tam da, farklı etnik kökenlere, farklı anadillere ve hatta farklı dinlere sahip “yurttaşlar”ın hepsini birden egemen etnik kimliği ifade eden Türklük kavramıyla tanımlama dayatmasında yattığını anlamazlıktan geliyor. Daha da önemlisi, en temel burjuva demokratik haklardan biri olan, egemen ve ezen bir ulusun tahakkümü altında yaşayan ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı böylece yok sayılmış oluyor. Ulusal soruna liberallerin çözümü ancak bu kadar oluyor; Türklük kavramını etnik bir kimlik olarak değil hukuki bir durum olarak tanımlayalım, böylelikle de hepimiz Türk olalım! Hükümete yakınlığıyla bilinen ve İslamcı liberal geçinen Yeni Şafak yazarlarından Yasin Doğan da pozitif bir milliyetçilik çizgisinin tanımlanması ve hâkim kılınmasına vurgu yaptıktan sonra, “Bediüzzaman’a göre müsbet milliyetçilik kabul edilebilir, çünkü milletine sahip çıkmak, milletiyle övünmek ve ona yararlı olmaya çalışmak bir erdem olarak düşünülebilir” (9/2/2007) diyerek en kaba, en yaygın ve yutturulması en kolay burjuva çarpıtmalardan birine başvuruyor. Gerçekte sağcısıyla “solcu”suyla tüm burjuva ideologlar milliyetçiliği hangi sıfatla savunuyor olurlarsa olsunlar bu çarpıtmaya dört elle sarılırlar. Bu yüzdendir ki, Nurculuğun liderine atıfta bulunan bir yazarla, laiklik şampiyonu geçinen Deniz Baykal bu tanımda kelimesi kelimesine hem fikir oluverirler. Şöyle diyor Baykal, “Milliyetçilik duygusunun varlığından kimse korkmasın; milliyetçiliği de kimse suçlama konusu yapmasın. Elbette milliyetçi olacağız; elbette milletimizi seveceğiz … Milletin kimliğinden onur duyacağız … Herkes var bunun içinde, hepimiz var, bu topraklarda yaşayıp bu ülkeyi seven herkes bu milliyetçilik tarifinin içinde.” Öyle ya, insan olma sıfatını hak eden hiç kimse, içinde yaşadığı toplumun kötülü-
Mart 2007 • sayı: 24
ğünü istemeyeceğine göre herkes milliyetçidir! Siyasal-ideolojik bir kavram olan milliyetçiliği, insanın içinde yaşadığı topluluğa sahip çıkması, kendisini o topluluğun bir parçası olarak hissetmesi ve ona yararlı olmaya çalışması gibi insani-etik bir duyguyla tanımlamak, milliyetçiliği popüler ve kolay kabul edilebilir bir politik kimlik haline getirme amacını güden kaba bir çarpıtmadır. Söz konusu duygular, insanı milliyetçi yapan değil, insanı insan yapan duygulardır. İnsanın sosyal bir varlık olması o denli baskın bir ağırlığa sahiptir ki, kapitalist toplumun tüm bencil ve atomize edici basıncı ve baskısına rağmen, etik düzeyde övülen ve bir erdem olarak görülen şeylerin tümünün kökeninde, dayanışma, yardımlaşma, işbirliği, fedâkarlık gibi bencilliği dışlayan davranışlar yatar. Burjuvaların tüm çarpıtmalarının kaynağında, geçmişte yarattığı ve emekçi halklara yaşattığı tüm acıların kötü anılarını yok ederek milliyetçiliği sempatikleştirme, onu, militarizmden, şovenizmden ve ırkçılıktan muaf tutma, böylelikle de herkes tarafından kabul edilebilir bir zehir haline getirme çabası yatar. Oysaki baştan aşağıya burjuva ideolojisinin temel argümanları üzerine oturan milliyetçiliği, bu unsurlardan arındırmak mümkün değildir. Ezen ulusun en ılımlı görünen milliyetçiliği ile faşist milliyetçilik arasında sanıldığından çok daha kısa bir mesafe vardır. Bu ehlileştirme çabalarının ikiyüzlülüğünü göstermek için Radikal yazarlarından Hasan Celal Güzel’i okumak oldukça zihin açıcıdır: “Türkiye’de kullandığımız «milliyetçilik» kavramı ile Avrupa’daki «nasyonalizm» kavramı birbirinden tamamen farklıdır. Bizim anladığımız mânâda milliyetçilik, aslâ «ırkçılık» değil, sadece aidiyet duygusunun gerektirdiği bir «vatanseverlik»tir.” (6/2/2007) Irkçı ve etnik bir milliyetçiliğe sahip olmadıklarını söyleyenler, hiçbir zaman ezen-egemen ulusun kimliğine vurgu yapmaktan geri durmamışlardır: “Türk Milleti’nin «mukaddesatı» denilince iki grup kavram akla gelir: Birincisi, vatan, millet, bayrak sevgisi gibi «millî değerler»dir. İkincisi ise, din, Allah, Peygamber, ezan sevgisi gibi «manevî değerler»dir. Bu memlekette siyaset yapanların bu değerlere saygılı olması ön şarttır.” (H. C. Güzel, Radikal, 1/2/2007) Bu nedenledir ki, Türk-İslam sentezini kabul etmeyenlerin bu ülkede siyaset yapmaları hoş karşılanmayacağı gibi, “mukaddesatı” gereği bu senteze dahil olamayanlar sessizce boyun eğmek ya da ülkeyi terk etmek zorundadırlar. İşte ırkçılıkla ilişkisi olmayan pek demokrat Türk milliyetçiliği! Dine, dile, soya, kültüre vb. dayanarak bir millet tanımı yapıp, milliyetçiliği de diğerlerini değil de “bu” milleti övmek, yüceltmek, her şeyden üstün tutmak olarak tanımlayanlar, tüm inkâr çabalarına rağmen tastamam ırkçılık yapmaktadırlar. Çünkü ırkçılık, burjuva hukukunda bile, “ırk, renk, dil, din, milliyet veya milli ya da etnik kökeni esas alarak, bir kişi veya bir grup kişinin aşağılanması ya da tam tersi, bir kişi veya bir grup kişinin üstünlüğü düşüncesi” olarak tanımlanıyor. Buna rağmen bu çırılçıplak gerçeği örtbas etmek için, Türk milliyetçiliğinin ırkçı-
marksist tutum
lıkla ve milliyetçiliğin Batı dillerindeki kelime karşılığı olan “nasyonalizm”le ilişkisi olmadığı yalanını söyleyip dururlar. Altı yaşındaki çocuklardan on sekiz yaşındaki gençlere kadar milyonlarca insanı, “damarlarındaki asil kanı” idrak ederek bireysel varlığını “Türk varlığına” armağan etmesi üzerine yemin ettirdikten sonra sınıflara sokan, ardından da on iki yıl boyunca bu gencecik insanların beyinlerine şoven önyargıları empoze eden bir eğitim sistemini yıllardır sürdürürsünüz. Türlü kırımlardan ve yağmalardan geçirildikten sonra yerinden yurdundan sürülen ve bugün bir avuç kalmış gayrimüslim azınlıkları hukuki düzeyde “yabancı vatandaşlar” fiilen ise “gizli iç düşmanlar” olarak kategorize eder, Kürtleri ise generallerin ağzından “sözde vatandaşlar” olarak damgalarsınız. Çocuklarımıza “Türk dilinden alınmış” isimler dışında isim koymamızı, “yabancı ırk ve millet isimleri soyadı olarak kullanılamaz” diyen kanuna dayanarak yasaklarsınız. Hukukunuzda “anadil” kavramına bile yer yoktur, resmi dil vardır ve bir de birkaç yıl öncesine kadar “kanunen yasaklanmış diller”. “Türkçe olmayan” köy adlarının hepsini değiştirirsiniz. Vatandaşlık Kanununuzda “Türk soyu” terimini kullanırsınız. Anayasanızda ve ceza yasalarında “Türklük” kavramını kullanırsınız. Tüm insanlığın Orta Asya’daki Türk boylarından türediği ve tüm dillerin kökeninde Türkçenin yattığı gibi bir saçmalığı profesörlere sipariş verip Güneş-Dil Teorisi haline getirirsiniz ve yıllar boyunca bu safsatayı üniversitelerde bile okutursunuz. Komşularınızın bir tekiyle bile dostane ilişkiler kuramazsınız, hepsini düşman olarak addedersiniz ve seksen yıl boyunca tarih dersi diye ordu-millet safsatasını genç kuşakların beynine kazımaya çabalarsınız. Ruslar, Yunanlılar tarihi düşmanlarınızdır, Ermeniler ve Araplar sizi arkadan bıçaklamışlardır, Irak’taki Türkmenler “soy”daşınızdır ama “aynı milletin fertleri” olarak “etle tırnak” olduğunuz Türkiyeli Kürtlerin Irak’taki akrabaları soydaş olmak şöyle dursun düşmanınızdır. Ve tüm bunların ırkçılıkla, şovenizmle, etnik milliyetçilikle hiçbir ilişkisi yoktur, çünkü sizin milliyetçiliğiniz pozitiftir! Milliyetçilik (ulusalcılık) bir duygu, bir aidiyet hissi vs. değil, bir burjuva ideolojisidir. Marksizm, milliyetçiliğin hiçbir türüyle bağdaşmaz. Hele ki Türkiye’deki gibi egemen ve ezen bir ulusun milliyetçiliğine, yurtseverlik, vatanseverlik, ulusalcılık vb. kisvelerle verilebilecek en küçük bir tavizin bile, gerici burjuvazinin ekmeğine yağ sürmek olacağı asla unutulmamalıdır. Türk milliyetçiliğini emperyalizm karşısında ezilen ulus milliyetçiliğiymiş gibi göstermeye çalışan faşistinden sosyal-şovenistine kadar tüm sahtekârlara karşı amansız mücadele! Devrimci işçi sınıfı şu ya da bu biçimiyle milliyetçi değil, enternasyonalisttir ve enternasyonalizmin bayrağını zafere taşımak onun tarihsel görevidir.
9
ABD’nin Yeni Stratejisi: Tüm Ortadoğu Irak Gibi Olsun! Kerem Dağlı
O
rtadoğu’nun kadim topraklarında hayatını kaybetmiş, yaralanmış, sakat kalmış, ailesini, işini, evini ve yurdunu yitirmiş, yoksulluğa ve sefalete sürüklenmiş milyonlarca insana her gün yenileri ekleniyor. Sadece Irak’ta, artık bir içsavaş görüntüsünü andıran manzaralar eşliğinde her gün 100-150 kişinin bombalarla yahut başka vahşi yöntemlerle katledildiğini görüyoruz. Filistin’de terörist İsrail devletinin tankları ve helikopterleri, Gazze ve Batı Şeria’daki yerleşim birimlerine aralıksız saldırıyor. Bu bölgelerde yaşayan 3 milyona yakın Filistinli kuşatılmış durumda. Halk aç, susuz, işsiz, hapis durumda. Bombalamalar esnasında yaralanmış olanlar ve hastalar tedavi edilemiyor. Lübnan’da da durum farklı değil. İsrail saldırısı ve işgaliyle bir kez daha yıkımın eşiğine gelen Lübnan halkı ne yapacağını bilemez durumda. Tüm ülke yeni bir iç savaşın eşiğinde ve emperyalist güçler bunu alabildiğine kışkırtıyorlar. Ortadoğu coğrafyasına biraz uzak kalsa da, Afganistan’da da vaat edilen “demokrasi ve özgürlük”ten eser yok. Çatışmalarda her gün onlarca insan ölmesine rağmen gerici Taliban güçleri ülkenin güneyinde egemenliği tekrar ele geçirmeye başlamış durumdalar. Açlıktan ve sefaletten bitap düşmüş halk içinse, yaşadıkları cehennemin zebanisinin kim olacağı fark etmiyor. İşte ABD emperyalizminin 11 Eylül’le başlattığı emperyalist savaş sürecinin Ortadoğu’da yarattığı tablonun bugünkü hali budur.
ABD’nin yeni Irak stratejisi neyi hedefliyor? Yeni Irak stratejisini Ocak ayında açıklayan ABD, Irak’a 21 bin 500 ek asker göndermeyi planladığını duyurmuştu. Bush açıklamasında, takviye askerlerin gönderil-
10
mesi karşılığında Irak yönetiminden (ülkede “istikrarı sağlama” konusunda) elini çabuk tutmasının isteneceğini, Irak’a karşı “düşmanca eylemler” içinde olan İran ve Suriye’ye karşı askeri önlemler alınacağını söylüyordu. Ayrıca işgali finanse etmek için bütçeden yaklaşık 170 milyar dolar daha ek para talep edileceğini de açıklamıştı. İşler yolunda giderse, ABD ordusu 2009’a kadar kademeli olarak Irak’tan çekilecekti ya da daha doğru bir deyişle asker sayısı azaltılacaktı. Bush’un açıklamasının ardından ABD ve dünya basınından canhıraş çığlıklar yükselmeye başladı. ABD yönetimini ellerinde tutan neo-conlar, yine “aptalca” davranmış ve ne Demokratların ne de Irak Çalışma Grubunun önerilerini dinlemişlerdi. Sözümona IÇG’nin tüm uyarılarına rağmen Saddam’ın asılmasıyla başlayan süreçle, yapılan yanlışlara bir yenisi daha ekleniyor ve yenilgiyi kabul etmeyen neo-conların ısrarı yüzünden ABD’nin iyiden iyiye bataklığa saplanacağı söyleniyordu. Ancak bu gaz ve toz bulutu dağılıp da ABD emperyalizminin diplomatik ve askeri aygıtları yeni rota doğrultusunda çalışmaya başladıklarında, kopartılan vaveylanın neyin üzerini örtmeyi amaçladığı da daha iyi görülmeye başlandı. ABD’nin “yeni” Irak stratejisi, aslında “eski” emperyalist oyunların günümüz Ortadoğu sahnesine uyarlanmasından başka bir şey değildi. Öncelikle birkaç hususu hatırlatalım. Ne Demokratların Kongrede çoğunluğu ele geçirmiş olmaları, ne de Irak ve Afganistan’da istikrarın bir türlü sağlanamamış olması, ABD emperyalizminin bölgeye ve dünyaya ilişkin politikalarında bir değişiklik yaratıyor. 2008’deki seçimleri Demokratların kazanması halinde de durum değişmeyecektir, çünkü kimi solcu geçinen liberallerin yahut reformist-
Mart 2007 • sayı: 24
lerin sandığı gibi ABD emperyalizminin politikaları neoconların saldırganlığı ya da Bush’un aptallığına indirgenemez. Bu politikalar hegemonya yarışının ve paylaşım kavgasının gereğidir, dolayısıyla kim gelirse gelsin amaçlar ve sonuçlar pek değişmeyecektir. Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi, ABD emperyalizmi hedeflerine ulaşıncaya ya da açık bir yenilgiye uğrayıncaya kadar emperyalist savaşın sürmesi ve yayılması kaçınılmazdır. Demokratların savunduğu ve sanılanın aksine Bush yönetiminin de gayet iyi bir şekilde uyguladığı şey, İran ve Suriye ile girişilecek muhtemel bir savaş öncesi cephe gerisinin derlenip toparlanmasıdır. İşin aslı bu derlenme ve toparlanma çalışmasının da sonlarına yaklaşılmakta, bir yandan İran’a yapılacak saldırının planları tartışılırken diğer yandan Ortadoğu’da İran ve Suriye karşıtı bir cephe örülmeye çalışılmaktadır. Demokratların ve dünyadaki anti-Amerikancı cephenin alaya aldığı “aptal” Bush, mevcut Irak yönetimini, Kürtleri, Türkiye’yi ve hemen hemen tüm bölge ülkelerini (İran ve Suriye hariç) Irak’tan askerlerini tamamen çekmekle tehdit ediyor. Bush’un çekilmeyi dillendirmesi bile, tüm Demokrat ve liberal koronun bir anda çark etmesine ve “mademki bizi bu bataklığa soktunuz, o halde çıkartana kadar işinize devam etmelisiniz!” seslerinin yükselmesine neden oldu. Burjuva politikacılarının ikiyüzlülüğü her yerde aynıdır. ABD’nin Irak işgaline sözde karşı olan ve Bush yönetiminin politikalarını eleştiren bu çevreler, böylesi bir çekilme durumunda Irak’ın parçalanacağından ve istikrarsızlığın tüm bölgeye yayılacağından söz ediyorlar. Bu, burjuvazi açısından ironik bir durum olsa gerek: kargaşayı ve istikrarsızlığı yaratandan ortalığı toparlamasını istemek! ABD’nin askerlerini Irak’tan çekmesi durumunda, mezhep çatışmalarının iç savaşa dönüşeceği ve bunun da tüm Ortadoğu’yu bölgesel bir savaşa sürükleyeceği senaryosu,
marksist tutum
emperyalist güçlerin gerçek niyetlerini yansıtan yaklaşımın bir parçasıdır. ABD’nin yeni strateji çerçevesinde gündeme getirdiği bir diğer seçenek ise, Irak’ta ve bölgedeki kimi ülkelerde “demir yumruklu liderler”in işbaşına getirilmesidir. Afganistan ve Irak’ı “özgürlük ve demokrasi” sloganları eşliğinde işgal eden ve bölgedeki İslamcı-gerici rejimlere karşı daha demokratik-liberal yönetimleri destekleyeceği imajını veren ABD, bu söylem değişikliği ile birlikte kendi eliyle peçesini indirmekten başka bir şey yapmış olmuyor. Askeri bir diktatörlüğün ülkedeki direnişi ezeceğini ve istikrarı tekrar sağlayacağını düşünen ABD emperyalizminin, Afganistan ve Irak’ı işgalinin en temel gerekçesinin diktatörlük rejimleri altında inleyen halkları özgürleştirmek ve onlara demokrasi getirmek olduğu hatırlanınca, emperyalizmin halklara baskı ve zulümden başka bir şey sağlamayacağı bir kez daha kanıtlanmış oluyor. ABD emperyalizminin “demokrasi ve özgürlük” söyleminden çark etmesinin bir diğer nedeni de, Şii İran ve Suriye’ye karşı Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan’ın yer aldığı Sünni bir cephe örme çabalarıdır. Ortadoğu’daki Sünni devletlerin pek çoğunda ABD’nin “demokrasi ve özgürlük” söylemine ters düşecek baskıcı rejimlerin bulunması, değişikliğin sebeplerinden biridir. Bunun yerine yeni bir söylem geliştirilerek Ortadoğu’daki rejimler “ılımlılar ve aşırılıkçılar” olarak ikiye ayrılıyor, çünkü Sünni-Şii ayrımı duruma her koşulda uymamaktadır. Böylece ABD’nin hedefi de bölgedeki ABD çıkarlarına karşı hareket eden İran, Suriye, Hamas ve Hizbullah gibi “aşırılıkçı” güçlere karşı “ılımlılar”ı desteklemek, daha doğru bir ifadeyle, kullanmak oluyor. Bush’un yeni stratejiyi açıklamasının hemen ardından ilk adımlar atılmaya başlandı. Açıklama ile aynı saatlerde Erbil’deki İran konsolosluğu basılarak 5 kişi tutuklandı, tüm belge ve bilgilere el konuldu. Sonraki günlerde de
11
marksist tutum
İranlı diplomatlara yönelik tacizler devam etti. Ve en son olarak Bush yönetimi, Irak’taki karışıklığın ve ABD askerlerine yönelik saldırıların sorumlusu olarak İran’ı hedef gösteriyor. Geçtiğimiz günlerde Bush, Kongreye bu tezleriyle ilgili “kanıtlar” gösterdi. Sünni ve Şii direnişçilere silah ve lojistik yardımının İran tarafından yapıldığını “kanıtlayan” bu deliller ışığında, İran’a olası bir saldırının temelleri döşenmeye çalışılıyor. Kuşkusuz geçmiş deneyimlerinden hareketle ne Kongredeki Demokratlar ne de dünya basını, Bush’un öne sürdüğü delilleri inandırıcı bulmadı, ama zaten bunun oyunun bir parçası olduğunu herkes biliyor. Açıkçası Irak’taki istikrarsızlığın sebebinin mezhep çatışmaları ve/veya İran-Suriye gibi dış güçlerin işe karışması şeklinde ortaya konulması kimseyi yanıltmamalıdır. Irak’taki ve Ortadoğu’daki istikrarsızlığın tek sebebi başta ABD olmak üzere emperyalist-kapitalist güçler ve egemen sınıflar arasında yürüyen paylaşım kavgası ve etnik-mezhepsel farklılıkların bu doğrultuda kaşınmasıdır. Yoksa halklar durduk yerde farklı etnik kökene veya mezhebe mensup oldukları gerekçesiyle birbirlerini boğazlamazlar. ABD dışişleri bakanı Rice ve İngiltere başbakanı Blair şimdiden İran ve Suriye karşıtı “ılımlılar” cephesini oluşturmak için turlara başladılar. Bir taraftan diplomasi turları sürerken, diğer taraftan ABD emperyalizmi ve yardakçısı Siyonist İsrail devleti, Lübnan’da Hizbullah’a karşı Sünni Sinyora hükümetini silahlandırıyor, Filistin’de Hamas’a karşı Abbas’ın partisi El Fetih’i kışkırtıyor. Öte yandan İran ve Suriye’ye karşı örülmeye çalışılan Sünni cephe politikasının meyvelerini vermeye başlaması ve Irak’ta Sünni grupların yönetime daha fazla katılmaları yönünde yürütülen çabalar sonucu, direnişçi grupların başını çeken İslami Direniş Hareketinden ilk kez işgalin bitirilmesi karşılığında ateşkes önerisi geldi. Bu politikanın devamı olarak Irak’taki isyancı Şiilere de sert çıkılmaya başlandı. ABD, Irak yönetimini de yanına alarak isyancı Şii lider Sadr’a karşı bir operasyon başlattı. Şubat ayı başında Necef ’te Sadr’ın Mehdi Ordusuna karşı yapıldığı öne sürülen saldırıda kadın ve çocuklar da dâhil 263 kişi katledildi, 210 kişi yaralandı. Ardından Şii ve Sünni gruplar arasında başlayan karşılıklı bombalama eylemleri yüzünden günlük bilanço yüzlerce ölüye ulaştı. Anlaşılacağı üzere ABD’nin yeni Irak (belki de Ortadoğu demeli) stratejisinin belkemiğini İran’a (ve Suriye’ye) karşı girişilecek saldırının hazırlığının yapılması çabaları oluşturuyor. Bush yönetiminin asıl odaklandığı nokta Irak’ın nasıl kurtarılacağı değil, İran’ın nasıl batırılacağı. Bu yüzden, sanılanın aksine, Irak’taki direnişin ve çatışmaların büyüyerek ülkenin bir içsavaşa sürüklenmesi ve ardından bölünmesi, ABD açısından o kadar da kabul edilemez bir durum oluşturmuyor. ABD emperyalizminin çıkarları açısından bakıldığında aslolan enerji alanlarının ve pazarların kontrolü, hegemonya yarışında küresel dengenin kendi lehine gelişmesidir ve bu hedefe ulaşıldığı takdirde üçe bölünmüş bir Irak pek de sorun yaratmayacak-
12
Mart 2007 • sayı: 24
tır. Bu yüzden bölge ülkeleri de (örneğin Türkiye) mevcut koşullarda ABD ordusunun çekilmesini pek istememektedirler. Irak’ın bölünmesi durumunda bölgedeki dengelerin ve sınırların değişeceği açıktır. Bu durumda kuzeyde kurulacak olan ve Kerkük’ü de kapsayacak bir Kürt devleti, barındırdığı zengin petrol rezervleri bakımından ABD açısından en değerli parça olacaktır.1 Bu durumda, şimdiden bazı senaryolarda belirtildiği gibi, ABD, ordusunun büyükçe bir kısmını Türkiye ile sınırı olan bu topraklara yerleştirecek, böylece hem İran ve Türkiye cenahından gelecek olası saldırılara karşı koruma sağlayacak, hem de petrol rezervlerini ve nakil hatlarını güvenceye almış olacaktır. Böylesi bir durumda, Irak’ın diğer bölgelerinde de ABD ordusu daha güvenli ve petrol kuyularını çevreleyen üslere çekilecektir. Ardından da, Irak’ta asli amaçlarına ulaşmış olduğundan, Sünni Arap devletlerini de arkasına alarak Suriye ve İran’a karşı bir savaşa çok daha rahat girişebilecektir.
ABD emperyalizmi kanlı bir sayfa daha açıyor: Sünni-Şii savaşı ABD emperyalizminin İran’a karşı girişmeyi düşündüğü savaşın amacı, bölgede ABD çıkarlarına aykırı hareket eden mevcut rejimi değiştirmektir. Böylece rakiplerini bu alandan dışlayarak hegemonya yarışındaki yerini sağlamlaştırmış olacaktır. Ancak Afganistan ve Irak’ın işgaliyle başlayan süreçten ders çıkartmış olan ABD emperyalizmi, bu işin Irak’ın işgali kadar kolay olmayacağını biliyor. Sünni Arap devletlerini cephenin ön saflarına sürmek istemesi boşuna değildir. ABD bu ittifaka Türkiye’yi de dâhil etmeye uğraşmaktadır. Bu sayede İran ve Suriye tamamen kuşatılmış olacaktır. ABD yönetimi İran’a gözdağı vermek ve savaş hazırlıklarını tamamlamak amacıyla körfeze yeni savaş gemileri ve asker yolluyor. Basra’daki askeri yığınağını da arttıran ABD, savaş uçakları ile İran hava sahasından içeriye doğru girerek sözde devriye uçuşlarına başladı. İncirlik üssünden ve Körfez’deki uçak gemilerinden kalkan F-16 uçaklarının hedefi, İran tarafından Irak’taki direnişçilere gönderilen silah ve mühimmat sevkıyatına engel olmak, gerekirse bu konvoyları vurmak olarak belirtiliyor. Ayrıca Irak topraklarına ve İncirlik üssüne patriot füzeleri yerleştirilmeye başlandı. Böylece İran’ın yollayacağı füzelerin etkisiz hale getirilmesi hedefleniyor. ABD bir yandan da Suudileri petrol üretimini arttırmaya ve fiyatları düşürerek en büyük geliri petrol ihracatı olan İran’ı ekonomik açıdan da köşeye sıkıştırmaya çalışıyor. Kısa süre önce de İran’a yatırım yapan veya kredi veren uluslararası bankaları engelleyerek, petrol ihracatı gittikçe düşen İran’ın yeni yatırımlar yapmasını engellemişti. Irak işgali öncesindeki süreci hatırlatan bu gelişmelere bakarak, ilk saldırıların Nisan veya Mayıs aylarında yapılacağını öne sürenler az değildir. Ne var ki, ABD-İsrail-İngiltere üçlüsünün bahsetmiş
Mart 2007 • sayı: 24
olduğumuz gibi bir Sünni cephesi oluşturabilmesi için, İsrail ile Filistin ve Lübnan arasındaki sorunu çözmesi veya en azından gözle görülür bir ilerleme kaydetmesi gerekiyor. Bu yüzden ABD emperyalizmi ve yardakçıları, Filistin ve Lübnan halkının kaderiyle de oynamaktan çekinmiyorlar. Ortadoğu’nun belki de en makûs talihe sahip halklarından birisi olan Filistinliler, bir kez daha emperyalist-kapitalist güçlerin tepişmesi altında eziliyorlar. Seçimle işbaşına gelen Hamas ciddi baskılara maruz kaldı ve birçok yöneticisi, milletvekili gayrimeşru bir biçimde İsrail tarafından tutuklandı. Bazı liderleri, İsrail tarafından açıkça üstlenilen suikastlarla öldürüldü. Hamas’ın seçimleri kazanmasının ardından ateşkes ilan etmesine ve İsrail ile müzakerelere başlayacağının sinyallerini vermesine rağmen, bu ne İsrail ne de ABD tarafından dikkate alındı. ABD emperyalizminin dilinden düşürmediği “demokratik ve özgür” yoldan seçimle işbaşına gelen Hamas, en azından şimdilik Filistin sorununda genel olarak daha mücadeleci bir çizgiyi temsil ettiği için “terörist” ilan edildi. Seçim sonrası tüm mali yardımlar kesildiği gibi, Hamaslı yöneticilerin Arap ülkelerini dolaşarak topladıkları yardımların ülkeye sokulmasına da izin verilmedi. Sadece 2006 yılında binden fazla Filistinli (150’si çocuk olmak üzere) İsrail askerlerince öldürüldü. İsrail hapishanelerinde 10 binden fazla Filistinli tutuklu durumunda. Kuşatma altındaki Gazze’de açlıktan ölen insan manzaralarıyla karşılaşmak mümkün. İsrail şimdi de, Filistinliler ve Müslümanlarca kutsal kabul edilen Mescid-i Aksa’da kazı çalışmalarına başladı ve bu girişim yüzünden başlayan çatışmalarda ondan fazla insan öldü. Tüm bunlar olurken, bir süreden beri devam eden El Fetih-Hamas çatışması sonucunda da 100’den fazla Filistinli hayatını yitirdi.2 Birçok sonuçsuz uzlaşma girişimine rağmen neticede Suudi kralı Abdullah’ın girişimiyle Abbas ve Hamas lideri Meşal, birlik hükümeti konusunda Mekke’de anlaştılar. Riyad yönetimi anlaşmanın hayata geçmesi kaydıyla Filistin yönetimine 1 milyar dolarlık yardım sözü verdi. Gerici Suudi yönetimi, İran liderliğindeki
marksist tutum
Suriye, Libya, Yemen, Hizbullah ve Hamas’tan oluş(turul)an cepheye karşı, ABD’nin örmek istediği ittifakın liderliğini ele geçirmek noktasında bir avantaj elde etmeyi ummaktadır. Fakat BM, AB, ABD ve Rusya’dan oluşan Ortadoğu Dörtlüsü, Rusya hariç tutulursa birlik hükümetine sıcak bakmıyor. ABD emperyalizminin isteği İsrail işgalinin ve devletinin Filistin yönetimince tanınması. ABD’nin kanlı Ortadoğu stratejisinin izini Lübnan’da da sürmek mümkün. Lübnan halkı henüz İsrail saldırısının ve işgalinin şokunu atlatmış değil. Hizbullah ise, son derece güçlenmiş bir ulusal direniş hareketine önderlik etmenin verdiği güvenle, Sinyora hükümetine karşı cephe almış durumda. Lübnan’da açık bir siyasi kriz söz konusu. ABD ve İsrail destekli Sinyora hükümeti, İsrail’e karşı başarılı bir direniş sergilemiş olan Şii Hizbullah’ın yükselişinden son derece kaygılı ve sürekli olarak Hizbullah’ı silahsızlandırmaya ve tasfiye etmeye çalışıyor. Buna karşılık Hizbullah’ın başını çektiği koalisyon da (Hizbullah, Şii Emel örgütü, Hıristiyan-Marunî lider Aoun ve Süleyman Faranjiye, Lübnan Komünist Partisi vd.), 2007’nin başından beri sokak gösterileri eşliğinde hükümeti istifaya zorluyor. Bu koalisyonun hükümetteki temsilcileri de geçtiğimiz ay istifa ettiler. Koalisyona bağlı partilerin destekçilerinden oluşan binlerce kişi şehrin merkezinde (hükümet konağının karşısındaki meydanda) çadırlar kurdu ve protestolar devam ediyor. 24 Ocakta Hizbullah’ın ilan ettiği bir günlük genel grev tüm ülkede hayatı felç etti. ABD destekli Sinyora hükümeti ise çatışmalardan Suriye ve İran’ı sorumlu tutuyor. Hizbullah, İsrail’in Lübnan’a saldırısından sorumlu tutuluyor ve şu anda da ülkeyi iç savaşın eşiğine getiren İran’ın kuklası bir parti olarak gösteriliyor. Ama bunu yapanlar, İsrail saldırısının ABD emperyalizminin bölgedeki planlarının bir parçası olduğundan ve Hizbullah’ın yükselişinin sebep değil sonuç olduğundan bahsetmiyor. Lübnan şu anda uluslararası istihbarat örgütlerinin ve ajanlarının cirit attığı bir ülke durumunda. İç savaş patlak verirse tek kazanan ABD ve İsrail, kaybeden ise Lübnan halkı olacaktır. Oysa hem Filistin’de hem de Lübnan’da, halk mevcut yönetimleri istemediği halde bu istekleri ABD emperyalizminin çıkarlarına ters düştüğü için baskı ve zorbalıkla yönetiliyor. Ve ABD emperyalizmi, her iki ülkede de saldırılarıyla korkunç yıkımlara ve katliamlara yol açan Siyonist İsrail’i koşulsuz destekleyerek adeta kedinin fareyle oynadığı gibi Lübnan ve Filistin halklarının kaderleriyle oynuyor. Üstelik bu tehlikeli oyun tüm Ortadoğu’yu etkileyecek bir boyuta sahiptir.
Türkiye burjuvazisi emperyalist kavgada daha “aktif rol” istiyor TC öteden beri Ortadoğu’da İngiliz-ABD emperyalizminin çıkarlarının ve bununla bağlantılı olarak kendi ya-
13
marksist tutum
yılmacı emellerinin savunucusu olmuştur. Bu durum bugün de aynen devam ediyor. Türkiye Ortadoğu’daki yeni misyonunu oynamaya son derece isteklidir. ABD emperyalizminin yeni Irak (Ortadoğu) stratejisinde Türkiye’ye biçtiği rol, İran ve Suriye’ye karşı yürüttüğü harekâtta daha aktif rol alması ve ABD askerleri çekildikçe Irak’ta oluşacak boşluğu doldurması düşünülen (Müslüman ülke askerlerinden müteşekkil) “barış gücü”nde yer almasıdır. TC burjuvazisinin niyeti de farklı değildir. Hükümetin en yetkili ağızlarından “aktif rol” (siz bunu yayılmacı diye de okuyabilirsiniz) talebi dile getirilmiştir. Türkiye bu amaçla Filistin ve Lübnan’da birtakım girişimlerde bulunmakta, Irak’ın içişlerine eskiye oranla çok daha fazla karışmaktadır. Türkiye burjuvazisinin çıkarları, Kürt sorunu bir tarafa bırakılırsa ABD emperyalizmininkilerle örtüşmektedir. Ne var ki Kürt sorunu, oturduğu bağlam ve Türkiye’nin iç siyasetinde-dengelerinde tuttuğu yer itibariyle öyle kolay kolay aşılabilecek bir mesele olmaktan uzaktır. Güney Kürdistan’da kurulacak olası bir Kürt devletinin engellenmesi, PKK’nin yok edilmesi ve şimdilerde de Kerkük’ün Kürtlerin eline geçmesinin önlenmesi hedefleri, Türkiye’nin Ortadoğu politikasının özünü oluşturuyor. Buradaki çelişki Türkiye burjuvazisinin yayılmacı emellerini gerçekleştirmesinin önünde de ciddi bir engel haline gelmiştir. Fakat meselenin çözümü konusunda AB’ci kesimlerle milliyetçi-statükocu kesimin farklı yaklaşımlara sahip olması yüzünden, bir türlü ağız birliği edilememekte, atılan her adımda tökezlemeler yaşanmaktadır. Ancak ABD emperyalizminin son hamleleri doğrultusunda sürecin hızlanması ve kızışma eğilimi taşıması, Türkiye burjuvazisini de politikalarını netleştirmek ve oyuna girmek ya da tamamen diskalifiye olmak seçeneklerine zorluyor. Erdoğan’ın Ocak ayı başlarında mecliste yaptığı konuşmasında öne çıkan husus, “Türkiye’nin Irak’ta, Kerkük’te ve Ortadoğu’da yaşanacak gelişmelere seyirci kalamayacağı” yönündeydi. Ortaya koyduğu “kırmızı çizgiler” Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması, Irak’ın petrol gelirlerinin eşit dağılımı, Kerkük sorununun şehirde yaşayan etnik gruplar tarafından uzlaşarak çözülmesi ve PKK’nin yok edilmesidir. Yani 80 yıl önceki yerde durulmaktadır. Bölünme fobisi hâlâ devam etmektedir. Aslında tek bir kırmızı çizgi vardır, o da Kürtlerin bağımsızlıklarını ilan edip Türkiye’yi bölecekleri korkusuna dayanmaktadır. Katalizör işleviyle süreci hızlandıran faktör, 2007 yılı sonlarına doğru Kerkük’te referandum yapılacağının açıklanmasıdır. Referandumun Kürtlerin lehine sonuçlanacağı herkesin malûmudur. Tam da bu sebeple Türkiye burjuvazisi referanduma karşı çıkmakta, Kürtlerin suni bir şekilde demografik bileşimi değiştirip Kürt ailelerini yığdığını iddia et-
14
Mart 2007 • sayı: 24
mekte, Türkmenler başta olmak üzere Arap ve diğer azınlık nüfusun zorla göç ettirildiğini öne sürmekte, bunlara rağmen referandum yapılır ve Kerkük Kürdistan yönetimine bağlanırsa bunun bir içsavaşı başlatacağını söylemektedir. Hatta bizzat başbakanın ağzından Kerkük’ün Kürtlere geçmesi halinde askeri müdahalede bulunulabileceği ifade edilmiş, CHP lideri Baykal meclise tezkere önerisi getirilmesi gerektiğini buyurmuştu. Askeri müdahale veya sınır ötesi operasyon mavrası, benzer şekilde Güney Kürdistan’da bulunan PKK kamplarının yok edilmesi gerekçesiyle de yapılmıştı. Oysa ABD’nin izni olmadan bu tür işlere kalkışılamayacağını herkes biliyor. Sınırlı olmak kaydıyla sınır ötesi operasyonların yapıldığı ise zaten bilinen bir gerçekliktir. Geçtiğimiz yılın Temmuz ile Eylül ayları arasında birçok sınır ötesi operasyon yapılmış, en son kapalı meclis oturumunun ardından da PKK kampları top ateşine tutulmuştur. Üstelik Güney Kürdistan ve Kerkük, JİTEM’inden MİT’ine her türlü Türk istihbarat elemanının cirit attığı ve provokasyonlar tezgâhladığı sahalara dönüşmüştür. Gerek 2006 Aralığındaki MGK toplantısında, gerek Gül ve Büyükanıt’ın ABD ziyaretlerinde, gerekse de geçtiğimiz ay yapılan meclis kapalı oturumunda ve son MGK toplantısında ortaya konulan çizgi aynıdır. Türkiye burjuvazisi, Güney Kürdistan’da bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasına ve Kerkük’ün de bu devletin/yönetimin eline geçmesine karşı çıkmakla, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkına karşı çıkmaktadır. Bu gerici ve baskıcı politika, Türkiye Kürtlerinin özgürlük mücadelesinde izlenen hattın devamıdır. Dört ülkeye yayılmış durumdaki Kürtlerin birleşerek bağımsız bir devlet kurmaları Türkiye-Suriye-İran’ın korkulu rüyasıdır. Bu konu, her üç ülkenin de ortak çıkarlara sahip olduğu ve fakat ABD emperyalizmiyle ters düştüğü bir özelliğe sahiptir. Ancak ABD yönetiminin getirdiği son açılımlar ve ikazlar sonrasında, Türkiye burjuvazisi askeri müdahale ve sınır ötesi operasyon söylemini geri çekmeye, “maceracı” politikalar yerine “diplomasinin sunduğu olanakları kullanmanın” önemini dillendirmeye başlamıştır. Hatta başbakan ve dışişleri bakanının ağzından, “vatan ve milletin yüksek menfaatleri” gerektirdiğinde Kürt yönetimiyle de görüşülebileceği ifade edilmiştir. Her ne kadar bu konuda genelkurmay ile hükümet arasında görüş ayrılığı bulunsa da, bu söylem değişikliği önemlidir. ABD yönetiminin ve liberal çevrelerin getirdiği açılımın anlamı, Türkiye için Ortadoğu’da daha “aktif rol”ün Kürtlerle işbirli-
Mart 2007 • sayı: 24
ğine giderek ve hatta onların hamiliğini yaparak olanaklı hale geleceğidir. Yine de Türkiye burjuvazisinin ve devletinin tarihsel reflekslerini aşarak böylesi bir politika değişikliğine gidebileceğini düşünmek için henüz erkendir. DTP yöneticilerine yönelik gerçekleştirilen son tutuklamalar bunun en özlü ifadesidir. Türkiye burjuvazisi, Türkiye dışındaki Kürtlerle uzlaşsa bile kendi içindeki Kürtlere karşı en acımasız ve baskıcı siyaseti uygulamakta bir beis görmeyecektir. Özetlersek, Türkiye’nin Irak’a ve Ortadoğu’ya yönelik dış politikası, her ne kadar zıtlaştığı bazı noktalar olsa da ABD emperyalizminin planlarının devamı niteliğinde olup bölgesel düzeyde bir alt-emperyalist güç olma hedefine yöneliktir. Türkiye burjuvazisi bölgedeki en gerici güçlerden biridir ve yayılmacı hedeflerine ulaşmak için her türlü zorbalığı, kıyımı, katliamı yapmaya hazır bir sicile ve anlayışa sahiptir. Bu özelliğiyle emperyalist güçler için ideal bir “tetikçi” olma özelliği taşırken, bölge halkları için de geçmişte kendilerine nice acılar yaşatmış bir imparatorluğun diriltilmeye çalışılan gölgesi gibidir.
Ortadoğu halklarının kurtuluşu kendi ellerindedir Hiç kuşku yok ki, ABD emperyalizminin Irak ve Ortadoğu’ya yönelik planlarını hayata geçirmesi çok kolay olmayacaktır. Diğer emperyalist güçlerin bu gelişmelere sessiz kalması beklenemez. Nitekim Rusya, Putin’in ağzından tavrını net bir biçimde ortaya koymuştur. Kimilerince yeni bir soğuk savaş döneminin başlangıcı sayılan bu çıkışın arkasında, ABD emperyalizminin Ortadoğu’da, Asya’da ve Avrupa’da giriştiği Rusya’yı kuşatma politikalarına3 tepki vardır. Tek kutuplu bir dünyanın ilelebet süremeyeceğini ve ABD’nin kendine karşıt kutupları yaratacağını biliyoruz. Bu kutuplaşma/kamplaşma süreci halen devam etmektedir. Ancak Putin’in yaptığı son çıkışta iddia ettiği gibi, dünyanın eskisi gibi çok kutuplu bir hale dönüşmesi de işçi-emekçi sınıflar açısından bir şey değiştirmeyecektir. Çok kutupluluktan anlaşılması gereken, emperyalist paylaşım kavgasının daha da kızışması ve büyük oyuncuların artık daha açıktan sahneye çıkmaları, kamplaşmaların daha belirgin hale gelmesidir. İstisnasız tüm emperyalist güçler, ABD emperyalizminin başlattığı kavgada yerlerini alıyor ve dünyayı emperyalist savaş sürecinin daha yüksek aşamalarına götüren yolda ilerliyorlar. Bu yol halkları şimdi de yeni ve kanlı bir sayfanın açılışına götürüyor. Irak’ta yarattığı durumu tüm Ortadoğu’ya yaymak niyetinde olan ABD, Sünni Arap halklarını Şiilere karşı kışkırtarak İran’a karşı girişeceği haksız savaşta onları cephenin ön saflarına sürmeye hazırlanıyor. Bu ülkelerin egemen sınıfları ise elde etmeyi umdukları kârların hesabını yaparak ve ellerini ovuşturarak, işçi ve emekçi sınıfları kardeşlerini boğazlamaya gönderecekler. Savaştan umulan kârların bedeli milyonlarca insa-
marksist tutum
nın hayatı ve halkların birbirine kırdırılarak uzun yıllar silinmeyecek düşmanlık tohumlarının atılması olacaktır. Bu, emperyalizmin yıllanmış taktiğidir. Bugün bu kâbus pekala gerçekliğe dönüşebilir, çünkü işçi ve emekçi sınıflar örgütsüz ve önderliksiz durumda. Onlara önderlik etme iddiasında olan sol çevrelerin çoğunluğu ise küçük-burjuva milliyetçiliğinden kurtulabilmiş değil. Anti-Amerikancılık anti-emperyalizmle bir tutuluyor ve bu temelde Ortadoğu halklarını peşinden sürükleyen İslamcı-milliyetçi burjuva siyasi akımlar bile anti-emperyalist ilan edilebiliyor. Bu, işçi-emekçi sınıfları gerici Arap milliyetçiliğinin veya şeriat savunuculuğunun kucağına itmektir. ABD emperyalizminin politikaları, Bush ve ekibinin aptallıklarına ve “akıl dışı” isteklerine indirgenerek emperyalist savaş ve yayılma tehlikesi küçümseniyor. Tüm Ortadoğu’yu korkunç acılara gark edecek emperyalist politikalar, mezhep çatışmalarını ve etnik ayrımcılığı körükleyen stratejiler neo-conların çılgınlıkları olarak görülerek, Demokratlar iktidara geldiğinde her şeyin düzeleceği, emperyalist güçlerin nükleer silahların kullanılacağı yeni bir dünya savaşını göze alamayacakları düşünülüyor. Oysa nükleer silahlara sahip olma çılgınlığı hızla yayılırken, bu güce sahip olan ABD ve Rusya gibi ülkeler de silahlarını daha yıkıcı teknolojilerle donatmanın hesaplarını yapıyorlar. Tarih, Elif Çağlı’nın acı bir şekilde dile getirdiği gibi, “hegemonya için büyük bir kapışmaya tutuşan emperyalist güçlerin cephaneliklerinde biriken bombaların er geç halkların tepesinde patladığını kanıtlayan sayısız örnekle doludur”. Turnusol kâğıdı işlevi gören emperyalist kapışma, şimdiden küçük-burjuva solcuların ve reformistlerin maskesini düşürmüştür. Halkların birbirine düşürülmesini öngören emperyalist planların ve çıkarların sonucu kaçınılmaz olarak yükselen milliyetçilik dalgası ve şovenizm karşısında, proletaryanın enternasyonalist bayrağını yükseltecek yerde, yurtseverlik ve “pozitif milliyetçilik” sloganlarıyla bilinç bulandırıyorlar. Oysa ezilen halkların kurtuluşunun yolu, işçi sınıfının uluslararası devrimci mücadelesinden geçiyor. —————————————— 1 BP, Shell, Exxon ve Mobil gibi tekeller şimdiden Irak petrolünün paylaşılması için bir yasa çıkartma uğraşına girişmişlerdir. Çıkmasına kesin gözüyle bakılan yasaya göre bu tekeller, 30 yıllığına Irak’ta petrol arama ve çıkartma hakkı elde ediyor. Yasanın diğer maddeleri de göz önüne alındığında, bu imtiyazlar sayesinde Irak’ın petrol gelirinin yaklaşık %75’i bu petrol tekellerinin kasasına gidecek. 2 ABD-İsrail-İngiltere, işgalci İsrail’le görüşmeyeceğini açıklayan Hamas’a karşı Abbas’ı desteklemiş ve 86 milyon dolar hibe etmişti. Şimdiye kadar El Fetih’e yapılan bu en büyük çaplı yardıma ek olarak silah da sağlanmış, Abbas’ın bunları Hamas’la giriştiği çatışmalarda kullanması teşvik edilmişti. 3 Son olarak ABD, Polonya ve Çekya’ya İran’dan gelecek olası füze saldırılarını önlemek maksadıyla radar ve füze sistemi kurduğunu açıkladı.
15
Ekmek İstiyoruz, Gül de! İlkay Meriç
A
merika’nın Massachusetts eyaletinde 1912 Ocağında başlayan bir grevde kadın dokuma işçileri şöyle haykırıyorlardı: Ekmek istiyoruz, gül de! Kadın işçiler bu sloganla, sadece karınlarını doyurmak istemediklerini, hayatı tüm güzellikleriyle birlikte yaşamak için daha fazla serbest zamana da sahip olmayı istediklerini duyuruyorlardı dosta düşmana. Daha yüksek ücret ve daha kısa çalışma saatleri! Bu aynı zamanda, ücret artışıyla sınırlanmış geleneksel sendikacılığa duyulan bir tepkinin de ifadesiydi. “Ekmek istiyoruz, gül de!” sloganı ilk kez, 1908’de New York’ta 128 kadın işçinin can verdiği bir fabrika yangınının ardından yürüyüşe geçen 15 bin kadın işçi tarafından yükseltilmişti. Bu olaydan üç yıl sonra James Oppenheimer Ekmek r e l l ve Güller adlı bir şiir kaleme almıştı. Bu şiirden e Gü v k iğinde, e ll e z m ü k g bestelenen şarkı ve söz konusu slogan, bir yıl E rına, n günün üller! yürürke fabrika kuytula klığı, , G e iz sonra patlak verecek Lawrence grevine öylesine v b k n e la ri me Yürürk klara, g tüm par ve Güller! Ek a tf in ş u e m n damgasını bastı ki, bu grev tarihe Ekmek ve ü k Karanlı pansız çıkan g kımızı: Ekmek a r a r ş Güller grevi olarak geçti. Dokunu r bizim , ra. r insanla avaşırız eriz yine onla a s y e Lawrence, tekstil sektörünün ağırlıkta olu d d e in V iç ed . duğu bir işçi kentiydi. Makineler yetkinleşrkekler , ve biz analık e ; e d k , e i n r c e e e k ll y r e r ü yürü ıdır onla ter içinde geçm e, ama verin g en biz, ocuklar iz ç tikçe patronların vasıflı işgücüne duydukları n b Yürürk a ın k in r r e e la v ek ölüm kadın m n k a ü e d k n i; m ü u ib Ç ğ ihtiyaç da azalmış, bu nedenle vasıflı işçiler rg rımız do bedenle izimle b Yaşamla ölür açlıktan r ü işsiz kalırken, vasıfsız ya da yarı-vasıflı işçir ü ay de in. kadın d iç Kalpler lü k ö e ı. r m ız ler çok düşük ücretlerle işe koşulmuştu. k la uh ayıs rı e kahırlı r ürken, s r yaşlı çığlıkla r ü ın r y , la n iz Kentin 14 yaş üstü nüfusunun yaklaşık en b duyulu bilirdi o Yürürk üzelliği kımızda . r g e a e ş d v yarısını oluşturan 40 bin işçi, tekstil seki in im iy iç vg er Ve biz rleri, se için, ama güll e n ü h töründe çalışıyordu. 1905’te Lawrence’ta k ek Küçü mız ekm etiririz, a g g i r v a le k n dünyanın en büyük dokuma fabrikası ü Evet güzel g emektir. işinin yattığı, n, daha un yükselişi d k e k ir r kurulmuş ve bu fabrikada Arap, Rus ve b ü r ıp ü y n er. alış en biz, lişi insan soyu işinin ç ekmek ve güll k n o Yürürk Doğu Avrupalı göçmen işçiler çalıştırıl, e k güller, klık yo rın yüks Kadınla çalışma ve ayla ini: Ekmek ve maya başlanmıştı. Böylece birkaç yıl i em ri de. cek; e e ll y e ü Köle gib yaşamın görk g m ç içinde, tek bir fabrikada 25 farklı milinde ge lım ma verin Paylaşa an ter iç k verin bize, a k e m letten işçi çalışır olmuştu. lü e ekm dan ö
16
ğum r gibi; rımız do bedenle Yaşamla ölür açlıktan de Kalpler
Mart 2007 • sayı: 24
Bu işçiler işverenin sahibi olduğu köhnemiş binalarda kalıyorlar ve tek göz bir odaya farklı ailelerden 8-10 kişi tıkıştırılıyorlardı. Çocuklar da dahil olmak üzere tüm aile fertleri çalışıyordu. Buna rağmen aldıkları ücret o kadar düşüktü ki, çocukların yarısı yetersiz beslenme yüzünden henüz 5 yaşına gelmeden ölüyordu. Ne ekmek dışında bir yiyeceğe fazlaca para ayırmaya ne de kışlık giyecek almaya güçleri vardı. Et yiyebilmek onlar için bayram demekti. Sadece çocuklar değil, yetişkin işçilerin üçte biri de, soğuk ve yetersiz beslenmeye bağlı hastalıklar nedeniyle 25 yaşına gelmeden ölüyordu. Bütün bu sefalet koşullarına ve öfke birikimine rağmen işçiler tümüyle örgütsüzdüler ve böyle kalmaları için de işverenler AFL (Amerikan Emek Federasyonu) sendikası ile işbirliği halindeydiler. O sırada sendikal harekette egemen güç olan AFL, tümüyle işbirlikçi ve uzlaşmacı bir anlayışı benimsiyor, gerek politik çizgi gerekse pratik tutumlar bakımından son derece gerici bir pozisyona sahip bulunuyordu. Lenin, Amerikan ve İngiliz burjuvazisinin işçileri aldatma, rüşvet vererek satın alma ve kandırma sanatında dünyada eşsiz olduğunu söyler. Kuşkusuz, burjuvazinin bu başarısında, sisteme tümüyle entegre edilen sendikaların büyük bir rolü vardı. Nitekim AFL de bu sendikalardan biriydi.
marksist tutum
AFL, işçileri mesleki birlikler temelinde örgütlüyor ve yalnızca yüksek vasıflı işçilerin üyeliğini kabul ediyordu. O dönemde AFL’nin temsil ettiği kitle daha ziyade işçi sınıfının aristokrat kesimlerini içeriyordu. Siyahların, Latin Amerika kökenlilerin ve diğer göçmen işçilerin AFL’ye üye olması olanaksızdı. Oysa 1900’lerin başlarında, ABD’de, tekstil, gıda, petrol, çelik gibi sektörlerdeki büyük işletmelerde çalışanların %50-70’i göçmen işçilerden oluşuyordu. Aynı şekilde kadın işçiler de AFL’ye üye olamıyorlardı. Yanı sıra, AFL için grev, başvurulmaktan sonuna dek kaçınılması gereken bir araçtı. Bunun yerini mücadeleyi kızıştırmama ve işçileri sürecin tümüyle dışında bırakarak patronlarla kapalı kapılar ardında satış sözleşmeleri imzalama anlayışı almıştı. Böylece sendika bürokratlarıyla patronlar arasındaki al gülüm ver gülüm ilişkisi temelinde sömürü düzeninin sorunsuz bir şekilde işlemesi sağlanıyordu. Wobbly’ler olarak da bilinen IWW (Dünya Sanayi İşçileri sendikası) işte bu işbirlikçi ve uzlaşmacı sendikal anlayış karşısında militan bir sendikal anlayışı savunmak üzere, 1905’te, Chicago’da kuruldu. Kurucuları, işçiler arasında son derece sevilen ve sayılan, Eugene Debs, Bill Haywood gibi efsane haline gelmiş sosyalist işçi önderleriydi. Lenin’in Amerika’nın Bebel’i olarak nitelediği Eugene Debs, emperyalist savaşın sürdüğü 1915’te, kapitalistler için savaşmayı reddederek şunları söyleyecekti: “Ben kapitalist bir asker değilim; ben bir proleter devrimciyim. Ben plütokrasinin düzenli ordusuna değil halkın düzensiz ordusuna aidim. Egemen sınıf için savaşmayı buyuran her türlü emre itaat etmeyi reddederim. … Benim uğruna savaşacak bir vatanım yok; benim vatanım yeryüzüdür; ben bir dünya vatandaşıyım. … Biri hariç her türlü savaşa karşıyım; kalbimle ve ruhumla taraftarı olduğum savaş, dünya ölçeğindeki sosyalist devrim savaşıdır. Bu savaşta egemen sınıfın mecbur edebileceği her şekilde savaşmaya hazırım, hatta barikatlarda bile.” Kendilerini işçi sınıfının davasına adamış olan bu önderler tarafından kurulan IWW daha çok AFL’nin dışladığı vasıfsız ya da yarı-vasıflı işçiler, göçmenler ve kadın işçiler arasında örgütleniyordu. Meslek temelinde (örneğin marangozlar, makinistler vb.) değil sanayi temelinde (örneğin petrol sanayiinde çalışan işçilerin, ayrıca mesleklerine bakılmaksızın tek bir sendikaya üye olmaları gibi) örgütlenme anlayışını esas alan IWW, böylece AFL’nin yüksek aidatlı meslek birliklerine dayanan sendikal çizgisine de bayrak açmış oluyordu. Aktivistleri arasında Amerikan işçi sınıfının ünlü Johns Ana’sı da bulunan IWW, kimi önderlerinin anarko-sendikalist önyargıları bir yana, son derece kararlı ve militan bir sınıfsal tutuma sahipti. İşçi sınıfının tarihsel misyonunun kapitalizmi ortadan kaldırmak olduğu açıkça ilan edilirken ve “Patronsuz Bir Dünya” sloganı şiar olarak benimsenirken, IWW programının girişinde şu sözler yer alıyordu: “İşçi sınıfının ve patronlar sınıfının hiçbir ortak çıkarı yoktur. Açlık ve yoksulluk
17
marksist tutum
Mart 2007 • sayı: 24
milyonlarca işçiye hükmettiği ve patronlar sınıfı tüm nimetlere sahip olduğu sürece barış olamaz.” IWW Lawrence dokuma işçilerini örgütlerken de aynı bilinçle davranacak ve bu önemli greve son derece militan bir tutum takınarak öncülük edecekti.
“Devrim ejderhası” harekete geçiyor 1 Ocak 1912’de, Massachusetts eyaletinde, kadınların ve 18 yaşın altındaki çocukların haftada 54 saatten fazla çalışmasını yasaklayan bir yasa yürürlüğe girYürüyüşleri engellenmeye çalışılan Lawrence grevcileri di. En düşük çalışma süresinin haftalık 56 saat olduğu tekstil sektöründe, bu iki saatlik indirim, dan ve onun grevlerinden duyduğu büyük korkunun açık çalışma koşulları son derece ağır olan işçiler açısından çok bir ifadesidir. Tam da bu yüzdendir ki, en basit grevlerde şey ifade ediyordu Ancak patronlar bu sınırlı saat indiribile, işçilerin kararlılığını gören patronlar, grev yerini pomine bile tahammül edemeyerek örgütlü bir karşı saldırılisle, jandarmayla, paramiliter faşist güçlerle kuşattırır ve ya geçtiler. Erkek işçiler de dâhil olmak üzere tüm işçilerin işçilere karşı acımasız bir saldırı harekâtı başlatır. Amaç, haftalık çalışma saatleri 56’dan 54’e indirilirken ücretleri grevci işçilere gözdağı vermek, onları yıldırmak, sindirmek de aynı oranda azaltıldı. Fakat hayatta kalabilmek için birve dayanışmacı sınıf kardeşlerinden yalıtmak, böylece kaç sente dahi muhtaç olan işçiler, ücret kesintisi şeklinde“devrim ejderhasını” tekrar gizlendiği yere göndermektir. ki bu misillemeye sessiz kalmadılar ve Lawrence’daki binLawrence grevinde de böyle oldu. lerce dokuma işçisi 12 Ocakta, IWW önderliğinde, kadıGrevin başladığını gören patronlar, hiç vakit kaybetnıyla erkeğiyle hep birlikte greve çıktılar. meksizin Ulusal Muhafız’ı ve milis güçlerini göreve çağırGrevden önce IWW’nin kent çapındaki üye sayısı dılar. Bunların yanı sıra, kiralayıp grevci kılığına soktukla300’dü. Buna rağmen IWW örgütçülerinin doğru taktikrı gangsterler de patronların hizmetindeydi. Grevci işçileri ler izlemeleri, işçiler arasında sendikaya yönelik büyük bir korkutup sindirmek için her türlü yöntem kullanılıyordu: güven oluşturabilmeleri ve militan bir tutum takınmaları evlerin camlarını kırmak, grevcilere saldırmak ve tutuklasayesinde, bir hafta içinde yaklaşık 25 fabrikadan 25 bin mak, grev komitesinin toplandığı yerlerin yakınlarına patişçi greve çıkarılabildi. Pek çok konuda yerleşik kalıpları layıcılar koymak… parçalayan IWW, çoğu göçmen olan 27 farklı milletten işGrev başladıktan sadece bir hafta sonra, kentin üç farkçiyi örgütleyerek ve kadın işçileri grevin öncü gücü haline lı yerinde patlayıcılar “bulan” polis, bildik oyuna başvuragetirerek, o zamana dek görülmemiş bir işi başarmıştı. rak bunun sorumluluğunu grevcilere yıkmaya çalıştı. IWW’nin yoğun çabaları sayesinde grev kısa sürede tüm Burjuva basın da aynı telden yayın yapmaya başladı. New ülkede sesini duyurmayı başardı. York Times, grevcilerin “insanlıktan uzak zalimler” olduLawrence grevinde yükseltilen talepler şunlardı: 54 sağunu yazıyordu. Oysa daha sonra patlayıcıları yerleştiren atlik çalışma haftası ve yüzde 15’lik ücret artışı; prim sistekişinin bir cenaze kaldırıcısı olduğu ve büyük tekstil firminin lağvedilmesi; makinelerin hızının arttırılmasına son ması American Woolen Company’den bu iş karşılığında verilmesi; fazla mesailerde normal çalışma ücretinin iki ka500 dolar aldığı ortaya çıkacaktı. tı ücret ödenmesi; göçmen işçilere karşı ayrımcılığa son Fakat burjuvazi grevi boğmaya ve yalıtmaya çabaladıkverilmesi; grevcilere karşı ayrımcılık yapılmaması. ça işçiler birbirlerine daha fazla kenetlendiler ve daha kaÇok kısa sürede binlerce işçiyi bir araya getiren ve görarlı hale geldiler. “Grev işçilere patronların gücünün ve züpek bir mücadeleye dönüşen bu grev, patronları da, işçilerin gücünün ne olduğunu gösterir. Onlara sadece AFL’yi de şaşkına çevirmişti. Tıpkı patronlar gibi, Lawpatronlarını ve iş arkadaşlarını değil, bütün patronları, bürence grevini “anarşistlik”le ve “devrimcilik”le suçlayan tün kapitalist sınıfı ve bütün işçi sınıfını düşünmeyi öğreAFL de, sonuna kadar grevin karşısında olacak, her fırsattir. … Üstelik grev, sadece kapitalistlerin değil, aynı zata bozgunculuk yapacaktı. manda devlet ve kanunların niteliğine de işçilerin gözünü Lenin, Grev broşüründe, sosyalistlere ve sınıf bilinçli açar” diyordu Lenin. Lawrence grevi de, devletin, adalet işçilere yönelik baskılarıyla ünlü bir Alman İçişleri Bakasisteminin ve kolluk güçlerinin sınıfsal niteliğini grevci işnının şu sözünü aktarır: “Her grevin arkasında devrim ejçilerin gözünde apaçık hale getirdi. derhası çöreklenmiştir.” Bu sözler sermayenin işçi sınıfın29 Ocakta binlerce işçi kentin iş merkezine doğru yü-
18
Mart 2007 • sayı: 24
rüyerek grevin en büyük yürüyüşünü gerçekleştirdiler. Yürüyüş sırasında fabrikaların önünden geçerken milis güçleri korteji engellemeye ve dağıtmaya çalıştılar. Gerginlikle sona eren günün akşamı daha büyük bir saldırıya gebeydi. Nitekim polis grev hattına saldırarak grevci bir kadın işçiyi öldürecekti. Grevciler ateş edenin polis olduğunu görmüşlerdi. Ne var ki polis, cinayeti grevcilerin işlediğini iddia etti ve iki ünlü IWW önderini, Joseph Ettor ve Arturo Giovannitti’yi cinayete yardım etmekten tutukladı. Ardından da cinayet sanığı olarak grevci bir İtalyan işçi tutuklandı. Hiçbir kanıt bulunmamasına rağmen, Ettor ve Giovannitti’nin kefalet talepleri reddedildiği gibi, suçsuz yere sekiz ay cezaevinde kalacaklardı. Ancak aylar süren duruşmalara rağmen işçiler onları yalnız bırakmayacaktı. Grev iki ay sonra bitmesine karşın, mahkeme önünde her seferinde yaklaşık 15 bin işçi toplanacaktı. Bütün bu dayanışma gösterileri ve kampanyalar, grev komitesinin onlar serbest bırakılıncaya kadar dağıtılmaması sayesinde örgütlenecekti. Bu cinayet vakasından sonra kentte sıkıyönetim ilan edildi ve tüm gösteriler, yürüyüşler yasaklandı, sokaklarda devriye gezen milislerin sayısı arttırıldı. Polisin işlediği cinayet, hem grevciler üzerindeki baskıyı arttırmak hem de onların toplanmasına ve gösteri düzenlemelerine engel olmak için kullanıldı. Ama bu taktikler de işe yaramayacaktı. “Her grev sosyalist fikirleri, bütün işçi sınıfının sermayenin baskısından kurtulmak uğruna mücadele düşüncesini işçinin zihnine çok canlı biçimde iletir. Büyük bir grevden önce, bir fabrikanın veya bir sanayi kolunun yahut da bir şehrin işçilerinin sosyalizm konusunda pek bir fikirleri olmadığı ve bu konuda pek az düşünmüş oldukları halde, grevden sonra aralarında çalışma gruplarının ve derneklerin daha çok yaygınlaştığı ve daha çok işçinin sosyalist olduğu sık sık görülür.” (Lenin, Grev) Gerçekten de Lawrence grevi işçilerde öylesine büyük bir dönüşüm yaratmıştı ki, işçiler kendilerini sadece grevci olarak değil sosyalist devrim savaşçıları olarak görmeye başlamışlardı. Sınıf mücadelesinin verdiği coşkuyla yürüyüşler düzenliyor, devrimci marşlar söyleyip neşeyle dans ediyorlardı. Her hafta düzenlenen ve binlerce işçinin katıldığı geniş toplantılarda tüm konuşmalar 25 dile çevriliyor ve toplantılar hep bir ağızdan Enternasyonal marşı söylenerek bitiriliyordu. Lawrence grevine katılan bir işçi o sırada bir gazeteciye şunları söylemişti: “Bu şimdiye kadar şarkı söylendiğini gördüğüm ilk grev. Evrensel dilde şarkılar söylenmeye başladığında, grev toplantılarına katılan çeşitli milletlerden işçilerin görülmedik yükselişini, aniden ortaya çıkan acayip coşkusunu asla unutmayacağım. Onlar sadece toplantılarda değil, aşevlerinde ve sokaklarda da şarkı söylüyorlardı. Patates soyan bir grup kadın grevcinin birden Enternasyonal söylemeye başladıklarını görmüştüm.” IWW lideri Bill Haywood ise, otobiyografisinde, Law-
marksist tutum
rence grevine dair şunları yazacaktı: “Muhteşem bir grevdi, bu ülkede ve diğer ülkelerde şimdiye dek gerçekleşmiş en önemli, en büyük grevdi. Ve bu grevin en önemli yanı demokratik işleyişiydi. Grevciler 27 farklı dilin temsil edildiği 56 kişilik bir komiteye sahiplerdi. Patron, onlarla herhangi bir iş yapmak için tüm komiteyle görüşmek zorundaydı. Ve bu komitenin hemen arkasında, asıl komitenin tutuklanması durumunda görevi devralacak 56 kişilik bir başka komite vardı. Lawrence’daki işlerle ilgilenen her görevli için, hapse atılması durumunda onun yerini alacak seçilmiş biri vardı.” Bu önlemler sayesinde, grev komitesi üyelerinin sık sık gözaltına alınması herhangi bir sorun doğurmuyor ve tüm işler aksamadan devam ettirilebiliyordu. Ayrıca işçiler alınan kararların tümünde söz sahibi oldukları için, grevlerini çok daha fazla sahipleniyorlardı.
Elizabeth Flynn ve grevci kadın işçiler IWW, burjuva basının ve işbirlikçi sendikaların bu yüzden hışmına uğramasına rağmen, kadın işçileri grevin en ön saflarına geçirmişti. O zamana dek kadın işçiler sendika üyesi bile olmazken, bu grevde pek çok kadın, grev komitesine delege olarak seçiliyordu. “Kadınlar fabrikalarda daha düşük ücretlerle çalışıyorlardı ve buna ek olarak tüm ev işlerini yapıp bir de çocuklara bakıyorlardı. Erkeği «efendi ve aile reisi» olarak gören eski dünya görüşü çok güçlüydü. … Erkek eve gider ve kadın tüm işi yaparken, yemek hazırlarken, evi temizlerken vs. o rahat rahat otururdu. Toplantılara giden ve grev yerinde yürüyüşler düzenleyen kadınlara karşı hatırı sayılır bir erkek muhalefeti vardı. Biz bu eğilimlere karşı azimle savaşmaya koyulduk. Kadınlar grev gözcüsü olmak istiyorlardı. Biliyorduk ki onları grev faaliyetinden yalıtık bir şekilde evde tek başına bırakmak… grevi tehlikeye sokardı.” Kadınların örgütlenmesinde büyük bir rol oynayanların başında, bu sözlerin sahibi olan ve o sırada henüz 21 yaşında bir sendika örgütçüsü olan Elizabeth Gurley Flynn geliyordu. Flynn, genç yaşına rağmen son derece militan ve başarılı bir örgütçüydü. 16 yaşından beri aktif olarak sınıf mücadelesinin içindeydi ve nerede bir grev varsa IWW’yle birlikte o da oraya koşuyordu. Sosyalistlerin ve sosyalist sendikacıların mahkemelerinde, onlar için düzenlenen kampanyalarda, bir komünist olarak Flynn hep en ön saflarda yer alırdı. Bu nedenle de işçilerin sevgilisi haline gelmişti. İşçi eşlerine ve kadın işçilere yönelik özel toplantılar düzenleyen Flynn, onları grevin en militan unsurları haline getirdi. Bu sayede militanlaşan grevci kadın işçiler, grev kırıcıların korkulu rüyası haline geleceklerdi. Flynn, grevciler için aşevleri oluşturulmasına önayak oldu. Sıcak çorba dağıtılan bu aşevleri gerek grevcilerin gerekse çocuklarının beslenmesi bakımından çok büyük bir işleve sahipti. Ayrıca ülke çapında bir dayanışma kam-
19
Mart 2007 • sayı: 24
marksist tutum
1960’lı yıllarda Amerikan Komünist Partisinin genel başkanlığını da yapacak olan Elizabeth Gurley Flynn kendini devrim davasına adamış bir komünistti. Elizabeth Flynn coşkusunu, militanlığını ve inancını, 74 yaşındayken SSCB’ye yaptığı bir ziyarette ölene dek muhafaza etti. Yandaki resimde, Flynn, 1912 yazında gerçekleşen Peterson grevinde işçilere seslenirken.
panyası örgütlenerek greve maddi desteğin yanı sıra yiyecek yardımı yapılması da sağlandı. Bu kampanya ulusal sınırların ötesine geçerek grevin uluslararası ölçekte de destek görmesini sağlayacaktı. Lawrence grevi, başta Flynn olmak üzere IWW’nin çabaları sayesinde, Amerika’da o zamana dek görülmemiş bir şeyi daha başardı. IWW’nin ülkenin çeşitli yerlerindeki bağlantıları aracılığıyla, yüzlerce grevci çocuğu, grev süresince bakımsız kalmamaları için trenlerle, kafileler halinde ülkenin çeşitli şehirlerindeki sosyalistlerin yanlarına gönderildiler. Bu muazzam bir dayanışmanın yanı sıra işçilerin sosyalistlere duydukları sonsuz güvenin de bir göstergesiydi. 120 çocuktan oluşan ilk kafile 10 Şubatta trene bindirildi ve İtalyan Sosyalist Federasyonuna ve Sosyalist Partiye bağlı 5 bin kişi tarafından Enternasyonal söylenerek New York tren istasyonunda karşılandı. Çocukların ailelerin yanına yerleştirilmesi işini New York’lu sempatizan kadınların oluşturduğu bir komite üstlenmişti. Birkaç gün sonra New York’a yaklaşık 100 çocuktan oluşan ikinci bir kafile daha gönderildi. Fakat burjuva devlet derhal, çocukların gönderilmesini yasaklayan acil bir karar çıkardı. Ne var ki grevci işçiler bu yasaklamaya kulak asmadılar ve 24 Şubatta 150 çocuktan oluşan üçüncü kafileyi Philadelphia’ya göndermek üzere tren istasyonuna geldiler. Ancak istasyonun etrafı polis ve milis güçleri tarafından kuşatılmıştı. Saldırıya geçen polis, çocukları ve kadınları zorla askeri kamyonlara tıktı ve yaklaşık 30 kişiyi gözaltına aldı. Polis tarafından dövülen hamile bir kadın bu esnada çocuğunu düşürdü. Bu saldırı Lawrence grevi için bir dönüm noktası olacaktı. Haber kısa sürede tüm ülkeye yayıldı ve Kongre’ye (parlamento) protestolar yağmaya başladı. Gazeteler de bu konuya odaklanmıştı. Yükselen öfke seli Kongre’yi soruşturma açmak zorunda bırakırken, patronlar üzerindeki baskıyı da arttırdı. 14 Martta en büyük tekstil firmalarından
20
American Woolen Company grevcilerin tüm taleplerini kabul ettiğini açıklarken, Mart sonuna doğru diğer tekstil patronları da dize geldiler. 30 Martta New York’taki çocukları da yanlarına gelen grevci işçiler zaferlerini Enternasyonal söyleyerek kutladılar. *
*
*
Lawrence grevi, sonuçları kendinden menkul bir grev değildi. Lawrence işçilerinin dillere destan militanlığı ve kararlılığı sayesinde, IWW, o yıl içinde farklı bölgelerde ve sektörlerde başka büyük grevlere öncülük edecek ve başarılı sonuçlar alınacaktı. Fakat bu grevin en önemli özelliği yine de kadın işçilerin ilk kez bu kadar yığınsal olarak bir greve katılmış ve sendikalarda örgütlenebilmelerinin yollarının açılmış olmasıydı. 8 Mart gibi evrensel bir günü, bedelini canlarıyla ödeyerek dünya emekçi kadınlarına armağan eden Amerikalı kadın tekstil işçileri, Ekmek ve Güller greviyle bir kez daha işçi mücadeleleri tarihine adlarını başarıyla yazdırdılar. Onlar sadece karınlarını doyurmak için direnmediler. Kendilerinin ve çocuklarının daha güzel bir dünyada yaşamalarıydı amaçları: ekmek yiyebilecekleri ama gül de alabilecekleri bir dünya! Emeklerinin karşılığını alabilecekleri ama şarkı söylemeye, dans etmeye de zaman ayırabilecekleri bir dünya! Güneş yüzü görebilecekleri, aşkı ve diğer güzellikleri özgürce yaşayabilecekleri bir dünya! İnsanın insanı sömürmediği, üretilen her şeyin herkese yetecek şekilde paylaşıldığı bir dünya! Selam olsun Paris Komününde, proleter devrim mücadelelerinde, sömürgeciliğe ve faşizme karşı yürütülen savaşlarda, fabrikalarda, grevlerde korkusuzca en ön saflarda savaşan ve savaşmakta olan işçi-emekçi kadınlara! Selam olsun onların günü olan 8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Gününe!
“Yoksullar ve Ezilenler Hareketi” mi? Selim Fuat
S
osyalist düşünce, toplumun yoksul ve diğer ezilen kesimlerinden yana tavır alan bir düşüncedir. Bu yüzden yoksulluk ve ezilme sorunu her zaman sosyalistlerin gündeminde olmuş ve sosyalistler bu sorunlara karşı çeşitli yaklaşımlar geliştirmişlerdir. Yoksulluk ve ezilme var olan üretim ilişkilerinin ürettiği bir durumken, pek çoklarının soruna ahlâki yargılar temelinde yaklaştıkları görülür. Sosyalizmin bilimsel ifadesi olan Marksizm ise meseleyi ahlâki temelde değerlendirmeye karşı çıkar ve kendi çözümlerini bilimsel temelde ortaya koyar. Engels’in ütopik diye adlandırdığı sosyalist akımlarla ve küçük-burjuva sosyalizm anlayışlarıyla Marksizmin hesaplaşmasının üzerinden onlarca yıl geçmiş olmasına rağmen, bu akımların temsilcileri çoktan çürütülmüş yanlış ve temelsiz düşünceleri allayıp pullayıp Marksizmin karşısına koymaktan bıkmıyorlar. Bununla kalsa yine iyi. İşçi sınıfından umudunu kesmiş reformistinden küçük-burjuva radikaline kadar pek çok kesim de bu görüşlerin çeşitli versiyonlarının savunuculuğunu Marksizm adına üstleniyor.
Sosyalizmin “hümanist” olması gerektiğini savunarak, dünyayı “güzelliğin” kurtaracağına ve “her şeyin bir insanı sevmekle başlayacağına” inananlara söylenecek çok fazla sözümüz yok. Ama şunu belirtmeliyiz ki, devrimci bir mücadelenin zorluklarından ölesiye korkan ve kaçınanların daha adilâne bir dünya istekleri, onların ikiyüzlü düşlerinden başka bir şey değildir. Onların düşüncesinin ve yaşam pratiğinin sonu olsa olsa sistemin varlığını sürdürmesine yarayan bir “yardımseverlik” ahlâksızlığı olacaktır. Bugün devrimci Marksistleri ilgilendiren konulardan biri de, genel olarak devrimci bir tutum içinde olmakla birlikte, kapitalizmden kurtulmanın “yoksulların ve ezilenlerin mücadelesi” gibi muğlâk bir politik çizgiyle mümkün olduğunu düşünenlerin tutumudur. Bu yanlış bakış açısına sahip olanlar, söylemde işçi sınıfının öncü ve hegemonik rolüne karşı çıkmıyor görünseler de, propaganda ettikleri görüşlerle Marksizmi tahrif ediyorlar. Bunların bir kesimi, görüşlerini, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki örgütlü işçi hareketinin çeşitli nedenlerle refor-
21
marksist tutum
mistleşmesinden çıkarılan tümüyle izlenimci sonuçlara dayandırmaktadır. Bunlar, işçi sınıfının bu ağır taburlarının ve kitle örgütlerinin tekrar devrim yoluna sokulması için Lenin’in öğüt verdiği gibi sabırla çalışmak yerine, buradan kaçıp, ümitsizlik içinde “yeni devrimci dinamikler” arayışı içine girmektedirler. İşçi sınıfı mücadelesinin bir parçası olan ya da olması gereken muhtelif hareketleri çoğu kez yanlış biçimde adlandırarak ona alternatifmiş gibi sunmaktadırlar. Diğer bir kesim ise, küçük-burjuva meşrebine uygun biçimde, işçi sınıfının kapsamını bilinçli bir şekilde daraltmakta, dolayısıyla toplumun azınlığını oluşturduğunu düşünmekte, onun devrimci potansiyeline inanmamakta ve bu nedenle de onun yerine icat ettikleri genel bir “ezilenler ve yoksullar” kategorisini ikame etmektedir. Marx’ın ve diğer devrimci Marksist önderlerin ücretli işçiyi tanımlamakta kullandıkları “proletarya” kavramının sadece fabrikada kol gücü ile çalışan işçileri kapsadığını düşünenlerin işçi sınıfının toplumun azınlığını oluşturduklarını sanmalarında bir gariplik yok elbette. Ancak Komünist Manifesto’da belirtildiği üzere, proletarya ile, “kendilerine ait hiçbir üretim aracına sahip olmadıklarından, yaşamak için işgüçlerini satmak durumunda kalan modern ücretli emekçiler sınıfı” kastedilmektedir. Dolayısı ile bugün dünyada da, Türkiye gibi ülkelerde de nüfus içerisinde çoğunluğu oluşturan sınıf proletaryadır. Çünkü insanların çok büyük bir bölümü, işsiz olanlar da dahil olmak üzere ücretli işçi konumunda yaşamını sürdürmeye çalışmaktadır. Yani “ezilenler” olarak işçi sınıfının dışında kategorize edilmeye çalışılan kesimlerin çoğu ister farkında olsunlar ister olmasınlar işçi sınıfının bir parçasıdır zaten. Söz konusu kesimler dünyadaki ezilenlerin hareketini açıklarken de “Amerika/Los Angeles’daki siyahî ayaklanma ya da Fransa/Paris varoşlarındaki göçmen ayaklanmaları, ABD’de İspanyol göçmenlerin kitle hareketi vb. dikkat çekici
Mart 2007 • sayı: 24
örneklerdir. Emperyalist küreselleşme karşıtı hareketi, savaş karşıtı hareketleri de ezilenlerin hareketleri içerisinde görebiliriz” diyerek kafa karışıklıklarını iyice ortaya koymaktadırlar. Sanki saydıkları mücadelelere katılanların çoğunluğunu işçi sınıfından gelenler oluşturmuyormuş gibi. Elbette işçi sınıfı kendisi haricindeki ezilenlerin sorunlarına da sahip çıkmalı ve onların taleplerini de kendi talepleri ile birlikte hayata geçirmek için mücadele etmelidir. Zaten burjuvaziye karşı mücadelesini yükseltirken kaçınılmaz olarak bunu da yapar. Asıl sorun son tahlilde küçük-burjuva sosyalizminden kopamayanların kendi politik perspektiflerini doğrulayabilmek için gerçekliği buralardan çarpıtmalarıdır. Kapitalist gelişme, sermayenin kendisini çoğaltması için çoğaltmak zorunda olduğu işçilerin sayısını ve dünya nüfusu içindeki ağırlığını hiç olmadığı kadar arttırmıştır. Böyle bir durumda işçi sınıfının gücünü görmezden gelen yaklaşımların gerçeklikle bağlarının kopmuş olduğunu söylemek hiç de haksızlık olmaz. Bu söylemin oluşmasındaki bir başka önemli faktör de, gericilik koşullarının yarattığı atmosferde işçi sınıfı içerisinde sabırlı ve sürekli bir çalışmanın zorluklarından yılan bu kesimlerin, özellikle sanayi işçilerinin yerine kapitalizmin daha fazla ezdiğini iddia ettikleri kesimleri ikame etmek istemeleridir. Genel olarak yoksulların ve diğer ezilenlerin kapitalizme karşı mücadelede tutacakları yerin önemine ilişkin herhangi bir itirazımız yok elbette. Ancak Marksizmin kapitalizmin ortadan kaldırılmasına ilişkin düşüncesi bambaşka bir mücadele ekseninde yükselir; işçi sınıfının devrimci mücadelesi. Bugün de unutturulmaya çalışılan ve kimilerinin de umutsuzluğu yüzünden unuttuğu budur. Marksizmin kurucuları, teorilerinde hiçbir zaman “yoksullar” ya da “ezilenler” gibi genel ve muğlâk kategoriler üzerinden düşüncelerini belirtmemişlerdir. Marksizm, modern üretimin asli öğesi olan proletaryanın, geleceğin Marksizm, proletaryayı, üretimde tuttuğu yer itibariyle, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırabileceği için ve hâkim sınıf haline geldiğinde mülksüz bir sınıf olması sebebiyle üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldırabileceği için, dünyayı değiştirme mücadelesinin merkezine koymuştur.
22
Mart 2007 • sayı: 24
toplumunu kuracak potansiyele sahip yegâne sınıf olduğunu ortaya koymuş ve tarih kimi zaman doğrudan, kimi zaman da tersinden bu öngörüyü doğrulamıştır. Marksizm, proletaryayı, üretimde tuttuğu yer itibariyle, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırabileceği için ve hâkim sınıf haline geldiğinde mülksüz bir sınıf olması sebebiyle üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldırabileceği için, dünyayı değiştirme mücadelesinin merkezine koymuştur. Tüm toplumsal hayatın temeli üretimse, proletarya, üretim faaliyetinin asli unsuru olarak bu merkezi rolü fazlasıyla hak etmektedir. Çünkü proletarya, hem var olanı yıkma, hem de yeni bir toplumu yaratma kapasitesine üretimden gelen gücü sayesinde sahiptir. Şalterler onun iradesiyle indiği zaman toplumsal yaşamı sürdürmenin olanağı ortadan kalkar ve şalterleri kendi yönetiminde tekrar kaldırdığında ise toplumun ezilen tüm kesimleri için yeni bir toplumsal yaşam oluşturmanın koşullarını yaratır. Kapitalizm işçi sınıfı dışında tüm diğer sınıf ve katmanları daralttığı için kapitalizme karşı sürekli ve genişleyen bir mücadele sürdürebilecek tek tutarlı devrimci sınıf da proletaryadır. Sınıftan kaçışlarını teorize etme derdinde olanların iddialarının aksine proletarya büyümektedir ve üretimin tüm süreçlerinde daha fazla ve daha yaygın yer tutmaktadır. Öyleyse neden kapitalizme karşı işçi sınıfının devrimci mücadelesi değil de ezilenlerin, yoksulların mücadelesi diyelim? Bunun devrimcilerin ve işçi sınıfının kafasını karıştırmaktan ve mücadelede belirsizlik yaratmaktan başka neye faydası var?
Yoksulluğa karşı mücadele işçi sınıfı mücadelesiyle birleştiğinde anlamlıdır! Her türlü çürüme, kapitalizmin tarihsel olarak gecikmiş ölümünün bedeli olarak toplumsal yaşamın dört bir yanını sarmış durumda. Bu durumun sonuçlarını da en ağır haliyle işçi sınıfı ve diğer ezilen kesimler yaşıyorlar. Yoksulluk ve sefalet dünya nüfusunun yarısından fazlasının yaşadığı bir yıkım olarak etkisini arttırıyor. 800 milyondan fazla insan, yani 11 tane Türkiye, her gün mutlak açlığa uyanıyor. Emperyalist savaşın getirdiği yıkımla birlikte bu sayılar daha da artacak, artıyor. Böylesi koşullar elbette insanların önemli bir bölümünü bu sorunlara çözüm aramaya yönlendirecektir. Egemen sınıfın ideologları da kendilerine yönelecek bu tehlikenin manipüle edilmesiyle uğraşıyorlar. Gözler önündeki gerçekliğin farklı algılanması ve kapitalizmin yarattığı sorunlardan rahatsızlık duyanların beyhude çabalarla oyalanması için ellerinden geleni yapıyorlar. Tarih bilincini yitirmiş, sınıf bilincinin uzağında olanlara tarihte iflas etmiş çarpık fikirlerini yutturmaya uğraşıyorlar. Kapitalizm varlığını sürdürdükçe yoksulluk da var olmaya devam edecektir. Bugün en gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçilere varıncaya dek dünyadaki bütün işçilerin
marksist tutum
büyük çoğunluğu yoksuldur. Çünkü yoksulluk sadece en temel yaşamsal ihtiyaçlardan yoksunluk anlamına gelmez. Üretim geliştikçe ihtiyaçlar da yeniden tanımlanacağı ve bu yüzden artacağı için, kapitalizmde işçiler her zaman ihtiyaçlarının bütünüyle karşılanamadığı bir durumda olacaklardır. Sefalet içinde olmayan işçiler de yoksul olmaktan kurtulamayacaklardır. Bu nedenle de yoksulluğa karşı mücadele kapitalizme karşı mücadeleden ayrı düşünülemez. Bütün bunlar işçi sınıfının öncülerine ve enternasyonalist komünistlere görevlerini bir kez daha hatırlatıyor. Sonuçta yoksulluk ve sefalet ancak işçiler bilimsel sosyalizmin kılavuzluğunda dövüşürlerse ortadan kaldırılabilir. Anlaşılıyor ki, Marksizmin kurucularından Engels’in 1878’de belirlediği görevlerde bugünün devrimcileri için değişen bir şey yok: “Bu dünyayı kurtarma işinin üstesinden gelmek: İşte modern proletaryanın tarihsel görevi. Bu işin tarihsel koşullarını ve bu yoldan niteliğini derinliğine irdelemek ve böylece bugün ezilen ve bu işi görmekle görevli sınıfa, kendi öz işinin koşulları ve niteliği üzerine bilinç vermek: İşte proleter hareketin dışavurumu olan bilimsel sosyalizmin görevi.” (Anti-Dühring, Sol Y., 3.bsk, s.406) İşçi sınıfının militan mücadelesi ile birleşen devrimci Marksist dünya görüşü dışında hiçbir seçenek işçi sınıfının ve diğer ezilen kesimlerin derdine bugüne kadar çare olmadı. Bundan sonra da olmayacak.
23
Diyalektik Matery Metafizik ve diyalektik Metafizik kavramı eski Yunanda Aristoteles’in fizik bilimiyle ilgili kitaplarının dışında kalan felsefe incelemelerini tanımlamak üzere, “meta ta physika” (fizik ötesi) anlamında kullanılırdı. Ancak bu kavramın kapsamı zamanla genişledi ve kanıtlanmamış önsel kabullerden hareket eden düşünce tarzını anlatır hale geldi. Ortaçağın skolastik felsefecileri, algılanabilen fiziki dünyanın ötesinde tanrısal bir dünyanın var olduğunu düşünür ve metafizik sayesinde bu fizik ötesi dünyanın kavranılabileceğine inanırlardı. Uzun yıllar boyunca metafizikçiler, insani ya da tanrısal, her şeyi açıklayabilecek kesin ve değişmez tanımlamalar peşinde koştular. Marksist terminolojide metafizik, gelişimin kaynağı olan iç çelişkilerin varlığını reddeden felsefi yaklaşımı ve buradan türeyen inceleme ve düşünce yöntemini anlatır. Metafizik, doğadaki varlıkların veya toplumsal olguların hareket ve değişim içinde oluşlarını ihmal eder. Onları durağan, birbirinden bağımsız, yalıtık şeyler olarak ele alıp inceler. Buna göre, diyelim olumlu ile olumsuz birbirlerini mutlak olarak dışlarlar, neden ve sonuç kesin biçimde birbirlerine karşı gelirler. Böylece farklı kategoriler düşüncede mutlaklaştırılmakta, gerçeklik yalnızca siyah ve beyaz gibi sert karşıtlıklara indirgenmektedir. Ara renkler ve geçişsel süreçler göz ardı edilmektedir. Metafizik yöntem gerçekliği çok yönlülüğü ve zenginliği içinde kavrayabilmekten uzaktır. Oysa yaşamın kendisi, karşıtların birbirinden yalıtık olmadığı, bir arada var olduğu, iç içe geçtiği, birbiriyle çatıştığı, bir şeyin bir diğerine dönüştüğü çok renkli ve çok yönlü hareketli bir süreçtir. Çarpıcı bir örnek olması bakımından yaşam ve ölüm karşıtlığı ele alınabilir. Keskin tanımlamalarıyla metafizik yöntem, yaşayan ve ölmüş olan varlıkların birbirinden ayırt edilmesini sağlayabilir. Ama doğanın canlı akışı içinde gerçeklik hiç de bundan ibaret değildir. Yaşam ve ölüm adlı zıt kutuplar evrende her düzeyde bir arada var olur ve aralarında kıyasıya çekişirler. Yaşam ölüme meydan okuyan bir süreçken, ölüm de anlık bir olay olmayıp yaşamı yenilgiye uğratmaya çalışan bir süreçtir. Aslında her canlı,
24
yaşam-ölüm diyalektiğini içinde taşır. İnsan dahil her organik varlık gözle görünmeyen bir yaşam-ölüm mücadelesi içinde yol alır. Somutlamak üzere belirtmek gerekirse, her an bedenimizde bazı hücreler eskir ve ölürler, fakat yanı sıra yeni hücreler doğar ve yaşarlar. Böylece yaşadığımız sürece bedenimizin maddesi yenilenir ve değişir. Yaşam ve ölüm örneğinde görüldüğü üzere, zıt kutupların varlığı ve bu zıt kutuplar arasındaki gerilim madde ve hareketin içeriğidir. Tüm evren ve toplumsal yaşam, zıt kutupların birliği ve mücadelesi temelinde biçimlenir ve dönüşüme uğrar. Her türlü hareket ve değişim, zıtların karşılıklı etkileşimi ve mücadelesinden kaynaklanır. Evrenin kendisi tam anlamıyla diyalektik bir devinim sürecidir. Kısacası, her türlü varoluşun özü diyalektiktir ve bu özün şifresini çözebilmek de ancak diyalektik düşünce sayesinde olanaklı hale gelebilmiştir. Doğa bilimlerindeki büyük buluşlar metafizikçilerin boş iddialarını yerle bir etmiş, diyalektiğin zafer çanlarını çalmıştır. Bilim, bütün organik doğanın, bitkilerin, hayvanların ve insanın milyonlarca yıl süren bir evrim sürecinin ürünü olduğunu kanıtlamıştır. Ve diyalektiğin önemi işte bu noktada belirginleşir. Zira diyalektik, doğanın, insan toplumunun ve düşüncenin genel hareket ve gelişme yasalarını inceleyen ve kavrayan bilimdir. Eskiden metafiziğe saplanmış yerbilimciler, gezegenimizin kıtasal sistemini tanrı tarafından o şekilde yaratılmış durağan bir sistem olarak kavrayıp, o şekilde kavratmaya çalışıyorlardı. Oysa modern jeoloji bilimi, kıtaların doğduklarını ve öldüklerini, kaydıklarını, yer değiştirdiklerini ispatladı. Benzer biçimde, aslında dünyanın manyetik kutupları da uzun bir süreç içinde yer değiştirmektedir. Bilimsel araştırmalar, dünyamızın manyetik kuzey kutbunun yaklaşık yedi yüz bin yıl önce şu anki coğrafi güney kutbunun civarında bir yerlerde bulunduğunu ortaya koymaktadır. Yine bu araştırmalara göre, bu tür değişimler son 65 milyon yıl içinde iki yüz kereden fazla gerçekleşmiş bulunmaktadır. Engels, doğanın diyalektiğin deneme tezgâhı olduğuna değinir. Modern doğa bilimleri doğanın deneme tezgâhına her gün artan malzeme sunmaktadır. Bilimsel buluşlar, do-
yalizm Üzerine /2 Elif Çağlı
ğada her şeyin metafizik değil ama diyalektik yasalara göre yürüdüğünü kanıtlamaktadır. Doğa kesintisiz bir var oluş ve yok oluş sarmalında, spiral basamaklarda ilerleyen sonsuz bir akış halindedir. Ve zaten diyalektik düşüncenin kendisi de, sonsuz hareketin doğru tarzda düşünen beyindeki yansımasından ibarettir. Hareketin sonsuzluk özelliğini kavramaya çalışan diyalektik açısından, o halde hiçbir şey kesin, mutlak ve değişmez değildir. Diyalektik yaklaşımın üstünlüğü, her şeydeki ve her şeyin içindeki geçici niteliği açıklayabilmesidir. Karmaşık gerçekliği kabaca basite indirgemesi nedeniyle indirgemeci düşünce diye de adlandırılan metafiziğin temel kusuru, sonsuz hareketten oluşan varlığın hareketsiz izlenimleriyle yetinmesidir. Oysa diyalektik düşünce, Troçki’nin ifadesiyle, daha derin yaklaşımlar, düzeltmeler, somutlamalar aracılığıyla kavramlara bir içerik zenginliği ve esneklik kazandırır. Onları, yaşayan olgulara bir ölçüde daha yakın kılan bir lezzete kavuşturur. Diyalektik düşüncenin indirgemeci düşünceyle ilişkisi, hareketi canlandıran bir filmin hareketsiz bir fotoğrafla ilişkisine benzemektedir. Metafizik ve diyalektik düşünce biçimi arasındaki ayrımın önemi, doğanın ve toplumsal yaşamın canlı akış içinde kavranmaya çalışılması noktasında belirgin hale gelir. Zira nesneleri durağan halde, cansız ve diğerlerinden yalıtık biçimde düşündüğümüzde, mevcut çelişkilerin ve hareketliliğin farkına varamayız. Örneğin bir toplu iğne ile bir mıknatısı kabaca dıştan incelediğimizde birbirine benzer ya da benzemez pek çok özellik keşfedebiliriz. Ama bu düşünce basamağında nihayetinde bir mıknatıs şu ya da bu özelliklere sahip bir mıknatıstır, toplu iğne alt tarafı bir toplu iğneden ibarettir. Bilim alanı dışında, insanların gündelik yaşamında söz konusu iki nesneyi bu şekilde kabaca algılamak ve bunların belirli işlere yarayan iki ayrı nesne olduğunu bilmek yeterli görünür. Bu açıdan bu kadarı da gerekli ve yararlı bir bilgidir. Ama bu gözlem sınırları içinde henüz olayların derinine inmiş değilizdir, incelememizi alışıldık metafizik düşünce biçimi ile yürütmekteyizdir. Fakat mıknatıs ve toplu iğneyi karşılıklı hareketleri (ör-
neğin mıknatıs toplu iğneyi kendine çeker), ilişkinin neden olduğu içsel değişim (toplu iğnenin mıknatısın etki alanına girmesiyle atomlarının dizilişinde değişim olur) vb. noktasına kadar ilerleterek düşündüğümüzde diyalektiğin alanı içine gireriz. Bu alanda çelişkilerle yüz yüze gelmek ve “çelişkiye düşmek” kaçınılmazdır. Örneğin mıknatıs tarafından çekilen toplu iğnelerin, ona dokundukları anda birbirlerini itmeye başladıklarına tanık oluruz. Çünkü mıknatısa dokunan toplu iğnelerin her biri artık sıradan bir iğne değil, birer mıknatıstırlar! Daha önce her biri mıknatıs tarafından çekilen toplu iğneler, bu değişim nedeniyle artık birbirlerini itmeye başlamışlardır. Diyalektik düşünce hareketin esasında bir çelişki olduğunu, fakat aynı zamanda da çelişkinin çözümünü kendinde içerdiğini kanıtlar. En basitinden mekanik yer değiştirme hareketinde bile, hareketin başlangıcı ile sonuçlanması arasındaki süreç bir çelişkinin ortaya çıkışını ve çözümünü içerir. Örneğin bir masayı odanın bir köşesinden diğer köşesine taşıdığımızda sürecin bütününü ifade etmek istersek, aynı cisim bir uzay ve zaman içinde belirli bir noktada hem var olmuş hem de olmamıştır. Ama mekanik hareketin kendisi çelişkiyi “şimdilik” çözmüş ve masaya odanın diğer köşesinde yeni bir konum kazandırmıştır. Basit bir mekanik yer değiştirme hareketi bile özünde bir çelişki içeriyorsa, maddenin daha yüksek hareket biçimleri, organik yaşam ve gelişim haydi haydi ve daha üst düzeyde çelişkiler içerecektir. Yaşam ve ölüm karşıtlığı hatırlanacak olursa, organik yaşam zaten her an bazı hücrelerin ölmesi ve yenilerinin doğması (yani canlının her an hem kendisi olması hem de olmaması) şeklinde ilerleyen bir süreçtir. Bu nedenle canlılığın kendisi sürekli ortaya çıkan ve ancak çatışmalarla çözülen bir çelişkidir. Zaten herhangi bir canlı varlık açısından bu çelişkinin bitmesi, canlılığı var eden yaşam-ölüm çatışmasının ölüm lehine sonuçlanması anlamına gelmektedir. Ancak unutmamalı ki, bu ölüm başka canlılar açısından yaşamın başlangıcı ya da devamı olacak, yani çelişki ve hareket mutlak anlamda asla sona ermeyecektir. Diyalektik çelişkinin bilimsel ifadelerini içeren alanlardan biri de matematiktir ve bu alandan da bir örnek veri-
25
marksist tutum
lebilir. Matematikle haşır neşir olmaya başladığımızda, doğal sayılar alanında işler nispeten kolay görünür. En temel aritmetik işlemlerinden toplama işlemini düşünelim. 1+1 “2” eder ve düz mantıkla bu sayı dizisini gücümüz yettiğince uzatmak mümkündür. Ne var ki, bir başka temel işleme, çıkarma işlemine başvurduğumuzda durum değişir. İlkokul çağındaki çocuklara “akılları karışmasın” diye küçük sayıdan büyük sayı çıkmaz denir. Ama aynı çocuklar birkaç yıl sonra, küçük sayıdan büyük sayının da çıkartılabileceği gerçeğini hazmetmek zorunda kalırlar. Bu çelişki, onlara yeni bir sayılar kümesi (negatif sayılar) tanıtılarak aşılır. Negatif sayıların varlığı bu tür bir çelişkiyi algılamamızı sağlar ama yepyeni çelişkilere de yol açar. Negatiflik kavramı şaşkın çocukların son şaşkınlığı olmayacaktır! Evren tüm parça ve parçacıklarıyla birlikte bir bütün olarak kendini sonsuz bir çelişkiler süreci halinde yeniden ve yeniden yaratır. O halde idealist felsefenin ve metafiziğin konusunu oluşturan şu meşhur “yaşamı başlatan ilâhi dış kuvvet” ya da hareketi oluşturan “ilk itiş” gibi kavrayışlar tamamen dayanaksızdır. Maddenin (veya enerjinin) kendi iç çelişkilerinden kaynaklanan hareket ve bu hareketin sürekliliği ve dönüşümü dışında bir başlangıç ya da son yoktur. Neticede evren tüm parça ve parçacıklarıyla birlikte bir bütün olarak kendini sonsuz bir çelişkiler süreci halinde yeniden ve yeniden yaratır. O halde idealist felsefenin ve metafiziğin konusunu oluşturan şu meşhur “yaşamı başlatan ilâhi dış kuvvet” ya da hareketi oluşturan “ilk itiş” gibi kavrayışlar tamamen dayanaksızdır. Maddenin (veya enerjinin) kendi iç çelişkilerinden kaynaklanan hareket ve bu hareketin sürekliliği ve dönüşümü dışında bir başlangıç ya da son yoktur.
Formel (biçimsel) mantık Düşüncenin gelişim süreci içinde biçimsel mantık insanların gündelik yaşamlarını sürdürebilmeleri için gereken kimi bilgileri ve kıyaslama olanaklarını sağlamıştır. Biçimsel mantığın zaman içinde geliştirilmiş bazı yasaları vardır. Bu mantık yasalarının geliştirilmesinde Aristoteles’in rolü büyüktür. Fakat bu büyük bilgin yalnızca formel mantığın yasalarını ileri sürmemiş, aynı zamanda diyalektik konusuyla da ilgilenmiştir. Kıyas (mukayese) yöntemi, Aristoteles tarafından yasaları belirlenmiş olan ilk mantıksal tümdengelim sistemidir ve bir sonuç çıkarma yöntemidir. Bu mantık sistemine göre her kıyas iki öncül önerme ve bir sonuç önermesi olmak üzere üç önermeden oluşur. Bilinen bir örneği hatırlatalım. Diyelim iki öncül önerme sırasıyla şöyle olsun: 1) Bütün insanlar ölümlüdür. 2) Ali bir insandır. 3) Sonuç önermesi: “O halde Ali de ölümlüdür” şeklinde olacaktır.
26
Mart 2007 • sayı: 24
Biçimsel mantığın en önemli yasası olan özdeşlik yasasına göre bir şey kendisine eşittir ve başka bir şey olamaz. İşte bu yaklaşım, biçimsel mantıkla diyalektik mantık arasındaki büyük farkın kavranabileceği hassas noktayı oluşturur. Biçimsel mantık açısından “A” “A”ya eşitken, diyalektik mantık eşit olduğu varsayılan bu iki “A”nın farklı olabileceği üzerinde odaklaşır. Örneğin aynı ağırlıkta olduğunu sandığımız bir kilo pirinç, kuru bir ortamda tarttığımızda başka, rutubetli ortamda tarttığımızda başka bir ağırlığı ifade edecektir. Yaşam, biçimsel mantığın durağan kategorilerini ezip geçen karmaşık bir etkileşimler sistemidir. Bir bütünü oluşturan parçalar olarak, diyelim “A” ve “B”yi ayrı ayrı tanıma ihtiyacımız ne kadar gerçekse, bu parçaların aslında birbirleriyle sürekli ve karşılıklı ilişki içinde oldukları da o kadar gerçektir. Örneğin tıp bilimi vücudumuzdaki tüm organların tek tek yapısını, işlevini ve önemini bilmekle yetinemez. Zira bu organlar birbirleriyle etkileşim halindedirler. Hastalıkları teşhis edebilmek ve tedavi çaresi bulabilmek için bunların bütünsel bir sistem olarak nasıl çalıştıklarını, birinin bozukluğunun diğeri üzerinde nasıl bir etkide bulunduğunu bilmek gerekir. İnsan vücudu böylece parça ve bütün ilişkisinin önemini gözler önüne serer. Vücudumuzun işleyişi birbirinden yalıtık tek tek fonksiyonların basit bir toplamı değildir, diyalektik bir bütündür. Örneğin sinir sistemimizin işleyişi en gelişkin bir bilgisayarın işleyişinden çok daha karmaşıktır. Biçimsel mantık kurallarının yetersizliğini vurguluyorsak da bunları tamamen bir kenara fırlatıp atamayız. Marksizm biçimsel mantığın yetersizliğini gözler önüne serer, ancak onu toptan reddetmez. Çünkü somut yaşamda bu kurallara da belirli bir düzeyde ihtiyaç duyarız. Matematik biçimsel mantık kurallarına dayanır. Toplama, çıkarma, çarpma, bölme gibi temel işlemleri öğrenebilmek bu sayede mümkün olur. Ayrıca biçimsel mantık, kimya, biyoloji, mekanik bilgisinin gelişimine de temel oluşturmuş, ama bilim bu noktada durmamış ve diyalektik düşünce sayesinde inanılmaz mesafeler kat etmiştir. Bilimsel ilerlemenin hem biçimsel mantığın hem de diyalektiğin yasalarından yararlandığı açıktır. Biçimsel mantık, farklı kategorileri kaydetmesi ve çeşitli düzeyde sınıflandırmalar yapması bakımından yarar sağlamıştır. 18. yüzyılda biyoloji alanında bitki ve hayvan türleri için gerçekleştirilen sınıflandırma, bitki ve hayvanların sistematik incelemesini ve farklı türlerin birbirleriyle karşılaştırılmasını mümkün kılmıştır. Fakat biçimsel mantık aynı zamanda da durağan ve değişmez biçimde algılanan bir sistem yaratmıştır. Buna göre bir kuş bir kuştur, bir memeli bir memelidir. Oysa doğada bu türler arasında nice geçiş halkaları bulunur. Varlıkları ve olguları dinamik biçimde, yüzeysel değil de derinlemesine kavramaya çalıştığımızda biçimsel mantık kurallarının yetersizliği ortaya çıkacaktır. Ve bu noktada imdada yetişecek olan diyalektik mantıktan başkası olamaz. Biçimsel mantık çelişkinin varlığından ra-
Mart 2007 • sayı: 24
hatsız olur ve dışlamaya çalışırken, diyalektik düşünce çelişkinin tüm varlığın özünü oluşturduğu gerçeğinin bilincindedir. Hareket ve değişim, yaşam ve gelişme kaynağını çelişkide bulur. Düşünce üretiminde kullanılacak yöntem sorunu her zaman felsefenin önemli konusu olmuştur. Biçimsel mantık soyut düşünceyi hareket noktası olarak almış ve genelde tümdengelim yöntemine dayanmıştır. Biçimsel mantıkta soyuttan türetilen düşünce somutu açıklamak için kullanılır. Bu da bir şeyin ya da olgunun bilimsel deney ve gözlemin zenginliği içinde değil de, yalnızca soyut genellemelerden (öncüllerden) hareket ederek açıklanması demektir. Doğru bir sonuca varabilmek için öncüllerin doğru olması gerektiğini, kuşkusuz biçimsel mantık da genelde kabul eder. Ama adından da anlaşılacağı gibi, bu mantık sisteminde biçim yani düşünce sürecine dayatılan kurallar önemlidir. Böylece katı biçim, zengin özü ezer. Biçimsel mantığın kategorileri, gerçekliğin durağan fotoğrafından türetilen soyutlamalarla, aslında son derece zengin ve hareketli bir niteliğe sahip somut gerçekliği açıklamaya çalışmaktadır. Bu çabanın bu içeriği nedeniyle, belli bir düzeyden sonra ne denli yetersiz kalacağı aşikârdır. Doğru görünen öncüllerden hareket edilmesi ve katı kurallara uyulması sayesinde ortaya çıkacak sonuç, biçimsel mantık açısından kesinlikle geçerli görünebilir. Ancak gerçekliğin değişken yönlerini hesaba katmayan genellemelere dayanılması halinde yanlış sonuçlara çıkmak işten bile değildir. Gündelik yaşam içinde insanların çoğu yanlış genellemelerle birtakım doğru sonuçlara vardıklarını sanırlar. Örneğin işçi sınıfının örgütsüz kesiminin sürüklendiği içler acısı duruma bakıp, “bu işçilerle hiçbir şey olmaz” genellemesiyle sınıftan tamamen umut kesilmesi sıkça karşılaşılan bir durumdur. Kıyasçı muhakeme tarzı Ortaçağ Avrupa’sında egemen olduğu gibi, 17. yüzyıl Fransız felsefe geleneğinde de (örneğin Descartes) yaygın kabul görmüştür. Fakat biçimsel mantığın kurallarına dayanan bu tümdengelimci düşünce ekolünün yetersizlikleri, İngiltere’deki hummalı kapitalist gelişmenin gereklerine yanıt veremez hale gelmiştir. Böylece Anglo-Sakson dünyasında ampirizme (deneycilik) ve tümevarımcı muhakemeye önem verilmeye başlanmıştır. Ampirizm dine ve ortaçağ dogmatizmine karşı mücadelede olumlu bir rol oynamış, ama zamanla onun da tek yanlılığı ortaya çıkmıştır. Ampirizm, geniş kapsamlı teorik bütünlemeleri dışlayan aşırı parçacı yapısıyla materyalizmi yoksullaştıran bir özelliğe sahiptir. Materyalizm, ancak Marksizmin diyalektik yöntemiyle zenginleşmiş ve bilimsel derinliğe ulaşabilmiştir.
Diyalektik mantık Evrendeki ve insanlığın evrimindeki hareket yasalarının gerçekliğe olabildiğince yaklaşan tarzda kavranabilmesi için, dinamik biçimde düşünmeye ihtiyaç olduğu son de-
marksist tutum
rece açıktır. Bu da ancak diyalektik mantık sayesinde mümkün olabilmektedir. Diyalektik mantık biçimsel mantığın kıyas gibi geçerli bazı kurallarını toptan yadsımasa bile, ondaki yetersiz yönleri eleştirmekte ve tamamen aşmaktadır. Böylece diyalektik, muhakeme ve inceleme sürecine arzulanan dinamizmi kazandıran etkin yöntem olarak yükseklere tırmanmaktadır. İnsan zihni, sonsuzluk, enerji ve maddenin dönüşümü gibi soyut kavramları kolay hazmetmez ve gündelik yaşamın yansımaları olan somut ifadelerle düşünmenin rahatlığını arar. Ne var ki, soyut görünen karmaşık formüller ve kavramlar vasıtasıyla bilinmeyene ulaşmaya çalışmak, bilimin vazgeçilmez özelliğidir. Matematik, yaşamdaki ilişkilerin düşünce dünyasında kompleks ifade ve bağıntılarını üretmek bakımından soyutlamanın en çarpıcı biçimde uygulandığı bilim dalıdır. Burada soyutlama kavramı, metafiziğin yetersizliğini sergilerken değindiğimiz anlamda somut yaşamdan kopuk “soyut” kurallar türetmeyi değil, somutun zenginliğini kavramaya çalışan bilimsel yöntemin bir unsurunu ifade eder. Latince kökeni itibarıyla soyutlama sözcüğü, bir şey-“den almak” anlamına gelir. Geometrik biçimlerle ilgili kavramların ya da sayısal ifade ve formüllerin türetimi için, somutun çeşitliliği içinden soyutlanan (çıkartılıp alınan) bir özelliğin belirtilmesi, diğer yönlerin ise ihmal edilmesi gerekir. Örneğin “2” sayısı iki ekmeğin sayısal ifadesi olabileceği gibi, pekâlâ iki işçiden ibaret bir çokluğa da denk düşebilir. Sayısal olarak “2” kavramı ile izah edilen niceliğin, iki ekmek mi ya da iki işçi mi olduğunun hiçbir önemi yoktur. Keza diyelim “silindir” diye adlandırılan bir geometrik biçimin bir ilaç tüpü mü yoksa bir su tankı mı olduğu da, silindir soyutlamasını yapmak ve bu şekle dair formülleri türetmek bakımından bir önem arz etmez. İşte bu örnekler birer düşünsel soyutlamadır. Ve yaşamdaki somut olgulardan elde edilen bu soyutlamalar, daha sonra yaşamın somutuna geri dönecek ve orada çok iş göreceklerdir. Nitekim toplumsal yaşamın ilerleyişi içinde insanın doğayla savaşımını ve yaşamını kolaylaştıran pek çok buluş ve icat bu sayede mümkün olabilmiş ve üretilebilmiştir. Çeşitli düzeylerde soyutlamalar yapmak bilimsel araştırma yönteminin zorunlu bir unsurudur. Bilim, varlıkları ve olguları karmaşık hareket ve ilişkileri içinde kavrayabilmek için onlardan parçalar almaya, onları kesitlere bölerek incelemeye, kısacası soyutlama yapmaya ihtiyaç duyar. Örneğin bir kurbağanın bütünsel anatomisi hakkında fikir sahibi olabilmek için, önce kurbağanın çeşitli parçalarını incelemeye tâbi tutmak (bu parçaları tek tek bütünden çekip çıkartarak, yani soyutlayarak mikroskop altına yatırmak gibi) gereklidir. İlk bakışta belki bir çelişki gibi görünebilir, ama bu soyutlamalar olmaksızın somutu zenginliği içinde kavramak olanaksızdır. Öte yandan, bütünden soyutlanmış bilgi kuşkusuz bütünün yalnızca belirli yönleri üzerinde odaklaşmış bilgidir, tek yanlıdır ve sınırlıdır. Somutun bütünlüğünün
27
marksist tutum
parçalanmasıyla elde edilen bu soyutlamalar sayesinde geliştirilen bilginin, daha sonra yine somuta ulaşarak bütünleştirilmesi gerekir. İşte ancak bu sayede, varlık ve olguların karmaşık iç bağıntılarıyla yaşamın ve hareketin zengin somut kavranışını elde edebiliriz. Ayrıca unutmamak gerekir ki, hakikat her zaman somuttur. Zengin, bütünsel, karmaşık olan ve daha yüksek basamaklarda yer alan soyut genellemeler değil, somut gerçekliktir. Diyalektik yöntem, tümdengelim (bütünden parçaya, genelden özele, somuttan soyuta) ve tümevarım (parçadan bütüne, özelden genele, soyuttan somuta) süreçlerini bütünsel bir inceleme, muhakeme ve sonuçlandırma sürecinin bileşenleri olarak kullanır. Tümdengelim sürecinde bütünden parçalar ayrıştırılır, bir başka deyişle somutun genelinden bazı özel yönler çekilip çıkartılır. Böylece incelenen varlık ya da olgu analiz edilir, parçalar hakkında ayrıntılı bilgi toplanır. ır. Bu sayede bütünün parçaları hakkında, önceki evreye oranla ranla çok daha fazla bilgi elde edilir. Fakat şimdi de parçalara ara ilişkin bu bilgileri bir araya getirmemiz, yani bütünleştirmemiz rmemiz gerekir. Bu tümevarım sürecidir ve düşüncemiz bu kez soyuttan somuta ilerler. Bilimsel inceleme ve bilimsel msel sonuçlara varma sürecindeki bütün bu faaliyetlerin anlamı, analizin sentezle, tümdengelim yönteminin in tümevarım yöntemiyle birleştirilmesidir ve zaten aten diyalektik yöntemin özü de budur. Lenin’in n’in sözleriyle, canlı algıdan soyut düşünceye ye ve buradan pratiğe: hakikati bilmeye, nesnel gerçekliği bilmeye giden diyalektikk yol işte budur. Marx kendi inceleme ve sunuş yöntemini açıklarken bu önemli husus üzerinde durmuştur. Devranın salt rastlantılarla mı, yoksa birtakım akım iç yasalarla mı dönüp durduğu duğu hususu da felsefenin önemli mli bir tartışma konusu olmuştur. ur. Aslında rastlantı ve yasa arasında asında da diyalektik bir ilişki vardır. Doğatlantılar kuşda ve tarihte rastlantılar kusuz belirli bir rol oynarlar. Bilinen bir örnektir rnektir ama önemlidir. Ekim m Devriminin başında Lenin nin gibi bir dı devrimci önder olmasaydı hareketin akışı değişebilirdi. Tarih, mutlaka utlaka Lenin gibi bir önderi deri çıkarmak üzere önceden den kurdir. gulanmış değildir. Gelişim süreçlerini, her şeyin dış etkenlere kapalı
28
Mart 2007 • sayı: 24
ve değişmez bir iç yasa tarafından belirlendiği kısır bir döngü şeklinde algılamak, aslında tüm sonuçların önceden kesin biçimde kurgulanmış olduğunu iddia etmek anlamına gelir. Bu, doğanın ve tarihin kaderci bir açıklama tarzı olurdu ve çeşitli faktörlerin etkisiyle değişikliğe uğrayan gerçek hareketin niteliği ile bağdaşmazdı. Diyalektik kavrayış, rastlantının rolünü yadsımaz. Onun hareketi yolundan saptırabileceğini, yani yasayı belirli derece ve düzeyde değişikliğe uğratabileceğini kabul eder. Ama diğer yandan, ilk bakışta rastlantı gibi görünen olaylar zaman içinde tekrarlayan bir nitelik kazanabilirler. Bu gibi durumlarda, hareketin daha önceki yörüngesinden saptığı ve şimdi de kendini bu şekilde ortaya koymaya başladığı anlaşılır. Böylece tekrarlayan “rastlantılar” yeni yasaları geçerli kılarlar, ama yeni rastlantılar da tekrar bu yasaların işleyişini değişikliğe uğratabilirler. Diyalektik gelişme, alt baDiyal samaklardan yukarı basam sa samaklara doğru kıvrılarak ilerleyen sarmal l b nitelik taşır. Ancak bir hareketin biteviye ayh nı tempoda ve kesintisiz yukarı çıkan biçimde algılanması tamamen yanlış lanm olac olacaktır. Zira diyalektik süre niceliğin niteliğe süreç, dönüştüğü sıçramalarla, dön sürek süreklilik içinde kopuşlarla, çeşitli altüst oluşlarla, çe devriml devrimlerle ilerler. Doğada ya da toplumda çeşitli eğilim ve kuvvetler çelişki ve çatışma içindedirler. ça Ka şıt kutuplar mücaKar de içinde birlikte var dele olurlar. Diyalektik geolu lişme, lişm geçmiş evreleri yadsıyarak farklı niteliğe ulaşan bir özelliğe sahiptir. Bu değindihususla yani niceliğin niteliğimiz hususlar, ğe (ya da tersi) dönüşümü, karşıtların birliği ve mücadelesii ve yadsımanın yadsıntemel yasasıdır. Diyalekması diyalektiğin üç tem tik düşüncenin bu temel yasaları, ya ayrıca parça ve bütün, biçim ve içerik, son sonlu ve sonsuz, çekme karşıtlıklar konusunu da ayve itme gibi önemli karşıtlı aralarındaki ilişdınlatmakta ve bu zıt çiftlerin çift kılmaktadır. kileri kavramayı mümkün mü Şurasını da belirtmek gerekir ki, diyalektiğin bu yasaları icat edilmedoğanın ve insan topmiş, d lumunun tarihinden çıkarlumu tılmışlardır. tılmı
Mart 2007 • sayı: 24
Niceliğin niteliğe dönüşümü yasası Diyalektik konusunda üzerinde durulması gereken birinci husus, hareketin ya da enerjinin dönüşümündeki yasaya ilişkindir. Enerjinin veya maddenin varoluş süreci, maddenin bir halden diğer bir hale dönüşümünü (örneğin katı halden sıvı hale veya sıvı halden gaz haline ya da bunların tersi), yahut kimyasal enerjiden elektrik enerjisine, mekanik hareketten ısıya geçişi vb. içerir. Geçişsel süreçler nicel birikimlerin ürünü olan nitel sıçrama anlarına sahiptirler. Bir başka deyişle, evrendeki hareket her zaman tedrici (derece derece, yavaş yavaş) ve düzenli bir karakter arz etmez. Diyalektik açıdan evrim süreci, yalnızca tedrici bir gelişim ve barışçıl bir ilerleme süreci anlamına gelmemektedir. Doğada ve tarihte uzun süren tedrici değişim süreçleri, ani patlamalarla ve beklenmeyen olaylarla (doğadaki depremler veya toplumdaki devrimler gibi) kesintiye uğrarlar. Nicelik birikimi bir noktadan sonra niteliksel dönüşümü tetikler. Değişen nitelik ise zamanla kendi niceliğini biriktirmeye koyulur. Diyalektikte bu durum niceliğin niteliğe (ya da tersi) dönüşümü yasası olarak adlandırılır. Diyalektik açıdan evrim süreci, yalnızca tedrici bir gelişim ve barışçıl bir ilerleme süreci anlamına gelmemektedir. Doğada ve tarihte uzun süren tedrici değişim süreçleri, ani patlamalarla ve beklenmeyen olaylarla (doğadaki depremler veya toplumdaki devrimler gibi) kesintiye uğrarlar. Nicelik birikimi bir noktadan sonra niteliksel dönüşümü tetikler. Değişen nitelik ise zamanla kendi niceliğini biriktirmeye koyulur. Diyalektikte bu durum niceliğin niteliğe (ya da tersi) dönüşümü yasası olarak adlandırılır. Böylece şu ya da bu gelişim süreci, nicel olarak değerlendirilebilen tedrici değişimlerin yanı sıra nitel olarak ayırt edilebilen sıçrama anlarını da kapsamaktadır. Doğa bilimlerinden bir örnek vermek gerekirse, çok bilinen bir örneği hatırlayabiliriz. Suya ısı vermeye başladığımızda sıcaklığı artmaya ve buhara dönüşmekte olan miktar da artmaya başlar. Ancak bu buharlaşma henüz suya su demekten vazgeçmemizi gerektirecek bir düzeyde değildir. Kaptaki su hâlâ su olarak durmaktadır, onda belirgin bir değişiklik göremeyiz. Ancak suyun sıcaklığı 100 dereceye yaklaşmaya başladığında sudaki içsel hareket gözle görülür hale gelir, buharlaşmanın artık fark edilmemesi mümkün değildir. Ama 99 derecede henüz görmediğimiz bir şeyi 100 derecede görmeye başlarız. Su kaynamaya başlamıştır. Sıcaklıktaki bu niceliksel artış suyun niteliğinde de çok hızlı ve sıçramalı bir dönüşüme yol açmıştır. Su büyük bir hızla ve kütlesel biçimde buharlaşır. Nicel birikim sıçramalı bir şekilde niteliksel bir dönüşüme yol açmıştır, artık sıvı sudan değil gaz halindeki sudan yani buhardan bahsetmemiz gerekmektedir.
marksist tutum
Doğada niceliğin niteliğe dönüşümü yasasını türlerin gelişimi bağlamında da izlemek mümkündür. İnsan ile maymunların ortak bir atadan evrilerek geldiği biliniyor. Maymunlar içerisinde insana en yakın tür olarak bilimciler şempanzeleri gösteriyorlar. Canlıların içerisinde insanın evrimi hiç kuşku yok ki muazzam bir sıçramayı ve köklü bir kopuşu temsil etmektedir. Ancak en yakın akrabası olan şempanze ile arasındaki niteliksel uçuruma rağmen, genetik yapılarının yüzde 96’sı aynıdır. Bir başka deyişle, bu denli büyük bir niteliksel farklılık, yüzde 4 gibi son derece küçük bir niceliksel farklılıktan kaynaklanmaktadır. Benzer bir durumu esasında tüm canlı türleri arasında da görmekteyiz. Demek ki, son derece küçük niceliksel farklar ya da niceliksel dönüşümler, büyük niteliksel farklılıklara yol açabilmektedir. Doğadaki gelişim süreçlerinde niceliksel birikimler nihayetinde niteliksel değişiklikler yaratırlar. Marksizm insan toplumunun yaşamında da diyalektik sürecin yasalarının işlemekte olduğunu açıklamıştır. İnsanların yaşam koşullarını üretme tarzı da, tedrici değişim süreçlerinin yanı sıra kopuşları ve ani sıçrama dönemeçlerini içermektedir. Örneğin feodal toplumun içinde önce tedrici gelişimlerle ilerleyen burjuva üretim ilişkileri, neticede eski feodal kabukla bağdaşmamış ve köklü niteliksel değişimler burjuva devrimlerle gelmiştir. Toplumsal alandan diğer bir örnek Marx’ın Kapital’de değindiği elbirliği olgusunun öneminden hareketle verilebilir. Marx kapitalist üretim sürecinin özelliğini pek çok açıdan analiz ettiği gibi, söz konusu olgunun anlamını da açıklığa kavuşturmuştur. Birçok bireyin elbirliği, yani birçok gücün birleşmiş bir güç durumunda kaynaşması, kendini oluşturan güçler toplamından niteliksel olarak farklı ve üstün yeni bir güç demektir. Aslında insan toplumunun binlerce yıllık yaşam deneyinden süzülmüş kimi atasözleri, insanlar bunun bilincinde olmasalar bile diyalektiğin bazı yasalarını ifşa etmektedir. Hepimiz şu atasözünü biliriz: Bir elin nesi var, iki elin sesi var! İşçi sınıfı örgütlenmeye koyulduğunda, güçlerini birleştiren iki işçinin artık o tek tek işçilerden niteliksel olarak farklı yeni bir güç oluşturacağı açıktır. İşin gerçeğinde diyalektik hayatın o denli içindedir ki, ufak ufak birikimlerin büyük değişimleri doğuracağı hemen herkes tarafından doğal şekilde bilinir. Örneğin, “damlaya damlaya göl olur” atasözünün (kapitalistler bu gibi atasözlerini her zaman yalnızca paraya tahvil etmeye meraklı olsalar da) illâ geçmiş zamanların küçük kumbaralarını hatırlatması gerekmez. Doğada o su damlaları nice gölleri oluşturabileceği gibi devasa kayaların altını oymakta, yeryüzü şekillerini değiştirmektedir. Toplumsal yaşamın diyalektik materyalist analizi yalnızca geçmiş tarihi anlamamızı değil, gelecekte olabilecekler konusunda da bilinçli kestirimlerde bulunabilmemizi olanaklı kılmaktadır. Bilindiği üzere, işçi hareketinde duraklama ve gerileme dönemlerinin yaşanması doğaldır.
29
marksist tutum
Böylesi dönemlerde işçi kitleleri, bozuk düzenin aynen akıp gideceği ve hiçbir şeyin değişmeyeceği düşüncesiyle umutsuzluğa kapılırlar. Devrim fikrine pek itibar edilmez, örgütlü devrimci mücadeleden kaçış eğilimi ağır basar. Oysa yüzeydeki durgun görünümün altında bu döneme son verecek bir birikim ve mayalanma içten içe oluşur. Kapitalist düzenin yarattığı ağır sömürü, baskı, yoksulluk ve işsizlik koşulları kitleleri bir anda devrimci kılmasa da, işçilerin bilincinde izler bırakır. Başlangıçta küçük görünen izler büyür ve derinleşir. Zamanla devrimci propaganda ve örgütlenme çağrılarına kulak kabartan işçilerin sayısı artar. Bu adeta kimyasal bir yapı içinde enerjinin birikimi süreci gibidir ve Troçki tarafından da “devrimin moleküler süreci” olarak adlandırılmıştır. Süreç içinde oluşan birikimler kendilerini ani sıçrama ve patlamalarla ortaya koyarlar. Her şey eninde sonunda karşıtına dönüşür. Aynı şekilde, uzun bir süre boyunca kendilerinden umut kesilen işçi-emekçi kitleler de devrimci sıçramalarla durgunluk dönemlerine son verirler. Değindiğimiz süreçler kuşkusuz yalnızca nesnel faktörlerin etkisi altında biçimlenmemektedir. Her alanda nesnel ve öznel faktörler arasında karşılıklı etkileşim olması da diyalektiğin yasasıdır. Öznel faktör yani işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyi, sürecin nesnelliğini etkileyen ve süreci hızlandıran ya da yavaşlatan bir etkendir.
Karşıtların birliği ve mücadelesi Doğadaki varlıkların ya da toplumsal olguların dış görünüşlerindeki durağanlıkla yetinmeyip, onları dikkatli bir incelemeden geçirdiğimizde ve içsel hareket yasalarını kavramaya çalıştığımızda, hareketi var edenin karşıtlıklar olduğunu görürüz. Bir bütünün çelişkili parçalarının kavranması diyalektiğin özünü oluşturur. Yaşamı ve hareketi yaratan, karşıtlar arasındaki gerilimdir. Doğada olduğu kadar insan yaşamını ilgilendiren hemen her alanda da her şey karşıt çiftler halinde bulunur. Yoksul olmazsa zengin olmaz. Güzel, çirkin kavramıyla ifade edilene göre bir anlam taşır, iyi varsa kötü de vardır. İnsanın iç dünyası da diyalektiğin yasalarına göre biçimlenir. Benimsenen toplumsal değer yargılarına göre iyi kabul edilen yönlerle, kötü kabul edilen yönler birlikte ve mücadele halindedirler. Hareketin sürekliliği içinde doğada zıt kutuplar yer değiştirebilirler. Örneğin yumurtanın tavuktan ve tavuğun yumurtadan çıkması misali, neden sonuç ve sonuç neden olabilir. Doğanın diyalektik sonsuzluğu içinde, mutlak bir başlangıç ve son aramak beyhudedir. Zira aslolan, neden ve sonuçların sürekli yer değiştirmesidir; başlangıç addedilen şeylerin bir başka açıdan son, son zannedilen şeylerin ise diğer bir bakımdan başlangıç olmasıdır. Yumurta açısından tavuk başlangıçtır, tavuk olmadan yumurta olmaz. Oysa tavuk açısından yumurta başlangıçtır ve bu böyle akar gider. Bir molekülü oluşturan atomların yapısı da maddenin
30
Mart 2007 • sayı: 24
özünde çelişkinin yattığını gözler önüne serer. Atomlar kendi içlerinde artı ve eksi elektrikle yüklü parçacıkları içermekte ve bu çelişkili birliktelik gözle görülmeyen sürekli bir hareketin kaynağı olmaktadır. Doğa, karşıt eğilimlerin bir arada varolma dinamiğini sergiler. Pozitif negatifle, kuzey kutbu güney kutbuyla, itme kuvveti çekme kuvvetiyle, dişi erkekle birlikte vardır. Zaten atomun varlığı da karşıt özelliklere ve elektrik yüklerine sahip parçacıkların birliği demektir. Hatta insan bile, birbirleriyle muazzam derecede etkileşen ve böylece bütünsel bir sistem oluşturan küçük tanecikli artı ve eksi parçaların birliğidir. Manyetik güç ancak kuzey ve güney kutbu gibi zıt kuvvetlerin aynı sistem içinde bütünleşmesi sayesinde oluşur. Gündelik yaşamda hepimizin kullandığı basit bir pil ancak artı ve eksi kutupların varlığı ve bu karşıtlığın yarattığı gerilim sayesinde işlev görür. O halde bir çelişkinin olumlu ve olumsuz iki kutbu birbirlerine karşıt oldukları kadar ayrılmazdırlar. Toplumsal yaşamdan örnek vermek gerekirse, kapitalizmde proletaryasız burjuvazi ve burjuvazisiz proletarya olamaz. Doğadaki ve toplumsal yaşamdaki gelişme, temelde karşıtların mücadelesine dayanır. Nasıl ki vaktiyle Avrupa’da ekonomik yaşamı ilerleten temel faktör burjuvazinin feodaliteye karşı mücadelesi olmuşsa, kapitalizme karşı işçi sınıfının yürüttüğü devrimci mücadele de günümüzde toplumsal gelişmenin ilerletici gücüdür. Kapitalist toplum işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki karşıtlığa dayanmakta ve bu temelde yol almaktadır. Kapitalist üretim tarzı bu iki karşıt sınıfın birlikte varoluşuna dayanmaktadır. Ama bu birlikte varoluş, aslında mücadele içindeki bir birlikteliktir. Açıktır ki, kapitalist üretim tarzının yarattığı toplumsal sorunlar işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesini kaçınılmaz kılmaktadır. Sermaye birikimi ve ücretli emeğin sömürüsü arasındaki ilişki nedeniyle, işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki çelişki kesinlikle uzlaşmaz (antagonistik) bir çelişkidir. Çünkü sermaye birikimi, ancak işçi sınıfının ürettiğinden çalınan artı-değer sayesinde gerçekleşmektedir. Kapitalistin daha fazla refaha ermesi, işçinin daha fazla sömürülmesi ve yoksullaşması anlamına gelmektedir. İşçi sınıfı kapitalizm altında hem maddi yaşam koşulları bakımından ve hem de kendi emeğine yabancılaşarak manen yoksullaşmaktadır. Marx bir başka yabancılaşma konusundan, dinden örnek vererek bu konuya değinmiştir. İnsan Tanrı’ya kendisinden ne kadar çok şey hasrederse, kendisine o kadar az şey kalmaktadır. Tıpkı bunun gibi, işçi kendisini iş sürecinde ne kadar çok harcarsa, kendisinin yarattığı nesneler dünyası karşısına o denli güçlü şekilde dikilmektedir. Böylece işçi kendi üretici faaliyetine ve bu faaliyetinin ürününe o denli yabancılaşmakta ve dolayısıyla iç yaşamında o denli yoksullaşmaktadır. İşçiyi bu durumdan kurtaracak olan, kapitalist düzene karşı yürüteceği örgütlü devrimci mücadele olabilir ancak. (devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır
marksist tutum
Sınıf Belleği
Proleter Devrimin Şafağı: Paris Komünü Utku Kızılok
B
undan 136 yıl önce Paris Komüncüleri şöyle haykırıyorlardı: Yaşasın toplumsal devrim! 18 Mart 1871’de Parisli işçiler ayaklanarak bir kent ölçeğinde de olsa siyasal iktidarı ele geçirdiler ve tarihin sayfalarına unutulmayacak bir iz bıraktılar. Sadece 72 gün yaşayabilen Paris Komünü, işçi sınıfının iktidar biçiminin somutlaşmasıydı. Engels’in ifadesiyle o bir proletarya diktatörlüğüydü. Komün ortaya koyduğu eserle dünya işçi hareketine damgasını bastı. Marx’ın da vurguladığı gibi, Komünün en büyük önemi onun varlığı ve etkinliğiydi. Komünün varlığında somutlanan devrimci ilkeler bugün de, neredeyse tüm yönleriyle önemini koruyor.
Komüne giden yol Marx, Komünü önceleyen elli yıl içinde Paris’te patlak veren devrimlerin veya devrimci kalkışmaların hemen hepsinin proleter bir öz taşıdığını belirtir. Bu kalkışmalarda büyük bedeller ödeyen işçi sınıfı her seferinde devrim sahnesine kendi istemleriyle çıkmıştı. Şubat 1848 devrimi de proleter bir öz taşıyordu. İşçi sınıfı burjuva cumhuriyetçilerin karşısına toplumsal devrim ve toplumsal cumhuriyet bayrağıyla çıkmıştı. İşçi sınıfı, 1848 Haziran barikatlarında büyük bedeller ödedi. Bir hafta süren savaşta binlerce işçi hunharca katledildi. Haziran savaşında eşi benzeri olmayan bir kıyım yaşandığına
değinen Engels, işçi sınıfı kendi öz çıkarları ve kendi öz istemleriyle ayrı bir sınıf olarak burjuvazinin karşısına çıkma cüretinde bulunduğunda, burjuvazinin çılgına döndüğünü ve sınır tanımaz bir yırtıcılıkla öç almaya giriştiğinin altını çizer. Lakin burjuvazinin korkunç kudurganlığına rağmen işçi sınıfı 1871’de yeniden ve bu kez daha güçlü bir şekilde burjuvazinin karşısına dikilmekten geri durmayacaktı. Burjuvazi Haziran savaşımında işçi sınıfını alt etmiş olmasına rağmen proletaryadan ölümüne korkuyordu. Bu korku öyle bir düzeydeydi ki, 2 Aralık 1852’de Louis Bonaparte’ın önce hükümet darbesi yapması ve bilahare II. İmparatorluğu ilan etmesi karşısında bile burjuvazi kendi cumhuriyetine sahip çıkmadı. Hatta Bonaparte’ı “düzen” getirmesi yönünde teşvik ederek alkışladı. (ayrıntılı bir okuma için bkz: Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme) Bonapartist diktatörlük döneminde Fransa küçümsenemeyecek ölçüde sanayileşmiş ve işçi sınıfı da büyümüştü. 1864’le birlikte grevler ülkeyi sarmaya başladı. Aynı yıl Birinci Enternasyonal’in kurulması işçi hareketini daha da ivmelendirecekti. Bonapartist diktatörlük işçi hareketine karşı şiddetle tepki gösterdi. Bonaparte’a göre kızıl heyuladan kurtulmak elzemdi. Bunun için öncelikle Birinci Enternasyonal’in hemen hemen tüm üyeleri tutuklanarak içeri atıldı. Bu tutuklama işçi hareketine ağır bir darbe vurduysa da imparatorluğu ayakta
31
marksist tutum
Sınıf Belleği tutmaya yetmedi. İmparatorluk her yönden sıkışmaya başlamıştı. Burjuvazi artık ihtiyaçlarını karşılayamayan Bonapartist iktidarın son bulmasını ve cumhuriyet ilan edilmesini istiyordu. İşçi-emekçi kitleler burjuvazinin cumhuriyet isteğini, kendi taleplerini de öne sürerek destekliyorlardı. 1869’da yapılan seçimlerde, cumhuriyet talebini dile getiren adaylar oyların yarısına yakınını alacaklardı. Beri yandan Prusya, Bismarck önderliğinde Almanya’nın birliğini zorla sağlamış ve kıta Avrupa’sında Fransa’nın karşısına dikilmeye başlamıştı. İmparatorluk içine düştüğü bu sıkışmışlığı savaşa girerek aşmaya çalıştı. Böylece Fransa 19 Temmuz 1870’te Prusya’ya savaş ilan etti.
Savaştan devrime Marx, Enternasyonal’in savaşa karşı çağrısında şunları yazıyordu: “Louis Bonaparte’ın Prusya’ya karşı açtığı savaşın gidişi ne olursa olsun, İkinci İmparatorluğun ölüm çanı, Paris’te daha şimdiden çalmış bulunuyor. İmparatorluk, başlamış olduğu gibi, bir parodi ile bitecektir.” Fransa, daha savaş başlar başlamaz ağır kayıplar verdi. 2 Eylülde Sedan’da Fransız orduları tarumar oldular ve Bonaparte dahil 83 bin asker tutsak düştü. Fransa yenilmişti. 4 Eylül 1870’te Bonapartist diktatörlük, Engels’in deyimiyle iskambilden bir şato gibi çöktü ve cumhuriyet ilan edildi. 4 Eylül devrimine öncülük eden yine işçi sınıfıydı ve bir kez daha kendi istemleriyle devrim sahnesine çıkıyordu. Burjuvazi ise düzeni kurtarma peşindeydi. Eski yasama meclisindeki milletvekillerinden müteşekkil bir “milli savunma hükümeti” kuruldu. Burjuvazi cumhuriyete sahip çıktığını, vatan savunması için orduyla halkın birleşmesi gerektiğini söylüyor ve özellikle kitlelerin ulusal duygularını okşuyordu. Fakat çok geçmeden burjuva hükümet yüzündeki maskeyi indirerek sınıfsal özünü dışa vurdu. Dışişleri Bakanı Jules Favre Fransız burjuvazisi adına konuşarak, kendilerini Prusya’ya karşı değil Paris iş-
32
çilerine karşı savunmaları gerektiğini itiraf edecekti. Zira 4 Eylülden başlayarak hemen tüm işçi bölgelerinde emekçi kitleler kendi örgütlerini kurmaya ve doğrudan silahlanmaya girişmişlerdi. Marx’ın vurguladığı üzere, silahlı Paris demek, silahlı devrim demekti; Paris’in Prusya’ya karşı kazandığı zafer aynı zamanda Fransız kapitalistlerine karşı kazandığı bir zafer olacaktı.
Parisli işçiler Ulusal Muhafız Birliği içinde çoğunluğu oluşturuyorlardı. Bunun yanı sıra Paris’in yirmi ilçesinde işçi ve emekçiler bir araya gelmiş ve her ilçe kendi savunma komitesini kurmuştu. Bu komiteler tez zamanda, kendiliğinden, mevcut belediyelerin (komünlerin) yerine geçiyor ve ilçelerde idareyi fiilen ele almaya başlıyordu. İlçe komiteleri daha sonra bir araya gelerek Ulusal Savunma Merkez Komitesini kurdular. Parisli işçiler Ulusal Muhafız Birliği içinde çoğunluğu oluşturuyorlardı. Bunun yanı sıra Paris’in yirmi ilçesinde işçi ve emekçiler bir araya gelmiş ve her ilçe kendi savunma komitesini kurmuştu. Bu komiteler tez zamanda, kendiliğinden, mevcut belediyelerin (komünlerin) yerine geçiyor ve ilçelerde idareyi fiilen ele almaya başlıyordu. İlçe komiteleri daha sonra bir araya gelerek Ulusal Savunma Merkez Komitesini kurdular. Savunma Komitesi 14 Eylül 1870’te yayınladığı bir bildiride, polisin yerini Milli Muhafızın almasını, yüksek görevlilerin seçilmesini ve sorumluluk almasını, gıda maddeleri için eşitlik temeline dayalı bir karne ile dağıtım sisteminin kurulmasını, savunma amacıyla alınmış tüm önlemlerin üzerinde bir halk denetimi kurulmasını ve kendisine yararlı olabilecek her şeye el koyma hakkını istediğini bildiriyordu.
Benzeri gelişmeler Fransa’nın diğer önemli kentlerinde de yaşandı. İşçi kenti Lyon ve Marsilya’da devrimci rüzgârlar esiyordu. Bu iki kentte de Kamu Selâmeti Komiteleri kurulmuş ve belediye (komün) yönetimlerini ele almışlardı. Gerek Lyon gerekse Marsilya’daki yönetimlerde Enternasyonal üyeleri önemli bir yer tutuyordu. Lyon Komününü elinde tutan komite önemli kararlar altına imza attı: yüksek görevliler görevlerinden alınmışlardı; bunlar dahil, adalet ve zabıta görevlileri bundan sonra seçimle göreve gelmeye başlayacaklardı. Komite, devlet ile din işlerinin ayrıldığını, tarikatların kaldırıldığını ve öğretimin laikleştirildiğini bildiriyordu. Emniyet Sandığına bırakılan mallar, karşılıksız sahiplerine geri verilecekti. Benzeri kararların diğer kentlerde de alındığının altını çizmek gerekiyor. Çok açık ki, Fransa düzeyinde bir devrimci durum söz konusuydu ve işçiler Alman (Prusya) ordularına ve Bismarck’a karşı oldukları kadar “kendi” burjuva hükümetlerine ve onun başı Thiers’e de karşıydılar. Özellikle Paris’e hükmeden burjuvazi değil, fiilen işçiemekçi kitlelerdi. Fransa’da İç Savaş’a yazdığı önsözde Engels, burjuvazinin artık yönetemediğine dikkat çeker. Paris, Lyon ve Marsilya’daki komitelerin varlığı ve her şeyden önemlisi de Parisli işçilerin Ulusal Muhafız Birliğinde silahlanması, düpedüz burjuva hükümetin karşısında bir başka iktidar odağının varlığına işaret ediyordu. Ancak ne yazık ki, ulusal düzeyde mücadeleyi birleştirecek ve kapitalist düzenin temellerine yönlendirecek bir öncü parti yoktu. Her kentteki devrimciler kendi başlarının çaresine bakıyorlardı. Nitekim Lyon ve Marsilya’daki komiteler belediye yönetimini uzun süre ellerinde tutamadılar ve geri çekildiler. Paris’teki devrimci güçler ise, ellerinde tuttukları gücün yeterince farkında değillerdi. Fakat 28 Ocakta hükümetin Prusya’yla ateşkes istemesi ve Paris’i Prusya’ya teslim etmeyi kabul etmesi durumu değiştirdi. Ulusal Muhafız, hükümetin bu isteklerine karşı çıktı ve bağımsız hareket etmeye başladı. Durumun kendisi, işçile-
marksist tutum
Sınıf Belleği rin, nasıl bir gücü ellerinde tutuklarını bilince çıkartmalarına yardımcı olmuştu. 24 Şubatta Ulusal Muhafız Birliğinden beş yüz delege bir araya geldi. Amaç, Ulusal Muhafızları bir federasyon çatısı altında örgütlemek ve merkezi bir yönetime kavuşturmaktı. Böylece Paris’in Prusya’ya karşı savunulması merkezi düzeyde yürütülmüş olacaktı. 10 Martta kabul edilen tüzük, aynı işçi ve asker vekilleri sovyetleri gibi bir örgütlenmeyi içeriyordu. Milli Muhafız Genel Kurulu, bölüklerden, alaylardan ve taburlardan gelen delegelerle toplanacak ve bir Merkez Komite seçecekti. 15 Martta 32 üyeli Merkez Komitesi seçimleri yapılmış ve komiteye 21 işçi seçilmişti. Merkez Komiteye seçilenler arasında pek çok Enternasyonal üyesi de vardı. Böylece Paris Komününün mimarı olan Merkez Komite gözlerini dünyaya açmış oluyordu. Komite yayınladığı bildiride monarşi ve her çeşitten sömürücü ve zalimleri istemediğini, önce Fransa cumhuriyetini, sonra da evrensel cumhuriyeti kuracaklarını açıklıyordu.
Merkez Komite yayınladığı bildiride şöyle diyordu: Proletarya, “yönetici sınıfların tükenmişlik ve ihanetleri karşısında kamu işlerinin yönetimini ellerine alarak işleri yoluna koyma zamanının geldiğini anladı. Proletarya kaderini kendi eline almanın ve iktidarı fethederek geleceğinin zaferini sağlamanın kendi kaçınılmaz görevi olduğunu anladı.” Merkez Komite, hemen o gün sıkıyönetimin ve askeri mahkemelerin kaldırıldığını, adli ve siyasi mahkûmların affedildiğini açıkladı. Ayın 26’sında seçimler yapılacak ve Merkez Komite, görevi, seçilen Komün yönetimine devredecekti. Komüne seçilenler ya işçi ya da işçi sınıfının tanınmış temsilcileriydiler. Seçilenlerden yaklaşık 30’u Enternasyonal üyesiydi. Seçilenler arasında burjuvalar ve kralcılar küçük bir azınlığı oluşturuyorlardı; fakat bu devrim düşmanları daha ilk günden meclisi terk etmek zorunda kaldılar. Komün yönetimi, tüm bakanlıklara komisyonlar atayarak ve tüm devlet idaresini üstlenerek yepyeni bir hükümet, bir işçi hükümeti olarak
yükseliyordu. Ancak Paris iki taraftan da sarılmış durumdaydı. Prusya’nın uzun menzilli topları Paris’e doğru çevrilmişti. Öte yanda ise, Versailles’a kaçan burjuva hükümet vardı. Şimdi Avrupa burjuvazisi için esas mesele Fransa-Almanya savaşı olmaktan çıkmış, işçi sınıfıyla kendisi arasındaki sınıf savaşına dönüşmüştü. Devrimin önce Fransa’ya ve bilahare Avrupa’ya yayılması Avrupa burjuvazisinin pekâlâ sonunu getirebilirdi. Avrupa’nın burjuva gazeteleri Komüne kin kusuyor, küfür ediyorlardı. Komün, kutsal özel mülkiyetin sonunu getiriyor diyerek vaveylayı koparıyorlardı. Tüm Avrupa burjuvazisi, elbette başta da Alman ve Fransız egemen sınıfları, Komün iktidarına karşı kenetleniyorlardı. 21 Martta Versailles’daki meclis kürsüsüne çıkan Thiers, “ne olursa olsun, Paris’e ordu göndermeyeceğim” diyordu. Oysa gerçek bambaşkaydı. Thiers’in elinde, Paris’e gönderebileceği bir ordusu yoktu. Fakat işçi Paris’in üzerine gönderecek bir orduyu toparladığında
Paris işçileri göğü fethe çıkıyor Burjuva hükümet, ani bir baskınla Ulusal Muhafızları silahsızlandırmak, işçi sınıfının kolunu kanadını kırarak onu kesin yenilgiye uğratmak istiyordu. 18 Martta sabaha karşı 10 bin asker, Paris’in tepelerine konuşlandırılmış mitralyözleri ve topları ele geçirmek üzere harekete geçti. Ancak beklenmedik bir direnişle karşılaştılar. Başlangıçta birkaç kadın ve muhafızın direnişi, dalga dalga Paris’e yayıldı ve hemen her yerde barikatlar yükseldi. Saat 11’e doğru burjuva ordusunun başındaki General Lecomte kurşuna diziliyor ve askerler işçilerin safına geçiyordu. Akşama doğru tüm kışlalar, devlet binaları ve Belediye Sarayı ele geçirilecekti. Fakat burjuva hükümet, kesin sonucu beklemeden, öğleden sonra telâşla Paris’ten kaçmıştı bile. Böylece Paris’i fiilen elinde tutan işçi sınıfı onu resmen ele geçirmiş oluyordu: işçi sınıfı artık iktidardaydı.
Daha baştan itibaren kendi bayrağını dünya cumhuriyetinin bayrağı ilan eden Komün, enternasyonalist bir karakter taşıyordu. Komünün başta gelen sloganı evrensel cumhuriyetti ve saflarında Rus, Alman, İtalyan ve pek çok ulustan devrimci çarpışarak can verdi.
33
marksist tutum
Sınıf Belleği Thiers farklı konuşacaktı. Versailles’teki burjuva hükümet 10 Mayısta Almanya ile barış anlaşması imzaladı ve esir düşen Bonaparte’ın orduları serbest bırakıldı. Thiers artık farklı konuşuyor, salyalar akıtarak “acımasız olacağım” diyordu. 21 Mayıs günü işçi Paris, tam 130 bin asker tarafından kuşatıldı. Buna karşın Komünün sadece 40 bin savaşçısı vardı ve ne yazık ki ne gerekli silahlara ne de gerekli bir askeri eğitime sahiptiler. Başlayan savaş ayın 28’ine kadar sürdü. Komünarlar inatla ve inanılmaz bir cesaretle direniyorlardı. Parisli kadın, erkek ve çocuklar barikat barikat savaşıyorlardı. Son barikat, Pere Lachaise’in mezarlığındaki mezar taşlarıydı; akşama doğru oradaki çatışma da son bulmuştu. Sekizinci günün sonunda Komünarlar yenildiler. Katliam korkunçtu. Barikatlarda binlerce direnişçi can vermişken, ele geçirilen 17 bin direnişçi günlerce süren kurşuna dizmeyle katledildiler. Direnişçileri tek tek öldürmekle başa çıkamayan burjuva ordusu, mitralyözler kurarak onları yüzerli gruplar halinde kurşuna dizmeye başlamıştı. Paris sokakları parçalanmış ceset ve kanla kaplıydı. Cesetlerden boşalan kanla Seine nehri kızıla boyandı. Mitralyözlerle taranan direnişçilerin bedenleri –henüz ölmemiş olanlar da dahil– açılan toplu çukurlara atılarak ortadan kal-
34
dırıldı. Burjuvazi, modern tarihin ilk toplu katliamı ve mezarlığı üzerinde zafer sarhoşluğu yaşıyordu. 43 bin komünar tutsak alınarak mahzenlere ve zindanlara kapatılmıştı. Binlerce komünar Paris sokaklarında dolaştırılıyor, burjuva ahalinin önünden geçiriliyor ve onların aşağılamalarına maruz bırakılıyordu. Yargılama ve imha işlemleri 1874’e kadar sürdü. Bugün hâlâ kaç bin kişinin öldürüldüğü kesin olarak bilinmemekle birlikte, en az 30 bin komünarın katledildiği tahmin edilmektedir. Seçmen listesine kayıtlı 90 bin kişinin ortadan kaybolduğu dikkate alınırsa, katliamların ve sürgünlerin gerçek boyutu daha iyi kavranacaktır.
Komün önderlerinin hataları ve devrimci önderliğin önemi Marx, daha 6 ve 12 Nisan 1871’de Liebknecht ve Kugelmann’a gönderdiği mektuplarda Komün önderlerinin çelişkili ve zikzaklı tutumlarını kıyasıya eleştiriyordu: “Merkez Komite ve daha sonra da Komün, o pis Thiers cücesine düşman güçleri toplama zamanı bıraktılar. Sanki Thiers Paris’i zorla silahsızlandırmaya çalışarak iç savaşı daha önce başlatmamış gibi, iç savaşı başlatmadılar. İktidarı zorla ele geçirmiş olmakla suçlanmamak için, gericiliğin Paris’teki yenilgisinden hemen sonra Versailles üzerine
yürüyecek yerde, örgütlenmesi vb. daha da zaman isteyen Komünü seçmekle, değerli bir zaman yitirdiler. Merkez Komite, yerini Komüne vermek için görevlerini çok çabuk bıraktı.” Gerçekten de, eğer Komün, kafası karışık devrimci önderlerden değil de, ne yaptığını bilen devrimci önderlerden müteşekkil olsaydı, kısa zamanda kitleleri harekete geçirebilir, Lyon ve Marsilya’da başlayan mücadeleyi de Paris’e bağlayabilir, Versailles’ın üzerine yürüyebilir ve tükenmiş burjuvaziyi darmadağın edebilirdi. Bunun olanakları mevcuttu. Başlangıçta burjuva hükümetin ne ordusu ne de silahı vardı. Fakat Komün önderleri ne yapacaklarını, bir sonraki hedeflerinin ne olması gerektiğini bilmiyorlardı. Marx’ın da dikkat çektiği gibi, başta Merkez Komite olmak üzere Komün önderleri bir meşruiyet peşindeydiler. “Komün anayasal bir meclis değildir; o bir askeri konseydir. Tek amacı zafer; tek silahı güç; tek bir yasası, toplumsal kurtuluşun yasası olmalıdır” diyen Komün önderlerinden Milliere, Varlin ve Lissagaray gibileri ise azınlıktaydı. Komünün meşruiyet arayışı, onu, hiçbir hükmü kalmamış, zavallılaşmış ilçe belediye başkanlarıyla ve burjuva politikacılarla görüşmeye itti. Böylece sözümona yasal kurumlarla görüşerek Komün önderleri, ne kadar yasal olduklarını göstermeye çalışıyorlardı. Bu sözde yasal
marksist tutum
Sınıf Belleği kurumlarla görüşme ve bunların Versailles ile Paris arasında arabuluculuk yapması Komüne sadece zaman kaybettiriyordu. Komün önderlerinin meşruiyet arayışı ve içine düştükleri “onur” titizliği öyle bir düzeye varmıştı ki, Komün, Fransız Merkez Bankasını elinde tutmasına rağmen, ne onu devletleştirmiş ne de gerekli ölçüde ondan yararlanmıştı. Bunu yapmadığı gibi, bu bankadan Versailles burjuva hükümetine büyük miktarlarda paralar vermişti. Bu paraları asker toplamak için kullanan Thiers, gerekli orduyu toplayınca Paris’in üzerine yürüdü ve yukarıda betimlediğimiz korkunç manzaralar yaşandı. Komün, bizzat işçi-emekçi kitleler tarafından, onların mücadelesiyle oluşturulmuştu ve onun bu kitlelerin gözündeki meşruiyeti de buradan kaynaklanıyordu. Merkez Komite, yukarıda da vurguladığımız gibi, işçilerden müteşekkil Ulusal Muhafızın seçimleriyle işbaşına gelmişti. Komün, varlığıyla ve hayata geçirdiği kararlarla burjuva demokrasisinden binlerce kat daha demokratikti. Komünde eksik olan şey, meşruiyet ve demokrasi değil, kitlelere önderlik edecek devrimci parti ve hedefe kilitlenmiş devrimci önderlerdi. 1917’nin Rusya’sında güçlü bir merkezi önderlik, her alanda örgütlü, ne yapacağını bilen Bolşevik Parti olduğu için işçi sınıfı muzaffer oldu. 1871’in Paris’inde ise, böyle bir önderlik olmadığı için ve önderlerinin sayısız hatalarından ötürü işçi sınıfı ağır bir yenilgiye uğradı.
Komünün tarihsel önemi Komün o dönemin Fransa’sında belediye anlamına geliyordu. Daha 1789’dan başlayarak emekçi kitleler, hemen her devrimde veya devrimci kalkışmada kent yönetimini elinde tutan belediyeleri ele geçirmiş ve kendilerinin doğrudan yönetime katıldığı komünler ilan etmişlerdir. Paris Komünü ise, devlet-
ten ziyade emekçi kitlelerin, beledi işlevlerin ötesinde, kendi kendilerini yönettiği öz-yönetim organları niteliği taşımaktadır. 4 Eylül 1870’te Paris, Lyon ve Marsilya başta olmak üzere pek çok kentte emekçi kitleler komün talebiyle ayağa kalktılar; Lyon ve Marsilya’da belediye yönetimini ele geçirerek komün ilan ettiler. Fakat bu kent komünleri ile Paris Komünü temelde birbirinden ayrılıyordu. Onların hiçbirisi belediyenin
sınırları dışına çıkıp işçi sınıfının siyasal iktidar biçimine, yani proletarya diktatörlüğüne dönüşemediler. Ama Paris Komünü dönüştü ve zaten onu tarihsel kılan da budur. Fransa’da İç Savaş adlı eserinde Marx, Komünü şöyle değerlendiriyordu: “Komünün gerçek sırrı şuydu: Komün esasen bir işçi sınıfı hükümeti, üreten sınıfın, gasp eden sınıfa karşı mücadelesinin ürünü, emeğin iktisadi kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayan nihayet keşfedilmiş siyasal biçim idi.” Bu işçi hükümeti, daha ilk günden başlayarak
burjuva devlet aygıtına saldırdı. Engels’in de altını çizdiği gibi, siyasal iktidarı fetheden işçi sınıfı eski devlet makinesiyle yönetemezdi ve iktidarını kaybetmemek için derhal burjuva devlet aygıtını kırıp atmalı ve onun yerine kendi iktidar organlarını geçirmeliydi. Komün sürekli ordu ve polisi kaldırdı ve ordunun yerine silahlı işçi milisleri geçirildi. Tüm devlet görevlileri seçimle göreve gelecek, sorumlu olacak ve istendiği zaman geri çağrılabilecekti. Muazzam bir serveti elinde tutan Kilisenin mülkiyeti devletleştirildi. Din ile devlet işleri ayrılıyor, öğretim laikleştiriliyor, zorunlu ve parasız hale getiriliyordu. Burjuva devlet makinesini kıran Komün, onun yerine kitlelerin yönetime katıldığı doğrudan demokrasi organlarını geçiriyordu. Komünün parlamenter bir sistem olmadığına, hem yürütmeci hem de yasamacı, hareketli bir örgüt olduğuna değinen Marx, Komünün hayata geçiremediği örgütlenme taslağına da dikkat çekti: “Komünün en küçük kırsal yerleşme merkezlerinin bile siyasal biçimi olması ve kırsal bölgelerde sürekli ordunun, hizmet süresi son derece kısa bir halk milisiyle değiştirilmesi gerektiği açıkça ortaya kondu. Her ilin kırsal komünleri, ortak işlerini ilin yönetim merkezindeki bir temsilciler meclisi aracıyla yönetecek ve bu il meclisleri de Paris’teki ulusal yetkililer kuruluna kendi temsilcilerini göndereceklerdi; temsilciler her an görevden geri alınabilecek ve seçmenlerinin emredici vekaletleriyle bağlı olacaklardı.” Bu biçimiyle Komün, bürokrasisi, ordusu ve polisi olmayan, tüm görevlilerinin seçimle gelip, derhal geri çağrılabildiği bir yarı-devletti. Böylece Komün, sadece siyasal iktidarı fetheden işçi sınıfının neler yapması ve yapmaması gerektiğini değil, aynı zamanda geçiş döneminin işçi devletinin nasıl olması gerektiğini de ortaya koydu. Marksizmin Işığında adlı eserinde Elif Çağlı, Stalinist bürokratik diktatörlüğün bir
35
marksist tutum
Sınıf Belleği işçi devleti olmadığına değinir ve devrimci Marksizmin işçi devleti tanımlamasına işaret eder: “Devrimci Marksizm proletaryanın nihai amacını, sınıfsız, devletsiz, özgür üreticiler toplumuna ulaşmak olarak tarif eder. Ama bu hedefe varabilmek için proletaryanın kapitalizmden komünizme geçiş dönemi boyunca bir devlete, fakat daha baştan sönmeye yüz tutmuş, yeni tipte bir devlete gereksinimi vardır.” İşte Komün, kapitalizmden komünizme geçiş dönemindeki, daha baştan sönmeye yüz tutmuş işçi devletinin erken doğmuş bir modeliydi. Bundan ötürüdür ki, Marx, “Komün ilkeleri ölümsüzdür ve yok edilemezler; işçi sınıfı kurtuluşunu elde edeceği güne değin bu ilkeler, kendilerini zorla kabul ettirmekten geri kalmayacaklar” demekteydi.
Komün ve savaşa karşı tutum Komün yalnızca işçi devletinin en temel ilkelerinin neler olması gerektiği hususunda değil, bugünün başlıca sorunlarından biri olan savaş karşısında tutum konusunda da proleter bir perspektif sunmaktadır bizlere. Fransa Prusya’ya savaş ilan etmeden günler önce Enternasyonal’in Fransız üyeleri yayınladıkları bildiride şöyle diyorlardı: “Bir kez daha Avrupa dengesi ve ulusal onur bahanesi ileri sürülerek, siyasal niyetler dünya barışını tehdit ediyor. Fransız, Alman ve İspanyol emekçileri, seslerimiz savaşa karşı bir kınama çığlığı içinde birleşsin!” Almanya işçilerinden ise şu cevap geliyordu: “Fransa işçilerinin bize uzattıkları kardeşçe eli sıkmakla mutluyuz. Uluslararası Emekçiler Derneğinin, bütün ülkelerin işçileri birleşin sloganına bağlı olarak bütün ülkelerin işçilerinin dostlarımız ve bütün ülkelerin despotlarının da düşmanlarımız olduklarını hiçbir zaman unutmayacağız!” Komün’ün sahiplendiği perspektif de bu enternasyonalist perspektif idi. Bu perspektifle Komün, Paris’i işgal etmeye gelen Almanya’ya karşı Fransız burjuvazisinin peşinden gitmedi; tersine, Alman işgaline karşı mücadeleyi kapitalizme karşı mücadeleyle birleştirdi.
36
136 yıl önce hayata geçirilen bu proleter perspektif, Ortadoğu’yu cehenneme çeviren ve giderek yayılan emperyalist savaşa karşı nasıl bir tutum alınması gerektiğini de ortaya koymaktadır. Paris Komünü deneyimi, bugün ABD emperyalizminin işgali altındaki Irak işçi sınıfına da yol göstermektedir. Ulusal bağımsızlığını kazanmış egemen bir kapitalist devletin bir başka kapitalist güç tarafından işgal edilmesiyle “ulusal sorun”ların yeniden gündeme gelebileceğini hatırlatan Elif Çağlı, böyle bir durumda işçi sınıfının, burjuva devletin ihyasına ve restorasyonuna destek vermemesi gerektiğini belirtir. “Kapitalist ülkelerde ortaya çıkabilecek bu türden «ulusal sorun»lar karşısında komünistlerin görevi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tıpkı Paris Komünü örneğinde olduğu gibi savunmak, yani bu tür sorunların çözümünü doğrudan proleter devrime bağlamaktır.” (Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Yayınları) Iraklı komünistlerin ve işçi kitlelerinin önünde zorlu bir görev durmaktadır. Iraklı işçi emekçi kitleler elbetteki Amerikan emperyalizmine karşı mücadeleyi yükselteceklerdir; lakin bu mücadelenin hedefi eski burjuva Irak devletini ihya etmek olamaz. Komünist perspektif, bir taraftan ulusal duygularla ayağa kalkmış yığınların mücadelesini ABD emperyalizminin işgaline karşı örgütlemek, ama öte taraftan da bu mücadeleyle, işgalci Amerikan güçleriyle birlikte Irak kapitalist sınıfını da söküp atmak olmalıdır. Paris Komününü, uluslararası bir komünist önderliğin olmadığı ve dünya sosyalist hareketinin pek çok sorunda bilinç bulanıklığı yaşadığı bir süreçte anıyoruz. Dünya komünist hareketinin ideolojik ve politik şekillenmesinde önemli bir yeri olan, mirasıyla 1917 Ekim Devrimine esin veren Paris Komünü, işçi sınıfına bugün de yol göstermeye devam ediyor. Daha baştan itibaren kendi bayrağını dünya cumhuriyetinin bayrağı ilan eden Komün, enternasyonalist bir karakter taşıyordu. Komünün başta gelen sloganı evrensel cumhuriyetti ve saflarında Rus, Alman,
İtalyan ve pek çok ulustan devrimci çarpışarak can verdi. Marx’ın yakın dostları Leo Frankel, kadın Komünarların önderi Yelizveta Dimitriyeva ve barikatlarda can veren Komünün generali Jaroslaw Dombrowski bu ünlü yabancı Ko-
Komün yepyeni bir çağın habercisi, açlık ve sefaletin olmadığı, sınıfların ve sömürünün son bulduğu özgürlük dolu bir dünyanın başlangıcıydı. İşte bu unutulmaz eser için Marx şöyle yazacaktı: “İşçi Paris, Komün ile birlikte, yeni bir toplumun şanlı öncüsü olarak ebediyen yücelecektir. Şehitlerinin anısı, işçi sınıfının soylu yüreğinde yaşayacaktır. Cellâtlarınıysa tarih, daha şimdiden sonsuz bir teşhir direğine çiviledi ve rahiplerinin tüm duaları, onların günahlarını bağışlamaya yetmeyecektir.” mün önderlerinden bazılarıydı. Komün barikatlarındaki son kadın direnişçi kurşuna dizilirken, burjuvaziye meydan okurcasına gülüyordu. Çünkü ne kadar zalim olursa olsun burjuvazinin gücünün dünya işçi sınıfını yolundan döndürmeye yetmeyeceğini biliyordu. Ölüme giderken gülümseyen direnişçi kadın, yepyeni bir dünya uğruna öldüğünü de biliyordu. Komün yepyeni bir çağın habercisi, açlık ve sefaletin olmadığı, sınıfların ve sömürünün son bulduğu özgürlük dolu bir dünyanın başlangıcıydı. İşte bu unutulmaz eser için Marx şöyle yazacaktı: “İşçi Paris, Komün ile birlikte, yeni bir toplumun şanlı öncüsü olarak ebediyen yücelecektir. Şehitlerinin anısı, işçi sınıfının soylu yüreğinde yaşayacaktır. Cellâtlarınıysa tarih, daha şimdiden sonsuz bir teşhir direğine çiviledi ve rahiplerinin tüm duaları, onların günahlarını bağışlamaya yetmeyecektir.”
Çocuk Pornosu Bahane Berdan Güney
G
eçtiğimiz aylarda medyada yer alan haberlerin ana eksenini uzunca bir süre çocuk pornosu konusu oluşturdu. Bu haberlerde Türkiye’nin çocuk pornosunun dünyadaki bir numaralı merkezi haline geldiği ısrarla vurgulandı ve internet kafelere yapılan baskınlar, çocuk pornografisi ticaretini iş edinenlere yönelik yapılan polisiye operasyonlar ve gözaltılar sansasyonel biçimde öne çıkarıldı. Bu haberlerin hemen ardından da, çocuk pornografisini engelleme bahanesiyle, internetin sıkı bir denetim altına alınmasını sağlayacak yasal düzenlemelerin yapılması gündeme geldi. Bu çerçevede, AKP hükümeti tarafından, “İnternet Ortamında Yayın Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Kanun Taslağı” adı altında bir yasa taslağı hazırlandı. Bu taslak, 40 maddeden oluşan bir yasaklar silsilesinin yanı sıra, internet sitelerini takip etmekle sorumlu ve olağanüstü yetkilerle donanmış bir kurum olarak Bilişim Güvenliği Başkanlığının kurulmasını da içeriyor. Yasa taslağını oluşturan 40 maddenin içeriğine baktığımızda, yasanın oluşturulmasında gerekçe olarak gösterilen çocuk pornosunun sadece bir maddede konu edildiğini görüyoruz. Söz konusu maddelerde tanımlanan internet suçlarının esasını şunlar oluşturuyor: Devletin egemenlik alametlerine ve organlarının saygınlığına karşı suçlar, devletin güvenliğine karşı suçlar, anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, devlet sırlarına karşı suçlar ve casusluk, suç işlemek amacıyla kurulmuş örgütün propagandası, 3713 sayılı terörle mücadele kanunu’nun 6. maddesinin birinci, ikinci ve üçüncü fıkraları ile 7‘inci maddesinin
ikinci fıkrasında tanımlanan suçlar, suç işlemeye tahrik, suçu ve suçluyu övme, kumar, müstehcenlik, intihara yönlendirme. Görüldüğü gibi, çocuk pornosu meselesi, düzene şu ya da bu biçimde muhalefet eden politik sitelere yönelik baskıların arttırılmasını ve bu sitelerin kapatılmasının kolaylaştırılmasını sağlamak üzere internet üzerindeki denetimi arttırmanın bahanesi olarak kullanılmıştır. Kuşkusuz bu süreçte medya, burjuva devletin ideolojik aygıtı olarak son derece başarılı bir rol oynamıştır. Medya, Türkiye’nin çocuk pornografisinin başlıca üslerinden biri olduğuna dair yalanları, sonradan birer uydurmacadan ibaret olduğu anlaşılan sayısal veriler eşliğinde beyinlere kazımak için var gücüyle uğraştı. Amaç, halkın dikkatinin yasakların özünden saptırılması ve çocuk pornografisine yoğunlaşılmasının sağlanmasıydı. İtiraf etmek gerekir ki bu amaca ulaşılmıştır. İnternet üzerinden yapılan yayınların kapitalist sistemin çıkarları doğrultusunda sıkı bir denetime tâbi tutulması çabaları son dönemlerde tüm dünyada hız kazanmıştır ve bu elbette tesadüf değildir. Egemenler, kapitalist sistemin dünya ölçeğinde bunalımlı bir evreye girmiş olması nedeniyle işçi sınıfının eninde sonunda patlayacak olan öfkesini bastırmak için şimdiden tedbirlerini alıyorlar. Teknolojik gelişmeye paralel olarak artan iletişim olanaklarının işçi sınıfının devrimci mücadelesinin yaygınlaştırılmasına da hizmet ettiğinin farkında olan sermayenin tüm çabası, bunu mümkün olduğunca engellemek yönündedir.
37 37
marksist tutum
İşçi sınıfının devrimci ayaklamalarının sıklıkla yaşandığı 19. yüzyılda, iletişimin sağlanması çok büyük zorluklarla gerçekleşebiliyordu. Fakat o dönem devrimci mücadeleye atılan işçi sınıfının bir enternasyonal örgütlenmeye sahip olması, işçi sınıfının bir yerde patlak veren mücadelesinin bütün bir Avrupa kıtasını etkisi altına almasını sağlayabilmişti. Bugün gelişen teknolojik olanaklar sayesinde, birbirinden burjuvazinin çizdiği devlet sınırlarıyla ayrılan işçi sınıfının, uluslararası çapta iletişim kurmasının, dayanışmasının ve örgütlenmesinin olanakları eskisine göre çok daha fazla artmış durumda. İşçi eylemlerinin önemli bir bölümü burjuva basında “haber değeri” taşımadığı için n yer almaz. Çünkü bunlar egemen sınıfın “sağlığı” açısından ından zararlı haberlerdir. Fakat internet ağı, bilgiyi egemen emen sınıfın tekelinde olmaktan büyük ölçüde kurtarmaktadır. maktadır. Bunun yanında dünyanın öbür ucunda yaşanan nan gelişmelere, işçi eylemleri ve direnişleriyle ilgili haberlere berlere ulaşmak internet sayesinde daha kolay hale gelmiştir. iştir. Bilgi paylaşımının bu kadar kolaylaşması, farklı ülkelerde bulunan işçilerin, burjuvaziye karşı tepkilerini pkilerini sınırları aşarak örgütlemelerinin de yolunu nu açıyor kuşkusuz. İnternetin bu “zararlı” özelliğinin elliğinin önüne geçmek ve tam kontrolü sağlamak mak üzere harekete geçen burjuvazi, birçok ülkede de internet erişimini sınırlandıracak ve denetimi mi sağlayacak yasal düzenlemeler gerçekleştiriyor. or. Dünyanın bütün bölgelerini birbirine bağlala ayan internet ağını tam olarak denetleyememesi egemen sınıfı çok rahatsız ediyordu ve bunu aşmak şmak üzere hamle yapması gerekiyordu. ordu. Türkiye burjuvazisinin gündemindeminde olan yasa hazırlığı da bu hamlenin bir adımıdır. ABD burjuvazisi, yaşadığı ğı ekonomik krizi yumuşatmak ve nüfuz üfuz alanları üzerindeki hâkimiyetini arttırmak ak için izleyeceği saldırgan politikalara Amerikan merikan halkı-nı ikna etmek için 11 Eylül gibi şok edici bir olaya başvurdu. 11 Eylül, tüm baskı yasalarının yanı sıra, interneti ve elektronik iletişim sistemlerini sınırsızca denetleyebilmenin bir fırsatı olarak da kullanıldı. Şimdi, benzeri türden düzenlemeleri, emperyalist savaşın merkezi durumundaki bir bölgede, alt-emperyalist bir güç olma hevesindeki TC de gündeme almış bulunuyor.
Kapitalizm her türlü iğrençlikten kâr etmeye bakar! Çocuk pornografisine ilişkin metaların ticaretinin sadece internet üzerinden değil, hatta daha yaygın olarak CD satışı üzerinden yapıldığı biliniyor. Korsan CD’yi ön-
38
Mart 2007 • sayı: 24
leme gerekçesiyle yapılan gösterişli operasyonların sonrasında, aynı yerlerde aynı kişilerin yaptıkları işi icra etmeye devam ettikleri görülüyor. Buradan da internet üzerinde denetim altında tutulmak istenenin çocuk pornosu olmadığı sonucu çıkıyor. Her türlü veri göstermektedir ki, “çocuk pornosuna engel olma” söylemi, gerçek niyetleri gizleyen bir örtüden ibarettir, o kadar. Sermaye, oldukça kârlı bir endüstriye dönüşmüş bulunan çocuk pornosu sektörünü tümüyle çökertmeyi asla istememektedir. Bu endüstri sadece ABD’de 3-4 milyar dolar yıllık getirisi olan devasa bir sektör haline gelmiştir. Bu endüstrinin kurbanları olan çocuklar, başta Kamboçya, Tayland, Costa R Rica, Guatemala, Brezilya, Meksika gib gibi yoksul ülkelerin çocuklarıdır. Mü Müşterilerse “uygar” ülkelerden! Guate Guatemala 10 milyon nüfusa sahip olması olmasına rağmen Çin, Rusya ve Kuzey Kore Kore’den sonra bebek ticaretinin en yaygın yapıldığı dördüncü ülke. “Çocuk seksi ti ticareti” karşıtı çalışma yürüten bir avu avukat şunları söylüyor: “İstediğiniz bebe bebeği internetten bile sipariş edebi edebiliyorsunuz. Cinsiyetini, yaşını, rrengini ve ne zaman almak istediğ istediğinizi belirtebiliyorsunuz. Bazı A Avrupa ülkelerinde sipariş edile edilen bebekler kapıya teslim edi ediliyor. Yani Guatemala’ya gitm meniz bile gerekmiyor. Sanki bir çeşit ‘insan pizza’ ısm ısmarlar gibi.” Her türlü pislikten beslene nerek ayakta durabilen kap pitalizm, bebeklerin ve çocuk cukların cinsel istismarından da yararl yararlanmaktan geri durmuyor. Çocuk bedenin bedeninin cinsel istismarının bir kazanç alanı olarak görülebilmesi ancak o kadar iğrenç olan bir sistemde gerçekleşebilirdi. Bu sistemin adı kapitalizmdir! ka Kapitalizmde üretim toplumun genel ihtiyaçlarını karşılamak üzere değil, burjuvazinin biricik varlık koşulu olan daha fazla kâr ihtiyacı temelinde yapılır. Ve bu amaca ulaşmak için, insanların katledilmesi de mubahtır, kadın ve çocuk bedeninin cinsel istismarı da. Bunadıkça daha fazla pislik üreten bu sisteme karşı verilecek mücadele, onun tek tek pisliklerine karşı değil, sistemin bütününe karşı yürütülmelidir. Sadece bu yazıya konu olan yönü bile kapitalizmin reforme edilebilecek, iyileştirilecek bir yanının olmadığını gösteriyor. İşçi sınıfının tek seçeneği var: insan gibi yaşanacak bir dünyanın kurulması için mücadele etmek. Sınıfsız, sömürüsüz böyle bir dünyayı kurmak mümkün, kuracağız!
Devrim Yılları
1905
Kitap Dünyası
marksist tutum
Ilgın Çevik
1871
Paris Komünü’nün, 1905 devriminin ve 1917 Ekim Devriminin gerçek öyküsünü anlatan her şey mücadele edenlere cesaret verirken egemenleri korkutmuş ve onlar da bu korkuyla yaşananları gizlemeye, çarpıtmaya çalışmışlardır. Ancak proletaryanın sınıf mücadelesi tarihi, unutturulamayacak kadar muazzam deneyimlerle doludur. İşte Devrim Yılları - 1905 romanı da 1905 devriminin hemen arifesinde yaşanan deneyimleri, sovyetlere giden yolu ve Bolşeviklerin bu süreçteki rolünü gözler önüne sermeyi başarabilen devrimci romanlardan biri. Yazar Sergey Mstislavski yaşanan tarihsel olayları roman tadında gözler önüne sermeyi çok iyi başarmış. Romanda 1901 ile 1905 arasındaki yıllar anlatılır. Romandaki tüm olaylar, geçen isimler, yürütülen tartışmalar ve mekâna dair her şey gerçektir. Romanın başkahramanı Baumann da 1905 devriminde aktif rol alan ve bu uğurda yaşamını yitiren önde gelen Bolşevik komünistlerdendir. Çarlık rejimi içerde yaşadığı sıkışmışlıktan 1904’te Japonya’yla tutuştuğu savaş yoluyla kurtulmayı denemiş, ancak tersine, savaş sınıf çelişkilerini yoğunlaştırmış ve 1905’e gelindiğinde işçi sovyetlerini oluşturacak kadar devrimci bir yükselişe neden olmuştur. Şüphesiz hiçbir şey bir anda olmaz. 1905’i kendinden önceki yıllardan bağımsız düşünemeyeceğimiz gibi 1917 devrimini de 1905’den ayrı düşünemeyiz. Çarlık can çekişirken, egemenliğini korumak için işçileri Rus milliyetçiliğiyle zehirleyerek savaşlara sürmekten çekinmemişti. Ancak milliyetçilik temelinde bilinçleri bulandırılmaya çalışılan işçilere komünistlerin söyledikleri, son derece önemli ve bugün de vurgulanması gereken temel bir düşünceydi. Romandaki komünist kahramanımızın ifadeleri ile: “İşçilerin hali
her yerde kötüdür. İşçilerin kazancının ellerinden alınmadığı tek bir ülke yok. İşçilerin vatanı kapitalizmin bulunmadığı yerdedir. O zamana kadar vatansızdır.” 1900’lerin başlarında Rusya iktisadi krizin hüküm sürdüğü bir ülkedir. İşçiler cepheye gönderilirken, patronlar var olan ekonomik krizden kurtulmanın yollarını ararlar. Küçük ölçekli fabrikaların sahipleri fabrikalarını kapatma yoluna giderken, büyük fabrika sahipleri ise binlerce işçiyi işten çıkartır ve ücretleri düşürürler. Burjuvazi yaşanan ekonomik krizin bedelini işçi sınıfına ve yoksul kitlelere ödetmek ister. Bir işi olan işçilerin durumu ise işsizlerden çok da farklı değildir. İşçilerin çoğu fabrika barakalarında yaşamaktadır. “Çocukların yarısı çorap ve pabuçları olmadığı için yatakta yatıyor. Pis havada ışıksız ve güneşsiz soğukta oturuyorlar…” Birçoğunun kazandığı ücretle sadece ekmek alabildiği, ortalama çalışma saatlerinin 16 saate çıktığı, hastalıklarla, ölümle boğuşan işçiler… Tüm bunlar kitlelerde alttan alta öfkenin büyümesine neden olur. Patronların yalnızca kriz dönemlerinde değil en olağan koşullarda da tutumları hiç değişmemiştir. Kıstıkları masrafların en başında işçilerin ücretleri ve işçilerin güvenliği için alınacak tedbirler gelir. Her dönem işçiler en değersiz, savaşlara sürülecek kesim olarak görülür. Ancak yaşananlara işçiler sessiz kalmazlar ve tüm bunların sonucu grevler, direnişler patlak verir. Ücretlerin düşürülmemesi, çalışma süresinin kısaltılması, fabrikada bir revirin olması, yaşı küçük olanlara zor işler verilmemesi, tuvaletlerin sağlığa uygun hale getirilmesi, içme suyunun kaynatılması gibi başlangıçta işyeri koşulları ile sınırlı olan talepler, grev dalgasının büyümesi ve genişlemesiyle siyasallaşır. Bu dalgaya öğrenci hareketi de katılır. Çarlık rejimi için tehlike
39
Kitap Dünyası
marksist tutum
40
sinyalleri çalmaya başlamıştır. O dönemde patronların aldığı önlemler bugünkü ile aynıdır: fabrika sahipleri, grev yaptığı ya da bir ayaklanmaya katıldığı için işten çıkarılan bir işçiye hiçbir yerde iş vermemek üzere anlaşırlar. Ama bu tip önlemler de işçi sınıfını geriletmeye yetmez, işçiler greve devam ederler. Romanda o dönemin politik tartışmalarına ve nesnelliğine de değinilerek 1902 ile 1905 yıllarında kitle çalışmaları ve partilerin rolü üzerine veriler sunuluyor. Grevlerin başarıya ulaşmasında RSDİP’li komünistlerin kent kent dolaşarak özveriyle yürüttükleri örgütlenme faaliyetinin payı büyüktür: “Grev işçi sınıfının savaş araçlarından en önemlisidir, özellikle acil siparişlerde doğru zamanda ve çok iyi örgütlenmek, çocukların bakımını ve yemek işini örgütlemek gerek, bunu organize eden bir parti var mı? Henüz tüm kadroların aynı fikirde olduğu bir parti yok ancak devrim ve işçi sınıfı uğruna kendini feda etmeye hazır insanlar var.” Bolşevik devrimciler sayesinde demiryollarında çalışan yüz binlerce işçi başkaldırmış, ulaşım, metal sektörü, elektrik sektörlerinde çalışan işçiler sadece ekonomik taleplerle yetinmeyip, politik taleplerle kitlesel grevler gerçekleştirmişlerdir. Rusya’da elbette devrimci mücadeleye kendini adamış örgütlü komünistler, devrimciler vardır. Romanda anlatılan komünist Baumann (Graç) da böyle biridir. Baumann gerçek bir Bolşevik devrimcidir. “Kitle ancak mücadele içinde örgütlenir” fikrine sımsıkı bağlıdır. İllegal mücadele yürüten RSDİP adına Rusya’nın birçok kentinde örgütleme faaliyetinde bulunan ve o dönemin baskıcı Rusya’sında Çarın sürgün kararlarına ve sorgusuz idamlarına rağmen mücadeleden vazgeçmeyen, partiye yürekten bağlı binlerce devrimciden biridir sadece. Yoldaşlarıyla vardır. Bir komünisttir ve yaşamının her karesi komünist mücadele ile planlıdır. Umudun ve gülümsemenin yüzünden eksik olmadığı Baumann, Lenin’in fikirlerine ve Marksizme bağlı bir komünisttir. Çarın göz açtırmayan ajanlarının takiplerinden devrimci bir deneyim ve disiplinle kurtulmayı başararak işçiler arasında sabırlı bir politik çalışma yürütür ve doğru zamanda doğru devrimci tavrı alır. “Daha uzun süre sabretmemiz gerekecek mi?” diye soran bir işçiye yanıtı şöyledir: “Biz güçlü olana kadar. Çar’ı, toprak ağalarını ve kapitalistleri aynı anda alaşağı etmek küçük bir iş değil, ve bunu başarmak zorundayız, yoksa eskisinin yerine bizi bağlayan yeni bir zincir geçer. Başka halklar bunu yaşadılar. O halde darbeyi indirmeden önce güç toplamak zorundayız.” İşçinin “Rusya’da 160 halk var. Eğer hepsi hazır olana kadar bekleyeceksek…” şeklindeki mırıldanmaları karşısında ise, herkesin hazır olması gerekmediğini söyler ve şöyle devam eder: “… zaferi garantileyecek kadarı hazır olmalı. Bizim işimiz, güçleri hazırlamak.” Devrimci yükseliş sürecinin olgunlaşarak silahlı
kitle ayaklanmasını gündeme getirdiği bir durumda ekonomistlerle tartışırken onlara şunları söyler: “Bizim görevimiz … silahlı mücadeleyi örgütlemek. Ve ikinci görevimiz, salt Çarlığı yıkmakla kalmamak, hemen bu yıkılıştan sonra devrimi sürdürmek. Ve üçüncü görev de buradan doğuyor. Siz işçi sınıfını, silahla donatmanın zamanı ve olanağı geldiğinde, tam da o anda silahsızlandırmayı düşünüyorsunuz. Siz devrimi tam başladığı anda bitirmek istiyorsunuz.” Örgütlenmenin önemini Bolşevik bir disiplinle birlikte vurgulayan, iyi bir ajitatör ve propagandacı olan Baumann’ın örgütlenme faaliyeti için söyledikleri bugün de önemini koruyor: “Örgütlenme çalışması! İnsandan insana, bir çevreden ötekine küçük, gözle görünmeyen bir çalışma, her kelimenin bir anlamı var… Ama eğer her kelime … yeni fikirler uyandırıyorsa, öfkeyi ve darbe isteğini alevlendiriyorsa, bir ikinciye, bir üçüncüye aktarılıyor ve böyle böyle daireler genişleyene değin yaygınlaşıyorsa; o zaman bu evlerde yürütülen görünürde önemsiz çalışma muazzam bir şeye doğru gelişir, bu şey lokallerde, küçük kahve masalarında tehdit edici bir fısıltı halinde kabarır, coşar, tek gırtlaktan çıkan, zorlu bir çığlığa dönüşür.” “Her adım için mücadele edilecek, saat be saat polise karşı, Çarlık yasalarına karşı, efendilerin iktidarına karşı mücadele ediyoruz. Onlara mutluluklarına giden yolu göstermek için işçilere ve köylülere karşı bile mücadele etmemiz gerekmiyor mu? Yüzyıllar süren esaret hiç iz bırakmaz mı …? Bunu aşmak, baronların malını mülkünü yakmaktan daha zor. Ve biz bu mücadeleyi kazanmaya zorunluyuz, çünkü zafer kazanmadan hiçbir zaman özgür olamayacağız, bütün sarayları ateşe versek bile özgür olamayacağız.” Bolşevik Graç, birkaç kez de tutuklanır. Ancak içerde olduğu bu yıllar Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisinin içinde devrimci temelde bir saflaşmanın yaşandığı yıllardır. Lenin’i çok iyi tanıyan ve devrimci fikirlerine sonuna kadar güvenen Graç, Lenin’in Ne Yapmalı broşürünün ışığında Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi içindeki Menşeviklerle tartışmalar yürütür ve ekonomizmin dar sınırlarını ve işçi sınıfını geriye çekmeye çalışan, onu dar bir çerçeveye hapseden anlayışı yerden yere vurur. Ancak Rusya’da bu politik tartışmaların kitlelere ulaşması konusunda en önemli araç RSDİP’in yayın organı İskra’dır (Kıvılcım). Bu yayının Rusya’ya girmesi, bildirilerin çoğaltılması, baskı koşullarında inanılmaz bir özveri gerektirir. Bu özverili çalışmayı kadın ve erkek komünistler sürgünlerin, tutuklamaların olduğu olağanüstü baskı koşullarında canlarını sakınmadan gerçekleştirirler. Bildiri dağıtmak ve bulundurmak yasak olmasına rağmen işçilerin politik tüm yayınlara ilişkin giderek artan açlıkları inanılmazdır.
Yayınlar elden ele dolaşır ve İskra’nın her sayısı heyecanla beklenip en kısa sürede okunur ve tartışmalar yürütülür. Tüm araçlar işçi sınıfının mücadelesine hizmet ettiği oranda işlevseldir. Daha sonra Menşeviklerin İskra’yı denetimlerine geçirmeleriyle gazetenin ekonomizme savrulması, yeni araçlara ihtiyaç doğurmuş ve Lenin’in öncülüğünde RSİDP içinde Bolşevikler, Menşeviklerle yollarını ayırmakla kalmamış, yayın organlarını da ayırarak devrimci temelde yeni yayınlar çıkartmışlardır. Sonradan 1917 Ekim Devrimine damgasını vuracak olan Pravda gibi… İşte tam da bu noktada Rusya’daki devrimci hareket içinde yürütülen ve bugün de çok önemli olan ekonomizm tartışmalarını ve Lenin’in ekonomistlere karşı yürüttüğü devrimci mücadelenin sıcak anekdotlarını bu romanda bulmak mümkün. Ekonomizm tartışmalarının özünü Akın Erensoy, Sovyetler ve Devrim yazısında çok güzel özetliyor: “Sendikaların yasak olması koşulundan hareketle ekonomizm taraftarları, işçi sınıfının iktidar hedefli siyasal mücadelesini erteliyor ve işçilerin ekonomik mücadelesinin onları kendiliğinden siyasallaştıracağını söylüyorlardı. Lenin ise bu anlayışın, işçi sınıfının burjuva siyaseti olduğunu, yani sendikal mücadelenin çerçevesini aşmayacağını ve özünde işçilerin ekonomik haklarının yasalar temelinde güvence altına alınması olduğunu belirtiyordu. … Gelişen işçi hareketinin, patlayan kitlesel grevlerin öncülüğünü yapabilen, işçi sınıfına iktidar bilincini taşıyan, mücadeleyi kapitalist sistemin temellerine yönelten bir politik devrimci önder-
lik mevcut değilse, proletaryanın tüm enerjisi boşa çıkacaktır. Ekonomik mücadelenin kendisinin hiçbir zaman işçileri siyasal iktidarın fethedilmesine götürmeyeceğini söyleyen Lenin, işçi sınıfının kendiliğinden hareketini siyasal iktidarı alma yolunda ilerletecek bir komünist önderliğin örgütlenmesi gerektiğinin inatla üzerinde durur.” (www.marksist.com) 1905 devrimi patlak verdiğinde Baumann hapistedir. Baumann’ın tutuklu kaldığı bir yıl içinde kitlelerde muazzam değişimler yaşanmış, politik kitle grevleri örgütlenmiş, işçi toplantıları sokaklara taşarak on binlerle yapılmaya başlanmış ve işçilerin özyönetim organı olan sovyetler ortaya çıkmıştır. Hareket siyasi tutukluları hapishaneden çıkaracak kadar büyümüştür. Hapishane önlerinde yapılan gösteriler, sürmekte olan grevler sayesinde, Çarlık rejimi, içeride açlık grevinde olan Baumann’ı bırakmak zorunda kalmıştır. Elbette patronlar da, Çar da boş durmamıştır. Ellerini ovuştura ovuştura haince katliam planları yapmışlardır. İşte, işçi ayaklanmalarını nasıl bastıracaklarını tartışırken bir Amiralin söyledikleri: “Yasaları bir kenara bırakmanın zamanı geldi de geçiyor. Tutuklamaların bir yararı yok, yüzlerce binlerce insanı yargılayamayız çünkü. Ayaklananların derhal silahlarla yok edilmesi gerekiyor. Öyle çok kan akmalı ki, torunları bile bu kandan söz etmeli. Onları fiziksel olarak yok etmeliyiz. Ve bu da ancak bir diktatörlükle mümkündür.” Baumann örgütlü bir komünist olarak hemen mücadele arkadaşları olan Bolşevik Kosuba ve İrina’nın yanındaki yerini alır. İşçilerin arasında, ama yepyeni bir atmosferin, devrim atmosferinin içindedir. Çarın ajanlarınca katledilen komünist Bolşevik Baumann’ın cenazesi yüz binlerce işçinin katıldığı kitlesel bir gösteriyle uğurlanır. “Yaşamını cesurca düşüncelerine kurban edenlerin sonsuza dek adları ve şerefleri varolsun” cümlesi belki de onu en iyi ifade eden anlatımdır. Baumann yaşamını yitirmiştir ama daha sonrasında verilen mücadelelerle işçilerin özyönetim organları sovyetler kurulacak ve 1917’ye gelindiğinde Çarlık yıkılacak, işçiler Bolşeviklerin önderliğinde kendi iktidarlarını kuracaklardır. 1905’te ölenler 1917’de dirilmişlerdir. Gerçekte ölen ve tarihe gömülense Çarlık olmuştur. 1871 Paris Komününü yaratanların izinden giden ve onların eksiklerinden dersler çıkaranlar, 1905 ve 1917 devrimleriyle, dünyanın diğer ucunda, Rusya’da tarihe damgalarını bastılar. Onların izinden giden devrimci işçiler de, onlardan devraldıkları bayrağı işçi iktidarlarının kale burçlarına dikene ve oradan nihai zafer çığlığını haykırana dek mücadeleye devam edecekler. Yaşasın Dünya Devrimi, Yaşasın Sosyalizm!
Kitap Dünyası
marksist tutum
41
Mart 2007 • sayı: 24
marksist tutum
Fazla Mesailer Kimi Kurtarıyor? İ
şsizliğin, açlığın, yoksulluğun her geçen gün daha da arttığı, kapitalistlerin işçi sınıfına yönelik saldırılarının giderek daha da yoğunlaştığı bir dönemden geçiyoruz. Bize dayatılan sefaletin bir göstergesi olarak düşük asgari ücretin ve bunun sonucu olarak yoğun mesailerin uygulanmadığı işyeri yok gibi. Biz işçiler yasal olarak asgari ücreti hak etmek için günde 7,5, haftada 45, ayda 180 saat çalışmak zorundayız. Ama günde yarım saat olarak kullandığımız yemek molası ve işyerine ulaşmak için yolda geçirdiğimiz süre, varsa çay molalarımız çalışma süresine dâhil edilmez. İşe gitmek üzere evimizden çıktığımız andan, iş dönüşü evimizin kapısından girdiğimiz ana kadar geçen süre on saati geçebilmesine rağmen, biz günde sadece 7,5 saatlik ücret alırız. Aldığımız bu ücretin adı asgari ücret olsa da yaşamımızın hiçbir “asgari” ihtiyacını ”asgari” biçimde dahi karşılayamaz. Bunun anlamı bizim normal işgünümüzün dışında fazladan çalışmamız, yani mesaiye kalmak zorunda olmamızdır. Bu durumu çalıştığım fabrikadan bir örnekle anlatmak istiyorum. Bir işçi arkadaşıma kaç yıldır bu fabrikada çalıştığını, ne kadar ücret aldığını sordum. “6 yıl bitti, 390 YTL maaş alıyorum. Ama her ay maaşımın iki katı kadar mesai parası alıyorum. Meselâ geçen ay tam 750 YTL aldım” dedi. Bu arkadaşımın kaç saat mesai yaptığını hesapladığımızda gördük ki, ayın her Pazar günü ve hafta içi günde 7,5 saatten tam 230 saat mesai yapmış. Normal çalışmayla birlikte işçi arkadaşım bir ayda 410 saat çalışmış. Ama bu çalışma karşılığında eline geçen 1.140 YTL paranın bile kendisini ve ailesini geçindirmeye yetmediğini söyledi. Aynı soruyu tüm işçi arkadaşlarıma tek tek sorsam alacağım cevap hep aynı olurdu. Bir ayda 720 saat var. İşçi arkadaşım bu 720 saatin 410 saatini işyerinde bilfiil üretim yaparak geçirmiş. Yol ve yemek için harcadığı zaman neredeyse 75 saat. Yani 509 saatini patronun kârı için tüketmiş. Geri kalan zamanda da ertesi gün yeniden işe gidebilmek için yemek, banyo, uyku gibi ihtiyaçlar giderilmiş. Şu bir gerçek ki, bu tempoyu bizlere silah zoruyla dayatmıyorlar. Ne bizim patronumuz ne de diğer patronlar işçilere silah zoruyla mesai yaptırmıyor. Çoğumuz sefaletten kurtulmak için uzun ve bıktırıcı mesailere “gönüllü” olarak kalıyoruz. Bütün bir yıl boyunca sabahın kör karanlığında yollara düşüp gece yarılarına kadar çalışıyoruz. Bırakalım ailemizi ve arkadaşlarımızı kendimize bile ayıracak zamanımız yok. Her geçen gün çevremizdeki her şeye, herkese ve kendimize biraz daha yabancılaşıyoruz. Gün bittiğinde tam anlamıyla posamız çıkmış oluyor; gözlerimiz kan çanağı, ayaklarımız davul gibi şiş. Vücudumuzun her yanında her hücresinde bir zonklama. Bizi evimize, yatağımıza götürecek servisler bir türlü hareket etmez. O servisler bizim yorgunluk ve acz içinde uyuklamamıza şahittir. İne-
42
ceğimiz durağa geldiğimizde aynı uyuşukluk haliyle evimize gideriz. Eve vardığımızda istediğimiz tek şey bir an önce uyumaktır. Çünkü bir sonraki çalışma günü en fazla 6 saat sonra yeniden başlamış olacak. Yeni işgününe yetişebilmek için beş saat sonra uykumuzun derinliklerinden kopmak zorundayız. Artık ne eşimiz, ne anne babamız, ne de daha iyi bir gelecekleri olsun diye uğurlarında gecemizi gündüzümüze katarak çalıştığımız çocuklarımız için geriye bir şey kalmamıştır. Kısacık ömrümüz böylece tükenir gider. Bu arada tüm patronlarla beraber kendi patronumuz da zevk-ü sefa içinde ailesiyle beraber gününü gün etmektedir. Biz işçiler ise ömür boyu çalıştıktan sonra öldüğümüzde aynı kaderi çocuklarımıza miras bırakırız. Yoğun iş saatlerinin bizler açısından bir kurtuluş olmadığı, tersine kendimizin ve gelecekteki işçi nesillerinin sefaletini daha da arttırdığı yeterince açık değil mi? Biz böyle bir yoğunlukla çalışırken toplumsal zenginliğin giderek daha büyük bir kısmını patronların ellerine terk ediyoruz. Her geçen gün içimizden birileri daha fazla işsizlikle karşı karşıya kalıyor. Yani aslında mesaiye kalmak bizleri kurtarmayıp sefaletimizi artırıyor. O halde çözümü nerede aramalı? Köle gibi çalışıp ömür tüketmekte mi? Cevabımızı ancak sorunun kaynağını net bir biçimde bilirsek verebiliriz. Yoğun iş saatlerinin sebebi kapitalizmdir. Gelecekten ve yaşamdan korkmamızın nedeni kapitalizmdir. O halde isyanımızın adı kapitalizmi yıkma mücadelesi olmalıdır. İşçi olduğumuzu yani safımızı ve sınıfımızı bilelim. Bir araya gelip örgütlendiğimizde kendimiz için bir dünya yaratıp yeni bir yaşam örebilecekken neden ayaklarımıza prangalar örelim? Kahrolsun Ücretli Kölelik Düzeni! Kartal’dan bir matbaa işçisi
yİz, e Ş r e H k e Örgütlüys y! e Ş r İ b ç İ H ek Örgütsüzs
Mart 2007 • sayı: 24
marksist tutum
Bataklıktan Kurtulmak B
en boğazıma kadar koca bir pislik çukurunun içine batmışken ama daha hâlâ o pisliğin içinde olduğumu bile tam olarak kavrayamamışken, sürekli pis kokulardan rahatsız oluyorken ama onu ortadan kaldırmak gibi bir çözüm düşünemiyorken, onca insanın içinde yaşamama rağmen yine de yalnızken, kendimetopluma yabancıyken, utanmadan dünyanın merkezinde olduğumu düşünüyorken, yabancıyken kendi sınıfımın sorunlarına, asıl benim olmayan sorunları dert ediniyorken kendime, bencilken, bireyselken, kendimi kandırıyorken sürekli Polyannacılık oyunlarıyla, yaşım da iyice ilerleyip bu sistem içinde bozuk bir kişilikle yoğrulurken, ben tam boğulacakken kısacası, kurtardılar beni! İçine battığım o koca pisliğin ne olduğunu bana verilen emek, gösterilen sabır ve sağlam düşüncelerle kavradım. Kavradıkça tiksindim bu sistemden ve bu sistemin bize hayat diye sunduğu her şeyden. Bir an önce silkinmemiz, o bataklığın içinden kurtulmamız gerektiğini, bu dünyada insan gibi yaşamanın ancak mücadeleyle olacağını anladım. Mücadeleye adım attıkça her geçen gün hayat daha da yaşanır hale geldi. Bu sistemi değiştirmek için mücadele etmeye karar verdikten sonra, hatta karar vermekten öte; bu mücadelenin zorunluluğunu hissedip, bize sunulan bu kokuşmuş hayata artık mücadele olmaksızın devam edilemeyeceğini hissettikten sonra; önce kendinle ve sonra da bu sistemle büyük, uzun soluklu bir kavgaya girişiyorsun. Önce kendinle kavga dedim, çünkü hayatı doğru bir şekilde kavramadan önce, belli bir yaşa kadar bu sistemin verdiği bir kişilik yapısıyla şekilleniyoruz. Mikrop kapmış ateşler içinde yatan bir hasta gibi biz de normale dönmek ve yaşamaya devam edebilmek için önce içimizdeki mikroplardan kurtulmanın mücadelesini vermeliyiz. Tek başına da iyileşemeyiz tabii ki, ilaçlarımızın da olması gerekir. Hiçbir tedavi yapılmadan hasta hasta ayağa kalkılırsa uzun süre ayakta durulamaz, hastalık daha da artar ve yola artık hiç devam edilemez hale bile gelinebilir. İşte bizim bu sisteme karşı verdiğimiz mücadele de böyle, uzun soluklu ve sabırla tedavi gerektiren bir mücadele. Kapitalist sistemin bize kazandırdığı dünya görüşünden, bireysellikten, bencillikten, kıskançlıktan, komplekslerden ve benzeri huylardan kurtulduğumuz oranda iyileşebiliriz. Bu tedavide dikkat edilmesi gereken en önemli husus da, birey olarak tek başına bir hiç olduğumuzun, tek başına hiçbir sorundan kurtulamayacağımızın bilincinde olma ve bize doğru yolu göstermeye çalışan, bize emek veren insanlara, örgütlü mücadelemize tamamen güvenip, her konuda son derece açık olma
ve eleştirilebilme. Dünyayı değiştirmek gibi büyük bir hedefi olan bizlerin yaşanılan olaylar karşısında sorun üretmek gibi bir lüksümüz yoktur hiçbir zaman. Aksine bizim, olaylar karşısında doğru tutum alarak mantıklı çözümler üretmek gibi bir görevimiz vardır. Onun için birbirimize karşı yaptığımız eleştirilerin ya da her türlü kurduğumuz ilişkinin, yaklaşımın aslında politik bir nedeni vardır. Bundan ötürü hiçbir olayda kişisel tutumlar almayız. Biz yaptığımız eleştirileri birlikte aynı yolda yürüdüğümüz yol arkadaşımızı sahiplendiğimiz için; yolda ona bir şey olursa bizim de aksayacağımızı düşünerek, yolun sonuna belki de daha geç ulaşmamıza neden olur kaygısıyla eleştiririz. Onun için bizim birbirimizle kurduğumuz ilişki bu toplumdaki ortalama insanların –sınıf mücadelesi dışındaki insanların– birbirleriyle kurduğu ilişki tarzından çok farklıdır. Biz yoldaşlarımız arasında kadın-erkek, şu-bu diye kesinlikle ayrım yapmayız. Bizdeki ayrım ancak mücadele için ne kadar çok çalışıldığı, olaylar karşısında ne kadar sağlam tutum alındığı, kişinin bilinç düzeyine göre doğal olan farklılıklarımızdan kaynaklanan bir ayrımdır. Bizim işimiz özünde; bilinçlenmek ve bilinçlendirmek, sistemin olabildiğince teşhirini yapmak ve işçi sınıfı olarak örgütlenmektir. Bunun için var gücümüzle çalışırız ve hayatımızı bu işlere göre planlarız. Yaptığımız her işte bir politik derdimizin olması gerekir. Onun için çalışır, onun için konuşur, onun için vakit geçirir kısacası onun için yaşarız. Biz sadece insanlara doğru sözler söylemekle kalmaz, onlara çok büyük bir emek verir ve emek verdiğimiz için de çok sahipleniriz. Bu dışarıda hiçbir yerde bulunamayan bir iletişim tarzıdır ve tabii ki en doğrusu da budur. Çünkü devrimi ancak işçi sınıfı yapabilir ve bu ancak ona gerçekten emek verilerek bilinçlendirmek için uğraşılarak yapılabilir. İnsanlar çok değerlidir ve biz çok iyi biliriz ki insanlar sadece söylenen sözlere göre değil yapılan davranışlara göre güven duyar, ona göre hareket ederler. İşçi sınıfının bilimi olan Marksizmi insanlara taşımak gibi bir derdimiz olduğu için her gün daha çok bilinçlenmeye çalışmalı, teori ve pratiği birlikte hep daha iyi uygulamanın hesabını yapmalıyız. Yaşadığımız her günde, geçirdiğimiz her saatte bu mücadeleye yaptığımız katkı kadar insanlaşırız ve ilerlediğimiz ölçüde hayat gerçekten anlamlı olur. Esenler’den bir kadın tekstil işçisi
43
Mart 2007 • sayı: 24
marksist tutum
Kapitalizmde Birey Olmak M
erhaba işçi dostlarım. Özellikle ‘80 darbesinden sonra diplerde seyreden işçi hareketi yavaş yavaş kabuğunu kırmakta ve fabrikalarda sendikal mücadeleler giderek artmaktadır. Örgütsüzlüğümüzün ve bilinçsizliğimizin sonucu olarak bugüne kadar biz işçileri yakından ilgilendiren ve hayati önem taşıyan birçok yasaya karşı sesimiz çok cılız çıkmıştır. Fakat fabrikalardaki mücadeleyi geçmiş kuşaklardan değil de (‘80 darbesinin etkisi) bizzat fabrikalarda yaşayarak öğrenen biz genç işçi kuşaklar için dikkat edilmesi gereken en önemli sorunlardan biri de, tek tek bireyler olarak düşünme alışkanlığını ve pembemsi tabloları kafalarımızdan def etmektir. Kapitalizm bizlerin hep pembe panjurlu evler düşlememizi sağlamış ve umutları hep bu yönde beslemiştir. Uyanık ve örgütlü olamadığımızda burjuvaların işleri kolaylaşıyor ve asgari ücretle yaşamak için debelenip duruyoruz. Bu arada düzenin bizlere aşıladığı mal-mülk edinme hastalığından da kurtulamıyoruz.. Kapitalistler bu sayede hem pazarı canlı tutar ve hem de işçi sınıfının arasına nifak tohumlarını eker. Tabii bu arada verdiği ücreti de geri almış, işçiyi de borçlanma yoluyla çalışmaya zorunlu kılmıştır. Peki, birey olarak bir şeye sahip olma güdüsü bizlere nasıl yansıyor? Standartlara ulaşmaya çalışmak nasıl bir şey? Bunu da dilim döndüğünce çalıştığım fabrikadaki bir işçi arkadaştan edindiğim izlenimlerden aktaracağım. Aynı fabrikada çalıştığım işçi arkadaş aylık 550 lira civarı maaş alıyor. Evli, bir çocuğu var ve kirada yaşıyor. Yani kira haricinde, tüm faturalar, gıda harcamaları, çocuk giderleri ve sigara masrafları için ortalama 300 lira kalmaktadır kendisine. Zaten sigara aylık 70 lira civarında tutuyor ve bırakması herkeste oluğu gibi kolay değil. Tüm bunların yanında bir ay boyunca hastalanmamaları gerekiyor. Evliliği boyunca kendisine ait bir malı mülkü olmamasının verdiği eziklikle günün birinde 1000 lira ile eski model hurdaya yakın bir araç satın almış. İşe giderken gelirken hep arabasından bahsediyor. İlk zamanların verdiği mutluluk artık sıradanlaşmış olsa gerek, arabası hakkındaki konuşmaları genelde yaptığı tamirler olarak değişti. Ama ilginçtir ki bunu kendine sorun etmiyor ve hiçbir şeyi önemsemeyerek sahip olduğu tek şeye sıkıca sarılmaya devam ediyor. Ufak ufak parçalar alıyor, fabrikadaki bakımcı işçi arkadaşlardan yardımlar alarak ya da bizzat kendisi bozulan parçaları değiştiriyor. Zaten tamirciye götürme gibi bir lüksü yok, olamaz da. Ara ara aldığı parçaların en ucuzu 15-20 lira dolayında. Neredeyse geçinemeyecek düzeyde olan bu işçi arkadaş kendi üzerine elbise almaktansa çocuğu, karısı için harcamaktansa arabasına yatırım yapmayı tercih ediyor. Tüm yaşam felsefesi bu olmuş ve ona sıkıca sarılmış. Artık kendine olan güveni daha da artmış ve kendini arka-
44
daşlarına karşı daha ilerde görmekte. Fabrikadaki hiçbir soruna duyarlı değil, mücadele gibi işten atılma riski olan her türlü faaliyetlerden uzak duruyor. Ama iş vaaz vermeye gelince de hiç geri kalmıyor ve öne hep bir kurtarıcı çıkması yolunda konuşuyor ya da kimseyle bir şey olamayacağından bahsediyor. Ona göre öyle güvenilir birisi olsa her zaman yanında olacakmış. Yani herkesi olumsuz ve umutsuzluğa itmekten geri de kalmıyor. Tabii bir de siyasete el atıp, ölmekte olan çocuğu bekleyen akbabanın çocuğa ölene kadar dokunmamasını Allah’ın hikmeti olarak lanse edip, fotoğrafın yansıttığı AÇLIĞI yok saymaktadır. Herkese yetecek kadar yiyecek olmasına rağmen hâlâ açlıktan ölenler olduğunu düşünmüyor da kuşun saldırmamasını düşünüyor. Bu da medyanın birey üzerindeki egemenliğini açıkça gösteriyor.
İşçi arkadaşa çocuğun neden öldüğünü sorduğumda ise herkesi bir ölüm sessizliği kaplamıştı. Çünkü duymak bile ürkütüyordu işçi arkadaşları. Kapitalizmin öğrettiği üzere bu gibi konuları konuşmaları yasaktı. Arkadaşlara açlığın, hastalıklardan ölmenin ve savaşlardaki yıkımların nedenlerini anlattığımda ise dünya ötesi görüşler kısa bir süreliğine yok olmuş gerçekleri kabullenip kabullenmemek arasında gidip geliyorlardı. Düşünsenize o meşhur fotoğrafı ağabeyime gösterdiğimde hemen telefonuna kaydedip resmin ismine ŞÜKÜR adını veriyor. Yani elimizdekine şükretmemizi düşünüyor hemen. Din ve medya burjuvaların hizmetinde olduğu sürece işçi kardeşlerimiz bu yanılgılara hep düşecektirler, tabii bilinçli değillerse. İşçi arkadaşa geri dönelim. Kendisinin sahip olduğunu düşündüğü aracına öylesine sıkı tutunmuş ki, hayatın diğer bütün koşulları ona sıradan görünüyor, kendini farklı bir kategoride görüyor. Diğer arkadaşlardan görece daha kötü koşulda olduğu ise aklına hiç gelmiyor. Aracı her bozulduğunda kendi psikolojisi de aynı oranda bozuluyor. Cebinden daha fazla para harcayarak aracını yine tamir ettiriyor ama kendi hâlâ hasta ve bu-
Mart 2007 • sayı: 24
nu farkında değil. Evet, kapitalizm altında birey olmak, tek başına olmak böyle bir şey. Olduğun yerde sayar, çift karakterli olursun. Mücadeleden uzak olur, küçük-burjuva siyaseti yaparak da burjuvaziye hizmet edersin. Tüm dünyada ürettiğimiz her şeye sahip olmak yerine ev ya da araba tüm dünyamız olur. Böylesi bir hastalıktan kurtulmak ve böylesi hastalıklara yakalanmamak mümkündür. İşçi sınıfı mücadelesinde Lenin ve yoldaşlarının bizlere armağan ettiği
marksist tutum
EKİM devrimi öncesi ve sonrasındaki deneyimler bizlere ışık tutmaktadır. Örgütlü ve bilinçli mücadele neticesinde böylesi hastalıklara karşı panzehirimiz Marksizm ve Marksist Tutum’dur. Devrimci mücadele sonrasında bir ev yerine tüm dünyayı isteriz. Başlarımızdaki kokuşmuşların yaşam tarzlarını ebediyen hayatımızdan söker atarız. Yeni bir dünya kurarız. Sınıfsız, sömürüsüz bir dünya. Bunlar hayal değil mümkündürler. Gebze’den Marksist Tutum okuru bir metal işçisi
Anti-Emperyalizm Konusundaki Kafa Karışıklığı Derin bir ekonomik krize giren dünya burjuvazisi bu krizi savaşla aşmanın yollarını aramakta. Bu krizi aşmak için kendini savaşa hazırlarken işçi sınıfına da milliyetçilik pompalamaktadır. Burjuvazi ulusal çıkarlar, ulusal onur gibi aldatmacalarla işçi sınıfını kendi amaçları uğruna savaşa sokmaya hazırlanmaktadır. Bugün anti-emperyalizm kavramının içeriği öylesine boşaltılmıştır ki, anti-emperyalizm denildiğinde akla yalnızca anti-ABD’ci olmak geliyor. Sanki emperyalizm kapitalizmden tamamen bağımsızmış, belli ülkelerin tekelinde olan bir kavrammış gibi algılanmaktadır. En gerici burjuva partisinden kendine devrimci Marksist, komünist diyen siyasi yapıları da içine alan geniş bir yelpazenin anti-emperyalizm anlayışı neredeyse aynılaşmıştır. Bu geniş siyasi yelpazenin unsurları, Lübnan ve Filistin’le ilgili birçok ortak eylem gerçekleştirdiler. Bu eylemlerde Lübnan ve İran burjuvazisini temsil eden ulusal bayraklarla yürümekten çekinilmedi. Bugün anti-ABD’ci olmak antiemperyalist olmanın biricik ve yeterli koşulu olarak sunulmaktadır. ABD’nin karşısında yer alan tüm burjuva devletler, ne kadar gerici olurlarsa olsunlar anti-emperyalist olarak selamlanmaktadır. ABD karşısında yer alan tüm ülkelerin işçi sınıfından kendi anavatanlarını savunması istenmektedir. Bugün Irak’ta direnişçi güçlerin birçoğu anti-emperyalist oldukları için değil Baas rejimi dönemindeki ayrıcalıklarını tekrar kazanmak için savaşmaktadırlar. İran hükümetinin ABD’ye meydan okuması da onu anti-emperyalist yapmaz. Tam aksine bu meydan okumanın ardında kendi sömürücü rejimini koruma ve Kürdistan üzerindeki hegemonyasını kaybetmeme isteği yatmaktadır. Ulusalcı dar bir perspektifle meseleye yaklaşıldıkça hiçbir zaman doğru bir tutum sergilenemeyecektir. Çünkü emperyalizm kapitalizmin en yüksek aşamasıdır. Kapitalizm dünya ölçeğinde gelişimini hızla sağlayıp emperyalist aşamaya geçmiştir. Anti-kapitalist bir perspektiften yoksun bir şekilde anti-emperyalist mücadele verilemez. Emperyalizmi aramak için Amerika’ya, İngiltere’ye uzaklara gitmeye gerek yok, emperyalizm içeridedir. Dünya ölçeğindeki tüm kapitalist işleyiş emperyalizmin bir parçasıdır. Emperyalizme karşı tüm ulusal perspektiflerden arınıp dünya ölçeğinde işçi sınıfının birleşik mücadelesini ördüğümüz ölçüde zafere yakınlaşacağız. Aksi halde bu paylaşım kavgasından rant elde etmek isteyenlerin değirmenine su taşıyacağız. İşçi sınıfının çıkarları ve düşmanları ortaktır. Onları birbirine kırdıran
patronlardır. İşçi sınıfı silahlarını kendi burjuvazisine çevirdiği ölçüde özgürlüğe kavuşacaktır. İnsanlık bugüne dek iki emperyalist paylaşım savaşı gördü. Bu savaşların sonunda burjuva ideolojilerin ve onun çıkarları doğrultusunda revize edilmiş sözde sol ideolojilerin insanlığa hiç bir şey veremeyeceğini tarih bize öğretmiştir. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşında Kautsky önderliğindeki Alman sosyal demokratları yurtseverlik safsatasıyla işçi sınıfını kendi burjuva devletinin arkasında savaşa sokmuştur. Bu anlayış işçi sınıfını emperyalizmin esareti altında bıraktığı gibi işçi sınıfının örgütü olan enternasyonali de dağıtmıştır. Bolşevikler ise esas düşmanın içeride olduğunu, silahların burjuvaziye çevrilmesi gerektiğini savunmuşlar, bunun ürünü olarak da işçi sınıfı kendi iktidarıyla tanışmıştır. İkinci Paylaşım Savaşında ise Stalinist bürokrasi sosyalist anavatanı savunmayı her şeyin üzerinde tutmuş, SSCB ile aynı cephede savaşa giren burjuva devletlerin işçilerine, SSCB’nin çıkarları için kendi burjuvazisinin arkasında savaşa girmenin en doğru yol olduğu dikte edilmiştir. Bunun sonucunda da dünya devrimi baltalanmış, devrimcilere çarpıtılmış bir Marksizm aktarılmıştır. 20. yüzyılda Marksizm iki defa büyük bir kırılma yaşamıştır. Birinci emperyalist savaşta Bolşevizmin zaferi Marksizmi ayaklar altına alınmaktan kurtarmıştır. Fakat işçi iktidarının yalıtık kalması, beklenen dünya devriminin boğulması, hızla bir sınıf olarak türeyen bürokrasinin iktidar aygıtlarını ele geçirmesi, buna karşı muhalefet bayrağı açan sol muhalefetin başarısız kalması sonucu, Marksizmin çarpıtılıp revize edilmesine ne yazık ki engel olunamadı. Bugün komünist hareketin emperyalizm konusundaki bu bulanıklığının nedeni Kautskicilikten, Stalinizmden arınamamış olmasıdır. Bugün enternasyonalist işçilere tarih her zamankinden daha büyük bir görev yüklemiştir. Çünkü emperyalizm insanlığı hızla yok oluşa sürüklemektedir. İnsanlığı içine düştüğü bu yok oluştan ancak dünya işçi devrimi kurtarabilir. Dünya devrimini isteyen, onun aracı olan enternasyonali yaratır! Yaşasın enternasyonalist mücadele! Bolşevizm kazanacak! Sınıfsız bir dünya kuracağız! Bursa’dan bir Marksist Tutum okuru
45
Okurlarımızdan Ölümsüzlerimiz
Koş, Koooş!
Selam dostlar. Karl Liebknecht, Rosa Luxemburg, Lenin ve Mustafa Suphileri unutmadık unutmayacağız. Yas da tutmayacağız, çünkü onlar da yas tutmadılar. Onlardan aldık mirası, biz de yeni kuşaklara bu mirası bırakacağız. Ama öyle bir miras bırakmalıyız ki, kapitalizme geçit vermesinler. Ölümsüzlerimizi ölüm yıldönümlerinde saygıyla anarken sözlerime şu mısralarla son vermek istiyorum: Biz ki kızıl bayrağımızı Miras aldık önderlerimizden, Biz ki yas tutmayı unutan, Canlarla ateşlerde yanıp Canlara can katan, Kapitalizmin amansız düşmanı Lenin’in mirasçısıyız. Biz ki Karadeniz’in soğuk sularında Kara deryalarla boğuşan yoldaşlarımızın Ve Bursa kalesinde cennetini yitirmeyen Faşistlerle savaşan Nazımların eseriyiz. Kokuşmuş bu düzene son verecek Kapitalizmi yıkacak Faşistlere, emperyalistlere ve demirbaş mallara Geçit vermeyen muhafızlarız. Emperyalistlerin korkulu rüyası Kızıl Rosa’nın , Karl Liebknecht’in, Leninlerin Yılmaz yıkılmaz duvarıyız.
Kuyumculara koş, çiçekçilere, hediyelik eşya dükkânlarına, marka olan giyim mağazalarına… Seçenek çok. Nereye dönsen sevgililer gününe özel indirim, sevgililer gününe özel sevgili paketi! Seç beğen al. Sevgilini mutlu et. Bu gibi uydurma günlerde yapılan harcamaların haddi hesabı yok. Paran yoksa kredi kartı geçerli, gel al, yoksa sevgilin senin onu sevmediğini düşünür, ne olacak birkaç lira faizle geri ödersin. Böyle derler, bizler de hemen kredi kartlarına saldırırız. Çünkü aldığımız para kiraya suya elektrik faturasına gitmiştir. Sonra kredi kartıyla yaşanılan bir anlık mutluluk aylarca mutsuzluk getirir, aylarca fazla mesai getirir. Mutluluk nedir? Bir pırlanta yüzük almak mı sevgilinizden ya da güzel bir elbise? Veya sevgiliniz tarafından sadece sevgililer gününde alınan bir çiçek mi? Mutluluğu nasıl tarif edersiniz? Sizinle duygusal bir ilişki yaşayan birinin hediyeler alması olarak mı? Dostlar mutluluk ne hediyelerde ne de kalplerde. Mutluluk paylaşmakta, aynı yolda yürümekte, birlikte mücadele etmekte. Ben mutluysam sevgilim hediyeler aldığı için değil, kalplerimizi birleştirdiğimizden, aynı yolda yürüdüğümdendir, yüreklerimizi yerinden söküp birbirimizin avuçlarına koyduğumuz içindir. Bugün dünya devrimi için çarpan kalbimi yerinden söküp sevdiğimin avucunun tam orta yerine koyuyorsam, bilirim ki ona zarar vermez, onu en korunaklı koşullarda taşır. Bugün çarpan kalbimde sevgilime de yer varsa onun da kalbi aynı şeye çarptığı içindir. Bu düzenin bizlere vermek istediğiyse bunların tam tersidir. Mutluluk hediyelerdedir bu düzene göre. Çünkü bizim duygusal yönlerimizi kullanarak onun üzerinden kâr elde etmektir amaçları. Yani aslında ne senin ne benim mutluluğumuz onların umurunda değil. Tek umurlarında olan kazanacakları para. Bu gibi oyunlara gelmemek için, bu gibi günlere duygusal yönümüzle değil devrimci gözümüzle bakmalıyız. Sahte mutluluklarla avunmayalım, geçek mutluluğa yelken açalım.
Kumkapı’dan bir lokanta işçisi
Nerede Bu Hayatın “Aciliyeti”? Günümüz koşullarında sağlıkta yeterli ve nitelikli hizmet alabilmek imkânsız. Hastanelerin hangi bölümüne gidersek gidelim karşılaşacağımız muamele aynıdır. Hastanelerin acil bölümlerinde birebir yaşadıklarımız ve gözlerimizle gördüklerimiz de durumun vahametini tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Sağlıktaki kapitalist politikalardan kaynaklı olarak biz yoksul işçi ve emekçiler hak etmediğimiz yoksunluklarla karşı karşıya bırakılıyoruz. Az işçiyle çok iş mantığı ile hareket eden kapitalist sistemin sağlığımıza verdiği önem açıkça ortadadır. Doktor yetersizliği, hemşire yetersizliği, personel azlığı, tedavi ve bakım için gerekli olan malzemelerin (sedye, ambulans, ilk yardım malzemeleri vs.) yetersizliği, durumun gerçekliğini gösterir. Bu saydığımız yoksunluklar hastanelerin acil servisler de dahil olmak üzere bütün bölümlerinde mevcuttur. Bir hafta önce bu duruma ilişkin yaşadığım bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum. Acil bir rahatsızlık nedeniyle acil servise gittim. Sıra numarasının alınması ve istenilen bazı kırtasiye işlemleri sebebiyle tam bir buçuk saat sonra muayene olabildim. Acil serviste bekletilen ateşli çocuklardan tutun da birçok acil hasta sıranın kendisine gelmesini beklemekteydi. Dışarıda bekleyen hasta sayısı artarken, aynı zamanda ambulansla hasta yakınları tarafından getirilen acil hastalar da içler acısı tabloyu tamamlıyordu. İçerde sadece bir kadın doktor ve iki öğrenci hemşire hastalara alelacele bakmakta ve hızlıca diğer hastayı almaktaydı. Ortalıkta acil personeli olarak sadece bir erkek personel vardı. Acil hastalar ise eş-dostları tarafından karga tulumba bir şekilde getiriliyordu. Acil kapılarında hayati tehlikeyle karşı karşıya olan has-
46
MT okuru bir tekstil işçisi
taların bekletilmesi de cabası. Bu durum zaten işçi sınıfının kazanımlarının birer birer kaybedilmesiyle doruğa ulaşmıştır. Yine sağlık konusundaki hak gaspları da biz işçileri sefaletin, açlığın, hastalıkların pençesine iyiden iyiye düşürmüştür. Paranın egemenliği üzerine kurulu bu kapitalist düzenin işçi sınıfına sunduğu “paran varsa hasta ol, paran yoksa hasta olma” dayatması işçi sınıfı mücadelesinin geri olduğu bu süreçte etkili de oluyor. Soruyorum sizlere hayatımızın kapitalistler için önemi nedir ki? Sağlığımızın “aciliyeti” paragöz kapitalistlerin umurunda değildir. Kapitalistlerin umurunda olan şey, cebine ne kadar para girdiğidir. Onlar sırtımızdan ne kadar para kazanacaklarının hesabını yaparlar. Yani işçi sınıfının birer parçası olan bizlerin yaşamları sadece kapitalistlerin sermayesine kazandırdığı ölçüde önemlidir. İşçilerin hayat rotası daha dünyaya gözlerini açtıkları andan itibaren belirlenir. Sadece sağlık alanında değil hayatımızın tamamını burjuvazi kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirir. Bugün, büyük önderlerimizin sözlerinin nasıl da bizim gerçekliğimizi yansıttığını görmemek, körlükten, bilinçsizlikten başka bir şey olamaz: “ZİNCİRLERİMİZDEN BAŞKA KAYBEDECEK HİÇBİR ŞEYİMİZ YOK!” Böylesi bir hayattan kurtuluşumuzun tek yolu kapitalizmi tarihin bataklığına gömmektir. Hayatımızın “aciliyetinin” önemli olduğu, insanların hastane kapılarında bekletilmeden tedavi görebileceği, yani insan yerine koyulacağımız bir dünyayı inşa etmek için çabalayan işçi kardeşlerimizle omuz omuza mücadeleye! Çünkü kazanacağımız kocaman bir dünya var. Marksist Tutum ile bilinçlen, mücadeleye atıl! Kapitalist sistemi yıkacağız, sınıfsız bir dünya kuracağız! Gebze’den Marksist Tutum okuru bir sağlık emekçisi
Okurlarımızdan Merhaba Dostlar; Ben Kürt illerinden birinde çalışmakta olan bir eğitim emekçisiyim. Buradaki izlenimlerimi sizlerle paylaşmak istedim. Öncellikle insan İstanbul dışına çıktığında, İstanbul’un işçi sınıfı için ne kadar önemli olduğunu ve taşıdığı devrimci potansiyeli anlıyor. Medyadaki haberlerin büyük bir çoğunluğunun işçi sınıfının başkenti ile alakalı olduğunu insan İstanbul’dan uzakta olduğunda fark ediyor. Türkiye’nin kalbinin İstanbul ve civarındaki sanayi havzaları olduğu sadece haberlerden bile anlaşılabiliyor. Ayrıca rakamlar da bu manzarayı destekler nitelikte. Devlet vergi gelirlerinin yarısını İstanbul ve İzmit havzasından elde ediyor. Demek ki bu topraklarda yaratılan değerin büyük bir çoğunluğu bu havzada üretiliyor. Sınıfımızın İstanbul ve havzasında yaratacağı bir deprem, açık ki, deprem sonrası oluşan tsunami dalgası gibi buraları da vuracak, zaten çok acı çekerek devletin katliamcı ve inkârcı yüzünü öğrenmiş olan buradaki emekçi sınıfları da fazlasıyla etkileyecektir. Ey sevgili İstanbul! Kucağında başka bir sevdalı için yer var mı? Memelerinden, Devrim ateşi içmek isteyen bir sevdalı… Antep’i saymazsak Kürt illerinde doğru dürüst bir sanayileşme yok, belki de tüm bölgede yaratılan değer, bir otomobil fabrikasında yaratılan toplam değerden bile daha düşüktür. Köylülük ve esnaflık yaygın bir geçim kaynağı ve aynı zamanda düşünce kaynağı. İlk birikimi yapmakta olan kapitalistlerin açgözlülüğüyle ve kural tanımazlığıyla benzeşen bir esnaflık buralarda hüküm sürmekte. Başlıca geçim kaynaklarından olan mazot ve sigara kaçakçılığına devlet belli oranda göz yumuyor. Burada çalışan memurlar ve ordunun var-
Saygı nedir, saygısızlık ne? Küçüklüğümüzden beri hep saygılı büyütüldük. Ailene, büyüklerine saygılı olmalısın! Onlar ne derse doğrudur. Saygısızlığı bize, babanın söylediklerinin, annenin söylediklerinin tersinin söylenmesi ve yapılması olarak öğrettiler. Bu yaşa kadar itaat etmeyi, kimseye karışmamayı, şuraya-buraya gitmemeyi, hele ki genç bir kız isen annenin dizinin dibinden ayrılmamayı, okulda öğretmenin dövse de ses çıkartmamayı, işyerinde usta kızarsa cevap vermemeyi, patronların her zaman haklı olduğunu vs. vs. beynimize kazıdılar. Geçenlerde babamla haberleri izliyoruz. 7 Aralıktaki olayları gösteriyorlar. Babam birden küfretti ve tartışmaya başladık. Ona göre, televizyon doğru söylüyor, ben yalan söylüyorum. Çünkü burjuva ideolojisinin en güçlü araçlarından biri olan televizyon, toplum için doğru haber kaynağı olarak
lığı da ayrıca bir geçim kaynağı oluşturmaktadır. Bunlardan başka, sosyal riskleri önleme adı altında, devlet para dağıtmakta, köyleri yakılmış, her türlü işkenceye maruz kalmış, çocukları öldürülmüş insanlara, devlet buranın geleneklerine hiç de yabancı olmayacak bir şekilde kan parası verir gibi para vermektedir. Akan kanın rengi unutulur mu sandın ey zalim Dehak! Biz onu çoktan bayrak yaptık. Bir CIA raporu, İran Devriminden sadece birkaç ay önce, gelişen ekonomi sayesinde yoksulluğun azaldığını ve Şah’ın durumunun eskisine nazaran daha sağlam olduğunu ifade ediyordu. Ama kitleler kendilerine yapılan zulmü o kadar kolay unutmayacak ve milyonların katıldığı bir devrimle Şah’ı yıkacak ama iktidarı mollalara kaptıracaktı. Aynı İran’daki gibi buraya aktarılan teşvik ve kaynaklar sadece sorunun geçici bir şekilde üzerini örtmektedir. Buralarda her ne kadar yılgınlık hissediliyorsa da, en son Diyarbakır olaylarında görüldüğü gibi kitleler her an ayaklanabilmektedir. Diğer önemli bir nokta ise bu kaynak paylaşımının da tamamen kapitalist yasalara tâbi olmasıdır. Adam kayırmaca, tanıdık kollama yüzünden bu paralar birtakım ellerde toplanmakta, buraların kendi burjuvasını yaratmakta, öbür yanda ise muazzam bir yoksulluk biriktirmektedir. Yavrusunun başını okşayacak eller, Anasının elini tutacak eller, Soğuk taşlara sarılacak kadar hınçlıyız. Ne yaparsan yap, Kurtulamayacaksın öfkemizden. Biji bıratiye gelan, yektiya karkeran! Yaşasın halkların kardeşliği, işçilerin birliği! Muş’tan Marksist Tutum okuru bir eğitim emekçisi
gösterilmektedir. Sonunda babam bana sen teröristsin dedi. Doğruları söylemek, var olan gerçekleri görmek, haksızlığa, yoksulluğa, yolsuzluğa, pisliğe göz yummamak terörist olman için yeterli. Ve büyük saygısızlık etmiş bir evlat oluyorsun. Evet! Bütün bunlara duyarlı olmak, göz yummamak saygısızlıksa en büyük saygısız benim. Geriye dönüp baktığımda ot gibi yaşamış, her şeyden mahrum bırakılmış, pasif bir birey olarak büyümüşüm. Önüme hiçbir şey sunulmadan, bir geleceğim olmadan konfeksiyona atılmışım. Patronlara, ustalara itaat etmişim, her şeye sessiz kalmışım. Ta ki 18 yaşımda abimin kolumdan tutmasıyla, doğru yolu buluşumla anladım neyin ne olduğunu. Ve o zamandan bu zamana kadar geçen süreçte çok şey değişti. Artık ben saygısızlığın susmakla, cevap vermekle olmadığını öğrendim. Saygılı olmanın duyarlılıkla başladığını öğrendim.
Saygı, insan gibi bir yaşam için verilen mücadeleyle başlar. Bu mücadele de yeni bir dünya olacağına inanmakla başlar. Ve kendini değiştirmekle başlar. Bir kere inandın mı gerisi geliyor. Gerçek anlamda insan gibi insan oluyorsun. Ben öldüğümde de mutlu bir insan olarak ölmüş olacağım. Burjuvazinin o pisliklerinden arınmış olarak ölürüm. Asıl saygılı olmak ilk önce kendine saygı ile başlamaktadır. Pisliklerden arınmakla başlamaktadır. Dostlar, bir insan değişim istiyorsa, işçi sınıfının gücüne inanıyorsa, sınıfsız bir dünyanın olacağına inanıyorsa yapacağı tek bir şey var; işçi sınıfının burjuva sınıfla olan mücadelesinin bir neferi olmak. Uyan artık uykudan uyan, uyan esirler dünyası Zulme karşı hıncımız volkan, kavgamız ölüm dirim kavgası! Güneşli’den bir kadın tekstil işçisi
47
Okurlarımızdan İşine Gelirse! Merhaba Marksist Tutum okurları. Ben işsiz bir tekstil işçisiydim. Uzun bir arayıştan sonra en sonunda bir işe başladım. Burası iki yüz kişinin çalıştığı bir tekstil fabrikası. Size biraz buradaki işçi ücretlerinden bahsedeceğim. Fabrika Anadolu Yakasının eski firmalarından sayılır. Penye üzerine üretim yapılıyor. Çalışanların neredeyse %80’i fabrikada 6 seneden fazla zamandır çalışıyor. Haliyle hepsi işini çok iyi ve kaliteli yapıyor. İdare bölümü işçilerin kaliteli ve özverili çalışmaları yüzünden alınmış kalite belgeleriyle dolu. Ama gelgelelim işçiler o kadar komik ücretler alıyorlar ki, bu konu hakkında konuşmak bile onların canını sıkmaya yetiyor. Çoğu “kıdem tazminatını alsam bu işyerinde bir dakika bile durmam” diyor. Makineciler 380-480 YTL arası, kalite kontrol-ütü-paket elemanları 380-450 YTL arası ücret alıyor. (Ütü-paket şefinin 530 YTL aldığı yerde diğer işçilerin maaşını siz düşünün). Dolayısıyla onlar da geçinebilmek için fazla mesai yapmak zorunda kalıyorlar. “Bu sorunu çözmek için bir şeyler yaptınız mı?” diye sorduğumda, idare tarafından “işine gelirse çalış, işine gelmezse kapı orda” cevabını aldıklarını söylediler. Altı sene, dokuz sene çalış, o firmayı kaliteli bir firma haline getir, ama karşılığını istediğinde en azından geçinebilecek bir ücret istediğinde aldığın
Merhaba, Ben kendimden, çalıştığım yerden bahsedeceğim sizlere. 13 kişinin çalıştığı bir yerde, daha doğrusu küçük- burjuvaların yanında çalışıyorum. Yıllardır büyüklü küçüklü birçok iş yerinde çalıştım. Çalıştığım yerlerde birçok şikayetim oluyordu; fazla mesailer, öğle saatlerinin yarım saat olması vs. vs. Şimdi bunların yanında çalıştığım yere bakıyorum da koşullar daha kötü. Sabah 8:30 işbaşı, akşam çıkış sözde 7:30. Ne çay saati belli ne de yemek molası. Siz hesaplayın işte. Ve bunun karşılığında bize ne kadar haftalık veriyorlar? Şöyle söyleyeyim; yol parasını, öğle yemek parasını ve zorunlu bazı ihtiyaçlarımı çıktığımda pek bir şey kalmıyor. SSK derseniz o da yok. Bu koşullar yetmezmiş gibi patron bir de ufacık yere kamera taktırdı bizleri daha iyi denetlesin diye. Eğer yanlış bilmiyorsam aykû numarası almış. Bu ne mi? Kendisi şehir dışında iken internet üzerinden bizi izleyebilsin diye. Evet! Aynen yazdığım gibi. Bizleri daha iyi sömürebilmek için hiçbir masraftan kaçınmıyorlar. Aslında işin özü, bizler, sömürülenler, ezilenler ayağa kalkıp yumruğumuzu kaldırıp onları başımızdan defetmeden bize rahat yok. Yaşasın işçi kardeşliği! Yaşasın işçi mücadelemiz! Esenler’den bir kadın tekstil işçisi
48
cevap “İşine gelirse…” olsun. Fakat burada önemli bir ayrıntı daha var. İşçiler sorunu hep bireysel olarak çözmeye çalışmışlar. Bir araya gelip de bir talepte bulunmamışlar. İşte patronların yani burjuvazinin gözünde bu yüzden işçinin değeri yok. Onlar sadece ne kadar kâr ettiklerine ve onu nasıl arttıracaklarına bakarlar. Sırtından para kazanıp sömürdükleri, deyim yerindeyse kanlarını emdikleri işçilerin geçinme, barınma, sağlık vs. gibi en temel sorunları onları hiç ilgilendirmez. Peki, ne kadar daha böyle yaşayacağız? Patronlara ne zaman “işimize gelmiyor, bundan sonra böyle yaşamak istemiyoruz” diyebileceğiz? Ne zaman açlığa, sefalete, sömürüye yeter artık diyeceğiz? Hepsinin ortak bir cevabı var: “ÖRGÜTLÜ MÜCADELE ETTİĞİMİZ ZAMAN”. Ne zaman sınıf olduğumuzun farkına varıp, örgütlü mücadele etmemiz gerektiğini kavrarsak o zaman bütün bu haksızlıklara dur diyeceğiz. Kendimizi hayallerden kurtarıp, Marx, Engels, Lenin, Troçki gibi işçi sınıfının önderlerinin gösterdikleri yoldan yürümeye başladığımızda gerçek kurtuluşu sağlayacağız. Evet işçi yoldaşlarım, Kurtuluş Yok Tek Başına, Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz! Yaşasın İşçi Sınıfının Marksizm Işığında Verdiği Örgütlü Mücadelesi! Kartal’dan bir tekstil işçisi
Uyuyan Güzeller Merhaba arkadaşlar, Size belki de hepimizin daha önce duyduğu veya kendinden bir şeyler bulabileceği bir hikâye anlatacağım. İsimleri bir masaldan, benzetmeler ise yaşadığımız gerçeklikten ibarettir. Her masal gibi “bir varmış, bir yokmuş” diye başlayacağım. Geçmiş zamanlardan birinde dünya diye bir gezegen varmış. Günün birinde, her masalda karşılaştığımız gibi bu dünyaya kötü kalpli zalim bir cadı (kapitalizm) musallat olmuş. Yaşanan bütün güzellikleri mahvetmeye, insanları hiçbir şeyi sorgulamayan robotlar haline çevirmeye başlamış. Hepsini bir kutunun (TV) içine hapsetmiş ve onları uyuyan güzellere (işçi sınıfı) çevirmiş. Tabii uyuyan güzeller kendilerini bu uykudan uyandıracak beyaz atlı prensi (devrimci Marksizm) beklemeye başlamışlar. Bu arada kötü kalpli cadı (kapitalizm) boş durmuyormuş. Beyaz atlı prensin (devrimci Marksizm) önüne bin bir türlü engeller çıkartıyor ve her türlü zorbalığı yapıyormuş. Çünkü beyaz atlı prens uyuyan güzelleri uyandırırsa kendi sonunun geleceğini biliyormuş. 1917 Ekiminde bir kısmı gözünü açan uyuyan güzellerin neler yaptığı kötü kalpli cadıya büyük ders olmuş. Evet arkadaşlar masalın sonunun nasıl biteceğini devrimci Marksistler gayet iyi biliyorlar. Burjuvazinin saldırıları her geçen gün artıyor. Devrimciler ve devrimci yayınlar her geçen gün daha baskıcı müdahalelerle karşı karşıya kalıyor. Gazete, dergi, dernek ve radyolara ardı ardına baskınlar, saldırılar ve hapis cezaları yağdırılıyor. Burjuvazi çok iyi biliyor ki işçi sınıfı bir ayağa kalktı mı tepesine çökecek ve bu kahrolası düzene bir son verecektir. Bunun için de devrim fikrini aşılayacak, işçi sınıfını ayağa kaldıracak her türlü yayını, derneği engellemeye ve ortadan kaldırmaya çalışıyor. Burjuvazinin bu yaptıklarını boşa çıkarmak için her zamankinden daha çok bu yayınlara ve işçi sınıfının örgütlerine sahip çıkmalıyız. Burjuvazinin oyunlarına gelmemek için uyanık olmalıyız. Masalın nasıl biteceğini öğrenmek istiyorsanız Marksizmi ve devrimci Marksistlere yol gösteren Marksist Tutum dergisini okumanızı ve okutmanızı tavsiye ederim. Bu fikirleri olabildiğince çok insana yaymalıyız. Kartal’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
Yaşasın 8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü!
Emekçi Kadınlar Mücadeleyle Özgürleşecek!