Mt no 26

Page 1

İşçi Cephesini Örelim, Darbeci Güçleri Püskürtelim! • 1 Mayıs 2007’nin ardından

Mayıs 2007

• Hedefe kilitlenmek • Postal gölgesinde devlet solculuğu

26

• Modernleşen despotizmin sivilleşme sancısı /13 • Kentsel yağma ve talan projesi • AB’nin 50. yılı


1 Mayıs 2007’nin Ardından 2007 1 Mayısı işçi sınıfı hareketi açısından birçok bakımdan ibret dolu bir süreç oldu. Şüphesiz birçok yönü olan ve işçi örgütleri ve sosyalist çevrelerde tartışılacağını umduğumuz bu sürecin bizce dört ana boyutu öne çıkmaktadır. Birincisi, sermaye devletinin başka her türlü kitlesel aktivite için izin verebildiği Taksim’i işçi-emekçi kitlelere yasaklaması ve bu uğurda uyguladığı vahşi terör, ikincisi, işçi hareketinin genel durumunun bilinmesine rağmen DİSK’in Taksim ısrarının anlamı, üçüncüsü ise sosyalist çevrelerin bu durum karşısındaki tutumu, dördüncüsü ise sonuçta doğan genel durumdur. Sonuncu noktadan başlayacak olursak, 2007 1 Mayısının özünde 2004’tekine benzer bir tablo ortaya çıkardığını öncelikle belirtmek gerekiyor. Türkiye’deki 1 Mayıs kutlamalarının her zaman kalbi durumunda olan İstanbul kutlamaları yine bölünmüş, hatta bu kez paramparça olmuştur. 1 Mayıs öncesindeki tartışma ve tutumlar olsun, sonrasındaki ilk değerlendirmeler olsun, ne yazık ki 2004’te yaşananlardan pek ders alınmadığını da ortaya koymaktadır. Bu nedenle 2004 1 Mayısının ardından Marksist Tutum sitesinde yapılan değerlendirmenin (Elif Çağlı, 1 Mayıs’ın Ardından, www.marksist.com) temel unsurları aynen geçerliliğini korumakta ve bir kez daha doğrulanmaktadır. Ancak bu durum samimi sınıf devrimcileri için bir övünç vesilesi olmaktan çok bir üzüntü vesilesi olabilir. Çünkü o zaman olduğu gibi bugün de sınıf hareketinin cılız ve geniş işçi kitlelerin sınıf bilincinin hayli gerilemiş olduğu koşullarda bölünmüş, parçalanmış bir 1 Mayıs, toplam olarak sınıf hareketini daha ileri götürmemiş, 1 Mayıs bilincinin yeni işçi bölüklerine yayılmasına katkıda bulunmamıştır. Sınıf temelli çabalar açısından şu ya da bu çevre özelinde münferit olarak sevindirici başarılar olabilirse de sınıf hareketinin bütünü açısından manzara budur. Ne hazindir ki, darbecilerin milyona yakın kalabalıkları meydanlara topladığı günlerde, bunları misliyle katlayabilecek sayısal potansiyeli olan işçi-emekçi kitleler kendi mücadele günleri olan 1 Mayıs’ta adamakıllı bir kitlesel miting bile yapamamış duruma düşürülmüştür. İşçi hareketinin, darbeciliğin dümen suyundaki sürüye, mütevazı da olsa bir yanıt verme fırsatı tek kelimeyle heba edilmiştir. 1 Mayıs 2007 devlet güçleri tarafından İstanbul’da fa-

şizan bir sıkıyönetimin hâkim kılındığı tam bir devlet terörü günü yapılmış, sermaye devleti işçi-emekçileri Taksim’e çıkarmama adına tüm İstanbul’u felç etmeyi göze alarak kentin dört bir yanını savaş alanına çevirmiştir. Taksim’e gitmek isteyen işçi ve emekçiler ile devrimciler vahşice saldırılara uğramış, bazıları ağır olmak üzere birçok kişi yaralanmış ve ilk bilgilere göre bin civarında kişi gözaltına alınmıştır. Devlet güçlerinin, Taksim’e ulaşılmasını önleme çabaları isterik boyutlara varmış ve konuya ilgisiz kent halkında bile valiye odaklanan bir tepki ve öfkeye yol açmıştır. İşçi sınıfı hareketi yükseldiğinde ve anlamlı bir örgütlü güce ulaştığında, başka her türlü kitlesel etkinliğe açık olan Taksim’in işçilere yasaklanmasının ve işçilere, devrimcilere yönelik devlet terörünün hesabı elbet sorulacaktır; diğer kaybedilmiş mevziler gibi Taksim de kazanılacaktır. Ama sorun tam da buradadır. Devlet güçlerinin Taksim konusundaki tutumu bir sır olmadığına ve bu bakımdan yaşanacaklar üç aşağı beş yukarı belli olduğuna göre, DİSK, yanında KESK ve TTB ile birlikte neden Taksim konusunu ısrarlı biçimde zorlamıştır? Sınıf hareketinde anlamlı bir yükseliş yaşanmış ve sıra Taksim’in fethine mi gelmiştir? Herkes böyle bir yükseliş olmadığını gayet iyi biliyor. Peki, her şeye rağmen DİSK, KESK gibi işçi örgütleri, yine de güçlerini zorlayarak öncelikle kendi tabanlarını ve sonra da örgütsüz geniş işçi yığınlarını 1 Mayıs için örgütleyip seferber ederek bu doğrultuda ciddi bir hazırlık mı yapmışlardır? Bunun olmadığını biliyoruz. Taksim’i fethetmek gibi kocaman hedeflerden dem vuran DİSK, 1 Mayıs günü en azından örgütlü olduğu fabrikalarda iş bırakarak kutlamalara gelmek gibi çok daha mütevazı, ama samimiyet göstergesi olacak anlamlı hedefler için bile parmağını kıpırdatmamıştır. Bunların hiçbirisi söz konusu değilken DİSK’in zorlamasının anlamı nedir? Devrimci çevreler yayınlarında kâh DİSK tabanının kâh devrimcilerin basıncından söz etmeyi seviyorlar. Ama biraz ciddiyet gerekmez mi? Fabrikalarda, işçi-emekçi semtlerinde sınıf içinde çalışma yapmayanlar için belki uzaktan meseleyi böyle koymak daha gönül ferahlatıcı gelebilirse de, gerçeklik böyle değildir. Şu anda DİSK tabanındaki işçilerin genel olarak diğer sendikalardaki tabandan bir farkı yoktur. Ve bir yandan devrimcilerin bu tabanda yeterli bir gücü ve çalışması olmadığı için,

1


marksist tutum

diğer yandan da DİSK’in sözde solcu ve devrimci yöneticilerinin işçilerin sınıf bilincini ve örgütlülüğünü geliştirmek için hiçbir şey yapmamaları nedeniyle bu böyledir. DİSK bürokrasisinin devrimci hareketten etkilendiği savı ise daha büyük bir fantezidir. Bunun için bir sebep var mıdır? Bu ancak DİSK tabanında yeterli büyüklükte örgütlü bir devrimci etkinlik olması durumunda mümkündür. Böyle bir olgunun olmadığını bildiğimiz gibi, son yıllardaki DİSK yönetimlerinin herhangi bir şekilde dışsal bir devrimci basınç altında kalarak attığı dişe dokunur bir adım olmadığını da biliyoruz. İşin gerçeği bugün Taksim nasıl işçi sınıfı için yeniden kazanılması gereken bir mevzi ise, geçen sayıda vurguladığımız gibi, DİSK de aynen öyledir. Dürüstçe işin doğrusunu konuşmak gerekiyor. DİSK yönetimi bir yandan uzun zamandan beri ağzında gevelediği sol parti kurma projesiyle iştigal etmekte ve bunun için bir zemin oluşturmaya çalışmaktadır. Diğer yandansa, burjuva kampta uzun zamandır sürmekte olan ve şimdilerde bir muhtırayla hükümetin indirilmesine kadar vardırılan it dalaşında hükümet karşıtı statükocu cephenin dümen suyuna girmektedir. DİSK’in son anda verilen bir kararla 1 Mayıs’tan hemen 2 gün önceki darbeci güçlerin büyük mitingine katılmış olması bunun sadece sembolik bir göstergesidir. Cumhurbaşkanlığı seçimi nedeniyle it dalaşının iyice kızışmış olduğu ve hükümetin orta sınıfların isterik kitle gösterileriyle de köşeye sıkıştırılmaya çalışıldığı bir dönemde, DİSK sorumsuz tutumuyla, miting için toplanan işçi-emekçi kitleleri bir devlet terörüyle yüz yüze bırakmıştır. Bu, onun niyeti her ne olursa olsun böyledir. 1 Mayıs’ın hemen ardından büyük burjuva medyanın birdenbire hükümetin adamı olarak tanınan valiyi topa tutup istifaya çağırması, İstanbul’a faşizmin hâkim olduğundan dem vurması ve adeta Taksim’e izin verilmesini savunur bir havada haber ve yorumlar yapması manidar değil midir? Sermaye medyasının başına taş mı düştü? Bu medya işçi-emekçilerin Taksim’e çıkmasını istiyordu da biz mi duymadık! Çatışmalı bir süreç olacağı belli olan Taksim girişimine, genel olarak çatışmalı kitle eylemlerinden öcü gibi kaçan ve mevcut burjuva kapışmada darbecilere göz kırpan ulusalcı solcu çevrelerin de katılması başka bir gösterge değil midir? Devrimci çevreler bu oyunun farkında değiller miydi? Devrimci çevreler uzun yıllar boyunca yenilen kazıklar neticesinde DİSK’e karşı genel bir güvensizlik besliyorlardı kuşkusuz. Fakat bu güvensizlik esasen DİSK’in Taksim kararının sonuna kadar arkasında durup durmayacağı noktasındaydı. Sorunun bu boyutunu bir yana bırakacak olursak, yine de asıl mesele bu değildir. Asıl olan Türkiye

2

Mayıs 2007 • sayı: 26

solunun esasen işçi sınıfının gerçek durumundan tümüyle kopuk, sabırlı, sebatlı bir çalışmadan uzak, reklâmcı, düellocu küçük-burjuva karakteridir. Bu konu, üzerinde uzun boylu söz edilmeyi gerektirse de şimdilik 2004 yılı 1 Mayısı bağlamında yapılan değerlendirmeye ilave edecek fazla bir söz bulunmuyor: “Devrimci bayrağın yükseltilmesi mücadelesinde asıl kıymetli olan, zaten devrimci bilince ulaşmış kadroların bunu bir biçimde teşhir etmesinden ziyade, geride duranları elden geldiğince biraz daha öne çekebilmektir. Bu nedenle 1 Mayıs benzeri eylemlerde Bolşevik kadroların içinde çalışma yürüttükleri kitleden kopmamaları ve duydukları devrimci heyecanı onlara da iletebilmenin yol ve yöntemi üzerinde odaklaşmaları gerekiyor. Devrimci unsurların sınıfın geri kitlesini kendi kaderiyle baş başa bırakarak, devrimci heyecanı kısa vadede çok daha fazla tatmin edebilirmiş gibi görünen yerlere yönelmeleri tek kelimeyle sorumsuzluktur.” (age) 2007 1 Mayısı açık bir kayıp olduğu ve ciddi bir sorgulamaya gidilerek bundan ders çıkarılması gerektiği halde, devrimci çevrelerin yayınlarında 1 Mayıs’ın “zafer”le sonuçlandığı yazılabiliyorsa, meselelere işçi sınıfını esas alan komünist bir perspektifle zerrece bakılmadığını ve bu topraklarda küçük-burjuva reklâmcı damarın ne denli güçlü olduğunu bir kez daha anlayabiliriz. Buna karşı işçi sınıfı devrimcileri mütevazı çabalarını bürokratların pis oyunlarına kurban etme lüksüne sahip değildirler. Gerçeklikten kopuk zorlamalarla işçi sınıfının geniş kesimlerinde anlamsız bir moral bozukluğuna katkıda bulunmak bizim işimiz olamaz. İşçi sınıfı devrimcileri küçük-burjuva rekabetçiliğinden, duygusallıktan kendini arındırabilmeyi başarmış, serinkanlı bir duruş geliştirebilmelidirler. Bu tutum bizim küçük-burjuva toprağımızda özellikle önem taşımaktadır. Gelecek 1 Mayıslar ve diğer mevziler ancak bu tutum yaygınlaştığı ölçüde kazanılabilir. 


Postal Gölgesinde Devlet Solculuğu Oktay Baran

O

nuncu cumhurbaşkanının görev süresinin dolmasına bir yıl kala statükocu güçlerin iyice ısıtmaya başladıkları cumhurbaşkanlığı seçimine müdahale süreci, generallerin hükümete verdiği gayri resmi muhtırayla doruk noktasına ulaştı. 27 Nisan gecesi genelkurmay internet sitesinde yayınlanan muhtıra, it dalaşında yeni bir aşamaya geçildiğini gösteriyor. Aylardır emekçi düşmanı iki burjuva kamp arasındaki kapışmanın giderek daha keskin bir şekilde siyaset sahnesine yansıdığına şahit oluyorduk. AB yanlısı burjuva ideologlar, AKP’nin laiklikten kadrolaşmaya ve siyaset tekeli oluşturmaya dönük bir dizi konudaki “aşırılıklarını” eleştiriyorlar, mali-sermayenin çizdiği çerçeveden taşmaması için onu uyarıyorlardı. Ama tüm bu uyarılara rağmen gene de TÜSİAD ve burjuva ideologlar, genel seçim sürecine girilmesi nedeniyle AKP’nin “aşırılıklarını” tolere etmek durumunda kalıyorlardı. Statükocu kesimlerin salvoları karşısında ise liberal yaklaşımların kutsallığından, demokrasinin erdemlerinden, AB süreciyle birlikte askeri müdahalelerin artık tarihe karıştığından dem vuruyor, kendi yalanlarına giderek kendileri de daha fazla inanmaya başlayarak emekçi kitleleri de kandırıyorlardı. Ama muhtırayla birlikte bu çevrelerin demokrasi düşlerine kılıçların gölgesi düştü. AKP hükümetine karşı atağa geçen statükocu güçler, 12 Eylül döneminde kendilerinin hazırlattığı ‘82 Anayasası çerçevesinde cumhurbaşkanı seçimlerinin yapılmasına bile tahammül edemiyor, engellemeye çalışıyorlar. Demokrat geçinen burjuvazi buna karşı açıkça, net ve kararlı bir şekilde karşı çıkamıyorsa, bunun tek bir anlamı vardır: Burjuvazi hiçbir kapsamlı ve hakiki demokratik dönüşüme öncülük edemeyeceği gibi, mevcut hakların kararlı, tutarlı ve militan bir savunucusu da olamaz. Bir kez daha görülüyor ki, emperyalizm çağında burjuva demokratik hakları bile tutarlı ve kararlı bir biçimde, “sözde değil özde” savunabilecek tek sınıf devrimci işçi sınıfıdır.

Şeriatçı değil faşizan-milliyetçi bir tehdit söz konusudur 27 Nisan muhtırasının iki argümanından biri ve öne çıkartılanı mevcut laiklik anlayışının savunusu, diğeri ise açıktan bir Kürt düşmanlığıdır. Zaten statükocu güçlerin söyleminde şeriatçılık tehlikesi ile bölücülük tehlikesi her daim at başı gitmiş, birini vurgularken diğerini de ihmal etme-

Türkiye sol hareketinin ezeli zaafı olan Kemalizm ve sol-milliyetçilik son dönemde iyice azmış durumda. Türkiye’nin verili politik konjonktürünü doğru okuyamayan ve Kemalistmilliyetçi köklerinden ötürü okumak da istemeyen sol çevrelerin bir bölümü, en nihayet darbe heveslilerinin kuyruğuna takılmaktan da çekinmeyen bir noktaya geldiler. Oportünizmin en temel özelliklerinden birinin kitle kuyrukçuluğu olduğu bir kez daha açığa çıkıyor. İstanbul’daki Çağlayan mitingi alarm zillerini daha da güçlü çalmamız gerektiği anlamına geliyor. Yalnızca işçi bürokrasisi örgütlü işçi sınıfını postal parlatmaya sevk etmekle kalmıyor, reformistiyle devrimci geçineniyle küçük-burjuva sosyalizmi de kendi doğasını açık ederek bir kez daha “kentli orta sınıfların” peşine takılıyor.

3


marksist tutum

mişlerdir. Bugün AKP kadrolarının radikal dinci geçmişi ve halen içinde kimi radikal unsurları barındırması, AKP’nin zayıf noktasını oluşturuyor. Bu durum statükocular tarafından sonuna kadar suiistimal edilerek toplum laik/anti-laik ekseninde kutuplaştırılmaya ve sahte bir “şeriat tehlikesi” umacısıyla ırkçı-milliyetçi statükocular cephesine güç aktarılmaya çalışılıyor. Son gelişmeler de gösteriyor ki, bunların bu çabaları özellikle, “kentli orta sınıf ” ruh halini yaşayan kitleler arasında hayli yankı bulmuş durumda. Bu noktada iki hususun döne döne vurgulanması gerekiyor. Birincisi, bugün AKP önderliğinde bir şeriatçı yükseliş mevcut değildir ve zaten halkın ezici bir çoğunluğu şeriat düzenine karşıdır. Ne var ki statükocular şeriat öcüsünü muazzam bir kitle manipülasyon aracına dönüştürmeyi başarmışlardır. İkincisi, laiklik ekseninde AKP-TSK çatışması olarak gösterilen bu çatışmada ne laiklik konusu çatışmanın özünü oluşturmaktadır ne de çatışmanın gerçek tarafları AKP ile TSK’dır. Birinci hususu biraz açalım. Bugün AKP her ne kadar şeriatçı çizgiyi temsil eden bir parti olmasa bile, açıktır ki dini fazlasıyla istismar etmekten çekinmeyen ve teşvik ettiği yaşam tarzı ve kültürle muhafazakâr bir partidir. Özellikle AKP’nin kadrolarının bir bölümünün, içinden geldikleri geleneğe nazaran bir hayli ılımlılaştırılmış da olsa halen İslami değerler temelinde bir yaşam tarzını benimsedikleri bir sır değildir. AKP hiç kuşku yok ki emekçi düşmanı bir partidir ve bu nedenle işçi sınıfının ve ezilen Kürt halkının karşısında tıpkı diğer burjuva partileri gibi gericiliği temsil eder. AKP, küresel sermayenin ve TÜSİAD’ın saldırı politikalarını harfiyen uygulayarak kapitalist sömürüyü katmerlendiren, özelleştirme politikalarının şampiyonluğuna soyunarak işçilerin ekmeğine, işine, sosyal kazanımlarına ve sendikal örgütlülüğüne saldıran, eğitim-sağlık gibi en temel kamu hizmetlerinin paralı hale getirilmesi için canla başla çalışan, gerek okullarda gerek işçi mahallelerinde gerekse de grev çadırlarında devrimcilerin ve işçi sınıfının başından sopayı eksik etmeyen, devrimcilere ve solcu aydınlara karşı faşist saldırıları “halkımızın duyarlılığı” diyerek sahiplenen, Kürt halkına yönelik geleneksel resmi politikayı köklü bir değişiklik getirmeksizin izlemeye devam eden, yürüyen emperyalist paylaşım kavgasına aktif olarak katılmak için can atan bir partidir. Ama bu AKP’yi diğer burjuva partilerden ayıran değil aynılaştıran bir programdır. Böylelikle ikinci hususa gelmiş oluyoruz. AKP’nin iktisadi, siyasi ve sosyal politikası genel çizgileri itibarıyla TÜSİAD’ın ve uluslararası sermayenin programıdır. Yalnızca bu gerçek bile, yaratılan laik/anti-laik ikileminin ne denli sahte olduğunu göstermeye yeterlidir. İçinden çıkıp geldiği Refah Partisine dönük 28 Şubat darbesinden kimi sonuçlar çıkaran AKP liderliği kendi siyasal geleceğini garanti altına almanın yolunun asker-sivil bürokrasinin parlamenter rejim üzerindeki vesayetini kırmaktan geçtiğini

4

Mayıs 2007 • sayı: 26

de görerek dümeni AB ile bütünleşmeye kırmıştır. AB ile bütünleşmeye dönük kapsamlı bir burjuva reform programını öne çıkarması, Kasım 2002 seçimlerindeki başarısı ve Meclis’te kazandığı ezici çoğunluk, AKP ile TÜSİAD arasındaki ortaklığın temelini döşemiştir. Hiç kuşku yok ki, AKP TÜSİAD açısından en uygun iş ortağı değildir. Ama gelin görün ki, 90’lı yıllar boyunca TÜSİAD’ın tüm çabalarına rağmen onun reform programını kararlılıkla sürdürecek denli güçlü bir parti ortaya çıkmamıştır. Umduğuyla değil bulduğuyla yetinmek zorunda olduğunun bilincindeki TÜSİAD, gülsuyu kokusunun parfüm kokularıyla karıştığı AKP ile idare etmek zorundaydı. Böylelikle TÜSİAD AB ile bütünleşme, devlet aygıtının işleyişinde statükocu bürokratik güçlerin müdahalesini ortadan kaldırarak normalleşmiş bir burjuva parlamenter işleyişi hâkim kılma arzusunu AKP ile gerçekleştirmeye çalışacaktı. Bu sayede dünya kapitalizmine daha derinden bir entegrasyonun önündeki engeller tasfiye edilecek ve emperyalistleşme doğrultusunda adımlar atabilecekti. Hiç kuşku yok ki bu programın en kritik maddesini askeri-sivil bürokrasinin siyaset ve ekonomi üzerindeki belirleyici etkisinin kırılarak, onun sistemin sadık bir hizmetkârı durumuna getirilmesi oluşturur. İşte bugünkü kapışmanın temelinde yatan esas faktör de budur. Dolayısıyla gerçek kapışma geleneksel-statükocu burjuva iktidar odaklarıyla, başını TÜSİAD’ın çektiği mali-sermaye arasındadır. Laiklik, milli egemenlik, bölünmez bütünlük gibi unsurlar, bu kapışmanın temelini değil, kapışan taraflardan birinin siyasal-ideolojik söylemini oluşturuyor.

Oportünizm, kitle kuyrukçuluğu ve sol milliyetçilik Bu iki temel hususun kavranamaması, işçi hareketi açısından son derece büyük tehlikeler oluşturuyor. Yaşanan süreci, kapışan güçleri ve kapışmanın temelini doğru tespit edemeyenlerin, doğru devrimci politik tutumlar geliştiremeyerek, güç, iktidar ve paylaşım kavgası veren iki burjuva kamptan birinin arkasına yedeklenmesi ve böylelikle son tahlilde bir bütün olarak burjuvazinin değirmenine su taşıması kaçınılmazdır. Yaşanan kamplaşmayı, “laik-dinci kamplaşması” olarak gören ya da “İslamcı kamp ile Batıcı-laik kamp çatışması” olarak değerlendiren sosyalist çevreler de mevcut. Bu durumda gerek AB gerek ABD gerekse de TÜSİAD bu çatışmanın dışındaki ve üstündeki güçler olarak değerlendirilmek zorunda kalınıyor. Bugün cereyan eden siyasal çatışmayı bu derece ıskalayan bu tür yaklaşımlar, TÜSİAD programının karşısına da son tahlilde devletçi ve sol milliyetçi olarak adlandırılabilecek programlardan başkasını çıkaramıyorlar. Asker-sivil bürokrasinin güdümündeki kimi sözcülerin ABD ve AB karşıtı bir söylemi anti-emperyalizm olarak pazarlaması ve emekçileri arkasına almak için IMF’nin sosyal yıkım programlarından, özelleştirmelerden


Mayıs 2007 • sayı: 26

dem vurması ile birlikte işçi-emekçi kitleler nezdinde yaratılan yanılsamalar büyütülüyor. Bugün sosyalist hareket bir taraftan liberal tasfiyeci rüzgârla diğer taraftan da milliyetçi yükselişle karşı karşıya. Sol liberalizm uzun süredir devrimci harekette büyük bir kan kaybına yol açmış bulunuyor. Ama bugün bundan da daha büyük bir tehlikeyi, milliyetçiliğin sola bu denli nüfuz etmesi oluşturuyor. Yürüyen emperyalist savaş sürecinin sonucu olarak ABD emperyalizmine karşı gelişen son derece haklı tepkileri, enternasyonalist bir temelde kapitalizm karşıtı bir mücadeleye sevk etme perspektifi dışlanıyor ve bunun yerine ABD karşıtı her politik çizgiyle ittifaklar kurmanın yolları aranıyor. Bu tür bir solculuk anlayışı kaçınılmaz olarak milliyetçiliği, yabancı düşmanlığını körüklemeye ve bunları anti-emperyalizm olarak kutsamaya götürüyor. Bu yolun sonunun ne olduğunu görmek hiç de zor değil. Bu yola yıllar önce giren Perinçek grubunun bugünkü durumu yeterli bir örnektir. Bu bağlamda Türkiye sol hareketinin ezeli zaafı olan Kemalizm ve sol-milliyetçilik son dönemde iyice azmış durumda. Türkiye’nin verili politik konjonktürünü doğru okuyamayan ve Kemalist-milliyetçi köklerinden ötürü okumak da istemeyen sol çevrelerin bir bölümü, en nihayet darbe heveslilerinin kuyruğuna takılmaktan da çekinmeyen bir noktaya geldiler. Oportünizmin en temel özelliklerinden birinin kitle kuyrukçuluğu olduğu bir kez daha açığa çıkıyor. Tandoğan mitingine yüz binlerce insanın katılması bu gibilerinin yüreğini kabartıyor. Ankara’daki mitingin ardından bu kez İstanbul’da Çağlayan mitingi sözde darbe karşıtlığını da içerecek şekilde organize edildi. En ufak bir kuşku yok ki, Çağlayan mitingine “darbeye de hayır” başlığının eklenmesi, daha geniş işçi-emekçi yığınları ve onların kitlesel sendikal örgütlerini milliyetçi yükselişin peşine takmak içindi. İki gün öncesinde TSK muhtıra vermiş ve darbe tehdidini savurmuşken, buna karşı en

marksist tutum

açıktan cephe alması gereken sol hareketin içinde bulunduğu durum vahimdir. Sendikalar ve kitle örgütleri içerisinde ilerici-solcu geçinen ve demokrasiyi dillerinden düşürmeyen DİSK’in, TTB’nin Çağlayan mitingine destek vermesi, KESK’in ikircikli bir tutum takınması en hafif deyimle utanç vericidir. Ama dahası da var. Sendikal örgütlülükleri bir tarafa bıraktık, sosyalist etiketli kimi çevrelerin de bu mitingleri yarı utangaçça ve güya “halkımıza doğru bir önderlik sunmak” adına desteklemesine ne demeli? Bu tür sözümona sosyalistlerin ve sahte solcuların ileri sürdüğü iki çarpıtmayı kararlı bir şekilde teşhir etmeliyiz. Vurgulanması ve bilince çıkarılması gereken ilk nokta, Ankara mitingine katılan kitlelerin, sosyalist hareketin doğal tabanı olan ama başka güçlerce kandırılan kesimler olduğu şeklindeki kavrayışın çarpıklığıdır. Bunun böyle olmadığı, mitingi canı gönülden destekleyen birçok burjuva yazar tarafından ortaya konuldu aslında! Hepsi de mitingin çoğunluğunu “eğitim görmüşlerin”, “bir meslek ve kariyer sahibi olanların”, “iyi giyimli ve hali vakti yerinde olanların”, “orta ve üst dereceli memurların”, akademisyenlerin, avukatların, doktorların, mühendislerin, öğretmenlerin vb. tek kelimeyle “orta sınıfların” oluşturduğunu övünerek tespit ediyorlar. Biz bunlara büyük sermayeyle rekabet içinde ölüm-kalım savaşı veren küçük ve orta patronları, sırtını ordu iaşesine dayamış müteahhitleri, işadamlarını ve ensonu MHP ve Genç Parti’nin seferber ettiği lümpenleri de ekleyelim. Bunlar mı sosyalist hareketin doğal tabanı? Tarih bize gösteriyor ki, her türlü manipülasyona açık bir orta sınıf ruh halini dışa vuran bu kitlelerin çoğunluğu, sahip oldukları küçük mülkleri ya da statü ve ayrıcalıkları ve de yaşam tarzlarını kaybetmenin paniğiyle kriz dönemlerinde, faşist bir hareketin doğal tabanını ve şakşakçılarını oluştururlar. Mitinglerde büyük bir hezeyan içinde dillendirilen sloganların, söylenen marşların ırkçışoven doğası da bunu kanıtlıyor. Adı geçen bu kesimler içerisinde nesnel sınıfsal konumları itibarıyla işçi sınıfına dahil olan beyaz yakalıların da bulunması bu gerçekliği değiştirmiyor. Çünkü bu kesimler yüksek gelir düzeyleri, sahip oldukları statü ve ayrıcalıklarla işçi sınıfının kaymak tabakasını oluşturan, yaşam tarzları, dünya görüşleri ve politik duruşları itibarıyla da küçük-burjuva bir zihniyete sahip olan kesimlerdir. En yaygın deyişle işçi aristokrasisi olarak adlandırılabilecek bu kesim, tarihin her döneminde devrimci işçi hareketinin değil, en iyi durumda reformizmin tabanını oluşturmuştur. İşçi sınıfının örgütsüzlüğü nedeniyle siyaset sahnesinde

5


Mayıs 2007 • sayı: 26

marksist tutum

emek-sermaye çelişkisinin pek öne çıkamadığı bugünküne benzer durumlarda, işçi-emekçi kitlelerin burjuva kamp içindeki saflaşmalara alet olması ve sınıfın sınıf olarak davranamaması kaçınılmaz olur. Bugün burjuvazi de işte bu durumu kullanıyor. Böylesi bir durumda belirleyici önemde olan şey, sınıfımızın çeşitli bölüklerinin şu ya da bu burjuva kamp arkasında saf tutmasına son verebilmektir. Komünistlerin görevi sınıfın geniş kesimlerinin kendi sınıf çıkarları temelinde saflaşmasını sağlayabilmektir. Rüzgâra göre yönünü tayin eden küçük-burjuva sosyalizmi ise, kendi meşrebine uygun olarak, bilinçsiz işçi yığınlarını küçük-burjuvazinin peşine takmaktan geri durmuyor. İstanbul’daki Çağlayan mitingi bu açıdan alarm zillerini daha da güçlü çalmamız gerektiği anlamına geliyor. Yalnızca işçi bürokrasisi örgütlü işçi sınıfını postal parlatmaya sevk etmekle kalmıyor, reformistiyle devrimci geçineniyle küçükburjuva sosyalizmi de kendi doğasını açık ederek bir kez daha “kentli orta sınıfların” peşine takılıyor. İkinci temel çarpıtma ise, bu mitinglerin sivil, demokratik, ilerici-sol, üstelik de anti-emperyalist değerler taşıdıklarıdır. Daha geçenlerde ifşa olan darbe günlüklerinde generallerin tam da bu türden girişimleri nasıl planladıkları gün yüzüne çıkmışken, üstelik de bu planları yapan generallerden biri tam da bu mitinglerin organizatörü olan ADD’nin (Atatürkçü Düşünce Derneği) genel başkanıyken, bu iddiaların bu rahatlıkla ileri sürülebilmesi düpedüz devlet solculuğudur. Milliyetçiliği, yabancı düşmanlığını, içe kapanmacılığı anti-emperyalizmle bir tutan, ordu içinde anti-emperyalist değerlere sahip subayların hiç de azınlık olmadığını ileri süren, devletçiliği sosyalizm olarak propaganda eden bir anlayıştan başka ne beklenebilir? Bu mitingler, doğrudan askeri-sivil bürokrasi ve onun arkasında hizaya giren postal parlatıcı dernekler tarafından organize edilmiştirler. Demokratik değil, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak ölçüde şovenist-ırkçı ve Kürt düşmanıdırlar.

6

Mitinglere damgasını vuran “Ne Mutlu Türküm Diyene”, “Başka Kimlik Yok Hepimiz Türküz”, “Kahrolsun Kürt faşizmi”, “Kerkük Türktür” türünden sloganların, yine bu mitinglere büyük katkı sağlayan MHP’nin faşist söyleminden özde bir farkı var mıdır? Bu söylemin TSK muhtırasıyla resmileştirilmesi (“Ne Mutlu Türküm Diyene anlayışına karşı çıkanlar Türkiye Cumhuriyetinin düşmanıdırlar ve öyle de kalacaklardır”!!) yeterli bir kanıt değil midir? Bu mitinglerde ifade edilen ABD karşıtlığının en temel motifini Kürt halkına karşı düşmanlığın, aşağılamanın oluşturduğunu unutmamak gerekiyor. Böylesi bir ABD karşıtlığının antiemperyalizmle, ilerici-sol değerlerle ortak bir tarafı yoktur.

Üçüncü cephe Bu topraklarda yüzyıllar boyunca egemen sınıf olarak hükmeden, ardından burjuvalaşarak cumhuriyetle birlikte iktidarı diğer mülk sahibi sınıflarla paylaşmak zorunda kalan askeri-sivil bürokrasi, sistemin gerçek efendisi olduğu kuruntusuyla hareket etmekten kolay kolay vazgeçmeyeceğini göstermektedir. Egemen pozisyonunu kaybetmemek için elinden geleni ardına koymayan bu aristokratik bürokrasi içinde kılıç kuşanmış darbe heveslileri cirit atıyor. Bunların akıl hocalığına soyunmuş bir dizi sivil siyasetçi ve doğrudan sermaye sahibi bazı burjuvalar da görev başında. Bugün doğrudan bir askeri darbeyle değil de, muhtıralar, postallı sivil gösteriler ile hükümet indirilmeye çalışılıyorsa, bunun en temel sebepleri, tıpkı darbe günlüklerinde de açığa çıktığı üzere, ABD’nin darbeden yana olmaması, ekonomik konjonktürün bir darbeyi kaldıramayacak denli kırılgan olması, halk kitlelerinin darbeye henüz sıcak bakmaması ve kuşkusuz TÜSİAD’ın darbenin karşısında yer almasıdır. Ne var ki tüm bunlar darbe şantajlarının son bulmasını beraberinde getirmiyor. Emperyalizm çağında en temel burjuva demokratik hakların savunusu bile burjuvaziye bırakılamayacak denli militan bir mücadeleyi gerektiriyor. Emekçiler postalla, copla, işsizlik ve yoksulluk kırbacıyla, kışla ile TÜSİAD arasında seçim yapmaya zorlanıyorlar. İşçi sınıfının, liberaliyle milliyetçisiyle her türden burjuva ideolojisine en küçük bir taviz vermeden, darbe tehditlerine, muhtıralara ve “laik/anti-laik” kutuplaştırma operasyonlarına karşı sarsılmaz bir duruş sergilemesi zorunludur. Böyle bir sınıfsal duruşun sağlanabilmesi için de emeğin kendi cephesini, birleşik bir işçi cephesini tuğla tuğla örmekten başka bir yol bulunmuyor. 


AB’nin 50. Yılı Üzerine Utku Kızılok

Hayaller çökerken Avrupa’nın burjuva liderleri geçtiğimiz Mart ayında Avrupa Birliği’nin 50. yılını debdebeli bir gösteriyle kutladılar. Şampanyalar patlatıldı, özgürlük, demokrasi ve barış üzerine nutuklar atıldı. Buna mukabil burjuva liderler yüzlerine yerleştirdikleri sahte mutluluğa, gülücüklere ve aşırı nezakete rağmen bastıramadıkları bir kaygı içindeydiler. Zira çizilen tablo ile verili gerçeklik tümüyle farklı. Birliğin geleceğinin belirsiz olduğu çoktandır apaçık ortaya çıkmış bulunuyor. Avrupa’nın büyük sermaye çevrelerinin arzusu AB’nin ekonomik ve siyasal bir birliğe kavuşturulması ve Amerikan emperyalizmi gibi hegemonik bir güç haline gelmesiydi. Fakat gerçekler, nesnel zemininden kopmuş fantezi balonunu patlattı. Bıraktık AB’nin bir siyasal birliğe dönüşmesini, ekonomik birlik olarak ayakta kalabileceği bile şüphelidir. Bunu kavrayan Avrupa’nın burjuva yazar-çizer taifesi, derin bir hayal kırıklığıyla, Birliği ve geleceği düşünmeyen sorumsuz devletlere veya çapsızlıkla eleştirdikleri politikacılara öfkeleniyorlar. Hayıflanan burjuva ideologlara göre AB’nin geleceği, onun yekvücut bir emperyalist güç olarak davranabilmesinde yatmaktadır. Dolayısıyla da tüm ülkeler sorumlu davranmalı ve hatta büyük bir gücün –meselâ Almanya’nın– hegemonik öncülüğü, siyasal birliğe giden süreçte kabul edilmelidir. Oysa AB’nin bir siyasal birliğe dönüşememesinin nedeni ne çapsız politikacılar ne Birliği düşünmeyen devletlerdir. Bir burjuva Avrupa Birleşik Devletleri düşüncesi iki yüzyılı aşkın süredir gündemdedir. Ancak Napolyon Bonapart’tan Hitler’e, Avrupa’nın odağında yer aldığı iki dünya savaşına ve tüm çabalara rağmen bu düş gerçekleşmemiştir. AB, II. Dünya Savaşı sonrasında belirli tarihsel koşulların itilimiyle ekonomik birlik olarak hayat bulmuştur.

Lakin gerekli koşulların oluşmasıyla Avrupa’yı birlik yönünde iten eğilimler nasıl ki AB’ye can verdiyse, koşulların değişmesiyle karşıt eğilimler güçlenmektedir. Olgulara içerdikleri çelişkilerle değil de bitmiş, tamamlanmış şeyler olarak bakan burjuva ideologlar ve sol liberaller, AB’nin geldiği aşamaya bakarak ulus-devletin aşıldığını ileri sürüyorlardı. Buna karşın, kapitalizm altında ulus-devletin aşılamayacağını ileri süren devrimci Marksistler için mesele gayet netti. AB farklı ulus-devletlerden, dolayısıyla da farklı çıkarlara sahip sermaye gruplarından müteşekkil olduğu için, çelişkiler keskinleştiğinde birlik içerisindeki çıkarlar daha fazla çatışacak ve birlik çatırdamaya başlayacaktır. Nitekim son yıllarda bir dizi gelişme bu Marksist perspektifi her yönüyle doğruluyor.

Avrupa Birliği’nin gerçek niteliği AB’yi koşullandıran şey, burjuva ideologların dillerine pelesenk ettikleri “Avrupa’nın ortak tarihsel kimliği” ve “liderlerin II. Dünya Savaşından gerekli dersleri çıkartmaları” değildir. Avrupalı emperyalistleri birlik ve ortak pazar arayışına iten temel faktör, kapitalist dünyanın hegemonu konumuna yükselen ABD’ye karşı rekabet edebilecek bir güç oluşturabilmekti. 1952’de bir araya gelen ve Altılar olarak tanımlanan Fransa, Batı Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu kurdular. Fakat Avrupa sermayesinin Amerikan tekellerine karşı rekabet edebilmesi için bu yeterli değildi. Avrupa düzeyinde gümrük duvarlarının olmadığı, ama dışarıdan gelecek mallara ortak gümrük tarifesinin uygulandığı bir ortak pazar acil ihtiyaçtı. 1957’de Roma’da bir araya gelen Altılar, Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu kurdular. Çeşitli aşamalardan geçen ve birliğin ilerletilmesi için pek çok karar alan AET, SSCB’nin ve Doğu Bloku’nun dağıl-

7


marksist tutum

masıyla yeni bir yönelime girdi. SSCB’nin çökmesiyle birlikte Ekim 1917 Devrimiyle açılan parantez kapandı ve bu dönemde kapitalizmin alanı dışında kalan bu geniş bölgeler yeniden kapitalizme açıldı. ABD emperyalizmi dünyanın tek hâkim gücü olduğunu “yeni dünya düzeni”yle ilan etti. Buna karşın Avrupalı emperyalistler ABD’nin bu mutlak hegemonyasını dengelemek ve yeni pazar ve yatırım alanlarında nüfuz sahibi olmak için daha ileri adımlar atmak zorunda kaldılar. Ekonominin görece büyüme kaydettiği, Doğu Avrupa ve diğer bölgelerin kapitalist sisteme entegrasyonunun Avrupalı emperyalistlerin iştahını kabarttığı bir süreçte siyasal birlik doğrultusunda bazı adımların atılması nispeten daha kolay oldu. 1993’te Topluluk AB’ye dönüştü. Avrupa Parlamentosunun kurulması ve bakanlıklar yerine geçen Komisyonların oluşması, 1999 sonunda ortak para birimine geçilmesi yönünde adımlar atılması ve bunun büyük ölçüde başarılması AB’nin bir siyasal birliğe dönüştüğü yanılsamasını yaratmıştır. Doğu Avrupa’nın da Birliğe dâhil edilmesiyle oluşan 450 milyon nüfuslu bu geniş alan söz konusu yanılsamayı daha da beslemiştir. Şurası çok açık ki, ekonominin büyüdüğü ve emperyalist hegemonya kavgasının daha düşük tempolarda seyrettiği bir konjonktürde AB benzeri birliklerin doğması ve belirli düzeylerde yol alması da mümkündür. Ancak AB benzeri kapitalist birlikler hiçbir dönem ulusdevletlerin rekabetinden muaf olamaz, çelişkilerden arınamaz. AB’nin 50 yıllık tarihi, aynı zamanda ulus-devletlerin rekabetinin, karşı karşıya gelmelerinin ve çatışmalarının da tarihidir. Küresel ölçekte sermaye ve mal dolaşımının inanılmaz hızlanmasına ve AB’nin aldığı yola bakan sol liberaller ve hatta sözümona Marksistler, ulus-devletin aşılmaya başladığını savlıyorlardı. Ulusal çitleri yıkan AB, özgürlük, demokrasi ve müreffeh bir toplumu temsil ediyordu! Hatta onlara göre AB, ABD karşısında “dünya barışı” için de dengeleyici bir güç ve sigortaydı. Elif Çağlı’nın Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum adlı broşüründe belirttiği üzere bu, düpedüz Kautskiciliğin hortlatılmasıydı. 20. yüzyılın başında Kautsky, Avrupa’nın birleşik devletlere dönüşmesiyle savaşın ebedi olarak zihinlerden kovulacağını ve sürekli bir barış döneminin açılacağını ileri sürüyordu. Fakat sonsuz barış değil de emperyalist savaş geldi ve milyonlarca insanın canını aldı. Dikkat edileceği üzere AB, her ne kadar Avrupa sermayesinin Amerikan sermayesine karşı rekabetinden doğmuşsa da, Birliğin kökleşmesi ve varlığını sürdürmesi kapitalist ekonominin II. Dünya Savaşı sonrasında 20 yıl kesintisiz büyümesiyle ve ulusal çatışmaları yumuşatmasıyla

8

Mayıs 2007 • sayı: 26

mümkün olmuştur. Şurası çok açık ki, ekonominin büyüdüğü ve emperyalist hegemonya kavgasının daha düşük tempolarda seyrettiği bir konjonktürde AB benzeri birliklerin doğması ve belirli düzeylerde yol alması da mümkündür. Ancak AB benzeri kapitalist birlikler hiçbir dönem ulus-devletlerin rekabetinden muaf olamaz, çelişkilerden arınamaz. AB’nin 50 yıllık tarihi, aynı zamanda ulus-devletlerin rekabetinin, karşı karşıya gelmelerinin ve çatışmalarının da tarihidir. Her ülke sermayesi kendini korumak, rakiplerini alt etmek, pazar ve hammadde kaynaklarını ele geçirmek için bir ulus-devlete ihtiyaç duyar. Sermayenin ulusal sınırları aşan birlik eğilimi ile bu birlik eğilimini sekteye uğratan ulus-devlet çelişen şeyler olsa da bu kapitalizmin bir gerçekliğidir ve kapitalizm bu çelişkili gerçeği ortadan kaldıramaz. Kapitalizmin krizlerinin derinleştiği ve emperyalist hegemonya kavgasının her alanda kızıştığı ve sıcak savaşlara dönüştüğü bugünkü benzeri süreçlerde AB benzeri birliklerin içindeki çelişki ve çatışmalar alabildiğine artar. Bunun en çarpıcı göstergesi Irak savaşı sürecindeki bölünmedir. Irak savaşı sürecinde başta Birliğin üç büyük gücünden biri olan İngiltere olmak üzere bir dizi AB ülkesi ABD’nin yanında saf tuttu. Nüfuz alanlarını ABD’ye kaptırmak istemeyen ve bundan ötürü de Irak savaşına karşı çıkan Almanya ve Fransa’nın bir başka eksen oluşturmasıyla AB, esasında fiilen bölündü. Savaş sürecinde bütünlüklü bir dış politika izlenememesi ve fiilen iki Avrupa’nın varlığı bir dönüm noktasıydı. Zira Birlik, tarihinde ilk kez ciddi olarak kendi bütünlüğünü parçalayacak bir sorunla karşı karşıya geldi ve bir siyasal birlik gibi yekpare davranamayarak çatırdamaya başladı. Bu çatırdama Avrupalı emperyalistlerin hedef küçültmesini de beraberinde getirdi. O güne dek gündemde olan Avrupa Savunma Kimliği yani “Avrupa ordusu” projesi rafa kaldırılırken, Avrupalı emperyalistler doğrudan ABD’yi karşılarına alamadıkları için onunla belirli düzeylerde “uzlaşmış” ve onun açtığı yoldan paylaşım alanlarına ilerlemişlerdir. AB benzeri birlikler bir ulus-devletin iç bütünlüğüne ve manevra yeteneğine sahip olmadığı için pek çok etken tarafından etkilenmekte ve belirlenmektedir. 2005 Haziranında AB Anayasası Fransa’da ve akabinde Hollanda’da referanduma sunuldu ve bu iki ülkede de kitleler Anayasayı reddettiler. Bu sonuç üzerine, pek çok ülkede Anayasa oylamaları ertelendi ve siyasal birlik süreci ciddi bir darbe aldı. Eğer Anayasa ekonomik kriz döneminde değil de ekonominin büyüdüğü bir dönemde oylamaya sunulsaydı muhtemelen kabul edilecekti. Bu tarz birliklerde göreceli uyum ekonomik kriz dönemlerinde bozulur ve her ülke farklı arayışlara girerek krizden olabildiğince az etkilenmeye çalışır. Sekiz ülkenin ABD’yi desteklemesi ve emperyalist savaştan pay kapmak istemesinin nedeni budur işte. Kriz ve savaşın bir sonucu da şudur: genel olarak militaristleşme eğilimi hızlanır, ordular savaş düzenine sokulur, anti-demokratik yasalar yürürlüğe girer ve milliyetçilik


Mayıs 2007 • sayı: 26

yükseltilir. Birliği parçalayıcı bir unsura dönüşen kriz ve savaşın basıncı son dönemlerde gerçekleştirilen seçimlerde de kendini dışa vurmaktadır. AB’nin ikinci büyük gücü olan Fransa’daki cumhurbaşkanlığı seçimleri tam anlamıyla bir milliyetçilik yarışına dönüşmüştür. Seçim süresince Fransa’nın ulusal sembolleri öne çıkartılmış ve bu satırlar kaleme alındığı sırada birinci turu kazanmış ve ikinci turun da en güçlü adayı konumunda olan Sarkozy çoğu kez ırkçı ve faşizan bir söylem tutturmuştur. Nihayetinde faşist Le Pen’in Sarkozy’yi kendi fikirlerini çalmakla suçlaması boşuna değildir. Sarkozy devletin güçlendirilmesini, tüm yetkilerin bir Ulusal Güvenlik Kurulunda toplanmasını ve ordunun askeri savaş gücünün artırılmasını savunuyor. Ve belirtmek gerekiyor ki, Sarkozy özelinde öne çıkan bu yaklaşım genel olarak Fransız burjuvazisinin yaklaşımıdır. Fransa’daki milliyetçi atmosferin kısa vadede gelip geçici ve sadece Fransa’ya özgü olduğu yanılgısına düşmemek gerekiyor. Ortaya koyduğumuz tablo dünyadaki genel eğilimi yansıtmaktadır. Tekrar pahasına da olsa altını çizelim. Milliyetçiliğin yükseltildiği, ulus-devletin güçlendirildiği ve savaş düzenine sokulduğu bugünkü verili durumda AB’nin bir ekonomik birlik olarak ayakta kalabileceği bile meçhuldür.

Yanılsamalara karşı uyanık olunmalı 50. Yıl Bildirgesine göre Avrupa devletleri “kanlı çatışmalardan ve acı dolu tarihten” gerekli dersleri çıkartarak “barış içinde yaşama”ya karar vermiş! Dendiğine göre Avrupa ortak pazarı, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü ve müreffeh bir toplumu temsil ediyor ve bu insanlığın en iyi buluşu! Ne büyük bir yalan! Fakat gerçekten de AB’nin barışı ve özgürlüğü temsil edebileceğini düşünenler de az değildir. Özgürlük, demokrasi ve barışı temsil eden AB yanılsaması, özellikle Avrupa’daki sendikalar ve onların dolayımıyla işçiler arasında da yaygın ne yazık ki. Ve bu yanılsama, liberaller, reformistler ve hatta kendini Marksist addeden kimseler tarafından da besleniyor. Örneğin çoğu Nobel ödüllü Umberto Eco, Dario Fo, Günter Grass, Jürgen Habermas, Harold Pinter gibi aydınlar, AB’nin 50. yılı vesilesiyle yayınladıkları bildiride, bu yönde besledikleri düşlerin boş çıkması dolayısıyla AB’ye sitem ediyorlar. Oysa tarih gösteriyor ki, pazar ve yatırım alanlarını paylaşmak üzere savaşa girişen veya böyle bir savaşa hazırlanan emperyalistler, “özgürlük ve demokrasi” motifini dillerinden düşürmezler; emperyalist paylaşımı kutsallık ha-

marksist tutum

lesine büründürdükleri özgürlük ve demokrasi şalıyla meşrulaştırmaya çalışırlar. Nitekim bugünkü emperyalist savaş da “özgürlük” ve “demokrasi” adına yürütülmüyor mu? Ortadoğu’yu kan deryasına çeviren ABD emperyalizmi Irak’a “özgürlük, demokrasi ve barış” götüreceğini savlamıyor muydu? Sınırlarının ötesine “özgürlük götürme” isteğinde Avrupalı emperyalistler de ABD emperyalizmi kadar heveskâr. 50. Yıl Bildirgesinde AB’nin sınırlarının ötesinde özgürlüğü ve demokrasiyi desteklemekte kararlı olduğu ve enerji politikalarına öncülük etmek istediği belirtiliyor. Bunun anlamı oldukça açık; Avrupalı emperyalistler her ne olursa olsun emperyalist paylaşımda yerlerini alacaklardır. Avrupalı emperyalistler Afrika’dan Kafkasya’ya uzanan bölgelere müdahale etme arzusundalar. Lakin hedefleri buralardaki medeniyetleri korumak, buralara özgürlük ve demokrasi götürmek değil, buraları egemenlikleri altına almaktır. Bu egemenlik, Balkanlar’da, Darfur’da veya Ruanda’da olduğu gibi halkları birbirine kırdırmaktan geçiyorsa eğer, bundan da geri durmazlar. Özgürlük, demokrasi ve barış dolu, müreffeh bir dünyayı AB benzeri emperyalist birlikler yaratamazlar. Emperyalist birliklerden böyle şeyler bekleyen reformistler, sol liberaller her seferinde hayal kırıklığına uğramışlardır ve de uğrayacaklardır. Gerçek ve kalıcı dünya barışının tek tutarlı savunucusu ve aynı zamanda onu hayata geçirecek olan uluslararası devrimci işçi sınıfıdır. Yalnızca işçi sınıfı, üretici güçlerin önünde çoktandır bir engel haline gelen kapitalizme ve ulus-devletlere son verebilir. Kapitalizmi alaşağı eden ve dünya halklarının ulus-devletler şeklinde bölünmesine son veren işçi sınıfı, emperyalistlerin onlarca yıldır başaramadığı ve başaramayacağı Avrupa’nın birliğini gerçekten de hayata geçirecektir. Avrupa proleter devrimiyle gerçekleşecek olan Avrupa Birleşik İşçi Sovyetlerinin, dünya devrimi için de önemli bir manivelâ olacağı açıktır. 

9


Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /13 Mehmet Sinan

19. yüzyıl reformları ya da despotizmin modernleşme süreci 19. yüzyıla girerken Osmanlı devletinde yönetim bürokrasinin reformcu kanadının inisiyatifindeydi. Statükocuların tersine, reformcular, eski düzeni geri getirmenin ya da eskiye geri dönüşün bir yararı olmayacağının bilincindeydiler. Batılı devletlerin açık bir üstünlüğe sahip bulunduğu o günün koşullarında, imparatorluğu ayakta tutabilmenin yolunun devleti güçlendirmekten geçtiğine ve bunun da ancak Batı’daki gibi modern bir ordu ve idari yapı kurmakla mümkün olacağına inanıyorlardı. Bu dönemde modernleşmeden yana bir padişahın (III. Selim) tahtta bulunması da reformcuların elini güçlendiren bir faktördü. Padişah III. Selim ve reformcu kadronun başlattığı reformlar, öncelikle askerî alanda yoğunlaşacaktı. Önceliğin askerî alana verilmesi, Osmanlı bürokrasisinin dünya görüşü açısından elbette anlaşılabilir bir şeydi. Askerî temellerde örgütlenmiş ve fetihçi bir devlet anlayışı içinde yetişmiş Osmanlı bürokrasisi için, bir devleti ayakta tutacak en önemli ve en temel öğe, “güçlü bir ordu”dan başka ne olabilirdi?! Dolayısıyla, Osmanlı bürokrasisinin gözünde hayatî derecede önem taşıyan ve öncelikli olan reformlar, Devlet-i Âlî Osman’ın ordusunu güçlendirecek reformlar olacaktı elbette! Temelde böyle bir vizyona sahip olan Osmanlı bürokrasisinin giriştiği reform hareketi, III. Selim (1789-1807) döneminde hızlanarak gelişecek ve II. Mahmud (1808-39) döneminde doruğa ulaşacaktı. III. Selim ve reformcu kadrosu, Nizam-ı Cedid (Yeni Düzen) adı verilen modernleşme-yenileşme hareketini 18. yüzyılın sonlarında başlatmışlardı. Bu reform hareketinin

10

içinde en öncelikli olarak öne çıkan düşünce, yeniçeri ordusunun tamamen kaldırılması ya da yeniden yapılandırılması projesi idi. Bir zamanlar Osmanlı hükümdarlarının sadık hassa ordusu, koruyucu kuvveti niteliğinde olan bu ordu, uzun zamandan beri iyice bozulup yozlaşmış ve son dönemlerdeki başına buyruk eylemleriyle de sarayın ve merkezî bürokrasinin huzurunu kaçıran tehlikeli bir güç haline gelmişti. III. Selim ve reformcu bürokrasi, yeniçeri ordusunun bu olumsuz durumunu düzeltmek ve onu günün şartlarına uygun, modern bir ordu haline getirmek üzere kolları sıvadılar. Ne var ki, o günün koşulları içinde bu işin başarılmasının son derece güç ve çatışma yaratma riskinin bir hayli yüksek olduğunu görerek, geri adım atmak zorunda kaldılar. Nitekim, reformcuların yeniçeri ordusunda yapmak istedikleri düzenlemelere daha işin en başında yeniçeri ağaları ve onların arkasındaki statükocular (ulema ve bir kısım statükocu devlet ricali) şiddetle karşı çıkmışlardı. Çünkü hem yeniçeri ağaları hem de statükocu devlet ricali, yeniçeri ocağının bu bozuk düzeninden çıkar sağlamakta olduklarından, ocağın bu bozuk düzenine dokunulsun istemiyorlardı. Öte yandan, ocaklarının tasfiye edileceğinden ve işsiz kalacaklarından korkan sıradan yeniçeriler de, başından beri bürokrasinin bu tutucu kanadıyla birlikte hareket ediyor ve bu kanadın tahrikleri nedeniyle de yenilikçilere, reformculara diş biliyorlardı. Bu durumda, yeniçeri ordusunun reforme edilmesinin çok zor hatta imkânsız olduğu düşüncesine kapılan ve kararsızlığa düşen III. Selim, yeniçeri ordusuna dokunmaktan vazgeçerek tamamen yeni bir ordunun örgütlenmesine yöneldi. Bu yeni ordu, modern Avrupa silahlarıyla donatılmış, Nizam-ı Cedit adı verilen talimli bir orduydu. Mevcudu 10 bini aşmayan Nizam-ı


Mayıs 2007 • sayı: 26

Cedid ordusu Avrupalı subaylar tarafından eğitiliyordu. Yeni ordunun giderlerinin karşılanması için, İrad-ı Cedid diye ayrı bir hazine de oluşturulmuştu. Gene bu dönemde, Avrupalı teknisyen ve danışmanların gözetiminde modern silah ve cephane fabrikaları kurulmuş ve Osmanlı subaylarını modern ordunun gereklerine göre eğitecek teknik okullar açılmıştı. Ayrıca, devlet idaresinde de reformlara girişilmiş ve “danışma meclisi” benzeri bir kurul da oluşturulmuştu. Ne var ki ordu ve devlet idaresinin modernleştirilmesi doğrultusunda atılan bu ileri adımlara karşın, III. Selim dönemindeki yenilik hareketi gene de köksüz bir hareket olarak kalmaya mahkûmdu. Çünkü, tepede bürokrasinin dar bir kesimi tarafından başlatılan ve yalnızca devleti güçlendirmeye yönelik olan bu modernleşme-yenileşme hareketinin toplumla hiçbir bağı yoktu. Ayrıca da, tepede yürütülen bu reform hareketini kendi çıkarları doğrultusunda destekleme durumunda olan modern bir iktisadî-toplumsal güç de (gelişmiş bir burjuva sınıfı) bulunmuyordu sistemin bünyesinde. Gerçek şu ki, sistemin bünyesinde var olan iktisadî-toplumsal güçlerden hiçbiri (ayan, ağa, derebeyi, ulemanın etrafında kümelenmiş müslüman tüccar, esnaf vb.), Batı’daki gibi modern bir ekonomik gelişmeyi ve dolayısıyla modern bir sınıfsal oluşumu (modern burjuva sınıfı) temsil etmiyordu. Üstelik bunların çoğu (ilerde göreceğimiz gibi, içlerinde Alemdar Mustafa Paşa gibi istisna olanlar hariç) tepeden yürütülen ve merkezî devleti güçlendirmeye yönelik olan modernleşme-yenileşme hareketine genelde hiç de sıcak bakmıyorlardı. Oysa bilindiği gibi, feodalizmin iktisadî temellerinin çöktüğü ve kapitalizmin yükselişe geçtiği monarşiler dönemi Avrupa’sında durum çok daha farklıydı. Devletin modernleştirilmesi ve merkezîleştirilmesi ihtiyacının kendini bir zorunluluk olarak dayattığı o dönemin Avrupa’sında, bu değişimin zorunluluğunu kavrayan ve süreci kendi çıkarları doğrultusunda etkilemek üzere harekete geçen iktisadî-toplumsal bir güç çoktan oluşmuş bulunuyordu. Feodal Avrupa’nın bünyesinde gelişen ve bağımsız bir konum elde edebilen bu iktisadî-toplumsal güç, modern burjuvaziden başkası değildi. Burjuvazi, Avrupa’da yükselmekte olan yeni düzenin temsilcisiydi ve toplumda gelişmeyi, yenileşmeyi, ilerlemeyi temsil eden bir sınıftı. Feodal parçalanmışlığa ve dağınıklığa karşı bir ulusal pazar birliğinin kurulmasını savunan bu sınıf, çıkarları gereği belli bir dönem merkeziyetçi monarşilerle işbirliği içinde olmuştu. Çünkü 17. yüzyıldan itibaren Avrupa’da feodal parçalanmışlığa karşı mücadele eden ve krallığın merkezî gücünü (merkezî bir devleti) feodallere kabul ettirmeye çalışan monarşilerle, bir ulusal pazar birliğinin oluşmasını ve modern yasalarla güvence altına alınmasını arzulayan burjuvaların çıkarları bir noktada kesişiyordu. O nedenledir ki, erken bir kapitalist gelişmenin yaşandığı Hollanda, İngiltere gibi Avrupa ülkelerinde burjuvazi bir dönem, monarşilerin giriştiği reformların ve modernleşme hare-

marksist tutum

ketlerinin destekçisi olacaktı. Feodal unsurlar, kendileri gibi feodal kökten gelen kralın merkezî yetkilerinin artmasına ve merkezî devletin güçlenmesine karşı direnirken, feodalizme karşı mücadele içinde gelişen burjuva sınıf ise merkeziyetçi monarşilerle işbirliğine gidebilmişti pekâlâ. Ama ne zaman ki bu merkezî monarşiler de sermayenin gelişmesi önünde ciddi bir engel oluşturmaya başladılar, işte o zaman burjuvalar bu engeli de siyasal devrimlerle yıkıp geçerek, doğrudan kendi sınıf iktidarlarının siyasal cisimleşmesi olan burjuva parlamenter devlet biçimini yaşama geçirdiler. III. Selim dönemindeki yenilik hareketi gene de köksüz bir hareket olarak kalmaya mahkûmdu. Çünkü, tepede bürokrasinin dar bir kesimi tarafından başlatılan ve yalnızca devleti güçlendirmeye yönelik olan bu modernleşme-yenileşme hareketinin toplumla hiçbir bağı yoktu. Ayrıca da, tepede yürütülen bu reform hareketini kendi çıkarları doğrultusunda destekleme durumunda olan modern bir iktisadî-toplumsal güç de (gelişmiş bir burjuva sınıfı) bulunmuyordu sistemin bünyesinde. Oysa 19. yüzyılın başlarında Osmanlı bürokrasisinin giriştiği tepeden reform hareketi böyle bir burjuva perspektife sahip bulunmadığı gibi, onun iktisadî-toplumsal dayanağından da yoksun bulunuyordu. Fakat öte yandan, gerçek şu ki, böyle bir burjuva perspektifin oluşamamasının ve buna uygun bir iktisadî-toplumsal dayanağın bulunmamasının tarihsel nedeni de gene bizzat bu Osmanlı bürokrasinin kendi varoluş koşullarıydı. Osmanlı devletinin, yani saray ve merkezî bürokrasinin tüm ekonomik ve toplumsal yaşam üzerinde kurduğu tekelci hâkimiyet, özel mülkiyete dayalı serbest mübadele ilişkilerinin Batı’daki gibi bir gelişimini ve bu temelde bir burjuva sınıfın oluşumunu tarihsel olarak geciktirmişti. İşte Osmanlı devletinin, diğer bir deyişle despotik bürokratik sistemin kendi eliyle yarattığı bu tarihsel gecikmişlik, sonunda onun karşısına, ilerlemeyi ve dönüşümü engelleyen tarihsel bir faktör olarak dikilecekti. Böyle bir sistemde reformların gerçekleşip kökleşebilmesi ve reformculuğa soyunan kadroların ayakta kalabilmesi de kolay bir iş değildi tabii ki. Nitekim, Avrupa’daki modernleşme hareketinden esinlenerek işe girişen reformcu padişah III. Selim ve kadrosu, kendilerini destekleyecek Avrupa’daki gibi iktisadî-toplumsal dayanaklardan yoksun bulundukları ve reform karşıtlarını bastıracak yeterli bir güce de sahip olmadıkları için, statükocu bürokrasi karşısında yenik düşmekten kurtulamayacaklardı. Statükocu bürokrasi ve ulemanın kışkırttığı bir yeniçeri isyanı sonucunda, III. Selim 1807 yı-

11


marksist tutum

lında tahtan indirilerek saraya hapsedilecek, yenileşme taraftarı pek çok üst düzey yönetici katledilecek ve yeni kurulan Avrupa tarzındaki modern Nizam-ı Cedid ordusu da dağıtılacaktı. III. Selim’i tahttan indiren isyancıların arkasındaki yönlendirici güçler (statükocu bürokrasi ve ulema), IV. Mustafa’yı tahta çıkardılar. IV. Mustafa isyancılara verdiği sözün gereğini yerine getirerek reform hareketini derhal tasfiyeye girişti. Bu dönemde isyancıların başına buyruk hareketleri nedeniyle İstanbul’da tam bir kargaşa ortamı hüküm sürüyordu. İsyancılar her yerde yenilik taraftarlarını izliyor ve öldürüyorlardı. Bu durumda İstanbul’dan kaçmak zorunda kalan III. Selim taraftarı pek çok ordu mensubu ve devlet yöneticisi, reform yanlısı olarak bilinen Rusçuk âyanı Alemdar Mustafa Paşa’ya sığındılar. Osmanlı-Rus savaşları sırasında büyük başarılar göstermiş olan Alemdar Mustafa Paşa, ordu ve devlet yönetimindeki reformcuların da sempatisini kazanmış güçlü bir şahsiyetti. Rumeli âyanının en güçlülerinden (âyanlar âyanı) olan Alemdar Mustafa, Rumeli’de tarım ve hayvan ticaretiyle uğraşan zengin bir tüccardı aynı zamanda. Rumeli eyaleti, imparatorluğun diğer eyaletlerine göre Avrupa’yla ticaretin görece daha hızlı geliştiği ve burjuvalaşma sürecinin görece daha hızlı yaşandığı bir eyaletti. Muhtemeldir ki, Alemdar Mustafa da burjuvalaşma sürecinden nasibini almış ve bu konuda bir hayli yol kat etmiş biriydi. Nitekim, diğer eyaletlerdeki âyan ve derebeyler, yenilikçi-reformcu hareket karşısında genel olarak tutucu bir eğilim sergilerken, Alemdar’ın yenilikçi-reformcu hareketin yanında yer alması, onun bu burjuva eğiliminin bir tezahürü olsa gerektir. Fakat öte yandan, Alemdar Mustafa Paşa’yı İstanbul’a gidip ayaklanmayı bastırması ve III. Selim’i yeniden tahta çıkarması için asıl teşvik edip yönlendiren, İstanbul’dan kaçıp ona sığınan reformcu bürokratlar oldu. Nitekim bu teşvikler sonucunda Alemdar Mustafa Paşa, emrindeki 16 bin kişilik silahlı gücüyle İstanbul’a gidip yeniçeri ayaklanmasını bastırmış, ayaklanmanın elebaşlarını öldürtmüş ve III. Selim’i yeniden tahta çıkarmak üzere zorla Topkapı Sarayına girmişti. Fakat burada III. Selim’in isyancılar tarafından öldürülmüş olduğunu öğrenen Alemdar Mustafa, gene reformcu bürokratların teşvik ve önerisiyle, şehzade II. Mahmud’u tahta çıkardı ve kendisi de onun sadrazamı oldu. Öte yandan, Alemdar’ın bu eylemi sayesinde bürokrasinin reformcu kanadı da devlet yönetiminde inisiyatifi yeniden ele geçirmiş oluyordu.

Merkezle merkezkaç güçlerin geçici uzlaşması: Sened-i İttifak Sadrazamlık makamını ele geçiren Alemdar Mustafa, III. Selim’in devrilmesiyle kesintiye uğrayan reform hareketini yeniden başlattı. Dağıtılan Nizam-ı Cedid ordusunun yerine, bu ordunun bir benzeri olan Sekban-ı Cedid

12

Mayıs 2007 • sayı: 26

ordusunu kurdurdu. Devlet erkânıyla ve ulemayla yaptığı toplantılarda, yeniçeri ordusunun düzeltilmesi ve düzenli şekilde eğitilmesi konusunda kararlar aldırdı. Asker olmadıkları halde, ellerinde bulundurdukları esame (maaş) cüzdanıyla kendilerine yeniçeri ocağından asker maaşı bağlatmış olan binlerce kişiyi tespit ettirip ocaktan attırdı. Binlerce esame cüzdanını toplattırıp imha ettirdi. Alemdar Mustafa Paşa’nın yeniçeri ocaklarını düzeltmeye ve disiplin altına almaya yönelik bu kararlı tutumu, yeniçeri büyüklerini ve onlarla işbirliği içindeki statükocu devlet ricalini tedirgin etmeye yetmişti. Alemdar’ın sadrazamlığının kendi iktidarlarına yönelik ciddi bir tehlike oluşturduğunu sezinleyen statükocular, hiç vakit kaybetmeden Alemdar’ı sadrazamlıktan düşürecek yeni darbe planları hazırlamaya girişeceklerdi. Üç buçuk ay süren sadrazamlığı sırasında Alemdar Mustafa Paşa’nın en dikkat çekici olan ve tarihsel açıdan üzerinde en çok tartışılan icraatı, taşra hanedanları (âyan ve derebeyler) ile devletin ileri gelenleri (yüksek devlet erkânı, şeyhülislam, yüksek askerî komutanlar) arasında bir uzlaşma toplantısı düzenlemesi ve Sened-i İttifak denen anlaşma belgesini taraflara imzalatmış olmasıdır. Merkez ile çevre (merkezkaç güçler) arasında böyle bir siyasal anlaşmanın yapılması ve bunun resmi bir senede bağlanarak padişaha da onaylatılması, Osmanlı devletinin siyasal tarihinde ilk kez gerçekleşen bir olaydı. “İlk kez olarak siyasa alanında bir yeri olduğu kabul edilen ‘Hanedanlar’ (âyan, ağa ve kendine buyrukluluk güden derebeyler) ile devlet erkânı, ulema ve ocak ağaları bir araya getirilerek tartışılacak; Osmanlı soyunun egemenliği altında, çıkarları karşılıklı çatışmalar halinde olduğu iyice beliren bu güçler arasında bir uzlaşmaya varılışı bir senede bağlanacaktı. Bu güçler arasında karşılıklı hak ve ödevlerin belirlenmesini, bunları çiğneyecek olanlara karşı uygulanacak cezalandırma yetkilerinin açıklanmasını tartışmak üzere bir kurultay (Meşveret Meclisi) çağrılmasına karar verildi.”1 Olayların daha sonraki gelişimi ve tarihsel belgelerin sunduğu veriler de gösteriyor ki, gerek padişah ve yüksek devlet ricali, gerek taşradan gelen âyan ve derebeyler, bu Sened-i İttifak belgesini gönül rahatlığıyla ve içlerine sindirerek imzalamış değillerdir. Taraflar bu anlaşma belgesini, bir büyük isyanı bastırmış ve ardından sadrazamlık makamını ele geçirerek devlet yönetimine fiilen el koymuş Alemdar Mustafa Paşa gibi güçlü bir kişiliğin otoritesi altında imzalamak zorunda kalmışlardır. Sened-i İttifak koşullarının içerdiği siyasal açılımlardan da anlaşılıyor ki, tarafları bu anlaşmayı imzalamaya zorlayan Alemdar Mustafa Paşa’nın esas niyeti, merkezî bürokrasi ile âyanlar arasındaki kutuplaşmayı ortadan kaldırarak bir uzlaşma-anlaşma zemini yaratmak ve daha sonra bu güçler arasında resmi bir “iktidar ortaklığı” inşa etmekti. Ne var ki, Alemdar’ın bu niyetinin, merkez ve çevre güçler tarafından da kabul gördüğünü ve içten onaylandığını söylemek çok güç-


Mayıs 2007 • sayı: 26

tür. Nitekim, Anadolu ve Rumeli eyaletlerinde çok sayıda âyan ve derebeyi olmasına karşın, bunlardan çok azı Alemdar’ın çağrısına uyarak bu kurultaya katılmıştır. “Alemdar’ın toplattığı kurultaya derebeylerin çoğu gelmemişti. Gelenlerin bir kısmı da tartışmaların aldığı yönü görünce silahlı maiyetlerini alıp geri döndüler... Onun için senedin altındaki imzalara bakarsak, sadaret, meşihat, yeniçerilik, merkezî bürokrasi, vilayet valileri gibi kişilerin teşkil ettiği 21 imzaya karşılık sadece 4 hanedan temsilcisinin adını görürüz (Karaosmanoğlu, Çirmen Mutasarrıfı, Cebbar Zade, Serezli İsmail). O zamanki kanunsuz hüküm süren derebeylerin sayısı yanında bu hiç kalır.”2 Ama öte yandan, Alemdar’ın tahta çıkardığı padişah II. Mahmud’un ve onunla birlikte hareket eden saray ricalinin de bu Sened-i İttifak belgesini gönül rahatlığıyla kabullendikleri söylenemez. Nitekim olayların daha sonraki gelişimi de göstermiştir ki, padişah, saray ricali ve merkezî bürokrasi bu anlaşmayı, aslında zaman kazanmak ve böylece yeniden güç toplayabilmek için, yani taktik icabı kabullenmişlerdir. Üç buçuk ay süren sadrazamlığı sırasında Alemdar Mustafa Paşa’nın en dikkat çekici olan ve tarihsel açıdan üzerinde en çok tartışılan icraatı, taşra hanedanları (âyan ve derebeyler) ile devletin ileri gelenleri (yüksek devlet erkânı, şeyhülislam, yüksek askerî komutanlar) arasında bir uzlaşma toplantısı düzenlemesi ve Sened-i İttifak denen anlaşma belgesini taraflara imzalatmış olmasıdır. Merkez ile çevre (merkezkaç güçler) arasında böyle bir siyasal anlaşmanın yapılması ve bunun resmi bir senede bağlanarak padişaha da onaylatılması, Osmanlı devletinin siyasal tarihinde ilk kez gerçekleşen bir olaydı. 7 Ekim 1808’de imzalanan Sened-i İttifak belgesi, bir giriş metni ve yedi maddeden oluşmaktaydı. Ayrıca bu anlaşma belgesine bir de ek yapılmıştı. Sened-i İttifak’da yer alan giriş metni ve maddelerin içeriği ana çizgileri itibariyle şöyledir: “Giriş: Bir süreden beri devlet yöneticileri ile taşradaki hanedanlar arasına soğukluk girmesi yüzünden, düşmanlık ve anlaşmazlık durumları baş göstermiş, yüce devletin gücü bölünmüş, içte ve dışta saygınlığı sarsılmıştır. Bu anlaşmazlığın birliğe dönüştürülmesine ve böylece yüce devletin tümüyle güçlenmesi çarelerini bulup açıklamaya çalışmanın, devlete içten bağlılık borcu olduğunu hepimiz anlamış ve hemen kavramış olduğumuzdan, birçok toplantı yapılarak hepimiz tek bir vücut gibi anlaşıp birleşerek din ve devlete yeniden canlılık kazandırmak için çaba harcayıp, (Padişahın) kişisel gücünün tamamlanmasını ve ülkenin öteki işlerini görüşerek bu yolda alınacak etkili

marksist tutum

önlemleri aramızda tartıp danıştıktan sonra bu anlaşmayı aşağıdaki koşullara bağlayıp belgeledik. Birinci koşul: Senedi imzalayanlar, padişahın otoritesinin devletin temeli olduğunu vurgulamakta ve eğer ona karşı bir kalkışma olursa, bunu elbirliğiyle önleyeceklerini ve sorumlularını cezalandıracaklarını taahhüt etmektedirler. İkinci koşul: Senedi imzalayanlar, ülkede toplanması gereken askerlerin “devlet askeri” olarak yazılmasını ve bunların nizam-ı cedid usullerine göre düzenlenip eğitilmesini kabul etmekte ve eğer bu karara yeniçeri ocakları tarafından veya dışardan bir itiraz yükseltilip muhalefet edilecek olursa, bunu da elbirliğiyle önleyeceklerini taahhüt etmektedirler. Üçüncü koşul: Senedi imzalayanlar, hazinenin korunması, devlet gelirlerinin yerinde toplanması ve sarfı konusunda gerekli özeni göstereceklerini taahhüt etmektedirler. Dördüncü koşul: Senedi imzalayanlar sadrazamdan gelen her emri, padişahtan gelen bir emir olarak kabul edeceklerini ve ona karşı gelmeyeceklerini taahhüt etmektedirler. Ancak, eğer sadrazamlık yasaya, verilen sözlere aykırı hareket eder de yiyicilik, rüşvet gibi devlete zarar getirici çirkin işlere kalkışırsa, bundan şikâyetçi olunacak ve bu tür eylemler elbirliğiyle önlenmeye çalışılacaktır. Bu maddede ayrıca, herkesin kendi göreviyle ilgilenmesi ve başkalarının görev alanına müdahale etmemesi öngörülmektedir. Beşinci koşul: Gerek âyanların ve gerek devlet büyüklerinin birbirlerine güvenmeleri ve kefil olmaları gerektiği ortaya konulduktan sonra şöyle denilmektedir: Bir kere, bu anlaşmanın koşullarına aykırı bir davranış içinde olduğu kanıtlanmadıkça, hiçbir âyana devlet tarafından veya devletin taşradaki görevlileri veya başka bir âyan tarafından herhangi bir saldırı, ihanet ve suikast girişimi olmamalıdır. Eğer böyle bir girişim olursa, o zaman buna kalkışanın cezalandırılıp, uzaklaştırılmasına elbirliğiyle çalışılacaktır. İkinci olarak, bir âyanın saldırıya uğraması veya ölmesi durumunda, devlet büyükleri ölen âyanın hanedanını koruyacaktır. Üçüncü olarak, taşra hanedanları da kendi yönetimleri altındaki ileri gelenleri (küçük âyanları) koruyacaklarına söz verirler. Dördüncü olarak, hiçbir hanedan, yönetimi kendisine bırakılmış yerin sınırları dışında bir karış yere el koymayacaktır. Aksine davrananlardan şikâyetçi olunup, bu durum önlenecektir. Beşinci olarak, her kim ki fukaraya zulüm ve baskı yapar ve şeriatın uygulanmasına karşı çıkarsa, onun da cezalandırılıp, yola getirilmesine elbirliğiyle çalışılacaktır. Aynı şekilde, devlet yöneticilerine, ulemaya ve büyük küçük devlet görevlilerine yönelik haksız muamele yapılmamasını hanedanlar ve ileri gelenler üstlenirler. Altıncı olarak, suçu sabit olmadıkça hiç kimse cezalandırılmayacaktır. Suçlu olanlar ise sadrazamlık makamınca, suçun derecesine göre cezalandırılacaklardır. Altıncı koşul: İstanbul’da yeniçeri ocaklarından ve baş-

13


marksist tutum

ka yerlerden herhangi bir ayaklanma ve kargaşa çıkarsa, çağrı beklemeksizin bütün hanedanlar İstanbul’a gidip buna kalkışanların ve ocağın kaldırılmasına, eğer bunu yapanlar “sınıf ” ise, o zaman karışıklığa neden olanlar kuvvetle bastırılarak maaşlarının ve adlarının defterden silinmesine ve eğer halktan ise hangi katmandan olursa olsun, incelenip araştırılarak idam edilmesine, bütün hanedanlar ve ileri gelenler söz verirler. Yedinci koşul: Reayanın gözetilip korunması temel ilke olduğuna göre hanedanlar ve ileri gelenler tarafından, yönetimleri altında bulunan ilçelerin güvenliğine ve reayanın vereceği vergi konusunda adalete uymaya dikkat olunmak zorunda olunduğundan, baskı ve adaletsizlik ve vergiler konularında devlet yöneticileri ve taşra hanedanları aralarında yapacakları görüşme sonunda karar verilir. Keza, devlet yöneticileri ve hanedanlar kıyım ve adaletsizlik olmamasına özen gösterecekler ve eğer yüce şeriata aykırı baskı ve kıyımda bulunan olursa, yüce devlete haber verip elbirliğiyle önlenmesine çalışacaklardır.” Sened-i İttifak’ın sonuna eklenen “ek”te ise özetle şöyle denmektedir: Bu senedin devamlı olarak uygulanabilmesi için, bundan sonra sadrazam ve şeyhülislam olacaklar makamlarına geçtiklerinde ilk iş olarak bu senedi imzalayacaklardır. Bu Sened-i İttifak’ın şartlarının her zaman ve sürekli olarak yerine getirilmesine doğrudan doğruya görkemli padişah efendimiz nezaret edecektir.3 Sened-i İttifak’ın maddelerini iki taraf açısından karşılaştırdığımızda, özetle şöyle bir tablo çıkıyor karşımıza: Âyanlar, bu Sened-i İttifak belgesini imzalamakla, padişahın şahsında temsil edilen devletin merkezî otoritesini tanımayı ve birçok konuda devlete yardımcı olmayı kabul ve taahhüt etmiş oluyorlardı. Buna karşılık, padişah da bu anlaşma belgesini onaylamakla, âyanların ve varislerinin iktisadî ve siyasi haklarının devlet tarafından resmen tanınacağını kabul ve taahhüt etmiş oluyordu. Bu haliyle değerlendirildiğinde Sened-i İttifak, merkezin geleneksel siyasal iktidar tekelinin kırıldığı ve bundan böyle siyasal hükümranlığın merkezle çevre arasında paylaşılacağının resmi bir ilanı anlamına gelmektedir. Sened-i İttifak, Osmanlı devlet sisteminin geleneksel merkezî işleyişi açısından önemli bir kırılma noktası oluşturuyordu kuşkusuz. Bu durum en başta Alemdar Mustafa Paşa’nın geldiği konumla ilgilidir. Alemdar Mustafa Paşa bu anlaşmayı her ne kadar merkezin temsilcisi olarak (sadrazam sıfatıyla) imzalamışsa da, gerçekte o “dışardan” bir unsurdu geleneksel devletlû bürokrasinin gözünde! Dolayısıyla, “dışardan” bir unsurun merkezde konumlanması ve üstelik padişahtan sonraki en yüksek devlet makamı olan sadrazamlığa yükselmesi, Osmanlı’nın yıllardan beri süregelen yönetenler (saray, asker-sivil bürokrasi ve ulema) ve yönetilenler (reaya) biçimindeki geleneksel sınıflar denklemini esaslı bir şekilde bozan bir olaydı. Geleneksel yönetici sınıf tarafından bir “dış güç” ya da bir “çevre unsur” olarak bakılan âyanın, iktidar bloku içinde

14

Mayıs 2007 • sayı: 26

kendine zorla bir yer açması ve Alemdar’ın şahsında varlığını en yüksek makama (padişaha) resmen ve vurgulu bir biçimde onaylatması, despotik iktidar yapısında ciddi bir siyasal değişikliğin işaretiydi elbette. Öte yandan, Osmanlı’nın hiç alışık olmadığı böyle bir iktidar yapılanması içinde merkezle çevre arasında yeni güç dengesi nasıl kurulabilecekti? Başka bir deyişle, merkezî bürokrasi, tarihler boyunca kendisine güçlü bir iktidar tekeli bahşetmiş olan geleneksel devlet yapısının bu şekilde değişikliğe uğratılmasına ve kendi mutlak iktidarının bu şekilde sınırlandırılmasına rıza gösterebilecek miydi? Elbette ki hayır! Nitekim Alemdar Mustafa’nın ölümünden sonra, II. Mahmud’un (kuşkusuz merkezî bürokrasinin onayıyla) âyanlara karşı giriştiği zora dayalı tasfiye hareketi, geleneksel devletlû sınıfın, iktidarını çevreyle paylaşmaya asla tahammülü olmadığını kanıtladı. Sened-i İttifak 7 Ekim 1808’de imzalanmıştı. Bu ittifakın arkasındaki esas güç olan Alemdar Mustafa Paşa ise, anlaşmanın imzalanmasından kırk gün sonra (15 Kasım 1808’de), gene devletlû sınıf içinden tezgâhlanan bir yeniçeri saldırısı sonucunda öldürüldü. Sened-i İttifak’ın akıbetine gelince, Alemdar’ın ölümünden sonra ona sahip çıkan olmadığı için unutulup gitti. Fakat burada Osmanlı devletlû sınıfının siyasal meşrebini anlamak bakımından, Alemdar’ın ölümüyle ilgili olaya da dikkat çekmek gerekiyor. Sened-i İttifak’ın mimarı olan sadrazam Alemdar Mustafa Paşa, bir yeniçeri baskını sonucunda ölmüştür. Bu baskında binden fazla yeniçeri, Alemdar’ın konağına saldırmış ve binanın çatısına kadar çıkmıştır. Alemdar, bir yandan bu baskıncı yeniçerilerle çatışmayı sonuna kadar sürdürürken, bir yandan da saraydan yardım gelmesini, kendi kurdurduğu Sekban-ı Cedid askerinin yardıma gönderilmesini bekliyor. Fakat Alemdar’a ne saraydan ne de başka bir yerden hiçbir yardım gelmiyor. Bu durumda sonunun geldiğini anlayan Alemdar Paşa, binanın altındaki cephaneliği patlatarak kendisiyle birlikte yüzlerce yeniçeriyi de havaya uçuruyor. Padişah II. Mahmud, kendisini tahta çıkaran Alemdar Paşa’yı yeniçerilerin elinden kurtarmak için niçin yardım göndermemiştir? Besbelli ki padişah, taşradan gelerek kendisine merkezde (devletlû sınıf içinde) zorla bir yer açan ve üstelik padişahın otoritesini bile gölgede bırakan Alemdar Mustafa Paşa’nın gücünden ve gelecekte oynayacağı rolden çekinmiştir. “Yüce devlet” otoritesinin tek ve yalnızca kendi şahsında cisimleşmesi gerektiğine inanan, daha doğrusu böyle bir devlet anlayışıyla yetişmiş olan bir padişahın, kendisini gölgede bırakacağını düşündüğü güçlü bir sadrazama gönül hoşluğuyla katlanması beklenebilir miydi hiç? Elbette ki hayır. O nedenle, Sultan Mahmud’un Alemdar’a yardım göndermeyip onu ölüme terk etmesinde şaşılacak bir yan olmasa gerektir! Sonuç olarak, Sened-i İttifak’ın imzalanması olayıyla ilgili en doğru değerlendirmenin şu olacağı kanaatindeyiz: Sened-i İttifak’ın imzalanmasından uzun dönemde kazançlı çıkan, yerel güçler (âyanlar, derebeyler) değil, devle-


Mayıs 2007 • sayı: 26

tin “aslî sahibi” konumundaki merkezî bürokrasi olmuştur. Başkentteki yeniçeri isyanını Alemdar’ın sayesinde bastıran merkezî bürokrasi, âyanların merkeze karşı hareketini de gene Alemdar’ın yaptığı anlaşma (Sened-i İttifak) sayesinde engellemiş ve iktidarını güçlendirmek için kendisine gerekli olan çok değerli bir zaman kazanmıştır.

Merkezî bürokrasinin iktidar tekelinin yeniden kurulması II. Mahmud’un padişahlığı, tam bir askerî ve siyasal bunalımın ortasında başlamıştı. Alemdar’ın ölümünden sonra Sened-i ittifak belgesi unutulup gitmişti. Fakat bu anlaşmayla merkeze karşı bazı siyasi haklar elde etmiş olan âyan ve derebeylerin taşradaki hâkimiyetleri hâlâ sürüyordu. Eyaletlerin pek çoğu merkezin denetiminden çıkmış durumdaydı. Osmanlı’nın bir eyaleti olan Mısır’da vali Kavalalı Mehmed Ali Paşa, başında kendi sülalesinin bulunacağı bağımsız bir yönetimin temellerini atmakla meşguldü. Çeşitli vilayetlerin valileri, merkeze yalnızca göstermelik bir bağlılık içindeydiler. Padişahın merkezî hükümeti, bütün Anadolu’da yalnızca iki eyalete hükmedebiliyordu. Öte yandan, kapitalistleşme sürecinin ve buna bağlı olarak bir ulusal burjuva sınıfın oluşumunun görece daha hızlı yaşandığı Balkan eyaletlerinde ise durum daha da vahimdi. Özellikle 1789 Fransız burjuva devriminin de etkisiyle, bu bölgenin Hıristiyan halkları arasında ulusal bağımsızlık bilinci gelişmeye ve buna koşut olarak özerklik talepleri yükselmeye başlamıştı. İngiltere ve Rusya’nın da kendi nüfuz alanlarını genişletmek için bu bölgede harekete geçmeleri ve Hıristiyan halkların özerklik taleplerini el altından desteklemeleri, Osmanlı yönetimine karşı yer yer fiili ayaklanmaların başlamasına yol açıyordu. Örneğin Sırbistan 1804’ten beri başkaldırmış durumdaydı. Ayrıca, Romanya (Eflak-Boğdan) ve Bulgaristan’da da benzer gelişmeler oluyordu. Diğer yandan, Mısır’a girmesi nedeniyle İngiltere’yle, Balkan prensliklerini işgal etmesi nedeniyle de Rusya’yla III. Selim döneminde başlamış olan savaş hâlâ sürüyordu. Böyle bir askerî ve siyasal bunalım karşısında II. Mahmud’un reformlara girişmeye ne gücü yeterdi ne de içerde kendisine güçlü bir destek bulabilirdi. Dostların sayısının az, düşmanlarının ise fazla olduğu böyle bir ortamda Osmanlı devleti, düşmanların sayısını azaltmakla başlayacaktı işe. Savaş tazminatı ödemek ve toprak kaybı da göze alınarak, 5 Ocak 1809’da İngiltere’yle ve 28 Mayıs 1812’de Rusya’yla bir barış anlaşması imzalandı. II. Mahmud, dış dünyayla sağlanan bu barış ortamından yararlanarak, içerde reformlara yöneldi. Reformlar konusunda bürokrasinin temel düşüncesi gene aynıydı: Gerek dışardan gelen tehditlere, gerekse içerde yerel hanedanların merkezkaç eğilimlerine karşı, Osmanlı devletini ayakta tutacak güçlü bir ordunun kurulması! Fakat geçmiş tecrübelerden ders almış olan II. Mahmud yönetimi, bu konuda

marksist tutum

pek çok engel bulunduğunun bilincindeydi. Bu engellerin en başında yeniçeriler ve onların arkasındaki eski statükocular geliyordu. Diğer önemli bir engel ise, merkezî bürokrasinin iktidarını sınırlayan taşradaki âyan ve derebeylerin konumu idi. Geçmişten ders alan II. Mahmud ve reformcu bürokrasi, zamanlama ve taktik geliştirme konusunda III. Selim’den daha başarılı olduklarını gösterdiler. II. Mahmud uzun bir süre hiçbir reform girişiminde bulunmayarak ve böyle bir izlenim dahi vermeyerek, eskiyi temsil eden ulema ve yeniçeri büyüklerinin güvenini kazanmayı bildi. Hatta ulema ve yeniçeri büyükleri arasından yandaşlar da edindi. Öte yandan, Rusya’yla bir barış anlaşması imzalayıncaya (1812) kadar, taşradaki âyan ve derebeylere (yerel hanedanlara) karşı da açıktan bir saldırıya geçmedi. Çünkü Rusya’yla savaş halinde olan Osmanlı devleti, bu savaşta (1806-1812) âyanların askerî gücünden de yararlanmaktaydı ve bu durumda onları açıktan karşısına alamazdı tabii ki! Bu arada hükümet, uyguladığı yöntemlerle yeniçerileri loncalardan ve İstanbul halkından adım adım tecrit ederek yalnızlaştırmıştı. Bütün bu önlem ve hazırlıkların yanı sıra, II. Mahmud’un başarılı olmasında rol oynayan diğer bir önemli faktör de, reform tasarılarını uygun bir ideolojik söylemle sunmasıydı. Reform önerilerini geçmişten bir kopma ya da statükocuların “gavur icadı” diye yaftaladıkları bir “modernleşme” hamlesi olarak değil, Osmanlı’nın o eski altın çağındaki güçlü askerî sistemini “yeniden canlandırma” hamlesi olarak sunuyordu II. Mahmud. Bu dönemde merkezî bürokrasinin yeniden güç kazanmasını sağlayan birinci önemli adım, 1812’den başlayarak, âyan ve derebeylerin siyasal gücünün kırılması olmuştur. Böylece, uzun bir süreden beri yerel iktidar odakları oluşturmuş bulunan hanedanların (güçlü ailelerin) siyasal hükümranlıkları kesin olarak son buluyordu. Artık taşranın yönetimi, merkezden atanan tam yetkili valilerde olacaktı. Diğer taraftan ilginç bir durum çıkmıştı ortaya. Âyan ve derebeylerin siyasal hükümranlık hakları ellerinden alınmıştı ama toprak üzerindeki mülkiyet hakları daha da sağlamlaşmıştı. Siyasal hükümranlıkları son bulan bu âyan ve derebeyler bütünüyle ortadan kalkacak yerde, büyük mülk sahipleri haline gelmişlerdi. Yani bir bakıma, siyaseten mülksüzleştirilenler, iktisaden mülklüleşmiş oluyorlardı! Bu durum, ilerde değineceğimiz üzere, siyasal iktidardan yoksun büyük toprak sahipleri ile, üretim araçlarından yoksun ama siyasal iktidara sahip bürokratlar arasında esaslı bir ikilem yaratmakta gecikmeyecekti. İki kesim arasındaki bu çelişkili ilişki, Osmanlı’nın son dönemlerinin sosyo-ekonomik evrimini etkilediği gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin sosyo-ekonomik evrimini de esaslı bir biçimde etkilemiştir. Avrupa’nın sosyo-ekonomik evriminde rastlanmayan, fakat Osmanlı’nın son yüz yıllık evrimini derinden etkileyen siyasetle iktisat arasındaki bu ikilem, Osmanlı’nın asyatik-despotik karakteriyle ilgili bir gerçek-

15


marksist tutum

liği yansıtmaktadır kuşkusuz. Merkezî bürokrasinin yeniden güç kazanmasını sağlayan ikinci önemli adım ise, yeniçerilerin ortadan kaldırılmasıdır. II. Mahmud bazı yeniçeri ağalarını ve ulemadan bazı ileri gelenleri yanına çektikten ve kendisine bağlı olduğundan emin olduğu askerî birlikleri uygun mevzilere yerleştirdikten sonra, 1826 yılının ilkbaharında, yapmayı düşündüğü kapsamlı askerî reform tasarılarını açıkladı. Yeniçerilerin buna tepkisi, İstanbul’da büyük bir ayaklanma başlatmak oldu. II. Mahmud bu ayaklanmayı, şeyhülislamdan da fetva alarak büyük bir katliamla ezdi ve ardından yeniçeri ocağını lağvetti. Yıllardan beri sarayın ve merkezî bürokrasinin baş ağrısı olan yeniçeri sorunu da böylece ortadan kalkmış oluyordu. Bu olayın ardından, 1831 yılında askerî tımar sistemi de ilga edilerek, Osmanlı’nın eski ordu yapısı tamamen tasfiye edilmiş oldu. Kurulan yeni ordu (Asakir-i Mansure-i Muhammediye) ise, Avrupa orduları gibi giyinen, onlar gibi donatılan ve bizzat Avrupa’dan getirtilen askerî danışmanların gözetimi altında eğitilen modern bir orduydu. Bu ordu, padişaha öncekilerden çok daha sadık bir ordu olduğundan, hem siyasal merkezileşmede önemli bir rol oynayacak, hem de modernleşme hareketinin ve reformların itici gücü olacaktı. Örneğin, yükseköğretimin modernleştirilmesine önce askerî okullardan başlandı. Subayların eğitilmesi için Harbiye, askerî doktorların ve veterinerlerin eğitilmesi için Askerî Tıbbiye mektepleri açıldı. Bütün bunların yanı sıra, yeni ordu için modern bir maaş sistemi kuruldu ve buna uygun bir vergi reformu da yapıldı. Esasında bu reform çabalarının tümü de temel bir amacın gerçekleştirilmesine yönelikti: Ordunun güçlendirilmesi, iktidarın merkezîleştirilmesi ve tüm karar mekanizmasının merkezî iktidarın elinde toplanması. Bu amaca ulaşabilmek için, taşradaki hanedanları ve İstanbul’daki yeniçerileri zora başvurarak ortadan kaldıran II. Mahmud yönetimi, ulemanın hareket alanını da kısıtlama yoluna gitti. Ulemaya iktisadî güç sağlayan vakıfların bağımsızlığı ortadan kaldırıldı ve bunlar yeni kurulan Evkaf Nezareti’ne (Vakıflar Bakanlığı) bağlandı. Ayrıca bu dönemde, eski “divan teşkilâtı” da kaldırılarak yerine Avrupa tipi bakanlıklar (nazırlık) kuruldu. Avrupa’yla daha yakın ilişkiler kurulmak üzere, Avrupa’nın önemli kentlerinde daimi elçilikler açıldı. Bürokrasinin yabancı dil öğrenmesine önem verildi ve tercüme odası kuruldu. Bürokrasi açısından son derece önem taşıyan diğer bir değişiklik daha yapıldı bu dönemde. Bürokratların sağlığında veya ölümünden sonra servetlerine devletçe el konulması (müsadere) usulü kaldırıldı ve böylece bürokrasiye çok önemli bir güvence sağlanmış oldu. İktidar tümüyle bürokrasinin elinde merkezîleşirken, bürokrasi de kendi içinde bir değişim geçirmekteydi. Bürokrasi, Batılı anlayışta modern yönetici kuşakların yetişmesi için okullar açıyor ve bu okullarda öğrenimlerini

16

Mayıs 2007 • sayı: 26

tamamlayan öğrenciler, yüksek öğrenimlerine Avrupa’da devam ediyorlardı. Bunlar öğrenimlerini bitirip ülkeye geri döndüklerinde, devletin idarî kademelerinde önemli mevkilere geliyorlardı. Bürokrasinin burjuva idealleriyle yoğrulmuş, aydın kesimini oluşturan bu Avrupa eğitimli bürokratlar, ilerde göreceğimiz üzere, reform hareketlerinin öncüsü ve itici gücü haline geleceklerdir. Osmanlı bürokrasisi içinde burjuva idealleri benimsemiş aydın yönetici kesim, esaslı bir çelişkiyi taşımaktaydı bağrında. Bunlar bir yandan, siyasî ve iktisadî güçleri merkezîleştirmek ve kendi güçlerinin esas kaynağı olan devlet yetkilerini hep muhafaza etmek isterken, diğer yandan da devleti, Avrupa’dan esinlendikleri liberal fikirler doğrultusunda evrimleştirmek isterlerdi. Tabii bu ikincisini, yani devleti liberalleştirme isteklerini, kendi çelişkili sınıf doğalarından ötürü hiçbir zaman gerçekleştiremediler. Ne var ki, Osmanlı bürokrasisi içinde burjuva idealleri benimsemiş bu aydın yönetici kesim, esaslı bir çelişkiyi taşımaktaydı bağrında. Bunlar bir yandan, siyasî ve iktisadî güçleri merkezîleştirmek ve kendi güçlerinin esas kaynağı olan devlet yetkilerini hep muhafaza etmek isterken, diğer yandan da devleti, Avrupa’dan esinlendikleri liberal fikirler doğrultusunda evrimleştirmek isterlerdi. Tabii bu ikincisini, yani devleti liberalleştirme isteklerini, kendi çelişkili sınıf doğalarından ötürü hiçbir zaman gerçekleştiremediler. Öte yandan, Avrupa’nın burjuva ideallerini ne denli benimsemiş olurlarsa olsunlar, sistemin niteliği ve kendi sınıf doğaları gereği, bu bürokratların kapitalistleşme yönünde bir evrim geçirmeleri de pek olası değildi. Osmanlı bürokrasisinin 19. yüzyılda Avrupa’yla girdiği ekonomik ilişkiler ve devleti modernleştirme doğrultusunda attığı adımlar, bu sınıfı burjuvalaşma yönünde bir değişikliğe uğratmamış, aksine onun bürokratik-despotik iktidar tekelini daha da güçlendirmişti. Bürokrasinin iktidar tekelinin güçlenmesi ise, ilerde göreceğimiz gibi, Batı’dakine benzer bir ulusal kapitalist sanayileşmeye değil, Avrupa kapitalizminin Osmanlı pazarına nüfuz etmesine yol açacaktı. Paradoks gibi gelecek ama, bürokrasinin devletçiliği, Avrupa sermayesinin Osmanlı toplumunu sömürmesini engellememiş, tersine kolaylaştırmıştır. Sonuç olarak, III. Selim ve II. Mahmud dönemlerinde Osmanlı bürokrasisinin Batı’ya özenerek başlattığı modernleşme ve yenileşme reformları, üretim ilişkilerinde ve toplumsal yapıda ilerletici anlamda köklü bir değişikliğe yol açmadı. Bunlar, yalnızca tepenin, yani devlet aygıtının yapısını güçlendiren ve vitrinini değiştiren reformlar ola-


Mayıs 2007 • sayı: 26

rak kaldılar. Başka bir deyişle bu reformlar, ülke içinde yeni bir üretim tarzına (kapitalizme) geçişin önünü açan, gerçek anlamda burjuva reformları değillerdi. Esasında bu reformlar, mevcut Osmanlı devletini biçimsel olarak modernleştiren, ama aynı zamanda onun “despotik özünü” de muhafaza eden reformlar olmaktan öteye geçemediler. Nitekim bu reformların, devletin despotik özünde herhangi bir değişiklik yaratmadığının en somut kanıtı, II. Mahmud’un bu reformlar sonrasında zora dayalı olarak kurduğu mutlakıyetçi devlet iktidarıdır. Âyanların ve derebeylerin siyasal etkilerine kesin olarak son verilmesi ve yeniçerilerin de şiddet uygulanarak tasfiye edilmesinden sonra ortaya çıkan tablo, “modernleşmiş bir despotik devlet” iktidarından başkası değildi. Bu “modernleştirilmiş” devlet yapısı içersinde ise, merkezî bürokrasinin mutlak hâkimiyeti dışında başka bir iktisadî-toplumsal gücün (ne burjuvazinin ne de taşradaki büyük mülk sahiplerinin) siyasal hâkimiyeti söz konusu değildi. Osmanlı bürokrasisinin Batı’ya özenerek başlattığı modernleşme ve yenileşme reformları, üretim ilişkilerinde ve toplumsal yapıda ilerletici anlamda köklü bir değişikliğe yol açmadı. Bunlar, yalnızca tepenin, yani devlet aygıtının yapısını güçlendiren ve vitrinini değiştiren reformlar olarak kaldılar. Başka bir deyişle bu reformlar, ülke içinde yeni bir üretim tarzına (kapitalizme) geçişin önünü açan, gerçek anlamda burjuva reformları değillerdi. Esasında bu reformlar, mevcut Osmanlı devletini biçimsel olarak modernleştiren, ama aynı zamanda onun “despotik özünü” de muhafaza eden reformlar olmaktan öteye geçemediler. Avrupa’dan esinlenilerek yapılan reformlar, ekonomi ve toplumsal yapı üzerinde mutlak bir hâkimiyete sahip olan devleti modernleştirmesine modernleştirmişti, ama bu modern devleti yönetecek, Avrupa’daki gibi bir burjuva sınıfı yoktu! O nedenle, Avrupa’yla ekonomik ilişkilerin gelişmesinin ve yapılan ticaret anlaşmalarının sonuçlarını, devletin tepesindeki merkezî bürokrasi, nalıncı keseri gibi hep kendine yontabiliyordu. Örneğin İngiltere’yle 1838’de yapılan Ticaret Anlaşması’nda olduğu gibi, Osmanlı pazarı İngiliz mallarının istilasına uğrayıp iç sanayinin gelişmesi darbe yerken, bundan tek kazançlı çıkan bürokrasi oluyordu. Çünkü artan gümrük vergi gelirleri hazineyi, hazine de bürokrasiyi besliyordu. Öte yandan, gene hazineye ek gelir sağlansın diye, ihraç edilen yerli mallara da yüksek oranda “ihraç vergisi” konulunca, bundan zararlı çıkan, ülke içindeki üreticiler oluyordu elbette. Çünkü bu ihracat vergilerinin artırılması, Türkiye’den Avrupa’ya ihraç

marksist tutum

edilen malların ve hammaddelerin fiyatlarını artırdığından, bunların dış pazarlardaki rekabet gücü azalıyor, dolayısıyla satışı düşüyordu. Osmanlı bürokrasisinin orduyu ve diğer devlet aygıtlarını güçlendirmek için giriştiği modernleşme, yenileşme vb. reformları, Osmanlı devletinin askerî ve diplomatik alanda parlak sonuçlar elde etmesine tabii ki yetmemiştir. Tersine, bu alanlarda pek çok defa hezimete uğramaktan kurtulamamıştır. Örneğin, 1828’de Rusya’yla giriştiği savaş Osmanlı Devleti’nin ağır yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Bu savaşta Eflak ve Boğdan’ı işgal eden Ruslar, Balkanlar’ı aşarak Edirne’ye kadar ilerlemişler, Doğu’da ise Kars ve Aşkale’yi alarak Erzurum’a dayanmışlardı. Bu koşullar altında Osmanlı Devleti Rusya’yla ağır barış koşulları içeren Edirne anlaşmasını yapmak zorunda kaldı. Bu anlaşmanın gereği olarak, Osmanlı Devleti Yunanistan’ın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. Eflak, Boğdan ve Sırbistan yarı bağımsız hale geldiler. Rus ticaret gemilerine boğazlardan geçiş hakkı tanındı ve ayrıca Rusya’ya savaş tazminatı ödendi. Osmanlı Devleti bu dönemde kendi valisiyle (Kavalalı Mehmet Ali Paşa) tutuştuğu savaşta bile ağır yenilgiler alacaktı. Mehmet Ali Paşa’nın ordusu Suriye’yi aldı ve ardından Toroslar’ı aşarak geldiği Adana’da ve daha sonra da Konya ovasında Osmanlı Devleti’nin askerî kuvvetlerini ağır yenilgilere uğrattı. Mehmet Ali Paşa’nın bu başarısından sonra, onu İstanbul’a kadar durdurabilecek herhangi bir güç kalmamıştı. Bu durumda Osmanlı Devleti Rusya’dan yardım istemek zorunda kaldı. Sonunda Rusya’nın araya girmesiyle bir barış anlaşması yapılabildi ve Osmanlı Devleti karşısında yenilgiye uğradığı valisine, Mora ve Girit’in yanı sıra Suriye ve Adana valiliğini de vermek zorunda kaldı. Demek ki bir ülkenin güçlü olabilmesi için, sadece devletin süslenip püslenmesi ya da ordunun apoletlerinin parlatılması vb. yetmiyormuş; bunun için daha başka şeyler de gerekiyormuş. Aslında Osmanlı İmparatorluğu’nu pek parlak bir geleceğin beklemediği açıktı. Ama mesele şu ki, bu gerçekliği devletin asli sahibi olan merkezî bürokrasi görebilecek miydi?

(devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır

______________________________ 1

N. Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Bilgi Yay., 1973, s.121

2

age, s.125

3

Sened-i İttifak’ın Türkçeleştirilmiş metni için bakınız: İ. Hasan Duman, 1982 Anayasasında İnsan Haklarına Saygılı Devlet, İnkılâp Yay., 1997, s.435-37

17


Burjuva Feminizmi Yine Sahnede İlkay Meriç

K

adın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneğinin (KA-DER) seçimler dolayısıyla başlattığı “renkli” kampanya, burjuva medyanın yakın ilgisine mazhar oldu. Burjuva sanat, basın, magazin ve iş âleminden ünlü kadınların bıyık ve kravat takarak verdikleri pozlarla başlayan bu “ses getirici” kampanyanın amacı, seçimler sonrasında meclis sıralarının en az üçte birini kadın vekillerin doldurması olarak açıklandı. KA-DER, kadınların mecliste temsil oranları açısından yapılan sıralamada Türkiye’nin 167 ülke arasında 163. olması gerçeğinin altını çizerek, bu oranın “kadın kotası” türünden “pozitif ayrımcılık” uygulamalarıyla yükseltilmesini en önemli hedefi olarak saptıyor. Gerçekten de Türkiye, kadınların parlamentoda temsil edilme oranı bakımından, bıraktık Avrupa ülkelerini, kapitalist gelişmişlik düzeyi Türkiye’den kıyas kabul etmez derecede geri pek çok Afrika ve Asya ülkesinden daha alt sıralarda yer alıyor. Bu oran son seçim sonuçları itibarıyla örneğin Tanzanya’da yüzde 22, Namibya’da yüzde 25, Fas’ta yüzde 11, Ekvador’da yüzde 16, Peru’da yüzde 17, Pakistan’da ise yüzde 22. “Kadınlara seçme-seçilme hakkını tanıyan ilk ülkelerden biri” olmakla övünen Türkiye’de ise, 550 milletvekilinin sadece 24’ü, yani yüzde 4,4’ü kadın. Şüphesiz parlamentodaki kadın oranı kadının kapitalist toplumdaki yerinin göstergelerinden biridir. Ancak bu tek başına gerçekliği birebir yansıtamaz. Geri ülkelerdeki nispeten şaşırtıcı oranlar da doğal durumu yansıtmaktan ziyade zorunlu kota uygulamalarının sonucudur. Ancak kotalar da dahil tüm uygulamalara rağmen, burjuva demokrasisinin en gelişmiş olduğu ülkelerde dahi parlamentolarda temsil düzeyi bakımından bugün hâlâ bir cinsiyet eşitliği sağlanabilmiş değildir. Nüfusun yarısını oluşturmalarına rağmen, bu ülkelerde bile kadınlar, İsveç gibi bir iki ülkeyi bir kenara bırakacak olursak, milletvekilleri-

18

nin en fazla yüzde 30-35’ini (bu oranın sağlandığı Avrupa ülkelerinin sayısının bir elin parmaklarını geçmediğini de belirtelim) oluşturuyorlar. İşte KA-DER gibi burjuva feminist örgütler de sadece parlamentoda temsil sorununu hedef edinerek, esasen kozmetik kalan değişiklikler peşinde koşmaktadırlar. Oysa bu eşitsizlik tablosu toplumsal yapı içerisinde derin köklere sahip olan ve düzen içi biçimsel siyasal tedbirlerle çözülemeyecek bir toplumsal sorunun dışavurumudur. Burjuva parlamentolarda kadın-erkek temsil eşitliği sağlansa bile, burjuva demokrasisi, en gelişkin ve en “eşitlikçi” halinde de, çoğunluğu oluşturan emekçi sınıflar için değil mülk sahibi sınıflar için demokrasi demektir. Bu azınlık demokrasisinde, parlamentolara sözde halkın temsilcileri olarak giren vekillerin ezici çoğunluğu egemen sınıfın unsurlarından oluşur. Bu sistemde burjuva partilerin listelerinde seçilmeyi garantileyecek sıralarda yer almak için bu partilere yüz milyarlarca liralık bağışların yapılması ve yüz milyarlarca liralık kampanyalar düzenlenmesi zorunludur. Böylece işçi-emekçi unsurların parlamentoda yer almaları fiilen engellenmiş olur. Ve bu kural ezilen sınıfın kadınları için erkeklere nazaran çok daha fazlasıyla geçerlidir. İşte tam da bu noktada, KA-DER ve benzeri burjuva ve küçük-burjuva feminist örgütlerin ortak bir “kadın mücadelesi”, “kadın siyaseti”, “kadınların” temsili diyerek üstünü örtmeye çalıştıkları şey, yani kadın sorununun sınıfsal yönü karşımıza dikiliverir. Burjuva ve küçük-burjuva feministlerin tüm inkâr çabalarına rağmen, kadın sorunu, insanlığın sınıflı topluma geçişiyle başlayan tarihsel bir sorundur. Tıpkı sömürüye dayalı diğer sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalist toplumda da kadın öncelikle erkeğin malı olarak görülür. Fakat o aynı zamanda sermayenin de kölesidir. Böylelikle


Mayıs 2007 • sayı: 26

bu sistemde kadın çifte esaret zincirine vurulmuş bir köle durumundadır. Açıktır ki kadının bu çifte kölelikten kurtulması ve toplumun eşit ve özgür bir üyesi haline gelmesi için, her şeyden önce üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verilmesi ve burjuva ailenin ortadan kaldırılması gerekir. İşte bu yüzden, kapitalist sömürü sisteminin iki kat fazla ezdiği kadın işçiler, eşitliğin ve özgürlüğün egemen olacağı sınıfsız, sömürüsüz topluma ulaşma mücadelesinin en ön saflarında yer almak zorundadırlar. Bunun için de, işyerlerinde, sendikalarda, işçi sınıfının dernek, parti ve diğer her türden örgütlülüklerinde azami oranda temsil edilmeyi hedeflemeli ve bunun kavgasını vermelidirler; parlamentolara daha fazla sayıda burjuva kadını sokmanın kavgasını değil!

“Ortak kadın siyaseti” ve “eşitlik” safsataları Burjuva feministlerin kadın sorununun sınıfsal yönünü inkâr etme çabaları, kuşkusuz emekçi kadınları sorunun gerçek çözümünden uzak tutmak için takınılan bilinçli bir sınıfsal tutumdur. İstedikleri kadar gizlemeye çalışsınlar, bunların asıl arzularının kendi sınıflarından kadınlar için eşitlik olduğu ortadadır. Hatta KA-DER bu kadar “geniş kapsamlı” bir eşitliği bile savunmamaktadır. Zira KA-DER’li hanfendilerin büyük bir kısmı, bu eşitliği, seçkinci temellerde daralttıkları bir burjuva kesim için istiyorlar. Mesela başörtülü kadınlara seçilme özgürlüğünün tanınmaması yönünde takındıkları tavır bunun en çarpıcı göstergesidir. Dolayısıyla “ortak bir kadın siyaseti” safsatası, aynı sınıfın unsurlarının bile ortak bir siyaset güdemediklerinin bir ispatı olarak, daha siyaset sahnesine atılan ilk adımda tuzla buz olmaktadır. Bu “kadın siyaseti”nin sözde ortaklığının daha “öküz ölmeden” bozulmaya mahkûm olduğunun bir diğer göstergesiyse, bu pek “demokrat” kadınların Kürt hareketi içindeki kadınlara ilişkin tutumlarıdır. Bir önceki seçimlerde, kadınları en fazla kadın aday gösteren partilere oy vermeye çağıran KA-DER, bu parti DEHAP olunca, birden “kadınlığını” unutmuş ve “Beyaz Türklüğünü” ön plana çıkarmıştır. Parti yönetimlerine %40 kadın kotası getirmesine ve bir kadın bir erkek olmak üzere eşbaşkanlık sistemine geçmesine (ancak bu sistem devlet engellemeleri yüzünden uygulanamadı) rağmen, KA-DER’in önümüzdeki seçimlerde DTP’ye de uzak duracağı ortadadır. Demek ki, “ortak siyaset” yürütmek için kadın olmak yetmiyor, bunun çok daha ötesinde ortak çıkarlara ve ortak bir dünya görüşüne sahip olmak gerekiyor. Peki villaların burjuva kadınlarıyla konduların işçi-emekçi kadınla-

marksist tutum

rını hangi ortak çıkar birleştirebilir? Ya da ezen ulus burjuvalarının kadınlarıyla, yıllardır mücadelenin en ön saflarında yer alarak bazı hakları tırnaklarıyla söküp kazanan emekçi Kürt kadınlarının çıkarları ortak olabilir mi? Elbette böyle bir çıkar birliği söz konusu değildir. Zaten bu yüzden KA-DER de, “ortak kadın siyaseti” söylemine karşın, belirli türden kadınlarla, resmi ideolojiye bağlı, başı açık, mülk ya da statü sahibi kadınlarla birlikte yürümeyi tercih etmektedir. Burjuva feministlerin sınıflı toplum gerçeğinin üzerini örtmek için yaratmaya çalıştıkları yanılsamalar şüphesiz “ortak kadın siyaseti” denen safsatayla sınırlı değil. KADER’e göre, kadınların temsil güçlerinin artması daha demokratik ve daha eşitlikçi yasaların çıkarılmasına yol açacak ve bu sayede kadınlar ezilmişliklerinden önemli ölçüde kurtulmuş olacaklardır. Oysa tıpkı 19. yüzyılda kadınların oy ve mülkiyet hakkına sahip olmalarının kadın sorununu çözmeye yeteceğini savunan burjuva feministlerin iddiaları gibi, bu iddia da koca bir kandırmacadan ibarettir. Örneğin İsveç, Danimarka, Belçika, Almanya gibi Avrupa ülkelerinde kadınların parlamentodaki temsil oranları yüzde 30’un üzerindedir. Hatta İsveç’te bu oran yüzde 45’tir. Ancak kadınlar bu ülkelerde de şiddete maruz kalmaktan kurtulamamakta, erkeklerle eşit ücret alamamakta, part-time ve geçici işlerde daha çok kadınlar çalışmakta, sendikalarda ve sendika yönetimlerinde daha düşük oranlarda yer alabilmekte, kriz dönemlerinde kapının önüne ilk onlar konulmakta, çalıştığı halde ev işi yine kadının sorumluluğu olarak görülmektedir. Yani gerçek yaşam, kendi sorunlarını “kadın sorunu” olarak genelleştiren burjuva ve küçük-burjuva feministlerin savundukları tezleri bir bir çürütüp içi boş bir lakırdı yığınına dönüştürmektedir. Pratik kanıtlıyor ki, kadınların eşit oy hakkına sahip olmaları nasıl kadın sorununu çözmeye yetmemişse, parlamentolarda daha yüksek oranlarda temsil edilmeleri de bu tarihsel sorunu çözmemiştir, çözemez.

19


marksist tutum

Kapitalist sistem varlığını sürdürdükçe kadınların ezilmişliğinin son bulmasının olanaksızlığı bir yana, daha insancıl, daha demokratik, daha eşitlikçi yasaların çıkarılıp çıkarılamamasının kadınların temsil güçlerinin artmasına ya da “kadın duyarlılığına” bağlanması da gerçeklerle hiçbir şekilde bağdaşmıyor. Bugüne dek pek çok ülkede kadınlar başbakanlık da dahil üst düzey görevler üstlenmişlerdir. Bu ülkelerden biri de Türkiye’dir. Peki örneğin Tansu Çiller’in başbakanlık, faşist Meral Akşener’in içişleri bakanlığı, İmren Aykut’un çalışma bakanlığı, Gürdal Akşit’in “kadın ve aileden sorumlu” devlet bakanlığı yaptığı Türkiye’de bu “kadın”lar, emekçi kadınların sorunlarının çözümü yönünde ne tür adımlar atmışlardır? Ya da bunların hangi demokratik ve eşitlikçi yasalarda imzaları vardır? Bir diğer örnekse İngilizlerin 80’li yıllardaki başbakanları Margaret Thatcher’dır. 1980 sonrasında neo-liberal politikaların ilk uygulayıcısı olarak tarihe geçen bu “duyarlı kadın”ın lakabı, hatırlanacağı gibi Demir Leydi idi. İşçi sınıfına yönelik saldırıların amansız uygulayıcısı ve tırmandırıcısı bu koyu muhafazakâr kadının demokrasiyle, eşitlikçilikle, duyarlılıkla, insancıllıkla ne ilgisi vardı?

“Kadın duyarlılığı” Burjuva ve küçük-burjuva feministlerin dillerine pelesenk ettikleri bir diğer husus da dediğimiz gibi “kadın duyarlılığı”dır. Bu hususta, milyonlarca insanın ölümüne, milyonlarcasının sakat kalmasına, kadınların ve çocukların her türlü pisliğin ürediği bir ortamda açlık, sefalet ve ölüme terk edilmelerine yol açan emperyalist savaşlara karşı gösterilen “duyarlılık” herhalde oldukça çarpıcı bir örnek olurdu. Ancak gerek tarihe, gerekse günümüzde yaşanan kanlı emperyalist savaşlara baktığımızda, böylesine dramatik olaylar karşısında bile kadın denen “duyarlı cins”in nedense ortak bir tutum takınmadığını görüyoruz. Örneğin 1914’te Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde, İngiltere’de Süfrajet hareketin “asi” burjuva feministleri, bir gecede azgın şovenistler haline gelmişlerdi. Gazetelerinin adını Kadınlara Oy Hakkı’ndan Britanya’ya dönüştüren bu “asi” kadınların şiarları da artık “kadınların kardeşliği” değil “kral, ülke, özgürlük” idi. Bu “duyarlı” kadınlar, salt kendi sınıfsal çıkarları uğruna, işçi sınıfının çocuklarını binlerce kilometre uzaktaki emekçi kardeşlerini boğazlamaya göndermeyi kendilerine misyon edinerek askeri birliklerin yanında uygun adım yürüyorlardı. Aynı savaş, binlerce kilometre uzaktaki bir başka ülkede, Rusya’da da, soylu kadınlar arasında aynı tepkiyi doğurdu. Ancak emperyalist savaş yüzünden açlık ve ölümün kol gezdiği Rusya’da Çariçenin temsil ettiği egemen sınıfların kadınları kana doymayıp savaş çığırtkanlığına devam ederlerken, emekçi kadınlar tümüyle farklı bir tepki geliştirmişlerdi. Nitekim binlerce kadın işçi 8 Mart 1917’de sokağa dökülerek bu kanlı savaşı sona erdirecek büyük devrimin ilk kıvılcımını çakacak ve Çariçenin de Çarlıkla be-

20

Mayıs 2007 • sayı: 26

raber tarihe gömülmesinin yolunu açacaktı. Peki bu tepkilerin hangisini “kadın duyarlılığı” olarak tanımlayacağız? Egemen sınıfların kadınlarınınkini mi, emekçi sınıfların kadınlarının sergilediklerini mi? Ya da bugüne gelirsek, ABD tekellerinin daha fazla kâr etmesi uğruna Ortadoğu’da ve Afganistan’da yüz binlerce insanın katledilmesinden birinci derecede sorumlu Condoleezza Rice gibi “kadın”ların ve egemen sınıfın paralı uşaklığını yapan işkenceci kadın askerlerin tepkilerini mi kadın duyarlılığı olarak adlandıracağız, yoksa bu savaşa dur demek için erkekleriyle birlikte sokağa dökülen on binlerce Amerikalı kadın işçinin tepkilerini mi? Bu aynı “kadın duyarlılığı”nı sadece siyaset alanında değil, başta ekonomi olmak üzere toplumsal yaşamın diğer alanlarında da test etmek mümkündür. Acaba Sabancı holdingin yönetimi Güler Sabancı’ya geçince Sabancı holdingdeki işçilerin çalışma ve yaşam koşullarında bir düzelme mi olmuştur? Eşit işe eşit ücret ilkesi mi gelmiştir? Kadın işçilerin kadınlıklarından kaynaklanan özel sorunlara karşı daha “duyarlı” önlemler mi alınmaktadır? Ya da şimdi TÜSİAD’ın başına bir kadın geldi diye, Türkiye kapitalizminin kadın işçilere yönelik “duyarlılığı” mı arttı? Şunu hiç unutmamak gerekiyor: sınıflı toplumlarda yaşayan bireylerin düşüncelerini, davranışlarını ve tepkilerini belirleyen temel etken, onların içinde bulundukları nesnel koşullar ve mensubu oldukları sınıflardır. Kapitalist toplumda kadınlar da tıpkı erkekler gibi bir sınıfa mensupturlar. Ve onların toplumsal olaylar-sorunlar karşısındaki tepkilerini belirleyen şey, ne kadın cinsine özgü olduğu iddia edilen içgüdülerdir, ne soyut bir ahlâktır, ne de kategorik bir saçmalık olarak “kadın duyarlılığı”dır. İçgüdüler belki ormanda yaşarsanız işe yarayabilir, ama kapitalist toplumun cangılında bu en ilkel güdülerin tepkilerinizi belirleyemeyeceği açıktır. Bu cangılda, tüm insanları ortaklaştıran sınıflarüstü bir ahlâkın ve aynı şekilde sınıflarüstü bir “kadın duyarlılığı”nın olmadığı da ortadadır. Aksine, kapitalist toplumda erkekler kadar kadınların da genel tepkilerini esas olarak sınıfsal konumları belirlemektedir. Farklı sınıflardan bir grup kadının bir dizi olay karşısında gösterdikleri tepkileri kaydetmeye kalkarsak, eminiz ki bu temelde yapılacak bir ayrıştırma onların sınıfsal ayrımına denk düşecektir. Örneğin Filistin’de ölen çocuklar, sokakta açlıktan kıvranan insanlar karşısında burjuva kadınla emekçi kadının aynı tepkiyi göstermediği görülecektir. Bu gibi durumlarda emekçi kadınların tepkileri emekçi erkeklerle örtüşecektir. İşte tam da bu yüzden, emekçi sınıfların kadınlarının gerçek kardeşleri, bu sömürü düzeninin devamından çıkarı olan kadınlar değil, sınıfsız, sömürüsüz, özgür ve eşit bir dünyadan yana olan erkeklerdir. Bu gerçeği görmek istemeyen “duyarlı” kadınların yeri ise eninde sonunda, ellerinden hâlâ on binlerce Kürt ve Türk gencinin, yüz binlerce Afganlı, Iraklı ve Filistinlinin kanları akan Tansu Çillerlerin, Condoleezza Rice’ların yanı olacaktır. 


“Gençlik Nerede?” Selim Fuat

C

umhurbaşkanlığı seçimi üzerinden kozlarını paylaşmakta olan burjuvazinin iki kanadı, ellerine geçen bütün taşları birbirlerine atarak kayıkçı kavgasını sürdürmekteyken, mütekait cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, yarı provokatif, yarı alaycı bir tarzda gençleri de anımsayıverdi. Bilkent Üniversitesi öğrencileriyle bir söyleşiye katılan Demirel, öğrencilerin sorularını yanıtlarken, bir öğrencinin “Tartışmalı cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde üniversitelerde protesto gösterisi yapılmadı. ODTÜ’lü öğrenciler nerede, bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?” sorusuna, “Bu sorunun muhatabı onlar. Onlara aktaralım. Gerçekten nerede bu ODTÜ’lü öğrenciler” karşılığını vererek ODTÜ’lülere meydanlara çıkmadıkları ve protestoda bulunmadıkları için sitem etti. Türkiye’nin yakın siyasi geçmişi hakkında bir parça bilgi sahibi olanlar, yani Demirel’in, içinde ODTÜ’lü devrimcilerin de bulunduğu devrimci öğrenci hareketine karşı kıyıcı marifetlerini hatırlayanlar için bu sözler gerçekten ironikti. Çünkü hazret, bir dönem hem ODTÜ’deki hem de diğer üniversitelerdeki öğrencilerin ve onların ardından gelen kuşakların depolitizasyonunu sağlayan sürecin mimarlarından birisiydi. Herhalde, 70’lerdeki ODTÜ merkezli öğrenci eylemliliklerinin öğrenci liderleri Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam kararları mecliste oylanırken elini kaldırmayan var mı diye arkasına bakacak denli devrimci öğrencilere düşman ve Sinan Cemgil, Ertuğrul Karakaya gibi pek çok ODTÜ’lü devrimcinin dökülen kanının başlıca sorumlularından olan Demirel’in, ODTÜ’lülerin nerede olduğunu soracak son kişi olması gerekir. Çünkü siyasi sorunlar karşısında tavrını ortaya koyan devrimci öğrencilerin örgütlülüklerini dağıtan, onları asan, kurşuna dizen, işkence tezgâhlarından geçiren ve yıllarca zindanlarda çürüten bir rejimin başlıca yöneticilerinden olan Demirel “ODTÜ’lülerin” nerede olduğunu en iyi bilenlerden biridir!

21


marksist tutum

Burjuvazinin birbiri ile itiş kakışı dolayısıyla ortalığa o kadar çok kirli çamaşır dökülmeye başladı ki, bu arada, öğrencilerin hükümete muhalefet eden burjuva cephenin peşine takılmasını umanların Demirel ile sınırlı olmadığını, eski deniz kuvvetleri komutanının ortaya çıkan günlüklerinde geçen cümlelerle öğrenmiş olduk. Zira 2004 yılında hükümete karşı darbe yapmaya uğraşan komutanlar, bu sürecin bir parçası olarak üniversite öğrencilerinin protesto gösterileri yapmalarını da planlarına eklemeyi unutmamışlar. Görülüyor ki, Demirel’inden askerine, bir zamanlar öğrencilerin “siyasete” karışmasının yanlışlığına dair bir dolu laf söyleyenlerin ve bu “siyasete” karışanların başına olmadık işler getirenlerin asıl derdi, öğrencilerin hangi siyasete taraf olduklarıymış. Öğrencilerin, gençlerin burjuva siyaseti yapmalarında ise herhangi bir sorun yokmuş. Ancak burjuvazi 12 Eylül faşizmi ve ardından gelen depolitizasyon süreci ile gençliği siyasetten öyle bir uzaklaştırdı ki, bugün kendi iç dalaşmasına alet etmek için bile kullanabileceği aktif bir gençlik bulamıyor.

Devrimci öğrenci hareketine ne oldu? 60’lı yılların sonlarına doğru kendini hissettirmeye başlayan, 70’li yıllarda ise işçi sınıfı mücadelesi ile birlikte alabildiğine güçlenen devrimci öğrenci hareketinden, dolayısıyla Demirel’in kastettiği anlamıyla “ODTÜ’lülerden” şimdilerde eser yok. Özellikle 12 Eylül faşizmi tarafından işçi hareketi ile birlikte ezilen, sonrasında da dünyada esen neo-liberal rüzgârların etkisiyle ortadan kalkan öğrenci gençlik hareketinin neden hâlâ belini doğrultamadığı pek çok çevrenin sorduğu bir soru bugün. Özellikle üniversitelerde gençlik çalışması yürütmeye çalışan siyasi çevreler, onca çabalarına karşın buralarda anlamlı bir ilerleme sağlayamıyorlar. Kapitalist sistemin yarattığı derin haksızlıklara karşı çeşitli düzeylerde bir muhalefeti muhakkak hisseden ve bu yüzden henüz körelmemiş olması beklenen duygularıyla herkesten önce harekete geçmesi gerektiği düşünülen gençler devrimci siyasete uzaklar. Peki neden? Bu sorunun yanıtı elbette pek çok yön içeriyor. Ancak,

22

Mayıs 2007 • sayı: 26

herhalde en önemli sebeplerden birisi işçi sınıfı hareketinin zayıflığı ve örgütsüzlüğüdür. Çoğu zaman işçi hareketini önceliyormuş gibi görünen gençlik hareketleri, dünyada ve Türkiye’de, aslında belirli bir mücadele düzeyine ulaşmış işçi hareketlerinin varlığında yeşerebilecekleri nesnel ve moral ortamlarını bulmuşlardı. Nitekim Türkiye’deki ’68 öğrenci hareketi de dünyadaki genel yükselişin ve Türkiye’de Kavellerin, Paşabahçelerin, maden işçilerinin mücadelelerinin olduğu bir ortamda yeşermişti. İşçi sınıfının siyasal bir önderliğinin olmadığı, sendikal örgütlülüğünün bile dibe vurduğu koşullarda, dünyada ve Türkiye’de sınıf mücadelelerinin genel bir yükselişi yokken, öğrenci örgütlülüklerinin gelişmesini beklemek zaten mümkün değildir. Ve örgütsüzlük yüzünden, öğrenciler arasında kendiliğinden doğabilen anlamlı tepkiler de cılız eylemlerle sönüp gitmeye mahkûm olmaktadır. Bugün dünyanın çeşitli bölgelerinde kıpırdanmalar yaşanıyor olsa da henüz Türkiye için işçi mücadelesinin yükseldiğini söylemek mümkün değil. 12 Eylül faşizminin işçi hareketi üzerindeki etkisi ortadan kalkmış değil. Tek tük direnişler yaşanıyor olsa da sınıfın moralini ve kendine güvenini yükseltecek düzeyde başarılı eylemlilikler bu süreçte ne yazık ki ortaya konamıyor. Bu yüzden öğrenci gençler arasında sistemin sorunlarını fark edebilenler olsa bile, pek çoğu feyz alabilecekleri bir umut ışığını ortada göremedikleri için burjuvazinin yalan rüzgârlarına kapılıp gidiyor. Bir başka belirleyici etmen de üniversite öğrencilerinin sınıfsal yapısındaki belirgin değişiklikler olsa gerek. 60’lı ve 70’li yıllarda burjuvazinin yetişmiş, eğitimli eleman ihtiyacı yüzünden emekçi kitlelerin çocuklarına da açtığı üniversitelerde, bugün işçi sınıfının çocuklarını bulmak epeyce zor. Öğrenci hareketlerinde geleneksel olarak başı çekmiş ODTÜ gibi önemli ve büyük üniversitelerde ise bu sınıfsal kökenden gelenlerin sayısı iyice azalmış durumda. Bu nesnel değişim öğrenci eylemliliklerinin yaygınlığını da içeriğini de geriletiyor. İşçi sınıfından gelen ve eğitim yaşamında başarılı olan gençler, türlü burslar sayesinde, bin bir güçlükle de olsa buralarda okuma şansına sahip olabiliyorlar elbette. Ancak onların çoğunluğu da burjuva ideolojisinin etkisi altında, sınıf atlayabilmek için ruhlarını kaybetmiş ve çeşitli korkularla üniversitelere geliyorlar ve bu yüzden de devrimci siyasetin yakınına bile uğramıyorlar. Bu duruma rağmen devrimci mücadeleye katılan öğrenciler ise en sınırlı eylemlilikleri yüzünden soruşturma terörü ile karşı karşıya kalıp en ağır cezalara çarptırılabiliyorlar. Bu durumun en yeni örneklerinden biri de hâlihazırda Demirel’in neredeler diye sorduğu ODTÜ’de yaşandı. Burjuva karanlığının sol eli Doğu Perinçek’i protesto ettikleri gerekçesiyle soruş-


Mayıs 2007 • sayı: 26

turmaya uğrayan 30 öğrenciden 5’i bir yıl okuldan uzaklaştırılırken diğerleri de çeşitli cezalara çarptırıldılar. Bu ve benzeri cezalandırmaların yaygın olarak uygulanıyor olmasının caydırıcılığıyla “bin bir zorlukla üniversiteye gelmiş” öğrencilerin çoğu mücadeleden uzak kalmayı tercih ediyorlar. Kendine yabancılaşma ile sonuçlanan ölesiye bir yarışmada ruhları törpülenerek üniversitelere gelen emekçi çocukları, bireysel bir var oluş kavgasının ve kurtuluş umudunun amansız pençesinde, burjuva saflara düşmektedir. Nesnel değişim, üniversite öğrencilerinden devrimci mücadeleye katılanların oranını geçmişle karşılaştırılamayacak ölçüde azaltmaktadır ve bu eğilim işçi sınıfı sahneye çıkıp boğucu havayı kırıncaya ve kapitalizmi yıkma umutlarını yeniden yeşertinceye kadar da değişecek gibi görünmemektedir.

İşçi sınıfı gençlerinin örgütlenmesi bir zorunluluktur! Kapitalist ekonominin gelişmesi ve kapitalizmin toplumsal ilişkiler nezdinde derinleşmesiyle birlikte sınıfsal çelişkiler daha da belirginleşmektedir. Gençliğin işçi unsurlarıyla burjuva unsurları arasındaki ayrışma da bu çerçevede kuvvetlenmektedir. Bu yüzden bütün sorunlarda olduğu gibi gençliğe dair yaklaşımlar da sınıfsal bir temel üzerinde yükselmelidir. Farklı sınıflardan gençleri ve sorunlarını aynılaştırarak ele alan ve bu doğrultuda çözümler oluşturmaya çalışan bakış açılarının gerçeklik duvarına toslayacağı açıktır. Genç işçilerin ve işçi çocuklarının kaderi işçi sınıfınınkinden bağımsız değildir. Bu noktada genç işçilerin örgütlenmesi, işçi sınıfının genel örgütlenme düzeyinin yükseltilmesi mücadelesi içinde özel bir anlam ifade etmektedir. Yenilgi psikolojisinin yarattığı moral bozukluğunun dışında kalmış olmaları itibarıyla geleceğin mücadelelerinin kadroları olma potansiyellerine sahip bu gençler, işçi sınıfı kavgasının da geleceğidir. Çünkü kapitalizmi alt edebilecek yegâne güç, ancak devrimci işçi sınıfı hareketiyle, devrimci gençlik hareketinin Marksizmin yol göstericiliğinde kaynaşmasıyla mümkün olacaktır. İşçi sınıfının öğrenci gençliğinin örgütlenmesi de bu bağlamda önemlidir. Dünyanın pek çok ülkesinde öğrenci sendikalarında örgütlenen gençlerin mücadelesi örgütsel araçlar bakımından bir olanak kapısı açmaktadır. Örneğin bir yıl kadar önce Fransa Öğrenci Sendikası, 26 yaşından genç işçilere iki yıl deneme süresi öngören ve bu süre içinde patronlara bu işçileri hiç bir mazeret göstermeksizin işten atma hakkı tanıyan iş yasasına karşı büyük bir mücadele yürütmüş ve yasanın engellenmesini başarmıştı. İspanya başta olmak üzere daha az bilinen başka örnekler de mevcuttur. İşçi sınıfı mücadelesinin bir parçası olma perspektifi ile hareket edecek olan böylesi bir öğrenci sendikasının varlı-

marksist tutum

ğı, bir araç olarak çeşitli potansiyeller doğurabilir. Son aylarda DİSK’e bağlı olarak örgütlenmeye çalışılan öğrenci sendikası (Genç-Sen) da bu bağlamda ele alınması gereken bir girişim örneği olarak görünebilir. Ama henüz şekle şemale kavuşmayan bu girişimin daha baştan sağlıksız bir yola girmekte olduğuna dair işaretler bulunuyor. Kapitalist sistemin yoksullukla sindirdiği, derin bir yabancılaşma ile yüz yüze bıraktığı, bireysel kurtuluş hayalleri ile oyalayıp yozlaştırdığı ve içinde bulunduğu koşulların mutsuzluktan başka bir şey üretmediği gençliğin işçi unsurlarının, Marksizmin devrimci toplumcu düşünceleri ve mücadelesi dışında bir sığınağı yoktur. Gençliğin işçi unsurlarının feneri devrimci Marksizmdir. En büyük ihtiyaçları ise Marksizmle aydınlanmak ve örgütlü bir devrimci mücadele ile bütünleşmektir. Şu anda daha çok üniversite öğrencileri temelinde bir örgütlenme arayışı içinde olan bu sendikanın, üniversite öğrencilerinin sınıfsal bileşimindeki değişim nedeniyle çalışmasının ağırlığını liselere, özellikle de meslek liselerine kaydırması anlamlı olacaktır. Hem okuyan hem de okurken pek çok haktan yoksun biçimde çalıştırılarak azgın bir sömürüye maruz kalan meslek liseli öğrenciler, örgütlenmede önemli bir halka olabilir. Üniversitelerde ise sorunları bütün öğrencileri kapsayan genel sorunlar olarak algılamaktan vazgeçen ve buralardaki işçi-emekçi sınıf unsurlarının sorunları üzerinde yoğunlaşan bir çalışma ilerleme sağlayabilir. Sınıfsal ayrımların üzerini örtmeye çalışmak yerine onu iyice açığa çıkaran bir tutuma ihtiyaç vardır. *

*

*

Kapitalist sistemin yoksullukla sindirdiği, derin bir yabancılaşma ile yüz yüze bıraktığı, bireysel kurtuluş hayalleri ile oyalayıp yozlaştırdığı ve içinde bulunduğu koşulların mutsuzluktan başka bir şey üretmediği gençliğin işçi unsurlarının, Marksizmin devrimci toplumcu düşünceleri doğrultusunda mücadele etmek dışında bir kurtuluş yolları yoktur. Gençliğin işçi unsurlarının feneri devrimci Marksizmdir. En büyük ihtiyaçları ise Marksizmle aydınlanmak ve örgütlü bir devrimci mücadele ile bütünleşmektir. İşçi sınıfının eğitimli gençleri de, kişisel başarılarının onları parlak bir geleceğe taşıyacağı beklentisinin boş bir hayal olduğunu ergeç göreceklerdir. Çünkü kapitalizmin işçi-emekçi kitlelerin gençlerine genelde sağladığı tek şey, onların ücretli işgücüne katılmalarıdır. Bu yüzden bu gençlerin yerinin işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin safları olduğu artık tartışılmaz bir gerçeklik oluşturuyor. 

23


Hedefe Kilitl İ

şçi sınıfının devrimci önderlikten yoksun bulunduğu günümüz koşullarında tutulması gereken ana halkanın ne olduğu son derece açık. Sınıf mücadelesine yalnızca ulusal değil enternasyonal düzeyde de devrimci tarzda yol gösterecek siyasal bir önderlik yaratılmalı. Ne var ki, proletaryanın devrimci enternasyonal örgütlülükten yoksun kaldığı günden bugüne uzanan yıllar içinde dünya üzerinden temel görevi bu şekilde kavradığını iddia eden nice örgüt ve çevre gelip geçti. Fakat tarih tek tek kişileri olduğu kadar örgütsel yapıları da, onların kendileri hakkındaki iddialarına göre değil gerçekte ne yaptıklarına ve nasıl bir yol izlediklerine göre yargılıyor. Sınıfın mücadele tarihi içinde yer alan çeşitli örnekler incelendiğinde sonuç görülecektir. İhtiyaç duyulan tipte siyasal önderlikler, devrim hedefine kilitlenerek ve doğru bir örgüt anlayışı-tarzı benimseyerek ilerleyenler tarafından yaratılabiliyor ancak.

Geçici yol arkadaşları Uzun bir yola çıkan her yolcu varacağı hedefe ilerlerken kaçınılmaz olarak bazı ara duraklardan geçer. Bu ara duraklarda, pekâlâ aynı istikamete gittiklerini düşünebileceğiniz çeşitli sayıda yolcular görürsünüz. Oysa işin aslında ulaşılması düşünülen yerler farklı olabilmektedir. Bazı ara duraklardaki birliktelikler geçici görünümlerden ibarettir. Genel yolculuğun yalnızca bir bölümünde size eşlik eden pek çok “geçici yol arkadaşı” bulunur. Devrimci mücadeleyi uzun bir yolculuğa benzetecek olursak, kimi ara duraklarda ortakmış gibi görünen siyasal duruşlara karşın varılmak istenen yer değişebiliyor. Bu nedenle devrimci mücadele yolunda da nice geçici yol arkadaşı yer alıyor. İşçi sınıfının tüm mücadele tarihi boyunca çeşitli ülkelerde bunu doğrulayan sayısız örnek yaşandı. Buradan çıkan sonucu özetleyelim. Olağanüstü koşullar, sınıfın devrimci ve tarihsel çıkarları bakımından varılması gereken hedefe kilitlenenlerle, ara duraklarda “inecek” olanları net biçimde ayrıştırmaktadır. Rusya’da 1905 devriminin yenilgisiyle gelen ağır gerici-

24

lik koşullarında devrimci mücadele saflarını terk eden nice geçici yol arkadaşı ortaya çıkmıştı. Bunun üzerine Lenin’in yazdığı çeşitli makaleler hatırlanabilir. Açıktır ki böylesi dönemlerde devrimci çizgiye karşı tasfiyeci eğilimler güç kazanmaktadır. Türkiye’de 12 Eylül faşizmi döneminde yaşanan yoğun tasfiyecilik dalgası da bunu kanıtlar. Tasfiyecilik yalnızca devrimci örgüt fikrinden kaçışla sınırlı kalmamaktadır. Tasfiyeci eğilim, ideolojik alanda da Marksizmi çeşitli yönlerden revize etme çabasıyla birlikte seyreder. Karşıdevrimci dönemler kadar, emperyalist savaşların patlak verdiği ve yaygınlaştığı tarihsel kesitler de bunu doğrulayan son derece eğitici örnekler ve dersler içermektedir. Birinci Dünya Savaşı dönemi bu açıdan günümüze de ışık tutan büyük bir öneme sahip bulunuyor. Birinci emperyalist paylaşım savaşının cehennemî ateşi, enternasyonal düzeyde safları ayrıştıran ve dönemin Lenin ya da Rosa gibi devrimci önderlerini öne çıkartan tarihsel bir rol oynadı. Bu temelde İkinci Enternasyonal içinde devrimci Marksizme sahip çıkanlarla, Marksizmden uzaklaşanlar arasında ciddi bir siyasal ve ideolojik mücadele yaşandı. Emperyalist savaş dalgası bir yanda İkinci Enternasyonalin çürümüşlüğünü ve çöküşünü gözler önüne sererken, diğer yanda dünya işçi hareketinde yeni bir yükselişi gerçekleştirecek olan devrimci önderleri yarattı. Bu ikinci nokta sınıfın devrimci mücadelesinin akıbeti açısından fevkalâde önemlidir. Zira devrimin ilerleyebilmesi için kitleleri saran devrimci isyan dalgası kadar, bu isyan dalgasını pörsütmeyecek ve yanlış yerlere yönlendirmeyecek devrimci önderlerin varlığı da zorunludur. Rosa Luxemburg, İkinci Enternasyonal içinde uç veren Bernstein revizyonizmine zamanında ve atak biçimde karşı çıkmıştı. Fakat Lenin’in savunduğu ve yaşama geçirdiği örgütsel anlayışın haklılığını ve gerekliliğini ne yazık ki çok geç kavrayabildi. 1918 Alman Devrimi, ihtiyaç duyulan devrimci önderlikten ve hazırlıktan yoksun olduğu için yenilgiye uğradı. Rosa Luxemburg devrimin en ön saflarında ölümün üzerine yiğitçe yürüdü. O bir devrimci olarak yaşadı ve öyle öldü; kızıl kanatlarıyla dünya proletaryasının


enmek Elif Çağlı

devrimci mücadele tarihi içine uçup gitti. Devrim karşıtı bir konuma sürüklenen İkinci Enternasyonalin aşılması ve Kautsky gibi döneklerin siyasi yenilgiye uğratılması Lenin önderliğinde örgütlenen devrimci işçi hareketi sayesinde mümkün olabildi. Bolşeviklerin öncü mücadelesiyle muzaffer kılınan Ekim Devrimi, dünya işçi sınıfının devrimci Enternasyonal örgütünün (Komünist Enternasyonal) inşası için gereken devrimci otoriteyi ve çekim merkezini de yarattı. Günümüz dünyasında da reformizm, oportünizm, revizyonizm gibi tehlikeli eğilimler enternasyonal düzeyde fazlasıyla boy vermiş bulunuyor. İşçi sınıfının devrimci mücadelesini güçsüz düşüren bu gibi eğilimlere karşı devrimci siyasal tutumlar geliştirebilmek yakıcı bir ihtiyaç oluşturmaktadır. Dünya işçi hareketinde devrimci Marksist temellerde enternasyonalist bir toparlanmanın sağlanması ancak uzun soluklu ve devrimci ilkelere sıkı sıkıya bağlı inatçı bir mücadelenin ürünü olacaktır. Sınıfın devrimci geleneğinin bulandırılan yönlerinin güncel sorunlar karşısında geliştirilecek doğru tutumlarla netleştirilmesi temel bir görev olarak öne çıkmaktadır. Bu görev, emperyalist savaşlar, devrimci durumlar ve özellikle de örgüt sorunları gibi konuların titizlikle ele alınmasını gerektiriyor.

Devrime hazırlanmanın önemi Devrimlerin kişilerin veya siyasal grupların karar vermeleriyle gerçekleşmediği ve birtakım nesnel koşulların olgunlaşmasına bağlı olarak patlak verdiği biliniyor. Ayrıca, bir işçi devriminin muzaffer olabilmesi için, devrimi gündeme getiren nesnel koşulların yanı sıra öznel koşulların da olgunlaşmış olması gerekmektedir. Devrimci durumlar patlak verdiğinde, işçi sınıfı bilinç ve örgütlülük düzeyi bakımından devrimi ilerletecek bir ön hazırlığa sahip durumda olmalıdır. Bunun ise, sınıfın devrimci önderliğinin varlığında somutlandığı açıktır. Devrimin nesnel ve öznel koşulları arasında tam bir diyalektik ilişki mevcuttur. Bu gerçekliği diyalektik ilişkinin

her iki boyutu bakımından da ifade etmek mümkündür. Olağan dönemlerde tanık olunmayan derinlikte siyasal kriz ve toplumsal çalkantılarla mayalanan devrim durumları, işçi sınıfının devrimci örgütlenmesini daha önce görülmeyen bir hız ve yaygınlıkta ilerletebilir. Diğer taraftan eğer proletarya devrimci bir önderliğe sahipse, bu koşulun varlığı devrimci durumları umulmadık derecede olgunlaştırabilir ve böylece süreç muzaffer bir devrime ilerleyebilir. Bu gerçekler, ortaya çıkan devrimci durumların akıbetini sağlıklı biçimde değerlendirebilmek bakımından da büyük önem taşıyor. Çünkü, daha öncesinden en olumsuz görünen koşullarda bile devrim için örgütlenip hazırlanan bir siyasal öncü yoksa, devrimci durumlar sönümlenmekte ve böylece devrim fırsatı kaçırılmış olmaktadır. Bu durumu doğrulayan sayısız örnek mevcuttur. Bu konuya yaklaşım günümüzde de devrimci ve reformist eğilimleri, bir başka deyişle devrim hedefine kilitlenenlerle “geçici yol arkadaşlarını” ayırt eden hassas noktayı oluşturuyor. Dün olduğu gibi bugün de Marksist hareket içinde uç veren reformist eğilimler, “devrim henüz gündemde değil” bahanesinin ardına sığınarak tastamam düzen içi ve yasalcı bir çalışma tarzı izliyorlar. Reformistler söz düzeyinde ne derlerse desinler, işin özünde burjuva düzene adapte olmaktadırlar. Bu gerçeklik, yakalarına eğreti biçimde devrimci Marksist etiketi iliştirenler açısından da bütünüyle geçerlidir. Devrimci Marksist geçinen reformistler, günümüzde parlamenter işleyiş çerçevesinde bir “işçi hükümeti” ile sosyalizme ilerlenebileceği yanılsamasını yayıyorlar. İngiltere örneğinde açıkça görüleceği üzere, İşçi Partisi gibi burjuva sol partilere dayanan “işçi hükümetleri”ni devrimin ilerlemesinde bir basamak olarak sunan formülasyonlar az değil. Bu gibi yaklaşımlarla, işçi devriminin başarısının en başta gelen koşulu olan burjuva devlet aygıtının parçalanması görevine gölge düşürülmektedir. Hatta Venezuela’da Chavez hükümetini destekleyen bazı Troçkist çevrelerce gündeme getirildiği üzere, devrimin bu önemli görevi, mevcut devlet aygıtı içinde “iyi” bürokratlarla “kötü” bürokratlar arasındaki ka-

25


Mayıs 2007 • sayı: 26

marksist tutum

pışmaya indirgenmek istenmektedir. Marksizmi benimser görünen çevreler içinde boy veren bu reformizmden (revizyonizm demek belki de daha doğru olacak), sınıfın devrimci hazırlık çalışmasına doğru tarzda yaklaşmasını beklemek beyhude olacaktır. Devrimci durumlar patlak vermezden önce sınıf içinde devrimci hazırlık çalışması yürütmeyenlerin, devrimci durumlar patlak verdiğinde yegâne eksikliğin devrimci önderlik olduğunu söylemeleri de inandırıcı değildir. Sınıfın mücadele tarihi açıkça göstermektedir ki, aslında işçi devrimi hiçbir şekilde gökten zembille inmiyor. Devrim, doğru ve etkin bir hazırlık çalışması yürüten öncü örgütlenmeler tarafından bir anlamda “hazırlanıyor”. Kuşkusuz devrim bir avuç kararlı devrimcinin iradi çabalarıyla durup dururken yaratılamıyor. Ama çubuğu bir tarafa bükerken ölçüyü de kaçırmamalı. Zira işçi devrimi, bu uğurda yürütülecek örgütlenme, propaganda ve ajitasyon olmaksızın günün birinde kendiliğinden yeryüzüne iniverecek Mesih değildir. Bu nedenle, gerçekçi olmak adına devrimci iradenin rolünü hepten küçümseyen yaklaşımlara da prim verilmesi doğru olmaz. Aslında bu “gerçekçilik” konusu işçi hareketinde sapla samanı ayrıştıran bir boyut içeriyor. Açık ki, devrim anlayışını sulandıran reformistlere proleter devrimci strateji hiçbir zaman gerçekçi görünmeyecektir. Reformist örgütler devrimin ortasında bile, kitlelerin başkaldırısının olabildiğince düzen sınırlarına hapsedilip kontrol altına alınmasından yana siyasal tutumlar geliştireceklerdir. Ayaklanan kitlelerin burjuva düzeni parçalayıp geçme doğrultusundaki devrimci şiddeti onlara hep aşırılık, maceracılık olarak görünecektir. Oysa devrimci dönemlerin koşulları hiç de olağan dönemlere benzemez. Devrimin kendisini kitlelere dayatan yasaları vardır. Ya bu yasalara uyulur ve devrim ilerletilir ya da yarı yolda duraklatılan devrim eninde sonunda karşı-devrimci güçler tarafından ezilip bastırılır. O halde her önemli siyasal sorunda olduğu gibi, şu ünlü “gerçekçilik” sorununda da sınıflar üstü bir tutumdan söz edilemez. Devrimin ilerletilmesi ne denli sert mücadeleleri göze almayı gerektirse de, devrimci güçler açısından asıl gerçekçi tutum bu olacaktır. İşin biraz daha derinine inildiğinde, benimsenen siyasi yaklaşım ve siyasi tarz bakımından tüm dönemleri kapsayan bütünsel bir ilişki olduğu anlaşılır. Sınıfın devrimci siyasetinin gerçekçiliği olağan dönemlerde de reformistlerden tamamıyla farklıdır. Proleter devrimci anlayışa, günlük mücadeleyi parlamenter düzenin yasallığıyla sınırlamayan bir bakış açısı egemendir. Oysa reformizm, sınıfın günlük mücadelesini parlamenter işleyiş çerçevesinde amaçlaştırır. İşçi kitlelerinin bilincini devrim hedefinden tamamen kopartır. Reformizmin son tahlilde burjuva düzen içinde bir o yana bir bu yana yalpalamaktan, dönenip durmaktan başka bir hareket alanı yoktur. Ve onun karakteri işte bu nedenle burjuva siyasete uyarlanmış bir gerçekçi politikacılıktan (reel politikerlikten) ibarettir.

26

Kimin gerçekten işçi devrimi hedefini benimsediğini ve bu hedefe ilerlemeyi mümkün kılacak doğru bir çizgi izlediğini yaşamın canlı pratiği her vesileyle testten geçiriyor. Bu açıdan devrimci durumlar en önemli tarihsel momentleri oluşturuyor. Şayet devrimci durumları devrime ilerletecek öncü siyasal örgütlülük yoksa, sınıfın kendiliğinden patlamaları düzen güçleri tarafından yolundan saptırılıyor. Neticede devrim yarı yolda tıkanıyor, kitleler yoruluyor ve devrimci heyecan sönüveriyor. Geçmiş örnekler bir yana, günümüzde başta Venezuela olmak üzere çeşitli Latin Amerika ülkelerinde yaşananlar işte bu tehlikelere işaret etmektedir. Bu tehlikeleri görmezden gelmek ya da ciddiyetini hafifletmeye çalışarak işçi kitleleri nezdinde kof bir devrimci iyimserlik yaratmak devrimin dostu olmak anlamına gelmez. Gerçek dost, kısa vadeli politik çıkar hesaplarıyla kitlelerin nabzına göre şerbet vermez. Gerektiğinde, üzerine taş yağdırılması pahasına acı söylemeyi göze alır.

Öncü ve kitle örgütlenmesi Sınıfın devrimci örgütlenmesinde Lenin’in yaklaşımının açıkça reddedilmesi veya keyfi yorumlarla çarpıtılması, günümüzde Marksist geçinenler arasında da oldukça yaygın bir eğilim oluşturuyor. Ayrıca reformist unsurların, “Lenin öyle demedi” diye devrimci unsurlara ders vermeye kalkışmaları da sıkça karşılaşılan bir tutumdur. Bu tür tutumlar geliştirenlerin, öncü parti anlayışını savunan devrimci kadroları sekterlikle, kitlelerden kopmakla suçlamalarına şaşmamak gerekiyor. İşçi sınıfının kitlesinin kuyruğuna takılarak işçicilik yapanlar, sınıfa devrimci bilinç taşınmasına ve sınıfın öncü unsurlarının devrimci tarzda örgütlenmesine her zaman karşı çıkmışlardır. Leninist örgüt anlayışının karşısına örgütsüz kitlelere tapınmayı veya gevşek parti tiplerini dikenler, yaşamın boşluk tanımadığını gözlerden gizlemek istiyorlar. Unutulmamalı ki, devrimci bilinç sınıf içinde kendiliğinden üreyip yayılmıyor. Devrimci örgütlülük sayesinde sınıfa devrimci bilinç taşınmadığı takdirde, çeşitli burjuva siyasetler sınıfa her an başka türden bilinç taşıyorlar. Hiçbir yanlış anlamaya fırsat vermemek üzere baştan belirtelim. Devrimci örgütlenme gereği asla işçi kitlelerinin kendiliğinden eyleminin önemini ortadan kaldırmaz. Tam tersine asıl sorun, bir örgüt direktifi olmaksızın kitlelerin bağrından kopup gelen başkaldırıların etkisinin nasıl artırılabileceğidir. Önemli olan, bu tür kendiliğinden kitle eylemlerinin devrimci iktidar doğrultusunda nasıl ilerletilebileceğidir. Dolayısıyla işçi kitle mücadelesinin önemi kavranmadan ve kitle inisiyatifinin ürünü olan taban örgütlenmelerinin gerekliliği kabul edilmeden devrimci Marksist olunamaz. Devrimci dönemlerde ayağa dikilen işçiemekçi kitleler, fabrika komitelerinden semt komitelerine, işçi konseylerinden sovyetlere dek çeşitli tip ve düzeyde öz örgütlenmeler yaratabilirler. Bu örgütlülük işçi sınıfının iktidara yürüyebilmesi için mutlaka gereklidir ve kitlelerin


Mayıs 2007 • sayı: 26

marksist tutum

Leninist parti anlayışının özünü, sınıfa devrimde önderlik edebilecek öncüyü örgütlemek ve bu öncüyü devrime hazırlamak oluşturur. Bu örgütsel yaklaşım, sınıfın çeşitli düzey ve biçimlerde kitle örgütlerine sahip olması gerekliliğini de içerir ve bunu teşvik eder. Her iki düzey arasında kurulması istenen diyalektik ilişkinin esas hareket noktası, sınıf mücadelesinde mutlak anlamda “kendiliğinden” hiçbir şeyin olamayacağıdır. devrimci inisiyatifini ortaya koyar. Ne var ki, kitleler ne olağan ne de devrimci dönemlerde kendiliğinden devrimci bir önderlik yaratamazlar. İşte bu önemli husus, diğer siyasi akımları bir yana bıraktık, Marksist hareket içinde bile yıllardır büyük bir tartışma konusu oluşturuyor. İşçi sınıfının küçük bir öncü azınlığını devrim fikrine kazanarak devrimi başarıya ulaştıramazsınız. Proleter devrimin, işçi kitlelerinin devrimci tarzda ayağa kalkmasını ve devrimci mücadelede aktif inisiyatif üstlenmesini gerektirdiği son derece açıktır. Fakat sınıfın öncüsünü devrimci tarzda örgütleyen bir siyasal parti olmadan da, kitle hareketi istenen olgunluk düzeyine ulaşamaz. Sınıfın kitlesi kuşkusuz yaşayarak, yaparak öğrenir. Ancak bu sayede yanlış ve doğru yolu ayırt edebilmesi için, onun kafasını karıştıran çeşitli burjuva siyasetlerin dışında bir devrimci öncünün varlığını yanı başında hissedebilmelidir. Onun farklı sesini duyabilmelidir. Öte yandan öncünün hazırlık düzeyi, örgütlenme tarzı ve hızıyla kitleninki farklıdır. Devrime hazırlanabilmek için, devrimci durumların kenarda duranları bile harekete geçiren ateşleyici gücünü beklemeksizin, sınıfın öncü unsurlarını devrim fikri etrafında sabırla örgütlemek gerekir. Leninist parti anlayışının özünü, sınıfa devrimde önderlik edebilecek öncüyü örgütlemek ve bu öncüyü devrime hazırlamak oluşturur. Bu örgütsel yaklaşım, sınıfın çeşitli düzey ve biçimlerde kitle örgütlerine sahip olması gerekliliğini de içerir ve bunu teşvik eder. Her iki düzey arasında kurulması istenen diyalektik ilişkinin esas hareket noktası, sınıf mücadelesinde mutlak anlamda “kendiliğinden” hiçbir şeyin olamayacağıdır. Neredeyse tamamen kendiliğinden görünen bir kitlesel eylem bile, işin gerçeğinde kitlelerin arasına daha önce serpilmiş olan şu ya da bu tür düşünce tohumlarının ürünüdür. Yani bu alanda da “ne ekerseniz, onu biçersiniz”. Kitlenin kendiliğinden gücüne fazladan roller atfedip kendiliğindenliğe boyun eğmek, sınıfın kitlesini başka ellere teslim etmek anlamına gelecektir.

Leninist parti anlayışını benimseyip buna uygun bir örgütsel çaba içine girenlerle, kendiliğindenliğe teslim olanlar arasında uzlaşmaz ayrım noktaları bulunuyor. Marksizm, içerdiği devrimci örgüt anlayışıyla birlikte yaşamı dönüştürecek bir kapsam ve bütünlüğe sahiptir. Bu bakımdan sınıf mücadelesindeki devrimci çizgiyle reformist çizgi arasındaki ayrım noktaları, devrim stratejisinden örgütsel sorunlara uzanan bir hacimdedir. İşçi sınıfının devrimci çıkarlarını savunacak bir örgüt anlayışına ve örgütlenme tarzına sahip olmadan tutarlı bir devrimci çizgi izlemek asla mümkün değildir. Rusya’daki Menşevik-Bolşevik bölünmesi bunu kanıtlamış ve genel bir örnek olarak işçi sınıfı tarihine geçmiştir. Kitleselleşme adına örgütsel alanda burjuva legalitesine boyun eğen siyasi çizgilerin, ideolojik planda da kaçınılmaz olarak devrimci stratejiden ödünler verdiklerini görürsünüz. Menşevik çizgi, işçi sınıfının öncü devrimci örgütünü yaratabilecek bir siyasal ve örgütsel anlayışa sahip değildir. Dünün ya da bugünün Menşevik zihniyetli sosyalistlerinin siyasal örgütlülükten anladıkları, siyaset yapma düzeyinde esasen yalnızca kendilerini örgütlemekten ibarettir. Menşevik örgüt anlayışı geçmiş dönemlerde olduğu gibi günümüzde de, daha ziyade aydın unsurlardan oluşan dar bir politik çevre örgütlemektedir. Ve işçilerin partisi olarak da, bu politik çevrenin etrafında yer alan, gerçekte örgütsüz ve şekilsiz bir işçi yığını gösterilmektedir. Böylece Menşevik anlayış “geniş kitlesel işçi partisi yaratma” bahanesinin ardına, işçilerin kendiliğindenliğe terk edilmiş kof kalabalığını gizlemektedir. Buradan hareketle rahatlıkla görüleceği üzere, seçkincilik ve kuyrukçuluk birbirini bütünler. Oysa Bolşevik örgüt anlayışı sınıfı örgütlemeyi amaç edinir. Sınıf içinde her koşula uyum sağlayabilecek devrimci çekirdekler yaratmak, bunların öncülüğünde çeşitli işlevler üstlenmiş örgütlü işçi halkaları oluşturmak, devrimci hareketi sempatizanlar düzeyinde bile örgütlü kılmak Bolşevik tarzın özünü oluşturur.

27


marksist tutum

İşçi sınıfına devrimci önderlik yapabilecek niteliğe sahip bir örgüt yaratmak kolay değildir. Bu zorlu görev, buna talip olanlardan çok şey bekler. Bir kere, devrimci ilkelerden ödün vermeyen ama diğer yandan da taktik esneklik becerisi gösteren bir tarz var edilmelidir. Ayrıca, işçi sınıfının devrimci mücadelesi devrime adanmışlık ister, burjuva düzenle barışık olmamayı gerektirir. En önemlisi de örgütsel disiplin gereğinin içtenlikle benimsenmiş olmasıdır. Burjuva aydın bireyciliğinden arınamamış unsurlar Marksizmi benimser göründüklerinde dahi bu özelliklere sahip olmanın tamamen uzağındadırlar. Örgütsel disiplin böylelerine, gereksiz ve boyun eğeni alçaltan bir ayak bağı olarak görünür. O nedenle bu kesim, genelde işçi hareketi içinde olduğu kadar Marksist hareket içinde de reformist eğilimleri besleyip büyüten kaynaktır. Bireyci aydın anlayışı burnunu devrimci işçi mücadelesine soktuğunda orada oportünizm üretmektedir. Örgütsel sorunlar bağlamında üzerinde durulması gereken önemli hususlardan biri de, devrimci sınıf örgütlülüğünün nasıl kitleselleşmesi gerektiğidir. Marksizmi ve onun devrimci örgüt anlayışını sakatlama pahasına kitleselleşmek başarı değildir. Önemli olan, devrimci rengini koruyabilen ve gerçekten kitle hareketine öncülük edebilen bir örgütlenme yaratabilmektir. Genelde işçi kitlelerinin kendilerine kolay çözümler vaat eden reformist siyasetlerin peşinden sürüklenebileceğini unutmamak gerekir. Kitleler deneyerek öğrenirler ve başlangıçta kendilerine zor görünen devrimci çözümün aslında yegâne çözüm yolu olduğunu ancak bu sayede bilince çıkartırlar. Bu tür bilinç sıçramalarının olağan dönemlerde gerçekleşebileceğini ummak saflık olur. Kitle bilincinde gerçekleşen bu tür köklü sıçramaların devrim dönemlerinin ürünü olduğu unutulmamalıdır. O nedenle, genelde sınıfın devrimci örgütlülüğünün sınıfın kitle örgütlerine nazaran daha dar bir örgütlülük olacağı asla akıldan çıkarılamaz. Yanlış temellerde kitleselleşen işçi partilerinin hiçbirinin devrime önderlik edemedikleri bugüne dek yaşanan sayısız örnekle sabittir. Öncü ve kitle arasındaki ilişkinin doğru şekilde kavranabilmesi için bir başka nokta üzerinde durmak da yararlı olacak. Öncünün kitleyle karıştırılmaması ne denli önemliyse, siyasal öncü vasıflarının ancak sınıfın kitlesinden kopuk olmayan bir siyasal mücadele anlayışı temelinde kazanılabileceği de o denli önem taşıyor. Devrimci siyasal örgütlülüğün ilerletilmesi, öncülük iddiasında olanların sınıfın kitle mücadelesine şu ya da bu düzeyde önderlik ede-

28

Mayıs 2007 • sayı: 26

bilme vasıflarını kazanmaları sayesinde mümkün olabilir. Sınıfın öncü unsurlarının devrimci örgütlenmesi, sınıfın kitlesi içinde mücadele yürütmekten asla kopartılamaz. Bu hassas sorunu yanlış biçimde kavradığınızda, “öncü” dediklerinizi gerçekte sınıftan kopartmış ve netice olarak devrimci sınıf örgütlenmesi yerine kerameti kendinden menkul bir seçkinciliği ikame etmiş olursunuz. Bir devrimciler örgütünün var edilebilmesi için yürütülecek hazırlık çalışması, kuşkusuz devrimci bir partinin sınıf içinde yürüteceği genel kitle çalışmasından farklı özellikler içerir. Fakat bu gerçekliği de mekanik tarzda algılamamak ve yaşamın akışı içinde doğru temellere oturtmak şarttır. Örgütsel bağlamda hiçbir yapı, zaman içinde olgunlaştırılmaya çaba sarf edilmeden kendi kendine belirli bir düzeye ulaşmaz. Konu devrimci kadroların yetişmesi olduğunda, onların devrimci teoriyle donatılmaları kadar pratik çalışma ve mücadeleler içinde pişmeleri de büyük önem taşır. Açıktır ki devrimci öncüler cam fanuslar içinde yetişmezler. Başlangıçta henüz örgütsel yapılanmanın çapının elverdiği mütevazı düzeylerde bile olsa, sınıfın kitle mücadelesinde yer almaya ve ona bir ölçüde yol göstermeye çalışmakla var edilirler. Öncünün örgütlenmesinde gözetilecek kurallarla kitle çalışmasında uyulması gereken kurallar kuşkusuz aynı olamaz. Öncünün her hal ve koşulda devrimci çalışmaya uygun unsurlardan seçilmesi ve devrim için eğitilmesi, devrimci hazırlık çalışmasının vazgeçilmez parçasıdır. Gerektiğinde akıntıya karşı yüzebilmek bir devrimci öncü örgütlülükte mutlaka olması gereken bir özelliktir. Bu bakımdan, günümüzde tanık olunduğu üzere burjuva koroların “devrimler öldü” şeklinde yırtınmalarına aldanmaksızın, devrimin güncelliğine yürekten inanan kadrolar eğitmek yaşamsal önem taşır. Ama söz konusu koşullarda sınıfın kitlesinin de aynı şekilde davranmasını bekleyemezsiniz. Kitlenin bilinci somut koşullara bağlı olarak biçimlenir. Devrimci dönemlerde sınıfın kitlesini de devrimci heyecan sarar ve devrim çok daha fazla sayıda işçiye mümkün görünmeye başlar. Oysa devrimci dalgaların geri çekildiği dönemlerde kitle gündelik yaşamın gelgitlerine kapılır ve büyük ölçüde burjuva propagandasının etkisi altında yaşar. Kısaca vurgulamak istersek, işçi sınıfının devrimci tarzda örgütlenmesinin farklı halkalarını birbirine karıştırmamaya özen göstermek ve sınıfın öncüsü ile kitlesi arasındaki diyalektik ilişkiyi doğru biçimde kavramaya çalışmak başlıca devrimci görevler arasında yer almaktadır. Sınıfın


Mayıs 2007 • sayı: 26

kitlesiyle kıyaslayacak olduğumuzda, devrimci çekirdek de devrimciler örgütü de ve sınıf partisi de gerçekte öncü niteliğini taşıması gereken siyasal örgütlülüklerdir. Öncü siyasal örgütlenmenin her düzeyinde, sınıfın militan unsurlarına devrimci bilincin taşınması ve devrimci örgütlülüğün böylece fiilen sınıf içinde inşa edilmesi esastır. İşçi sınıfının devrimci öncüsünün örgütlülüğü, kitlesinin gündelik mücadele anlayışı (sendikal mücadele veya genel demokrasi mücadelesi) temelinde inşa edilemez. Tarihsel örnekler, devrimci teoriyi içselleştirmiş ve koşullar her ne olursa olsun beyni devrim için çalışan, yüreği devrim için atan unsurların işçi sınıfının öncüleri sıfatını hak ettiklerini ortaya koyuyor. Fakat devrim hedefine kilitlenmek demek, devrim propagandası sayesinde kitlelerin bilincinin kolayca değişeceğini ummak demek değildir. Bu ikincisi tam bir çocukluk hastalığıdır. Ve böyleleri iyileşemedikleri takdirde, kitlelerin devrimci çağrılara pek de kulak asmadıkları dönemlerde sabırlarını ve umutlarını yitirir ve işçi sınıfına küsüverirler. Oysa devrim hedefine kilitlenmek, kitlenin geri durumundan etkilenmeksizin sabırla ve inançla devrimci strateji doğrultusunda yol almayı gerektirir. Doğru örgüt anlayışını da içeren devrimci strateji, komünist mücadele geleneğinin ilkelerine sıkı sıkıya tâbi kılınmalıdır. Öte yandan, devrimci hedef doğrultusunda ilerleyebilmek için hangi taktiklerin uygulanacağı politik bir sanattır. Bu sanatın öğrenilmesi ve taktiklerin içinde bulunulan somut koşullara göre tayin edilmesi şarttır. Leninist örgütlenme anlayışı, olağan dönemlerde kitlenin gündelik mücadeleye uyarlanmış psikolojisinin mutlak hesaba katılmasını ve kitle içinde hassas bir çalışma yürütülmesini şart koşuyor. Bu da, işçi kitlesinin gündelik mücadelesini ilerletecek taleplerin ileri sürülmesi ve bu talepler etrafında mücadelenin yükseltilmeye çalışılması anlamına gelir. Fakat bu bağlamda ileri sürülecek talepler ve bu taleplerin savunu tarzı da devrimci olmalıdır. Çünkü ancak bu sayede sınıfın kitlesine kapitalizmin çıkışsızlığını kavratabilir ve olabildiğince çok sayıda işçiyi devrimin zorunluluğu fikrine kazanabilirsiniz. Reformizmin siyasi çizgisi ve çalışma tarzı ise, kitleyi reformlar, sendikal mücadele, genel demokratik taleplerle sınırlı bir mücadele anlayışına hapseder. Oysa devrim hedefine kilitlenen öncüler, kitle içinde yürüttükleri eğitim, örgütlenme ve propaganda çalışmalarına da devrimci bir içerik kazandırırlar. İşte ancak bu sayede, devrimin zorunluluğu fikri sınıfın kitlesine de nüfuz etmeye başlayabilir.

Devrimin güncelliği Devrimci Marksizm emperyalizm çağının proleter devrimler çağı olduğunu ortaya koydu. 20. yüzyılda yaşanan devrimler ve toplumsal altüstlükler bu düşüncenin gerçekliğini defalarca kanıtladı. Gerçi 20. yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliği ve benzeri rejimlerin çöküşüyle birlikte burjuva güçlerin Marksizme ve devrim fikrine yönelik aman-

marksist tutum

sız saldırıları işçi hareketinin tüm alanlarında önemli bir gerilemeye neden oldu. Fakat emperyalizm çağının temel nitelikleri değişmedi. Emperyalizm çağı dün olduğu gibi bugün de, bir yanda emperyalist savaş tehlikesinin diğer yanda ise toplumsal devrimlerin güncelliği anlamına geliyor. Devrimin güncelliği fikri, içinden geçilen bir konjonktürün değil yaşanan çağın temel özelliğine işaret eder. Devrimin güncelliği fikri ile kastedilen, sürekli bir devrimci durumun varoluşu değildir. Devrimin güncelliği, kapitalizmin tarihsel açıdan artık yaşlanıp potansiyellerini yitirdiğini anlatır. Bu tarihsel durum, devrimci uyanışlara tamamen ters rüzgârların estiği dönemlerde bile kitlelerin bir biçimde derin bir huzursuzluk ve gelecek hakkında tedirginlik duymalarıyla kendini dışa vurmaktadır. Köhneyen kapitalizmin yarattığı toplumsal yozlaşma, yalnızca işçi sınıfını değil genelde toplumu saran bir kötümserlik dalgasıyla seyretmektedir. Bu tür toplumsal koşullar, henüz kitlelerce kabul edilmek istenmese ya da burjuva ideologlarınca yalanlanmaya çalışılsa da, aslında tarihsel olarak devrimin zorunluluğuna işaret ediyor. Kim ne derse desin, bugün dünyamızda devrim kendisini dayatmıştır. 21. yüzyılın temel sorunu, artık katlanılmaz boyutlara ulaşmış bulunan kapitalist düzenin işçi devrimleriyle ortadan kaldırılmasıdır. Kısacası devrim günceldir. Temel tarihsel özelliği bakımından devrimlere çağrı çıkaran böyle bir dönemde, devrimci durumlar her an patlak verebilir. O nedenle de sınıfın devrimci hazırlık sorunu, günümüzde tarihsel akışı belirleyici bir öneme sahip bulunuyor. Aslında sözü bu noktada fazlaca uzatmaya da gerek yok. 21. yüzyıl beraberinde yine emperyalist savaşları ve devrimci isyanları getirdi. Çeşitli Latin Amerika ülkelerinde birbiri ardı sıra devrimci durumlar patlak veriyor. Fakat neden hâlâ başarıya koşan devrimlere tanık olmuyoruz? Dünya kapitalist sisteminin içinde bulunduğu nesnel koşullardan hareketle bu soruları doğru biçimde yanıtlayamayız. Çünkü söz konusu nesnel koşullar, kapitalist sistemin işçi devrimlerinin başarısını olanaksız kılan bir istikrara kavuştuğunu değil tam tersini kanıtlıyor. Kapitalist sistem muazzam bir çürümüşlük, dengesizlik, istikrarsızlık ve daha önemlisi tarihsel çıkışsızlık içindedir. O nedenle yukarıdaki sorunun yanıtı öznel alanda gizlidir. Marksizmin işaret ettiği üzere her kuşak tarihini verili koşullarda yapıyor ve geçmiş dönemlerin gölgesi bugünkü ortamın üzerine düşüyor. Günümüzde dünya alabildiğine çalkantılı bir döneme girdi ama işçi sınıfı geçmiş dönemin olumsuz öznel koşulları nedeniyle buna devrimci tarzda yanıt verecek bir örgütlülükten yoksun bulunuyor. İçinden geçilen dönem ne denli türbülanslı olursa olsun, devrimci bilinç işçi kitlelerinde kendiliğinden doğmuyor. Devrimci işçi mücadelesinin içinden geçilen tarihsel dönemin özelliklerine uygun bir niteliğe ulaştırılması için, reformizme enternasyonal düzeyde darbe indirilmesi zorunludur.

29


marksist tutum

Kapitalist sistemin İkinci Dünya Savaşını takip eden ekonomik yükseliş dönemi özellikle gelişkin kapitalist ülkelerde pek çok koldan tam anlamıyla reformizmi besledi. Çeşitli Avrupa ülkelerinde somutlandığı üzere, reformizm burjuva işçi partilerinden tutun da devrimci Marksist olduğunu iddia edenlere dek geniş bir siyasal yelpazede egemenlik sürdürdü. Böylece Avrupa işçi sınıfı uzun yıllar boyunca işçi hareketinde reformizmin belirleyici etkisi altında devrim düşüncesinden uzaklaştı. Gelişmiş kapitalist ülkeler işçi sınıfı reformist rüzgârlarla rehavete kapılmışken, Latin Amerika ülkeleri ve Türkiye gibi ülkelerde durum daha farklıydı. Bu ülkelerde işçi sınıfının devrimci örgütlenmeleri kanlı askeri ve faşist diktatörlüklerin zulmü nedeniyle darbe üzerine darbe yedi ve alabildiğine güç yitirdi. Bu tabloya bir de Stalinist bürokratik rejimlerin tüm ülkelerde işçi sınıfının bilincine kazıdığı olumsuz izleri eklemek gerekir. Kısacası dünya işçi sınıfı 21. yüzyılı devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyi bakımından son derece gerilemiş bir durumda karşıladı. Bu yüzden günümüzde nesnel koşullarla öznel koşullar arasında hâlâ büyük bir açı bulunuyor. Kapitalist sistem derin bir krize sürüklendi, ama ne yazık ki işçi sınıfının devrimci hazırlık düzeyi dönemin devrimci taleplerini karşılayabilmekten tamamen uzak durumda.

Tarihten ders alanlar ve almayanlar Öncülük iddiasında olanlar yalnızca eğitmezler, mücadele içinde eğitilirler de. İşçi sınıfının zaferlerinden olduğu kadar yenilgilerinden de öğrenmek ve tarihten ders almayı bilmek bu eğitimin önemli bir parçasıdır. Geçmişte yaşanan tarihsel hatalardan ders çıkartmaya niyetli ve azimli olanlar tarihten öğrenebilir, eski dönemlerde düşülen hataların tekrarlanmaması için çaba sarf ederler. Geçmişi ve günümüzü bu açıdan incelediğimizde, tarihten ders almak isteyenlerle almamaya yeminli olanları ayırt edebiliriz. Birinci Dünya Savaşı döneminin eğitici yönleri üzerinde daha önce durmuştuk. Milyonlarca insanı ölüme sürükleyen bu emperyalist savaş dehşetinin daha izleri silinmeden kapitalist sistem yeni bir paylaşım savaşına yol açacak derin bir krizle yüz yüze gelmişti. İkinci Dünya Savaşını önceleyen yıllar, militarizmin ve faşizmin dünya ölçeğinde inanılmaz yükselişiyle karakterize olmaktaydı. Marksistlerin önünde, birinci emperyalist paylaşım savaşı patlak vermezden önce tehlikenin büyüklüğünü inkâr eden ve reform hayalleri yayarak işçi sınıfını pasifleştiren tarihsel örnekler duruyordu. Buna rağmen benzer hatalar yinelendi, Almanya’da faşizmin tırmanışına önce gelip geçici bir olay diye bakıldı. Tehlikeyi küçümseyenlere göre Hitler eğitimsiz, akılsız, çapsız bir maceracıydı. Derin krizlere yuvarlanan kapitalizmin nasıl da saldırganlaştığını, maceracı denilen siyasetçileri nasıl da tarih sahnesinin önüne ittiğini görmek istemeyen bazı sosyalistler, egemen burjuvazinin siyasal tercihlerinde hâlâ genel geçer bir akılcılık aramak-

30

Mayıs 2007 • sayı: 26

taydılar. Günümüz dünyasında Balkanlar’dan başlayıp Avrasya’ya yayılan emperyalist savaşlar öncesinde de benzer şeyler yaşandı. Dünya savaşı tehlikesi veya faşizm tehlikesi oportünistler ve reformistler tarafından küçümsendi. Kapitalist sistemin bu can yakıcı sorunlarına geçmişte kalmış olgular diye bakıldı. Reformist sosyalistler globalizmi, tıpkı geçmiş dönemlerin Kautsky’leri gibi dünya savaşlarına yolu kapayan bir gelişme olarak yorumladılar. Çünkü Sovyetler Birliği’nin çöküşü sosyalist harekette tasfiyeciliği ve sağa savrulmayı besleyen genel bir atmosfer yaratmıştı. Peki neticede ne oldu? Tıpkı eskilerde olduğu gibi bu kez de kapitalist sistem “artık olmaz” diyenleri yalancı çıkardı. Emperyalist güçler arasındaki hegemonya savaşı kızışıp dünyanın çeşitli bölgelerini ateşe verirken, faşizan uygulamalar gelişmiş kapitalist ülkeleri de içine alacak şekilde yükselmeye başladı. Tüm bunlar hesaba katıldığında, sınıfa tarih bilinci taşımanın, öncüyü bu bilinçle eğitip örgütlemenin ne denli yakıcı bir önem taşıdığı yeterince aşikâr değil mi? Konjonktürel durumdan, onun geçici özellikleri ışığında, tek yönlü, genel ve kalıcı sonuçlar çıkartma eğilimi burjuva aydınların tipik özelliğidir. Bu gerçeklik, kendileri hakkındaki iddiaları ne olursa olsun burjuva aydın oportünizmine bulaşmış “Marksist” çevreleri de kapsıyor. Oportünist aydınlar, emperyalizm konusu da dahil Marksist önderlerin bazı önemli değerlendirmelerini genel düzlemde birer kalıp gibi tekrarlayıp duruyorlar. Ama sıra bu değerlendirmelerin ışığında çözümlenmesi gereken güncel sorunlara geldiğinde yanlışlıklar komedyası başlıyor. Emperyalist savaş ve faşizm tehlikesi gibi gelişmeler karşısında reformist sosyalizmin yaşattığı aymazlıklar yineleniyor, sanki tarih kendini aynen tekrar ediyor. O nedenle, kapitalizmin dolaysız ürünü olan belâlar karşısında adet yerini bulsun kabilinden söylenen sözlere aldanmamak gerek. Dünya işçi hareketi içinde kimin gerçekten devrimci, kimin reformist bir çizgi izlediğini ayırt edebilmek için özel bir çaba sarf edilmeli. Bu husus, emperyalist savaşların yayıldığı ve çeşitli kapitalist ülkelerde faşizan uygulamaların yükseltildiği günümüzde işçi sınıfının tarihsel çıkarları bakımından yaşamsal önemdedir. Günümüz dünyasında kapitalizmin tarihsel bir sarsıntı dönemine girdiği çok açık. Emperyalist savaşlar, işçi haklarına saldırılar, faşizan uygulamalarla ilerleyen bu süreç, aynı zamanda devrimin işçi sınıfını bu belâlara kesin bir son vermek üzere mücadeleye çağırdığı bir tarihsel dönemdir. Bunu pek çok Marksist çevre dile getiriyor, ama bu asla yetmiyor. Önemli olan bunun gereğini yerine getirebilmektir. Unutulmamalı ki devrimi gerçekliğe dönüştürmek, ancak ve ancak doğru bir örgüt anlayışına sahip olmak ve devrimci hedeflere kilitlenmek sayesinde mümkün olabilecek.

www.marksist.com sitesinden alınmıştır


Kentsel Yağma ve Talan Projesi Kerem Dağlı

AKP

hükümeti ve İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerin belediyeleri, bir süreden beri “Kentsel Dönüşüm” adı altında yeni bir yağma ve talan operasyonu yürütüyorlar. Kimi zaman “kentin çöküntü alanları” dedikleri gecekondu semtlerini düzeltmek bahanesiyle, kimi zaman deprem riskini öne sürerek, kimi zaman da ekonomiye büyük girdiler sağlayacakları gerekçesiyle, “dönüşüm projeleri”ni cilâlayıp parlatıp önümüze sunuyorlar. “21. yüzyılın kentini yaratacağız”, “mega şehre mega proje” türünden tumturaklı laflar ağızlarından düşmüyor. Oysa 90’lı yıllardan beri çeşitli kereler gündeme getirilen bu projelerin ardında yatan niyetin ne olduğu çok açıktır: emekçi kitlelerin kentten artan ölçüde dışlanmaları pahasına sermaye için yeni yatırım ve kâr alanları yaratmak. Galataportlarla, Haydarpaşa’ya yapılması planlanan büyük ticaret merkezleriyle, gökdelenleriyle, köprüleriyle, otelleriyle ve devasa alışveriş merkezleriyle birlikte düşünüldüğünde ortaya çıkacak pasta o kadar büyüktür ki, hükümetinden belediye başkanlarına, uluslararası finans kuruluşlarından inşaat tekellerine kadar burjuvazinin pek çok kesiminin ağzının suyu akmakta ve onları bir an

önce harekete geçmeye zorlamaktadır. Onlar bu yağma ve talan projelerini fütursuzca hayata geçirirken, “şehrin çehresini düzelteceğiz” diyerek giriştikleri gecekondu yıkımları yüzünden daha şimdiden yüzlerce aile evsiz kalmış durumdadır. Projeler kapsamında 85 bin gecekondunun daha yıkılacağı düşünülürse, on binlerce ailenin daha aynı sıkıntıları yaşayacağı kolayca anlaşılır. Üstelik planlar bununla da sınırlı değildir, yaklaşık 1,3 milyon binanın bulunduğu İstanbul’daki yapıların yarısından fazlasının “kentsel dönüşüm” projeleri kapsamında olduğu biliniyor. Yıkılarak boşaltılan bölgelere lüks konutlar, oteller veya iş merkezleri inşa edilmekte, böylece işçiemekçi aileler, kentin gelişmesiyle birlikte merkezileşerek değer kazanmış olan gecekondu semtlerinden sürülerek, şehrin daha da dışına atılmaktadırlar. Burjuvazi ve burjuva politikacılar, ağız birliği etmişçesine, kent yaşamının alışıldık bir parçası haline gelen tüm bu sorunların çözümü için “Kentsel Dönüşüm” projelerinin şart olduğunu tekrar edip duruyorlar. Ama büyük sermayeyi temsil eden hükümetin ve adına belediye denilen rantiye yaratma ve dağıtma merkezlerinin kulağa hoş ge-

31


marksist tutum

len bu sözlerine kanmamak gerekiyor. Çünkü tüm bu sorunları anarşik ve kaotik doğasının sonucu olarak yaratan ve kentleri çözülmesi imkânsız hale gelmiş trafiğiyle, yoğun bir çevre ve hava kirliliğiyle, konut sorunuyla, artan suç oranlarıyla, ahlâki ve kültürel yozluğuyla birer yeryüzü cehennemine dönüştüren, kapitalizmin ta kendisidir. Onların sistemi olan kapitalizm bu cehennemleri yaratmış ve işçi sınıfını da onun içinde yaşamaya mahkûm etmiştir. Kentin yaşam kalitesinin yükseltilmesi ve çehresinin güzelleştirilmesi, herkesin daha iyi ve sağlıklı konutlarda oturması vs. elbette hepimizin istediği ve özlediği şeylerdir. Ancak kapitalizmden cehennemi cennete çevirmesini beklemek aptallık olur.

Kentsel dönüşüm mü, kentsel rantın paylaşılması mı? Kapitalist üretim ilişkileri geliştikçe, kentin yapısı da sermayenin çıkarlarına uygun olarak değişime uğrar. Zira uygarlığın ve insanlık tarihinin şekillendiği birimler olan kentlerdeki yaşantı, hâkim üretim ve mülkiyet ilişkileriyle bağlantılıdır. Rant değeri yüksek bölgelerdeki gecekondu semtlerinin tasfiye edilmesi ve yerlerine sermaye açısından rantabl ve kârlı yatırımların yapılması, sermayenin doğası gereğidir. Ve yine kaçınılmaz bir biçimde kapitalizm bu değişimi, yerinden yurdundan ettiği işçi-emekçilerin ya da toplumun ihtiyaçlarını göz önüne alarak değil, sınıflar dengesinde gücü yettiği ölçüde, yeni fethettiği bir yere girer gibi vahşice, kenti yağma ve talan edercesine, anarşik bir biçimde yapacaktır. Dünyanın her yerinde, kapitalizm geliştikçe kentlerdeki yoğunlaşma daha da artmaktadır. Türkiye’de 70 milyonluk nüfusun yüzde 30’u sadece üç büyük kentte toplanmıştır. Bu metropoller aynı zamanda birer ticaret, sanayi ve finans merkezi olduklarından, nüfusun buralarda yoğunlaşması kaçınılmazdır. İstanbul, pek çok Avrupa ülke-

Ankara, 1977

32

Mayıs 2007 • sayı: 26

sini aşan nüfusuyla buna iyi bir örnektir. 60’lı yıllardaki sanayileşme hamlesiyle birlikte kente doğru, günümüze kadar süren (ve halen de devam eden) muazzam bir göç dalgası yaşanmıştır. Proleterleşme anlamına gelen bu dalga sonucunda şehrin eski yapısı değişerek sanayi yapılarının yer aldığı merkezlerin etrafında pıtrak gibi gecekondu mahalleleri oluşmuş, göç dalgasının durmaksızın devam etmesi gecekondulaşmanın da bugüne kadar sürmesine neden olmuştur. İş bulma umuduyla büyük kentlere göç eden yüz binlerce işçi-emekçi ailesi, plansızlık, konut kıtlığı, yoksulluk ve düşük gelir nedeniyle, çareyi boş buldukları arazilere tek göz gecekondular inşa etmekte bulmuştur. Kapitalist gelişmeye paralel olarak emek gücü ihtiyacı artan burjuvazi, işçi ücretlerini düşük tutabilmek için gecekondulaşmaya bilinçli olarak göz yummuştur. Başlangıçta değerlendirilmeyen bol devlet arazisinin bulunması da buna yardım etmiştir. Hükümetler ve belediyelerse gecekondu semtlerinde yaşayan işçi-emekçi sınıflardan siyasi çıkar sağlama peşinde koşmuşlardır. 90’lardan itibaren ise, emek göçüne bir de köyleri yakılan ve bölgeyi terk etmeleri için her türlü zora ve baskıya maruz bırakılan Kürtlerin göçü eklenmiş ve sonuçta İstanbul ve diğer büyük kentler dört bir yanından gecekondularla kuşatılmıştır. Son yıllarda küresel ölçekte hızlanan emlak spekülasyonunun rüzgârından nasiplenmek isteyen sermaye özellikle İstanbul’un pazarlanmasına özel bir önem vermiş durumda. Hükümet ve belediyeler üzerinden büyük bir etki kazanmış olan yeniyetme yeşil sermaye gruplarının da iştahı ve açgözlülüğü buna eklendiğinde, kentin merkezî bölgelerinde kalan gecekondu bölgelerinden ahalinin sürülüp atılması burjuvazi için zorunlu hale gelmiştir. Buna zemin döşemek içinse kentteki hemen her sorunun (nüfus artışı, hırsızlık, kapkaç, “görüntüyü bozma” vb.) kaynağı gecekondu bölgeleriymiş gibi gösterilmektedir. Bu yalanların ardına saklanan rant avcısı belediyeler ve hükümetler, “Kentsel Dönüşüm” adını verdikleri yağma ve talan operasyonunu büyük bir hızla sürdürmektedirler. Söz konusu olan sadece AKP’li belediyeler değildir, şimdiye dek ANAP’tan CHP’ye kadar tüm yönetimler aynı çizgiyi izlemişlerdir. Fakat en kapsamlı saldırıyı ve talanı yapma şerefine AKP’li belediyeler nail olmuştur. 2004 yılında, Belediye Kanununun “Kentsel Dönüşüm ve Gelişim Alanı” başlıklı 73. maddesi yeniden düzenlenerek, belediyelere büyük inşaat şirketleriyle birlikte “kentsel çöküntü alanı” olarak nitelendirilen gecekondu semtlerinde istedikleri gibi davranma yetkisi verilmiştir. Bunu takip eden bir dizi yasa ve yönetmelikle bu yetki güçlendirilmiş ve genişletilmiş, belediyelere tarihi yapıların bulunduğu bölgelerde de yıkım ve yeniden imar izni tanınmış, ayrıca “yeşil alan ve orman vasfını yitirmiş” arazilerin imara açılması ve devlet ve hazine arazileri üzerinde tasarruf hakkı da tanınmıştır.


Mayıs 2007 • sayı: 26

Geçmişte merkezî yönetimin tasarrufunda olan bu yetkilerin, bu şekilde belediyelere (belediye meclislerine) devredilmesi burjuva kamplar arasındaki çekişmeyi de kızıştırmaktadır. CHP’nin ve statükocu güçlerin “Kentsel Dönüşüm” projelerine şiddetle karşı çıkmalarının nedeni, geçmişte kendilerinin ya da yandaşlarının topladığı rantın, şimdi büyük ölçüde siyasal rakiplerine gidiyor olmasıdır. Yoksa gecekondularda yaşayan işçi ve emekçilerin geleceği yahut parsel parsel satılan ormanların yok oluşu onları zerrece ilgilendirmemektedir. Belediyelere tanınan yetkiyle, istenen her yer “Kentsel Dönüşüm” alanı ilan edilebilmekte (askeri alanlar hariç) ve işçi-emekçilerin yaşam hakkı fütursuzca gasp edilmektedir. Böylelikle Ankara ve İstanbul gibi büyük şehirlerde milyonlarca metrekarelik arazi boşaltılacak, buralara inşaat tekelleriyle ve uluslararası finans kuruluşlarının verdikleri kredilerle lüks oteller, gökdelenler, marinalar inşa edilecektir. Bu aynı zamanda milyar dolarlarla ifade edilen bir vurgun kapısı demektir. Son dönemde tartışılan bir örnek olarak Dubai Towers’ı hatırlayacak olursak (bahsi geçen rakam 5 milyar dolar civarındaydı) söz konusu vurgunun büyüklüğünü kafamızda daha iyi canlandırabiliriz. Yine İstanbul özelinde konuşacak olursak, Küçükçekmece, Zeytinburnu, Okmeydanı, Fatih, Kartal, Pendik gibi birçok semtte yıkımlar devam etmektedir. Yıkım yapılan bölgelerde daha lüks yapıların veya komplekslerin inşa edilecek olması, emlak değerlerini ve kiraları şimdiden birkaç katına çıkarmıştır. Ankara’da da aynı çalışmalar sürdürülmektedir. Yıkılıp yeniden inşa edilmesi planlanan bölgelerin bir kısmında gecekondu semtleri, bir kısmında devlete ait işletmeler veya binalar bulunmaktadır. Bir kısmı ise orman arazisi kapsamında ya da boş hazine arazisi konumundadır. Ancak tüm bu planların, projelerin hayata geçmesinin ön koşulu, dediğimiz gibi gecekondu semtlerinin yıkılması, boğaz sırtlarındaki ormanlar gibi yeşil alanlara el konulması, tarihi yapıların yoğunluklu bulunduğu alanlara girilmesidir. Projelere kamuoyunun ciddi biçimde tepki göstereceğini hesaba katan hükümet ve belediyeler, bu yüzden işe gecekondu yıkımlarıyla ve hatta bu bağlamda da özellikle Romanların yaşadığı semtlerdeki yıkımlarla başladılar. Ankara’daki Çinçin Mahallesi, Bursa’daki Kamberler semti ve İstanbul’daki “Sulukule”, Hacı Hüsrev, Kuştepe, Yahya Kemal ve Küçükbakkalköy semtlerinde yaşayan Romanların gecekonduları, yıkımların ilk hedefi yapılmıştır. Zaten bir süredir medyada işlenen “hırsızlık, kapkaç ve fuhuş artıyor, bunların kökü de kentsel çöküntü alanlarıdır” söylemi ile toplum nezdinde bu tür semtlerin birer suç ve “terör” yuvası haline geldiği fikri iyice kafalara kazınmıştır. Dolayısıyla yıkımlar başladığında büyük bir çoğunluk olaya, binlerce yoksul insanın yerinden yurdundan edilip sokaklara atılması olarak bakmamış, aksine “iyi oldu, şehir bunlardan temizlenip güzelleşiyor” diye düşünmüştür. Oysa “çingene” denerek aşağılanan ve

marksist tutum

dışlanan Romanların birçoğu, neredeyse yüz yıldan fazla bir zamandan beri bahsi geçen bölgelerde yaşamaktadırlar. Şimdi ise ellerine ev başına 3-8 bin YTL verilerek evlerini boşaltmaları istenmekte, kalacak ev istediklerinde kendilerine şehrin dışı sayılabilecek Taşlık semtindeki TOKİ konutları önerilmekte, ama bunun için de üste “bir miktar” para istenmektedir. Çoğu zaman insanlara eşyalarını bile alma fırsatı tanınmadan yapılan yıkımlar sonucu bugün pek çok aile, yıkılan evlerinin enkazı üzerinde perişan vaziyette yaşamaya çalışıyor. Tabii ki yıkımlar bu Roman mahalleleriyle sınırlı değildir ve olmayacaktır da. İstanbul’da Armutlu, Sarıgöl ve Gazi mahallelerinde büyük çaplı yıkımlar daha 2004 yılında başlamıştı. Pendik Kurtköy’de, Kartal Aydos’ta ve İstanbul’un irili ufaklı birçok semtinde aynı trajediler yaşanmıştı. Halen de kısa vadede 35 bin konutun yıkılması gündemdedir. Sadece üçüncü köprü inşaatı nedeniyle, boğazın her iki yakasında ve en güzel yerlerinde binlerce ev yıkılacak, istimlâk edilecektir. Belediye, yıkmak istediği evlerde oturanları “size ev vereceğiz, daha iyi evlerde oturacaksınız, yeni evlerinize geçinceye kadar kiranızı biz ödeyeceğiz” diyerek kandırıyor, kâğıtlar imzalatıyor, ardından evler yıkılıyor. Fakat ortada ne daha “güzel” evler ne de kira yardımı vardır. Yıkılacak evlere başlangıçta belediye tarafından kasıtlı olarak düşük bedel biçilmekte, ardından belediyenin yandaşı olduğu belli bazı müteahhitler gelerek daha yüksek (ama yine de piyasa değerinin altında) fiyatlarla evleri, arsaları kapatmaya çalışmaktadırlar. TOKİ’nin sınırlı sayıda yaptığı konutlar tamamen göstermeliktir. Bu rant avcılarının odaklandığı tek nokta, bir an önce yıkımların ve tasfiyelerin tamamlanıp projelerin hayata geçirilmesi ve tatlı kazançların ceplerine akmaya başlamasıdır. Sermaye her zaman kârlı gördüğü yere yatı-

33


Mayıs 2007 • sayı: 26

marksist tutum

rım yapar, alım gücü olmayan işçi-emekçilere konut inşa etmenin ise kârlı bir tarafı yoktur. Bu yüzden de belediyeler bir yandan sözlerini tutmayıp insanları oyalamaya devam ederken, diğer yandan da müthiş bir arsızlık ve pervasızlıkla gecekonduları yıkıyorlar. Onlarca yıllık emeğini bir dozer vuruşuyla yok etmeye çalışan yıkım ekiplerine direnen işçi-emekçilerin üzerine ise devletin kolluk güçlerini salıyorlar. Burjuva medya da, şıracının şahidi bozacı misali, “gecekondu sahiplerinin yoksul insanlar olmadıklarını, çoğunun apartman sahibi insanlardan oluştuğunu, zaten haklarının korunacağını” söyleyerek üzerine düşen vazifeyi fazlasıyla yerine getiriyor. İçlerinden bazı uyanık burjuvalar ise (örneğin Doğan Holding) kurdukları emlak şirketleriyle vurgundan yüklü paylar kapmaya hazırlanıyorlar. Aksiyon dergisinde yer alan bir makalede durum pek güzel özetlenmektedir: “Kimse devletin yeni binalar yaparak gecekondu halkına dağıtmasını beklemiyor. Zaten serbest piyasa koşullarında böyle bir şey söz konusu olamaz. Her çıkar grubu şehir için fedakârlık yapmadan dönüşümün gerçekleşmesi mümkün değil. Kazanım kazanımdır. Biz böyle bakıyoruz.” Burjuvazinin ve medyasının olaya nasıl baktığı, yüzlerce kaçak lüks villaya ya da kaçak sanayi tesisine göz yumulurken, gecekondulara arsızca saldırılmasından bellidir. Bugün hükümetin ve belediyelerin uygulamaya giriştikleri “Kentsel Dönüşüm” projeleri, işçi-emekçi halkın değil, yerli ve yabancı büyük sermaye çevrelerinin ihtiyaç ve çıkarlarına göre oluşturulmuştur. Dolayısıyla kentin bürüneceği yeni hal, işçi ve emekçi halk için hiç de bugünkünden daha iyi olmayacaktır. Altyapı, trafik, konut sorunları daha da büyüyecek, kent yaşamından ayrı düşünülmemesi gereken toplumun sosyal ve kültürel ihtiyaçları yine hiçe sayılacaktır. “Kentsel Dönüşüm”cülerin bir diğer argümanı da İstanbul’u bekleyen deprem tehlikesidir. İstanbul’u ciddi bir deprem tehlikesinin beklediği biliniyor. Bu anlamda çarpık ve çürük yapılaşmanın ciddi bir risk oluşturduğu ve bu sebeple de şehir genelinde bir yeniden planlama-yapılanma gerektiği kesindir. Ama burjuvazinin derdi bu değildir. Onların derdi halkın gözünü korkutarak yeni kazanç kapıları açmak ve “Kentsel Dönüşüm”e hız vererek önlerindeki engelleri temizlemektir. Burjuvazi, böylesine yaşamsal bir tehlikeyi ve ondan duyulan korkuyu bile kâra dönüştürecek denli arsız, pervasızdır. Sağlam raporu verilen evler üç gün sonra yıkılmakta, deprem testi-denetimi yapacağız denilerek yeni kazanç kapıları açılmaktadır. Örneğin Küçükçekmece’de şu anda süren yıkımların birincil sebebi olarak deprem riski ve mevcut yapıların buna uygun olmaması gösterilmektedir. Mevcutların depreme dayanıklı olmadığı konusunda şüphemiz yoktur, ama yerine yapılacakların ne kadar dayanıklı olacağı konusunda

34

ciddi şüphelerimiz olması gerekir. Çünkü sürekli belirttiğimiz gibi burjuvaziyi ve burjuva belediyeleri güdüleyen şey halkın sağlığı, güvenliği değil yapılan işten ne kadar kazanılacağıdır. Tüm bunların üzerine, kentin dönüştürülerek güzelleştirileceği iddialarını ciddiye alıp uzun boylu kafa yormaya bile gerek yoktur. Burjuvazinin güzellik anlayışının özünü üst üste yığılmış dolarlar oluşturur. Boğaz kıyılarına kondurulan gökdelenler, bunun iyi birer örneğidir. Daha fazla otel, gökdelen, rezidans veya alış-veriş, ticaret merkeziyle şehrin güzelleşeceğini düşünmek burjuvazinin pespaye estetik anlayışının bir göstergesidir. Şehir merkezlerine yığılacak bu tip yapılar, boğaza üçüncü köprü vs. hepsi de zaten kapasitesinin sınırına gelmiş olan şehrin sorunlarını katmerleştirerek arttıracaktır. Nüfus yoğunluğunu trafiğin artışı takip edecek, su havzalarının ve yeşil alanların yok edilmesi sonucu su, çevre ve hava kirliliği problemleri artacak, yüksek emlak fiyatları konut sıkıntısını daha da ağırlaştıracaktır. İşte burjuvazinin kenti dönüştüreceği manzara budur. Bir yanda şehir merkezlerinde kendileri için yaratılan “özerk” bölgelerde, alış-veriş ve ticaret merkezlerinden faydalanan, yine şehrin en güzel bölgelerinde yaptırılan lüks konutlarda ikamet eden seçkinler sınıfı, diğer yanda onlara hizmet eden ve maddi yaşamı üreten ama buna rağmen şehir merkezine uzak bölgelerdeki gettolarda yaşamaya mahkûm edilen işçi ve emekçi kesimler. Sanırsınız ki köleci Roma’nın antik kentlerine bir geri dönüş var; “özgür yurttaşlar” yerine geçen seçkinler kentin merkezlerinde veya en güzel yerlerinde yaşayacak, ücretli “köleler” de hizmetleri bitince bu güzelliği daha fazla bozmamak için şehir dışındaki yerlerine çekilecekler. Bu tablo ilk bakışta belki biraz fantastik gelebilir ama gelecekte karşılaşacağımız durum bundan pek farklı değildir.

Çözüm işçi iktidarında Elbette ki, İstanbul gibi büyük kentler başta olmak üzere tüm kentler yeniden düzenlenmek ve yapılandırılmak ihtiyacındadır. Ancak burada sorulması gereken bunun hangi sınıfın çıkarı gözetilerek yapılacağıdır. Bugün hükümetin ve belediyelerin uygulamaya giriştikleri “Kentsel Dönüşüm” projeleri, işçi-emekçi halkın değil, yerli ve yabancı büyük sermaye çevrelerinin ihtiyaç ve çıkarlarına göre oluşturulmuştur. Dolayısıyla kentin bürüneceği yeni hal, işçi ve emekçi halk için hiç de bugünkünden daha iyi olmayacaktır. Altyapı, trafik, konut sorunları daha da büyüyecek, kent yaşamından ayrı düşünülmemesi gereken toplumun sosyal ve kültürel ihtiyaçları yine hiçe sayılacaktır. Ancak projeye ve sonuçlarına, çoğu odaların ve meslek kuruluşlarının yaptığı gibi salt teknik açıdan karşı çıkmak doğru değildir. Mesele teknik değil, sınıfsal bakış açısıyla yaklaşılması gereken bir meseledir. Milliyetçi sol anlayışla-


Mayıs 2007 • sayı: 26

rın yaptığı gibi “İstanbul yabancı sermayeye peşkeş çekiliyor” türünden lafazanlıklar da, olsa olsa rantın yeniden bölüşümünde payını kaybeden CHP’li ve diğer burjuva partili siyaset erbabının, çıkar çevrelerinin değirmenine su taşır. Mesele peşkeş çekilme meselesiyse, tüm dünya sermayeye peşkeş çekilmektedir. Sermayenin girmediği delik, yerleşmediği boşluk mu vardır? Sermayeye yerli-yabancı ayrımı temelinde yaklaşmaksa, işçi sınıfının sermayeye karşı mücadelesinin baştan yanlış temeller üzerinde inşa edilmesine ve başarısızlığa mahkûm olmasına yol açacaktır. Öte yandan, konut sorununun burjuvazinin propaganda ettiği gibi “herkesin kendi evinin sahibi olması”yla çözülebilmesi, kapitalizm altında asla gerçekleşemeyecek bir düştür. En zengin kapitalist ülkelerde bile bunun sağlanamamış olması, hatta dünyanın en zengin ülkesi olan ABD’de bırakalım ev sahipliğini milyonlarca insanın bir barınaktan yoksun biçimde sokaklarda yaşıyor olması bunun kanıtıdır. Buna rağmen burjuvazi sürekli olarak bu düşü pompalamakta ve mortgage gibi yöntemlerle bunu özendirmektedir. Oysa şimdi Türkiye’de de yasalaşan mortgage sistemiyle ya da TOKİ’nin sözde uygun kredi koşullarıyla ev sahibi olmaya niyetlenen işçilerin büyük bir çoğunluğu için, bu, kurtuluşun olanaksız olduğu bir borç prangasını kendi elleriyle kendilerine takmaları demektir. Her şeyden önce, kapitalist sistemde işçilerin sürekli iş bulabilmelerinin hiçbir garantisi yoktur. Ancak düzenli olarak iş bulan işçiler için de bu borç yükü, kölelik zincirinin bir kat daha ağırlaşması anlamına gelecektir. Ev sahibi olmak sevdasıyla 20-30 yıl sürelerle borçlanan işçiler, ödemelerini aksattıklarında evlerinden olacaklarından, kendilerine dayatılan kölece çalışma koşullarına ses çıkarmayacaklar ve “kendilerine ait evlerinde esaret zincirleri daha da kalınlaşmış köleler” olarak cehennem hayatı yaşayacaklardır.

marksist tutum

Şüphesiz işçilerin ve emekçilerin en temel ihtiyaçlarından biri yeterli büyüklükte, sağlıklı konutlarda ücretsiz barınabilmektir. Ne var ki bu ancak doğayı ve kaynakları tahrip ve israf etmeyen planlı bir yapılaşmayla mümkün olabilir. Ancak bu sayede yeterli miktarda sosyal, kültürel, sportif tesis ve olanaklar işçi-emekçilerin serbest kullanımına sunulabilir. Tüm bunların kapitalizm altında gerçekleşmesi ise mümkün değildir. “Diğer pek çok sorunda olduğu gibi bu sorunun da çözüm yolu, kapitalizmi alaşağı edecek ve bütün üretim araçlarına bizzat işçi sınıfının el koyacağı bir toplumsal devrimden, proleter devrimden geçmektedir. Özel mülkiyetin ortadan kaldırılacağı, üretimin merkezi bir plana uygun olarak yapılacağı, insanların eğitim, sağlık, barınma, ulaşım, elektrik, su gibi en doğal ihtiyaçlarının ücretsiz ya da çok cüzi ücretlerle karşılanacağı, tüm iktidarın sovyetler aracılığıyla işçi sınıfının elinde olduğu bir işçi devleti. Tıpkı konut sorunu gibi, işçi ve emekçilerin kapitalizmin kangren haline getirdiği tüm sorunlarının çözümü, sınıfsız ve devletsiz topluma, yani sosyalizme ilerleyen böyle bir devletten geçiyor. Proleter devrimin ardından bizzat proletarya tarafından oluşturulacak bu devlette, büyük mülk sahibi sınıfların mülklerine el konulacak ve tüm boş mülklerle birlikte buralar da işçilerin kendi devletinin mülkiyetinde yerleşime açılacaktır. Doğayı tahrip etmeyen, onunla uyumlu, sağlıklı ve güvenli konutlar bizzat bu devlet tarafından yapılarak işçilerin buralarda sağlıklı bir şekilde yaşamaları sağlanacaktır.” (Zeynep Güneş, Konut Sorunu Nasıl Çözülür?, www.marksist.com) Bugün özellikle gecekondu yıkımlarında patlak veren direnişlerin, birbirinden kopuk ve çoğu zaman bireysel taleplerle sınırlı olması, çoğunlukla hiçbir hak elde edilememesiyle ya da ağza bir tutam bal çalınmasıyla sonuçlanmaktadır. İstanbul’un ve diğer büyük kentlerin farklı bölgelerinde gündemde olan gecekondu yıkımlarına maruz kalan işçi ve emekçilerin ortak bir örgütlülüğe girişmeleri, ortak talepler uğruna mücadele etmeleri şarttır. Bu talepler sadece evi yıkılan ailelerin değil, tüm işçi ve emekçilerin talepleri olacaktır. Gecekondu mahallelerindeki yıkımlar durdurularak öncelikle buralarda yaşayan ailelere insanca yaşayabilecekleri ortamlarda uygun konutlar sağlanmalı, işçi ve emekçilerin kentlerin dışına sürülmelerine son verilmelidir. Tüm bu taleplerin hayata geçirilebilmesi içinse öncelikle işçi sınıfı örgütlenmeli ve tüm sorunları çözecek kapıyı açacak olan bir işçi iktidarı için mücadeleye atılmalıdır. 

35


Fransa’da Neler Oluyor? Utku Kızılok

Ekonomik krizler, açlık, yoksulluk ve savaşlar kitlelerin yaşamını derinden etkiler ve eski göreceli “mutlu” günlerine son verir. Derin bir huzursuzluk içinde kıvranan kitleler, en küçük umuda sarılır, onları bu huzursuzluktan kurtaracağını vaat eden partilerin veya liderlerin peşinden sürüklenirler. Sonuç olarak, bugün Türkiye’de de yakından tanığı olduğumuz gibi, içinde yaşadığımız dönem benzeri bunalımlı dönemlerin işçi-emekçi kitlelerin burjuvazinin milliyetçi, ırkçı, faşist tuzaklarına yakalanma riskini misliyle artırdığı gayet açıktır. Buna karşı kararlı ve anlamlı bir mücadele yürütmenin ise, sınıfın bağımsız devrimci politikasını güçlendirip yükseltmekten başka bir yolu bulunmuyor.

36

F

ransa tarihinin en yüksek katılımlı (%86) seçimi olan 22 Nisandaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunu, Halk Hareket Birliği (UMP) adayı Nicolas Sarkozy kazandı. Halihazırda İçişleri Bakanı olan Sarkozy toplam oyların %31’ini alırken, Sosyalist Parti adayı Ségolene Royal 25,8’ini, Fransa Demokrasi Birliği lideri François Bayrou 18,6’sını ve ikinci tura kalması beklenen Ulusal Cephe lideri faşist Le Pen ise 10,5’ini aldı. Buna karşın komünist ve diğer sol adaylar geçmiş dönemki oylarını koruyamadılar. 2002’deki seçimlerde toplamda %11 civarında oy alan Troçkist adaylar bu seçimlerde yalnızca %6 civarında oy alırken, Komünist Partisi de ancak %1,9 oranında oy alabildi. Uzun bir dönemdir her vesileyle altını çiziyoruz. Dünyadaki tüm siyasal gelişmeleri koşullandıran ve belirleyen şey, kapitalizmin içine düştüğü tarihsel bunalım ve bunun bir sonucu olan emperyalist savaştır. Emperyalist çürüme ve siyasal gericilik özellikle emperyalist savaş dönemlerinde daha belirgin bir biçimde açığa çıkıyor. Militaristleşme, anti-demokratik yasaların yürürlüğe konması ve polis devleti uygulamaları bu dönemlerin özgün karakteridir. Bu dönemlerde gericilik burjuva siyasetinin her rengine damgasını basar. Milliyetçilik yükseltilir, ırkçılık körüklenir ve faşizan örgütlenmeler artar. Tüm bunların bir sonucu olarak işçi sınıfının kazanılmış haklarının yanı sıra, sendikal ve siyasal örgütlenmelerine saldırılar artar ve baskılar yoğunlaşır. Nihayetinde Fransa’daki seçimleri belirleyen ve şekillendiren de bu genel düzlemdir. Burjuva düzen partileri genelde seçim propagandalarını militarizm ve milliyetçilik zemini üzerinde yürüttüler. Yükselen milliyetçilik, ne yazık ki Fransız solunu da basınç altına almış ve onlar da şu ya da bu düzeyde ve tonda milliyetçiliğe sarılmışlardır. Bu siyasal verili koşullarda Fransız burjuvazisinin gönlünde yatan aslan Sarkozy’dir. Fransız emperyalizminin bu hırslı temsilcisi büyük ihtimalle ikinci turda da seçilecek ve efendilerinin programını en hızlı şekilde hayata geçirmeye girişecektir. Fransa’da iş saatlerinin görece kısalığı, emek maliyetinin görece yüksekliği ve işçi sınıfının sosyal kaza-


Mayıs 2007 • sayı: 26

nımlarını belirli düzeylerde hâlâ koruyor olması burjuvaziyi geriyor. Sarkozy, uzun bir dönemdir gündemde olan ve fakat kitlelerin tepkisi nedeniyle hayata geçirilemeyen sosyal güvenlik, eğitim, sağlık, emeklilik, toplu sözleşme ve iş yasasına yönelik değişiklikleri yeniden gündeme getireceğini açıklamıştır. Sarkozy sadece işçi sınıfının kazanımlarına saldıran programı değil, aynı zamanda emperyalist savaş programını da hayata geçirmek istemektedir. Sarkozy, ırkçı ve faşizan tutumuyla Fransa’da faşizmin kıdemli temsilcisi Le Pen’i bile hayretlere düşürdü. Le Pen’in kızının “Sarkozy bizim fikirlerimizi çalıp kazandı, o bir light Le Pen” demesi manidardır. Emperyalist çürümenin ve siyasal gericiliğin temsilcisi olan Sarkozy, –seçimleri de hesaba katarak– uzun dönemdir ırkçı ve faşizan bir söylemle birlikte “yeni bir Fransa” ya da “kanun ve nizam” gibi sloganları kullanıyor. Nitekim seçim sonrasında muzaffer bir edayla şunları söyledi: “Tek bir dileğim var. Fransız halkını yeni bir Fransız düşü etrafında birleştirmektir.” Bu “Fransız düşü” ve “kanun ve nizam”ın içeriğini, Ulusal Güvenlik Konseyinde ifadesini bulan merkezileşmiş güçlü bir devlet, ordunun savaş gücünün artırılması, polisin yetki alanının genişletilmesi, kilisenin etkin kılınması ve en önemlisi de stratejik görülen sektörlerde grevlerin yasaklanması gibi unsurlar oluşturuyor. Sarkozy’nin programı ve kullandığı temalar Mussolini ve Hitler’in söylemlerine oldukça benzemektedir. Hitler, kitlelere güçlü bir devlet, güçlü bir ordu, kanun ve nizam vaat ediyordu. Hitler ırkçı söylemini Yahudi düşmanlığı üzerine oturtmuştu, Sarkozy ise göçmen düşmanlığı üzerine. Le Pen’in alâmeti farikası olan göçmen düşmanlığını Sarkozy devralmış bulunuyor. 2005 Ekiminde göçmen isyanı patlak verdiğinde Sarkozy, isyan edenleri “pislik” ve “çeteci” olarak damgaladı ve Fransız işçi kitlelerini göçmenlere karşı kışkırttı. Fransız işçi kitlelerinin sahiplenmediği isyan bastırıldıktan sonra olağanüstü hal ilan edildi ve bilahare anti-demokratik yasalar yürürlüğe sokuldu. Sarkozy %11’lere varan işsizliğin ve düşük ücretlerin müsebbibi olarak göçmenleri gösteriyor. Nitekim bir Milli Kimlik ve Göçmen Bakanlığı kuracağını açıklayarak ırkçı ve faşizan tutumunu kurumsal bir düzeye ilerletmiştir. Bu bakanlık göçmenlere “Fransız kimliği”ni dayatmakla kalmayacak, onları sınır dışı edebilecek ve ülkeye göçmen girmesine ya engel olacak veya sadece kalifiye işçilere izin verecek. Sosyal kazanımlarını yitiren, ücretleri düşen, iş saatleri uzayan işçi kitleleri ve işsiz yığınlar, çıkışsızlık ve umutsuzluk içinde ne yazık ki göçmen işçileri kendi durumlarının sorumlusu olarak görebiliyor. Sorunların kaynağının kapi-

marksist tutum

talizm olduğunu kitlelerin bilincine çıkartacak ve kitlelerin öfkesini kapitalizmin temellerine yönlendirecek bir devrimci önderliğin olmadığı koşullarda emekçi sınıflar pusulayı şaşırıyorlar. Ve Sarkozy gibi gerici liderlerin “kanun ve nizam”la desteklenmiş “yeni bir Fransa” veya “Fransa düşü” vaatlerine daha fazla kulak veriyorlar. Dolayısıyla da geçen seçime bakıp Le Pen’in oy kaybettiğini ve faşizmin taban yitirdiğini söyleyenler fena halde yanılmaktalar. Sarkozy’nin faşizan bir söylem kullanarak kitlelerden oy toplaması ve geçen seçimde Le Pen’e oy verenlerin Sarkozy’ye yönelmesi gerçeği dikkate alınırsa faşizmin taban yitirmediği görülecektir. Birinci emperyalist savaştan yenik çıkan Alman emperyalizmi bu durumu kabul etmemiş ve dünyanın yeniden paylaşılması için yeni bir savaşa hazırlanmaya başlamıştı. Savaş hazırlığının başarıya ulaşması için içeride proleter kitlelerin bastırılması, devletin tepeden tırnağa militarist tarzda örgütlenmesi ve her şeyden önemlisi de kitlelerin yeniden savaş cephelerine gönderilmeye ikna edilmesi gerekiyordu. İşte bu olağanüstü süreç, siyaset sahnesinin ön saflarına Hitler’i fırlattı. Açlık, yoksulluk ve işsizlik içinde kıvranan işçi kitlelerini, mülkünü kaybetmiş kentli ve köylü küçük-burjuvaziyi ve terhis edilerek sokağa atılmış asker yığınlarını Hitler, “güçlü bir Almanya”, “kanun ve nizam” demagojik söylemleriyle peşine taktı. Sonrasında ne olduğu herkesin malûmu… İçinden geçtiğimiz emperyalist savaş konjonktüründe de burjuvazi, çıkışsız ve umutsuz kitleleri peşlerine takarak burjuvazinin savaş programını hayata geçirecek liderlere ihtiyaç duyuyor. Sarkozy de Fransız emperyalizminin savaş programını hayata geçirmeye çalışacaktır. Fransa ekonomisi uzun bir dönemdir büyümüyor ve kapitalistlerin kâr oranları düşüyor. En önemlisi de Fransız emperyalizmi hegemonya kavgasında arzuladığı noktada değildir. Çatlamaya başlayan AB’nin geleceği meçhul. AB güçleri

37


marksist tutum

arasında Alman emperyalizminin etkisi giderek artmaktadır. Beri yandan ABD ve İngiltere’nin paylaşım alanlarına silah zoruyla dalmaya başlaması Fransız emperyalizminin bu alanlardan iyice dışlanmasına neden olmuştur. Fransız emperyalizmi bu dışlanmışlıktan ve sıkışmışlıktan kurtularak emperyalist paylaşımda daha aktif olmayı arzulamaktadır. Daha savaşkan bir politika arzulayan Fransız burjuvazisi –en azından baskın bir kesimi–, Fransa’nın geleneksel ABD karşıtı, De Gaulle’cü çizgisini şimdilik bir kenara bırakmış bulunuyor. Sarkozy’nin başında bulunduğu UMP, De Gaulle’ün kurduğu bir partidir. De Gaulle, ABD emperyalizminin hegemonyasını kabul etmeyerek karşıt bir kutup yaratmaya çalışmıştı. AB’nin varlığı ve bugünkü düzeye ilerletilmesi de bu karşı koymanın bir parçasıdır. Lakin tüm çabalarına karşın Fransız emperyalizmi ABD karşısında yeterince etkili olamamıştır. Gelinen aşamada ise ABD’nin karşısında durmaktansa onun yanında yer alarak emperyalist paylaşımdan pay kapmayı tercih etmektedir. Sarkozy’nin Ruslardan çok Amerikalıları sevdiğini açıklamasının ve ileri sürdüğü “Atlantik ötesi yeni politika”nın esbabı mucibi budur. Lakin bu yeni politika, Fransa’nın ABD karşısında Avrupa merkezli bir kutup oluşturmaktan stratejik olarak vazgeçtiği anlamına da gelmiyor. Yukarıda genel hatlarıyla ortaya koyduğumuz tabloya bakarak Fransa’da faşizmin iktidara yürüdüğünü söylemek elbette ki mümkün değil. Fakat emperyalist siyasal gericiliğin ve çürümüşlüğün kendini belirgin bir şekilde dışa vurduğu günümüz koşullarında, faşizmin güncel bir tehlike olduğu da bir gerçektir. Fransa’da olanlar bu tehlikenin görmezden gelinemeyeceğini ayan beyan ortaya koyuyor.

Solun ezeli zaafı: milliyetçilik Esasında kitlelerin hayati çıkarlarına saldıracağı açık olan Sarkozy gibi liderin ön plana geçmesi ve pek muhtemelen başkanlık koltuğuna oturacak olması, perşembenin gelişi çarşambadan bellidir sözüne uymaktadır. Bunda başlıca sorumluluk işçi sınıfını temsil iddiasında olan sol partilerin, derece derece farlılıklar olsa da, bağımsız bir sınıf siyasetinden daha da uzaklaşmaları, sınıfa ihanet tutumlarını ilerletmeleridir. Fransız kapitalizminin yaşadığı tıkanıklık ve sermayenin işçi sınıfı üzerinde arttırdığı basınç karşısında bu sol partiler geri çekilmeyi ve türlü biçimler altında boyun eğmeyi seçmektedirler. Bu durum kaçınılmaz olarak burjuvazinin elini güçlendirmekte ve işçi kitlelerin de bir yandan bu partilerden soğuyup uzaklaşmasına, bir yandan da gerici burjuva demagojilerine daha fazla kulak kabartmasına yol açmaktadır. Anayasa referandumu, göçmen işçilerin isyanı ve Yeni İş Sözleşmesi yasası üzerine daha önce yazdığımız yazılarda, Fransız solunun, hareketlenen kitlelerdeki yanlış eğilimleri törpüleyip, dar bakışı aşacak bağımsız bir sınıf çizgisi izlemediğini belirtmiştik. Bunun yerine izledikleri re-

38

Mayıs 2007 • sayı: 26

formist ve milliyetçi siyasetin ise son tahlilde Sarkozy’ye yarayacağını vurgulamıştık. Bugün bunlar doğrulanmaktadır. Uzun vadeli eğilimlerin ötesinde bugün somut olarak bunun bedeli ödenmektedir. O gün gerekeni yapmayanlar burjuva siyasetine giderek daha fazla uyarlandılar. Bu seçim sürecinde öne çıkarılan temalar bunu fazlasıyla göstermektedir. Örneğin Sosyalist Parti adayı Royal’in temel sloganlarından biri “her eve bir bayrak”tı; bu pek sosyalist hanımefendiye göre herkes milli marşı gerektiği gibi söylemeli ve içtenliklerini belli etmeliydi. Açıktır ki, sol genel olarak milliyetçiliğe karşı duramamıştır. Sosyalist Parti milliyetçi temaları sosyal Avrupacı bir çizgiyle birleştirmiştir. Milliyetçi çizgiyi güçlendirmek için Sarkozy’nin vazgeçtiği De Gaulle’cü geleneğe de sahip çıkmıştır. Fransız Komünist Partisi ise eskiden beri süre gelen “onurlu Fransa” çizgisini takip etti. Milliyetçilik öylesine etkin bir hale geldi ki, faşist Le Pen’in partisine katılan ve halen kendisine Marksist diyen yazar Alain Soral, utanıp sıkılmadan “eğer Marx yaşasaydı oyunu Le Pen’e verirdi” diyebildi. Buna karşın devrimci çevreler de ne yazık ki milliyetçiliğe karşı sert bir çizgi ortaya koyamadılar. Yukarıda da vurguladığımız üzere, Troçkist adaylar geçen seçimlerde %11 oy almalarına rağmen bu seçimlerde ancak %6 civarında oy alabildiler. En büyük yenilgiyi de Lutte Ouvriere (İşçi Mücadelesi) aldı. Lutte Ouvriere daha önceki seçimlerde %5,7 oranında oy almıştı. Ancak bu çevre ezelden beri ekonomist-sendikalist bir çizgi izliyor ve işçi kitlelerinin karşısına siyasal taleplerle çıkmıyor. Oysa, milliyetçiliğe ve şovenizme karşı çıkan, hedefine açıkça kapitalizmi koyan bağımsız bir sınıf perspektifi olsaydı, işçi kitleleri umutsuzluk ve çıkışsızlık noktasında Sarkozy’ye değil devrim cephesine yönelirlerdi. Unutulmamalı ki, emperyalizm çağı ve özellikle savaşlarla karakterize olan süreçler bağırlarında proleter devrimleri de taşırlar. Lenin’in ifadesiyle savaşlar devrimlerin anasıdır. Ekonomik krizler, açlık, yoksulluk ve savaşlar kitlelerin yaşamını derinden etkiler ve eski göreceli “mutlu” günlerine son verir. Derin bir huzursuzluk içinde kıvranan kitleler, en küçük umuda sarılır, onları bu huzursuzluktan kurtaracağını vaat eden partilerin veya liderlerin peşinden sürüklenirler. Sonuç olarak, bugün Türkiye’de de yakından tanığı olduğumuz gibi, içinde yaşadığımız dönem benzeri bunalımlı dönemlerin işçi-emekçi kitlelerin burjuvazinin milliyetçi, ırkçı, faşist tuzaklarına yakalanma riskini misliyle artırdığı gayet açıktır. Buna karşı kararlı ve anlamlı bir mücadele yürütmenin ise, sınıfın bağımsız devrimci politikasını güçlendirip yükseltmekten başka bir yolu bulunmuyor.


Mavi Gözlü Komünist Dev Suphi Koray

O mavi gözlü bir devdi. Minnacık bir kadın sevdi. Kadının hayali minnacık bir evdi, bahçesinde ebruliii hanımeli açan bir ev. Bir dev gibi seviyordu dev. Ve elleri öyle büyük işler için hazırlanmıştı ki devin, yapamazdı yapısını, çalamazdı kapısını bahçesinde ebruliiii hanımeli açan evin. O mavi gözlü bir devdi. Minnacık bir kadın sevdi. Mini minnacıktı kadın. Rahata acıktı kadın yoruldu devin büyük yolunda. Ve elveda! deyip mavi gözlü deve, girdi zengin bir cücenin kolunda bahçesinde ebruliiii hanımeli açan eve. Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev, dev gibi sevgilere mezar bile olamaz: bahçesinde ebruliiiii hanımeli açan ev..

12

Eylül 1980 askeri faşist darbesinin kültür-sanat alanında yarattığı karanlığın perdeleri yavaş yavaş yırtılmaya başlandı. Bilindiği üzere faşist darbe devrimci işçi hareketini silindir gibi ezmiş, sanattan politikaya yaşamın her alanını zapturapt altına almıştı. Faşist rejim tam 937 filmi sakıncalı bulduğu için yasaklamıştı. Bu kadar çok filmin yasaklanması faşist cuntanın korkaklığının yanı sıra, ‘80 öncesinde işçi hareketinin sinemaya ne kadar çok tesir ettiğini de gösteriyor. O döneme kıyasla bugün devede kulak kalan sayıda da olsa toplumsal konulara değinen filmlerin çekilmeye başlaması umut verici. 12 Eylül’ü sorgulayan Eve Dönüş ve Beynelmilel filmlerinin yanı sıra Nazım Hikmet: Mavi Gözlü Dev filmi de bu parmakla sayılabilen filmlerden biri. Mavi Gözlü Dev işçi sınıfına sevdalı ozan Nazım Hikmet’in 19411950 yılları arasında Bursa Cezaevi’nde mahpusluk ettiği dönemi beyaz perdeye taşımış. Hapistir ama zincirini kırmıştır Nazım Usta. Siyah beyaz karelerle komünist şairin geçmişinden de kesitler sunan film, Nazım’ın hayatını konu alan ilk film olma özelliğini taşıyor. Kendini yepyeni bir dünya, komünist bir dünya kurma umuduyla işçi sınıfının mücadelesine adayan ustanın hayatını film kareleriyle anlatmak kuşkusuz çok zor bir iş. Çünkü Nazım Hikmet sadece bir şair değil; yüreği işçi sınıfı için atan bir komünist, bir devrimciydi aynı zamanda. Dizelerinde sevdalandığı kadınlara olan aşkını, özlemini de anlattı; gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan bir dünya özlemini ve mücadelesini de. Onun dünya çapında ünlü bir şair olmasını sağlayan şey, Avrupa’dan Amerika’ya, Uzakdoğu’dan Ortadoğu’ya kadar tüm ezilen ve sömürülenlere karşı duyduğu sevgi, tüm ezenlere, sömürücülere ve zorbalara karşı duyduğu öfkeydi. Nitekim hayatının ne yönde, nasıl akacağını belirleyen de işçi sınıfının kurtuluşu için verdiği mücadele oldu. Bunun için sevdiklerini arkasında bırakmayı göze alabilen bir devrimciydi Nazım Hikmet:

39


marksist tutum

Düşmesin bizimle yola: evinde ağlayanların göz yaşlarını boynunda ağır bir zincir gibi taşıyanlar Bıraksın peşimizi kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar! Nazım Hikmet kendi dilinde yasaklandı, karalandı yıllar boyunca. Her zaman işçi sınıfının kalbinde yaşayacak olan Nazım Hikmet, öldükten sonra burjuvazinin her zamanki taktiği olan iç boşaltma operasyonuna maruz kaldı. Komünistliği unutturulmaya çalışılarak sadece aşklarıyla gündeme getirildi; “kartpostal şairi” denildi. Nazım’ın mahpusluk yaşamını konu alan Mavi Gözlü Dev filmi de bu konuda maalesef aynı sakatlıkla malûl. Filmde Nazım’ın aşkları, eşi Piraye ve dayıkızı Münevver arasında kalışı dengesiz bir biçimde ön plana çıkarılarak, böylece onun politik kimliği ve şiirlerine gücünü veren komünist inançları gölgede bırakılmış oluyor. Eşi Piraye’nin mektubunu sabırsızlıkla bekleyen Nazım Hikmet radyodan İkinci Dünya Savaşını takip ediyor, çevresindekileri eğitiyor, yetiştiriyor. “Savaş korku ve sefaletten başka bir şey veremez. Yakar, yıkar, öldürür, yok eder!” sözleriyle emperyalist savaşın ne demek olduğunu anlatıyor cezaevindekilere. Nazım Usta aşkı da onun komünistliğini unutturmaya çalışanların kavradığından farklı anlatmaktadır. “Aşık olmayan bir halt olamaz diye yazdım

40

Mayıs 2007 • sayı: 26

Kemal Tahir’e. Aşık olduğuma gör şairliğin falanın filanın çok ötesinde birşeyim herhalde” der örneğin kendisini ziyarete gelen Piraye’ye. 1941 yılında Bursa Cezaevi’ne nakledilen Nazım’ın ilk kez güneşe çıkarılmasını resmettiği dizeleriyle açılıyor beyaz perde. Nazım Hikmet’in gelmesiyle birlikte Bursa Cezaevi’ne de güneş doğuyor adeta. Mahkûmlar arasında adı bir efsane gibi dolaşır; kimine göre Yavuz zırhlısını kaçıran bir kahraman, kimine göre devlete kafa tutmuş bir babayiğit. Nazım Hikmet’i komünist olduğu için sevmeyenler de vardır kuşkusuz; çünkü aslında ne olduğunu bile bilmedikleri komünizm kötü bir şey olarak öğretilmiştir onlara. Buna rağmen Nazım Hikmet devrimci kişiliğiyle hapishaneyi adeta bir okula çevirmeyi başarabiliyor ve mahkûmları hemen her konuda eğitiyor. Nitekim filmde geçmiyor olsa da bu mahkûmlardan bazıları serbest kaldıktan sonra komünizm propagandası yapmak suçuyla yeniden içeri alınırlar. Ünlü yazar Orhan Kemal ve ressam İbrahim Balaban şair tarafından sosyoloji, edebiyat, felsefe konularında eğitiliyor. Nazım Hikmet sadece şiir yazmakla kalmıyor; “ben çalışmazsam yorulurum” diyerek okuyor; resim yapıyor; satın aldığı dokuma tezgâhlarında halı dokuyor. Bu tezgâhlar ile hem çevresindeki mahkûmlara para kazanma imkânı sağlıyor; hem de ailesine, dostlarına ve yoldaşlarına hapishaneden para gönderiyor. Bir komünist olarak çevresini olduğu gibi kabul etmiyor, boyun eğmiyor demir parmaklıkların arkasında, tersine mücadele ediyor, değişiyor, değiştiriyor. Zaten Nazım Hikmet’i demir parmaklıkların arkasına hapseden de mevcut sistemi değiştirme mücadelesiydi. Geriye dönük siyah beyaz karelerle onun hem despotik cumhuriyetin takibatına uğraması, hem de hayatında her şeyden ama her şeyden daha büyük önemi olan partisinin, yani TKP’nin merkezi tarafından izlenen yanlış politikalara karşı verdiği mücadele anlatılıyor. Kemalist diktatörlük tarafından sürekli takip edilen Nazım Hikmet, türlü baskılara maruz kalır, sorgulanır, işkenceye uğrar, tutuklanır. Filmdeki bir sahnede falakaya yatırılan Nazım Hikmet’e, ağzı salyalı işkenceci bir komiserin “komünist” diye bağırması, hem ondan ne kadar korktuklarını, hem de onun gerçek kimliğini gösteriyor. Keza soruşturmalarından birinde ifade verirken kendisini “Ben şairim, komünist şair” diye tanıtan Nazım Hikmet, sözlerine şöyle devam eder: “Evet, ben komünistim, bu muhakkaktır. Komünist şairim ve daha esaslı komünist olmaya çalışıyorum.” Filmin bu ve benzeri sahneleri onun örgütleyici, kararlı ve azimli devrimci kişiliğini gayet iyi yansıtıyor. Nazım Hikmet hapishanede de dört elle yaşama ve kavgasına sarılır, düzmece suçlamaların ortadan kalkacağı umuduyla cezasının temyiz edilmesini bekler. Ancak Paşa dayısının girişimleri de sonuçsuz kalmış ve orduyu ve donanmayı isyana teşvikten aldığı 28 yıllık cezası kesinleşmiştir. Özgürlüğüne bir daha kavuşamayacağını düşünmek ve dört duvar arasında tecrit olup dışarıda yürüyen


Mayıs 2007 • sayı: 26

kavgada yer alamamak Nazım Hikmet’i derinden etkiler. Ziyaretine gelen bir okuruyla TKP’li yoldaşlarına haber göndererek serbest bırakılması için çaba gösterilmesini ister. Öte yandan hem Türkiye’de hem de dünyada Nazım’ın serbest bırakılması için çeşitli kampanyalar ve eylemler düzenlenir. Ancak tüm girişimlerin başarısızlıkla sonuçlanması başka yollar aramaya iter Nazım Hikmet’i ve sonunda ölüm orucuna başlamaya karar verir. Film bütün mahkûmların hep bir ağızdan “Davet” şiirini okudukları oldukça anlamlı ve etkileyici bir sahneyle son buluyor. Mavi Gözlü Dev, maalesef Nazım’ı iyi anlatan bir film değil. Ama yine de burjuva yazar-çizer takımınca, herkesin izleyebileceği bir film olma niteliğinden yoksun, belli bir kitleyi (solcuları) hedeflemiş, şairi efsaneleştirmiş bir film olmakla eleştirildi. Egemenlerin ve onların sözcülerinin korktukları Nazım Hikmet’in devrimciliğidir. Komünistliğinden korkup onu dört duvar arasına tıkmak isteyenler, bugün ondan korkmaya devam ediyorlar hâlâ. Oysaki film, yönetmenin “slogan bir film yapmama” kaygısını fazlasıyla taşıyor aslında. Bu yüzden de şairin aşklarına özel bir önem verilmiş. Filmi izledikten sonra, Nazım Hikmet’i bilmeyen 12 Eylül sonrası genç kuşağın aklında ilk kalacak olanın Nazım’ın aşkları olacağı su götürmez bir Tüm dünya işçi sınıfına sevdalı bir ozandı Nazım Hikmet ve ancak dünya işçi sınıfının mücadelesiyle özgür bir dünyanın kurulabileceğini de çok iyi biliyordu. Onu Nazım yapan şey de zaten işçi sınıfına olan sevdası, onun mücadelesine olan inancı ve son nefesine kadar bu mücadele içinde yer almayı başaran bir komünist olarak kalmasıydı.

marksist tutum

gerçek. Her ne kadar filmin sonu “Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ” dizesiyle son bulmakta ise de, onu “vatan hainliği”nden kurtarma kaygısından olsa gerek, Nazım Hikmet’in memleket sevdası bugünün sözde solcularının şovenizmiyle aynı kefeye konarak onun komünistliği gölgede bırakılmak istenmektedir. Bunun yanı sıra filmde, Nazım’ın esaretliği yüzünden yaşadığı öfke ve üzüntü de biraz abartılmış. Ağır hapislik koşullarında Nazım’ın hapisten kurtulma ümidinin zayıfladığı ve bunun bunalımını yaşadığı anlar kuşkusuz olmuştur. Ne var ki Nazım en zor anlarında bile davaya olan inancını kaybetmemiş ve bu zor dönemlerini de bu sayede aşmıştır. Özgürlüğü için ölüm orucuna başladığında da ona rehberlik eden devrimci inançları olmuştur. Bunu şiirlerinde de, dostlarına yazdığı mektuplarında da görmek mümkündür. Yaşamayı ciddiye almak gerektiğini anlattığı “Yaşamaya Dair” şiiri tam da 1947-48’de Bursa Cezaevi’nde yazılmıştır. “Diyelim ki hapisteyiz, /yaşımız da elliye yakın, /daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının. /Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız, /insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgârıyla”. Nitekim Vala Nureddin’e yazdığı bir mektubunda da “Ne halt edeceğimi bilmez bir hale düşmüşüm de, yok yataklarımı denk etmişim de, yok karım hapishane kapısında iki gözü iki çeşme beni çıkacağım diye bekliyormuş da, falan da feşmekân da” diyerek basında çıkan yanlış haberlere olan öfkesini kusar. Nazım Hikmet bir komünistti ve düşüncenin suç olmadığı özgür bir dünya, komünist bir dünya için hayatının sonuna kadar mücadele etti. Tüm dünya işçi sınıfına sevdalı bir ozandı Nazım Hikmet ve ancak dünya işçi sınıfının mücadelesiyle özgür bir dünyanın kurulabileceğini de çok iyi biliyordu. Onu Nazım yapan şey de zaten işçi sınıfına olan sevdası, onun mücadelesine olan inancı ve son nefesine kadar bu mücadele içinde yer almayı başaran bir komünist olarak kalmasıydı. Burjuvazi onun dünyaya yayılan ününden rant sağlamaya çalışadursun, komünist şairimiz Nazım Hikmet kavgamızın her anında yaşamaya devam edecek! Yukarıda dediğimiz üzere, Nazım Hikmet gibi bir komünist şairin hayatını, kavgasını, inançlarını, hayata bakış açısını iki saatlik bir filmin içerisine sığdırmak hiç de kolay bir iş değildir. Hele ki her alanda yozlaşmaya, popüler kültürsüzlüğe yol açan kapitalizm altında bunu yapabilmek çok daha zor. Bu işin altından layıkıyla kalkabilmek için tıpkı Nazım Hikmet gibi sanatını işçi sınıfının davasına adamış olmak gerekir. Nasıl ki yükselen devrimci mücadele geçmişte Yılmaz Güney gibi yetenekleri ortaya çıkardıysa günümüzde de bu tür yeni yetenekleri yine işçi sınıfının yükselecek mücadelesi doğuracaktır. Ekim Devrimi kendisini en iyi şekilde sinemaya aktarabilecek Eisenstein’ı yarattıysa, yeni işçi devrimleri de kapitalizmin gün ortasındaki karanlığına meşale olacak ve yeni Eisensteinlar, yeni Nazımlar doğuracaktır bağrından! 

41


Mayıs 2007 • sayı: 26

marksist tutum

UİD-DER’le 1 Mayıs’taydık B

izler sınıfımızın birlik, dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs’a, derneğimiz UİD-DER’le birlikte katılan bir grup işçiyiz. Tüm dünya işçi sınıfı için özel bir anlam ifade eden bu günün, bu yıl bizim için çok daha özel bir anlamı vardı. Çünkü bu 1 Mayıs, derneğimizin katılacağı ilk 1 Mayıs’tı. Bu mektubumuzda sizlerle, burjuvazinin uyguladığı faşizan terörün ve sendika bürokratlarının manevralarının yaşamamızı engelleyemedikleri coşkuyu paylaşmak istiyoruz. Evet dostlar, bu 1 Mayıs, söylediğimiz gibi, bizim için ayrı bir önem taşıyordu. Belki bilmeyenleriniz olabilir. Derneğimiz UİD-DER geçtiğimiz Haziran ayında açılmıştı. Yani bundan yaklaşık bir yıl önce. Ancak henüz bir yılını doldurmamasına rağmen, genel merkezimizin yanı sıra, çeşitli işçi bölgelerinde temsilciliklerimizi açtık ve derneğimizin faaliyetlerine her ay biraz daha fazla işçi kardeşimizin katılmasını sağladık. İşte bu 1 Mayıs, yürüttüğümüz sabırlı, kararlı ve ısrarlı çalışmanın semeresini vermeye başladığını bize gösterdi. Kuşkusuz daha yolun başındayız ve kat etmemiz gereken uzun bir mesafe var. Ancak sayıları her geçen gün daha fazla artan yol arkadaşlarımızla bu yolu çok daha hızlı ve sağlam bir şekilde alacağımıza artık eminiz. UİD-DER pankartı altında toplanan yüzlerce kardeşimizin gözlerinde parıldayan ışık, hep birlikte yaşadığımız coşku ve sergilediğimiz kararlı duruş, bunun boş bir güven olmadığını kanıtlıyordu. Doğrusunu isterseniz alana girmeden önce toplanmaya başladığımızda böylesine muhteşem bir kortej oluşturacağımızı kestirememiştik. Farklı bölgelerdeki dernek temsilciliklerimizden gelen gruplar bekleme yerine düzenli kortejlerle gelmeye başlayınca duyduğumuz coşkuyu size anlatamayız. Hele kocaman pankartımız açılıp, en öndeki yerini alınca! Görmeliydiniz. Sloganlarımızın yazılı olduğu pankartlarımızla, kızıl flamalarımızla ve sloganlarımızla Kadıköy meydanına doğru yürüyüşe geçtiğimizde, yol kenarındaki insanların yüzlerindeki şaşkınlıkla karışık mutluluk ifadeleri ve alkışları bizi ayrıca coşturdu. “Bu dernek ne zaman kuruldu”, “bu kadar kısa sürede bu kadar insana nasıl ulaştınız”, “yeriniz nerede” gibi pek çok soruyla karşılaştık. Bunun yanı sıra, kortejimize girmek için izin isteyen ve bizlere katılan çok sayıda insan oldu. Sizlerle bizi oldukça duygulandıran bir karşılaşmayı da

42

paylaşmak istiyoruz. Kortejimiz toplanma noktamızda beklerken yanımıza gelen bir işçi, bizden üzerinde derneğimizin adının yazılı olduğu bir flamamızla bir şapkamızı istedi. Kortejimize katılmak için mi istiyorsunuz bunları diye sorunca, bize şunları söyledi: “Ben bir işçiyim. Babamsa 1 Mayıs 77’de Taksim’de ölen 36 işçiden birisiydi.” Konuşmasının bundan sonraki kısmınıysa, gözlerinden akan yaşlarla tamamladı: “Ben her yıl 1 Mayıs’a katılır ve çeşitli sendikalardan ve işçi derneklerinden flama, şapka türü şeyler toplarım ve o gün babamın mezarını ziyaret ederek bunları oraya götürürüm. Sizden de o yüzden istiyorum bunları.” Bunu duyduğumuzda bizim de gözlerimiz yaşlar-

la doldu. Doğrusu şehitlerimize bundan daha güzel bir armağan, ancak o alan yüz binlerle geri kazanıldığında verilebilir sanırız! UİD-DER’li işçiler olarak alana giderken ve miting sonuna kadar, durmaksızın, faşizme, darbecilere, ırkçılığa, şovenizme, kapitalizme, emperyalizme ve emperyalist savaşa karşı işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin yükseltilmesi gerektiğini vurgulayan sloganlarımızı attık. Alandaki diğer devrimci işçilerle birlikte bizler de Türk-İş bürokratlarının işbirlikçi ve ikiyüzlü tutumlarını protesto ettik. İşyerlerinde hiçbir çalışma yürütmeksizin, sadece günü kurtarmak üzere organize ettikleri bu mitingde, sloganlarımızla, meydanı onlara bırakmayacağımızı gösterdik. Halaylarımızı çektikten sonra ve miting sona erdiğinde, nasıl disiplinli gelmişsek aynı şekilde alandan ayrıldık. Kortejimizin düzenli ve disiplinli davranışını izleyen çevredeki bazı işçilerin de kendi aralarında şöyle konuştuğunu duyduk: “Bak işte işçi disiplini böyle olur, nasıl düzenli geldilerse öyle gidiyorlar!” Önümüzdeki yıl, çok daha kitlesel ve birleşik bir 1 Mayıs’ta, derneğimiz UİD-DER’in çatısı altında buluşmayı diliyoruz. Yaşasın İşçi Sınıfının Uluslararası Mücadele Birliği! UİD-DER üyesi bir grup işçi


Mayıs 2007 • sayı: 26

İ

marksist tutum

Bir Beldenin Adı Değişiyor: Kanserovası

şimiz gereği İzmit’te bulunan Ford Otosan firmasına gidiyorduk Gün daha yeni ışımaya başlamıştı. Gebze’den Dilovası’na inen yokuşa yaklaştığımızda karşılaştığımız manzara gerçekten tüyleri ürpertiyordu. Dumanlar içerisinde bir belde ile karşılaştık. Fabrika bacalarının çıkardığı demir tozlarının dumanları, kimyasal dumanlar Dilovası’nı sarıya, maviye, kahverengiye boyamıştı adeta. Aracı kullanan arkadaş birden yavaşlamıştı. Neden yavaşladığını sorduğumda ise bana fabrikaların dışarıya bıraktığı kirli havayı göstererek “bak işte bu fabrikadan çıkan kimyasal dumanlar rüzgâr yardımı ile yola yapışıyor ve yolun kaymasına neden oluyor” dedi. Evet, bu kimyasallar Dilovası’nda, Gebze’de, İzmit’te, kısacası civarda bulunan yerleşim yerlerinde sadece yollara değil, insanların boğazlarına, ciğerlerine, insanların içlerine işliyordu. Ve sonuçta Dilovası’nın adı Kanserovası olarak değişiyordu. “Dilovası kanser soluyor”, “Dilovası kanserle savaşıyor”, “Dilovası’nın üzerinde kara bulutlar dolaşıyor” türünden haberleri son dönemlerde televizyonlardan ve gazetelerden sıkça duyar olduk. Peki Dilovası neden kanser soluyor? Kanser tehdidi neden Dilovası’nın üzerinde dolaşıyor? Dilovası Kocaeli’nin Gebze ilçesine bağlı yaklaşık 40 bin nüfuslu bir belde. Bilindiği gibi Gebze, 1980’lerden itibaren büyük bir sanayi bölgesi haline gelmiştir. Dilovası da benzer şekilde, fabrikaların kural tanımaz istilasına uğrayan bölgelerden biridir. Dilovası’nda hava kirliliği öyle akıl almaz boyutlara ulaşmış durumdadır ki, bu beldede son on yılda ölenlerin %32,3’ü kanserden ölmüştür. Bu konunun medyada sık sık yer bulmaya başlaması sonucunda, burjuvazinin temsilcisi olan AKP hükümeti hemen konuya el atmış ve hava kirliliğinin bir türlü “bilinemeyen” nedenini araştırmak üzere bir meclis komisyonu kurmuştur! Komisyonun başına ise Kocaeli milletvekili Eyüp Ayar getirilmiştir. Eyüp Ayar “derin” bir araştırma içerisine girmiş ve bunun sonucunda ulaştığı ilk tespitleri meclisteki konuşmasında şöyle dile getirmiştir. “Sadece fabrika atıklarının doğayı kirlettiği doğru değil, kentte kullanılan kalitesiz kömürlerin de doğanın kirlenmesinde büyük etkisi var.” Doğrusu Eyüp Ayar’ın başında bulunduğu komisyonun “muazzam” araştırmalar sonucunda ulaştığı bu tespit ancak, NASA’nın “kuzey kutbundaki buzulların erimesine Hindistan’da açık havada yapılan yemeklerden çıkan dumanların yol açtığı”, ya da ABD başkanı Bush’un “büyükbaş hayvanların havaya saldıkları gazların küresel ısınmaya sebep olduğu” iddiaları kadar gerçeklik payı taşımaktadır. Ancak, her ne kadar çevre kirliliğindeki rolü devede kulak olsa da, Eyüp Ayar’ın haklı olduğu bir konu var: gerçekten de Dilovası’nda halk kalitesiz kömür kullanıyor. Çünkü Dilovası halkı açlık sınırında yaşıyor. Sanayiinin

bu kadar gelişmiş olduğu bu beldede insanların çoğu işsiz, birçoğu da ancak inşaatlardaki geçici işlerde çalışabiliyor. Okullarda olması gereken çocuklarsa ya ayakkabı boyacılığı yapıyor ya da mendil satıyorlar. Bu belde sadece fabrikaların havaya saldıkları zehirli atıklarla zehirlenmiyor, beldenin içinden geçen Dil Deresi vasıtasıyla denize atılan atıklar da bir o kadar tehlike saçıyor. Bu atıklar bugün Marmara denizinin yüzde 40’nı kirletmektedir. Ve Dilovası’ndaki çocukların hepsi o derenin kenarında oynayarak büyümektedir. Polisan firması Dil Deresini temizlemek için teklifte bulunmuş ve komisyon tarafından çevre koruma ödülüyle ödüllendirilmiştir. Ama aynı Polisan, Dilovası’nın bütün sahilini istila etmiş durumdadır. Dilovası deniz kenarında olmasına rağmen burjuvazi tarafından öyle istila edilmiş durumdadır ki halka açık bir sahil parçası bile bulunmamaktadır. Bir televizyon programında spikerin Dil Deresini ve Dilovası’ndaki sahilin durumunu göstererek “Dilovası sizce bugün itibariyle yaşanılacak bir yer durumunda mıdır” sorusuna Eyüp Ayar biraz duraksadıktan sonra şöyle cevap veriyordu: “Dünden daha iyi.” Oysa Dilovası, burjuvazinin temsilcisi olan Eyüp Ayar’ın iddia ettiği gibi hiç de “dünden daha iyi” durumda değil. Azgın kapitalist kâr sistemi devam ettiği sürece de iyi olmayacak. Fabrika patronlarında sahtekârlık diz boyu: gündüz devreye alınan filtreler geceleri devre dışı bırakılıyor. Kurulan meclis komisyonunun bunları tespit etmek gibi bir derdi de yok. Dilovası’ndaki kirlilik Gebze’den, Hereke’den, kısacası yakında bulunan tüm yerleşim yerlerinden görülmekte iken, komisyon, “araştırma yapmak” için geldiği bu beldede, burnunun ucundaki gerçekleri “görememektedir”. Diğer yandan Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe 2005 yılında Dilovası’ndaki sanayicileri çevreyi kirletmemeleri konusunda uyarmış ve “bir canımız için bin fabrika kapatırız” diyerek esip gürlemişti. Bir yıl sonra ise aynı Osman Pepe, Dilovası’ndaki sanayicilere “çevreye olan duyarlılıkları” yüzünden ödüller dağıttı. Elbette Dilovası o sırada da kanser solumaya devam ediyordu. Dilovası’nın bu durumundan sorumlu ve suçlu olan kapitalizmin ta kendisidir. Kapitalist sistem devam ettiği sürece insanlar doğal olmayan ölümlerden, hastalıklardan kurtulamayacaktır. İnsanlık da doğayla birlikte bugün yok oluşun eşiğindedir. Ve bu yok oluştan kurtulmak için kapitalizmin yıkılmasından başka bir çıkar yol yoktur. Bu sistemin yarattığı sorunlara ve pisliklere karşı mücadeleye atılmamak dünyanın yok oluşuna seyirci kalmakla eş anlamlıdır. Doğanın ve insanlığın katledilmesine sessiz kalmayalım, örgütlenelim ve Devrimci Marksizmin gösterdiği yoldan ilerleyerek yeryüzünde yepyeni bir gezegen inşa edelim. Gebze’den Marksist Tutum okuru bir metal işçisi

43


marksist tutum

Mayıs 2007 • sayı: 26

Mantığın Bittiği Yerde Kapitalizm Başlar

D

eveye sormuşlar, neren eğri diye, deve nerem doğru ki demiş. Kapitalizmi deveye benzetmek biraz ayıp olacak. Çünkü deve masum bir hayvan ve kimseye kötülüğü yok. Kimseyi öldürmüyor, aç bırakmıyor, işkence etmiyor, üstelik insanlığın işine yarıyor. Ancak şekilsel bir benzetme olabilir. Kapitalizm her şeyiyle yamuk bir sistem, doğru olan bir tarafı yok. Kimileri kapitalist sömürü düzeninin yamuklarının düzeltilebileceğini iddia edip hayal kursa da, bunun mümkün olmadığını bizzat tarih bizlere göstermiştir. Kapitalizm var oldukça insanlık hiçbir zaman mutlu olamayacak. Kapitalizm insanlığın giydiği deli gömleğidir. İnsanlığın elini kolunu bağlayan, onu kendisine yabancılaştıran bir mantıksızlık silsilesidir. Bu mantıksızlığın kaynağı, üretimin toplumsal olarak yapılmasına karşın üretim araçlarının mülkiyetinin topluma ait olmamasından geliyor. Böylece üretim araçlarını özel mülk edinen kapitalistler, ekonomiyi ve sosyal hayatı bu mantıksızlık üzerine örgütlüyorlar. Dolayısıyla sosyal hayatta yaşanan bütün gelişmeler; evlilikten tutun da bir insanın yetişmesine, insanlar arasındaki sıradan ilişkilere dek her şey bu mantıksızlık üzerine kurulu. Kapitalist sistem, kâr üzerine kurulu bir sistemdir. Üretim araçlarını elinde tutan kapitalistin, sermayesine sermaye katmak için kâr etmesi kaçınılmaz bir durumdur. Ve bunun için yapmayacağı şey yoktur. Üretim insanlığın ihtiyacına göre değil, kâr etme durumuna göre belirlenir. Oysa büyük bir çoğunluk, üretimin insanların ihtiyaçlarının karşılanması için yapıldığını sanır. Eğer üretim insan ihtiyaçlarına göre belirleniyorsa, neden dünyada yüz milyonlarca insan aç? Bir tarafta depolarda çürüyen milyonlarca ton yiyecek ve içecek dururken, insanların açılıktan, yoksulluktan ölmesini kapitalistler neyle açıklayabilirler? Bütün bu çelişkileri örtmek ve söz konusu mantıksızlığa teori uydurmak için kapitalist iktisat denen şey icat edilmiştir. Acaba iktisat gerçekten bir bilim midir? Bu “bilim”e göre amaç, “kıt olan kaynaklarla çok sayıda ve çeşitlilikte insan ihtiyaçlarının karşılanması”dır. Acaba kapitalizm kıtlıktan bolluk mu yaratıyor, yoksa bolluktan kıtlık mı? Kriz dönemlerinde milyonlarca insan açlığa itilir. Ancak bu durum malların kıt olmasından değil, bol olmasından, aşırı üretim bolluğundan kaynaklanır. Depolar ağzına kadar satılamayan mallarla doludur, ancak insanların büyük bir çoğunluğunun bunları satın alabilecek ekonomik güçleri yoktur. Bir yanda ürün depoları ağzına kadar doluyken diğer tarafta insanlar kıtlık çekerler. Demek ki kapitalizm bolluktan kıtlığı bu şekilde sağlıyor. Üretilen onca şeye rağmen kıtlığın oluşması kapitalist sistemin aptalca bir sistem olduğunun bir kanıtı değil de nedir? Kapitalistlerin bilim diye sarıldıkları iktisat, bu mantıksızlığın gizlenmesini sağlamak için oluşturulmuş bir ideolojik silahtır. Bu ideolojik silah olmaksızın

44

zaten kapitalist sistem ayakta duramaz. Kapitalistler bu sistemin ideal bir sistem olduğu, amacın insanlığın mutlu olmasını sağlamak olduğu yalanını söyleyip dururlar. Örneğin sağlık sektörü kârlı olduğu için kapitalistler buraya yatırım yaparlar. Ancak bir özel hastanenin kâr etmesi hasta insanlara bağlıdır. Eğer siz hastane sahibi bir doktorsanız, insanların sağlıklı olmasını isteyemezsiniz. Çünkü hastalar olmayınca hastane batar. Hastası olmayan özel hastane masraflarını nasıl karşılayacak? O zaman hastanız yoksa, tanrıya insanların hasta olması için dua etmekten başka bir seçeneğiniz kalmıyor. İşte kapitalizm insan doğasıyla böyle bir çelişkiye sahiptir. Kâr elde etmesi insanların hastalanmasına bağlı olan bir sistem nasıl insani bir sistem olabilir ki? Ekonominin krize girdiği durumlarda kapitalistler krizin aşırı üretimden yani bolluktan kaynaklandığını gizlemek için iktisat teorilerine başvururlar. Eğer bir şeyin fiyatı artmışsa, bunun nedeni arzın talebi karşılamaması olarak gösterilir. Talep deyince insanların aklına doğrudan insanların ihtiyaç duyduğu şeyler geliyor. Halbuki bizim talepten anladığımızla burjuvaların talepten anladıkları farklıdır. Örneğin bir şehirde yüz bin televizyona ihtiyaç varsa ve sadece yirmi bin insanın parası varsa, kapitalistler için talep yirmi bindir. Geriye kalan seksen bin insanın parası olmadığı sürece, talep ettikleri televizyonun bir önemi yoktur. Üreticiler elli bin televizyon üretseler de bunun ancak yirmi binini satabileceklerdir. Geriye kalan otuz bin televizyonsa çöpe atılacaktır. Oysa ona ihtiyaç duyan seksen bin insan vardır. İşte bu mantıksızlığı gizlemek için, kapitalistler, arz talebi karşılamıyor gibi ekonomik yalanlar uydurup bizlere bilim diye yutturmaktadırlar. Bazen ekonomi uzmanları televizyonlara çıkıp birtakım kavramlardan, eğrilerden, grafiklerden bahsederler. Ekonominin yolunda gittiğini, bu eğriler ve grafikler üzerinden açıklarlar. Oysa bunların hayatın gerçekleriyle ilgisi pek azdır. Amaç, olan şeyi karmaşık hale getirip, sömürü düzeninin mantıksızlığının üstünü örtmektir. Üretimi anarşi üzerine kurulu bu sistem, sosyal hayatı da bu anarşik yapıya göre örgütlüyor. Bütün insanlığın bilinci, burjuva ideolojisinin egemenliğinde sakatlanıyor. Sonuçta hasta bir toplum yaratılıyor. Yetişen her birey kapitalizmin bu mantıksızlığından nasibini alıyor. Şu iyi bilinmelidir ki kapitalizm reformlar yolu ile ıslah edilemez. İnsanlığın hem fiziksel hem de ruhsal sağlığını sakatlayan ve onu yok oluşa sürükleyen bu mantıksız sistemi ortadan kaldırmaktan başka bir seçenek bulunmuyor. Bunu yapabilecek yegâne güç ise devrimci işçi sınıfıdır. Biz bilinçli işçilere düşen görev, sınıfımızın devrimci öncüsünün Bolşevik temellerde örgütlenmesi için bıkmadan usanmadan çalışmaktır. Gazi Mahallesi’nden bir Marksist Tutum okuru


Mayıs 2007 • sayı: 26

marksist tutum

Çocuklar Yaşasın Komün! 1871 yılının ilkbaharında Parisliler 72 gün boyunca her sabah; sömürünün olmadığı, toplumun tüm insanların daha iyi bir hayat sürmesi amacıyla örgütlendiği, sınırların olmadığı, insanların kendileri için üretip, ürettiklerinin nasıl paylaşılacağına kendilerinin karar verdiği özgür bir topluma uyanmanın umuduyla ve heyecanıyla karşıladılar yeni günü. Kurmak için mücadele verdikleri dünyada, çıkar kavgaları yaşanmayacak, herkes yetenek ve ilgilerini sonuna kadar geliştirme fırsatı bulacaktı. Böyle bir toplumu, yalnız, boşlukta, geleceğinden endişeli ve güvensiz bireyler yerine, bir bütünün parçası olan ve kişisel özelliklerini geliştirme fırsatını bulan bireyler oluşturacak ve paylaşım, dostluk ve güven ön planda olacaktı. Tarihte ilk kez ezilenler, en alttakiler, adam yerine konmayanlar kendi iktidarlarını, Komünü, kurdular. 1871 yılında Paris işçi sınıfı kadınıyla, erkeğiyle, yaşlısıyla, çocuğuyla insanlığa saygıyı, sevgiyi ve özgürlüğü örmeye çalıştı. Yeni bir dünya yaratmaya girişti. Yeryüzü cenneti olmaya aday iktidarını kurarken gösterdiği cesareti, onu korumak için de gösterdi. Onu, kanı canı pahasına savundu. Fransız burjuvazisi, Prusya ile girdiği savaşta yenilince, apoletlerini ve servetlerini güvenceye aldıktan sonra Paris’i düşmana teslim etmişti. Paris’i düşmana teslim etmeyense işçi sınıfıydı. Ama tek düşman Prusya ordusu değildi tabii. Fransız burjuvazisine karşı da savaş bayrağını yükselten işçi sınıfı şehrin yönetimini ele geçirip kendi iktidarını kurdu. O güne kadar yaşanan en üstün demokrasiyi hayata geçirdi. İşçi sınıfının bu ilk iktidar deneyimi, tepemizdeki asalakları defettiğimizde nasıl hep birlikte içinde bulunduğumuz tüm toplumun ihtiyaçlarını karşılamak için çalışacağımızı, hiyerarşinin, ayrıcalıkların, bürokrasinin, sınıfsal ayrımların olmadığı bir dünyanın nasıl da mümkün olabileceğini bize gösterdi. O dünyada, “her çocuğun ayakkabısı, herkesin ekmeği, işi gücü, sofrasında iyi şarabı” olacaktı. O güne kadar evden işe işten eve giden, aşırı çalışmaktan hiçbir şeye vakit ayıramayan, kıt kanaat geçinen, en büyük sorunu ay sonunu getirmek olan, mutsuz, omuzları düşük, yılgın işçiler, Komünle birlikte politika tartışıyor, toplumun yeniden örgütlenmesinde rol alıyor, sanat akımları hakkında fikir ileri sürüyorlardı. O güne kadar akşam yemeğinin, temizliğin derdine düşen, çamaşır yıkarken eteğinden çocuklarının çekiştirdiği kadınlar, Komünün savunmasında en ön saflarda rol alıyor, evrensel cumhuriyeti kuracaklarını haykırıyorlardı. Özgürdüler, kendilerini belki de ilk kez insan gibi hissediyorlardı. İşte bu yüzden Fransız burjuva orduları Komüne saldırdığında, ölümüne çarpıştılar. Bu özgürlük savaşçıları insan olmanın tadını almışlardı bir kere, yeniden köle olmayı kabul edebilirler miydi hiç! Komünü savunurken, insanlığın özgür ve refah dolu geleceğini, kendilerine ve insanlığa saygıyı savundular. Onlar insanlığın yüzyıllardır süren özgürlük rüyasını gerçekleştirmeye soyunarak gökyüzünü fethe çıkanlardı.

Bu büyük özlem halen gerçekleşmeyi bekliyor. Paris Komünü deneyimi, bize bu özlem için nasıl savaşılacağını öğretti ve geride önümüzü aydınlatan dersler bıraktı. Bir Paris komünarı o sırada yazdığı bir şiiri şu dizelerle bitirmiş: “Yaşasın Komün! Çocuklar Yaşasın Komün!” Bu dizeler komünarların kavgayı nasıl bir umutla sahiplendiğini gösteriyor aynı zamanda. O kavga bizim de kavgamız, o umut bizim de umudumuz. Yaşasın Komün, Çocuklar Yaşasın Komün! Gebze’den bir Marksist Tutum okuru

1 Mayıs Marşı Günlerin bugün getirdiği baskı, zulüm ve kandır / Ancak bu böyle gitmez sömürü devam etmez / Yepyeni bir hayat gelir bizde ve her yerde / 1 Mayıs, 1 Mayıs işçinin emekçinin bayramı / Devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkların bayramı! Bu marş hepimizin bildiği gibi, 1 Mayıs marşı. İşçilerin birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ın anlamına anlam katan bu marşı, hepimiz meydanlarda, sokaklarda, grevlerde bir şekilde duymuş, dinlemiş ya da coşkuyla söylemişizdir. Yaşadığımız ülkede hangi dinden, hangi mezhepten, hangi etnik kökenden olursak olalım bu marşın diğer işçi marşları gibi bizleri birleştiren, ortak taleplerimizi vurgulayan bir yanı var. Fakat kapitalist sisteme karşı “yepyeni bir hayat” istemini dile getiren bu marşın ne zaman, niçin, kim tarafından yazılmış olduğunu herhalde çoğu kişi bilmiyordur. 1 Mayıs marşı olarak bildiğimiz bu marş, aslında 1974 yılında Ankara Sanat Tiyatrosunun sahneye koyduğu bir tiyatro oyunu için Sarper Özsan tarafından bestelenmiştir. Sözler de yine Sarper Özsan’a aittir. Söz konusu oyun, Maksim Gorki’nin ünlü romanından Bertold Brecht’in senaryolaştırdığı “Ana” adlı oyundu. Bu marş 1 Mayıs 1977’de Taksim Meydanında Dostlar Korosu tarafından söylendiğinde ise yüz binlerce işçi ilk kez duydukları bu marşa hep bir ağızdan eşlik etmişti. 1 Mayıs marşı, o tarihten itibaren her 1 Mayısta coşkuyla söylenir olmuştur. 1 Mayıs, biz işçilerin birlik ve dayanışma günüdür. Biz devrimci işçiler, kurtuluşumuzun ancak sınıfımızın devrimci mücadelesiyle mümkün olacağını biliyoruz. 1 Mayıslarda adıyla bütünleşen 1 Mayıs marşı ve diğer işçi maşları bizleri sadece mücadele ederken değil aynı zamanda söylerken de birleştiriyor. Meydanlarda söylerkenki o coşku, bizlerin, kapitalist sistemin yıkılması için verdiğimiz mücadeleye daha da bir anlam ve çoşku katıyor. Bizlerin özlem ve taleplerini ifade eden bu marşlarımızı hangi meydanda olursak olalım coşkuyla hep bir ağızdan söylemeliyiz. Yaşasın 1 Mayıs! Kartal’dan bir kadın işçi

45


Okurlarımızdan Güneş Balçıkla Sıvanmaz İşçi sınıfı tarih sahnesindeki yerini aldığında insanlığın önüne yeni ufuklar açacağının da müjdesini verdi. Marks ve Engels’in kurucuları olduğu Marksizm ise karanlığı aydınlatan bir güneş gibi doğdu bu sınıfın üzerine. Lenin ve Ekim Devrimcileri bu güneşi sonsuz parlaklığıyla daha da yükselttiklerinde bize muhteşem bir miras bırakmış oldular. O miras ki, ateşini işçi sınıfından ve onun devrimci önderlerinden alan Devrimci Marksizm güneşidir. Bugün o görkemli güneşin önünde kara bulutlar var. Bütün ülkelerin işçilerinin üstüne uğursuz gölgeler ve karanlıklar düşüren kapkara bulutlar. Zulüm, yalan ve gözyaşı sislerinde göz gözü görmesin istiyor burjuvazi. Zalimler, çıyanlar, kan imparatorları, yarattıkları o kara bulutlar dağılmasın diye dipsiz bir korku, yılgınlık ve uyuşmuşluk kuyusuna atıyorlar insanlığı her gün yeniden. Her gün yeniden yarattıkları cehennemlere hapsediyorlar insanlığı. Ama biliyorlar güneşin bir tutam kara bulutla örtülerek yok edilemeyeceğini. Artık yeter! Yeter korku cehenneminde sürdüğünüz bu saltanat. Bilincimiz ve umudumuz yeniden fışkırıyor dipsiz kuyularınızdan. Ellerimiz tüm hüneriyle hayatı yaratırken, gözlerimiz güneşi yeniden görüyor. Kara bulutlarınızı çığlık çığlığa yırtacak kızıl fırtınalarımız. Güneş hiç batmadı. Marksizm hiçbir zaman ölmedi, soluğunun ateşini yitirmedi. O, bu ateşi an be an körükleyen Marksist Tutum’un her satırında, her cümlesinde görün bakın nasıl amansızca diri. Ey kör karanlığın şeytanları! Marksist Tutum’la aydınlanan her yürek, her zihin, her göz, her el zincirlerini kıra kıra üstünüze yürüyor. Marksist Tutum büyüyor, Marksist Tutum büyüyecek, insanın insana zulmü, güneşin kavuran kızıllığına gömülünceye dek! Şan olsun Marksist Tutum’un büyüyen adımlarına! Şan olsun merdiveninin çengeli yıldızlara asılı olan Marksist Tutum’a! Kartal’dan Marksist Tutum okuru bir tekstil işçisi

Hepimiz farkındayız. Milliyetçi şovenist hareketler giderek artıyor. Seçim dönemine girilmesiyle birlikte tüm burjuva partiler bir milliyetçilik yarışına girdiler. Kapitalist sistemin varlığının olmazsa olmazlarından olan milliyetçilik ve faşist saldırılar her geçen gün biz işçi-emekçiler üzerinde daha fazla bir baskı unsuru olarak kullanılıyor. Seçim dönemi içinde milliyetçilik yarışının kızıştığını söylemiştik. Etrafınıza bir bakın, her reklâm afişinde, broşüründe, parti propaganda afişlerinde artan milliyetçi söylemleri görmüşsünüzdür. İşçi Partisi son afişinde tüm partilerden (MHP, AKP, CHP…) daha milliyetçi olduğunu mutluluk tablolarıyla afişe ediyor. Ne mutlu onlara milliyetçilik yarışında kendilerini öne geçirmeyi başardılar! Diğer taraftan MHP ise, hiç kimsenin kendi partileri kadar Türk varlığını, bütünlüğünü, devamlılığını sağlayacak kadar milli duygulara sahip olmadığını haykırıp duruyor uzun zamandır. AKP önce İslami özelliğini ön planda tutarken artan milliyetçilik dalgası karşısında o da safını bu tarafa çevirdi. Sonuçta oyunu kuralına göre oynamak zorunda! Mühim olan pastadan büyük payı almaksa, saf değiştirmenin çok da zor olmadığını bizler gayet iyi biliyoruz. Tüm burjuva partiler kapitalist sistem içinde varlıklarının devamını sağlamak için, insanların üzerine saldıkları milliyetçilik zehri etkisini yitirmeden harekete geçmekte vakit kaybetmediler. CHP ise MHP ile yakınlaşmasını artan tepkiler nedeniyle ilerletemedi ama milliyetçilik yarışında kimseden geri kalmadı. En büyük milliyetçinin, Atatürk’ün kurduğu CHP’den başka hiçbir parti, vatanına, milletinin bağımsızlığına, Türk milletinin varlığı-

46

Bugün içinde yaşadığımız kapitalist toplumda burjuvazinin ideolojik aygıtı medyadan her gün işçi sınıfına bireysel kurtuluş, bencillik gibi olgular empoze ediliyor. Yani işçi sınıfına toplumsal mücadeleye katılmadan da bu sistemde kişi özgürleşebilir diyorlar. Aklıma hemen şu sloganımız geliyor: “Örgütlüysek Her Şeyiz, Örgütsüzsek Hiç Bir Şey!” Gerçekten de bu slogan hem kişisel hem de politik anlamda birçok şeyi anlatıyor. Yaşadığımız dünyada tek olduğumuzda birçok problemle karşılaşıyoruz ve hemen kendimize dönüp bu sorunlar sadece bizim sorunumuzmuş gibi yaklaşıyoruz. Ama bunu kırıp işçi sınıfının devrimci mücadelesinde bir nefer olmaya başladıkça şunu görüyoruz: Yaşadığımız sorunlar sadece bize ait değil, kapitalist toplumda tüm dünyada işçi sınıfının bireyleri aynı sorunları yaşıyor. Bu yüzden, yoksulluk, açlık, savaşlar, iş kazaları ve benzeri sorunlara karşı içinde öfke biriktiren her bireyin işçi sınıfı mücadelesine katılması gerekiyor. Tarafsız olan bertaraf olur! İşçi sınıfı tüm dünyayı bu lanet olası sömürü düzeninden kurtarmak için mücadele etmek zorundadır. Bunun için disiplinli, sabırlı ve özverili bir çalışmanın yürütülmesi gerekiyor. Bir gün işçi sınıfı kapitalizmi yıkıp sınıfsız bir dünya yarattığında bütün sorunlar ortadan kalkacak. Toplumsal kurtuluş anlayışını bir kenara bırakıp burjuva ideolojisinin verdiği özgürlük anlayışına saplanmak kişiyi özgürleştirmez. Birey toplumsal var oluş koşulları değiştiğinde birey olarak özgürleşebilir ancak. Son olarak, bugün dünyanın bu halde olmasının sebebi işçi sınıfının örgütsüz oluşudur. Dünya işçi sınıfı Marksizmi iyi kavrayıp kapitalist sisteme karşı ortak mücadele etmelidir. Yoksa yeni emperyalist paylaşım savaşları dünyayı yok oluşa sürükleyecek. Ama Lenin’in de dediği gibi, “doğa her zaman karşıtını yaratmak zorundadır”. Kocaeli’den bir işçi

na bizim kadar bağlı değildir gibi milliyetçi söylemleriyle alanlarda yerini aldı. 14 Nisan Cumartesi günü Ankara’da Tandoğan Meydanında yapılan “Büyük Cumhuriyet Yürüyüşü”, milliyetçi dalganın nasıl büyüdüğünü gösteriyordu. On binlerce insan alanda ellerinde Türk bayraklarıyla “Türkiye laiktir laik kalacak” diye bağırıyor ve Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasını istemediklerini, ülkelerinin onun “şeriatçı” fikirlerinden korunması gerektiğini dile getiriyorlardı. Onlara göre “büyük cumhuriyeti korumanın” tek yolu, Erdoğan’ın köşkten uzak durması ve “daha laik ve milletini daha çok seven” birinin cumhurbaşkanı olmasından geçiyor. Bu mitinge pek çok parti ve oluşum katıldı: CHP, DSP, İP, ADD ve çeşitli üniversitelerden öğretim üyeleri mitingde hazır bulundular. Milliyetçiliğin yükselişi, biz işçi-emekçiler üzerindeki baskının daha da artacağının göstergesidir. Yapmamız gereken, milliyetçiliğe karşı sınıf bilincinin yükselmesini sağlamaktır. Burjuvaziye birlikte mücadele ettiğimizi, gücümüzün birliğimizden geldiğini göstermeliyiz. Önümüz 1 Mayıs dostlar! Hep birlikte alanlarda, yükselen milliyetçilik dalgasına karşı “Yaşasın Dünya İşçilerinin Mücadele Birliği”, “Enternasyonalle Kurtulur İnsanlık” diye haykıracağız. İçinde yaşadığımız bu kokuşmuş düzeni yıkabilecek tek gücün işçi sınıfı olduğunu haykıracağız. 1 Mayıs bizlerin mücadele ve dayanışma günü ve biz o gün alanlarda olacağız. YAŞASIN 1 MAYIS! Ankara’dan bir Marksist Tutum okuru


Okurlarımızdan İşçi sınıfının bir parçası olmak, kişiye, tarihsel olarak dünyayı değiştirme misyonunu da yükler. Çünkü içinde yaşadığımız kapitalist sistemde var olan iki sınıftan biri egemen olan burjuvazidir ve görevi çoğunluğu her ne şekilde olursa olsun kontrol altında tutmak ve varlığını sürdürmektir. Burjuvazi yaşam gücünü işçilerin işgücünü sömürmekten aldığına göre, işçilerin yapması gereken de bu durumu sonlandırmaktır. Nedir işçi sınıfından olan bir insanın bu dünyaya karşı olan sorumluluğu? Bir işe girip günde 8-12 saat çalışıp ürettiği değerle sermaye sahiplerinin kasasını doldurmak mı? Ya da bu paraların örneğin dünyanın herhangi bir coğrafyasında yaşayan, yine kendi gibi sınıf kardeşlerinin başında bomba olarak patlamasına seyirci kalmak mı? Yoksa emeğine ve insanlık onuruna sahip çıkıp egemenlerin daha fazla kâr etmek için çıkardıkları savaşlara, sınıfının birleşik gücüne inanarak karşı durmak mı? Yahut uzun ve yorucu bir işgününden sonra akşam eve geldiğinde bin bir yalan, soytarılık, ahlâksızlıkla dolu olduğunu bildiği halde aptal kutusu televizyonun karşısına geçip, yıllarca uyuşturulmuş beyninin uyutulmuş bilincinin daha fazla deforme edilmesine izin vermek mi? İşyerinde, çarşıda, otobüste, öğle tatilinde yemek yerken, parkta gezerken, uyumadan önce yatakta yatarken; tüm yaşamımızı verip kazandığımız üç kuruş parayla nasıl bir ev, nasıl bir araba, nasıl bir ayakkabı, nasıl bir elbise alacağımızı ya da nasıl daha çok çalışıp başka bir ifadeyle emeğimizi nasıl daha çok sömürtüp daha çok kazanabileceğimizi, hafta sonu hangi bara gidip aptal bir kokuşmuşluğun içinde dertlerimizi unutacağımızı düşünmek mi? Yoksa dostlarıyla, ailesiyle, sınıf kardeşleriyle yaşamın içinden, gerçeğinden olanları konuşmak, tartışmak, acıları, sevinçleri paylaşmak, içinde bulunduğu sınıfın sorunlarına çözüm aramak, birlikte üretmeye çalışmak, yaşadığımız dünyada neler oluyor, neden oluyor, yanlış giden nedir ve nasıl düzeliri öğrenmek için okumak, öğrendiklerini aktarmak mı? Acıların, açlığın olmadığı, insanın insanı sömürmediği, insanın insan üstünde tahakkümünün olmadığı özgür bir dünyanın, savaşsız bir dünyaMerhaba dostlar. Biz işçilerin ne şartlar altında nasıl çalıştığımızı biliyorsunuz. İşçilerin en doğal hakkı olan sendikayı bile çok görüyor bu patronlar sınıfı. Henüz işe yeni başlamıştım ki fabrikada sendikalaşma çalışmasının olduğunu öğrendim. Arkadaşlar benim de katılmamı istediler. Fabrika hakkında pek bir bilgim olmadığı gibi orada çalışan insanlar hakkında da bir şey bilmememe rağmen bu sendikal mücadelenin içerisinde yer almak istedim. Fabrikada güzel bir örgütlenme oldu. Bütün çalışmalar olduğunca gizlilik içerisinde yürütülmeye çalışılıyordu. Ama patronun adamları da boş durmamış. Patron fabrikada sendikal bir çalışmanın olduğunu öğrendi ve kendi çıkarları için baskı uygulamaya başladı. Her gün her vardiyadan birer işçi çıkartıldı. Ben de bundan payıma düşeni aldım ve işten çıkartıldım. İşten çıkartılan işçi arkadaşlar için çıkarılma sebebi sendika çalışması değil de performans düşüklüğü olarak gösterildi. Tabii ki üzüldüm işsiz kaldığım için. Ama asıl üzüldüğüm şey, artık

nın nasıl kurulacağını düşünmek mi? Böyle bir dünyayı kurmak için üzerimize düşen görevlerin neler olduğunu ve bu görevleri yerine getirmek için nasıl bir yaşam disiplini kurmak gerektiğini, nasıl bir insan olmak gerektiğini düşünmek mi? Her işçi yaşadığı koşulların kötü olduğunun farkındadır. İşyerinde, hastanede, okulda, yolda, yani yaşamın her alanında gördükleri ve yaşadıkları, insan olarak değerinin onu yönetenlerden daha az olduğunu gösterir ona. İşçi çoğu zaman bunun gerçek sebebini ve sorumlusunu bilmez. Çünkü işçiler doğdukları andan itibaren sınıflı toplumun içine düşerler ve bilinçleri egemen düşünce tarafından şekillendirilir. Yaşam bazı şeylerin ters gittiğinin sinyallerini işçiye verir, ancak bu sinyallerin doğru algılanması bile örgütlü bir mücadelenin içinde olarak mümkün olabilir. Sınıfının gücüne inanarak daha güzel bir dünya kurmak için örgütlü sınıf mücadelesine katılan işçi, kapitalist sistemin ona hissettirdiği ezilmişlik, çaresizlik, yoksunluk, yalnızlık duygularından kurtulur ve güncel sorunları düşünmekle çözüm bulamayacağının bilincine varır. Sınıf mücadelesinin bir parçası olmaya adım attığı andan itibaren, kendi içinde bir devrim yaşamaya ve küçük-burjuva kaygılardan kurtulmaya, dünyayı değiştirecek kadar büyük düşünmeye başlar. Düşmana karşı mücadele eden örgütlü işçi onurlu ve mutludur, çünkü artık boyun eğen değil baş kaldırmış ve zalime karşı savaşan, geleceğe dair umudu olan bir insandır. Bir işçi kapitalist sistem içinde onurlu bir insan olmak istiyorsa, acılar, savaşlar, açlık karşısında gerçekten kaygılanıyor ve üzülüyorsa, yapması gereken örgütlü sınıf mücadelesine katılmaktır. Bunun haricindeki yolların hepsi küçük-burjuva hayatın bataklığına çıkar. Bu dünyayı değiştirmek isteyen onurlu tüm işçi ve emekçilerin yolu, Marksizmle donanmış bilinçli işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin yoludur. Yaşasın tüm dünya işçi sınıfının örgütlü mücadelesi!

fabrikada olamayacak oluşumdu. Elbette hiçbir şey bitmemişti, mücadele devam ediyordu, edecekti de. Fabrikada çalışan arkadaşlar işverenin işten çıkardığı işçileri geri alması için eylemler yaptılar: toplu giriş çıkışlar, üretimi azaltma, mesaiye kalmama gibi. İşveren bu eylemlere dayanamadı ve işçilerin bu isteğini kabul etti. İşçiler ve işveren arasında bir toplantı düzenlendi. İşveren sendikayı kabul ettiğini, çıkarılan işçilerin ise işbaşı yapabileceğini söyledi. İşe geri döndüm. Ama asıl baskılar yeni başlayacaktı. İşte değil de sanki askeri kampta gibiydik. Üretim hızı arttırıldı. Üretim bölümünde dolaşmamız, birbirimize yardım etmemiz, hatta neredeyse konuşmamız bile yasaklandı. İstenilen performansı göstermeyenlere ise hemen ihtar yazılıyordu. Fabrikada sözleşmeli çalışan işçiler vardı. Bunların çoğu kadın işçilerdi. Sözleşmesi biten kadın işçiler birer birer işten çıkartıldı. En başta, dediğim gibi güzel bir örgütlenme vardı. Ama işverenin sendika-

Aydınlı’dan Marksist Tutum okuru bir işçi

yı kabul etmesiyle birlikte, işçiler, “her şey halledildi, bundan sonra istediklerimizi alacağız” düşüncesiyle rehavete kapıldılar. Gözleri işten başka bir şey görmüyordu. Sözleşmeli işçilerin işten çıkartılmalarına bile ses çıkarmadılar. Artık örgütlülük bitmişti, her işçi kendini düşünüyordu. İşverenin isteği bu örgütlülüğü bozmaktı, oyununu iyi oynadı ve başardı. Bir yerde de kendimi şanslı hissediyorum. Bu benim için büyük bir tecrübe oldu. Örgütlenmenin, mücadele etmenin önemini daha iyi anlamama yardımcı oldu. Ve artık şu sloganı daha iyi kavradığımı biliyorum: Örgütlüysek Her Şeyiz, Örgütsüzsek Hiçbir Şey! Kapitalizmin biz işçiler üzerindeki baskısını, sömürüsünü daha iyi anlıyorum. Kapitalizme artık dur demeliyiz. Bütün işçiler el ele verip örgütlenmeli, mücadele etmeli. Bunu yapmazsak her zaman kapitalist sistem tarafından sömürülmeye, yoksulluğa, açlığa, savaşlara mahkûm kalırız. Gebze’den bir işçi

47


Okurlarımızdan Milyarlık İlaçlar ve Milyarlık Hayatlar Böylesi kapitalist bir dünya düzeninde hayatımızı sürdürmek oldukça zor. “Sağlıklı” bir yaşam hayalinin yakınından bile geçebildiğimiz söylenemez. Biz işçilere layık görülen yaşam koşulları nedeniyle hasta geçirmediğimiz bir gün yoktur. Hem çalışma koşulları hem de yaşam koşullarımız, hayatımızın gidişatını kötüleştirir. Bu düzende, hayatımızı tehdit eden öldürücü hastalıklardan kurtulmanın yolu da paradan geçmektedir. Biz işçiler hayatımızı sürdürebilmek için, emek gücümüzü satacağımız bir patron yani bir işveren bulabilmek zorundayız. Buna bağlı olarak barınacak bir eve, ısınmaya, giyinmeye ve beslenmeye ihtiyacımız var. Hepsinden de önemlisi bunları sağlayabilmemiz için sağlıklı olmamız da gerekmektedir. Peki günümüz koşullarında önemli yaşamsal ihtiyaçlarımızın ne kadarını, nasıl karşılayabiliyoruz? İşçilerin çalışma koşulları patronlar tarafından belirlenir. Uzun çalışma saatleri, bir türlü bitmek bilmeyen mesailer, gece çalışmaları, sağlığımızı fiziksel ve ruhsal olarak yıpratan kötü çalışma koşulları vs... İşçiler olarak bizlere sunulan bu yaşam ve çalışma koşulları nedeniyle yoksulluk ve sefaletin içine atılırız. Onlara dayatılan yaşam koşulları nedeniyle hastalanan işçiler devlet hastanelerine gittiklerinde, ilgisizlikle karşılanıp, doğru olmayan teşhis ve tedavilerle baştan savılırlar veya özel muayeneye yönlendirilirler. Yani biz işçileri sömürmenin türlü yollarını bulan patronlar sınıfı, elimizde avucumuzda ne varsa aldıktan sonra, satın almamız mümkün olmayan milyarlık ilaçları ve tedavileri önümüze koyarak bizleri ölümcül hastalıklarla yüz yüze bırakırlar. Hayatın bir tarafına itilmiş işsizler ordusu da, daha çok açlığa, daha çok hastalığa itilir. Hayatlarımızın bir kıymeti bulunmaz kapitalist dünya düzeninde. Hayatımızın değeri aldığımız ücret kadardır. HastalandığıMerhaba dostlar! Ben size kapitalist sistemin insanların beynini nasıl uyuşturduğuna ve yaptığı tüm akıldışı işleri nasıl meşrulaştırmaya çalıştığına dair birkaç örnek vermek istiyorum. Sınıf mücadelesindeki gerilemeye paralel olarak gelişen bu gericilik süreci patronların ekmeğine yağ sürmektedir. Sistemin ideolojik bombardımanı altında gençlerimiz derin bir pisliğin içinde yüzmektedir. Popüler kültürün de katkısıyla insanları pasifize eden, sistemin akıldışı uygulamalarına direnmesi gereken insanları edilgen bir durumda oyalayan bu gericilik koşulları patronların sömürüyü ilerletmesi için rahat bir ortam oluşturmaktadır. Düşünmeyen, okumayan, belirli kalıpları gerçeğin kendisi sanan kariyerist insanların çokluğu, insanlardaki genel boyun eğmişlik ve milliyetçilik bu dönemin özelliklerindendir. Ama insanları bu kıvama getirmek için kapitalistler çok uğraştılar, çünkü insanlar böylesine sessiz olmasalar ve her şeyi bu kadar kanıksamasalar patronlar sömürüyü ve insanları birer köle haline getirdiği bu iğrenç sistemi devam ettiremezlerdi. Halen devam eden kanık-

48

mızda da paramız kadar sağlık satın alabiliriz ancak. Bir eczacı arkadaşımın anlattıkları, işçilerin ve emekçilerin durumunun vahametini gözler önüne seriyor. Bir doz ilacın fiyatı dudak uçuklatacak değerde. Milyarlık ilaçlarla hayatlar satılıyor. Sizce asgari ücret alan bir işçi böyle bir sağlık sorunuyla karşılaşınca ne yapabilir? Tabii ki yapabileceği çok fazla bir şey yoktur. Sonuç olarak parası olmadığı için tedavisi mümkün olan herhangi bir hastalıktan dolayı bile ölüme terk edilir. Dev ilaç şirketlerinin patronları daha fazla kâr elde edebilmek için ilaç fiyatlarını yükseltmekte ve emeği ile geçinen işçi sınıfının karşısına para engelini koymaktadırlar. Çalışırken yaşadığımız iş kazaları sonucu oluşan hastalıklar ya da meslek hastalıkları bizleri hastane kapılarında çaresizliğe sürükler. Ayrıca aldığımız ücret de yaşam koşullarımızı belirler. Rutubetli evlerde yarı aç yarı tok ölümü bekleyerek yaşamak zorunda bırakılırız. Tedavi için belki de ücretimizin karşılamaya hiçbir zaman yetmeyeceği fiyatlarla karşı karşıya kalırız. Biz işçileri bu şekilde çalışmaya ve yaşamaya patronlar sınıfı zorlar. Sağlık sistemindeki uygulamalar da patronlar sınıfının daha fazla kâr mantığından nasibini alır. Kapitalistlerin yani patronlar sınıfının dini imanı daha fazla paradır. Bu amaçları için de yapamayacakları şey yoktur. Biz işçilerin, açlık ve sefaletin olmadığı, dünyadaki her şeyin insanlığın ortak hizmetine sunulduğu, parası olmayanın ölüme terk edilmediği, sömürüsüz bir dünya için mücadele etmekten başka kurtuluş şansımız yok. Kapitalistleri tarihin çöplüğüne göndermenin zamanı geldi de geçiyor. İşçi sınıfının düşmanı olan ve bizleri iliklerimize kadar sömüren bu düzeni ortadan kaldırmanın yolunu Marx, Engels, Lenin, Troçki gibi devrimci işçi önderleri gösteriyorlar. Onların bizlere bıraktığı ışığı taşıyarak, saflarımızı sıklaştırmalı, kurtuluşumuzun yolunu açmalıyız.

satma ve meşrulaştırma işini nasıl mı yapıyorlar, işte size bir örnek: Geçen hafta küçük bir çocukla televizyon izliyordum. Kanalın adı: D ÇOCUK. Her şey o kadar masumane gözüküyor ki, ben olağan şeyler izliyoruz diye düşünürken bir çizgi film başladı. Çizgi filmde olaylar şöyle gelişiyor: bir ülkede insanlar iyi kalpli kralın yönetiminde, fabrikalarında ve evlerinde mutlu yaşıyorlar. Derken bir tilki ile başka bir aslan geliyor. İşçileri çalışmamaları için kışkırtıyor ve işçiler de işlerini bırakıyor. Sonra bebeklerin kral yanlısı kulübü işe el atıyor. Başkanları diyor ki: “babalarımız çalışmazsa para olmaz, para olmayınca da oyuncak olmaz.” Sonra bebekler evlerinde herkesi rahatsız ederek babalarını işe gitmeye ikna ediyorlar. Babalar işe tekrar gidiyor, tilki ve aslan kovuluyor, “iyi kalpli” kral yine idareyi eline alıyor ve bebekleri kahraman ilan ediyor. Evet! Ben bu çizgi filmi amcamın beş yaşındaki kızıyla izledim. Acaba çocuğa bu yaşlarda aşılanan bu fikirler yani iyi kalpli kral aldatmacası, onun beynine nasıl yerleşiyor? İşte arkadaşlar patronlar bu ka-

Gebze’den bir sağlık işçisi

dar tehlikeli şekilde üzerimize geliyorlar. Meydanı boş zannediyorlar. Burada yapılmak istenen sistemin normal olduğunu, böyle geldiğini ve böyle gideceğini insanlara benimsetmektir. Yine ilkokul 1. sınıftaki çocuklara İstiklâl Marşının on kıtasının ezberletildiğini öğrendim. Arkadaşlar, şiddet içerikli çizgi film izleyerek, milliyetçilik fikrini okulda her gün alarak büyüyen çocuklar kapitalist sistemin daha fazla yaşamasını sağlar ancak. Bence, bize düşen böylesi gericilik döneminde daha çok çalışmak ve mücadeleyi her gün canlı tutmaktır. Bunu ise ancak insanları mücadelemize katarak ve onlara kapitalist sistemin tüm bu iğrenç yüzünü göstererek yapabiliriz. İnsanların silkinip kendilerine gelmeleri gerekiyor, biz bunu ancak Marksizmden aldığımız ışıkla yapabiliriz. İnatla, umutla, özveriyle bu ateşi büyütenlere selam olsun... Yaşasın işçilerin uluslararası mücadele birliği! Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz! İstanbul Üniversitesinden bir öğrenci




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.