Mt no 27

Page 1

Engeller Birleşik İşçi Mücadelesiyle Aşılır! Haziran 2007

• Burjuva siyasetinde yeni dönem • Muhtıra, küçük-burjuva solculuğu ve Kemalizm • Darbe tehdidinin işaret ettiği gerçekler

27

• Burjuva demokrasisi ve işçi demokrasisi • Bürokrasinin sultası ve sendikal birleşmeler • Görev başına


Burjuva Siyasetinde Yeni Dönem Levent Toprak

T

ürkiye 27 Nisan muhtırasıyla birlikte yeni bir siyasal kriz ve baskı dönemine girmiş bulunmaktadır. Böylece 2005 Newroz’undan bu yana genel bir geriye kayma biçiminde cereyan eden geçiş süreci bir bakıma tamamlanmış ve AB süreci bağlamında yaşanan göreli gevşemeden, ufukta kara bulutların belirdiği bir baskı dönemine geçilmiştir. Bu geçiş dönemine damgasını vuran ve ağırlık merkezinde ordunun olduğu baskı ve gerilim, cumhurbaşkanlığı seçimi süreciyle birlikte tırmanmış ve muhtırada doruk noktasına varmıştır. Ancak içine girilen sürecin niteliği yeni doruklara gebedir. Nitekim Ankara’daki bombalamanın ardından alevlenen Güney’e operasyon tartışmaları bunu çıplak biçimde göstermektedir. Bu bir siyasal krizdir. Egemen sınıf içindeki kapışma, gelinen noktada devlet iktidarının temel direklerini oluşturan kurumlar (hükümet, ordu, Anayasa Mahkemesi, cumhurbaşkanlığı) arasında, olağan işleyiş kurallarının çiğnendiği açık bir kavga düzeyine varmıştır. İsyancı bir halk hareketinin olmaması nedeniyle devlet aygıtının gündelik işleyişi aksamamakla birlikte, tepede temel siyasal sorunlarda bir irade parçalanması iyice su yüzüne çıkmıştır. Bu krizi hazırlayan siyasal dinamikler, uzun zamandan beri analiz ettiğimiz üzere, aşağı yukarı son iki yıldır belirgin bir biçimde işlemekteydi. Bugünden geriye bakıldığında, Marksist Tutum olarak sıkça dikkat çektiğimiz üzere, 2005 Newroz’unun bir dönüm noktası olduğu gerçeği daha berrak biçimde ortaya çıkmaktadır. Cumhurbaşkanlığı seçimi sorununun da hükümeti sıkıştırmak üzere iki yıl önceden bir gerilim unsuru olarak gündeme getirilmeye başlanmış olması doğrusu yeteri kadar anlamlıdır. O günlerden bugüne kadar siyasetin ağırlık merkezinde yavaş yavaş daha gerici bir zemine kayma süreci yaşanmış ve nihayet muhtırayla yeni aşamaya geçilmiştir. Süreci bu noktaya getiren esas dinamik, ekseninde ordunun yer aldığı Kemalist-statükocu burjuva güçlerin bindirdiği basınçtır. Darbeci kampanya bugün hem acil somut hedefine, yani AKP’ye kendi istediği bir cumhurbaşkanını seçtirtmeme he-

Bugün yaşanan bir olağanüstü rejime doğru kayış eğilimi karşısında işçi sınıfı açısından özellikle öne çıkarılması gereken tutum, işçi sınıfının çatışan burjuva kamplardan sınıf bağımsızlığını sağlamaya hizmet edecek bir tutum olmalıdır. Özellikle darbeci-statükocu kampın zorlamasıyla geniş emekçi yığınlar mevcut burjuva kamplar ekseninde cepheleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu cephelere karşı işçi sınıfının kendi bağımsız sınıf cephesini çıkarmak gereklidir. Ortada açıkça darbeci bir gidiş varken, öncelikle yapılması gereken, okları en küçük bir tereddüt göstermeksizin darbecilere yöneltmektir. Bu şartlarda öncelikli mücadele şiarı “darbeciliğe karşı bağımsız sınıf cephesi” şiarı olmalıdır. O nedenle sınıf devrimcileri, sürecin genel etkisiyle oluşan politizasyondan da yararlanarak, seçimler bağlamında da bu genel tutumu öne çıkarmalıdırlar.

1


marksist tutum

define, hem de daha genel olarak siyaseti kendi isteklerine daha elverişli bir zemine çekme amacına ulaşmış bulunmaktadır. Şüphesiz bu aşağı yukarı iki yıllık kayma süreci kopuşsuz olmamış, karşıt burjuva cephenin süreci geri çevirmeye dönük bazı hamlelerinin belirdiği aralıklar yaşanmıştır. Ancak sürecin genel karakteri değişmemiştir. Hatta söz konusu hamleler statükocuların basıncını daha da arttıran, onlar açısından müdahaleyi acilleştiren bir işlev görmüşlerdir. Özellikle, Mehmet Ağar, emekli MİT müsteşar yardımcısı ve nihayet Kenan Evren gibi devletin derinlerinden gelen isimlerin bile çatlak sesler çıkarmaya başlayarak, Kürt sorununu yeniden tartışmaya açma ve açılım yapılması ihtiyacını dile getirmeleri bu aciliyeti pekiştirmiştir. Bu kritik sürece ilişkin olarak işçi sınıfı açısından doğru bir siyasal tutum oluşturma zorunluluğu açıktır. Bugün gelinen nokta, doğru siyasal tutumun ancak doğru analiz ve tespitlere dayanabileceğini çok daha iyi ortaya koymaktadır. Olağan dönemlerde genel olarak ilerici-devrimci saflarda yer alan birçok eğilim, turnusol kâğıdı işlevi gören böylesi kritik süreçlerde yalpalamaya ve bünyesindeki zaafları açığa vurmaya başlar. Nitekim bugünkü somut durumda, demagojik “laiklik” ve “anti-emperyalizm” söylemine kapılıp darbeciliğe karşı kararlı bir tutum alamayan ve hükümetle darbecileri türlü formüllerle (“Ne Şeriat Ne Darbe!” gibi) aynı kefeye koyanlardan, darbeci eğilim karşısında “istemem, yan cebime koy” tutumunda olanlara, hatta açıktan darbe destekçiliği irtifasına alçalanlara kadar uzanan bir yelpaze bulunuyor. Darbeci muhtıra sonrası hükümetin cumhurbaşkanı seçmekten vazgeçerek erken seçim kararı almak zorunda kalmasıyla krizin yatışma yoluna girdiğini söylemek mümkün değildir. Bugünlerde patlayan bombalar ve çalınan savaş tamtamları krizin şiddetlenerek devam ettiğini şüpheye yer bırakmayacak biçimde göstermektedir. Önümüzdeki erken seçimin (şayet yapılabilirse) her halükarda sıradan bir seçim olmayacağı açıktır. Bu durum kızışan gündem ve kutuplaştırma gayretleri nedeniyle geniş kitlelerde olağan seçim dönemlerine göre daha fazla bir politizasyona yol açmış bulunuyor. Bu da, bu burjuva kutuplaştırmaya karşı işçi sınıfının kendi bağımsız sınıf perspektifinin öne sürülmesini ve en azından sınıfın duyarlı kesimlerine taşınmasını daha acil ve önemli hale getirmektedir.

Sorunun gerçek niteliği Türkiye’nin özgün tarihsel koşullarıyla ilişkili egemenler arasındaki kapışmayı doğru tespit ve analiz etmenin işçi sınıfı ve devrimci hareket açısından önemli olduğunu başından beri hep vurguladık. Kıbleyi şaşıranların ve sallananların hızla çoğalması, utanç verici tutumların belirmesi herhalde bunun önemini bugün daha iyi göstermektedir. Lenin Ne Yapmalı’da boşuna dememişti:

2

Haziran 2007 • sayı: 27

“Eğer işçiler, öteki toplumsal sınıfların her birini, entellektüel, manevi ve siyasal yaşamlarının bütün belirtilerinde gözleyebilmek için somut ve her şeyden önce güncel siyasal olgular ve olaylardan yararlanmasını öğrenmezlerse; eğer materyalist tahlil ve ölçütleri, nüfusun bütün sınıflarının, tabakalarının ve gruplarının yaşam ve eylemlerinin bütün yönlerine pratik olarak uygulamayı öğrenmezlerse, çalışan yığınların bilinci, gerçek bir sınıf bilinci olamaz.” Bu anlayışı özümsememiş olanlar, meselâ bir siyasi kriz biçiminde açılışı yapılmış olan yeni dönemin, mevcut öznel şartlarda işçi sınıfı, devrimci hareket ve Kürt ulusal hareketi açısından baskıların ve zorlukların daha da artacağı bir dönem olacağını bile görmüyorlar ya da görmezden geliyorlar. Aksine onlar için süreç ilerici-laik-antiemperyalist mücadelenin ya da değerlerin yükseliş yaşadığı olumlu bir nitelik taşımakta. Kimileri bunu elbette açık açık söylemiyorlar, ama için için ordunun “mürteci” hükümete müdahalesinden memnuniyet duyup umutlanıyorlar. Bu bakımdan kapışmanın “şeriat tehlikesi” ya da laiklik sorunuyla ilgili olmayıp, temelde Kemalist-statükocu güçlerle küresel kapitalizme entegrasyon ve “normalleşme” yanlısı büyük sermaye arasında iktidarın tamamına hakim olma kavgası olduğunu tekrar tekrar vurgulamakta yarar var. Bugün ne statükocu güçler ne de karşıt burjuva cephe devlet iktidarına kendi açılarından bütünsel anlamda sahip değildir. Paylaşılmış bir iktidar söz konusudur ve iktidar doğası gereği bölünmeyi sevmez. Çünkü bölünmüş güç son tahlilde zayıf düşürür. Kapitalizmin belirli bir gelişme aşamasından sonra, iktidar sorununun bu niteliği daha da yakıcı bir hal alır. Türkiye’de mevcut gelişme aşamasındaki büyük sermaye için, son tahlilde burjuva sınıfın bir parçası olmakla beraber statükocu güçlerin iktidardaki payı tolere edilebilir sınırların ötesindedir. Bu nedenle Türkiye kapitalizminin gecikmişliği ve tarihsel özgünlüklerinden kaynaklanan bu durumun değişmesi, yani esas olarak ordunun “normal” bir burjuva rejimdeki sınırlara çekilmesi gerekmekteydi. Yaşanan kapışmanın özeti budur. Bu kapışma statükocu güçlerin iktidardaki ayrıcalıklarının somutlandığı konu ve alanlarda ete kemiğe bürünmektedir. Örneğin, şimdilerde geri dönülmez biçimde uluslararası nitelik kazanmış bir iç sorun olarak Kürt soru-


Haziran 2007 • sayı: 27

nu alanı, bunun en önemli boyutunu oluşturmaktadır. Keza Kıbrıs sorunu ve ordunun devlet aygıtı içinde “olağan” konuma getirilmesi ile doğrudan ilgili birçok konu (genelkurmay başkanlığının savunma bakanlığına bağlanması, askeri mahkemelerin yetki alanlarının daraltılması, askeri harcamaların meclis denetimine tâbi kılınması, askeri personelin dokunulmazlıklarının kaldırılması ya da sınırlandırılması, Kemalizmin katı etkinliğinin kırılması vb.) buna eklenebilir. Bunların bütünü uzunca bir süredir büyük sermayenin politik programının omurgasını oluşturmaktadır. AKP, AB’ye katılım bağlamında bu programı hayata geçirmeye soyundu ve giderek şiddetlenen direniş ve karşı taarruzla birlikte programın geldiği belli bir noktadan itibaren geri yuvarlanmaya başladı. Bunlar biliniyor. Kemalist rejim tarihinin en önemli kırılma noktasından geçmekte ve sarsılmaktadır. Burada vurgulamamız gereken nokta, tüm bu sorunlar yumağı içinde depremin odak noktasına Kürt sorununun yerleşmiş olmasıdır. Zaten kritik konuşmalarda da şeriat demagojisine başvurulmaması ve hatta ima bile edilmemesi bunun açık bir itirafıdır. Keza, “Cumhuriyet” mitinglerinin siyasal içeriğini laiklikten çok, “anti-emperyalizm” soslu şoven milliyetçiliğin doldurması da bunun bir ifadesidir. Statükocu güçlerin hamlelerinin AKP’yi hedef almasının, onun gücünü ve etkinliğini kırmaya yönelik olmasının temeldeki sebebi, yürütmekte olduğu ve fakat patenti hiç de ona ait olmayan bu programdır. “Gizli gündem”di, “şeriat tehlikesi”ydi, bunların hepsi lafıgüzaftır, örtüdür. AKP’nin özelliği, mecliste sahip olduğu büyük sandalye sayısı ve güçlü halk desteği sayesinde, son 15-20 yılın hükümetlerinden farklı olarak, söz konusu programı hayata geçirme konusunda çok daha büyük bir potansiyele sahip olmasıdır. Bu da statüko odaklarının siyaseti yönlendirme ve bu programı bozma (ya da kendileri için en az zararlı hale getirme) yolunda ellerinde bulundurdukları manevra olanaklarını (özellikle meclis içi manevra olanaklarını) daraltmıştır. O nedenle olağanüstü müdahale araçlarına başvurmak (şakağına silah dayamak suretiyle anayasayı bizzat Anayasa Mahkemesine çiğnetmek gibi) giderek kaçınılmazlaşmıştır. Büyük sermayenin programı, Türkiye kapitalizminin geldiği tarihsel gelişme aşamasının ihtiyaçlarını yansıtmaktadır. Ancak egemen sınıfın önemli bir parçası buna ikna olmadığı için bu aynı zamanda sarsıntılı bir tarihsel kırılma niteliğini kazanmaktadır. Genelkurmay başkanının ve cumhurbaşkanının son dönemde yaptıkları bir dizi kritik konuşmada sık sık rejimin kuruluş döneminden bu yana

marksist tutum

en büyük tehditle karşı karşıya olduğunu vurgulamaları boşuna değildir. Gerçekten de daha önce çokça dile getirmiş olduğumuz gibi Kemalist rejim tarihinin en önemli kırılma noktasından geçmekte ve sarsılmaktadır. Burada vurgulamamız gereken nokta, tüm bu sorunlar yumağı içinde depremin odak noktasına Kürt sorununun yerleşmiş olmasıdır. Zaten söz konusu kritik konuşmalarda da şeriat demagojisine başvurulmaması ve hatta ima bile edilmemesi bunun açık bir itirafıdır. Keza, (henüz kimsenin bilmediği padişahlık yanlısı güçlere (!) karşı yapıldığı tahmin edilen) “Cumhuriyet” mitinglerinin siyasal içeriğini laiklikten çok, “anti-emperyalizm” soslu şoven milliyetçiliğin doldurması da bunun bir ifadesidir. Statükocu güçlerin, gerçeğe de uygun biçimde, asıl sorunu bir bölünme sorunu olarak gördükleri izaha muhtaç değildir. Tam da bu nedenle Kürt sorununda güdük de olsa zaman zaman gündeme gelen açılım çabaları ne zaman devletin kritik noktalarına uzansa, “iyi saatte olsunlar”ın gölgesi belirmektedir.

Baskı dalgası Gelinen noktanın siyasal kriz niteliğini vurguladık. Ancak bu, mevcut şartlarda ucu devrime açık bir siyasal kriz değildir ne yazık ki. Çünkü bu kriz işçi sınıfının örgütlü bir güç olarak sahnede henüz yer alamadığı bir kesitte gerçekleşmektedir. Üstelik zaman zaman Latin Amerika’da yaşananlara benzer biçimde genel olarak örgütsüz kitlelerin sokaklara akarak yine de bir fark yaratabildiği türden bir durum da yoktur. Bir bütün olarak daha gerici bir zemine gelinmiştir ve kriz bu zemin üzerinde cereyan etmektedir. Bu noktanın ayırdına varmak gerekiyor. Yüzeyde cumhurbaşkanlığı sorunu bağlamında gerilimin hızlandığı son aylardaki gelişmelere ve oluşan duruma baktığımızda genel eğilimi daha iyi görmek mümkündür. Başta Kürt halkına ve onun politik sözcülerine karşı baskılar artmıştır. PKK ateşkes konumunda olduğu halde bölgede hız verilen askeri operasyonlar, sınıra iki aydır yapılan askeri yığınak, DTP’li birçok yöneticiye yönelik tutuklama ve mahkeme dalgası, DTP’li bağımsız adayları önlemek için Kutsal İttifakla gerçekleştirilen birleşik oy pusulası düzenlemesi gibi baskılar sadece kaba bir özet oluşturuyor. Tüm bunlara elbette Kürt halkına yönelik nefret kampanyası eklenmekte. Genelkurmay başkanı bu dönemde yaptığı konuşmalarda yasal bir gazeteyi (Ülkede Özgür Gündem) ve partiyi (DTP) fütursuzca “terörist” olarak nitelemek suretiyle açıkça suç işliyor ve kimse oralı olmuyor. Mesajı alan işgüzar kapıkulları da hemen vaziyet edip gazetenin yayınını durduruyorlar. Aynı şekilde, muhtıra metninde yer alan ve faşist garabetler antolojisine geçebilecek “Ne mutlu Türküm demeyen düşmandır ve ebediyen öyle kalacaktır” ifadesine ne demeli? Tabii bütün bunlar bir medya operasyonu eşliğinde yürütülmekte ve postal yalayıcısı burjuva medya kendi ro-

3


marksist tutum

lünü oynamaktadır. Üstelik bu, hükümetin basını denetimine alma yolundaki tüm markajına ve bu konuda önemli mevziler elde etmiş olmasına rağmen olabilmektedir. İşitilen azar sonrasında “Cumhuriyet” mitinglerinin allana pullana verilip günlerce gündem yapılması, AKP karşıtı siyasal birlik çabalarının umut ve gaz verilerek teşvik edilmesi, ve elbette arada Nokta dergisinin başına gelenler işin medya boyutunu gözler önüne sermektedir. Tüm bu hengame olurken arada yasalaşıveren interneti zapturapt altına alma tasarısı ve hemen ardından şimdi meclise getirilen polis yetkilerini arttırma yasası herhalde sürecin karakteri konusunda yeterli kanıt sunmaktadır.

Siyasal güç dengeleri, seçimler ve olası gelişmeler Geçtiğimiz aylarda yaptığımız değerlendirmelerde statükocu güçlerin hükümet karşısında manevra olanakları bakımından elinin daha zayıf olduğunu ve bunu telafi etmek için bir yandan kitle desteği örgütleme çabalarına diğer yandan da kontra faaliyetlerine ağırlık verileceğine işaret etmiştik. Şimdi bu çabalar ve muhtıra ile birlikte statüko güçleri teraziyi kendi lehlerine çevirmeyi başarmış durumdadırlar. Elbette bu kayıpsız olmadı. Muhtıra toplumun geniş çoğunluğunda itibar görmemiştir ve pasif de olsa AKP’ye sempatiyi arttırmıştır. Zaten saldırgan hamlelerin ısrarla devam etmesinin sebebi budur. Statükocu güçler kendileri açısından ilk taktik hedeflere ulaşmakla birlikte, stratejik hedef diyebileceğimiz, seçimlerden AKP’nin hükümet kuramayacak bir sandalye sayısıyla çıkmasını sağlama hedefine ulaşmakta zorluk çekmektedirler. Her ne kadar parti birleşmeleri ve ittifaklar yoluyla seçimde AKP karşıtı bir cephe oluşturma girişimlerinde mesafe kat edilmişse de, CHP’lilerin el altından insanlara “AKP kazanırsa darbe olacak” diyerek göz korkutmalarının sebebi budur. Postal zoruyla gerçekleşen tüm

4

Haziran 2007 • sayı: 27

bu metazori birleşmelerin halkı tavlaması zordur. Tüm yoklamalar AKP’nin seçmen desteğinin kırılamadığını, hatta arttığını göstermektedir. Bu durum AKP’nin, aynı geçmişte Refah ve Fazilet’te olduğu gibi, mahkeme yoluyla kapatılmasından tutun, seçimlerin bile yaptırılmamasına kadar varan türlü senaryoları gündeme getirmektedir. Medya kalemşörleri bu tür senaryoları gayet doğallıkla utanmadan dile getiriyorlar. Burjuva siyaset kuburunda her yol mubah. Darbecilerin 22 Temmuz seçimine mani ol(a)madığı ve AKP’yi de kapattırmayı başaramadığı durumda, AKP’nin seçimden galip çıkması kesin gibidir. Muhtemelen eskisi kadar yüksek bir sandalye sayısına sahip olmasa da oylarını muhafaza ederek hükümet kuracak çoğunluğu yine de elde etmesi güçlü olasılık olarak görünmektedir. Bunun sebebi asla geniş emekçi kitlelerin hallerinden hoşnut olmaları değildir. Aksine işsizlik ve yoksulluk pençesinde kıvranan kitlelerde genel bir hoşnutsuzluk mevcuttur. Ancak bundan dem vurarak, kitlelerin geçmişte başka partilere yaptığı gibi otomatik olarak AKP’yi de cezalandıracağını düşünmek doğru olmaz. İşçi sınıfının mevcut örgütsüzlüğü koşullarında, geniş yoksul kitleler burjuva partiler içinde AKP’den daha iyisini görememektedirler. AKP bu bakımdan kredisini tüketmediği gibi, maruz kaldığı darbeci muamele, gayretkeşçe sürdürücüsü olduğu saldırı programının etkilerinin üzerini örtme işlevini görmekte ve AKP’nin, bıraktık normalden daha az yıpranmasına, aksine desteğinin artmasına yol açmaktadır. Öte yandan büyük sermaye her ne kadar AKP’nin kulağının çekilmesinde yarar görüyor ve medya cephesinde statükocu güçlerin aşırılıklarına göz yumuyorsa da, henüz AKP’nin ipini çekmiş değildir. Aynı şey AB ve ABD emperyalizmleri için de geçerlidir. Dolayısıyla güçlerin mevzilenişi açısından bakıldığında AKP arkasında emperyalizmin, büyük sermayenin ve yoksul kitlelerin desteğine sahipken, statüko cephesinin elinde daha sınırlı bir kitle desteği ve esas olarak da olağandışı müdahale araçları vardır. Seçimden doğacak “istenmeyen” sonuçların bertaraf edilmesi için hükümetin yıpratılması ve arkasındaki desteklerden koparılması çabaları şimdilerde Güney’e operasyon sıkıştırmasıyla yeni bir boyut kazanmış bulunmaktadır. Böylesi bir operasyona isteksiz olan hükümet, buna yanaşmadığı ölçüde içeride yıpratılacak, onay verdiğinde de ABD ile ters düşecektir. ABD’nin, hükümeti açmazdan kurtarmak ya da en azından ona nefes aldırmak için, fazla etkili olmayacak sınırlı bir harekâta karşı olmadığı bilin-


Haziran 2007 • sayı: 27

mektedir. Böylece hem sıkıştırma boşa çıkarılmış hem de ABD ile ipler kopmamış olacaktır. Ancak bu tür tüm girişimlerin son derece riskli olduğu ve evdeki hesabın çarşıya uymadığı yeni durumların doğabildiği de akıldan çıkarılmamalıdır. Ordunun uğrayacağı bir bozgun ve/veya ordu içinde bir çatlak doğması da olasılıklara dahildir. Ama hepsi bir yana bu operasyon çığırtkanlığının, krizin mevcut aşamasında, hükümeti yıpratmaktan ibaret, tümüyle hava gazı olması ihtimali de yabana atılmamalıdır. Bunların hepsini topladığımızda seçim sonrasında da krizin ve darbeci baskı sürecinin devam edeceği, yani burjuvazi açısından seçimlerden beklenen istikrar ve düzenin gelmesinin neredeyse imkânsız olduğu sonucu çıkmaktadır. Üstelik meclise DTP milletvekillerinin girmesi ve bir grup oluşturmaları durumunda, bunu adeta hamamın namusu gibi gören statükonun, buradan yeni kışkırtmalar için kendisine ilave bir bahane zemini yaratacağı muhakkaktır. Diğer taraftan, tam da sıcağı sıcağına içinden geçmekte olduğumuz için, mevcut süreç, şu an tam kapsamıyla açık seçik göremediğimiz çok daha büyük ölçekli değişimleri içeriyor olabilir. İlerleyen süreçte Kemalist-statükocu güçlerin, sözgelimi AB sürecinde somutluk bulan dönüşüm programını hepten berhava edip, geniş ölçekli bir eksen değişimine soyunduğu sonucuna pekâlâ varabiliriz. Görev başındaki bir genelkurmay başkanının, ilk defa, fazla örtme gereği duymaksızın ABD’yi hedef alan açıklamalarda bulunmasının, Genelkurmayın Putin’in tüm dünyada yankılanan ABD karşıtı manifesto niteliğindeki açıklamasını açıkça sahiplenip kendi sitesinde yayınlamasının, ileride, belki de salt bir diş gösterme ve gözdağı olmanın ötesinde, aslında böylesi bir dönüşümün ilk işaretleri olduğunu göreceğiz. Bunu şimdiden bilemiyoruz.

marksist tutum

nıf cephesini çıkarmak gereklidir. Ortada açıkça darbeci bir gidiş varken, öncelikle yapılması gereken, okları en küçük bir tereddüt göstermeksizin darbecilere yöneltmektir. Bu şartlarda öncelikli mücadele şiarı “darbeciliğe karşı bağımsız sınıf cephesi” şiarı olmalıdır. Marksist Tutum, tam da bu anlayışla, geçen sayısının kapağına “İşçi cephesini örelim, darbeci güçleri püskürtelim!” şiarını çıkarmıştır. Hal böyleyken, olmayan şeriat tehlikesinden dem vurmak ya da hükümetle cuntacıları aynı kefeye koymak, darbeci mitinglerde ilerici öğeler keşfetmeye kalkmak, şoven milliyetçiliğe “anti-emperyalizm” payesi vermek, işçi sınıfının tutumu olamaz. Bu tutumlar niyet ne olursa olsun işçi sınıfına en büyük acıları yaşatmış kudurgan darbecilerle aynı zemine düşmek anlamına gelir. O nedenle sınıf devrimcileri, sürecin genel etkisiyle oluşan politizasyondan da yararlanarak, seçimler bağlamında da bu genel tutumu öne çıkarmalıdırlar. Bu tutumun en başta gelen bileşenlerinden birisi ise Kürt halkına yönelen şoven faşist saldırganlığa karşı tavizsiz bir duruş ve onun demokratik haklarının tereddütsüz savunusudur. Bu, mevcut darbeci gidişe karşı kaçınılmaz bir somut tutum olduğu gibi, ilkesel olarak ezen ulus işçi sınıfı içinde enternasyonalist çalışmanın olmazsa olmaz boyutudur. Benzer şekilde, darbecilerin elinde oyuncak edilen laiklik meselesinde de, Kemalistlerin sahte laikliğinin karşısına işçi sınıfının gerçek laiklik anlayışı çıkarılmalı, devletin dibine kadar içinde olduğu dinden elini çekmesi vurgulanmalıdır. Bu güncel demokratik hususlar, demokrasiden söz edenleri de test edecek biçimde, işçi sınıfının acilen ihtiyaç duyduğu ekonomik-demokratik taleplerle, geniş emekçi yığınların yaşadığı işsizlik ve sefaletle doğrudan bağlantılı taleplerin propagandasıyla tamamlanmalıdır. 

Darbeciliğe karşı bağımsız sınıf cephesi Bugün yaşanan bir olağanüstü rejime doğru kayış eğilimi karşısında işçi sınıfı açısından özellikle öne çıkarılması gereken tutum, işçi sınıfının çatışan burjuva kamplardan sınıf bağımsızlığını sağlamaya hizmet edecek bir tutum olmalıdır. Özellikle darbeci-statükocu kampın zorlamasıyla geniş emekçi yığınlar mevcut burjuva kamplar ekseninde cepheleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu cephelere karşı işçi sınıfının kendi bağımsız sı-

5


Muhtıra, Küçük-burjuva Solculuğu ve Kemalizm Oktay Baran

Türkiye sol hareketinin geniş kesimleri, gerek içine girilen sürecin tabiatı, gerek çatışmanın gerçek nedenleri, gerekse de ne yapılması gerektiği hususunda tam bir kafa karışıklığı içerisinde bulunuyor. Bizce bu boyutlarda yaşanan bir karmaşanın kökeninde birbiriyle bağlantılı iki temel neden vardır. Birincisi, Türkiye sol hareketinin geniş kesimlerinin küçükburjuva solculuğuyla malul oluşudur. İkincisi de, yine aynı ağırlıkta olmak kaydıyla, sol çevrelerin önemlice bir bölümünün reflekslerine ve ruhuna sinmiş olan Kemalist önyargılardır. Dahası sol çevrelerin bir bölümünün Kemalist ideolojiyle hâlâ görünüşte bile hesaplaşmamış olduğu ve Kemalizme halen olumlu ve ilerici bir rol atfettiği bilinen bir gerçektir.

6

T

ürkiye burjuvazisinin statükocu-devletçi kanadı ile liberal geçinen kanadı arasındaki çatışmaya uzun bir süredir işaret ediyoruz. Bu çatışma, işçi sınıfı hareketinin son derece cılız olduğu günümüz koşullarında, tüm siyasal alana hâkim olmuş durumdadır. Militan ve kitlesel bir işçi hareketi karşısında domuz topu gibi birleşen burjuva kesimlerin, işçi hareketini geriye savurmayı başardıklarında, birbirleriyle nasıl bir güç ve iktidar kavgasına giriştiklerinin örnekleriyle doludur tarih.

Nasıl bir süreçten geçiyoruz? Geçtiğimiz aylarda Nokta dergisi tarafından açığa çıkarılan “darbe günlükleri”, resmi makamlarca yalanlanmasına rağmen, bugün yaşanılan gerçekliği tüm boyutlarıyla deşifre ediyor. 12 Nisan’da Genelkurmay başkanının apoletli medyayla yaptığı basın toplantısıyla ve günlüklerde adı geçen darbe heveslisi generallerin bugün başında bulundukları Atatürkçü Düşünce Derneklerinin inisiyatifinde gelişen Cumhuriyet mitingleriyle düğmesine basılan süreç, ordunun 27 Nisan’da yayınladığı ırkçı-faşizan muhtırayla devam etti. Burjuva parlamento işleyemez duruma getirildi. AKP hükümetinin AB sürecinde izlediği politikalara destek veren burjuva medya odakları, ordunun muhtırasıyla tersine dönen rüzgârla birlikte daha orta yolcu ve hatta yer yer hükümete karşı eleştirel bir tutum takınmaya başladılar. Yargı, ordunun muhtırasına yasallık kazandıracak kararları hızla çıkartmaya soyundu. Anayasa Mahkemesi 12 Eylül faşist rejiminin anayasasını bile hiçe sayarak parlamentonun cumhurbaşkanı seçmesini engelledi. Yine Anayasada açıkça belirtilmesine rağmen, görev süresi dolan cumhurbaşkanı görevini bırakmayı reddederek fiili bir durum yarattı ve cumhurbaşkanlığı dönemini belirsiz bir süre boyunca uzatmış oldu. Yargıtay ise mili-


Haziran 2007 • sayı: 27

tarist rejimin işlediği ve basına bir şekilde yansıdığı için örtbas edilemeyen işkence, cinayet ve katliam davalarını teker teker bozmaya başladı. Şemdinli davasında Büyükanıt’ın iyi çocuklarının aldığı cezalar ve Uğur Kaymaz davasında verilen cezalar, her şey çırılçıplak ortada olmasına rağmen, Yargıtay tarafından bozuldu. 1996’da Diyarbakır cezaevinde gerçekleştirilen katliamın sanıklarının aldığı ceza da Yargıtay tarafından aynı dönemde bozuldu. Aynı Yargıtay yine burjuva hukukunu bile hiçe sayarak eski DEP milletvekillerinin önünü kesmeye çalışıyor. Ordunun dayatmasıyla erkene alınan seçimlerde Kürtlerin bağımsız adaylarla parlamentoya girişinin önünü kesmek için tüm burjuva düzen partilerinin onayıyla ve tarihte eşi olmayan bir oy çokluğuyla anayasa değiştirildi. Fiili cumhurbaşkanı, kendisine gönderilen anayasa değişikliği paketinin yalnızca bu maddesini onaylayarak paketin geri kalan kısmını toptan geri gönderdi. Kürtlere dönük baskılar son dönemde iyice tırmandırılırken, aralarında 70’ten fazla yöneticinin de olduğu 600 civarında DTP’li tutuklandı. 1 Mayıs’ta devrimci çevrelere ve işçi hareketine dönük estirilen devlet terörü aynı hızla 1 Mayıs sonrasında da devam ettiriliyor. Gözaltılar, operasyonlar hızla devam ediyor. Hem AKP’nin geriletilmesi mümkün olmazsa seçimleri erteletmenin zeminini hazırlamak için hem de Kürtlere karşı haksız savaşı ve operasyonları tırmandırmak için büyük kentlerde canice provokasyonlar tezgâhlanmaya başlandı. 1 Mayıs’ta devrimci çevrelere ve işçi hareketine dönük estirilen devlet terörü aynı hızla 1 Mayıs sonrasında da devam ettiriliyor. Gözaltılar, operasyonlar hızla devam ediyor. Hem AKP’nin geriletilmesi mümkün olmazsa seçimleri erteletmenin zeminini hazırlamak için hem de Kürtlere karşı haksız savaşı ve operasyonları tırmandırmak için büyük kentlerde canice provokasyonlar tezgâhlanmaya başlandı. İzmir’de pazar yerinin ve ardından da Ankara’da bir iş hanının bombalanması burjuva devletin kontr-gerilla aygıtlarının işinden başka bir şey değildir. Bunların hemen ardından AB süreciyle getirilen göstermelik hak ve özgürlük kırıntılarının teker teker geri alınması ve demokratik makyajın temizlenmesi süreci hızlandırılıyor, polise tekrar

marksist tutum

olağanüstü yetkiler tanınıyor. Tüm bunlara ek olarak burjuva siyaset alanında bir yeniden harmanlanma süreci yaşanıyor. Doğrudan ordunun dayatmasıyla yaşanan bu süreç sağda ve burjuva “solda” zoraki bir birleşmeyi dayatıyor. Ordu tekrar dümenin başına geçmişken, burjuva siyasetçiler eski kaprislerini ve tekke çıkarlarını şimdilik bir tarafa bırakmak zorunda kaldıklarının bilinciyle, aldıkları emir doğrultusunda harekete geçiyorlar. Ordunun tornasında yeniden şekillenen burjuva partiler, Kürt düşmanı ırkçı-şoven-milliyetçi programa bağlılık andı içiyorlar. Bu arada sendikal örgütlerin ve demokratik kitle örgütlerinin başına çöreklenmiş olan burjuva unsurlar ve bürokratlar eliyle sınıfın ve emekçilerin örgütlü kesimleri AKP karşıtlığı maskesi altında ordunun peşine takılmaya zorlanıyorlar. Tüm bu yaşananlar, açıkça göstermektedir ki, burjuva klikler arasındaki kapışmada bugün ibre bariz bir biçimde asker-sivil bürokrasinin başını çektiği statükocu-devletçiırkçı cephenin lehine dönmüştür. Liberal geçinen burjuvazi ve bugün onun hükümeti konumundaki AKP, AB ve ABD’nin desteğine güvenerek muhtıraya karşı kuyruğu dik tuttuğu izlenimi verse de açıktır ki inisiyatifi kaybetmiştir. Muhtırayı verenlere karşı en küçük bir girişimde bulunmayarak ödlekliklerini dışa vuranlar, karşı cephenin artan basıncı altında giderek geriliyorlar. Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaşın yeni hedeflerine (İran ve Suriye) dönük gelişmelere ve Güney’deki Kürt önderliğinin gelişecek süreçteki tutumlarına bağlı olarak emperyalist güç merkezlerinin daha önce AKP hükümetine verdiği destek her an zayıflatılıp ya da kesilip yerini bambaşka dengelere bırakabilir. İçinden geçtiğimiz dönemde bu açıdan özellikle Güney’de oluşmakta olan Kürt devletiyle bağlantılı sorunlardaki gelişmeler belirleyici olacaktır. İbrenin statükocular cephesine dönmesi, hele de seçimlerden istedikleri gibi bir sonuç elde ederlerse, (ki aksi bir havayı koklamaları durumunda her türlü provokasyonla seçimleri iptal etmeleri de güçlü bir olasılıktır), za-

7


marksist tutum

Haziran 2007 • sayı: 27

bir çizgi tutturuyor. Bunun bir göstergesini de parlamento seçimlerini boykot etme anlamına gelen açılımlar oluşturuyor. Devrimci bir partinin yokluğundan ötürü bilinçsiz geniş işçi yığınlarının AKP’yi bir kurtuluş umudu olarak gördüğü, sendikal düzeyde örgütlü kesimlerin ise sendikal bürokrasi marifetiyle statükocular cephesine yedeklenmeye çalışıldığı, devrimci sınıf hareketinin yok denecek denli cılız ve etkisiz olduğu bir dönemde, özü boykot taktiği olan bir çizgi tutturmak gerçeklikten tümüyle kopmak anlamıten son derece güdük olan burjuva parlamenter işleyişin tam bir göstermelik işleyişe indirgeneceği açıktır. Böyle bir durum, mevcut demokratik hak ve özgürlüklerin iyice budanacağı bir olağanüstü hal rejimine giden yolun açıldığı anlamına gelecektir. Bölgede genişleyecek bir savaş cephesinin içine Türkiye’nin de girmesi ihtimaliyle bağlantılı olarak böylesi bir rejimin bir ucu doğrudan askeri bir yönetime, bir savaş hükümetine de açık olacaktır. Tüm bunların anlamı, içine girdiğimiz dönemin işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen Kürt halkı açısından yeni bir karşı-devrimci saldırılar dönemi olma tehlikesidir. Sosyalistlerin sivrilterek emekçi kitlelerin gündemine taşımaları gereken tek ve gerçek tehlike budur.

Küçük-burjuva solculuğun yanılsamaları Hal böyleyken, Türkiye sol hareketinin geniş kesimleri, gerek içine girilen sürecin tabiatı, gerek çatışmanın gerçek nedenleri, gerekse de ne yapılması gerektiği hususunda tam bir kafa karışıklığı içerisinde bulunuyor. Bizce bu boyutlarda yaşanan bir karmaşanın kökeninde birbiriyle bağlantılı iki temel neden vardır. Birincisi, Türkiye sol hareketinin geniş kesimlerinin küçük-burjuva solculuğuyla malul oluşudur. İkincisi de, yine aynı ağırlıkta olmak kaydıyla, sol çevrelerin önemlice bir bölümünün reflekslerine ve ruhuna sinmiş olan Kemalist önyargılardır. Dahası sol çevrelerin bir bölümünün Kemalist ideolojiyle hâlâ görünüşte bile hesaplaşmamış olduğu ve Kemalizme halen olumlu ve ilerici bir rol atfettiği bilinen bir gerçektir. Küçük-burjuva solculuğunun en tipik görünümlerinden biri, gerçekliği algılamada yaşadığı zorluklardır. Sınıftan kopuk, kendi yarattıkları bir dünyada kendi hayalleri ve kurgularıyla hareket eden bir solculuğun işçi sınıfı hareketine hiçbir yararı dokunamaz. Sol çevrelerin bir bölümü gelişmekte olan karşı-devrimci tehdidi algılayamadığı gibi, son derece yanlış ve ister istemez statükocu cepheye ve onun söylemine güç katan

8

na gelmiyor mu? Benzer bir yanlışlık, statükocu burjuva güçler tarafından imal edilen ve kentli orta sınıflarda faşizan-milliyetçi bir hezeyana yol açan “şeriat geliyor” paranoyası karşısında takınılan tutumlarda kendini açığa vuruyor. Burada da küçük-burjuva solculuğunun ilkesizliğine, omurgasızlığına ve Kemalizmle nasıl damgalandığına şahit oluyoruz. Muhtırayı açıktan destekleyerek eksik bile bulanları bir tarafa bırakalım. İlkeli ve tutarlı bir demokrat olmayı bile İbrenin statükocular cephesine dönmesi, hele de seçimlerden istedikleri gibi bir sonuç elde ederlerse, zaten son derece güdük olan burjuva parlamenter işleyişin tam bir göstermelik işleyişe indirgeneceği açıktır. Böyle bir durum, mevcut demokratik hak ve özgürlüklerin iyice budanacağı bir olağanüstü hal rejimine giden yolun açıldığı anlamına gelecektir. Tüm bunların anlamı, içine girdiğimiz dönemin işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen Kürt halkı açısından yeni bir karşıdevrimci saldırılar dönemi olma tehlikesidir. beceremediği açığa çıkan TKP’nin, yayınladığı bildiride, “Genelkurmay Başkanlığının … hayali bir olguyla uğraşmadığı”nı, “Türkiye’de gericiliğin gerçek bir tehdit” olduğunu belirtmesi, muhtıranın “gericiliğe” karşı verildiği yalanına soldan verilen bir onaydır. Orduyla bir sorunu olmadığının altını çizen, hatta ordu içerisinde “küçümsenmeyecek bir yurtsever ve aydınlanmacı birikimin” olduğunu savunan TKP, “Türkiye Cumhuriyeti döneminde elde edilen toplumsal kazanımları reddeden” bir solculuğu dışladığını söylüyor. TKP tarafından açıkça ifade edilen bu pozisyon, bu açıklıkla olmasa bile benzer bir Kemalist özü dışa vuran


Haziran 2007 • sayı: 27

başka sol çevreler tarafından da benimseniyor. Sol çevrelerin önemli bir bölümü, AKP’nin şeriatçı bir parti olduğunu, dini gericiliği temsil ettiğini sorgusuz sualsiz kabul ediyor. Burada kullandıkları “gericilik” tanımına ise, tastamam Kemalist ideolojiden devşirilmiş, aydınlanmacı, tepeden devrimci, seçkinci bir yaklaşım damgasını basıyor. Bugün ciddi bir tehdit altında bulunan demokratik hak ve özgürlükleri tutarlı ve kararlı bir şekilde savunabilecek, onları daha da geliştirebilecek tek sınıf devrimci işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı, bunu yapabilmek için bağımsız ve birleşik sınıf cephesini örmek ve ezilen Kürt halkına da dostluk elini uzatmak zorundadır. Gerek liberal geçineniyle statükocumilliyetçisiyle Türk burjuvazisinin, gerekse de bölge üzerinde en melun planlarını hayata geçirmeye çalışan emperyalist güçlerin oyununu bozmanın tek yolu budur. Bu yanlışlık, kimi sol çevreleri ve sosyalist geçinen aydınları, darbeci mitinglerden medet ummaya itiyor. Örneğin Mustafa Sönmez bu mitinglerin “umutsuzluk bulutlarını dağıttığını”, “özellikle kadınların yüksek katılımının gelecek güzel günlere dair büyük umutlar yarattığı”nı, “gerici toplum projesine cüret eden AKP’ye haddini bildirdiği”ni söylüyor. Halkevleri, bu “kitle hareketinin gericilik karşıtlığının … sınıf hareketinin bu yeniden oluşum evresinde mutlaka değerlendirilmesi gereken bir dizi olanak yarattığını” belirtiyor. Yürüyüş dergisi ise bu yoruma, “yüzbinlerin toplandığı bu alanlardan yükselen ‘bağımsızlık’ özleminin, henüz yatağını bulmamış …, Genelkurmaycılar’a, darbecilere bırakılamayacak kadar değerli özlemler, önemli dinamikler” olduğunu belirterek katkıda bulunuyor. Tüm bu değerlendirmeler apaçık bir körlüğü ve cehaleti

marksist tutum

ifade etmiyorsa, düpedüz rüzgâra göre yön değiştiren bir oportünizmi dışa vuruyor. Laiklikle hiçbir ilgisi olmayan bir rejimi laiklik adına savunanlar, ilerici olarak adlandırılıyor. Kürt halkına ve emekçilere kan kusturan burjuva devletin “bağımsızlığı elden gidiyor” diye vaveyla koparmak, anti-emperyalist duygular olarak görülebiliyor. Tüm bu çarpıtmaların üstünü örtmek için bu mitinglere katılan kitlelerin küçük-burjuva karakterini inkâr etmenin yolları aranıyor: “orta sınıf tahlillerine de ihtiyatlı yaklaşmak gerekir”miş, “yoksulların varlığı yadsınamaz”mış, “kendini hâlâ ‘orta sınıf ’ olarak görmeye devam eden kitleyle yoksullar arasındaki sınırlar, oldukça incelmiş” vb. Bu tür değerlendirmeler yapan sol çevrelerin neredeyse tamamının, Kürt hareketine karşı hasmane bir tutum benimsediği, onu şiddet kullanmakla eleştirdiği, Kürt milliyetçiliği yaptığından ötürü mahkûm ettiğini de not düşelim. Kemalist ve ulusalcı renkler içeren bir sol hareketin, günün birinde dengeler değişir de ordu ABD ile zıtlaşan bir çizgi izlemeye başlarsa, sözümona bir Amerikan aleyhtarlığı adına cuntalara nasıl destek verebileceğini düşünmek bile, ne gibi bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuzu yeterince anlatıyor. Son olarak, gerek bu kesimler gerekse de Kemalizme çok daha mesafeli duran diğer sol çevrelerin önemlice bir bölümünün üzerinde hemfikir olduğu, “ne şeriat ne darbe” ya da “ne cami ne kışla” gibi sloganların, hangi niyetle benimseniyor olursa olsun bugünün koşullarında tümüyle yanlış olduğunu belirtelim. Çünkü bugün bir şeriat tehlikesi yoktur. Ama muhtıra gerçektir, darbe tehditleri gerçektir, Kürtlere karşı haksız savaşı azdırma çabaları gerçektir, parlamenter sistemi iyice işlevsizleştirme ve diyelim ki Bonapartist bir rejimi hayata geçirme tehditleri son derece gerçektir. Durum buyken, devrimci propaganda, ajitasyon ve teşhirin esas hedefine darbe tehditleri oturtulmak zorundadır. Şeriatı güncel bir tehlike olarak gösteren ya da bunu ima eden en masum formülasyonlar bile, devrimci işçi hareketinin verili güçsüzlüğü koşullarında, ister istemez darbecilerin ekmeğine yağ sürecektir. Sorunun laiklik-şeriat şeklindeki yapay kutuplaşma ekseninden mutlaka kurtarılması gerekiyor. Sorun, burjuva iktidar bloku içinde sürmekte olan çatışmanın gerek Ortadoğu’daki savaş gerekse ulusal sorun konusunda izlenecek politikalar hususunda alabildiğine kızışmış olmasıdır. Bugün ciddi bir tehdit altında bulunan demokratik hak ve özgürlükleri tutarlı ve kararlı bir şekilde savunabilecek, onları daha da geliştirebilecek tek sınıf devrimci işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı, bunu yapabilmek için bağımsız ve birleşik sınıf cephesini örmek ve ezilen Kürt halkına da dostluk elini uzatmak zorundadır. Gerek liberal geçineniyle statükocu-milliyetçisiyle Türk burjuvazisinin, gerekse de bölge üzerinde en melun planlarını hayata geçirmeye çalışan emperyalist güçlerin oyununu bozmanın tek yolu budur. 

9


Burjuva Demokrasisi ve İşçi Demokrasisi Utku Kızılok

Emperyalist çürüme çağı ve demokrasi Bir kez daha hatırlatmak gerekir ki, burjuva demokrasisinin sınırlarının darlığını veya göreli genişliğini belirleyen sınıf mücadelesinin düzeyidir. İşçi sınıfının örgütlü olduğu, mücadeleyi yükselttiği dönemlerde göreli demokratik kazanımların elde edilmesi ve fakat sınıf hareketinin geri çekildiği dönemlerde kazanılmış demokratik hakların kaybedilmesi bu temel gerçeği döne döne doğrulamaktadır. Bu nedenle işçi sınıfı antidemokratik, faşizan yasaları geri püskürtmek, siyasal ve sendikal yasakları ortadan kaldırmak ve kendi diğer taleplerinin yanı sıra Kürt halkının da haklı taleplerinin yerine getirilmesini sağlamak için mücadeleyi yükseltmek zorundadır.

10

Statükocu-devletçi burjuva güçler ile liberal geçinen AB’ci burjuva güçler arasında şiddetlenen tepişme ve ortaya çıkan kriz, Türkiye’deki burjuva demokrasisinin dar çerçevesini ve sınıfsal özünü bir kez daha gözler önüne serdi. Ön cephede ağırlıklı olarak asker-sivil bürokrasinin yer aldığı statükocu güçler, tarihsel mevzilerini –devlet-siyaset üzerindeki hâkimiyetlerini– kaybetmemek için her türlü anti-demokratik yönteme başvuruyorlar. Buna karşın, TÜSİAD’ın başını çektiği liberal geçinen AB’ci güçler, karşı tarafın saldırılarına gerektiği gibi tavır alamamış ve çok savunur göründükleri verili burjuva demokrasisine bile sahip çıkamamışlardır. Asker-sivil bürokrasinin vesayetine son vermenin, 1982 faşizan Anayasasını bütünüyle değiştirmenin, sendikal ve siyasal örgütlenmelerin önündeki tüm engelleri ve yasakları kaldırarak özgürlükleri genişletmenin, Kürt halkının haklarını tanımanın yolunun köklü demokratik dönüşümlerden geçtiği çok açık. Ancak defalarca gündeme gelmesine rağmen, şimdiye kadarki pratik tecrübe bunun bir halk hareketi olmadan bir türlü gerçekleşemediğini göstermektedir. Lakin burjuvazi ucu devrime açık olan böylesi bir halk hareketinden öcü gibi korktuğu için bu tür demokratik dönüşümlere öncülük edebilecek cesaretten yoksundur. Birincisi, emperyalist siyasal gericilik çağında yaşanıyor olunmasıdır. Kapitalizmin emperyalizm aşaması sınıflar arası çelişki ve çatışmaların alabildiğine arttığı, emperyalist savaşlar ve proleter devrimlerle kendini dışa vurduğu bir çağdır. Bu çağda burjuva düzene damgasını basan siyasal gericiliktir. Emperyalizmin göreli savaşsız dönemlerinde bile bir “olağanüstülük” göze çarpar. Devletler rutin bir şekilde silahlandırılır, ordu, polis ve gizli istihbarat teşkilatlarına takviyeler yapılır ve ani toplumsal patlamalara karşı “tetikte” beklenir. Tarihsel ve güncel deneyimlerin de gösterdiği üzere, burjuvazi ile işçi sınıfı arasında şiddetlenen çelişkilerin ne zaman,


Haziran 2007 • sayı: 27

ne biçimde ve hangi boyutlarda patlayacağı hiç belli olmaz. Şiddetlenen toplumsal çelişkiler emperyalizm çağında proleter devrimleri daima güncel bir olasılık haline getirir. Devrimin güncelliği burjuvazinin yüreğine korku saldığından, emekçi kitleler üzerindeki baskı ve şiddet görünen ve görünmeyen araçlar üzerinden devam ettirilir. Devrim korkusuna kapılan burjuvazi, kitleleri pasif yaşamlarından alarak hareketli siyasal süreçlerin içine çekebilecek köklü demokratik dönüşümleri hayata geçiremez. İkincisi, siyasal gericilik bugünkü gibi emperyalist savaş dönemlerinde daha belirgin bir şekilde, kitlelerin yaşamını doğrudan etkileyecek anti-demokratik uygulamalarla karakterize olur. Nitekim son birkaç yıldır başta Amerika, Avrupa ve Türkiye olmak üzere, dünyanın her yerinde benzeri gelişmeler yaşanıyor. Verili burjuva demokrasisinin sınırları görece barışçıl dönemlere göre alabildiğine daraltılmakta, polis devleti uygulamaları yaygınlaşmakta ve olağanüstü rejimler gündeme gelmektedir. Bu dönemin en tipik özelliklerinden biri de siyasal gericiliğin tüm burjuva siyasetine ve onun her rengine damgasını basmasıdır. Bu damgayla belirlenen burjuva siyaseti, demokrasinin göreli işlediği dönemlerden farklı olarak, militarizmi ve milliyetçi saldırganlığı alabildiğine yükseltmekte ve anti-demokratik uygulamaların borusunu çalmaktadır. Siyasal gericilik bugünkü gibi emperyalist savaş dönemlerinde daha belirgin bir şekilde, kitlelerin yaşamını doğrudan etkileyecek anti-demokratik uygulamalarla karakterize olur. Nitekim son birkaç yıldır başta Amerika, Avrupa ve Türkiye olmak üzere, dünyanın her yerinde benzeri gelişmeler yaşanıyor.

marksist tutum

Üçüncüsü, Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaşın Kürt sorununa uluslararası bir boyut kazandırması ve Güney’de bağımsız bir Kürt devletinin şekillenmekte oluşu TC’yi bir hayli sıkıştırmış bulunuyor. Buna mukabil, gerek burjuvazinin bölgede alt-emperyalist bir güç olarak yükselme arzusu gerekse ABD emperyalizminin Türkiye’yi olası bir İran savaşında kendi yanında, savaşın aktif bir parçası olarak görmek istemesi, Türkiye’yi şu ya da bu biçimde savaşın içine çekmekte ve bu, düzeni daha da sıkıştırmaktadır. İşte Türkiye burjuvazisi içindeki tarihsel çelişki ve çatışma tam da böyle bir konjonktüre denk gelmiştir. Verili siyasal durum, liberal geçinen AB’ci burjuvaziden ziyade statükocu-darbeci burjuvazinin zeminini güçlendirmektedir. Son haftalarda yaşananlar bunu açıkça göstermektedir. Tüm bunlardan ötürüdür ki, emperyalizm çağında genel olarak burjuvaziden, özel olarak da Türk burjuvazisinden kapsamlı ve tutarlı demokratik dönüşümleri hayata geçirmesini beklemek gerçekten de boş bir hayaldir.

Burjuva demokrasisinin özü ve biçimi Bilindiği üzere devlet bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki tahakküm aygıtıdır ve kapitalist düzende de devlet, burjuvazinin sömürülen kitleler üzerindeki diktatörlüğünün cisimleşmesidir. Fakat burjuva ideologları kitlelerin bilincini bulandırmak amacıyla devleti sınıflar üstü, “tarafsız” bir konuma yükseltirken, kendinden menkul bir diktatörlük kavramının karşısına da demokrasiyi koyarlar. Sanki demokrasinin kendisi de bir diktatörlük değilmiş gibi sunulur. Oysa demokrasi burjuva egemenliğinin bir ifadesi, onun bir siyasal biçimidir. Burjuva demokrasisi kuvvetler ayrılığı ilkesine göre şekillenir. Bu üç kuvvet, yasama –yani parlamento–, yürütme –yani hükümet– ve yargıdan –yani mahkemeler– müteşekkildir. Gerçekte kitlelerin bu kurumlar üzerinde hiçbir denetim hakkı yoktur. Fakat genel oy, seçme ve seçilme hakkı, her dört-beş yılda bir yinelenen seçimler kitlelerde “biz yönetiyoruz” yanılgısına yol açar. Oysa burjuva demokrasisinin en genel özelliği, kitleleri hiçbir şekilde yönetime katmama ve pasifleştirme üzerine kurulmuş olmasıdır. Tüm siyasal mekanizmalar bu amaçla oluşturulmuştur. Temsili demokrasi ilkesi bu mekanizmaların başında yer alır. Bu ilkeye göre, halk yığınları vekillerini seçerek parlamentoya gönderecek ve bunlar da güya halkı temsil edecektir! Lakin kitleler dört-beş yılda bir seçimlere katılıp “vekillerini” seçtikten sonra, hiçbir şekilde sürece dâhil edilmezler. Ne “seçtikleri” vekillerini geri çağırabilir, ne parlamentoda yapılan yasalara müdahale edebilir, ne de bu yasaların uygulanmasını denetleyebilirler. Öte yandan, yargı-mahkemeler, işçi-emekçi kitlelere parlamento kadar bile yakın değildir. Türkiye’de siyaset üzerinde belirleyici bir rolü olan Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve diğer mahkemelerin başkanları ve

11


marksist tutum

Haziran 2007 • sayı: 27

heyetleri kitlelerin seçimleriyle işbaDemokrasi nedir? şına gelmemekte, bürokratik bir şeken, i s a r k kilde atanmaktadırlar. Esasında aynı Demo törlerişey diğer devlet kurumları için de ta di dik me özgeçerlidir. Tüm bu kurumlarda yöeç neticiler halkın oyuyla değil, tepemizi s dür! ü den, bürokratik atama yoluyla göregürlüğ ve gelirler. Yani tüm devlet örgütlenmesi yığınların denetiminden uzaktır. Burjuva parlamenter demokrasi, halk yığınlarının her düzeyde siyasal yaşama katılmasına ve aşağıdan yukarıya devletin demokratik bir tarzda örgütlenmesine izin vermez. Ve gelişen her türlü demokratik kitle hareketini boğar. Burjuva devlet görünen ve görünmeyen kısmıyla, tüm bürokratik yapısıyla halk kitlelekendini ifade etmesinin önüne geçilmesi, esasında burjuva rinin üzerine çökerken, parlamenter demokrasi burjuvazidemokrasisinin nasıl bir demokrasi olduğunun basit bir nin diktatörlüğünü örten bir incir yaprağı işlevi görür. örneğidir. Fakat ne zamanki emekçi kitleler sistemi şu ya da bu şekilNe var ki burjuvazi yine de “özgür”, “eşit” ve “genel” de zorlamaya başlarlar, işte o vakit incir yaprağı kalkar ve oya dayalı demokratik bir düzende yaşadığımızı dillendirsistemin gerçek özü olan diktatörlük tüm çıplaklığıyla ormeyi pek seviyor. Ne büyük bir yalan! Nasıl oluyor da sitaya çıkar. Türkiye’de Kürt halkı, devrimciler ve emekçi yasal iktidarı ve üretim araçlarının özel mülkiyetini elinde kitleler yıllardır devletin terörüne maruz kalıyorlar. tutan kapitalistler sınıfı ile tüm bu haklardan yoksun işçi Neredeyse polisin saldırmadığı bir miting ve yürüyüş yok sınıfı eşit olabiliyor? gibidir. Çok açık ki, kapitalist düzende üretim araçlarıyla birŞurası açık ki, bizimki gibi ülkelerin burjuva demokralikte devlet de burjuvaziye aittir. Dolayısıyla bu düzende sisinde toplantı ve basın özgürlüğü göstermeliktir; düzen “eşitlik”, “özgürlük” ve “demokrasi” gibi kavramlar, üretim tehlikeye girdiğinde göreli özgürlükler bile anında çöpe araçlarının özel mülkiyetinin burjuvaziye ait olduğu ve atılmaktadır. 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyen işçi kitbununla birlikte siyasal iktidarın da ona ait olduğu gerçelelerine burjuva devletin tüm hışmıyla saldırması ve İstanğini gizlemeye yarar. Demokrasi oyunuyla hem bu gerçebul’da terör estirmesi, burjuva demokrasisinde toplantı özğin üzeri örtülür hem de kitlelere burjuva egemenliği yegürlüğü söyleminin ne kadar sahtekârca olduğunu bir kez niden ve yeniden onaylatılarak emekçilerin sistem dışına daha doğrulamıştır. Kapitalist düzende gazeteler, radyolar, çıkmasının önüne geçilir. Yani parlamenter demokrasi televizyonlar, internet gibi iletişim araçları burjuvazinin emekçi kitleleri siyasal yaşamın dışına atarken, siyaseti de tekelindedir. Burjuvazi bu aygıtlar aracılığıyla emekçileri profesyonel burjuva siyaset esnafına havale eder. Nitekim gece gündüz ideolojik bombardımana tâbi tutuyor. Özelher dört-beş yılda bir, işçi-emekçi yığınların karşısına dülikle yazılı ve görsel medya aracılığıyla gerçekler çarpıtılzen partileri ve profesyonel siyasetçiler çıkartılmakta ve bir makta ve toplum manipüle edilmektedir. İşçi-emekçi kitdahaki seçime kadar yığınlar unutulmaktadır. Bu profeslelerin bu tür araçları kullanarak kendilerini ifade etmeleri yonel siyasetçiler türlü dalaverelerle, olmadık vaatlerle ve ise bin bir türlü mekanizmayla engellenmektedir. Zor şartçoğu zaman oy satın almalarla işlerini yürütürler. Özetle larda ayakta durmaya çalışan demokrat, devrimci ve soskapitalist düzende emekçi yığınlar için eşitlik, her dört-beş yalist basın, sürekli baskı altına alınarak kovuşturmalara yılda bir sandık başına gidip burjuvazinin şu ya da bu paruğramakta, susturulmaya çalışılmaktadır. tisine veya profesyonel siyasetçisine oy vermek ve böylece Bununla birlikte, oluşturulan siyasal mekanizmalar “demokratik görevini” ifa etmektir. İşte burjuva eşitlik ve aracılığıyla emekçi sınıfların seçimden yararlanmasının ve özgürlük! İşte burjuva demokrasisi! kendi adaylarını parlamentoya göndermesinin bile önüne Bugüne kadar tüm burjuva demokrasileri, işçi-emekçi geçilir. Seçim yasalarında yapılan –%10 barajı gibi– düsınıflar için baskı, şiddet ve cezaevleri üretmiştir. İnsanlığı zenlemeler, seçim bölgelerinin sınırlarının egemenlerin işiburjuva demokrasisinin dar çerçevesinden kurtararak siyane geldiği gibi belirlenmesi, temsilde orantısızlık, seçim sal ve toplumsal gericileşme ve çürümeye son verecek, halk çalışmalarında çıkartılan fiili engellerle emekçilerin sesi kitlelerine derin bir nefes aldıracak şey, burjuvazinin korboğulur. Bu topraklarda benzeri yöntemlerle ve süreklileşkulu rüyası olan işçi devrimleridir. tirilmiş açık şiddetle Kürt halkının yıllardır parlamentoda

12


Haziran 2007 • sayı: 27

Bir yaşam biçimi: işçi demokrasisi Eski sömürülü toplumlarda (örneğin kölecilik ve feodalizmde) sömürü ekonomi dışı zor yöntemleriyle uygulanıyordu. Lakin kapitalist üretim tarzıyla birlikte işgücü bir meta haline geldi ve kapitalist, işçinin işgücünü satın alarak onun ürettiği artı-değere ekonomi dışı bir şiddet uygulamaya ihtiyaç duymaksızın doğrudan el koymaya başladı. (Ayrıntılı bir okuma için bkz: Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme) Kapitalizmle birlikte ekonomi ile siyaset arasında göreli bir ayrışma yaşanırken, demokrasi de siyasal alanla sınırlı kaldı. İşçi sınıfı üretim sürecinin her aşamasında yer almasına ve tüm üretimi gerçekleştirmesine rağmen, üretimin ve ekonominin yönetiminde hiçbir söz hakkına sahip değildir. Buna son verecek ve yığınların her düzeyde yönetime katılmasının, gerçek ve doğrudan demokrasiye ulaşmasının yolunu açacak şey, bir işçi devrimidir. Devrimle birlikte, kitlelerin üzerine çöken bürokratik burjuva devlet makinesi parçalanır ve onun yerine işçi sınıfının öz-yönetim organları olan sovyetler/konseyler geçer. İşçi-emekçi kitleler öz-yönetim organları olan sovyetler üzerinden bizzat “devletin” kendisi haline gelirler. Siyasal iktidarın yönetimini eline geçiren işçi sınıfı, üretim araçlarını devletleştirerek kapitalist özel mülkiyete son verir ve böylece ekonominin yönetimi ve dolayısıyla kendi kaderi üzerinde gerçekten söz ve karar sahibi olur. Burjuva devlet yukarıdan aşağıya bürokratik bir tarzda örgütlenen ve toplumun üzerinde yükselen bir aygıtken, işçi sınıfının devleti, sovyetler, konseyler şeklinde örgütlenen ve tüm iktidarı kendi ellerine alan işçi yığınlarının ta kendisidir. İşçi devleti bir yarı-devlettir aslında. Bu “devlet”in oluşum sürecine işyeri, mahalle, il, ilçe ve ülke düzeyinde örgütlenmiş sovyetler/konseyler damgasını basar. Burjuva devlet yukarıdan aşağıya bürokratik bir tarzda örgütlenen ve toplumun üzerinde yükselen bir aygıtken, işçi sınıfının devleti, sovyetler, konseyler şeklinde örgütlenen ve tüm iktidarı kendi ellerine alan işçi yığınlarının ta kendisidir. İşçi devleti bir yarı-devlettir aslında. Bu “devlet”in oluşum sürecine işyeri, mahalle, il, ilçe ve ülke düzeyinde örgütlenmiş sovyetler/konseyler damgasını basar. İşçi iktidarı burjuva devlet aygıtını parçalayarak bürokratik yapıyı dağıtırken, tüm eski mevki ve makamlara ve ayrıcalıklara son verir. Ayrıcalıkları, apoletleri, rütbeleriyle birlikte sürekli ordu dağıtılıp yerine işçi milisleri geçirilirken, polis aygıtı da ortadan kaldırılır. Tüm sovyet görevlileri seçimle işbaşına gelir, sovyetlerde örgütlenmiş işçi kitlelerine karşı sorumlu olur ve istendiğinde görevden alına-

marksist tutum

bilir. İşçi iktidarı, eski ayrıcalıkların geri dönmemesi için görevlilerinin ücretlerini ortalama işçi ücreti düzeyinde tutar. Kitlelerin her düzeyde siyasal yaşama katılması, belirleyici olması ve ayrıcalıkların ortadan kaldırılması, siyaseti profesyonel siyasetçilerin işi-mesleği olmaktan çıkartır. Böylece gerçek işçi iktidarı altında siyaset, kitlelerin günlük yaşamlarının bir parçası haline gelerek bir yaşam biçimine dönüşür. Görüldüğü gibi, işçi demokrasisinde kitleler sovyetler vasıtasıyla, aşağıdan yukarıya işçi devletinin demokratik örgütlenmesine katılmakla kalmazlar, her aşamada onu belirlerler de. İşçi demokrasisinin, kitlelere sadece yasama organını seçme hakkı veren ve diğer tüm yönetim süreçlerinin dışında tutan burjuva demokrasisinden üstünlüğü buradan kaynaklanır. İşçi demokrasisinin, burjuva demokrasisinden binlerce kat daha demokratik ve üstün olduğu gerçeği gerek Paris Komünü deneyimi gerekse 1917 Ekim Devrimiyle somut olarak doğrulanmıştır. Dünyada ilk kez, tüm emekçilere demokrasiyi proletarya iktidarı vermiştir. Emperyalist siyasal gericilik çağında emekçi kitleler için burjuva demokrasisinin bir kurtuluş olamayacağı yeterince açıktır. Kapitalizmin tarihsel bunalımı derinleştikçe burjuva demokrasisi daha da çürümekte ve kitleleri siyasal yaşamın dışına atarak alabildiğine pasifleştirmektedir. Burjuvazinin gerçek arzusu kitleleri hiçbir şekilde siyasal sürece dâhil etmeyen bir demokrasidir! Nitekim son yıllarda bir eğilim olarak yükseltilen ve diktatoryal yönetimlere kapı aralayan “başkanlık” sistemi bunun tezahürüdür. Savaşlarla ve proleter devrimlerle karakterize olan emperyalist çağın ani patlamalı dünyasında, burjuvazi, önemli kararlar almasını engelleyebilecek parlamentonun ayaklarına dolanmasını istememektedir. Örneğin, Türkiye ABD ile birlikte Irak’taki savaşa katılmak istediğinde, çeşitli basınçlar altında kalan parlamento 1 Mart tezkeresini geçirememişti. İşçi sınıfı kapitalizmin kendiliğinden çürüyerek yıkılmasını bekleyemez. Bir kez daha hatırlatmak gerekir ki, burjuva demokrasisinin sınırlarının darlığını veya göreli genişliğini belirleyen sınıf mücadelesinin düzeyidir. İşçi sınıfının örgütlü olduğu, mücadeleyi yükselttiği dönemlerde göreli demokratik kazanımların elde edilmesi ve fakat sınıf hareketinin geri çekildiği dönemlerde kazanılmış demokratik hakların kaybedilmesi bu temel gerçeği döne döne doğrulamaktadır. Bu nedenle işçi sınıfı anti-demokratik, faşizan yasaları geri püskürtmek, siyasal ve sendikal yasakları ortadan kaldırmak ve kendi diğer taleplerinin yanı sıra Kürt halkının da haklı taleplerinin yerine getirilmesini sağlamak için mücadeleyi yükseltmek zorundadır. Lenin’in önemle altını çizdiği gibi, demokrasi mücadelesi vermeyen işçi sınıfı sosyalizm için de mücadele vermeyecektir. Fakat demokrasi mücadelesini yükselten ve bu okulda olgunlaşan işçi sınıfı, kapitalizmin ölümünü hızlandıracak ve kendi iktidarına giden sürecin önünü açacaktır. 

13


Kaybedilen Mevziler Mücadeleyle Kazanılır Kerem Dağlı Tarihin büyük savaşları ve devrimin büyük görevleri ancak, ileri sınıflar tekrar tekrar saldırıya geçtikleri ve yenilgi deneyimiyle akıllanmış olarak zaferi kazandıkları için yapılabilmiş ve çözülebilmiştir. Yenilen ordular iyi öğrenir. (Lenin)

T

aksim 1977’de 500 bin kişiyle 1 Mayıs alanına çevrilmişti. Üzerinden 30 yıl geçmesine rağmen Türkiye işçi sınıfı, bir daha ’77 1 Mayısının bilinç ve örgütlülük düzeyini aşan bir miting gerçekleştiremedi. Ancak Türkiye işçi sınıfının gerçekleştiremedikleri ve kaybettiği mevziler bununla sınırlı değildir. 12 Eylül faşizminin darbesiyle ezilen sınıf hareketi hâlâ tam olarak toparlanabilmiş ve kaybettiği mevzileri geri almak için mücadeleyi yükseltebilmiş değil. İşçi sınıfının ideolojik, politik ve örgütsel alanlardaki tarihsel mevzilerini bir bir kaybettiği dönemlerden çıkış ve mevzilerin geri kazanılmasının ancak sabırlı, kararlı ve örgütlü bir mücadeleyle mümkün olabileceği açıktır. Lenin, yenilgiden çıkışın ve devrimin başarısına giden yolun, daha geniş kitlelerin devrime hazırlanabilmesi için uzun süreli bir çalışma ve daha yüksek, somut görevlerin göz önüne alınarak daha ciddi hazırlık yapılmasıyla açılacağını söylüyordu. Çıkışın anahtarını arayanlar için bu

14

sözler, tarihten çıkartılacak derslerle birlikte ele alındığında, son derece önemlidir. Yenilgilerden çıkarılacak dersler işçi sınıfının ileri unsurlarının ve devrimci kadroların eğitiminin önemli bir parçasıdır.

Kendi sınıfının gücüne güven! İşçi sınıfı, henüz yeni yeni gücünün farkına vardığı 18. ve 19. yüzyıldaki burjuva devrimler çağında, burjuvazinin peşinde en ön saflarda çarpışıyordu. Bu yüzden de her seferinde kanını, canını ortaya koyarak bedel ödeyen o oluyor, kısa süren zafer sarhoşluğunun ardından uzun süreli baskı ve gericilik dönemlerine katlanmak zorunda kalıyordu. Fransız devriminin gerçekleştiği 1789 yılından Paris Komününün kurulduğu 1871 yılına kadar geçen süreç bunun canlı bir kanıtıdır. Bu 82 yıllık zaman diliminde Avrupa pek çok kez devrim ve karşı-devrimlerle karşı karşıya kaldı. İşçi sınıfı binlerce yiğit evladını devrim müca-


Haziran 2007 • sayı: 27

delesinde şehit verdi. Ama karşılığında gelecek kuşaklara paha biçilmez kıymette deneyimler bıraktı. 1848’e kadar geçen süre Fransız proletaryası için adeta bir örgütlenme ve güç toplama süreci olmuştu. 1848 Şubatına gelindiğinde işçi sınıfı önemli ancak eksik çıkartılmış derslerle cepleri dolu olarak ve fakat burjuva devrimlerin ve reformların kendi kurtuluşunu getirmeyeceğinin bilincine yavaş yavaş ulaşarak, ayrıca çoğunlukla ütopik ve küçük-burjuva temelli de olsa sosyalist düşüncelerle donanmış olarak bir kez daha devrim bayrağını eline aldı. Ayaklanan Paris halkı saraya doğru yürüyüşe geçince kral çareyi kaçmakta buldu. Cumhuriyet ilan edilmiş fakat işçi sınıfının talepleri bir türlü karşılanmamıştı. İşin aslı işçi sınıfı, elindeki gücün farkında olmasına rağmen ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Nihayetinde burjuvazi, Haziran ayında gücünü toplamış ve köylülüğü arkasına almış olarak saldırıya geçti. Diktatoryal yetkilerle donatılan bir general, Parisli işçileri kılıçtan geçirdi. Şubat 1848’de devrime ev sahipliği yapan işçi Paris, Haziranda karşı-devrimin katlettiği işçilere mezar olmuştu. Tüm bu süreçte işçi sınıfı, kendi hedefi olan sosyal cumhuriyeti kurmak bakımından hüsrana uğramış, fakat modern tarihin yegâne ilerletici gücünün ve gelecekteki aydınlık günlerin yolunu açacak tek sınıfın kendisi olduğunu dosta düşmana göstermiştir. Tarihsel ve politik olgunlaşmamışlığı yenilgilerinin temelini oluşturmuş, siyasal açıdan bilinçsiz ve örgütsüz olduğu koşullarda yaptığı her atılım geçici birtakım kazanımlara yol açsa da, burjuvazi kısa sürede bunları geri almasını bilmiştir.

Devrimci önderliğin ve örgütlülüğün önemi 1851’de bu kez yeğen Bonaparte’ın iktidara gelmesiyle başlayan olağanüstü rejimin ilk işi, işçi ve emekçilere yönelik saldırılara hız vermek olmuştu. Lümpen kesimi çeteler halinde örgütleyen Bonaparte, bunlar aracılığıyla işçi sınıfına ve muhaliflerine yönelik saldırılar düzenliyordu. 1848 devrimlerinin ateşi, Bonapartist rejim tarafından söndürülüp baskıcı, gerici ve karanlık yıllar sınıf hareketinin üzerine çöktüğünde burjuvazi, proleter devrim tehlikesinden ebediyen kurtulduğunu sanıyordu. Oysa çok geçmeden, karanlık yılların ardından proleter devrimin şafağı sökecek, Paris Komünü doğacaktı. Bonaparte’ın ülkeyi Prusya ile savaşa sürüklemesi ve aldığı yenilgilerle bozguna uğraması, adeta yeni bir devrimin olanaklarını hazırlamıştı. Geçmişteki hatalarından dersler çıkartmış olan Paris proletaryası, Fransız ve Prusya gericiliğine devrimle cevap verdi. Komünlerde örgütlenen halk fiilen iktidarı ele geçirdi. Burjuva devlet aygıtını parçalayarak yerine kendi yönetim organlarını geçiren Parisli işçiler, böylece hem burjuvazinin gerici diktatörlüğüne son vermiş oluyorlar hem de işçi sınıfına tarihsel olarak eşi bulunmaz bir hediye sunuyorlardı: proletarya diktatörlüğü. Paris proletaryası gö-

marksist tutum

züpekliği ve cesaretiyle, militanlığıyla, devrimci azmi ve kararlılığıyla, işçi sınıfının davasına olan bağlılığı ve inancıyla, pek çok kez egemenlerin gerici karanlığını yırtmayı başarmış ve bunun ancak devrimci mücadele temelinde mümkün olabileceğini kanıtlamıştı. Ne var ki yine de işçi sınıfı henüz kendi kurtuluşunu gerçekleştirebilecek bir toplumsal güç ve olgunluktan yoksundu. Bu yüzden de Komün ancak 72 gün dayanabilmiş, yenilginin ardından gelen kıyımlarla birlikte koyu bir gericilik dönemi başlamıştır. Bayrağı Paris proletaryasının elinden alarak, onun eksiklerini de tamamlayan biçimde ileriye taşıyanlar Rus işçileri ve emekçileri olmuştur. 1905’ten 1917 Ekim Devrimine giden yolda Rus işçi sınıfı ve Bolşevik Partisinin yaşadıkları deneyimler, bıraktıkları dersler önemlidir. Uzun süren gericilik dönemlerinden çıkışın sabırlı, kararlı ve örgütlü mücadeleyle mümkün olabileceğini ve ancak bu sayede zafere ulaşılabileceğini onlar gösterdiler. Her şeyden önce Rus işçi sınıfının elinde, Parisli atalarının sahip olmadığı bir araç vardı: Bolşevik Partisi. Onun planlı ve sabırlı hazırlık faaliyeti sayesinde, 1905 yenilgisi ve onu izleyen gericilik dönemi, işçi hareketinde uzun yıllar boyunca telafi edilemeyecek yaralar açmadan atlatılabilmişti. Ekim Devrimi son tahlilde bu hazırlık faaliyetlerinin ve çıkarılan derslerin bir ürünü olacaktı. Ocak 1905’te Çar’a dilekçe sunmak için, Papaz Gapon önderliğinde Kışlık Saraya yürüyen işçilerin üzerine ateş açılmasıyla başlayan protesto gösterileri, kısa sürede devrimci bir ayaklanmaya dönüşmüştü. Ancak iki yıl süren devrim sonunda yenildi. Bu yenilgiden gerekli dersleri çıkarmayı başaranlarsa esas olarak Bolşeviklerdi. Onlar devrimci proletaryanın gelişmekte olan gücünü ve rolünü görebilip, planlarını ve stratejilerini onun üzerine kurdular. Lenin, “1905’e değin insanlık proletaryanın gerçekten büyük ve gerçekten devrimci amaçlar için dövüşmesi gerektiğinde, gücünü nasıl korkunç büyüklüğe yükseltebildiğini ve yükseltebileceğini bilmiyordu” derken, Troçki de sürekli devrim tezlerini ortaya koyarak, proletaryanın tarihsel olarak burjuvazinin görevlerini de üstlendiğini ve bunları kendi sos-

15


marksist tutum

yalist devrimine giden yolda geçerken çözeceğini belirtiyordu. 1905 devrimi yenilgiyle sonuçlanmasına rağmen, proleter iktidarın yönetim organları olan sovyetleri ortaya çıkarması ve proleter devrime giden yolun silahlı ayaklanmaya dönüşen kitlesel grevlerle açıldığını göstermesi bakımından muazzam bir önem taşıyordu. Bunu görüp de gereğini yerine getirenler sadece Lenin önderliğindeki Bolşevikler olduğundan, devrimi muzaffer kılan da onlar olacaktı. Bolşevik faaliyetin temeli işçi kitlelerle en geniş ve en sıkı biçimde bağlar kurmak, kitlelerin nabzını tutarak onların taleplerini ve eylemlerini devrim mücadelesiyle birleştirmekti. Bunun için güçlü bir illegal aygıta ve iyi yetişmiş disiplinli kadrolara sahip, kitlelerin içine gömülmüş bir parti gerekiyordu ki, bu da Bolşevik Partinin kendisiydi. Lenin’in ve Bolşeviklerin haklılığı ileride 1917 Ekim Devrimiyle ispatlanacaktı. Moskova ayaklanmasının bastırılmasının ardından devrim geri çekilmeye başlamış, 1907’de Duma dağıtılmış, sosyalist milletvekilleri tutuklanmış ve Bolşevikler tamamen yeraltına çekilmek zorunda kalmışlardı. Çarın başbakanı Stolipin’in diktatörlüğünde geçen bu koyu gericilik yıllarında 3500 idam cezası uygulanmış, “kara yüzler”in baskısı ve saldırıları altındaki işçi sınıfı ve Bolşevikler ciddi kayıplar vermişlerdi. Giderek artan polis baskısı yüzünden Bolşevikler ile işçi sınıfı arasındaki bağlar kopuyor, işçiler partiden uzaklaşıyorlardı. Kitlesel grevler hızla sönerek adeta yok olmuştu. Moskova ayaklanmasını yöneten Bolşevik örgütün şehirdeki üye sayısı 1905’te 5320 iken 1908 sonlarında 150’ye düştü. Sorun sadece partinin nicel olarak zayıflamasından ibaret kalmadı. Bu gericilik döneminde Lenin’in esas mücadelesi, ortaya çıkan ideolojik ve örgütsel tasfiyecilik dalgasına karşı koymaya odaklanmıştı. Bolşevikler, RSDİP içinde kendi ilkelerinde ısrar eden ve hiçbir grupla ilkesiz bir birleşmeye yanaşmayan tutumlarını kararlılıkla sürdürerek, sonunda Menşeviklerle yollarını kesinkes ayırdılar. Lenin’in ilk adımı, parti içindeki “ikircikli entelektüel ve küçük-burjuva unsurlar”ın temizlenmesi yönünde oldu. Zaten bunların pek çoğu devrimin geri çekilmesiyle birlikte partiden ayrılmış olan ya da geriye doğru ayak sürüyen geçici yol arkadaşlarıydı. Lenin’in bu noktada, devrimci anlayışa sahip ama yeterli komünist bilince sahip olmayan işçilerin belirleyici önemine vurgu yapması dikkat çekicidir. O, partideki arınmanın, bu işçi kökenli unsurların daha iyi eğitilmesi ve bilinçlerinin yükseltilmesi sağlanmadan başarılamayacağını düşünüyordu. 1907’den 1912’ye kadar devam eden süreç, illegal parti örgütünün sağlamlaştırılması, tüm çalışma alanlarında par-

16

Haziran 2007 • sayı: 27

ti hücrelerinin oluşturulması ve bunlar aracılığıyla tüm legal ve yarı legal olanaklardan azami ölçüde yararlanılarak, kitlelerle sıkı bağların kurulması ve parti politikalarının kitlelerin taleplerini en iyi biçimde kapsamasını sağlayacak çalışmalarla geçmişti. 1912 yılında Lena altın madenlerinde patlak veren olaylar ve ardından tüm ülkeyi saran kitlesel grevler sınıf hareketinin yükselişe geçtiğinin işaretiydi. Lenin, harekete geçen işçi kitlelerin önüne doğru bir program konulması gerektiğini düşünüyordu. Lenin’in önderliğindeki Bolşevik Partinin bu dönemdeki mücadelesi dikkatle incelendiğinde, sürecin ciddi bir hazırlık çalışmasıyla geçirildiğini ve ideolojik-politik temelde yürüyen mücadelelerle örgütsel alanda önemli güç biriktirildiğini görürüz. Bir yandan gericiliğin etkisiyle sağa doğru, reformizme savrulan ve parti içinde de illegal aygıtın tasfiyesi yoluyla aslında partinin tasfiyesini savunan Menşeviklerle mücadele edilmiş, öte yandan da yine devrimin ve kitlelerin geri çekilmesinin basıncı altında içe kapanarak ve marjinalleşerek partinin işçi kitlelerle bağlarını koparmasına neden olacak “aşırı sol” akımlarla kavga yürütülmüştür. Denilebilir ki, Bolşevik faaliyetin temeli işçi kitlelerle en geniş ve en sıkı biçimde bağlar kurmak, kitlelerin nabzını tutarak onların taleplerini ve eylemlerini devrim mücadelesiyle birleştirmekti. Bunun için güçlü bir illegal aygıta ve iyi yetişmiş disiplinli kadrolara sahip, kitlelerin içine gömülmüş bir parti gerekiyordu ki, bu da Bolşevik Partinin kendisiydi. Lenin’in ve Bolşeviklerin haklılığı ileride 1917 Ekim Devrimiyle ispatlanacaktı.


Haziran 2007 • sayı: 27

1914 yılında I. Dünya Savaşının patlak vermesi, tüm Rusya’da milliyetçi-yurtsever bir dalganın yayılmasına yol açtı. İşçi hareketindeki yükseliş birkaç haftada durdu ve gericiliğin ideolojisi her yere hâkim oldu. Duma’daki Bolşevik milletvekilleri savaş bütçesine karşı oy kullandıkları için tutuklandılar. Bolşeviklerin savaş karşıtı tutumuna hükümet bir karşı saldırı kampanyasıyla yanıt verdi. Bolşeviklerin kontrolündeki legal işçi örgütleri kapatıldı, Pravda dâhil yayın organları susturuldu. Bolşevikler emperyalist savaşa karşı gösterdikleri tutumda yalnız kalmışlardı. II. Enternasyonal partileri ve Menşevikler, “anavatanın savunusu” adı altında milliyetçi bir çizgiye savruldular. Ancak Lenin önderliğindeki Bolşevikler, bağımsız bir sınıf çizgisi izlemekte kararlı davrandılar. Rusya içinde ve uluslararası alanda esen milliyetçi, yurtsever histeriye karşı inatla karşı durdular. Bu durum, özellikle savaşın başlangıcında, Bolşeviklerin işçiler üzerindeki etkisinin önemli ölçüde azalmasına yol açtı. Ancak tüm olumsuzluklara ve ters yönden esen rüzgârın etkisiyle yalnız kalmalarına rağmen Bolşevikler, doğru tutumlarını korumayı başardılar. Ve nihayet 1915 yazından itibaren hava değişmeye başladı. Savaş ortamının yarattığı azgın gericiliğe ve Rus siyasi polisi Ohrana’nın saldırılarına karşın, üstelik de ağır kayıplar verilmiş olmasına rağmen, parti üyelerinin sayısında sürekli ve düzenli bir artış gözlenmiştir. Zaten işçi hareketi tekrar canlanmaya başladığında, Bolşevik Parti emperyalist savaş karşısındaki tutumunun meyvelerini toplamaya başlayacaktı. Oysa aynı süreçte, Rus sosyalist hareketinin diğer iki başat unsuru olan SR’ler (Sosyalist Devrimciler) ve Menşevikler, ciddi bölünmeler geçirdiler ve güç kaybettiler. Çünkü emperyalist savaş karşısında ve savaşla birlikte önem kazanan ulusal sorun karşısında net ve doğru bir tutum takınamıyorlardı. Her iki parti de, ağırlıklı olarak yurtsever (yani milliyetçi) bir çizgi izlediklerinden, savaşın yıkıcı etkileri işçileri ve köylüleri sarsmaya ve rüzgâr yön değiştirmeye başladığında bocaladılar. Savaşın yarattığı koşullar ve toplum üzerindeki olumsuz etkileri belirgin hale gelmeye başladıkça, Rusya hızlı bir biçimde devrimci durum eşiğine sürüklendi. İşçiler ve köylüler arasında, başlangıçta çok yaygın ve güçlü olan milliyetçi hava dağıldı. 1917 Şubatında başlayan devrim, beş gün gibi kısa bir sürede Çarlığın yıkılmasıyla sonuçlandı. Sovyetler ete kemiğe bürünmeye başlamıştı. Sovyetler kurulup güçlendikçe giderek bir ikili iktidar durumu ortaya çıktı. 1917 Nisanı geçildiğinde Bolşevikler, iktidarı sovyetlerin alması ve savaşı ancak sovyet iktidarının sonlandırabileceği yönündeki propagandalarına hız verdiler. Lenin, devrim treninin hız kazandığını görüyor ve raylardan çıkmaması için azami dikkati göstermeye çalışıyordu. Bu nedenle de zamansız patlak veren girişimlere karşı temkinli davranarak, işçilerin ve köylülüğün örgütlü çoğunluğunun desteği olmadan girişilecek bir ayaklanmanın devrimin yenilgisiyle sonuçlanabileceğini ifade ediyordu. Lenin’in aynı tutumu,

marksist tutum

Temmuz günlerinde ayaklanarak sokaklara dökülen silahlı haldeki 500 bin işçi ve askerin eylemleri karşısında da sürdürmesi, tarihten ders almak isteyenler için oldukça anlamlıdır. Çünkü bu ayaklanmanın yaşandığı Petersburg dışında Rusya’nın geri kalanı henüz buna hazır değildi ve durum henüz yeterince olgunlaşmamıştı. Hükümeti derhal ele geçirme çağrısında bulunanlara karşı Lenin, önderliğin bu gibi kritik anlardaki hayati önemini gösterircesine, tüm basınçlara serinkanlılıkla karşı koyarak henüz zamanın gelmediğini, “bütün iktidar sovyetlere” sloganının propagandasına ve örgütlenmesine devam edilmesi gerektiğini söylüyordu. İşçi sınıfı, Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin sabırlı ve kararlı çalışmalarının sonucunda, Ekim Devrimiyle iktidarı ele geçirdi. 26 Ekim 1917 sabahı, tüm iktidar, işçi ve asker sovyetlerinin elindeydi!

Kolay çözüm yok 1848 devrimlerinden Paris Komününe, 1905’ten Ekim Devrimine kadar uzanan tarihsel süreçte işçi sınıfının tattığı tüm yenilgiler ve zaferler, aynı dersin örnekleriyle doludur. İşçi sınıfı militan bir temelde örgütlü mücadeleye atılmadan, tıkanıklığın aşılması ve tarihsel mevzilerin geri kazanılması mümkün değildir. İşçi sınıfının kitlesel sendikal mücadelesi söz konusu olduğunda da gerçeklik budur ve Türkiye’de yaşanan deneyimler de bunun kanıtıdır. Tarihi Saraçhane mitingi, Kavel grevi, 15-16 Haziran, DGM-Profilo direnişleri, 1986’daki Netaş grevi, ’89 bahar

17


Haziran 2007 • sayı: 27

marksist tutum

eylemleri, Zonguldak madenciler grevi gibi örnekler, işçilerin militan mücadelesi olmadan kazanılmış mevzilerin korunamayacağını ve yeni mevziler de kazanılamayacağını göstermiştir. Sendikasız, grevsiz ve toplu sözleşmesiz geçen onca yılın peşinden, grev ve toplu sözleşme hakkının dile getirilmesi ve kullanılabilir hale gelmesi ancak 200 bin kişinin katıldığı büyük Saraçhane mitingiyle ve ardından gelen meşhur Kavel greviyle olmuştur. Türkiye işçi sınıfının uzun süren suskunluğu 60’lı yıllarla birlikte sona ermeye başladığında, sendikal hakların ancak savaşarak kazanabileceği görülmeye başlanmıştı. Bu anlamda İstinye’deki Kavel fabrikasında Maden-İş sendikasında örgütlü 170 işçinin 1962 yılında başlattıkları direniş, Türkiye işçi sınıfının tarihinde önemli bir dönemeç noktasını oluşturur. İşçi sınıfı, Kavel işçilerinin bu kararlı mücadelesinin de etkisiyle toplu sözleşme ve grev hakkını fiilen elde etti. Bu aynı zamanda 12 Eylül 1980’e kadar sürecek bir yükselişin de başlangıcıydı. İşçi sınıfı, Kavel greviyle yaptığı çıkışın ardından sendikal ve siyasal alanda pek çok mevzi kazanmaya başlayacaktı. Bunlardan birisi de DİSK’tir. O yıllarda, sınıf mücadeleci bir sendikal anlayış ve bu anlayış temelinde girişilen militan mücadelenin simgesi haline gelmiş olan DİSK, burjuvazi tarafından ciddi bir tehdit olarak algılanıyordu. Bu yüzden de burjuvazi DİSK’e saldırmaya hazırlandığında, işçi sınıfı böylesi değerli mevzilerin nasıl korunacağını da gösterme fırsatı buldu. 15-16 Haziran Genel Direnişi bu onurlu kavganın adıdır. İşçi sınıfının bu kararlı tutumu, dönemin politik ve toplumsal atmosferine uygun olarak devam etmiştir. 1975 yılında bu kez de burjuvazinin devrimci hareketi bastırmak için kurdurduğu Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kapatılması için harekete geçecektir. Burjuvazinin aldığı tüm sert önlemlere ve polis baskısına rağmen, Profilo direnişiyle devam eden sürecin sonunda DGM’ler yasalaşamaz ve işçi sınıfı bir kez daha kararlı mücadelesinin sonucunu almış olur. Ancak hareketin bu hızlı yükselişi, devrimci önderlik eksikliğini daha yakıcı hale getirmiştir. Nitekim 1 Mayıs 1977’de Taksim mey-

Kazlıçeşme deri işçileri

danını zapteden işçi sınıfı, hareketinin bu tepe noktasında uğradığı kanlı saldırılara gereken karşılığı veremediğinden giderek mevzi ve güç kaybetmeye başlayacaktı. Sonuç olarak ’80 öncesi dönem, işçi sınıfının mücadele azmi ve kararlılığına rağmen, tıpkı daha önceki tarihsel örneklerde olduğu gibi, doğru bir devrimci önderlik olmadığından 12 Eylül faşist darbesiyle sona ermiş ve tüm kazanımlar bir çırpıda gasp edilmiştir. Faşist diktatörlüğün pençesi altında işçi sınıfının tüm politik ve örgütsel mevzileri dağıtılmıştır. 12 Eylül’le birlikte nasıl karanlık bir döneme girildiği biliniyor. Ancak en zorlu yenilgi dönemlerinin bile sonsuza dek sürmeyeceğini, yeniden mücadele günlerinin geleceğini yine işçi sınıfı göstermiştir. 1986 Netaş grevi, bu açıdan son derece önemli bir derstir. Bu militan grev sayesinde işçi sınıfı, “bu yasalarla grev yapılmaz” diyen sendika bürokratlarına ve faşizmin pençesi altında kıvranan tüm işçi ve emekçilere önemli bir mesaj veriyordu: faşizm ve benzeri yenilgi dönemlerinden çıkışın yolu örgütlenerek mücadeleye atılmaktır. Netaş grevi, ardından gelen Kazlıçeşme deri işçilerinin mücadeleleri ve ’89 bahar eylemleri, yılgınlara, yorgunlara ve uzlaşmacılara da adeta bir tokat olmuştur. Bugün de alınması gereken tutum, izlenmesi gereken yol bellidir. Sınıf hareketinin içinde bulunduğu tıkanıklığı aşabilmenin yolu, kısa vadeli beklentiler ya da kolay başarı umutlarıyla girişilen eylemler değildir. Devrim mücadelesi uzun bir koşudur. Yeterli nefese ve azme sahip olmayan unsurların pes etmesi kaçınılmazdır. Beklemesini ve sabırla çalışmasını bilmeyenler daima gafil avlanmışlardır.

Zonguldak madenciler grevi

18


Bürokrasinin Sultası ve Sendikal Birleşmeler İlkay Meriç

D

ünya işçi sınıfı, burjuvazinin 80’lerle başlayan ve 90’lı yıllardan itibaren ivme kazanan saldırılarıyla yüz yüze bulunuyor. Ekim Devrimini takip eden dalganın dünya kapitalist sisteminde yarattığı kırılmanın “onarılması”, ücretli kölelik sisteminin küresel ölçekte yayılmasının ve egemenliğini derinleştirmesinin önündeki tüm engellerin yıkılmasını da beraberinde getirdi. Sermaye kendisini dizginleyecek örgütlü bir gücün bulunmamasının verdiği rahatlıkla, alabildiğine pervasızlaştı ve saldırganlaştı. Krizin ve düşen kâr oranlarını yükseltme güdüsünün doğal bir sonucu da, sermaye yatırımlarının giderek artan bir hızda emeğin örgütsüz ve çok daha ucuz olduğu ülkelere kaydırılması oldu. Bu durum İkinci Dünya Savaşından sonra işçi sınıfının yaşam standartlarında belirgin bir iyileşmenin görüldüğü ve işsizliğin oldukça düşük düzeylerde seyrettiği Avrupa’da, savaş sonrası işçi kuşaklarının o zamana dek görmedikleri bir işsizlik tablosuyla karşı karşıya kalmalarına yol açtı. Bunlara paralel bir diğer olgu ise, geleneksel olarak daha güçlü olduğu bu kıtada bile, işçi sınıfının sendikal mevzilerinin hızla gerilemekte oluşudur. Tüm dünyada, çalıştıkları fabrikaların kapanmasıyla tehdit edilen işçiler, “işsiz kalmak ya da burjuvazi tarafından dayatılan her türlü kötü koşula razı olmak” ikilemiyle yüz yüze bırakılmaktadır. Uzayan iş saatleri, gerileyen ücretler, kırpılarak yok olma noktasına geriletilen sosyal haklar, geçici ya da kısa süreli işçilik gibi güvencesiz çalıştırma modellerine eşlik eden sendikasızlaştırma yöntemlerinin alabildiğine yayılması, işçi sınıfının karşı karşıya olduğu kara tablonun en göze çarpan unsurlarıdır. Kuşkusuz burjuvazinin bu saldırıları derinleştirmesini kolaylaştıran etmenlerin başında, düzene tümüyle entegre olan sendika bürokrasisinin teslimiyetçi ve işbirlikçi tutumları geliyor. İşçi sınıfının devrimci politik örgütlülüğünün tüm dünyada zayıflaması, burjuvazinin sınıf içindeki kolu durumundaki sendika bürokrasisinin dizginsiz ihanetini hayata geçirmesini kolaylaştırıyor. Troçki, ölümünden

hemen önce kaleme aldığı Emperyalist Çürüme Çağında Sendikalar adlı makalesinde şöyle diyordu: “Zamanımızın sendikaları ya işçilere boyun eğdirilmesi, onların disiplin altına alınması ve devrimin önünün kesilmesi için emperyalist kapitalizmin ikincil aygıtları olarak iş görecekler, ya da tam tersine, proletaryanın devrimci hareketinin araçları haline geleceklerdir.” Bu tespitin doğruluğu, Ekim Devriminden günümüze kadar geçen doksan yıl boyunca dünya ölçeğinde defalarca kanıtlandı. İşçi sınıfının devrimci hareketinin yükselişe geçtiği dönemlerde, sendikal harekette kaçınılmaz bir ayrışma yaşanmış ve sendikaların önemli bir kısmı tabandan gelen basınçla kendilerini militan mücadele saflarında konumlandırmışlardı. Oysa bugün, sınıf hareketindeki gerilemenin ve işçi sınıfının devrimci bir önderlikten ve örgütlülükten yoksun oluşunun bir sonucu olarak militan bir sınıfsal duruşun basıncından azade olan sendika bürokrasisi, sendikaları “emperyalist kapitalizmin ikincil aygıtları” ve proletaryayı burjuvazinin tehditlerine boyun eğmeye ikna etme araçları haline getirmiş durumdadır. Bürokrasinin gözünde sendikalı işçiler, işine geldiğinde sokağa dökecek, işine geldiğinde ise her türlü saldırıya sessiz sedasız boyun eğecek bir sürüden ibarettir ve onun çıkarı onları bu pozisyonda tutmaktan geçmektedir. Geldiğimiz aşamada, sermayenin küresel saldırlarına küresel ölçekte karşı koyabilmek için, ekonomik mücadele alanında işçi sınıfının birleşik ve militan bir sendikal örgütlülüğe duyduğu ihtiyacın her zamankinden çok daha fazla olduğu açıktır. Oysa sendikalar tüm dünyada hızla kan kaybetmektedirler. Bugün en büyük dört AB ülkesinde sendikalılık oranları İtalya’da yüzde 30’a, İngiltere’de yüzde 29’a, Almanya’da yüzde 27’ye, Fransa’da ise yüzde 9’a gerilemiştir. Bu gerileme eğilimi devam ettiği takdirde, şu anda yüzde 26 olan AB ortalamasının 2010 yılında yüzde 20’nin altına ineceği öngörülmektedir. Devasa bir işçi nüfusuna sahip olan ABD de, sendikalaşma oranı yüzde

19


marksist tutum

Haziran 2007 • sayı: 27 Sınıf hareketindeki gerilemenin ve işçi sınıfının devrimci bir önderlikten ve örgütlülükten yoksun oluşunun bir sonucu olarak militan bir sınıfsal duruşun basıncından azade olan sendika bürokrasisi, sendikaları “emperyalist kapitalizmin ikincil aygıtları” ve proletaryayı burjuvazinin tehditlerine boyun eğmeye ikna etme araçları haline getirmiş durumdadır. Bürokrasinin gözünde sendikalı işçiler, işine geldiğinde sokağa dökecek, işine geldiğinde ise her türlü saldırıya sessiz sedasız boyun eğecek bir sürüden ibarettir ve onun çıkarı onları bu pozisyonda tutmaktan geçmektedir.

12’ye gerilemiştir (bunun büyük bir bölümünü kamu işçileri oluşturmaktadır). Türkiye’deki durum daha da vahimdir. 1980’de 2,5 milyona ulaşan aktif sendikalı işçi sayısı bugün 800 binlere inmiştir ve kan kaybı devam etmektedir. Sayıları 2 milyonu aşan kamu emekçileri, grevli-toplusözleşmeli gerçek bir sendika hakkından halen yoksunken, esasen üç işçi konfederasyonunda temsil edilen sendikalı işçilerin oranı %8’in altına inmiş durumdadır. Türk-İş’in kamudaki üye sayısı 1985’te 1,5 milyon iken, özelleştirmelerin de etkisiyle bugün bu sayı 370 bine düşmüştür. Geldiğimiz noktada toplam üye sayısı gerçekte 600 bini geçmeyen Türk-İş, kuşkusuz, hiçbir ciddi örgütlenme çalışmasına gerek duymaksızın sırtını devlete dayayarak üye kazanmanın verdiği rehavetin bedelini ödemektedir. Benzer bir durum, genelde özel sektörde örgütlü olan ve aktif üye sayısı 30 binlere kadar düşen DİSK için de geçerlidir.* Bu konfederasyon da, izlediği uzlaşmacı ve teslimiyetçi çizgi nedeniyle sürekli üye kaybetmekte ve yeni üye kazanamamaktadır. Keza Hak-İş de, AKP hükümeti ve AKP’li belediyeler sayesinde, Türk-İş ve DİSK’ten çaldığı örgütlü işçilerle üye sayısını arttırmak dışında, örgütsüz işçiler arasında ciddi bir örgütlenme faaliyetinden yoksundur. Son 25 yılda işçi sınıfı nicel olarak kat kat büyürken sendikalı işçi sayısının bu kadar gerilemesinin en büyük suçlusu, çok açıktır ki, bu alanda devlet güdümlü, işbirlikçi, teslimiyetçi bir sendikal anlayışı egemen kılan sendika bürokrasisidir. 2006 Ağustosunda bir gazeteye verdiği demeçte, DİSK başkanı Süleyman Çelebi, bazı sendika başkanlarının, işçileri “sendikalı olup daha iyi ücret almak ya da sendikalı olduğu için işsiz kalmak” ikileminden kurtarmak için işyerlerinde örgütlenmekten vazgeçme noktasına geldiklerini söylüyordu. Bu “bazı” sendika başkanlarının sayısının “bazı”dan çok daha fazla olduğunu ve bir zamanların “devrimci”

20

DİSK’inin bile bugün bunların hakimiyeti altında bulunduğunu biliyoruz. Elbette onların bunu “işçileri ikilemden kurtarmak” gibi dostane ve safiyane niyetlerle yapmadıklarını da! Şurası çok açık ki, sendikalı olsalar da olmasalar da işsizlik kırbacı işçilerin sırtında şaklamaya devam ediyor ve bunu herkesten daha çok sendika bürokratları biliyor. Örneğin 2003-2005 yılları arasında DİSK ve Türk-İş bünyesinde sendikal faaliyet nedeniyle işten atılan işçilerin sayısı 22 bin civarındadır. Oysa aynı dönemde sendikal faaliyet dışı nedenlerle yüz binlerce işçi işinden olmuştur. Bu gerçeğin gayet iyi farkında olan işbirlikçi sendika bürokratları, “işçi sınıfını ikilemden kurtarmak” gibi bayağı bahanelerin ardına saklanmak yerine, militan bir sendikal anlayışı benimsemiş sendikalarda örgütlü olmaları durumunda bu kadar çok işçinin öyle kolaylıkla işinden edilip edilemeyeceği ve sendikalaşma oranlarının böylesine dibe vurup vuramayacağı sorusuna yanıt vermelidirler. Maddi desteğin yanı sıra sıkı bir eğitim çalışmasıyla işçilerin kararlı ve sağlam durmalarını, birliğin getirdiği gücün farkına varmalarını sağlayan, aynı sektörden ve diğer sektörlerden işçilerin örgütlenme faaliyeti yürüten ya da greve giden işçileri desteklemeleri için elinden geleni yapan bir sendika, çok açık ki burjuvazi karşısındaki kararlı duruşuyla, sendikal faaliyet nedeniyle işten atılmaların bu boyutlara ulaşmasının önüne geçerdi. O takdirde, yaşanan işten atılmalara rağmen, böyle bir sendika işçilerin gözünde saygın ve güvenilir bir yere sahip olurdu. İşçiye, kazanmanın yolunun teslim olmaktan değil inadına savaşmaktan ve kararlı durmaktan geçtiğini gösteren mücadeleci sendikaların, kısa sürede üye sayılarını birkaç kata çıkaracaklarından kimsenin şüphesi olmamalıdır. Fakat kuşkusuz işçi sınıfı hareketi açısından hayati önem taşıyan bu sağlam duruş ancak sendikaların devlet güdümlü, işbirlikçi ya da reformist anlayışların sultasından kurtarılmaları sayesinde hayata geçirilebilir.


Haziran 2007 • sayı: 27

Tarih bize gösteriyor ki, ekonomik mücadele, ancak proletaryanın politik mücadelesiyle doğru bir tarzda kaynaşırsa, işçi sınıfı örgütlerinin güçlenmesine ve işçilerin durumunda anlamlı bir iyileşmeye yol açabilir. Ne var ki bunun için sendikalarda devrimci bir çalışma yürütülmesi gerekmektedir. Bugün eksik olansa budur. Sendikalarda militan bir sınıf sendikacılığı anlayışı hâkim kılınmadığı müddetçe, bu alanda var olan gerilemenin ve çürümenin devam etmesi ve ekonomik “mücadele”nin bürokrasinin burjuvaziyle yaptığı satış sözleşmelerine indirgenmesi kaçınılmazdır.

Bürokrasinin güdümünde sendikal birleşmeler Sendikalaşma oranlarındaki çarpıcı düşüş, sadece işçi sınıfının atomizasyonuna ve sermaye karşısında tümüyle savunmasız kalmasına yol açmıyor, aynı zamanda sendikaların, dolayısıyla da sendika bürokrasisinin altını oyuyor. Bu yüzden, son dönemlerde, sendikal bürokrasinin “çokuluslu şirketlerin gücüne meydan okuyabilecek tek bir küresel sendika hareketi” yaratılması gereğinden dem vurarak başlattığı geniş çaplı birleşme hareketlerine tanık olmaya başladık. Geçtiğimiz Kasım ayında, dünyanın en büyük sendika konfederasyonlarından ICFTU (Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu) ile WCL’nin (Dünya Emek Konfederasyonu) kendilerini fesh ederek birleşmeleriyle kurulan ITUC (Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu) bunun en yakın örneklerinden biridir. 153 ülkeden 304 federasyonun üye olduğu ITUC, dünyanın en büyük sendika konfederasyonu haline gelmiş bulunuyor. Türkiye’den Türk-İş, Hak-İş, KESK ve DİSK’in de üyesi olduğu bu konfederasyon, dünya ölçeğinde yaklaşık 168 milyon üyeye sahip. Birleşmeler sadece uluslararası ölçekle sınırlı değil. Tek tek sendikalar ya da bir ülkede örgütlü federatif yapılar arasında da birleşme eğilimlerinin birkaç yıldır arttığını görüyoruz. Örneğin İngiltere’nin özel sektörde örgütlü en büyük sendikası Amicus ile TGWU (Ulaşım ve Genel İşçi Sendikası) geçtiğimiz günlerde yapılan delege oylamasıyla, birleşme kararlarında son adımı attılar. Birleşme işleminin tamamlanmasıyla ortaya çıkacak 2 milyon üyeli yeni sendika İngiltere’nin en büyük sendikası olacak ve otomotiv sektörü başta olmak üzere pek çok işkolunun en büyük sendikası haline gelecek. Bunun yanı sıra, Amicus Nisan ayından bu yana, Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’da örgütlü Birleşik Çelik İşçileri Sendikası ile de birleşme görüşmeleri yürütüyor. Eğer söz konusu görüşmeler olumlu sonuçlanırsa, iki farklı ülkenin sendikaları arasında ilk kez böylesine büyük bir birleşme gerçekleşmiş olacak. Böylece ortaya çıkan yeni sendika 4 milyona yakın üye-

marksist tutum

siyle hem Kuzey Amerika’da hem de İngiltere’de büyük bir güce sahip olacak. Son dönemlerde Türkiye’de de, sendika bürokrasisinin konfederasyonların birleşmesinin zorunluluğu yönündeki söylemlerini arttırdığını görüyoruz. Yapılan beyanlardan böyle bir birleşmeye Hak-İş’in soğuk, Türk-İş, DİSK ve KESK’in ise sıcak baktığı anlaşılıyor. Üç işçi konfederasyonu arasında sendikal anlayış konusunda ayrım noktalarının neredeyse silindiği, işçi sınıfının yüzde 90’ına yakınının örgütsüz olduğu, örgütlü olanlarınsa çeşitli vesilelerle bürokrasinin iç çekişmelerine kurban gittiği bir ortamdan geçiyoruz. Bunun yanı sıra, işçi-memur ayrımının devam etmesi, bir işkolunda aralarında hiçbir temel anlayış farkı bulunmayan çok sayıda sendikanın (hatta bunların bir kısmı aynı konfederasyonun bünyesinde örgütlüdür) örgütlü olması ve sendikalar arasındaki yetki kapışması çok açıktır ki sadece ve sadece burjuvaziye yaramaktadır. Ancak bürokrasinin birleşme kaygılarının ardında, sınıfın yüz yüze olduğu tehlike ve tehditlerden çok kendi varlık zeminini koruma isteği yatmaktadır. Gerek Türk-İş gerekse DİSK bürokrasisinin böyle bir birleşmeyi sınıfın çıkarlarını ön plana alarak gerçekleştirmek istemedikleri gün gibi açıktır. Gerçek bir üye sayımı yapılması halinde %10’luk ülke barajını aşabilecek sendikaların parmakla sayılacak kadar az olacağını bilen bürokratların asıl derdi, altları her geçen gün biraz daha oyulan koltuklarıdır. Yukarıda sözünü ettiğimiz uluslarası birleşmelerde de temel belirleyen, sendika bürokratlarının kendi çıkarlarını koruma kaygısıdır. Sendika bürokrasisinin inisiyatifiyle ve tabanı tümüyle devre dışı bırakarak gerçekleştirilen bu birleşmelerin, sınıfa yönelik küresel saldırının karşısına küresel bir güç birliğiyle çıkmak, proletaryanın birliğini ve bütünsel sınıfsal çıkarlarını savunmak arzusundan kaynaklanmadığı aşikârdır. Onlar için daha fazla üye, sınıfın sermaye karşısındaki örgütlülüğünün ve direniş gücünün artmasından ziyade, daha fazla aidat, dolayısıyla kendileri için daha fazla maddi ve manevi ayrıcalık demektir. İşçi sınıfının ezici çoğunluğu zaten herhangi bir sendikal örgütlülükten yoksun olarak hayatını devam ettirmeye çalışıyor, ama bürokratlar sendikalar olmaksızın yaşamlarını sürdüremezler. Onlar sendikacılığa herhangi bir iş, bir gelir ka-

21


Haziran 2007 • sayı: 27

marksist tutum

pısı olarak bakıyorlar. Bu yüzden de sendikaların giderek erimeleri karşısında, fabrikası kriz nedeniyle kapanma tehlikesi yaşayan bir patronun duyduğu rahatsızlıktan ötesini duymuyorlar. İşçi sınıfının çıkarlarını merkeze alan bir politik bakış açısından tümüyle uzak olan sendika bürokratları, birleşmeleri her derde deva bir ilaç olarak gösteriyorlar ve büyük umutlar pompalıyorlar. Ancak sorun bu kadar basit değildir. Doğru bir mücadele anlayışı ekseninde gerçekleştirilmeyen birleşmelerin hiç de her derde deva olmadığının çarpıcı bir örneği, 2001 yılında Almanya’da hizmet sektöründeki beş ayrı sendikanın birleşmesiyle oluşturulan ver. di’dir. Birleşmenin ardından yaklaşık 3 milyon 250 bin üyeyle hizmet işkolunda dünyanın en büyük sendikası haline gelen ver.di de başlangıçta büyük umutlar yaratmıştı. Ne var ki ilerleyen yıllar, ver.di somutunda, birleşmenin her zaman güç demek olmadığını, her alanda olduğu gibi sendikal alanda da gücün doğru bir anlayış ve tarz temelinde gerçekleştirilen birliklerden doğacağını bir kez daha gösterdi. Bugün gelinen noktada ver.di’nin üye sayısı 2 milyon 400 bine düşmüş bulunuyor ve gerileme her yıl biraz daha hız kazanıyor. Demek ki işçileri bir araya getirmek, onları birlikte tutmaya ve kendiliğinden niceliksel bir artışın sağlanmasına yetmiyor. Bugün hedef olarak saptanması gereken şey, proletaryanın sınıf mücadelesini ileriye sıçratacak nitelikli ve örgütlü bir gücün azami ölçüde sağlanması olmalıdır. Oysa sendika bürokratları, proletaryanın mevcut gücünün günden güne erimesine neden olan politikalarını değiştirmeyip, aynı politikaları daha geniş kitleler üzerinde tatbik etmeye girişiyorlar. Sonuç ortadadır; erimenin ve güç kaybının devam etmesi. Komünistler, burjuvaziden ve kapitalist devletten bağımsız, sınıf eksenli bir mücadelenin güçlü bir şekilde yürütülmesi için, işçi sınıfının en geniş birliğinin sağlanmasından yanadırlar. Ne var ki birleşmeler her zaman büyümeyi getirmediği gibi, bölünmeler de her zaman küçülmeyi doğurmazlar. Bunun en bildik örneklerinden birisi, bu

22

topraklarda tanığı olduğumuz DİSK’in doğuşudur aslında. DİSK, bundan 40 yıl önce, Türk-İş’in devlet güdümlü ve işbirlikçi sendikal anlayışına karşı çıkarak, onun karşısına mücadeleci bir sendikal anlayış perspektifiyle dikilen bir avuç sendikanın, yeni bir sendikal konfederasyon oluşturmalarıyla hayata gözlerini açtı. 1967’de mücadeleye adım attığında sadece 30 bin üyeye sahipti. Ama gerek sınıf mücadelesinin ivmelenmeye başladığı bir döneme denk düşmesi gerekse o zamana dek alışılagelen çizginin dışına çıkan bir mücadele anlayışını benimsemesi, onun 1980 yılına gelindiğinde 600 bin aktif üyeye sahip olmasını sağladı. O dönemde işçi sınıfının iş ve yaşam koşullarında sıçramalı bir iyileşmenin yaşanmasını sağlayan da DİSK’in söz konusu mücadeleciliğiydi. İşte bugün sendikal alandaki en temel eksiklerden biri budur. Uuslararası alanda yaşanan son örneklerde görüldüğü gibi, milyonlarca sendika üyesinin, bıraktık programatik temeller ve mücadele anlayışı konusunda sürece müdahil olmalarını, konfederasyonlarının birleştiklerinden dahi bihaber olduğu bir ortamda, bu birleşmelerin sınıf hareketine herhangi bir yarar sağlamasını beklemek büyük bir yanılgı olacaktır. Unutulmamalı ki, tabanın aktif katılımının ve denetiminin sağlanamadığı, demokratik işleyişin tüm aygıtlarıyla oturtulamadığı bir işleyişin hâkim olması durumunda, konfederasyon düzeyindeki birleşmelerle oluşacak büyük sendikal aygıtlarda bürokratizmin derinleşmesine, tek sesliliğe, korporatizme müsait bir zeminin doğması da son derece kuvvetle muhtemel bir tehlikedir. Bugün işçi sınıfının sendikal birliğinin sağlıklı temellerde gerçekleştirilebilmesi için, öncelikle, sendikaların tepesine çöreklenmiş ve alta kadar uzantıları bulunan sınıf işbirlikçi sendika bürokrasisine karşı örgütlü bir mücadelenin yürütülmesi gerekiyor. Komünistlerin ve öncü işçilerin acil görevlerinden biri de, tabanda yürütülecek sabırlı bir çalışmayla tüm sendikalarda mücadeleci bir anlayışın egemen olmasını ve bu işçi örgütlerinin bürokrasinin sultasından kurtarılmalarını sağlamaktır. Mevcut ve muhtemel birleşmelerin gerçek amacına ulaşması, bu anlayışın yaygınlaşmasına ve tabanın tepe üzerinde sürekli denetiminin sağlanmasına bağlıdır. 

____________________________ *

Türk-İş’e ve DİSK’e ilişkin olarak verdiğimiz üye sayıları bu konfederasyonların üyesi oldukları Uluslararası Sendikalar Konfederasyonunun (ITUC) Kasım 2006 verilerinden alınmıştır. Zira, konfederasyon başkanlarının bizzat itiraf ettikleri gibi, Türkiye’de Çalışma Bakanlığına sunulan ve bakanlığın buna binaen yayınladığı üye sayılarının gerçeklerle hiçbir ilgisi yoktur. Bakanlık verilerine göre bugün Türkiye’de 3 milyonu aşkın sendikalı işçi bulunmasına rağmen, bizzat konfederasyon başkanları bu sayının gerçekte 800 bini geçmediğini belirtiyorlar.


Darbe Tehdidinin İşaret Ettiği Gerçekler Elif Çağlı

B

atı’da olduğu gibi halk kitlelerini kucaklayan bir burjuva devrimle kurulmayan, devlet kurucu bürokrasi tarafından tepeden biçimlendirilen Türk parlamenter sistemi sık sık yinelenen askeri darbelerle sarsılmaya alışkındır. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 askeri darbelerinin yanı sıra, post-modern darbe diye nitelenen 28 Şubat 1997 askeri müdahalesi ve son olarak da e-muhtıra olarak anılan 27 Nisan tarihli Genelkurmay muhtırası bu konuyu yeterince gözler önüne seriyor. Türkiye’de 12 Eylül askeri-faşist rejiminin siyasal ve sosyal yaşamdaki izleri henüz tamamıyla tasfiye edilmemiş, 12 Eylül rejiminin işçi hareketinde ve devrimci mücadelede açmış olduğu yaralar hâlâ kapanmamışken Türkiye yeni bir askeri darbe tehdidi ile sarsılmaya başlamış bulunuyor. Darbeci güçlerin emellerine ulaşıp ulaşamayacakları konusunu bir yana bırakacak olsak bile, mevcut siyasi krizin “artık askeri darbeler olmaz” diyenlerin elini zayıflattığı açık bir gerçektir. Yaratılan cumhurbaşkanlığı krizi sürecinde hükümete askeri muhtıra ile dayatılan erken seçim sürecinin, “AKP kazanırsa askeri darbe olur” tehdidi altında yürütülmesi Türk tipi burjuva demokrasisinin nefessizliğini fazla sözü gerektirmeyecek şekilde ortaya koyuyor. Bu durumda, 2004 Ekiminde basılan Bonapartizmden Faşizme adlı kitabımızdan seçtiğimiz kimi önemli tespitleri bir kez daha gündeme getirmemiz sanırız fazladan bir tekrar olmayacak. *

*

*

Burjuvazi gerekli gördüğünde parlamenter rejimini feda eder En demokratik geçinen kapitalist ülkelerde bile, parlamenter rejim halkın demokratik haklarını asla garanti altına almış değildir. Burjuva düzende kapsamlı reformlar ancak işçi sınıfının devrimci mücadelesinin yan ürünü olabilir. Burjuva egemenliğin parlamenter cumhuriyet biçimi, özünde burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçiler

Düzen güçleri, Türk ve Kürt işçi-emekçi kitleler üzerindeki baskıları arttırmaya, büyük sermayenin yayılmacı emelleri doğrultusunda halkları birbirine kırdırtacak nifak tohumlarını yaymaya çalışıyorlar. Önümüzde, demokratik hakların kararlı biçimde savunucusu olan ve Türkiye’nin kanlı bir emperyalist paylaşım savaşının içine çekilmesine karşı çıkan tüm güçlerin çok daha fazla uyanık ve mücadeleci olmasını gerektiren zorlu bir süreç uzanıyor. Darbeci güçlerin yaratmak istediği puslu ortama boyun eğmeyelim! İşçi-emekçi kitlelerin seçim hakkı gibi temel demokratik haklarının darbeci tertiplerle ellerinden alınmasına izin vermeyelim! Halkları birbirine kırdıracak kanlı paylaşım savaşlarına geçit vermemek için örgütlü işçi güçlerinin militan cephesini yükseltelim!

23


marksist tutum

üzerindeki baskı ve tahakkümüdür. Burjuva demokrasisi son tahlilde burjuva diktatörlüğün bir biçimidir. Burjuva demokratik anayasaların özü de neticede burjuvazinin egemenliğine dayanır. Kişi özgürlüğü, dernek kurma, söz, basın özgürlüğü, öğrenim ve inanç özgürlüğü gibi demokratik hakların sınırı olarak belirlenen kamu güvenliği gerekçesi, tüm kapitalist ülkelerde daima burjuvazinin çıkarına göre yorumlanır. Burjuvazinin yürürlükteki anayasası öyle bir dokunulmazlık ve kutsallık halesiyle kuşatılır ki, onu değiştirmek üzere iktidara el koyan darbeci güçler bile bu yasadışı eylemlerini anayasaya dayandırdıklarını iddia ederler. Burjuva parlamenter rejim genelde çeşitli siyasal partileri ve bu partiler arasında sürüp giden bitmez tükenmez çekişme ve tartışmaları içerir. Sermaye egemenliğini tehdit altında hissetmediği ve parlamenter sistemin yarattığı gerilimleri kaldırabildiği sürece bu işleyiş devam edebilir. Fakat kritik durumlarda parlamenter sistem burjuvazi için katlanılmaz hale gelebilir. Sınıf mücadelesinin kızışması durumunda burjuvazi “düzen”i tehlikede hissedecek ve kendi öz rejiminden, parlamenter rejimden kurtulmayı arzulayacaktır. Türkiye’de parlamenter sistemin kilitlendiği ve siyasal yaşamın kaosa sürüklendiği dönemlerde, işçi sınıfının geri kesimleri ve küçük-burjuvazinin büyük çoğunluğu orduya bir kurtarıcı güç olarak bakmaya başlamıştır. Küçükburjuva siyasetçiler devrimci kesildiklerinde, genelde bir bütün olarak halkın çıkarlarını temsil ettiklerini düşünürler. İşte bu yüzden, aslında burjuva düzenin temel direği olan ordunun yapısı hakkında da son derece tehlikeli yanılsamalara kapılıp, ordu içindeki “ilerici” unsurlara bel bağlar, hükümet darbelerine destek çıkarlar. Ancak elbette bu tür bir değişim bir anda gökten zembille inmez. Marx’ın dediği gibi, bir büyücü çıkagelip de kem gözlü bir büyüyle burjuva cumhuriyet “şaheserini” bir gudubete çevirmiş değildir. Burjuvazinin iç çekişmelerinin keskinleştiği, burjuva düzen güçlerinin yoğun bir hizip kavgasına tutuştuğu durumlarda, kendi anayasal temellerini bir kılıç darbesiyle yere serecek Bonaparte’ları böylesine üstün bir devlet yetkisiyle donatan güç, parlamenter işleyişten başkası olmamıştır. Fransa’da Ulusal Meclis, çeşitli burjuva kesimlerin bağırıp çağırmaları arasında cumhurbaşkanının yetki dönemini uzatmak zorunda kalmış, parasızlıktan bunalmış Bonaparte da bu uzatmayı bir güzel kabul etmiştir. Böylece darbeden sonraki Fransa, parlamenter cumhuriyet içinden çıkıp gelmiştir. Marx’ın ifadesiyle, dıştaki kılıfı yırtmak ve içindeki gudubeti her-

24

Haziran 2007 • sayı: 27

kesin gözleri önüne sermek için bir süngü darbesi yetmiştir. Bu tespit, 1973 Şili ve 1980 Türkiye örneklerinde bir kez daha doğrulanmıştır.

Küçük-burjuva solun kaypak tutumu Türkiye’de parlamenter sistemin kilitlendiği ve siyasal yaşamın kaosa sürüklendiği dönemlerde, işçi sınıfının geri kesimleri ve küçük-burjuvazinin büyük çoğunluğu orduya bir kurtarıcı güç olarak bakmaya başlamıştır. Ve böylece askeri diktatörlüğe giden yol, bizzat halkın da pasif desteği alınarak döşenmiştir. Küçük-burjuva siyasetçiler devrimci kesildiklerinde, genelde bir bütün olarak halkın çıkarlarını temsil ettiklerini düşünürler. İşte bu yüzden, aslında burjuva düzenin temel direği olan ordunun yapısı hakkında da son derece tehlikeli yanılsamalara kapılıp, ordu içindeki “ilerici” unsurlara bel bağlar, hükümet darbelerine destek çıkarlar. Hiçbir toplumsal sınıf ya da katman, siyasal durum hakkında küçük-burjuvaziden daha fazla hayale kapılamaz. Bu nedenle, Marx, hükümet darbesi kapıya dayandığında bile küçük-burjuva sosyalistlerinin tehlikeyi göremediklerine ve burjuva düzen güçleri saldırıyı arttırırken, onların son derece yavan ve ılımlı bir siyaset izlediklerine dikkat çeker. Fransa veya Almanya gibi örneklerde proletarya kendi sınıf bayrağını yükseklerde tutmayı, oportünist ve reformist kılıklara girmiş burjuva, küçük-burjuva sol anlayışlardan bağımsız örgütlenmeyi başaramadı. 12 Eylül öncesinde Türkiye’de, dönemin devrimci rüzgârlarına ve onca sol örgütün varlığına rağmen işçi sınıfının neticede bir küçük-burjuva sosyalizm denizinin içinde boğulması örneğinde de böyle oldu. Tüm bu örneklerde işçi sınıfı burjuvazinin yüreğine devrim korkusu salarken, işin aslında siyasal mücadelenin dümenini küçük-burjuva liderliklerin eline teslim etmiş durumdaydı. Almanya’da faşizm, kitlelerin toplumsal dönüşüm arzusunu istismar ederek ve küçük-burjuvaziyi milliyetçi ajitasyonlarla gaza getirerek, onları nasyonal sosyalizmin peşine taktı. Ve sonuçta hepsini inanılmaz derecede zalim bir diktatörlüğün içine sürüklemiş oldu. Türkiye’de olduğu gibi tepeden inen askeri faşist diktatörlükler ise, daha önce yaratılan kaos ve endişe toplumu nedeniyle felce uğramış kitlelerin kısmen desteğini alarak kısmen de korkuyu egemen kılarak hüküm sürdüler. Kısacası, küçük-burjuvazi müttefikini ve yol göstericisini proletaryada bulamadığı ve proletarya da kendisini küçük-burjuva anlayışlardan kurtaramadığı sürece, bunlar yanılgılarını nice kez çok ama çok pahalıya ödediler.

Olağanüstü burjuva yönetim sorunu Burjuva devlet, burjuvazinin ezilenler, sömürülenler üzerindeki diktatörlüğüdür. Bu diktatörlük parlamenter


Haziran 2007 • sayı: 27

marksist tutum

1933’te SS birlikleri tarafından Berlin’den sürülen komünistler ve sosyal-demokratlar

işleyişlerde görüldüğü üzere “demokratik” biçimlerle örtüleneceği gibi, olağanüstü koşullarda üzerindeki “demokrasi” şalını fırlatarak kendini çıplak bir diktatörlük (faşizm) biçiminde de ortaya koyabilir. Ya da sözde parlamenter bir işleyişle bir nebze örtülenmiş Bonapartist bir asker-polis devleti biçimini alabilir. Olağanüstü burjuva rejim demagojilerle kitleleri peşine takmayı başarsa bile, onun asıl dayanağı burjuva devletin baskı mekanizmalarını harekete geçirmesidir; örneğin faşizm açık baskıya dayanan bir yönetim biçimidir. Finans kapitalin Bonapartist hükümet biçimi, otoriter bir yönetim oluşturarak kendisine sınıflar ve klikler arası sözde bir iç barış rejimi görüntüsü verirken, faşizm proletaryaya karşı açık bir iç savaş yürüten totaliter bir rejim olarak biçimlenir. Olağanüstü burjuva yönetimlerin sınıf karakteri bağlamında büyük önem taşıyan bir tartışma konusu da bürokrasi sorunudur. Farklı tarihlerde ve farklı coğrafyalarda yaşanmış olan olağanüstü rejimlerin tümünde, yürütme gücünün ön plana çıkması nedeniyle sivil-asker devlet bürokrasisi büyük bir ağırlık kazanır. Olağanüstü rejim döneminde siyasi yapılanmada da önemli değişiklikler oluşur. Parlamenter rejimde siyaseti mülk edinmiş olan seçimli burjuva politikacıların sahne gerisine itilmesiyle birlikte, siyasal iktidar sahnesini meslekten siyasetçi olmayan atamalı pek çok bürokrat doldurur. Burjuva diktatörlüğün olağanüstü siyasal biçimleri, burjuvazinin toplumsal gücünü muhafaza edebilmesi için kendini siyaseten mülksüzleştirmesi şeklinde açıklanır. Düzenlerini tehlikede gören ve bu nedenle olağanüstü siyasal yönetime geçilmesini arzulayan burjuvalar, bu destek sayesinde siyaseti mülk edinmiş meslekten politikacılarını bir kenara fırlatabilmekte ve derin kriz koşullarının ön plana iteklediği milli şeflerin, generallerin önünü açmaktadırlar. Olağanüstü rejimler yürütmenin gücünü mutlaklaştırır ve olağanüstü koşulların ürünüdürler. Parlamenter demokrasi esasen kuvvetler ayrılığını kabul eder ve yasamanın yürütme üzerindeki üstünlüğü prensibine dayanır. Parlamen-

Faşizm Almanya’da iktidara gelince, komünistinden sosyal-demokratına, Yahudisinden Çingenesine, muhalif ve aykırı kabul edilen herkes, her kesim faşist terörün kurbanı oldu. Nazizm Alman sermayesinin yayılmacı emellerini gerçekleştirmek için milyonlarca insanı emperyalist savaşlarda, toplama kamplarında katletti.

ter rejimin siyasal güç dağılımında, parlamento devlet başkanından ve hükümetten önde gelir. Olağanüstü rejimlerde ise parlamentonun üstünlüğü ve iradesi çiğnenir; siyasal iktidar baskıcı bir yürütme gücünün elinde merkezileşir. Faşist devlet biçimine geçiş ihtiyacı sermayenin gündemine durup dururken girmez. Faşizm, kitlelerin devrimci mücadelesinin alabildiğine yükseldiği ve burjuvazinin yüreğine korku saldığı, devrimci güçlerle karşı devrimci güçler arasındaki çatışmanın günlük yaşamın bir parçası haline geldiği, burjuva düzenin baştan aşağı devrimci bir krizle sarsıldığı muazzam bunalımlı bir sürecin ürünüdür. Fakat bu tür bir bunalım ilânihaye sürüp gidemez, neticede o ya da bu yönde çözülmek zorundadır. Devrim bu bunalımın işçi sınıfı lehine çözümüdür. Faşizm ise burjuvazinin karşı-devrimci çözümüdür. Faşizm, mali sermaye egemenliği çağında burjuva düzenin işçi sınıfına yönelik en açık saldırısı, işçi ve emekçilerin demokratik haklarına ve örgütlerine yönelik olağanüstü baskı ve şiddet rejimidir. Faşizmin, yalnızca sivil faşist parti örgütlenmesini kullanan, bir anlamda aşağıdan yukarıya bir karşı-devrim gerçekleştirip iktidara oturan tek tip bir gelişme çizgisine sahip olmadığı açıktır. Faşist karşı-devrim, iktidarı için ortamı hazırladığı süreçte kendisine mutlaka şu ya da bu ölçüde bir kitle tabanı edinmeye çalışır; ama buna rağmen iktidara oturuş biçimi “aşağıdan” ya da “yukarıdan” olabilir. Parlamenter işleyişi tamamen ortadan kaldıran yahut göstermelik düzeye indirgeyen çeşitli tipte askeri diktatörlükler vardır. Çatışan burjuva fraksiyonlar veya çatışan sınıflar arasından sıyrılıp, kılıçların gölgesinde “denge” sağlamaya çalışan Bonapartist tipte askeri diktatörlükler olacağı gibi, işçi sınıfının devrim dalgasını açıkça ezmeyi amaçlayan tam karşı-devrimci faşist askeri diktatörlükler de olabilir. Kapitalizmin krizleriyle umutsuzluğa sürüklenen ve burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki çatışmanın yarattığı istikrarsızlık koşullarından bezen küçük-burjuva, işsiz, lüm-

25


marksist tutum

pen kitlelerin askeri faşist bir diktatörlüğün iktidarına giden zeminin döşenmesinde üstlendikleri rol asla gözardı edilemez. Askeri faşist darbeler ansızın üstten geliyor gibi görünseler de, bir ön hazırlığa dayanmayan, iktidarı için önceden ortamı hazırlamayan bir askeri faşist diktatörlük düşünülemez. Klasik faşizmde küçük-burjuvazinin desteğinin çok belirgin olduğu, askeri diktatörlük örneklerinde ise bu unsurun bulunmadığı düşüncesiyle bunların faşist olarak nitelenmesine karşı çıkanların bu husus üzerinde iyice bir düşünmeleri gerekiyor. Gelecekten korkuya kapılan küçük-burjuvaziyi yanlarına çekebilmek için, faşist hareketler ona milliyetçilik zehrini, yabancı düşmanlığını şırınga eder, işçi sınıfına ve onun enternasyonalist devrimci hedefine karşı düşmanlık aşılarlar. Küçük-burjuva kitleleri şu ya da bu oranda peşine takıp iktidara yürüyen faşist hareket, bu bakımdan bir küçük-burjuva siyasal akım olarak görünür; fakat buna bakıp faşizmin küçük-burjuvazinin iktidarı olduğunu düşünmek muazzam bir yanılgı anlamına gelecektir. Bu tür vahim bir yanılgıdan kaçınabilmek için, faşizm sorununu, iktidara tırmanan faşizm ile iktidardaki faşizm arasında ayrım yaparak kavramak mutlak bir zorunluluktur. Faşist diktatörlüğün sınıf niteliği ile, faşizmin seferber ettiği kitle hareketinin sınıf niteliği kesinlikle aynı kapsamdaki sorunlar değildir. Faşizm küçük-burjuvazinin değil, tekelci burjuvazinin diktatörlüğüdür. Gelecekten korkuya kapılan küçükburjuvaziyi yanlarına çekebilmek için, faşist hareketler ona milliyetçilik zehrini, yabancı düşmanlığını şırınga eder, işçi sınıfına ve onun enternasyonalist devrimci hedefine karşı düşmanlık aşılarlar. Küçük-burjuva kitleleri şu ya da bu oranda peşine takıp iktidara yürüyen faşist hareket, bu bakımdan bir küçük-burjuva siyasal akım olarak görünür; fakat buna bakıp faşizmin küçük-burjuvazinin iktidarı olduğunu düşünmek muazzam bir yanılgı anlamına gelecektir. Faşizmin günümüzde hâlâ bir tehlike kaynağı oluşturup oluşturmadığı konusunda ileri sürülen bazı iddialar işçi hareketinin boşluklarından sızarak bilinç bulandırıyor. Bunlar arasında en başta geleni, faşizmin (asıl olarak da Nazizmin) vaktiyle dünya halkları tarafından lanetlenmiş olması nedeniyle bir daha yaşanmayacağı iddiasıdır. Oysa bu tür gerçeküstü iddiaları bizzat yaşamın kendisi çürütmüş bulunuyor. Alman Nazizmi faşizmin en uç ve son derece özgün bir tarihsel örneğiydi. Tarih kendini aynen tekrarlamadığı gibi, faşizm de başka kılıklara bürünerek iktidara yürüdü. Türkiye de dahil çeşitli ülkelerde yakın tarihlere damgasını basmış olan askeri faşist diktatörlüklerin

26

Haziran 2007 • sayı: 27

anısı henüz tazedir. Faşizm konusundaki tartışmaların, her daim günün somut koşulları temelinde yeniden gözden geçirilmesi ve gereken yeni tespitlerin yapılması zorunludur. Örneğin, kapitalizmin İkinci Dünya Savaşını izleyen uzun yükseliş dönemine damgasını basan nesnel koşullar bugün değişikliğe uğramıştır. Buna bağlı olarak, faşizmin gelişmiş kapitalist ülkelerde artık bir tehlike oluşturmayacağı yolundaki görüşlerin maddi dayanağı da zayıflamıştır. Unutulmasın ki, Ortadoğu ülkelerine demokrasi götürme bahanesiyle bu bölgede kanlı bir paylaşım savaşı yürüten ABD’nin bizzat kendisi neredeyse demokrasiye muhtaç hale gelmiştir. Kapitalist sistemin hegemon gücünün ülkesinde faşizan uygulamalar giderek artmaktadır. Dünya kapitalist sisteminin zirvesinin savaş düzenine geçtiği, dünya halklarının önemli bir bölümünün peşpeşe emperyalist savaş cehenneminin ateşlerine atıldığı, burjuva ideologların bile ekonomik krizlerin kolayca savuşturulabileceği yolundaki iyimserliklerini yitirdiği günümüzde, rehavete ve rutinizme kapılıp sürüklenmek ölümcül bir tehlikedir.

TC’nin kuruluş sürecinin özgünlüğü Genel bir yaklaşım olarak, klasik Bonapartizm örneklerinin daha ziyade burjuva düzenin korunmasının elzem hale geldiği durumlara denk düştüğünü söyleyebiliriz. Prusya (Almanya) ya da Türkiye’de olduğu gibi, burjuva düzenin devlet bürokrasisinin öncülüğünde tepeden inşa edildiği süreçlere ise Bismarkçılık ya da Kemalizm gibi olgular damgasını basmaktadır. Tepeden devrimler, hiçbir örnekte burjuva devrimin görevlerini kapsamlı biçimde çözememişler, zamana yayılmış bir değişim ve sınırlı reformlarla yetinmişlerdir. Türkiye’de olduğu üzere tepeden burjuva devrimlerin yaşandığı ülkelerde ise eski düzenle hiçbir zaman 1789 Fransız devrimindeki gibi avamca hesaplaşılmamıştır. Bu nedenle bu tip ülkelerde burjuva devlet daha baştan eski düzenin ve eski egemen bürokrasinin dönüşümü temelinde biçimlenmiştir. Tepeden burjuva devrimlerin diğer bir özelliği de, toplumun burjuva dönüşümünde devletçiliğin ve devlet aparatının birincil derecede rol üstlenmesidir. Bu tür bir gelişmenin yaşandığı ülkelerde ve dönemlerde, devlet bürokrasisi, burjuva devrimin öncüllerinin eski toplum içinde yeterince mayalandığı ve özel mülkiyet sahibi burjuvazinin devrimde önemli bir rol oynadığı örneklere oranla inanılmaz ölçüde ağırlıklı bir konum elde eder. Almanya, Türkiye ve takiben Mısır, Irak, Suriye gibi örneklerde devlet bürokrasisinin siyasal yaşamda ve ekonominin düzenlenmesinde sahip olduğu güç bu durumun canlı kanıtlarıdır. İncelediğimiz örneklerde devlet, burjuvaziden bağımsız bir bürokrasinin devleti olmayıp, bürokrasinin öncülüğünde burjuvalaşan devlettir. Özgün koşullar nedeniyle öne çıkan devlet bürokrasisi bağımsız bir kast değil, burjuvazinin bir parçasıdır. Onun bu bağlamdaki özgün konumu,


Haziran 2007 • sayı: 27

devlete kendi özel mülkiyeti gibi sahip çıkmasıdır. Ve en önemlisi, bu gelişme tipinde devlet bürokrasisi ve devletçilik kapitalist gelişmenin önünü kendine özgü bir tarzda açıyor olsa da, siyasal bakımdan daha fazla baskı ve gericilik kaynağıdır. Çöken Osmanlı İmparatorluğu’ndan geri kalan coğrafyada kurulan burjuva TC’nin siyasal yapısı, burjuva demokratik devrim sürecini yaşamış ülkelerde oluşan çok partili siyasal yapılanmaya benzemez. Türkiye’de 1925 sonrasındaki siyasal yapı bir Meclisi içerse bile, bu asla Batı tipi bir burjuva demokrasisi olmamıştır. Cumhuriyetin ilânından 1946’lara dek siyasal egemenlik biçimi, burjuva devletin kurucu partisi CHP’nin tek parti diktatörlüğünde somutlanır. Siyasal rejim, işçi ve emekçi kitlelerin ve ezilen Kürt ulusunun üzerinde sistematik bir baskı politikasını egemen kılar. Avrupa ülkelerindeki parlamenter demokrasilerle karşılaştırıldığında, Türkiye’de burjuva düzen daha anti-demokratik ve gerici bir karaktere sahip olarak doğmuş ve geçmişten miras kalan ceberut devlet geleneği temelinde varlık sürdürmüştür. Türkiye’de bürokrasi ile kapitalist gelişme sonucunda güç kazanan burjuva iş âlemi arasındaki çekişme, zaman zaman daha yumuşak, bazı dönemlerde de keskinleşerek varlığını hissettirdi. Uzun bir dönem boyunca devlet bürokrasisinin ve devlet kapitalizminin koruyuculuğu altında gelişen Türk burjuvazisi, ta ki rüştünü ispat edinceye kadar, askeri bürokrasinin düzen koruyucu misyonuna isyan etmek bir yana sık sık ona muhtaç oldu. Ayrıca da unutulmamalı ki, bürokrasi ve burjuva iş alemi arasındaki kavga farklı sınıfsal unsurlar arasındaki bir kavga değildir. Sonuçları günümüze kadar uzanan bu kavga, burjuva sınıf içindeki, bir başka deyişle de egemen güç bloku içindeki iktidar çekişmesidir. Türkiye’deki olağanüstü siyasal rejimleri yürürlüğe koyan statükocu güçlerin, işçi sınıfı hareketini ve toplumdaki genel devrimci yükselişi durdurmak kadar, Kürt ulusunun uyanışını da daha başından ezmeye talimli oldukları asla unutulmamalı. Bu güçler, ezen ulus devletinin temsilcileri ve bu devletin asli koruyucuları olarak, siyasi yaşamda patlak veren gerilimleri (özellikle Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu, devletçi laikçilik sorunu gibi kendi varlık nedenleriyle özdeşleştirdikleri konularda) her zaman kendilerine çıkartılmış bir davetiye olarak algılamışlardır. Bu gerçek günümüzde de geçerlidir ve siyaset sahnemiz aynı güçlerin aynı sorunlar temelinde yaratacakları yeni gerilimlere açıktır!

12 Eylül rejimi Türkiye’de 12 Eylül faşist darbesine giden süreci kısaca hatırlayalım: Bu süreçte mezhep çatışmaları körüklendi, nice kitlesel katliamlar gerçekleştirildi, beş bine yakın insan öldürüldü. ABD emperyalizminin darbe tezgâhçısı CIA ajanlarının desteğiyle ve Türk devletinin kontr-gerilla

marksist tutum

türü Gladio uzantısı gizli örgütlerinin marifetiyle yürütülen 1 Mayıs 1977 katliamı, işçi sınıfını ve geniş kitleleri terörize edip sindirmeyi amaçlıyordu. İşte 12 Eylül darbesi öncesinde, faşist bir rejime giden yol adım adım böyle döşendi. Dönemin burjuva basını, büyük sermayenin örgütü TÜSİAD’ın orduyu parlamenter işleyişi tamamen ortadan kaldıracak bir darbeye çağıran ilânlarıyla bezendi. Zaten uzunca bir süredir askeri darbe için hazırlanan ordu kurmayı bu davete seve seve icabet edecek ve 12 Eylül askeri darbesi sonucunda beş generalden oluşan Milli Güvenlik Konseyi (MGK), Kenan Evren’in devlet başkanlığı altında tüm yasama ve yürütme yetkisini elinde toplayacaktı. Böylece finans kapitalin kanlı, çıplak diktatörlüğü faşizm de iktidar koltuğuna kurulmuş olacaktı. 12 Eylül rejiminin ilk döneminde tam bir faşist diktatörlük olarak yapılanan burjuva düzen, büyük sermayenin özlemle beklediği yapısal reformların gerçekleştirilmesi yolundaki siyasal engelleri temizlemiş, meydanı hazırlamıştı. 1983 parlamento seçimleriyle birlikte faşist diktatörlük yerini 12 Eylül rejiminin sürekliliğinin simgesi Evren’in cumhurbaşkanlığı ve Özal’ın liderliğindeki devşirme parti ANAP’ın yürütümünde bir başka tür olağanüstü işleyişe bıraktı. Daha önce kapatılan siyasal partiler üzerindeki yasakların devam ettiği, siyasi yaşamdan uzaklaştırılan burjuva siyasetçilerin haklarının henüz iade edilmediği ve siyasi arenada Özalcı bir yâran takımının sivriltildiği bir dönemdi bu. Olağanüstü yönetim, bu kez de Özal başbakanlığındaki 1983-1989 döneminde Bonapartist bir biçim altında varlığını sürdürdü. Özal iktidarı, toplumun tüm çivilerinin yerinden çıkması pahasına, Türkiye kapitalizminin finans kapitalin arzusu doğrultusunda yapısal bir değişim

27


marksist tutum

geçirmesini (dışa açılmasını, emperyalist işleyişe daha fazla entegre edilmesini) başardı. Fakat siyasal yaşamda gericiliğin, sendikal ve siyasal yasakların devam ettiği ve faşist cuntanın başlattığı işlerin (siyasi davalar, sistematik gözaltılar, işkence, yargısız infazlar vb.) sürdürüldüğü bir dönem oldu Özal dönemi. Faşist Evren’in cumhurbaşkanlığı süresinin sona ermesi ve Özal’ın cumhurbaşkanlığı koltuğuna kurulmasıyla birlikte, olağanüstü yönetim biçiminin çözülmesi bakımından yeni ve önemli adımlar atılacaktı. ‘90 dönemecinde eski siyasetçiler üzerindeki yasakların kaldırılması ve yasalarda bazı değişikliklerin yapılmasıyla “normal” bir parlamenter işleyişe geçilmiş gibi görünse de, burjuva düzen bu kez de asker-polis devleti uygulamalarının ağır bastığı bir biçimde varlığını sürdürdü. Böylece, 90’lardan 2002’deki son genel seçimlere kadar ilerleyen süreçte Türkiye, görece olağan bir parlamenter işleyişle olağanüstü denilebilecek bir asker-polis rejiminin sınırında zikzaklar çizdi durdu. Türkiye gerçekten de, faşizmin güçlü bir işçi mücadelesiyle çökertilmediği durumlarda, faşist diktatörlük biçimini diğer olağanüstü işleyiş biçimlerinin izlediği çarpıcı bir örneği sergiler. 12 Eylül faşist diktatörlük dönemiyle başlayıp, Bonapartist bir yönetim ve asker-polis devleti uygulamalarının ağır bastığı fazlarla ilerleyen süreci, bir bütün olarak 12 Eylül rejimi olarak adlandırmak doğru bir tutumdur. Zira burjuva devletin faşist iktidar biçimi ortadan kalkmış olsa dahi, faşist iktidarın siyasal ve toplumsal yaşamda yarattığı altüstlüğün uzantı ve kalıntıları devam etmiştir. İşte bu nedenle 1983’ten 2002’ye uzanan süreci, 12 Eylül rejimi olarak adlandırmak anlamlıdır. Nihayetinde 2002 genel seçimleri dönemecine, devrimci örgütlenmenin inanılmaz ölçülerde gerilediği, geniş işçi-emekçi kitlelerin parlamenter sistem çerçevesinde yaratacakları değişim dışında bir seçenek göremedikleri koşullarda gelinmiştir. 3 Kasım seçimlerinde kitleler, uzun süren baskı, yozlaşma ve yalanlarla dolu karanlık dönemin sorumlusu olarak gördükleri partileri sandığa gömüp, yeni bir alternatif diye baktıkları AKP’yi iktidar koltuğuna oturtmuşlardır.

Sonuç 2002 sonundaki bu dönemeç noktasının anlamını doğru ifade edebilmek için, 12 Eylül askeri darbesiyle kurulan olağanüstü rejimin yarattığı önemli bir sonucun altını çizmek gerekiyor. Türkiye’nin siyasal yaşamında zaten büyük

28

Haziran 2007 • sayı: 27

12 Eylül faşist darbesinin ardından kent dışına sürülen işsizler

bir ağırlığı olan ordunun rolü, 12 Eylül rejimiyle daha da yoğunlaştırıldı ve pekiştirildi. Türkiye’de ordu kurmayı, Avrupa ülkelerinde görülmeyen bir biçimde siyasetin içinde oldu. Bu askeri bürokrasi, kendisinin siyasal yaşamdaki ağırlığını azaltmaya yönelik burjuva sivil inisiyatifleri bir iç tehlike, rejime yönelik bir tehdit addetti ve tavır aldı. Türkiye’de faşizmin son buluşu, bir zamanlar İspanya, Yunanistan, Portekiz ya da kimi Latin Amerika ülkelerinde yaşanan sürece benzemedi. Askeri faşist diktatörlükleri göçertmek üzere kitlelerin ayağa kalktığı örneklerde, isyancı dalganın zoruyla cuntacı generaller suçlu koltuğuna oturtulurken, Türkiye’de faşist cuntacılar, iktidar makamları sayesinde şişirdikleri cüzdanlarıyla gözden uzak köşelerinde istirahata çekildiler. Zira Türkiye’de faşizm, işçi mücadelesi ve devrimci hareketin belini doğrultamadığı koşullarda tepeden kontrollü biçimde çözüldü. Bu nedenle, 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğü ile ezilen işçi hareketi, yukarda sıralanan örneklerde yaşanan yeniden toparlanma evresini yaşayamadı. Türkiye işçi sınıfı, faşizme karşı yükseltmeyi başardıkları mücadeleler sayesinde güçlerini ve kendilerine olan güvenlerini yeniden kazanan sınıf kardeşlerinin izinden yürümeye ne yazık ki muvaffak olamadı. Faşizmin çözüldüğü dönemde Türkiye’de burjuva düzen, bu kez de ezilen Kürt ulusunun başlattığı ulusal kurtuluş mücadelesiyle sarsılmaya başlamıştı. Korkak ve zalim Türk burjuvazisi, kutsal ordusunun bu savaşı ezmesi umuduyla uzun bir süre demokrasiden dem vurmayacak, sesini çıkartmayacaktı. Ne var ki, TC’nin yıllardır kanlı bir bastırma politikası sayesinde yüzleşmekten köşe bucak kaçmayı başardığı Kürt sorununun bu biçimde su yüzüne çıkması, verili tüm siyasal dengeleri altüst edecek, paradigmaları değiştirecek, bir tarihsel-toplumsal katalizör işlevi görecekti. TC’nin, Türk dilinin hegemonyasına, Misak-ı Milli sınırlarına ve ordunun tanımladığı Türk tipi laiklik anlayışına (yani devletin din işlerine karışması!) dokunulmaya asla


Haziran 2007 • sayı: 27

yeltenilmemesi gibi örneklerde somutlanan kırmızı çizgileri yıllarca varlığını sürdürdü. Türkiye’de parlamenter rejimin meşruiyet alanını, burjuva düzenin resmi ideolojisi olarak kabul edilen Kemalizm çerçeveledi. Bu durum, anayasalara yansıtılan ve parlamentodaki milletvekili yeminlerinde terennüm edilen, “Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma” benzeri ifadelerde açıkça dile getirildi ve bir üst yasa gibi yıllarca hüküm sürdü. Buna aykırı davranışlar, “anayasayı tebdil, tağyir” ile suçlandı. Türkiye’deki bu gerçeklik, en çok askeri darbelerde ya da ordu kurmayının siyasi ağırlığını koyduğu dönemlerde varlığını hissettirdi. Nitekim 1991 yılı parlamento açılışında milletvekili yemini sırasında Kürtçe konuşan Kürt milletvekillerinin daha sonra tutuklanıp yıllarca hapislerde çürütülmesi örneği ortadadır. Keza, laiklik elden gidecek yollu provokasyonlarla, seçimle işbaşına gelmiş olan Refah Partisinin ağırlıkta olduğu koalisyon hükümetini alaşağı eden ve bu partiyi kapatan örtük (kimilerinin post-modern dediği) 28 Şubat 1997 askeri müdahalesi hatırlardadır. Sonuç olarak 1980’den günümüze uzanan süreç irdelendiğinde, Avrupa ülkelerinden farklı olarak, Türkiye’de burjuvazinin olağanüstü yönetim biçiminin ne zaman sona erip ne zaman olağan bir burjuva parlamenter rejime geçildiğini söylemek bir bakıma gerçekten de zordur. Zira burjuva düzen, bir yanda parlamenter bir işleyiş diğer yanda olağanüstü rejimin yerleştirdiği kurum ve uygulamalar olmak üzere bir hilkat garibesi gibi son genel seçimlere dek uzanmıştır. Bir başka deyişle, Batı Avrupa’daki örneklerine oranla zaten çok daha güdük bir demokratik çerçevesi olan Türk parlamenter sistemi, 12 Eylül rejiminin etkisiyle daha da güdükleşmiş biçimde 2002 seçim sandığı sınavına girmiştir. Ve geniş halk kitleleri, statükocu güçlerin temsilcisi olarak gördükleri siyasal partileri bu sınavda çaktırmıştır. Diğer yandan, Kürt sorunu başta olmak üzere, Kıbrıs, AB gibi yıllardır baskıyla ya da görmezden gelinmeye çalışılarak ertelenen sorunların çorap söküğü gibi peşpeşe gelmesi, büyük sermaye çevreleriyle statükocu kesim arasında giderek derin çatlakların oluşmasına hizmet etmiştir. Bu arada dış dünyada da Sovyetler Birliği ve benzeri rejimlerin çöküşü gibi büyük bir deprem yaşanmış ve dünya dengeleri de tamamen değişmiştir. AB’ye katılmayı düşleyen büyük iş âlemi, bu yeni koşullar nedeniyle Türkiye’de burjuva parlamenter düzenin normalleşmesi için çaba sarf eden bir kesim olarak sahneye çıkmıştır. Statükocu devlet güçleri ise, Kıbrıs sorununda ya da daha fazlasıyla Kürt sorununda görüldüğü gibi, yıllardır alıştıkları baskıcı-otoriter devlet anlayışından ve esasen buradan kaynaklanan ayrıcalıklarından vazgeçmeme çırpınışı içinde her fırsatta bir olağanüstü rejim görüntüsü sergilemişlerdir. Kemalizm yıllar boyunca, burjuvazinin her başı sıkıştığında sığındığı resmi devlet ideolojisi olarak varlık bulmuştur. Bugünse büyük sermaye, liberal ve “sivil toplum-

marksist tutum

cu” bir söyleme sarılmakta, statükocu devlet güçlerine eleştiriler yöneltmektedir. Siyasal yapılanmada Avrupa tipi bir değişimi arzulamaktadır. (Şu işe bakın ki, bu Avrupa tipi burjuva demokrasisi de günümüzde Türk tipi burjuva demokrasisi doğrultusunda daralma sinyalleri veriyor. Şayet Türk büyük sermayesi muradına erip, diyelim 10-15 yıl sonra AB ile entegrasyonu başarırsa, o buluşma noktası acaba neye benzeyecektir, bu da ayrı bir tartışma konusudur.) Böyle bir değişim, ona, globalleşen dünyada ekonomik gücünü arttırması ve mümkünse gücünün yetebileceği bazı alanlara yayılması bakımından zorunlu görünmektedir. Büyük sermaye, düzenin devrimci bir işçi hareketi tarafından tehdit edilmediği günümüz koşullarında, yapısal reformlarını gönül ferahlığıyla yaşama geçirmeyi istiyor. Fakat yarın?.. Şayet yarın burjuva düzen devrim tehdidiyle ciddi bir tehlikeye sürüklenirse, büyük sermayenin ne yapacağını, yakın tarihte yaptıklarından hareketle tahmin etmek zor olmasa gerek! Türkiye’de faşizm, işçi mücadelesi ve devrimci hareketin belini doğrultamadığı koşullarda tepeden kontrollü biçimde çözüldü. Bu nedenle, 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğü ile ezilen işçi hareketi, yukarda sıralanan örneklerde yaşanan yeniden toparlanma evresini yaşayamadı. Türkiye işçi sınıfı, faşizme karşı yükseltmeyi başardıkları mücadeleler sayesinde güçlerini ve kendilerine olan güvenlerini yeniden kazanan sınıf kardeşlerinin izinden yürümeye ne yazık ki muvaffak olamadı. Seçimlerin galibi olarak iktidar koltuğuna oturtulan AKP’nin büyük burjuva çevreler tarafından uzun dönemdir özlemi çekilen istikrarlı bir hükümet olup olamayacağı ya da bu burjuva iktidar konusunda işçi ve emekçi kitlelerin içine düştüğü büyük yanılsamalar gibi hususları şimdilik bir kenara bırakalım. Şu an için açık bir gerçek var. TC’nin uzun yıllarına damgasını basmış bulunan eski burjuva partilerin defterini dürerek AKP’yi siyaset sahnesine yenilikçi, AB yanlısı, demokratikleşmeden yana imajıyla çıkaran son genel seçimler ve yarattığı sonuçlar, 12 Eylül rejiminin tasfiye sürecinde şimdiye kadarki en geniş çaplı değişim olmuştur. AB’ye uyum yasaları çerçevesinde gerçekleştirilen yasal düzenlemelerle –uygulamada devletin askerpolis güçlerinin geleneksel tutumlarını sürdürdüklerini unutmamak koşuluyla!– Türkiye tipi parlamenter rejimin çerçevesi bir ölçüde genişletilmiş ve artık olağan diyebileceğimiz bir yönetim biçimine geçilmiştir. Fakat AB yanlısı büyük sermaye çevreleriyle statükocu devlet güçleri arasındaki gerilim henüz sona ermemiştir. Bu güçlerin süngüsü son dönemlerde bir hayli düşmüş ve

29


Haziran 2007 • sayı: 27

marksist tutum

büyük sermayenin yeni tercihlerine bağlı olarak geleneksel yöntemleri artık yıpranmış olsa da, TC’nin resmi çizgisinin dışına çıkmak isteyenler hakkında rejim düşmanı havası yaratma sevdalarını terk etmemişlerdir. Son dönemde yaşanan İmam Hatip Liseleri tartışmasında veya Kıbrıs ya da Kürt sorununda açığa çıktığı gibi, yıllarca olağanüstü rejimler temelinde varlık kazanmış olan devlet güçleri siyasette ikinci sınıf konumuna düşmeyi hazmedememektedirler. Çırpınışlarının nedeni budur. Vurgulanması gereken önemli bir başka husus daha var. Statükocu siyasal yapılanmada günümüzde cereyan eden değişim sürecinde, iç toplumsal dinamiklerden çok Avrupa Birliği gibi dış faktörlerin etkili olduğu asla gözardı edilemez. Sanki tarih, Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüşünde büyük oranda dış dinamiğin (yani kapitalist bir dünyanın varlığı ve etkisinin) belirleyici olmasını hatırlatırcasına, bir üst halkada ve kuşkusuz farklı koşullarda kendini tekrar ediyor gibidir. Fakat yanlış ış anlaşılmasın, bu yalnızca bir benzetme. Artık devir Osmanlı nlı devri değil ve günümüz Türkiye’si, nesnel bakımdan, n, siyasal yapının baskıcı çerçevesini zorlayayacak temel bir iç dinamiğe sa-hip. Eksik olan, bu iç dina-miği, işçi sınıfının uyuklayan an devrimci potansiyelini harekete ete geçirecek olan öznel faktördür. ür. Şu an AKP iktidarı altındaa yürümekte olan “demokratikleşme” şme” sürecinin, AB baskısı ve benzeri enzeri dış faktörlerin etkisiyle yol alıyor oluşu bazı burjuva çevreleri endişeye sevk ediyor. Ya işler değişirse, şirse, ya bu süreç kesintiye uğrarsa?? AB ve ABD arasındaki rekabetten yararlanarak, AB kodamanlarından olumlu vaatler kopartan Türkiye’nin artık rtık AB yolundan çıkmasının, bugün yaratılan iklimde zor göründüğü düşünülüyor. ülüyor. Ama yarın bir yol kazası olmayacağını ağını kim garanti edebilir? Emperyalist güçler arasında kızışan çıkar çatışmalarıyla ısınan ve bu güçlerin yeniden paylaşım savaşlarıyla avaşlarıyla adeta bir cehennem yerine dönen günümüz kapitalist dünyasında, hele ki Türkiye gibi “sürprizler”e açık bir ülkede her şey olabilir! *

*

*

Bu satırların yazılışının üzerinden daha üç yıl bile geçmedi. Ama bugün Türkiye’de yaşananlara bir bakın! Parlamenter işleyiş yine askeri darbe tehditleriyle kesintiye uğratılmaya çalışılıyor. Bu kez işbaşında görünenler, Türkiye’yi kanlı paylaşım savaşlarının içine çekmeye çalışan karanlık cuntalardır. Darbeci güçler, olağanüstü rejim koşul-

30

larına geçişi zorlamak için Türk ve Kürt halkını birbirine kırdıracak çeşitli provokasyonlar tezgâhlamakla meşguller. Darbe tehdidinin yarattığı belirsizlik ortamı nedeniyle, belki de seçimlerin yaptırılmayacağı ya da AKP kazanırsa seçimlerin geçerli sayılmayacağı ciddi ciddi tartışılabiliyor. Darbeci güçler işçilerin-emekçilerin canını fena halde yakan tertipleriyle darbeye uygun bir zemin yaratmaya çalışıyorlar. Ayrıca, üzerinden atlanmaması gereken son derece önemli bir gerçeklik daha var. Türkiye’de parlamenter işleyişi bir kez daha olağanüstü bir hal ile yüz yüze getiren kriz koşullarının, başlangıçta cumhurbaşkanlığı seçimi nedeniyle patlak vermiş görünmesi sorunun yalnızca bir kısmıdır. Buzdağının yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başlayan büyük bölümünde ise, Ortadoğu’da yürüyen emperyalist paylaşım savaşına bağlı yeni gelişmeler yer alıyor. Önümüzdeki süreç, bölgede etkin olmak için çekişen ABD, AB, Rusya gibi güçlerin bölge halklarının kanı üzegüç rinden yürütt yürüttükleri yeni çekişme, pazarlık ve paylaşımlarına konu olacaktır. paylaşımların Türkiye bbüyük burjuvazisinin son tarihsel kesitte bir b süre boyunca rüyalarını süsleyen AB ile bütünleşme süreci akamete uğramış, “uy “uyum paketleri” rafa kaldırılmış, endekslenen “demokratikleşme” buna en söylemi ssona erdirilmiş ve anti-demokratik yasa paketleri meclise sevk edilmeye başlanmıştır bile. Düzen güçleri şimdi, başlanm Türkiy Türkiye’yi de içine alarak genişleme eğilimi gösteren Ortadoğu savaşından eğilim kazan kazançlı çıkmak, Kuzey Irak’a müdahale etmek gibi önceliklerle halleşiyorlar. Düzen güçleri, Türk ve Kürt yor işçi-emekçi kitleler üzerindeki basişç kı kıları arttırmaya, büyük sermayen nin yayılmacı emelleri doğrultusunda halkları birbirine kırdırtacak nifak tohumlarını yaymaya çalışıyorlar. Önümüzde, demok mokratik hakların kararlı biçimde savunucusu olan ve Türkiye’nin kanlı bir emperiçine çekilmesine karşı çıkan tüm yalist paylaşım savaşının iç güçlerin çok daha fazla uyanık ve mücadeleci olmasını gerektiren zorlu bir süreç uzanıyor. Darbeci güçlerin yaratmak istediği puslu ortama boyun eğmeyelim! İşçi-emekçi kitlelerin seçim hakkı gibi temel demokratik haklarının darbeci tertiplerle ellerinden alınmasına izin vermeyelim! Halkları birbirine kırdıracak kanlı paylaşım savaşlarına geçit vermemek için örgütlü işçi güçlerinin militan cephesini yükseltelim! www.marksist.com sitesinden alınmıştır


Onların Kadınları, Bizim Kadınlarımız Selim Fuat

S

iyaset meydanı ısındıkça ve sınıf mücadeleleri kızıştıkça, feminizmin sınıflarüstü yaklaşımının ne denli kof olduğu iyice açığa çıkıyor. Kadınların aralarındaki sınıf farklılıklarını silikleştirerek, sorunu, sanki ortak bir mücadele hattında buluşabilirlermiş gibi ele alan bakış açısı, toplumsal gerçeklik karşısında her seferinde çuvallıyor. Örneğin orta sınıf kadınlar cumhuriyet mitinglerinde ön saflarda yer tutup darbecilerin uğursuz planlarının yaşama geçmesi için çırpınırken, işçi sınıfının kadınları kendi sorunlarıyla boğuşmaya devam ediyorlar. Burjuvazinin iki kesimi arasındaki kapışmada, her iki tarafın da kadınları öne çıkararak kılıçlarını bilediklerini görüyoruz. Özellikle darbeci cenah, kendilerini “çağdaş” zanneden kadınları “Kemalist ordunun neferi” olarak meydanlara sürmeye çalışıyor. Statükocu burjuva güçlerin cumhurbaşkanlığı seçimi bahanesiyle harekete geçirdikleri yüz binlerce kişinin katıldığı cumhuriyet mitinglerinde, bu kadınlar önemli bir rol oynadılar. Eğitim görmüş, iyi giyimli, hali vakti yerinde bu kadınlar, markalı güneş gözlükleriyle, bayrak desenleriyle donattıkları straplez bluzlarıyla, burjuva medyanın da gözdesi oldular. Onlarla birlikte başta Ahmet Necdet Sezer olmak üzere bir bölüm burjuva politikacı da bu durumu memnuniyetle karşılayıp övgüler düzdüler ve kadınların siyasette daha fazla yer alması gerektiğinden dem vurdular. Burjuva partiler de vitrinlerinde derhal bu kadınlara yer açarak üzerlerine düşeni yerine getirdiler. Bu mitinglerin vitrinine kondurulan kadınların bir kısmı CHP’den milletvekilliği adaylığıyla taltif edilerek “emeklerinin” karşılığını aldılar. Genel olarak bir vitrin öğesi, bir imaj unsuru olarak öne çıkarılan bu “cumhuriyetçi” kadınların bazıları da, psikolojik savaş tekniklerinin bolca kullanıldığı “görev”in yerine getirilmesine, dahil oldukları kadın örgütleriyle aktif katkıda bulundular. Nur Serter, Necla Arat, Türkan Saylan gibi isimler bütün mitinglerde en ön saflarda yer aldılar. Burjuva medyanın genel bir kadın imgesiyle bütün

sınıflardan kadınlarla özdeşleştirmeye çalıştığı bu kadınların, hangi sınıfı temsil ettikleri ve neyin mücadelesini verdikleri açıktır. İstanbul Üniversitesi’nde Kemal Alemdaroğlu döneminde rektör yardımcılığı görevinde bulunan ve o dönemde gerek devrimci öğrencilere açılan soruşturmalar, gerekse türbanlı öğrenciler için “ikna” odalarıyla nam salan Nur Serter, emekli asker Emin Aytekin’in kızı. 1960’lı yıllardaki başarısız darbe girişimleri yüzünden asılan Talat Aydemir’in de akrabası. 1970’lerde İktisat Fakültesindeki ülkücü akademisyenler grubunda yer alan Nur Serter, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün 27 Mayıs 1976’da

31


marksist tutum

“Türkiye için en büyük tehlikenin Pantürkizm ve Panislamizm olduğunu” vurguladığı demecine karşı, MHP yanlısı Devlet gazetesinde yayınlanan bildiriye imza atan akademisyenlerden biridir. Milliyetçilik damarı hayli gelişmiş olan bu “bilim” kadını, 1980’li yıllarda da Beyti Dost olarak anılan reenkarnasyoncu bir grubun “Sevgi Dünyası” adlı yayın organında uzun bir süre boyunca yazılar kaleme almış. UFO’ların “4. düzen varlıkları” olduğunu, dünyayı korumak için görevlendirildiklerini, bu görevin de Beyti Dost tarafından verildiğini savunan grubun ruh çağırma seanslarında epeyce bir vakit geçiren Serter, kendi anlatımına göre, doçentlik tezine karşı çıkan jürinin tutumunu da bu grubun etkisiyle aşmış. Cumhuriyet mitinglerinin vitrininde yer alan bir diğer isim ise, Çağdaş Eğitim Vakfı yönetim kurulu üyesi Necla Arat’tır. Prof. Dr. Necla Arat’ın eşi Nedim Arat, “cuntacı” olduğu ortaya çıktığı için ordudan atılan bir kurmay subaydır. Arat’ın da içinde bulunduğu cunta, 9 Mart 1971’de darbe yapmayı planlamış fakat başarılı olamamıştı. Kurmay albay rütbesinde darbe planlarına karışan Nedim Arat, 12 Mart 1971 darbesinin ardından gözden çıkarılanlar arasındaydı. Yani Serter gibi Necla Arat da cuntacılara uzak biri değil. O da İstanbul Üniversitesinin “kontenjanlı” kadrolarından. Şaibeli kazanılmış olsa da, onun sıfatı da “bilim” kadını. Şaibeli, çünkü İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi yönetim kurulu, 1982 yılında, intihal (bilimsel bilgi hırsızlığı) gerekçesiyle Necla Arat’ın üniversiteden altı ay uzaklaştırılmasına karar vermiş. İstanbul Üniversitesinde Necla Arat’ın profesörlük tezinin intihal olup olmadığını araştırmak üzere fakülte profesörlerinden oluşturulan kurulun hazırladığı raporda, “218 sayfalık tezin sadece 20 sayfalık bir kısmının orijinal mi yoksa bir yerden aktarma mı olduğu tespit edilemediği, fakat geri kalan 200 sayfalık kısmın tamamen intihalden ibaret olduğu” belirtiliyor. Yani bilimsel tüm sıfatlarını hangi yollarla elde ettikleri

32

Haziran 2007 • sayı: 27

ortada olan bu kadınların, cuntacılarla sıkı bağlar içinde bulundukları, özgeçmişleri ve beyanlarıyla ortaya çıkmaktadır. Açıktır ki bu “modern”, “cumhuriyetçi” ve de “laik” kadınlar, statükodan beslenen burjuva kesimlerin kadınları olarak, kendi sınıfsal çıkarlarını ve ayrıcalıklarını korumak için yırtınıyorlar.

Bir de bizim kadınlarımız var! “Devlet elden gidiyor”, “rejim tehlike altında”, “çağdaş yaşam tarzımızı tehdit ediyorlar” türü ifadelerle ortalığı birbirine katan, milliyetçilik zehrinin dozunu arttırarak halkların birbirini boğazlamasının yolunu döşeyenlere hizmet eden bu kadınların işçi sınıfı kadınlarıyla ne gibi bir ortaklığı olabilir? İşçi sınıfının örgütsüz, dağınık yığınlar halinde bulunduğu koşullarda, bilinç bulanıklığı yüzünden burjuva kamplardan birinin peşine takılan işçi kadınlar var şüphesiz. Ancak, henüz azınlık da olsalar, işçi sınıfının kavgasında ön saflara geçmiş, mücadele eden kadınlar da var. Nur Serter, Necla Arat gibi kadınların darbecilerin cephesini güçlendirmek için cumhuriyet mitinglerinde ön aldığı günlerde, işçi sınıfının devrimci kadınları da 1 Mayısları örgütleme çabasıyla gecelerini gündüzlerine katıyorlardı. Ancak onların kadınları gibi rahat koşullarla, sırtlarını yasladıkları devlet güçlerinin sağladığı imkânlarla değil, sadece kendi çabalarıyla var ettikleri öz güçleriyle ve bin bir zorluk içinde mücadelelerini büyütüyorlardı. İşyerlerinde saatlerce çalıştıktan sonra işçi mahallelerinde ev ev gezerek, işlerine gitmeden önce sabahın erken saatlerinde fabrika önlerinde bildiriler dağıtarak, sabırla sınıf mücadelesini örmeyi sürdürüyor, kendi sınıf cephelerini yükseltmeye çalışıyorlardı. Ne sahtekârlıkla ne de karanlık çevrelerle ilişkileri vardı. Ruhlar âleminin nuruyla değil, Marksizmin ışığıyla aydınlanmışlardı. İki sınıfın dertleri birbirinden günle gece kadar farklı kadınlarını aynı cephede birleştirmeye uğraşan feminist düşüncenin yanılgısı ortada. Siyasi gelişmeler karşısında burjuva sınıfın kadınları kendi sınıflarının bakış açısına uygun davranırken, bizim kadınlarımızın öncüleri de kendi yollarında yürümektedirler. Kadınların özgürlüğü, feministlerin savunduğu gibi, ortak bir erkek karşıtı cephe oluşturmakla sağlanamaz. Emekçi sınıfların kadınları ancak kendi sınıflarının erkekleriyle omuz omuza verip, burjuvaziye karşı örgütlü mücadeleye atıldıkları zaman özgürleşebilirler. Bu yüzden kapitalizmin iki kat fazla ezdiği kadın işçiler, eşitliğin ve özgürlüğün egemen olacağı sınıfsız, sömürüsüz topluma ulaşma mücadelesinin en ön saflarında yer almak zorundalar. Bunun için de, sınıf mücadelesinin her alanında, işyerlerinde, sendikalarda ve diğer her türden işçi örgütlerinde yer ve sorumluluk alarak öne çıkmalıdırlar.


Emperyalist Savaşa ve Kapitalizme Karşı Görev Başına Elif Çağlı Burada okura sunduğumuz yazı dergimizin yayına başlamasından iki yıl önce (25 Mart 2003) www.marksist.com sitesinde yayınlanmıştı. Emperyalist savaş süreci ve bu bağlamda oluşan oynak mevzilenmeler ile Türkiye’nin bu süreç içindeki yerini iyi anlamadan, bugünlerde yaşanan sıcak gelişmelerin hem layıkıyla anlaşılması hem de doğru siyasal tutumlar alınması mümkün değildir. Tam da bu konulara ışık tutması nedeniyle Elif Çağlı’nın yazısının yeniden okunmasını gerekli görüyoruz.

Barış hayalleri ve gerçekler Dünya kapitalist sisteminin büyük krizleri, bütün bir ekonomik yükseliş dönemi boyunca kapitalizm hakkında yaratılmış olan hayal balonlarını patlatıp bu sistemin gerçek yüzünü, tüm zaaflarını sergiler. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra emperyalist güçler sanki aralarındaki çekişmeleri diplomasi masasında çözebilecekleri ve böylece dünyaya yeni bir biçim verebilecekleri izlenimini yaratmışlardı. Aslında bu imkânsız ve emperyalist sistemin doğasına aykırı boş bir propagandadan ibaretti. Çünkü Sovyetler Birliği ve benzeri bürokratik rejimlerin çöküşünden ve Çin dahil bu ülkelerin kapitalizm yolunu tutuşundan sonra, ABD, büyük çatışmaların yolunu döşemeye girişmişti bile. Bu durum, Sovyetler Birliği faktörü başta olmak üzere, eski güç dengelerine göre biçimlenmiş nüfuz alanlarının yeniden paylaşımına hazırlanmak demekti. Burjuva ideologlarının öldürmek için onca çabaladığı Marksizm, bir kez daha olacakları önceden haber veriyordu: Emperyalizm temelinde yeniden paylaşımın emperyalist savaşlar dışında bir yolu yoktur! Reformistlerin, pasifistlerin “barışçı emperyalizm” hayalleriyle kendilerini avuttukları tüm o yıllar boyunca, ABD emperyalizmi soğuk savaş sonrasının dünyasına kendi hegemonyası altında yeni bir biçim vermek üzere “dehşet” senaryoları üzerinde çalışıyordu. Neredeyse tüm dünyayı uzun süreli bir savaş, baskı ve karanlıklar döneminin içine çekmeye hazırlanan Amerikan emperyalizminin Richard Perle gibi önde gelen ideologunun “karanlıklar prensi” olarak adlandırılması boşuna değildir. Soğuk savaş döneminin sona ermiş olması, emperyalist sistemin özelliklerini kavrayamayan tüm

33


marksist tutum

darkafalıları bir “barış” sarhoşluğuna sürüklerken, ABD yeni bir sıcak savaş dönemine adım atmaktaydı. Üstelik de bu olgu kendini ilk kez bu Irak savaşıyla dışa vurmuyor. 1990’ların başından bu yana, birinci Körfez savaşından başlayarak Balkanlar’da ardarda çıkartılan, Afrika’nın çeşitli ülkelerinde yoksul kitleleri ezip geçen, yine milyonların canına mal olan, emperyalist güçlerin tezgâhladığı savaşları unutacak mıyız? 21. yüzyıla, her olayı bir tüketim çılgınlığına dönüştürmeye çalışan kapitalist sistemin, “yeni milenyuma girdik!” çığlıklarının eşliğinde adım atmıştık. Burjuvazinin liberal kalemşorları ve kapitalizmin “erdemlerini” keşfeden dönekler, bundan böyle sürekli ekonomik büyümeyi sağlayacak emperyalizm ötesi bir dönemin açılmakta olduğunu muştuluyorlardı. Onlar yarattıkları sahte dünyada kendi yalanlarıyla dönenip dururlarken, kapitalist sistemin ufkunda biriken fırtına bulutları aslında hiç de hayra alâmet değildi. Ve nitekim yeni milenyumun başlangıcına damgasını vuran olgular, borsalarda peşpeşe yaşanan büyük sarsıntılar, II. Dünya Savaşından bu yana görülmemiş düzeyde bir ekonomik durgunluk oldu. Kapitalist sistemin yalnızca çeperlerinde değil, bizzat merkezlerinde büyük bir bunalım yaşanmaya başlandı. Ciddi bir ekonomik duraklamayla kendini açığa vuran bu bunalım, diplomasiyle ve emperyalist güçlerin zirve toplantılarıyla çözümleneceği sanılan tüm sorunları daha da çözülemez hale getirdi. ABD ile Avrupa Birliği –ya da daha doğrusu Almanya ve bir dereceye kadar da Fransa– arasındaki çekişme kızışmaya, derinleşmeye başladı. Bu iki emperyalist kamp arasındaki çelişkiler bu son krizle birlikte birdenbire zuhur etmedi. Fakat aralarındaki zıtlaşmanın boyutlarını devasa büyüten ve geçmiş dönem boyunca üstü örtük biçimde ilerleyen çatışmayı tamamen açığa çıkartan bu büyük kriz oldu.

34

Haziran 2007 • sayı: 27

Her yükselişin bir de inişi vardır Roma’nın son dönemi, imparatorlukların çöküşü konusunda bitmez tükenmez tarihsel örnekler sunuyor. Diyalektiğin kuralı gereği, güç en tepe noktadayken aslında iniş başlar. Roma İmparatorluğu en tepede addedilirken gerçekte çözülme, yozlaşma had safhaya ulaşmıştı. İmparatorlar akıl almaz bir kanunsuzluk, kuralsızlık ve edepsizlik içinde yüzüyorlardı. Güç kaybeden tiranlar daha da zalimleşir. Tarihin bu yasaları modern İmparatorluk ABD için de geçerlidir. Bir zamanlar Troçki, sanki bugünleri kastedercesine ne kadar önemli bir hususa değinmişti. Dünyadaki birincil kapitalist güç ABD’nin askeri, mali ve sınai üstünlüğünün, Amerikan ekonomik yaşamının bu biçimde devamını garanti altına almadığını söylüyordu. Tersine bu üstünlük, onun toplumsal sisteminin bunalımına çok daha tehlikeli ve sarsıntılı bir nitelik kazandırmaktaydı. ABD İmparatorluğu tarihte tüm büyük imparatorluklar için işlemiş bulunan bir yasadan muaf değildir; her yükselişin bir de inişi vardır! ABD emperyalizmi, uzun bir dönem boyunca yaşanan büyüme trendinin ardından derin bir aşırı-üretim krizinin içine yuvarlanmıştır. Şimdi dünya üzerindeki hegemonyasını garanti altına alabilmenin ve gelecek dönemde de üstünlüğü elinde tutabilmenin saldırganlığı içindedir. Yeni bir atılım yaparak hegemonyasını tazeleyebilmesi için, hem varolan nüfuz alanları üzerinde kendini yeniden kanıtlamaya hem de yeni nüfuz alanları üzerinde egemenliği kimselere bırakmamaya ihtiyacı var. Şimdilik ABD emperyalizmine kafa tutabilecek çapta bir başka süper güç yok. Peki ya yarın? Ya ABD hegemonyasını yansıtan NATO, Birleşmiş Milletler gibi geçmiş döneme ait yapılanmaların parçalanması sonucunda oluşabilecek ABD karşıtı yeni ittifaklar? Önümüzde uzanan sü-


Haziran 2007 • sayı: 27

reçte yükselme potansiyeli taşıyan Çin ve Rusya gibi muhtemel rakipler? Ya da Avrupa Birliği’nin çekirdek gücü Fransa-Almanya ile örneğin Rusya’nın, İran’ın elele vererek ABD karşısında yeni bir blok oluşturma ihtimali? Sovyetler Birliği’nin göçüp gitmesinden sonra ABD her ne kadar tek süper güç olarak rakipsiz kalmış gibi görünse de, bu durumun yarattığı “cicim ayları” artık sona ermiştir. Dünya kapitalist sisteminin tepesinde yer alan ABD’yi, inişe geçen sistemi tekrar yükselişe geçirme ve bombaların eşliğinde yeniden düzenlenecek bir dünyada üstünlüğü elden kaptırmama telâşı sarmıştır. Tüm bu ve benzeri sorunlar, uzun bir süredir Amerikan stratejistlerinin üzerinde düşündükleri orta ve uzun dönemli stratejik planları ve hazırlıkları etkileyen yakıcı gerçeklerdir. ABD’nin karşısına dikilecek çapta bir güç henüz ufukta görülmemiş olsa da –ve bu nedenle ona artık süper güç değil “hiper güç” sıfatı yakıştırılsa da–, içine girdiğimiz yeni konjonktürün çok büyük altüstlüklere gebe olduğu bellidir. Böyle bir dünyada hegemonyayı elde tutabilmek, “baskın bastıranındır” misali, yeni dönemin rakipleri henüz hazırlanmadan ani bir hücumla bir an önce yeni köprü başlarını tutmayı gerektirir. Amerikan emperyalizminin özellikle 11 Eylül’le birlikte tüm dünya karşısında ilan ettiği yeni saldırganlık dönemi, “yeni dünya düzeni”ni biçimlendirecek olan zalim ve kanlı bir yeniden paylaşım savaşının, adeta üçüncü dünya savaşının başlangıcıdır.

Gerçekler inatçıdır Sovyetler Birliği’nin çöküşü döneminde Gorbaçov’dan başlayarak teorize edilen ve dönemin tüm döneklerinin dilinden düşmeyen, “emperyalizm altında savaşsız bir dünya”nın mümkünlüğü söylemi şimdi mazi oldu. Oysa nasıl da büyük bir “yenilenme” hevesiyle Marksizmin artık demode olduğunu ilan etme yarışına girişmişlerdi. Nasıl da şevkle, örneğin “savaş politikanın devamıdır” diyen anlayışla alay etmekteydiler. Gerçekler döneklerin tüm yavelerine karşın işte böyle inatçıdır! Avrupa Birliği’nin genişleme sürecinin önemli bir engelle karşılaşmaksızın “Avrupa Birleşik Devletleri”nin inşa-

marksist tutum

sına doğru ilerleyeceği, Türkiye ya da Kuzey Kıbrıs’ın AB üyeliğinin kısa sürede gerçekleşeceği, Kürt sorunu, Filistin sorunu gibi kangrenleşmiş ulusal sorunların barışçı yoldan, masa başında çözümlenebileceği söyleniyordu. Şimdi bu düşüncelerin, patlayan büyük kriz öncesi yıllara özgü uçuk burjuva reformist hayaller olduğu daha iyi anlaşılıyor. Tarihte daha önceki dönemlerde olduğu gibi, bu kez de tüm bu hayaller kapitalist sistemin yükselen çatışmalar duvarına toslayarak paramparça oldular. “Büyük birader” ABD daha önce yaşamadığı bir gerileme döneminin öfkesi ve azgınlığıyla neredeyse tüm dünyayı bir “şer ekseni” olarak görüp savaş baltalarını bilerken, “küçük birader” Britanya hariç diğer AB ülkeleri net bir tutum belirlemekten aciz biçimde sallanmaya başladılar. Kendilerini “barış cephesi” olarak gösterme sevdasındaki Avrupa emperyalistlerinin planları da tamamen kendi çıkar hesapları üzerine kuruludur. Onlar şimdi, hem Orta Doğu’daki mevcut çıkarlarını korumak, hem de ABD bombalarının düzleyeceği alanlarda savaş sonrasında yapılacak yeni yatırımlardan pay kapma telâşı içindedirler. Büyük krizin eski dengeleri, kurumları ve ittifakları ta kökünden silkelediği bu dönemin öncesinde, sosyalizme karşı tarihsel bir zafer kazandığını sanıp böbürlenen tüm emperyalist güçlerin maskeleri düşmüştür. Kapitalist sistem nasıl gözü dönmüş bir sömürü sistemi olduğunu, nasıl işçi ve emekçi düşmanı bir düzen olduğunu, nasıl da artık tamamen insanlık dışı, akıl dışı bir bataklığa dönüştüğünü kitleler nezdinde hiç bu kadar ele vermemişti. O nedenle şimdi dünyanın hemen her köşesinde, Avrupa’da, Amerika’da, Asya’da işçiler, emekçiler, gençler ayakta. Dünyanın sokakları savaş karşıtı milyonlarca göstericinin sloganlarıyla inliyor. ABD’nin tek süper güç olarak kaldığı ve yalnızlığı içinde büsbütün pervasızlaştığı günümüz koşullarında, onun savaş çılgınlığına karşı yükselen muazzam kitle mücadelesi, bu kitlelerin ikinci süper güç olarak nitelenmesine yol açıyor. Fakat hemen eklemeliyiz ki, kapitalist sisteme karşı örgütlü güce dönüştürülememiş bir savaş karşıtlığı, ne denli militan görünürse görünsün asla yeterli değildir. Tarihin hiçbir döneminde, örgütsüz kitleler sömürücü sınıf tiranlıklarını yerle bir edemediler. Bu gerçek bugün de aynen geçerlidir. İnsanlığı kapitalist düzenin yaktığı cehennem ateşlerinden kurtarabilecek yegâne güç işçi sınıfının örgütlü gücüdür. Bu zalim sömürü düzenine ancak işçi ve emekçi kitlelerin aktif mücadelesi son verecektir. İşçi sınıfının öncülüğünde harekete geçecek olan milyonlar, yer küremizde gerçekten özlemi çekilen yeni bir düzeni, savaşsız, sömürüsüz ve sınıfsız bir yaşamı var edebilirler.

35


marksist tutum

Baş düşman içerdedir! Kapitalist sistemi işçilerin, emekçilerin yükselecek mücadelesinden koruyabilmek amacıyla, emperyalist güçler yolumuza nice tuzaklar döşemeye, kitleleri nice yalanlarla pasifize etmeye, yolundan döndürmeye çalışacaklar. Amerikan emperyalizminin savaş koalisyonuna karşı sahte barış çağrılarıyla hedef saptıracak olan Avrupalı kapitalist “Müttefikler”in oyunlarına karşı da hazırlıklı olalım. Balkanlar’daki, Orta Doğu ya da Orta Asya’daki nüfuz alanları üzerinde dönen emperyalist hesaplaşmaların sonucu olan savaşların dehşetine karşı hiç bu emperyalist güçlerden medet umulabilir mi? Bunun, kelleyi bir cellâdın elinden kurtarmak için bir başka cellâda teslim etmekten ne farkı olur? Tarihe bakacak olursak böylesi bir aymazlığın nelere malolduğunun sayısız örneklerini buluruz. Örneğin, gerek Birinci ve gerekse İkinci Dünya Savaşı dönemlerinde kitleler burjuva yalan rüzgârlarına kapılıp, bir emperyalist güce karşı bir diğerini destekleme yanılgısına sürüklenmişlerdi. Peki sonuçta ne oldu? Bu yanılgıların bedeli milyonlarca işçi ve emekçinin yaşamıyla ödendi. Türkiye’nin de içinde bulunduğu paylaşım alanında yürüyen emperyalist savaş, işçi ve emekçi kitlelere “vatan savunusu” diye yutturulmaya çalışılacak. Oysa biliyoruz ki, kapitalistler için “vatan”, son tahlilde çek defterleri, banka hesapları, faiz oranları, borsa bileşik endeksleri vs, vs.dir. İşçi sınıfının böyle bir “vatan”ı korumaktan ne gibi bir çıkarı olabilir ki? İşsizliğin, yoksulluğun pençesinde kıvranan milyonlarca insan için, “çek defterleri”, “borsa endeksleri” sanki başka bir gezegene ait yabancı konulardır. O nedenledir ki, dünya işçi sınıfının ta Komünist Manifesto’dan beri dünya burjuvalarının suratına haykırdığı gibi “işçilerin vatanı yoktur”! Kapitalizm altında çözümlenemeyen Kıbrıs sorunu, Kürt sorunu gibi tüm sorunlar, emperyalist güçlerin kurmaylar sofrasında, işçi ve emekçileri birbirine boğazlatmanın araçlarına dönüştürülmeye çalışılacak. İşçi sınıfının öncülüğünde insanlığın özgürleşmesi mücadelesinin parçası haline gelebilecek olan ulusal mücadeleler, emperyalistler tarafından yolundan saptırılmaya çalışılacak. Daha önce yaşanan sayısız örneklerde olduğu gibi, Amerikan ya da İngiliz emperyalistleri, Orta Doğu’da ve Orta Asya’da ulusal bağımsızlık için ayaklanan ezilen halkları önce çeşitli vaatlerle kandırıp sonra da yoksul ve perişan vaziyette kendi kaderlerine terk edecekler. Bu halklar bilmelidir ki, emperyalist güçlerden hiçbiri asla dost olmadı ve olamaz! Kurtuluşları, işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle el ele verip, sosyalizme yürüyecek olan işçi-emekçi iktidarlarını kurmaktan geçiyor. Türkiye’nin de içinde bulunduğu paylaşım alanında

36

Haziran 2007 • sayı: 27

yürüyen emperyalist savaş, işçi ve emekçi kitlelere “vatan savunusu” diye yutturulmaya çalışılacak. Oysa biliyoruz ki, kapitalistler için “vatan”, son tahlilde çek defterleri, banka hesapları, faiz oranları, borsa bileşik endeksleri vs, vs.dir. İşçi sınıfının böyle bir “vatan”ı korumaktan ne gibi bir çıkarı olabilir ki? İşsizliğin, yoksulluğun pençesinde kıvranan milyonlarca insan için, “çek defterleri”, “borsa endeksleri” sanki başka bir gezegene ait yabancı konulardır. O nedenledir ki, dünya işçi sınıfının ta Komünist Manifesto’dan beri dünya burjuvalarının suratına haykırdığı gibi “işçilerin vatanı yoktur”! Türk, Kürt, Arap, Rum, vb. tüm işçi ve emekçi kitleler birbirlerinin kardeşidir. Çünkü onların kanlı savaşlarla paylaşılacak hiçbir kâr hesabı bulunmuyor. Bu nedenle “kendi” burjuvalarının ve burjuva iktidarlarının “vatan savunusu” propagandasıyla yürüteceği savaş seferberliği karşısında oyuna gelmeyip, baş düşmanın kim olduğunu ve nerede olduğunu açıkça bilmeleri gerek. Baş düşman, işçi ve emekçileri kendi maddi çıkarları uğruna cephelere sürecek olan egemen burjuvalar, emperyalist savaş lobileri ve onların iktidarlarıdır. Tüm kapitalist ülkelerde baş düşman dışarda değil, içerdedir! İşçi ve emekçilerin, kendilerini sömüren ve bununla da yetinmeyip petrol savaşlarında, çıkar paylaşımlarında kanlarını da isteyen kapitalistler için dökülecek bir damla kanı yoktur!

Emperyalist savaşa karşı sınıf savaşı! Türkiye bu emperyalist savaşın içindedir. Türk egemenleri, büyük sermaye çevreleriyle genelkurmayıyla, hükümetiyle, kendi çıkarlarına gelebilecek zararları asgariye indirmek ve mümkünse ganimetten pay kapmak için pazarlıklar yürütüyor. ABD ve İngiliz emperyalistlerinin savaş koalisyonu karşısında elleri pek güçlü görünmüyorsa da, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etme girişimleri karşısında ne denli zalim kesilecekleri asla unutulmamalı! Türkiye toprakları hem Türk egemenlerin çıkar hesapları hem de ABD emperyalizminin dayatmaları nedeniyle Orta Doğu’daki savaş alanının bir parçası olacak. Bu savaşın daha şimdiden sergilemeye başladığı gerçekler, parçalanan bedenler, yaralar içinde can çekişen insanlar, ölüm kusan silahlarla yaşamları sona erdirilen bebekler, tek kelimeyle insanı allak bullak eden dehşet manzaralarıdır. Bu acı görüntüler karşısında duyarlı olan tüm insanların bilmesi gereken katı bir gerçek var: Kapitalist savaş baronlarının zulmü, akıtılan gözyaşlarıyla değil, ancak yoksul insanların birleşik gücü, örgütlü mücadelesiyle sona erdirilebilir. Emperyalist savaşlar, barış duaları, pasif iç çekişler, vicdan sızılarıyla durdurulamaz. Emperyalist paylaşım savaşları kapitalist sistemin değişmez bir gerçeğidir. Hegemonya çekişmesi içine giren rakip emperyalist güçlerin, kârlı pazarları, yeni yatırım alanlarını ele geçirmeye, nüfuz alanlarını paylaşmaya ihtiyaçları var. Kapitalist düzen devam ettiği sürece, haksız savaşlar varlı-


Haziran 2007 • sayı: 27

ğını sürdürecektir. Bu savaşlara son verebilmenin tek yolu, kapitalist sistemi ortadan kaldırmaktır. O nedenle, artık insanların bu tür savaşlarla acı çekmesini gerçekten istemeyen her kişi, eğer kendi içinde tutarlı olacaksa kapitalizmi de istememeli, ona karşı mücadele edenlere katılmalıdır. Artık şu yaşamsal doğruya karşı direnmenin bedeli gün geçtikçe çok daha pahalı olacak: Dünyayı yıkıma sürükleyen emperyalist-kapitalist sistemden kurtuluşun yegâne yolu, sosyalizm için devrimci mücadeleden geçiyor. İçinde bulunduğumuz çağda insanlığı kelimenin gerçek anlamında ileriye taşıyabilecek, gerçek bir barış ve refah dönemini başlatacak yegâne ileri adım, üretici güçlerin gelişmesi önündeki özel mülkiyet ve ulus-devlet engelini parçalayıp atacak olan işçi iktidarıdır. Bugün Orta Doğu’yu yakan ve daha da genişleme tehlikesi taşıyan emperyalist savaş, beraberinde getirdiği tüm acılara rağmen, işçi ve emekçi kitleler için bir başka anlam da taşıyor: Bu tarz büyük savaşlar tarihte devrimlerin ebesi olmuştu, bugün neden olmasın? Birinci Dünya Savaşı döneminde dünyada büyük bir devrimci kabarış yaşandı. Ne yazık ki, Avrupa ülkelerinde savaş bütçelerine olumlu oy veren sözde sosyalist milletvekilleri, II. Enternasyonal’in sosyal-şovenleri işçi sınıfına ihanet ettiler. Böylece milyonlarca işçi ve emekçi inanılmaz felâketlere sürüklendi. Bu acı deneyimler unutulmamalı. O nedenle bugün uluslararası işçi hareketinin içinden yükselen doğru sesler, Irak’taki emperyalist savaş için ne tek bir kuruş, ne tek bir asker ne de tek bir kurşun! çağrısı büyük bir önem taşıyor. İçine girdiğimiz bu yeni dönemde, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin önemi ülke düzeyinde olduğu kadar uluslararası düzeyde de misliyle artmıştır. İşçi sınıfının devrimci görevlerini bir kez daha yakıcı biçimde ön plana çıkarttığı için, son derece önemli ve zorlu bir sınav dönemine girmiş bulunuyoruz. Bugünkü emperyalist savaş alanından bir hayli uzakta olsalar da, pek çok ülkede işçi ve emekçi kitleler, genç kuşaklar artık sokaklarda, miting meydanlarında, savaş karşıtı işçi grevlerinde, öğrenci boykotlarında seslerini yükseltiyorlar. Türkiye ise doğrudan doğruya emperyalist savaşın ateşi içine çekilmektedir. O nedenle, işyerlerinden, okullardan meydanlara akacak gösterilere, kitlesel mitinglere, savaş planlarını engelleyecek grevlere bu topraklarda ziyadesiyle ihtiyaç var. Ve her şeyden önemlisi de tüm bu tepkileri örgütlü kanallara akıtacak olan işçi eylem komitelerinin, işçi semtlerinde savaş karşıtı komitelerin oluşturulabilmesidir. Devrimci fikirlerle donanmış örgütlü işçilere, işçiemekçi kitlelerin aydınlatılmasında, sınıfın anti-kapitalist mücadelesinin yükseltilmesinde büyük görevler düşüyor. Yoksul insanların yaşamını mahveden kapitalist düzene karşı kitlelerin bilinçlendirilmesi için, her bir somut talep

marksist tutum

militan bir mücadele silahı düzeyine yükseltilebilmelidir. Unutmayalım, sistemin krizi nedeniyle işçi sınıfı işsizlik, yoksulluk ve açlığın pençesinde büsbütün kıvranırken, burjuva iktidarlar silahlanma harcamalarını, savunma bütçelerini arttırmanın yollarını arıyorlar. Kısacası, işçiler ve emekçiler izin verdiği sürece, yoksul kitlelerin sırtından çıkartılacak olan savaş fonları, ateş kusan silahlar ve bombalar şeklinde başımıza yağacak. Kapitalistler kriz bahanesiyle işçilerin sosyal haklarına saldırıları yükseltirken, eğitim, sağlık gibi yaşamsal alanlarda kamu harcamalarını kırpıp kuşa döndürürken, uysal vatandaşlar gibi savaş bütçeleri için vergi mi ödeyeceğiz? Somut taleplerimizi yükseltelim: Kapitalist silah harcamalarına hayır! Kamusal fonlar işçiemekçi semtlerine, okullara, hastanelere ve emeklilere tahsis edilmeli! İşçi sınıfının denetimi ve demokratik yönetimi altında kamulaştırılmış planlı ekonomi! Böyle bir momentte, işçi sınıfının emperyalist savaşa ve kapitalist düzene karşı mücadelesini kitlesel düzeye taşıyacak olan sendikaların önemi asla gözardı edilemez. Sendikaların başına bürokratlar çöreklenmiş olsa da, bu örgütler işçi sınıfının kitlesel mücadele araçlarıdır. İşçi sınıfının tabanından yükselecek bir mücadele dalgasıyla birlikte çok önemli işlevler yüklenebilecek olan sendikalar, hele ki içine girdiğimiz bu önemli dönemde bürokratların ellerine, onların insafına terk edilemez. İşçi sendikalarının tabanında mayalanan derin hoşnutsuzluğa bir bakın. Çeşitli sendika şubelerinin içinde mücadeleci bir çizgiyi egemen kılmaya çalışan militan işçilerin, işçi temsilcilerinin şu sesine kulak verin: Emperyalist savaşa karşı sınıf mücadelesini yükselt! Umutsuzluğa yer yok; emperyalist savaşa ve bu kahrolası kapitalist düzene karşı mücadelede görev başına! Bu cani savaşa karşı çık! Kahrolsun emperyalizm ve kapitalizm! Emperyalist savaşa hayır, sınıf savaşına evet!

37


Kore Nire? T

ürkiye tarihinde önemli bir yeri olan Kore savaşı bundan 57 yıl önce, Haziran ayında başlamıştı (25 Haziran 1950). Savaş, ulusal bağımsızlığı elde etme yolunda mücadele eden kuzeydeki ulusal kurtuluşçu güçler tarafından, esasen ABD emperyalizminin böldüğü ülkenin birliğini sağlamak üzere başlatılmış ve geniş halk desteğinin de yardımıyla güneydeki işbirlikçi rejim birkaç gün içinde yenilgiye uğratılmıştı. Ancak Çin’den sonra Kore’nin de bütünüyle emperyalist sistemin kontrolünden çıkması tehlikesi karşısında paniğe kapılan ABD emperyalizmi hemen devreye girerek 3 yıl sürecek vahşi bir katliam başlattı. Bu 3 yıl içinde ABD tüm İkinci Dünya Savaşı boyunca dünyanın her yerinde attığı bombalardan daha fazlasını Kore’ye attı ve bu savaşta 2 milyon insanın canına kıydı. Bu rakam ABD’nin daha sonraki 12 yıl süren Vietnam savaşı sırasında ancak ulaşılan bir rakamdı. ABD bu savaşta o sıralar yeni bir silah olan napalmı da ilk kez kitlesel ölçekte denemişti. Ne yazık ki Vietnam’a göre daha yoğun bir yıkım yaratmasına rağmen Kore savaşı ABD’de ve dünyada Vietnam kadar tepki uyandıramadı. Bu vahşetin baş sorumlusu ABD emperyalizmi olsa da ona bu katliam savaşında suç ortaklığı eden birçok ülke vardı. 55 milyon insanın katledildiği İkinci Dünya Savaşı henüz sona ermişti. Altı yıl süren savaşta bitap düşen halkların yeni bir savaşa tahammülleri yoktu. İkinci Dünya Savaşından galip çıkmasına rağmen ABD ordu kurmayı Amerikalı erleri Kore’de yürütülmek istenen savaşa ikna etmekte zorluk çekiyordu. Bu yüzden ABD dünyanın diğer kapitalist devletlerine vaatlerde bulunarak onları bu savaşa asker göndermeye razı etme yolunu seçti. O sıralar Sovyetler Birliği’nin kısa bir süreliğine Birleşmiş Milletler’i boykot ediyor oluşundan istifade eden ABD, bir oldubittiyle talebini bir BM çağrısı haline getirmeyi başardı. Amerikan hükümetinin bir oldubittisi de, savaş kararını Kongre’yi devre dışı bırakarak almış olmasıydı. Sonuç olarak, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu İngiltere, Danimarka, İtalya, Hindistan, Norveç, İsveç, Tayland, Yeni Zelanda, Belçika, Filipinler, Kanada, Yunanistan, Lüksemburg, Habeşistan, Avustralya, Fransa, Güney Afrika, Hollanda ve Kolombiya gibi ülkeler BM şalına bürünmüş çağrıya olumlu cevap verdiler. Bunlar güneydeki işbirlikçi rejimi desteklerken kuzey güçleri ise SSCB ve Çin tarafından desteklendi.

38

Kore’nin tarihine baktığımızda, Kore halkının yirminci yüzyılın başından bu yana, yani bir asırdan fazla süredir emperyalist güçlerin yol açtığı acılara katlanmak zorunda kaldığını görüyoruz. 1904-5’teki Japon-Rus savaşı sırasında Asya’nın kuzeydoğusunda geniş bir bölgeyi işgal altına alan emperyalist Japonya, bu coğrafyada yer alan Kore’yi de işgal etmişti. Savaştan galip çıkan Japonya bu topraklara kalıcı olarak yerleşti ve bir süre sonra (1910’da) Kore’yi ilhak etti. Bu ilhak ikinci emperyalist paylaşım savaşının sonuna kadar (1945) devam etti. Yani Kore halkı 40 yıl boyunca Japon emperyalizminin işgal ve ilhakıyla sömürgeci boyunduruk altında yaşadı. Bu arada Japon emperyalizmi 1931’den itibaren Çin’i de işgal etmeye başladığı için Çin’de başlayan ulusal kurtuluş mücadelesinin Kore üzerinde de etkisi oldu. Birçok Koreli komünist Çin ulusal kurtuluş mücadelesinin saflarında her iki ülkenin de ulusal kurtuluşu için mücadele ettiler. Hem bu alanda mücadelenin ilerlemesi ve bir birikimin oluşması hem de Japonya’nın emperyalist savaşta yenilgiye uğramış olması dünya savaşı sonunda nihayet Kore’nin ulusal bağımsızlığı için umut doğurdu. Ancak dünyanın değişik bölgelerinde olduğu gibi, savaşın iki büyük galibi olan SSCB ve ABD arasında yapılan anlaşmalar uyarınca, birçok ülke bu ikisi arasında etkinlik alanlarına bölünüyordu. Kore de bu bölünmeden nasibini aldı ve ülke 38. paralel esas alınarak kuzey ve güney olmak üzere iki ayrı idari bölgeye bölündü. Kuzeyde SSCB himayesinde Kim-il Sung’un liderliğini yaptığı komünistler etkin iken güneyde Amerikan ordusunun himayesindeki burjuva milliyetçiler yönetimdeydiler. Her iki taraf da ülkeyi kendi hâkimiyetleri altında birleştirme amacını taşıyorlardı. İki rakip yönetim arasında başından itibaren aralıklı olarak küçük çaplı çarpışmalar yaşandı. Ta ki 1950 Haziranında kuzeyin başlattığı geniş çaplı saldırıya kadar. Güneyde de komünistlerin önemli desteği olması nedeniyle harekât çok kısa sürede başarıya ulaştı ve üç gün içinde güneyin merkezi olan Seul kenti düştü. İşte yukarıda kısaca anlattığımız, ABD’nin başlattığı 3 yıllık büyük katliam süreci bundan sonra başladı. Savaş sona erdiğinde ülke büyük insan kayıplarının (nüfusun yüzde 20’si) yanı sıra yerle bir olmuş, açlık, yoksulluk ve salgın hastalıklar tüm halkı pençesine almış, adeta barbarlık koşullarına dönmüştü. Kore’nin bölünmüşlüğü de kalıcı hale gelmişti.


Haziran 2007 • sayı: 27

Bu büyük suça katılan Türk burjuvazine gelince. Daha Kore savaşı başlamadan önce, Türkiye’nin egemenleri, İkinci Dünya Savaşından galip çıkan ve müstakbel yeni dünya düzeninin iki süper gücünden biri olan Sovyetler Birliği’nden duydukları korku nedeniyle emperyalist kampın koruma şemsiyesi altına girmek ve NATO’ya üye olmak istiyorlardı. Ancak savaş sırasında müttefiklerin tüm baskılarına rağmen onların safına katılmayan Türkiye’ye şimdi yüz verilmiyor ve 1949 yılında kurulan NATO’ya Türkiye’nin birkaç defa yinelediği üyelik talebi kabul görmüyordu. Ama Kore savaşının başlamasıyla Türkiye burjuvazisinin talihi döndü. Adnan Menderes’in DP hükümeti, asker gönderme kararı çıkarmak üzere TBMM’ye dahi başvurmadan, Kore savaşına 17 Ekim 1950 tarihinde 5090 kişilik bir tugay gönderdi. Gazeteler boydan boya manşet atıyorlardı: “Menderes hükümeti, NATO’nun kapısını çalıyor”. Dışişleri bakanı, “Amerika’ya çok ama çok sıkı bağlarla bağlıyız. Ben bunu mecliste söyledim. Ajanslara da söyledim. Dünyaya da söylüyorum” diyordu. Bir burjuva gazetesi “Amerika’nın bizden istediği asker olsun, herkesten önce veriyoruz... Evet NATO’ya Kore kapısından gireceğiz, evet gizli kapaklımız yok” diyordu. DP hükümeti “ABD, Ankara’dan 500 asker istemiş, şanımıza yakışmaz 5 bin olsun” diyordu. Hürriyet gazetesi “Kore harbinde Amerikalılarla ortaklık kurduk. Onlar dolar ve silah, biz Mehmetçiğin kanını koyduk” diye manşetler atıyordu. 23 gün eğitim gören askerler düpedüz burjuvazinin çıkarları için kurban ediliyor, savaşa karşı çıkmak yasaklanıyor, karşı çıkanlar da tutuklanıyordu. Türk Barışseverler Derneği Kore savaşı karşıtı bir kampanya başlattığında, hükümet tarafından derhal kapatılmıştı. Burjuvazinin “yurtta sulh cihanda sulh”u böyle oluyordu. Sonuçta savaşta ölen askerlerin kanı pahasına Türkiye burjuvazisine NATO üyeliği ve Marshall yardımı veriliyordu. Bugünkü emperyalist savaşa gerekçe olarak sunulan yalanların, bilinç bulandırmaların bir benzeri de Kore savaşında yaşanmıştı. ABD, Kore’de demokrasi savaşı yürüttüğünü, Kızıl Çin ve Rusya’ya karşı zayıf ülkelere demokrasi taşıdığını iddia ediyordu. Türkiye’de de aynı senaryo ile halk kandırılıyordu. “Dinsiz imansız” kızıl komünistlere karşı Türk ordusunun savaşacağı propaganda ediliyordu. 25 Ağustosta bir basın toplantısında Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki, “Komünistliğe karşı gelebilecek en kudretli silah, iman ve ruh kuvvetidir. Hakiki bir müminin komü-

marksist tutum

nistlik fikirleriyle ve icraatıyla bağdaşabilmesine imkân yoktur” diyerek dini fikirleri savaşa gerekçe gösteriyordu. Oysa savaş ne din savaşı ne de demokrasi uğruna yürütülen bir savaştı. Savaşan askerler milliyetçi, dinci burjuva fikirlerle tavlanıyorlardı. Kuzey Kore’de esir düşmüş bir Türk esir tugayında, Stalin, Marx, Lenin hakkındaki soruları “Biz bu söylediğiniz isimlerle hiç tanışmadık, ilk defa duyuyoruz, onun için nasıl insanlar olduklarını bilmiyoruz” diyerek yanıtlıyorlardı. Dünya halkları, çoğu zaman olduğu gibi, bilmedikleri bir düşmanla savaşıyorlardı. 50 yıl önce bu düşmana “komünizm” diyorlardı, şimdiyse “uluslararası terörizm” diyorlar. Kore’den bu yana Türkiye burjuvazisi 14 kez dünya halkları üzerine ordularını yolladı. Barışı koruma adına yollanan askerler daima hâkim emperyalist güçlerin kurşun askeri oldular. Pek tabii bu savaşlarda burjuvazinin hesabına yeni pazar sahaları açılıyor, iş anlaşmaları yapılıyor ve hibeler alınıyordu. Türkiye’nin yeni emperyalist maceralara hazırlandığı bugünlerde, tarihin derslerini hatırlamak ve bunları sınıfımıza taşımak bizim boynumuzun borcudur. Emperyalist savaşlar her zaman burjuvalar ve onların devletlerinin çıkarları için işçi ve emekçilerin kanının av sahasına sürülmesi anlamına gelmiştir. Bu nedenle bu tür girişimlere karşı en başta karşı durması gerekenler işçilerdir. Bu savaşları engelleyebilecek olan tek güç işçi sınıfıdır. İşçiler tarihin parlak anlarında olduğu gibi, bir gün yine emperyalist savaşların değil, burjuvaziye karşı kendi sınıf savaşlarının savaşçısı olabileceklerini kanıtlayacaklardır. Kahrolsun emperyalist savaşlar, yaşasın dünya işçilerinin birliği ve kardeşliği!

39


Kitap Dünyası

marksist tutum

Gorki’nin ANA’sı G

orki’nin Ana isimli romanı bundan tam yüz yıl önce, 1907 yılında yayınlandı. O dönemin Rusya’sını pek çok yönüyle çarpıcı bir şekilde anlatan roman, bugünün işçi ve devrimci kuşakları için kesinlikle okunması gereken bir kitap. Ana, bir taraftan Çarlık Rusya’sındaki işçilerin ve köylülerin yaşam koşullarını anlatırken, diğer taraftan devrimcilerin işçi sınıfı içerisindeki örgütlenmelerini, bir devrimcinin yaşamındaki mücadele ve zorlukları, devrimcileşen bir işçinin yaşadığı dönüşümleri anlatıyor. Roman her ne kadar Pavel isimli devrimcileşen bir işçinin ve anasının yaşamı üzerinde yoğunlaşıyor gibi görünse de, aslında kitapta geçen her karakter kendi içinde önemli ve her biri okuyucuya ayrı bir mesaj veriyor. İnsanlığın kurtuluşu için hayatlarını ortaya koyan bu insanların yorulmak bilmeyen azimleri ve kararlılıklarıdır Rusya’yı 1917’de işçi sınıfının iktidarına götüren. Bir asır önce yazılan roman bugüne de ayna tutuyor. Kitabın girişinde, kapitalizmin işçi sınıfını her anlamda nasıl da esareti altına aldığı sergileniyor. Günlük yaşamın tek düzeliğine alışmış işçileri şöyle anlatıyor Gorki: “Mahalleliler bir yabancıda olağandışı bir şey sezdiler mi, ona karşı uzun süre hınç duyarlar ve içgüdüsel bir tiksintiyle davranırlardı. Sanki onun yüzünden sönük, zor ama düzenli ve sakin yaşantılarının bozulacağından korkarlardı. Sürekli bir güç tarafından ezilmeye alışık olduklarından, hiçbir iyileşme beklemez, değişikliğin esaretlerini daha da ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramayacağına inanırlardı.” Ancak bu cümleleri takip eden sayfalarda işçilerin uyanışına ve ölü toprağını üzerlerinden atmaya başlamalarına neden olan dönüşümlere tanık oluyoruz. Hayatın Gorki’nin sözünü ettiği tekdüzelik içinde akıp gittiği bir işçi mahallesinde yaşayan Pavel isimli genç bir işçinin devrimcilerle tanışması sonucu, hem kendisinin hem de annesinin yaşamı tekdüzelikten kurtulacaktır. Artık Pavel’in evinde düzenli olarak okuma toplantıları yapılmakta ve her geçen gün toplantılara katılan mahalle arkadaşlarının sayısı artmaktadır. İşçi sınıfının mücadele tarihini ve aynı zamanda o dönemde dünyanın başka ülkelerindeki mücadeleleri tartışırlar bu toplantılarda. Toplantıları sessizce izlemekle yetinen Pelageya (Pavel’in annesi) farkında olmadan çok şey öğrenmektedir aslında ve içten içe oğlunun yaşamını adadığı devrimci mücadeleye bir adım daha yaklaşmaktadır. Bu toplantılarda geçen sohbetlerde, işçi sınıfının mücadelesinin enternasyonal bir mücadele olduğu fikri de işlenir. Örneğin yine bu toplantılardan birinin sonunda Pelageya şöyle diyor devrimcilerden birine: “Ne garip adamlarsınız! Sizin için herkes arkadaş… Ermeniler de, Yahudiler de, Avusturyalılar da… Bütün insanlar için üzülür ve sevinirsiniz!” Buna karşılık aldığı yanıt da çarpıcıdır: “Bizim için milletler arasında ayrı gayrı yok. Yalnızca arkadaşlar var, ya da kardeşlik istemeyen düşmanlar. (…) Hepimiz aynı ananın, aynı düşüncenin, tüm insanların

40


kardeşliği fikrinin evlatlarıyız…” Devrimci fikirleri uğruna hapse de düşer Pavel ve arkadaşları. Ancak hiçbir baskı onları inandıkları mücadele uğruna savaşmaktan alıkoyamaz. Pavel’in hapse düşmesiyle annesi de devrimci mücadeledeki yerini alır. Bu durum anne ile oğul arasındaki ilişkiyi sıradan bir aile ilişkisi olmaktan çıkarır. Artık o sıradan bir anne değil oğlunun yoldaşıdır aynı zamanda. Pavel’in yoldaşlarından Nikolay’ın evine taşınan Pelageya’nın bundan sonraki yaşamı, Pavel’in pek çok yoldaşıyla tanıştığı, neden mücadele edilmesi gerektiğini bu insanlardan öğrendiği bir yaşam olur. Pelageya’nın geçirdiği bu hızlı dönüşüm, deyim yerindeyse iç devrim, aldığı görevler, gittiği yerler, tanıştığı insanlar ve bu süreçte hem köylülükte hem de işçi sınıfında yaşanan değişimlerle birlikte anlatılıyor. Dolayısıyla bir insanın devrimcileşmesini hem bilincindeki hem de yaşamındaki değişimlerle gözler önüne sererken kitlelerdeki dönüşümü de ortaya koyuyor Gorki. Örneğin aldığı görevi yerine getirmekten dönen Pelageya’nın sarf ettiği şu sözler bu duruma iyi bir örnek: “Her yeri dolaşıp çok şey görmek ne iyi! Yaşamın ne olduğunu anlıyor insan. Halk bir kıyıya itilmiş, küçültülmüş, çürümeye bırakılmış. Ama kabul etmiyor bu durumu. Beni niye bir köşeye atıyorlar? diye soruyorlar kendi kendilerine. Her şeyden bol bol varken niye açım? Her yerde bunca akıl varken niye aptal ve cahilim ben? Zengin yoksul ayrımı yapmaksızın tüm insanları seven, koruyan Tanrı hani nerede? Evet soruyor, soruyor ve sürdüğü hayata başkaldırıyor. Kendi kendini düşünmese haksızlığın kendisini boğacağını duyuyor.” Kitlelerin uyanışından korkan Çarlık Rusya’sının efendileri ve onların uşakları her geçen gün daha fazla insanı hapishanelere gönderir, sürgüne yollarlar. Ancak ateş tutuşmuştur bir kere Rusya’da ve onu söndürmek mümkün değildir. Aksine gittikçe büyümeye ve her yere yayılmaya başlar isyan ateşi. İşte bu ateşin ortasında Pavel ve yoldaşlarının yargılanma günü gelir. Mahkemeyi detaylarıyla anlatan Gorki, sanık sandalyesine bu genç ve yürekli devrimcileri değil de Çarın uşağı olan hâkimleri, savcıları oturtur. Pavel’in mahkemede yaptığı konuşma baskıcı ve despot Rusya’nın kokuşmuşluğunu ve her şeyi yaratan işçi sınıfının haklı iktidar mücadelesini eninde sonunda kazanacağını anlatır. Sosyalizmin propagandasını yapar. Hayatında ilk kez bir mahkeme salonunda bulunan Ana (Pelageya) artık hukuk da dâhil bu düzenin gerçek yüzünü tamamıyla görmüştür. Ve oğlunun yaptığı konuşma bildiri

Kitap Dünyası

marksist tutum

Maksim Gorki

olarak basılıp dağıtılmaya karar verildiğinde bu sorumluluğu kendisi üstlenmek ister. Ancak gizli polis tarafından fark edilen Ana yakalanacağını anlayınca bildirileri çantadan çıkarır, bir yandan kalabalığın üzerine atarken diğer yandan yürekten gelen bir konuşma yapar. Üstelik bu konuşmanın bedelinin canı olacağını bildiği halde. Ana, işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle çok geç tanışmış ve mücadele hayatı çok kısa olmuştur. Ancak bu kısacık zamanda yaşadıkları ve yaptıkları devrimci mücadelede yerini almak isteyen herkese örnek oluşturuyor. Korkuları, kaygıları, bir ana olarak hissettikleri ve zaaflarına karşın inancı baskın gelmiştir. Bir ananın, ama devrimci bir ananın yüreğinden kopup gelen şu cümlelerin taşıdığı anlam sınıfsız bir dünya kuruluncaya kadar her dönem bizleri anlatmaya devam edecek: “Zor bir hayat yaşayanlar, sefaletten ezilenler, haklarından yoksun bulunanlar, zenginlerin ve onların uşaklarının kölesi olanlar, hepsi, kendileri için hapislerde çürüyenleri, işkenceye, ölüme gidenleri takip etmelidirler. Onlar hiçbir kişisel çıkar gözetmeksizin herkes için mutluluk yolunun nerede olduğunu açıkça söylüyorlar. Onlar hiç kimseyi zorla sürüklemezler, ama bir kere onların saflarında yer aldınız mı, artık ayrılmazsınız. Çünkü haklı olduklarını, bu yolun en iyi yol olduğunu, başka yol olmadığını görürsünüz.” 

41


Haziran 2007 • sayı: 27

marksist tutum

Milliyetçiliğe Geçit Vermeyeceğiz! Çarpıcı gelişmelerin ardarda yaşandığı kritik bir dönemden geçiyoruz. Savaşlar, işgaller son hızda devam ederken ve yenileri kapıda beklerken, yaşadığımız topraklar da egemen sınıf bloku içerisindeki mücadelenin iyice ayyuka çıktığı bir döneme tanıklık ediyor. Bir yanda kendi ayrıcalıklarını kaybetmenin korkusuyla öfkeden kuduran sivil-askeri bürokrasi, diğer yanda yılların ödlekliği kemiklerine sinmiş TÜSİAD ve sürekli iktidardan uzaklaştırılmış olmanın kuyruk sancısını çeken yeşil sermayeden türeme “cefakâr” siyasiler... Tüm bu kapışmanın sonucuysa ülkenin dört bir yanına saçılmış cumhuriyet mitingleri, diğer bir anlamıyla milliyetçilik zehri... Tandoğan’la başlayan bu mitinglerin en kalabalıklarından biri de 13 Mayıs günü İzmir’de gerçekleştirildi. Mitingin olacağı gün yaklaştıkça, o zamana dek dinginliğin hâkim olduğu kentte hareketlilik fazlasıyla kendini gösterir hale geldi. 12 Mayısta Bornova Mansuroğlu semt pazarında patlayan bomba, otobüslere ve bilumum yere asılan miting çağrıları, üniversite kürsülerinden yapılan çağrılar, kent halkının hiç alışık olmadığı şekilde her sokağı sarmış polis devriyeleri, mitinge katılımı arttırmak için sendikalı, sendikasız demeden işçileri dolaşıp çağrıda bulunan ve bayrak dağıtmada İzmir Ticaret Odasıyla yarışan sendika yöneticileri... Eh ne de olsa 1 Mayıs’a benzemiyordu, bu defa tehlikede olan ulusun kaderiydi (!) ve ulusun çoğunluğunu oluşturan işçiler de bu düzmece burjuva eyleminde yerini almalıydı, tabii çağrıyı yapanlar da avantalarını... 13 Mayıs gelip çattığında, sabahın erken saatlerinde insanlar ellerinde Türk bayraklarıyla Gündoğdu Meydanına akmaya başlamıştı. Pankartlarda, sloganlarda göze çarpan ana tema, şeriat karşıtlığıyla soslanmış bir AKP karşıtlığı ve “Ne ABD ne AB, Tam Bağımsız Türkiye” idi. Bunun dışında resmi ideolojinin milliyetçi argümanları olan Kürt ve Ermeni karşıtlığı, kürsüden yapılan konuşmalarla karşılığını bulmaktaydı. Bir dönemin Levantenler şehri olan İzmir için yakıştırılan ve başbakan tarafından da imalı bir şekilde kullanılmış olan “gavur İzmir” sözüne yönelik tepkiler de dövizlerde, pankartlarda fazlasıyla yer almaktaydı. Halk arasında Türk olmayanlar için kullanılan “gavur” kelimesinden bu kadar rahatsız olunması, ADD’nin çağrısında “Türk gibi hissetmeye, Türk gibi yaşamaya, Türk gibi çalışmaya davet ediyoruz” gibi öğelerin kullanılması, kitlelerin neyle motive edilmek istendiğinin ve ne kadar başarılı olunduğun bir göstergesidir. Köhnemiş bu düzen, kitlelere milliyetçilik ve yabancı düşmanlığını empoze ederek, insanlığın içerisinde bulunduğu açlık, yoksulluk, işsizlik ve türlü sıkıntının nedeni olan kendi varlığını örtmeye çalışmaktadır. Her ne kadar Türkiye’deki milliyetçi yükseliş egemen sınıf içerisindeki siyasal mücadelenin de büyük katkısıyla gelişmiş olsa da, Fransa’daki son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde faşist Sarkozy’nin ve diğer faşist liderlerin aldıkları oylar düşündürücüdür. Sol ise, işçi sınıfının örgütsüz ve dağınık olduğu günümüz koşullarında sınıf içerisinde sabırlı bir çalışmaya girişmek yerine milliyetçi akıntıya kapılmış durumdadır. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, burjuvazinin diliyle konuşup işçi sınıfının çıkarlarının önüne “ulusal çıkarları” geçiren milliyetçi görüşler “yurtseverlik” adı altında işçi sınıfına servis ediliyor. Sınıfsal bakamamanın

42

insanları nerelere sürükleyebileceği aşikâr. Marksistlerin görevi burjuvalar arasındaki hegemonya dalaşmasında dar burjuva siyasetinin içerisine hapis olup, şu ya da bu kesimin kuyruğuna takılmak değil, çokça dile getirdiğimiz bağımsız sınıf perspektifini yaratmaktır. Biz işçilerin, sırtımızdan kazandıklarının kavgasını yapan burjuva sınıfıyla ne gibi bir kader ortaklığımız olabilir ki? Milliyetçiliğe, oportünizme geçit vermemek için uluslararası işçi mücadelesini güçlendirelim. Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi! İzmir’den bir Marksist Tutum okuru

Kapitalizm Kapitalizm sözcüğünü duyunca tüylerim diken diken oluyor. İçinde savaşları, katliamları, sömürüyü, her türlü kötülüğü barındıran bir sözcük. Tarihten bugüne gelindiğinde, yaşanan en insanlık dışı savaşlarda, soykırımlarda hep onun adı var. Milyonlarca insanın, hayvanın, bitkinin katilidir kapitalizm. İnsanlığın doğuşundan bugüne kadar geçen sürenin yaklaşık son 300 yılına, burjuvazinin kurduğu bu sömürü sistemi damgasını basıyor. Burjuvazi bu sistemi devam ettirmek içinse hep bilinçsiz işçi sınıfına ihtiyaç duyuyor. Bilinçsiz işçi diyorum, çünkü bilinçsiz işçiler onların yaptığı sömürüye boyun eğip, onların sermayesine sermaye katıp, onların varlıklarını devam ettirmelerini sağlamışlardır. Kapitalist sisteme karşı örgütlenen bilinçli işçilerin, bilinçli bir önderlikle bir araya gelerek burjuvaziyi alaşağı ettiklerini tarihten biliyoruz. Tarihin sayfalarına isimlerini altın harflerle yazdıran Marx, Lenin gibi önderlerimiz bunu en iyi şekilde bize göstermişlerdir. Ama bizler örgütlenmezsek, birleşmezsek, kapitalizme karşı mücadelede başarılı olamayız. Çünkü burjuva sistem biz işçilerin arasında din, dil, ırk ayrımı yaparak bizleri birbirine düşürüp örgütlenmemize engel olmayı çok iyi bir şekilde başarıyor. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de milliyetçilik, ırkçılık, din, dil ayrımcılığı yapılarak halklar kırımdan geçirilmiştir. Geçmişte Ermenilere karşı yapılan katliamda, egemenler, hapishaneden yeni çıkmış insanlara ve cahil köylülere silah vererek, dini kullanarak onları katletmelerini sağlamışlardır. Bunun sonucunda 1,5 milyon Ermeni katledilmişti. Günümüzde de kapitalist sistem Kürt ve Türk emekçi ve işçilerin arasına milliyetçiliği sokup, sermayesini büyütüp, kendi kazancını arttırmak istiyor. Bunun acısını da biz işçiler çekiyoruz. Burjuvazi köylerimizi yakıp, bizleri göçe zorlayıp, işyerlerinde ucuza çalıştırıp, bizleri sömürüyor. Örgütlenmemizi engellemek için milliyetçiliği kullanıyor. Bizlerin işçi sınıfı olarak bu tür oyunlara gelmememiz lazım. Onun için de devrimci önderlerimizin gösterdiği yolda sağlam adımlarla birleşip örgütlenmemiz lazım. Bunu yaptığımız zaman bir avuç olan burjuvaziyi kolayca yok ederiz. Unutmayalım insan tek başına bir hiçtir! Örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey! Kıraç’tan Marksist Tutum okuru bir işçi


Haziran 2007 • sayı: 27

marksist tutum

Yolumuz Devrim Yolu Kapitalist sömürünün iyice kudurganlaştığı, sınıf mücadelesinin sönük olduğu bu koşullarda devrim insanlara çok uzak bir ihtimal gibi gelebilir. Nihayetinde gericilik koşullarında toplumun bilincini belirleyen egemen burjuvazidir. Ve burjuvazinin ezilen sınıflara unutturması gereken en öncelikli fikir, bir işçi devriminin olabilirliği ve bu düzenin bir gün yıkılacağı fikridir. Burjuvazi, Komünist Manifesto’nun yazılışından bu yana devrim fikrine durmadan saldırdı. Marksizmi çürütmek için sayısız ideolog yetiştirip dağlarca kitap yazdırdıysa da, sonuçta Marksizm her şeye rağmen işçi sınıfının kurtuluşunda rehberliğini korumaya devam ediyor. Kapitalist saldırganlığın artması, buna karşın işçi sınıfı cephesinde ciddi bir hareketlilik yaşanmaması, birçok insanı devrim fikrinden uzaklaştırmış olabilir. Ancak toplumsal çelişkiler gün geçtikçe derinleşmekte ve patlak vereceği günü beklemektedir. Gündemine devrimi koyanlar nesnel koşullar ne olursa olsun hazırlıklarını sürdürmek ve sınıf hareketinin canlanacağı güne hazırlanmak zorundadır. Bu yol birçok engebenin olduğu, uzun soluk ve sabır gerektiren bir yoldur. Küçükburjuvalığa asla tahammülü olmayan bu yol büyük bir ustalık, sağlam bir ideolojik bilinç ve pratik gerektirir. Bu yolda aceleciliğe yer yoktur. Bu yol işçi sınıfına, onun devrimci misyonuna inanmayı ve işçi sınıfına yön gösterebilme kabiliyetine sahip olmayı gerektiren bir yoldur. Tarihte bütün altüst oluşların öncesinde derin bir sessizlik olmuştur. Diyalektik olarak gelişecek olayların bir mayalanma süreci olması gerekir. Günümüzdeki sessizlik de bununla bağlantılıdır. Kapitalizmin krizi gittikçe derinleşmekte ve bir emperyalist paylaşım savaşı kaçınılmaz hale gelmektedir. Bu savaşın, eğer işçi sınıfının müdahalesi olmazsa insanlığı yok oluşa götüreceği aşikârdır. Savaşlar elbette ki işçi sınıfına devrimci fırsatlar yaratacaktır. Tıpkı 1. Dünya Savaşında yarattığı gibi. Ancak bu savaşın içinden Bolşeviklerin yaptığı gibi bir devrimle çıkmak için işçi sınıfını örgütleyebilmek ve ona doğru yolu gösterebilmek gerekiyor. İşte devrimci yol böyle zorlu bir yoldur. Çünkü yapacağımız bütün yanlışlar sınıf mücadelesini etkileyecektir. Eğer devrime doğru bir şekilde önderlik edilemezse, belki de insanlığın kurtuluşu mücadelesinin uzun yıllar boyunca zayıflamasına neden olunacaktır. Bu yüzden bu yol işlerin hiç de oldubittiye getirilmesini, aceleciliği, sabırsızlığı ve büyük yanlışları kaldırmayan, sorumluluğu ağır bir yoldur. Kendine devrimci misyon biçen herkes, tek muzaffer devrime önderlik eden Bolşevikleri örnek alma, onların yaptıklarını anlamaya çalışma ve Bolşevik bir önderliğin yaratılması için çabalamakla yükümlüdür. Dünyanın sadece A veya B ülkesinden ibaret olmadığına, bütün dünyayı kurtarmadan kurtuluşun asla gerçekleşemeyeceğine herkes inanmalıdır. Enternasyonal olmayan her devrimci hareket, mensup olduğu ulusal sınırların duvarına toslayacaktır. Bu yol, bir dünya devrimini örgütleyebilme, işçi sınıfının enternasyonal önderliğini yaratabilme vasfına sahip olanların yoludur. Devrimci yol, milliyetçilikle kesin bir şekilde hesaplaşanların yoludur. Milliyetçilikten yakasını sıyıramamış olan herkes bu yolda bir ayak bağıdır ve yolun yarısında saf değiştirecek ve nefesleri asla devrime kadar yetmeyecektir. Bu yol keskin virajların olduğu ve keskin virajlara gelindiğinde doğru kararlar verme becerisi gerektiren bir yoldur. Bu keskin virajlarda yanlış karar verenlerin, revizyonizmin, reformizmin, oportünizmin batağına düşmeleri kaçınılmazdır. Rusya’da 1917 Şubatında başlayan süreçte tek doğru kararı veren Lenin olmuştu. Ona çeşitli suçlamalara yöneltenler daha 1. Dünya Savaşının başlangıcında kendi burjuvalarının kuyruğuna takılmışlardı. Dolayısıyla bu yolda devrimci Bolşevik gelenek çok önemlidir. Yolumuz devrim yoludur, yolumuz Bolşevizmin yoludur. Uzun soluklu bu yolun sonunda işçi sınıfı zafere ulaşacak ve özlemini duyduğumuz yepyeni dünyayı kuracağız. Yeter ki biz 150 yıllık Marksist geleneğin takipçisi olabilelim, onu özümseyip özümsetebilelim. Bizler görevlerimizi yaptığımızda zafer mutlaka gelecektir. Marksizmin aydınlattığı bu kutlu yolda devrim için adım adım yürüyoruz. Gazi Mahallesinden bir Marksist Tutum okuru

(Marksist Tutum’un 2. yıldönümü vesilesiyle yazılmıştır) Elimizde fenerle Dünyanın güzelliklerini Tatmadığımız Duymadığımız Hiç görmediğimiz Dünyayı Biz yeniden keşfediyoruz. Hayal deneni Gerçek yapmaya Onu kurmaya Geliyoruz. Her köşesini Güzellikler diyarı yapacağız Biz Marksistler Bu dünyanın hayal değil Gerçek olanını, Yaşanası bir dünya için Haykırıyoruz Alanlarda Meydanlarda Fabrikalarda Yolumuzu aydınlatacak Olan ışığımızı. Dünyanın Her köşesinde Haykırana dek Bu ateş Işık Yayılacak Marksist Tutum’un Işığıyla Ateşiyle Bilinciyle ve mücadele aşkıyla Bir o kadar daha haykıracağız Sınıfsız Sömürüsüz bir dünya kurana kadar. Yüreğimizdeki ateşle Bilincimizdeki ışıkla Yumruğumuzdaki mücadeleyle Kızıl bir dünya kuracağız. Kartal’dan Marksist Tutum okuru bir işçi

43


Haziran 2007 • sayı: 27

marksist tutum

Çocuklarımız! Dünyanın en güzel varlıkları, çocuklarımız! Hep böyle söylenir çocuklar için. Onlar çok önemliler, her şey onlar için, çocuklar için denir! Bu kadar önemlilerken neler yapılıyor peki onlar için? Bugün hâlâ milyonlarca çocuk aç, evsiz, ailesiz, eğitimsiz… Küçük çocuklar çalıştırılıyor ağır koşullarda. Çocuklar dayak yiyor, çocuklar öldürülüyor hiç uğruna. Bütün bu iğrençliklere rağmen çocuklar gerçekten önemli mi, onlar geleceğimiz mi? Ne kadar büyük bir çelişkidir bu değil mi dostlar. Adliye koridorundayım, yürüyorum. Çocukları görüyorum; yaklaşık elli kişilik bir çocuk grubu. Önce şaşırıyorum. Ne oluyor orada diye yanlarına yaklaşıp tam soracak oluyorum ki, Çocuk Mahkemesi önünde buluyorum kendimi. Yaşları ortalama 12-18 arası olan çocuklar. Belli ki suçlular! İçeri çağırılmayı bekliyorlar. Yüzlerine bakıyorum; kimisi gözünü benden kaçırıyor, kimisi de durumundan habersiz konuşup arkadaşıyla sohbet ediyor. Onların yanından uzaklaşıp düşünceli bir şekilde adli tıbbın önüne geldiğimde, aynı şey burada da var. Çocuklar, yine onlar! Adli tıp önünde sıra olmuşlar, rapor almayı bekliyorlar. Şaşkınlığımı gizleyemiyorum! Etraf o kadar kalabalık ki! Ve bunların çoğu çocuk, çocuklar. Bir kısmı ayakta, bir kısmı da ellerinden kelepçeli, oturmuşlar. Ben de yanlarına oturuyorum ve onların görüntüsüne dalıp gidiyorum. Daha sonra kendime geldiğimde yanımda duran çocuk kardeşime soruyorum. Neden buradasın, niye getirdiler seni buraya? Tek diyebildiği şey, başını öne eğerek “bilmiyorum abla”. O arada, yanımda duran memur konuşmaya başlıyor sitemli bir şekilde: “Görüyorsunuz işte. Bütün gün bunlarla uğraşıyoruz! Başka işimiz yokmuş gibi” diyor. Ben de kendisine, “işiniz gerçekten zor olmalı” diyorum. Evet! Evet! diye cevap veriyor. Neden buradalar, suçları ne? diye soruyorum. HIRSIZLIK! Suçları, hırsızlık yapmak. Kendilerine ait olmayan şeyleri almak. Şöyle sıralamaya başlıyor: “Bakkaldan, marketten yiyecek ve sigara, mağazadan giysi, bazen de çanta çalıyorlar!” Evet, onlar yiyecek, giyecek çaldılar, suçlu oldular. Onlar artık birer suçlu! Memura soruyorum: “Neden” diye hiç sordunuz mu çocuklara? Önce uzun uzun yüzüme baktı sessiz bir şekilde. Belki beni, belki de kendini sorgularcasına. Sonrasında dediği şey ise; “neden olacak canım! can sıkıntısı, terbiyesizliklerinden işte”. Gerçekten öyle mi, can sıkıntısından mı çalıyorlar, hırsız oluyorlar? Öğrenciydim, ilkokul 4. sınıftaydım. Okulu terk ediyorum. İş bulup ailemden habersiz işe giriyorum. Çalışmaya başlıyorum. Sadece 10 yaşındayım. Okulu, okumayı, arkadaşlarımı çok sevmeme rağmen, bırakıyorum okulu. Arkadaşlarım, öğretmenim beni görmesinler diye de farklı yerlerden dolaşır giderdim. Ailem okulu sevmediğim için gitmediğimi sanıyordu, yıllarca da öyle bildiler. Ta ki ben yarım kalan ilkokulu, orta ve liseyi açık öğretimden bitirene kadar. İşte o zaman açıkladım: “Okulu sevmediğimden değildi bırakışım, fakir oluşumuzdan ve çaresizliğimizden.” Ben vaktiyle, fakir olduğumuzu, ailemizin ne benim ne de kardeşlerimin ihtiyaçlarını karşılayamadıklarını, geçinemediğimizi anlamıştım ve onlara hiçbir şey belli etmeden işe

44

girmiştim. Onlara destek olmak, yük olmamak için. Şimdi nasıl olur da memurun dediği gibi “can sıkıntısından yapıyorlar, öylesine işte” gibi zırvalamalara inanırım. Dedim ya çocuklar çok akıllıdırlar, onlar büyüklerin göremediği, düşünemediğini görür ve düşünürler. Hiçbir çocuk, çocukken büyük gibi davranmak istemez. Ama biz işçi, emekçi ailelerinin çocukları, yoksullar, çocuk yaşta olgunlaşmak zorunda kalırız. Ne bebeklerin olur ne de rengarenk giysilerin, ne de cebinde harcamak için paran. Şımaramazsın, şikayet edemezsin, gözyaşlarını gizli akıtırsın. Okula ya gidemezsin, gidersen de aklını tam olarak derse veremezsin. Çünkü sen, burjuva çocukları gibi değilsindir. Çocuk yaşta yükün ağırdır, annen de çalışıyorsa, eve gelip, evi temizleyip, yemek yapman, varsa kardeşlerine bakman gerekir. Eğer zaman ve gücün kalırsa oturur ders yaparsın. Bu kadar yükün ve sıkıntının içinde eğitimin yarım kalır. Bu kaçınılmazdır. Sıra artık sana da gelmiştir. Annen, baban gibi çalışmaya başlarsın. Patronlar için varsındır artık. Onlara satmaya başlarsın emeğini. Onlar! Onlar doymak nedir bilmezlerdir. Onlar her an her saniye kanımızı emerler var olabilmek için.

Bir kısmımız da hırsız, tinerci, gaspçı, katil oluruz. Tıpkı adliye koridorundaki çocuklar gibi. Evet! Çocuklar! Adliye koridorunda suçlarının kesinleşmesini bekleyen çocuklar. İçlerinden bazıları ceza evlerine tıkılacak. Büyüdüğünün farkına varamadan yıllarını, çocukluğunu, gençliğini duvarlar arasında geçirecek. Çocukluğunu yaşayamadan, gülüp oynayamadan, şeker bile yiyemeden büyüyecek. Evet! Suçlu bulundu, içeri tıkıldı. Bizleri sömüren, lime lime ayıran, yoksulluğu, açlığı tattıran bu sistemin ta kendisidir. Kapitalist sistem ve bu sistemin sahipleri olan sermayedarlar, patronlar sınıfıdır. Birkaç kişinin malını çalmış diye suçlu bulunan çocuklar, evet suçlular. Ya bizi, bizlerin, milyonların hayatını çalanlar? Ürettiğimiz her şeye göz koyanlar, siz ne oluyorsunuz? Asıl hırsız sizlersiniz! Bir de bizim ürettiğimiz koltuklara kurulup koca cüsselerinizle bizi beğenmezsiniz. Böcek gibi görürsünüz. Sizi korkaklar, asalaklar! Şunu unutmayın ki; o çok güvendiğiniz egemenliğiniz, saltanatınız, o an geldiğinde, işçi sınıfı ayağa kalktığında son bulacak beyler.

Esenler’den Marksist Tutum okuru bir kadın tekstil işçisi


Okurlarımızdan Marksist Tutum Emin Adımlarla Yürüyor Yıl 2005, aylardan Nisan. Tam da 1 Mayıs öncesi Marksist Tutum dergisi yayın hayatına başlamıştı. İlk defa 2005 1 Mayıs alanında yükselmişti Marksist Tutum’un sesi: “Sınıf Mücadelesinde Marksist Tutum! İlk Sayı Çıktı!”. Marksist Tutum’un ilk sayısı idi. Ama zaten onlarca sosyalist yayın mevcuttu. Neydi bu derginin diğerlerinden farkı, ne anlama geliyordu yeni bir derginin daha raflarda boy göstermesi? Daha ilk sayısından kendisini belli eden dergimiz, bizim gibi yeni kuşaktan genç devrimcilerin tam da ihtiyacı olan bir yayın olduğunu kanıtladı. Tarzı ve tutumuyla yepyeni bir soluk oldu dergimiz devrimci Marksizme. Dünya çapında, kapitalist ideolojinin saldırıları ve sözde “sosyalist” rejimlerin ideolojisi Stalinizmin olumsuz etkisi, Türkiye özgülünde ise 12 Eylül askeri faşist darbesinin yarattığı cendere, Marksist terbiye ve kültürde ciddi tahribatlara yol açmıştı. Devrimci Marksizmin kültürüyle yeniden bağ kurmak, işçi sınıfının sınıfsız toplum hedefine ulaşabilmesi için olmazsa olmaz. Daha ilk sayısında bunların önemine dikkat çekiyordu Marksist Tutum. 2 yıldan bu güne kadar her sayısında, sınıf mücadelesinde kendini gösteren ciddiyet bunalımına karşı açtığı savaşta ne kadar ciddi olduğunu gösterdi. Çok dergi çıktı şimdiye kadar, bir hışımla raflarda yer alan ama daha kimse adını bile duymadan çıktığı yere geri dönmek zorunda kalan. Çok dergi çıktı bugüne kadar, aylık olarak, ama üç ayda, altı ayda zor çıkabilen. Ama Marksist Tutum her ay düzenli olarak çıktı adına yaraşır bir şekilde! İşçi sınıfına saldırıların tüm dünyada arttığı, milliyetçiliğin tırmandırıldığı, işsizliğin, yoksulluğun giderek arttığı bir dönemde, tüm bunların sebebi olan kapitalist sistemi yıkma yolunda bir eylem kılavuzu olarak doğdu Marksist Tutum. Yıl 2007, işçi sınıfının devrimci mücadelesinde sınıf perspektifli, enternasyonalist fikirleri savunan bu devrimci Marksist dergi, bugün de aynı kararlılıkla yoluna devam ediyor. Özellikle burjuva siyaset ortamının ısındığı şu günlerde, işçi sınıfının siyasetinin nasıl olması gerektiği konusunda yol gösteriyor bize! İşçi sınıfının şu ya da bu burjuva kampa payanda olmaması gerektiğini, kendi bağımsız sınıf politikasını takip etmesi gerektiğini öğrendik Marksist Tutum’dan. Afganistan’dan başlayıp Irak’la devam eden ve yeni bir paylaşım kavgasına doğru ilerleyen emperyalist savaşı ancak işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin sona erdirebileceğini okuduk dergimizin sayfalarından. İşsizliğin, yoksulluğun, sefaletin tek sorumlusunun kapitalist sistem olduğunu ve buna son verebilecek güce sahip tek sınıfın da işçi sınıfı olduğunu öğrendik. Sözün kısası sınıf mücadelesinde Marksist tutumun ne olması gerektiğini gösterdi bize dergimiz. Marksist Tutum üçüncü yılında da biz işçilere yol göstermeye devam edecek. Böyle bir rehber olmadan işçi sınıfının kurtuluşu mümkün değildir. Bu fikirlerin bize taşınmasında emeği olan herkese teşekkürler! Bostancı’dan Marksist Tutum okuru bir işçi

Burjuvazi işçi sınıfını besliyor, cehaletle doyuruyor. Açlığa, yoksulluğa, sefalete alıştırıyor. Fuhşa, hırsızlığa, yozluğa, çürümüşlüğe itiyor. Ve diz çöküyor işçi sınıfı, boyun eğiyor. Gözlerinde bir bant, kara bir bant, karanlığa itiliyor. Gözler yetmiyor artık görmeye, debeleniyor işçi sınıfı, kurtulmak için değil, içgüdüsel olarak, olduğu gibi yaşamak için. Ama burjuvazi doymuyor, işçi sınıfını ittikçe, ezdikçe yükseliyor üzerinden. Vahşi bir sürüye döndürmek istiyor bizi: Bir çığlıkla yerlere kapaklanan, bir kırbaçla hareket eden. Karanlıktayız hepimiz. Bir ses “sen de al eline bir kırbaç, vur kardeşine, vur da kurtul” diyor, bu sesin kimin sesi olduğu belli. Bir başkası “bu karanlığı yok etmeyelim, ama bir mum yakıp loş hale getirelim” diyor. Bir başka ses “buna da şükredelim, daha karanlık günler var”, bir diğeri ise “bizden birileridir bu karanlığı yaratan, her kimse onu bulup, çıkarıp cezalandıralım” diyor.

Marksist Tutum dergisi 2 yıldır sınıf mücadelesinde Marksizmin ve işçi sınıfının devrimci mücadelesinin sesi olmaya devam ediyor. Marksist Tutum ilk çıktığından bugüne kadar temel vurgusu enternasyonalizmdi ve kapağına da bu vurguyu taşımıştı: “Enternasyonalle Kurtulur İnsanlık!” Birinci sayının “Çıkarken” yazısında “Bu yayının sayfalarında, Türk solunun hücrelerine sinmiş ve her fırsatta başını gösteren milliyetçi eğilimlere zerrece taviz vermeyen, uluslararası işçi hareketinin devrimci ilke ve geleneklerine yakışan katıksız bir proleter enternasyonalist ruh yaşayacaktır” denmişti. Gerçekten de iki yıldır her sayıda bütün yazılarda proleter enternasyonalist ruhtan taviz verilmedi ve verilmeyecek. Henüz iki yaşında olan Marksist Tutum gencecik bir fidan şu anda. Ama bu gencecik fidanın kökleri uzun zamandır toprağın altında yeşereceği baharı bekliyordu. O yüzden biliyorum ki her sayıda, her yazıda yılların mücadele birikimi ve deneyimi var. Marksizmin ışığından beslenen bu deneyim, geçmişimizi, bugünümüzü ve geleceğimizi aydınlatıyor. Marksist Tutum sayesinde geçmiş artık dipsiz bir kuyu değil, bugün bir muamma değil ve gelecekte göreceğimiz güzel günler bir hayal değil! Sınıf mücadelesi düz bir çizgi halinde ilerlemiyor. Tarihimiz yengilerle ve yenilgilerle dolu. Ama her ne yaşanmış olursa olsun, Marksizm geçmişten bugüne taşındı. Hiçbir filizkıran fırtınası Marksizmi kökünden söküp atamadı. Ve işte şimdi Marksizmin kökleri Marksist Tutum’la yeniden yeşeriyor. Bize düşen görev köklerinin sağlamlığının inancı ve güveniyle bu fidanı büyütmek. Bu fidan büyüdüğünde dalları dünyayı saracak. Yüz bin değil milyonlarca eli, gözü olan bir ağaç olacak. Milyonlarca yürek çarpacak bu ağaçta. İşte o zaman Enternasyonalle Kurtulacak İnsanlık! Marksist Tutum bir sayısında ilk ateşi yakanları, geleceğin büyük ateşini tutuşturacak alazları bizlere ulaştıranları selamlamıştı. Bence Marksist Tutum da bir ateş. Ve ben buradan bu ateşi yakanları, yolumuzu aydınlatanları selamlamak istiyorum. İnançla, sabırla ve azimle yaktınız bu ateşi. Şimdi her birimizin elinde bir meşale var. Ve geleceğin büyük ateşini biz bu meşalelerle yakacağız! Kartal’dan bir matbaa işçisi

Ama bir ses de var ki, karanlığı kimin yarattığını, karanlıkta kalanların kardeş olduğunu, oradan çıkmamız gerektiğini ve bunun nasıl mümkün olacağını haykırıyor bizlere: bu ses Marksist Tutum dergimizin sesidir. İki yıl oldu üzerimizde bir ışık gibi doğalı. Marksist Tutum’un fikirleriyle 2 yıl önce tanışmıştım. Ve tanıştığımda, gözleri karanlığa alışmış biri olarak anlamam, kavramam çok kolay olmamıştı. Karanlıkta körleşmiş ama karanlığa alışmış gözlerim için fazla ışık da önce kör ettiğinde beni, ilk hissettiğim beni yanlarına katan mücadele arkadaşlarımın sıcacık elleri oldu. Bizim için karanlıkla aydınlığı ayırt etmek kolaysa bugün, bu Marksist Tutum sayesindedir. Ama geridekilere ne demeli? Hele 1 Mayıslardan sonra derdimiz canla başla anlatmak değilse Marksist Tutum’u, biz o karanlıktan kurtulmuş olabilir miyiz? Ümraniye’den bir eğitim emekçisi

45


Okurlarımızdan Ben üç kuruş maaş için gece gündüz demeden çalışan bir havaalanı işçisiyim. Dünyanın her yerinde olduğu gibi kendi sınıfımın yaşadığı sorunları ve dayatmaları Hanslarla, Joseflerle, Kemallerle birlikte yaşıyorum. Almanya’da her geçen gün artan milliyetçilik, işsizlik, artan hayat pahalılığı milyonlarca Alman işçisinin her geçen gün sabrını zorlamaya başlıyor. Geçen günlerde metal sektöründe başlayan grev uyarıları, otomotiv sektöründeki derin buhran, sağlık emekçilerinin eylemleri, Bonn Üniversitesindeki öğrenci eylemleri, yakın geleceğimizin dünyanın gerçek sahiplerine kollarını açacağını gösteriyor. Dünyanın bütün işçileriyle birlikte güneşi yakalayacağımız günlere biraz daha yaklaşıyoruz. Bütün yoldaşlara selamlar. Almanya’dan bir işçi

İşsiz bir ev hanımıyım. Aslında işsiz olduğumu bir türlü anlamak istemiyorlar. Sayım memurunun “ne iş yaparsın” sorusuna, “işsizim” yanıtını verdiğimde, hemen yazar “ev kadını”. Neredeyse zorla yazdırırım “işsiz” diye. Artık yazdırıyorum, “işsiz işçi”. Çalışma saatlerimin 16 saati geçtiği “ev işleri” amme hizmeti yerine geçiyor. Bir taraftan da iş arıyorum. Aile bütçesine katkım olsun diye mi, yoksa “biraz harçlık bıraksan” demek zor geldiğinden mi?! Otobüs durağında hangi otobüse bineceğimi düşünürken gözüme bir ilan ilişti: “Evlere fason iş verilir.” Fason kısmını anlamadım ama olsun. Evde yapabileceğim bir iş diye düşündüm. Telefon numarasını, adresi not ettim. Eve dönünce aradım, gelin görüşelim dediler gittim. Ostim’de bir yer. Arıkovanı gibi çalışanlar yok. Bir sekreter. Bir iki çalışan, bir de işveren. Yapacağım işi anlattılar. Beş yıldızlı otellerde kullanılan sabun, kulak çubuğu ve kibritlerin küçük küçük paketlenmesi. “Çok kolay, biz zaten eve kadar kutular halinde getiriyoruz, paketlendikten sonra gelip alıyoruz” dediler. Buraya kadar iyiydi. Yapılan işin karşılığında ödeyecekleri ücrete gelince şoku orada yaşadım. Bin adet paketleme karşılığında 3,5 milyon veriyorlar. Merak edip sordum, bir kişi

Enternasyonalle Kurtulur İnsanlık Marksist Tutum iki yaşında. 2005 yılı, 1 Mayıs öncesinde ilk sayısıyla sınıf mücadelesine adım atmıştı Marksist Tutum. Tüm dünyada işçi sınıfı, uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayısa doludizgin hazırlık yapıyorken, Marksist Tutum “Enternasyonalle Kurtulur İnsanlık” şiarıyla devrimci mücadelede kıpkızıl bir mevzi açtı. “Enternasyonalle Kurtulur İnsanlık” şiarı, Komünist Manifesto’daki “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin” şiarını bütünleyen ve sınıf mücadelesiyle Marksizmin en sıkı birliğini dile getiren bir anlayışı ifade ediyordu. Marksist Tutum, dünya işçilerinin birliğini sağlamak, onların enternasyonal düzeyde örgütlülüğünü kurmak için yüreği çarpan devrimcilerin umudu oldu. Oysa emperyalist-kapitalist düzen, bürokratik diktatörlükler garabetinin çöküşünden sonra “Marksizm öldü!” çığlıklarıyla dünyamızı inletiyordu. Marksizme, devrime, sınıfa olan güven ve umudu yerle bir etmek için tüm burjuva aygıtları yalan, iftira ve karalama kampanyaları düzenliyordu. Eski ve yeni işçi kuşakları ne acıdır ki Marksizmi ve sosyalizmi başarısızlığa uğramış bir ütopya olarak algılıyorlardı. Devrimci saflarda Marksizm dışında her türlü söylem revaçtaydı. Ancak emperyalist yalanlar daha soğumadan işçi ve emekçi kitleler tek kutuplu dünyanın tüm barbarlığıyla burun buruna geldi. Dünya, savaş ve krizlerle çalkalanırken insanlık ne yapacağını bilmez halde, sermayenin emrinde birbirini boğazlamaya başladı… Zifiri karanlık, örgütsüzlük, zülüm ve zorbalık düzeni içinde, ne yapacağını bilmez haldeydi insanlık. Tam da gecenin koyu karanlığında insanlığı kurtuluşa taşıyacak fikirler, büyük bir inatla boy gösterir. Gelecekteki devrimci kasır-

46

günde 5 saat bu işi yapsa kaç tane yapar diye. Belli olmazmış, yani belki bin tane yaparmışım. İşverenin açıklaması ise daha şaşırtıcı geldi. “Günde beş bin tane yapan var” dedi, “ama bir kişinin yapması mümkün değil”! Meraktan sordum, biraz da esprili, “kaç kişi yapıyor ki”? 15 kişilik bir aile beş bin tane yapabiliyormuş. Beş yıldızlı otellerde kalanlar kulaklarını iyi temizlesinler diye bütün çaba. Yoksa çalışanın bir kazancı yok. Sonuçta hayat çok çabuk öğretiyor. Dergimizde okuyarak, İşçi Özeğitim Grubu seminerlerinde izleyerek öğrenmeye çalıştıklarım bir anda gözlerimin önünden geçti film şeridi gibi. İşte sömürünün azgınlığı, kapitalizmin gerçek yüzü. Sosyal güvence yok, iş güvenliği, iş güvencesi yok. Sömürünün katmerlisi. Evet, böylece fasonu da öğrendim. Fabrika yok, atölyeler yok, çalışanlar ortada yok. Sendika yok. Yoksulluktan bunalmış 65 yaşındaki Fatma teyze, elinde kazak, görmeyen gözleriyle tek tek pulları işliyor, iş aramaktan yılmış kızıyla! İnsan emeği bu kadar ucuz, insan bu kadar değersiz. Kapitalist sömürünün ortadan kaldırılması için mücadelemizde ne kadar haklı olduğumuz açıkça ortada. Biz kadınlar mücadelede en önde yerimizi almalıyız. Ankara-Tuzluçayır’dan MT okuru bir işsiz

gaları eken rüzgârlar böylesi dönemlerde filizlenir. İşte böyle bir dönemde yayın hayatına gözlerini açan Marksist Tutum bugün 2 yaşında. O, ulusal ve uluslararası gelişmeleri devrimci Marksist bakış açısıyla açıklıyor. Ortadoğu’daki emperyalist savaşı, Latin Amerika’daki kitlelerin devrimci başkaldırısını, karamsarlık veya pembe düşler kurarak değil, devrimci umut ve eleştiri temelinde yorumluyor. Devrimleri ve geçmiş sınıf mücadelesinin deneyimlerini devrimci teorinin temelleri üzerinde yeniden bizlerle buluşturan Marksist Tutum, şaşmaz bir pusula, sağlam bir kılavuzdur. Marksist Tutum her sayfasında bize, enternasyonalist bir önderliğin eksikliği ve yaratılması gerektiği gerçeğini hatırlatıyor. Devrimci teori devrimci hareketin yoğunlaşmış, planlanmış, hedefe kilitlenmiş özüdür. Devrimci teori sınıf hareketinin temel kalkış noktası, enerjisi ve gücüdür. Devrimci teori sınıf mücadelesinin ortak hafızası, aklı ve kalbidir. Devrimci teori sınıf mücadelesinin uluslararası sözüdür. Tek cümleyle devrimci teori olmadan devrimci eylem de olmaz. Marksist Tutum okurları olarak görevimiz bu teorinin ışığında, işçi hareketinin önderliğinin somutlanacağı enternasyonalist bir örgütlenmeyi oluşturma doğrultusunda var gücümüzle çalışmaktır. Marksist Tutum’un bayrağında yazan “Enternasyonalle Kurtulur İnsanlık” şiarı, sınıf bilinçli işçilerin izlemesi gereken hedefi net bir şekilde ortaya koyuyor. Marksist Tutum, bu hedef doğrultusunda yürüyen kolektif propaganda ve örgütlenme ışığımızdır. İkinci mücadele yılında onu özetleyecek en özlü söz Enternasyonalle Kurtulur İnsanlık sözüdür. Bu doğrultuda BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ BİRLEŞİN! Marksist Tutum okuru bir matbaa işçisi


Okurlarımızdan Milliyetçiliğe, Şovenizme ve Faşizme Karşı İnatla Örgütlenelim Yer İstanbul Üniversitesi, dersin adı “polis mevzuatı”, tarih 3 Mayıs 2007. Dersi anlatan “emniyet amiri” sırıtıyor, gülüyor, espri yapıyor. Dersten önce 1 Mayıs’ı değerlendiriyor. Burjuvazinin hizmetkârlarına yakışan bir ağızla: “Yapılan müdahale normaldi, biz yasal alan gösterdik, kanunda düzenlenmiş zaten çocuklar!” Susuyorum. Anlatmaya başlıyor. Konu: “Polisin yakalama ve zor kullanma yetkisi”. Anlatırken uzunca konuşuyor, ara ara 1 Mayıs olaylarına değiniyor. “Siz de gördünüz, bazen ölçü kaçabiliyor, polis arkadaşların psikolojilerini de düşünmek gerek” diyor. Küstah bir tavır takınıp copun kullanılma standartlarını anlatıyor; “ama bizimkiler bunları uygulamaz, direkt müdahale eder” diyor. Ve o an beni en çok üzen olay gerçekleşiyor; tüm sınıf gülüyor. 35 kişi, 35 genç insan, insanların copla dövülmesine gülüyor. Düşünmüyor, kendini saran o rezil psikolojinin etkisinde. “Milliyetçilik, şovenizm, militarizm, yaşasın kolluk kuvvetleri”: egemen sınıfın fikirleri kör etmiş o taptaze beyinleri. Gülüyor, sorgulamıyor, güce taptığının, robotlaştığının, insanlıktan çıktığının, insanlıktan çıkarıldığının, kapitalizme, burjuvazinin zehirli propagandalarına yenik düştüğünün farkında değil. Durum şu: hâkim olan güç burjuvazi ve çürüyen toplum cop yiyenlere gülmeye devam ediyor. Yer İstanbul Üniversitesi, 3 Mayıs 2007, Hukuk Fakültesi bahçesi. 30 kişilik bir grup “Türkçülük Bayramını” kutluyor. “Başbuğlar ölmez” sesleri üniversitenin bahçesini sarıyor, kara bir bulut gibi. Güvenlik görevlileri başlarında, solculardan gelecek bir saldırıyı engellemek için bekliyor. Herkes gergin, kışkırtıldıklarını ve tepki verirlerse polisin onları gözaltına alacağını biBizim “Halo” Samsun’un bir ilçesinden göçüp gelmiş. İstanbul’un taşı toprağı altındır diye değil, memleketlerinde çalışma imkânları kalmadığı için göçmüşler. “Halo” evli, bir çocuğu var. İstanbul’a gelmeden önce çok düşünmüş, “ben ne yaparım oralarda” diye. Ama sonunda başka çare olmadığı için bir akrabasının yanına gelmeye karar vermiş. Bir gözü arkada kalarak, biraz da kalbi buruk olarak gelmiş. “Halo” karnını doyurmak ve küçük çocuğunu okutmak derdiyle yanıp tutuşuyor. Fabrikanın bir tanesinde çalışıyor. Hayatında görmediği bir testerenin başında sabahtan akşama kadar “ver acıyı kes boruyu” çalışıyor. Bir hafta gündüz, bir hafta gece, ekmek parasına çalışıp duruyor bizim dertli “Halo”. “Halo” bir altmış boylarında, hafif tıknaz; tam bir halterci tipi var. Gerçek ismi Halil ama fabrikada ona “Halo” diyorlar. Fabrikanın bir ucundan Halil diye seslenildiğinde dört kişi kafasını çevirdiği için, ona ismiyle değil takma adıyla sesleniyorlar. O da alışmış takma adına, “Halo” dedin mi “hello” diyor. Kısa bir zamandır beraber çalıştığımız için “Halo”yla yeni tanışıyoruz. Gece vardiyasında yemek yiyip konuşuyoruz. O anlatıyor. Samsun’un güzelliklerinden bahsediyor durmadan, bir türlü alışamamış İstanbul’a. İstanbul değil ama çalışma ve yaşama koşulları ona çok ağır geliyor. Ev kirasını ödemekte zorluk çekiyor ve kardeşiyle birlikte bir evde oturmaya başlıyor. Onu testerenin başında gördükçe, yerinden yurdundan göçüp gelen milyonlarca insan aklıma geliyor. Bizim “Halo” işte bu; acılı testerenin başındaki Herkül. Kısa boyuyla dünyayı kaldırır. Aslında bütün işçiler “Halo” gibi dünyayı yerinden oynatabilirler, ama nedense kapitalizmin yabancılaştırması birbirimize olan güvenimizi kırıyor. Ama ben bildiklerimi tüm işçilere anlatmaya çalışıyorum. Eninde sonunda, an-

liyorlar. Çünkü bu okulda ne olursa olsun, bir milliyetçi asla gözaltına alınmaz, gözetilir, korunur. Çünkü burjuvazi onlarla görür tüm işini ve milliyetçilik gibi bir zehir insanları derin uykulara yollamak için çok etkilidir. Aynı provokasyon, milliyetçi, şovenist, ırkçı sataşmalar, öğrencilerin moralini bozmak ve sisteme öyle ya da böyle muhalif olan tüm öğrencileri sindirmek için 1 Mayıs öncesinde de yapılmıştı. Gerginlik iki gün sürdü ama sonuçta devrimci öğrencilerin soğukkanlılığı kazandı. Biz sınıfını bilen, safını bilen insanlar, öğrenciler olarak soğukkanlı olmalıyız. Tüm bu “milliyetçi, şovenist, faşist” saldırılar, burjuvazinin ezilen sınıflar üzerinde yürüttüğü genel saldırının birer parçasıdır. İşyerlerinde, okullarda, sokakta sindiriliyor, baskı altına alınıyoruz. Ülkeyi kışlaya çevirmek istiyorlar. Milliyetçilik propagandası her alanda yükseltilirken, faşizan uygulamalar hız kazanıyor. İnsanları otorite altına alarak sömürüyü derinleştirme operasyonları tüm hızıyla sürüyor. Bence tüm bunlara ancak sınıf hareketinin yükselmesiyle, işçi sınıfının tekrar ayağa kalkmasıyla cevap verebiliriz. Ama bugün de sınıf bilincimiz bize, bu en gerici şartlarda bile mücadeleyi canlı tutmayı görev gösteriyor. Öyleyse sınıfımıza yakışanı yapıp, asla moralimizi bozmadan, içimizdeki sonsuz umutla öğrenmeye, öğretmeye hız vermeli, her alanda sınıf kardeşlerimize ulaşmalı, onların gözünü açmalıyız. Lenin’in dediği gibi inatla öğrenmeye, öğretmeye, örgütlenmeye devam etmeliyiz. Hiçbir şey emeksiz olmaz, mücadelede harcayacağımız her an, kurtuluşumuza giden yolu aydınlatacak ve açacaktır. İnsanlığın geldiği bu berbat durakta kurtuluşu burjuvaziden ve onun düzeninden beklemek boştur. Öyleyse çalışalım, kendi geleceğimizi bugünden kendi ellerimizle kuralım. Esenler’den Marksist Tutum okuru bir üniversite öğrencisi

lattıklarımın bir gün onların yaşamında ne kadar önemli şeylere denk düştüğünü anlayacaklar. Ben de bunu bilerek sohbetlerime devam ediyorum. Onlarla ne konuşuyorsun, hangi konularda sohbet ediyorsun diye aklınıza sorular takılabilir. Her hafta sonu derneğimizdeki seminerlerde anlatılan konuları ben de onlara aktarıyorum. Dernek çalışmalarından aldığım güç ve bilgiyle her hafta biraz daha ilerletiyorum sohbetlerimi. Başlangıçta anlattıklarım onlara biraz soyut geliyor, söylediklerime pek kulak asmıyorlar. Ama bilinçli işçiler olarak bizler bundan yılmamalıyız. Zaten burjuvazinin istediği de önümüzdeki engellerden yılarak bilinçsiz sınıf kardeşlerimizi kendi hallerine bırakmamızdır. Oysa bizler, sınıfımızın çıkarına olan fikirleri inatla yaymaya devam edeceğiz. Bu sayede bizi kuşatan kölelik zincirlerini hep beraber ağır balyozlarımızla kıracak ve dünyanın güzelliklerini yaşayacağız. Yeter ki biz örgütlü gücümüze güvenelim. Bu düzen bir oyun Sen de bir oyuncusun Her sahneye çıktığında tarihin yazdığı bu oyunu yeniden oynuyoruz İşte tarih Yine tekerleğini döndürüyor Kıralım bu düzenin çarkını Bir balyoz darbesiyle Kıralım…

Kartal’dan bir metal işçisi

47


Okurlarımızdan Merhaba dostlar, merhaba bütün dünya işçileri, Ben sizlerle, katıldığım ilk 1 Mayıs mitinginde yaşadığım heyecanı ve mutluluğu paylaşmak istiyorum. Mitinge Kadıköy’de katıldım. Sınıf mücadelesiyle tanışalı 8 ay gibi kısa bir süre oldu ama gelinen süreçte mücadelenin gerekliliğini artık çok iyi biliyorum. Burjuvazinin kendi arasında yaşadığı çekişmelerin getirdiği tüm sıkıntıları işçi sınıfının çektiği bir seçim yarışı döneminde gittik 1 Mayıs’a. 1 Mayıs’tan iki gün önce, kendilerine empoze edilmiş milliyetçilik duygularıyla, AKP hükümetine karşı sözde vatanı ve laikliği korumak adına yüz binlerce insan Çağlayan meydanına akmıştı. Herkes bu burjuva cumhuriyet altında çektiğimiz çileleri unutmuş görünüyordu ve 1 Mayıs akıllarına bile gelmiyordu. Oysa tüm sıkıntılarımız katlanarak devam ediyor. İnsanlar ise ne yazık ki burjuvazinin yoğun propagandasına kanarak, patronların partilerinden ve düzeninden medet umuyorlar. Oysa tarihten de görüldüğü gibi biz ancak mücadele ile haklarımızı alabilir ve bu berbat yaşamı düzeltebiliriz. 1 Mayıs’tan önce işte bunları çok iyi biliyordum ve bunun için burjuvazinin değil, kendi sınıfım olan işçi sınıfının yanında olmak istedim. Alanda, burjuvaziye ve darbecilere karşı yükselttiğimiz sloganlarla ve marşlarla yürüdük. Herkes çok coşkulu ve kendinden emin görünüyordu. O an bulunduğum yerin yani işçi sınıfının yanının en doğru yer olduğuna bir kez daha inandım. Kortejdeki dostlar slogan atıp flamala-

rı havada sallarken ben de taşıdığım pankarta daha güçlü sarılıyor ve tüm sesimle onlara eşlik ediyordum. Kendi gerçeklerimi ve kendi düşüncelerimi haykırabilmek çok güzeldi. İnsan kendini rahat ve huzurlu hissettiği yerde mutludur. Evet, ben o gün çok mutluydum, çünkü sınıfımın yanındaydım ve kendi içimden gelen tüm duyguları dışa vuruyordum. Evet dostlar, ben işçi sınıfının sömürüye ve tüm haksızlıklara karşı durması gerektiğini düşünüyorum. Bunu yapacak güç işçi sınıfında vardır ve yapılması gereken mücadele etmek, tüm araçları kullanarak örgütlenmektir. Mitingden döndüğümde o heyecanı hâlâ yaşıyordum. Gelecek yılki 1 Mayıs’ı şimdiden heyecanla bekliyorum, çünkü 1 Mayıs mücadele günüdür, çünkü 1 Mayıs işçi sınıfının benim deyip sarılacağı en önemli bayramıdır. Dostlar bu heyecanı sizin de duymanızı yürekten isterim. Bunun için sizi mücadeleye ve kendi bayramımız olan 1 Mayıs’a davet ediyorum. Unutmayalım ki bizim hakkımızı ancak biz alabiliriz, kimse bize bu hakları gönüllü vermez, vermedi de. Tarih işçi sınıfının ancak mücadeleyle hakkını aldığının sayısız örneğiyle doludur. 8 saatlik işgünü bunlardan biri. Mücadele edersek kazanacağımız çok şey var. Hadi dostlar örgütlü ve bilinçli mücadeleye! Yaşasın Dünya İşçilerinin Uluslararası Mücadele Birliği! Yaşasın 1 Mayıs!

ÖSS (Öğrenci Sallandırma Sınavı) Üzerine 12 Eylül sonrasında burjuvazinin gençliği gerçek hayattan ve siyasetten uzak tutmak için türlü numaralar yaptığı aşikâr. Ben bunlardan sadece birine değinmek istiyorum. Anlatacağım şey belki de burjuvazinin gençliği siyasetten kopartmak için kullandığı en etkili yollardan biri; onun adı ÖSS. Herkes ona öğrenci seçme sınavı diyor, bense öğrenci sallandırma sınavı demeyi tercih ediyorum. Çünkü bu sınava hazırlanma süreci idam mahkûmlarının infaza hazırlanma sürecine benziyor. Hiç düşündünüz mü, neden insanlar istedikleri mesleği yapabilmek için bir yığın gereksiz bilgiyi öğrenmek zorunda kalırlar? Neden mi? Çünkü amaç, düşünmeyen, konuşmayan, gülmeyen ve sadece patronlar için üreten bir insan tipi yaratmak da onun için. Peki ÖSS başka ne işlere yarar, onu da anlatayım. Günümüzde “iyi üniversite için iyi dershane şart” gerçeği sistem tarafından kafamıza bir güzel kazınmış durumda. Bunun Türkçe meali, “ne kadar paran varsa o kadar iyi üniversite”! Burjuva ailelerin çocukları için belki sorun olmayabilir, ancak işçi-emekçi ailelerin çocuklarına gelince işin rengi birden değişiyor. Badanası bile olmayan okullarda okumak zorunda kalan bu gençler, hasbelkader liseyi bitirdikten sonra boyutları herkese eşit olmayan bu duvarın altında ezilip gidiyorlar. Burjuvazi bu sınav sistemi sayesinde bir taşla çok kuş vurmuş oluyor. İlk olarak muazzam kârlar elde ediliyor, sonra kapitalizmin ve onun bunamış ideolojisinin bir güzel propagandası yapılıyor ve en önemlisi sınavı kazanamayan çok sayıda genç insan ucuz işgücü ordusunun birer üyesi oluyorlar. Kapitalizm hayatın her alanını nasıl mahvediyorsa eğitimi de öyle mahvediyor. Peki, biz buna karşı ne yapıyoruz? Bizlerin bu rezil sisteme karşı almamız gereken tutum bu sistemi yok etmekken başka bir şey değildir. Herkesin istediği eğitimi alabildiği, yeteneğine göre işlerde çalışabildiği ve bilgiye özgürce ulaşabildiği bir dünyayı kurmanın yolu, kapitalizmi yıkmaktan geçiyor.

Kapitalist sistemin maddi ve manevi bir çöplüğe dönüştürmeye çalıştığı dünyamızda her geçen gün bir başka güzellik yitip gidiyor. Bu sistem dünyanın doğasını mahvettiği yetmediği gibi insan doğasını da olumlu olan her şeyi yok edecek şekilde değiştirmek istiyor. Paylaşmayı, dostluğu, düşünmeyi ve yaratıcılığı bu dünyadan yok etmek istiyor. Bunu başarırsa makine haline getirdiği insan hiçbir şeyi sorgulamayacak, yalnızca kendisinden isteneni yapacak ve bu düzen için tehlikesiz bir birey haline gelecek. Bu sayede kapitalist düzen daha da güçlenecek. Bu düzen amaçladığı planlarını ilk olarak çocuklara aşılamaya başlıyor. Çocuğun yaşamının gerekli bir parçası olan düş dünyasına TV ile yolculuk yapılarak zihni bulanıklaştırılmaya ve çevresindeki olaylara tepkisiz hale getirilmeye çalışılıyor. Çocuk nasıl davranacağını, düşüneceğini TV’den öğrenerek büyüyor. Ne var ki düzenin gençler üzerindeki hesabı her zaman tutmuyor. Nasıl kapitalizm dünyanın doğasını değiştirirken bin bir felâketle karşılaşıyorsa, ezilen sınıflar da başta en genç unsurları olmak üzere, doğalarından kaynaklı benzeri bir isyanla karşılık veriyorlar kapitalizme. Bu düzene karşı çıkan insanlar örgütleniyorlar; sahipsiz bir dünyada yaşamadığımızı ya da beraber yaşadığımız insanların bir sürü olmadığını göstermek için. Onlar bu düzenin söndüremediği ateşi çalıp hayatı yaratan insanlara armağan ediyorlar. Onlar bu düzenin paramparça edip dağıttığı insani değerleri bir araya getirmeyi başarıyorlar.

Aksaray’dan bir öğrenci

Eskişehir’den bir öğrenci

48

İstanbul Üniversitesinden Marksist Tutum okuru bir öğrenci




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.