Yaşasın Dünya İşçilerinin Mücadele Birliği! • Diyalektik materyalizm /3
Nisan 2007
• Modernleşen despotizmin sivilleşme sancısı /12 • Sendikal hareketin krizi
25
• Kürt sorunu • 1 Mayıs ve işgünü mücadelesi • Afrika’da emperyalist paylaşım
İşgünü Mücadelesi ve 1 Mayıs’ın Doğuşu Utku Kızılok İşgünü mücadelesinin tarihi İşçi sınıfı uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ı ağır koşullar altında karşılıyor. Burjuvazinin saldırıları öylesine bir boyut kazandı ki, işçi sınıfı büyük bedeller ödeyerek elde ettiği tarihsel kazanımlarının çoğunu yitirmekle kalmadı, 1800’lü yılların çalışma ve yaşam koşullarına adeta geri döndü. Bunun en doğrudan, en çıplak hali iş saatlerinin alabildiğine uzatılması, ücretlerin düşürülmesi ve yaşam koşullarının kötüleşmesidir. Başta Çin olmak üzere pek çok ülkede işçi kitlelerinin çalışma ve yaşam koşulları Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu adlı eserinde betimlediği manzaralardan pek de farklı değil artık. Engels, söz konusu yapıtında emekçi kitlelerin yaşamlarının bir keşmekeşe sürüklendiğinin altını çizer. Çalışma koşulları gerçekten de korkunçtur. Çocuklar da dâhil kadınlar ve erkekler günde 14-16 saat çalışıyor, tek bir odada 50 işçi yatıp kalkıyordu. Çocuklar makine başında yemek yiyemedikleri için bitkin düşüyor ve uzun süre ayakta kaldıklarından ötürü omurgaları kayıyordu. Normal bir işgünü mücadelesinin öyküsünü etraflıca işlediği Kapitalde Marx, makineleşmenin ve modern sanayinin doğuşuyla birlikte, ahlâkın ve doğanın, yaşın ve cinsiyetin, gecenin ve gündüzün bütün sınırları yıkıldı diyerek bu duruma dikkat çekmekteydi. Gece ile gündüzün birbirine karıştığı bu dönemde işçiler sürüklendikleri sefilce koşullar ve aşırı çalışmadan ötürü daha 40 yaşına gelmeden kapitalizmin kurbanları arasında yerlerini alıyorlardı. İşçi sınıfı ilk dönemler 14-16 saat olan işgününü 12 saate çekmek için uzun bir savaşım yürüttü. 13 yaş ve daha altı yaşlardaki çocukların günde 12 saat çalışması için yü-
rütülen mücadele bile burjuvaziyi dehşete düşürmüştü. Marx, sadece dört sanayi kolunda işgünü 12 saate indirildiğinde İngiliz sanayisi için sanki kıyamet günü gelmiş gibi, burjuvazinin vaveylayı kopardığına dikkat çeker. Bu yıllarda, çalışma koşullarını düzenleyen ve işçilerin haklarını güvence altına alan bir yasal düzenleme dahi yoktu. Tüm yasalar egemen sınıfların lehine düzenlenmişti. İşçi sınıfının işgününün kısaltılması için verdiği mücadele, burjuva yasaların şekillenmesini de belirlemiştir. Şu çok açık ki, işçi sınıfının en küçük kazanımı dahi, “yüce gönüllü” burjuva politikacıların ve burjuva parlamentoların bir ürünü değildir. Marx’ın da vurguladığı üzere yasaların biçimlenmesi, resmen tanınması ve devlet tarafından ilan edilmesi, sınıfların uzun savaşımlarının sonucu olmuştur. Örneğin, 1848 Haziran barikatlarında yenilen Fransız işçi sınıfının devrimle birlikte kazandığı 10 saatlik işgünü hakkı elinden alındı ve çıkartılan yeni bir yasayla işgünü 12 saat olarak belirlendi. Benzeri gelişmeler İngiltere’de de yaşandı. İngiliz işçi sınıfı işgünü mücadelesini 12 saatle sınırlandırmamış ve 10 saatlik işgünü talebiyle mücadeleyi sürdürmüştü. Genel oy hakkını ve işçilerin parlamentoya seçilmesini savunan Chartist hareketin ileri sürdüğü taleplerin başında 10 saatlik işgünü bulunuyordu. “Saraylara savaş, kulübelere barış” şiarıyla başlatılan mücadele sonucunda İngiliz işçi sınıfı 10 saatlik işgününü burjuvaziye kabul ettirdi. 1 Mayıs 1848’de 10 saatlik işgünü yasası yürürlüğe girdiyse de, Avrupa’daki devrimlerin yenilmesinden güç alan burjuvazi yasayı uygulatmadı. Tarihsel deneyim ve bugünkü verili gerçekler tek bir doğruyu öne çıkartıyor: işçi sınıfı haklarını mücadele ederek kazanabilir ve mücadeleyle koruyabilir ancak. Marx, işçi sınıfının genel çıkarlarını ifade eden, işçi sı-
1
marksist tutum
nıfını tek bir bayrak altında toplayan, ona bir sınıf hareketi niteliği kazandıran işgününün yasallaştırılması mücadelesinin bu anlamda siyasal bir mücadele olduğuna değinir. Gerçekten de ilk dönemler tek tek şehirlerde, tek tek ülkelerde boy veren daha kısa işgünü mücadelesi 1800’lü yılların son çeyreğine girildiğinde siyasal bir içerik ve uluslararası bir boyut kazanarak genel bir sınıf hareketine dönüşmüştü. Bu siyasallık elbette genel olarak henüz sendikal kapsamda bir siyasallıktı. 20 Ağustos 1866’da Baltimore’da toplanan Ulusal Çalışma Birliği kongresinde Amerikalı işçiler, 8 saatlik çalışma yasasını kabul ettirmenin bir zorunluluk olduğunu karar altına alıyorlardı. Kongre, hedefinin emeği kölelikten kurtarmak olduğunu açıklamıştı: “Bu şanlı sonuca erişene dek bütün gücümüzle çalışmaya kararlıyız”. İşgünü mücadelesinin uluslararası bir boyuta bürünmesi kendisini I. Enternasyonal’in kararlarında da gösterdi. Aynı yıl içinde, Cenevre Kongresinde I. Enternasyonal, Amerikan işçi sınıfının aldığı karara atıfta bulunuyor ve 8 saatlik işgünü için mücadele kararı alıyordu: “İşgününün sınırlandırılması önkoşuldur, bu sağlanmadan, kurtuluş yolunda atılacak diğer bütün adımlar başarısızlığa mahkûmdur”. İşçi hareketi çeşitli biçimlere bürünerek ve çeşitli evrelerden geçerek ilerledi ve kendisiyle birlikte işgünü mücadelesini de geliştirip şekillendirdi. İşçi sınıfı artık 8 saatlik işgünü talebini ileri sürüyor, ama bu sınırda durmuyordu; sosyalizm için mücadele bayrağını da yükseltmeye başlıyordu. 1870’lerden sonra Amerikan işçi sınıfı mücadele bayrağını Avrupa’daki kardeşlerinden devralıyor, 8 saatlik işgünü ve sosyalizm mücadelesi Amerika’da giderek yükseliyordu.
Amerika’da sınıf mücadelesi Marx ve Engels, Avrupa işçi hareketini biçimlendirmeye ve proletaryanın uluslararası örgütlenmesini yaratmaya çalışırken Amerikan işçi hareketini de yakından takip ediyorlardı. Ulusal bir boyut kazanmasa da hemen her grevi, işçi ayaklanmalarını, sendikal ve sosyalist örgütlenmeleri
2
Nisan 2007 • sayı: 25
dikkatle izliyor, bu konuda yazılar yazıyor ve Enternasyonal’i Amerika’da etkin kılmaya çalışıyorlardı. Her vesileyle, toplumu karşıt kutuplara bölen bir sınıf mücadelesinin Amerika’da olmayacağını ileri sürenleri eleştiriyor ve sınıf mücadelesinin dinamik yapısına dikkat çekiyorlardı. Nitekim 1860’ların ikinci yarısından sonra peş peşe gelen grevler ve 1 Mayıs 1886 kalkışması sınıf mücadelesinin sert karakterini açığa vurdu. Engels, 1 Mayıs 1886’dan önce hiç kimse hareketin böylesine kısa zamanda öylesine karşı konulmayacak bir güçle patlayacağını, hızla yayılacağını ve Amerikan toplumunu temellerinden sarsacağını tahmin etmemişti diye yazacaktı. Daha 1860’ta Amerika sınaî üretimde dünya dördüncüsüydü ve 1890’da dünya birinciliğine yükselmişti. 60’lı yıllardan başlayarak sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi hızlanıyor ve dev tekeller sahneye çıkmaya başlıyorlardı. Kapitalizmin bu sıçramalı gelişmesi işçi sınıfının da büyümesine neden oldu. 1880’lerin ortasına doğru sadece sanayi kollarında çalışan işçi sayısı 4-5 milyon civarındaydı. Bu yıllarda çalışan çocuk işçilerin sayısı 1 milyonun üzerindeydi. İşçi sınıfı oldukça ağır koşullar altında, herhangi bir sosyal güvenceden yoksun, sendikasız ve düşük ücretler karşılığında günde 12 saatten fazla çalışıyordu. İşçiler gerçekten de sefilce bir yaşam sürüyorlardı; yaşadıkları evlere ev demek mümkün değildi. Fabrikaların etraflarına veya şehrin dışına kurulu barakalar ya kendilerinin değil ya da ipotekliydi. Hemen tüm işçiler gerekli taksitlerini ödeyemedikleri için bu barakaları da bir süre sonra kaybediyorlardı. En önemlisi de işçiler ağır çalışma koşullarından ötürü erken yaşlarda göçüp gidiyorlardı. Kapitalist gelişmenin inanılmaz bir tempoyla ilerlediği, köylülerin ve tüm kıtalardan akın akın gelen göçmenlerin işçi sınıfı ordusuna katıldığı, sınıf çelişkilerinin alabildiğine keskinleştiği bu yeni-dünyada güçlü bir sınıf hareketinin ortaya çıkması kaçınılmazdı. 1860’ların ikinci yarısından sonra sınıf mücadelesi yükselmeye, daha baştan sert bir karakter kazanmaya başladı. Ülkenin dört bir yanında çoğunlukla merkezi bir örgütlenmeye dayanmayan, birbirinden kopuk, kendiliğinden patlamalar yaşanıyordu. Amerik rikan burjuvazisi yükselen mücadele karşısında şaşkınlık içindeydi ve çok sert tepki verdi. Hemen her grev ve direnişe askerler verd vve polisler saldırıyor, işçilere ateş açılıyor ve her defasında onlarca işçi öldürülüyordu. Burjuvazi bununla da yettinmiyor, grevci işçileri cezalandırmak için kara listeler yayınlıyor ve bu işçilere iç iş verilmiyordu. Ama işçi sınıfı durdurulamıyordu. 1877’de Amerikan tarihinde o güne dek görülen en büyük grev patlak verdi. Baltimore ve Ohio demiryolu şirked tti, krizi bahane ederek işçilerin ücretlerrinden %10 kesinti yapılacağını açıkla-
Nisan 2007 • sayı: 25
yınca işçiler greve gittiler; raylar söküldü, lokomotif ve vagonlar depolara kilitlendi. Fakat grev Ohio’da durmadı ve kısa zamanda Batı Virginia, Pennsylvania, New Jersey, Philadelphia’ya da sıçradı. Grev ateşi ülkenin dört bir yanını sarıyor ve işçi kitleleri harekete geçiyordu. Demiryolu işçilerini diğer sektörler ve özellikle kömür madeni işçileri izledi. Grevlerle birlikte her yerde çatışmalar baş gösteriyor, asker ve polis katliamlara girişiyordu. 21 Temmuz günü sadece Pittsburgh’da çıkan çatışmada 10 işçi öldürüldü ve onlarcası da yaralandı. Burjuvazi korkunç bir kin kampanyası başlatmıştı. New York Tribune şöyle yazıyordu: “Onlara birkaç gün silah diyeti verin bakalım, o tür ekmek hoşlarına gidecek mi?” Chicago Tribune ise “serseri güruha” karşı el bombası kullanılmasını öneriyordu. İşçi sınıfına gözdağı vermek amacıyla 10 maden işçisi, gizli bir örgüte üye oldukları ileri sürülerek ve türlü oyunlar çevrilerek idam edildi. Aynı aşağılık yönteme 1886’da bu kez Chicago işçi önderlerini ipe çekmek için başvurulacaktı. Demiryolu grevi tüm militan yapısına ve birçok eyalete sıçramasına rağmen güçlü örgütlülüğe sahip olmadığı ve işçiler uzun süre direnemedikleri için çöktü. Grevin çökmesi işçi kitleleri arasında büyük bir moral bozukluğuna neden oldu ve işçi hareketi geçici olarak geri çekildi. Fakat çok geçmeden işçi kitleleri yeniden hareketlenecek, grevler durup durup yeniden başlayacak ve ülkeyi saracaktı. Sınıf mücadelesinin bu militan yapısı işçi örgütlerinin büyümesini de beraberinde getirdi. 1881’de Pittsburgh’da bir araya gelen işçi delegeleri, ABD ve Kanada Örgütlü Meslek Kuruluşları ve İşçi Sendikaları Federasyonu’nu (FOTLU) kurdular. FOTLU 1886’da Amerikan İşçi Federasyonu’na (AFL) dönüşecek ve Amerika’da en büyük sendika haline gelecekti. Esas dikkat çekici gelişme ise Emeğin Şövalyeleri’nin sıçramalı büyümesiydi. Soylu ve Kutsal Emek Şövalyeleri Tarikatı 1869’da Philadelphia’da tekstil işçileri tarafından kuruldu. Örgüt ilk dönemler tamamen gizli örgütleniyor, örgüte girenler için mistik törenler düzenleniyor ve yemin ettiriliyordu. Engels, bu işçi örgütünü şöyle değerlendiriyordu: “Emeğin Şövalyeleri Amerikan işçi sınıfının bir bütün olarak yarattığı ilk ulusal örgüttür. Kökenleri, tarihleri, eksiklikleri, küçük saçmalıkları, programları ve temel yasaları ne olursa olsun… Amerikan işçi sınıfının bir ürünü olarak karşımızdalar”. Örgüt, diğerlerinden farklı olarak ulusal düzeyde, vasıfsız, siyah derili ve kadın işçileri de örgütlüyordu. Emeğin Şövalyeleri’nin 1878’de 10 bin üyesi vardı; lakin bu sayı 1885’de 110 bine ve sadece bir yıl sonra, 1886’da 700 bine sıçramıştı. Ancak bu olumlu gelişmeler Amerikan sosyalist hareketinin ve onunla birlikte işçi hareketinin zaaflarını ortadan kaldırmıyordu. Amerikan işçi hareketi siyahlar ile beyazlar, Amerikalı “yerli” beyazlar ile Avrupa’dan ve diğer kıtalardan daha sonra gelen göçmenlerin bölünmüşlüğünün damgasını taşıyordu. Onlarca ulustan işçiler farklı diller konuşuyor ve farklı örgütlenmelere gidiyorlardı. İşçi hare-
marksist tutum
ketinin bu şekilde çeşitli ülkeler temelinde ve bununla birlikte siyahlar ile beyazlar olarak bölünmesi işçi sınıfını burjuvazi karşısında güçsüz düşürüyordu. İşçi hareketini kalıba dökecek ve yön tayin edecek bir siyasal önderliğin olmaması büyük eksiklikti. Sosyalist hareket küçük sektlere bölünmüştü ve örgütsel olduğu kadar teorik olarak da dağınık bir durumdaydı ve ne yapacağını bilmiyordu. Sosyalist harekete damgasını basanlar esas olarak Avrupa’dan, özellikle Fransa ve Almanya’dan gelen göçmen devrimcilerdi. Sosyalistler Avrupa’daki devrimci akımları, fikir ayrılıklarını ve örgütsel bölünmüşlükleri de aynen kıtaya taşımışlardı. Enternasyonal’in Amerika’daki şubesi ve oradaki sosyalist partiler içinde Lasalcılık, anarşizm ve Marksizm sürekli çatışma halindeydi. Marx ve Engels, bu bölünmeye bir son verilmesi ve kitlelerle iç içe geçmiş, gelişen sınıf hareketine bir biçim ve yön verebilecek güçlü bir siyasal işçi partisinin yaratılması için büyük çaba gösteriyorlardı. Marx ve Engels 1877 grevini heyecanla karşılamışlardı. 25 Temmuz günü Engels’e yazdığı mektubunda Marx, grevin büyüklüğünün önemini vurguluyor ve grevin ciddi bir işçi partisinin kurulması yolunda bir başlangıç olabileceğine dikkat çekiyordu. Ama arzulanan ne yazık ki gerçekleşmedi. I. Enternasyonal çöktükten sonra, Marx’ın ve Engels’in dava arkadaşları Friedrich Sorge ve Otto Weydemeyer’in temsil ettiği Marksistler ile anarşistler ve Lasalcılar 1876’da bir araya gelerek Sosyalist İşçi Partisini kurmuşlardı. Sosyalist İşçi Partisi ilk yıllarda gerek Amerikan gerekse Alman kökenli işçiler arasında coşkuyla karşılandı. Özellikle 1877’deki büyük grevde sanayi kenti Chicago’da küçümsenmeyecek bir güce ulaştı (Chicago parti liderlerinden biri de Albert Parsons’dı) ve Illinois eyaletindeki grevlerde ciddi bir rol oynadı. Ancak 1880’lere doğru sürtüşmeler ve bölünmelerden ötürü parti, işçi sınıfı içindeki gücünü koruyamadı. 1886’da Lasalcılar partiyi ele geçirdiler ve ileriki yıllarda parti, sosyalistlerin sendikalardan çıkmasını isteyen sekterlerin eline geçti. Böylece Amerikan işçi sınıfı, sınıf mücadelesinin alabildiğine sertleştiği 1886’ya siyasal bir önderlikten yoksun giriyordu.
1 Mayıs’ın doğuşu İşçi sınıfını tek bayrak altında, tek hedef doğrultusunda yekvücut olarak birleştirecek, kapitalizme karşı mücadelede nişane olacak bir işçi bayramı günü arzusu oldukça eskidir. İşçi-emekçi kitleler o gün geldiğinde her yerde iş bırakarak gösteriler düzenleyip eğlenceler yapacaktı. Bu düşünceden hareketle Avustralya işçi sınıfı, 1856’da 8 saatlik işgünü talebini de içeren bir dizi istemle greve gitti. Avustralyalı işçiler mücadele günü olarak 21 Nisanı seçmişlerdi. Yıllar sonra, işçi bayramı istemine Amerikalı işçiler sahip çıktılar. 18 Mayıs 1882’de New York Merkezi İşçi Sendikası Eylülün ilk pazartesini Emek Günü olarak kabul etti. Gerçekten de o gün geldiğinde binlerce işçi sokaklara
3
marksist tutum
çıkmış, kendi istemlerini haykırmış ve eğlenceler düzenlemişlerdi. 1884’de toplanan FOTLU kongresi de Emek Gününü kutlama kararı alıyordu. Fakat kongre çok daha önemli bir karar alıyor ve esasında burjuvaziye ültimatom veriyordu. 1 Mayıs 1886’da genel greve gidilecek ve işçiler o günden sonra 8 saatten fazla çalışmayacaklardı. Temel slogan şuydu: sekiz saat çalışma, sekiz saat dinlenme, sekiz saat canımız ne isterse! 1886’ya gelindiğinde Amerika’da mücadele bir kez daha şiddetlenmiş ve grevler ülkeyi baştan aşağıya sarmaya başlamıştı. 1 Mayıs öncesinde tam 190 bin işçi grevdeydi. Militan mücadelenin başını, Amerikan işçi sınıfının kalbi konumundaki Chicago çekiyordu. 1886’da bir yazar Chicago’yu şöyle betimliyordu: kesif bir duman bulutu, yolların, demiryollarının, kanalların kesişmesi, hızla gidip gelen insanlarla dolu sokaklar, Kudretli Dolar’a adanmış bir abide. İşte işçi sınıfı bu dolar abidesini sarsmaya başlıyordu. Burjuvazi büyük bir kaygı ve korku içindeydi. Bir Amerikan Komünü’nün yolda olduğunu, korkunç ve sınır tanımayan komünizmin Amerika’nın üzerinde kol gezdiğini çığırıyordu burjuvazi. Ekim Devrimi 20. yüzyılda burjuvazi için neyi çağrıştırıyorsa, 19. yüzyılın son çeyreğinde Paris Komünü de burjuvaziye aynı şeyi çağrıştırıyordu: işçi devrimi! Burjuvazi meseleyi gerçekten de kavramış gözüküyordu. Eğer işçi hareketi tez zamanda ezilmezse Amerikan kapitalizmi işçilerin ayakları altında son bulacaktı. Bu nedenle tüm hazırlıklar işçi hareketini bastırmak üzere yapıldı. Askerler ve polisler silahlandırılmış ve gereken plan devreye sokulmuştu. 1 Mayıs sabahı birçok yerde ve özellikle sanayi kentlerinde işçiler iş bırakarak sokaklara çıktılar. Tüm tehditlere ve baskılara rağmen Chicago’da 80 bin, Amerika genelinde ise 350 bin işçi greve çıkmıştı. Burjuva gazeteleri o günü şöyle tasvir ediyorlardı: fabrika bacaları tütmüyor, öylece terk edilmişle edilmişler, her şey Pazar sabahları bahlarını andırıyor. Ve şöydevam ediyorlardı: le d emek bir tür evrensel em bböcek tarafından sokuldu, çılgınca dans ediyor! Chicago’da bir devrimci ayaklanma bekleyen burjuvazi, polisi, Pinkertonlar denen p paramiliter grupları ve askerleri harekete geçirmiş, keskin nig ge şancılar yüksek binaların çatılarına yer yerleştirilmiş ve neredeyse deys tüm kent sarılmıştı. La L kin yığınlar bunlara aldırmadan, ellerinde Albert R. Parsons
4
Nisan 2007 • sayı: 25
pankartları ve kırmızı bayraklarıyla meydanlara ilerliyor, işçilerin ellerindeki kırmızı bayraklar mavi gök altında uçsuz bucaksız bir gelincik tarlası gibi dalgalanıyordu. İşçiemekçi kitleler akşam saatlerine kadar meydanlarda kaldılar; konuşmalar yapıldı ve eğlenceler düzenlendi. Hemen hiçbir olay olmamıştı; ama burjuvazi pusudaydı. 3 Mayıs günü McCormick Harvester fabrikasının grevdeki 1400 işçisi grev kırıcıların üzerine yürüdü ve daha grevciler bozgunculara ulaşamadan polis ve Pinkertonlar işçilere saldırdı. Polis işçileri kamçılıyor ve doğrudan üzerlerine ateş açıyordu. Polis kurşunlarına hedef olan altı işçi öldü ve onlarcası da yaralandı. Sanki ölenler işçiler değilmiş, sanki polis işçilere saldırmamış gibi, burjuva gazeteleri büyük bir yaygara kopardılar ve işçi önderlerini doğrudan hedef gösterdiler. Herald Tribune, kendi uydurduğu yalanları kışkırtıcı bir dille, işçi önderi August Spies’ın ağzındanmış gibi haber yapıyordu: silahlanın ve grev kırıcıları fabrikadan çıkartın! Chicago işçi önderleri, katliamı protesto etmek ve 8 saatlik işgünü mücadelesini ivmelendirmek için 4 Mayısta, Haymarket meydanında bir miting yapma kararı aldılar. Konuşmacılar Albert Parsons, August Spies ve Samuel Fielden’dı. Konuşmalar yapılmış ve miting dağılmıştı ki, polis işçilerin etrafını sarmaya başladı ve o anda meydana bomba atıldı. Polis korkunç bir saldırı başlattı; “copçu” lakabıyla ünlü emniyet müdürü John Bonfield saldırıları bizzat yönetiyor ve polis işçilerin üzerine kurşun yağdırıyordu. Rasgele açılan ateş sonucu, kurşunların hedefi olan 6 polis ve 10 işçi öldü ve yüzlerce işçi de yaralandı. Belirli bir planın parçası olarak kentte isyan alarmı verildi; o ana kadar ortalıkta gözükmeyen askerler sirenler çalıyor ve zırhlı araçlar kentin içlerine doğru ilerliyordu. Tüm kent birdenbire asker ve polis tarafından adeta işgal edilmişti. Böylece burjuvazi Chicago’yu komünizmin elinden kurtarıyordu! Burjuva gazeteler şu tür yalan haberlerle yangını körüklüyordu: Belediye Sarayı dinamitlendi! Chicago’nun yarısı alevler içinde! Washington’daki hükümeti yıkma planları ele geçirildi! Kızıllar ülkeyi yakıp yıkıyorlar! Bu çığırtkanlığı başka korkunç yalanlar da izledi. Polis ardı ardına cephanelikler ele geçirdiğini açıklıyor ve sözümona kızıl komploları bertaraf ediyordu. Chicago’da karşı-devrim başkaldırmıştı. Sendikalar, partiler, sosyal kulüpler basıldı, sosyalist gazeteler kapatıldı ve makineler tahrip edildi. İşçi kitleleri üzerinde çok yönlü bir terör estiriliyor ve onlarca öncü devrimci işçi tutuklanıyordu. Tutuklananlar arasında Albert Parsons ve August Spies da vardı. Burjuvazi işçi hareketini ezmek ve yükselmekte olan devrimci dalgayı kesintiye uğratmak için işçi önderlerini katletmeye karar vermişti. Daha 1 Mayıs günü önde gelen bir burjuva gazetesi The Mail, Parsons ve Spies hakkında şunları yazıyordu: “Bugün gözleriniz onların üzerinde olsun. Gözden kaçırmayın onları. Eğer herhangi bir olay çıkarsa onları kişisel olarak sorumlu tutun. Eğer bir olay çıkarsa, onları bir örnek haline getirin.” Bu gazetede yazı-
Nisan 2007 • sayı: 25
lanlar tastamam hayata geçirildi. Yargılama sonucunda yedi işçi önderi, Albert Parsons, August Spies, Louis Lingg, Michael Schwab, George Engel, Samuel Fielden, Adolph Fischer Haymarket’e bomba attıkları suçlamasıyla idama mahkûm edildiler. Oscar Neebe’ye ise 15 yıl ağır hapis cezası verildi. Sonraki aylarda Michael Schwab ve Samuel Fielden’ın cezası müebbete çevrildi ve diğer işçi önderleri 11 Kasım 1887’de idam edildiler. Yargılama uydurma ve düzmeceden başka bir şey değildi. İleri sürülen delillerin hiçbir tutarlılığı yoktu ve tümü de hemen çürütülmüştü. Mahkeme heyeti büyük patronların yakın dostlarıydı ve taraf olduklarını açıkça ortaya koymuşlardı. Jüri üyelerinin çoğu burjuva sınıfının üyesiydi ve sosyalizmden nefret ettiklerini açıkladıkları için jüriye kabul edilmişlerdi. İdam kararını veren yargıç Gary, 1893’te bir dergiye yazdığı yazıda davayı şöyle değerlendiriyordu: “Verilen idam kararı sanıkların olaya bizzat katılmaları sebebine dayanılarak verilmemiştir.” Burjuvazi yükselen sınıf hareketini durdurmak için açıktan iç savaş başlatmaktan geri durmamıştı. Sınıf savaşımı yükselip de kapitalist düzen tehlikeye girince sözümona hukukun üstünlüğü ilkesi ve o “yüce” burjuva demokrasisi fırlatılıp atılmıştı. August Spies mahkeme salonunda şöyle haykırıyordu: “Eğer bizi asarak tahakküm altındaki milyonların, sefalet içinde çalışan ve kurtuluşu bekleyen milyonların bu hareketini, işçi hareketini ezebileceğinizi umuyorsanız, eğer düşünceniz buysa, o zaman asın bizi! Burada bir kıvılcımı ezeceksiniz, ama şurada burada veya orada, arkanızda ve önünüzde, her yerde alevler yükselecek. Bu gizli bir ateştir. Bunu asla söndüremezsiniz”. Gerçekten de burjuvazi bu gizli ateşi söndüremedi. Amerikan işçi sınıfının çaktığı kıvılcım, o gizli ateşi açığa çıkardı ve dünyanın her köşesinde büyük bir yangına dönüştürdü. 1889’da II. Enternasyonal 1 Mayıs’ı işçi sınıfının birlik mücadele ve dayanışma günü, uluslararası gösteri günü olarak kabul etti. 1890’da başta Amerikan kentleri olmak üzere Londra, Paris, Madrid, Barselona, Valencia, Seville, Lizbon, Kopenhag, Brüksel, Budapeşte, Berlin, Prag, Turin, Cenevre, Lugarno, Varşova, Viyana, Marseille, Reims, Amsterdam, Stockholm, Helsinki gibi büyük şehirlerde ve Küba, Peru ve Şili’de işçiler meydanlara çıktılar. Engels 1 Mayıs 1890’da şunları yazıyordu: “Bugün ben bu satırları yazarken, Avrupa ve Amerika proletaryası ilk kez tek bir ordu halinde, tek bir bayrak altında ve tek bir acil hedef uğrunda, yani… sekiz saatlik işgününün yasal olarak tanınması uğrunda seferber olmuş, savaş güçlerini denetliyor. Günümüzün soluk kesici görünümü, bütün ülkelerin işçilerinin bugün gerçekten birleşmiş olduklarını bütün ülkelerin kapitalistlerine ve toprak sahiplerine gösterecektir. Keşke Marx şimdi yanımda olsaydı da, bunu kendi gözleriyle görebilseydi!” 1 Mayıs işçi sınıfının sınıfsız bir toplum kurma mücadelesinin bir nişanesidir. 1 Mayıs günü dünyanın dört bir
marksist tutum
köşesinde işçi kitleleri iş bırakıp meydanlara çıkarlar. Bir anlamıyla 1 Mayıs, sosyalizm ile kapitalizmin karşı karşıya gelmesi, sınıfların birbirlerine güçlerini göstermesidir. Yani 1 Mayıs işçi sınıfının gücünü ölçen bir barometredir. Bu bakımdan ve diğer bakımlardan 1 Mayıs günü işçi kitlelerinin iş bırakıp meydanlara akması muazzam bir önem taşıyor. Bu 1 Mayıs’ta da işçi kitleleri birlik, mücadele ve dayanışma için tüm dünyada meydanları dolduracaklar. Bir kez daha işçi kitleleri 1886’da yakılan ateşi büyütmeye çalışacaklar. Ta ki kapitalizmi tamamen yakana dek!
5
Kürt Sorunu Oktay Baran
T
ürk burjuvazisinin iki kanadı arasındaki güç ve iktidar kavgası şiddetli bir şekilde devam ediyor. Devleti kendi mülkü olarak gören geleneksel statükocu kanat ile TÜSİAD’ın başını çektiği kanat arasındaki hegemonya mücadelesinin daha da kızışması boşuna değil. Nitekim yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimleri ve onunla bağlantılı olarak genel seçimler, nihai bir belirleyicilik taşımasa bile bu iki kanat arasındaki mücadelede önemli bir muharebe alanını oluşturuyor. Yürüyen tartışmaların da açığa çıkardığı gibi, biri devletin zirvesini, diğeri ise hükümeti belirleyecek olan bu iki seçimden dananın kuyruğunu kopartacak olanı cumhurbaşkanlığı seçimleri. Statükocu asker-sivil bürokrasinin ve onun siyasi-ideolojik temsilcilerinin yürüyen tartışmalar içerisinde ileri sürdükleri argümanların çeşitliliğine rağmen hemen hepsinde ortaya çıkan ana tema şu: hükümeti kaptırdık ama devleti kaptırmayacağız. Burjuva iktidar bloğu içindeki bu çatışma, yalnızca burjuva iktidar aygıtının hangi kurumunun kimin denetiminde olacağı sorununda değil, Türkiye’nin iç ve dış politik sorunlarının çoğunda da kendisini açığa vuruyor. AB sorunundan Kıbrıs sorununa, son zamanlarda yeniden canlanan Ermeni sorunundan artık kangren haline gelmiş Kürt sorununa kadar birçok ciddi sorunda bu kapışmanın tarafları kimi zaman nüanslarla kimi zaman da daha köklü yaklaşım farklılıklarıyla kendilerini belli ediyorlar. Bu sorunlar içerisinde en önemlisi, hiç kuşku yok ki, Kürt soru-
6
nudur. TC devletinin anayasal yapısıyla, onun resmi ideolojisi ve pratiğiyle doğrudan ilişkili olduğundan ve egemen sınıf tarafından devletin birliği ve bekası sorunu olarak algılandığından durum budur. Ne var ki Kürt sorunu denildiğinde hiç de yalnızca Türkiye’yle ilgili bir sorundan bahsedilmiyor demektir. I. Dünya Savaşının sonuyla birlikte Kürtlerin yaşadıkları toprakların dört ülke arasında (Türkiye, Irak, İran ve Suriye) bölüştürülmesiyle birlikte Kürt sorunu tek bir burjuva devletin değil, tüm bir bölgenin sorunu haline gelmiştir. Hele emperyalistler arası hegemonya mücadelesinin kızıştığı ve başta Ortadoğu olmak üzere tüm dünyanın yeniden paylaşımının gündemde olduğu günümüzde, Kürt sorunu bölgesel bir sorun olmanın da ötesine taşarak uluslararası bir sorun haline bürünmüştür. Gerek cumhurbaşkanlığı seçimleri gerekse de Kürt sorunu üzerinden yürüyen tartışmalar, rejimin ciddi bir kriz geçirdiğini göstermekle kalmıyor, geleneksel devlet yapılanmasının militarist, otoriter ve ırkçı doğasını da açığa vuruyor. Kürt hareketinin tüm adımlarına rağmen, statükocuların yürüttüğü ırkçı inkâr ve imha politikası özünden bir şey kaybetmeden devam ediyor. Türkiye’deki Kürt sorununun müzakere yoluyla çözümüne olanak yaratmak üzere PKK tarafından ilan edilen tüm ateşkes ve diyalog çağrıları hep tek taraflı kaldı. Büyükanıt’ın ABD ziyareti sırasında dile getirdiği “en büyük tehdit terörün siyasallaştırılmasıdır” şeklindeki sözleri, bu haksız savaşı hangi tarafın iste-
Nisan 2007 • sayı: 25
diğini kanıtlıyor. “TC devletinin bölünmez bütünlüğü” noktasında TC burjuvazisinin iki kanadı hemfikir olsa da, bunlar arasında Kürt sorununa bakış noktasında önemli nüanslar bulunduğu biliniyor. Ne var ki, liberal geçinen burjuva kesimin geliştirdiği çeşitli açılımlar, onun siyasal korkaklığı ve tutarsızlığı nedeniyle her seferinde geleneksel politikanın duvarına toslayıp geri çekiliyor. Onun makyaj kabilinden reform girişimleri ve sözde açılımları bugüne dek her seferinde statükocuların provokasyonlarıyla, savaş çığırtkanlığıyla ve milliyetçi hezeyanlarıyla yanıtlandı ve geri püskürtüldü. Özellikle son dönemde, aristokratik bürokrasinin milliyetçiliği her türlü araçla ve apaçık ırkçılık temelinde körüklemesine şahit oluyoruz. Kürtlere karşı yürütülen haksız savaşın çok daha sıcak olduğu ve PKK’nin “bağımsız ve birleşik Kürdistan” programıyla mücadele ettiği 90’lı yılların başlarında bile böylesine açık bir ırkçılıktan ve Kürt ve Türk halklarını doğrudan doğruya karşı karşıya getirme girişimlerinin yaygınlığından bahsedilemezdi. Bugün PKKnin ilan ettiği tek taraflı ateşkese ve diyalog çağrılarına rağmen devletin yürüttüğü bu haksız savaşta her iki taraftan da yoksul emekçi çocukları yaşamlarını kaybetmeye devam ediyorlar. 90’lı yıllarla karşılaştırıldığında yaşamını yitiren insanların sayısı çok daha azalmış olmasına rağmen, ölen askerlerin cenaze törenleri o günkülerle kıyaslanmayacak ölçüde bir milliyetçi-ırkçı gösteriye dönüştürülüyor. Peki neden? Bu sorunun birbiriyle bağlantılı iki yanıtı var. Statükocular AKP’nin rejimi tehdit ettiği propagandasını yapadursunlar, aslında geleneksel devlet yapılanması artık derinden sallanmaktadır. Egemen burjuva sınıfın kendi içinde bu denli derin bir çatışma yaşaması bunun göstergesidir. Bizzat bu düzenin has adamları birbiri peşi sıra sahne alarak, TC’nin Kürt politikasının iflas ettiğini ve yeni bir politikanın şart olduğunu söylemeye başladılar. Birincisi, aristokratik bürokrasi, Öcalan’ın yakalanmasıyla birlikte “teröre karşı zafer kazanıldığı”nı ama ardından gelen dönemde hükümetin Kürtleri cesaretlendirerek “terörü azdırdığı” yalanını yayıyor. Böylelikle başta hükümet olmak üzere AB’ci liberal burjuvaziyi yıpratmak, geri çekilmesini sağlamak ve geleneksel militarist politikanın devamını garantileyerek kendi üstünlüğünü korumak istiyor. PKK zorla sıcak savaşın içine çekilmeye çalışılıyor, o geri çekildikçe üzerine gidiliyor. Sorun Türkiye içinde bir sorun değilmiş de, Irak’taki PKK kamplarından kaynaklı bir sorunmuş gibi algılatılmaya ve bu nedenle sınır ötesi operasyon yapılmasının kaçınılmaz olduğu görüşü işlenmeye çalışılıyor. Koca kolordular, tanklar, zırhlı birlikler Irak sınırına kaydırılıyor, operasyon ha yapıldı ha yapılacak şeklinde bir hava yaratılıyor. Ardından da hükümetin böyle bir operasyonu istemediği ve engellediği görüntüsü yaratılarak, sözde “artan terörün” faturası yine hükümete kesil-
marksist tutum
meye çalışılıyor. Bu çizgi son dönemde hükümeti, burjuva liberal aydınları ve hatta açıkça TÜSİAD’ı PKK işbirlikçisi, bölücü ve vatan haini ilan etmeye kadar vardırıldı. Açık ki, yeniden tırmandırılan milliyetçilik ve savaş kışkırtıcılığı, esasında burjuva iktidar bloğu içindeki kızışmış çatışmanın bir yansımasıdır. İkincisi, Kürt sorunu artık uluslararası bir sorun haline gelmiş ve özellikle Irak’taki Kürtler belli politik mevziler kazanmıştır. Bu atmosferde Güney Kürdistan giderek diğer coğrafyalardaki Kürtler için de bir çekim merkezi haline gelmekte ve Kürdistan’ın farklı parçalarındaki Kürtler giderek birbirlerine yaklaşmaktadır. Artık eskisi gibi TCnin Kürtleri birbirine kırdırma politikasını yürütmesi mümkün değildir. TC devletinin geleneksel Kürt politikası artık yalnızca kendi sınırları içinde değil, sınırları dışında da iflas etmiştir. Irak’ta anayasal bir statüye kavuşan Kürdistan’ın gelecekte bağımsız bir devlete dönüşmesi ihtimali, statükocuları zıvanadan çıkarıyor. Böylesi bir gelişmenin TC devletinin geleneksel yapısı ve hiç kuşkusuz bu yapı içerisinde kendi konumları açısından çok büyük bir risk oluşturduğunun farkındalar. Bunun önüne geçebilmek için yalnızca PKK’ye karşı değil, tüm Kürt oluşumlarına ve genel olarak Kürtlere karşı ırkçı-faşist bir söylemi körükledikçe körüklüyorlar. Tam da bu nedenle generallerimizin kendilerini anti-emperyalist pozlara bürüdüklerini, emekli subaylar aracılığıyla kontr-gerilla örgütlerini artık aleni biçimde kurmaya başladıklarını ve yine bu tür oluşumlarla anti-Amerikancı söylemi körüklediklerini görüyoruz. Tüm bunlar, körükledikleri milliyetçiliğin gerçek doğasının anti-emperyalizm ile hiçbir ilişkisinin bulunmadığını, gerçekte Kürt düşmanlığına dayandığını ve başka türlü de olamayacağını gösteriyor. Onlar, ABD’nin TC’yi gözden çıkaramayacağı düşüncesiyle, ellerindeki kozları güçlendirmenin, körükledikleri milliyetçi hareketle ABDye blöf ve baskı yaparak onun Irak’taki Kürtlere verdiği desteği sınırlandırmanın hesabını yapıyorlar.
Kerkük ve Türkmenler bahane 2007 yılının Aralık ayında yapılması beklenen Kerkük referandumu bu açıdan büyük önem taşıyor. Irak’ta bugün geçerli olan anayasaya göre uluslararası burjuva hukuk çerçevesinde meşruluk kazanmış olan bir “Kürdistan Bölge Yönetimi” mevcut. Bu yönetim, Dohuk, Erbil ve Süleymaniye vilayetlerinin birleşmesiyle oluşmuş durumda. Kerkük’ün de bu federatif yapıya katılıp katılmayacağı, yani onun da Kürdistan’ın bir parçası olup olmayacağı bu referandum ile belirlenecek. Kerkük’ün Kürdistan’a katılması, TC devleti tarafından engellenmeye çalışılıyor. TC’ye bakılırsa Kerkük bir Kürt şehri değil, Türk şehridir! Bu şehirde bulunan Türkmen azınlığın haklarının çiğnendiği, eğer Kerkük Kürdistan’a katılırsa Türkmenleri büyük bir felâketin beklediği yalanının arkasına sığınarak gerçekliğin üstünü örtmeye çalışıyorlar.
7
marksist tutum
Gerçek şu ki, birçok etnik azınlığı barındıran Kerkük, Saddam Hüseyin zamanında Araplaştırılması için 300 bine yakın Kürt’ün sürgüne gönderildiği, buna rağmen Kürt nüfusun ağır bastığı bir şehirdir. Daha da önemlisi Kürtlerden sonra kentin en büyük ikinci grubu olan Türkmenler, TC’nin tüm iddialarının aksine, onun bölgedeki kontr-gerilla örgütlerine destek vermiyorlar. TC’nin dış bürosu gibi çalışan “Türkmen Cephesi”, Irak’taki seçimlerin de kanıtladığı gibi, Türkmenlerin son derece küçük bir bölümünün desteğini alabiliyor ancak. Geriye kalan büyük çoğunluk Kürtlerle bir anlaşmazlık yaşamadığı gibi, TC’nin Kerkük meselesine müdahil olma çabalarına da karşı çıkıyor. Kürdistan bölge parlamentosunda kendi kimlikleriyle temsil edilen Türkmen milletvekilleri de TC’nin politikasına destek vermiyorlar. TC’nin Kerkük’e olan ilgisinin, orada yaşayan Türkmen azınlığın haklarını koruma kaygısıyla hiçbir ilişkisi yoktur. Bu ilginin kaynağında Kerkük’ün sahip olduğu zengin petrol yataklarının Kürtlerin eline geçmesi kaygısı yatmaktadır. TC, bu petrol yatakları üzerinde Kürtlerin denetim kurması durumunda, Kürdistan’ın ekonomik olarak güçlü bir temele kavuşmasından ve bu temelde bağımsızlık yolunda adım atmasından korkuyor. Bir başka deyişle, mesele Kerkük meselesi de değil, Kürdistan’ın bağımsızlığı meselesidir. Nitekim geçenlerde PKK’yle mücadele koordinatörü Edip Başer’in bir televizyon programında dile getirdiği, “Türkiye’nin önceliği PKK ya da Kerkük değil, bağımsız bir Kürdistan kurulmasını engellemektir. Diğerleri bu stratejik hedefin sadece bir parçasıdır” şeklindeki sözler de bunu gösteriyor.
8
Nisan 2007 • sayı: 25
Burjuva demokrasisi çürümüştür Iraklı Kürtlerin bağımsızlığı sorununu tartışan burjuva ideologların çoğunluğu böylesi bir gelişmenin kesinlikle engellenmesi gerektiği hususunda hemfikirler. İçlerinde diğer olasılığı da düşünen şimdilik küçük bir azınlık ise, bu durumdan TC’nin çıkarına nasıl yararlanılabileceğinin hesabını yapıyor. Ama ne tuhaftır ki, pek demokrat burjuva ideologlarının içinden biri çıkıp da, ezilen bir ulusun bağımsız devlet kurma hakkını siz nasıl reddedebilirsiniz, hatta böylesi bir girişimi askeri yollardan ezmeyi nasıl düşünebilirsiniz diye bir soru yöneltmiyor. Oysa, bu pek demokrat geçinen burjuva ideologların baş tacı ettiği uluslararası hukuka ve onun en somutlaşmış hali olarak Birleşmiş Milletler’e göre, her halkın kendi kaderini tayin hakkı vardır! Nitekim, “Kişisel ve Siyasal Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme” adıyla 1966 yılında BM tarafından kabul edilen anlaşmanın 1. maddesine göre: “Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.” Durum buyken, TC’nin tutumu, yaklaşık 40 yıl sonra bile olsa onun da altına imza attığı uluslararası bir sözleşmeyi açıkça çiğnemesi anlamına, temel burjuva demokratik haklardan biri olan ulusların kendi kaderini tayin hakkını reddetmesi anlamına gelmiyor mu? Kuşkusuz geliyor ama demokratik haklar kimin umurunda! Gerçek şu ki, demokratik hakları saptayan bu tip sözleşmeler başta büyük emperyalist güçler olmak üzere burjuvazinin çıkarına uyduğu sürece kullanılır, uymadığı sü-
Nisan 2007 • sayı: 25
rece göz ardı edilir. 1966 yılında kabul edilmesine rağmen ancak 1976’da, yani ABD’nin Vietnam Savaşında yenik düştüğünü kabul etmesinin ardından bu sözleşmenin yürürlüğe sokulması kuşkusuz bir tesadüf değildir. Bu sözleşme, Afrika ve Asya’da yürüyen ulusal kurtuluş mücadeleleri üzerindeki Sovyet etkisini zayıflatmak ve bu hareketlere burjuva hukuku çerçevesinde bir meşruluk kazandırabilmek üzere hazırlanmıştı. Tıpkı I. Dünya Savaşı sırasında, sömürge sahibi emperyalist rakiplerini zayıflatmak üzere ABD’nin Wilson Prensipleri adı altında ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını ileri sürmesi gibi. İşin aslı, emperyalist güçlerin işine gelmeyen ulusal hareketler her zaman terörist olarak görülmüş, emperyalist sistemle uzlaşma içerisine giren ulusal hareketler açısından ise bu self-determinasyon maddesi, genellikle kültürel haklar çerçevesinde değerlendirilmiştir. Kaldı ki bağımsızlık hakkını bir şekilde tanısalar bile emperyalistler hiçbir zaman, halkların barış ve özgürlük içinde yaşayabileceği bir ortam yaratamazlar.
Rejimin çıkışsızlığı Statükocular AKP’nin rejimi tehdit ettiği propagandasını yapadursunlar, aslında geleneksel devlet yapılanması artık derinden sallanmaktadır. Egemen burjuva sınıfın kendi içinde bu denli derin bir çatışma yaşaması bunun göstergesidir. Bizzat bu düzenin has adamları birbiri peşi sıra sahne alarak, TC’nin Kürt politikasının iflas ettiğini ve yeni bir politikanın şart olduğunu söylemeye başladılar. Şimdilik sınırlı sayıda bile olsalar, bu şahısların bugün ya da geçmişte temsil ettikleri pozisyonlar o denli önemlidir ki, onların açıklamalarını dikkate almamak ya da birer sayıklamadan ibaret saymak büyük bir yanlış olurdu. Öyle görünüyor ki, önderliğini aristokratik bürokrasinin yaptığı statükocu burjuvazi cephesi içinde de çatlaklar oluşmaya başlıyor. Ancak daha baştan belirtmekte fayda var: bu arayışlar, Kürt halkının özgürlüğünü ve eşitliğini hedefleyen değil, TC’nin şu ya da bu şekilde daha da güçlendirilmesini, Ortadoğu’da alt-emperyalist bir güç olarak öne çıkmasını hedefleyen emperyalist çözüm arayışlarıdır. Bu tür çözümlerin ezilen uluslara özgürlüğü, eşitliği ve barışı getirdiği görülmemiştir. Bizzat Ortadoğu’nun kendisi bu gerçeğin canlı bir kanıtıdır. Sıralayalım. Önce, Susurluk rezaleti açığa çıktığında “bin operasyon yaptık” diye övünen ve hakkında soruşturma bile açılmayan Mehmet Ağar sahne aldı. Geçen Ekim ayında yaptığı açıklamalarla, bölünme korkusundan kurtulmak gerektiğini, ateşkes sürecinin yürümesinden yana olduğunu, af konusunun ihtimal dışı görülmemesi gerektiğini belirterek, “PKK’lı dağda silah tutacağına düz ovada siyaset yapsın” dedi. Bir süre sonra da, Kafkasya’dan Irak’a kadar uzanan bir coğrafyada uzun vadede siyasal birlik hedefli bir ekonomik birlik modeli olarak “Benelüks modelini” gündeme getirdi. Ardından MİT müsteşarı Emre Taner, dünya durumunun değiştiğinden, gerçekleri görmek
marksist tutum
ve kabullenmek zorunluluğundan dem vurarak, “statükocu yaklaşım”dan dert yandı. MİT’e göre, artık çok daha stratejik yeni politikalara ihtiyaç vardı, Kürt politikası iflas etmişti, “sadece savunmadan ibaret bir politika kabul edilemez”di ve aktif bir siyaset gerekiyordu. TC’nin Kürt politikasının yanlış olduğunu ve değişmesi gerektiğini açıklayan MİT’in emekli müsteşar yardımcısı Cevat Öneş de, Ocak ayında Ankara’da toplanan “Türkiye Barışını Arıyor” Konferansına katılarak epey bir şaşkınlık yarattı. Düzenin emekli baş solistlerinden Kenan Evren ise en son sahne alarak en açık konuşan isim oldu. 12 Eylül faşizminin bir numaralı ismi, devrimci işçi hareketinin cellâdı, Kürt halkının azılı düşmanı ve inkârcısı, bugünkü genelkurmay komutanlarının hepsinin geçmişteki komutanı Kenan Evren şunları söyledi: “DTP Meclis’e girsin. Biz istediğimiz kadar hayır diyelim, orada bir Kürt devleti var. Türkiye ileride eyalet sistemine geçebilir. Kürtlere kardeş muamelesi yapmalıyız. Kerkük’te haklarımız var ama gidip de işgal etmemize karşıyım.” Son olarak, sınırötesi operasyonlarda komuta görevi almış ve görev bölgelerinde yüzlerce Kürt devrimcisinin faili meçhullerle katledilmesinin sorumluluğunu taşıyan emekli korgeneral Korkmaz Tağma da, devletin Kürt politikasında birçok yanlış yaptığını dile getirerek benzer açıklamalarda bulundu: “En azından gerçekler neyse öyle davranılmalıydı. Herkesi Türk yapmaya kalkışmak doğru değildi! Şimdi herkes kabul etti Kürt varlığını. Hatta abarttılar. Nevruzu önce reddettik, sonra kabul ettik. Yetmedi, hızımızı alamayıp Türk bayramı bile yaptık. Elimize çekiç alıp ta Ergenekon’dan çıkışa kadar götürdük.” Öyle görünüyor ki, önderliğini aristokratik bürokrasinin yaptığı statükocu burjuvazi cephesi içinde de çatlaklar oluşmaya başlıyor. Ancak daha baştan belirtmekte fayda var: bu arayışlar, Kürt halkının özgürlüğünü ve eşitliğini hedefleyen değil, TC’nin şu ya da bu şekilde daha da güçlendirilmesini, Ortadoğu’da alt-emperyalist bir güç olarak öne çıkmasını hedefleyen emperyalist çözüm arayışlarıdır. MİT’ten, kontr-gerilla şeflerinden, darbe liderlerinden ve TSK generallerinden gelen bu açıklamalar ne anlama geliyor? Belli ki, egemen sınıf saflarında yeni arayışların söz konusu olduğuna. Burjuva devletin politikalarında köklü birtakım değişimleri dile getirenlerin ya da icra edenlerin, burjuva düzenin en gerici temsilcileri olması hiç de yadırganacak bir durum değildir. Nitekim değişim zorunluluğu ne denli yakıcıysa, bu ihtiyacın belli ağızlardan dile getirilmesi de o denli sarsıcı, etkili ve sonuç getirici olacaktır. Türkiye’deki burjuva düzene sadakatleri kanıtlanmış bu isimlerin aynı zamanda ABD’ye de pek sadık oldukları gerçeğini de unutmayalım. Öyle görülüyor ki, burjuva iktidar bloğu içindeki çatışma Türkiye’deki burjuva düzeni haddinden fazla yıpratmakta ve ABD emperyalizminin politikalarıyla da uyuş-
9
marksist tutum
mamaktadır. Kürtleri Ortadoğu’da yeni müttefiki olarak kullanmak isteyen ABD, Kürtler ile TC arasındaki sorunun bir şekilde çözümünden yanadır. Hiç kuşku yok ki, ABD’nin elinde birbirinin alternatifi olan birçok plan mevcuttur. Ama Amerika’nın esas arzusu, kendi içinde Kürt sorununu kangren olmaktan çıkarmış ve burjuva düzen içerisinde makul bir çerçeveye oturtmuş bir Türkiye’dir. Türkiye Güney Kürdistan’la petrol karşılığında ona hamilik yapma temelinde bir işbirliği geliştirebilirse, böylece oluşturulacak bir Kürt-Türk ittifakı hiç kuşkusuz ABD’nin bölgeye dönük projeleri için son derece önemli olacaktır. Mehmet Ağar’ın “ben Diyarbakır’ı vermeye değil, Musul’u almaya çalışıyorum” demesi de, ABD’nin has adamlarından İlnur Çevik’in “Türkiye’ye göbekten bağlı bir Kürt devleti Türkiye’nin yararına olacaktır, buna göre politikaların hazırlanması gerekir” demesi de aynı anlama geliyor ve ABD’nin yukarıda dile getirdiğimiz arzularını dışa vuruyor. Ama belki de en çarpıcı kanıtlardan birini Can Dündar, Milliyet gazetesindeki 6 Mart tarihli yazısında aktardığı anekdotla veriyor. Yurtdışındaki bir Türk büyükelçisinin verdiği yemekte, Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti tartışılıyor ve en şaşırtıcı yorum ve öneri bizzat Türk büyükelçisinin kendisinden geliyor: Petrol karşılığında denize ulaşım olanağı yaratmak üzere, Irak’ta kurulacak bir Kürt devleti ile TC arasında bir Kürt-Türk federasyonu! Tekrar edelim; bu proje Türkiye’nin Ortadoğu’da altemperyalist bir güç olarak öne çıkmasını hedefleyen bir emperyalist çözüm arayışıdır. Cengiz Çandar bunu apaçık dile getiriyor: “Türkiye, Kuzey Irak’tan Kürdistan’a yol alamazsa, Ortadoğu’da da yol alamaz; kendi iç dengelerini oluşturmakta da zorlanır.” (Referans, 20 Mart 2007) Güney
10
Nisan 2007 • sayı: 25
Kürtleriyle birleşilirse TC’nin “tarihinin kendisine tanıdığı en büyük imkânlardan biriyle yüz yüze olduğu”na vurgu yapılıyor. Büyük sermaye, kendi denetiminde ve güdümünde olduğu sürece Irak’ta bağımsız ya da federatif bir Kürdistan’ın kendi çıkarına olduğunun bilincindedir. Ve günü geldiğinde eğer bu tip emperyalist çözümler egemen sınıfın bütünü tarafından benimsenirse, sağcısıyla solcusuyla tüm burjuva ideologlar bu çözümü hem işçi-emekçi yığınlara hem de Kürt halkına en demokratik çözüm olarak pazarlamak üzere seferber olurlar. Ama Türkiye büyük sermayesinin arzuladığı bu emperyalist planlar, Kürt halkının bağımsızlık ve birlik sorununu çözmüş olur mu? Elbette ki hayır! Unutulmamalı ki, merkezine, dört parçaya bölünmüş Kürt halkının bağımsızlık ve birleşme hakkını tanımayı koymayan planların hiçbiri kalıcı ve gerçek bir çözüm getirmeyecektir. Hele Ortadoğu gibi, emperyalist güçlerin at koşturduğu, halkları birbirine düşürmekten asla vazgeçmediği ve paylaşım kavgasının bir numaralı alanı durumundaki coğrafyada, bu hak tanınmaksızın bugün çözüldü gözüyle bakılan bir sorunun yarın daha da büyük bir sorun olarak karşımıza çıkması kaçınılmazdır. Devrimci işçi sınıfı, ezilen ulusların ayrılma ve bağımsız bir devlet kurma hakkını koşulsuz bir şekilde tanır. Ezilen bir ulusun bu hakkı hangi yönde kullanacağı; eşitlik ve özgürlük temelinde gönüllü bir federatif birliği mi seçeceği, yoksa ayrılıp bağımsız bir devlet mi kuracağı ya da bir başka devletle mi birleşeceği sorunu bütünüyle kendi kararına bağlıdır. Lenin’in hep vurguladığı gibi, ayrılma hakkını tanımayan hiçbir öneri ulusal soruna gerçek bir çözüm oluşturamaz. Hiç kuşku yok ki, enternasyonalist komünistler halkların kardeşçe bir arada ve eşit bir temelde yaşamasından yanadırlar. Ancak unutulmamalıdır ki, eşitliğe giden yol halkların kendi kaderlerini özgürce tayin edebilmelerinden geçer. Tüm ırkçı inkârcı imha saldırılarına rağmen, Kuzey Kürtleri bugüne dek özgürlük ve eşitlik temelinde birlikten yana olduklarını siyasi sözcüleri aracılığıyla defalarca dile getirmişlerdir. Kürt halkı da bütün halklar gibi savaş istemiyor, ama kölece ve boyun eğerek yaşamak da istemiyor. Türkiye işçi sınıfı ve yoksul Kürt emekçileri başlarına çorap örmek için hazırda bekleyen emperyalist kapitalist güçlere karşı yan yana mücadele etmek zorundalar. Aksi takdirde, emperyalist paylaşım kavgasının alevleri içerisinde Kürt halkını ve Türkiyeli işçi-emekçileri hiç de güzel günler beklemiyor!
Sendikal Hareketin Krizi Levent Toprak
DİSK
geçtiğimiz Şubat ayında 40. kuruluş yıldönümünü kutladı. Bu çerçevede yapılan etkinliklerin ortaya koyduğu manzara DİSKin ve sendikal hareketin bugün içinde bulunduğu durumu özetler nitelikteydi. Geçmişte yüzbinleri meydanlara, sokaklara dökmüş, patronları titretmiş olan DİSK, bugün 40. yaş gününü birkaç küçük salon toplantısıyla, renksiz, coşkusuz ve büyük oranda işçisiz olarak kutluyor. O kadar ki fabrikalardaki DİSK üyesi işçilerin bile olan bitenden haberi yok. Bu hazin tablo elbette şaşırtıcı değil. DİSK uzun süreden beri eriyen, feri sönen bir görünüm sergiliyor. Üye tabanının daralması, yeni işyerleri örgütlemede öldürücü bir isteksizlik, işçilere yabancılaşma, her düzeyde hareketsizlik, tıkanıklık, etkisizleşme… Tabii bu tablonun sadece DİSK’e özgü olmadığı da iyi biliniyor. Ancak DİSK hem geçmişi itibariyle mücadeleci bir sendikal geleneği temsil etmesi nedeniyle bu gerçekliği daha çarpıcı kılıyor hem de Türk-İş’in yanında küçük konfederasyon olması dolayısıyla sendikal hareketin tümünü kuşatan basınçtan daha fazla etkileniyor. Bu genel gerileme aynı zamanda son dönemde hem DİSK yönetiminden hem de Türk-İş yönetiminden konfederasyonların birleşmesi taleplerinin dile getirilmesinin nedenlerinden de birini oluşturuyor. Sendikal hareketin bir kriz içinde olduğu zaten uzun zamandır yazılıp çiziliyor, tartışılıyor. 90’larda kısmi bir dinamizm unsuru olarak öne çıkan KESK’in de hızlı bir gerileme sürecine girmesiyle bu tartışmalar daha da yoğunlaştı denilebilir. Bu meyanda çok sayıda tespit ve tahlil yapıldığı gibi, sayısız çözüm önerileri, formüller ileri sürülmüş, hatta birçok girişim başlatılmıştır. Ne var ki, artık cılkı çıkmış diyebileceğimiz bunca fikir, tartışma ve girişimlerin yaraya merhem olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Üstelik bu, söz konusu değerlendirmelerde kimi isabetli hususların yer almasına rağmen böyledir.
Yanlış değerlendirmeler Bu değerlendirmelerin genelinde kendini gösteren sorun, esas noktanın ıskalanmasıdır. Örneğin bir dizi görüş, sorunu kapitalist üretim teknikleri, işyeri organizasyonu ve emek süreçlerinde özellikle son çeyrek yüzyılda yaşanan değişimlerde görmektedir. “Stoksuz üretim”, “bilgi çağı”, “esnek çalışma”, “geçici işçilik”, “taşeronlaşma” ve bunun gibi daha birçok kulağa tanıdık gelen olgular,
11
Nisan 2007 • sayı: 25
marksist tutum
sendikaların yaşadığı krizin sebebi olarak gösterilmektedir. Başka bir dizi şikâyet ise yasal engeller ve baskılar üzerine temellendirilmektedir. Türkiye’de özellikle 12 Eylül faşizminin mirası olarak, sendikal alanda olağan burjuva demokratik standartlar açısından çok ciddi yasal baskıların olduğu ve bunun sendikal örgütlenme ve faaliyet alanına büyük engeller getirdiği elbette tartışmasızdır. Ancak sebep olarak gösterilen tüm bu zorluklar, tartıştığımız sorunun özü bakımından aslında sebep olmaktan ziyade sonuç niteliğindedirler. Sonuçları sebep yerine koymak daha baştan yanlış teşhisle yola çıkmak ve çözümü yanlış yerde aramak anlamına gelir. Sıraladığımız ve burada sıralayamadığımız nice zorluk, gerçekte sermayenin işçi sınıfına karşı dünya ölçeğinde kabaca 70’lerin sonlarından itibaren başlattığı ve ’90 dönemeciyle yeni bir ivme kazanan genel taarruzun sonuçları ya da görünümleridir. Bu taarruz sonucunda dünya ölçeğinde işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşında güç dengesi burjuvazi lehine önemli ölçüde değişmiş ve işçi sınıfı geçmiş mücadelelerinin ürünü olan birçok mevzisini kaybetmiştir. Sendikal alandaki mevzi kayıpları, bu çok daha kapsamlı gerilemenin sadece birer alt başlığını oluştururlar. Dolayısıyla sendikal alanın boyunu fazlasıyla aşan bir sorun söz konusudur her şeyden önce.
Sınıflar dengesi ve mücadele unsuru Sorunun özü ekonomik, teknolojik vs. değil düpedüz politiktir. Çünkü sınıf mücadelesi özünde politik bir nitelik taşır. Sınıflar savaşındaki genel güç dengeleri de gerçekte politik bağlamda belirlenirler. Nitekim sermayenin küresel taarruzunun hız kazandığı 80’lerin sonlarına kadar dünya ölçeğinde burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki güç dengesi Ekim Devriminin açtığı çığırla belirlenmişti. Tüm bu dönem boyunca gerçekleşen proleter devrimci yükselişler zaferle sonuçlanamadıysa da, ikinci dünya savaşının bitiminde işçi sınıfının eskiye nazaran belli kazanımlar elde ettiği yeni bir sınıflar dengesi oluştu. İşçi sınıfı, büyük bedeller ödediği bu çalkantılı devrim, karşı-devrim, savaşlar ve iç savaşlar döneminden, her şeye rağmen yeni mevziler kazanmış olarak çıktı. İşte, dünya genelinde bakılacak olursa 80’lerin sonuna kadar bir bakıma sefası sürülen sendikal mevziler de esasen bu fırtınalı sınıf savaşlarının bir ürünüydü. Burjuvazi yaşadığı ölümcül devrim korkusunun ürünü olarak, işçi sınıfının kazanımları olan ciddi tavizler vermek zorunda kaldı. Kendiliğinden anlaşılacağı gibi, sendikaların etkinlikleri ve başarıları da dünya ölçeğinde sınıflar savaşındaki genel güç dengesinin ifadesi olan bu siyasal atmosfere önemli ölçüde bağlı olmuştur. Diğer taraftan tüm bu mücadeleler işçi sınıfının siyasal örgütlerinin öncülüğü ve yönlendiriciliğinde verilmiş ve olumlu sonuçlar da olumsuz sonuçlar da esasen bu siyasal örgüt ve önderliklerin damgasını taşımıştır.
12
Politik faktöre yaptığımız bu vurguyu, bunda içerilen bir başka nokta üzerinden de tamamlamamız gerekmektedir. Bu nokta en genel içeriğiyle mücadele kavramıyla ifade edilebilir. Bunu son derece düz biçimde şöyle de ortaya koyabiliriz: ne kadar mücadele edilirse o kadar başarı ve kazanım elde edilir! Ama mücadele tam da sertleşip keskinleştiği ölçüde genelleşir, derinleşir, genişler, politik bir nitelik kazanır. Dahası mücadele ne denli yüksek bir politik bilincin yönlendiriciliğindeyse, ilerletilmesi, sürekliliğinin sağlanması ve hedeflere ulaşılması o denli mümkün olmaktadır. Elde edilmiş kazanımlar da ancak böylesi bir mücadeleci anlayışıyla korunup geliştirilebilir. Sorunun özü ekonomik, teknolojik vs. değil düpedüz politiktir. Çünkü sınıf mücadelesi özünde politik bir nitelik taşır. Sınıflar savaşındaki genel güç dengeleri de gerçekte politik bağlamda belirlenirler. Nitekim sermayenin küresel taarruzunun hız kazandığı 80’lerin sonlarına kadar dünya ölçeğinde burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki güç dengesi Ekim Devriminin açtığı çığırla belirlenmişti. İşte sermayenin son 25-30 yıldır süren taarruzunun başarıya ulaşabilmesinin nedeni, burada girmemize gerek olmayan nedenlerle, işçi sınıfının politik önderliklerinin sermayeye boyun eğerek mücadeleden kaçmaları olmuştur. Böylelikle burjuvazi sınıflar arası güç ilişkilerinde işçi sınıfını geriye savurmayı başarabilmiştir. Sendikal mevzilerin kaybedilmesinin açıklaması buradadır. İşçi sınıfının bu güç dengesindeki durumunun zamansal gelişimini, diyelim bir grafiğe geçirmek mümkün olsaydı, ortaya çıkacak eğrinin, sendikaların üye sayıları, güçleri ve etkinliklerini gösterecek genel bir eğriyi aşağı yukarı yansıttığını görürdük. Bu da belirleyici etkenin, başlangıçta aktardığımız gibi üretim teknikleri, işletme organizasyonu vs. olmadığını gösterir. Nitekim sendikaların güçlü oldukları dönemlerde de kapitalist üretim tekniklerinde, işletme organizasyonunda işçi için emek sürecini ve örgütlenmeyi zorlaştırıcı önemli değişiklikler olmuştur. Bunların yanında işçi sınıfının bileşimi de sürekli olarak değişim içinde olmuş, bu bağlamda beyaz yakalıların sayısı önemli ölçüde artmıştır. Ancak genel sınıflar dengesi ve buna bağlı genel siyasal atmosfer ile mücadele eğilimi belirleyici biçimde değişmediği sürece bu gelişmeler sendikaları zayıf düşürememiştir.
DİSK Türkiye işçi sınıfı hareketi tarihinde önemli bir yeri olan DİSK’in oluşum, gelişim ve gerileme tarihi de yukarıda açıklamaya çalıştığımız genel düşünceyi mükemmelen doğrulamaktadır. DİSK dünya ölçeğinde devrimci ve
Nisan 2007 • sayı: 25
iyimser bir havanın hâkim olduğu koşullarda, bu havanın Türkiye’de de yeşertilmesinde belirleyici olan sosyalistlerin çabalarının doğrudan ve dolaylı etkisiyle şekillenen bir siyasal atmosferde oluştu. Daha sonra yine sosyalistlerin örgütlü çabalarıyla gelişip muazzam bir etki gücü kazandı. Ve sosyalist hareketin öncelikle 1980’den itibaren 12 Eylül faşizmiyle ezilmesi, ardından da ‘90 dönemecinde SSCB’nin çöküşüyle yaşanan moral çöküntünün ağırlığı altında kalmasıyla bugün de süren gerileme sürecini yaşamaya başladı. Bugün DİSK’in ve sendikal hareketin krizine çözüm arayanlar öncelikle DİSK’in tarihini iyi anlamalıdırlar. DİSK’in 1967 yılının şubat ayındaki kuruluşunu önceleyen sürece baktığımızda politik faktörü ve mücadelecilik unsurunun belirleyiciliğini net bir şekilde görmemek mümkün değildir. DİSK, azgelişmiş ülkelerdeki ulusal kurtuluş mücadelelerinin muazzam bir itilim kazandığı, özellikle Vietnam’ın, Cezayir’in ve Küba’nın bu anlamda büyük izler bıraktığı, ABD’de bile siyahların radikal bir uyanış geçirdiği 60’ların devrimci dünyasında, bu rüzgârlardan etkilenen ve onlara eklenen Türkiye’deki toplumsal, siyasal, kültürel uyanış sürecinin bir ürünüydü. Bu söz konusu atmosfer doğal olarak işçiler ve sendikacılar arasında yansımasını buluyordu. 1967 yılında DİSK’in kuruculuğunu yapan sendika liderlerinin aynı zamanda 1961 yılında Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) kuruculuğunu yapmış olmaları anlamlıdır. Yani bir siyasal girişim daha önce gelmiştir. Ama daha önemli olan ve TİP’i asıl TİP yapan gelişme bir yıl sonra olmuştur. TİP’in salt iyi niyetli sendikacılarla fazla yol alamayacağı kısa sürede ortaya çıkınca, tam da bu kurucular sosyalist aydınları partiye davet etme kararı alırlar. 1962’de yapılan kongreyle birlikte TİP’in çehresi tümüyle değişir vee genel hatlarıyla sosyalist bir çizgi hâkim olur. Bu değişimle le birlikte bütün sosyalistler, devrimci gençler partiye akın ın etmeye başlarlar. Özellikle genç devrimci kadroların fedakâr edakâr çalışmalarının taşıdığı bu dinamizm temelinde, görece rece küçüklüğüne rağmen TİP kentlerde olduğu kadar köylerde ylerde de görülmemiş bir etki yaratır. Hatta o zamanki seçim eçim sisteminin daha demokratik yapısı nedeniyle TİP parlamentoya 15 milletveki devrimci ve sosyalist sikili sokmayı başarır. Daha sonraki yasal akımların hemen tümünün önder kadroları o dönemde TİP içindeydiler. Peki 1962’den itibaren TİP’e ’e bu n süvizyonu, açılımı ve enerjiyi veren reci başlatan sosyalist aydınlar nereden gelmişlerdi? Otoriter Kemalist malist rejimin ağır darbeleri altında yıllarca ıllarca varoluş mücadelesi vermiş olan Türkiye roların heKomünist Partisi’nden. Bu kadroların mpatizanıydımen hepsi TKP üyesi ya da sempatizanıydılar ve kendilerince TKP adına ına çalışıyorlardı. TKP’nin o dönemde ülke içindee merkezi bir örgütlülüğünün olup olmamasının ve söz konusu onusu kadroların eksik ya
marksist tutum
da zaaflarının burada bir önemi yok. Aslolan, hiçbir şeyin gökten zembille inmediğini, sendikal canlanış süreçlerinin öncesinde de kahırlı politik çalışmaların, emeklerin yer aldığını görebilmektir. Bu kadrolar ve sonraki genç devrimcilerin hepsi, şu ya da bu biçimde kapitalizmin ötesine bakan sosyalist bir ufukla hareket ediyorlardı. İşçi sınıfının mücadelesi 60’lar boyunca bu atmosfer içinde gelişip güçlendi ve sendikal düzlemde de yeni arayışlar doğurdu. O zamanki tek konfederasyon olan Türkİş’in bu mücadele talebini karşılaması, onun kuruluş misyonu ve yapısı gereği mümkün değildi. Aksine Türk-İş, kendi içindeki mücadeleye eğilimli sendikacılarca kurulan TİP’in etkisini kırmak için mücadele etti. Daha başta TİP’e alternatif Çalışanların Partisi girişimini başlattığı gibi, özellikle sonraki süreçte TİP’i kuran sendikacılara yönelik baskıyı arttırdı. Hatta TİP’e karşı “komünizmi tel’in mitingleri” örgütledi. Bu nedenle, başta Kemal Türkler olmak üzere bu dinamizmin sendikal plandaki taşıyıcıları konumunda olan mücadeleci sendikacılar, sonunda Türk-İş’in uzlaşmacı, işbirlikçi, devlet ve patron güdümlü ve “siyaset üstü” sendikacılık anlayışını mahkûm ederek Türk-İş’ten ayrılma sürecini başlatacak ve sonuçta DİSK’i kuracaklardı. Bu süreçte bardağı taşıran son damla, patlak veren Paşabahçe grevinin Türk-İş tarafından desteklenmeyerek yalnız bırakılmasıydı. Greve Türkiye çapında yaygın bir destek örgütlemek üzere harekete geçen sendikalar böylece DİSK’in kuruluş sürecini fiilen başlatmış oluyorlardı. Böylece DİSK bizzat grevle, mücadeleyle doğmuş oluyordu. Toplumun politik olarak sola kaydığı bir atmosfer içinde işçi hareketinin gelişimi DİSK’i doğurmuştu, DİSK’in doğuşu da işçi hareketine yeni bir itilim verecekti. DİSK daha baştan şu ya da bu u biçimde biçimde sosyalist dünya görüşünün etkisi altında kurulmuş ve mücadeleci bir anlayışı benimsemişti. Bu temelde DİSK hızla büyümeye vee etkisini arttırmaya başladı. Birbirinin ardı sıra ye yyeni ni
13 1 3
marksist tutum
Nisan 2007 • sayı: 25
Sendikal krizin sihirli bir çözüm formülü yoktur, esas olan mücadeledir. Ve doğrusu eksik olan da buna yönelik bir irade ve azimdir. Bu meseleleri ağzında sakız ederek tartışanların, “projeler” önerenlerin durumu budur. Bu bakımdan ağır bir ciddiyet bunalımı söz konusudur. Böylesi bir irade ve azim ise ancak devrimci politik bir bilinçle mümkündür ve mevcut şartlarda bu bin kat daha doğrudur. Bu tür bir politik otoritenin yokluğunda sendikal hareketin canlanışı mevcut sendikal önderliklerin hiçbirisinin proje ya da girişimleriyle olabilecek bir şey değildir.
sendikalar DİSK’e katıldığı gibi DİSK üyesi sendikalara üye olan işçi sayısı da hızla artıyordu. Üstelik DİSK, Türkİş’in aksine, örgütlenmenin görece daha zor olduğu özel sektörde bunu sağlıyordu. DİSK aracılığıyla harekete geçen işçi sınıfının enerjisi 15-16 Haziran 1970’teki genel direnişle kendisini çarpıcı biçimde ortaya koydu. Ardından gelen 12 Mart 1971 darbesi kısa bir duralama yarattıysa da, DİSK’in mücadeleci çizgisi, 70’lerin ortalarına doğru, yani yarı-faşist 12 Mart darbesiyle oluşan rejimden çıkış sürecinde, daha da netleşerek güçlenecek ve DİSK’in işçilerin bütününün gözündeki saygınlığı daha da artacaktı. Bu ikinci yükseliş süreci de yine tamamen politik etmenlerle belirleniyordu. Devrimci hareket darbe döneminin ardından kısa sürede çok daha kitleselleşecekti. Ancak bunların ötesinde DİSK’in bu yeni yükseliş sürecinde somut olarak çok daha önemli bir başka politik etmen de vardı. O da 50’lerin başından itibaren ülke içindeki merkezi örgütlülüğü dağıtılmış olan TKP’nin yeniden örgütlenme kararının alınmış olmasıydı. Bu temelde güçlü bir yeniden örgütlenme seferberliği başlatan TKP, sahneye çıkışıyla birlikte devrimci hareket içinde işçi sınıfına yönelmeyi tercih etmiş kadroları hızla kendine çektiği gibi, başta DİSK olmak üzere sendikalarda ve genelde işçi sınıfı içinde faaliyete girişti. TKP’nin siyasal çizgisinin giderek daha belirginleşen biçimde oportünist bir çizgi olmasının burada bir önemi yok. Burada önemli olan doğru adrese, doğru bir çalışma tarzıyla ve sistematik biçimde yönelmiş olmaktır. Bu verimli çalışmayı kotaranlar tabandaki inançlı, özverili militanlardı. DİSK’in örgütlediği 1977 1 Mayıs’ını yaratan dinamik de sonuçta bu çabalardı. Bugünkü birçok devrimci çevrenin öncülü o tarihlerde
14
TKP ile politik rekabet içinde olduğundan, DİSK tarihi değerlendirilirken çoğunlukla grupçu kaygılarla bu nokta karartılmaya çalışılmaktadır. Bu yanlış bir tutumdur. TKP’yi politik olarak mahkûm etmek bir şeydir ve sonuna kadar doğrudur, ama onun inançlı militanlar eliyle yürütülen o zamanki doğru çalışma tarzının hakkını vermemek başka bir şeydir ve yanlıştır. Sovyet bürokrasisinin emrindeki TKP’nin 12 Eylül 1980 faşist darbesiyle birlikte iflâs edecek olan oportünist çizgisinin bir sonucu olarak DİSK yönetimi daha darbe öncesi süreçte (1978 sonrası) CHP’nin hâkimiyetine girecekti. Bu durum, darbeyle kapısına kilit vurulan ve bir daha ancak 1992’de yeniden açılabilen DİSK’in de bugüne geliş öyküsünü önemli ölçüde belirledi. Daha genel olarak ifade edecek olursak, politik etmenlerle belirlenen DİSK’in yükseliş öyküsü yine politik etmenlerle bir gerileyiş öyküsü halini aldı. Onu var eden, 1960-80 arası dönemin hem dünyadaki hem de bununla bağlantılı Türkiye’deki yükselen sol dalgası, mücadelecilik ve devrimci irade, sosyalist bir perspektif gibi özde politik etmenlerdi. ’80 darbesiyle sol dalga kırılıp, atmosfer tümüyle terse dönüp, sosyalistler, devrimciler ezilince; bir de üstüne 80’ler boyunca dünya ölçeğinde de burjuvazinin karşı-devrimci taarruzu yükselip de sonunda SSCB’nin ’90 dönemecindeki çöküşü gelince; 92’de yeniden açılan DİSK artık tamamen farklı bir atmosfere gözlerini açmıştı. Ama hepsinden önemlisi kepenkleri yeniden açan kadroların çoğu ya artık tümüyle yılmış olanlar ya da zaten CHP’li olanlardı. Böylece tüm faktörler tersine dönmüş ve bugün gözlemlediğimiz hazin tabloyu ortaya çıkaran süreç başlamış oluyordu.
Nisan 2007 • sayı: 25
Aslolan mücadeledir Sendikalar sadece Türkiye’de değil dünya ölçeğinde bir kriz yaşamaktadırlar. DİSK’in sorunları sadece DİSK’in sorunları değildir. Tüm dünyada sendikalar üye kaybetmekte, yeni üye kazanmakta zorlanmakta, etki güçlerini giderek yitirmekte, daha fazla uysallaşmakta, daha fazla bürokratlaşmakta, daha fazla kastlaşmaktadır. Bunlar genel olarak tartışmasız gerçeklerdir. Ancak gerileyen ya da adeta bitme noktasına gelen, genel olarak sendika düşüncesi ya da işçi sınıfının bir örgütlenme biçimi olarak genelde sendikal örgütlenme midir? Kesinlikle değil. İşçi sınıfının bir örgütlenme biçimi olarak sendikalar önemlerini korumaktadırlar. Kapitalizm varolduğu sürece de koruyacaktırlar. Ekim Devriminin ilk dönemlerinde bir sol sapma olarak beliren sol komünist akımın o dönem savunduğu ve hâlâ da savunucuları olan görüşün yanlışlığı tarih tarafından defalarca kanıtlanmış, o tartışmalarda Lenin’in ve Komünist Enternasyonal’in savunduğu pozisyonlar haklı çıkmıştır. O nedenle, belirli bir örgütlenme biçimi olarak sendika fikrine açıktan ya da kapalı düşmanlık edenler, iyi niyetli olsalar bile, işçi sınıfının devrimci davasına hizmet etmemektedirler. Üstelik, burjuvazinin devrim korkusu nedeniyle razı gelmek zorunda kaldığı reformlar ve bunlar arasında yer alan sendikal kazanımlar bugün bir bir kaybedilmekte olduğu için, mücadelenin sonraki yükseliş döneminde işçiler bu tür mevzilere şiddetle ihtiyaç duyacaklardır. Bu tür örgütlenme ve mevziler için mücadele doğru bir yönelimle ele alındığında, mücadelenin daha yüksek aşamaları için birer kaldıraç vazifesi görürler. Toplumsal mücadelelerin yükseldiği dönemlerde sendikalılık oranları ve sendikaların gücü şaşmaz biçimde artmıştır. Kaldı ki geleceğe bakmaya bile gerek yoktur. Yıllardır içinde bulunduğumuz bu gerileyiş döneminde bile sayısız işyerinde işçiler sendikalaşma girişiminde bulunmakta, bu temelde direnişler yapmaktadırlar. Ancak kokuşmuş sendika bürokrasisi bunların büyük bölümünde tıkaç vazifesi görmekte, patronların ayak direyişi sertleştiği ya da direnişler kendi kontrolleri altında olmadığı ölçüde bu girişimleri hemencecik satmaktadırlar. Bu arada bu tür girişimlerin önemli bir bölümünün de yine devrimcilerin öncülüğü ve inisiyatifiyle başlatıldığını da hatırlatalım, ki bu da yine baştan beri işlediğimiz temel tezi doğrulamaktadır. O halde mevcut sendikal krize çözüm olarak önerilen çeşitli alternatif örgütlenme biçimleri ya da “sihirli” örgütlenme stratejileri, aynen geçmişte olduğu gibi şimdi de anlamsızdır. Bunlar ciddiyetten yoksun önerilerdir. Sorun, geçmiş deneyimlerle doğruluğu defalarca kanıtlanmış çaba ve yaklaşımları yeniden canlandırma sorunudur. Aynı şey, sendikal örgütlenmeyi yadsımayıp, ama farklı adlandırmalar altında döneme uygun “yeni sendikal anlayışlar” geliştirmek gerektiğini ileri süren yaklaşımlar için de geçerlidir. Bu yaklaşımların hepsi gerçekte gerileme döneminin ye-
marksist tutum
nilgi ruh halini yansıtan yaklaşımlardır. Gerçekte, yeni icatlara değil, unutturulmuş eski(meyen) yöntemleri yeniden keşfetmeye ihtiyaç vardır. Ama bugünün şartlarında bunu yapmak zor olduğu için, birçok kişi ve çevre işin kolayına kaçma eğilimi göstermektedir. Mesele bundan ibarettir. Sihirli bir formül yoktur, esas olan mücadeledir. Ve doğrusu eksik olan da buna yönelik bir irade ve azimdir. Bu meseleleri ağzında sakız ederek tartışanların, “projeler” önerenlerin durumu budur. Bu bakımdan ağır bir ciddiyet bunalımı söz konusudur. Böylesi bir irade ve azim ise ancak devrimci politik bir bilinçle mümkündür ve mevcut şartlarda bu bin kat daha doğrudur. Bu tür bir politik otoritenin yokluğunda sendikal hareketin canlanışı mevcut sendikal önderliklerin hiçbirisinin proje ya da girişimleriyle olabilecek bir şey değildir. Bu, mevcut sendikal yapılar içinde iyi niyetli unsurların olmadığı anlamına gelmiyor. Az da olsa bu tür unsurlar vardır. Ancak bunlar kendi başlarına yeterli azim ve irade gösterememekte, uzun soluklu bir mücadele perspektifine gelememektedirler. Mevcut sendikal krize çözüm olarak önerilen çeşitli alternatif örgütlenme biçimleri ya da “sihirli” örgütlenme stratejileri, aynen geçmişte olduğu gibi şimdi de anlamsızdır. Bunlar ciddiyetten yoksun önerilerdir. Sorun, geçmiş deneyimlerle doğruluğu defalarca kanıtlanmış çaba ve yaklaşımları yeniden canlandırma sorunudur.
Ağır saldırı şartlarında oluşmuş olan kısır bir acz sarmalı mevcuttur. Bu şartlarda kimi zaman baş gösteren iyi niyetli canlandırma çabaları, kısa vadeli beklentiler ve kolay başarı umutları nedeniyle kısa sürede yerini yılgınlığa bırakıyor. Durumun gerektirdiği yeterli nefese, uzun soluklu bakışa sahip olmayan bu unsurlar dirayetli davranamayıp pes ediyorlar ve eninde sonunda bu tür kısa dönemlerin ardından aynı bürokratik kokuşma sarmalının içine yuvarlanıyorlar. Bu kısır döngü ancak devrimci bir politik iradenin otoritesi altında kırılabilir. Böylesi devrimci bir otorite altında, bugünün ağır şartlarına uygun bir dayanıklılığa sahip, gözünü budaktan sakınmayan, zımba gibi kadrolara ihtiyaç vardır ve bu birikim elbet sağlanacaktır. İşçi sınıfının, sosyalistlerin, devrimcilerin bedeller ödedikleri mücadeleleriyle kurulmuş ve işçi sınıfı için anlamı büyük olan DİSK’i kurtaracak olan da bu olacaktır. Umutsuzluğa gerek yoktur. İşçi sınıfının gerileyiş sürecinde artık kritik noktaya ulaşılmıştır. Latin Amerika’da birbiri ardına patlak veren devrimci yükselişler kısmen de olsa bunun bir belirtisidir. Ağır saldırılar yavaş yavaş da olsa işçileri tepki vermeye itmektedir. Yenilginin manevi yükünden bağışık genç işçi kuşakları içinde söz konusu kadrolar için uygun hammadde mevcuttur. Ama bunu açığa çıkarıp, işleyecek olan da devrimci politik örgütlülüktür.
15
Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı / 12 Mehmet Sinan 19. yüzyılın başlarında Osmanlı’da güç ilişkilerinin görünümü Buraya kadar anlatılanlardan da anlaşılacağı üzere, Osmanlı devleti kuruluşundan 19. yüzyıla kadar geçen dönem içerisinde toplumun iktisadi sınıflarına dayanan ve onlardan herhangi birinin iktidarını yansıtan tipte bir devlet değildi. Bir kez daha yinelemek gerekirse, Osmanlı devleti, devleti kendine mülk edinmiş bir sınıfa, yani bizim yönetici devletlû sınıf diye tanımladığımız bir bürokratlar aristokrasisine dayanıyordu. Devleti yönetmek de siyaset yapmak da bu devletlû sınıfın tekelindeydi. Bu sınıfın dışında kalan, Osmanlı’nın reaya (sürü) dediği toplumun iktisadi sınıfları (çiftçi, esnaf, zanaatkâr, tüccar vb.) ise, siyasetten ve devlet yönetiminden daima uzak tutulmuşlardı. Bu nedenledir ki, siyasetin merkezînde yer alan devlet, bu sınıflara, yücelerde duran ve ulaşılmaz olan bir “kutsal varlık” olarak görünürdü. 19. yüzyıla girildiğinde de, siyasal gelişmelerin seyri esas olarak yönetici devletlû sınıf ve bu sınıfın iktidarına sonradan ortak çıkan türedi asalak güçler (ağa, ayan, derebeyi) tarafından belirleniyordu. Devletlû bürokrasi, gelişmelerine bizzat kendisinin sebep olduğu bu asalak güçlerle bir noktadan sonra artık baş edemez duruma gelmişti. Daha önce de etraflıca anlatıldığı üzere, asyatik-despotik sistemin bir gereği olarak, aynı kaynaktan (devlete ait toprağın gelirlerinden) beslenmek durumunda olan bu egemen güçler (merkezî bürokrasi ile ayan ve derebeyler), bir bakıma hem ortak hem de birbirlerine rakip iki karşıt güç gibiydiler. Öte yandan, tüm iktisadî faaliyetlerin doğrudan yürütücüsü konumunda olan toplumun diğer sınıfları ise, siyasal etkinlik alanının tamamen dışına sürülmüş durumdaydılar. 19. yüzyıl Avrupa’sındaki burjuva sınıflı toplumların (sivil toplum) durumundan çok farklı olan bu
16
durum, doğu despotizmi diye tanımlanan tarihsel-toplumsal kategorinin özelliklerini yansıtmaktaydı hâlâ. 19. yüzyılın başlarında saray ve devletlû bürokrasi, merkezî iktidarı tehdit eden ve “kutsal devlet”in bekasını tehlikeye düşüren iki önemli gelişmeyle yüz yüze bulunuyordu. Bunlardan birincisi, despotik devletin dayandığı temel direklerden biri olan yeniçeri ordusunun uzun bir zamandan beri tamamen bozulmuş ve yozlaşmış oluşuydu. Bu yozlaşmış haliyle yeniçeri ordusu, saray ve yönetici bürokrasinin iktidarı için ciddi bir tehdit oluşturuyordu. İkinci tehlike ise, taşradaki ayan ve derebeylerin siyasal güçlerinin merkezî iktidar aleyhine sürekli artmakta oluşuydu. Bu her iki gelişme de son tahlilde hükümdarın ve merkezî bürokrasinin mutlak iktidarını zayıflatan, geleneksel despotik devlet düzenini yıkılma tehlikesiyle yüz yüze getiren ciddi gelişmelerdi. O nedenle 19. yüzyılın ilk yarısı, saray ve merkezî bürokrasinin iktidarını tehdit eden bu unsurlara karşı verdiği sert mücadelelere ve merkezî devleti sağlamlaştırmak üzere ordu ve devlet idaresinde giriştiği tepeden reformlara sahne olacaktı. Yeni bir yüzyıla girerken, Osmanlı hâkim zümreleri arasında keskinleşen siyasal mücadelelerin nedenlerini ve bu yüzyılın başında girişilen reform hareketlerinin amaç ve sonuçlarını incelemeye geçmeden önce, öncelikle bu mücadelelerde taraf olarak yer alan güçlerin (yeniçeriler, ayan ve derebeyler, merkezî bürokrasi, ulema) siyasal konumlarına ve karşılıklı ilişkilerine kısaca bir göz atmak yararlı olacak.
19. yüzyılın başlarında yeniçerilerin içinde bulunduğu durum ve siyasal pozisyonu Aslında yeniçeri ordusu, uzun yıllar boyunca Osmanlı devletinin en gözde askerî gücünü oluşturmuştu. Görülmedik disiplinleri, eğitimleri ve vurucu güçleriyle, yüksel-
Nisan 2007 • sayı: 25
me döneminin (15 ve 16. yüzyıllar) askerî zaferlerinde büyük payları vardı. Sadece savaş zamanlarında bir araya gelen önceki eyalet askerlerinin (yaya ve müsellem) yerini alan yeniçeriler, Osmanlının ilk sürekli ve tam ücretli (profesyonel) merkez ordusunu oluşturuyorlardı. Bu ordu, padişaha mutlak itaat ve bağlılık temelinde yaratılmıştı. Despotik devletin kapıkulu örgütlenmesine dayanan yeniçerilerin saltanat dışındaki bütün güç odaklarına karşı yıldırıcı bir rol oynamalarını sağlayan, onların toplumla her türlü ekonomik bağdan yoksun olmaları ve aile, katman ve sınıfsal açıdan köksüz ve topluma bütünüyle yabancı bir garnizon niteliğinde kalmalarıydı. Yeniçeri ordusunun bu özelliği, kuruluş ve gelişme süreci içerisinde adım adım oluşmuştu. Yeniçeri ocağına sadece devşirmeler arasından seçilenler alınıyordu. “Devşirilen Ermeni, Bulgar, Boşnak ve Arnavut asıllılardan başka kimsenin ocağa girememesi, sakal bırakmama, evlenmeme, kışladan uzaklaşmama, başka iş tutmama, bütün zamanını silah eğitimiyle geçirme zorunluluğu gibi kurallar, yeniçerilerin ocak dışında herhangi bir varlık ya da toplumsal taban kazanmalarına set çeken önlemlerdi. ... Yeniçeri Ocağı’na giren her asker, kimliği ve bedensel özellikleriyle kütük denen bir deftere yazılır, üç aylık ulufe ödemeleri bu kütüğe dayanırdı. Yeniçeriler bütün zamanlarını oda denen kışlalarda, ok meydanı denen eğitim alanlarında ya da seferde geçirirlerdi. ... Seferde ve barışta hepsinin padişahın bulunduğu yerde bulunması, yeniçeri ağasının yalnızca padişahtan emir alması kanundu.”1 Bu konumuyla yeniçerilerin çıkarları egemen devletlû sınıfın çıkarlarıyla bütünleşmekte ve bir kurum olarak yeniçeri ocağı, egemen sınıf korporasyonunun içinde yer almaktaydı. Ortaçağ Avrupa’sının hiçbir devletinde görülmeyen ve yalnızca Osmanlı’nın kapıkulu örgütlenmesine özgü olan bir durumdu bu. Hükümdarın mutlak otoritesini güçlendirmek üzere örgütlenen bu kurum, zamanla devlet içinde bir baskı grubu haline gelecek ve saltanat kavgalarının kaderini belirlemeye başlayacaktı. Mutlak otoritelerini yeniçerilere dayandırmak isteyen sultanlar, zaman zaman yeniçerilerin esiri durumuna da düşebilecek, alacakları kararlarda ve yapacakları işlerde hep onları hesaba katmak zorunda kalacaklardı. Yeniçeri kurumu, öz benliğini ve askerî gücünü 16. yüzyılın sonlarına kadar korudu ve bu niteliğiyle despotik devletin temel direklerinden biri oldu. Fakat Osmanlı’nın diğer kurumları gibi bu kurum da 1600’lü yıllardan itibaren hızla bozulmaya başlayacaktı. Bu bozulmaya yol açan en önemli etken, gene Batı Avrupa’daki gelişmelerdir. Yeniçeri ocağının bozulması ve giderek yozlaşmasında, Batı’daki gelişmelerin iki yönden etkisi oldu. Birincisi, 16. yüzyılda başlayan Batı’daki para ve fiyat devriminin Osmanlı ekonomisi ve maliyesi üzerinde yaptığı yıkıcı etkidir. Batı’daki bu gelişmeler, Osmanlı devletini 1550-1600 yılları arasında büyük bir mali darlığın içine düşürmüştü. Durumu düzeltmek için alınan önlemlerin hiçbir yararı olma-
marksist tutum
dığı gibi, paranın değerinin sürekli düşürülmesi benzeri yöntemlere başvurulması da fiyatların alabildiğine yükselmesine neden olmuştu. Bu durum, hem devlete ve orduya gerekli malların sağlanmasını büsbütün zorlaştırmış, hem de maaşlı ordunun yani yeniçerilerin maaşlarının zamanında ödenememesi gibi bir durum doğurmuştu. Üstelik bir de yeniçeri maaşlarının düşük değerli (tağşiş edilmiş) akçelerle ödenmeye yani yeniçerilere kazık atılmaya başlanması, yeniçeri ocağında huzursuzluğun artmasına ve giderek kazan kaldırmaların başlamasına yol açacaktı. Örneğin, yeniçeriler 1566’dan 1600 yılına kadar, maaşlarının artırılması ve bahşiş talebiyle dört kez isyana kalkışmışlar ve pek çok yüksek bürokratın başının vurulmasına neden olmuşlardı. Yeniçeri kurumu, artık o eski disiplinli ve ölümüne sultana bağlı olma özelliğinden uzaklaşmış ve kendi çıkarları etrafında birleşen ve bunun yarattığı gücün farkına varan bir örgüt haline gelmişti. Fakat buna karşın, halk sınıflarıyla hiçbir bağı olmayan, kendi içine kapalı bir topluluk olma özelliğini de hâlâ sürdürmekteydi yeniçeriler. Bu özelliğinin ortadan kalkması için, yeniçeri ocağının bileşiminin değişmesi ve katı kurallarının kırılması gerekecekti. Batı’daki gelişmelerin etkisiyle yeniçeri kurumunda meydana gelen değişikliğin ikincisi ve en önemlisi, bu kuruma katılan yeniçeri askerlerin sayısının alabildiğine artırılması ve eski bileşiminin tamamen değişmesi oldu. Önceki bölümlerde anlatıldığı üzere, 16. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa ordularının artan piyade ve ateş gücü, Osmanlılar açısından topraklı sipahilerin önemini azaltırken, ateşli silah (tüfek) kullanan maaşlı yeniçerilerin sayısının hızla artırılmasını zorunlu kılmıştı. Dolayısıyla, III. Murad döneminde (1574-95) yeniçeri ocağının mevcudu hızla artırıldı. Gene bu dönemde İran ve Avusturya’ya yapılan uzun seferler nedeniyle yeniçeri ordusunda kadro ihtiyacı doğunca ve devşirmelerin sayısı bu ihtiyacı karşılamaya kâfi gelmeyince, bu kez devşirme olmayanlar da ocağa alınmaya başlandı. Yeniçerilerin sayısı Kanuni’nin son döneminde (1566’da) 12 bin iken, bu sayı 1600’lerin başlarında 70 bine ulaşacak, 18. yüzyılda ise 100 bini geçecekti. İster zorunluluk nedeniyle, ister devşirme kapıkullarının gücünü frenlemek için padişah ve çevresinin başvurduğu bilinçli bir uygulama nedeniyle olsun, yeniçeri ocağının katı kuralları bir kez değiştirilmeye başlanınca, bunun arkası gelmiş ve ocağın düzeni bir daha düzelmemek üzere bozulmuştur. Artık herkes, hatta hiçbir talim terbiye görmemiş kişiler bile kendilerini rüşvet veya hatır gönül karşılığında ocağa yeniçeri yazdırabiliyordu. Ocağın mevcudunun dışardan alınanlarla hızla şişirilmesi, disiplinin gevşemesine ve askeri niteliğin düşmesine yol açtığı gibi, dışardan gelenlerin ocağa taşıdıkları alışkanlıklar ve yaşam biçimleri de yeniçerilerle halk sınıfları arasında çeşitli kanallardan bağların kurulmasına yol açtı. Böylece, yeniçeriler arasında da esnaflık, kışlada oturmama ve giderek ev-
17
marksist tutum
lenme yaygınlaşmaya başladı. Artık yeniçeriler yalnızca yönetici sınıf içindeki entrikalardan değil, ilişki içinde oldukları ve yakınlaştıkları halk sınıflarının davranışlarından ve istemlerinden de etkilenmeye başlayacaklardı. Nitekim bu etkilenme nedeniyledir ki, 17 ve 18. yüzyıllarda İstanbul’da ortaya çıkan her kargaşalıkta, yeniçeriler de önemli bir rol oynayacaklardı. Öte yandan, yeniçerilerin bu disiplinsiz, başına buyruk davranışları ve giderek savaş alanlarını terk etmeyi alışkanlık haline getirmeleri, 18. yüzyılda sürekli yenilgilere ve önemli toprak kayıplarına yol açacaktı. Yeniçerilerin savaşa gittiklerinde bile muharebeye katılmadıkları, esnaflıktan ve çapulculuktan başka bir iş görmedikleri, tarihçilerin kaydettiği bir gerçekliktir. İşler o hale gelmişti ki, yeniçeriler esame denen kendi maaş cüzdanları üzerinden bile ticaret yapar olmuşlardı. Yeniçeriler bu maaş cüzdanlarını dışarıya satarak toplu bir para kazanmış oluyorlar; cüzdanı satın alan kişiler de bu sayede devletten sürekli bir gelir elde ediyorlardı. Bu esame ticaretinin bir başka yolu ise, ölen yeniçerilerin yaşıyormuş gibi gösterilerek devletten para sızdırılması idi. Tabii, tarihçilerin aktarımlarına göre, bu işi yapanlar da gene yönetici sınıfa mensup insanlardır. “Ocak defterine göre yeniçerilerin mevcudu pek çok olup, maaşları o deftere göre verilirdi. Hakikatte ise ocak mevcudu maaş kaydına nispetle çok azdı; ocaktan ölüm ve sair suretle eksilenlerin isimleri bildirilip defterden silinmezdi; bu isimlere ait esame kâğıdı, yani hüviyet vesikası alınıp satılır, buna sahip olan, her maaş çıktıkça elindeki esame kâğıdıyla ismi var cismi yok olan Yeniçerinin maaşını alırdı. Ocak ağalarının ve hariçten bir hayli kimsenin, devlet ricali ve ulemanın böyle satın alınmış esame kâğıtları vardı.”2 Gerek egemen sınıfın hizipleri tarafından iktidar mücadelelerinde sık sık kullanılmaları, gerekse halkla yakınlaşmaları nedeniyle, yeniçeriler artık padişahın ve yüksek devlet ricalinin korkulu rüyası haline gelmişti. En çok da yeniçerilerin halkla bütünleşmesi sonucunda ortaya çıkacak yıkıcı güç korkutuyordu tepedeki egemenleri. Böylesine başıboş, disiplinsiz, eğitimsiz bir kurum haline gelen ve giderek iyice yozlaşan yeniçeri ocağını egemen sınıfın her fraksiyonu kendi çıkarı için kullanabiliyor ve kendi iktidar mücadelesine alet edebiliyordu. Fakat diğer taraftan, artık askerlikten çok esnaflıkla uğraşan ve dolayısıyla esnaf loncalarına giren yeniçeriler de giderek egemen sınıftan uzaklaşıyor ve halk sınıflarıyla yakınlaşıyorlardı. Gerek egemen sınıfın hizipleri tarafından iktidar mücadelelerinde sık sık kullanılmaları, gerekse halkla yakınlaşmaları nedeniyle, yeniçeriler artık padişahın ve yüksek devlet ricalinin korkulu rüyası haline gelmişti. En çok
18
Nisan 2007 • sayı: 25
da yeniçerilerin halkla bütünleşmesi sonucunda ortaya çıkacak yıkıcı güç korkutuyordu tepedeki egemenleri. O nedenle, yeniçeri ocağının dağıtılması ve bu “yıkıcı gücün” egemen sınıfın devlet aygıtından bütünüyle sürülüp atılması, 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren padişahların kafasını ciddi biçimde meşgul eden bir düşünce olacaktı. Nitekim, ilerde değineceğimiz üzere devlet idaresinin ve ordunun “modernleştirilmesi” için girişilen reformlar süreci, aynı zamanda yeniçeriliğin de tasfiye süreci olacaktır.
19. yüzyılın başlarında ayan ve derebeylerin siyasal pozisyonu Önceki bölümlerde değinildiği üzere, Avrupa’nın tersine kendi içsel dinamikleriyle kapitalizme geçemeyen Osmanlı imparatorluğu, 17. yüzyıldan itibaren kapitalist Avrupa karşısında sürekli olarak gerilemiş ve bir türlü içinden çıkamadığı derin bir ekonomik ve malî bunalımın içine yuvarlanmıştı. Bu bakımdan gerek 17. yüzyıl gerekse 18. yüzyıl, imparatorluğun malî ve askerî gücünün alabildiğine zayıfladığı, despotik devletin merkezî otoritesinin zaafa uğradığı, idarede ve orduda (özellikle yeniçeri ocağında) derin bozulmaların ve çürümeye varan yozlaşmaların yaşandığı yüzyıllar oldu. İmparatorluk bu yüzyıllarda Batılı devletler karşısında sürekli askerî yenilgiler aldı ve önemli toprak kayıplarına uğradı. İkinci Viyana kuşatmasından (1683) 19. yüzyılın başlangıcına kadar geçen yüz yılı aşkın sürenin neredeyse elli yılını Avrupa devletleriyle savaş halinde geçiren Osmanlı devleti, bu savaşlarda Doğu Avrupa’daki topraklarının hemen tamamını yitirdi ve 16. yüzyılın başlarındaki Tuna sınırına kadar geri çekildi. Rusya ile olan savaşlarda ise, Romanya’dan Kafkasya’ya kadar, Kırım da dahil Karadeniz’in kuzeyindeki bütün topraklarını Rusya’ya kaptırdı. Despotik devletin malî ve askerî gücünün ve siyasal otoritesinin alabildiğine zayıfladığı 18. yüzyılda, merkezkaç güçler yani taşradaki ayan ve derebeyler güçlerini alabildiğine artırmışlardı. Artık merkezden tamamen bağımsız hareket edebiliyor, kendi adlarına vergi toplayabiliyor ve kendi askerî güçlerini oluşturarak eyaletlerde yönetimi fiilen kendi denetimleri altında tutabiliyorlardı. İşte yeniçerilerin yanı sıra, merkezî bürokrasi açısından tehlike arz eden bir diğer durum da bu ayan ve derebeylerin sürekli güçlenen konumuydu. Osmanlı İmparatorluğu bu süreçte, yönetimi çok başlı olan bir imparatorluk görüntüsü sergiliyordu. Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyıla son iki yüzyılın gelişmeleri içinde şekillenmiş ve klasik despotik yapısından bir hayli uzaklaşmış bir iktidar yapılanmasıyla girecekti. Bu yeni yapılanmada iktidar, Osmanlı’nın klasik despotizm dönemindeki monolitik yapısından farklı olarak, merkez ile merkezkaç güçler arasında bölünmüş durumdaydı. Siyasal hükümranlığın bu bölünmüşlüğü, Osmanlı devletinin işleyiş kuralları bakımından henüz bir resmiyet kazanmış olmasa da, çoktandır fiili bir yönetim biçimi hali-
Nisan 2007 • sayı: 25
ne gelmiş bulunuyordu. Bu tarihsel dönemde devlete ait olan siyasal hükümranlık hakkı, saray ve hazineden geçinmeli asker-sivil bürokrasi ile taşradaki ayan ve derebeyler arasında fiilen paylaşılmış durumdaydı. Dolayısıyla, İmparatorluğun iki ana zenginlik kaynağı, yani hazine ve toprak gelirleri, bu iki kesim tarafından kontrol ediliyordu. Ne var ki bu, sarayın ve merkezî bürokrasinin kendi arzusuyla kabullendiği bir durum değildi. Onlar bu durumu, güçlerinin zayıflığı nedeniyle de facto kabullenmek zorunda kalmışlardı. Aslında derebeylerin çoğu taşra vilayetlerinde ayan, voyvoda, mütesellim gibi resmi sıfatları da fiilen ellerine geçirmiş durumdaydılar. Bu kişiler neredeyse bütün eyaletlerde yönetime hâkim olmuşlardı. 19. yüzyılın başında ancak iki vilayet Osmanlı padişahının doğrudan doğruya yönetimi altında bulunuyordu. “1808 yılında general Sebastiani Napolyon Bonaparte’a gönderdiği resmi mektupta şöyle der: «Asya Türkiyesi büyük çapta haklarını veraset yoluyla elde etmiş beyler tarafından idare edilmektedir. Sarayın tayin ettiği paşaların bu bölgelerin ancak çok küçük bir kısmı üzerinde denetim hakları vardır. Hemen hemen bütün Anadolu üç güçlü kişinin hükümranlığı altındadır ve bunlar bu üstünlüğü hükümranlığın babadan oğula geçmesi sayesinde sağlamışlardır. Bu güçlü aileler şunlardır: Karaosmanoğlu ailesi, Çapanoğlu ailesi ve Tayyar Paşa ailesi.»”3 Ayan ve derebeylerin taşrada siyasal hükümranlık alanlarını genişletmeleriyle birlikte, bunlar arasında da bir hiyerarşi oluşmuştu. Çiftliklerin işletmecisi durumunda olan ağalar, taşrada fiili bir yönetim gücüne sahip ayanların otoritesi altına girmişlerdi. Hatta büyük ayanların altında da kendilerine bağlı küçük ayanlar oluşmuştu. Öte yandan ayanlar ve derebeyler, merkezin gücü zayıfladığı oranda vilayetlerde valilik görevini de üslenmekteydiler. Bu dönemde, hem devletin valisi olan, hem de kendisine ait pek çok çiftliğin tasarrufunu elinde bulunduran ayanların ve derebeylerin sayısı az değildir. Dolayısıyla, bu dönemde reaya da karşısında egemen güç olarak, devlet göreviyle zorbalığı şahsında birleştirmiş ayan ve derebeyleri bulmaktaydı. Fakat öte yandan, önceki bölümlerde çeşitli vesilelerle değindiğimiz üzere, bu ayan ve derebeylerin konumu, ne Ortaçağ Avrupa’sındaki feodal toprak soylularının konumuna, ne de 19. yüzyıl Avrupa’sındaki kapitalist çiftlik sahibi burjuvaların konumuna benziyordu. Gerçi Avrupa’nın Osmanlı pazarına girişiyle birlikte, ayanlar arasında kapitalist çiftlikçiliğe evrilen (özellikle Rumeli’de ve Balkanlar’da) unsurlar da oluyordu, ama bu genel bir eğilim halini alabilmiş değildi. Ayanlar da derebeyler de henüz bir burjuva sınıfını temsil etmekten çok uzaktılar. Bunlar Avrupa’da olduğu gibi iktisadi bir evrimin, bir üretim tarzı değişikliğinin sonucunda değil, sadece merkezî despotik otoritenin zayıflaması sonucunda ortaya çıkan ve esas olarak da asyatik-despotik düzenin bir uzantısı olan parazit unsurlardı. Ayan ve derebeyler, kendilerini merkezî iktida-
marksist tutum
rın yerine ikame ederek ve onun siyasal yetkilerini kullanarak reayanın sırtından geçinen ve bu yolla büyük servetler biriktirerek zamanla siyasal güç de elde eden birer mütegallibe idiler. İşte bu nitelikleri nedeniyle, geleceği değil geçmişi temsil etmekteydiler. Onlar, despotik düzenin hem bir ürünü, hem de bir uzantısıydılar. Dolayısıyla onların siyasal pozisyonu, daha baştan bu bozuk düzenli despotizmin koşulları tarafından belirlenmiş bulunuyordu. Bu siyasal pozisyon, merkezî otoritenin zayıf olduğu ve elinin her yere uzanamadığı bozuk düzenli bir despotizmin devamından yana olan bir pozisyondu. Çünkü mevcut konumlarını, böyle bir bozuk düzenli despotizmin devamına borçluydular. Tersi bir durum, yani merkezî otoritenin güçlenmesi ve siyasal hükümranlığının bölünmez bütünlüğünü, monolitikliğini yeniden tesis etmesi, bu merkezkaç güçlerin sonu olurdu. Dolayısıyla, yeni bir düzen kurmak ya da devleti modernleştirerek güçlendirmek vb. ayan ve derebeylerin hiç derdi değildi. Onların esas derdi, kendi varlıklarının padişah tarafından resmen tanınması ve böylece servetlerinin ve siyasal konumlarının despotik düzen çerçevesinde resmî bir güvenceye kavuşturulmasıydı elbette. Nitekim ilerde göreceğimiz gibi, ayan ve derebeyler bu resmî güvenceye 1808 yılında padişaha imzalattıkları Sened-i İttifak ile kavuşacaklardı. Ne var ki, savaşlar, yeniçeri isyanları ve saray darbeleri nedeniyle merkezî iktidarın iyice güçsüz düştüğü bir dönemde padişahın zoraki imzaladığı bu ittifak senedinin ömrü pek uzun olmayacaktı. Çünkü mutlak iktidarını başkalarıyla paylaşmaya hiç de niyetli olmayan devletlûlar (saray ve merkezî bürokrasi), ayan ve derebeylere kaptırdıkları yetkilerini geri almak için, hiç vakit kaybetmeden derhal mücadeleye girişeceklerdi. Bu nedenledir ki, merkezî bürokrasi ile ayan ve derebeyler arasında eskiden beri süregelen çıkar çatışmaları ve siyasal hükümranlık kavgası 19. yüzyılın ilk yarısında da aynen devam edecek ve ilerde de göreceğimiz gibi, merkezî despotik iktidarın nihai üstünlüğüyle noktalanacaktı.
19. yüzyılın başlarında merkezî bürokrasinin pozisyonu Geçimlerini esas olarak hükümdarın (devletin) hazinesinden sağlayan yüksek devlet görevlilerinin oluşturduğu merkezî bürokrasi, varlığını her şeyden önce bu hazineyi besleyen kaynakların sürekliliğine borçluydu. Hazineyi besleyen kaynakların kuruması, devletin çöküntüye uğramasına ve dolayısıyla bürokrasinin varlık koşullarının ortadan kalkmasına yol açabilirdi. İşte bu olasılık, yenilgilerin ve toprak kayıplarının sürekli olarak arttığı ve devletin tam bir malî sıkıntıya düştüğü 18. yüzyıl boyunca Osmanlı bürokrasisinin önünde ciddi bir tehlike olarak durmaktaydı. Üstelik bu dönemde, taşradaki hâkimiyetleri sürekli artmış bulunan ayan ve derebeylerin devletin gelir kaynaklarını fiilen ele geçirmiş olmaları da merkezin gelirlerinin ciddi bir şekilde azalmasına yol açmıştı. Bu du-
19
marksist tutum
rumda, hem Avrupa’yla sürekli savaş halinde olan Osmanlı ordusunun ihtiyaçları karşılanamaz hale geliyor, hem de geçimleri hazineye bağlı olan merkezî bürokrasinin durumu kötüleşiyordu. Eski düzenin bozulduğu ve merkeze rakip yeni güçlerin oluştuğu bu tarihsel süreçte, bürokrasi içinden çıkıp kendine kişisel ikbal sağlayarak ekonomik bir dönüşüme uğrayanlar da olmuştu. Bürokrasiden evrilerek gelişen bu unsurlar, toprağın tasarrufunu ele geçirmenin yanı sıra, ticaret ve tefecilikle de uğraşarak servet biriktirmeye koyulmuşlardı. Daha önce de belirttiğimiz üzere, bürokrasiden evrilerek taşrada hatırı sayılır bir güç haline gelen bu insanlar arasında, daha sonra ayan ve derebeyi konumuna gelenler az değildir. Kapitalist Avrupa’nın artan hammadde ihtiyacı nedeniyle, Osmanlı ülkesinden Avrupa’ya tarım ürünü ihracının başlaması, kırsal alandaki artık-ürünün pazara yönelerek meta haline gelmesine ve böylece kırın da para dolaşımının içine çekilmesine yol açacaktı. Öte yandan bu süreç, ihraç edilmek üzere pazara gelen metalar üzerinde devletin vergi yoluyla yeniden denetim kurmasını ve böylece tarım alanında gerçekleşen sömürüden merkezî bürokrasinin gitgide artan bir pay almasını sağlayacaktı. Fakat devletin yönetimini elinde tutan ve esas olarak hazinenin çevresinde kümelenmiş olan merkezî bürokrasinin büyük gövdesinin durumu böyle değildi. Daha önce belirtildiği şekilde, ticarî faaliyetler ya da özel toprak tasarrufu gibi bireysel girişimler, merkezî bürokrasinin asıl gelir kaynağını oluşturmuyordu. Bu tür işler, bürokrasinin ancak ek bir gelir elde etmek üzere fırsat düştükçe değerlendirdiği işlerdi. Merkezî bürokrasinin esas gelir kaynağını ise, doğrudan üreticilerin yarattığı ve devletin el koyarak hazineye aktardığı ürün fazlası oluşturuyordu. Dolayısıyla, merkezî bürokrasi açısından önem taşıyan asıl “iş”, ülkede yaratılan artık-ürünün devlet tarafından vergi adı altında doğrudan yağmalanması işiydi. Ne var ki, bürokrasi açısından son derece “verimli” olan bu iş, 17 ve 18. yüzyıllarda yaşanan bunalım ve karışıklıklar nedeniyle muazzam ölçüde sekteye uğramış bulunuyordu. Köyler yıkılmış, reaya çiftlikleri bozulmuş, hazineye ait toprak gelirlerinin büyük bir kısmı ayan ve derebeylerin eline geçmiş ve yaşanan bu karışıklıklar sonucunda kırlarla şehir merkezleri arasındaki ilişkiler son derece azalmıştı. Merkezî bürokrasinin kırlara uzanması ve oralarda yeniden hâkimiyet kurmasını fiilen engelleyen bu koşullar, 19. yüzyıla kadar böylece sürüp gelmişti. Merkezî bürokrasi açısından son derece olumsuz olan bu koşulların değişebilmesi, ancak Avrupa kapitalizmi ile
20
Nisan 2007 • sayı: 25
Osmanlı arasında kurulan ekonomik ilişkilerin gelişmesinden sonra mümkün olacaktı. Kapitalist Avrupa’nın artan hammadde ihtiyacı nedeniyle, Osmanlı ülkesinden Avrupa’ya tarım ürünü ihracının başlaması, kırsal alandaki artık-ürünün pazara yönelerek meta haline gelmesine ve böylece kırın da para dolaşımının içine çekilmesine yol açacaktı. Öte yandan bu süreç, ihraç edilmek üzere pazara gelen metalar üzerinde devletin vergi yoluyla yeniden denetim kurmasını ve böylece tarım alanında gerçekleşen sömürüden merkezî bürokrasinin gitgide artan bir pay almasını sağlayacaktı. Özetle, Avrupa kapitalizmiyle girilen ekonomik ilişkiler Osmanlı’da meta dolaşımını artırıyor, bu da ister istemez hazineye akan gelirleri artırarak hazineyi güçlendiriyordu. Yani bir bakıma bu tarihsel süreç, Osmanlı bürokrasisini –ironik bir biçimde– Avrupa kapitalizminin nesnel müttefiki haline getiriyordu. Dış ticaret dolayımıyla artan meta dolaşımı hazineyi güçlendirdiği için, bürokrasi içinde ticaretin yaygınlaşmasını ve bu temelde Avrupa’yla ilişkilerin geliştirilmesini isteyen güçlü bir eğilim doğmuştu. Bürokrasi içindeki bu eğilim, Avrupa diplomasisi tarafından da desteklenecekti. Çünkü, çok dağınık bir durumda olan merkezkaç güçlerle (ağa, ayan, derebeyi vb.) ilişkiye geçmektense, ekonomiyi merkezî düzeyde denetleyebilecek bir gücü (merkezî bürokrasiyi) kontrol etmek, Avrupa burjuvazisi açısından daha tercih edilir bir yoldu kuşkusuz. Osmanlı bürokrasisiyle geliştireceği ilişkiler, Avrupa burjuvazisine Doğu pazarlarının kapısını ardına kadar açabilirdi! Bu nedenle Avrupa burjuvazisi, Osmanlı ekonomisini değil ama kendi ekonomik çıkarlarını güçlendireceğini çok iyi bildiği bir reform programını, 19. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı bürokrasisine empoze etmeye başlayacaktı. Öte yandan, saray ve merkezî bürokrasi de, merkezkaç güçlere karşı kendi siyasal iktidarını güçlendirmek için idarede ve orduda reformlara şiddetle ihtiyaç duymaktaydı elbette. İşte 19. yüzyıla girerken, sarayın ve merkezî bürokrasinin siyasal pozisyonunu bu koşullar belirleyecekti. Ne var ki, reformlar konusunda bürokrasinin davranışı önceden olduğu gibi şimdi de homojen bir davranış olmayacaktı. Çünkü Osmanlı bürokrasisinin oluşturduğu birliktelik, daha başından beri çıkar çatışmaları temelinde süregelen bir birliktelikti. Bürokrasi içinde çıkar çatışmalarına yol açan temel neden ise, görevlilerin tek bir kaynaktan (hazineden) beslenmeleri, yani tek bir kaynağı bölüşmek zorunda oluşlarıydı. Nitekim, yönetici sınıf içinde öteden beri süregelen bu çıkar çatışmaları, 19. yüzyılın başlarındaki reformlar nedeniyle bir kez daha alevlenecek ve bürokrasi içindeki dengeler bir kez daha bozulacaktı. Bu kez çatışma, bürokrasinin Batı yanlısı modernleşmeci kanadı ile eski düzenin aynen devam etmesini isteyen statükocu kanadı arasında geçecektir.
Nisan 2007 • sayı: 25
Osmanlı bürokrasisi ve reform denemeleri Aslında Osmanlı’da ilk reform denemeleri, imparatorluğun Batı karşısında güçsüz düştüğü bir tarihsel dönemde, yani 17. yüzyılda başlamıştır. Yönetici sınıfın bu dönemde reformlara ihtiyaç duyması, Batılı devletler karşısında askeri yenilgilerin artması ve toprak kayıplarının başlaması nedeniyle olmuştur. Bu yenilgilere alışık olmayan Osmanlı yönetici sınıfı, imparatorluğun yaşamsal bir tehlike içinde olduğu endişesine kapılmıştı. Bu tehlike karşısında nasıl bir tutum alınacağı konusunda yönetici bürokrasi içinde daha o zamanlarda iki kanat oluşmuştu. Bürokrasinin bir kanadı reformcu, diğeriyse tutucu eğilimliydi. Fakat her iki kanadın da hemfikir olduğu konu, askerî temellerde örgütlenmiş fetihçi bir devlet olan Osmanlı devletinin bu niteliğinin devamını sağlamaktı. Reformcu kanat, Osmanlı devletinin varlığını devam ettirebilmesi için, gelişen şartlara ayak uydurması ve tıpkı Batılı devletlerde olduğu gibi ordusunu modernleştirmesi gerektiğini savunuyordu. Tutucu kanat ise imparatorluğun güçsüz düşmesinin nedenini, eski geleneklerden uzaklaşılmasına ve düzenin bozulmuş olmasına bağlıyordu. Bunlara göre, eski gücünü yeniden kazanabilmesi için Osmanlı devletinin “altın çağ”daki düzenine, yani klasik despotizme geri dönmesi gerekiyordu. Yönetici bürokrasi içinde daha o zamanlarda iki kanat oluşmuştu. Bürokrasinin bir kanadı reformcu, diğeriyse tutucu eğilimliydi. Ancak her iki kesim için de amaç, topluma yeni bir sistem getirmek ya da mevcut sistemde köklü bir değişikliğe gitmek değildir. Toplumun hep üstünde duran ve toplumu hep kendi reayası (sürüsü) olarak gören Osmanlı bürokrasisinin, topluma yeni bir sistem getirmek gibi bir amacı hiçbir zaman olmamıştı ve olamazdı. Anlaşılacağı üzere, her iki kesim için de amaç, topluma yeni bir sistem getirmek ya da mevcut sistemde köklü bir değişikliğe gitmek değildir. Toplumun hep üstünde duran ve toplumu hep kendi reayası (sürüsü) olarak gören Osmanlı bürokrasisinin, topluma yeni bir sistem getirmek gibi bir amacı hiçbir zaman olmamıştı ve olamazdı da zaten. Çünkü yeni bir sistem getirmek ya da mevcut sistemde radikal bir değişikliğe gitmek, devleti yönetme tekelini elinde bulunduran ve tüm sistemin tek egemeni durumunda olan devletlû bürokrasi için çok riskli bir işti. Mazallah, böyle bir değişiklik, Osmanlı’nın “kutsal düzeni”nin çökmesine ve despotik bürokrasinin varlık nedeninin tümden ortadan kalkmasına yol açabilirdi! Dolayısıyla, Osmanlı için tehlike işaretlerinin belirdiği 17. yüzyılın ilk yarısından itibaren, yönetici sınıfın işleri
marksist tutum
düzeltmek için giriştiği reform denemeleri, yüzeysel ve geçici düzeltmeler olmaktan öteye geçmeyecekti. Üstelik, yapılan düzeltmelere bağlı olarak yaşanan geçici ferahlama dönemleri de saray içi çekişmeler nedeniyle fazla uzun sürmüyordu. Bürokrasi içinde yönetimi eline geçiren her yeni ekip, bir önceki ekibin yaptığı reformları ortadan kaldırdığı için, eski ortama tekrar geri dönülmüş oluyordu. Dolayısıyla, 17. hatta 18. yüzyıl boyunca devam eden bu türden geçici ve sınırlı reform girişimlerinin, Osmanlı gerilemesini durdurabilmesi ve yeni atılımlar gerçekleştirebilmesi hiçbir zaman mümkün olmadı. Bütün bir gerileme dönemi boyunca, dönüşümlü olarak yönetimi elinde bulunduran bürokrasinin tutucu kanadı ile reformcu kanadı, esasen aynı kafa yapısına sahiptiler. Sarayın çevresinde kümelenmiş bu devlet ricali, Batı karşısında alınan onca yenilgiye ve gerilemeye karşın, hâlâ geçmişin başarılarına dayandırılan temelsiz bir “üstün Osmanlı” ideolojisine sığınmaya devam ediyorlardı. Gelişmiş Batı karşısında psikolojik bir savunma arayışının ifadesinden başka bir şey olmayan bu anlayış, Osmanlı bürokrasisinin gerçekleri görmesini ve gerilemenin ardında yatan daha derinlerdeki nedenleri kavramasını engelliyordu. Burnunun büyüklüğünden önünü göremeyen Osmanlı bürokrasisi, Batı’nın 16. yüzyıldan beri bilim ve teknolojide, sanayi ve ticarette, askerî örgütlenme ve tekniklerde yaptığı atılımlardan bihaberdi. Savaş alanları dışında Avrupa’yla doğrudan karşı karşıya gelmeyen, incelemelerde ve bilgi alışverişinde bulunmayan Osmanlılar, ne denli cahil kaldıklarının farkında bile değillerdi. Osmanlı bürokrasisinin Batı’yla bu türden ilişkiler kurması ancak 18. yüzyılın birinci çeyreğinden sonra, o da son derece sınırlı bir biçimde gerçekleşecekti. Fakat bu ilişkiye rağmen Osmanlı bürokratları, “üstün Osmanlı” ideolojisini 18. yüzyılda da hâlâ sürdürdüklerinden, karşılarındaki kapitalist Avrupa’nın geçmişte savaş alanlarında rahatlıkla yendikleri o eski Avrupa olmadığını, şimdiki Avrupa’nın geçmiştekinden çok daha güçlü olduğunu kavramadılar. Osmanlı bürokrasisi bu gerçekliği ancak 19. yüzyılın başlarında kavramaya başlayacak ve Batı karşısında düştüğü güç durumdan kurtulmak üzere, kendi devlet aygıtlarında daha köklü reformlara girişmek zorunda kalacaktı. Şimdi biraz da bu reformların ne nitelikte reformlar olduğuna ve ne gibi sonuçlar doğurduğuna bakalım. (devam edecek) ________________________ 1
Kaynak: Ana Britannica
2
İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi. Aktaran İsmail Cem, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, Cem Y., 1979, s.174
3
Aktaran S. Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, c.2, Gözlem Y., 1977, s.600 www.marksist.com sitesinden alınmıştır
21
Diyalektik Matery Yadsımanın yadsınması yasası Diyalektiğin diğer bir yasası ise yadsımanın yadsınması yasası olarak adlandırılır. Ancak en başta belirtelim ki, bir şeyi diyalektik manada yadsımak o şeyi ondan birtakım miraslar almaksızın tamamen yok etmek anlamına gelmez. Yadsıma kavramı diyalektikte, bir varlık ya da toplumsal olgunun eski koşullara göre oluşmuş durumunu, değişen koşullar çerçevesinde olumsuzlayarak aşmak demektir. Zira doğada ve toplumda hareket ve gelişmenin yasası böyledir. Daha önce var olan öncüller olmadan, hiçbir şey birdenbire ortaya çıkmaz. Diğer yandan, gelişmenin seyri içinde doğada herhangi bir varlığın herhangi bir hali veya herhangi bir toplumsal ilişki düzeyi yadsınır, aşılır. Ancak daha sonra, eskiyi yadsımış olan bu hal veya düzey de aşılacak ve böylece yadsıyan da yadsınacaktır. Örneğin toprağa düşen bir buğday tohumu elverişli koşullara sahip olduğunda filizlenerek yeni bir buğday başağına dönüşür. Tohum, olgunlaşarak yaşlanan bitkinin yadsınmasıdır. Fakat genç bitkinin yeşermesiyle bu tohum da yadsınmış olur. Ne var ki yaşamın dönüşümü bu noktada da durmayacaktır. Bir gün bu genç bitki de yaşlanacak ve vereceği tohumların filizlenmesiyle o da aşılıp geçilecektir. Bu yasayı kavramayan ya da kabul etmeye yanaşmayan biri, bu buğday tohumunu ayağının altında ezerek onu mutlak anlamda ortadan kaldıracağını iddia edebilir. Ama doğada ve toplumda işler bu kadar basit yürümez ve diyalektiğin söz konusu yasasıyla anlatılmak istenen de zaten bu değildir. Yadsımanın yadsınması yasası, böyle ayak altında ezilip giden tohum taneleriyle ilgilenmez. Yeşermeye devam eden milyarlarca tohum tanesinin ve bunlarla devam edecek yaşamın gelişme sürecinin özelliğini anlatmaya çalışır. Metafizikçiler diyalektiğe saldırmak için yadsımanın anlamını, yadsınan şeyi öldürmek, onu yok etmek şeklinde saptırmak isterler. Zira çelişkiyi kabul etmeyen metafizikçi için yadsımak demek, yadsınan şeyin son bulması demektir. Oysa doğa ve yaşam bu tür bir mutlaklık temelin-
22
de ilerlememektedir. Canlı yaşamın sürekliliğinde herhangi bir yadsıma ile süreç son bulmamakta, yadsıyan da günün birinde yadsınmakta ve böylece hareket, dönüşüm ve gelişim devam etmektedir. Ayrıca, doğada ve toplumsal yaşamda süreçler kısır bir döngü içindeymiş gibi kendilerini aynen tekrarlamazlar. Gelişim süreçleri, birbiri ardı sıra gelen çelişkilerle yol alan açık uçlu spirallere benzerler. Diyalektiğin üçüncü yasası, işte gelişim süreçlerinin bu özelliğini ifade eder. Diyalektik harekette, basitten karmaşığa ve hareketin alt biçimlerinden daha üst biçimlerine yükseliş söz konusudur. Yukarda verdiğimiz buğday tohumu örneğinde olduğu gibi, toplumsal yaşamın ve düşüncenin gelişim süreci de yadsımanın yadsınması kuralı temelinde yol alır. Hatırlanacak olursa, geçmişin sınıfsız toplumu, onun içinden çıkan sınıflı toplumlar tarafından yadsınmıştır. Ama kapitalizme son verecek olan işçi devrimi sayesinde toplum komünizme ilerlediğinde, bu kez de sınıflı toplumlar gerçeği yadsınmış olacaktır. Böylece yadsımanın yadsınması ile, ilkel sınıfsız toplumdan gelişkin sınıfsız topluma ilerleyiş söz konusudur. Mülkiyetin tarih içindeki değişimi diyalektiğin bu yasasının işleyişini somutlar. Örneğin ilkel komünal toplumun çözülüşü, çeşitli Avrupa ülkelerinde kendi üretim araçlarının sahibi olan küçük üreticileri de yaratmıştı. Bu bireysel özel mülkiyet, ilkel komünal toplumdaki ortak mülkiyetin yadsınmasıydı. Fakat tarihin ilerleyişi içinde ortaya çıkan kapitalist mülk edinme biçimiyle, bu kez de, kişisel emeğe dayanan bu bireysel özel mülkiyet biçimi yadsınacaktı. Kapitalist gelişme küçük üreticileri yıkıma sürükler ve onların küçük özel mülkleri büyük kapitalist özel mülkiyet tarafından yutulur. Büyük ölçekli üretime dayanan ve sermayenin merkezileşmesinin ifadesi olan kapitalist özel mülkiyet, küçük mülk sahibinin emeğine dayanan kişisel özel mülkiyeti ortadan kaldırır. Ama tarihsel devinim bu noktada da durmaz, çünkü bu kez de kapitalist özel mülkiyet kendini yadsıyacak maddi koşulları geliştirmeye koyulur.
yalizm Üzerine /3 Elif Çağlı
Kapitalist üretim biçimi üretim araçlarını merkezileştirir, emeği toplumsallaştırır. Bunun neticesinde, üretici güçlerin gelişme düzeyi üretim araçlarının özel mülk edinilmesiyle çelişir. Kapitalist özel mülkiyet üretici güçlerin gelişimini engelleyen bir ayak bağına dönüşür. Marx’ın deyişiyle, şimdi mülksüzleştirilecek olan artık kendi hesabına çalışan küçük üretici değil, birçok işçiyi sömüren kapitalisttir. Vaktiyle küçük üreticileri mülksüzleştirerek büyük kapitalist olanların mülksüzleştirilmesinin zamanı gelmiştir. Kapitalist özel mülkiyetin ölüm çanları çalmaya başlar ve mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler. İşçi sınıfının tarihsel eylemi sayesinde üretim araçları toplum tarafından ortaklaşa mülk edinilir. Yadsımanın yadsınması ile ilerleyen bu süreç sonucunda insan toplumu yeniden ortaklaşa mülkiyet koşullarına kavuşmuş olur. Ama bu ortaklaşmacılık, ilkel komünal toplumdaki düzeyi fersah fersah aşan üstün bir tarihsel basamaktır. Kısacası incelenen örnek her ne olursa olsun, daha öncekini yadsımış olanın yadsınması başlangıç noktasına geri dönüş anlamına gelmemektedir. Gelişme süreçlerini spiral bir merdivene benzetecek olursak, bu sayede bir üst basamağa erişilmektedir. Yadsımanın yadsınması konusunda bir başka örnek, bizzat düşüncenin gelişimi alanından verilebilir. Engels’in Anti-Dühring’de belirttiği üzere, antik Yunan felsefesi ilkel bir materyalizme dayanmış ve düşünce ile madde arasındaki ilişkiyi açığa çıkartmakta yetersiz kalmıştır. İlerleyen zaman içinde varlıkları ve olguları daha derinden kavrama çabası, bu kez maddeden ayrı bir ruhun olduğu yolundaki
idealist öğretiye can vermiştir. İdealist düşünce tarzı, ruhun ölümsüzlüğünün savunusuna ve nihayetinde de tektanrılı din anlayışının ortaya çıkmasına götürmüştür. Böylece ilkçağ materyalizmi, idealist felsefe tarafından yadsınmış, aşılmış olmaktadır. Fakat daha sonraki bilimsel buluşların sonucu olarak, bu kez de idealizm artık savunulamaz bir duruma gelmiş ve o da modern materyalizm tarafından yadsınmıştır. Örneğimizde somutlanan yadsımanın yadsınması ile biçimlenen modern materyalizm, basitçe eski materyalizme dönüş değildir. Felsefe ve doğa bilimlerinin iki bin yıllık evriminin ürünü olan birikimin kavranması ve içselleştirilmesidir. Engels’in deyişiyle, zaten bu artık bir felsefe değil ama gerçek bilimler içinde yararlılığını göste-
Gelişim süreçleri, birbiri ardı sıra gelen çelişkilerle yol alan açık uçlu spirallere benzerler. Diyalektiğin üçüncü yasası, işte gelişim süreçlerinin bu özelliğini ifade eder. Diyalektik harekette, basitten karmaşığa ve hareketin alt biçimlerinden daha üst biçimlerine yükseliş söz konusudur. Gelişme süreçlerini spiral bir merdivene benzetecek olursak, bu sayede bir üst basamağa erişilmektedir.
23
marksist tutum
recek ve kullanılacak yalın bir dünya görüşüdür.
Tarihin diyalektik materyalist kavranışı İdealist tarih anlayışı, sınıflara bölünmüş toplumlarda tarihi biçimlendiren temel faktörün sınıf mücadeleleri olduğunu görmezden geliyordu. Bu “tarih” yazımında, savaşların nedenleri olarak farklı sınıf çıkarları arasındaki çatışmaların incelenmesini bulmak mümkün değildi. İnsan topluluklarının maddi yaşamlarını üretme tarzı ve buradan kaynaklanan ekonomik ilişkiler, idealist tarihçi ve ideologlara hep “uygarlık tarihi”nin ikincil unsurları, ihmal edilebilir faktörler olarak görünüyordu ya da onlar böyle göstermeye çalıştılar. Örneğin eskiden Hintliler ve Mısırlılarda üretici güçler düzeyinin belirlediği işbölümünün ilkel biçimi, devlet ve din düzeyinde bir kastlar rejiminin doğmasına neden olmuştu. Ne var ki idealist tarih anlayışı, kastlar rejiminin bu ilkel toplumsal biçimi doğuran güç olduğunu iddia etti. Gerçeklik işte böyle ters yüz edilmişti. Fakat bilimsel düşüncenin ilerleyişine paralel olarak, Marksizm tarafından geliştirilen materyalist tarih anlayışı sayesinde gerçeklik ayakları üzerine dikildi. Ve böylece idealizm son sığınağından da, tarih anlayışından da kovulmuş oldu. Tarihsel materyalizm, toplumsal bilinci belirleyenin toplumsal varlık koşulları olduğunu gözler önüne serer. Doğa bilimleri doğanın tarihi ile ilgilenirken, tarihsel materyalizmin konusunu insanların tarihi oluşturur. Marx’ın geliştirdiği materyalist tarih anlayışı tarihe dayatılan bir model değildir. Bu bilimsel dünya görüşü, toplumun ve toplumsal gelişmenin yasalarının dikkatli ve derinlemesine incelenmesinin eşsiz bir meyvesidir. Tarihsel materyalizm, toplumsal bilinci belirleyenin toplumsal varlık koşulları olduğunu gözler önüne serer. Doğa bilimleri doğanın tarihi ile ilgilenirken, tarihsel materyalizmin konusunu insanların tarihi oluşturur. Marx’ın geliştirdiği materyalist tarih anlayışı tarihe dayatılan bir model değildir. Bu bilimsel dünya görüşü, toplumun ve toplumsal gelişmenin yasalarının dikkatli ve derinlemesine incelenmesinin eşsiz bir meyvesidir. Tarihsel materyalizm, idealist tarih anlayışında olduğu gibi birtakım keyfi önermeler ve dogmalardan hareket etmez. Onun hareket noktası gerçek bireyler ve onların maddi yaşam koşullarıdır. Tüm insan tarihinin ilk ve nesnel öncülü, canlı insan bireylerinin varlığıdır. Bu bireylerin kendi geçim araçlarını üretmeye başlamaları onların ilk tarihsel eylemidir. Bu tarihsel eylem, ilkel insan topluluklarının kendilerini hayvanlardan ayırt etmesini mümkün kılmıştır. İnsanlar kendi geçim araçlarını üretirlerken, bunun uzantısı olarak kendi maddi yaşam tarzlarını da üretmeye başlamışlardır.
24
Nisan 2007 • sayı: 25
Bununla kastedilen, bireylerin kendi fiziki varlıklarını yeniden üretmeleri değildir; bireylerin birbirleriyle karşılıklı ilişki içinde toplumsal bir yaşam tarzı üretmeleridir. Tarihte insan toplulukları yaşamlarını sürdürmek için, değişen ihtiyaç ve koşullara bağlı olarak değişik yaşam tarzları üretmişlerdir. İlkel komünal, asyatik, köleci, feodal ve kapitalist üretim tarzları şeklinde çeşitlenen bu farklı yaşam tarzları, insanların neler ürettiklerine bağlı olduğu kadar bunları nasıl ürettiklerine de bağlıdır. O halde tarih içinde insan topluluklarının varlık koşulları, üretimin maddi koşullarına bağlıdır. İnsanlık tarihi, insan nüfusunun çoğalmasına da koşut olarak bireylerin arasında gelişen ilişki ve işbölümünün tarihidir. Bu tarih veya toplumsal ilişkilerin biçimi, esasen üretim sürecinin niteliği tarafından belirlenir. Bir ulusun üretiminin gelişim düzeyi, diğer bazı iç ve dış faktörlerin yanı sıra, o ulusun diğer uluslarla ilişkilerini ve bizzat o ulusun kendi iç yapısını belirleyen esas etkendir. Üretimin gelişme düzeyi ise, üretici güçlerin ulaştığı gelişme düzeyinden, en açık şekilde de işbölümünün ulaştığı gelişme düzeyinden anlaşılır. Örneğin kır ile kentin ayrışma derecesi, o toplumun bir tarım toplumu mu yoksa bir kent toplumu mu ya da bir sanayi toplumu mu olduğunu gözler önüne serer. İşbölümünün gelişmesinin farklı aşamaları, farklı mülkiyet biçimlerine denk düşer. Örneğin asyatik tarım komünlerinin tarımsal üretimine dayanan despotik Doğu toplumlarında toprakta özel mülkiyet yokken, kent medeniyetine ve zengin ticari ilişkilere dayanan köleci Roma İmparatorluğu’nda özel mülkiyet gelişmiştir. Ayrıca işbölümünün her yeni evresi, üretici faaliyetin konusu, üretim araçları ve üretilen ürünlerin niteliği ile birlikte bireylerin kendi aralarındaki toplumsal ilişkileri de koşullandırır. Marx Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya yazdığı Önsöz’de, tarihin materyalist anlayışına dair vardığı sonucu özetler. Buna göre, insanlar varlıklarının toplumsal üretiminde kendi aralarında kendi iradelerine bağlı olmayan bazı zorunlu ilişkiler kurmaktadırlar. Üretim ilişkileri olarak adlandırılan bu ilişkiler, o insan topluluğunun maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül etmektedir. Söz konusu üretim ilişkileri, toplumun iktisadi yapısının niteliğini de belirler. Üretici güçler ve üretim ilişkilerinin bütünlüğünden oluşan üretim tarzı yani iktisadi altyapı, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapıyı biçimlendirir. Başka bir ifadeyle, bireyler arasında varolan üretim ilişkileri kendilerini zorunlu olarak siyasal ve hukuki ilişkiler olarak da ifade etmek durumundadırlar. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini de koşullandırır. İnsanların toplumsal varlık koşullarını belirleyen faktör bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen toplumsal varlık koşullarıdır. Basite indirgeyerek ifade edecek olursak, hangi toplumsal koşullar içinde yaşar ve kendini
Nisan 2007 • sayı: 25
öyle var edersen öyle de düşünürsün. Ancak asla unutmamak gerekir ki, Marksizm mekanik bir ekonomik determinizme indirgenemez. Altyapı ve üstyapı veya toplumsal varlık koşulları ve toplumsal bilinç unsurları arasında karşılıklı diyalektik bir ilişki vardır. Yine de son tahlilde esas belirleyici olan ekonomik temel ve nesnel toplumsal koşullardır. Nasıl ki doğa sürekli bir hareket halindeyse, toplumsal yaşam koşulları da durağan değildir, zamanla değişmektedir. Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Vaktiyle üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, şimdi onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temelde yeni bir üretim tarzına geçişi zorlayan mayalanma ve gelişim, siyasi ve hukuki üstyapıyı da az ya da çok hızla sarsmaya ve altüst etmeye koyulur. Marksist tarih anlayışının açıkladığı üzere, fikirlerin, siyasi anlayışların ve bilincin üretimi, esasen insanların maddi faaliyetine ve karşılıklı maddi ilişkilerine, yani gerçek yaşamın diline bağlıdır. Bilinç hiçbir zaman bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz. Ve insanların varlığı, onların gerçek yaşam süreçleridir. Buna rağmen insan düşüncesiyle insanın varoluş koşulları arasındaki ilişki, fotoğrafçılıktaki karanlık kutudaki gibi baş aşağı görünebilir. Aslında bu durumun da yine maddi bir nedeni vardır. Örneğin göz merceğinin yapısı ve ışığın kırılması nedeniyle nesneler gözün ağ tabakasında ters görüntü oluştururlar. Bu durum nasıl ki fiziksel yaşam sürecinden kaynaklanıyorsa, insanların kendi tarihsel yaşam süreçlerini algılamalarında da böylesi kırılmalar gerçekleşmektedir. Buna bağlı olarak, toplumsal yaşamda gerçekliğin ters yüz edilmiş ideolojileri biçimlenir. İnsan beyninin yarattığı ahlâk, din ve metafizik gibi olağanüstü düşünceler, nihayetinde insanların yaşam süreçlerinin ürünü olan birtakım yüceltmelerdir. Ve bunlar neticede, şu ya da bu tarihsel dönemde yaşamış olan insanların verili maddi ve toplumsal koşullarına bağımlı olmuştur. Bu nedenle bilinç de, gerçek tarihsel gelişme çerçevesi içinde yol alır. İşte değinmeye çalıştığımız tüm bu hususlar tarihsel materyalizmin temel yapıtaşlarıdır. Bu tarih anlayışı, idealist tarih anlayışında olduğu gibi her bir tarihsel dönemi açıklamak için kurgusal bir kategori yaratmak zorunda değildir. Tarihin materyalist kavranışı, daima, insan topluluklarının eseri olan gerçek tarihin zeminine basar. Tarihsel materyalizm insan topluluklarının pratiğini, nereden geldiği bilinmeyen birtakım soyut fikirlere göre açıklamaz. Tersine, mevcut fikirlerin oluşumunu, insanların maddi pratiğinin düzeyine ve sınıfsal çıkarların farklılığına göre açıklar. Yine aynı şekilde tarihsel materyalizm, tarihin, dinin, felsefenin ve bütün öteki teorilerin devindirici gücünün, saf düşünceden kaynaklanan bir eleştiri olmadığını
marksist tutum
kanıtlar. Yaşam koşullarını değiştirecek ve dönüştürecek olan, örgütlü insanların mevcut düzene yönelik pratik eleştirisi yani devrimdir. Tarihte kişinin rolü önem taşıyor olsa da son tahlilde tarihi yapanlar “büyük adamlar” değildir, kitlelerdir. Asırlardır insanlar kendi tarihlerini kendileri yapmaktadırlar. Ortam ve koşullar insanları biçimlendirdiği kadar, insanlar da içinde yaşadıkları ortam ve koşulları biçimlendirmektedirler. Ne var ki her dönemin verili koşulları, insan topluluklarının kendi tarihlerini yapış tarzını da belirler. Her kuşağın içine doğduğu üretici güçler ve üretim ilişkileri düzeyi, kısacası üretim tarzı tarihin somut temelini oluşturur. İnsanlık tarihinde tüm büyük çatışmaların temelinde üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki yatar. Marksist tarih anlayışının açıkladığı üzere, fikirlerin, siyasi anlayışların ve bilincin üretimi, esasen insanların maddi faaliyetine ve karşılıklı maddi ilişkilerine, yani gerçek yaşamın diline bağlıdır. Bilinç hiçbir zaman bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz. Ve insanların varlığı, onların gerçek yaşam süreçleridir. İnsan beyninin yarattığı ahlâk, din ve metafizik gibi olağanüstü düşünceler, nihayetinde insanların yaşam süreçlerinin ürünü olan birtakım yüceltmelerdir. Dünya üzerindeki insan topluluklarının kaderini birbirine bağlayan kapitalist üretim tarzı bu çelişkinin niteliğini de küreselleştirmiştir. Artık söz konusu çelişkinin bir ülkede sınıf çatışmalarına neden olması için, o ülkede aşırı ölçüde yoğunlaşmış olması gerekli değildir. Sanayileri daha çok gelişmiş ülkelerle rekabet, sanayileri daha az gelişmiş ülkelerde de bu çelişkiyi alabildiğine yoğunlaştırıp keskinleştirmektedir. Eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının uzantısı olarak, devrimci durumlara yol açan krizler az ve orta düzeyde gelişmiş kapitalist ülkelerde çok daha sık ve derin biçimlerde patlak vermektedir. Kapitalizmin tarihi bu durumu kanıtlayan pek çok örnekle doludur. Sınıflı toplumların tarihi incelendiğinde, toplumsal yaşamın çelişkilerle dolu olduğu görülecektir. Çeşitli uluslar arasında çatışma ve savaşlar olduğu gibi, aynı ulus içinde de çıkar çatışmaları ve sınıfsal karşıtlıklar temelinde bazen sinsi bazen açık bir iç savaş yürümektedir. Yüzeysel algılamada tam bir kaos gibi yansıyan bu karmaşık tablonun netliğe kavuşturulabilmesi için bilimsel analiz yöntemine ihtiyaç vardır. İşte diyalektik ve tarihsel materyalizm üzerinde yükselen Marksizm, bu ihtiyacı giderebilen yegâne dünya görüşünü bize sunmaktadır. Marx ve Engels Komünist Manifesto’da sınıflı toplumların tarihinin anlaşılmasını sağlayacak anahtarı dünya işçilerine verdiler. Sınıflı toplumların tarihi, özünde sınıf savaşımlarının tarihidir. Manifesto’da belirtildiği gibi, özgür insan ve köle, patrisyen ve pleb, efendi ve serf, lonca ustası
25
marksist tutum
ve kalfa, kısacası ezen ve ezilen arasında uzlaşmaz karşıtlıklar olagelmiştir. Bu nedenle bunlar arasında kimi zaman gizli, kimi zaman açık bir kavga yürümüştür. Ve bu kavga her defasında, ya bir devrim sayesinde toplumun geniş ölçüde yeniden kurulmasıyla ya da katılan sınıfların ortak yok oluşuyla sonuçlanmıştır. Feodal toplumun yıkıntılarından yeşeren modern burjuva toplum da sınıf düşmanlıklarını giderememiştir. Yalnızca eskilerin yerine yeni sınıflar, yeni baskı koşulları, yeni savaşım biçimleri koyabilmiştir. Burjuvazinin çağı sınıf düşmanlıklarını yalınlaştırmıştır. Toplum bir bütün olarak giderek daha fazla karşı karşıya gelen iki büyük düşman kampa, burjuvazi ve proletarya olarak iki büyük sınıfa bölünmüştür. Görüldüğü üzere, karşıtlık ve karşıtların mücadelesi yalnızca doğada yer alan süreçlerle sınırlı bulunmuyor. Diyalektiğin bu yasası, insanlığın toplumsal yaşam sürecini de biçimlendiriyor. Bu durum, içinde yer aldığımız kapitalist çağ için haydi haydi geçerlidir. Kapitalist toplum var olduğundan bu yana, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki karşıtlık ve bu karşıtların mücadelesi temelinde yol aldı. Onun sonunu getirecek olan da, diyalektiğin yasaları gereği yine bu mücadele olacaktır. Toplumsal yaşamın tarihsel materyalist açıklaması, idealist düşünürlerin tepetaklak ettiği neden-sonuç ilişkilerinin yerli yerine oturtulmasını ve kavranabilmesini imkân dahiline soktu. İdealist yaklaşım ya da Marksist yöntemden uzak duran küçük-burjuva ahlâkçılığı ise, toplumsal formasyonları biçimlendiren ve sırası geldiğinde değişikliğe uğratan çelişkilerin nesnelliğini yadsıyor. Onlar doğada olduğu gibi tarihte de zorunluluklar yasasının işleyişini bilince çıkarmaktan uzaklar. Küçük-burjuva ahlâkçılığın dar prizmasından dünyaya bakanlar, tarihsel olguları “iyi” ya da “kötü” gibi idealist kategorilere ayırt ederek kavramaya (yani kavramamaya) yeminliler. Oysa bu gibi yaklaşımlarla toplumsal tarihin bilimsel yorumuna ulaşabilmek asla mümkün olmadı ve de olmayacak.
Tarihin ilerletici gücü Tarihsel materyalizm, insan topluluklarının yaşam koşullarının ilerleyiş ve değişiminde insan iradesinden bağımsız olarak hükmünü icra eden yasayı keşfetti. İnsanın yaşamını sürdürebilmesi için karşısına bir zorunluluk olarak dikilen ihtiyaçların karşılanması ve karşılanan ihtiyaçlarla birlikte yeni ihtiyaçların doğması tarihte ilerletici bir rol oynar. Zorunlulukların baskısı, eski dönemlerin sınıfsız toplumunu çözmüş ve sınıflı toplumları ortaya çıkartmıştır. Yani toplumun sınıflara bölünmesi birtakım hain insanların şeytanca fikirlerinin sonucu olmamıştır. Sınıflı toplumlar, insanlığın ilkel dönemindeki ortaklaşmacı yaşam koşullarına oranla, insanlar arasında eşitsiz ilişkileri, sayısız haksızlığı, baskıyı ve kötülükleri yaratmıştır. Ama beğensek de beğenmesek de tarihin tekerleği bu yolda ilerlemiştir.
26
Nisan 2007 • sayı: 25
Tarihte zorunlulukların yarattığı değişimde yalnızca birtakım kötülükleri gören biri, olguları bilimsel tarzda kavrama çabasından tamamen uzak demektir. Zira insanlığın üretici güçlerinin gelişmesi yaşanan bu tarihin bir ürünüdür. Diyelim sınıflı toplumlar gerçeği olmasaydı, bugün ilkel komünal toplum koşulları içinde yaşıyor olurduk. Oysa tüm kötücül sonuçlarıyla birlikte o sınıflı toplumlar tarihidir ki, bugün işçi sınıfını geleceğin üstün sınıfsız toplumunu kurabilecek potansiyellere sahip bir toplumsal güç katına yükseltebilmiştir. Eskiyi yadsıyacak olan yeni ve daha yüksek düzeydeki üretim ilişkileri, bu ilişkileri var edecek maddi koşullar eski toplumun bağrında çiçek açmadan tepeden iradi kararlarla indirilemezler. İçerdiği üretici güçleri geliştirme potansiyelini tüketmeden, bir toplumsal oluşum tarih sahnesinden çekip gitmez. Fakat insanlık tarihi durduğu yerde durmaz ve er geç diyalektik dönüşüm noktalarına doğru ilerlenir. Sınıf karşıtlıkları üzerine kurulu her toplumsal formasyon, üretici güçler ve üretim ilişkileri arasında var olan ve zamanla daha da olgunlaşan çelişkiler nedeniyle ölmeye yazgılıdır. Engels bu konuyu açıklığa kavuşturmak için eski dönemlerden bir örnek verir. Antik Yunan’da toplumun ileriye gidişi, o günün maddi koşulları nedeniyle ancak kölelik biçimi sayesinde gerçekleşmiştir. Hatta geçmiş koşullarla kıyaslandığında, bu durum köleler açısından bile bir ilerleme olmuştur. Zira köle, köle sahibi açısından korunması gereken kıymetli bir maldır ve üretici güçlerin gelişmesi kölelerin efendileri tarafından doyurulmasını, giydirilip bakılmasını sağlamıştır. Oysa daha eski dönemlerin kıtlık koşullarında, çeşitli ilkel insan toplulukları ele geçirdikleri savaş tutsaklarını masrafa neden olmasın diye rahatlıkla öldürebilmekteydiler. Avrupa’nın ekonomik, siyasal ve entelektüel evriminin kökeninde yatan da eski Yunan ve köleci Roma İmparatorluğu sayesinde bu alanlarda sağlanan ilerlemedir. Kısacası, tarihsel gerçekleri kavrayabilmek için duygusal değil bilimsel yaklaşıma ihtiyaç olduğu açıktır. Eskiyi yadsıyacak olan yeni ve daha yüksek düzeydeki üretim ilişkileri, bu ilişkileri var edecek maddi koşullar eski toplumun bağrında çiçek açmadan tepeden iradi kararlarla indirilemezler. İçerdiği üretici güçleri geliştirme potansiyelini tüketmeden, bir toplumsal oluşum tarih sahnesinden çekip gitmez. Fakat insanlık tarihi durduğu yerde durmaz ve er geç diyalektik dönüşüm noktalarına doğru ilerlenir. Sınıf karşıtlıkları üzerine kurulu her toplumsal formasyon, üretici güçler ve üretim ilişkileri arasında var olan ve zamanla daha da olgunlaşan çelişkiler nedeniyle ölmeye yazgılıdır. Kapitalist üretim tarzı da bu yasanın işleyişinden muaf değildir. Kapitalizm altında üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki, biz onun farkında olsak da olmasak da var olan ve varlığını sürdüren nesnel bir
Nisan 2007 • sayı: 25
çelişkidir. Bilimsel komünizm işte bu gerçek çelişkinin kavranması ve devrimci çözümü üzerinde odaklaşır. Marksizmin anahtarı tarihte bundan önce neler olduğunu anlamamızı sağladığı gibi, tarihin güncel gelişme eğilimlerini kavrayabilmemizin kapısını da açıyor. Marksizmin kurucularının geliştirdikleri diyalektik ve materyalist tarih anlayışı, genel olarak toplumsal devrimlerin ve özelde proleter devrimin yasalarını ortaya koyuyor. Bunlara burada çok kısaca değinmek yararlı olacak. Tarihin incelenmesi, verili bir üretim tarzı çerçevesinde üretici güçlerin gelişmesinin mevcut üretim ilişkileriyle artık bağdaşmadığı bir aşamaya gelip dayandığını göstermektedir. Bu aşamada üretici güçler mevcut üretim ilişkileri çerçevesinde artık zararlı ve yıkıcı güçlere dönüşürler. Kapitalizmde bu durum, işçi sınıfı içinde düzene karşı devrimci bir isyan duygusunun gelişmesiyle de yansımasını bulur. Proletarya içinde komünist bir bilinç gelişir. Bilinçlenip örgütlenen işçiler, devrimci savaşımın egemen sınıfa ve onun devletine yönelmek zorunda olduğunu kavramaya başlarlar. Tarihte kapitalizme öngelen tüm sınıflı toplumlarda cereyan eden devrimlerde toplumsal eşitsizlik ve sınıflara bölünme koşulları devam etmiş, yalnızca bu eşitsizliğin ve sınıfların varoluşunun koşulları değişikliğe uğramıştır. Oysa işçi sınıfının tarihsel eylemi, toplumsal eşitsizlik ve sınıf ayrımı üreten koşulları temelden ortadan kaldıracaktır. Diğer yandan, sınıfsız, devletsiz ve sömürüsüz toplum özlemini yaşama geçirip koruyabilmek, ancak bilinçli kitlelerin aktif eyleminin eseri olabilir. Kitleleri bu komünist bilinç doğrultusunda dönüşüme uğratmak ise, pratik tarihsel hareket yani devrim sayesinde mümkün olacaktır. Bu nedenle Marksizm proleter devrimin sürekliliğini, yalnızca mevcut egemen sınıfı devirmenin tek yolu bu olduğu için değil, onu deviren sınıfa eski sistemin bulaştırdığı pislikler ancak bu sayede süpürülebileceği için de savunur. Toplumsal üretim ile kapitalist sahiplenme arasındaki çelişki, modern çağın sınıflar mücadelesini ateşleyen temel çelişkidir. Bu çelişki kendini somutta proletarya-burjuvazi karşıtlığı olarak ortaya koyuyor. Kapitalizm her düzeyde çelişkiler ve çatışkılar yaratmadan yol alamaz. Marx ve Engels’in eşsiz açıklamalarından hareketle buna çeşitli örnekler vermek mümkündür. Kapita-
marksist tutum
lizm altında gerçekleşen makineli üretimin insan toplumunu üretici güçlerin gelişimi bakımından ileriye taşıdığı doğrudur. Ama makineler pek çok işçinin işini elinden çekip alır. Böylece kapitalizmde çalışma araçlarının gelişmesi, işçilerin elinden onların yaşama araçlarının çekilip alınması pahasına gerçekleşir. İşçinin öz ürünü olan makine, işçiyi köleleştiren bir alete dönüşür. Makineli üretimin yoğunlaşmasıyla çalışma araçlarında sağlanan tasarrufa, işgücünün en hoyrat biçimde çalıştırılması ve sömürülmesi eşlik etmektedir. İşçilerin bir bölümünün yoğun tempolarla, fazla mesailerle çalıştırılması, diğer bir bölüm işçilerin işsiz ve aç kalması anlamına gelir. Daha fazla kâr peşinde koşarken aşırı üretim bunalımlarıyla yüz yüze gelen kapitalizm çelişkilerini aşamaz. Kapitalist üretim biçiminin kalıbına sığamayan toplumsallaşmış üretici güçler, özel mülkiyete dayanan üretim ilişkilerine her büyük bunalımda başkaldırırlar. Metaların sürümünü, satışını, kısacası tüketimi artırmak için global ölçekte delicesine yeni dış pazarlar peşinde koşan kapitalist ülkeler, öte yandan yarattıkları işsiz ve aç yığınlar nedeniyle kendi iç pazarlarını felâkete sürüklerler. Sermaye birikimi kaçınılmaz olarak sefalet birikimiyle atbaşı gider. Fourier’in ünlü deyişiyle, bolluk kıtlık ve sefaletin kaynağı durumuna gelir. Ama kapitalizmle ilgili olarak bir de madalyonun diğer yüzüne kazılı gerçekler var. Kapitalizm üretim araçlarını bireysel küçük mülkiyetin konusu olmaktan çıkardığı gibi, üretim sürecini de bir dizi bireysel eylem durumundan bir dizi toplumsal eylem durumuna dönüştürmüştür. Böylece ortaya çıkan ürünler artık geçmiş dönemlerde olduğu gibi bireysel ürünler durumunda değildir, bunlar toplumsal ürünler niteliği kazanmıştır. Bir ceket ya da bir buzdolabı, en başlangıcından nihai ürüne dek bu metaların üretilebilmesi için üretim sürecinde yer alan pek çok işçinin ortaklaşa ürünüdür. Geçmiş dönemlerin bağımsız çalışan küçük üreticisini, zanaatkârını, lonca örgütlerini yok ederek ilerleyen kapitalizm, niceliğin niteliğe dönüşümü yasası gereğince ürüne toplumsal bir karakter kazandırmıştır. Eski çağlarda bireysel küçük üreticiler şu ya da bu ürünü ben ürettim diyebiliyorlardı. Oysa modern işçiler arasından birilerinin çıkıp da işte bunu başlı başına ben ürettim diyebilmesi olanaklı değildir. Kapitalizm bir yandan açlık, yoksulluk, işsizlik getirirken, öte yandan geçmiş dönemlerin küçük mülk sahiplerinin “ben”cilliğinin zeminini yok etmiştir. “Biz” diyerek kendisine karşı harekete geçebilecek mezar kazıcısını yaratmıştır kapitalizm. Burjuva toplumun gelişimi, toplumsallaşan üretici güçlerle özel mülkiyet ilişkileri arasında giderek keskinleşen çelişkiyi çözecek maddi koşulları da hazırlamıştır. Marksizm, işçi sınıfının devrimci eyleminin toplumu nasıl muazzam bir dönüşüme uğratabileceğine işaret ediyor. İşçi devriminin açtığı yoldan ilerlenmesi sayesinde üretim araçlarına toplum tarafından el konabilecek. Meta üretimi tamamen ortadan kalkacak ve ürünün üretici üze-
27
marksist tutum
rindeki egemenliği son bulacak. İşçinin özemeğinin ürünü artık onun hizmetine girecek. Yeryüzünden meta ekonomisi düzeninin temizlenmesiyle birlikte, paraya ve mallara tapınma dönemi, kapitalizmin yarattığı tüketim çılgınlığı, insanın kendine ve doğaya yabancılaşması son bulacak. İşçi sınıfının tarihsel süpürgesi sınıflı ve sömürülü toplumlar olgusunu dünyamızdan ebediyen süpürüp atacak. Savaşlar son bulacak, insan insanın dostu olacak. Toplumsal üretim süreci, planlı, programlı ve insanlığın ihtiyaçlarını karşılamaya hizmet eden bir nitelik kazanacak. Bugüne dek tüm çağlara damgasını basmış olan bireysel yaşama savaşının son bulmasıyla, insanlar kendi tarihlerini artık tam bir bilinçle yapabilecekler, kendi kendilerinin efendisi olabilecekler. Diyalektik tarzda düşünecek olursak bu tarihsel eylemin anlamı, insanlığın çağlar boyunca esaretinde olduğu zorunluluk dünyasından engin bir özgürlük dünyasına sıçrayışıdır.
İşçi sınıfının Marksizme ihtiyacı var İdealist felsefe yalnızca birtakım softaların kendi aralarında meleklerin cinsiyetini tartışmalarıyla sınırlı kalmış olsaydı, gündelik yaşamın hayhuyu içinde nefes almaya bile vakit bulamayan işçi sınıfını hiç de ilgilendirmezdi. Ne var ki, idealist felsefe egemen sınıfların elinde bir bilinç bulandırma aracı olarak aslında tam da o gündelik yaşamın en küçük hücresine nüfuz ediyor. Din veya “bir ilâhi yaratıcının varlığı” fikri, ezilenlerin kendilerini ezenlere başkaldırmaması ve mevcut durumlarını bir takdiri ilâhi olarak kölece kabullenmeleri için egemen sınıfın çıkarına kullanılıyor. İnsanı yaratanın bizzat üretici insanın kutsal emeği olduğu gerçeğinin kavranması, her zaman egemen sınıfların korkulu rüyasını oluşturuyor. Gerçeklerin içyüzünü kavramaya başlayan işçinin, kendisini var edenin patronu olmadığını, aksine patronları kendisinin var ettiğini bilince çıkartması hiç de zor olmayacaktır. O yüzden daha önceki egemen sınıflar gibi burjuvazi de, dini, gelenekleri, örf ve adetleri, işçi-emekçi kitleleri uyutacak bir silah olarak elde tutmaktadır. Bu silahı parçalayacak dünya görüşünün yani Marksizmin işçi sınıfına nüfuz etmemesi için, işçi-emekçi kitlelerin çevresini gerçek ya da düşünsel hapishane duvarlarıyla kuşatmaktadır. Bu koşullar nedeniyle, işçi sınıfının günümüzde Marksizmle donanmaya ve böylece harekete geçmeye, ekmeğe, suya, havaya duyduğu ihtiyaçtan bile daha fazla ihtiyacı olduğunu söylemek abartma olmayacak. Marksizmin işçi sınıfının devrimci silahına dönüştürdüğü diyalektik düşünce, örgütlü proleter gücün içerdiği nicelikten çok öte bir bileşik nitelik yarattığını kanıtlıyor. Bu gerçeklik, en basitinden daha karmaşığına doğru her düzeyde geçerlidir. Örneğin bir araya gelmiş iki işçi, bir fabrikada birbirinden yalıtılmış olarak çalışıp duran iki yalnız işçiye oranla bambaşka bir güç oluşturur. Niceliği büyütelim, yüz kişilik bir
28
Nisan 2007 • sayı: 25
fabrikada elliyi aşkın işçinin ekonomik haklarını savunmak üzere bir araya gelip kenetlenmesi niteliksel bir sıçrama gerçekleştirir. Bu sıçrama, sendikasız bir işyerinin işçilerini sendikal düzeyde örgütlü militan işçilere dönüştürebilir. Ama bu kadarı da yetmez. İşçi sınıfı kapitalist sömürü düzenine son verme azmiyle devrimci siyasal örgütlenme yoluna koyulduğunda, işyerlerinin, fabrikaların, ülkelerin sınırlarını aşan ve dünyayı değiştirme kudretine sahip olan bir niteliğe yükselir. Bolşevik önder Lenin devrimci örgütün önemini vurgulayabilmek için, büyük bilim adamı Arşimet’in formüle ettiği kaldıraç yasasını toplumsal mücadele alanına uyarlamıştı. Bir düzine profesyonel devrimcinin dünyayı yerinden oynatabileceğine değinmişti. Gerçekten de proletaryanın örgütlü devrimci gücünün dünyayı yerinden oynattığı Büyük Ekim Devrimiyle kanıtlandı. Rusya’da toplumsal koşulların değişmesi ve sömürülen ezilen kitlelerin kendi kaderlerini ellerine almaları, iktisadi gelişmenin kendiliğinden sonucu olarak gerçekleşmedi. Çarlık Rusya’sını yerle bir eden muazzam değişim, iktisadi gelişmenin yoğunlaştırdığı katlanılmaz çelişkilerin örgütlü işçi sınıfının devrimci kılıç darbesiyle çözülmesi sayesinde oldu. Hiçbir ülkede burjuva resmi tarih gerçekleri bu şekilde yazmıyor. Kapitalist toplumda egemen sınıfın egemen ideolojisi bilimsel düşünceyi tarih alanından kesinlikle dışlamış bulunuyor. Oysa burjuvazi işine geldiği ölçüde pekâlâ bilime inanıyor. Bilimsel buluşları ve teknolojiyi üretim sürecini daha kârlı kılmak üzere kendi hizmetine koşmasını biliyor. Ne var ki burjuva ideologları toplumsal yaşam alanında kitlelere sürekli olarak idealist felsefeyi, metafiziği ve boyun eğmeyi empoze ediyorlar. Kapitalizmi aklayabilmek için, toplumun zengin ve yoksul ekseninde kutuplaşmasının suçunu “tanrı”nın üzerine atıyorlar. “Dünya böyle yaratıldı, her zaman zenginler ve yoksullar olacaktır” vaazlarıyla sömürülen kitleleri kaderlerine boyun eğmeye veya zenginleşme sevdasıyla birbirlerini ezmeye davet ediyorlar. Gerçekte paradan başka tanrı tanımayan burjuvazi, işçi sınıfının kurtuluşuna adanmış devrimci düşünceyi kötü bir maddiyatçılık olarak lanse etmek için yırtınıyor. Elinin altındaki her araçla Marksizme lanetler yağdırıyor. Ama burjuvazinin bu çırpınışı tarihin akışını değiştiremeyecek. Egemen güçlerin zulmü ve hileleri, devrimci işçilerin Marksizmin aydınlattığı yolu tutmasına engel olamayacak. Somut deneylerin ve tarihsel pratiğin eşliğinde kendisini sorgulayan ve geliştiren Marksist düşünce, içine girdiğimiz bu son tarihsel kesitte işçi sınıfının devrimci eylemine daha önce görülmemiş düzeyde yol gösterecek. İşçi sınıfı kendi varlığının ve devrimci potansiyelinin bilincine varıp örgütlendiği ve mücadeleye atıldığı takdirde, sömürü düzenini ve sınıfları toptan tarihin çöplüğüne süpürmek işten bile olmayacak. www.marksist.com sitesinden alınmıştır
Biz Yoksullaştıkça Onlar Zenginleşiyor İlkay Meriç
F
orbes dergisinin Mart başında açıkladığı dünya zenginler listesi, kapitalist sistemde bir avuç azınlığın nasıl milyarlarca insanın sefaleti üzerinden zenginliğine zenginlik kattığını bir kez daha kanıtlar nitelikteydi. Listedeki 946 milyarderin kişisel serveti bir önceki yıla kıyasla dört kattan fazla artarak toplam 900 milyar dolardan 3,9 trilyon dolara çıkmıştı. Yine bir yıl önceki dolar milyarderleri listesine bu yıl aralarında 19 Rus, 14 Hintli, 13 Çinli ve 5 Türkün de bulunduğu toplam 178 yeni milyarder eklenmişti. Türkiye’de işçi-emekçi kitleler bu listeyi, medyanın övünç vesilesi yaptığı haberler sayesinde öğrendiler. Örneğin Hürriyet’in haber başlığı, “Japonya’yı bile geçtik, «zengini çok ülkeler ligi»nde 6’ncı olduk” şeklindeydi. 9 Mart tarihli bu haberde şöyle deniyor: “İş, ticaret, finans dünyasının bir numaralı dergisi Forbes, 2007 yılının dünya dolar milyarderleri listesini açıkladı. Listede 2005’te 8, geçen yıl ise 21 dolar milyarderi bulunan Türkiye bu yıl 26 milyardere ulaşarak dünyada en fazla milyardere sahip olan ülkeler sıralamasında altıncı sıraya yükseldi. Forbes’un geleneksel zenginler listesine Türkiye damgasını vurdu. … Türkiye, 26 milyarder ile dev ekonomiye sahip Japonya, Kanada, Çin, Fransa, İsveç dahil pek çok ülkeyi geride bıraktı.” Burjuva medya Türkiye’nin zenginlerinin daha da zenginleşmesiyle övünürken, Forbes dergisinin baş editörü ve
ABD’de Cumhuriyetçi Partinin eski başkan adaylarından Steve Forbes şunları söylüyordu: “Dünyadaki tüm çalkantıya, tüm çatışmalara rağmen, son beş yılda küresel ekonomi reel anlamda %25’in üzerinde büyüdü. Tarihte daha önce böyle bir ilerleme görülmedi. İnsanlık tarihi en zengin yılını yaşıyor. … Zenginlerin çoğalması daha fazla iş imkânının yaratılmasına, yoksul ülkelerin kalkınma programlarına da yansıyor.” Peki ekonomik alanda rekor ilerlemeler kaydedilirken ve “insanlık tarihi en zengin yılını yaşarken”, insanlığın ezici çoğunluğunu oluşturan emekçi kitlelerin cephesine bu zenginlik nasıl yansıyor? Dergi kuşkusuz bundan söz etmemekte. Oysa dünya üzerindeki her altı insandan biri, yani 1 milyardan fazlamız, her gün yatağa aç giriyor. Kazandığı para ancak ölmeyecek kadar karnını doyurmaya yetenleri de dahil ettiğimizde bu sayı 3 milyarı geçiyor. Özcesi, her gün 24 bin insanın açlıktan öldüğü dünyamızda, insanların yarıya yakını açlık ve şiddetli yoksullukla boğuşuyor. Peki nasıl oluyor da insanlık tarihi en zengin yıllarını yaşarken böylesi bir manzarayla karşı karşıya kalınabiliyor? Aslında bunun yanıtı da Forbes’un yıllık listelerinde gizli. Listedeki zenginlerin sayısı ve varlıkları arttıkça yoksullar listesi de misliyle kalabalıklaşıyor. Yani ürettikçe yoksullaşan bizler, yoksullaştıkça onları daha da zenginleştiriyoruz. Forbes’un listesine giren 946 milyarderin sahip olduğu
29
marksist tutum
varlıkların toplam değerini oluşturan 3,9 trilyon dolar, ABD ve Japonya bir tarafa bırakılırsa diğer ülkelerin her birinin gayri safi yurtiçi hasılalarından (GSYH) daha fazla. Yaklaşık 900 milyon insanın yaşadığı Afrika kıtasındaki ülkelerin toplam GSYH’si 2,3 trilyon doları, 500 milyon insanın yaşadığı Latin Amerika kıtasındaki ülkelerinki de 2,9 trilyon doları geçmiyor. Forbes’un listesinde belirtilen varlıkların, bu milyarderlerin sahibi olduğu şirketlerin (örneğin Sabancı Holding’in, Koç Holding’in ya da Microsoft’un) varlıkları olmayıp, kendi kişisel (örneğin Şevket Sabancı’nın, Rahmi Koç’un, Bülent Eczacıbaşı’nın ya da Bill Gates’in) varlıkları olduğuna dikkat edelim. Dolayısıyla bu milyarder kapitalistlerin sahibi olduğu holdinglerin gerçek varlıklarını hesaba kattığımızda kat kat yüksek değerlerle karşılaşırız ve dünya üzerindeki milyarlarca insanın emeğinin, sayıları birkaç bini geçmeyen bir avuç asalak tarafından gasp edildiğini görürüz. Nitekim dünya nüfusunun yüzde 2’sinin sahip olduğu varlıklar, nüfusun yüzde 50’sinin sahip olduğundan daha fazla. Dünyanın hali pür melali böyleyken Türkiye’deki emekçi kitlelerin durumu da bundan farklı değil. Son günlerde Milliyet gazetesinde yayınlanan geniş kapsamlı araştırma, hanelerin toplam aylık gelirlerine ve gelir gruplarının oranlarına dair, TÜİK’in uydurma verilerinden oldukça farklı ve çok daha gerçekçi veriler sunuyor. Buna göre, asgari ücretin 403 YTL olduğu Türkiye’de, aylık geliri 1200 YTL’nin altında olan haneler nüfusun %87’sini oluşturmakta, aylık geliri 3000 YTL’nin üzerine çıkan ailelerin oranı ise %2’yi geçmemektedir. Türk-İş’in yaptığı son araştırmaya göre ise, geçtiğimiz Şubat ayında dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 628,75 YTL’ye, yoksulluk sınırı ise 2048 YTL’ye yükselmiş bulunuyor. Bu iki araştırmayı birlikte değerlendirdiğimizde karşımıza şu çarpıcı sonuç çıkıyor: Türkiye’de nüfusun %30’undan fazlası aç, %90’ından fazlası ise yoksul durumda! Öte yandan, dünya zenginler listesine 5 milyarder daha katıp toplam 26 milyarderle temsil edilme “onuruna” sahip olan Türkiye, gelir dağılımındaki adalet bakımından AB üyesi 25 Avrupa ülkesiyle kıyaslanamamak bir yana, Tanzanya, Mozambik, Jamaika, Nepal, Ürdün, Yemen, Burundi, Bangladeş gibi adları adeta yoksullukla özdeşleşmiş ülkeleri bile geride bırakacak bir adaletsizliğe sahip olma rekorları da kırıyor. Belli ki yeni milyarderlerimizin sayısının hızla artmasının sırrı da burada yatıyor.
Zenginler çoğaldıkça iş imkânı artıyor mu? Steve Forbes, “zenginler çoğaldıkça daha fazla iş imkânı yaratılıyor” diyor. Ama burjuva kurumlar bile bu kuyruklu yalanı desteklemiyor. 2007 tarihli ILO raporuna göre, geçtiğimiz yıl küresel işsizlik yeni bir rekor kırmış ve işsiz sayısı bir önceki yıla göre 3,4 milyon artarak 195,2 milyona ulaşmış. Her şeyden önce şunu belirtelim ki, bütün burjuva ku-
30
Nisan 2007 • sayı: 25
rumların olduğu gibi ILO’nun verdiği işsizlik rakamları da gerçeğin çok çok uzağındadır. Burjuva kurumlar, işsiz sayısını olduğundan çok daha az göstermek için bin bir türlü hokkabazlığa başvururlar. Bunun en bildik yollarından biri ise, “iş bulmaktan umudunu kesenler”in, son bir aydır iş aramayanların, mevsimlik çalışanların, ev kadınlarının, askerlik yapanların işgücünün dışına atılarak işgücünün düşük gösterilmesidir. Söz konusu grupta yer alanlar 15-65 yaş arası olarak tanımlanan çalışabilir nüfusa dahil oldukları halde işgücünden sayılmazlar. Böylece hesaplamalara konu edilen işgücünün sayısına paralel olarak işsizlik oranları ve işsiz sayıları da gerçeğin çok altına indirilmiş olur. ILO ve Birleşmiş Milletler gibi kuruluşların da bu yönteme dayanarak hesap yaptıklarını biliyoruz. Bu yüzden dünyadaki işsizlerin sayısı 195 milyon gibi komik sayılarla ifade ediliyor. Oysa hokkabazlıklardan arındırılmış veriler, dünya ölçeğinde 1 milyara yakın insanın işsiz olduğunu ortaya koyuyor. Ancak ILO gerçek artış rakamlarını vermese de bir şeyi doğru olarak saptıyor: İşsiz sayısı her geçen gün daha da artıyor! Aslında bunu görmek için burjuvazinin istatistiklerine ihtiyacımız yok. Avrupa ve Amerika’daki köklü dev firmalar birbiri üstüne on binlerce işçiyi işten çıkarıyorlar. Sürekli işçilik tüm dünyada yerini hızla geçici ve kısa süreli işçiliğe bırakıyor. Burjuvazinin sendikasızlaştırma ve sosyal haklardan mahrum etme yöntemi olarak benimsediği bu yöntem, işten atılma korkusuyla burun buruna olan işçinin, çok daha uzun sürelerle çalışıp iki hatta üç kişinin yapması gereken işi tek başına sırtlanmasını da beraberinde getiriyor. Neticede fabrika kapıları kuyruğa giren işsizlerle doluyken, içerideki işçiler haftanın 7 günü, günde 12-16 saat çalışıyorlar. Bu da yetmezmiş gibi, yetişkinler işsizlikten kıvranırken, 5-14 yaş arasındaki 246 milyon çocuk, başta tarım olmak üzere her alanda işçilik yapıyor. İşte kapitalizm böylesine insancıl, böylesine akılcı, böylesine ahlâki bir sistem! ILO, son on yılda verimliliğin küresel ölçekte %26 arttığını belirtiyor. Bu aslında, sömürü oranlarında muazzam bir artış yaşandığını göstermenin yanı sıra, milyarderler listesinin nasıl hızla kalabalıklaştığını da açıklıyor. Bir tarafta işçiler iliklerine kadar sömürülürken ve devasa büyüklükte bir işsizler ordusu oluşurken, diğer tarafta milyarlara milyarlar katılıyor. Bu sistemde yaşadığımız tüm sorunların kapitalizmin işleyiş yasalarından kaynaklandığını harikulâde bir şekilde anlattığı Kapital’de Marx, bu duruma ilişkin olarak şöyle diyordu: “Bir yandan, işçi sınıfının çalışan kesiminin aşırı çalışması yedek ordunun saflarını şişirirken, öte yandan da bu yedek ordunun rekabet yoluyla çalışanlar üzerindeki artan baskısı, bunları, aşırı çalışmaya boyun eğmek ve sermayenin diktası altına girmek zorunda bırakır. İşçi sınıfının bir kesiminin aşırı çalışmasıyla diğer kesiminin zorunlu bir işsizliğe mahkûm edilmesi ve bunun tersi, bireysel kapitalistleri zenginleştirmenin bir aracı halini aldığı gibi, aynı
Nisan 2007 • sayı: 25
zamanda yedek sanayi ordusu üretimini, toplumsal birikimin ilerlemesine tekabül edecek ölçüde hızlandırır.” (Marx’ın Kapitali, Tarih Bilinci Y., 2004, s.179) Tüm dünyada olduğu gibi, 5 milyardere daha kavuşmanın kıvancını yaşayan Türkiye’de de yaşanan durum budur. Milyarderlerin artışına paralel olarak iş imkânları değil, iş saatleri ve işsizler, yoksullar, açlar ordusu artmaktadır. DİSK, TÜİK’in sadece “iş bulmaktan umudunu kesenler” kategorisindekileri işgücü sayısına dahil etmesi durumunda bile, resmi rakamlara %10 olarak yansıtılan işsizlik oranının en az %26 çıkacağını, gerçek oranınsa bunun da üzerinde olduğunu belirtiyor. Geçtiğimiz günlerde bir toplantıda konuşan TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, işsizliğin burjuvaziyi korkudan titreten bir boyuta ulaştığını şöyle itiraf ediyordu: “Kimsenin Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimleri merak ettiği yok. İnsanlar işsiz. Bu her yerde böyle. … Türkiye’de aç var mı, var. Artık «bir öğle, bir akşam yemeğine razıyım, bana iş ver» diyen insanların sayısı giderek artıyor. … 7 metrelik duvarların arkasında yaşamak istemiyorum. Meksika en güzel örneği. Gettolar oluşturulmuş. 5 metrelik duvar, 2 metrelik elektrikli tel örgü. Çocuğunun yanında koruma görevlisi, okulun kapısında bekliyor. Böyle bir ülkede kim yaşamak ister? Ancak bu işsizlik sorununu çözemezsek … Türkiye’yi de korkuların ülkesi haline getiririz. Korkarak yaşamak istemiyorum. Türkiye’nin çözmesi gereken acil mesele bu. Çünkü risk unsuru.”
marksist tutum
İşsizliğin azaltılması gerektiği yollu sesleri giderek daha fazla çıkmaya başlayan Hisarcıklıoğlu gibi burjuvaların dert edindikleri şey, elbette milyonların aşsız, işsiz kalıp sefalete sürüklenmeleri değil. Onlar bu aç ve işsiz kitlelerin bir gün isyan etmelerinden ve varoşlardan akıp o 7 metrelik duvarları burjuvazinin kafasına yıkma riskinden korkuyorlar. Ama korkunun ecele faydası yok!
Pembe tablolardan kara senaryolara Bu sefaletin kapitalizm çerçevesinde düzelmesi ihtimali var mı? Kimi dönemlerde dünyanın kimi bölgelerinde kısmi düzelmeler olabilse bile, dünyanın içine girdiği yeni dönem düşünüldüğünde görünür ufukta böyle bir kapı görünmüyor. Kapitalist dünya sistemi tarihsel bir bunalım dönemine girmiştir. Tam da bunun bir yansıması olarak küresel sermaye diktatörlüğü bu aralar insanlığa çok daha büyük yıkımlar hazırlamakla meşgul. Diğer taraftan bir başka gösterge de, giderek sıklaşan ekonomik sarsıntılardır. Geçen yıl yaz başlarında yaşanan sarsıntının üzerinden 8-9 ay geçmeden yeni bir sarsıntı yaşandı. Oysa çok değil daha bir-iki ay önce, 2007’ye girilirken burjuva iktisatçılar, ekonominin dünya ölçeğinde istikrar kazandığından, şöyle iyi büyüdüğünden, böyle güzel gittiğinden bahsedip bu yıla ilişkin pembe tablolar çiziyorlardı. Ama bu pembe umut bulutları çok değil iki ay sonra yerini kara fırtına bulutlarına bıraktı. Küresel ölçekte yaşanan sarsıntının te-
31
marksist tutum
tikleyicisi, borsa kazançlarının vergilendirilmeye başlanacağının açıklanması üzerine Çin borsasında yaşanan %9 civarındaki düşüş oldu. Aynı zaman zarfında eski merkez bankası başkanı Greenspan’ın ABD’nin durgunluğa girme tehdidiyle yüz yüze olduğunu açıklaması ve Japonya’nın durgunluktan kurtulmaya başlayıp yenin değerini ve faizleri arttırması da, uluslararası sermaye hareketlerini ciddi biçimde etkiledi. Burjuva iktisatçılar bu sarsıntıların öncü mü, artçı mı yoksa depremin kendisi mi olduğunu tartışadursunlar, yaratılmaya çalışılan pembe tabloya rağmen kapitalizmin içinde bulunduğu sallantılı dönemden hâlâ çıkamadığı çok açık. Bu nedenle sık sık sarsıntılar yaşanıyor ve her sarsıntı dönüp işçi ve emekçi sınıfları vuruyor. “Rüyalar ülkesi” ABD, dünyanın hâkimi olarak kasım kasım kasılırken, Amerikan işçi sınıfının tasarrufları üzerine inşa edilen mortgage sektöründeki dev şirketler iflasın eşiğinde. Mortgage bağlantılı yatırım m piyasasında işlem gören kâğıtların piyasa değeri 6,5 trilyon doları geçerken, bu miktar ABD tahvil piyasasından an ve dev fonların yönettikleri varlıklardan daha büyük hacme acme sahip. Ne var ki mortgage şirketleri ve bankalar için keyifli dönem artık sona ermiş bulunuyor. Çünkü ücretlerdeki erdeki gerileme ve artan işsizlik nedeniyle, yle, düşük gelirli Amerikan işçileri yüksek faizli bu kredileri ödeyemeyerek ek borç batağına batmış durumdaalar. Mortgage sektöründe kredi di batak oranının %10’lara ulaştığı ığı ve ödeme gecikmelerinin son yedi yılın en yüksek noktasına çıktığı belirtiliyor. Bu durum kredi di veren şirketlerin iflas bayrağını çekmelerine melerine pek az zaman kaldığının da habercisi. Böylesine devasa bir sektörde örde yaşanacak büyük ölçekli bir krizin tüm dünya ekonomisini al-tüst edeceği ortada. Kapitalizmin tüm ekonomiyle birlikte krizleri de küreselleştirdiği bir dünyada yaşıyoruz. Türkiye de bu küresel ekonominin bir parçası, üstelik en kırılgan parçalarından biri. Erdoğan’ın yabancı sermaye girişinde kırılan rekorlarla ve ekonomideki “iyi” gidişatla övünen açıklamalarının üzerinden bir hafta geçmeden, dünya piyasalarındaki çalkantının etkisiyle İMKB’de %10’a varan düşüşlerin yaşanması, doların fırlaması ve iktisatçıları panik havasının sarması bu kırılganlığın son göstergesi. Türkiye özellikle son bir yıldır, izlediği yüksek faiz politikasıyla yabancı sermayenin gözde ülkelerinden biri haline gelmiş bulunuyor. Bilinçli bir şekilde yüksek tutulan yüzde 20’ler civarındaki faiz, yabancı sermayenin ağzının suyunu akıtıyor. Ne var ki, söz konusu ekonomik kırılganlık nedeniyle Türkiye, sermaye açısından aynı zamanda
32
Nisan 2007 • sayı: 25
büyük bir riski de barındırmaktadır. Bu yüzden piyasalardaki ciddi oynamalarda, “sıcak para”nın ilk terk ettiği ülkeler Türkiye gibi ülkeler olmaktadır. Ekonomideki kötü gidişatı biraz olsun hafifletmek ve devlet borçlarını ödeyebilmek için yabancı sermayeyi ülkeye çekme politikası izleyen AKP hükümeti, kısa vadede bunun yolunu yüksek faiz uygulamasının devam ettirilmesinde görüyor. 2006’da Türkiye’nin Latin Amerika kıtasına akan toplam yabancı sermayeden daha fazlasını çektiği belirtiliyor. Bunda yüksek faiz politikasının çok önemli bir rolü bulunmaktadır: “Başbakan Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olması konusuyla en az ilgilenen kesim, herhalde Türkiye’de devlet kâğıtlarına oynayarak para kazanan yabancı fonlar; yaygın deyimiyle sıcak parayı yönetenler. … Japonya gibi para fazlası olan ülkelerde bazen sıfıra dek düşen, genelde çok düşük faizlerle borçlanıp, Türk Lirası satın alıp, Türkiye’de Türkiye de yyüzde 18-19 faizle Hazine kâğıtları ala alan bu fon yöneticilerinin umurunda oolan bir tek şey var: Türkiye’de faiz faizlerin düşmemesi. Milyarlarca dolarlık fon yöneten böyle bir d uzmanın «Bizim için Türkiye’de önemli olan faizlerin düşmemesi. Bize şu anda Türkiye kadar kazandıran ülke yok» demesini önemli saymak gerekkiyor.” (Murat Yetkin, Radikal, 13 Mart 2007) Peki milyarlarca dolarlık fonP ları yönetenlerin yüzünü güldüren bu yüksek faiz ödemelerinin kay kaynağı nereden gelmektedir? Elbettte işçilerin, emekçilerin sırtından ve cebinden. Devlet gelirlerinin büyük bölümünü oluşturan emekçi sınıflara ödettirilen dolaylı ve dolaysız vergiler, işçilerin her geçen gün daha da d geriletilen ücretleri, sürekli kırpılan kamu h harcamaları, eğitime aktarılması gereken fakat aktarılmayan pay, sağlıktan yani insan hayatından yapılan “tasarruf ”, yerli ve yabancı sermayedarların daha da zengin kılınması için kullanılıyor. Şurası çok açık ki, ister Amerika’da olsun ister Türkiye’de, ister Çin’de olsun ister Hindistan’da, sermaye işçi sınıfının emeğinden ve hayatından çalınanlarla büyüyor. Bu sömürü düzeni devam ettiği sürece, burjuvazi milyarderler listesindeki üyelerini her geçen yıl daha da arttırırken, sayıları milyarlara varanlar, açlıktan, yoksulluktan, aşırı çalışmaktan, önlenebilir hastalıklardan, iş kazalarından, savaşlardan dolayı kırılmaya devam edecekler. İki seçeneğimiz var: ya dur diyeceğiz bu gidişe, ya da devam edeceğiz sömürücülere hayat vermeye.
“Afrikamdan 1 Defol!” Kerem Dağlı
B
ugün dünyada emperyalist paylaşım kavgası yüzünden savaş alanına dönmüş 40’a yakın bölge bulunuyor. Bunların başında Irak, Afganistan ve Filistin geliyor, ancak liste bunlarla sınırlı değil. Pek çok bölgede, emperyalistlerin doğrudan kışkırttığı kanlı iç savaşlar yaşanıyor. Bunların içinde sayıları milyonlarla ifade edilen insanın katledildiği ülkeler var. ABD emperyalizminin “demokrasi ve özgürlük” götürdüğü veya götürmeyi düşündüğü her yer, emperyalistler arası savaşın alanı ve dolayısıyla da listenin üst sıralarında yer alıyor. Emperyalist savaş o kadar hızlı yayılıyor ki, listenin her gün biraz daha uzadığını söylemek abartılı olmayacaktır. Nitekim tüm dikkatlerin olası bir ABD-İran savaşına ve Ortadoğu’daki gelişmelere odaklandığı şu sıralarda, Etiyopya ordusunun ve ABD güçlerinin Somali’ye saldırısıyla birlikte emperyalist savaşta yeni bir cephenin açılmaya çalışıldığını görüyoruz. Böylece bu kara kıtanın kara bahtlı halkları bir kez daha beyaz efendilerinin, emperyalist-kapitalist güçlerin çıkarlarına kurban edilmek üzere mezbahaya sürülüyorlar. Kendisi Ortadoğu ile uğraşırken Çin’in Afrika’da ciddi askeri ve ekonomik ilişkiler geliştirerek nüfuz alanlarını genişletmesi karşısında ABD emperyalizmi, yeni bir hamle yaparak hegemonya yarışında hiçbir taviz vermeyeceğini açıkça ortaya koyuyor. Üstelik bu hiç de plansız ve rasgele yapılmış bir hamle değildir. 2004 yılının Ocak ayında, BOP’un (Büyük Ortadoğu Projesi) isim değiştirerek GOKAP (Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi) ya da daha bilinen haliyle Genişletilmiş Or-
tadoğu Projesi adını almasından bu yana ABD emperyalizminin Afrika’ya yönelik niyetleri çok iyi biliniyordu. Zengin enerji ve hammadde kaynaklarının bulunduğu, enerji nakil hatlarının geçtiği ya da kontrol edilebildiği bu bölgeler aynı zamanda ciddi birer pazar potansiyeli taşıdıklarından2, başından beri ABD emperyalizminin hedef tahtasındaydı. Tartışılmaz askeri ve ekonomik üstünlüğüne güvenen ABD, savaş alanını genişleterek rakiplerini daha da zora sokacağının farkındadır.
Emperyalist savaşta yeni bir cephe açılıyor ABD emperyalizmi, bir yandan sermaye ihracı yoluyla (ekonomik yatırımlar, borç verilmesi vs.) diğer yandan da siyasi ittifaklar kurarak, stratejik noktalarda askeri üsler oluşturarak ve gerektiğinde dolaylı yahut dolaysız müdahalelerde bulunarak Afrika kıtası üzerinde hâkimiyetini kurmayı büyük ölçüde başarmıştır. Son dönemde “demokrasi ve özgürlük” getirmek bahanesiyle ve BM barış gücü maskesi altında Liberya, Sudan, Darfur, Somali, Eritre ve Cibuti’de yaşanan çatışmalara müdahale eden, bu bölgelerde askeri üsler kuran ABD, şimdi de AFRICOM (Afrika Komutanlığı) adı altında yeni bir komutanlık oluşturarak emperyalist savaş alanında açmaya uğraştığı yeni cephede koordinasyonu sağlamayı hedeflemektedir.3 Böylece on yıl içinde petrol ihtiyacının dörtte birini sağlayacağı Nijerya, Angola ve Gine Körfezi ülkelerini kendi nüfuz alanına çekmeyi ve bu kıtadaki en büyük rakibi Çin’in önünü kes-
33
marksist tutum
meyi amaçlıyor. Bu merkezi komutanlık ve askeri üsleri sayesinde, özellikle Afrika Boynuzu’nda yoğunlaşan ABD karşıtı İslamcı güçleri ezmek ve kendisine karşıt rejimleri değiştirerek çıkarlarına uygun yönetimleri işbaşına getirmek niyetinde olan ABD’nin, Somali ve doğu Afrika ülkelerine duyduğu ilgi de bu yüzdendir. ABD emperyalizmini elini çabuk tutmaya iten başlıca neden, Çin’in kıtadaki giderek artan nüfuzudur. Çin’in Afrika ile olan “münasebetleri” geçtiğimiz yıl 50 milyar doları bulmuştur ve 2010 yılında bu rakamın 100 milyar dolara çıkması beklenmektedir. Çin, ABD ve Fransa’dan sonra kıtanın üçüncü büyük ticari ortağı ve ayrıca Fransa’dan sonra ikinci büyük ihracatçısı konumundadır. Büyüyen ekonomisinin ihtiyaç duyduğu enerjiyi sağlamak Çin için öncelikli konu olduğundan, Afrika’da ilgilendiği birincil mesele de budur. Bugün için ilişkileri eski SSCB yanlısı ülkelerde yoğunlaşmış olsa da, ABD’nin, Fransa’nın ya da İngiltere’nin nüfuzu altındaki bölgelerde bu güçlerle rekabete girmekten de çekinmemektedir. Çinli şirketlerin bu rekabetçi, saldırgan ve açgözlü tutumları değme kapitalist ülkelere ve tekellere taş çıkartacak düzeydedir. Çin, vakti zamanında, geç kalmışlığıyla orantılı biçimde nüfuz alanları ve yeni pazarlar elde etmeye çalışan Alman emperyalizmini hatırlatan bir biçimde her yere saldırmakta, her fırsatı değerlendirmeye çalışmaktadır. Borç batağı içinde yüzen Afrika ülkelerini düşük faizli veya faizsiz kredilerle tavlamaya çalışan Çin, 2007 yılı için Afrika Birliği’ne 6 milyar dolarlık faizsiz kredi vermeyi taahhüt etmiştir. Ayrıca ikili ilişkiler üzerinden direkt mali yardımlarda bulunduğu ülkeler de vardır. Örneğin geçtiğimiz yıl Çad ile 80 milyon dolarlık bir kredi anlaşması yapmıştır. Böylece IMF’nin, dolayısıyla da ABD’nin hâkimiyetini kırmaya uğraşmakta, sermaye ihracı üzerinden kendi nüfuz alanını genişletmeye çalışmaktadır. Doğrudan yatırımlarıyla da Avrupalı ve Amerikalı emperyalistlerle ciddi rekabet halinde olan bu emperyalist güç, birçok Afrika ülkesinde onlarla başa baş güreşmektedir. Örneğin Güney Afrika ve İngiliz şirketlerinin hegemonyasındaki Zimbabwe’de ikinci büyük ticari partner konumuna yükselmiş durumdadır. Çin bu ülkeye askeri yardımda bulunuyor, hatta savaş uçakları ve izleme cihazları satıyor. Karşılığında da bu ülkenin zengin platinyum yataklarıyla, tütün fabrikalarıyla ilgili imtiyazlar koparmaya çalışıyor. Ayrıca bu ülkedeki elektrik santrallerinde, cep telefonu ve ulaşım sektöründe de Çinli şirketlerin yatırımları mevcut. Nijerya’da özelleştirme kapsamındaki Kaduna petrol rafinerisine gözünü dikmiş Çinli firmalar, bir yandan da Nijerya gibi gelişkin Afrika ülkelerine teknoloji ihraç ediyorlar. İran’ın nükleer programına da yardım eden Çinli bir firma, bazı Afrika ülkeleri ile uzaya uydu gönderme konusunda anlaşmalar yapmaktadır. Son derece “rekabetçi” olarak nitelendirilen Çinli şirketler, pek çok Afrika ülkesiyle stratejik önemde ekonomik ve askeri anlaşmalar yapmıştır. Çin, hammadde ihtiyacının
34
Nisan 2007 • sayı: 25
önemli bir bölümünü Afrika ülkelerinden sağlamakta, bu ülkelere tekstil ürünleri, ucuz mallar, elektronik ürünler satarak altyapı yatırımlarında bulunmakta, burs ve eğitim olanakları da sunarak Afrika’nın geri ülkelerine çeşitli alanlarda uzmanlar göndermektedir. Sierra Leone’de elmas yataklarının haritasını çıkaran, BM ambargosu altındaki Sudan’la yıllık 3 milyar dolarlık ticaret hacmine sahip olan Çin açısından, petrol üreticisi ülkelerle işbirliğinin de son derece büyük önemi vardır. Petrol ihtiyacının yaklaşık %30’unu Afrika’dan karşılayan Çin, bu yüzden de Sudan, Nijerya, Angola ve Kongo gibi ülkelerle sıkı ilişkiler içindedir. Bir ABD’li diplomatın söylediği gibi, dünyanın yükselen gücü Çin, Afrika’ya doğru adeta bir patlama yapmıştır. Hızla büyüyen ekonomisinin gelişimini sürdürebilmesi için yeni hammadde ve enerji kaynaklarına, mallarını ve birikmiş sermayesini ihraç edebileceği yeni pazarlara ihtiyacı vardır. Ancak defalarca paylaşılmış ve halen de paylaşılmakta olan dünyada, emperyalistlerin el atmadığı en ufak bir boşluk kalmadığından Çin kapitalizmi için rakipleriyle paylaşım kavgasına girmek kaçınılmazdır. Tüm bu gelişmeleri dikkatle ve yakından takip eden ABD emperyalizmi ise, “Afrika Boynuzu”nda hâkimiyetini kurmakla, hem Afrika’nın hem de Ortadoğu’nun Çin’e açılan kapısını kontrol altında tutabilmeyi umuyor. Bu yüzden de, yaklaşık yedi aydır Somali’nin başkenti Mogadişu’yu ve ülkenin tamamına yakınını elinde tutan İslam Mahkemeleri Birliğini (İMB) devirebilmek amacıyla, geçtiğimiz Aralık ayında Etiyopya ordusuyla birlikte Somali’ye bir operasyon düzenledi. Bu operasyonla İMB’nin ülkenin güneyine çekilmesi ve ABD’yi destekleyen savaş ağalarından oluşan geçici hükümete bağlı kuvvetlerin başkenti ele geçirmesi sağlandı. Ardından bir hafta boyunca İMB milislerinin bulunduğu güney kesimleri bombalanarak, yüzlerce sivilin, kadının ve çocuğun ölümüne neden olundu. Ancak başkentte bulunan kukla hükümetin halk nezdinde hiçbir meşruiyeti yok ve Etiyopya ordusunun desteklediği geçici hükümete bağlı güçler ile İMB milisleri şimdiden çatışmaya başladılar. Dolayısıyla yedi aylık kısa bir aradan sonra Somali halkı bir kez daha emperyalist-kapitalist güçlerin çıkar kavgaları uğruna iç savaşa sürüklenmiş oldu. Zaten yıllardır süren iç savaşların ve koyu bir sefaletin pençesinde kıvranan “Afrika Boynuzu”nun halkları için yeni bir savaş, BM verilerine göre 8 milyon insanın açlıkla ve salgın hastalıklarla tekrar karşılaşması anlamına geliyor. Yaklaşık 3-4 milyon insanın mülteci konumuna düşeceği hesaplanırken, ABD bombardımanı yüzünden şimdiden 500 bin insan göçe başlamış durumda. Önemli sayılabilecek ölçüde uranyum, doğalgaz ve petrol rezervlerine sahip Somali, 1991’de general Siad Barre yönetimindeki SSCB yanlısı rejimin devrilmesinden bu yana iç savaş kıskacında debeleniyor. Ülkeyi kontrolleri altına almak için aralarında kıyasıya bir savaş yürüten savaş ağalarının elinde can çekişen halk, başkaca bir alternatif olmadığından umudunu İMB’ye bağlamıştı. Amerika El
Nisan 2007 • sayı: 25
Kaide’ye bağlı olduğu gerekçesiyle İMB’yi yok etmeye çalışsa da, İMB’nin direnişi hâlâ sürmektedir. ABD’nin desteklediği geçici hükümet ise gerici savaş ağalarından oluşuyor ve ABD ordusunu ülkeye davet ederek bizzat işgal çağrısında bulunuyor. ABD, geçmişte yaşadığı deneyimlerden4 kaynaklı olarak şimdilik böyle bir işgale sıcak bakmasa da, üç büyük savaş gemisi Somali açıklarında demirli durumdadır. Ayrıca ülkenin kuzeyindeki Cibuti’de bulunan üste de askeri birlikleri mevcuttur. Kendi askerlerini sokmak yerine, güdümündeki Etiyopya ordusu vasıtasıyla ülkeyi işgal eden ABD, şimdilik kontrolü sağlamış gözükse de, bölge dinamikleri açısından bakıldığında mevcut durum son derece ciddi gelişmelere hatta bölgesel bir savaşa neden olabilecek boyuttadır. Nüfusunun büyük bir çoğunluğu Müslüman olan Somali’nin, nüfusunun çoğunluğu Hıristiyan olan Etiyopya tarafından işgal edilmesi, başta Suudi Arabistan olmak üzere Mısır, Ürdün, Suriye ve İran gibi Ortadoğu ülkelerinin ve doğu Afrika’daki diğer Müslüman ülkelerin de tepkisini çekmektedir. Rusya ve Çin de bu işgale karşıdırlar. Fakat ABD emperyalizmi açısından önemli olan, bölge halklarının ne olacağı değil, Çin gibi emperyalist rakiplerinin önünün kesilmesidir. Bu bağlamda bölgesel bir savaş ABD emperyalizmi açısından göze alınmayacak bir durum değildir. Aksine, daha önce de belirttiğimiz gibi, yeni cepheler açarak savaş alanını genişletmekle rakiplerini zora soktuğunun bilincinde olan ABD için bu durum avantajlı bir konum yaratacaktır. ABD emperyalizminin Çin’in önünü kesmek için Afrika’da öne sürdüğü bir diğer koz da Türkiye’dir. Çoğu Müslüman nüfusa sahip bölge ülkeleriyle iyi ilişkilere sahip olan Türkiye burjuvazisinin önünü açan ABD, bu yolla Çin’in, kendisi ve diğer Batılı emperyalist güçlerin yerine bir alternatif olarak görülmesini önlemeye çalışmaktadır. Bu politika kuşkusuz Türkiye burjuvazisinin de işine gelmekte ve hararetle desteklenmektedir. Nitekim bu çerçevede 2005 yılı “Afrika Yılı” ilan edilmiş ve ardından İstanbul’da bir zirve toplanmıştı. Türkiye’nin Mısır, Etiyopya ve Mali gibi bazı Afrika ülkelerinde ciddi yatırımları mevcuttur. Serbest Ticaret Anlaşması imzalamış olduğu Mısır’la 1 milyar dolarlık yıllık ticaret hacmine sahip Türkiye’nin, bu ülkede kendisine ayrılmış 2 milyon metrekarelik serbest ticaret bölgesi bulunmakta. Bu anlaşma sayesinde Türkiye, Mısır’ın anlaşmalı olduğu 18 Afrika ülkesiyle de gümrüksüz ticaret yapabiliyor. Mısır’da özellikle Sabancı ve Koç’a ait önemli yatırımlar bulunuyor ve bu ülkeyle yürütülen ticaretin de orta vadede 5 milyar dolara çıkması bekleniyor. Bir başka Afrika ülkesi olan Mali’de de 2 milyon onsluk altın rezervine sahip bir madenin %70 hissesi Türkiye’ye ait bulunuyor. Bu yolla, ihracatının %25’i altına dayalı olan Mali ekonomisi üzerinde önemli bir imtiyaz kazanmış olan Türkiye’ye her yıl 15 tondan fazla altın girmektedir. Ayrıca bazı Afrika ülkelerinde de Türk ordusuna ait subaylar tarafından askeri eğitim verilmekte ve karşılı-
marksist tutum
ğında üsler alınmaktadır. Sonuç olarak ABD emperyalizmi doğu Afrika’da adeta yeni bir cephenin açılışını yapmakta ve bölge halklarının başına yeni belâlar açmaya hazırlanmaktadır. Ancak emperyalizmin Afrika halklarının başına açtığı belâlar, emperyalist yağmacıların birbirleriyle didiştiği bu bölgelerle veya iç savaşlarla sınırlı değildir. Bu kara kıtanın son 500 yıllık tarihi, köle ticaretinin, sömürge imparatorluklarının barbarlıklarının, emperyalist sömürü ve talanın, ekonomik ve sosyal çöküntünün, siyasal çalkantıların, açlığın, sefaletin ve savaşlarla gelen katliamların tarihidir.
“Kalbimi bu topraklarda bıraktım” Yüzyıllar boyunca Amerika’daki plantasyon çiftliklerine köle olarak satılan Afrika halklarının emeği sayesinde, Avrupa’da ve Amerika’da yeni bir dünya yükseldi. Bu dönemde milyonlarca Afrikalı köleleştirildi, satıldı, eğitilmek üzere alındıkları kamplarda işkence altında öldü, taşınmak üzere hayvanca istif edildikleri gemilerde insanlık dışı koşullardan ve salgın hastalıklardan dolayı can verdi. Tüm bu süreç boyunca kilise, “vahşilerin ruhlarının kurtarıldığı” gerekçesiyle köleliği meşrulaştırdı. Kapitalizmin hizmetindeki satılık bilim adamları, siyah ırkın aşağı ırk olduğunu ve hatta insan dahi sayılamayacağını söyleyerek köleleştirmeye ve sömürgeciliğe ideolojik kılıflar uydurdular. Köle ticareti nihayet 19. yüzyılda yasaklandıktan sonra bile gizlice devam etti. Bugün de batı Afrika’da özellikle 10-18 yaş arası çocukların köle gibi alınıp satıldığı ve çokuluslu şirketlere ait işletmelerde son derece ağır koşullar altında çalıştırıldıkları bilinmektedir.5 Ancak köle ticaretinin sona ermesi Afrika’nın kara talihinin değişmesine yetmedi. 1885 yılına gelindiğinde belli başlı Avrupalı devletler (özellikle İngiltere ve Fransa) ve ABD, kıtanın %90’ını aralarında paylaştılar. Afrikalı halkların köleliği, sömürgecilik döneminde kurulan ve büyük tekeller tarafından işletilen maden yataklarında devam etti. Ucuz işgücünün sömürüsü sayesinde muazzam kârlar elde eden sömürgeci güçler, bağımsızlıklarını kazanma yolunda verdikleri mücadelelerde de Afrikalı halklara zulmetmeye ve milyonlarcasını katletmeye devam ettiler. 1960’lı yıllardan itibaren Afrika ulusları birbiri ardına bağımsızlıklarını kazansalar da, bu kez de uluslararası mali sermayenin ve kendi burjuvalarının kıskacında inlemeyi sürdürdüler. Bağımsızlıklarını elde etmeleri sürecinde pek çok ülkenin haritası (tıpkı Ortadoğu’da olduğu gibi) emperyalistlerce çizildi ve yapay sınırlarla bölünen, birbirinden ayrılan kabilelerin, aşiretlerin ilerleyen dönemde giriştikleri çatışmalar da yine emperyalistlerce kullanıldı. Yakın zamanlarda şahit olduğumuz kabile savaşları ve bunları izleyen acımasız katliamlar, asıl olarak bu ülkelerin sınırlarını kendi çıkarlarına ve nüfuz alanlarına göre çizen emperyalist güçlerin marifetidir. Keza elmas ve altın madenlerini, petrol rafinerilerini işleten tekeller de, sahip oldukları imti-
35
marksist tutum
yazları korumak için sürekli olarak gerici rejimleri desteklemişler, düşman kabileleri silahlandırarak birbirlerine karşı kışkırtmışlar ve böylece isteklerini kabul ettirebilecekleri hükümetleri işbaşında tutmayı başarmışlardır. Emperyalist-kapitalist efendilerinin sultası altında 500 yıldır inleyen Afrika’nın yoksul halklarının payına düşen daima koyu bir sefalet, salgın hastalıklar, savaşlar ve katliamlar olmuştur. Sadece son 20 yıla baktığımızda bile manzara korkunçtur. Örneğin Ruanda’da emperyalistlerce kışkırtılan iki kabile arasında sında yaşanan savaşta 1 milyon insanın öldürüldüğü, daha ha fazlasının da göç g ç etmek gö e mek zorunda et kaldığı gerçeği hâlâ hafızalarımızdaafızalarımızdadır. Bu göçlerin sonucunda cunda komkom mşu ülkelerde de çatışmalar malar devam etmiş, Burundi’de ’de 3000 bin, Kongo’da 4 milyon yon in-san yaşamını yitirmiştir. miştir.. Azad edilmiş Amerikalı kölelerin kurduğu bir batı Afrika ülkesi olan Liberya’da da (özgür insanların ülkesi anlamına geliyor), 28 yıldır fasılalarla süren iç savaşta aşta 2000 bin insan birbirini boğazlamışğazlamıştı. 1961’de İngiliz himayesinimayesinden kurtulan Sierra Leone’de 17 yıl önce başlayan iç savaşta çocuklar zorla askeree alındılar, kabul etmeyenlerin ell ve ayakları kesildi. Sudan’da 21 yıldır süren çatışmalar 1,5 milyon insanın hayatına maloldu. du. Sudan’a bağlı Darfur’da rejimee karşı ayaklanan siyah Müslümanlarla anlarla halen n yaşanmakta olan iç savaşta 400 bin insan öldü, 2 milyon ilyon kişi kişşi mülteci konumuna düş düşştü. Darbelerin, kabilee savaşlarının, iç savaş-şmaların ve bölgesel çatışmaların hiç sona ermediği ği Afrika’da her yıl yüz binlerce insan nsan bu yüzden hayatını kaybediyor ve daha da fazlası göç etmek zorunda kalıyor. Ve tüm bu çatışmaların arkasında emperyalist güçlerin kendi aralarındaki kavgalarını, çeşitli tekellerin çıkarlarını yahut bunlarla işbirliği halindeki yerel sömürücüleri görmek mümkün. Afrika’nın ekonomik ve sosyal durumu da içler acısıdır. Dünya çapında insan ticaretinden nasibini alan toplam 1,2 milyon çocuğun %45’i Afrika ülkelerinde yaşamaktadır. Yine kıta genelinde her yıl 100 bine yakın çocuk savaşlarda kullanılıyor. Bu çocuklar ya hayatta kalmak için (çünkü aileleri salgın hastalıklarda veya savaşlarda ölüyor)
36
Nisan 2007 • sayı: 25
orduya katılıyorlar ya da para yahut gıda yardımı karşılığında bizzat aileleri tarafından askere gönderiliyorlar. Burada da asker veya kurye olarak ya da diğer askerlerin cinsel ihtiyaçlarının karşılanmasında kullanılıyorlar. Dünyanın en zengin altın, elmas ve maden yataklarına sahip olan ve nüfusu 1 milyara yaklaşan bu kıtanın küresel gelirden aldığı pay ise sadece %3,6’dır. İnsanlığın yarısının toplam zenginlikten aldığı payın %1 olduğu bir dünyada bu durum normal gibi görünebilir, ama konu yoksulluk, sefal t ve açlık olduğunda le oldu let Afrika hep list nin en başında te baş tenin yer almaktadır. Afrika’nın A Af rika’n pek çok ülkesinde kkişi ki şi başına düşen ortalam ma yıllık gelir 200 dolların a altındadır. Resmi rrakamlara a göre ortalama işsizliğin %13 civam rında olduğu söylenen rın kıtada, gerçekte bu oranın seyrettiği ve hatta bazı %40’larda sey bölgelerde % %80’lere vardığı biliniyyor. or. Zaten çalışanların da günde bir gelir elde et2 doların altında alt ttiği iği düşünül düşünüldüğünde, aradaki farkkın ın pek de önemi olmadığı anlaşılacaktır. Afrika’da 3300 milyon insan açlık yaşıyor ve bunl k sınırının altında lı a l rın 40 milyonunu çocuklar la ların oluş o uşturuyor. ol turuy Açlık tehlikesinin en fazla hissedildiği Sahra-altı en ülkelerinde (Etiyopya, Eritre, ülkeleri SSomali, omali Sudan, Çad, Nijer açlıktan ölenlerin sayısı vb.) aç savaşlarda savaşlardan ve salgın hastalıklardan ölenler ölenleri kat be kat aşmış vaÇokuluslu şirketlerin hamziyettedir. Çoku madde kaynaklarını ve işletmelerini gem adde kaynaklar nişletmek alanları tahrip n ni şletmek için tarımsal t ettiği kıtada, bu duruma göçlerin yarattığı sorunlar ve küresel ısınmadan çölleşme ve kıtlık da ekkaynaklı aşırı çöll lendiğinde, açlıktan ölmek pek çok ç Afrikalı için kaçıolmaktadır. Hiçbir ge gelire, işe ve geçim aranılmaz bir son olmaktadır cına sahip olmayan insanlar, Nijerya’da olduğu gibi boru hatlarından petrol çalmaya çalışırken ya da benzer durumlardan ötürü hayatını kaybedebilmektedir. Geçtiğimiz yıl Nijerya’da yaşanan böylesi bir kazada 269 kişi ölmüş, Lagos’ta da geçtiğimiz Mayıs ayında aynı şekilde 200 kişi yanarak can vermişti. Adeta dev bir mülteci kampı görünümündeki Afrika’da BM kayıtlarına göre 4,5 milyon insan yersiz ve yurtsuz durumdadır. En temel ihtiyaç maddelerinden mahrum durumda olan Afrikalı halkların büyükçe bir kısmı için barınabileceği bir ev, hayatta kalması-
Nisan 2007 • sayı: 25
na yetecek gıda, sağlık ve eğitim hizmeti yahut çalışabileceği bir iş, gerçekleşmesi imkânsız bir hayalden ibarettir. Dünya genelindeki 34,3 milyon AIDS’li hastanın 24,5 milyonu Afrika’da yaşıyor. Bu hastalıktan dolayı her gün 6000 insan can veriyor. Milyonlarca çocuk bu hastalık yüzünden ailesini kaybetmiş ya da hastalığa yakalanmış durumda. AIDS ilaçlarının ortalama fiyatı 700 ilâ 1000 dolar civarında ve bu ilaç sadece bir ay yetiyor. Yıllık gelirin 200 dolar olduğu düşünülürse, bu ilaçların alınmasının imkânsızlığı da kolayca görülecektir. Hindistan ve Brezilya gibi ülkeler çok daha ucuza ilaç üretmişken, çokuluslu ilaç tekelleri sırf kârlarının düşmesini önlemek için bu ilaçların Afrika’ya sokulmasını engellemişlerdir. Kendilerinin yaptıkları yardım ise 100-200 bin kişiyi geçmiyor, ki bu da ilaçları geliştirirken kobay olarak kullandıkları insan sayısından fazla değildir. Bugün AIDS yüzünden kıta insanının ortalama yaşam süresi 13 yıl azalmıştır. Tüm bunlara ek olarak, Afrika ülkeleri adeta borç batağı içinde yüzmektedirler. 2005 yılında düzenlenen G8 zirvesinde, Afrika’ya 50 milyar dolar yardım yapılacağı, en yoksul 38 ülkenin borcunun silineceği ve 9 milyon kişiye AIDS ilaçlarının parasız dağıtılacağı kararı alınmıştı. Ancak bu sözlerin hiçbiri tutulmadığı gibi, borç silme adı altında yeni sömürü mekanizmalarının hayata geçirilmeye çalışıldığı da kısa sürede su yüzüne çıkmıştı. Emperyalistkapitalist güçler ve çokuluslu şirketler, Afrika Birliği’ne üye ülkelerin geçtiğimiz yıl düzenlenen bir konferansta köle ticaretinden ve sömürgecilik döneminden elde edilen muazzam kârlara ve hayatını yitiren milyonlarca insana karşılık tazminat istemelerini adeta duymazdan gelerek tartışmaya bile açmadan geçiştirdiler. Bu da emperyalizmin ahlâkının ve insana verdiği değerin bariz örneklerinden biridir. Kısacası, Afrika’nın yoksul halkları açısından yüzyıllardır değişen pek fazla bir şey olmadığı ortadadır. Eski sömürge imparatorluklarının yanına dün ABD ve yakın zamanda da Çin gibi yeni emperyalist-kapitalist güçler eklenmiştir. Bu anlamda kara kıtanın alın yazısında henüz bir değişiklik yoktur. Emperyalist-kapitalist sistemin pençesinde kıvranan bu kıtanın kurtuluşu proleter devrimler yoluyla burjuva iktidarların defedilmesindedir. Kurtuluş, geçtiğimiz aylarda Afrika’da toplanan Dünya Sosyal Forumu’nda söylenildiği gibi uluslararası “yardım” kuruluşlarının, sivil toplum örgütlerinin yahut Hıristiyan misyonerlik kuruluşlarının çabalarıyla ve emperyalistlerin iyi niyetleriyle olacak iş değildir. Afrika kıtası halihazırda gırtlağına kadar yardım kuruluşlarıyla, bilimum ülkenin kızıl, yeşil ve her renkten haçlarıyla ya da aylarıyla, misyonerlerle, ne idüğü belirsiz sivil toplum örgütleriyle doludur. Bunların büyük bir çoğunluğunun bizzat istihbarat örgütlerince kurulduğu ya da desteklendiği bilinen bir gerçekliktir. Bu kuruluşları emperyalist güçlerin akıncı birlikleri olarak kabul etmek yerinde olacaktır. Dün misyonerlik örgütleriyle Afrika’yı fethe girişen sömürgecileri andırırcasına bugün de ABD’sinden Çin’ine ve hatta Türkiye’sine kadar niyeti baş-
marksist tutum
tan belli birçok ülke, yoksul ve zor durumdaki Afrikalı insanlara güya yardım maksadıyla Afrika topraklarında fink atıyorlar. Ancak nedense bu sözde yardım kuruluşlarının yoğunlaştığı bölgeler, aynı zamanda emperyalist paylaşım kavgasının üzerinde yürüdüğü yahut yürüyeceği yerler oluyor. Bahtı da kendi gibi kara olan bu kıtanın mazlum halklarının geleceği, işçi sınıfı ve diğer emekçi kitleler kaderini kendi ellerine almadığı sürece değişmeyecektir. Yüzlerce yıllık emperyalist talan ve yağmanın sonucunda gittikçe çölleşen bu kıta, her gün emperyalist güçler arasındaki yeni çıkar çatışmalarına sahne oluyor. Geçmişte ilkel kabilelerin şefleri insanlarını kendi elleriyle köle tacirlerine satıyorlardı. Bugün de aynı şefler birer savaş ağasına dönüşmüş durumdadır. Kendi çıkarları uğruna ve emperyalist güçlerin kışkırtmasıyla, yüzlerce yıldır birbirleriyle savaşıyorlar, katliamlar yapıyorlar. İktidarlarının ömrü aylarla sınırlı darbeciler, dün kafa tuttukları emperyalistlerin ordusuna katılıp, bugün onları ülkelerini işgale çağırıyorlar. Çin veya Türkiye gibi “güler yüzlü” olanları da dâhil olmak üzere istisnasız tüm emperyalist ve kapitalist güçlerin niyeti aynıdır: daha fazla sömürü, daha fazla kâr. Bu yüzden de Afrika halklarının önündeki ikilem yüzlerce yıldır aynıdır: insanca yaşamak için savaşmak ya da emperyalizmin pençesi altında kıvranarak can vermek! ————————————— 1 Afrika’da sömürgeci ve ırkçı rejimlere karşı kullanılan bir slogan. 2 GOKAP’a konu olan bölge (Fas’tan başlayıp kuzey ve doğu Afrika’yı kapsayarak, tüm Ortadoğu’yu içine alan bölge), dünya petrol kaynaklarının %69,2’sini ve doğalgaz kaynaklarının da %49’unu barındırmaktadır. Dünyada çapında altının %79,2’si, elmasın %76,6’sı ve kobaltın %75,5’i Afrika kıtasında üretilmektedir. Kıtanın batısında (Nijerya) ve “Afrika Boynuzu” denilen doğu ucunda ciddi petrol rezervleri de bulunmaktadır. 3 ABD emperyalizminin, askeri üslerinin yanı sıra doğu Afrika’da işkence hücrelerinden oluşan bir ağ kurduğu Le Monde gazetesinin bir haberiyle ortaya çıkmıştır. ABD, bir yandan kendisine karşı olanları askeri gücüyle yok etmeye çalışırken diğer yandan da direnenleri sindirmek için en kirli yöntemleri kullanmaktan çekinmemektedir. Böylece doğu Avrupa’daki işkence hücreleri ve CIA uçaklarıyla kurduğu zincire yeni halkalar eklenmiş oluyor. Hali hazırda, 200’den fazla direnişçinin –ki aralarında kadınlar ve çocuklar da bulunuyor– bu hücrelerde sorgulandığı söylenmektedir. 4 ABD ordusu ilk kez 1992’de Siad Barre yönetiminin devrilmesinin ardından sözde iç savaşı bitirmek ve huzuru sağlamak amacıyla ülkeye girmişti. Fakat kısa sürede, karşılaştığı ciddi direniş ve yaşadığı bozgun nedeniyle askerlerini ülke dışına çekmek zorunda kaldı. 2 helikopterin düşürülmesi ve 18 askerin linç edilmesiyle başlayan bozgun, “Kara Şahin Düştü” adlı filme de konu olmuştu. 5 Çokuluslu gıda devleri Cargill, Nestle ve ADM gibi şirketler, Afrika’daki kakao çiftliklerinde bu çocuk köleleri çalıştırıyorlar. Eskiden köle ticaretiyle uğraşan şirketlerin organize ettiği işçi simsarları, farklı Afrika ülkelerinden temin ettikleri çocuk köleleri batı Afrika’da bulunan plantasyonlara getirerek çalıştırıyorlar. Bu çocuklar ekvator sıcağında ve son derece sağlıksız koşullarda günde 14-15 saat çalıştırılıyor. Hiçbir ücret ödenmeyen bu çocukların ölmesi durumunda da kimseye bilgi verilmiyor.
37 37
Nikaragua Dersleri Selim Fuat
Bugün Latin Amerika’nın geniş bir kesiminde söz konusu olan kitlesel hareketlilik ve bu kitlesel hareketin bağrında taşıdığı devrimci dinamikler reformist-popülist sol burjuva liderler tarafından istismar ediliyor. Gerçek bir toplumsal dönüşümün yakıcı ihtiyacıyla hareketlenen halk kitleleri, bu liderler tarafından geçmişte benzerlerine defalarca şahit olduğumuz gibi sahte sosyalist söylemlerle oyalanıyor. Devrim süreci bu önderlikler eliyle yolundan saptırılıyor. Nikaragua’daki gelişmeler de bu tablonun dışında değil. Aslında 1979 Nikaragua devrimi sırasında yaşananlar Latin Amerika’daki bütün hareketler için paha biçilmez bir deneyim oluştururken, Bolşevik bir önderliğin yokluğunda ne yazık ki Nikaragua için bile bu derslerden yararlanılamıyor.
38
L
atin Amerika’nın Haiti’den sonra en yoksul ülkesi olan Nikaragua’da Kasım ayında cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı. Bu seçimi, Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi (FSLN) lideri ve eski cumhurbaşkanlarından olan Daniel Ortega kazandı. Daniel Ortega 1990 yılında seçimi kaybederek cumhurbaşkanlığından ayrılmıştı. 1996 ve 2001 seçimlerinde de aday olmuş ama devlet başkanlığını kazanamamıştı. 10 Ocakta yeni görevine başlayan Ortega’nın iktidara dönüşü pek çok çevre tarafından Latin Amerika’daki sol dalganın ayaklarından biri olarak yorumlandı. Ortega’nın seçilmesi özellikle Chavez ile temsil edilen sol burjuva önderliklerin de kendilerine olan güvenlerini pekiştirdi. Ortega’nın kazanmasından çok hoşnut olan Chavez, Venezuela televizyonunda yayınlanan telefon görüşmesinde Ortega’yı tebrik etti ve “şimdi Sandinista devrimi ve Venezuela devrimi geleceğin 21. yüzyıl sosyalizmini kurmak için birleşiyor” dedi. 1990 seçimlerini kaybetmesinin ertesinde bir sermayedar olarak maharetlerini sergilemeye başlayan ve özelleştirilen işletmeleri satın alarak büyük patronlar arasına katılan, son olarak da FSLN içinde “Sandinist İşverenler” grubunu kuran Ortega’nın 21. yüzyıl sosyalizmine ne menem katkılarda bulunacağı aslında hiç de sır değil. Yıllarca Ortega ile birlikte mücadele etmiş Sandinistaların Yeniden Kuruluşu İçin Hareket (MRS) üyesi Victor Hugo Tinoco bile “Daniel ve grubu vaatlerini yerine getirmiyor. Onların büyük bir çoğunluğu milyoner oldu. Anti-demokratik yöntemler kullanarak kendi çıkarları için partiyi kullanan güçlü bir ekonomik grup haline geldiler ve sahte solcu konuşmalar yaparak ve taşkınlık dolu antiAmerikan retoriği kullanarak Nikaragua halkının desteğini kazanmaya çalışıyorlar” diyor. Ne var ki, pek çok sosyalist kişi ve grup, Ortega’nın seçim galibiyetinden devrim adına heyecan duymaya devam ediyor. Oysa Ortega, Nikaragua burjuvazisine “ekonomide dramatik, radikal değişiklikler yapmayı düşünmediği” güvencesini veriyor ve Nikaragua’nın şu anda “istikrarlı” diye tanımladığı ekonomisini sürdürmek istediğini belirtiyor. ABD karşıtı bir söylemle seçimi kazanmış olmasına rağmen, ABD bile, seçim gözlemcisi olarak başkent Managua’da bulunan ABD’nin eski Demokrat başkanlarından Jimmy Carter’ın ağzından, “Sandinista liderinin yirmi yıl öncesine göre çok değiştiğini ve eğer Ortega Washington’a saygı ve destek gösterirse, kendisiyle işbirliğine hazır olduklarını” ifade edi-
38
Nisan 2007 • sayı: 25
yor. Buna seçimlerden sonra Nikaragua’yı ziyaret eden IMF heyetinin, yaptığı açıklamalarda “IMF olarak Nikaragua ekonomisinin yeni yöneticileriyle, onlara amaçlarını başarmada destek olmak için yakın çalışmayı düşündüklerini” ifade etmesini de eklersek, burjuvazinin bir bütün olarak Ortega’dan değil ürkmek ona ihtiyatlı bir destek bile verdiği açığa çıkıyor. Bugün Latin Amerika’nın geniş bir kesiminde söz konusu olan kitlesel hareketlilik ve bu kitlesel hareketin bağrında taşıdığı devrimci dinamikler reformist-popülist sol burjuva liderler tarafından istismar ediliyor. Gerçek bir toplumsal dönüşümün yakıcı ihtiyacıyla hareketlenen halk kitleleri, bu liderler tarafından geçmişte benzerlerine defalarca şahit olduğumuz gibi sahte sosyalist söylemlerle oyalanıyor. Devrim süreci bu önderlikler eliyle yolundan saptırılıyor. Nikaragua’daki gelişmeler de bu tablonun dışında değil. Aslında 1979 Nikaragua devrimi sırasında yaşananlar Latin Amerika’daki bütün hareketler için paha biçilmez bir deneyim oluştururken, Bolşevik bir önderliğin yokluğunda ne yazık ki Nikaragua için bile bu derslerden yararlanılamıyor. Bu yüzden, hem bütün bu hususların arka planını anlamak hem de geçmişteki yanlış kavrayışlardan ders çıkarmak için 1979 Nikaragua devrimini hatırlamakta fayda var.
1979 Nikaragua devrimi İkinci emperyalist paylaşım savaşı sonrasında yaşanan kapitalist gelişme, dünyanın genelini olduğu gibi Latin Amerika’nın geri ekonomik formasyona sahip ülkelerini de etkilemişti. 1950’li yıllarda yaşanan pamuk üretimi patlaması ve ABD’nin Orta Amerika genelinde gerçekleştirdiği sanayi yatırımları ile Nikaragua’da da kapitalist üretim gelişmeye başlamıştı. Özellikle 1960’ta Orta Amerika Ortak Pazarının kuruluşu sanayileşmeyi arttırdı. Savaşın hemen öncesinde iktidarı ele geçiren Somoza ailesi, bu dönemden itibaren ABD’nin de desteğiyle devlet üzerindeki etkinlikleri sayesinde genelde üretim dışı faaliyetleriyle (fuhuş, kumar, yabancı şirketlerden komisyon alma, spekülasyon, devlet hazinesinden açıktan para çekme ve tehditle arazileri ucuza kapatma gibi) büyük bir sermaye biriktirdiler. Özellikle savaş sonrası dönem boyunca devlet gücü, sistematik olarak Somozaların sermaye birikiminin hizmetine sokuldu. Bu durum salt Nikaragua’ya özgü değildi. Venezuela’daki Gomez ya da Dominik Cumhuriyeti’ndeki Trujillo da benzer yollarla semirtiliyordu. Kapitalist ekonominin yerleşmesi için devlet eliyle bir burjuva sınıf yaratılması –şüphesiz emperyalist kapitalistlerin gözetiminde ve himayesinde– kapitalist gelişmeye yabancı bir olgu değildir. Somoza ailesinin bu ayrıcalıklı durumuna, siyasi ya-
marksist tutum
pıyı değiştirme konusunda kendilerini henüz güçlü hissetmeyen diğer burjuva kesimler uzun bir süre ses çıkaramadılar. Bu nedenle de Somoza ailesi zamanla Nikaragua’daki en büyük sermaye sahibi gruplardan biri haline geldi. Somoza iktidarı, ABD’nin desteği ve Ulusal Muhafız üzerindeki hâkimiyeti sayesinde o denli güçlüydü ki, burjuvazinin diğer kesimlerinin temsiliyetine izin veren bir parlamenter sistemin uygulanmasında herhangi bir sakınca görmüyordu. Somazacı Milliyetçi Liberal Parti dışında, Muhafazakâr Parti, 1947’de Somozacı partiden kopan Bağımsız Liberal Parti ve 1957’de kurulan Hıristiyan Sosyal Partisi, Nikaragua’nın burjuva politik arenasının başlıca aktörleriydi. Muhafazakârlara mecliste sandalye ve bakanlık da veriliyordu. Bu demokrasi sosuna bulanmış hükümranlık sistemi 1970’lerin ortalarına dek böyle işledi. Burjuvazinin rejime muhalif kesimleri mücadele yöntemi olarak darbeler dışında bir yol bulamıyorlardı. Ancak Ulusal Muhafızların kuvvetli yapısı nedeniyle bu girişimler başarısızlıkla sonuçlanıyordu. Ne var ki kapitalist gelişme zamanla hem burjuvalar arasındaki rekabeti hem de toplumsal çelişkileri kuvvetlendirdi. Nikaragua burjuvazisinin tavrı, 60’lı yıllardan itibaren aşamalı olarak değişti. Somozaların büyüyen ekonomik gücü, daha önceleri diğer kapitalistler için çok ciddi bir tehlike oluşturmamıştı. Ancak Somoza ailesi faaliyet alanını genişlettikçe, elinde çok büyük bir siyasi güç olan bu grup, diğer burjuvalar için tehdit edici bir pozisyona geliyordu. Artık kendi egemenlik potansiyeline de güven duymaya başlayan burjuvazi siyasal sistemi yeniden yapılandırma ihtiyacını da hayata geçirmeyi gündemine almaya başlamıştı. Küçük-burjuvazinin önemli bir bölümünden de destek görmeye başlayan Somoza karşıtı burjuvazi, gitgide daha geniş kesimleri faal bir biçimde çözüm arayışı için harekete geçirmeye yöneldi. Bu arada işçi sınıfı hareketi de gelişiyordu. Sınırlı ölçüde de olsa sendikal harekette bir canlanma görülmeye başlanmıştı. 1944’te kurulmuş olan Nikaragua Sosyalist Parti-
39
marksist tutum
si yeraltı faaliyetlerini cılız da olsa sürdürmüştü. Fakat özellikle Küba Devrimi Nikaragua’da önemli etkiler yarattı. 1962’de FSLN kuruldu. Castroculuk temelinde bir mücadele öngören bu hareket, başarısız gerillacı faaliyetlerine rağmen varlığını sürdürmeyi başarabilmişti. Özellikle ABD emperyalizminin Vietnam’da geri adım atmasının belirlediği koşullarda gerilla faaliyeti de gittikçe güç kazanacaktı. Nikaragua’daki muhalefet dış kaynaklı bu gelişmelerden etkilenirken, 70’lerin başında ekonomi de dünya piyasalarının dalgalanmalarından nasibini almaya başlamıştı. 1969 ile 1974 yılları arasında, başkent Managua’daki toplam 292 fabrikadan 108’i kapandı. GSMH’de önemli oranlarda düşüşler yaşanmaya başlanırken, petrol fiyatlarındaki yükselişle birlikte ekonomik istikrarsızlık pekişti. Tarım ve sanayi burjuvazisi, bu istikrarsızlık durumunu, işçi sınıfının sırtına yeni yükler yükleyerek aşma çabasına girişti. İşçi sınıfı ve yoksul köylülük ise yaşam koşullarını savunma ve yeni haklar elde etme mücadelesinde diktatörlüğün acımasız zulmüyle karşı karşıya kaldı. Somoza karşıtı burjuvazi de işçi sınıfı ve köylülüğün derin hoşnutsuzluğunun farkında olmasına rağmen kitle hareketinin gelişmesi pahasına muhalefetini yükseltiyordu. Bu kesim, ABD’de iktidarda bulunan Demokrat Partinin desteğini almak üzerine hesaplar yapıyordu. 15 Aralık 1974’te Hıristiyan Sosyal Partisi, Nikaragua Sosyalist Partisi, Muhafazakâr Ulusal Eylem, Bağımsız Liberal Parti, Ulusal Seferberlik, Ulusal Kurtuluş, Anayasacı Hareket, Genel İş Konfederasyonu ve Ulusal İşçi Federasyonundan oluşan gruplar, Demokratik Kurtuluş Birliğini (UDEL) kurdular. Bu, Stalinizmin işçi devrimlerinin önünü kesmek için icat ettiği Halk Cephesi modelinin bir türünden başka bir şey değildi. Somoza iktidarının toplumsal tabanı iyice erimişti. Ulusal Muhafızlar dışında Somoza’nın güvenebileceği bir yapı kalmamıştı. Onlarınsa bir halk ayaklanması karşısında yapabilecekleri hiçbir şey yoktu. Sonu yaklaşan bütün diktatörlükler gibi Somoza ailesi de muhalefeti bastırmak için gözü kara bir şiddete başvurmaya başladı. 1975 yılı sonlarında FSLN’nin yeniden faaliyete başladığı bahanesi ile sıkıyönetim ilan edildi, basına sansür uygulanmaya başlandı. Grevler ve öğrenci hareketleri acımasızca bastırıldı. 1977 Eylülüne kadar süren bu terör dalgası her türlü muhalefeti ortadan kaldırmış, FSLNnin güç kaybederek üç ayrı fraksiyona bölünmesine yol açmıştı. Bu görüntüden cesaret alan Somoza iktidarı, ABD’nin askeri kredileri karşılığında olağanüstü hali kaldırma kararı aldı. Ancak bundan sonra muhalefet, çok daha büyük bir enerjiyle sahneye çıkacaktı. Somoza daha da güçlenen muhalefetle uzlaşmayı kabul etmedi. Hatta 10 Ocak 1978 günü UDEL’in lideri Pedro Joaquin Chamorro’yu öldürttü. Chamorro suikastının yol açtığı öfke muhalefeti bir araya getirdi. Bundan sonra Nikaragua’da süreklileşen kitle gösterileri, genel grevler ve kısmi ayaklanmalar eksik olmayacaktı. Nikaragua’da ikili
40
Nisan 2007 • sayı: 25
iktidara doğru yol alan kuvvetli bir devrimci durum oluşmuştu artık. İşçi sınıfının başını çektiği yoksul halk kitleleri, polis güçleriyle karşı karşıya kaldıklarında kolektif güçlerinin ne kadar muazzam olduğunun farkına varıyorlardı. Halk hareketi burjuvaziden siyasal olarak bağımsız adımlar atma yönünde eğilimler gösteriyordu. Bu koşullar altında işçi sınıfının en çok ihtiyaç duyduğu şeyin, yani Bolşevik bir önderliğin yokluğu, sürecin bundan sonrasının da belirleyeni olacaktı. Bu boşluğu küçük-burjuva devrimci bir önderlik olan FSLN dolduracak ve sınıfının doğası gereği, kitlelerin toplumsal dönüşüm için duyduğu yakıcı ihtiyacı berhava ederek devrim sürecini rayından çıkaracaktı. FSLN bu dönem boyunca fabrikalar ve barrio denen gecekondu semtleri de dâhil olmak üzere bütün bölgelerde geniş kapsamlı bir ajitasyon ve örgütlenme faaliyeti sürdürdü. İş bırakmalar, sokak gösterileri ve ayaklanmalar birbirini izledi. Aynı zamanda gerilla eylemlerine de hız verdiler. Kitle mücadelesi ile silahlı mücadeleyi birleştirip iktidarı devirmek konusunda kitleler nezdinde güven sağladılar. 9 Eylül 1978’de FSLN müfrezeleri Leon, Etseli gibi pek çok kente saldırarak halkın genel olarak ayaklanmasını sağladılar. Buna karşılık Ulusal Muhafız ayaklanan kentleri bombaladı. Sandinistlerin çekilmek zorunda kalmasıyla birlikte kıyıcı bir misillemeye başladı. Özellikle 13-19 yaşları arasındaki gençleri hedef alarak, kuşkulandığı herkesi işkenceden geçirip öldürdü. Eylül ayaklanması yaklaşık 6000 kişinin yaşamına maloldu. Ancak devrimci yükseliş öyle bir düzeye ulaşmıştı ki, bu yenilgi bile FSLN için büyük bir darbe olmadı. Toparlanan militanlar hızla semt komitelerini, sendikaları, kadın ve gençlik derneklerini güçlendirmeye giriştiler.
Nisan 2007 • sayı: 25
İkili iktidar dönemi Mart 1979’dan itibaren ülkede fiilen ikili iktidar durumu oluştu. Halkın yönetim organları, yerleşim birimlerindeki Sandinist Direniş Komiteleri (CDS) ve fabrikalardaki ortak sendika komiteleriydi. Somozacıların bir şehri denetim altında tutmayı sürdürdükleri yerlerde bu komiteler ayaklanmaya hazırlık ve lojistik destek verme görevini yerine getiriyorlardı. Ele geçirilen şehirlerde ise kamu güvenliği, sağlık, malzeme sağlanması gibi tüm görevleri üstleniyorlardı. Bu örgütlerdeki siyasi otorite ise büyük ölçüde FSLN idi. Mayıs ve Haziran aylarında Ulusal Muhafızlara karşı üç cephe açıldı. Latin Amerika’nın dört bir tarafından gelen enternasyonalist devrimciler de bu cephelerde savaştılar. 4 Haziran günü FSLN “Devrimci Genel Grev” çağrısını yayınladı ve ertesi gün tüm ülke bu çağrıya uydu. Başlıca şehirler birbiri ardına ayaklandı. Ardından Ulusal Muhafızların gerçekleştirdiği katliam sonucunda nüfusun yüzde ikisine karşılık gelen sayıda insan, yani 50 bin kişi öldürüldü. Ancak devrim ilerlemeye devam ediyordu. 16 Haziranda Kosta Rika’da oluşturulan geçici hükümet, halkın yönetim organlarının yerini almaya başlamıştı. Geçici hükümette burjuva muhalefetin temsilcileri çoğunluktaydı. FSLN geçici hükümete katılarak, orada ağırlık sahibi olmak uğruna işçilerin ve yoksul köylülerin yönetim organlarını boşa çıkardı. İkili iktidar durumu burjuvazi lehine çözülmüştü. Devrimin küçük-burjuva önderliğinin sınırları bu kadardı, daha ileri gitmesi söz konusu olamazdı. Ne yazık ki, devrime süreklilik kazandırmak için kitlelere önderlik edecek ve özyönetim organlarının güçlenmesini sağlayacak Bolşevik anlayışta bir işçi önderliği de bulunmuyordu Nikaragua’da. Bu yüzden kitlelerin devrimci enerjisinin boşa gitmesi kaçınılmazdı. 16 Temmuzda Nikaragua’nın belli başlı şehirleri artık FSLN’nin kontrolündeydi. 17 Temmuzda ise Somoza ülkeyi terk etti. 19 Temmuzda Sandinist birlikler Managua’ya topyekûn bir zafer kazanmış olarak girdiler. Devrim Somoza iktidarını alaşağı etmişti. Ancak yerine kurulan iktidar, çoğu sosyalistin düşündüğünün aksine, bir işçi iktidarı değildi.
marksist tutum
burjuva FSLN tarafından işlevsizleştirilmişti. Devletleştirmeler bile balıkçılık, madencilik ve Somoza’nın mülkleriyle sınırlı tutulmuştu. Özel sektör ekonomi üzerinde belirleyiciliğe sahipti ve faaliyetlerine hiçbir engellemede bulunulmayacaktı. Somozanın anlaşmasını yaptığı tüm dış borçlar kabulleniliyordu. Ancak ayağa kalkmış devrimci kitleler üzerinde otorite kurmuş olan FSLN her şeye rağmen geçmiş deneyimleri unutmayan burjuvazi için bir güvensizlik kaynağıydı. O günkü uluslararası koşullarda bu özellikle geçerliydi. Küba örneği gerek halkın gerek burjuvazinin hafızasında tazeydi. Halk hareketinin devrimi sürdürme eğilimlerine rağmen burjuvazi süreci sonlandırmak istiyordu. Devrimden sonra iktidarlarının asıl kaynağı olan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetlerini sağlama alan burjuvazinin bundan sonra yapacağı bir tek şey kalıyordu: siyasi otoritesini oluşturmak için FSLN’yi proleter unsurlarından temizleyerek ehlileştirmek ya da bunu başaramadığı takdirde iktidarın dışına itmek. Burjuvazi bu doğrultuda hareket ederek içerden ve dışardan FSLN üzerinde baskı oluşturmaya başlayacaktı. Nikaragua devrimi, ABD’nin ağırlıkla İran sorunu ile boğuştuğu bir dönemde gerçekleşmişti. İran’da uğradığı bozgunun ardından tahammülsüzlüğü artan ABD emperyalizmi, 1980’de Ronald Reagan’ın başkanlığa seçilmesiyle birlikte daha müdahaleci bir rol oynamaya başladı. Nikaragua tıpkı Küba gibi ekonomik abluka altına alınırken, devrim karşıtı Kontralar da doğrudan ve dolaylı olarak desteklenmeye başlandı. ABD 1981-1984 yılları arasında sadece resmi olarak kontralara 80 milyon dolar yardımda bulundu. Yasadışı yollarla yapılan yardımlarsa daha sonraki yıllarda Albay Oliver North davasıyla gözler önüne serildi. Bu dönemde Kontraların saldırıları ile 11 bin Nikaragualı yaşamını yitirmişti. Bu süreçte burjuvazi, yönetim organı olan Devlet Kon-
İktidar dönemi 20 Temmuz 1979’da Managua’da kurulan hükümet Nikaragua burjuvazisine ve dünya kapitalist sistemine her türlü güvenceyi vererek işe başladı. Zaten hükümet bileşiminde bulunan bakanların çoğu burjuva idi. Eski ticaret odası başkanı sanayi bakanı, büyük toprak sahiplerinden biri tarım bakanı, eski bir ulusal muhafız albayı ise savunma bakanı olmuştu. İşçi inisiyatifinin en önemli unsuru olan özyönetim organları küçük-
41
marksist tutum
Nisan 2007 • sayı: 25
fetiyle yenilgiye uğratılmış oldu.
Nikaragua deneyiminin öğrettikleri
seyinden desteğini çekmeye ve FSLN’yi yıpratmaya başladı. Ülkenin ekonomik durumu kötüleşip Kontra savaşı 1983 ve 1984’te yaygınlaştıkça, hükümetin kaynakları azaldı. Ekonomi ancak dış borç ile sürdürülebiliyordu. ABDnin ambargosuna ve Batılı ülkelerin düşen yardım miktarlarına karşın hükümet, SSCB ve Doğu Bloku’nun yardımlarıyla ayakta durmaya çalışıyordu. 1985’e kadar 3,3 milyar dolara yakın dış borç alınmıştı. Ancak 1987’den sonra bu yardımlar da iyice geriledi. 1983 Ekiminde ABD Granada’yı işgal edince, sırada Nikaragua’nın yer aldığı düşünülmeye başlandı. Bunun üzerine Devlet Konseyi ABD’yi durduracak bir uluslararası meşruiyet sağlayacağını düşünerek seçim kararı aldı. Seçimle ulusal bir meclis oluşturulacaktı. Bu durum aslında işlevsizleşmiş olan, ancak yine de Devlet Konseyi üzerinde etkisi olan Sandinist Direniş Komitelerinin ve sendika komitelerinin ortadan kalkması yani devrimin örgütlerinin son kalıntılarının da yok olması demekti. Sandinistler bu kararı kendi tabanlarına, halk örgütlerinin parti aracılığıyla yine ağırlıklarını sürdüreceklerini ileri sürerek anlatmaya çalıştılar ve onları böyle ikna etiler. Elbette bu durum, halkın kendi özörgütlülüklerini tasfiye etmekten başka bir anlama gelmiyordu. FSLN komutanlarından Daniel Ortega, 1985’te yapılan seçimle devlet başkanlığına seçildi ve aynı yıl Reagan yönetimi Nikaragua’ya ağır bir ticaret ambargosu uygulamaya başladı. 1988’e gelindiğinde Sandinistler ekonomik krizin etkileriyle artık baş edemez noktaya varmışlardı. Şubat 1988’de yürürlüğe konan ekonomik önlemler paketine Haziranda daha ağırları eklenince hükümete karşı yaygın bir öfke doğdu. Aralık ayında enflasyon %33.000 oranındaydı. Sandinist iktidar sona doğru yaklaşıyordu. 30 bin kişinin öldüğü iç savaşı sona erdirmek için barış planını kabul eden Ortega ve Sandinista hareketi, 1990’da seçimleri kaybetti. Böylelikle toplumsal bir dönüşüm için ayağa kalkan ve kanlarını döken on binlerce Nikaragualı emekçinin mücadelesi küçük-burjuva bir önderliğin mari-
42
Nikaragua’da yaşanan devrimci deneyim, o esnada da sonrasında da sosyalist harekette pek çok tartışmaya yol açtı. Kimileri Nikaragua’da yaşananları bir işçi devrimi olarak nitelerken, kimileri de “uzun erimli halk savaşı”nın sonunda yönünü sosyalizme çevirmiş bir halk iktidarının oluştuğunu söylediler. İşçi devrimi, burjuva devlet aygıtının lağvedilmesi ve iktidarın özyönetim organları aracılığıyla işçi sınıfının eline geçmesi demektir. Bu nedenle başarılı olmuş yegâne işçi devrimi 1917 Ekim Devrimidir. Nikaragua’da FSLN iradesiyle burjuva devlet aygıtının parçalanması önlenmiş, özyönetim organları işlevsizleştirilmiştir. Devlet Konseyine teslim edilmiş olan devrimin kaderi de bu yüzden diğer başarısız devrimlerin kaderinden farklı olmamıştır. Komünist çizgiden uzak bir önderlik olan FSLN’nin hegemonyası altında devrimin ilerleyişi durdurulmuştur. Devrim, kapitalist işleyişin dışına çıkmayan ulusal kalkınmacı bir burjuva iktidarın kurulmasından başka bir şeye yol açmamıştır ve böylece de devletin ekonomide daha fazla rol üstlenmesiyle yani devlet kapitalizmi yoluyla emperyalist sistemle bütünleşmesini sağlamıştır. Bu yüzden, Castroculuktan alabildiğine etkilenmiş ve Küba’nın desteğine sahip FSLN’nin önderlik ettiği devrim, değil bir işçi devrimine, SSCB’nin varlığına rağmen, Küba tipi Stalinist bir bürokratik diktatörlüğe dahi evrilememiştir. Kapitalizmin sınırlarını aşan bir mahiyete hiçbir zaman ulaşmamıştır. Ancak bunu FSLN gibi küçük-burjuva devrimci önderliklerden beklemek de sınıf mücadelesinin doğasını anlamamak anlamına gelir. Bu perspektife ancak dünya devrimini gerçekleştirmek için enternasyonal bir mücadele sürdüren devrimci Marksistler sahip olabilir. Nikaragua’da ve benzerlerindeki başarısızlıkların son tahlildeki sebebi Bolşevik bir önderliğin olmayışıdır. Yanlış kavrayışlar günümüzde de, özellikle Latin Amerika’da güncel bir tehlike oluşturmaya devam etmektedir. Onca tarihsel deneyime rağmen bunlardan ders çıkarmayanlar küçük-burjuva ve burjuva önderliklerin peşinde kendilerinin ve işçi sınıfının nefesini tüketmektedir. Proletaryanın devrimci davasıyla hiçbir ilgisi olmayan Ortega ya da Chavez gibileri 21. yüzyıl sosyalizmini kuracakları yalanını söyleye dursunlar, proleter kitlelere sosyalist dünya devrimi yolunda rehberlik edecek bir devrimci önderlik ihtiyacı tüm yakıcılığıyla önümüzde durmaya devam ediyor.
Nisan 2007 • sayı: 25
marksist tutum
Farelerle Kaptanlar Aynı Kamarada Gider mi? M
erhaba dostlarım. Sizlere sabahın köründe işe giderken gördüğüm bir manzarayı anlatmak istiyorum. Bu manzara karşısında neler hissettiğimi anlatmak zor olsa da, dilimin döndüğü kadarıyla sizlerle paylaşmak istiyorum. Bir gün sabah işe giderken yolumun üzerinde iki farklı dünyanın olduğunu gördüm. Öyle ki; iki farklı dünyanın arasında sadece bir çit var. Altınşehir, Başakşehir, Ardıç Evleri ve Esenyurt yan yana ve dediğim gibi aralarında sadece çit var. O çit biz işçilerle patronların oturduğu yeri ayırıyor. Çitin bir tarafına bakıyorsun, lüks villalar, evler, yüzme havuzları, oyun parkları, yeşil alanlar yer alıyor. Bir tarafta ise bırakın bu saydıklarımı, doğru düzgün yol bile yok. Evlerin önleri çamur içinde. O sabah bir şey daha dikkatimi çekti; işçilerin oturduğu semtlerde bütün evlerin ışıkları yanıyor, sokaklarda herkes işe gitmenin telaşı içinde koşuşturuyor. Patronların oturduğu semtte ise, bir tek evin ışığı yanmıyor, sokaklarda ise in cin top oynuyor. O an aklımdan şunlar geçti; özgürlüğümüz için savaşmak insanlara zor gelirken, aynı insanlar sabahın köründe daha hava aydınlanmadan işyerlerine koşuşturuyorlar, karşılığında ise sadece aç kalmayacakları kadar ücret alıyorlar. Patronlarımızsa bizlerin sırtından kazandıkları artı-değerle lüks içinde yaşıyor. Bazı işçi arkadaşlarımıza işçi olduklarını, sömürüldüklerini anlatmamıza rağmen hâlâ sömürüldüklerini anlamıyor ya da anlamak istemiyorlar. İşte böyle işçileri bir araya toplayıp bu manzarayı gözlerinin içine soka soka göstermek, “bak, iki ayrı dünya, sen hangisinde yer alıyorsun?” diye sormak istedim. Akşam benim yüreğimde taşıdığım ateşin aynısını taşıyan birkaç arkadaşımla görüştüğümde, gördüklerimi, hissettiklerimi onlara anlattım. Ve şunları ekledim; biz hepimiz aynı gemideyiz diyerek, hepimizi Ademden olma Havvadan doğma kardeşiz yalanlarıyla uyutuyorlar. Biz kardeş falan değiliz. Hani nerde kardeşliğimiz? Bizim yaşadığımız koşullar ortada, onlarınki de dedim. Arkadaşlarımdan biri bunun üzerine “canım kardeşim, onların bizleri nasıl aynı gemide kabul ettiklerini sana yaşadığım bir olayı anlatarak göstermek istiyorum” dedi ve anlatmaya başladı: “Ben bir fabrikada çalışıyordum ve orda temsilciydim. İşçi arkadaşlarımın ve benim yaşadığımız sıkıntılar vardı. Bunun üzerine işçi arkadaşlar patronla görüşmemizi, sıkıntılarımızı aktarıp ortak bir çözüm üretmemizi talep ettiler. Biz de bu talebi yerine getirip patronla bir görüşme yapıp sıkıntılarımızı anlattık. Patron, arkadaşlar ben de sıkıntı yaşıyorum, inanın sizden farklı değilim, bizler
aynı gemideyiz, talepleriniz gerçekleşirse biz batarız dedi. Patronun bu sözlerinin üzerine ben de şunları söyledim: Aldığımız para yetmiyor, zaman oluyor ki eve ekmek alamıyoruz, çocuklarımız okula defter ve kalemleri eksik gidiyor. Oysa sizin sofranızdan et eksik olmuyor. Çocuklarınız kolejlerde okuyor. Sizce koşullarımız aynı mı? Biz aynı gemide miyiz sizce? Patronun verdiği cevap şuydu: Peki sizce farelerle kaptanlar aynı kamarada gider mi? İşte patronlar bizlerle aynı gemide olduklarını bu şekilde kabul ediyorlar. Şuna inanıyorum ki, bir gün işçi sınıfı, esas farenin kimler olduğunu onlara gösterecektir.” Arkadaşımın yukarıda anlattıkları çok açık bir şekilde şunu ortaya koyuyor: Burjuvalar için biz işçiler fare, onlar kaptan! Ama arkadaşımın da dediği gibi, elbet uyuyan dev işçi sınıfı bir gün uyanacak. O gemiyi yürütenlerin, o geminin tayfaları, makinistleri yani onların fareler olarak gördüğü işçiler olduğunu gösterecek. Esas farelerin onlar olduğunu, kaptanlarınsa biz işçiler olduğunu gösterecektir. Er ya da geç ben buna inanıyorum. Ancak, bu da biz işçilerin mücadele etmesi, örgütlenmesiyle mümkün. Bizler dünya devrimi için çaba sarf etmezsek, onlar bizleri böyle görmeye devam edecektir. Bunu istemiyorsak, insanca yaşamak istiyorsak mücadele etmeli ve mücadelemize sıkı sıkıya bağlanmalıyız. Çünkü düşman her an köşede hazır bekliyor kendi bataklığına çekmek için. Bizi o bataktan uzak tutan da mücadelemiz ve birlikte mücadele ettiğimiz canım arkadaşlarımızdır. Bizi birbirimize, mücadelemize bağlayan, bataklıktan uzak tutan bağların kopartılmasına asla müsaade etmemeliyiz. Yine tekrarlıyorum bir gün proletarya, uyuyan dev uyanacak. Ve kaptanın kim olduğunu gösterecek. Tarih bunun örnekleriyle dolu. Ekim 1917 Rus devrimi buna örnektir. Her ne kadar dünya devrimiyle sonuçlanamasa da, Lenin’in ölümünden sonra Stalin önderliğinde bir karşı-devrimle sonuçlansa da devrim, Rus proletaryası Çara ve burjuvalara esas farenin onlar, o asalaklar sınıfının olduğunu göstermiştir. Önümüzdeki yıllarda bunu yine yapacaktır. Bir gün uyanacak dediğimiz dev, bu sefer uyanışını dünya devrimiyle taçlandıracaktır. Buna tüm yüreğimle inanıyorum. Yine inanıyorum ki buna inanan ve dünya devriminin ateşini yüreğinde taşıyan yalnızca ben değilim. Selam olsun dünyanın her neresinde olursa olsun, benim yüreğimde taşıdığım ateşi taşıyanlara. Yüreğimde bu ateşi yakan Marksist Tutum’a çok teşekkürler. Beylikdüzü’nden bir kadın tekstil işçisi
43
marksist tutum
Nisan 2007 • sayı: 25
Sömürüsüz Bir Dünya Kurmak İçin Örgütlenelim M
erhaba arkadaşlar. Bugün size kendi fabrikamda sendikal mücadele ile ilgili yaşanan süreci anlatmak istiyorum. Kanımca bu tür durumlarda neler yapılması konusunda yararlı olacaktır. Ben fabrikada 16 ay çalıştım ve yakın bir zamanda işten çıkarıldım. Sebep ise verimsizlik diye söylendi. Tabii bu koca bir yalan. Gerçek sebep başka konular. Bu fabrikada işçiler ortalama asgari ücretle çalıştırılıyor. Mesaide çeyrek ekmek veriliyor. Mesaiye kalınca tek servisle bütün güzergâhları dolaşarak eve varabiliyorsunuz. Kısacası yoğun bir sömürü yaşanıyordu. En sonunda işçiler, madem patron bizim halimizi düzeltmeyecek biz ondan almalıyız deyip bir sendikaya gidiyorlar. Ben yeni girmiştim fabrikaya, daha doğru dürüst kimseyi tanımıyordum. Duyar duymaz ne yapabiliriz diyerek bu işi başlatan insanlarla konuştum. Onlara yaptıkları işin çok onurlu bir iş olduğunu fakat yanlış bir sendika seçtiklerini, buraya gidersek değişen fazla bir şeyin olmayacağını söyledim. Arkadaşlar beni solculuk yapmakla, işi yokuşa sürmekle suçlayıp neredeyse düşman ilan ettiler. Ama ben bildiklerimin doğruluna inandığım için sürekli onların yaptıkları yanlışları söylemekten kaçınmadım. Sonunda sendika geldi. Olay duyulur duyulmaz patron toplantılar yapmaya başladı. Şunu anlatıyordu patron: Bu fabrikayı birlikte kurduk böyle giderse de birlikte batıracağız. Ama sakın yanlış anlamayın, size kızmadım, bu sizin hakkınız ama bana söylemediğiniz için kızgınım sadece. Ben bunları duyunca çok şaşırdım, acaba dedim başka bir dünyada mıyım? Patron sendikaya gittiğinizi bana neden söylemediniz diyor! Sonra kendi bölümümdeki arkadaşlar beni temsilci adayı seçtiler. Sen bu konularda bilgilisin, bizi savunacak kişi sen olmalısın dediler. Ben de eğer sonuna kadar bu desteği sunarsanız ben elimden geleni yaparım dedim ve işe koyulduk. Sendika yetki aldıktan sonra bölümümün üretim müdürü birilerini içeri çekip “o arkadaşı temsilci olarak istemiyorum” demiş, onlar da çeşitli bahaneler sunup tamam biz de onu istemiyoruz demişler. Ben olayı duyduktan sonra hemen toplantı yapıldı. Bütün arkadaşlar toplanmıştı, en güvendiğim arkadaşım olayı anlattı böyle bir durum var diye ve diğer işçi arkadaşlar da biz sonuna kadar senin arkandayız dediler. Arkadaşım, burada dediklerinizi üretim müdürünün yanında da söyleyebilir misiniz diye sorunca, “ne demek söyleriz tabii” yanıtı geldi. Ama gerçek öyle olmayacaktı, bunu biliyordum, sonuçta destek olmayınca ben de çekilmek zorunda kaldım. Sonunda başka makinelere verildim ve nihayetinde de işten atıldım.
44
Yeni seçilen temsilci iyi biri olmasına rağmen işçiler tarafından denetlenmeyince o da sendika bürokrasisinin hamuruna karıştı. İşçi arkadaşlar onca problem yaşarken, temsilci patronun sözcüsü haline geldi. Bu çok vahim bir durum aslında. ‘80 öncesi işçiler masaya yumruğunu vurduklarında istediklerini alıyorlardı. Şimdi ise işçi hareketi geri bir konumda olduğu için sendika bürokrasisi ta temsilcilere kadar nüfuz etti. Şunu söylemek istiyorum, işçi sınıfının mücadelesine inanmış, bu işi bir hayat tarzı olarak kabul etmiş bilinçli işçiler fabrikalarda etkin olmalılar. Eğer bu süreci erken duyabilseydik yapılacak çok şey olabilirdi. Sonuçta işçiler sarı sendika olan Türk-Metal’e gittiler. Patron, nimet olarak gördüğü bu sendikaya pek fazla sorun çıkarmadı ve sonunda sendikacılarla masada anlaştılar. Verilen onca söz de toz bulutu olup uçtu. Sonra işçi arkadaşlar dönüp düşman olarak gördükleri bana, sen haklıymışsın dediler. Evet, ben haklıydım ama artık geç, şimdi önümüze bakmalıyız dedim. Sakın bu anlattıklarım işçi arkadaşlarda karamsarlık yaratmasın. Hatalar olmadan doğruların önemi ortaya çıkmıyor. Ama doğruyu öğrenmek için her seferinde hata yapmak da gerekmiyor. Sorun gerçekten çaba gösterip, işçiler olarak örgütlenip, tüm bu sömürüyü ortadan kaldırmak. Bunun için işçiler olarak tarihte yaşadığımız ya da bugün çeşitli fabrikalarda ve ülkelerde yaşanan süreçlerden doğru dersler çıkarıp, sömürüsüz bir dünyanın kurulması için işçi sınıfı mücadelesindeki yerimizi almalıyız. Aslında her seferinde söylediğimiz gibi ya örgütlenip bütün dünyayı bu lanet olası sistemden kurtaracağız ya da dünya ile birlikte tüm insanlık ve doğanın yok oluşunu seyredeceğiz. Başka bir seçenek yok. Örgütlüysek Her Şeyiz, Örgütsüzsek Hiçbir Şey! Yaşasın Dünya İşçi Sınıfı! Gebze’den işsiz bir işçi
Nisan 2007 • sayı: 25
marksist tutum
Neden Yaşıyoruz? Merhaba Marksist Tutum okurları. Nereden başlanır bilemiyorum, ama yazıya değil, çünkü yazacak o kadar çok şey var ki. Biz işçiler yaşadığımızın bile farkında olmayarak aslında “neye kime hizmet ediyoruz”dan bahsetmek istedim. İşe gidiyoruz geliyoruz. Yatıyoruz kalkıyoruz. Tabii bazen de yatamıyoruz. Dışarıda neler olup bitiyor her şeyi o minicik aptal kutusundan öğreniyoruz. Bir de doğruluğuna öyle inanıyoruz ki, “olur mu kardeşim televizyonda gördüm” diyoruz. O küçücük ama etkili şeyi daha da etkin kılıyoruz. Ben kendi hayatımdan birkaç örnek vermek istiyorum. İlkokul boyunca beynime yazdığım birkaç değişmez vardı. Hep büyük sayıdan küçük sayı çıkardı, en küçük şey atomdu. İlkokul bitti ve negatif sayılar ortaya çıktı, nötronlar protonlar ortaya çıktı. Ve ben şok olmuştum. Hatta öyle şok olmuştum ki, ilk fen derslerinde hocaya küsmüştüm ve aksini nasıl ispatlarım diye ansiklopedileri okuyup duruyordum. Ama ansiklopediler de “yalan” söylüyorlardı. Sonra alıştıra alıştıra öğrendim. Sonra arkadaşlarla tartışırken bir problem üzerine bölünmenin sonu olmayacağını fark ettim. Kendini ancak öğrenerek geliştiriyorsun. İşçi sınıfının varlığından hiç söz edilmemişti okullarda. Sonra ezilen-sömürülen böylesi büyük bir sınıfın varlığından haberdar olunca, biz okulda onca savaşları onca tarihi öğrendik hani bu tarihte işçi sınıfı dedim. O büyük devrimden, o koca dünya savaşını sona erdiren Ekim devriminden, bir darbeymiş gibi, Bolşevik ihtilali diye küçücük iki kelime geçmişti. Burjuvazinin bize verdiği her şeyi ama her şeyi sorgulamalıyız. Öyle televizyonda görüp de bu budur dememeliyiz. Televizyonlarda her 1 Mayıs öncesi kavgalar dövüşler gösterilir. Amaç, “alana gitme dayak yersin”; ama bu dayakları biz attık demezler tabii. Ben 1999 yılından bu yana düzenli katılıyorum ve başıma hiçbir olay gelmedi. Gelmez demiyorum, bizler o alanları 500 binlerle doldurmazsak başımıza her şey gelebilir. Meselâ işyerinde üç vardiyadan aynı ücretle iki vardiyaya düşebilir ve 12 saat çalışabiliriz. Meselâ patronun canı sıkıldığında bizi işten atabilir. Meselâ gece vardiyasında yanımızda arkadaşımız can verebilir. Bunlar gibi milyonlarca şey gelebilir başımıza. “Aman o alana çıkma sakın bak dayak yersin. Git güzel güzel fabrikanda çalış, kolundan bacağından ol, ama alanda yürüme yorulursun (!), ‘yanlış’ şeyler öğrenirsin.” Neden yaşıyoruz peki, patronlar için mi? Onlar için Irak’ta ölmek, öldürmek için mi meselâ? Onlar için fabrikada ölesiye çalışmak için mi? Yoksa sokaklarda açlıktan ölmek için mi? Dünyada 10 milyar insanı doyuracak üretim yapılıyorken 4 milyarımız aç yaşamak için mi? ABD’de gökdelenlerin dibinde kartonun içinde yaşamak için mi? Gözlerimizin önünde insanlar öldürülüyorken film izlercesine sessiz kalıp insanlıktan çıkmak için mi? HAYIR! Bizler bu dünyada çevremizde gördüğümüz bütün zenginlikleri üreten insanlarız, biz işçileriz. Biz ürettik onlar tüketti. Bizim artık görevimiz onları tüketmek. Yani patronlar sınıfını tarihin geri dönüşümü olmayan çöplüğüne göndermek. Karanlıkları yırtarak aydınlığa hep birlikte bir adım atmalıyız. Ben neden yaşadığımı biliyorum. Sınıfsız, sömürüsüz, yaşanası bir dünya için yaşıyorum. 1 MAYIS’ta alanlarda kol kola omuz omuza olalım. YAŞASIN 1 MAYIS, YAŞASIN İŞÇİLERİN ÖRGÜTLÜ MÜCADELESİ. Şirinevler’den bir Marksist Tutum okuru
Devlet Hem Katlediyor, Hem Susturuyor! 3 Mart günü 1 Mayıs Mahallesi’ne gitmek üzere otobüse bindiğimde, otobüs şoförünün “mahalleden geçmeyeceğiz” lafını duyar duymaz anladım ki mahallede yine bir olay yaşanmakta. Çünkü burada, otobüsün mahalleden geçmediği zamanlarda burjuvazinin kolluk güçleri ve devrimciler arasında yaşanan bir çatışma var demektir. Evet, mahallede bir çatışma vardı ve bu çatışmanın sebebi, Diyarbakır’da askerlik yapan bir Kürt devrimcinin bir subay tarafından 24 kurşunla katledilmesiydi. Mahallede bulunan devrimciler, devrimci gencin katledilmesine tepki olarak yürüyüş düzenlemişler ve barikat kurmuşlardı. Bizler mahallenin girişinde otobüsten inmek zorunda kaldık. Mahalle içerisine yürürken tepemizde bir polis helikopteri geziniyordu. Işığını sadece mahalleden geçen insanların üzerinde gezdirmekle kalmayıp aynı zamanda mahalle dışarısına da çıkarak sanki olağanüstü bir durum varmış izlenimi yaratıyordu. Çatışmanın yaşandığı bölgeye yaklaştıkça gözlerimizi yakan gaz bombası, polisin devrimcileri zor yoluyla dağıtmaya çalıştığını gösteriyordu. Yürürken önümüze çıkan maskeli ve ellerinde gaz bombası olan polisler, cadde üzerinde duran insanlara “herkes evine, beklemeyin, bu saatten sonra otobüs gelmez” diyerek insanları oradan uzaklaştırıyordu. Daha sonra mahalleye yalnızca polislerin değil askerlerin de geldiğini öğrendim. Burjuva devlet, devrimci gencin öldürülmesinin büyük bir tepkiye yol açacağını anlayarak mahalleye askerleri de yığmıştı. Burjuvazinin olayların büyümemesi ve mahalle dışına taşmaması için bombasıyla, tüfeğiyle, panzeriyle saldırmaya hazır durumda beklemesi, onun en ufak bir kıvılcımdan bile nasıl korktuğunu gösteriyordu. Bu olay burjuvaziye asla güvenmememiz gerektiğini de bir kez daha gösteriyordu. Devrimci genç, bir subay tarafından 24 kurşunla öldürülmüştü. Fakat burjuva devlet kendini aklamak için gencin ölüm sebebini, “psikolojik sorunları vardı, kendini öldürdü” diyerek açıklıyordu. Yani bu gencin kendi kendine 24 kurşun sıkabilme mucizesini başararak intihar ettiğine inanmamızı istiyordu. Binlerce devrimci genci meydanlarda, zindanlarda öldürmekle yetinmeyen burjuvazi, kendisine boyun eğmeyenleri eline geçirdiği her yerde çeşitli kılıflar uydurarak katletmeye devam ediyor. Sonuç olarak, 1 Mayıs Mahallesi ve görece daha politik olan diğer emekçi mahalleleri burjuvazi için tehlike oluşturan mahallelerdir. Bu mahallelerde meydana gelen küçücük olaylarda bile burjuvazi hem polisini hem askerini kullanmaktan çekinmiyor. Çünkü o bizim en ufak kıpırdanışımızdan bile korkuyor. Tüm bu yaşananlar, bizim kapitalizmi yıkmak için verdiğimiz mücadelede ne ka-
dar haklı olduğumuzu bir kere daha gösteriyor. Örgütlenmeden ve mücadele etmeden kurtuluşumuz mümkün değildir! 1 Mayıs Mahallesi’nden bir işçi
45
Okurlarımızdan Düzen Bekçileri Rahatsız Oldu 27 Ocakta Radikal gazetesinde şöyle bir başlık yer alıyordu: “Hepimiz Ermeni’yiz sloganı Erdoğan’ı da kızdırdı”. Haber şöyle devam ediyordu: “Erdoğan, AKP’nin önceki gün yapılan merkez yürütme kurulu toplantısında Dink’in cenaze töreninde atılan Hepimiz Ermeniyiz sloganına dikkat çekti: «Hepimiz Ermeniyiz sloganı can sıkıcı, öldürülen kişi TC vatandaşı. Etnik kimliği çok önemli değil. Ortada menfur bir cinayet var, bir vatandaşımız öldürülmüş; hepimizin birlik, bütünlük içinde olması gerekiyor. İllegal kesimler bu durumu aşırı milliyetçilik akımını dalgalandırmak için kullanmak isteyebilir. Bu tuzağa düşmemek gerekir. Hepimiz Ermeniyiz vurgusu ve slogan olarak atılması toplumdaki hassasiyetleri artırır.»” “Hepimiz Ermeniyiz” sloganı kızdırmış! “Hepimiz Ermeniyiz” sloganı can sıkıcıymış! “Etnik kimliği çok önemli değil, öldürülen kişi TC vatandaşı”ymış! Hepimiz Ermeniyiz sloganı KIZDIRDI! Duyarlı insanların “Hepimiz Ermeniyiz” sloganıyla dile getirdikleri tepki, burjuvazinin de, onların temsilcisi olan başbakanın da işine gelmiyor. Çünkü “Hepimiz Ermeniyiz” tepkisinin tüm topluma yayılması, azdırılmak istenen milliyetçiliğin zayıflamasına hizmet eder ve bu da egemenlerin işine gelmez. İnsanlar birbirlerine Ermeni, Yunan, Türk olarak değil de insan olarak bakarlarsa milliyetçilik, ırkçılık güç kazanamaz. Oysa burjuvazi bunu istemez. Onlar toplumun “bana ne” demesini isterler, isterler ki işçiler birbirlerine insan olarak değil yabancı-düşman olarak baksın. Bu da burjuvazinin işçi sınıfını bölüp parçalamak için oynadığı türlü türlü oyunlarından biri. Biz işçiler bu oyuna gelmemeliyiz. Evet biz Ermeni, Alman, İngiliz, Türk vs. ne olursak olalım her şeyden önce insanız, en önemlisi işçiyiz, sorunlarımız da çıkarlarımız da ortak. DÜNYANIN BÜTÜN İŞÇİLERİ BİRLEŞİN! Hepimiz Emeniyiz sloganı CAN SIKICI! “Hepimiz Ermeniyiz” sloganı, burjuvazi ve yandaşları için
MARKSİST TUTUM dergisini çıktığı andan itibaren heyecanla takip ediyorum. Her sayıda işçi sınıfının muazzam tarihi tüm olumlu-olumsuz deneyimleri ile bizlere aktarılıyor. Ayrıca burjuva televizyonlarında verilen çelişkili ve yalan haberlerin ardındaki gerçekler, işçi sınıfı üzerinde oynanan oyunlar vs. tüm çıplaklığıyla sergileniyor. İşçi sınıfına reva görülen bu hayata karşı MARSİST TUTUM dergisi, sınıfsız, sömürüsüz, insanın insanı ezmediği, herkesin mutlu olduğu bir dünyanın temellerini atma mücadelesine güç kazandırmak üzere yola çıktı. Sizlerle, Marksist Tutum’un 21. sayısında yayınlanan Elif Çağlı’nın küçük-burjuvazinin anatomisi üzerine yazdığı yazıya dair düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Yazıyı okuduğumda sanki yazının içine biri girmiş, üzerime sinmiş bütün kişilik hastalıklarımı bir bir nedenleri ile yüzüme söylüyor. Okuduğum her cümlede olumlu ve olumsuz özelliklerimi gördüm ve hepimizde mevcut olan küçük-burjuva anlayıştan arınmak için öncelikle özeleştiri yapabilmenin ne kadar önemli olduğunu anladım. İnsan olarak hiçbirimiz kötü insanlar olarak doğmuyoruz. Doğduğumuz dünyadaki üretim ilişkileri fiziksel, bilinçsel ve ruhsal sağlığımızı da belirler ve kişiliğimizi şekillendirir. Kapitalist bir dünyaya doğmuş bir insan gözlerini açar açmaz
46
can sıkıcı. Öldürülen kişi Ermeni olmasaydı yine bu kadar can sıkar mıydı ? Başka bir uyruktan olsaydı bu kadar can sıkmazdı. Ermeni olması özelikle ekstra can sıkıyor. Çünkü bu topraklarda Ermenilere yönelik yapılan bir katliam var ve bir süre önce de Ermeni soykırımı tartışması gündemdeydi. Bu konu aradan asırlar geçse de önemini yitirmeyecektir, çünkü yapılan katliam muazzam derecede büyüktür. Bu nedenledir olayın birilerinin bu derece canını sıkması. Yüz binlerce insan katledilmiştir. Bu sistem biz işçi çocuklarını milliyetçilikle zehirlemek için, okullarında, “bu topraklar Türk kanıyla sulanmıştır, bastığın yeri toprak deyip geçme ey Türk gençliği” yalanlarıyla doldurur tazecik beyinleri. Oysa bu topraklar nice halkın kanıyla sulanmıştır ve bunun sorumlusu her dönemde egemen sınıflar olmuştur. Bu toprakları kanıyla yıkayan halklardan birisi de Ermeni halkıdır. Biz işçiler ezenlerin milliyetçiliğine karşı çıkmalıyız. Unutmamalıyız ki insanların sömürülmediği, dininden, dilinden, renginden dolayı ezilmediği bir topluma ancak işçi sınıfının iktidarı almasıyla ulaşılacaktır. Bunun için din, dil, ırk ayrımı yapmaksızın bütün işçiler devrimci mücadele bayrağını yükseltmeli. ENTERNASYONALLE KURTULUR İNSANLIK! Etnik kimliği çok önemli değil, öldürülen kişi TC vatandaşıdır! Başbakanın dediği şudur: Etnik kimliği ne olursa olsun TC kimliği taşıyan herkes Türk’tür! Milliyetçilik yapacaksanız Ermeni milliyetçiliği değil Türk milliyetçiliği yapın! Hatırlarsınız daha önce de Kürtler için Kürt kimliği alt kimliktir, esas kimlik taşıdığınız TC kimliğidir denmişti. Biz neyiz? Kürt, Türk, Ermeni mi? Yoksa bundan daha önce, patronlarımız için yaratılmış birer robot mu? Biraz düşünürsek aslında bizim tek kimliğimiz var. İşçi kimliği, bunun da altı-üstü yok. Ben bu kimliği taşıdığım için onur duyuyorum. YAŞASIN İŞÇİ SINIFI. Cellâtların döktükleri kan bir gün onları boğacak, bu kan denizinin ufkunda kızıl bir güneş doğacak! İstanbul’dan bir işçi
para kelimesini duyar. Zamanla her şeyin parayla alınıp satıldığını, paranın yokluğunda ise aç kalacağını kavrar. Ve böylece hayatını idame ettirmek için emek gücünü patrona satmaya başlar. Dolayısıyla hayatımız patronlar tarafından planlanıp programlanır. Varoluş temeli sömürü olan kapitalist sistem varlığını korumak ve sürdürmek için kendi mezar kazıcıları olan işçileri birer robot haline getirir. Bizlere küçük-burjuva hastalıkları aşılar ve bu hastalıkları görmemizi engeller. Böylece bireysellik cenderesi içinde mutluluğumuzun gerçek kaynağı olan sınıf mücadelesinden uzak tutar. Yani küçük-burjuva zihniyet kapitalist sistemi besleyen, geliştiren bir anlayıştır. Eğer açlığa, savaşlara, doğanın yok oluşuna izin vermek istemiyorsak, kapitalizmi alaşağı etmemiz gerekiyor. “SINIFA KARŞI SINIF SAVAŞI” şiarı, şiarımız olmalı. Biz işçi sınıfıyız. Üzerimize sinmiş küçük-burjuva anlayıştan, hastalıklı kişilikten kurtulmak gerekir. Bunun için örgütlü mücadeleye atılmalıyız. Küçük-burjuvazinin anatomisi yazısını yeniden ve yeniden okumak önemli. Bu yazının işçilerin mücadelesine büyük katkıları olacağını düşünüyorum. Gebze’den bir hizmet sektörü işçisi
Okurlarımızdan Merhaba dostlar, Aldığım bir haberi ve bu haberin bana neler hissettirdiğini siz dostlarımla paylaşmak istedim. Bundan çok önceleri bu tür haberleri aldığımda hissettiklerimden oldukça farklıydı hislerim. Bizlerin her zaman söylediğimiz bir şey vardır. İnsanların duygularını paylaşmaları için illâ da aralarında kan bağı olması gerekmiyor deriz hep. İşte ben de bugün hiçbir kan bağım olmadığı halde çok derinden bir acı hissettiğim bir ölüm haberini paylaşmak istedim sizlerle. Aldığım ölüm haberi yıllarca hiçbir karşılık beklemeden, hiçbir çıkarları olmadan dostluklarını veren ve zamanında bana anne ve babalık yapan iki insandı. Onlar o kadar iyilerdi ki, birbirlerinin ölüm acısını dahi yaşamadan birer gün arayla toprağa verildiler. Onların ölüm haberini aldığımda bir kez daha kapitalist sisteme lanet olsun dedim. Çünkü kapitalist sistemde biz işçilerin nasıl her şeyden mahrum kaldığımızı bir kez daha gördüm. Ben yaklaşık 5-6 yıldır memleketime gidemiyorum. Çalışan, üreten, alınteri döken bizler emeğimizin karşılığını alamıyoruz. Yeri geldiğinde bu vatanın her karış toprağının bizlerin olduğunu savunanlara sormak istiyorum, bizler, her karış toprağı bizimken nasıl oluyor da doğduğumuz, büyüdüğümüz ve geçim sıkıntısından dolayı göç etmek zorunda kaldığımız kendi memleketimize dahi parasızlık yüzünden gidemiyoruz? Nasıl oluyor da aynı topraklarda olduğumuz halde sevdiğimiz insanların yüzlerine hasret yaşıyoruz? Nasıl oluyor da sevdiğimiz, bizim için değerli olan insanları son yolculuklarına uğurlamaya gidemiyoruz? Ben bu haberi bu örgütlülükle tanışmadan önce almış olsaydım eminim çok daha farklı duygular içerisinde olacaktım. Hepimiz insanız elbette ki, ağlayacak, sızlayacağız. Ama şu an farkında olmaktan dolayı memnun olduğum bir gerçekliğin içinde yaşıyoruz, kapitalizm. Bu öyle bir sistem ki bizleri sadece açlığa, yok-
sulluğa, sefalete her geçen gün biraz daha itmekle kalmıyor, birçok şeyden de yoksun bırakıyor. Dünyayı yaratan, üreten biz işçiler yapmak istediğimiz hiçbir şeyi yapamıyoruz. Çünkü biz işçilerin sırtından palazlanan bir asalaklar sınıfı var. Onlar her istediklerinde altlarında özel arabalarıyla bu memleketin her karışını gezmekle kalmıyor, bizim sırtımızdan kazandıklarıyla dünyayı gezebiliyorlar. Bizlerse bıraktık memleketi karış karış gezmeyi, sevdiklerimizle özlemlerimizi paylaşmaya bile gidemiyoruz. Neden? Çünkü paramız yok. Neden? Çünkü burjuvazi bizleri iliğimize kadar sömürüyor. Neden? Çünkü biz işçilerin ancak karınlarını doyuracak kadar ücret almaları gerektiğine burjuvazi karar veriyor. Hoş artık aldığımız ücretlerle karnımız da doymuyor ya. Ben bugün kapitalizmin biz işçileri yaşadığımız her şeyde nasıl etkilediğini bir kez daha çok acı bir sebeple de olsa fark ettim. Kapitalist sistem yıkılmadan biz işçiler daha birçok şeyden mahrum yaşamaya devam edeceğiz. Şu an kendimi o kadar mutlu hissediyorum ki, benimle bu duyguları paylaşan, sistemin farkında olan ve özlemlerin, hasretlerin olmadığı daha güzel bir dünya için mücadele eden insanların olduğunu biliyorum. Bu bana öyle bir güç veriyor ki, böylesi bir ölüm haberinde hiçbir teselli bunu sağlayamazdı. Farklı farklı yerlerde olsanız bile acımı yüreklerinizin bir köşesinde hissettiğinizi biliyorum. Ben de bu kokuşmuş düzenin tarihin çöp tenekesine atılması için verilen mücadelede üzerime düşenden daha fazlasını yapmaya gayret göstereceğime, tüm mücadele arkadaşlarıma söz veriyorum. Çünkü şunu biliyorum, yalnızca bu vatanın toprakları değil tüm dünya toprakları bizlerin. Üreten bizleriz, yöneten de bizler olmalıyız.
Merhaba dostlar. Geçtiğimiz günlerde yaşadığım bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum. Çalıştığım fabrikada vardiyalı sistem uygulanıyor. Yaşanan iş kazaları her geçen gün arttığı halde yine de hiç tedbir alınmaksızın üretime devam ettirilmek zorunda bırakılıyor buradaki işçiler. Marksist Tutum dergisinin 23. sayısında yer alan “Vampirin Doymayan Gözleri ve Vardiya Sistemi” başlıklı yazıyla, vardiya sisteminin insan sağlığı üzerinde ne tür tahribatlar yarattığını ve patronların daha fazla kâr elde etmek uğruna böyle bir uygulamaya başvurduklarını çok iyi bir şekilde bilincimize çıkarmıştık. Bu yazıdan çıkan sonuç şuydu: vardiya sistemi insanlık dışıdır. Bu sistemle çalışan hemen hemen bütün fabrikalarda haftanın 7 günü üretim durmaksızın devam ediyor. Çalıştığımız fabrika da bunlardan birisi. Asgari ücret yetmediği için fazla mesai ihtiyaç haline geliyor. Tabii ki fazla mesai de patronlar için başka bir kâr kaynağı oluşturuyor. Çalıştığım bölümün büyük bir çoğunluğu kadın işçilerden oluşuyor. Haftada 2 gün 16, bir gün de 12 saat zorunlu mesai uygulanıyor ve hiçbir mazeret kabul edilmiyor. Uzun çalışma saatleri buradaki insani ilişkileri inanılmaz derecede yıpratmış. Bir işçi bayıldığında kimisi gülüyor kimisi ise oralı bile olmuyor. Genelde gece vardiyasında sık sık yaşanan bu gibi olaylar ve kazalar hiç kimseyi rahatsız etmiyor. Rahatsızlanan işçiler tekrar işlerinin başına geçiriliyor, bir de üstüne üstlük yönetici kadro tarafından azarlanıyorlar. Bu gibi durumlar karşısında ilk müdahaleyi yapacak hiçbir sağlıkçı da bulundurulmuyor. Öyle ki ecza depolarında ağrı kesici bile bulunmu-
yor, gerisini siz düşünün artık. Bu durumda bize iş verenlerin (sözde “ekmek verenlerin”!) biz işçilerin sağlığına ne kadar değer verdikleri çok açık bir şekilde ortaya çıkıyor. Yine gece vardiyasında çalışırken bir kadın işçi rahatsızlandı. Postabaşı tansiyon ölçmesini bilen var mı diye bağırarak dolaşıyordu. Etrafımı iyice süzdüm, kimse çıkmayınca hemen karar verdim, “ben yapabilirim” dedim. Alaycı bir tavırla, “sen mi?” dedi. “Evet” diyerek cevap verdim. Hemen orada bir sağlıkçı arkadaşımızı arayıp ne yapmam gerektiğini sordum. İşte örgütlü olmanın önemi! Revire giderken aklımda şu vardı: bu işi beceremesem de sabaha kadar istirahat etmesini ya da durumu kötüyse hastaneye götürülmesini sağlayabilirdim. Çok yorgun ve bitkindi. Tansiyonunu ölçmeye çalıştım ve bu arada da onunla diyalog kurmaya başladım. Gündüz uyuyup uyumadığını sordum, evdeki durumlardan kaynaklı uyuyamadığını söyledi. Aklıma ilk gelen şey kadının kapitalist toplumdaki çifte ezilmişliği oldu. Sağlık sorununun olup olmadığını sordum, geçim durumlarından tutun da hayata dair ne varsa konuşmaya koyulduk. Soruları sorarken kendimi doktor gibi hissediyordum. Cevaplar ise kadınlar üzerindeki baskıyı ve ezilmişliği yansıtır nitelikteydi. Bu deneyimin ardından çıkardığım sonuç şuydu: toplumsal çelişkileri görmek ve onları sorgulamak için ne doktor ne bilim adamı ne de profesör olmak gerekiyor. Kapitalizmi ve onun toplum üzerindeki yıkıcı doğasını kavramak ve insanları açlığın ve sefaletin içine sürükleyen bu aşağılık düzenin nasıl bir çirkef olduğunu görebilmek için sınıf bilincine sahip olunması yeterlidir.
İşçilerin vatanı bütün dünyadır! Maltepe’den Marksist Tutum okuru bir tekstil işçisi
Sınıf bilincine sahip çık, öğren, öğret ve sabırla örgütle! Gazi Mahallesi’nden bir işçi
47
Okurlarımızdan İkiyüzlü ataerkil ahlâk anlayışına hayır! Fabrikada çalışırken radyodan bir haber duyuyoruz. Radyo kanalındaki sunucu muhtemelen bugünün 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü olması sebebiyle şöyle bir haberi taşıyor programına: “Kızını sahilde erkek arkadaşı ile elele tutuşurken gören baba, kızının erkek arkadaşını bıçaklayarak öldürdü ve kaçarak uzaklaştı”. Hangi şehirde duyamadım ama Türkiye’de işlenen bir cinayet. Radyo programcısı bu ürkütücü “namus” cinayetini kınamaya cesaret edemeyip, yerine babanın niye kaçtığı üzerine gevezelik yapmayı tercih etti. Sonra haberi duyamayan bazı arkadaşlara haberi anlattım ve şunları sordum. Sizce bir erkeğin bir kızın elini tutması onun namusunu kirletir mi? Baba yargılanırken, “namus indirimi”nden faydalanmalı mı? Bazıları, “baba gidip ikisini de bir güzel pataklasa ve kızı eve çekip ıslah etse yeterdi” dedi. Ama adamın “namus indirimi”nden faydalanması konusunda herkes hemfikirdi. Elele tutuşmak kızın namusunu bozar mı sorusunda ise, biraz bocaladıktan sonra babaya hak verdiler. Pek tartışmadan, “evet, kızın namusu bozulur bir nevi, şimdi el tutan sonra ne yapar” fikrinde birleştiler.
Birçok konuda fikirleri farklı olup önemsiz şeylerle ilgili saatlerce tartışan bu işçiler böyle önemli bir konuda hiç tartışmadılar, ne garip! Nihayetinde, namus anlayışı üzerine farklı şeyler söylemek bile oldukça sakıncalı geldi onlara ve olanı el çabukluğu ile kabul edip konuyu kapattılar. Kadının namusu konusunda yaşadıkları toprakların geleneksel değerlerine bağlı gözüken bu işçi arkadaşlar, konu erkeğin namussuzluklarına gelince pek rahatlar. Etraftaki ve fabrikadaki kadınlara salya akıtıp çeşitli seviyesizliklerde bulunan arkadaşlarını ya görmezden geliyorlar ya da onlara eşlik ediyorlar. Çapkınlıklarını anlatan erkek arkadaşlarının ise nerdeyse sırtlarını sıvazlayıp aferin diyecekler. Bu ikiyüzlü ataerkil ahlâk anlayışı üzerine söylenecek ne çok şey var aslında. İçinde yaşadığımız ataerkil toplumun bu ahlâksız ahlâk anlayışı, kadınlara taşınması zor görevleri yüklemeye devam ediyor. Kadınlar özgürlüklerinin sınırlarını çizme işini erkeklere bıraktıkça ve kapitalizme karşı mücadeleden uzak durdukça, cinsiyetlerine karşı yapılan bu ahlâk sömürüsü son bulmayacak. Kadınlar mücadele ile, Marksizm ile özgürleşecek!
Merhaba. Sizlerle tanışalı altı ay oldu. Bu süre içerisinde, sizin yazılarınızdan, arkadaşların mektuplarından çok şey öğrendim ve öğreniyorum. Ben birey olarak haksızlığa uğradığımın, sömürüldüğümün farkındaydım. Hep bir çıkış yolu ararken, bu sömürünün, bu bozuk düzenin tek başına birey olarak düzeltilemeyeceğini düşünürken sonunda sizlerle tanıştım, Marksist Tutum’la. Öncelikle sizlere, bizim gerçekleri görmemiz ve gelişmemiz için harcadığınız emekten dolayı teşekkür ediyorum. Sayenizde, patronlar için bir işçi parçasından öte insan olduğumu, insan olarak da yaşayabileceğim bir dünyanın var olabileceğini gördüm. Ve ben sizlerden, arkadaşlardan öğrendiklerimi etrafımdakilere, işyerimdekilere aktarmayı bir borç biliyorum. İstiyorum ki onlar da uyansınlar artık uykularından! Ben beş yıldır aynı işyerinde çalışıyorum. Bundan iki yıl önce yaşadığım bir sorunu sizlerle paylaşmak istedim. Bölüm amiri ile yaşamış olduğum bir problemden dolayı işi bırakıp gitmiştim. Birkaç gün sonra beni arayıp görüşmek istediklerini söylediler. Görüşme sonunda işbaşı yapmaya karar verdiğimde, işi bırakıp gittiğim gün sigortama çıkış yapıldığını öğrendim. Bunu öğrendiğimde önce çok şaşırdım ve bunu benden habersiz nasıl yaparsınız diye sorduğumda, gerekçe olarak giriş kartımı bırakmış olmam sunuldu. Ve çıkışı imzalamam istendi. Ben de hiçbir şekilde imza atmayacağımı, hakkımı bırakmayacağımı söyledim. Bu sözlerimden, kararlı olduğumu anlamış olacak ki, “sevgili” patronumun geri adım attığını gördüm. Bana söylediği şey ise, “tekrar seninle devam etmek istiyoruz ama sigortanı altı ay sonra başlatabiliriz. Sen de bu süre içerisinde işsizlik sigortasından yararlanmış olursun” oldu. Benden istediği şey üç yıllık tazminatımdan vazgeçmem ve altı ay sigortasız çalışmamdı arkadaşlar! Ben de kendisine “ne sigortamdan ne de üç yıllık emeğimden vazgeçmem. Bu hata düzeltildiği takdirde işbaşı yapabilirim” dedim. Bir gün sonra bana haber geldi; işbaşı yapabilirsin, gerekli düzeltmeler yapıldı diye. Bu problem bu şekilde giderilmiş oldu. Bunu sizlerle paylaşmak istememin nedeni, sadece bana ait bir sorun olmamasıdır. Biliyorum ki hepimiz patronlar tarafından sömürülüyor ve zor koşullara maruz bırakılıyoruz. Ancak bilinçlenip doğru tutum aldığımızda haklarımızı alabiliriz. Bu düzen var oldukça, patronlar oldukça ve bizler susup bilinçsiz kaldıkça, onlar bizi ezmeye, parça parça ayırmaya devam edecekler. Bunun için bizler, tek yürek, tek bilek olmalıyız. Yaşasın sınıf dayanışması! Yaşasın işçi mücadelesi! Esenler’den bir kadın tekstil işçisi
48
Gebze’den bir metal işçisi
Merhaba dostlar, merhaba yaşama olan inançları kalplerine sığmayanlar. Onurluca yaşamanın mücadele etmekten geçtiğini bilenler, yılgınların sofrasından yolu geçmeyenler merhaba. Kapitalizmin bütün yasa ve aygıtlarıyla çirkefleştirdiği ve çirkinleştirdiği, insani bağları çıkarcı bağlara çevirdiği, insanın insana düşman edildiği bu toplumda, kapitalizme karşı mücadele etmek için yan yana kavga dostlarımızın olması çok güzel. Marksist Tutum ailesinin üyesi olmaktan dolayı kendimi çok şanslı hissediyorum. Aramızdaki en güçlü bağların kapitalizme inat ve ona karşı yürüttüğümüz ortak mücadeleyle kurulduğuna inanıyorum. Bence bu çok önemli. İşçi sınıfının dağınık ve güçsüz olduğu, sosyalist hareketin işçi sınıfı ile canlı bağlar kuramadığı durumlarda, doğan her türlü boşluğu burjuvazi dolduruyor. Hayat dönüp dönüp yüzümüze aynı şeyi vuruyor: Marksizmin bilimsel çözümlemelerini kendine bayrak edinmiş enternasyonalist bir proleter devrimci örgütün eksikliği. Haydi, oluşturulacak bu çelikten zincire bir halka da biz olalım. Ve ekleyeceğimiz yeni halkalarla bütün dünyayı kucaklayalım. Yeni bir dünya inşa edelim. Öğrenelim öğretelim, örgütlenelim örgütleyelim! Yaşasın örgütlü mücadelemiz! Gebze’den bir Marksist Tutum okuru