Mt no 28

Page 1

Düzen Kurumlarından Çare Bekleme Çözüm Örgütlü Mücadelede! Temmuz 2007

• Seçim ve görevler • Parlamento ve seçimler • Psikolojik savaş ve Kürt sorunu

28

• Savaş tehdidi altında derinleşen kriz • Filistin’de iç savaş • “Tam Bağımsız Türkiye” mi?


Seçim ve Görevler Önümüzdeki seçime ilişkin yapılması gereken ilk tespit, bu seçimin olağan bir seçim olmadığıdır. Bu seçim, olağanüstü bir rejime doğru gidiş süreci içinde yapılmakta ve siyasal krizin ifadesi olan sürecin seyrinde önemli bir yer tutmaktadır. Bu bakımdan, işçi sınıfının devrimci çıkarlarını savunanlar açısından seçimlere ilişkin tutum, krizin bütününe ilişkin değerlendirmelerin bir uzantısı olmak zorundadır.

T

ürkiye savaş ve olağanüstü rejim tehdidi altında ciddi bir siyasal kriz döneminden geçiyor. 22 Temmuzda yapılması öngörülen erken genel seçime bu kriz şartlarında gidilmektedir ve ne yazık ki bu süreç işçi sınıfı hareketinin son derece zayıf ve örgütsüz olduğu koşullarda yaşanmaktadır. Bu gidişatın tüm acı faturasını ödeyecek olan işçi sınıfı, emekçi katmanlar ve Kürt halkıdır. Bu nesnel ve öznel şartlar altında biçimlenen seçim sürecinde, işçi sınıfı devrimcilerinin görevi, sürecin gerici-faşizan niteliğini teşhir etmek ve burjuva kamplardan bağımsız devrimci bir sınıf çizgisinin gerekliliğini propaganda etmektir. Önümüzdeki seçime ilişkin yapılması gereken ilk tespit, bu seçimin olağan bir seçim olmadığıdır. Bu seçim, olağanüstü bir rejime doğru gidiş süreci içinde yapılmakta ve siyasal krizin ifadesi olan sürecin seyrinde önemli bir yer tutmaktadır. Bu bakımdan, işçi sınıfının devrimci çıkarlarını savunanlar açısından seçimlere ilişkin tutum, krizin bütününe ilişkin değerlendirmelerin bir uzantısı olmak zorundadır. Dahası, mevcut kriz seçimlerin sonrasında da devam edeceği için, takınılacak tutum seçimler sonrasındaki olası gelişmelere emekçi kitleleri hazırlayıcı nitelikte olmalıdır. Statükocu güçler Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu, laiklik sorunu, kısmi demokratik açılımlar sorunu, AB ile entegrasyon sorunu, asker-sivil bürokrasinin siyaset üzerindeki geleneksel ağırlığı, Türkiye’nin yeni dönem uluslararası saflaşmalardaki konumu gibi temel siyasal sorunlarda kendi izledikleri çizginin dışına çıkmayacak bir hükümet istiyorlar. Bu nedenle AKP’nin yeniden hükümet olamaması için ant içmiş

görünmektedirler. ‘80 öncesinde faşist darbeye doğru yol alınan süreçte kurulan Milliyetçi Cephe hükümetlerine benzer güncel formüllerin (örneğin CHPMHP koalisyonu gibi) ortalıkta uçuşuyor olması boşuna değil. Bu uğurda daha şimdiden ordu tarafından iki muhtıra verilmiş, toplumsal muhalefetin değişik dallarını sindirmek üzere baskılar arttırılmış, savaş süreci ve Kürt düşmanlığı yeniden azdırılmış, zaten kısıtlı olan demokratik hak ve özgürlüklerin kapsamında yeni daralmalar yaşanmıştır. Hepsinden önemlisi genel olarak zehirli bir atmosfer yaratılmış ve siyaset daha gerici bir eksene oturtulmuştur. Bu atmosfer içerisinde burjuva demokrasisinin en temel, en sıradan formları olan parlamento ve seçimlerin bile devre dışı bırakılmasının gündemde olduğu bir gidiş söz konusudur. Tam burada seçimlere ilişkin boykotçu tutumun yanlışlığına da işaret etmek gerekiyor. Biz böylesi bir tutumun mevcut duruma uygun olmadığını düşünüyoruz. Niyet ne olursa olsun bu yanlış tutum darbeci güçlere karşı çıkması gereken blokun gücünü zayıflatacak ve son tahlilde statükocuların ekmeğine yağ sürecektir. Yüksek askeri bürokrasinin başını çektiği burjuva kamp, işi darbe sopasını sallama noktasına getirmiş, yani parlamento ve seçimleri bile ortadan kaldırmaya doğru yönelmişken boykot çağrıları yapmanın izah edilebilir bir tarafı yoktur. Bugün Türkiye’de yaşanan siyasal kriz, dünya ölçeğinde ilerleyen çatışmalı bir emperyalist yeniden paylaşım süreci içinde daha da derinleşmektedir. Türkiye’nin de bir parçası olduğu Ortadoğu’nun bu süreçte kilit bir yer tutması, Kürt sorununun derinleşe-

1


Temmuz 2007 • sayı: 28

marksist tutum

rek yeni boyutlar alması, yaşanan siyasal kriz sürecinin arka planındaki önemli faktörlerdir. Marksistler seçimlere ilişkin olarak, statükocu burjuva kampın yarattığı kutuplaştırma ve cepheleştirmenin gerisinde yatan bu geniş arka plana işaret ederler. Bu koşullar altında ilerleyen seçim süreci, halk yığınlarında belirli bir politizasyona da yol açmış bulunuyor. Böyle bir ortamda, savaş naraları eşliğinde darbeciliğe yönelen statükocu güçlere ve onların politik hedeflerine öncelikle vuran net bir tutum ortaya koymak önemlidir. Ama bununla yetinmemek ve mevcut burjuva cepheleşme eksenini toptan reddederek bağımsız bir işçi-emekçi cephesi fikrinin propagandasını ısrarla yapmak gereklidir. Demokrasi havariliğine soyunan AKP hükümeti, darbecilerin itip kakmalarına maruz kalmakla birlikte, olağanüstü gidişi tersine çevirebilecek tek güç olan emekçi kitlelerin seferberliğinden öcü gibi korkmaktadır. Bu nedenle AKP hükümeti bu tür bir seferberliğin önünü açabilecek demokratik açılımlardan kaçınmakta ve darbecilerin yükselttiği gerici dalgaya uyarlanan boyun eğici bir hat izlemektedir. Bir yandan bayrak ve milliyetçilik yarışında onlara katılıp Kürt düşmanlığına ortak olurken, diğer yandan polis devletini güçlendirici adımlar atmaktadır. O halde hükümetin darbeci baskıları engellemesi, şovenistmilliyetçi zehri bertaraf etmesi mümkün olmadığı gibi, şimdiye kadarki pratiğinden de malum olduğu üzere, işçi-emekçi kitlelerin diğer yakıcı ekonomik-demokratik taleplerini karşılaması da mümkün değildir. Bu bağlamda, “düzen partilerine oy yok” şiarı özellikle öne çıkarılmalıdır. İşçi ve emekçi kitlelerin yaşadığı ve önümüzdeki süreçte daha da acılı bir şekilde yaşayacağı sorunların ancak işçi sınıfının örgütlü militan mü-

2

cadelesiyle aşılabileceği açıktır. Fakat ne yazık ki bugün işçi sınıfı son derece örgütsüz ve dağınıktır ve bu nedenle de siyaset sahnesinde bağımsız sınıfsal gücünü ortaya koyamamaktadır. İşçi sınıfı içerisinde anlamlı bir güce sahip ve onun önderliğine aday bir devrimci partinin eksikliği burada temel olmakla birlikte, işçilerin en küçük mücadele girişimlerinin bile daha doğdukları noktada boğulmasına olanak veren 12 Eylül Anayasasının ve yasalarının temelde hâlâ yürürlükte olduğu gözden kaçırılmamalıdır. İşçi sınıfı bugün hâlâ temel demokratik haklardan yoksun durumdadır. Darbeci basınç ve olağanüstü rejime doğru gidiş nedeniyle demokratik taleplerin daha da önem kazandığı mevcut şartlarda mücadelenin bu boyutunu öne çıkarmak özel bir önem taşımaktadır. Bu çerçevede işçi sınıfının sendikal-siyasal hak ve özgürlüklerini özellikle vurgulayarak, 12 Eylül Anayasasının ve yasalarının çöpe atılmasını, sınırsız düşünce, örgütlenme, toplanma özgürlüğünü talep etmek, Kürt halkının demokratik siyasal taleplerine sahip çıkmak gereklidir. Bu bakımdan, bu hususları benimseyen ve seçilmesi durumunda meclis kürsüsünden dile getirip propaganda edecek olan devrimci, demokrat, sosyalist bağımsız adayların desteklenmesini nesnel ve öznel şartların mevcut bileşimi içinde en isabetli tutum olarak görüyoruz. İşçi cephesini örelim, darbeci güçleri püskürtelim! Savaş kışkırtıcılığına, şovenizme, milliyetçiliğe hayır! Kürt halkının demokratik-siyasal hakları tanınsın! Düzen partilerine oy yok! 12 Eylül Anayasası çöpe! Sınırsız söz, toplantı ve örgütlenme özgürlüğü! www.marksist.com sitesinden alınmıştır


İşçi Sınıfının Mücadelesinde Parlamento ve Seçimler Levent Toprak

E

rken genel seçimin yaklaşması, devrimci ve sosyalist çevrelerde seçimlere ilişkin takınılacak tutum sorununu da tartışma gündemine soktu. İşçi sınıfının mücadele tarihi ve deneyimlerine, hatta daha dar anlamda Bolşevik mirasa sahip çıkma ve bu miras ışığında davranma iddiasında olan birçok çevre, seçimlere ilişkin olarak son derece farklı tutumlar ortaya koymaktadırlar. Boykot tutumunu savunanlardan, bağımsız aday çıkaranlara, değişik ittifak ve blok siyasetleri çerçevesinde başka bağımsız adayları destekleme çizgisi izleyenlere ve parti olarak seçime katılanlara kadar uzanan bir yelpaze ortaya çıkmış durumda. Aynı ilkelerden hareket ettikleri iddiasında olanlar nasıl bu kadar farklı pratik tutumlar sergileyebilmektedirler? Bunun önemli bir sebebi tarihsel deneyimlerin farklı yorumlanışları ise, bir diğer sebep seçimlerde tutum sorununun son derece somut nesnel ve öznel şartlarla bağlantılı, çözümü her zaman kolay olmayan bir pratik sorun olmasıdır. Bir başka ifadeyle, seçimler sorunu taktik bir sorundur ve doğru bir ilkesel zeminde durulsa bile farklı ya da yanlış taktikler izlenmesi duruma göre pekâlâ mümkündür. Ayrıca değişen koşullara bağlı olarak belirli bir taktiğin değiştirilmesi, hatta kısa süre içinde tersine çevrilmesi de bir gereklilik olabilir. Nitekim Lenin ve Bolşeviklerin deneyiminde de bu tür durumlar yaşanmış, bu bizzat Lenin tarafından da dile getirilmiştir. Ancak, “hata” yapmamanın bir garantisi olmasa bile, olasılığı asgariye indirmek için öncelikle tarihsel deneyimden süzülen dersler ve ilkeleri devrimci biçimde özümsemenin gereği apaçıktır. O halde bu konuda devrimci Marksizmin ilkesel yaklaşımlarını ve bunlara temel oluşturan tarihsel deneyim ve dersleri hatırlamakta yarar var.

Seçimler ve parlamento konusunda Marksist temeller Seçimler konusunda devrimci Marksist yaklaşımın temel ilkeleri öncelikle burjuva demokrasisi ve parlamento sorununa Marksizmin bakışı tarafından belirlenir. Marksizm burjuva parlamentolarını burjuvazinin egemenlik aygıtı olan devletin bir organı olarak tespit eder. Marksizmin sınıf egemenliği ve devletle ilgili diğer fikirleri ile bir arada düşünüldüğünde, bu cümle çok şey ifade etmektedir. Buna göre parlamento burjuva egemenliğine yabancı ya da dışsal bir organ olmayıp, onun organik bir parçasıdır. Nasıl ki günümüzün devleti “tüm halkın devleti” değil de toplumda bir azınlık olan burjuvazinin devletiyse, onun bir parçası olan parlamento da aynı şekilde burjuvazinin parlamentosudur. Elbette bu, parlamentolara işçi sınıfının ve diğer sınıfların temsilcilerinin, hatta devrimci temsilcilerin giremeyeceği anlamına gelmez. Aksine dünyada parlamenter deneyimin büyük bölümünde bunun sayısız örnekleri görülmüştür. Sorun şu ki, bu tür temsilcilerin varlığı olsun, bunların kendi sınıflarının çıkarları doğrultusunda parlamento zemininde de şu ya da bu biçimde bir mücadele yürütmeleri olsun, parlamentonun sınıfsal özünü değiştirmemektedir. İşçi sınıfının devrimci mücadelesinin nihai ve bütünleştirici amacı sınıfsız ve devletsiz bir toplumun kurulmasıdır. Toplumda muazzam bir devrimsel dönüşüm anlamına gelen bu amaç yolunda temel hedef de, bir devrim yoluyla bu toplumsal gelişme aşamasına giden geçiş sürecini başlatmak ve bu sürecin tamamına ermesinin koşullarını yaratmaktır. Burjuva devletin diğer kurumları gibi parlamento da, ne devletin varlığını dışlayan sınıfsız topluma

3


marksist tutum

ait bir örgütlenme biçimi olabilir, ne de buna geçiş döneminin bir aracı olabilir. Çünkü bu muazzam dönüşümler, işin doğası gereği, ancak geniş halk yığınlarının doğrudan inisiyatifi ile gerçekleşebilecek dönüşümlerdir ve parlamenter biçim tam da durağan, sınırlı ve temsili yapısıyla buna yabancıdır. Marx’ın sözleriyle, “her üç ya da altı yılda bir, parlamentoda halkı yönetici sınıfın hangi üyesinin ‘temsil edeceği’ni ve ayaklar altına alacağını” belirleyen seçimlerle

oluşturulan parlamento, halk yığınlarının doğrudan canlı eylemine tamamen dar gelecek bir deli gömleği olabilir ancak. Bu yapıda halk parlamentoya seçtiği “vekillerin” orada ne yapacağını belirleyemez, memnun olmadığı “vekili” görevden alamaz, onları denetleyemez. İşçi sınıfının devrimci mücadelesinin nihai ve bütünleştirici amacı sınıfsız ve devletsiz bir toplumun kurulmasıdır. Toplumda muazzam bir devrimsel dönüşüm anlamına gelen bu amaç yolunda temel hedef de, bir devrim yoluyla bu toplumsal gelişme aşamasına giden geçiş sürecini başlatmak ve bu sürecin tamamına ermesinin koşullarını yaratmaktır. Burjuva devletin diğer kurumları gibi parlamento da, ne devletin varlığını dışlayan sınıfsız topluma ait bir örgütlenme biçimi olabilir, ne de buna geçiş döneminin bir aracı olabilir. Dolayısıyla, başka hususlar bir yana, bu bakımdan da parlamentoda çoğunluk elde etmek suretiyle burjuva düzenin ortadan kaldırılamayacağı, işçi sınıfının kendi sınıf iktidarını kuramayacağı açıktır. Engels’in de belirttiği gibi, burjuva düzende genel oy hakkı işçi sınıfının olgunluğunu ölçmeyi sağlayan bir göstergeden ibarettir. Bir başka ifadeyle, toplumsal devrim parlamento aracılığıyla yapılamaz. İşçi sınıfının devrimci mücadelesinin temel aracı kitle eylemi ve kitlelerin öz-örgütlenmeleridir. Burada parlamentarist hayallerin acı sonuçları konusunda, iyi bilinen trajik Şili örneğini sadece hatırlatmakla yetinelim. Öte yandan parlamento, özellikle emperyalizm çağında devasa boyutlara ulaşmış devlet aygıtının yalnızca bir ayağını oluşturmaktadır. Halk koca bürokratik mekanizmanın başka hiçbir parçası üzerinde herhangi bir belirleme hakkına sahip değildir. Başta sürekli ordu, polis aygıtı ve “derin” kurumlar olmak üzere, devlet aygıtının diğer bileşenleri halkın tümüyle menzili dışındadır. Bir başka yönden ifadeyle, devlet görevlileri (memurlar) halk tarafından seçilememekte, denetlenememekte, görevden alınamamaktadır.* Nitekim Lenin, parlamentonun işlevi ve devletteki yerini iyi bilinen şu sözleriyle betimler: “Amerika’dan İsviçre’ye, Fransa’dan İngiltere’ye, Norveç’e vb. dek, herhangi bir parlamenter ülkeyi düşününüz; asıl ‘devlet’

4

Temmuz 2007 • sayı: 28

işleri hep kulislerde görülür; bu işler hep devlet daireleri, bakanlıklar, kurmay kurulları tarafından yürütülür. Parlamentolarda, yalnızca ‘saf halk’ı aldatma ereğiyle, gevezelikten başka bir şey yapılmaz.” (Devlet ve Devrim) Bir diğer nokta da, burjuva parlamentoların emekçi halkın köklü sorunlarını çözemeyecekleridir. Aslında köklü sorunlar bir yana, parlamentolar emekçi halkın basit ekonomik ve demokratik talepleri için bile genelde kifayetsizdirler. Güdük burjuva demokrasisi geleneğiyle Türkiye örneği bunun mükemmel bir laboratuarı niteliğindedir. Her nasılsa gündeme gelebilmiş, ama egemen burjuvazinin işine gelmeyen birtakım yasa tasarılarının parlamento dehlizlerinde uğradığı hokus pokuslar sonucu sırra kadem basması ya da kuşa çevrilerek yasalaşması gibi durumlar, sıradan gözlemcinin bile görmemezlik edemeyeceği sıklıkla yaşanır bu topraklarda. Yine de bu tür dolaplar bize özgü olmayıp, farklı yoğunluklarda olsa da her yerde rastlanan dolaplardır, parlamenter demokrasinin doğasını yansıtırlar. Marx’ın parlamentoyu “domuz ağılı”na benzetmesi orada oynanan bu tür pis oyunlara bir göndermedir. Zengin tarihsel örnekler bir yana, salt son günlerin Türkiye’sinde yaşananlar bile parlamentonun düzenin bütünü içindeki yeri ve cürmü hakkında çarpıcı bir tablo sunmaktadır. Parlamentoda ezici çoğunluğa sahip, has bir düzen partisi olan AKP’nin bir cumhurbaşkanı seçemeyişine ne demeli? O halde bilinçli işçiler işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından parlamento ve seçimlerin gerçek niteliği konusunda en küçük bir yanılsama içinde olmamalı, bu konuda sınıf kardeşlerini aydınlatmalıdırlar. İşçi sınıfının kurtuluşu devrim yoluyla bir işçi devleti kurarak sınıfsız topluma geçiş sürecini başlatmaktan geçmektedir. Burjuva demokrasisinden bin kat daha demokratik ve özgürlükçü bir işçi demokrasisi demek olan işçi devleti, tam da bu bakımdan kelimenin gerçek anlamında bir devlet olmayıp, geçiş dönemi içinde sönümlenerek yok olacak bir yarıdevlettir. Bu demokrasi, parlamenter demokrasinin aksine bir doğrudan demokrasidir, sadece birbirinden görünüşte ayrılmış yasama ve yürütme işleri değil, tüm devlet işleri seçime tâbidir, seçilenler seçmenler tarafından her an görevden alınabilirler, ayrıcalıkları ve işçilerden yüksek gelirleri yoktur, rotasyona tâbidirler, sürekli ordu ve polis yoktur, tüm halk silahlıdır, kahrolası bürokratik işleyiş son bulmuştur.

İşçi hareketinin parlamento deneyimi Ne var ki burjuva parlamenter rejim, burjuva sınıf diktatörlüğünün tarihsel evrim içinde oluşmuş demokratik biçimi olarak, devrim dönemleri dışında, geniş halk kitleleri nezdinde genel bir kabul görmüştür. Bu nedenle Marksistler parlamento ve seçimleri ellerinin tersiyle bir kenara itme lüksüne sahip değildirler. İşçi sınıfının gerçek durumunu veri almayıp salt kendi yüce duygularının peşinden


Temmuz 2007 • sayı: 28

gitme eğilimindeki sol lafazanlara karşı Lenin şunları söyler: “Burjuva parlamentosunu ve bütün öteki gerici kurumları dağıtmaya gücümüz yetmediği sürece, bu kurumlarda çalışmak zorundasınız, özellikle hâlâ papaz takımının aldattığı ve kır koşullarının aptallaştırdığı işçiler mevcut olduğu için, bu kurumlarda çalışmalısınız. Bunu yapmazsanız gevezeden başka bir şey değilsiniz.” “Parlamentonun tarihsel ömrünü doldurduğu” yolundaki argümana karşı da Lenin, “bizim için zamanını doldurmuş olan bir şeyin, sınıf için, yığınlar için zamanını doldurduğunu sanmamak gerektiğini” hatırlatır. (“Sol” Komünizm) O nedenle Marksizm parlamento ve seçimlerden devrimci amaçlarla yararlanmayı öğretir. Bunun anlamı, parlamentonun niteliği konusunda hiçbir surette hayaller yaymaksızın, seçim çalışmalarından ve parlamento kürsülerinden, işçi sınıfının devrimci dünya görüşünün propagandasını yapmak ve kitlelerin politik bilincini yükseltmek için yararlanmaktır. Marksizmin kurucuları çok erken bir dönemde devrimci politik çalışmanın bu temel ilkesini öğretmişlerdi. Lenin de bu hususu değişik vesilelerle birçok kez ifade etmiştir. “Seçimlerde, gerçekten geniş ve en geniş kitlelerin çıkarlarını yüceltmek isteyen kişinin en başta gelen görevi, kitlelerin politik bilincini geliştirmektir.” (Bir Kere Daha Particilik ve Ademi Particilik Üzerine, vurgu bizim) Bir başka yerde bunu daha açarak belirtir: “SosyalDemokratlar için seçimler, özel bir siyasal işlem değildir, bin bir türlü vaatte bulunarak sandalye kazanmaya çalışmak değildir, ama sınıf bilinci olan proletaryanın siyasal dünya görüşünün ilkelerini ve temel isteklerini savunmak için özel bir fırsattır.” (Reformcuların ve Devrimci Sosyal-Demokratların Seçim Bildirgeleri, vurgu bizim) İşçi sınıfı hareketi daha Marx ve Engels’in sağlığında seçim ve parlamento faaliyetine başlamıştır. Doğrusu, o günlerden bu yana, işçi sınıfı hareketinin tarihi, burjuva parlamentoları ve seçimler konusunda olumlu ve olumsuz

Sibirya’ya sürgüne gönderilen Bolşevik milletvekilleri

marksist tutum

zengin deneyimlerle doludur. İşçi sınıfının mücadeleleri toplumların genel oy hakkını kazanmalarında temel etmen olmuş ve sonrasında da işçi sınıfı partileri seçimlere katılarak parlamentolara temsilcilerini göndermeye başlamışlardır. Ancak bu çalışma, zaman içinde, sonuçları ağır olan bir sapma doğurmuştur. Bir burjuva kurum olarak parlamento, işçi sınıfının temsilcilerini ayartarak bozma ve düzen içine çekme işlevini görmüş, işçi hareketinde parlamentarist sapmaya yol açmıştır. İkinci Enternasyonal partilerinin önderlikleri, Avrupa’da uzun bir göreli barışçıl gelişme dönemi içinde, giderek artan oy oranları ve sandalye sayılarının etkisi ve düzenin yüksek mahfillerinde kabul görmenin ayartıcılığıyla seçimler ve parlamento yoluyla gürültüsüz patırtısız bir evrim içinde nihai hedefe varılabileceği yanılsamasına kapıldılar. Ve giderek devrimci kitle eylemine yabancılaşmaya ve legal parlamentarist faaliyeti temel eksen haline getirerek mutlaklaştırmaya başladılar. İşçi sınıfının devrimci önderleri tarafından “parlamenter avanaklık” gibi nitelemelerle de yerilen ve mücadele edilen bu eğilim, sonunda iflas ve ihanet noktasına geldi. 1914’te patlak veren birinci emperyalist dünya savaşı bu dönüşümü tescilleyen dramatik gelişme oldu. Bu pratik içindeki İkinci Enternasyonal partileri emperyalist savaşta enternasyonalist görevlerini tümüyle unutarak sosyal-şovenizme savruldular ve farklı ülkelerin işçilerini birbirlerine boğazlatan kendi burjuvazilerinin peşine takıldılar. Böylece, gerçekte engelleme ya da bir devrimle sonuçlanmasını sağlama potansiyeline sahip oldukları bu savaşta, milyonlarca insanın ölmesinin ve sakat kalmasının sorumluluğuna ortak oldular. Düzenin temel kalelerinden biri olan parlamentonun, işçi sınıfının temsilcilerini yoldan çıkarıp düzene esir almak için tehlikeli bir ortam yaratması nedeniyle, Rus devrimci işçi hareketinde bu nokta ciddi bir tartışma konusu olmuş ve Lenin de bu noktanın üzerinde önemle durmuştur. Menşevikler, parlamento grubunun parti içinde hâkim bir konumda olması anlayışına yatkın ve parlamento içi yasama çalışmalarının ayrıntılarına fazladan önem verme, parlamentoya giden vekillerin ellerinin de görece serbest bırakılması eğilimindeydiler. Buna karşı Lenin, bu hususların tümünde katı biçimde karşıt eğilimde olmuş, parlamentodaki parti grubunun kendi başına buyruk olmaması ve mutlak surette parti denetiminde olmasında ısrar etmiştir. Parlamenter faaliyeti, parlamento dışı asli faaliyete tâbi, onun bir uzantısı olarak ele almış ve Bolşevik milletvekillerinin bu çizginin dışına çıkmaması için katı kurallar getirilmesine önayak olmuştur. Lenin’in belirttiği üzere parlamentodaki sosyalistler konumlarını sadece parlamento konuşmaları yapmak için değil, fakat aynı zamanda işçilerin devrimci parti örgütüne ve devrimci mücadelelerine her çeşit parlamento dışı yardımı yapmakta kullanmalıydılar. Bolşeviklere göre kitlelerin dolaysız mücadelesi hareketin en yüksek biçimi ve

5


marksist tutum

kitlelerin doğrudan eylemine dayanmayan parlamenter faaliyet ise hareketin en düşük biçimiydi. Bolşevikler özellikle Menşeviklerle kesin ayrışmanın yaşandığı 1912’den sonraki meclis (dördüncü Duma) faaliyetlerini (1914’te savaşın başlamasıyla Bolşevik vekiller sürgüne gönderilmiştir) çok başarılı biçimde yürütmüşlerdir. Bolşevik milletvekillerinin tamamı fabrika işçileriydiler (dört metal işçisi, iki tekstil işçisi) ve hepsi de büyük sanayi bölgelerinden seçilmişlerdi. Bu vekiller çalışmalarını tümüyle parlamento dışında fabrikalardan işçilerle iç içe yürütmüş, parti basını aracılığıyla, vekillerin başları üzerinden kitlelere seslenmeyi esas almışlardı. Duma üyeleri üzerinde partinin kontrolü çok sağlamdı. Örneğin kürsüden yapılacak konuşmaların birçoğunu Lenin bizzat yazardı.

Boykot sorunu İşçi hareketi içinde parlamentarist sapmanın yanı sıra, parlamenter çalışmayı ilkesel olarak reddeden anti-parlamentocu bir sapma da hep olmuştur. Ancak bu eğilim İkinci Enternasyonal partilerine egemen olan parlamentarist sapmanın vahim sonuçlarına bir tepki olarak güç kazanmıştır. Kendisini esas olarak parlamento ve seçimleri boykot biçiminde ortaya koyan bu eğilim de Lenin tarafından mahkûm edilmiş ve onun amansız eleştirisinden nasibini almıştır. Lenin’in parlamenter faaliyetin gereklili-

6

Temmuz 2007 • sayı: 28

ği ve parlamentolardan yararlanma konusundaki temel yaklaşımını yukarıda zaten aktarmış bulunuyoruz. Burada esas olarak boykot taktiği sorunu üzerinde duracağız. Zira Lenin’in uyarılarına rağmen, keskin Leninci geçinen birçok küçük devrimci çevre bugün müzmin boykotçu bir tutum içindedir. Boykot sorunu Rus işçi hareketinin önüne birçok kez gelmiş ve değişik hizipler arasında şiddetli anlaşmazlıklara yol açmıştır. Netameli bir sorun olan boykot konusunda her zaman kılı kırk yaran Lenin, tümüyle somut şartlara bağlı olarak boykot tutumunu kimi zaman savunmuş kimi zaman karşı çıkmıştır. Bu sorun ilk olarak 1905 devrim süreci başladıktan sonra, o yıl içinde çarlığın danışma niteliğinde bir meclis istediğini ilan etmesiyle gündeme geldi. Menşevikler bu meclise ve seçimlerine katılmak gerektiğini savunurken, Lenin ve Bolşevikler buna karşı “aktif boykotu” savundular. Bu tutum, yükselen bir devrim sürecinin gereğiydi ve doğruydu. Lenin bunun koşullarını şöyle dile getirmişti: “Rus devriminin deneyiminin gösterdiği gibi aktif boykot, ancak yaygın, evrensel ve devrimin sürekli yükselişi ve bunun silahlı ayaklanmaya dönüşme koşullarında … Sosyal Demokratların doğru taktiğidir.” (Üçüncü Duma Seçimlerine Katılım Konusunda Taslak Karar) Burada devrimin yükselmeye devam edeceği beklentisi kilit bir yer tutuyordu ve bu nedenle Lenin, “aktif boykot … açık, kesin ve dolaysız bir slogan olmadan düşünülemez. Bu slogan ancak silahlı ayaklanma olabilir” diyordu. (Buligin Duması’nı Boykot ve Ayaklanma) Nitekim 1905’in sonunda gerçekleşen Moskova ayaklanması da bu tespit ve tutumu haklı çıkardı. Fakat 1906 yılında ise koşullar değişmeye başlamış ve devrim geri çekilmişti. Değişen koşullarda boykot taktiğini sürdürmek yanlıştı. Lenin ilerleyen yıllar içinde bu soruna değinecekti: “1905’te ‘parlamento’nun Bolşevikler tarafından boykot edilmesi, devrimci proletaryaya son derece değerli bir siyasi tecrübe kazandırdı ve legal ve illegal, parlamenter ve parlamento-dışı mücadele biçimleri birleştirildiğinde, parlamenter biçimleri reddetmenin bazen yararlı ve hatta zorunlu olduğunu gösterdi. Ama, bu tecrübeyi körü körüne, taklitçi biçimde, eleştirisiz, başka koşullara, başka durumlara uygulamak son derece yanlış olur. Bolşeviklerin 1906’da ‘Duma’yı boykot etmeleri, küçük ve kolay onarılabilir olmakla beraber, gene de bir hataydı. Duma’nın 1907, 1908 ve sonraki yıllardaki boykotu ise vahim ve onarılması zor bir hata oldu, çünkü o sırada, bir yandan devrimci dalganın çok hızlı bir yükselişi ve bunun ayaklanmaya dönüşmesi beklenemezdi, diğer yandan burjuva monarşinin yeniden dirilişini getiren tarihsel durumun bütünü, legal çalışma ile illegal çalışmanın birleştirilmesini gerekli kılıyordu.” (Sol Komünizm, düzeltilmiş çeviri) Özetle Lenin, açık bir devrimci yükseliş söz konusu olmadıkça, meselenin önemini abartmaksızın, en küçük bir fırsat aralığı doğduğunda dahi seçimlerden ve parlamento-


Temmuz 2007 • sayı: 28

dan devrimci biçimde yararlanma gereğini savunmuştur. Bu çerçevede, seçimlerin “anti-demokratik” usullerle yapıldığı ya da kitle hareketi bakımından önemli sonuçlar getirme olasılığının güçlü olmadığı gibi, bugün de dillendirilen itirazları yanıtlayarak, fırsatın yine de değerlendirilmesinden yana olmuştur. “Hepimiz şunu gayet iyi biliyoruz ki, 1912 seçimleri (1911 ve 1908’de olduğu gibi, koşullar durumu radikal olarak değiştirmedikçe) ne bir ‘geniş’ ne de bir ‘açık’ ‘kitle seferberliği’ getirmeyecektir ve getiremez. Verebileceğinin tümü eylem için pek de geniş ve açık olmayan mütevazı bir olanaktır ve bu olanak kullanılmalıdır.” (Lenin, Seçim Kampanyasının Temel Sorunları, vurgu bizim) Yine bir başka yerde: “Gerici Duma toprak sahiplerine yönetimi, gücü; burjuvaziye pazarlıklarını yapabileceği bir alanı ve proletaryaya da çok az bir söz hakkı veriyor. Bu durumda küçük söz hakkı önemli bir faktör oluyor. Bu küçük söz hakkına gereksinmemiz var. Seçim kampanyasına, kitle içinde devrimci çalışma yapabilmek için gereksinme duyuyoruz.” (Lenin, Dördüncü Duma Seçim Kampanyası ve Devrimci-Sosyal Demokratların Görevleri, vurgu bizim)

Destek sorunu Bugün solda tartışma ve eleştiri konusu olan noktalardan birisi de Kürt hareketinin, sol liberallerin bağımsız adaylarının ya da reformist sol partilerin adaylarının desteklenmesi sorunudur. Parlamentoya ve seçimlere doğru devrimci ilkeler temelinde yaklaştıktan sonra, yani işin temelinde bir hata olmadıkça, somut pratik bir sorun olarak belirli bir seçimde kime oy verileceği sorunu ikincil önemde taktik bir sorun olarak kalır. Bir devrimci örgüt için seçimler söz konusu olduğunda önemli olan ve çalışmanın esasını teşkil eden, bundan devrimci fikirlerin propagandası için yararlanmaktır, devrimci yöntemdir, devrimci programdır, çalışmanın devrimci içeriğidir, devrimci şiarlardır. Bu çalışma, somutta kime oy verileceğinden büyük oranda bağımsız olarak gerçekleştirilebilecek bir şeydir. Bu nedenle “kime oy vereceksiniz”, ya da “kime oy verelim” soruları karşısında devrimci Marksistler işin devrimci propaganda boyutunu öne çıkarmalıdırlar. Lenin ittifaklar ya da bloklar konusunda sağlam devrimci temellere dayanan esnek bir taktik yaklaşımı öğretmiştir. Nitekim 1907’de Bolşevikler, kısa bir süre için, ‘sosyalist-devrimciler’ ile Duma seçimlerinde belirli bir siyasî blok teşkil etmişlerdir. Çarpıcı olduğu için bahsetmeden geçmememiz gereken bir örnek de, Lenin’in dağınık ve zayıf bir örgütlülük içinde bulunan İngiliz komünistlerine öğütleridir. Yukarıda sözünü ettiğimiz koşulların sağlanması kaydıyla Lenin onlara o günün özgün koşullarında İngiliz İşçi Partisini destekleyebileceklerini belirtir. “Henderson’ların, Clynes, MacDonald ve Snowden’lerin iflah olmaz gericiler oldukları doğrudur. Bunların, iktidara geçmek istedikleri ve bu yolda zaten burjuvaziyle koalisyon kurmayı yeğledikleri;

marksist tutum

burjuva kurallarına göre ülkeyi ‘yönetmek’ istedikleri ve iktidara geçince zorunlu olarak Scheidemann ve Noske’ler gibi davranacakları da doğrudur. Bütün bunlar doğrudur. Ama bundan, bunları desteklemenin devrime ihanet olduğu sonucu çıkarılamaz; bundan çıkarılabilecek tek sonuç, işçi sınıfı devrimcilerinin, devrimin çıkarı için bu baylara belirli ölçüde parlamenter destek sağlamaları gerektiğidir.” (“Sol” Komünizm) “Seçim propagandamızı, komünizmden yana bildiriler dağıtarak ve kendi adaylarımızın seçime katılmadıkları bütün bölgelerde, seçmeni, burjuva adaya karşı, İşçi Partisi adayına oy vermeye davet ederek yapardık.” (age) Gerçekten Lenin’den alınması gereken en büyük derslerden biri, değişen koşullara göre taktiklerin değişeceğidir. O nedenle, yukarıdaki satırlarda değinilen sorun da dahil her şey farklılaşan koşullar temelinde özenle incelenmeli, kopyacılığa ve lafazanlığa düşülmemelidir. Bolşevizm söz konusu olduğunda da Lenin, boş övgülere değil, sorunların özünü titizlikle incelemeye ihtiyaç olduğuna değinmiş ve “bizi biraz daha az övün de, Bolşevik taktiğini daha çok inceleyin, o taktiği daha çok benimseyin!” demiştir. Bugün bu sözlere eklenecek fazla şey bulunmuyor. Toparlayacak olursak, sol harekette seçimlere ilişkin gözlenen tutum farklılıkları, bir yandan yazı boyunca işlediğimiz devrimci Marksist ilkelerin ve işçi sınıfı hareketinin tarihsel deneyimleriyle ortaya çıkmış derslerin derinlikli biçimde kavranamamasına, diğer yandan da öznel ve nesnel boyutlarıyla somut güncel durumun (sınıfsal güç dengeleri, sınıf hareketinin durumu, devrimci örgütlülüklerin durumu) gerçek bir proleter bakış açısıyla doğru değerlendirilememesine dayanmaktadır. Şüphesiz bunun da altında yatan sebepler bulunmaktadır. Türkiye sol hareketi büyük ölçüde işçi sınıfından kopuk, küçük-burjuva karakterli, kendisini dev aynasında gören, dükkâncılığın ve sekterliğin baskın olduğu bir harekettir, Marksizmi proleter sınıf özüyle sindirmiş değildir. Bu toprakların küçük-burjuva yapısıyla da yakından bağlantılı bu nitelik, kaçınılmaz olarak oportünist ve sekter eğilimlerin sık sık bir arada görülmesine yol açmakta, birçok çevre kendisine kitleleri harekete geçirebilecek bir güç vehmetmekte, bu haliyle de cin olmadan adam çarpmaya kalkmaktadır. Bugün sınıf devrimcileri açısından görev, her zaman yaptıkları şeyi bu kez seçimler bağlamında da yaparak, mütevazı güçleri ölçüsünde hitap edebildikleri duyarlı sınıf kesimlerini devrimci sınıf siyaseti ve örgütlülüğüne çekmeye çalışmaktır.  –––––––––––––––––––––––––– *

Demokratik halk devrimi niteliğindeki burjuva devrimlerin bir kalıntısı olarak ABD gibi bazı ülkelerde kimi memurların halk tarafından seçiliyor olması bu gerçekliğin özünü değiştirmemektedir. Bu sınırlı uygulamalar dumura uğratılarak, bugün içi boş, kuru kabuk durumuna getirilmiştir. Ama burada dikkat çekilmesi gereken nokta, bu tür sınırlı uygulamaların bile tarihsel olarak doğrudan halk inisiyatifiyle, burjuvaziye rağmen doğmuş olduklarıdır.

7


Psikolojik Savaş ve Kürt Sorunu Oktay Baran

Genelkurmay’ın 27 Nisan muhtırasıyla cumhurbaşkanlığı seçimine açıktan müdahalede bulunması, uzun süreden beri sergilemeye çalıştığımız burjuva iktidar bloku içindeki siyasal çatışmayı, artık hiç kimsenin inkâr edemeyeceği bir biçimde açığa çıkarmış oldu. Bu çatışma esasen din ya da laiklikle ilgili olmayıp, başını asker-sivil bürokrasinin çektiği statükocu kanadın burjuva devlet aygıtı üzerinde kendi geleneksel ağırlığını sürdürme çabasından kaynaklanmaktadır. Kendilerini Kemalist cumhuriyet rejiminin değişmez bekçileri, devletin gerçek sahipleri ve ulusun temel direği olarak gören bu bürokratik seçkinler, rejimin ancak kendi statükolarının muhafazası ve devamıyla ayakta durabileceğine ve bunun için de kendi ürettikleri kırmızı çizgilere dokunulmaması gerektiğine herkesi inandırmaya çalışıyorlar.

8

27

Nisan’daki birinci muhtırayla başlayan süreç, 8 Haziran’daki ikinci muhtırayla devam ediyor. Gün geçmiyor ki, burjuvazinin iki kesimi arasındaki iktidar mücadelesinde kapitalist düzenin pisliklerini açığa vuran yeni olaylar yaşanmasın, yeni belgeler ortaya saçılmasın, yeni psikolojik savaş teknikleri ifşa olmasın. Genelkurmay’ın 27 Nisan muhtırasıyla cumhurbaşkanlığı seçimine açıktan müdahalede bulunması, uzun süreden beri sergilemeye çalıştığımız burjuva iktidar bloku içindeki siyasal çatışmayı, artık hiç kimsenin inkâr edemeyeceği bir biçimde açığa çıkarmış oldu. Biz bu çatışmanın esasen din ya da laiklikle ilgisi olmayıp, başını asker-sivil bürokrasinin çektiği statükocu kanadın burjuva devlet aygıtı üzerinde kendi geleneksel ağırlığını sürdürme çabasından kaynaklandığını defalarca belirttik. Kendilerini Kemalist cumhuriyet rejiminin değişmez bekçileri, devletin gerçek sahipleri ve ulusun temel direği olarak gören bu bürokratik seçkinler, rejimin ancak kendi statükolarının muhafazası ve devamıyla ayakta durabileceğine ve bunun için de kendi ürettikleri kırmızı çizgilere dokunulmaması gerektiğine herkesi inandırmaya çalışıyorlar. Sivil siyasetçilerin oluşturduğu parlamento ve hükümetler eskaza bu kırmızı çizgilere dokunacak olsalar ya da bu kırmızı çizgilerin ne menem bir şey olduğunu kamuoyu önünde açıkça sorgulayacak olsalar, kıyamet kopuyor! Böylesi durumlarda burjuva blok içinde çatışma ve gerilim had safhaya varıyor ve tarafların birbirilerine üstünlük sağlamak için başvurdukları provokatif yöntemler ve kullandıkları araçlar, burjuva siyasetin gerçek yüzünü gözler önüne seriyor. Nitekim bugün Ortadoğu’da yürüyen savaş ve özellikle Irak Kürdistanı’nda yaşanan gelişmeler karşısında nasıl bir tutum izlenmesi gerektiği konusunda, burjuva iktidar bloku içinde giderek şiddetlenen bir çatışmanın yaşandığı bilinmektedir. ABD’nin Irak’ı işgalinden bu yana asker-sivil bürokrasi tarafından pompalanan ABD aleyhtarlığının ve milliyetçilik dalgasının


Temmuz 2007 • sayı: 28

hiçbir ilerici değere sahip olmadığını, bilakis Kürt düşmanlığı temelinde şekillenen şovenist-ırkçı bir içeriğe sahip olduğunu defalarca vurguladık. Kimileri, yurtseverlik, vatanseverlik vb. kavramlarla bu dalgadan nasiplenmeye çalışırken, bizler katıksız bir enternasyonalist duruş sergilemenin ve Türk milliyetçiliğinin şu ya da bu görünümüne karşı asla taviz vermemenin gerektiğini ısrarla belirttik. 27 Nisan muhtırası doğrultusunda yapılan büyük mitingleri değerlendirirken, şunları söylemiştik: “Demokratik değil, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak ölçüde şovenist-ırkçı ve Kürt düşmanıdırlar. Mitinglere damgasını vuran “Ne Mutlu Türküm Diyene”, “Başka Kimlik Yok Hepimiz Türküz”, “Kahrolsun Kürt faşizmi”, “Kerkük Türktür” türünden sloganların, yine bu mitinglere büyük katkı sağlayan MHP’nin faşist söyleminden özde bir farkı var mıdır? Bu söylemin TSK muhtırasıyla resmileştirilmesi (“Ne Mutlu Türküm Diyene anlayışına karşı çıkanlar Türkiye Cumhuriyetinin düşmanıdırlar ve öyle de kalacaklardır”!!) yeterli bir kanıt değil midir? Bu mitinglerde ifade edilen ABD karşıtlığının en temel motifini Kürt halkına karşı düşmanlığın, aşağılamanın oluşturduğunu unutmamak gerekiyor. Böylesi bir ABD karşıtlığının anti-emperyalizmle, ilerici-sol değerlerle ortak bir tarafı yoktur.” (Oktay Baran, Postal Gölgesinde Devlet Solculuğu, MT, no:26) Bu satırlar aradan geçen iki ay içerisindeki tüm olaylar tarafından doğrulandı. 27 Nisan muhtırasını değerlendiren kimi burjuva yazarlar, en sondaki “Ne Mutlu Türküm Diyene” diye başlayan satırların bağlamdan kopuk ve sanki aradan bir şeyler çıkarılmış gibi bir izlenim oluşturduğunu söylemişlerdi. İşte 8 Haziran tarihinde verilen ikinci muhtıra, “aradan çıkarılan” paragrafların düzeltilmiş ve genişletilmiş bir versiyonudur. 27 Nisan muhtırasıyla AKP hükümetini durduran, TÜSİAD’ı ürkütüp beklemeci bir pozisyona sürükleyen asker-sivil bürokrasi, siyasal alanda denetimi eline alıp saldırısını daha da şiddetlendirdi. Statükocu güçler hükümeti gerek içeride gerekse uluslararası alanda iyice sıkıştırmak üzere Kürt halkına karşı yürütülen haksız savaşı iyice tırmandırmakla kalmıyor, bu savaşı gerici bir iç savaşa çevirmekle ve hatta sınır ötesine yaymakla tehdit ediyorlar. Bugün artık laiklik sorunu değil, Kürt sorununun askeri boyutu tartışılıyor.

Ne ekersen onu biçersin TÜSİAD’da cisimleşen mali-sermaye, bugün bir bakıma 12 Eylül faşizminin diyetini ödüyor. Yükselen ve kapitalist sistemi tehdit eder bir konuma gelmesinden korkulan işçi hareketini ezmek için 12 Eylül’de orduyu görev başına çağıran TÜSİAD’ın kendisiydi. Ordu eliyle işçi hareketi ezilmiş, her türden örgütlenme dağıtılıp yasaklanmış, gençlik politikadan uzaklaştırılmış, Kürt halkı en sembolik ifadesini Diyarbakır zindanlarında bulan muazzam bir baskıya maruz bırakılmıştı. 90’lı yılların ortaların-

marksist tutum

dan itibaren kendi iç siyasal bütünlüğünü sağlayan ve bir bütün olarak AB’ye üyelik hedefine kilitlenen mali-sermaye, bu noktada 12 Eylül rejiminin topluma giydirdiği deli gömleğinin kendi elini kolunu da bağladığını fark etmeye başladı. Faşizmin çözülüş sürecinde kurulan ve kurdurulan sağıyla soluyla burjuva siyasal partiler MGK çizgisinde hizaya sokulmuş, hepsi de aynı programı izlemek durumunda bırakılmış, bunun sonucunda da burjuva siyaseti anlamsız bölünmeler temelinde parçalanmıştı. Mali-sermayenin istediği adımların atılabileceği bir siyasal istikrar bir türlü sağlanamıyor, bu temelde kapitalist entegrasyon süreci istenilen düzeye ulaşamıyor ve sonuçta kapitalizmin içsel yasalarından kaynaklanan krizler daha zor atlatılabildiği gibi, her türlü spekülasyona açık bir ekonomik yapıdan kurtulunamıyordu. Türkiye kapitalizminin kendine has yapısal sorunlarının AKP önderliğinde aşılabileceğini ve anayasayı bile değiştirebilecek bir parlamento çoğunluğu sayesinde asker-sivil bürokrasinin direnişini kırabilecek bir siyasal istikrarın nihayet sağlanacağını umut eden malisermaye, gerek kendi siyasal korkaklığı gerekse de uluslararası konjonktür nedeniyle bir kez daha fena halde çuvalladı. 80’lerin ortalarından itibaren yükselen Kürt direnişi, mevcut rejimi ciddi bir biçimde tehdit eder hale gelmişti. Sorunun geleneksel inkâr ve imha siyasetiyle çözülemeyeceği apaçık ortaya çıktığı halde ve üstelik 90’ların sonunda PKK önderinin yakalanmasıyla Kürt hareketi geriye çekilip bekleme pozisyonu almış olmasına rağmen hiçbir burjuva partisi, sistemin tıkanıklığını çözebilecek bir siyasal anlayışa, ordunun dayatmalarına kararlılıkla karşı çıkabilecek bir cesarete sahip değildi. Böylelikle Kürt hareketi sistemin sürekli kriz üreten kaynaklarından biri haline gelmişti. Özellikle 2002 seçimlerinin ardından tıpkı TÜSİAD’da

9


marksist tutum

Temmuz 2007 • sayı: 28 80’lerin ortalarından itibaren yükselen Kürt direnişi, mevcut rejimi ciddi bir biçimde tehdit eder hale gelmişti. Sorunun geleneksel inkâr ve imha siyasetiyle çözülemeyeceği apaçık ortaya çıktığı halde ve üstelik 90’ların sonunda PKK önderinin yakalanmasıyla Kürt hareketi geriye çekilip bekleme pozisyonu almış olmasına rağmen hiçbir burjuva partisi, sistemin tıkanıklığını çözebilecek bir siyasal anlayışa, ordunun dayatmalarına kararlılıkla karşı çıkabilecek bir cesarete sahip değildi. Böylelikle Kürt hareketi sistemin sürekli kriz üreten kaynaklarından biri haline gelmişti.

olduğu gibi Kürt hareketinde de, AB sürecinin siyasal bir çözümün önünü açacağına dönük boş bir beklenti oluşmuştu. AKP, uluslararası sermayenin ve TÜSİAD’ın tavsiyelerine uyarak, Kürt halkının ağzına bir parmak bal çalarak sorunu yatıştırmaya çalıştıysa da, devletçi-statükocu burjuvazinin sesini yükseltmesi karşısında her seferinde geriye çark etti. Nitekim çeyrek asırdır Kürt düşmanlığı temelinde hortlatılan şovenizm, emekçi kitlelerin denetim altında tutulmasının, en küçük demokratik hak taleplerinin bile bölücülük ve terör suçlamasıyla daha baştan ezilmesinin en kolay, en ucuz ve en etkili yolu olarak yalnızca ordu tarafından değil tüm burjuva hükümetler tarafından da kullanılagelmişti. AKP de her başı sıkıştığında bu şovenist histeriye katkıda bulunmaktan geri durmadı. Çözülemeyip kangren haline gelen Kürt sorunu, ABD’nin Irak’ı işgaliyle birlikte yepyeni bir safhaya girdi. Artık Güneydeki Kürdistan oluşumuyla birlikte bir bütün olarak Kürt sorunu uluslararası bir boyut kazanmıştır. Bu da demektir ki, Kürt sorunu, emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasında bir bütün olarak (yani dört parçasıyla birlikte) masadadır artık. Burjuva iktidar bloku içindeki çatışma dün değil de bugün böylesine şiddetli hale gelmişse bunun en önemli nedenlerinden biri budur. Güneyinde resmen Kürdistan adını taşıyan bir bölgesel yönetimin varolması ve bu yönetimin uluslararası burjuva siyaset arenasında kendi adıyla arz-ı endam etmesi, bilhassa burjuvazinin statükocu kanadını ciddi sıkıntıya sürüklemektedir.

Savaş düzeninin amacı ne? Emperyalistleşme arzusuyla yanıp tutuşan Türk malisermayesi, bugüne kadar, ABD’nin de beklentileriyle uyum içerisinde, Irak Kürdistanı’yla iyi ilişkiler kurmak, onun hamiliğine soyunmak arzusunda. Kimi burjuva ideologlar bu çizgiyi, Güneydeki Kürtlerle bir çeşit federatif yapı içinde kaynaşarak Türkiye’deki Kürt sorununu da yatıştırmanın mümkün olduğunu söyleyecek kadar ilerleti-

10

yorlar. Asker-sivil bürokrasi ise dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olma korkusuyla, değil bu projeyi kabullenmeyi, TC’nin üniter yapısının ve ulus-devlet örgütlenmesinin tartışmaya açılmasını bile vatana ihanetle eş tutuyor. Her iki kanat da ABD ile işbirliğini güçlendirmekten yana olmasına rağmen, ABD’nin verili politikaları da tıpkı AB’ninkiler gibi, burjuvazi içindeki çatlağı Kürt sorunu temelinde derinleştirdi. Dahası basınç o denli büyüktü ki, statükocular cephesinin içerisinde de küçük çatlaklar oluşmaya başlamıştı: MİT yöneticilerinin açıklamaları, faşist Evren’in eyalet projesi, Ağar’ın beyanatları vb. Tüm bunlar, işlerin giderek aleyhlerine dönmeye başladığını sezen statükocular cephesini, 2005 Newroz’undan itibaren sürdürdükleri gerginliği arttırma stratejisini yeni bir düzeye çıkarmaya zorladı. Cumhurbaşkanlığı seçimleri onlar açısından hem bardağı taşıran son damla oldu hem de bir darbeci süreci başlatmak için mükemmel bir gerekçe. Hiç kuşku yok ki, ABD karşıtı böbürlenmelere ve yürüttükleri demagojiye rağmen, statükocu kanadın ABD’den kopması bugün için mümkün değildir. Böylesi bir gelişme genel düzlemde olanak dâhilinde bulunmasına rağmen, mevcut koşullarda düşünülebilecek en son olasılıktır. Statükocular, “ABD’nin TC’yi gözden çıkaramayacağı düşüncesiyle, ellerindeki kozları güçlendirmenin, körükledikleri milliyetçi hareketle ABD’ye blöf ve baskı yaparak onun Irak’taki Kürtlere verdiği desteği sınırlandırmanın hesabını yapıyorlar.” (Oktay Baran, Kürt Sorunu, MT, Nisan 2007) Bunun karşılığında ABD’ye, Ortadoğu’ya dönük planlarında çok daha aktif bir şekilde rol almaya razı olunacağının garantisinin verildiğinden kuşku duyulmamalı. Lübnan’a asker göndermekte sergilenen gayretkeşliğin nedeni de buydu. İşin aslı şu ki, aristokratik bürokrasinin 27 Nisan muhtırasından sonra daha da yükselttiği ve 8 Haziran muhtırasıyla resmiyet kazanmış Kürt düşmanlığını pompalama operasyonunun gerçek nedeni, PKK değil, Irak’taki Kürdistan oluşumu ve daha da özelinde Kerkük’ün Kürdis-


Temmuz 2007 • sayı: 28

tan’a katılacak oluşudur. ABD’nin onayı alınmadan, TSK’nın istediği kapsam ve genişlikte (kendisiyle işbirliği içinde, sınırlı ve çizdiği çerçeveyi aşmayan bir operasyon iznini ABD zaten vermiş durumdadır) bir operasyonun yapılması, hele de Barzani-Talabani ile çatışma içine girilmesi imkânsızdır. Çünkü bu, doğrudan ABD ile savaşı göze almak demektir. Bu durumda, Barzani ve Talabani’nin gözünü korkutarak Kerkük konusunu ertelemelerini sağlama ve ABD’nin Kürtlere verdiği desteği zayıflatma hedeflerini bir tarafa bırakırsak, Kürtlere karşı savaş naralarının atılmasının ardında başka neler yatıyor acaba? Birincisi, Ankara’nın göbeğinde patlatılan ve “pis kokular yayan” bombanın ardından, Büyükanıt’ın saldırıların devam edeceğini açıklaması, yeni bir psikolojik savaş döneminin açılışının işaretidir. Artan operasyonlarla birlikte ölen asker sayısı da arttıkça bunun faturası hükümete kesilerek AKP yıpratılıyor ve azgın bir milliyetçilik daha da körüklenerek, toplum psikolojik olarak bir savaş ortamına hazırlanmış oluyor. Bu ortamın, bıraktık sosyalistlerinkini, liberallerin muhalefetini bile bastırmak için ne denli elverişli olacağı ortadadır. 8 Haziran muhtırasında, “barış, özgürlük ve demokrasi gibi insanlığın yüksek değerlerini” savunan “kişi ve kuruluşlar” daha şimdiden düşman listesine eklenmiştir. İkincisi, 27 Nisan muhtırasıyla AKP’yi durduran ordu, kentli orta sınıfları da arkasına yedekleyerek CHP’ye güç kazandırmaya çalışmıştır. ANAP-DYP birleşmesinin suya düşmesiyle birlikte, meclisteki üçüncü parti olmaya en güçlü aday faşist MHP’dir. Yükseltilen ırkçı-milliyetçilik ve onun resmi ifadesi olan 8 Haziran’daki ikinci muhtırayla, MHP’ye takviye yapılarak onun ite kaka barajı aşması sağlanmaya çalışılıyor. Böylelikle AKP’nin meclisteki sandalye sayısının olabildiğince azaltılması hedefleniyor. Üçüncüsü, “Ne Mutlu Türküm diyemeyen” Kürt halkının, bağımsız adaylarla Meclise girmesinin önünü kesmek, eğer bu başarılamıyorsa Kürtlerin temsilini mümkün olduğunca cılız tutmak hedefleniyor. Şırnak, Siirt ve Hakkari’nin “özel güvenlik bölgesi” ilan edilerek fiili bir olağanüstü hale geçilmesi, bölgede yapılacak seçimlerde geçmiştekileri misliyle aşan hilelerin de kolaylıkla hayata geçirileceği anlamına geliyor. Dördüncüsü, savaş arzusu körüklenip toplumun geniş kesimlerine mal edildiği ölçüde, Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaşa doğrudan katılım durumunda gelişebilecek kitlesel ve militan bir savaş aleyhtarlığının önü de daha baştan kesilmiş olmaktadır. ABD’nin Kürtleri değil de TSK’yı müttefiki yapması durumunda, Irak’ta denetimi Müslüman ülkelerden oluşan bir BM gücüne bırakma düşüncesi hayata geçirilebilir. Böylesi bir gelişme durumunda, oraya Kürtleri engellemek için gidileceği ve bunun da milliyetçilikle alıklaştırılan bir topluma daha kolay kabul ettirilebileceği açıktır.

marksist tutum

Yalancının mumu Harp Akademilerindeki sempozyumda, “içeri girip sadece PKK ile mi uğraşacağız yoksa Barzani ile bir şeyler olacak mı? Ben asker olarak ihtiyaç bildirdim. Önüme sözlü değil yazılı talimat gelmesi lazım” diyerek yakar top oyununa devam eden Büyükanıt, bu sorunun ikinci kısmının yanıtının Barzani’ye ve ABD’ye uzandığını biliyor elbet. 23 Haziran’da süresi dolan İncirlik Üssü de dahil kimi üslerin kullanımının bir yıl daha uzatılma kararının ordunun onayı olmadan alınabileceğini düşünmek mümkün mü? Peki Barzani’yle ve dolayısıyla ABD ile “bir şeyler olmasını” göze alan bir Genelkurmay’ın böyle bir onayı vermesi mümkün olur muydu? Emekli generallerin ağzından “ABD de kim oluyor, biz kimseden izin alacak değiliz, gerekirse onlarla bile çatışırız” yollu mesajları topluma iletenler, bu söylediklerinde ciddi olsalar, geçtiğimiz haftalarda Konya ovasında, ABD, İngiltere ve İsrail’le birlikte “Anadolu Kartalı Tatbikatı”nı icra etmezlerdi herhalde! Tüm bunların üstüne gelen iki gelişme, nasıl bir psikolojik savaş yürütüldüğünün, tüm toplumun nasıl terörize edildiğinin en açık kanıtları oldular. Hükümetin kasıtlı olarak yetki vermediği söylemiyle onu köşeye sıkıştırmaya çalışan Genelkurmay’ın, 6 Aralık 2006’da hükümete “terörle mücadele harekât planı” sunduğu ortaya çıktı. Hatırlanacağı gibi, o dönemde de bölgeye muazzam bir askeri yığınak yapılmıştı. İşin ilginç yanı ise, hükümetin daha 12 Mart 2007 tarihinde Genelkurmay’a sınır ötesi operasyon da dâhil olmak üzere tam yetki verdiğinin anlaşılmış olması! Görülüyor ki, hükümet cephesi bu haberi basına sızdırarak karşı saldırı başlatmış bulunuyor! Esas bomba ise, 13 Haziran 2007’de Washington’daki Hudson Enstitüsü’nde yapılan toplantının basına sızdırılmasıyla patladı. TSK’nın “kuzey Irak”a girmesiyle sonuçlanan bir senaryonun tartışıldığı toplantıya katılanların kimlikleri olduğu kadar, söyledikleri de bir hayli yankı uyandırdı. Burada üstünde durulması gereken senaryonun kendisi değil katılımcıların düşünceleri. Hatırlanacağı gibi, Genelkurmay, Talabani ve Barzani’yi açıkça düşman ve PKK destekçisi ilan edip onlarla diplomatik ilişkiye resmen engel olmuştu. Washington’daki TC askeri ataşesi tuğgeneral Bertan Nogaylaroğlu ve Genelkurmay tarafından kurulan Stratejik Araştırma ve Etüd Merkezi’nin (SAREM) başkanı tuğgeneral Süha Tanyeri ise bu toplantıya katılıyorlar ve Kürdistan Bölgesel Hükümeti Washington Temsilcisi ve aynı zamanda Celal Talabani’nin oğlu olan Kubad Talabani’yle yan yana konuyu tartışıyorlar! Birkaç PKK önderinin ABD ya da Kürdistan yönetimi eliyle Türkiye’ye teslim edilmesi “fikri”, bu generaller tarafından “böylesi bir gelişme seçimler öncesinde AKP hükümetinin elini çok güçlendirir” gerekçesiyle reddediliyor! Abdullah Öcalan’ın ABD eliyle Türkiye’ye teslim edilmesinin siyasi mevta durumundaki Bülent Ecevit’i nasıl iktidara taşıdığı hatırlanacak olursa, hiç de yabana atılır bir itiraz değil

11


marksist tutum

Temmuz 2007 • sayı: 28 Tehlikelere ve tehditlere karşı izlenmesi gereken tek yol, işçi sınıfının enternasyonalist devrimci yolu olmalıdır. Bugün psikolojik savaşa karşı mücadele yükseltilmezse, yarın emekçilerin ve yoksul halkların gerçek bir savaşın kurşun askerleri olmaktan kurtulmaları mümkün değildir. Güçlerini sınıfımızın örgütsüzlüğünden alanların şovenist “refleks gösterin” çığırtkanlığına karşı sınıfsal refleksimizi yükseltelim. Örgütlü ve militan bir mücadeleye atılan işçi sınıfının önünde hiçbir güç duramaz!

doğrusu! Bu ikiyüzlülüğün teşhir edilmesiyle aynı döneme denk düşen bir polis operasyonu, AKP hükümetinin son karşı ataklarından biriydi. Ümraniye’deki bir eve düzenlenen baskında, Cumhuriyet gazetesine geçen yıl düzenlenen saldırılarda kullanılanlarla aynı partiden 27 el bombasının yanı sıra, kont-gerilla örgütünün raporları ve dahası gizli MGK görüşme tutanakları çıkıyor. Evin sahibi de “Kuvvai Milliye Derneği”nin kurucularından emekli bir astsubay. Onunla irtibatlı yüzbaşı Muzaffer Tekin ve onun da “üstü” bir binbaşı hakkında nihayet tutuklama kararı çıktı! Eski jandarma komutanı Veli Küçük de bu subaylarla pek bir ahbaplık etmektedir! Ordunun manevraları karşısında sıkıştığı her durumda ya da işine geldiği ölçüde bu tip kontrgerilla birimlerinden birini deşifre etmeyi maharet sayan AKP’nin de ne denli ikiyüzlü olduğu apaçık ortada değil midir? Bu karşı ataklarla AKP hükümeti son dönemde içine düştüğü zor durumu bir ölçüde dengelemiş oldu. Şimdi uygun ortamı beklemesi gereken karşı cephe. Önümüzdeki günlerde büyük sansasyon yaratacak provokatif gelişmeler hiç de şaşırtıcı olmayacaktır! Burjuva güçler arasındaki kapışmanın seçimlere kadar daha da şiddetleneceği görülüyor. Bu kapışmanın seçimlerle sona ereceğini düşünmek büyük hata olacaktır. Tersine seçimlerden çıkacak sonuç aslında daha şimdiden belli olduğu için, kapışma çok daha şiddetlenecektir.

Harekete geç! ABD onayı olmadıkça geniş ve genel bir harekâtın olamayacağı ve dolayısıyla savaş çıkmayacağı gerçeği kimilerini rahatlatadursun, bizim ısrarla üstünde durmamız gereken, zaten savaşın sürmekte oluşudur. Evinin tepesine bomba düşmediği sürece dünyayı barış cenneti sanıp kendisini de masum ilan edenler, gerçekte emperyalistlerin suç ortaklarıdırlar. Yanı başımızda emperyalist savaş devam ediyor ve kısa vadede tüm bölgeyle birlikte Türkiye’yi de içine alması söz konusu.

12

Bu gidişata karşı harekete geçmek için illâ da Türkiye’nin bu büyük savaşa tümüyle dahil olmasını beklemek gerekmiyor. Gerçek şu ki, Türk birlikleri zaten sınırın ötesine sürekli harekât düzenlemekte, PKK mevzileri ve Kürt köyleri topçu ateşiyle bombalanmaktadır. Yıllardır zaten Kürt halkına karşı haksız bir savaş yürütülüyor. Burjuvazi, demokratik ve siyasal çözüm çağrılarına kulaklarını tıkayıp, ateşkes çağrılarını suskunlukla geçiştirip, bu haksız savaşı ardı arkası kesilmeyen askeri operasyonlarla daha da tırmandırıyor. Devrimcilerin, sosyalistlerin barış, demokrasi ve özgürlük çağrıları polis zoruyla eziliyor, Batı’daki şehirlerde genç Kürt işçileri linç edilmeye kalkışılıyor. Tüm dünya çapında büyük altüst oluşlukların yaşandığı ve daha da artarak yaşanacağı bir dönemden geçiyoruz. Kısa ve orta vadede bugünküyle hiçbir benzerliği olmayan yepyeni güç dengeleri ve emperyalist kamplaşmalarla yüzyüze kalabiliriz. Açık olan tek bir şey var, işçi sınıfını ve emekçileri kapıda bekleyen şey barış, özgürlük ve refah değil, savaş, baskılar ve sefalettir. Değişen dünya dengeleri içersinde, yeniden paylaşım alanlarının tam ortasında bulunan Türkiye’de de dengeler değişiyor. Bu açıdan bakıldığında hiç kuşku yok ki her türlü senaryo kendisine kısa süre içerisinde yaşam alanı bulabilir. Bir toplum bunca terörize edilirse, bu denli savaş psikolojisine sokulursa ve gerici bir iç savaş kışkırtması bizzat devlet güçleri tarafından organize bir şekilde yürütülürse, küçük bir kıvılcım dahi işleri bir anda planlayıcıları açısından bile kontrolden çıkarabilir. Tüm bu tehlikelere ve tehditlere karşı izlenmesi gereken tek yol, işçi sınıfının enternasyonalist devrimci yolu olmalıdır. Bugün psikolojik savaşa karşı mücadele yükseltilmezse, yarın emekçilerin ve yoksul halkların gerçek bir savaşın kurşun askerleri olmaktan kurtulmaları mümkün değildir. Güçlerini sınıfımızın örgütsüzlüğünden alanların şovenist “refleks gösterin” çığırtkanlığına karşı sınıfsal refleksimizi yükseltelim. Örgütsüz ve mücadeleden kaçan işçi sınıfı hiçbir şeydir, ama örgütlü ve militan bir mücadeleye atılan işçi sınıfının önünde hiçbir güç duramaz! 


“Tam Bağımsız Türkiye” Değil Sosyalist Bir Dünya İlkay Meriç

B

eyin insana türlü türlü oyunlar oynayabilen bir organ. Bu oyunlardan biri de dejavu olarak bilinir. İnsan bazen, bir olayı yaşadığı sırada “ben bunu daha önceden yaşamıştım” hissine kapılır. İşte son zamanlarda Türkiye’de insanı fazlasıyla bu hisse sürükleyebilecek türden şeyler yaşanıyor. Ama ne yazık ki yaşadığımız bir dejavu, yani bir beyin oyunu değil, gerçeklik. “Tam Bağımsız Türkiye” sloganının meydanlarda yeniden hayat bulmasıysa bu gerçekliğin ironik bir parçası. 1960-70’lerde sol harekete damgasını vuran ve kitleleri peşinden sürükleyen bu slogan, bugünlerde, darbecilerin organize ettiği cumhuriyet mitinglerinde kürsünün kullandığı temel sloganlardan biri haline gelmiş bulunuyor. O darbeciler ki, bir zamanlar “tam bağımsız Türkiye” mücadelesi veren Denizleri, Hüseyinleri, Mahirleri, İbrahimleri ve daha nice devrimciyi gözlerini kırpmadan darağaçlarında sallandıran, kurşuna dizen, işkencelerden geçirip katledenlerdir. Bilindiği gibi “Tam Bağımsız Türkiye” sloganı esas olarak “uzun yılları kapsayan bir örgütsüzlük ve suskunluktan sonra, Türkiye’de sosyalist hareketin yığınlara açıldığı, aydınları, gençliği, öncü işçileri kucaklayarak ilk kez kitleselleşmeye başladığı”1 60’lı yıllarda atılmaya başlanmış ve 12 Eylül 1980’e kadar devam edecek olan bir tarihsel döneme damgasını basmıştı. Bu slogan ve ona temel teşkil eden milli demokratik devrim (MDD) tezi, Türkiye’nin Amerikan emperyalizminin sömürgesi olduğunu varsayıyor ve buradan hareketle, işbirlikçi sermaye ve feodal zorbalar dışındaki tüm kesimlerin ittifakıyla “tam bağımsız ve gerçekten demokratik” ama son tahlilde kapitalist üretim ilişkilerini geliştirecek bir devletin kurulmasını hedefliyordu. Sonradan çeşitlenerek farklı adlar alacak ama özünde aynı savlara dayanacak olan söz konusu tezlerin bu top-

raklardaki baş mimarı Mihri Belli, 1967 tarihli “Devrimci Şiar Meselesi” adlı yazısında şunları söylüyordu: “… emekçi halkın çoğunluğunun henüz, kendi devrimi olan sosyalist devrimden yana olmak şöyle dursun, milli bağımsızlık gibi … toprak reformu gibi demokratik devrimin kapsamına giren dönüşümlerden bile yana olmadığı bir ülkede; emperyalizm-işbirlikçi sermaye-feodal mütegallibe üçlü ortaklığının ekonomiye hükmettiği ve siyaseti de geniş ölçüde etkilediği bir ülkede; toprağında yabancı üslerini barındıran ve ekonomisi, siyaseti, savunması, kültürü Amerikan vesayeti altında bulunan bir ülkede, temel devrimci şiar ancak: «Emperyalizm-işbirlikçi sermaye-feodal mütegallibeye karşı, şehir ve köy proletaryası, şehir ve köy küçük-burjuvazisi, asker-sivil aydın zümre, omuz omuza, tam bağımsız ve gerçekten demokratik bir Türkiye için!» şiarı olabilir. Bu da demokratik devrimin şiarıdır. Sosyalist devrimin şiarı değildir. Ve ancak bu antiemperyalist ve anti-feodal şiar bir gerçek olduktan sonradır ki, demokratik devrim aşaması aşıldıktan sonradır ki, Türkiye toplumu sosyalist devrime bir adım daha yaklaşmış olacak ve sosyalist devrim temel şiarının atılması için ortam hazırlanmış olacaktır.”2 (abç) Aynı yıllarda TKP-Dış Büro yöneticisi İsmail Bilen de benzer şeyleri dile getiriyordu: “Bugün ana dava milli bağımsızlıktır. Kurtuluş Savaşıdır. Demokratik düzen her şeyden önce geliyor. Sosyalist devrime gitmek için olayların üzerinden atlayamayız. Düşman Amerikalıdır. Amerikalıyı tutan da büyük burjuvazi. Savaşı buna göre ayarlamalıyız.”3 Bu yaklaşım, emperyalist sistemi organik bir dünya kapitalist sistemi olarak algılamayıp gelişmiş ülkelerin izlediği bir sömürge politikasına, emperyalizme karşı mücadele-

13


marksist tutum

Temmuz 2007 • sayı: 28

rimi sadece ve sadece sosyalist devrim olacaktır. Bu terime duruma göre dilediğiniz tüm sıfatları ekleyebilirsiniz: «anti-emperyalist», «tarımsal», «devrimci milliyetçi». Sosyalizm bütün bunlar demektir, bütün bunları önceleyecektir ve bütün bunları kapsayacaktır.”4 Ne var ki, Bolşevizmin Stalinizm eliyle tasfiye edilmesinin ardından, tüm KP’lerde SBKP’nin fikirleri doğrultusunda devasa bir çark ediş yaşandı. “27 yıl sonra ikinci bir 1905 yapmaya özenemeyiz” diyen Kıvılcımlı gibi komünistler bile, ne yazık ki 1905 devriminden tam 60 yıl sonra buna özenir hale gelecekler ve yeni bir Ekim yerine yeni bir 1905 (ya Bugün meydanları “Tam Bağımsız Türkiye” sloganlarıyla da 1917 Şubatı) anlamına gelen “demokratik ateşlemek isteyen darbeciler, bir zamanlar “tam bağımsız Türkiye” mücadelesi veren Denizleri, Hüseyinleri, Mahirleri, halk devrimi” tezlerine sarılacaklardı. Bundan böyle genel olarak devrimci hareİbrahimleri ve daha nice devrimciyi gözlerini kırpmadan kette sosyalist devrim Kaf dağının ardına atıladarağaçlarında sallandıran, kurşuna dizen, işkencelerden cak, onun yerini “kapitalist olmayan yol” doğgeçirip katledenlerdir. rultusunda ve “milli burjuvazinin” desteğiyle, yi ise esasen Amerikan düşmanlığına indirgiyordu. Buna milli demokratik devrimler, demokratik halk devrimleri, karşılık komünistlerin görevi işçi ve emekçi sınıfları bir anti-emperyalist devrimler alacaktı. türlü tamamlanmak bilmeyen burjuva demokratik devriBu devrimlerde işçi emekçi sınıfların müttefiki olarak mi tamamlamak için seferber etmekti. Sosyalizme zemin görülen en önemli güçlerden biri ise, Türkiye’nin tarihsel hazırlamak için önce emperyalizmden bağımsız bir kapiözgünlüğünün de etkisiyle, “asker-sivil aydın zümre” idi. talizmi geliştirmek gerekiyordu! Yani Ekim Devriminden Hatta Mihri Belli gibiler, “küçük-burjuvazinin en bilinçli 50 yıl sonra, bu topraklarda aşamacılık yeniden hortluyorkesimi” olarak değerlendirdikleri bu “zümre”ye müttefik du. Mehmet Sinan’ın dediği gibi, “Ekim devriminin dersolmanın çok ötesinde bir rol atfediyorlardı. Bunlar Muslerinin ışığında, Lenin’in sağlığında formüle edilen «proletafa Kemal öncülüğündeki hareketi de burjuva değil küter devrimin sürekliliği» ve proletaryanın tek ve bütünsel çük-burjuva devrimci bir hareket olarak görüyorlardı. Ko«geçiş programı» anlayışı, Türkiyeli sosyalistlerin hafızasınmünistlik iddiasında olan, ama kafaları milliyetçilikle yoğdan silinip gitmişti adeta. Bu hafıza kaybına yol açan, rulan bu aydınlar aslında Kemalizmle bağlarını hiçbir za1930’lardan beri dünya komünist hareketi üzerinde hegeman koparamamışlardı. Onlar, Kemalist devrimin bir karmonyasını kurarak, Bolşevik görüşlerin tasfiyesine girişen şı-devrimle sona erdirildiğini ve cumhuriyetin kuruluşunStalinizmden başkası değildi elbette.” dan 40 yıl sonra, Türkiye’de işçi-emekçilerin ve sosyalistle1932 yılında aşağıdaki satırları yazan Hikmet Kıvılrin birincil görevinin bu devrimin yeniden diriltilmesi olcımlı bile, 30 yıl sonra devrim perspektifi bağlamında özduğunu söylüyorlardı. Bu yüzden de devrimin ilk aşaması, de Mihri Belli ile aynı şeyleri söyleme noktasına gelebili“tıpkı Kemalist devrim gibi, emperyalizmden tam bağımyordu. Kıvılcımlı şöyle diyordu 1932’de: “Türkiye burjusızlığı sağlayacak ve gerçek demokrasiyi inşa edecek bir vazisi nasıl klasik kapitalizme uğramadan doğrudan finans devrim” olmalıydı! kapitalizme atladı ise, Türk proletaryası da öylece, ilkel de“Bugünün sorusu, «milli bağımsızlıktan yana mısın, neyleri geviş getirerek değil, onlardan çıkan dersleri son tam bağımsız Türkiye’den yana mısın, değil misin?» soruzafer deneyiyle harç ederek doğrudan Sovyetler devrimine girişmeye mecburdur. (…) 30 yıl sonra Bolşevizm, yeni bir Paris Komününü tecrübe etmeye yeltenmedi. Onun için biz de 27 yıl sonra bir ikinci 1905 yapmaya özenemeyiz.” 30’ların başlarına kadar bu fikirde olan sadece Hikmet Kıvılcımlı gibi komünistler değildi. O yıllarda Peru’dan Küba’ya kadar pek çok KP’de de Bolşevik görüşlere bağlılık önemli ölçüde korunuyordu. Örneğin Peru Komünist Partisinin kurucularından Mariategui, 1927’de, Kıvılcımlı’ya benzer şekilde şunları yazıyordu: “Latin Amerika dev-

14


Temmuz 2007 • sayı: 28

sudur. «Sosyalizme inanıyor musun, inanmıyor musun?» sorusu sonraki iş. Kaldı ki, kemalizmle sosyalizm arasında aşılmaz duvarlar yoktur” diyen Mihri Belli, sözlerine şöyle devam ediyordu: “Milli gurur iyi şeydir. Milli gurur insanı sosyalizme götürür. En sağlam sosyalistler o yoldan gelmişlerdir sosyalizme. Bir adamda gerçek milli gurur varsa korkma! Ergeç temel ilkelerde birleşirsin onunla. Ergeç bu dünyada Türk olarak başı dik yaşamanın, kapitalizmin son aşaması olan emperyalizmin dünya yüzünden silinmesi ile mümkün olabileceğini anlayacaktır. Bunu ben kendimden bilirim. Bizim delikanlılığımızda, biz, «Bir Türk dünyaya bedel!», «Ne mutlu Türküm diyene» sloganlarını ciddiye alan bir kuşaktık.” Her kelimesinden milliyetçilik fışkıran bu satırlar, bugün “askerlerimizin kafasına çuval geçirildi, ulusal onurumuz ayaklar altına alındı” diye paralanan, darbe mitinglerinden yükselen şovenizmi “ulusal onur” olarak alkışlayan küçük-burjuva solculara milliyetçiliğin nerelerden miras kaldığını gayet güzel ortaya koyuyor. Mihri Belli, “dünya işçi hareketinin saygıdeğer adlarından biri, proleter enternasyonalizminin şerefli savaşçısı” olarak nitelediği Fransız sosyalisti Jean Jures’in meşhur sözlerini, “onun ağzında milliyetçiliğin övgüsü, elbette şovenliğin değil, en derin anlamıyla yurtseverliğin övgüsüdür” diyerek şöyle alıntılar: “Milliyetçiliğin azı, seni enternasyonalizmden uzaklaştırır. Milliyetçiliğin derini, seni enternasyonalizme götürür. Enternasyonalizmin azı, seni milliyetçilikten uzaklaştırır. Enternasyonalizmin derini, seni milliyetçiliğe götürür.”5 Marksizmin yerine Stalinizmi, enternasyonalizmin yerine milliyetçiliğin derinini, dünya devriminin yerine tek ülkede sosyalizm anlayışını, proleter devrimlerin yerine “kapitalist olmayan yol” adı altında devlet kapitalizmini ikame eden bu stratejik hat, çok açıktır ki, Sovyet ve Çin bürokrasisinin sınıfsal çıkarları doğrultusunda şekillendirilmiş ve tüm dünyaya ihraç edilmişti. O dönemlerde, Suriye, Irak, Mısır gibi ülkelerde de, komünist partilerin temel çizgisini bu Stalinist anlayış belirliyordu. Örneğin 1963’teki Baasçı darbenin ardından Suriye Komünist Partisi önderlerinden Halit Bektaş, Suriye işçi sınıfının milli kurtuluş hareketine öncülük edebilecek ve onu ileri götürebilecek bir gelişmişlik düzeyinde bulunmadığını, bu öncülük görevinin tüm ilerici demokratik güçlerin çabalarıyla yerine getirilebileceğini söylüyordu. Baas rejiminin gerçekleştirdiği kamulaştırmaları Suriye’nin “kapitalist olmayan yolda ilerlemesi” olarak değerlendiren Bektaş, Baas’ı da “Arap dünyasında bilimsel sosyalizmi benimsemiş temel devrimci güçlerden biri” olarak görmekteydi.6 Baas rejiminin hüküm sürdüğü Irak’ta da Irak Komünist Partisinin değerlendirmeleri bu doğrultudaydı. Keza Ürdün, Mısır, Cezayir gibi ülkelerde de aynı hat hâkimdi. İşçi ve emekçi sınıfların KP’ler eliyle burjuvazinin kuyruğuna takıldığı bu ülkelerde yürüyen ulusal kurtuluş savaş-

marksist tutum

ları, kapitalizmin dışına asla çıkılmadığı halde, anti-emperyalist, hatta anti-kapitalist mücadeleler olarak gösteriliyordu. SBKP kaynaklı “kapitalist olmayan yol” stratejisinin ilk örneği olarak sunulan (aslında devlet kapitalizminin Bonapartist bir rejim altında hüküm sürdüğü bir ülke olan) Nasır Mısır’ında, komünist hareketin önderlerinden Lütfi el-Kuli’nin, “devrimin sosyalizm doğrultusunda gelişmesi işçi sınıfının öncülüğüne bağlı değildir” sözleri, Marksizm dışı bu anlayışın nerelere vardırıldığının tipik bir göstergesidir. İşçi ve emekçi sınıfları milliyetçi-devrimci subaylarla sözde müttefik kılma, gerçekteyse burjuvazinin kuyruğuna takma stratejisi, hemen her ülkede işçi sınıfına yönelik ağır baskılarla ve komünistlerin katledilmesiyle sonuçlanmıştır. Endonezya’da ise bu ihanet çizgisi korkunç bir trajediye yol açmıştır. 1960’ların ortalarında Endonezya Komünist Partisi 3,5 milyon üyesi ve 15 milyon sempatizanıyla dünyanın en büyük komünist partilerinden biriydi. Sovyetler Birliği ve Çin’le yakın ilişki içinde olan bu parti, Endonezya bağımsızlığına 1945 yılında kavuşan bir ülke olmasına rağmen hâlâ milli burjuvaziyle ittifak politikası izlemekteydi. Bu partinin başkanı Aidit, 1964 yılında, Türkiyeli sosyalistlerin ezici bir çoğunluğunun savunduğu tezlerle birebir örtüşecek şekilde şunları söylüyordu: “Endonezya ulusal burjuvazisi çok gençtir ve toprak ağalarıyla yakın bir ilişkisi vardır. Yani bir ayağı kapitalizmde, diğer ayağı feodalizmdedir… Endonezya’nın 1945 devrimi, emperyalist çağda burjuva demokratik devrim sürecini gerçekleştirmemiştir. Endonezya devrimi şimdilik sosyalist proleter devrimi aşamasında değil, burjuva devrimi aşamasındadır.”7 Ne var ki, EKP’nin işçi sınıfını tümüyle kapitalizmin sınırlarına hapseden sınıf işbirlikçi politikaları (burjuvazinin “ilerici” kesimleriyle, milliyetçi devrimci subaylarla vs. ittifak kurma), yukarıdaki satırların yazılmasının üzerinden bir yıl geçmeden, korkunç bir katliama zemin hazırlayacaktı. Başkan Sukarno’nun (kendisi o zamana kadar KP kongrelerine “onur konuğu” olarak teşrif ediyordu) atadığı general Suharto’nun 1965 yılında gerçekleştirdiği darbeyi izleyen birkaç hafta içerisinde, Endonezya’da yüz binlerce komünist katledildi. “Yirminci yüzyılın en kitlesel katlia-

Sukarno ve Aidit

15


marksist tutum

mı” olarak CIA kayıtlarına geçen bu katliamda ölen komünistlerin tahmini sayısının 500 bin ilâ 1 milyon arasında olduğu belirtilmektedir. Böylece, sosyalizm adına izlenen ihanet çizgisi sonucunda, dünyanın en büyük komünist partilerinden biri, eser kalmamacasına yok edilmiştir. Tüm bu örnekler, 60-70’li yıllarda Türkiye sosyalist hareketine damgasını basan MDD çizgisinin, Stalinist Sovyet ve Çin bürokrasisi eliyle nasıl tüm dünya sosyalist hareketine hâkim kılındığını göstermektedir. Bu milliyetçi çizgi, Kemalizmin mutlak egemenliği altındaki Türkiye topraklarında fazlasıyla mümbit bir zemin bulmuş ve serpilip gelişmekte hiçbir zorluk çekmemiştir.

Küçük-burjuvazinin anti-emperyalizmi Türkiye’de tepeden bir burjuva devrimin gerçekleşmesinin üzerinden 80 küsur yıl, özünde “burjuva demokratik” devrimi savunmaktan başka bir anlama gelmeyen MDD tezlerinin Türkiye sosyalist hareketi içinde revaç bulmasından bu yanaysa yaklaşık 40 yıl geçti. Bugün ise Türkiye, genel olarak solu da etkisi altına alan yeni bir milliyetçi histeri döneminden geçiyor. Mevcut konjonktür, emperyalist savaşın kutuplaştırıcı gücünün her geçen gün biraz daha belirgin hale geldiği, TC’nin AB ve ABD’yle ilişkilerinin giderek bozulduğu ve Kürt sorununda burjuva rejimin şimdiye kadar hiç karşılaşmadığı bir düzeyde sıkıştığı bir konjonktürdür. Bu konjonktürde statükocu burjuva güçler, gerici, şoven bir milliyetçilik anlayışı üzerine oturan eski statükonun korunması ve sürdürülmesini amaçlayan yeni planlar yapıyorlar ve kitleleri de bu melun planlarının peşine takabilmek için her türlü demagojiye ve provokatif eyleme başvurmaktan çekinmiyorlar. Emperyalist askeri güç NATO’nun en büyük ordularından biri olan Türk ordusunun tepesindeki generaller, NATO’dan çıkmayı ağızlarına almıyorlar ama demagojik söylemlerinde “anti-emperyalist” kesiliveriyorlar. Özellikle emekli olduktan sonra her biri bir “sivil” toplum örgütünün başında arzı endam eden paşaların hep bir ağızdan milliyetçi nutuklar atmaları, “emperyalizm karşıtı” bir söy-

16

Temmuz 2007 • sayı: 28

lem tutturmaları, Rusya ve Çin’den övgüyle söz etmeleri çok manidardır. Mevcut konjonktürde huzursuz küçükburjuvazinin ruhunu okşamak üzere yabancı düşmanlığı ekseninde “tam bağımsızlık” ve “anti-emperyalizm” gibi sloganların yükseltilmesi ve türlü yöntemlerle kitlelerin seferber edilmeye çalışılması, baskıcı-otoriter bir burjuva devlet rejimini işler kılmayı hedefleyen statükocu güçlerin planlarının bir parçasıdır. Ne var ki, bugün devrimci-demokrat ve reformist küçük-burjuva solun hatırı sayılır bir kesimi, olağanüstü rejimlerin ve kanlı savaşların kapıda beklediği bu atmosferde, yükselen postal seslerini ve alevleri görmek yerine, statükocu güçlerin dolgu malzemesi olarak kullandığı kentli orta sınıfların meydanlarda yükselttikleri bu sloganların büyüsüne kapılmış durumdalar. Bunlar, alanlarda ağızlarından köpükler saçarak Kürt düşmanlığı yapan bu kitlenin “sezgi”lerine bel bağlamakta, onda insanlık onuru, demokratlık ve anti-emperyalist duyarlılık gibi faziletler keşfetmektedir. Çektiği her türlü sıkıntının kaynağını kapitalist sistem yerine yabancılarda ya da şimdilerde olduğu gibi Kürtlerde somutlaştıran orta sınıfın “ne ABD ne AB, tam bağımsız Türkiye” tarzındaki çığırtkanlığıysa anti-emperyalist duyarlılığın somut bir göstergesi olarak değerlendirilmektedir. Marx ve Engels Komünist Manifesto’da, “sanayinin ayakları altından ulusal temelin çekilip alınmasının gerici küçük-burjuvaziyi derin kederlere boğduğunu” söylüyordu. Bu satırların kaleme alınmasından 160 yıl sonra, üstelik de Marksizm adına, kederler içindeki küçük-burjuvazinin gerici hezeyanlarından ilericilik, devrimcilik, gerçek bir emperyalizm karşıtlığı beklenebiliyor: “Meydan, emperyalizme bağımlılığa karşıdır. Meydanın insanlık onuru var. Bu yüzden karşılar şeriata. Meydanın ulusal onuru var, bu yüzden karşılar emperyalistlere. (...) Esas olan, güçlü ya da zayıf, az ya da çok, meydandaki tüm dinamikleri görebilmektir. Onlarca, hatta yüzlerce slogan, talep arasında esas olan ve aslında yüzbinleri oraya toplayan temel etken durumundakileri görebilmektir. Meydandan, kürsüdekilerin çoğu onaylamıyor olsa da, «Ne ABD Ne AB, Bağımsız Türkiye» sloganları yükseliyordu. (…) Bunlar, «sezgisel» de olsa, siyasal olarak AB’ciliğin, Genelkurmaycılığın etkisini azaltan, bağımsızlığı ve demokrasiyi birbirinden kopartan yaklaşımları aşan tavırlar olarak dikkat çekiciydi.” (Yürüyüş) Kimileriyse, “anti-emperyalizm bayrağını ırkçılık ve Kürt karşıtlığı üzerinden değil, “Tam Bağımsız Türkiye” şiarının gerekleri üzerinden geliştirme zamanıdır. … Şimdi halk demokrasisini geliştirme zamanıdır” (sendika.org) diyerek, işçi sınıfının öncülüğünde gerçekleştirilecek bir proleter devrim dışında da anti-emperyalizmin ve “halk demokrasisinin” geliştirilebileceği hayallerine sarılıyorlar. Görüyoruz ki, emperyalizmi


Temmuz 2007 • sayı: 28

üç beş gelişmiş kapitalist ülkenin sömürgecilik politikaları olarak gören küçük-burjuva sosyalistler, Ekim Devriminin üzerinden nice deneyimlerle dolu 90 yıl geçmesine rağmen, demokrasi mücadelesinin ve emperyalizme karşı yürütülecek gerçek mücadelenin doğasını kavramaktan alabildiğine uzaktırlar. Küçük-burjuva solların anti-emperyalist mücadele anlayışları konusunda Elif Çağlı Kolonyalizmden Emperyalizme adlı kitabında şunları söylemektedir: “Küçük-burjuva demokratların anti-emperyalist mücadele anlayışları yarım yamalaktır; çünkü bunlar, emperyalist politikalarla kapitalist işleyişin ekonomik temelleri arasındaki çözülmez bağları görmezden gelirler. Emperyalizmin karşısına «ulusal kapitalizm»i çıkartarak, emperyalizmden bağımsız bir kapitalizmin de pekâlâ mümkün olabileceği hayalini yayarlar. Emperyalizmi, tüm kapitalist ülkeleri kaçınılmazlıkla içine alan dünya kapitalist sistemi olarak kavramaktan acizdirler ya da böyle kavramak işlerine gelmez. Nüansları bir yana bırakacak olursak, tüm küçük-burjuva sol akımlara egemen olan «anti-emperyalizm» anlayışının özü şudur; ülke içindeki kapitalist işleyişe kökten tutum almayan, dolayısıyla anti-kapitalist içerikten yoksun bulunan ve yalnızca dış faktöre indirgenmiş olan sözde bir emperyalizm karşıtlığı! Küçük-burjuvazi nezdinde anti-emperyalizm, sömürgeci ve ilhakçı «politikalara karşı» tutum almaktan ibarettir.” Emperyalizmden bağımsızlık sorununu bir toplumsal kurtuluş sorunu olarak değil ulusal bağımsızlık sorunu olarak ele alan küçük-burjuva solculara karşı Elif Çağlı, emperyalizm döneminin ekonomik bağımlılığını sömürgecilik döneminin siyasal bağımlılığı ile bir tutmanın hiçbir bilimsel temeli olmadığını belirtir ve şöyle devam eder sözlerine: “Zira, siyasal bağımsızlığın kazanılması kapitalist sistemin işleyişi ile çelişmemektedir. Tam tersine, emperyalist kapitalizm altında güçlü kapitalist ülkeler, bu bağımsızlığa sahip tüm ülkeleri de bin bir türlü ekonomik mekanizmayla kendilerine bağımlı kılmaktadırlar. Ama bu, artık sistemin bir bütün olarak işleyişine içsel olan eşitsizlik temelinde karşılıklı bağımlılık olgusudur. Kapitalizm altında bu bağımlılıktan kurtulmak mümkün değildir. Ve daha da önemlisi, ekonomik bağımlılığı gerekçe göstererek, az ya da orta derecede gelişmiş kapitalist ülkelerin bir zamanların sömürge ya da yarı sömürge ülkelerinde olduğu gibi bir ulusal kurtuluş mücadelesi vermeleri gerektiğini ileri sürmek hiç doğru değildir.”8 Çeşitli gerekçelerle proleter devrimin önüne bitmez tükenmez aşamalar koyanlar, bugüne dek sayısız ülkede işçi sınıfını devrim yolundan saptırdılar. Proletaryayı ütopik bir “tam bağımsızlık” ve idealize edilmiş bir burjuva demokrasisi hedefiyle sınırlayan, bu uğurda ona burjuvaziyle anti-tekel, anti-faşist, anti-emperyalist halk cepheleri kurma stratejilerini dayatan Stalinizm, pek çok proleter devrim fırsatını işçi sınıfını burjuvazinin kuyruğuna takarak

marksist tutum

heba etti. Tek ülkede sosyalizm, aşamalı devrim, yurtseverlik gibi Marksizm dışı anlayışların dünya sosyalist hareketinde baskın kılınması, küçük-burjuva sosyalist akımların beklentilerinin tam tersine “demokrasiyi” ve “bağımsızlığı” getirmeyip, kapitalizmin en baskıcı, en gerici ve en saldırgan uygulamalarıyla tüm dünyada zaferini ilan etmesini sağladı. Yıllar önce Lenin, burjuvazinin dünyanın hiçbir yerinde çözememiş olduğu burjuva demokratik görevleri Ekim Devriminin çok kısa bir sürede çözdüğünü belirterek şöyle diyordu: “Burjuva demokratik devrimin sorunlarını; ilerlerken, geçerken, bizim esas ve gerçek, bizim proleterdevrimci, sosyalist çalışmamızın «yan ürünü» olarak çözdük. Reformlar ... devrimci sınıf mücadelesinin yan ürünüdür. Burjuva demokratik dönüşümler ... proleter, yani sosyalist devrimin yan ürünüdür.... Birincisi ikincisine doğru büyür. İkincisi geçerken birincisinin sorunlarını çözer.”9 Böylece Lenin, demokrasi sorunu da dahil olmak üzere çözülmemiş pek çok burjuva demokratik görevi tam olarak çözebilecek tek iktidarın, devrimci işçi sınıfının iktidarı olduğunu söylüyordu. O günlerden günümüze yaşanan onca olumsuz deneyim, bu sözleri tersinden de olsa defalarca doğrulamıştır. Komünistlerin bugün dünyanın her yerinde savunacakları tek hat, bütünsel bir geçiş programı ve süreklilik anlayışına dayanan ve dünya devriminin parçası olarak algılanması gereken proleter devrim hattıdır. İster yaşadığımız topraklarda ister başka ülkelerde olsun, bir bütün olarak dünya kapitalizmine karşı savaşmak zorunda olan işçi sınıfı, kendisini ulusal çitler içinde tutmaya çalışan burjuvaziyi devirip iktidarı fethederek, dünya sosyalist devrimi yolunda önemli bir adım atmış olacaktır. Bu yüzdendir ki, devrimi ilerleterek büyütmeyi ve tüm ulusal çitleri yıkarak kapitalizmi dünya üzerinden silmeyi hedefleyen devrimci proletaryanın şiarı, “bağımsız bir ülke” değil, tüm insanlığın birbirine kardeşçe bağlanıp kenetlendiği sosyalist bir dünya olmalıdır. 

________________________ 1

Mehmet Sinan, “Marksizm ve Türkiye Solunun İdeolojik Geleneği”, MT, Haziran 2005

2

Mihri Belli, Yazılar 1965-1970, Sol Y., s.56

3

akt: Ergun Aydınoğlu, Türkiye Solu, Versus Y., Mayıs 2007, s.116

4

akt: Ergun Aydınoğlu, age, s.152

5

Mihri Belli, age, s.95-96 ve 384

6

bkz. Ergun Aydınoğlu, age, s.162

7

akt: Şeref Işıldak, Endonezya Devrimi, Z Y., 2001, s.17

8

Elif Çağlı, age, s.47 ve 33

9

Lenin, “Ekim Devriminin Dördüncü Yıldönümü Üzerine”, SE, c.6, İnter Y.,1995, s.519

17


Filistin’de İç Savaş ve Kaynayan Ortadoğu Kazanı Kerem Dağlı

ABD

emperyalizmi Büyük Ortadoğu Projesi kapsamına giren coğrafyanın tamamında, doğrudan ya da dolaylı olarak kendisine tehdit olarak gördüğü unsurların hepsine karşı ortak bir cephe oluşturmaya ve bu unsurları zayıf düşürerek, bölmeye, parçalamaya, yok etmeye uğraşıyor. Bu çerçevede Irak’ta direnişçi gruplara yönelik sert ve kanlı saldırılar öngörülürken, Filistin ve Lübnan’da da Hamas ve Hizbullah’ın gücünün kırılması hedefleniyor. Kanlı planlarının hayat bulabilmesi için her türlü mezhepsel, etnik ve siyasi ayrımı sonuna kadar körükleyen ABD emperyalizmi, tarafları el altından birbirine karşı kışkırtmayı da ihmal etmeyerek, özellikle Filistin ve Lübnan’da bir iç savaş ortamı yaratmaya uğraşmaktadır. ABD böylece hem Sünni-Şii cepheleşmesinin hem de yeni askeri saldırıların yahut işgallerin zeminini hazırlamaktadır. ABD-İsrail ikilisinin Ortadoğu’ya yaptıkları bu pervasız müdahaleler ve neredeyse her yapılanı sessizce onaylayan AB’li emperyalistler yüzünden, Ortadoğu’da bulunan pek çok ülkede Ortaçağı hatırlatan manzaralar ortaya çıkmıştır. Bölgedeki mezhepsel ve etnik farklılıklar, emperyalist ve kapitalist güçlerin birbirleriyle giriştikleri kapışmanın araçlarına dönüştüğünden, Ortaçağın feodal beyliklerini ve siyasal dağınıklığını andıran bir yapı ortaya çıkmıştır. Afganistan’da olduğu gibi, Irak, Filistin ve Lübnan’da da onlarca örgüt veya savaş ağası, kendi “bağımsız” yahut “özerk” bölgelerinde hüküm sürmekte, bir kısmı küçük

18

beyliklerini ilan etmekte ve böylece ortaya çıkan kaos ortamında hem ABD-İsrail karşıtı direnişin merkezileşmesinin hem de bağımsız bir işçi-emekçi cephesinin oluşmasının önünde engel oluşturmaktadırlar. Bu durum, Afganistan’dan Sudan’a kadar çok geniş bir coğrafya için geçerlidir. Farkında olunmasa da bu süreç Ortadoğu’yu ciddi bir parçalanmaya doğru götürmektedir. 1967’deki İsrail-Arap savaşındaki yenilgiden sonra prestijini yitiren “Arap Birliği” fikrinin sağladığı birleştirici etkinin yokluğu ve bölgenin sahip olduğu muazzam çeşitlilikteki mezhepsel ve etnik yapı, sürecin gidişatını etkileyen nesnel zemini oluşturuyor. Ama daha da önemlisi, hem halkları hem de direniş hareketlerini birleştirip merkezileştirerek asıl hedef olması gereken emperyalist-kapitalist sisteme yöneltecek devrimci bir hareketin, alternatifin yokluğudur. Hamas ile El Fetih arasında yaşanan çatışmalarla Filistin’de ortaya çıkan tablo, bu duruma uygun bir örnek teşkil ediyor.

“İntifada”dan “Favda”ya… Geçmişte El Fetih denildiğinde ilk akla gelen Filistin kurtuluş hareketi ve Filistin halkının haklı mücadelesiydi. Şimdi ise El Fetih’ten ya da şimdiki lideri Mahmut Abbas’tan bahsedildiğinde ilk akla gelen şey, gırtlağına kadar yolsuzluklara ve rüşvete batmış, Filistin halkına gönderilen dış yardımları kendi devasa güvenlik aygıtını kurmak


Temmuz 2007 • sayı: 28

ve yerini sağlamlaştırmak için harcayan bir yönetimdir. Bu yönetim, Filistin halkının kurtuluş mücadelesine önderlik etme vasfını yitirmiştir. Ulusal kurtuluş hareketlerinin neredeyse tamamında görülebilecek olan bu gelişme çizgisi, bu hareketlerin sınırlılıklarını ve burjuva özünü ortaya koyması bakımından önemlidir. Filistin kurtuluş hareketinin başını çeken siyasal önderlikler de bu sınırlılığa ve burjuva öze sahiptirler. Kimilerinin şaşkınlıkla izlediği ve “göz göre göre Filistin’i mahvediyorlar” dedikleri Hamas ile El Fetih arasında yaşanan çatışmalar, Marksist bakış açısıyla değerlendirildiğinde hiç de sürpriz değildir. Ulusal kurtuluş hareketlerine ısrarla boyundan büyük anlamlar yükleyenleri bir tarafa bırakırsak, bu türden hareketlerin işçi sınıfının devrimci önderliği altına girmedikleri sürece burjuva düzenin sınırları içinde kalmaları ve dolayısıyla burjuva kamplardan birine sırtlarını dayamaları son derece normaldir. Zaten aksi de beklenemez. İran ve Suriye tarafından desteklenen Hamas 2006 Ocağında seçimleri kazandığından beri başta ABD ve İsrail olmak üzere tüm “uygar dünya”, Filistin halkını bu “yanlış demokratik seçimleri” yüzünden cezalandırmaya koyuldu. Derhal siyasi ve ekonomik ambargolar yürürlüğe konularak Filistin halkı açlıkla terbiye edilmeye çalışıldı. Amaç, radikal Hamas’ın yerine tekrar ılımlı El Fetih’in işbaşına gelmesini sağlamaktı. Çünkü El Fetih, bir parçası olduğu FKÖ ile birlikte düşünüldüğünde, 1993’teki Oslo görüşmelerinden bu yana emperyalistler nezdinde rüştünü ispat etmişti. Hamas ise daha militan ve mücadeleci çizgisiyle halkın “bağımsızlık” umutlarını yeşertiyor, ABD ve İsrail’e karşı direnmesine öncülük ediyordu. Hamas’ın tecrit edilerek gözden düşürülmeye ve yok edilmeye çalışılması bundandır. ABD emperyalizmi kendisine kafa tutan halkları dize getirmek için bu tür ambargolara sıkça başvurmaktadır. Hatırlanacak olursa her iki Körfez savaşından önce de Irak halkı benzer biçimde “terbiye edilmeye” çalışılmıştı. İran ve Suriye’ye uygulanan ambargolar halen devam ediyor. Yakın zaman önce Venezuela’ya, geçmişte de Libya ve Küba gibi ülkelere –bu ülkeye uygulanan ambargo halen devam etmektedir– uygulanmıştı. Bugün de, Gazze ve Batı Şeria’ya hapsedilmiş olan Filistinlilerin en temel insani ihtiyaçlarını karşılamaları bile imkânsız hale getirilmiş durumda. Sağlık, eğitim vb. kamu hizmetleri sağlanamıyor. Elektrik, su, kanalizasyon gibi altyapı tesisleri de İsrail tarafından kasıtlı biçimde tahrip ediliyor. On binden fazla Filistinli, İsrail’in açık veya gizli hapishanelerinde en aşağılık işkencelere maruz kalıyorlar. Gazze ve Batı Şeria’da yaşayan Filistinlilerin durumu mülteciden farksız. Katil ve terörist İsrail devletinin kendini güvende hissetmesi için Filistin halkının açlıktan ölmesi, aşağılanması ve rezil durumdaki Gazze gettolarında İsrail tanklarınca ezilmesi ge-

marksist tutum

rekiyor. Hamas’ın seçimleri kazanmasını bir türlü hazmedemeyen ABD ve İsrail, Hamas’ı tanımadıklarını ve terörist bir örgüt olarak gördüklerini ilan etmişlerdi. Tüm haksız saldırılara ve baskılara rağmen Hamas, ezici çoğunlukla elde ettiği iktidarı El Fetih ile paylaşmaya karar verdiğinde de, ABD ve İsrail “Birlik Hükümeti”ni tanımayacaklarını açıkladılar. Gerekçeleri ise Hamas’ın İsrail’i tanımaması, şiddet kullanmaya devam etmesi ve geçmiş anlaşmalara uymamasıydı. Oysa Ortadoğu Dörtlüsü’nün “barış ancak bu şartlar yerine getirilirse gerçekleşir” diyerek koyduğu şartları asıl kabul etmeyen ve baltalayan İsrail’dir. İşgal ettiği Filistin topraklarında onyıllardır haksız bir savaş yürüten terörist İsrail devleti, kendisinin veya hamisi ABD’nin imza koyduğu uluslararası anlaşmaların neredeyse tamamını ihlal etmiş, bıraktık Filistin devletini, Filistin Yönetimini bile kerhen ve sözde tanımış, barış anlaşmalarını her zaman ilk bozan taraf olarak barbarca bir şiddet uygulamaktan ve en rezil provokasyonları düzenlemekten kaçınmamıştır. Ve tüm bu yaptıklarına karşılık ne meşhur “uluslararası kamuoyu”ndan ne “uygar” dünyanın “bağımsız” medyasından ciddi tek bir kınama almıştır. Oysa Hamas, üstelik de söylendiğinin aksine İsrail’le görüşmeye hazır olduğunu beyan ettiği ve hâlihazırda bir ateşkesi tüm İsrail provokasyonlarına rağmen1 sürdürdüğü halde, emperyalist Batı ülkeleri tarafından “terörist” ilan ediliyor. Başlangıçta Mekke Zirvesi temelinde Hamas’la “Birlik Hükümeti” kuran ve ABD’ye bunun tek çıkar yol olduğunu anlatmaya çalışan Abbas ise kısa sürede geri adım attı. Bu kaçınılmazdı, çünkü Oslo anlaşmasından bu yana dış yardımlarla, özellikle de ABD’nin yardımlarıyla ayakta duran El Fetih/Filistin Yönetimi, dışarıdan gelen milyon dolarlarla beslenen bürokratik bir aygıta çoktan dönüşmüş-

19


marksist tutum

tür. Ve bu anlamda da ABD’ye göbekten bağlıdır. ABD’nin isteği de Hamas’ın etkisizleştirilmesidir. El Fetih’i Hamas’la çatışmaya iten bir diğer faktör de, iktidarını kaybetmek istememesidir. El Fetih, kendisi dışındaki tüm hareketleri kontrol altında tutmak istemekte ve Filistin davasının “resmi temsilcisi” sıfatıyla tüm uluslararası görüşmelere tek başına katılarak her türlü pazarlığı el atından yapabilmeyi arzulamaktadır. Gelen dış yardımlar üzerindeki tasarruf hakkını kimseyle paylaşmamayı isteyen El Fetih’in Hamas’a tepki duyması beklenen bir şeydi. ABD yönetimi de bu ikiliği kendi lehinde kullanarak, başından beri El Fetih’i Hamas’a karşı kışkırtmış ve silahlandırmıştır. ABD ve İsrail “uluslararası kamuoyu”nun ikiyüzlü sessizliğinden de cesaret alarak, “Birlik Hükümeti”ni bozmak için ellerinden geleni yaptılar. Ancak Suudi Arabistan’ın önderliğindeki Arap devletlerinin biraraya gelerek hazırladıkları Arap Barış Planı, Mart ayının sonlarına doğru, Filistin meselesinin nihai olarak çözülmesi karşılığında İsrail devletinin tanınacağı biçiminde bir formülasyonla ortaya konulunca, İsrail tarafından da destek bulur gözüktü. Bu plan, İsrail’in 1967 sınırlarına çekilmesi, Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü kapsayacak bir Filistin devleti kurulmasını, Filistinli mültecilere geri dönüş hakkının tanınmasını ve bunlara karşılık da Arapların İsrail devletini tanımalarını ve tam barışın sağlanmasını içeriyordu. İsrail, başlangıçta, mültecilerin geri dönüşü meselesi dışında planı kabul edilebilir bulduğunu ve görüşmelere hazır olduğunu açıkladı. Fakat ABD’nin müdahalesiyle hemen çark ederek, Filistin Yönetimi başkanı Abbas ile meseleyi özel olarak görüşeceğini duyurdu. Tabii ki bu görüşmeden hiçbir şey çıkmadı ve başlanılan noktaya geri dönülmüş oldu. Pamuk ipliğine bağlı olarak yürüyen Hamas-El Fetih koalisyonu da böylece fiilen çöktü. Halkın desteğine sahip olmayan ve kendi içinde dahi çatlak seslerle karşı karşıya kalan El Fetih açısından tek çıkar yol fiili bir durum yaratarak tekrar güç kazanmaktı. Abbas, ABD-İsrail ikilisinin planlarına uyarak Hamas’a karşı saldırıya geçti ve çatışmalar tırmanmaya başladı. Bu çatışmalar Nisan ayından bu yana artarak sürüyor. Fakat onca ABD yardımına rağmen, ki 120 milyon dolara varan silah ve para yardımı yapıldığı söylenmektedir, Hamas ani ve beklenmedik bir hamleyle Gazze’nin tüm kontrolünü ele geçirmeyi başardı. Dolayısıyla coğrafi olarak ve fiilen zaten iki parça olan Filistin, siyaseten de ikiye bölündü. Her ne kadar Batı Şeria’da da Hamas’ın güçlü bir etkisinden bahsetmek mümkünse de, ABD ve İsrail’in desteklediği El Fetih şimdilik bu kısımda hâkimiyetini sürdürüyor. Son olarak Abbas olağanüstü hal ilan etti ve “Birlik Hükümeti”nin düştüğünü, yerine kendisinin bir kabine atayacağını açıkladı. Hamas ise bu açıklamaların pratikte hiçbir değerinin olmadığını beyan etti. Abbas’ın atadığı hükümet anayasaya göre 30 gün içerisinde meclis tarafından onanmak zorunda. Meclis çoğunluğu ise

20

Temmuz 2007 • sayı: 28

Hamas’ta olduğundan böyle bir şey ihtimal dâhilinde değil. Ortadoğu’nun acılı ama direngen Filistin halkı iki ateş arasında kalmış vaziyettedir. Bir yandan Hamas ve El Fetih arasındaki çatışmalar yüzünden her gün onlarca insan ölüyor, diğer yandan durumu fırsat bilen İsrail’in saldırıları yeni canlar almaya devam ediyor. Gelinen noktada iki grup arasındaki çatışmaları önlemek için kendini araya atan ve gösteriler yapan halkın üzerine bile ateş açılması ise, intifada adı verilen direnişleriyle bir dönem tüm dünyada ezilenlerin sempatisini kazanan ve cesaretleriyle, kavgacılıklarıyla örnek teşkil eden Filistin halkının trajedisidir. Kısacası intifada yerini favdaya2 terk etmiştir. Tüm bu kargaşa ortamından ve kısırdöngüden kârlı çıkan taraf ise, her zamanki gibi İsrail ve ABD emperyalizmidir. Mevcut durum ABD ve İsrail planlarının başarıya ulaşmış olduğu anlamına geliyor. Önümüzdeki süreçte İsrail, Batı Şeria’da hâkimiyet kuran Abbas’la kendi şartlarını dayatarak “barış” anlaşmaları yapmaya ve yeni işgaller ve saldırılarla Hamas’ı ezmeye çalışacak. Batı Şeria’da yeni yerleşim yerleri inşa etmek, Kudüs’ün geri kalanını ele geçirmek ve Filistin topraklarını bölerek gaspeden duvarın inşasını tamamlamak için ihtiyaç duyduğu zamanı kazanmış olacak. Yine de işlerin İsrail’in istediği yönde aksamadan yürüyeceğini düşünmemek gerekir. Tüm desteğe rağmen El Fetih’in Gazze’den atılması, Batı Şeria’da da aynı şeyin tekrarlanabileceğinin göstergesidir. Bu durumda İsrail yeni bir topyekun saldırıya girişmekten çekinmeyecektir. Devam eden ekonomik ambargo ve baskı koşullarıyla birlikte düşünüldüğünde, bu durum tıpkı daha öncekiler gibi yeni bir intifadaya yol açabilir. Ortadoğu genelinde kitlelerin ruh haline bakıldığında, oldukça yaygın bir ABD ve İsrail karşıtlığı olduğu rahatlıkla görülebilir. İslam coğrafyasının büyük bir kısmında ABD-İsrail ikilisine ve bunların işbirlikçisi olarak görülen yönetimlere karşı ciddi bir öfke söz konusudur. Bu öfke çoğunlukla radikal İslamcı akımlara kanalize olmakta ve çoğu yerde de direniş hareketleri olarak somutlanmaktadır. Afganistan’da, Irak’ta, Filistin’de, Lübnan’da, Sudan’da vb. pek çok yerdeki durum budur. Bu bağlamda Filistin halkının girişeceği yeni bir intifada hareketi için iç ve dış şartların uygun olduğu söylenebilir. Durumun farkında olan ABD emperyalizmi ise her yerde bu direnişleri


Temmuz 2007 • sayı: 28

ezmek ve/veya bölüp parçalamak, birbirinden koparmak için aynı oyunu tezgâhlıyor; Hamas’a karşı El Fetih’i, Hizbullah’a karşı Sünni grupları ve Lübnan hükümetini destekliyor. Her yerde direnişçilere komplolar kuruyor, onları karalıyor, işbirlikçilerinin yardımıyla toplumdaki iç çelişkileri de kullanarak hareketleri bölmeye ve kontrol altına almaya uğraşıyor.

Ortadoğu’da parçalanma süreci hız kazanmıştır ABD emperyalizminin Ortadoğu’ya ilişkin stratejisinin uygulama alanlarından ikincisi de Lübnan’dır. Kışkırtılarak yaratılan iç savaş ortamından bunu anlamak kolaydır. Lübnan da Filistin gibi bölgesel ve uluslararası çekişmelerin arenasına dönüşen ülkelerden birisidir. Geçtiğimiz yıl yaşanan İsrail işgalinden sonra tam anlamıyla harabeye dönen ülkede, daha ABD destekli Sinyora hükümetiyle Hizbullah’ın başını çektiği muhalefet arasındaki çekişme durulmamışken ikinci bir çatışmanın patlak vermesi, bu tespiti pekiştiren bir gelişmedir. Lübnan ordusu geçtiğimiz haftalarda, banka soygunları ve çeşitli silahlı eylemler düzenledikleri gerekçesiyle peşine düştüğü Fetih-ül İslam3 adlı örgütün militanlarını yakalamak için, ülkenin kuzeyinde bulunan Nahr el Bared adlı Filistin mülteci kampına operasyon düzenledi. Kampın top ateşine tutulmasına kadar varan şiddetli saldırıların ardından, 80’den fazla insanın hayatını kaybetmesi üzerine geçici olarak ateşkes ilan edildi. Adı sanı pek duyulmamış Fetih-ül İslam gibi bir örgütle Lübnan ordusu arasında bu denli şiddetli çatışmaların yaşanması, kampa yönelik operasyonun ardından örgütün Beyrut’ta çeşitli bombalama eylemlerine girişmesi ve sadece 400 kadar militanı olduğu söylenen bir örgütün bütün Lübnan’ı allak bullak edecek denli ortalığı karıştırması düşündürücüdür. Başlangıçta örgütün El Kaide uzantısı olduğu ve Suriye tarafından desteklendiği iddia edilse de, Amerikalı bir gazetecinin açıklamaları olayın içyüzünün ve boyutlarının farklı olduğunu gösteriyor. El Kaide denilen örgütün ya da cephenin, ABD’ye ve onunla işbirliği yapan hükümetlere karşı her yerde direniş hareketlerini örgütlemeye çalıştığı ve desteklediği biliniyor. Bu mantıkla bakıldığında, ABD destekli Lübnan hükümetine karşı savaşan Fetih-ül İslam örgütünün de arkasında olabileceği düşünülebilir. Fakat gazeteci Seymour Hersh’in açıklamalarına göre Fetih-ül İslam, CIA ile Suudi Arabistan istihbarat servislerinin ortak bir projesi çerçevesinde, Lübnan’daki Şii Hizbullah’ın etkisini kırmak amacıyla ona karşı kurulan ve desteklenen paravan bir örgüttür ve faaliyetlerine yakın zamana kadar bizzat Lübnan ordusu tarafından da göz yumulmuştur. Ancak tam olarak denetim altına alınamayan örgüt militanları, kendilerine söz verilen para yardımlarının da aksaması üzerine banka soyma gibi eylemlere girişmiş, durum tamamen kontrolden çıkınca da Şiilerin ağırlıkta olduğu Lübnan ordusunun önüne atılmışlardır. Bu nispe-

marksist tutum

ten makul ve akla yatkın bir açıklamadır, çünkü ABD’nin bu konudaki sicili yeterince bozuktur. Örnek olarak, bugün baş düşmanı ilan ettiği Usame bin Ladin ve El Kaide’nin bile CIA-Pakistan ortak yapımı olduğu –ki bu örnek tek değildir– hatırlanabilir. Tabii ki bu durum, bugün için gözden düşmüş olan Fetih-ül İslam’ın, Suriye istihbarat servisi ve/veya El Kaide tarafından kullanılmadığı anlamına gelmez. Emperyalist-kapitalist güçlerin kendi aralarında giriştikleri it dalaşında her yol mubahtır. Lübnan ordusu ile Fetih-ül İslam arasındaki çatışmalar halen devam ediyor. Bu çatışmalarda kullanılmak üzere Lübnan’a 8 uçak dolusu mühimmat ve silah gönderen ABD, geçen yıl güvenlik amaçlı yaptığı 40 milyon dolarlık yardıma ek olarak bu yıl da 30 milyon dolar göndereceğini duyurdu. Kuşatılmış olan Nahr el Bared kampından dışarıya göç devam ediyor. Kampta yaşayan Filistinliler ciddi sıkıntı içindeler. Ölenlerin çoğunluğunun kampta yaşayan siviller olduğu sanılıyor. İşin aslı, Lübnan’da bulunan toplam 12 Filistin mülteci kampından birisi olan ve 40 binden fazla insanın yaşadığı Nahr el Bared kampındaki durum, toplam 400 bin Filistinli mültecinin yaşadığı Lübnan’daki kampların durumuna da ayna tutmaktadır. Bu kamplarda yaşayan Filistinli mülteciler oturma, çalışma ve diğer sosyal-siyasal haklardan yoksunlar. Lübnan vatandaşı sayılmıyorlar ve daima potansiyel bir tehdit olarak görülüyorlar. 1947’den bu yana çevre ülkelere göç eden Filistinli mülteciler, Lübnan’ın en yoksul bölgelerine yerleştirilmiş durumdalar ve geleceğe dair hiçbir umutları yok. Kamplarda yaşayanlar uluslararası yardım kuruluşlarının ve Arap ülkelerinin desteğiyle ayakta duruyorlar. Filistin örgütleriyle Lübnan hükümeti arasında yapılmış anlaşma gereği kamplara Lübnan ordusu giremiyor ve güvenlik tamamen Filistinli örgütler tarafından sağlanıyor. ABD emperyalizminin Lübnan’a yönelik müdahalelerinin ardında yatan ana sebep Hizbullah’ın etkisinin kırılmasıyken, ikinci bir faktör de Suriye’ye yönelik planlardır. Öteden beri Bush yönetiminin ajandasında yer alan projelerden birisi olan İsrail ile Suriye arasındaki bir savaşın kışkırtılması ve İran’ın da bu savaşın içine çekilmesi planına yönelik hazırlıkların bir parçası olarak ABD, Lübnan’ın kuzeyinde yeni bir askeri üs kurmayı düşünmektedir. İsrail’in geçtiğimiz yıl Lübnan’ı işgal ederek Hizbullah ile savaşmasının ardında yatan niyet buydu, fakat işler pek de istenildiği gibi gitmemişti. Yine de ABD’nin planını rafa kaldırdığı söylenemez. Halihazırda İsrail ile Suriye arasında sürmekte olan görüşmelerin çıkmaza girmesi ya da Suriye’nin Hariri suikastıyla ilgili olarak çıkartılmak istendiği uluslararası mahkemenin yaratacağı sonuçlar, ABD’ye böyle bir fırsat sunabilir. Bu savaşta İran’ın alacağı bir yenilgi yahut Suriye’de bir rejim değişikliğinin gerçekleşmesi, İran’ın Ortadoğu’daki etkisini zayıflatacaktır. Durumun fazlasıyla farkında olan İran ise, bir yandan Filistin, Lübnan ve Irak’taki tansiyonu düşürmeye, diğer yandan da Riyad’ın başını çektiği Sünni cepheyle görüşe-

21


Temmuz 2007 • sayı: 28

marksist tutum

rek ortamı yumuşatmaya ve ABD-İsrail ikilisinin hesaplarını boşa çıkarmaya çalışmaktadır. Ortadoğu coğrafyası içinde oldukça ciddi bir yer tutan Şii nüfusa ve gruplara oynayan İran’ın, Amerika’yı ve İsrail’i hedef tahtasına koyan çıkışlarının bölge halkları üzerinde önemli bir etki bıraktığı gerçektir. İran’ın bu yükselişi karşısında, başta Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleri (Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn, Kuveyt) olmak üzere Mısır ve Ürdün de rahatsızdır. Filistin meselesini çözmek ve bu yolla bölgedeki otoritesini arttırmak için önemli adımlar atan Suudi rejiminin çabalarının boşa gitmesi ve Hamas’la El Fetih çatışmasının çığrından çıkması, Lübnan’daki gelişmelerle birlikte değerlendirildiğinde, Ortadoğu’da barışın bu güçlerin eliyle gelemeyeceği bir kez görülmektedir. Ortadoğu’nun yoksul ve ezilen halkları, ABD emperyalizminin ve katil İsrail devletinin politikaları yüzünden acılarının kat be kat arttığının farkındalar. Farkında olmadıkları ise, ABD ve İsrail’e karşı savaşan İslamcı grupların ya da burjuva iktidarların, onların acılarını dindirecek niyete ve niteliğe sahip olmadıklarıdır. ABD emperyalizminin Şiilere karşı Sünni kartını oynamaya çalışması, bölgedeki siyasi kutuplaşmanın, güç çatışmalarının ve ekonomik-sosyal çöküşün giderek yayılmasına, derinleşmesine yol açmaktadır. Bu durum tüm Ortadoğu sathında toplumsal ve siyasal krizleri tetikleyerek yeni altüst oluşlara kapıyı aralamaktadır. Parçalanma eğiliminin güçlenmesi –ya da başka bir ifadeyle mevcut eğilimlerin ve gidişatın bölgeyi parçalanmaya götürmesi– son tahlilde bölgeyi kendi nüfuz alanlarına göre yeniden şekillendirmek isteyen ABD’ye hizmet etse de, radikal İslamın etkisini de önemli ölçüde arttırmıştır. Arap egemenlerinin bir kısmı tarafından da desteklenen El Kaide’nin halk kitleleri nezdinde popülaritesi oldukça yüksektir. Radikal İslamcı hareketlerin oluşturduğu bir cephe örgütlenmesi olarak nitelendirilebilecek bu örgütün, ABD’nin BOP kapsamındaki her yerde ona karşı savaşa tutuşmak üzere bir cephe oluşturmaya çalıştığı biliniyor. El Kaide, ABD’nin “terörle savaş”ından bu yana genişliyor, kök salıyor ve şubeler açıyor. ABD-İsrail ikilisinin tüm barış girişimlerini boşa çıkaran tutumları ve ABD’den yana saf tutmuş mevcut Arap iktidarlarının uzlaşma içeren planlarının her seferinde başarısızlıkla sonuçlanması da, ABD ve İsrail’le asla barış yapılamayacağını söyleyen El Kaide’nin işine yaramaktadır. * * * Ortadoğu halklarının genelinde yaygın olarak bulunan ABD-İsrail karşıtlığı, bu emperyalist ve işgalci güçlere karşı savaşanlara sempati duyulmasını da beraberinde getiriyor. Ortadoğu’nun yoksul ve ezilen halkları, ABD emper-

22

yalizminin ve katil İsrail devletinin politikaları yüzünden acılarının kat be kat arttığının farkındalar. Farkında olmadıkları ise, ABD ve İsrail’e karşı savaşan İslamcı grupların ya da burjuva iktidarların, onların acılarını dindirecek niyete ve niteliğe sahip olmadıklarıdır. Dolayısıyla teşhir edilmesi gereken gerçeklik budur. Aksi takdirde, öfkesi giderek biriken kitlelerin patlamasıyla açığa çıkacak devrimci enerjinin, bu burjuva kamplardan birine akması kaçınılmazdır. ABD’ye karşı olan tüm hareketlerin anti-emperyalist olarak ilan edilmesi, kitlelerde uyanacak devrimci enerjinin heba olmasına yol açacaktır. Ortadoğu meselesine ilişkin klasik sol yaklaşımın her türlü direnişin “kayıtsız şartsız” desteklenmesi anlayışına dayanıyor oluşu, bu tehlikeyi yaratan temel faktördür. Bu direniş hareketlerine, onları “desteklenebilir” kılmak için “anti-emperyalist” gömlekler giydirilmeye çalışılması ciddi yanılsamalara yol açmakta ve yukarıda koyduğumuz gerçekliğe ters düşmektedir. ABD’ye ve İsrail’e karşı savaşan yahut karşı çıkan İslamcı ve/veya milliyetçi akımların bu temelde olumlanması, ABD ve İsrail ile sınırlandırılan emperyalizme karşı en güçlü alternatifin de İslamcılık veya milliyetçilik olduğu yönünde yanlış bir algılamaya yol açıyor. Oysa bu akımlar güçlerini, emperyalist-kapitalist sisteme gerçek bir alternatif oluşturmalarına değil, aksine bu sisteme ve sosyalist hareketin yarattığı boşluğa borçludurlar. ABD emperyalizmine ve işgaline, İsrail’in estirdiği teröre karşı direnen halkların desteklenmesi tabii ki gereklidir, ama direnişin içinde yer alan yahut başını çeken hareketlerin otomatik olarak anti-emperyalist ilan edilmesi yanlıştır. Devrimci enerjinin yanlış yollara yönlendirilmesi tehlikesinin önlenebilmesi ve çıkabilecek devrimci fırsatların değerlendirilebilmesi, işçi-emekçi kitlelerin bugün için ABD ve İsrail karşıtlığında somutlaşan öfkelerinin doğru yöne kanalize edilebilmesine bağlıdır. Bunun için de, meselenin ABD veya İsrail ile sınırlı olmadığının, sorunun emperyalist-kapitalist sistemin doğasından kaynaklandığının kitlelere anlatılması, işçi-emekçi sınıfların bu temelde örgütlenip mücadeleye sevk edilebilmesi gerekiyor. 

____________________________ 1

İsrail, ateşkesi bozmaya zorlamak için Hamas’ın birçok üst düzey liderine suikastlar düzenlemiş ve sık sık işgal ettiği Gazze şeridinde rasgele katliamlara girişmiştir.

2

Favda sözcüğü Arapçada “kaos” ya da “kargaşa, keşmekeş” anlamına geliyor.

3

Kendisini Eylül 2006’da Fetih-ül İslam adıyla ilan eden örgütün, 1992 yılında kurulan Suriye yanlısı Filistinli grup Fetihül İntifada’nın içinden ayrılan bir grup tarafından kurulduğu belirtilmektedir. Fetih-ül İntifada ise Arafat’ın El Fetih’inden ayrılmıştı. Örgütün lideri Şakir el Absi, Hamas’ın Filistin ruhunu sattığını ve kendilerinin El Kaide’ye yakın olduklarını ifade etmektedir.


Savaş Tehdidi Altında Derinleşen Kriz Elif Çağlı

T

ürkiye’nin emperyalist savaş cehenneminin içine çekilme olasılığı bugün işçi-emekçi kitleler açısından can yakıcı bir önem kazanmış bulunuyor. Cumhurbaşkanlığı seçimi vesilesiyle statükocu-darbeci güçler tarafından yaratılan ve Kürt halkına yönelik şovenist bir kampanya ve savaş tehdidi eşliğinde sürdürülen büyük kriz tüm şiddetiyle devam ediyor. Genelkurmay mevcut burjuva hükümetin varlığını hiçe sayarak, adeta ikinci bir hükümet gibi gece yarısı muhtıralarıyla ipleri tamamen eline geçirme niyetini yeterince sergiledi. Liberal burjuva çevrelerin “ordunun siyasetten elini çekmesi” tartışmalarıyla üstünlük kazandıkları günler şimdilik geride kaldı. Bugün Türkiye, darbe heveslisi asker-sivil cuntalar eliyle bir kez daha olağanüstü bir rejime sürüklenmek istenmektedir. Türkiye’nin özgün tarihsel koşulları nedeniyle siyasi yaşamda büyük ağırlığı olan devlet kurucu bürokrasi devletin asli sahibi rolünü terk etmeye yanaşmıyor. Burjuva iktidar bloku içinde yer alan bu güç odağı, TC’nin kuruluşundan günümüze dek icabında parlamenter işleyişi katletme pahasına sahip çıktığı kırmızı çizgileri (devletçi laikçilik, Kürt düşmanlığı gibi) üzerinden siyaset yürütüyor. Burjuva güçler arasındaki siyasi kamplaşma ve burjuva iktidar bloku içindeki çatlama o boyutlara ulaştı ki, parlamenter burjuva iktidarla üniformalı burjuvazi arasında adeta bir ikili iktidar durumu yaşanmaktadır. Tarih boyunca yaşanan nice deneyle kanıtlanmış bir kural vardır. Burjuvazi ile devrimci işçi sınıfı arasında yürüyen iktidar mücadelesinde olduğu gibi, burjuva iktidar bloku içinde de şu ya da bu nedenle ortaya çıkan ikili iktidar durumunun ilânihaye sürüp gitmesi mümkün değildir. Nitekim bugün Türkiye’de üniformalı burjuva güç odağı giriştiği maceracı siyasi oyunda üstün gelmek ve paçayı diğer tarafa kaptırmamak için, kendisini diğer burjuva güçler nezdinde de egemen kılacak bir ortam yaratmak istemektedir. Böylece, Türk ve Kürt halkını birbirine kırdıracak bir iç savaş ortamı körüklenmekte ve Kuzey Irak’a saldırı gerekçesiyle de Türkiye Ortadoğu’daki emperyalist savaşın içine sürüklenmektedir. Ülke içinde yaratılan bu tehlikeli gidişat ve Amerika’dan ya da

İşçi sınıfının devrimci güçlerinin, burjuva seçenekler arasında seçim yapmak ya da emperyalistlerin bastırmaları nedeniyle “ulusal onur”u (!) zedelenen Türk egemenlerine destek çıkmak gibi yanlış ve sınıf uzlaşmacı bir yaklaşımı olamaz. Solculuğu, burjuvazinin kuyruğuna takılıp Türk milliyetçiliğine güç katmak olarak anlayan tüm siyasal çevreler, “Bu memleket bizim!” diye ne denli bağırırlarsa bağırsınlar, bu kapitalist düzen devam ettiği sürece “memleket”in kaderi emperyalist patronlarla onların yerli ortaklarının ellerinde olmaya devam edecektir. Asıl değiştirilmesi gereken de budur. Ve bunu da ancak enternasyonalist devrimci teoriyle donanmış örgütlü bir işçi sınıfı, kendi yaşadığı topraklardan başlayarak, yeryüzünün tüm memleketlerini kapitalistlerin sultasından kurtarmak üzere harekete geçtiğinde değiştirecektir.

23


marksist tutum

AB’den esen ters rüzgârlar Türk büyük burjuvazisinin tutumuna yansımış bulunuyor. TÜSİAD bir yandan darbe girişimlerine karşı çıkar görünürken, diğer yandan bu pozisyonunu “zor günlerde” kurtarıcısı olan ordusunu kızdırmayacak tavizlerle dengeleme cambazlığı içindedir. Aslında bu duruma şaşmamak gerekiyor. Zira daha önce de söylediğimiz gibi, Türk burjuvazisinin kendi düzenine yönelen potansiyel devrimci tehdit karşısında korku eşiği çok düşüktür. Her ne kadar günün koşullarında ufukta işçi sınıfından kaynaklanan devrimci bir tehdit görünmese de, burjuvazi açısından ezilen ulusun mücadelesi de benzer bir tehdit kaynağı olarak algılanmaktadır. Çok açıktır ki, statükocu-darbeci burjuva odaklar son günlerde gözü dönmüş bir maceracılık hezeyanıyla, Türkiye’yi bir iç savaşa veya bir bölgesel savaşa sürükleme niyetlerini sergilemektedirler. Bu güçler karanlık emellerine halk desteği yaratmak amacıyla faşizan kampanyaları tırmandırıyorlar. Türkiye, faşist çetelerin kol gezdiği ve birbiri ardına patlak veren komplolarla sarsılan bir kaos ortamına çekiliyor. 12 Eylül askeri-faşist rejimi örneğinde olduğu gibi esasen yine tepeden örgütlenen faşizm, koyu bir şovenizm ve Kürt düşmanlığı eşliğinde tabana şırınga edilmeye çalışılıyor. Bu role soyunan çeşitli burjuva partiler, tescilli faşist parti MHP’sinden bunun “Genç Parti” versiyonuna, devlet partisi CHP’sine vb., seçim sahnesine devlet milliyetçiliğini kuşanmış olarak fırladılar ve kitleleri “asker toplum” oyununun figüranları olmaya iteliyorlar. İşte son dönemde şiddetlenerek tırmanan kriz bu gibi ciddi tehlikelere işaret etmektedir. Fakat unutulmamalı ki, bu kriz durup dururken Türkiye sahnesine düşüvermedi. Uzun süredir çeşitli yazılarımızda dikkat çektiğimiz üzere, burjuva iktidar bloku içinde içten içe tarihsel bir çatışma yürümekteydi. Eğer dış faktörler büyük burjuvazinin memnun olduğu gidişatı olumlu yönde etkileyecek yönde seyretmiş olsaydı, bu kapışmanın statükocu cepheyi yenilgiye uğratacak şekilde sonuçlanması olasılık dahilinde görünüyordu. Ne var ki bu süreç bir yandan ABD diğer yandan AB emperyalizminin, Türkiye’de liberalleşmeyi destekleyen burjuva güçlerin elini güçlendirecek yönde tutum takınmaması nedeniyle kesintiye uğradı. Bu nedenle bugün burjuva siyaset sahnesini ilgilendiren çeşitli iç ve dış faktörler birbiri üzerinde etkide bulunarak, biri diğerinin yaratacağı etkiyi körükleyerek krizi büyütüyor. Bir yandan içte statükocu güçlerin yarattığı gerilim, diğer yandan AB içinde büyüyen çatlak ve de ABD’nin Ortadoğu’da yürüttüğü emperyalist yeniden paylaşım savaşı nedeniyle Türkiye bir kez daha olağanüstü bir rejime doğru sürükleniyor. Uzun bir süredir tehlikenin ortasında seyrettiğine dikkat çektiğimiz Türkiye’nin tepesinde bugün gerçek anlamda savaş rüzgârları estirilmektedir. İşçi sınıfının ve Türk, Kürt tüm emekçi kitlelerin son derece uyanık olmasını gerektiren böylesine ciddi bir kriz or-

24

Temmuz 2007 • sayı: 28

tamında önemli bir gerçeği hatırlatalım. Bilinmeli ki, egemen sınıfların halk kitlelerinin başına örmeye çalıştıkları savaş tehditleri, iç ve dış politikanın silahların gölgesinde devam ettirilmesinden başka bir şey değildir. Daha ötesi, savaş politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir. Öte yandan tarih, işçi-emekçi kitlelerin mücadelesiyle durdurulmayan veya yenilgiye uğratılmayan faşist güçlerin, ülkelerini kanlı maceralara sürüklediği çeşitli örneklerle doludur. Bu noktada, Türkiye’de de 12 Eylül faşist rejiminin dipten yükselen bir işçi-emekçi mücadelesiyle sona erdirilmediği, esasen burjuva güçlerce tepeden kontrollü biçimde çözüldüğü unutulmamalıdır. 2002 seçimleri sonucunda kurulan AKP iktidarı dönemi, 12 Eylül rejiminin anayasası ve kurumları tasfiye edilmeden, faşist generaller sanık sandalyesine oturtulmadan ve faşist dönemle hesaplaşma yaşanmadan sürdürülen bir parlamenter rejim dönemi oldu. Dolayısıyla bu dönem, darbeci güçlerin atak ve tehditleri altında sürüp gitti. Ve nihayetinde bu güçler Ortadoğu’daki savaşı ve AB beklentisine ters düşen ortamı da fırsat bilip yeniden güç kazandılar. Türkiye bugün yalnızca burjuva bloktaki liberal-statükocu kapışmasından kaynaklanan iç gerilimle değil, bunun yanı sıra Kürt sorunu ve Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesinin yarattığı gerilim nedeniyle de alabildiğine derinden sarsılmaktadır. Böylesi büyük kriz ortamlarının genelde savaş tehlikesine işaret ettiği biliniyor. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu’nu çöküşe sürükleyen maceracı İttihatçı paşalar gibi, bugün de burjuvazinin “modern” paşaları Türkiye’yi tehlikeli savaşlara sürüklemek istiyorlar. Günümüzde tırmanan krizi anlamak için bugüne nasıl gelindiğini unutmamak ve hafızayı tazelemek zorunludur. Bu nedenle, bugünkü savaş ortamını hazırlayan koşullar hakkında daha önce söylediklerimizi hatırlamak gerçekten de büyük önem taşıyor.

Savaş tamtamları çalınırken Ocak 2003 tarihli bir yazımızda1 değindiğimiz üzere, dünyanın siyasal istikrarsızlık koşulları içinde çalkalandığı bir dönemde ve burnunun dibindeki emperyalist savaşın içine


Temmuz 2007 • sayı: 28

çekilmeye çalışılan bir Türkiye’de AKP iktidarının uzun süreli bir siyasal istikrar sağlaması mümkün değildi. Nitekim AKP hükümeti ilk sınavını oluşturan Kopenhag zirvesi gündeme geldiğinde, kendini iç ve dış güç odakları arasındaki gerilimin yarattığı bir karışıklığın içinde buluvermişti. Kopenhag zirvesinde Türk burjuvazisi üyelik beklentisini gerçekleştiremediği gibi Kıbrıs sorunu da çözüm yoluna girmemişti. Kuzey Kıbrıs halkı adada bir an önce barışçı bir çözüm bulunmasını ve Kıbrıs’ın bir bütün olarak AB’ye girmesini beklerken, Denktaş ve Türkiye’de onu destekleyen bürokrasi ve ordu çevreleri Kuzey Kıbrıs halkının önüne bir engel olarak dikilivermiştiler. Kopenhag zirvesinin en belirgin sonucu, Kıbrıs’ın Türkiye’nin pazarlık kozu olmaktan çıkıp Avrupa’nın kozu haline gelmesi olmuştu. AB’ye katılım için gereken değişiklikler konusunda öteden beri ayak sürüyen statükocu devlet güçlerinin, AKP iktidarının kurulmasıyla birlikte sermaye cephesinde oluşan iyimser beklentilere ve konsensüse uysalca boyun eğip sahneyi terk etmesi beklenemezdi. Daha da önemlisi, dünya kapitalist sisteminin krize sürüklendiği bir dönemde aralarındaki hegemonya çekişmesi kızışan emperyalist odakların, kendi çıkar çatışmaları nedeniyle Türkiye’yi farklı yönlere çekiştirmek isteyecekleri açıktı. Kısacası, Türkiye’nin içinde yer aldığı bölgede savaş tamtamları çalınırken, burjuvazinin “nihayet tek parti iktidarı kuruldu ve böylece istikrar gelecek” diye ülke içinde düğün-dernek havası estirmesi, yaratılmak istenen büyük bir yanılsamadan ibaretti. Aynı yazıda yer alan diğer bazı önemli değerlendirmeleri de kısaca hatırlatalım. Avrupa ile Asya arasında bir köprü olduğu için önemli bir jeostratejik konuma sahip olduğu söylenen Türkiye, aslında ABD, AB ve yükselen yeni emperyalist güçler olarak Rusya ve Çin gibi güç odakları arasındaki çıkar çatışmaları alanının ortasında yer almaktadır. Türkiye burjuvazisi, bu durumdan kendi adına büyük bir pay çıkararak güçlü olduğunu kanıtlama hevesine kapılmışsa da, bu hevesin tatmininin sanıldığı kadar kolay ve hele hele diplomasi masasında çözümlenebilecek bir iş olmadığı bellidir. Emperyalist güç odakları arasındaki çekişmelerin derinleştiği bir dönemde, Türkiye hegemonya savaşlarının tam orta yerinde kalıveren bir cenk alanına dönüşmüş durumdadır. ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik saldırı planları çerçevesinde Türkiye daha nice pazarlıkların konusu olacaktır. Nasıl ki AB Kıbrıs sorununun çözümünü Türkiye’ye karşı elinde bir pazarlık kozu olarak tutuyorsa, ABD de Türkiye’ye Kuzey Irak’taki Musul ve Kerkük gibi petrol bölgelerini ve Kürt sorunu kartını göstermektedir. Türkiye burjuvazisi, bir yandan Osmanlı İmparatorluğu döneminde kendi egemenlik alanında kalan bu petrol bölgelerinde yeniden hak iddia edebilmenin tatlı hayalini kuruyor. Fakat diğer yandan, Irak’taki olası savaşa bağlı olarak çok sıcak bir şekilde gündeme gelecek olan Kürt sorunu uykularını

marksist tutum

kaçırıyor. Bugüne dek Türk yetkilileri, federe bir Kürt devletinin kurulmasının bir savaş nedeni sayılacağını tekrarlayıp durdular. ABD Türkiye’yi yatıştırabilmek amacıyla, Kuzey Irak’taki Kürt liderleri Talabani ve Barzani’ye, “bağımsız Kürt devleti istemiyoruz, Irak’ın toprak bütünlüğü içinde federasyon istiyoruz” dedirtti. Fakat paylaşım savaşı başladığında yarın ne olacağı belli mi olur? Uzun bir süredir tehlikenin ortasında seyrettiğine dikkat çektiğimiz Türkiye’nin tepesinde bugün gerçek anlamda savaş rüzgârları estirilmektedir. İşçi sınıfının ve Türk, Kürt tüm emekçi kitlelerin son derece uyanık olmasını gerektiren böylesine ciddi bir kriz ortamında önemli bir gerçeği hatırlatalım. Bilinmeli ki, egemen sınıfların halk kitlelerinin başına örmeye çalıştıkları savaş tehditleri, iç ve dış politikanın silahların gölgesinde devam ettirilmesinden başka bir şey değildir. Daha ötesi, savaş politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir. Ulusal bağımsızlık Kürtlerin hakkıdır, fakat emperyalist paylaşımların ortasında ısıtılan beklentilerden ne hayır gelebilir, o da ayrı bir mesele. Bugün ABD’nin Irak’a müdahalesine kendi ulusal çıkarları nedeniyle sıcak bakan Kürt gruplarının, daha önceki dünya savaşlarında olduğu üzere birbirlerine düşürülüp, sonra da bir yana itilmeleri pekâlâ olasıdır. Herhalde ki, bugün Irak, yarın İran, öbür gün Suudi Arabistan diyerek tüm bu bölgenin haritasını kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmeyi amaçlayan silah ve petrol tüccarı Bush iktidarının, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkında adil ve sadık bir garantör olabileceğine inanacak kadar saf değiliz! Kısacası, bölgede tırmandırılacak hangi sorun olursa olsun, bugün emperyalist güçler arasındaki hesaplaşmalar tüm sıcaklığıyla Türkiye’nin gündemindedir. Oyun henüz bitmedi; tersine yeni paylaşım kavgası asıl şimdi kızışmaya başlıyor. Kapitalist ekonominin tarihsel bir durgunluk eğilimine sürüklendiği bir dönemde, silah sanayiine canlandırıcı bir faktör olarak bakan kapitalistlerin sayısının arttığı bir gerçektir. Dünyanın süper gücü ABD talebi canlandırmak için çareyi silahlanma harcamalarını alabildiğine arttırmakta bulmuştur. Avrupa özel sektörünün temsilcisi kuruluşlar da ekonominin durağanlığı konusunda AB ülkelerini uyarırlarken, ekonominin canlandırılması için ABD örneğinin izlenmesini öğütlemektedirler. Dünyadaki toplam savunma harcamalarının yüzde 40’ını ABD tek başına gerçekleştirmektedir. ABD’nin savunma harcamaları giderek artmakta, savunma bütçesi rekor düzeyde yükselmektedir. Soğuk savaşın bitmesinden sonra sıkıntıya giren silah sektöründe yeniden güller açtığı belirtilmektedir. Amerikan

25


marksist tutum

ekonomisini canlandıracak her bir dolar, Ortadoğu’da ya da Uzak Asya’da binlerce işçinin, emekçinin yaşamına kasteden modern silahlar kimliğine bürünerek savaş alanlarına doğru zalim bir yolculuğa çıkmaktadır. ABD emperyalistleri, ne zaman biteceği belli olmayan çok uzun süreli bir savaş dönemine girildiğini teorize ederek savunma harcamalarını hep canlı tutmak istiyorlar. Bush’un esas derdi Irak’ta kısa süreli bir savaş değil, bölgeye yerleşmektir ve Türkiye’yi de bu macerada başından sonuna kendi planlarına ortak etmek istiyor. Bugün eklemek gerekirse, ABD 1 Mart tezkeresi vesilesiyle Türkiye’yle zaten bunun pazarlığını yapmıştır. Bu tezkerenin Meclisten geçmemiş olmasına hayıflanan burjuva güçlerin sayısı şimdilerde hızla artmaktadır. Bunda şaşılacak bir taraf yoktur. Türkiye’de büyük sermayenin kendi bölgesinde yayılmacı emeller beslediği ve Amerikan emperyalizminin izinden gitmeye hevesli olduğu açıktır. Hep tekrarlıyoruz: İşçi sınıfı ya örgütlüdür ve her şeydir ya da örgütsüzdür ve hiçbir şey! Evet, işçi sınıfı öncü ve örgütlü gücüyle siyaset sahnesinde yer almadıkça, reel politika çeşitli burjuva çevreler arasındaki siyasal çekişmelerden ibaret olmaya devam edecek. Tıpkı uzun süredir yaşamakta olduğumuz süreçte cereyan ettiği gibi. Bir başka deyişle, işçi sınıfı mevcut düzeni kendi politik tercihleriyle sarsmaya başlamadığı sürece, gündemi liberal, Kemalist, İslamcı, AB yanlısı ya da karşıtı, ABD planlarına destek ya da köstek olmak isteyen vs. çeşitli burjuva siyaset güçleri arasındaki hesaplaşmalar belirleyecek. Oysaki işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin temel çıkarlarının, “acaba AB soslu Türkiye kapitalizmi mi, yoksa ABD soslu Türkiye kapitalizmi mi daha iyi gider?” türünden burjuva seçeneklerle hiç mi hiç ortak bir noktası yok. İşçi ve emekçilerin yegâne kurtuluşu, hangi emperyalist güce daha yakın durursa dursun, bu kapitalist düzene son vermekle mümkündür. Ayrıca, “ulusal çıkarlar” savunusu veya AB karşıtlığı

26

Temmuz 2007 • sayı: 28

adına Türkiye’de daha baskıcı rejimlere davetiye çıkarmak isteyen gerici güçlere çanak tutulması hiç de küçümsenmemesi gereken bir tehlikedir. “Ulusal çıkarlar” savunusu, kitleleri kandırıp şovenist tuzaklara düşürmeye çalışan burjuva güçlerin ürettiği yalanlardır. Türkiye gibi kapitalizm yolunda nice mesafeler almış ve dolayısıyla burjuvaziyle işçi sınıfının ortak bir çıkarının olmadığı bir ülkede hangi “ulusal çıkarlar”dan bahsediliyor? AB’ye katılım, Kıbrıs sorunu, Kürt sorunu, Irak savaşı gibi, emperyalist güçlerin paylaşım kavgalarına konu olan tüm bu sorunlarda, Türkiye burjuvazisi de dahil farklı ülkelerin burjuvalarını ilgilendiren temel mesele yalnızca çıkar çatışmalarından kendilerinin kârlı çıkabilmesidir.

Emperyalist paylaşım savaşı devam ediyor Bugün Türkiye’de derinleşen krizi besleyen genel süreçle ilgili olduğundan, Mayıs 2003 tarihli bir başka yazımızda2 yer alan önemli bazı değerlendirmeleri de burada kısaca analım. Bilindiği gibi, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra başlayan yeni döneme eski güçler ilişkisine göre belirlenen dengelerin altüst oluşu damgasını vurmaktadır. ABD emperyalizmi için bu dönem, kendini dünyanın tek hegemon gücü olarak kabul ettirme stratejisiyle biçimlenmektedir. Bush ekibinin emperyalist zorbalığında somutlanan kapitalist sistem, kitleleri tatlı dille kandırabilmenin artık giderek imkânsızlaştığı bir tarihsel döneme girmiştir. Bu nedenle emperyalist sistemin egemeni ABD, kitleleri şoka sokarak ve dehşete düşürerek iktidarını sürdürmeye çalışıyor. ABD’nin ideolojik aygıtları, gerek içte ve gerekse dışta insanlarda genel bir korku ve endişe psikolojisi yaratarak onların bilincini felce uğratma ve böylece kitleleri pasifize etme yolunu tutmuştur. Baş emperyalist, istediği anda milyonlarca insanın yaşamını sona erdirecek güçte bir savaş düzenine sahip olmakla övünüyor. Kendisine boyun eğmek istemeyen tüm rakip ya da muhalif güçleri, üstün Amerikan silah teknolojisiyle tehdit ederek, tüm dünyaya “benden nefret edin, yeter ki korkun” mesajını gönderiyor. Dünya kapitalist sisteminin hegemonu ABD’nin tutumu, artık iyice çürüyerek tarihin çöp sepetine doğru sürüklenmekte olan bir toplumsal düzenin psikolojisini sergiliyor. Yalnızca askeri üstünlüğüne dayanarak dünyaya yeni biçim verme iddiasına tutuşan bir “imparatorluk”, artık kitleler nezdindeki inandırıcılığını yitirmiş demektir.


Temmuz 2007 • sayı: 28

Dünya şimdi, tıpkı bir zamanlar çöküş sürecine girmiş bulunan Roma İmparatorluğu’nda olduğu gibi, haksızlığı ortaya çıktıkça şirretleşen egemenlerin yarattığı dehşet krizleriyle karşı karşıyadır. Modern zamanların Caligulası Bush’un ideologları, Irak’ı alevler içinde kavuran operasyona demek ki boşuna “şok ve dehşet operasyonu” demediler. Irak Savaşı, saldırgan Amerikan tekellerinin hazırladığı dehşet senaryoları eşliğinde sahneye konan “oyun”un ilk bölümüydü. Bu bölümde baş diktatör, ikincil bir diktatörün uygulamalarını bahane ederek, Irak diye adlandırılan toprak parçasını işgal etti. Bu bölüm kısa sürdü, perde indi, ama “oyun” devam ediyor. Şimdi sahne, işgal edilmiş Irak’ta yeniden yapılanma adı altında yürüyecek olan emperyalist paylaşım kavgasının aktörlerine açılıyor. Emperyalist güçler için Ortadoğu, yalnızca silah ve petrol tekellerinin çıkarları bakımından değil, bunun da ötesinde kapitalist sistemin durgunluktan çıkartılabilmesi için genelde yeniden biçimlendirilmesi gereken bir alandır. Sovyetler Birliği’nin varlığı döneminde iki süper güç arasındaki denge durumundan doğrudan etkilenen bu bölge, kapitalist sisteme tam anlamıyla entegre olamamıştır. Ortadoğu ülkeleri emperyalist tekeller tarafından kârlı ve emniyetli bir yatırım alanı olarak görülmemiştir. Uzun yıllar boyunca emperyalist güçler buralara neredeyse yalnızca bir petrol kaynağı ve silah pazarı olarak bakmıştır. Oysa kapitalist sistemin 1974’lerde açığa çıkan ve o gün-

marksist tutum

lerde “petrol krizi” olarak adlandırılan uzun dönemli tıkanıklıklarını aşabilmesi için, bu bölgenin de bir bütün olarak kapitalist yatırımlara elverişli hale getirilmesi gerekmektedir. Özetle dünyadaki gerçek durum, emperyalist güçler arasında kızışacak bir it dalaşına işaret etmektedir. Ortadoğu’nun gerçeğini yakından bilen yorumcular, ABD’nin Irak’a tam anlamıyla yerleşeceğini söylüyorlar. Doğrudur, Birinci Körfez Savaşını bahane ederek Körfez bölgesine askeri güçlerini yığan ABD, aradan geçen yıllar içinde oralardan çekilmiş değildir. ABD’nin Arap denizi ve topraklarında çeşitli üsleri bulunmaktadır. Şimdi Irak, işgalci Yankiler için baştanbaşa bir askeri üsse dönüştürülmüş gibidir. Irak yönetimi Amerikalı generalden alınıp, Amerikancı bir Irak hükümetine devredilse bile, Koalisyon güçlerinin niyeti Irak’ı diğer “şer ülkeleri”ne saldırıda bir üs olarak kullanmaktır. Irak Savaşının sonucunda bölgeye yerleşme planlarını yürüten ABD emperyalistlerinin amaçlar seti içinde, Suriye, İran, Suudi Arabistan gibi ülkelerde de siyasal rejim değişikliklerinin gerçekleştirilmesi ve buralarda da yeniden yapılanma çalışmalarının başlatılması yer alıyor. Bu nedenle Bush ekibi 11 Eylül sonrasında “şer ülkeleri”ne karşı savaş ilan ederken, daha en baştan bu savaşın uzun süreceğini belirtmişti. Nitekim daha Bağdat düşer düşmez, Koalisyonun savaş kurmayı, Suriye, İran gibi ülkelere yönelik saldırıların hazırlıklarını yürütmeye koyuldu bile. Egemen emperyalist güçler tarihleri boyunca böl ve yönet taktiğini izlediler. Ortadoğu’nun parçalanmış yapısı, Kürt sorunu ya da Filistin sorununun bir türlü çözüme kavuşmaması, Anglo-Amerikan emperyalistlerinin bu bölgede halkları birbirine karşı kışkırtma ve dövüştürme planlarının neticesidir. Şimdi bu emperyalistler, Ortadoğu bölgesinde Kürt sorununa ve Filistin sorununa da kendi planları çerçevesinde “çözüm” getirme iddiasındalar. Bölgenin karmaşık güçler dengesi nedeniyle bu planların ne ölçüde yürütülebileceği başlı başına bir sorundur. Ne var ki, askeri üstünlük nedeniyle kozları ellerinde tuttuklarına güvenen Amerikan egemenleri çeşitli yol haritaları çizmekle meşguller. Bunların başında Filistin-İsrail sorununun Amerikancı çözümü için belirlenmiş olan “yol haritası” geliyor. Bu “harita”, bölge halklarına dayatılan emperyalist çözümlerin ne anlama geldiğini açıkça sergileyen bir örnektir. Filistin sorununa, ABD egemen çevrelerinin doğrudan uzantısı konumundaki İsrail büyük burjuvazisinin istemleri doğrultusunda müdahale edilmek isteniyor. Bugün Irak’ta siyasal rejimin yeniden yapılanması bağlamında kendilerine bir misyon yüklenen Kürt gruplarını gelecekte bekleyen akıbet de asla belli değildir. Ortadoğu’da sorun çözmek adına her seferinde yeni çözümsüzlükler yaratan emperyalist güçlerin bölgeye müdahalelerinin sonucunda, Lübnan’da yıllarca yaşanan kanlı kaosu unutmayalım. Keza “Oslo Anlaşması” gibi emperyalist dayatmaların pratikte işlemediği ve Filistin halkının uzun yıllardır inanılmaz bir çile

27


marksist tutum

çekmekte olduğu da aşikârdır. Bu gerçekler ışığında, aslında ABD emperyalizminin yürütmekte olduğu uzun vadeli savaş planıyla bölgede daha fazla “Filistin” yaratmaya hizmet ettiği söylenebilir. Emperyalist tekellere, kapitalist pazarı geliştirmeye elverişli çözümler gerekiyorsa da burası Ortadoğu’dur. Ve büyük güçler arasındaki paylaşım kavgasını noktalayıp istikrar getirmek hiç de kolay değildir. Ortadoğu tarihinin büyük bir kısmına doğal kaynakların egemen güçler tarafından paylaşılması için yapılan savaşlar damgasını basmıştı. Bu bölgede bir zamanlar bakır ve kalay uğruna yapılan savaşlar bugün petrol uğruna yapılmaktadır ve gelecekte de su kaynaklarının paylaşılması için yapılacağı söyleniyor. Bu bakımdan, kapitalist sistem varlığını sürdürdükçe Ortadoğu’nun savaştan kurtuluş umudu yoktur. Emperyalist ideologların, bölgedeki işgali takiben bir pax-Americana çağının başlatılacağı yolundaki propagandaları kocaman bir palavradan ibarettir. Irak’a ya da Ortadoğu’ya barış ve özgürlük, ancak işçi sınıfı ve emekçiler bu uğurda savaşırlarsa gelebilir. Değişen dünya dengeleri bağlamında Türkiye’nin yerinin ne olacağı da bir türlü netleştirilemeyen bir sorun oluşturuyor. Büyük sermaye çevreleri için AB ilişkileri önemlidir, zira Avrupa ülkeleriyle varolan ticari ve ekonomik ilişkilerin daha da güçlendirilmesini arzuluyorlar. ABD ile ilişkiler de Türkiye burjuvazisi için gözardı edilmesi mümkün olmayan stratejik bir boyuta sahiptir. Ayrıca da ABD, zaten her türlü denklemin içinde kaçınılmazlıkla yer alan bir süper güçtür. Bu faktörlere ilâve olarak, Türkiye coğrafi olarak Rusya, Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar gibi, her

28

Temmuz 2007 • sayı: 28

an emperyalist güçler arasındaki yeni çekişmelerin mayalandığı büyük bir alanın tam göbeğindedir. Böylesi hassas bir konuma sahip bulunan Türkiye’de egemen burjuvazi, AKP hükümetinin kurulmasını takip eden bir dönem boyunca, “yeni dünya düzeni”nde Türkiye’nin yerinin artık belli olacağı yolunda erken ve mesnetsiz umutlara kapılmıştır. Hatırlayalım, AKP hükümetinin kurulmasını takiben bir iyimserlik havası yaratılmıştı. ABD desteğiyle AB yolunda ilerlemek mümkün olacak, ayrıca da Türkiye çevresini kuşatan geniş alanda yürüyen emperyalist paylaşımda daha fazla söz sahibi olabilecekti. Gerçi AKP hükümetinin, Türkiye’nin geleneksel iktidar odağı asker-sivil bürokrasi tarafından hazmedilememesi her an bir siyasal kriz potansiyeli taşıyordu. Yine de bu tutucu çevrelerin bile, artık büyük sermayenin AB ve ABD ile iyi ilişkiler stratejisine tam destek vereceği ve böylece Türkiye’nin önünün açılacağı düşünülüyordu. Ayrıca ABD de, Arap ülkeleri nezdinde kendi planlarına daha meşru bir zemin yaratma hesabıyla, Türkiye’yi bölge ülkelerine ılımlı Müslüman bir iktidara sahip örnek ülke olarak pazarlamaktaydı. ABD savaş cephesinin, stratejik ortak ilan edilen Türkiye’den beklentileri büyük gibi görünüyordu. Fakat hatırlanacağı gibi, işler hiç de daha önceden kâğıt üzerinde planlandığı biçimiyle yürümedi. ABD emperyalistlerinin değerlendirmelerine göre, Türk Ordu kurmayı ve AKP hükümeti, gerek savaş öncesinde ve gerekse de savaş esnasında büyük ortağın kendilerinden beklediği görevleri yerine getirmediler. Bu gerilim kamuoyuna tezkere tartışmaları biçiminde yansıtılmış olsa da, derinde yatan asıl neden kuşkusuz ki Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devletinin kurulması konusudur. Irak Savaşı döneminde Türkiye’de generaller, ABD’nin hoşnutsuzluğuna aldırmaksızın Kuzey Irak’a yönelik bağımsız tavırlar sergilemeye kalkıştılar. Halbuki Türk Genelkurmayı, NATO dolayımıyla ABD emperyalistlerine göbekten bağımlıdır. Fakat Türkiye’nin stratejik konumunun artık vazgeçilmez olduğu düşüncesinden hareketle, kendilerini bir anda dev aynasında görerek ABD’ye kafa tutmak istediler. Ve işte böylece, ABD-Türkiye ilişkilerinin giderek bozulduğu bir dönemi de başlatmış oldular. Emperyalist güçlerin, hegemonya tesis ettikleri Ortadoğu benzeri bölgelerde, Türkiye ya da İran gibi görece yayılma potansiyeli taşıyan ülkelerin kendi başlarına işler çevirmesine asla tahammülleri yoktur. Nitekim bugün ABD egemenlerinin gözü Türkiye ve İran’ın üzerindedir. Türkiye’de geleneksel milliyetçi devlet güçlerinin Kıbrıs ve Kürt sorununda TÜSİAD gibi büyük sermaye örgütlerinin siyasi çözüm önerilerini kaale almaksızın bildiğini okumaya devam etmesi, çok uzun bir süredir Türkiye siyasi yaşamını kilitliyor. Aslında başlangıçta büyük iş çevreleri tarafından da memnuniyetle karşılanan AKP hükümetinin çok kısa vadede yıpranmasının esaslı nedeni de işte yine bu sorundur. Bu sorun çözümlenmediği sürece, büyük


Temmuz 2007 • sayı: 28

burjuvazinin AB ve ABD nezdinde Türkiye’ye kazandırmak istediği ekonomik önemin ve stratejik rolün yeşertilmesi de mümkün olmayacaktır. Bunun en çarpıcı örneklerinden birini, Türkiye’nin enerji yolları bakımından taşıdığı önemin şimdi tartışmalı bir duruma sürüklenmesi oluşturuyor. ABD nasıl ki Irak Savaşı sırasında, aslında Türkiyesiz de işlerini pekâlâ yürütebileceğini göstermek üzere bir “B” planını yürürlüğe koymuşsa, enerji yolları konusunda da Türkiye’nin öneminin artık azalmakta olduğunu kanıtlamak isteyen alternatif planlar mevcuttur. Örneğin, Kuzey Irak’ta kurulması muhtemel bir Kürt devletiyle, yine Türkiye’nin burnunun dibinde yer alan Ermenistan arasında Türk devletinin enerji politikalarına alternatif yeni yollar yaratılmak isteniyor. Buna ek olarak, Kıbrıs’ın AB kontrolüne geçmiş olması nedeniyle Türk askeri gücünün artık Akdeniz’de etkisini kaybedeceği söylenmektedir. Tüm bu olasılıklar büyük sermaye çevrelerinin moralini fena halde bozuyor. Bu çevreler ABD ile ilişkileri bozmaksızın AB kartını iyi kullanmaktan yana tercih sergilerken, geleneksel iktidar gücü Ordu sözcüleri ise Rusya ile yakınlaşma biçiminde alternatifler dillendiriyorlar. Bir yandan AB ile bozulan ilişkiler, öte yandan büyük biraderin arkası gelmeyen tehditleri nedeniyle Türkiye adeta bir içe kapanma sürecine sürüklenmektedir. Bu ortamda tutucu devlet güçleri, içte siyasal tansiyonu yükseltiyorlar. Onlar yeniden, alıştıkları yegâne yönetim biçimi olan baskı politikasına gerekçeler döşemekteler. AKP hükümetiyle geleneksel devlet güçleri arasındaki ilişkiler her an büyük bir siyasal krizi patlatacak ölçüde gerginleşmektedir. Kendisinden önceki benzer partilerin iktidardan düşürülmesi ve kapatılması örneklerini hatırlayan AKP kurmayları tansiyonu düşürmek için tavizler veriyorlar. Ama Türkiye’de devlet, icabında bir anayasa kitapçığını ya da başı türbanlı siyasetçi eşini sorun haline getirerek kriz yaratmaya talimlidir. Çünkü, kapitalistleşme yolunda geçmişe oranla devasa bir yol kat etmiş bulunan Türkiye’nin siyasal dengeleri, yine de yalnızca büyük özel sermaye çevrelerinin planları doğrultusunda belirlenmiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndan miras aldığı devlet yapılanmasındaki asker ve sivil büyük bürokrasinin ağırlığı hâlâ kendini fazlasıyla hissettiriyor. İşçi sınıfının devrimci güçlerinin, burjuva seçenekler arasında seçim yapmak ya da emperyalistlerin bastırmaları nedeniyle “ulusal onur”u (!) zedelenen Türk egemenlerine destek çıkmak gibi yanlış ve sınıf uzlaşmacı bir yaklaşımı olamaz. Solculuğu, burjuvazinin kuyruğuna takılıp Türk milliyetçiliğine güç katmak olarak anlayan tüm siyasal çevreler, “Bu memleket bizim!” diye ne denli bağırırlarsa bağırsınlar, bu kapitalist düzen devam ettiği sürece “memleket”in kaderi emperyalist patronlarla onların yerli ortaklarının ellerinde olmaya devam edecektir. Asıl değiştirilmesi gereken de budur. Ve bunu da ancak enternasyonalist devrimci teoriyle donanmış örgütlü bir işçi sınıfı, kendi yaşa-

marksist tutum

dığı topraklardan başlayarak, yeryüzünün tüm memleketlerini kapitalistlerin sultasından kurtarmak üzere harekete geçtiğinde değiştirecektir. Önümüzdeki süreçte Irak’ta ya da diğer Arap ülkelerinde olaylar nasıl gelişir, bunu önceden tam olarak bilemeyiz ama dünyadaki genel koşulların ve Amerika’nın savaş teknolojisinin Vietnam günlerine oranla muazzam ölçüde değiştiği bir gerçektir. Dolayısıyla emperyalist savaş cephesinin haksız ve işgalci konumu nedeniyle içine düşeceği açmazı teşhir edebilmek için, illa da Vietnam savaşından miras kalan benzetmelere (Vietnam bataklığına saplanıp kalmak gibi) başvurmak zorunda değiliz. Sınıflı toplumların ürünü olan zulmün ve kötülüğün niteliği olgunlaşıp o raddeye varmıştır ki, insanlık gerçekten de artık ya yokoluş, ya sosyalizm biçiminde ifade edebileceğimiz bir noktaya gelip dayanmıştır. Neredeyse bir uçurumun kıyısında gibiyiz. Ezilenler ve sömürülenler devrimci proletaryanın mücadele bayrağı altında toplanıp, kendilerini “yokoluş” uçurumuna itekleyen emperyalist-kapitalist sistemi yerle bir etmedikçe bu büyük tehlike devam edecektir. Aslında yalın ve acı gerçek işte orada, Afganistan’da ya da Irak’ta öylece duruyor. Dünyanın kapitalist açıdan geri kalmış bölgelerine medeniyet götürecekleri iddiasıyla sefere çıkan emperyalist birlikler, yağdırdıkları bombalarla bölgeyi yeşertmiyor, tam tersine nice hayatı söndürüyorlar. Bu birlikler, arkalarında tüm gelecek kuşakları ve gezegenimizin neredeyse tüm bir geleceğini zehirleyecek olan biyolojik ve kimyasal silahlarını, nükleer atıklarını, seyreltilmiş uranyum tozlarını bırakarak tahrip edecekleri yeni alanlara doğru seferlerine devam ediyorlar. Sınıflı toplumların ürünü olan zulmün ve kötülüğün niteliği olgunlaşıp o raddeye varmıştır ki, insanlık gerçekten de artık ya yokoluş, ya sosyalizm biçiminde ifade edebileceğimiz bir noktaya gelip dayanmıştır. Neredeyse bir uçurumun kıyısında gibiyiz. Ezilenler ve sömürülenler devrimci proletaryanın mücadele bayrağı altında toplanıp, kendilerini “yokoluş” uçurumuna itekleyen emperyalistkapitalist sistemi yerle bir etmedikçe bu büyük tehlike devam edecektir. www.marksist.com sitesinden alınmıştır

–––––––––––––––––––––––– 1

Elif Çağlı, “Savaş Tamtamları Çalınırken”, www.marksist.com

2

Elif Çağlı, “Emperyalist Paylaşım Savaşı Devam Ediyor”, www. marksist.com

29


Ortadan Kalkmayan Tehlike: Faşizm Utku Kızılok

E

mperyalist savaşlar gibi faşizmin kaynağında da kapitalizmin biriken çelişkilerinin patlaması ve sistemin buhrana sürüklenmesi vardır. Kapitalizmin patlayıcı çelişkilerinin, insan aklının tahayyül etmekte zorlandığı gaz odalarıyla taçlanmış faşizm gibi olağanüstü yönetim biçimlerine nasıl yol açtığını, öte taraftan da insanlığı yıkıma sürükleyen yeni bir emperyalist savaşı nasıl başlattığını biliyoruz. İkinci Dünya Savaşından sonra, bir daha böyle şeyler olmaz denirken, biriken çelişkiler 11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kulelerin çöküşüyle patlamalı bir şekilde açığa çıktı. Amerikan savaş kurmayı sanki bu anı bekliyormuş gibi, sonsuz bir savaş başladığını ve artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını ilan edip, savaş makinelerini önce Afganistan’a bilahare Irak’a sürerek emperyalist savaşı doğrudan başlattı. 11 Eylül ile açılan süreçte, dünyadaki tüm siyasal gelişmeleri koşullandıran ve belirleyen temel etmen, ABD’nin başını çektiği ve daha şimdiden siyasal dengeleri değiştirmiş olan emperyalist savaştır. Unutmamak gerekiyor ki, emperyalist savaş süreçleri olağanüstü koşulları da beraberinde getirir. Nihayetinde savaş dalgası beraberinde bir siyasal gericilik dalgasını da peşinden sürükledi. Savaşla birlikte tüm emperyalist-kapitalist güçlerin korkuları depreşir. Zira savaşın nasıl gelişeceği, hangi boyutları alacağı ve kimlerin kazanacağı veya kaybedeceği peşinen belli değildir. Yapılması gereken, son sürat, çok yönlü bir savaş seferberliğine girişmektir. Pek çok yazımızda sıkça vurguladığımız üzere, uzun bir dönemdir bu seferberlik sürmektedir. Ordular son derece yıkıcı ve yok edici “modern” silahlarla donatılarak savaş düzenine sokulurken; burjuva demokrasisinin sınırları alabildiğine daraltılarak faşizm ve Bonapartizm gibi olağanüstü rejimlerin temelleri döşenmektedir. Bugün hemen her ülkedeki toplumsal hayata şu ya da bu derecede egemen olan, polis-devleti uygulamalarıdır. Fakat işsizlik, açlık ve yoksulluğun alabildiğine arttığı, buna devletin açık şiddet dalgasının eklendiği bir durumu,

30

geniş halk yığınlarının kabul etmesi ve güle oynaya savaş cephelerinin yolunu tutması beklenemez. Kitleleri savaşa ikna edecek, onların bilincinde devletin şiddetini meşrulaştıracak politikalara ihtiyaç vardır. Nihayetinde dünya ölçeğinde iyiden iyiye alevlendirilen milliyetçilik ve ırkçılığın amacı, tam da bu ihtiyaca yanıt vermek ve kitlelerin bilincini çarpıtarak onları tüm bunlara ikna etmektir. Unutmayalım ki, örgütsüz ve dağınık kitleler, içinden geçtiğimiz savaş dönemlerinde milliyetçi ve faşist demagojilerin tuzağına düşmeye daha yatkındır. Fransız emperyalizminin sıkışmışlığını aşmak için daha saldırgan bir politika güden Sarkozy’nin, “yeni bir Fransa”, “güçlü devlet”, “kanun ve nizam” vaatleriyle bezeli faşizan bir söylemle kitlelerden geniş destek görmesi bunun delilidir. Amerika ve Avrupa’da İslam ile sözümona “uluslararası terörizm” özdeş kılınarak kitlelerin korkuları azdırılıp başta Müslüman karşıtlığı olmak üzere yabancı düşmanlığı kışkırtılırken, Türkiye’de bölünme korkusu ve Kürt düşmanlığı üzerinden milliyetçilik, ırkçılık ve faşist söylem yükseltilmektedir. Türkiye noktasında dikkat çekici olan şey, Kürt ve Ermeni düşmanlığını körükleyen faşist örgütlenmelerin bizzat devlet kaynaklı olması ve son zamanlarda emekli askerlerden devşirme faşist çetelerin ön plana çıkmasıdır. Sözümona Türkiye’yi “kurtarma” misyonuyla harekete geçen bu paramiliter güçler, çeşitli provokasyonlar tezgâhlayarak kitleleri Kürt düşmanlığı temelinde seferber etme ve olağanüstü bir rejimin koşullarını yaratma peşindeler. Geçmişte, Hitler’in içinden çıktığı ve iktidara yürüyüş sürecinde üzerine bastığı faşist çeteler de, esas olarak ordudaki subaylardan ve terhis olmuş asker artıklarından müteşekkildi ve devletle iç içe geçmişti. Başlangıçta ordu içinde yuvalanan bu faşist çetelerin amacı devrimi bastırmak ve kitleleri milliyetçilik ve ırkçılık temelinde pasifize ederek Almanya’yı yeniden savaşa hazırlamaktı. Esasında bu topraklarda yaşayanlar, devlet destekli bu tip örgütlenmelere hiç de yabancı değildirler. İttihat Terakki’nin kur-


Temmuz 2007 • sayı: 28

marksist tutum

duğu Teşkilat-ı Mahsusa hiçbir hukuki temeli olmadan, illegal tarzda, devlet içinde örgütlenmiş bir iç savaş aygıtından başka şey değildi. Ama önce Almanya örneğini hatırlayalım.

Tarihsel ayna: Almanya 1918 Kasım devrimiyle birlikte hükümet olan Sosyal Demokrat Parti (SPD), ne devlet makinesine ne de orduya dokunmuştu. Alman ordusu tüm heybetiyle olduğu gibi yerinde duruyordu. Türkiye’de ordu siyasal alan üzerinde nasıl etkiliyse, Almanya’da da ordu siyasal alan üzerinde oldukça etkiliydi ve hatta devleti elinde tutan tek güçtü. Onlarca Prensliğe bölünmüş Almanya’nın birliğini Bismarck, başında bulunduğu Prusya ordusu sayesinde sağlamıştı. Bismarck’ın temel yaklaşımı şuydu: “Sorunlar ancak kan ve demirle çözülür.” İmparatorluk bu ilkeye göre baştan aşağıya ordu eliyle örgütlendi ve devlet kurucu misyonuyla hareket eden ordu, adeta devletin tek sahibi ve koruyucusu olarak yüceltildi. Devletin kutsal koruyucusu ordu –Reichswehr–, vatana ihanet addettiği devrimi ezmeye ve Almanya’yı kurtarmaya girişti. Gerek ordu bünyesinde gerekse terhis olmuş askerler arasında pıtrak gibi faşist askeri örgütlenmeler bitiyordu. Bunlardan birisi de Hitler’in içinde bulunduğu “Hür Tabur”, yani o meşhur Freikorps idi; bu paramiliter örgütün ilk icraatlarından biri, 1919’da Bavyera eyaletinin başkenti Münih’teki konseyler iktidarını ezmesiydi. Bu karşı-devrimci müdahaleden sonra, Münih’te komünistlerin etkinliğindeki konsey iktidarının yerine bir süreliğine sosyal demokrat bir hükümet başa geçtiyse de, 14 Mart 1920’de bu kez ordunun müdahalesiyle hükümet devrildi ve ordunun denetiminde totaliter bir hükümet kuruldu. Aynı günlerde karşı-devrim Berlin’de de baş kaldırmıştı. Bir asker süprüntüsü olan Yüzbaşı Ehrhardt’ın başında bulunduğu Ehrhardt Tugayı Berlin’i işgal etti (tarihte Kapp darbesi olarak da bilinir) ve faşist bir politikacı olan Wolfgang Kapp başbakan ilan edildi. Tüm bu süreçte ordunun geri kalanı hiçbir şekilde sesini çıkartmadı ve sosyal demokrat hükümet kaçtı. Ancak işçi sınıfının başlattığı grev dalgası faşist bozguncuları yenilgiye uğrattı ve karşıdevrim geçici de olsa püskürtüldü. İşte Hitler ve onun Nasyonal Sosyalist Partisi, orduyla ve devletle iç içe geçmiş bu karşı-devrimci örgütlenmeler içinden çıktı. Hitler çok net konuşuyordu: devrim bir ihanetti, komünistler Almanya’nın zayıf düşmesine ve savaşı yitirmesine neden olmuştu! 1924’teki başarısız darbe girişiminden sonra çıkartıldığı mahkeme önünde, bu topraklarda da sıkça duyduğumuz ifadeler kullanıyordu: “1918

Kapp Darbesini gerçekleştiren faşistler

hainlerine karşı vatana ihanet diye bir suç olamaz, eğer ben burada bulunuyorsam, ihtilale karşı bir ihtilalci olarak bulunuyorum. Ben Marksizmi yeryüzünden kaldıracak bir adam olmak istedim.” Hitler’e göre Yahudiler Alman ırkına karışarak onun arîliğini bozmuş ve bu da Almanları mahvetmişti: “kan karışımı ve bunun sonucu olarak ırk seviyesinin alçalışı eski kültürlerdeki yıkılışın tek nedenidir… Bu dünyada iyi ırktan olmayan bütün insanlar ıvır zıvırdır.” Bu ıvır zıvır insanlar kategorisine giren Yahudiler devlet kurumlarına doluşmuş ve Almanlar sokağa atılmıştı! Hitler parti programına Yahudilerin devlet dairelerinden kovulmasını ve vatandaşlıktan çıkartılmasını övünerek koymuştu. Hitler’in en büyük kozlarından biri de Versailles Antlaşmasıydı. İtilâf devletleri dayattıkları koşullarla gerçekten de Almanya’nın kolunu kanadını kırmıştı. Başta kömür yataklarının bulunduğu Alsace Lorraine olmak üzere, önemli toprak parçaları Almanya’dan kopartılmış, ordunun silahlanması yasaklanmış ve Almanya 133 milyar altın mark tutarında tazminata mahkûm edilmişti. Hitler’e göre Almanya’nın içine düştüğü krizden ancak bir diktatörlükle çıkılabilirdi. Kitlelere bağıra çığıra diktatörlük istediğini haykırıyordu. Almanya bir an önce “demokratik saçmalıklara” son vermeli ve “merkezî kuvvetli bir devlet” haline gelerek o eski günlerine, Bismarck dönemine geri dönmeliydi. Versailles Antlaşmasının yırtılıp atılmasını haykırırken anti-emperyalist pozlara giren bu faşist, bir taraftan da Almanya’nın hemen savaş hazırlıklarına başlaması gerektiğini ileri sürüyordu. Kimse Almanya’dan 1914 sınırlarına dönmesini beklememeliydi! Propagandasının en önemli noktası, kitlelere yeni topraklar vaat etmesiydi: “halkımızı yeni topraklara götürmek gerek”, “Alman İmparatorluğu Alman kılıcıyla Almanlara toprak ve ekmek sağlamalıdır.” Savaş yılları boyunca açlık ve sefalete sürüklenmiş işçi ve köylüler, devrimin başarısızlığa uğramasıyla umutsuzlu-

31


marksist tutum

ğa sürüklendiler. Troçki’nin dikkat çektiği üzere, eğer komünist partisi devrimci umudun partisi ise, faşizm de karşıdevrimci umutsuzluğun partisidir. Bu süreçte, umutsuz ve çıkışsız kitleler Hitler’e, yani umutsuzluğun partisine daha fazla kulak vermeye başladılar. İflasa sürüklenen, üniversiteden çıkan oğullarına iş ve dükkânlarına müşteri bulamayan, kızlarına çeyiz alamayan küçük mülk sahipleri; toprağını kaybeden köylü; yıllarca savaşan ve göğüslerini madalyalarla dolduran ama daha sonra kaldırılıp sokağa atılan terhis olmuş askerler; devrimle birlikte ayrıcalıklarını yitirme korkusuna kapılan ve devleti –yani ayrıcalıklarını– kurtarmaya girişen subay ve astsubaylar; işçi sınıfının işsiz ve lümpen kesimi; tüm bu yığınlar, kendilerini üstün ırk katına yükselten, düzen, otorite, iş ve güçlü bir Almanya vaat eden Hitler’in peşine takıldılar. Nasyonal Sosyalist Parti 1924’e gelindiğinde palazlanmış, paramiliter grupları Fırtına Birlikleri (SA) bünyesinde toplayarak kendi silahlı gücünü oluşturmuş ve önemli ölçüde orduyla iç içe geçmişti. Bu yıllarda burjuvazinin önemli isimleriyle de tanıştırılan ve onlardan destek gören Hitler, zamanının geldiğini düşünerek, Alman genelkurmayının eski lideri –savaşın son iki yılında gerçekte Almanya’yı yöneten–General Ludendorff’u da yanına alarak 1924’te bir hükümet darbesi gerçekleştirdi. Fakat Amerikan sermayesinin Almanya’ya aktığı ve ekonominin canlandığı bu dönemde, tekelci burjuvazi Hitler’in zamanının henüz gelmediğini düşünerek darbeyi desteklemedi ve Hitler tutuklandı. Ancak Hitler kaldırılıp bir kenara atılmadı; beş yıl ceza almasına rağmen, dokuz ay geçmeden hapisten çıkartıldı ve örgütlenmesi için tüm imkânlar sağlanarak beklemeye alındı. 1929 ekonomik çöküşü her şeyi değiştirdi. Alman ekonomisi adeta iflasa sürüklendi ve devrim tehlikesi yeniden başkaldırdı. Kısa zaman sonra ise, tüm dünyada yeni bir savaşın tamtamları çalmaya başlamıştı. Hitler’in ve diktatörlüğün zamanı gelmişti; 1933’te Hitler artık iktidardaydı. Hitler’in ilk icraatlarından biri, parlamento binasını, yani Reichtag’ı kundaklatıp suçu ko-

32

Temmuz 2007 • sayı: 28

münistlerin üzerine atmak ve bu bahaneyle, uzun bir dönemdir görüntüden ibaret olan parlamenter rejime son vermek oldu. Görüldüğü üzere, Hitler’den bugüne, faşizmin yöntemlerinde pek bir şey değişmiş değildir.

Faşizan örgütlenmelerin yükselişi Bugün Türkiye’de başında emekli generallerin veya subay ve astsubayların bulunduğu dizi dizi Kuvayı Milliyeciler, Vatanseverler Güç Birliği, Atabeyler, Ergenekon ve daha bilmediğimiz pek çok faşist çete ve kontrgerilla örgütleri arz-ı endam ediyor. Ama bu faşizan-paramiliter örgütlenmelerin gökten zembille inmediğinin, geçmişte “komünizme karşı mücadele” adıyla NATO bünyesinde oluşturulan kontr-gerilladan devşirildiğinin altını çizelim. 12 Eylül öncesinde kanlı sahneler yaratarak faşist darbeye zemin döşeyen bu paramiliter örgütlenmeler, SSCB çöktükten sonra dağıtılmamış ve Kürt halkına karşı yürütülen haksız savaşa eklemlenmiştir. Şemdinli’de tezgâhlanan oyunun, Danıştay, Malatya ve Hrant Dink cinayetlerinin altından hep bu kontr-gerilla bağlantılı paramiliter hücum kıtaları, yani büyük paşaların “iyi çocuklar” dediği unsurlar çıktı. Daha geçenlerde, Ümraniye’de emekli bir astsubayın evinde bulunan silahların ve istihbarat örgütlerine has C-4 gibi bombaların yapımında kullanılan malzemelerin varlığı, ne yapılmak istendiğini ayan beyan gözler önüne seriyor. Faşist güçler, tezgâhladıkları kanlı provokasyonlar aracılığıyla toplumda infial yaratmak, korkuya kapılmış kitleleri Kürt düşmanlığı ve olağanüstü rejim yönünde manipüle etmek istemekteler. Bu güçler, bu hedefle, uzun bir dönemdir Türkiye’nin birçok bölgesinde derinden derine örgütleniyorlar. Son zamanlarda öne çıkan ve adeta faşist güçlerin tezgâhladığı provokasyonların üssü haline gelen Trabzon ve Karadeniz bölgesi için, “ulusalcıların” stratejistlerinden Ümit Özdağ bakın ne diyor: “Bu bölgede 20 yıldır çalışıyoruz. Bu bölge devletin güvenlik algılaması içine girmiştir.” Bir “terör uzmanı” ise şöyle konuşuyor: “Başta bu il – Trabzon– olmak üzere düzenli olarak bölgede milliyetçi akımlar desteklenmiş ve beslenmiştir. Bu da devletin temel politikaları arasında en üst kurumların kararı olarak yapılmıştır.” Bu paramiliter faşizan örgütler, Kürtlerin göç ettiği ve devletin güvenlik algılaması içine giren illere –örneğin Mersin’e– özel olarak yığınak yapmaktadır. Zira İstanbul gibi büyük ve kozmopolit olmayan bu kentlerin insanlarını, “Kürtler vatanımızı bölüyorlar, şimdi de buralara kadar gelerek malınıza mülkünüze el koyacaklar, sizi buradan sürecekler” demagojileriyle korkutarak harekete geçirmek daha kolaydır. Uzun bir dönemdir faşist iç savaş ay-


Temmuz 2007 • sayı: 28

gıtı şekillendirilmeye çalışılırken, beri taraftan da ona meşruluk sağlamak ve onun arkasına kitlesel güç yığarak toplumsal bir harekete dönüştürmek için ideolojik bir karşısaldırı yürütülüyor. Bu ideolojik-karşı saldırının mihenk taşını, Kürt halkını “iç düşman” olarak göstermek ve kitleleri milliyetçilik ve ırkçılık ekseninde hazırlamak oluşturuyordu, oluşturuyor. Başlatılan ideolojik saldırının bir amacı da, Kürtlere karşı haksız savaşta yer almış kontr-gerilla veya “derin devletin” aklanması ve toplum nezdinde meşrulaştırılmasıydı. Bu süreçte kitle iletişim aygıtları ve özellikle televizyon çok iyi kullanıldı. Deliyürek ile başlayan, Kurtlar Vadisi ve Sağır Oda’yla devam eden televizyon dizileri aracılığıyla, dört köşeli ekranın karşısında pasif bir şekilde oturan örgütsüz ve bilinçsiz kitlelere derinden derine, “onlar ne yaptılarsa vatan için” yaptılar; “iç düşman”a karşı “kurşun atan da yiyen de bizdendir” mesajı enjekte edildi. Deliyürek dizisinin Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurucularından ve tetikçilerinden Yakup Cemil’e kadar uzanması manidardır. Bu dönem boyunca, aynı paralelde, Metal Fırtına ve Şu Çılgın Türkler türü sayısız kitap basıldı ve yoğun propaganda sonucunda insanlara okutuldu. Söz konusu kitapların hemen tamamının ana teması şuydu: ABD ve AB gibi emperyalist güçler Kürtleri ve Ermenileri destekleyerek Türkiye’yi bölmek ve parçalamak istiyorlar! Yani tüm yollar, son tahlilde Kürt düşmanlığına çıkartılıyordu. Söz konusu kitaplar içinde Şu Çılgın Türkler, Türk milliyetçiliğinin yeniden yapılandırılması sürecinde müstesna bir düzeye yükseldi. Yüz binlerce basan ve satışı statükocu güçlerce özel olarak örgütlenen Şu Çılgın Türkler, Türkiye’nin kuruluş sürecini ve Kuvayı Milliye hareketini anlatıyor. “Hey be! Türkler neler de başarmış”, “bizi çıldırtmayın ha” tehdidi ve böbürlenmesi kokan kitap, Türk milliyetçiliğini kent orta sınıfının ağız tadıyla yeniden üretiyor. Önemle altı çizilmesi gereken husus, Türk milliyetçiliği yeniden yapılandırılırken, milliyetçi ırkçı öğeler eski tarihin yanısıra yakın tarihten de seçilmekte, popüler bir tema ile işlenerek, küçük-burjuvazinin ve özellikle onun genç kitlesinin kendisine bir kimlik edinmesi sağlanmaktadır. Her ülkenin faşist hareketi, içinden geçilen dönemin özgünlüğüne bağlı olarak ideolojisini yeniden tanımlarken

marksist tutum

eski tarihi figürleri kullanır. Hitler faşist ideolojinin temellerini nasıl ki, “kan ve demirle” inşa edilmiş İkinci İmparatorluk imgesi ve arî ırk mağrurlanması üzerine kurduysa, statükocu-devletçi Kemalist güçler de “yeni Türk faşizmi”nin temellerini, Teşkilat-ı Mahsusa, Kuvayı Milliye, oldukça şişirilmiş “milli mücadele” kahramanlıkları ve ifadesini onuncu yıl marşında bulan Atatürk döneminin “altın çağ” imgesi üzerinden inşa ediyorlar. Bu bağlamda, Hitler’in “arî ırk” yaklaşımında, 1940’larda ortaya atılan Turancılıkta ve şimdi ifadesini “Çılgın Türkler”de bulan faşist ideolojiler arasında özde bir fark yoktur. Faşist ideolojinin değişik görünümlere bürünebileceğini söyleyen Elif Çağlı, onun özüne vurgu yapar: “faşist ideoloji dendiğinde, genel anlamda devletin ve düzenin kutsanması, koyu bir milliyetçilik ve militarizm, kudurgan bir anti-komünizm gibi bazı ortak öğelerin ona damgasını bastığını söylemek doğru olur.” (Ayrıntılı bir okuma için bkz: Bonapartizmden Faşizme) Asker-sivil bürokrasi eliyle örgütlenen faşist hareketin özü de budur. Bir yandan paramiliter örgütlenmeler yükseltilirken, diğer yandan da psikolojik savaş yöntemlerine başvurularak olası bir darbenin kitle tabanı hazırlanmaya çalışılıyor. Bu amaçla küçük-burjuva yığınlar harekete geçiriliyor. Türk bayrağını kapıp “çağdaş imajlarıyla” miting alanlarına koşan kentli orta sınıf, görünürde şeriat tehlikesine karşı laikliği savunmaktadır. Fakat ne oldu da, İslamcı partilerin en güçlü olduğu geçmiş dönemlerde bu “şeriat kışkışçıları” sokağa inmediler de şimdi “birden bire” uyanıverdiler! Mitinglerde şeriatı hedef alan değil de, milliyetçi şoven sloganların yükseltilmesi oldukça anlamlıdır. Meselenin gerçekte şeriat tehlikesi olmadığını, kopartılan onca vaveylanın altında bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasının engellenmesi olduğunu bu “kışkışçılar” da gayet iyi bilmekteler. Zira kendilerinin asli unsur, “gerçek vatandaş”, buna mukabil Kürtlerin sadece “sözde vatandaş” olduğunu Genelkurmay açıklamalarıyla içselleştirmişlerdir. Ve Genelkurmay bu “özde vatandaş”ları, “ne mutlu Türküm” demeyenlere karşı sokağa çağırdığında bunlar bayraklarını kaparak mitinglerde soluğu almışlardır. Öyle ya, yıllarca hükmettikleri, itip kalktıkları “kıro” Kürtlere laf geçirilemez

33


marksist tutum

oluşu bu küçük-burjuva yığınların “kanına dokunmaktadır”. Nitekim bu “çılgın Türk” veya “özde vatandaş”lar milliyetçi ve ırkçı sloganlar yükselterek, Kürtleri hedef alan pankart ve dövizler taşıyarak “tehlikenin farkında” olduklarını, onlardan beklenen şekilde ortaya koydular. Yükseltilen ABD ve AB karşıtlığının kaynağının da Kürt düşmanlığı olduğunu vurgulamak gerekiyor. Bunun böyle olduğunu statükocuların piri İlhan Selçuk 23 Mart tarihli Cumhuriyet gazetesinde açıkça ortaya koyuyor. ABD ve AB’nin Ermeni soykırım yasalarını ve Kürtleri desteklediğini yazan Selçuk, şöyle devam ediyor: “Kürtlerin etnik hakları da geldi dayandı Kürt devleti edebiyatına… Peki, Türk nerede?” Türkleri göreve çağıran Selçuk, ABD ve AB’yi kastederek şunları söylüyor: “Türkleri çıldırtmak için her şeyi yapıyorlar… Aptala malum olur… Haber vereyim: gidişata bakılırsa Türkler yine çıldıracaklar… Bilelim ki bu işleri durmadan körükleyenler sonradan pişman olurlarsa, bizim sorumluluğumuz yoktur…” Bu sözler dil sürçmesi sonucunda ifade edilmiş değildir; gayet bilinçlidir ve üstelik tarihsel bir benzetme yapılmaktadır. Çıldırmaya çağrılan Türk halk kitleleri, Amerika veya Avrupa’nın üzerine yürüyemeyeceğine göre, Kürt halkının üzerine yürütülecektir. Anlatılmak istenen tastamam budur.

Faşizm tehlikesi ortadan kalkmış değildir Bu evrede önemli bir hususa değinmek gerekiyor. Bugün Türkiye’de, geçmişin Almanya’sında olduğu kadar yaygın bir faşist kitle hareketinin bulunmaması yanıltıcı olmamalıdır. Gerektiğinde tüm faşist örgütlenmeleri harekete geçirebilecek olan darbeci geleneğe sahip bir ordunun varlığı unutulamaz. Gerekli koşullar oluştuğunda ordunun nasıl da yönetime gelip oturduğunu ve koyu bir faşist diktatörlük kurduğunu 12 Eylül 1980’de Türkiye işçi sınıfı yaşayarak tecrübe etti. Geçmişte düzen için tehlike devrimci işçi sınıfıydı, şimdi ise kendi kaderini tayin etmek isteyen Kürt halkı. Ortaya çıkan darbe planları ve yayınlanan muhtıralar ordunun gerekli koşullar oluştuğunda, bir darbe yapmaya ne denli hevesli olduğunu gösteriyor. Büyük sermaye, ABD ve AB gibi emperyalist güçler doğrudan bir askeri darbeye onay vermediklerinde, darbeci güçlerin giriştikleri kanlı provokasyonlarla küçük-burjuva yığınları şeriat korkusu ve Kürt düşmanlığı temelinde nasıl harekete geçirdikleri görüldü! Dolayısıyla, koşulları oluştuğunda, gerisinde darbeci güçlerin yer aldığı ve tüm ipleri ellerinde tuttukları sözümona bir sivil hükümetin kurulması pekâlâ olasıdır. Parlamentonun görüntüden ibaret olduğu böyle bir Bonapartist rejim, tez zamanda demokrasiyi kuşa çevirecek, asker ve polise süper yetkiler vererek işçi sınıfına ve Kürt halkına dönük şiddetli bir saldırı başlatacaktır. Bugün aslında başta emperyalist-kapitalist merkezler olmak üzere dünyanın her yerinde işçi sınıfı faşizm veya Bonapartizm gibi olağanüstü rejimler tarafından tehdit

34

Temmuz 2007 • sayı: 28

edilmektedir. ABD, Fransa ve Rusya gibi emperyalist ülkelerde faşizan eğilimler güçleniyor. Emperyalist paylaşım savaşında arzuladığı noktada olmayan Fransa’yı savaşa hazırlamak üzere Sarkozy, “kanun ve nizam”, “güçlü Fransa” vaatleriyle, yığınların umutsuzluğunu ve çıkışsızlığını kullanarak, milliyetçi ve faşizan bir söylemle gelip iktidara kuruldu. Diğer yandan, emperyalist paylaşımın güçlü bir tarafı olan Rusya’da faşist çeteler aynı Türkiye’de olduğu gibi devlet eliyle örgütleniyor. Putin’e bağlı olan ve Nashi adıyla örgütlenen faşist iç savaş aygıtının üye sayısı yüz bini geçmiş bulunuyor. Bu faşist örgüt, ordu tarafından eğitilmekte ve silahlandırılmaktadır. Nashi, tüm muhalefet mitinglerini şiddetle dağıtmakta ve gerektiğinde “rejim düşmanları”nı kaçırmakta veya onlara suikast düzenlemektedir. Besbelli ki bu faşist örgüt, devrimci bir durumda işçi sınıfını ezmek, devrimi bastırmak ve faşizmin iktidarını örgütlemek üzere kullanılacaktır. Bugün aslında başta emperyalistkapitalist merkezler olmak üzere dünyanın her yerinde işçi sınıfı faşizm veya Bonapartizm gibi olağanüstü rejimler tarafından tehdit edilmektedir. Günümüz koşullarında öncelikle tehlikenin farkında olmak ve faşizmin işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin kudurgan düşmanı olduğunu unutmamak büyük önem taşıyor. İşçi sınıfı devrimcileri gerek Türkiye’de gerekse dünyada durup dinlenmeden işçi sınıfı içinde bağımsız sınıf çizgisini ilmik ilmik örmek zorundalar, burası çok açık! Ya rüyalar ülkesi ABD? Gerçekte otoriter bir rejime doğru yol almakta olan ABD’de, 11 Eylül sonrasında yürürlüğe sokulan “Yurtseverlik Yasaları” sayesinde kitleler üzerindeki baskı ve şiddet daha da artırıldı. “Terörizme karşı mücadele” bahanesiyle kitleler her düzeyde baskı altına alınarak pasifleştirilirken, beri yandan da bizzat devlet eliyle ajanlaştırılmak istenmektedirler. Çıkarılan yasalarla 1 milyon kişi gönüllü devlet ajanı yapılmak isteniyor; insanlar doğal yaşamlarını sürdürürken “terörist” olarak şüphelendikleri kimseleri ihbar edecek. Bu manzara bize, emperyalist savaşın alabildiğine kızıştığı ve içeride kitlelerin sesini yükselttiği bir devrimci durumda, ABD emperyalizminin Hitler faşizmini bile aratacak koyu bir faşist diktatörlüğe dönüşebileceğini göstermektedir. Günümüz koşullarında öncelikle tehlikenin farkında olmak ve faşizmin işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin kudurgan düşmanı olduğunu unutmamak büyük önem taşıyor. Marksist Tutum sayfalarında sürekli vurguladığımız üzere, işçi sınıfı devrimcileri gerek Türkiye’de gerekse dünyada durup dinlenmeden işçi sınıfı içinde bağımsız sınıf çizgisini ilmik ilmik örmek zorundalar, burası çok açık! 


Aleviler ve Seçimler Selim Fuat

2

Temmuz 1993’te 35 insanın yakıl yakılarak can verdiği Sivas katliamının 14. yıldönümüne yıldönümü denk gelen günler genel seçimlerin de hemen öncesine rastlayınca, Aleviler ve Alevilik seçimler bağlamında ba sıkça gündeme gelmeye başladı. Gazetelerdek Gazetelerdeki yazı dizilerinden televizyonlardaki tartışma programl programlarına kadar pek çok yerde, Alevilerin siyasetle ilişkisi ve seçimlerde nasıl tutum alacakları tartışılıyor. Bu arada Alevi Ale dernekleri de top seçimlerde ortak tutum takınmak için toplantılar düzenliyor. Bütün bu çabalarla, Türkiye nüfusu içinde iç önemli bir orana sahip Alevi kitlesine, Sivas katliamında katliamınd gericiler eliyle öldürülen canlar da hatırlatılarak, belirli bir bi yön verilmeye çalışılıyor. “bala ayarının” arZaten, 28 Şubatta gerçekleştirilen “balans dından yeniden düzenlenen burjuva siyaset arenasında, siya Aleviler, statükocu “laikçi” güçlerce doğal m müttefik olarak algılanmış ve duyarlılık gösterdikleri konular yine bu güçler edilme tarafından daha yoğun istismar edilmeye çalışılmıştı. Aleviler, 27 Nisan muhtırasına uzanan süre süreçte uygulamaya konulan psikolojik harekâtla da milliyetçiliğe milliyetçiliğ ve CHP’ye yedeklenmeye uğraşılıyordu. Bugünse çeşitli Alevi örgütlenmeleri eliyle Cumhuriyet mitinglerine yoğu yoğun katılımı sağlanan Alevi kitlelere, Sivas, Maraş, Çorum kkatliamlarının artu dındaki gerçek güçlerin arkasında saf tutturulmuş oldu. Halen de bu güçlerin peşinden gitmesi ve seçimlerde statükocu partileri desteklemesi için uğraşılıyor. uğraşılıyo Elbette, Türkiye’de gelişen ve derinleşen çelişkiler karşıdavrandı sında Alevilerin yekpare biçimde davrandığını iddia etmek doğru olmayacaktır. Zira Alevilik dinsel bir kimliktir ve Aleviler de bu toplumun tüm bireyleri gibi gib farklı sınıflara mensupturlar. Bu yüzden Alevilik siyasal tercihlerin ve yöt nelimlerin belirlenmesinde tek başına belirleyici olamaz. ol

35


marksist tutum

Kapitalist gelişmeyle birlikte Alevilerin büyük kitlesinin artık şehirlerde yaşadığı ve “şehirleşme” ile birlikte geçmişin içe kapalı yaşam tarzından uzaklaştıkları ve yoğun bir sınıfsal ayrışma süreci yaşadıkları bir gerçektir. İstanbul’da büyük bir holdingin sahibi olan bir Aleviyle, Çorum’da küçük bir toprak parçasında tarımla uğraşan bir Alevi köylünün taleplerinin aynı olması şüphesiz ki söz konusu değildir. Keza bir Alevi işçinin de bu her iki kesimle taleplerinin örtüşmesi mümkün değildir. Bu farklılaşma ve kentleşme Alevileri farklı partilere yöneltebiliyor. Artık geçmişte olduğu gibi belirli merkezlerde toplanmış ve blok olarak kullanılan Alevi oylarından bahsetmek mümkün değil. Bu yüzden değişik sınıf ve katmanlar içerisindeki Alevilerin siyasal tercihlerinin aynı doğrultuda olmayacağını kestirmek zor olmayacaktır. Ancak yine de, “şeriat” korkusu ile yönlendirilen Alevilerin, geniş kesimleri itibarıyla burjuvalar arasındaki cepheleşmede statükocu milliyetçi kesimlerin tarafında yer aldığını da ifade etmek gerekiyor.

Seçimlerde Alevilerin tutumu Çok partili hayata geçişle birlikte Alevilerin çoğu, önce “Yeter söz milletin” diyen Demokrat Parti’yi, ardından da büyük ölçüde Demokrat Parti’nin devamı olan Adalet Partisi’ni desteklemişti. Daha sonra kentlere göç etmeye başlayan Aleviler, 1970’lerden itibaren yükselen işçi sınıfı hareketini kontrol altına alabilmek için sol bir söylemle boy gösteren CHP’nin sadık seçmeni oldu. 12 Eylül darbesinin ardından da büyük ölçüde CHP çizgisini sürdüren partileri destekledi. Alevilerin parlamentoda temsil edilmek için çeşitli zamanlarda oluşturdukları, Birlik Partisi, Demokratik Barış Hareketi ve Barış Partisi girişimleri ise genelde başarısız oldu. 1964 yılında kurulan Birlik Partisi, görece demokratik seçim sistemi sayesinde aldığı %2,8 oyla 8 milletvekili çıkarmış, ancak bu milletvekillerinin çoğu sonra Adalet Partisi’ne geçmişti. 90’lı yıllarda, Alevi burjuvalardan Ali Haydar Veziroğlu’nun finansal desteğiyle kurulan Barış Partisi ise seçimlerde hiçbir varlık gösterememiş, ardından da feshedilmişti. 22 Temmuzda yapılacak milletvekilliği seçimlerinde Alevilerin büyük ölçüde milliyetçi-devletçi partileri, özellikle de CHP’yi desteklemesi bekleniyor. Yükseltilen milliyetçi dalgayla beraber MHP son dönemde özellikle İç Anadolu ve Ege bölgelerinde yoğunlaştırdığı faaliyetleriyle Alevi oylarına göz dikmiş durumda. MHP, Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhı Genel Başkanı Timur Ulusoy’u İstanbul’dan, Cem TV ortaklarından Ebuzer Özgür Çakmak’ı İzmir’den, Hasan Süzer’in kızı Cennet Teker’i ise İstanbul’dan aday gösterdi. AKP bile İstanbul’dan Reha Çamuroğlu, Tunceli’den ise eski milli atlet Haydar Doğan ve Kevser Fatime Akyürekli’yi aday göstererek Alevi oylarına talip oldu. Ancak CHP, 2007 milletvekilliği genel seçimlerinde de,

36

Temmuz 2007 • sayı: 28

psikolojik savaş teknikleri ile toplumda yaratılan laik/antilaik kutuplaşmasından faydalanarak Alevi oylarının büyük kısmını alacak gibi görünüyor. Yapılan kimi araştırmalara göre, 22 Temmuz seçimlerinde Alevi seçmenlerin yüzde 70’i CHP’ye, geri kalanı da ÖDP’den AKP ve MHP’ye kadar yayılan geniş bir yelpazedeki partilere oy verme eğiliminde. Zaten Alevi derneklerinin 19-20 Mayıs günlerinde Ankara’da yaptıkları eğilim belirleme toplantılarından çıkan sonuçlar da bu yönde oldu. Uzun bir tarih kesiti boyunca Sünni İslam şeriatı ile ezilmiş olmanın getirdiği kaygılar nedeniyle, buna karşıymış gibi görünen devletçi-laik güçlere sarılan Alevilerin kendi yaşadıklarından öğrenmeleri gereken çok şey var. Bunun için de ilk önce gözlerindeki Kemalizm bağından kurtulmaları gerekiyor. 20 Mayıs 2007’de Ankara’da toplanan Alevi Bektaşi Federasyonu ve Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu, AKP iktidarına dur demek için, CHP-DSP güç birliğini eksik bulsa da, seçimlerde CHP’ye destek vereceğini ilan etti. Alevi Bektaşi Federasyonu ve Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu tarafından düzenlenen “Alevi Bektaşi Meclisi”nin sonuç bildirgesinde “Alevi Bektaşi Meclisi Alevilerin siyasi alana kendi demokratik hakkını kullanarak katılmayı ve müdahil olmayı zorunlu görmektedir. Çünkü Türkiye’deki siyasi partilerinden hiç biri ülkemizin genel ve Alevilerin sorunlarına ilişkin ciddi bir siyasi çözüm projesi üretmemiştir” belirlemesi yapıldıktan sonra “Henüz bütün solu temsil etmekten uzak mevcut CHP-DSP seçim işbirliği zaman kaybetmeden solun diğer renklerini de hemen kucaklamalı ve Alevi Bektaşi kurumlarının belirlediği milletvekili adayları da kendi listelerinden doğrudan aday gösterilmelidir” denerek, kontenjan isteğiyle beraber CHP’ye destek verildiği ifade edildi. Toplantıya katılan CHP’nin Alevi kökenli milletvekili Ali Rıza Gülçiçek “Alevilerin Cumhuriyet kazanımları için bir kez daha fedakârlıkta bulunacağı”nı belirterek, devletçi partinin yıllardır kullandığı argümanların halen geçer akçe olduğunu ortaya koydu. 1964’te Aleviler tarafından kurulan Türkiye Birlik Partisi’nin tarihini yazan araştırmacı Kelime Ata ise, “ortada başka alternatif yok. Alevilerde CHP’ye oy verme alışkanlığı var ama bu mantıklı bir alışkanlık değil. Aleviler kerhen CHP’ye oy verecek” diyerek Alevilerin oyunu kim bilir kaçıncı defa “kerhen” de olsa CHP’ye vereceğini belirtiyordu. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği ise daha sol bir söylem kullanmakta ve AKP ve MHP gibi partiler aleyhine keskin sözler söyleyip bunlara oy verilmemesi gerektiğini savunmaktadır. Fakat Alevi kitleler için asıl önemli gözbağı durumunda olan CHP’yi sakınmaktadır. Nitekim bu derneğin başkanı Kazım Genç, “CHP-DSP güç birliğini,


Temmuz 2007 • sayı: 28

olumlu buluyor olmakla birlikte, yeterli bulmuyoruz. Şeriata karşı mücadelede, bir tek kum tanesine dahi ihtiyacımızın olduğunu düşünüyoruz” demektedir. Yani, en geniş örgütlülüğe sahip Alevi dernekleri, Kemalizm merkezli ve tabii ki sol söylemli bir bileşime oy vermek istediklerini beyan ettiler. Oysa haklı tarihsel duyarlılıklara ve kaygılara sahip Alevi kitleler Kemalizmle hesaplaşma cesaretini gösteren bir bakış açısına sahip olmadıkları sürece, bugün ve yakın gelecekte egemen sınıf içindeki çatışmanın en karanlık oyunlarına dayanak olmaktan kurtulamayacaklardır. Üstelik sözde şeriatçılara karşı oldukları için statükocu burjuvalara verilen destek, yükselen Kürt düşmanı milliyetçi dalgaya hizmet edecektir.

Emekçi Aleviler ne yapmalı? Uzun bir tarih kesiti boyunca Sünni İslam şeriatı ile ezilmiş olmanın getirdiği kaygılar nedeniyle, buna karşıymış gibi görünen devletçi-laik güçlere sarılan Alevilerin kendi yaşadıklarından öğrenmeleri gereken çok şey var. Bunun için de ilk önce gözlerindeki Kemalizm bağından kurtulmaları gerekiyor. Statükocu burjuvaların laiklik duyarlılığı bugüne kadar Alevilerin Alevi olmaktan kaynaklanan ezilmişliklerini ortadan kaldırmadı ya da onların kendilerini ifade etmelerini sağlayacak demokratik gelişmelerin önünü açmadı. Benzeri demokratik sorunların çözümünde olduğu gibi bugün Alevilerin demokratik haklarının yaşam bulabilmesi için de işçi sınıfının mücadelesine ihtiyaç var. Burjuvazinin, hele Türkiye’deki gibi en küçük demokratik hakları tanımaktan ödü kopan ödlek bir burjuvazinin Alevilere özgürlük alanları açmasının ya da bugüne kadarki sicilinin ortaya koyduğu gibi Alevileri korumasının imkânı yok. Zaten bugün var olduğu düşünülen laikliğin de özde değil, sözde bir laiklik olduğu unutulmamalı. Devlet ve din işlerinin tam ve kesin ayrılığının sağlandığı, dinin bireylere ve cemaatlere bırakıldığı, dolayısıyla Diyanet İşleri gibi kurumların ortadan kaldırıldığı, din derslerinin okullardan kaldırıldığı, hiçbir dinsel faaliyete devlet desteğinin yapılmadığı gerçek laiklik uygulamaları bugün yoktur ve bir işçi iktidarına kadar da burjuvazi bunların hayata geçmesini önleyecektir. Kemalizmin laikliği, bütçesi beş bakanlığın bütçesine denk bir Diyanet İşleri kurumunun varlığına, Alevi köylerine bile kurulan camilere, okullarda Alevi çocuklarına da zorla verilen Sünni din eğitimine ve devletçe maaşa bağlanmış on binlerce din adamına dayanır. Bu yüzden de Alevilerin sempatisini eksik etmedikleri Kemalist laiklik bugüne kadar Alevilerin herhangi bir yarasına merhem olmamıştır. Aksine, ihtiyaç duyduğunda dinsel farklılıkları kışkırtarak faşist sürüleri Alevilerin üzerlerine sürmüştür. Bundan sonra da ihtiyaç duyduğunda Alevilere karşı provokasyonlar örgütlemekten geri durmayacaktır. Burjuvazi dünyanın hiçbir yerinde bu türden kışkırtmalardan vaz-

marksist tutum

geçmiş değildir. En gelişmiş burjuva demokrasilerinde de işçiler dinsel, etnik vb. hassasiyetlerle birbirine düşürülmektedir. Bu yüzden Avrupa Birliği gibi demokrasi getireceği umulan burjuva birliklerden medet ummak da boşunadır. İşçi sınıfının Alevi inancına sahip unsurları da kurtuluşu Aleviliğe dayalı örgütlülüklerde aramamalıdır. Çünkü Alevilik bir sınıf olmadığı gibi farklı sınıflardan gelen insanların ortaklaşabileceği bir siyasal çizgi de değildir. Tabanı emekçi Alevilere dayanan, maddi gelir kaynaklarını ise Alevi burjuvaların bağışlarına dayandırmış olan Alevi örgütlerinin solculuğu da CHP ile sınırlıdır. Bu tür örgütlerin varlık sebebi de emekçi Alevileri bu sınırda tutmaktır. Oysa doğru bir bilince sahip olmak için başlangıç noktası, burjuva Alevi ile işçi Alevinin ortak bir çıkarının bulunmadığını kavramaktan geçmektedir. Ordunun baskılarını arttırdığı, Kürt halkına karşı milliyetçiliğin azdırıldığı bu zehirli atmosferde emekçi Aleviler, statükocu burjuvaların ekmeğine yağ sürecek tutumlardan kaçınmalıdırlar. İşçilerin ve diğer emekçilerin yaşadığı ve ileride yaşayacağı sorunlarla ancak örgütlü, militan bir mücadele ile baş edebileceği açıktır. Türkiye’nin savaş ve olağanüstü rejim tehdidi altında ciddi bir siyasal kriz döneminden geçtiği bugünlerde, seçim olağan bir seçim olmaktan çıkmıştır. Şeriat tehdidi ile korkutulan emekçi Alevi kitleler de burjuvalar arasındaki kavgada ve beraberinde Kürt halkına karşı yükseltilen savaşta, burjuvazinin bir koluna payanda edilmek istenmektedir. Ordunun baskılarını arttırdığı, Kürt halkına karşı milliyetçiliğin azdırıldığı bu zehirli atmosferde emekçi Aleviler, statükocu burjuvaların ekmeğine yağ sürecek tutumlardan kaçınmalıdırlar. İşçilerin ve diğer emekçilerin yaşadığı ve ileride yaşayacağı sorunlarla ancak örgütlü, militan bir mücadele ile baş edebileceği açıktır. Ancak işçi sınıfının örgütlülükleri bugün zayıf, dolayısıyla etkisizdir. Bu yüzden, diğer öncü işçiler gibi Alevi öncü işçiler de burjuvazinin amaçlarına hizmet eden örgütler, dernekler yerine işçi sınıfının militan mücadeleci örgütlülüklerine güç vermeli ve kurtuluşun ancak böylesi bir mücadele ile mümkün olabileceğinin farkına varmalıdırlar. Devrimci işçi örgütlerini güçlendirmeden yol almanın mümkün olmadığını bilerek, düzen partilerinden ve onlara destek veren örgütlenmelerden uzak durmalıdırlar. Burjuva partilerine kerhen oy vermek yerine onlara karşı gönülden mücadele etmeyi seçmeyenlerin, başlarına gelenlere karşı söyleyecek sözleri olamaz. 

37


Üniversiteli Olma Hayali ve ÖSS Berdan Güney

M

ilyonlarca gencin umut bağladığı ÖSS sınavlarından biri daha geride kaldı. Bu yıl sınava girenlerin sayısı yaklaşık 103 bin kişi artarak 1 milyon 640 bine ulaştı. Ayrıca 135 bin öğrenci de sınavsız geçiş hakkından yararlanmak üzere başvuruda bulundu. Her sene 2 milyona yakın öğrenci “güvenli” bir gelecek hayaliyle üniversite sınavlarına giriyor. Sınava giren bu öğrencilerden sadece 150 bini örgün eğitim görmek üzere dört yıllık üniversitelere yerleşebilirken, yaklaşık 400 bini ancak Açık Öğretim fakültelerinde öğrenim görme şansı bulabiliyor. Geriye kalan 1 milyonun üzerindeki öğrenciyse hayalini çoğunlukla bir sonraki yıla ertelemek zorunda kalıyor. İşsizlik girdabının içine her yıl daha da kalabalık kitleler halinde çekilen gençler, bu sınav sistemi sayesinde hem üniversite öncesi hem de üniversite öğrenimi boyunca işsizlik istatistiklerinden dışlanıyor ve işsiz değil öğrenci oldukları düşüncesiyle avutuluyorlar. Öğrenci gençler acı gerçekle üniversite yıllarının bitmesiyle tanışmak durumunda kalıyorlar. Üniversiteden mezun olduklarında ellerine tutuşturulan ve diploma adı verilen kâğıt parçasıyla iş bulabilmek için ayakkabı aşındırmaya başlıyorlar ve çaldıkları ilk kapılarda ilk bozgunlarıyla karşılaşıyorlar. Böylece ÖSS’yi kazanarak “güvenli” bir geleceğe kapı açma hayalleri, mezuniyet sonrasında hayatın gerçekleri karşısında tuzla buz oluyor. ÖSS telâşı içinde olan öğrenciler, üniversitelerin bir umut ticarethanesi olarak kullanıldığının farkında değiller. Bunun en iyi farkında olansa tabii ki burjuvazi. Eğitim kurumları bu sınıfın ideolojik aygıtlarından birini oluşturuyor. Genç dimağların nasıl esaret altına alınabileceği ve sermayenin hizmetine nasıl koşulabileceği, bu kurumlar sayesinde planlanabiliyor. Burjuvazi her geçen yıl daha da büyüyen işsizler ordusunun en genç kesimini iyi bir gelecek vaadiyle üniversite sınavlarına yönlendirerek oyalamayı başarıyor. Yaşamlarını bin bir güçlükle sürdürdükleri halde işçi ve emekçi aileleri de, çocuklarını bir umut kapısı olarak gördükleri üniversiteye yollayabilmek için büyük fe-

38

dakârlıklara katlanıyorlar. Üniversite sınavının öncesinde öğrencinin aşması gereken önemli bir engel daha bulunuyor: Liseden sonra adeta bir ara kurum işlevi gören dershaneler. Öğrenci, imkânı varsa büyük paralar ödeyerek bu dershanelerden birine yazılıyor. Çünkü sistem, dershaneye gitmeden sınavı kazanmayı neredeyse imkânsız kılıyor. Sınava girecek öğrenciler, ağırlıklı kısmını dershane masrafları oluşturmak üzere, her yıl kişi başına ortalama 4708 dolar harcıyorlar. Üniversiteyi kazandıktan sonra masraflar daha da artıyor. Üniversitelerde har(a)ç ücretlerinin geçmiş yıllara göre oldukça yükseltilmesi en çok işçi-emekçi ailelerini etkiliyor. Tüm bunlar üniversite öğrencilerinin sınıfsal bileşimini de değiştirmiş bulunuyor. Uzun bir süredir üniversite öğrencilerinin ezici bir çoğunluğunu burjuva ve küçük-burjuva ailelerin çocukları oluşturuyor. Sınıfsal bileşimdeki bu değişim, toplumsal muhalefetin barometresi olarak bilinen öğrenci muhalefetinin kitlesellik ve eylemlilik düzeyine de yansımış durumda. Öğrencilerin ortalama iki yılı dershanelerde geçiyor. Bu yıl sınava giren öğrencilerin yüzde 55’ini liseyi bir yıl ya da daha öncesinde bitirenler oluşturuyordu. Yani bu yıl sınava girenlerin 839 bini, ÖSS sınavına birden fazla kez girdi. 1989-2004 yılları arasında üniversite sınavına 21 milyon kişi girdi ve bu sınav için tam 34,5 milyar dolar harcama yapıldı. Bu miktarın büyük bir bölümü dershanelerin kasasına aktı. Burjuvazi için dev bir sektör haline dönüşmüş olan dershanelerin sayısı son on yıl içinde yüzde 154, bunlara giden öğrenci sayısı ise yüzde 198 artmış bulunuyor. Bugün yaklaşık 925 bin öğrenci dershaneye devam ediyor. Bu da dershaneye giden öğrenci sayısının sınava girecek toplam öğrenci sayısının yarısından fazla olduğunu gösteriyor.

Düşünme, sorgulama, denileni yap! ÖSS sınav sistemi ile liselerde uygulanan eğitim müfredatı arasında ciddi bir uyum sorunu yaşanıyor. Bir taraftan


Temmuz 2007 • sayı: 28

lise eğitim sistemi diğer taraftan da ÖSS sınav sistemi sürekli ve birbirinden bağımsız olarak değiştiriliyor. Daha önceki yıllarda iki basamak halinde yapılan giriş sınavı, 1999 yılında tek basamağa düşürülerek konu kapsamı da daraltıldı. Bir süre boyunca devam eden bu uygulamadan sonra bu yıl yeniden konuların içeriği genişletilerek sınav süresi uzatıldı. Sınav sistemindeki bu değişiklikler lise müfredatını resmi olarak olmasa da fiilen etkiliyor. Birçok konu dershanelerde nasılsa işleniyor denilerek eksik bırakılıyor. Bu ezberci ve hazırcı eğitim anlayışı öğrencilerin genel kültür düzeyini sıfır noktasına indirmiştir. Önündeki soruyu kafasındaki kalıplardan birine oturtabildiği sürece çözebilen öğrencinin bilinci de sistemin istediği gibi biçimlendirilmektedir. Böylelikle algıları ve zihinleri bulanıklaştırılan öğrencilerin hayatı ve olayları kavrayışları da iyice zorlaşmaktadır. Zaten burjuvazinin istediği de bu değil mi? Düşünmeyen, sorgulamayan, sadece denileni yapan bir robot! Kuşkusuz etten ve kemikten oluştukları ve dijital bir beyne sahip olmadıkları için, kapitalist eğitim sisteminin gençleri mutlak olarak robotlaştırması olanaksız. Fakat sistemin gençlerin derin psikolojik sorunlar yaşamasına neden olduğu da muhakkak. Bu eğitim sistemi, geçtikleri her bir aşamada, gençlerin bünyesinde büyük tortular biriktiriyor. Bu birikim sonunda intihara varabilecek bunalımların yaşanmasına yol açıyor. Sınava girecek yaş grubundaki gençlerde yaşanan kişilik bozukluklarının ve intiharların artmasının nedeni, onlara insan olduklarını unutturan kapitalist sistemden başkası değildir! Üniversiteye yerleşme hakkını kazanan öğrencilerin sorunu orada sona ermiyor. Öğrenciler bu defa da üniversite öncesinde almaları gereken eğitimi eksik aldıkları için sıkıntı yaşıyorlar. Dershanelerde ve okullarda bulunan rehberlik birimleri, öğrenciyi aldığı puan üzerinden yerleşebileceği yerlere yönlendiriyor. Burada amaç, öğrenciyi ilgi alanı olan bir bölüme yönlendirmek değil, herhangi bir yere yerleşmesini sağlamaktır. Böylelikle daha önce adını bile duymadığı ve ne işe yarayacağını bilmediği bölümlere yerleştirilen öğrencilerin sayısı hiç de az değildir. Sonuç olarak öğrenci üniversiteyi kazanmış olmaktadır ve önemli olan da budur! Bu mantıkla hareket eden dershaneler kendi bünyelerindeki öğrencilerin üniversitelere yerleşmesini sağlayarak, bunu bir reklâm malzemesi haline getiriyorlar. “Üniversiteyi garanti ediyoruz” safsatasıyla bu gerçeği gizlemeye çabalıyorlar. Dershanelerde çalışan genç eğitim emekçileri de dizginsiz ve kuralsız bir kapitalist sömürüye tâbi tutuluyorlar. Çalıştıkları dershanelerde önce bir veya iki yıl boyunca ve en iyi ihtimalle asgari ücret karşılığında stajyer olarak çalışmak zorundalar. Stajyerliklerinin kalkıp kalkmaması da dershane patronunun keyfine bağlı. Stajyerliğin kalkması için dershanelerde fiilen uygulanmakta olan bir yıllık sürenin bitiminden önce işten çıkarılmaları durumun-

marksist tutum

da o dershanede geçirdikleri süre yanabiliyor. Bunun yanı sıra, dershanede tamamlanan stajyerlik devlet okullarında ve özel okullarda geçerli değil. Sayıları kontrolsüzce artan dershaneler, ilkokuldan liseye kadar adeta okulların yerini almaya başlamalarına rağmen, bu kurumlarda çalışan eğitim emekçilerinin haklarını güvenceye alan özel bir yasal düzenleme yok. Bu durum doğal olarak bu sektörde çalışan eğitim emekçilerinin birçok haktan yoksun olarak çalıştırılmasına zemin hazırlıyor. Çalışma süreleri okullara göre çok daha yoğun ve çoğu haftada en fazla bir gün tatil yapabiliyor. Pedagojik formasyon hakkı birkaç yıl önce kaldırılmış olan fen-edebiyat fakülteleri mezunları, bu sektördeki eğitim emekçilerinin giderek daha ağırlıklı bir bölümünü oluşturuyor. Bu fakültelerden mezun olanlar kendi branşları ile ilgili bir iş bulamadıkları için dershanelerde çalışmak zorunda kalıyorlar. Ancak kapitalizmin üretim anarşisi burada da kendini gösteriyor. Her yıl sayıları artan üniversite mezunları ile istihdam alanları arasında bir dengesizlik mevcut. Böyle olduğu için yeni mezunların çoğu ellerindeki diplomalarla işsizler ordusundaki yerlerini alıyorlar. Gençliğin beynini önce pembe hayallerle bulandıran, hayaller dağılmaya başladığında ise tüm çıplaklığıyla ortaya çıkan gerçek dünyanın karşısında afallamasına neden olan kapitalizmdir. Şurası çok açık ki, mevcut eğitim sistemini parçası olduğu kapitalizmle birlikte çöpe atmak için gençliğin sarılabileceği yegâne silah Marksizmdir. Üniversitelerin kapısını tüm işçi ve emekçi çocuklarına açmak, bu kurumları insanlığın hizmetindeki gerçek birer bilimsel üretim kurumuna dönüştürmek, ancak bir işçi devrimiyle mümkün olabilecektir. Yeni bir dünyanın ilk adımı olan böylesi bir devrimi gerçekleşentirenlerse, işçi sınıfının Marksizmle donanmış genç neferleri olacaktır. 

39


Emperyalist Toplantıların İçyüzü Suphi Koray

E

mperyalist piramidin tepesindeki sekiz ülkenin organize ettiği G8 zirvesi bu sene 6-8 Haziran tarihleri arasında Almanya’nın Rostock kentinde yapıldı. Emperyalistler, her yılın ortasında gerçekleştirdikleri bu toplantılarda kendileri açısından mevcut konjonktürün değerlendirmesini yapıyorlar. Bir başka toplantı ise İstanbul’da Mayıs ayı sonunda gerçekleştirilen ve burjuva iş âleminin önde gelen patronlarının, siyasetçilerinin, gazetecilerinin katıldığı Bilderberg zirvesiydi. Medyada çok yer işgal eden her iki toplantıda da emperyalistler kendi sorunlarını, kendi çıkarlarını tartıştı. G8 toplantılarının tarihi 1970’li yılların başına dayanmaktadır. İkinci Dünya Savaşının kapitalizme açtığı nefes alma yılları 60’lı yılların sonuna doğru sona ermiş ve sistem tekrar yeni bir krizin içerisine yuvarlanmıştı. Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, İngiltere ve Amerika krizden çıkış yollarını aramak için ilk kez 1975 yılında Fransa’nın öncülüğünde bir araya geldiler. Daha sonra, önce Kanada’nın, ardından Sovyetler’in çöküşü ile birlikte emperyalist dünyada kendine yer kapma derdine düşen Rusya’nın katılımıyla sayıları sekize çıkan bu en zengin ülkeler, yeni emperyalist planlarını hayata geçirmek için her sene düzenli olarak toplanmaya başladılar. G8, dünyanın en zengin ve güçlü burjuvazilerinin bir platformunu ifade ediyor. Her türden eşitsizlikle karakterize olan emperyalist dünya sistemi piramidinin en tepesinde yer alan ülkelerin burjuvazileri, bu platformda, yeni durum ve gelişmeler karşısında sistemin varlığını sürdürebilmesi için yapılması gerekenleri kararlaştırmaya çalışıyorlar. Gündem maddeleri ne olursa olsun, bu toplantıların özü, hem kendi ülkelerindeki hem de dünyanın geri kalanındaki işçi emekçi kitlelerin bu sömürücü, eşitsizlikçi, zalim düzene karşı isyanını önlemek ve kendi aralarındaki anlaş-

40

mazlıkları çözüme bağlamaktır. Burjuva medyada geniş yer bulan G8 zirvesi sadece üç günlük bir liderler buluşmasından ibaret değil. Sermayenin gelişiminin önündeki engelleri ortadan kaldırmak ve pastadan daha fazla pay kapmak için yeni pazarlar bulmak derdinde olan bu emperyalist güçlerin kurumları, yıl içerisinde sürekli olarak kirli pazarlıklar yürütüyor, halkların kanları üzerinden savaş planları yapıyorlar zaten. Yıl boyunca emperyalist lobinin yaptığı ekonomik, politik çalışmalar G8 zirvesinde artık karara bağlanmaya çalışılıyor. Ancak tüm emperyalist güçler, ortadaki pastadan hep daha fazla pay kapmak derdinde oldukları için kendi aralarında anlaşamadıkları da oluyor. Ama her halükârda acı ve kanlı fatura tüm dünyadaki milyarlarca işçi ve emekçilere çıkartılıyor.

Vitrin başka gündem başka G8 toplantısına ilişkin olarak televizyon ekranlarına, gazete sayfalarına yansıyanlar çok daha farklı bir tablo çizmektedir. Sanki dünyada yaşanan sorunlardan hiçbir sorumlulukları yokmuş gibi, bu sekiz devletin temsilcilerinin bir araya geliş amacı, yaşanmakta olan sorunları çözmek olarak gösteriliyor. Bunlar kirli pazarlıklarını, dünyadaki açlığı, hastalıkları, savaşları çözme amaçlıymış gibi sunmaya çalışıyorlar. Oysaki açlıktan emperyalist savaşlara kadar işçi ve emekçilerin yaşadığı tüm felâketlerin sorumlusu, bu ülkelerin başını çektiği emperyalist-kapitalist sistemden başkası değildir. Metrelerce yükseklikteki, kilometrelerce uzunluktaki güvenlik duvarlarının arkasında, mükellef sofralarda açlığa çözüm bulmaya çalıştıklarını iddia ederek, kitlelerin gözünde gerçek suçluyu gizlemeye çalışıyorlar. G8 toplantıları yaklaştığında dünya liderlerinin açlığa,


Temmuz 2007 • sayı: 28

hastalıklara ve yoksulluğa çözüm bulmak için toplandıklarının sıkı bir reklâmı yapılmaya başlanır. 2007 zirvesi öncesinde de Afrika’da açlığın ve hastalıkların önlenmesi için önemli adımlar atılacağı, küresel ısınmaya karşı önlemler alınacağı yalanları yayıldı. Oysa emperyalistlerin sözcülerinin iddia ettiklerinin aksine, G8 zirvesinde Afrika’da açlık ve hastalıklarla boğuşan insanların sorunları değil, emperyalist devletlerin sorunları tartışıldı. Afrika’nın gündeme gelişi açlık ve hastalıklar değil, G8 üyelerinin Afrika’daki yatırımlarının güvenliği ve geleceği sebebiyleydi. Hindistan ve Çin gibi gelişen rakipler karşısında G8’in tuşa gelmemesi için alınması gereken önlemler zirvenin önemli gündem maddelerindendi. Başka bir gündem maddesi ise ABD’nin Doğu Avrupa’ya kurmak istediği füze kalkanıydı. ABD’nin, sözde Kuzey Kore ve İran’dan gelecek bir saldırıya karşı kendisini savunmak için planladığını iddia ettiği füze savunma sistemi projesine Rusya’dan sert yanıt gelmiş ve Putin buna karşılık Rusya’nın füzelerini Avrupa’ya çevirmekle tehdit etmişti. Kızışan emperyalist kavgada yeni bir hazırlıktan başka bir anlam taşımayan füze kalkanı projesini ABD kitlelere bir savunma önlemi olarak yutturmaya çalışıyor. Afganistan’la başlayan “önleyici saldırı” gibi yavelerin ne anlama geldiğini gördük. Özcesi, G8 buluşmasının gündemi, hiç de insanlığın sorunları değil, tersine bu sorunları daha da katmerli bir biçimde işçi ve emekçilerin başına musallat edecek olan emperyalist kapışma ve pazarlıklardır. Ancak G8 zirvesinin gerçek niteliğini kitlelerden gizlemek için kerhen de olsa zirvenin son gününde dünyada yaşanan sorunlarla mücadele vaatlerinde bulunuldu. Buna göre “iyi yönetim” ve “demokrasinin” sağlanması şartıyla AIDS, tüberküloz ve sıtmaya karşı mücadele için Afrika’ya 60 milyar dolarlık yardım yapılacaktı. İki yıl önceki G8 zirvesinde de benzer vaatlerde bulunulmuş fakat bu konuda hiçbir ciddi adım atılmamıştı. Ama düzenin liderleri ikiyüzlü bir sahtekârlıkla yapılacak yardımın büyüklüğünden ve bunun Afrika için tarihsel bir şans olduğunu vurgulamaktan geri durmadılar. Silahlanmaya 1,2 trilyon dolar ayıranların, Afrikalı çocuklar üzerinde ilaç deneyleri yapanların, bu sorunları çözmek isteyeceğini düşünmek budalalık olur. Sonuç bildirgesinde yer alan diğer bir karara göre ise küresel ısınmaya neden olan sera gazları salımının 2050 yılına kadar yüzde 50 oranında azaltılması hedefleniyor. Son yıllarda yerküreyi tehdit eden ciddi tehlikelerden biri olan küresel ısınma sorunu G8’in de gündeminde yer alan bir konuydu. Bilim insanları 10 yıl içinde müdahale edilmezse geri dönüşün olmayacağını belirtikleri halde G8’in ancak kırk sene sonraya hedef koyması çok şey anlatıyor. Doğayı körü körüne tahrip eden sermayenin, çıkarlarından vazgeçip gezegenin geleceğini düşünmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Üstelik Kyoto protokolüne uymayanların hiçbir bağlayıcılığı olmayan G8 kararına uyacağını kim

marksist tutum

söyleyebilir? G8 zirvesinin neye hizmet ettiğinin farkında olan küreselleşme karşıtı on binler ise G8 liderlerini protesto etmek için sokaklardaydı. Günlerce öncesinden başlayan gösterilerde başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın çeşitli yerlerinden gelen göstericiler polisle çatıştı. 443 kişinin yaralandığı eylemlerde 1075 kişi gözaltına alındı. Zirveye katılan burjuvaların güvenliğini sağlamak için 100 milyon Euro’nun harcandığı, 17 bin polisin görev yaptığı G8 zirvesinde, Türkiye’deki geçtiğimiz 1 Mayıs’ı aratmayan bir polis vahşeti yaşandı! Bu da burjuva demokrasisinin burjuvalar için olduğu gerçeğinin dünyanın hiçbir yerinde değişmediğini gösteriyor. Gösterilerde dikkat çeken bir nokta da göstericilerin küreselleşmeye karşı olmalarına karşın alternatif konusunda yeterince net olmamalarıydı. “Başka bir dünya mümkün” diyen göstericiler bu dünyanın adını koyamıyorlardı. Emperyalist lobinin İstanbul’da gerçekleştirdiği Bilderberg toplantısı ise G8’e nazaran daha sessiz sedasız geçti. Geçmişi G8’den çok daha eski olan bu toplantılar 1954 yılından beri yapılıyor. SSCB’nin varlığında anti-komünizm amacıyla başlatılan bu toplantılar, büyük bir gizlilik içerisinde düzenlenmeye devam ediliyor. Burjuvaların, siyasetçilerin, NATO ve IMF gibi emperyalist kurumların üst düzey yöneticilerinin de yer aldığı Bilderberg, “derin dünya hükümeti” olarak da adlandırılıyor. Kapalı kapılar ardında nelerin konuşulduğuna dair dışarıya bilgi verilmese de, toplantıya katılanların kimlikleri neler konuşulduğunu ve bu toplantıların amacını yeterince net ortaya koyuyor. Örneğin Türkiye’den katılanlar arasında Mustafa Koç, TÜSİAD başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ gibi Türkiye burjuvazisinin ileri gelenleri vardı. Dünyadan ise eski Dünya Bankası başkanı Paul Wolfowitz, “karanlıklar prensi” olarak da bilinen Richard Perle gibi düzenin tescilli isimleri yer aldı. Yani egemenler tıpkı G8 zirvesinde olduğu gibi, egemenliklerini pekiştirmek, kendi sorunlarını çözmek ve yeni planlarını hayata geçirmek için bir araya geldiler. Yaygın kanıya göre toplantıda en çok üzerinde durulan konu Ortadoğu’da yürüttükleri emperyalist savaştı. Bu bağlamda hedef tahtasında bulunan İran ve Suriye konusunda pazarlıklar yapıldığı ve Türkiye’nin rolünün de tartışıldığı muhakkaktır. G8 ve Bilderberg gibi uluslararası emperyalist toplantılardan işçi ve emekçiler için hep kan, gözyaşı ve daha fazla sömürü çıkmıştır. Çözmeyi vaat ettikleri açlık, savaş, küresel ısınma gibi sorunların kapitalizm ortadan kalkmadan çözülmesi mümkün değildir. Bu toplantıların amaçlarından biri de işçi ve emekçilerin bilinçlerini bulandırarak bu gerçeği saklamaktır. Tek çözüm yolu, bu sisteme karşı verilmesi gereken işçi sınıfı mücadelesinden geçmektedir. Ancak kapitalizme karşı mücadele verilirse açlık, yoksulluk ve savaşlar ortadan kalkabilir. Evet, başka bir dünya mümkündür ve onun adı da sosyalizmdir! 

41


Kitap Dünyası

marksist tutum

Germinal

Tohumlar Yeşerince Aylin Dinç

E

mile Zola’nın 1885 yılında yazdığı Germinal, madencilerin çalışma koşullarını ve yaşamlarını gerçekçi bir dille aktaran önemli romanlardan biridir. Adını “tohum, ürün, bereket” anlamına gelen germinal sözcüğünden alan bu roman, yazıldığı dönemde öylesine büyük bir ün kazanmıştı ki, Zola öldüğünde işçiler cenazesinde “Germinal, Germinal” diye bağırmışlardı. Roman 1860’lı yılların sonunda geçiyor ve Fransa’nın Montsou kasabasındaki maden işçilerinin yaşamını ve mücadelesini konu ediniyor. Zola, madencilerin sefalet içindeki yaşamını çok canlı ve gerçekçi bir dille tasvir ediyor. Kasabadaki işçiler, atadan babadan madenciler ve bu madenci kasabasında doğup maden ocağında ölüyorlar. Madendeki tüm işçilerin kaderi, küçücük yaşlarda madene bir mahkûm gibi inmek ve ölüsü çıkana kadar orada çalışmaktır. Çocuklar küçük yaşta madene inip yetişkinlerin sefalet dolu yaşamına ortak olduklarından, hem bedensel hem de ruhsal olarak erkenden yaşlanmaya başlıyorlar. Bedenleri yeterli fiziksel gelişmeyi sağlayamadan kendilerini ağır çalışma koşullarının içinde bulan çocuklar, beceriksizce yetişkinleri taklit ediyorlar, onlar gibi davranıyor, alkol kullanıyor ve cinselliği oyunlarının bir parçası haline getiriyorlar. Tek göz odada yiyip içen, yatıp kalkan, banyo yapan kalabalık işçi ailelerinde, mahrem denen hiçbir şey kalmadığı gibi, gerçeklik de çırılçıplak ortada duruyor. Aileler çocuklarının eve para getirmeleri dışında hiçbir şeyleri ile ilgilenemiyorlar. Madencilerin sefaleti, onların tüm alışkanlıklarını, yaşamlarını ve “ahlâk” anlayışlarını belirlemiş durumda. Burjuvazinin “kutsal” ailesinin yalanlarla ve ikiyüzlülükle örülü duvarı, hayatın gerçekliği içinde tuzla buz

42

oluyor. Yozlaşan, çürüyen, açlık içinde ne yapacağını bilmez hale gelen işçiler; patronların, müdürlerin evlerine dilenciliğe giden, kasabanın iğrenç, uçkur düşkünü dükkân sahibinin cinsel isteklerini tatmin etme karşılığında borç alabilen işçi kadınlar… Romandaki ailenin 58 yaşındaki büyükbabası Bonnemort (dokuz canlı) Baba, daha sekiz yaşındayken madene inmiş, tam üç kez madenden ölmek üzereyken çıkarılmıştır. Bir keresinde saçı sakalı kavrulmuş, bir diğerinde kursağına kadar toprakla dolmuş, üçüncüsündeyse karnı kurbağa gibi suyla şişmiş bir şekilde kurtarılmıştır. Bonnemort Baba’nın dokuz kişilik ailesinde çocuklarla birlikte beş kişi çalışıyor, ama eve getirilen para ailenin karnını doyurmaya bile yetmiyor. Her gün sabahın 4’ünden öğleden sonra 3’e kadar, yerin 554 metre derinliğine ilerleyen açgözlü kuyu, o günkü nafakası olan işçileri yutuyor. İşçiler o dar karınca yuvasında, toprağın dört bir yanını oyup, onu kurt yeniği içindeki bir tahta gibi delik deşik ederek didinip duruyorlar. Madenden dönüldüğünde, temizlik, ortadan kesilip leğene dönüştürülen bir fıçı içinde, sonunda mürekkebe dönüşen aynı suda yıkanarak gerçekleşiyor. Çocuklar ikişerli yatıyorlar ve aynı odayı paylaşıyorlar. 15 yaşındaki Catherine, gelişmemiş sıska vücuduyla, hastalıklı dişetleriyle, madenci kıyafetleriyle, bir kızdan çok, tam bir oğlan çocuğuna benziyor. Romandaki karakterleri yakından tanımak önemlidir. Çünkü bunlar romana sıkışıp kalmış karakterler değiller, bugün de yaşamaktalar. Kimi zaman fabrikamızdaki suskun işçilerden birine benzetiriz birini, kimi zaman mücadelede tanıdığımız bir öncü işçiyi görürüz orada. Etienne, öfkeli ve zapt edilemez kişiliği ve haksız-


lıklara karşı verdiği tepkiler yüzünden işten atılmış, aç kalmamak için iş ararken bu kasabaya gelerek madende iş bulan birisidir. Maheude Kadın romanın merkezine oturan madenci ailesinin cefakâr anasıdır, Maheu ise babası. Maheu, Etienne’le tanışana kadar, koşullara boyun eğmekten başka çaresi olmadığını düşünen, canına okuduğu halde çalıştığı işe şükredecek kadar geri bilinçte olan bir madencidir. Dürüst ve herkesin güvendiği bir işçidir. Roman farklı tipte işçilere yer veriyor. Korkunç sefalet içinde geçen yaşam koşullarının kaypaklaştırdığı, ispiyoncu, güvenilmez, yükselme tutkusuyla patronun gösterdiği küçük bir kırıntı için işçi arkadaşlarını bir anda satabilen Chaval gibi işçilerin yanı sıra, tüm kötü koşullara rağmen umudun bitmediğine işaret eden işçiler de var. Roman, tüm bu karakterlerle örülü bir şekilde, işçilerin kıpırtısızlığının sonsuz bir hareketsizlik olarak algılandığı bir ortamda mücadelenin nasıl da aniden yükseldiğini ve nasıl bir gelişim gösterdiğini anlatıyor. On yıl öncesine kadar geçinebilecek kadar ücret alabilen işçilerin, bu süre zarfında yıldan yıla aldıkları ücretlerin düşmesi ve en son da çeşitli bahanelerle yeniden ücret kesintisi yapılması, madenciler arasında rahatsızlık yaratmaya başlar. Başkaldırı filizlenir ve nihayetinde grev patlak verir. Bu mücadelede alınan sınıfsal tutumlar ibret vericidir. Kitlenin önüne geçip yaptıkları şeyi küçümseyen, onların kendilerine zarar verdiklerini söyleyenlerden (bar sahibi Rasseneur) tutun da, grevi küçümseyip işçilerin hiçbir şeyi değiştirecek güçleri olduğuna inanmayan, Luddistlerin yaptığı gibi iş araçlarına zarar vererek patronların batırılacağına inanan ve bunun için de tek başına hareket eden anarşist Suvarin’e kadar, sınıf mücadelesi aniden patlak verdiğinde doğru bir perspektife sahip olmayanların nasıl çuvalladığının örnekleriyle dolu Germinal. Evine dilenmeye gittiği müdürün karısının Maheude Kadın’a söylediği yalanları, patronlar sınıfı bugün de tekrarlıyor bizlere: “İnsan iyi niyetle her türlü talihsizliği yener.” Ama madenciler, “tanrının onlara nasip ettiği” bu işte dürüstlükle çalışmalarına rağmen, biriktirebilecekleri parayı bulmak bir yana, bir lokma ekmek alacak kadar bile kazanamaz duruma gelmişlerdir. Bu yüzden de daha madenden çıkar çıkmaz tüm olanları unutabilmek, yazgıya kolay boyun eğebilmek için, ellerine geçen üç kuruşu içkiye yatırıp gırtlaklarına kadar borca batarlar. Patronlardan birinin karısının diğer burjuva kadınlardan birine “gerçek bir yeryüzü cenneti” olarak gösterdiği yer, pislik, çamur ve çocukların açlıktan ve hastalıktan öldüğü sefil işçi mahallesidir. Burjuvalar, işçilerin burada yaşamalarını bile çok görmekte, onların gerçek yerinin yeraltının kilometrelerce derinlikleri olduğuna inanmaktadırlar. Etienne, Maheu’nun evinde kiracı olarak kaldığı süre içinde akşamları yaptığı sohbetlerin ürününü almaya başlar. Bu sohbetler, mücadele patlak verdiğinde Maheu’nun işçi arkadaşlarına cesurca öncülük yapmasına yarar. İlk zamanlar onun anlattıklarını deli saçması şeyler olarak dinleyen Maheude Kadın bile bir süre sonra değişmeye, patronsuz bir dünyayı, adil ve

insanca bir yaşam sürecekleri günleri düşlemeye başlar. Önceleri gerçekleşemeyeceğini düşündüğü bu mutlu düşleri dinlerken hem kendisinin hem kocasının anlatılanların büyüsüne kapılmasından da korkan Maheude Kadın, sahip olduğu adalet duygusuyla delikanlıya hak verir. Ama delikanlının şiddetten yana sözlerini kınar, onu fazla kavgacı bir insan olarak görür. Oysa grev başladıktan sonra, aynı kadın, teslim olmaktansa ölümüne mücadele etmekten bahsedecektir. Burjuvaları bir çırpıda temizlemek, açlıktan nefesi kokanların emeğiyle semiren o hırsız zenginlerden yeryüzünü kurtarmak için cumhuriyetin ve giyotinin gelmesini isteyecektir. Etienne uzun geceler boyunca Maheu’nun ailesine bıkmadan usanmadan bildiklerini anlatırken, Bonnemort Baba da maden ocağında tükettiği ömrünü düşünür. Dışarıda olup bitenlere gözlerini ve kulaklarını tıkayarak yeraltında bir dolap beygiri gibi çalıştığı elli yıl boyunca, patronlar iliğini, kemiğini sömürmüşlerdir. Oysa şimdi işçiler uyanmaya, bir tohum gibi toprağın derinliklerinde baş verip filizlenmeye başlamışlardır. Eşleri ve çocuklarıyla, artık açlıktan kırılmak yerine harekete geçmek gerektiğine inanan binlerce isyancı madenci, diğer madenlerdeki işçileri de greve ikna etmeye çalışırlar. İşçiler “ekmek, ekmek” çığlıklarıyla burjuvaların yaşadıkları yerlere saldırırlar. Kendileri açlıktan kırılmak üzereyken onların bolluk içinde yaşamalarına tahammül edemez ve “kahrolsun burjuvazi, yaşasın toplumsal eşitlik” diye bağırırlar. Yıllarca sessiz kaldıktan sonra birden coşkun bir sel gibi ileri atıldıklarında nasıl korku perdesini yırtabileceklerini ve akla hayale gelmez şeyler yapabileceklerini gösterirler. Ama örgütsüzlükleri nedeniyle, patronların hileleri onları kolaylıkla gelgitlere sürükleyebilmekte, bölüp dağıtabilmektedir. Yaşadıkları, tüm gücünü toplayıp kabarmış olan bir nehrin, o gücü doğru yere akıtacak arklar olmadığında gerisin geriye cılızlaşıp, nasıl kuruyup gittiğini de göstermektedir. İşçilerin isyanı yenilgiyle sonlanırken, Germinal buna rağmen umudun asla sönmediği, işçi sınıfının tekrar ayağa kalkacağı mesajıyla biter. O umutsuzluğu değil umudu aşılar işçilere: “Cana can katan, her yandan gençlik fışkıran o sabah, gökte alevler saçan güneşin altında yüzen ova, işte bu uğultuya gebeydi. Topraktan insanlar bitiyordu, saban izlerinde ağır ağır kapkara, öç alıcı bir ordu filizleniyordu; bu ordu pek yakında bütün toprağı çatlatacak olan gelecek yüzyılların ürünleri için boy atıyordu”. O yıllarda toprağı çatlatıp boy atan bu ordu, bugüne dek gelişip bir dev haline gelmiştir. Dünyayı ellerinde tutanların köle olmaktan çıkıp efendi haline gelmelerinin önündeki tek engelse, bu dev gücü devrimci bilinçle donatacak bir örgütlülüğün eksikliğidir. Bu dünyayı değiştirme iddiasında olanlar Etienne gibi inatla ve yılmadan çalıştıkları, işçi sınıfının devrim mücadelesinin kaldıracı olan devrimci örgütlülüğün yaratılmasına omuz verdikleri ölçüde bu engelin de üstesinden gelinecektir. 

Kitap Dünyası

marksist tutum

43


marksist tutum

Temmuz 2007 • sayı: 28

Çark Dönüyor Amma Mücadele de Büyüyor!

Cumhuriyet Mitinglerinin Anlattıkları

Merhaba dostlar, geçtiğimiz hafta sonunda UİD-DER Aydınlı temsilciliğinde, Kazlıçeşme’deki deri işçilerinin çalışma koşullarını anlatan ÇARK adlı filmi izledik. 1987 yılında çekilmiş bu film bizim açımızdan ayrı bir öneme sahipti. Çünkü Kazlıçeşme’de çekilen bu filmden 20 gün sonra deri işçileri greve gitmişlerdi. İlerleyen süreçte Kazlıçeşme’deki deri fabrikaları Tuzla organize sanayi bölgesine taşındı. Bölgemizdeki deri işçilerinin de izlediği film 20 yıl sonra bugün, çalışma koşullarının hâlâ değişmediğini gösteriyor. Ben bir deri işçisi olarak, Kazlıçeşme’nin çamurlu yollarında işe gidip gelmesem de, Kazlıçeşme’de deri işçisi olan babamdan harçlık almak için sıkça uğradığım o fabrikalar ve çevresini hiç unutmadım. Filmin başında sanayideki koku için söylenen çok doğru bir söz vardı: “kokuya öyle alıştık ki artık burnumuza farklı gelmiyor. Hatta o ortamda yemek dahi yiyebiliriz” deniyordu. Kazlıçeşme’nin Tuzla organize sanayiye taşınmış olması bir şeyi değiştirmedi. Üretimde kullanılan kimyasalların çok olması ve atıkların arıtılmaması kokuyu artırıyor. Kazlıçeşme’deki o küçük fabrikalar Tuzla’ya taşındığında artık büyük bir alana sahip olmuşlardı ama gelin görün ki çalışma şartları hiç değişmemişti. Elektrik çarpması, kimyasal yanıklar, zehirlenmeler, aşırı deri tozu, bel ağrıları, makineye kaptırılan kollar vs… O dönemdeki Kazlıçeşme’nin tümünde üretilen deri ile bugün orta ölçekli bir fabrikanın ürettiği deri miktarı aynı. Bugün çok daha az işçi ile çok daha fazla miktarda deri işleniyor. Yani “teknolojik gelişme” her zamanki gibi yine kapitalistlerin hizmetinde. Kazlıçeşme işçilerinin sergiledikleri mücadele, bugün işçi sınıfının izlemesi gereken yola işaret ediyor. Deri işçileri, o dönemdeki tüm baskıcı uygulamalara ve estirilen gerici rüzgârlara rağmen mücadeleden vazgeçmemişlerdi. Bizler de sınıf bilinçli işçiler olarak aynı yolda yürüyeceğiz. İki şeyden emin olacağız: mücadele edeceğiz ve KAZANACAĞIZ!

Özellikle cumhurbaşkanlığı seçimlerinin de gelip kapıya dayanmasıyla beraber statükocu Kemalist kanadın düzenlediği “cumhuriyete sahip çıkalım” mitingleri ile işçi sınıfının gözü önünde yeni bir müsamere sergileniyor. Yaratılan “laiklik, vatan, millet elden gidiyor” korkusuyla kitleler bu kanadın peşine takılmaya çalışılıyor. Statükocu asker-sivil bürokrasinin sahip olduğu ayrıcalıkları korumak için göze alamayacağı oyun olmadığını tarih bize defalarca gösterdi. Şimdi bizi korkutarak kendi peşlerine takılmamızı sağlamak için kullandıkları argüman ise “eğer mevcut muhafazakar hükümete karşı liberal cephede birleşmezsek eni sonu yine bir askeri darbe olacak ve demokrasiciğimiz yerle bir olacak” argümanıdır. Sanki daha önce 12 Eylül 1980’de tezgâhlanan askeri faşist darbede işçi sınıfının kendi sınıf çıkarları etrafında örgütlenmelerini dağıtmak ve burjuvazinin başını ağrıtacak örgütlenmelerin önünü kesmek için burjuva demokrasisini rafa kaldıranlar ve İslami motiflere sarılanlar onlar değillermiş gibi. İşçi sınıfı bu noktada iki tercihle karşı karşıya bırakılmaya çalışılıyor: Ya liberal burjuvaziyi seçeceksiniz ya da “İran tipi bir devleti önlemek için” askeri darbeyi kabul etmek zorundasınız! Oysa liberal burjuvazi mi iyidir yoksa statükocu Kemalist burjuvazi mi iyidir sorusunun yanıtı kırk katır mı kırk satır mı sorusuna cevap aramaya benzer. İşçi sınıfı bu ortamda çok uyanık ve dikkatli davranmak ve burjuvazinin kendi iç çıkar çatışmaları için araç olmamak zorundadır. Bugün işçi sınıfının önünde tek bir seçenek var, o da sınıf bilinçli, örgütlü mücadeleye katılarak kendi öz çıkarları uğruna mücadele etmektir. Liberaliyle, muhafazakârıyla, statükocusuyla burjuvazinin tüm kanatları işçi sınıfının düşmanıdırlar. Sınıf çıkarlarımızı savunmanın biricik yolu ise örgütlü mücadeleye katılmaktır. Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz! Sınıf Bilinciyle Örgütlü Mücadeleye!

Aydınlı’dan MT okuru bir deri işçisi

Gebze’den bir büro çalışanı

44


Okurlarımızdan Kürt İllerinde Seçim Telâşı Darbeci-statükocu güçlerin kılıçlarını bilediği bir ortamda Kürt illerini öncekilere nazaran farklı bir seçim heyecanı sarmış durumda. DTP’nin bağımsız adaylarla seçime girmesi herkesi umutlandırdı. Şu anda buradaki gündemi kim nereden bağımsız aday, kim hangi bağımsız adaya oy verecek soruları belirliyor. Geçmiş seçim sonuçlarına göre hangi ilçelerin kime oy vereceği konuşuluyor. Her yerde insanlar oy verecekleri bağımsız adayları tanımaya çalışıyorlar. Seçim süreci buranın en büyük ikinci ili olan Van’da haftalar önce AKP’nin gençlik şöleni ve mitingi ile başladı. Bu topraklarda sadece iki parti yarışıyor; DTP ve AKP. Bundan dolayı AKP’nin tavrı ve yaptığı her şey dört gözle takip ediliyor. CHP ve AKP birbirlerini hep bindirilmiş kıtalara dayanmakla suçluyorlardı. Bindirilmiş kıtaların ne olduğunu bu şölen dolayısıyla öğrenmiş bulunduk. Van’a 25-30 saat uzaklıktaki Manisa’dan bile gençler getirilmişti. Van’da AKP’ye olan ilgi geçen seçimlerdekinin gerisinde gözüküyor. Geçen seçimlerde DTP yerine AKP’ye oy veren Kürtler, öyle görülüyor ki Kürt sorunundaki zikzaklarından dolayı AKP’ye olan güvenlerini kaybetmiş durumdalar. AKP bu mitingi üzerindeki basınç nedeniyle milliyetçilik üzerine oturttu. Böylece buradaki insanların AKP’ye karşı oluşmaya başlayan güvensizliği biraz daha perçinlenmiş oldu. Kürtlerin önemli bir kısmının gözünde AKP tamamen kaypak ve korkakça davranan bir partidir. Kürt sorununda ettiği her yarım yamalak laf sonrasında statükocu güçlerden gelen tehditle hemen iki adım geri atmıştır. Darbeci-statükocu güçler bu seçimlerde kitlelere şeriat ve bö-

lünme korkusu üzerinden ulaşmaya çalışıyorlar. Özellikle Alevileri, daha doğrusu Türk Alevilerini kendilerine yedeklemeye çalışıyorlar. Yıllarca her türlü devlet baskısına maruz kalan, halen yok sayılan Aleviler maalesef yaratılan milliyetçilik akımının etkisindedir ve şeriat korkusu yüzünden bir kez daha CHP’ye (hatta MHP’ye bile) yakınlaşmış durumdadırlar. Yıllarca demokrat, ilerici ve devrimci güçlere sempati ile yaklaşmış Alevi kitleler arasında, toplumda derin yaralar açacak olan bir düşmanlığın, Alevi-Kürt düşmanlığının tohumları atılmaya çalışılıyor. Buralarda, mücadeleye katılmış ve bedel ödemiş bölgelerle mücadeleden uzak durmuş veya şöyle böyle katılmış bölgeler arasında bariz bir farklılık var. Örneğin binlerce gencini bu mücadelede feda etmiş Doğubayazıt, Kızıltepe, Diyarbakır, Tatvan, Digor gibi yerlerde eski önyargılar önemli oranda yıkılmış durumda. Buralardaki sosyal yaşantı, kadının toplumdaki yeri, hiç de sanıldığı gibi geri düzeyde değil. Bu yerlerdeki insanlar mezhebinize dayanarak değil, Kürtlerin haklı mücadelesine bakış açınıza göre tutum alıyorlar size. Şu anda bu mektubu kısa bir süreliğine bulunduğum Doğu Karadeniz’den, Rize’den yazıyorum. Maalesef burada bayağı büyük miktarda bir kitle, açık açık Kürt katliamı yapılmasından bahsediyor. Oysa onlar da geçmişte devrim ve sosyalizm mücadelesi için evlatlarını, canlarını ortaya koydular. Elbet gün gelip sınıf mücadelesi kızıştığında, Marksist bir anlayışla örgütlenmiş Karadenizli işçi kardeşlerimiz de şovenizmi kıracaklar ve insanlığın kurtuluşunun simgesi o güzelim kızıl bayrağımız burada da kendine dalgalanacak güzel bir yer bulacak.

2005 Yılının Nisan ayı Marksist Tutum’un ilk sayısının çıkışıydı. Dergimizin ilk kapağı Enternasyonalle Kurtulur İnsanlık başlığını taşıyordu. “Enternasyonalle Kurtulur İnsanlık” sloganı o günden bu yana Marksist Tutum’un temel sloganlarından biri oldu. İşçi sınıfının mücadelesi dar sınırlara hapsedilemez. Nasıl ki kapitalizm uluslararası bir sistemse işçi sınıfının mücadelesi de uluslararası olmak zorundadır. Mücadeleyi ulusal sınırlara hapsetmek isteyen reformist, oportünist tutumlara da gereken cevabı yazılarıyla layıkıyla vermektedir Marksist Tutum. Türkiye’de yaşanan 1980 askeri faşist darbesinde idam edilen, katledilen, işkencelere maruz kalan kardeşlerimizi güneşe gömdük. Burjuva düzenin devamını sağlamak için işbaşında olan faşist generalleri ve düzen yanlılarını unutmadık ve asla unutmayacağız. Yapılan bu vahşetin hesabını soracağız. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın. Kokuşmuş burjuva düzende sadece olağanüstü dönemlerde ve savaşlarda katliamlar yapılmıyor. Her gün yaşadığımız iş kazalarında da (iş cinayetlerinde) bir avuç asalak için kayıplar veriyoruz. İşte tüm bu vahşete dur demek için ve tüm toplumun kurtuluşu için, özgür bir dünya için, insanca yaşayabilmek için verilen mücadelenin sesidir Marksist Tutum. Ben Marksist Tutum okuru olarak kendimi çok şanslı görüyorum. Çünkü bu kahrolası düzenin kimlerin çıkarına hizmet ettiğini, bu sömürücülerin bizlerin kanı canı üzerinden sermayelerini nasıl da büyüttüklerini dergimiz sayesinde biliyorum. Geçmişte işçi sınıfının devrimci mücadelesi için canlarıyla bedel ödeyen devrimciler bizlere bu geleneği devam ettirmek gerektiğini öğrettiler. Bizlere bırakılan bu mirası, bu devrimci gelenek, tarz ve tutumu doğru bir şekilde gelecek kuşağa taşımak ve mücadeleye yeni kavga neferlerini kazanmak bizlerin bir an olsun aklımızdan çıkarmamız gereken bir görevdir. İkinci yılını dolduran Marksist Tutum bu yolda bizlere ışık tutmaya, yol göstermeye, tarih bilincimizi tekrar tekrar tazelememize yardımcı olmaya kararlılıkla devam ediyor. Bizlere düşen görev, öğrendiklerimizi daha geniş kitlelere aktarmaktır. Geçmişten günümüze bizlere bu fikirleri aktaran, işçi sınıfının devrimci mücadelesi için ter akıtan, Marksist geleneğe sahip çıkan devrimcilere selam olsun. Kurtköy’den bir büro işçisi

Muş’tan Marksist Tutum okuru bir eğitim emekçisi

Bundan iki yıl önce bu topraklarda bir filiz yeşerdi. Bu filiz, sınıf mücadelesinde tutulması gereken ana halkanın ne olması gerektiğini, hangi yol ve yöntemin kullanılacağını, gerek tarihten derslerle, gerek bugün yaşanan örneklerle anlatarak büyüyor. Elbette bizler, tarihi kendimizden başlatmıyoruz. Dünya işçi sınıfının kapitalizme karşı yürüttüğü kavgasına yol gösteren temel çizgi, 150 yıldır verilen sayısız mücadele içinde oluşturulmuş ve binlerce komünist bu uğurda can vermiştir. Bu enternasyonalist komünist hattın yaratıcıları, Marksist geleneğin kurucu önderleri olarak Marx, Engels, Lenin, Rosa ve Troçki’dir. Marksist Tutum dergisi de işte bu çizginin takipçisidir. Dergimiz bize ulaşan Bolşevik-Leninist halkaya sahip çıkarak, işçi sınıfının devrim mücadelesine inanan neferlerini kavgaya çağırıyor. Bu çağrıya kulak verdiğimizde sadece mirasımıza sahip çıkmakla kalmayacağız, ölü yıldızlara da hayatı götürmüş olacağız. Tuzla’dan bir gıda işçisi

45


Okurlarımızdan Merhaba arkadaşlar. Dergimiz Marksist Tutum’un 2. yılını doldurduğunu biliyorsunuz. Marksist Tutum tüm sıcaklığı ve kızıllığıyla bize ulaşmaya devam ediyor. Öncelikle Marksist Tutum’un çıkmasında, bize ulaşmasında ve kızıllığını korumasında emeği geçen, yazarından okuruna, herkesin emeğine, yüreğine sağlık. Marksist Tutum’la 10 ay önce 16. sayı ile tanıştım. Geçen süre zarfında Marksizmi temel alan ilkeli tutumunu hiç bozmadı ve işçi sınıfının devrimci bağımsız siyasetini bize tüm açıklığıyla öğretti, öğretmeye devam ediyor. İşçi sınıfına olan samimi yaklaşımı benim ilk fark ettiğim yanı oldu. Çünkü ele aldığı konular işçi sınıfının en yakıcı sorunlarını ya da bu sorunlara ilişkin çözümleri içeriyor. Zaten işçi sınıfına olan samimiyeti burada yatıyor. Bunun yanında “okur mektupları” bu samimiyetin ve birlikteliğin en güzel kanıtıdır. Okurlarına 7-8 sayfa yer ayıran başka bir yayına ben hiç rastlamadım. Oysa Marksist Tutum hiçbir şeyi sınıf hareketinden ayrı değerlendirmediği gibi, işçi sınıfıyla birlikte ve yan yana olmayı da başarmıştır. Buradan hareketle, hep vurguladığı üzere işçileri birbirine daha çok yaklaştırmış ve okurları gün be gün çoğalmıştır. Bağımsız sınıf siyasetini sürdürmenin çok zor olduğu günümüz koşullarında gerçekten Marksist tutumuyla işçi sınıfının tarihsel kavgasına her sayıda yeni tohumlar atmakta ve işçi sınıfının kızıl gelincik tarlası her geçen gün büyümektedir. Bu ilkeli, direngen, kararlı tutumun arkasında şunların yattığını düşünüyorum: Öncelikle sınıf hareketine nesnel bir değerlendirmeyle bakabilen Marksist Tutum, “Enternasyonalle Kurtulur İnsanlık” şiarıyla Marksizmin gerçek ilkelerini bize yeniden kazandırmıştır. Marksizmin bunca çarpıtılarak, yok sayılarak, farklı düşüncelerle karalanarak tanınmaz hale geldiği bir dönemde, onu tüm çarpıtmalardan ve yanlış anlaşılmalardan kurtararak asıl yerine oturtmuştur. O, biz genç nesillerin ve işçi sınıfının bilincini Marksizmle şekillendirmeye çalışmaktadır. İşçi sınıfının tarihten ders çıkar-

madan ilerleyemeyeceğini bildiği için, “Sınıf Belleği” bölümüyle işçi sınıfının yok edilmeye çalışılan hafızasını tazelemiştir. İşçi sınıfının bilimi olan Marksizmin tüm temel ilkelerini bize en yalın ve anlaşılır haliyle sunmuş ve yolumuzu Marksizmle aydınlatmıştır. Dünyanın diğer ülkelerindeki olayları değerlendirirken bize her zaman işçi sınıfının dünya çapında bir sınıf olduğunu göstermiştir ve devrimi, sosyalizmi diğer sınıf kardeşlerimizden ayrı düşünemeyeceğimizi bize kavratmıştır. Şunu çok rahat söyleyebilirim ki Marksist Tutum, güncel konulardaki yazıları ile güncel konularda kafama takılan tüm soruları en özlü ve açık şekilde cevaplamıştır. Bir öğrenci olarak önce sınıf mücadelesini bana tanıtmış, kafamdaki karanlık yerleri aydınlatmış ve bana hangi safta durmam gerektiğini göstermiştir. Aslında ben dünyaya ve sınıf hareketine, bu temelde devrime doğru bir pencereden bakabilmeyi Marksist Tutum’la başarabildim. Bizi sınıf mücadelesinde aydınlatan ve bu yolda en büyük rehberimiz olan Marksist Tutum, tüm söylediklerinin altını doldurarak bana güven veriyor. Ve ben o güvenle ve Marksizme olan tüm inancımla diyorum ki: Yaşasın Dünya İşçilerinin Uluslararası Mücadele Birliği, Yaşasın Enternasyonalizm! Çünkü işçi sınıfı bu pencereden bakmazsa tökezleyip düşmeye mahkûmdur. Sınıf hareketini yok sayanlara, onu reformizm, parlamentarizm gibi kalıplara sığdırmaya çalışanlara, tüm dünyada yükselen milliyetçilik ve militarizme, emperyalist savaşlara ve tüm kötülüklerin kaynağı sınıflı-sömürü sistemi kapitalizme karşı sınıf cephesini örelim. Bu bağlamda Marksist Tutum’u okumakla kalmayalım okutalım, inatla örgütlenip mücadelemizi ilmik ilmik örelim. Selam olsun kör karanlığa karşı Marksizmin ışığında yürüyenlere, selam olsun bataklığın ortasında yedi veren gül gibi fışkırıp gelenlere! Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin! Birleşen İşçiler Yenilmezler!

Yaşasın Marksist Tutum

İşçiler, emekçiler yüreklerinizi isyan ateşiyle doldurun ve size bu sömürü düzenini yaşatan pis asalaklara yumruğunuzu vurun! VE DEVAM EDİYOR MARKSİST TUTUM; Sömürüsüz, sınıfsız, eşit, özgür bir dünya kurmak için hep birlikte el ele, omuz omuza mücadele edelim! Marksist Tutum’un yaktığı ateş varoşlarda, fabrikalarda, emekçilerin olduğu her yerde yol almaya devam ediyor. Ona bu gücü veren, işçi sınıfına olan inancın ta kendisidir. Bugün içinde yaşadığımız dünyada tek başımıza ne yapabiliriz ki? Ama el ele verip mücadele edersek kazanacağımız çok güzel bir dünya var. Marksist Tutum’un sayfalarında daha neler var neler. Örneğin okur mektuplarını okudukça, yalnız olmadığımızı, tüm işçi arkadaşların aynı şeyleri yaşadığını görüyoruz. Sonra şu geliyor aklımıza: sorunlarımız aynıysa çözüm de aynı olmalı, örgütlenip mücadele etmekten başka bir yol yok. Gecemizi aydınlatan kızıl güneş gibi yüreklerimizi kavganın kor ateşiyle besleyen ve bizi var eden sevdanın ışıltısı gibi aydınlatıyor içimizi Marksist Tutum O öyle güçlü bir ışık ki bizleri her gün aydınlatmaya devam ediyor. Seni kavganın tüm sıcaklığıyla kucaklıyorum. Tekrar hoş geldin Marksist Tutum.

Bundan 2 yıl önceydi; bahar tüm güzelliğini sunarken insanlığa, toprak çatırdıyordu. Yeni bir tohum düşmüştü toprağa: onun adı Marksist Tutum’du. İlk kez çocuğu olan anne-babanın sevinci gibi bir anlatılmaz sevinç vardı içimizde. İlk önce alıp heyecanla karıştırdık sayfalarını. Öyle güzel kokuyordu ki; içinde yılların emeğini saklıyordu. Sonra başka işçi arkadaşlarımıza da tanıştırdık bu emek ürününü. İki yıldır tüm benliğimizle sahiplenip bağrımıza bastık Marksist Tutum’u. Bizleri her gün bu lanet sömürü düzeninin pisliklerinden arındırmaya devam ediyor Marksist Tutum. Neler yok ki sayfalarında? Savaşlara, açlığa, sömürüye, bu düzenin yol açtığını anlatıp durdu sayfalarında ve neler yapabilirizi gösterdi bizlere. Marksist Tutum sürekli şunu söylüyor biz işçi ve emekçilere; bütün güç sizin elinizde, bunu anlayıp herkese anlatmazsanız kurtuluş olmayacak. Gerçekten de bütün güç bizlerin elinde. Bir bakın etrafınıza, gördüğünüz her şeyi bizim gibi işçiler yapıyor, ama sıra bunlardan yararlanmaya geldiğinde patronlar elimizden zorla çekip alıyor. Savaşlarda ölen biziz, iş kazalarında ölen, aç kalan, evsiz kalan hep bizleriz. Ve bizler hakkımıza sahip çıkmazsak kimse buna dur demeyecek. MARKSİST TUTUM DİYOR Kİ;

46

İstanbul Üniversitesinden Marksist Tutum okuru bir öğrenci

Gebze’den Marksist Tutum okuru bir metal işçisi


Okurlarımızdan Patronlar ve Din Afyonu Dinin sistemin kendi varlığını devam ettirmek için burjuvalar tarafından bir afyon olarak kullanıldığını okuduğum kitaplardan öğrenmiştim. Teoride öğrendiğim bu gerçeğin bir iş deneyimimde nasıl karşıma çıktığını siz Marksist Tutum okurlarıyla paylaşmak istedim. Bir yemek şirketinde aşçı yardımcısı olarak işe başlamıştım. Bu şirketin İslami bir yanı olduğunu daha iş başvurusu yaparken fark etmiştim. Yaklaşık 35-40 çalışanın olduğu küçük bir işletmeydi. İş başı yaptığım gün patron mutfağı teftişe gelmiş ve bana işe alışıp alışmadığımı sormuştu. Ben de alışmaya çalıştığımı söylemiştim. Ardından yemek yaparken dua okuyup okumadığımı sormuştu. İşin yoğun olduğunu, 5 mutfak personeliyle 3000 kişilik yemek çıkardığımızı, bunu yapacak vaktin olmadığını belirttim. Bunun bahane olamayacağını, dua okunmadan yapılan yemeğin bereketinin kaçtığını söyledi ve “dua okuyunca cenabı hak size güç kuvvet verir, yorulmazsınız” dedi. Bu cevap karşısında şaşırdım, diyecek söz bulamadım. Eksik personelle çalışmayı dua yöntemiyle çözmüştü patronumuz. Başka bir gün öğle yemeğine inmiştik. Tüm yemekler bittiği için cantıkla idare ettik. Yemeği biz yapmıştık fakat kendi yaptığımız şeyi yiyememiştik. Yemeklerimiz gelince yemeğe başlamıştık. Patron bunu görünce niye yemek öncesi dua etmediniz deyip bizi fırçaladı. Patron işçilerin her şeyine karışıyor, adeta işçilere nefes aldırmıyordu. Derken cuma günü gelmişti. Patronla birlikte tüm işçiler namaza gitmişti. Birçoğu inançtan değil, patronun korkusundan yapıyordu bunu. Cuma saati üretim durdurulmuştu, o saatte ticaret yapmak, çalışmak günahmış patrona göre. Aşçıbaşı namaza gittiklerini, benim gelip gelmediğimi sormuştu. Siz gidin ben gelmeyeceğim demiştim. İlk etapta kimse zorlamamıştı beni. Bulaşıkçı ve sekreter bayanlar dışında tüm erkek personel namazdaydı. Bir ben kalmıştım. Namaz arasındaki zamanda patates ve soğan soymuştum. Derken patronla birlikte işçiler namazdan geldi. Patron namazdan gelirken mutfağa girdi, namaz vaktinde niye çalıştın, o saatte çalışmak günah diye beni azarladı. Daha sonra öğrendim ki patron aşçıbaşına “sen niye çıraklarına Allah sevgisi vermiyorsun, sadece mesleki bilgi vermekle usta olunmaz” diye fırça çekmiş. Namazdan sonra çalışmaya devam ettik. Mesai bitimine az kalmıştı, mutfağı temizliyorduk. Muhasebeci beni odasına çağırdı. İşimin bitip bitmediğini sordu, az kaldığını belirttim. “Bitince odama gel” dedi. İşimiz bitmişti, üstümü değiştirdim. Muhasebe odasına gittim. Muhasebeci “bundan sonra gelmiyorsun” dedi ve çalıştığım günün parasını uzattı. Niye çıkarıldığımı sordum, gerekçe istedim. Gerekçe olmadığını, patronun öyle istediğini söyledi. Bu açıklamayı niye patronun yapmadığını sordum. Patron “ben söyleyemem” demiş. Gerekçe belirtilmesi konusunda ısrar ettim ve belirtilmeden bir yere gitmeyeceğimi söyledim. Muhasebeci, gerekçe olarak, şirketin kriterlerine uymadığımı söyledi. Kriterleri “zorunlu ibadet etmek”ti. Patron, işçileri kendi ücretli kölesi yapması yetmediği gibi onların yaşam tarzlarını da belirlemeyi kendine misyon biçmişti. Pazar günleri de patron piknikler düzenlemekteydi. Bu pikniklerde de üyesi olduğu tarikatın vaazlarını işçilere dinletmekteydi. Haftanın altı gününü çalışarak geçiren işçileri izin gününde de rahat bırakmıyordu. O günü de işçiler patronun vaazlarını dinlemekle geçiriyordu. İşçi sınıfının örgütsüzlüğü arttıkça patronlar işçilerin yaşamlarını çeşitli yöntemlerle tam bir hapishaneye çeviriyorlar. Bu hapishaneden kurtulup özgürleşmek işçilerin örgütlü mücadelesiyle gelecek. Örgütlüysek Her Şeyiz, Örgütsüzsek Hiçbir Şey! Bursa’dan Marksist Tutum okuru bir işçi

İkinci Yılını Dolduran Marksist Tutum İşçi sınıfının mücadelesinde bizlere ışık tutan, işçi sınıfının bilimi olan Marksizmi çok daha iyi kavrayabilmemiz için çalışmalarını aralıksız sürdüren dergimiz MARKSİST TUTUM ikinci yaşını doldurdu. Kendini Marksizme ve işçi sınıfının kurtuluşuna adayan dergimiz, her ay düzenli olarak çıkarttığı sayılarıyla güncel politik olayları devrimci proleter bir gözle irdeleyip biz işçilerin burjuva politikaların peşinden sürüklenmememizi sağlamaya çalışıyor. Marksist Tutum, gelişen olayların bizler açısından sonuçlarını büyük bir titizlikle işlemektedir. Unutmayalım ki gücümüz birliğimizden gelir. Bu gücü doğ-

Bostancı UİD-DER’de izledim Çark filmini…

Çark Dönüyor çark Keskin, aç, vahşi. Fahri-Kerim-Veli Sıkıştı tertemiz düşleri, Geri vermez çarkın dişlileri… Dönüyor kapkara bir çark Öğütüyor genci, güzeli, emeği, Cam-tersane-deri İnim inim inledi Yüz binlerin sesi Kan, irin, alın teri Çark geri vermez, neferleri… Küçükten büyüğe Çarklar dönüyor… Cepheden cepheye Kıtadan kıtaya Kurşun ve bomba yağıyor Gökte kara bir ölüm gibi Öğütüp kusuyor bedenleri. Çark yeşertmez sevgileri… Çağın çarkına okuyan çark! Bir dişlin kapital Bir dişlin emperyal Bir dişlin işgal Dönüyor dönüyor Bitmez sanıyor çelikten direnenleri Ça-ça-ça-çark! Paramparça edilecek Çelikten kemikten Çağıl çağıl çarpışacak Devrimin Sosyalizmin Elif elif Kızıl neferleri Dudullu’dan bir matbaa işçisi

ru bir tarzda ancak işçi sınıfının bilimiyle kullanabilir ve yeni bir dünya yaratabiliriz. Bu yolda bizi yalnız bırakmayan, Türkiye ve dünyadaki politik olayların dışında Marksizmi de bizlere anlatan ve yüreğimize işlemek için uğraşan dergimiz Marksist Tutum’da emeği olan tüm işçi kardeşlerime, abilerime, ablalarıma sonsuz teşekkürler ediyorum. Gün gelecek ve Lenin’in o ünlü karikatüründeki gibi başımızdaki asalakları bu dünyadan süpüreceğiz. Bunun için daha çok bilinçlenmeli ve mücadele etmeliyiz. Yaşasın İşçilerin Uluslararası Mücadelesi! Dünya Yerinden Oynar İşçiler Birlik Olsa! Gebze’den bir metal işçisi

47


Okurlarımızdan Cezaevi Kapitalizmi ve Mahkûm-İşçi Politikaları Sosyalist yazından sık sık hapishanelerde siyasi mahkûmlara yapılan kötü muameleyi, tecridi ve F tipi cezaevi uygulamasını eleştiren yazıları okuyoruz. Ancak siyasi suçlular dışındaki mahkûmlar ve onların hapishanelerdeki yaşam koşulları ile ilgili eleştirilere pek rastlayamıyoruz. Devrimcilerin sorunlarına olduğu kadar, bilinç düzeyine bakmaksızın toplumun sömürülen tüm kesimlerinin sorunlarına karşı da teorik ve pratik çözümler geliştirebilmeli ve bu sorunlarla ilgilenmeliyiz. Tecrit, işkence, kötü muamele olmasa da hapishaneler bir işlevi gerçekleştirmektedir. Ve “daha iyi, en iyi” hapishane bile bizim kabul edebileceğimiz bir şey değildir. O yüzden ben de Adalet Bakanlığının resmi yayın organlarının birinde rastladığım, Mart ayında Bandırma M-tipi kapalı cezaevinde bir konfeksiyon atölyesinin açılışının yapılması üzerine düşündüklerimi ve araştırdıklarımı sizlerle paylaşmak istiyorum. İş-Kur’un “katkıları” ile kurulan bu atölyenin açılışında kimler var kimler. Egemen sınıf bu törenlere her kesimden temsilcilerini yollayarak düşman çatlatıyor. Devlet bürokrasisini temsilen gelen başsavcısı, dekanı, profesörü, savcısı, kurum müdürleri, milli eğitim müdürleri ve jandarma komutanları; burjuva ticaret kulüplerini temsilen gelen sanayici ve işadamları ile egemen sınıfın üyeleri böylesi günlerde bir araya gelip kaynaşıyorlar. Mahkûm ve infaz memurları da seyirciler olarak yerlerini alıyorlar bu açılışta. Makas şakırdıyor. Her nasılsa konu hapishaneler gibi burjuvazinin topyekûn iktidarını koruyacak bir ay-

gıtın geliştirilmesine geldiğinde, aralarında çatışma yürüyen her iki kesim de anlaşıveriyor ve bir araya geliyor. Kapitalizm gelişirken, mahkûm işçilerin elleriyle de besledi sermayesini bu toprakların burjuvaları. Mahkûmlar en ağır işlerde çalışmaya zorunlu bırakılıyor, normal bir işçiden çok daha az maaş alıyor ve özellikle niteliği bakımından sağlığı tehdit eden işlerde çalıştırılıyorlardı. Bütün diğer işçilerin sahip olduğu örgütlenme haklarından da mahrum bırakılıyorlardı. Bazı işletmelerde diğer işçilerle birlikte çalışan mahkûmların oranı yüzde altmışları buluyordu. 1950’de çıkarılan bir genel af kanunu ile hükümlü işçi uygulamasına sözde son verilmişti. Ancak şimdilerde sınıf mücadelesinin geri çekilmesi ile buna benzer bir kanun yeniden çıkabilir. Burjuvazi için mühim olan mahkûmların emeğinin de kapitalist çarklara akıtılmasının yolunu bulmaktır. Böylece “asılmayıp beslenen” mahkûmlar devletin kesesine zarar vermiyorlar! Bunu bırakın, insanları cezalandırmak artık kârlı bir yatırım haline dönüşüyor. Bu ciddi bir tehlikedir. Böyle bir cezaevi ve üretim atölyesi melezi yapılaşma devletin daha çok insanı hapishanelere tıkmasının yolunu açabilir. Bu, burjuvazinin mat edilmesini daha da kolaylaştırabilecek bir fırsata dönüşebilir öte yandan. Şimdi cezaevlerinde burjuvaziye indirilecek tokat için bir sürü yeni el nasırlaşmaktadır. Bu tokadı tam yerine daha şiddetli çarpmak için, içerideki mahkûm işçilere ve devrimci tutsaklara zaferin umudunu taşıyabilmek için örgütlü mücadeleye! İstanbul Üniversitesinden bir Marksist Tutum okuru

Siz Hiç 22 Milyarlık Yemek Yediniz mi?

Madenin Mirasçılarına

Geçenlerde gazetede bir haber okudum. Haber şöyle: İş adamlarından biri sevgilisine ve birkaç dostuna özel bir davet veriyor ve davetteki yiyecekler yurt dışından getiriliyor. Londra’dan havyar, karides ve ıstakoz getirtmiş, bir de Petrus şarabı açtırtmış. Gecenin sonunda 22 milyar liralık hesap geliyor, üstüne üstlük adam bir de 1 milyar lira bahşiş bırakıyor. Evet, dostlar durum ortada. Birileri 22 milyarlık yemek yiyor, birileriyse açlıktan ölüyor. Açlıktan ölmesek bile hangimizin yediği yemeğin fiyatı birkaç YTL’den fazla? Benim işyerinde işgücümü kaybetmemek için yediğim yemeğin toplam tutarı 75 kuruş ile 1 YTL arasında değişiyor. Evimi soracak olursanız ayda ancak bir kere pazara çıkılıyor. Şundan eminim ki hiçbirimizin durumu birbirinden farklı değil, üç aşağı beş yukarı aynıdır. Peki, neden bizlerin yoksullukla boğuştuğu, dünyadaki her altı insandan birinin yatağa aç girdiği bu sistemde burjuvazi bu kadar korkusuz bir şekilde zenginliğinin reklâmını yapabiliyor? Tabii ki bu cesareti tamamen bizden alıyor. Biz işçi sınıfı örgütsüz ve bilinçsiz olduğumuz için onlar bu kadar rahatlar. Biz bilinçli işçiler olmuş olsaydık onlar bu kadar korkusuz olamazlardı. Buna örnek olarak ’80 öncesini gösterebiliriz. O yıllarda yaşamış büyüklerimiz var. Bizlere deneyimlerini aktarıyorlar. O yıllarda burjuvazi zenginliğini bu kadar rahat sergileyemezmiş. Çünkü o zamanki işçiler bilinçli işçilerdi. Burjuvazi korkardı işçilerden. Ve gene o dönemde işçilerin ekonomik durumu daha iyiydi. Çünkü birçok işyeri sendikalı işyerleriydi, sözleşmelerde patron üç veriyorsa onlar beş istiyorlardı. Yılda birkaç ikramiye vb. Tüm bunlar o bilinçli işçilerin mücadelesi sonucunda elde edilmiş haklardı. Bizlerin bugün bu durumda olmasının tek bir nedeni var. Bizim kuşağımızın onların bize bıraktığı haklara sahip çıkmaması. Ama şunu da unutmamak gerekir. Evet, bu haklar çok önemli, ama kurtuluşumuz değil. Bunlar ancak geçici rahatlıklar sunuyor. Tarihin de kanıtladığı gibi bizim kurtuluşumuz, reformlarda değil bizlerin devrimci mücadeleyi yükseltip onu nihai hedefine ulaştırabilmemizdedir. Kısacası bizlerin bu yoksulluktan ve sefaletten kurtulmamızın tek yolu var: Mücadele etmek. Bundan başka da bir çıkar yolumuz yok. İnsanlığın tek kurtuluşu bu sistemi yıkmak! Bunun için mücadele bayrağını yükseltmeli, bilinçlenmeli ve örgütlenmeliyiz.

Onlar yeryüzünde doğdular Yavaş yavaş yeraltına indiler Mirastı onlara babadan oğula Kapkara kirli bir miras. İndiler yavaş, yavaş. Yoktu ki önlerinde beyaz, aydınlık bir yol. İndiler yavaş yavaş. Onlar farklı mıydı bizden? Hani balıklarınki gibi solungaçları mı vardı? Sen hanfendi, sen beyefendi İner misiniz karanlıklara?

Esenler’den bir kadın tekstil işçisi

48

O miras madencilere kaldı Kapkara kirli bir miras. İndiler yavaş yavaş. Önce elleri sonra burunları Sonra hayatları karardı. Vurdukça kazmayı, Kızıyordu, kükrüyordu maden. “Bir sizden bir benden” diyordu. Doymuyordu gözü hiç doymuyor. Sizler madenin efendileri Çıkamaz mısınız aydınlığa? Yerin dörtyüz metre altına iniyorsunuz da, Neden çıkamıyorsunuz aydınlığa. Bir kazma benden aydınlığa çıkmak için Bir kazma ondan, bundan aydınlığa çıkmak için Sizler madenin efendileri Biz işçiler çıkaracağız Bu dünyayı aydınlığa Marksist Tutum okuru bir kadın işçi




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.