Burjuva Çözümlere Bel Bağlama Kendi Mücadeleni Güçlendir! Ağustos 2007
• 22 Temmuz seçimlerinin ardından • Paşalar cumhuriyetinden burjuva cumhuriyetine • İdeolojik mücadelenin önemi
29
• Oportünizm, yurtseverlik ve savaş • Ölümünün 112. yıldönümünde Engels • Göçmen işçiler
22 Temmuz Seçimlerinin Ardından Levent Toprak
2007 genel seçimi sonuçlanmış bulunuyor. Olağanüstü şartlarda gidilen seçimden çıkan sonuç da bir bakıma olağanüstü olmuştur. 4,5 yıldır hükümette olmasına ve sıkıştırılmasına rağmen AKP oylarını %35 dolayında arttırarak oldukça yüksek (%47) bir oran elde etmiştir. Bunun, aşağı yukarı tüm beklentileri aşan ezici bir üstünlük olduğuna şüphe yok. Bunun yanı sıra seçimde AKP karşıtı cepheyi oluşturan milliyetçi oylar da (CHP-MHP-GP-DP) toplamda %45’e yaklaşmıştır. Kürt hareketi ise oy kaybına uğramakla beraber, bağımsız adaylar yoluyla baraj engelini aşarak mecliste grup kurmaya yetecek kadar sandalye (23) kazanmıştır. AKP’nin ezici zaferi, hayal dünyasında yaşayan birçok kişi ve çevrede şaşkınlık ve hiddete yol açmış görünse de, öngörülebilir bir şeydi. Nitekim biz iki ay önce böylesi bir zaferi hazırlayan koşulları ana hatlarıyla ortaya koymuştuk: “Darbecilerin 22 Temmuz seçimine mani ol(a)madığı ve AKP’yi de kapattırmayı başaramadığı durumda, AKP’nin seçimden galip çıkması kesin gibidir. Muhtemelen eskisi kadar yüksek bir sandalye sayısına sahip olmasa da oylarını muhafaza ederek hükümet kuracak çoğunluğu yine de elde etmesi güçlü olasılık olarak görünmektedir. Bunun sebebi asla geniş emekçi kitlelerin hallerinden hoşnut olmaları değildir. Aksine işsizlik ve yoksulluk pençesinde kıvranan kitlelerde genel bir hoşnutsuzluk mevcuttur. Ancak bundan dem vurarak, kitlelerin geçmişte başka partilere yaptığı gibi otomatik olarak AKP’yi de cezalandıracağını düşünmek doğru olmaz. İşçi sınıfının mevcut örgütsüzlüğü koşullarında, geniş yoksul kitleler burjuva partiler içinde AKP’den daha iyisini görememektedirler. AKP bu bakımdan kredisini tüketmediği gibi, maruz kaldığı darbeci muamele, gayretkeşçe sürdürücüsü olduğu saldırı programının etkilerinin üzerini örtme işlevini görmekte ve AKP’nin, bıraktık normalden daha az yıpranmasına, aksine desteğinin artmasına yol açmaktadır.” (Levent Toprak, Burjuva Siyasetinde Yeni Dönem, MT, Haziran 2007) Seçim sonuçları bu özet değerlendirmeyi fazlasıyla doğrulamıştır. Bu değerlendirme ve seçim sonucu ışığında öncelikle tespit edilmesi gereken nokta, alternatifsiz bırakılan işçi sınıfı ve yoksul emekçi yığınların, kendilerine kötüler arasında iyi görünen birini seçmiş olmalarıdır. Kitleler işçi sınıfının şu anki bilinç ve örgütlülük düzeyinin sınırları dâhilinde,
22 Temmuz seçimleri, işçi sınıfı açısından, kendi çıkarlarının gerektirdiği mücadele görevlerini ve bunların aciliyetini hiçbir biçimde ortadan kaldırmamıştır. Sorunlar ve görevler aynen durmaktadır. Kendi bağımsız sınıf çıkarları temelinde her düzeyde örgütlenme ve militanca bir mücadele yükseltme sorunu kilit önemini korumaktadır. Demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinin de, sermaye karşısında bağımsız işçi sınıfı cephesini oluşturma mücadelesinin de, Kürt halkına yönelik şovenist saldırılara ve savaş tehdidine karşı mücadelenin de tek güvencesi budur. Bu düzenden ve onun yarattığı dertlerden kurtulabilmek için işçi sınıfı kendi yolunu yaratmak ve o yolda yürümek zorundadır.
1
marksist tutum
darbeci-milliyetçi-militarist kamptan ziyade, görece demokratik açılımları temsil ettiğini düşündükleri AKP’ye meyletmişlerdir. Seçim sonuçlarının diğer boyutu ise şüphesiz egemen sınıf içindeki çatışmayla ilgilidir. Bilindiği gibi seçimler cumhurbaşkanlığı seçimi süreciyle ortaya çıkan bir siyasal kriz sonucu gündeme gelmişti. Bu bağlamda seçimler ordu ve büyük sermeyenin desteğindeki AKP’de somut kutuplarını bulan burjuvazi içi çatışma sürecinin önemli bir raundunu oluşturuyordu. Ve AKP’nin ezici zaferi, onun bu önemli raundu kazandığı anlamına gelmektedir. AKP’yi ite kaka bu erken seçime ve dolayısıyla bir boy ölçüşmeye zorlayanlar, temel eksenini ordunun oluşturduğu malûm statükocu burjuva güçlerdi. Bu güçlerin parlamenter zemindeki manevra olanaklarının daralmış olduğunu, bu anlamda AKP’nin bu zeminde güçlü olduğunu daha önce birçok kez vurgulamıştık. Statükocuların parlamento içi hemen tek aleti Baykal CHP’si idi. Tam da bu nedenle bir yandan parlamento dışı araçların kullanımına ağırlık verirken, diğer yandan bu alandaki eksiği gidermek için kitle mitingleri gibi politik seferberlik araçlarıyla parlamenter zeminde ellerini güçlendirme çabalarını yoğunlaştırmışlardı. Bu güçler esas olarak AKP’yi hükümetten düşürmeyi, ya da hiç olmazsa zayıflatarak çok daha kolay kontrol edilebilir bir konuma getirmeyi hedefliyorlardı. Seçimlerden her halükârda kendileri için çok daha elverişli bir parlamento bileşiminin çıkacağını bekliyorlar ve güç oyununun sonraki evrelerinde parlamenter manevralar için ellerinin önemli ölçüde güçleneceğini umuyorlardı. Ancak evdeki hesap birçok yönden çarşıya uymadı. AKP bir miktar sandalye kaybına uğradı ve MHP planlandığı gibi meclise girdiyse de, özlenen CHP-MHP koalisyonu hayal olarak kaldı. Bahsin bu kadar yükseltildiği bir ortamda AKP’nin çok yüksek bir oy oranıyla elde ettiği ezici seçim zaferi, ona muazzam bir moral üstünlük sağladı. Şayet AKP böylesine önemli bir dönemeç noktasında,
2
Ağustos 2007 • sayı: 29
darbe ve savaş tehdidi altında gerçekleştirilen bu denli önemli bir seçimde, bıraktık yenilmeyi, ancak küçük bir marjla hükümet kurmasına yetecek türde bir başarı gösterseydi, siyasetin ordu güdümlü cehennem zebanilerinin raksı çoktan başlamış olacaktı. AKP’nin seçimden birinci parti olarak çıkması değil, ama bu kadar açık arayla ve ezici biçimde birinci çıkması, statükocu güçlerin parlamenter siyaset alanındaki manevra olanaklarını en azından uzunca bir süre için bitirmiştir. Ortada burjuva demokrasisinin normları açısından ne temsiliyet ne de meşruiyet tartışması açmaya uygun bir zemin vardır. Yeni AKP hükümeti büyük bir meşruiyet zırhıyla işbaşı yapacaktır. Dolayısıyla ordu ve operasyonun parlamento ayağını yürüten CHP ağır bir politik yenilgi almıştır. Ordu AKP’yi hizaya çekme konusunda sürecin bütünü içinde bazı kazanımlar elde ettiyse de, gelinen noktada halk nezdinde önemli bir itibar yitimine uğramış ve sonraki müdahaleleri için psikolojik zemin kaybı yaşamıştır. Bu bakımdan önümüzdeki süreçte, ordunun yıpranan itibarını rehabilite etmeye yönelik birtakım çabalar görmek de şaşırtıcı olmayacaktır. Aslında dolaylı olarak daha şimdiden buna başlandığını söylemek mümkün. AKP’nin yaşadığı oy patlamasının sebebinin cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde yaşananlarla ilgisi olmadığı yönündeki sözde bilimsel analizler bizce bunun bir parçasını oluşturmaktadır. AKP’yi sıkıştırma sürecinde devreye sokulan diğer birçok hamle de boşa çıkmıştır. Cumhuriyet mitingleri ve laiklik yaygarasının kofluğu mükemmelen teşhir olmuştur. Günümüz Türkiye’sinde her iki kişiden birinin şeriat istediğini söylemek kargaları bile güldürür. Zaten kimse de böyle bir iddiada bulunmuyor. Aynı şekilde, AKP’nin karşısına yekpare bir cephe çıkarabilmek ve bu temelde oyları odaklaştırabilmek amacıyla, ite kaka zorlanan parti birleşmeleri ve ittifaklar da iflas etmiştir. Haziran ayındaki değerlendirmemizde de vurguladığımız gibi, “Postal zoruyla gerçekleşen tüm bu metazori birleşmelerin halkı tavlaması zordur.” Laikçi-statükocular, son bir ümit, tiridi çıkmış Erbakan’ı bile devreye soktular! Ama Erbakan, işi cehennem fetvaları vermeye kadar vardırdıysa da kâr etmedi. CHP’nin baş temsilcisi olduğu darbeci-militarist çizgi seçimlerde yenilmiştir, ama AKP başarısını fazladan yorumlayan kimi kalemlerin savunduğu gibi, genel olarak yükseltilen milliyetçi dalganın gerilediğini söylemek doğru olmayacaktır. Söz konusu yorumlar meseleyi MHP’ye indirgemektedirler. Bu bağlamda MHP oylarının, sözgelimi yüzde 20’ler düzeyine yükselmesi gibi büyük bir patlama yapmamış olması adeta bir teselli olarak sunulmaktadır. MHP’nin, %8,3’ten %14,3’e çıkarmak suretiyle oylarını
Ağustos 2007 • sayı: 29
%70’in üzerinde arttırmış olması yeteri kadar ciddi bir tehlikedir. Öte yandan MHP oylarının toplumsal-coğrafi yapısının ciddi bir değişim göstermesi de dikkatten kaçmamalıdır. MHP yakın zamana kadar tutucu orta Anadolu’dan aldığı yüksek oylarla kendini gösterebilirken, şimdi buralarda büyük kayba uğramakta, buna mukabil ülkenin batısında ve büyük kentlerde ciddi bir yükseliş yaşamaktadır. Ama seçimler ve milliyetçilik bağlamında en önemli nokta, meselenin MHP’ye daraltılmasının yanlışlığıdır. Seçim sonuçlarına daha dikkatlice bakıldığında siyasal anlamda milliyetçi içerikli oyların arttığı görülecektir. CHP’nin 2002’de aldığı oyların siyasal içeriği ile bugünkü oylarının siyasal içeriğinin aynı olmadığı gözden kaçırılmamalıdır. Öte yandan AKP’nin bizzat milliyetçi dalgaya kısmen uyarlandığını ve yeri geldiğinde bu noktayı okşamaktan geri durmadığını, “Tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak” söylemini sıkça kullandığını da hatırlamak gerekiyor. Tüm bu hususlar dikkate alındığında, bizce seçim sonuçları milliyetçi tehlikenin ortadan kalkmadığını yeterince göstermektedir. 2007 seçimlerinin önemli bir sonucu da Kürt hareketinin grup kurmaya yetecek sayıyla meclise girmesi olmuştur. Türkiye’deki demokratik muhalefetin mevcut koşullardaki en büyük damarı olan Kürt hareketinin elde ettiği bu sonuç şüphesiz önemlidir. Düzen güçlerinin elbirliğiyle gerçekleştirdiği tüm engellemelere, haksızlıklara ve usulsüzlüklere rağmen, düzen partileri dışındaki tek unsur olarak bu demokratik muhalefet odağının meclise girmesi bir başarı olduğu gibi, yaşanan politik seferberlik ve meclis kürsüsünün kullanılacak olması nedeniyle bundan sonra yaratılabilecek yeni politizasyon bakımından da ayrıca önemlidir. Ancak bu olumluluklara rağmen Kürt hareketinin oylarındaki düşüş ve AKP’ye kayış gözlerden kaçmamaktadır. Bunda AKP’nin Kürt sorununda diğer düzen partilerinden farklıymış izlenimini yaratmasının bir etkisi olduğu kadar, Kürt hareketinin yoksul Kürt emekçilerinin giderek daha belirgin hale gelen sınıfsal sorunları için bir perspektif sunamamasının da etkili olduğu açıktır. AKP, elindeki hükümet olanaklarıyla bölgeye götürdüğü hizmetlerle sınırlı da olsa, bu alandaki boşluğu kendi lehine dönüştürmede başarılı olmuştur.
Ateşkes mi? İyice bakıldığı zaman, darbeci sıkıştırma girişiminin, somut hedeflerine ulaşma bakımından boşa çıktığı, bir anlamda yenildiği söylenebilir. Ancak ne statükocuların buradan mutlak bir yenilgiye uğradıkları ne de süreçten hiçbir şey kazanmadan çıktıkları iddia edilebilir. Aksine, ulaşmak istedikleri hedefler açısından taviz vermek zorunda kalsalar da, daha genel düzlemde AKP’yi kendi çizgilerine daha yakın bir noktaya getirmişlerdir. Ama elbette bu, AKP ile sorunun sona erdiği anlamına da gelmemektedir. Statükocu güçlerin ana eksenini oluşturan ordunun,
marksist tutum
sürecin belirli bir noktasında güç dengelerinin daha ileri gitmeyi olanaksız kıldığına ve Erdoğan’la sessiz bir uzlaşma yoluna gitmenin şimdilik daha uygun olacağına hükmetmiş olduğu görülüyor. Burada en önemli nokta ABD emperyalizminin tam bir desteğinin alınamaması olmuş olsa gerek. Amerikan yönetici sınıfı içinde bir kesimin statükocularla sıkı fıkı oldukları ve hükümet aleyhine bir yöneliş sergiledikleri ortaya çıktıysa da, bu çizginin şimdilik hâkim olmadığı görülmektedir. Anlamlı bir alternatifin yokluğunda AKP’nin toplumsal desteğinin yüksekliğini ve bir türlü kırılamadığını da hesaba katan ordu, AKP ile vardığı sezilen uzlaşma çerçevesinde, görünüşte olmasa bile gerçekte süreci yatıştırma yoluna girmiştir. Güney’e operasyon ve seçimlere gölge düşürülmesi gibi senaryoların devreye sokulamamasının akla yatkın açıklaması budur. AKP, üzerine bindirilen basınçtan, bir yandan tavizler ve kurbanlar vererek, bir yandan da diş göstererek (kontracılara yönelik operasyonlar) ve aslında sosyo-ekonomik değişmeye de uygun biçimde şekil değiştirerek, kıvrak hareketlerle sıyrılmayı başarmıştır. Daha önce de İslamcı bir parti olduğu söylenemeyecek olan AKP, bugün Türk muhafazakâr sağ geleneğinin çizgisine (elbette günün dünya koşullarına uyarlanmış biçimde) daha fazla oturmuştur. AKP’nin yıpranmamış ve belirli bir dinamizm taşıyan örgütlü yapısı düşünüldüğünde, bu kulvarda ona karşı ANAP, DP, Mesut Yılmaz gibi son derece yıpranmış odaklardan başlatılabilecek bir girişimin başarılı olma şansı pek görünmemektedir. Milli Görüş çizgisinin de ömrünün bittiğini belirtmeye gerek bile yok.
Sorunlar değişmedi, görevler de! Darbeci-militarist güçlerin bu rauntta AKP karşısında yenilgiye uğramış olması işçi sınıfı açısından önemsiz olmamakla birlikte, işçi sınıfının hem temel ve acil sorunları hem de bağımsız bir örgütlülük yaratma sorunu devam etmektedir. İşçi sınıfı şimdilik kötünün kötüsünü savuşturmuşsa da, güçlü bir devrimci örgütlülüğün yokluğu nedeniyle, yaratılan burjuva kutuplaştırma ve cepheleştirme ekseninin dışına çıkması, kendi bağımsız sınıf cephesini örmesi mümkün olmamıştır. Bağımsız adaylar üzerinden kimi bölgelerde anlamlı deneyler yaşanmışsa da genel olarak tablo budur. Sonuç olarak işçi sınıfı yaratılan burjuva kutuplaştırma ekseninde kalmış, ama bu ekseni yaratan darbeci-militarist güçlerin isteğinin tersine, kendisine kötünün iyisi görünen kutba meyletmiştir. Seçim öncesi yaptığımız ve yukarıda da alıntıladığımız değerlendirmede, yaratılan kutuplaştırmanın, AKP’nin diğer burjuva partilerden farklı olmayan işçi-emekçi düşmanı niteliğini örtmeye yaradığına dikkat çekmiştik. AKP, zaten yürütmekte olduğu neoliberal saldırı programını, şimdi işçi sınıfından aldığı taze destekle, yeni bir enerjiyle devam ettirmek için elverişli bir konum elde et-
3
marksist tutum
Ağustos 2007 • sayı: 29 2007 seçimlerinin önemli bir sonucu da Kürt hareketinin grup kurmaya yetecek sayıyla meclise girmesi olmuştur. Türkiye’deki demokratik muhalefetin mevcut koşullardaki en büyük damarı olan Kürt hareketinin elde ettiği bu sonuç şüphesiz önemlidir. Ancak bu olumluluklara rağmen Kürt hareketinin oylarındaki düşüş ve AKP’ye kayış gözlerden kaçmamaktadır.
miştir. Bu bakımdan sınıfa yönelik yıkım saldırılarının önümüzdeki dönemde artarak devam edeceğini söyleyebiliriz. Sermaye sözcüleri seçimin ertesi gününden itibaren AKP’ye bu alandaki görevlerini hatırlatmaya başladılar. Yürürlüğü ertelenmiş olan sosyal güvenlik yasası, çalışma yasalarında esnekliği daha da artırıcı yeni tedbirler, kıdem tazminatının gasp edilmesi, patronlara vergi indirimleri, sanki çokmuş gibi sosyal harcamaların –özellikle sağlık harcamalarının– kısılması (“bütçe disiplini!”), enerji ve su gibi temel altyapı hizmetlerinin de özelleştirilmesi, ilk elde sıralanan talepler arasında. AKP’nin bu saldırıları büyük oranda gerçekleştireceğine şüphe yok. Öte yandan AKP 4,5 yıllık hükümeti sırasında dışarıdan sermaye akışı bakımından nispeten elverişli bir konjonktüre denk gelmenin sefasını sürmüş, bir ekonomik kriz yaşanmamıştır. Bunun önümüzdeki dönemde de böyle süreceğinin hiçbir garantisi yoktur. Geçen yaz döneminde yaşanan çalkantının da ucunu gösterdiği gibi, kapitalizmin doğası gereği krizlerin yaşanması kaçınılmazdır. Böyle bir durumun AKP’nin sermaye adına yürüteceği saldırıları şiddetlendireceği açıktır. Son dönemde yaşanan siyasal krizin yüzeydeki bileşenini oluşturan cumhurbaşkanlığı sorunu önümüzdeki günlerde pekâlâ fazla patırtı olmadan çözülebilir. Ancak, asıl kritik siyasal sorun olan Kürt sorunu ve onun da eklemlendiği TC’yi sıkıştıran uluslararası siyasal sorunlar yerli yerinde durmaktadırlar. ABD emperyalizminin Ortadoğu’da atmayı istediği yeni adımlar, İran’a saldırı gibi, harita değişiklikleri gibi planları, AB ile yaşanacak sorunlar, tüm süreçler üzerinde belirleyici olacaktır. Bu nedenle yeni yeni siyasal krizler için fazlasıyla mümbit bir toprak bulunmaktadır. “Üstelik meclise DTP milletvekillerinin girmesi ve bir grup oluşturmaları durumunda, bunu adeta hamamın namusu gibi gören statükonun, buradan yeni
4
kışkırtmalar için kendisine ilave bir bahane zemini yaratacağı muhakkaktır.” (age) Bu nedenle bu alanda da hem içte hem dışta Kürt halkına yönelik şoven saldırılar ve savaş tehlikesi işçi sınıfını beklemektedir. Aslında AKP’nin işçi sınıfı karşısındaki konumu ile Kürt halkı karşısındaki konumu bir bakıma benzerdir. Kürt halkından da hatırı sayılır bir oy almış olan AKP, kazandığı otoriteyi sürekli olarak onun taleplerini ertelemek ve sınırlamak için kullanacak, onu terbiye etmeye çalışacaktır. Tescilli AKP düşmanı olan eski generaller de dâhil olmak üzere birçok burjuva kalemşorun AKP’nin bölgede kazandığı başarıdan “memnuniyetlerini” dile getirmeleri boşuna değildir. Toparlayacak olursak, 22 Temmuz seçimleri, işçi sınıfı açısından, kendi çıkarlarının gerektirdiği mücadele görevlerini ve bunların aciliyetini hiçbir biçimde ortadan kaldırmamıştır. Sorunlar ve görevler aynen durmaktadır. Kendi bağımsız sınıf çıkarları temelinde her düzeyde örgütlenme ve militanca bir mücadele yükseltme sorunu kilit önemini korumaktadır. Demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinin de, sermaye karşısında bağımsız işçi sınıfı cephesini oluşturma mücadelesinin de, Kürt halkına yönelik şovenist saldırılara ve savaş tehdidine karşı mücadelenin de tek güvencesi budur. Özetle, devrimci işçi mücadelesi açısından görevler değişmemiştir. Bu düzenden ve onun yarattığı dertlerden kurtulabilmek için işçi sınıfı kendi yolunu yaratmak ve o yolda yürümek zorundadır. İşçiler ve emekçiler, kurtarıcı pozundaki burjuva siyasetçisi Erdoğan gibilerin “yola devam” çağrılarına kandıkları sürece kazanan yine bu düzen olacak. Uzun söze hacet yok, burjuva partileriyle bu düzenin değiştiği ne zaman ve nerede görüldü ki?
Paşalar Cumhuriyetinden Burjuva Cumhuriyetine TC’nin Sivilleşme Sancısı Mehmet Sinan
22
Temmuz milletvekili seçimlerini geride bıraktık. Seçim meydanlarında kitlelere “daha çok demokrasi, daha çok özgürlük, gelir düzeyini yükseltme, işsizliği azaltma, sağlıkta ve diğer sosyal alanlarda reformları sürdürme” vaadinde bulunan burjuvazinin “liberal-muhafazakâr” partisi AKP, diğer burjuva partileri karşısında ezici bir seçim zaferi kazandı. Seçim stratejilerini “milli güvenliğin tehlikede olduğu”, “şeriatçılığın ve bölücülüğün AKP iktidarında ciddi ve yakın bir tehlike haline geldiği” demagojisi üzerine inşa eden ve bu temelde koyu bir milliyetçilik, anti-Kürtçülük, anti-AB’cilik propagandası yürüten ve savaş naraları atan statükocu-devletçi burjuva partileri ise AKP karşısında hezimete uğradılar. Seçimler öncesinde AKP’yi gözden düşürmek ve statükocu burjuva partileri kitlelerin gözünde yeniden parlatmak için uygulanan korku senaryoları (hükümete verilen gece yarısı muhtıraları, savrulan darbe tehditleri, tezgâhlanan provokasyonlar), statükocuların umduğu ve beklediği sonucu vermedi. Böylece, AKP karşıtı statükocu devlet güçlerinin ve onların burjuva ve küçük-burjuva yandaşlarının evdeki hesabının çarşıya uymadığı ortaya çıkmış oldu. Cumhurbaşkanının da içinde yer aldığı statükocu devlet güçleri ile AKP hükümeti arasındaki sürtüşme son dönemlerde o boyutlara varmıştı ki, sanki iki ayrı hükümet ya da iki ayrı iktidar odağı varmış gibi bir durum çıkmıştı ortaya. Hükümete tâbi olması gereken generaller sık sık siyasal demeçler verip, adeta bir siyasal parti lideri gibi davranırken, cumhurbaşkanı Sezer de “tarafsızlık” görünümünü bir kenara atarak hükümetin aldığı her kararı veto etmeyi alışkanlık haline getirmişti. Tüm bunlar, burjuva rejimde siyasal krize davetiye çıkaran gelişmelerdi elbette.
Bir yandan devlet içinde fiili bir özerkliğe sahip olan, diğer yandan OYAK sayesinde kapitalist ekonomide güçlü bir konum elde etmiş bulunan TSK’nın bu “özgün” durumu, hiçbir Batı ülkesinde rastlanmayan bir durumdu kuşkusuz. Bu, hem Türkiye’de hem de Türkiye’nin üye olmak istediği Avrupa Birliği’nde ciddi olarak tartışılan ve çözülmek istenen bir sorun oluşturuyordu. Temel soru şuydu: Bir burjuva demokrasisinde, askerî bürokrasinin devlet içinde fiilen siyasal özerklik kazanması ve kendini seçilmiş sivil siyasal otoritenin üstünde görmesi nasıl mümkün olabilmişti? Bir burjuva parlamenter rejimde siyasal otoriteye tâbi olması gereken askerî bürokrasinin, bu siyasal otoriteyle çatışmaya girmesi, iç ve dış siyaset konularında ona buyruklar yağdırması nasıl mümkün olabiliyordu? Aslında bu sorular, AKP’nin iktidara gelmesi ve AB sürecini işletmeye başlamasıyla birlikte daha yüksek sesle sorulmaya başlanmıştı. Bu sorular etrafında tartışmayı devamlı gündemde tutanlar, Batı’daki gibi bir burjuva demokrasisinin artık Türkiye’de de zamanının geldiğini savunan AB yanlısı burjuvazi ve liberal aydınlar oldu. Türkiye’deki burjuva parlamenter rejimin işleyişinin, Batı’daki parlamenter rejimlerin işleyişinden farklı oluşunun tarihsel nedenleri tartışılırken, burada “sivil toplum” ve “siyasal toplum” kavramlarının çözümlenmesinin çok önemli olduğu görüldü. Burjuva rejim içerisinde 50’lerden beri süre gelen şu geleneksel asker-sivil çekişmesinin tarihsel nedenlerinin doğru anlaşılması ve doğru kavranması bakımından, bu sivil toplum-siyasal toplum kavramlarının çözümlenmesi, gerçekten de büyük bir önem taşımaktadır. Bu bakımdan, biz de burada, bu sivil toplum, siyasal toplum kavramlarının nasıl ortaya çıktığına ve ne anlama geldiği-
5
marksist tutum
ne, Marx’ın çözümlemeleri eşliğinde kısaca değineceğiz.
Marx’ın “sivil toplum” çözümlemesi ya da Doğu-Batı gelişim farklılığı üzerine Gerek mülkiyet biçimleri ve üretim ilişkilerinin gelişimi, gerekse sosyal ve siyasal yapıların oluşumu bakımından, Doğu ile Batı uygarlıklarının tarihsel evrim çizgileri arasında esaslı farklılıkların bulunduğunu biliyoruz. Nihayetinde her iki uygarlık çizgisi de kapitalist üretim tarzında buluşmuştur ama aralarındaki tarihsel gelişim farklılığından kaynaklanan pek çok alandaki yapısal farklılıklar, kendilerini güçlü bir biçimde hissettirmeye devam etmiştir. Nitekim Doğu ile Batı’nın kapitalist toplumları arasında bugün de gözlemlenmekte olan bu yapısal farklılıkların temelinde, işte bu tarihsel gelişim farklılığı yatmaktadır. Marx ve Engels, kendi maddeci tarih anlayışlarını ilk kez sistemli bir biçimde ortaya koydukları Alman İdeolojisi adlı yapıtlarında, esas olarak Batılı sınıflı toplumların (antik-köleci, feodal, kapitalist) tarihsel oluşum çizgilerini incelemişlerdi. Bu incelemelerinde “sivil toplum” kavramı üzerinde önemle durmuşlar ve bu kavramla ilgili olarak şu açıklamayı yapmışlardı: “İçinde bulunduğumuz aşamadan önceki bütün tarihsel aşamalarda, mevcut üretici güçlerin koşullandırdığı ve buna karşılık kendisi de bu güçleri koşullandıran değişimler biçimi sivil toplumdur, bundan önce söylediklerimizden de anlaşıldığı gibi sivil toplumun ön koşulu ve esas temeli, daha kesin tanımlamaları yukarıda verilmiş olan basit aile ve klan da denilen, bileşik ailedir. Demek ki, daha şimdiden de açıkça anlaşılıyor ki, bu sivil toplum, bütün tarihin gerçek ocağı, gerçek sahnesidir.” (K. Marx-F. Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yay., 1976, s.69) “Sivil toplum, üretici güçlerin gelişmesinin belli bir aşamasında bireylerin karşılıklı maddi ilişkilerinin tümünü kapsamaktadır. Yine belli bir aşamadaki ticari ve sınai yaşamın tümünü kapsamakta ve bu bakımdan, her ne kadar kendini dışarıda ulus olarak öne sürmek ve içerde devlet olarak örgütlenmek zorundaysa da, devleti ve ulusu aşmaktadır. Sivil toplum terimi, 18. yüzyılda, mülkiyet ilişkileri, ilk çağ ve orta çağ ortaklığından kurtulur kurtulmaz ortaya çıktı. Sivil toplum, sivil toplum olarak ancak burjuvazi ile gelişir; böyle olmakla birlikte, üretimin ve ticaretin doğrudan doğruya sonucu olan ve her zaman devletin ve ayrıca idealist üstyapının temelini oluşturan toplumsal örgütlenme de her zaman aynı adla belirtilmiştir.” (age, s.128, düzeltilmiş çeviri) Görüleceği üzere, Marx ve Engels sivil toplumu, bireylerin karşılıklı maddi ilişkilerinin, yani üretim ve değişim ilişkilerinin oluştuğu alan olarak tarif ediyorlardı. Öte yandan, sivil toplumun ancak mülkiyet ilişkileri ilk çağ ve orta çağ ortaklığından kurtulduğunda, yani bireyi topluluğa bağımlı kılan komünal mülkiyet biçimleri çözüldüğünde ortaya çıkabileceğini söylüyorlardı. Marx ve Engels’e göre
6
Ağustos 2007 • sayı: 29
sivil toplum kavramı, sosyo-ekonomik temeli (yani altyapıyı) ifade eden bir kavramdır. Ve gene onların görüşüne göre, bir sivil toplumun varlığından söz edebilmek için, “üretimin ve ticaretin doğrudan doğruya sonucu olan ve her zaman devletin ve ayrıca idealist üstyapının temelini oluşturan” bir toplumsal örgütlenmenin, yani sınıflı toplumun var olması gerekir. Bu durumda sivil toplum, siyasal toplumun yani devletin oluşumuna ön gelen ve onu da koşullandıran bir tarihsel momenttir. Engels de Feuerbach üzerine yazdığı denemede, “devletin –yani siyasal alanın– tâli unsur, sivil toplumun –yani ekonomik ilişkiler alanının– ise esas unsur” olduğunu belirtmiştir. Marx ve Engels sivil toplum kavramını, özel mülkiyet temelinde gelişen Batı’nın sınıflı toplum oluşumlarını (köleci, feodal, kapitalist) esas alarak açımlamışlardı. Batı’da sınıflı toplumların oluşumu, ilkel sınıfsız topluluklar (toprağa yerleşmiş klan ve aşiret yapıları) içinde belli bir işbölümü ve özel mülkiyetin gelişmesinden sonra başlamıştır. Marx ve Engels sivil toplum kavramını, özel mülkiyet temelinde gelişen Batı’nın sınıflı toplum oluşumlarını (köleci, feodal, kapitalist) esas alarak açımlamışlardı. Batı’da sınıflı toplumların oluşumu, ilkel sınıfsız topluluklar (toprağa yerleşmiş klan ve aşiret yapıları) içinde belli bir işbölümü ve özel mülkiyetin gelişmesinden sonra başlamıştır. Sınıflı topluma ön gelen bütün ilkel tarım komünlerinde geçerli olan mülkiyet biçimi, kolektif topluluk mülkiyeti idi. Mülkiyetin bu ilkel biçimi, topluluk üyesini kendi doğal topluluğuna (klan veya aşiretine) bağlayan ve onu topluluğun ayrılmaz bir parçası haline getiren bir “göbek bağı” teşkil ediyordu. Çünkü komün üyesi, kendi yaşamını ancak topluluğun kolektif mülkiyetinde olan toprağı kullanarak ve toplulukla birlikte üretim yaparak devam ettirebilirdi. Tersi bir durum, yani bir üyenin topluluk dışında kalması demek, kendi başına üretim yapamaması ve yaşamını sürdürememesi demekti. İlkel topluluğun bir üyesini, kendi doğal topluluğuyla birlikte yaşamaya mecbur ve bağımlı kılan, işte bu zorunluluktu. İçinde yaşadığı topluluğa zorunlu bir “göbek bağı” ile bağlı bulunan topluluk üyesinin, bu durumda bağımsız bir “birey” olarak davranabilmesi söz konusu olamazdı. İlkel topluluk (komün) üyesinin “birey” durumuna gelebilmesi, yani Marx’ın deyimiyle “cinsil varlık, tribal varlık, bir sürü hayvanı” olmaktan çıkıp, bir zoon politikon (politik hayvan) durumuna gelmesi için, önce onu topluluğuna bağlayan (bağımlı kılan) ilkel “göbek bağı”nın kopması gerekiyordu. İşte bu göbek bağını kopararak, topluluk üyesinin bireyleşme sürecini başlatan, topluluk (komün) içinde işbölümü ve özel mülkiyetin gelişmesi olmuştur. Kolektif toplu-
Ağustos 2007 • sayı: 29
luk mülkiyetine dayanan ilkel sınıfsız toplumdan, özel mülkiyete dayanan sınıflı topluma geçiş, Batı’da canlı ve hareketli bir sivil toplumun oluşmasının ve tarihin ilerletici gücü (motoru) olan “sınıflar savaşımı”nın gelişmesinin yolunu açmıştır. Batı’da siyasal toplumun yani devletin entelektüel ve moral temelini, özel mülkiyet temelinde gelişen ve sonunda bir yurttaşlar toplumuna ulaşan sivil toplum (sınıflı toplum) oluşturmuştur. Yani Batı tipi sınıflı toplumlarda devlet doğrudan toplum sınıflarına dayanmıştır. Bu bakımdan, Batı tipi sınıflı toplumlarda devlet, sivil toplum içindeki ekonomik ve toplumsal güç ilişkilerinin (yani sınıflar savaşımının) politik yansısından başka bir şey değildi. Marx’ın deyimiyle söyleyecek olursak, “sivil toplumunun resmi bir özeti”dir devlet.
Doğu uygarlığı: Sivil toplumu gelişememiş bir uygarlık Ne var ki yukarıda söylenenler, özel mülkiyet temelinde gelişen Batı’nın sınıflı toplumlarının (köleci, feodal, kapitalist) durumunu açıklayabilmektedir yalnızca. Oysa tarihi incelediğimizde, en eski uygarlık gelişimlerinin ya da ilk sınıflı toplum oluşumlarının (asyatik-despotik sınıflı toplum) önce Doğu’da ortaya çıktığını görüyoruz. Bu sınıflı toplum oluşumları, toprakta özel mülkiyeti ve sömürü ilişkilerini hiç tanımamış ve bu temelde bir çözülme ve sınıfsal ayrışmayı da hiç yaşamamış olan Doğu’nun eski asyatik tarım komünleri (örneğin, eski Hindistan, Çin ve Orta Doğu’daki tarım toplulukları) üzerinde gelişmiştir. Bu ilkel asyatik tarım komünleri, tarihin belli bir evresinde, dışardan gelen savaşçı-fetihçi askerî kavimlerin tahakkümü altına girdiler ve buradan sömürüye dayalı yeni üretim ilişkileri doğdu. Daha önce tarımcı üreticiler topluluğunun (komünün) kolektif mülkiyetinde olan tarımsal topraklar, bu istilâdan sonra, istilâcı kavmin askerî temelde örgütlediği “üstün” bir gücün (yani devletin) mülkiyetine geçti. Böylece, toprakta özel mülkiyete dayanan Batı’nın sınıflı-sömürülü toplum tipinden farklı olan bir başka sınıflı-sömürülü toplum tipi çıktı ortaya. Doğu’da ortaya çıkan bu “sınıflı” toplum (asyatik sınıflı toplum) tipinde, toprağın mülkiyeti özel kişilere değil, devlete ait olduğundan, burada sömürücü sınıf özel mülk sahiplerinden değil, devlet mülkiyetine hükmeden yöneticilerden (bürokrasiden) oluştu. Bu devletlû sınıf, tarım komünlerinde çalışan doğrudan üreticilerin (komün üyelerinin) ürettiği toplam artık ürüne kolektif bir biçimde el koyarak onları sömürüyordu. Tarihsel ilerlemelerin ortaya çıkardığı yadsınamaz gerçeklik şudur ki, despotik bir devlet yönetimi altında varlıklarını yüzyıllarca sürdüren Doğu’nun kapitalizm öncesi toplumlarında, Batılı sınıflı toplumlarda yaşandığı biçimde bir “bireyleşme” süreci ve bir “sivil toplum” oluşumu yaşanmamıştır. Doğu’nun egemen üretim biçimi olan ve
marksist tutum
yüzlerce yıl sürmüş bulunan asyatik üretim tarzı, hiçbir zaman Batı’daki gibi bir sivil toplumu temellendirememiştir. Tersine, bu üretim tarzı varlığını sürdürdüğü her yerde, Doğu despotizmi tipindeki devlet (kutsal devlet) oluşumlarının ekonomik temelini oluşturmuştur. O nedenledir ki, Doğu’nun despotik devletleri, kendilerini ayakta tutan bu ekonomik temelin (yani asyatik üretim tarzının) çözülmesini ve değişmesini engellemeyi başlıca görevleri saymışlardır. Özetle söylemek gerekirse, Doğu’ya özgü despotik devletlerin varlığı nedeniyle, Doğu toplumlarının tarihsel evrim çizgisi Batı’dakinden çok farklı bir yol izlemiştir. Şurası bir gerçek ki, eğer daha baştan Doğu despotizmi tarzında totaliter bir devlet gücünün tahakkümü altına girmemiş olsalardı, asyatik tarım komünleri de tıpkı Batı’da olduğu gibi kendi içsel gelişimleri sonucunda çözülebilirler ve işbölümü ile özel mülkiyetin gelişmesi oranında gelişen bir sivil topluma (yani sınıf mücadelelerini içeren bir sınıflı topluma) evrilebilirlerdi. Doğu’da bu tarihsel süreci engelleyen esas faktör, bu coğrafyada çok erken çağlarda, yani henüz tarım komünlerinin ilkel yaşamlarını sürdürdüğü erken bir evrede, despotik devlet oluşumlarının ortaya çıkmış olmasıdır. Bu erken devlet oluşumları, henüz ilkel sınıfsız topluluk evresinde bulunan asyatik tarım komünlerinin üzerine çöreklenerek, bu toplulukların evrim sürecini durdurmuş ve onları yüzlerce hatta binlerce yıl asyatik üretim tarzının dar evreni içinde yaşamaya mahkûm etmiştir. Sonuçta, Doğu’da despotik devlet oluşumlarının kalıcılaştırdığı bu donuk asyatik üretim tarzı, ilkel tarım toplumlarının daha gelişmiş bir işbölümü ve özel mülkiyet temelinde çözülmelerini ve daha gelişkin bir üretim tarzına ve toplumsal örgütlenmeye geçişlerini tarihsel olarak geciktirmiştir. Tarihte yaşanan tüm örnekler bu vargıyı doğrulamaktadır.
Batı’da “sınıf” ideolojisi, Doğu’da “devlet” ideolojisi hâkim oldu Batı’nın kapitalizm öncesi sınıflı toplumlarında devlet, toprağın özel mülkiyetini tekelinde bulunduran sömürücü-egemen bir sınıfa ya da sınıflara (köle sahipleri, feodal toprak sahipleri vb.) dayanmaktaydı. Oysa Doğu’da daha farklı bir gelişim süreci yaşandı. Doğu’da egemen sınıf konumuna yükselen bürokrasi, bu egemen konumunu özel toprak mülkiyeti sahipliğine değil, devleti yönetmesine borçluydu. Çünkü Doğu’da toprakların sahibi bireyler değil devletti. Doğu’nun devleti, üzerine çöreklendiği ilkel tarım komünleri içinde işbölümünün, mübadelenin ve özel mülkiyetin gelişmesini ve dolayısıyla sivil toplumun serpilmesini engellemiştir. Bu bakımdan, Doğu’nun despotik devletini, Batı’nın politik toplumu (sınıfsal devleti) gibi bir şey olarak algılamak ve onu yalnızca bir “üstyapısal” kurum olarak değerlendirmek yanlış bir yaklaşımdır ve yanlış sonuçlara götürür. Doğu’nun despotik devletini tam manasıyla anlayabilmek için, onu bir altyapı-üstyapı
7
marksist tutum
bütünselliği olarak kavramak gerekir. Çelişkili gibi geliyor ama Doğu despotizmi denen şey, hem bir üretim ilişkileri bütünlüğünü, hem de bir devlet tipini ifade etmektedir. Batı’nın kapitalizm öncesi sınıflı toplumlarında devlet, toprağın özel mülkiyetini tekelinde bulunduran sömürücü-egemen bir sınıfa ya da sınıflara dayanmaktaydı. Oysa Doğu’da daha farklı bir gelişim süreci yaşandı. Doğu’da egemen sınıf konumuna yükselen bürokrasi, bu egemen konumunu özel toprak mülkiyeti sahipliğine değil, devleti yönetmesine borçluydu. Özetle tekrarlayacak olursak, özel mülkiyet temelinde oluşmuş Batı’nın sınıflı toplumlarında devlet, iktisaden egemen olan sınıfın devletiydi ve o sınıfın gücüne dayanmaktaydı. Kolektif devlet mülkiyeti temelinde oluşmuş asyatik sınıflı toplumlarda ise bunun tersi bir durum geçerlidir. Burada tek egemen sınıf olan bürokrasi, devlete dayanmakta ve egemenliğini devlet denen “bürokratik makine” sayesinde sürdürebilmekteydi. Nitekim bu gerçekliğin bir sonucu olarak, asyatik sınıflı toplumlarda bir “kutsal devlet” ideolojisi oluşmuş ve tüm topluma bu ideoloji egemen olmuştur. Oysa Batılı sınıflı toplumlarda, her toplumsal sınıfın kendi çıkarlarını yansıtan bir “sınıfsal ideolojisi” vardır ve toplumda egemen olan ideoloji de genellikle iktisaden egemen olan sınıfın ideolojisidir.
Doğu despotizmi altında gerçek bir sınıf savaşımı gelişebilir mi? Başlıkta ortaya atılan soru şöyle de sorulabilir: Doğu despotizmi altında biçimlenmiş kapitalizm öncesi asyatik sınıflı toplumların tarihinde, mevcut despotik sistemi tamamen değişikliğe uğratan ve başka bir üretim tarzına geçişi sağlayan sınıf mücadeleleri yaşanmış mıdır? Asyatik karakterli ilkel sınıflı toplumların tarihsel gelişimlerine ilişkin eldeki veriler, bunun mümkün olmadığını gösteriyor bize. Bu toplumların bünyesinde, kolektif devlet mülkiyetine dayanan asyatik üretim tarzını başka bir üretim tarzına, dolayısıyla asyatik toplumu başka bir sınıflı topluma dönüştürecek gerçek anlamda bir sınıf mücadelesi hiçbir zaman yaşanmamıştır. Çünkü bu toplumlar böyle bir değişimi mümkün kılacak içsel dinamiklere sahip değildi. Bu toplumlarda egemen sınıfı oluşturan yönetici bürokrasinin içindeki iktidar kavgalarına gelince, bu kavgalar ne üretim ilişkilerini, ne de ona karşılık düşen sınıfsal yapıyı değiştirmeye yönelikti. Yönetici sınıfın (bürokrasinin) bölüntüleri arasında geçen bu mücadeleler, her seferinde despotizmin iç dengelerinin yeniden kurulmasıyla sonuçlanmış ve üretim ilişkileriyle sınıfsal ayrışma eskiden olduğu gibi devam etmiştir. Ya da yönetici devlet sınıfı içindeki
8
Ağustos 2007 • sayı: 29
mücadeleler sonucunda çöken bir despotik devletin yerini, farklı bir hanedanın yönetimi altında kurulan ve aynı yöntemleri uygulayan bir başka despotik devlet almıştır. Asyatik sınıflı toplumlarda, despotik devleti sırtında taşıyan alt sınıflara, yani kırın doğrudan üreticilerine gelince, onlar devlet katında cereyan eden politik çatışmaların (yani yönetici devlet sınıfı içindeki iktidar kavgalarının) genellikle dışındaydılar. Dolayısıyla, alt sınıfların yaşam tarzları, tepede cereyan eden bu tür çatışmalardan hiçbir biçimde etkilenmiyordu. Bu nedenle de, asyatik köy topluluklarının “kapalı devre” yaşamları yüz yıllar boyunca hep aynı düzen içinde ve aynı yavaşlıkta sürüp gitmiştir. Marx’ın dediği gibi, politik gökyüzündeki fırtınalar bu küçük köy topluluklarını zerrece etkilemiyordu. Varlıklarını binlerce yıl sürdüren bu “kendine yeterli” asyatik köy toplulukları, kozalarının dışına çıkıp, başka topluluklarla ekonomik ilişkiler geliştirmek gibi bir süreci hemen hiç yaşamadılar. Bu zararsız görünümlü köy topluluklarının, binlerce yıl boyunca Doğu despotluğunun ekonomik temelini oluşturmaktan öte bir varlık gösterememelerinin, ya da Marx’ın deyimiyle “bu haysiyetsiz, hareketsiz ve bitkisel yaşamın, bu edilgen varoluş biçiminin” açıklanabilir bir nedeni olsa gerektir.
Topluluğa bağımlılıktan devlete bağımlılığa Bu edilgen varoluş biçiminin nedeni, asyatik tarım komünlerini oluşturan doğrudan üreticilerin (topluluk üyelerinin) tepelerine çöreklenmiş despotik bir devletin mutlak bağımlısı haline gelmeleri ve onun tarafından sömürülmeleridir. Burada ortaya çıkan bağımlılık ve sömürü ilişkisi, kolektif devlet mülkiyetine dayalı bir bağımlılık ve sömürü ilişkisidir. Daha önce kendi topluluğunun bağımlı bir uzvu, ayrılmaz bir parçası olan ve hem topluluğun hem de kendi yaşamının devamı için üretimde bulunan topluluk üyesi (doğrudan üretici), daha sonra istilâcı üstün topluluğun, yani despotik devletin bağımlı bir uzvu, tebaası haline gelmiştir. Bu durumda topluluk üyesinin ürettiği artık ürün topluluğa değil, topluluğun tepesine çöreklenmiş despotik devletin yönetici sınıfına gider. Ortaya çıkan bu devlet dolayımlı sömürü ilişkisi nedeniyle, topluluk içinde değişime, ticarete konu olabilecek bir artık ürün birikimi kalmaz ve bunun sonucunda, topluluk içinde ne ileri düzeyde bir işbölümü, ne de bireysel özel mülkiyet gelişebilir. Bu durumda, kendine yeterli bir üretim düzeyini asla aşamayan ilkel tarım komünlerinin yaşamı, despotik bir devletin yönetimi altında hiçbir değişime uğramaksızın yüzlerce yıl sürüp gider. Böyle bir yapı içersinde, ne doğrudan üreticinin topluluktan ve devletten bağımsızlaşarak bireyselleşmesi, ne de bir sivil toplumun gelişebilmesi mümkün olabilirdi. Sivil toplumun oluşamadığı Doğu’nun asyatik toplumlarında, elbette ki gerçek bir politik toplum da oluşamamıştır. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi, canlı bir
Ağustos 2007 • sayı: 29
politik toplum ancak gelişmiş bir sivil toplum üzerinde yükselebilmektedir. Oysa Doğu uygarlık çizgisinin izlediği tarihsel yol, böyle bir sivil toplumun serpilip gelişmesine asla izin vermeyen bir yoldu. Ekonomik, toplumsal, politik yaşam alanlarının despotik bir devlet sınıfının tekelci egemenliği altında bulunduğu bir düzende, elbette ki bir sivil toplumun ve dolayısıyla gerçek bir politik toplumun varlığından söz edebilmek çok güçtür. Sivil toplumun oluşamadığı Doğu’nun asyatik toplumlarında, elbette ki gerçek bir politik toplum da oluşamamıştır. Çünkü canlı bir politik toplum ancak gelişmiş bir sivil toplum üzerinde yükselebilmektedir. Oysa Doğu uygarlık çizgisinin izlediği tarihsel yol, böyle bir sivil toplumun serpilip gelişmesine asla izin vermeyen bir yoldu. Ekonomik, toplumsal, politik yaşam alanlarının despotik bir devlet sınıfının tekelci egemenliği altında bulunduğu bir düzende, elbette ki bir sivil toplumun ve dolayısıyla gerçek bir politik toplumun varlığından söz edebilmek çok güçtür. Nitekim asyatik temele dayanan Doğu uygarlığının gelişim çizgisi ile Batı’nınkini karşılaştırdığımızda, ilk bakışta şu çarpıcı farklılık göze batmaktadır: Batı kapitalizminin ve Batı burjuva cumhuriyetinin tarihsel arka planında, Batı’nın daha orta çağdan itibaren geliştirdiği özerk topluluklar (lonca kuruluşları ve özerk kent oluşumları) vardır. Daha 11. yüzyılda oluşmaya başlayan bu özerk topluluklar, bireylerin özgür iradeleriyle bir araya gelerek oluşturdukları ortaklıklardı. Bireylerin kendi aralarında yaptıkları sözleşmeye ve katılımcılığa dayanan bu ortaklıklar, daha sonra merkezî devletlerin oluşumuyla birlikte, kendilerini ulusal düzeyde de ifade edeceklerdi. Yani Batı’da sivil toplumun gelişmesiyle birlikte, önce bir bireyselleşme süreci yaşanmış, sonra da bu bireyselliğin kolektif hali olan (bireylerin iradesine dayanan) özerk kent toplulukları (kent komünleri) ortaya çıkmıştır. Bu özerk kent toplulukları, birbirlerine yeminle bağlı yurttaşlardan meydana gelen ortaklıklardır. Dolayısıyla bu özerk mekânlarda, kamusal bir görev olan siyaset de çok geniş bir alana sahip bulunuyordu. Kent yurttaşlarının birbirlerine bağımlı olmaksızın, fakat bir yurttaşlık bilinci içinde sorunlarına çözüm bulmak üzere katıldıkları geniş bir eylem alanıydı siyaset. İşte Batı’nın cumhuriyetinin tarihsel arka planında, böylesi bir toplumsal gelişim süreci yatmaktadır. Oysa bir Doğu toplumu olan Osmanlı toplumunda, ne özerk kentler, ne bireysel haklar, ne kenttaşlık ne de yurttaşlık bilinci gelişebilmişti yüzyıllar boyunca. Osmanlı toplumunda yönetici devletlû sınıf (askeriye ve ilmiye) dışında herkes padişahın reayası (sürü) sayıldığından, bu
marksist tutum
toplumda halkın siyasete katılımı da söz konusu olamazdı. Siyaset, tepedeki dar bir yöneticiler oligarşisinin tekelinde bulunuyordu. Yani toplumsal sınıflara dayanan gerçek bir politik toplumun oluşumu da hiçbir zaman söz konusu olmamıştır Osmanlı’da. Bundan dolayı Osmanlı toplumunda bireysellik ve birey hakları gibi konular hiçbir zaman gündeme gelmemiş ve gücünü devlet dışında bir yerden alan bir sınıf ya da tabaka gelişememiştir. Osmanlı’da hak değil, devletin bahşettiği ihsanlar vardır. Bu nedenle insanlar, haklar uğruna mücadele etmek yerine, sırtını devlete dayayarak imtiyaz koparma peşinde koşmuşlardır hep. Evet, Türkiye’deki burjuva cumhuriyetin tarihsel arka planında da işte böyle bir “toplumsal gelişme” süreci yatmaktadır!
Paşalar cumhuriyetinden burjuva cumhuriyetine mehter yürüyüşü Cumhuriyetin ilânını takiben 27 yıl tek partili otoriter bir burjuva rejimle yönetilen Türkiye’de, Batı’daki gibi çok partili bir burjuva parlamenter rejimin işlerlik kazanabilmesi ancak 2. Dünya Savaşının bitiminden sonra mümkün olabildi. Ne var ki, Batı’dan ithal edilerek uygulamaya konulan bu çok partili burjuva parlamenter rejim de hiçbir zaman demokratik bir içeriğe sahip olmadı ve hiçbir zaman dengeli ve istikrarlı bir işleyişe kavuşmadı. Batı ile kıyaslandığında, bizdeki burjuva demokrasisinin güdüklüğü ve istikrarsızlığı, elbette ki bugünkü Türkiye’nin tarihsel arka planıyla, yani Batı’dan faklı bir sosyo-ekonomik tarihsel gelişim çizgisiyle doğrudan ilgilidir. Tanzimat döneminden başlayarak tüm burjuva kurumlarını Batı’dan ithal etmiş olan Türkiye’nin, benzemek istediği Batı ile arasındaki bu tarihsel gelişim farklılığı, cumhuriyetin kuruluş biçimi de dahil olmak üzere, Türkiye’nin tüm ekonomik, sosyal ve siyasal yapılarının oluşum süreçlerine damgasını basmıştır. Türkiye’deki cumhuriyet rejimi, Batı’da olduğu gibi alttan gelen gerçek bir halk devrimiyle değil, Osmanlı asker-sivil bürokrasisinin geleneksel önderliği altında, tepeden bir düzenlemeyle kuruldu ve bu nedenle de, daha baştan bu “kurucu” bürokrasinin siyasal vesayeti altına girdi. Böylece, daha kuruluş aşamasında bürokratik-otoriter bir kimliğe bürünen ve tüm kurumları bu otoriter kimliğe göre biçimlenmiş olan bizdeki burjuva cumhuriyet rejimi, ne Batı’daki cumhuriyet rejimlerinin burjuva demokratik içeriğine sahip olabildi, ne de toplumda Batı’daki gibi bir yurttaşlık bilinci ve demokrasi kültürü gelişebildi. Osmanlı’nın yüzyıllar süren asyatik-despotik rejimi altında halk kitlelerinin bilincine kazınmış olan devletin tebaası olma (reaya) kültürü, otoriter burjuva cumhuriyet rejimi altında da ne yazık ki devam etti. Nitekim böyle olduğu içindir ki, Türkiye’de çok partili burjuva parlamenter rejimin son 50 yıl içinde sık sık askerî müdahalelerle kesintiye uğraması toplum tarafından çok fazla yadırganmamış, hatta
9
Ağustos 2007 • sayı: 29
marksist tutum
lesini olumsuz yönde etkileyen işçi hareketinin bu zayıf durumu tabii ki burjuvaziye yaradı ve yaramaya da devam ediyor. Sınıf mücadelesinin basıncından kurtulan ve kendi açısından son derece olumlu olan bu tarihsel konjonktürden yararlanmasını bilen büyük burjuvazi, hem uluslararası sermayeyle entegrasyonu geliştirmiş, hem de uzun yıllardan beri süre gelen ve burjuva siyasal düzenin işleyişinde kırılmalara neden olan tarihsel bir sorunu çözmeye girişmiştir. Her şeyden önce şu gerçekliği görmek gerekiyor: Batı ile ekonomik entegrasyona yönelen büyük burjuvazi, buna paralel olarak siyasal rejimini (cumhuriyeti) de Batı’daki gibi bir yapıya kavuşturmak istemektedir. Bunun anlamı ise özetle şudur: Türkiye burjuvazisi, siyasal rejimini artık askerî bürokrasinin geleneksel vesayetinden çıkarmak ve bütünüyle kendi siyasal temsilcilerinin hegemonyası altında yeniden yapılandırmak için kolları sıvamıştır. Bunda başarılı olup olamayacağı ayrı bir konudur, ama burjuvazinin asıl isteği bu yöndedir. Nitekim burjuvazinin siyasal temsilcileri aracılığıyla başlattığı bu önemli değişim süreci, bugüne kadar cumhuriyet rejimi üzerinde geleneksel vasi rolünü oynamaya pek alışmış olan statükocu bürokrasinin tepkisiyle karşılaşmakta, bu da kaçınılmaz olarak burjuvazinin sivil siyasal temsilcileriyle askerî kesim arasında siyasal sürtüşmelere ve giderek siyasal krizlere yol açmaktadır. Nitekim geçtiğimiz Mayıs ayında, cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde yaşanan ve genel milletvekili seçiminin erkene alınmasına yol açan son siyasal kriz de bu türden bir krizdir. Bilindiği gibi, cumhurbaşkanlığı seçimiyle doğrudan ilgili olan bu son siyasal kriz, Genelkurmay Başkanlığı’nın 27 Nisan gecesi hükümete verdiği bir “gece yarısı muhtırası” ile başlamıştı. Kendini seçilmiş sivil siyaset organlarının (parlamentonun ve hükümetin) üzerinde gören ve adeta devlet içinde “özerk” bir güç, ayrı bir “iktidar odağı” gibi davranan ve sürekli olarak “devletin aslî sahibi biziz, devlet bizden sorulur” mesajını veren TSK’nın bu muhtırası, krizin fitilini ateşleyen bir ilk adım olmuştu. Gece yarısı muhtırasıyla bilinçli olarak yaratılan bu siyasal kriz, kendini “sivil toplum örgütü” olarak pazarlayan asker kökenli paramiliter örgütlerin ve onların paralelinde yayın yapan kimi “sivil” medya kuruluşlarının organize ettiği, baştan aşağı ırkçılık ve şovenizm kokan “cumhuriyet” ve “bayrak” mitingleriyle daha da tırmandırılmaya çalışıldı. Darbeci güçlerin tezgâhladığı bu mitinglere, “şeriat geliyor, cumhuriyetimizi savunalım” korkutmalarıyla harekete geçirilen kentli orta sınıfların kitlesel katılımı sağlandı. Böylece, kentli orta sınıflar bir yandan olası bir “Atatürkçü-laikçi” darbenin kitle tabanı yapılmak istenirken,
12 Eylül 1980 darbesi Türkiye’de keskinleşen sınıf mücadelesini bastırmak, kapitalist düzenin stabilizasyonunu sağlamak ve böylece sömürücü egemen sınıfların ortak çıkarlarını savunmak amacıyla yapılmış açık bir askerî faşist darbe idi.
bu durum neredeyse “olağan bir işleyiş” olarak kabul görmüştür. TC’nin kuruluşundan itibaren devlet erkini paylaşmakta olan ve politik alanı adeta kendi tekelleri altına almış bulunan düzenin egemenleri (cumhuriyetin kuruluşundan beri kendilerini devletin aslî sahibi olarak gören asker-sivil yüksek bürokrasi ile iktisadi gücü elinde tutan büyük toprak sahipleri ve burjuvalar), öteden beri kendi aralarında bir hegemonya mücadelesini yürütegelmişlerdir. Devlet iktidarının ele geçirilmesi ve “nimetlerinden” yararlanılmasına yönelik olan bu hegemonya mücadelesinin, burjuva rejimde nasıl siyasal krizlere ve askerî darbelere yol açtığı herkesin malûmudur. Örneğin 27 Mayıs 1960’taki darbe gibi, post-modern darbe olarak nitelenen 28 Şubat 1997 müdahalesi de böyle bir çatışmanın ürünüydüler. Fakat bunun yanı sıra, doğrudan emekçi sınıfları hedef alan ve amacı sınıf mücadelesini tedhişle bastırmak ve kapitalist sömürü düzenini açık bir baskı rejimi altında sürdürmek olan diğer bir askeri müdahale biçimi de yaşanmıştır bu ülkede. Örneğin, bir NATO üyesi olan Türkiye’de generallerin, ABD emperyalizminin ve yerli tekelci sermayenin onayını alarak gerçekleştirdiği 12 Eylül 1980 darbesi böyle bir darbeydi. Bu darbe, Türkiye’de keskinleşen sınıf mücadelesini bastırmak, kapitalist düzenin stabilizasyonunu sağlamak ve böylece sömürücü egemen sınıfların ortak çıkarlarını savunmak amacıyla yapılmış açık bir askerî faşist darbe idi. 12 Eylül faşist darbesi ilk iş olarak, işçi sınıfının sendikal örgütlerini kapatmış, devrimci-komünist örgütlenmeleri dağıtmış ve böylece, işçi ve devrimci hareketin yükselişini durdurmuştu. Askerî faşist cunta, İMF ile yerli finans oligarşinin birlikte hazırladıkları işçi-emekçi düşmanı bir ekonomik programın uygulanmasına ortamı hazır hale getirerek, yerli ve yabancı kapitalistler için dikensiz bir gül bahçesi yaratmıştı. 12 Eylül 1980’den bu yana yirmi beş yılı aşkın bir zaman geçti. Geçen bu süre zarfında, işçi hareketinde bir canlanma ve işçi sınıfının durumunda bir iyileşme olmadı. Tersine, gerek dünyada gerekse Türkiye’de işçi hareketi alabildiğine geriledi ve işçi sınıfının sendikal ve siyasal örgütlülüğü son derecede zayıfladı. Türkiye’de sınıf mücade-
10
Ağustos 2007 • sayı: 29
diğer yandan yoğun bir Kürt düşmanlığı ve şoven bir Türk milliyetçiliği propagandasıyla yönlendirilerek, olası bir erken seçimde CHP ve MHP gibi statükocu devlet partilerinin oy deposu yapılmak isteniyordu. Gizli-açık, legal-illegal statükocu devlet güçlerinin ve onların “sivil” yandaşlarının cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinin başlamasıyla birlikte sergilediği oyunlar ve başvurdukları provokasyonlar, bir merkezden yönetilen gayri nizami harp stratejisi uygulamasından başka bir şey değildi elbette. Statükocu devlet güçleri, yaratılan bu siyasal kriz ortamında, olası bir askerî darbenin kitle tabanını oluşturmaya, ya da en azından, TSK’nın “özerk” konumuna dokunmayacak ve onun vesayeti altında siyaset eylemeyi kabul edecek “Atatürkçü, laik, milliyetçi, geleneksel devletçi, orducu” bir partiler koalisyonunu seçimlerde işbaşına getirmeye çalışıyorlardı. Askerî darbe tehdidini de içeren bu son siyasal krizin, kapitalizmin temel toplumsal sınıfları arasındaki gerçek bir sınıf mücadelesinden değil, burjuva iktidar bloku içindeki “geleneksel” iktidar paylaşım kavgasından kaynaklandığı çok açıktır. Bu iktidar paylaşım kavgasını “geleneksel” diye adlandırmamızın nedeni ise, bu kavganın köklerinin geçmişe, yani Osmanlı’ya uzanıyor olmasıdır. Osmanlı’nın devlet mirası üzerinde yükselen Türk burjuva “cumhuriyeti”, bugün Batılı olduğunu ne kadar iddia etse de, Osmanlı’nın bürokratik-despotik devlet geleneğinden güçlü esintiler taşımaya devam etmektedir hâlâ! Askerî darbe tehdidini de içeren bu son siyasal krizin, kapitalizmin temel toplumsal sınıfları (burjuvazi ile proletarya) arasındaki gerçek bir sınıf mücadelesinden değil, burjuva iktidar bloku içindeki “geleneksel” iktidar paylaşım kavgasından kaynaklandığı çok açıktır. Bu iktidar paylaşım kavgasını “geleneksel” diye adlandırmamızın nedeni ise, bu kavganın köklerinin geçmişe, yani Osmanlı’ya uzanıyor olmasıdır. Osmanlı’nın devlet mirası üzerinde yükselen Türk burjuva “cumhuriyeti”, bugün Batılı olduğunu ne kadar iddia etse de, Osmanlı’nın bürokratik-despotik devlet geleneğinden güçlü esintiler taşımaya devam etmektedir hâlâ! Nitekim bunun belirtileri, bu son cumhurbaşkanlığı krizinde bütün çıplaklığıyla bir kez daha gözler önüne serilmiştir. Burjuvazinin cumhuriyet rejiminde 50’lerden bu yana yaşanan pek çok siyasal krizde olduğu gibi, cumhurbaşkanlığı seçimi vesilesiyle yaşanan bu “son” siyasal krizde de gene aynı tarihsel sorunun rol oynadığına hiç kuşku yok. TC’ye Osmanlı’nın despotik rejiminden miras kalan ve bugüne kadar da tam olarak giderilememiş bulunan bu
marksist tutum
köklü tarihsel sorun, cumhuriyetin bir türlü sivilleşememesi sorunudur. Başka bir deyişle bu sorun, devlet iktidarını elinde tutan egemen güçlerin, yani burjuvazi ile gene onun bir kolu olan asker-sivil yüksek bürokrasinin oluşturdukları iktidar blokunun çelişkili yapısıyla ilgilidir. Milli Mücadele’de ve ulus-devletin (TC’nin) kuruluşu sürecinde tarihî koşulların kendisine yüklediği geçici önderlik rolünü ve kuruculuk misyonunu başarıyla yerine getiren son Osmanlı askerî bürokrasisi, daha sonra bu “kuruculuk” misyonunu mutlaklaştırarak, bunu bir “resmi ideoloji” haline getirdi ve herkesin de bu resmi ideolojiyi sorgusuz sualsiz benimsemesini ve ona tâbi olmasını istedi. Kemalizm olarak adlandırılan bu bürokratik-devletçi ideolojiye göre, cumhuriyeti koruma-kollama görev ve yetkisi, devletin aslî sahibi konumunda olan asker-sivil bürokrasinin siyasal tekelinde olmalıydı ve bu siyasal tekel de cumhuriyet rejiminin tek partisi olan CHP’de somutlanmalıydı! Türkiye’de kapitalizmin henüz gelişmediği ve devletin ekonomideki ağırlığının hatırı sayılır bir büyüklükte olduğu cumhuriyetin bu ilk döneminde, devleti elinde tutan asker-sivil merkezi bürokrasi, kaçınılmaz olarak siyasette de belirleyici bir ağırlığa sahip oldu. Tek parti (CHP) diktatörlüğünün devam ettiği ve işçilerin, emekçilerin baskı altında tutulduğu ve hiçbir örgütlenme haklarının bulunmadığı bu dönemde (1923-46), halk kesimleri siyaset alanının, yani cumhuriyetin fiilen dışında tutuldular. Cumhuriyetin bu ilk döneminde, burjuva düzen ne keskin sınıf mücadelelerine sahne oldu ne de önemli bir siyasal krizle sarsıldı. Toplumsal ve siyasal hareketlilik bakımından durgun bir dönem oldu cumhuriyetin bu ilk dönemi. Bu durgunluğun en önemli nedeni ise, Osmanlı egemenliği altındaki bu topraklarda çok uzun bir tarihsel dönem boyunca, Batı’daki gibi bir “sivil toplum”un gelişememesi ve bunun bir yansıması olarak “politik toplum”un da çok dar ve güdük kalmış olmasıydı. Sivil toplumun son derece cılız ve politik toplumun son derece güdük olduğu cumhuriyetin ilk döneminde de, ne Batı’daki gibi gerçek sınıf mücadeleleri gelişebilmiş, ne de halk sınıfları içinde (buna işçi sınıfı da dahil elbette) örgütlü siyasal mücadele gelenekleri yaratılabilmişti. Cumhuriyetin kuruluşundan 1970’lere kadar geçen yaklaşık 50 yıllık döneme dikkatle bakarsak, bu dönemdeki siyasal mücadelelerin, egemen sınıfın kendi içinde yürüyen ve esas olarak devlet iktidarını paylaşmaya yönelik olan mücadeleler olduğunu görürüz. Cumhuriyetin kuruluşundan beri süre gelen bu mücadeleler, 1945’lerden sonra tarafların daha net bir ayrışmasıyla devam etmiştir. 1950’lere gelindiğinde, Türkiye’de devlet kapitalizminin yanı sıra bir özel kapitalist sektör de gelişmiş bulunuyordu. Bunun mantıkî sonucu ise, CHP içinde kendini liberal olarak tanımlayan bir burjuva siyasal eğilimin doğması oldu. Daha sonra bu eğilime mensup burjuva siyasetçiler CHP’den ayrılarak bağımsız bir parti (DP) kurdular. Kendilerine siyaset sahnesinde DP ile bir yer açmış olan
11
marksist tutum
Ağustos 2007 • sayı: 29
Tek parti (CHP) diktatörlüğü döneminde kendilerini hep merkezî bir güç, devletin “aslî” sahibi olarak görmeye alışmış olan Kemalist bürokrasi, egemen sınıf bloku içinde yer alan burjuvazinin diğer kesimlerini ve onların sivil siyasal temsilcilerini hep “merkez dışı bir güç”, bir “çevre” unsur olarak görmekten vazgeçmeyeceklerdi.
özel kapitalist girişimciler (tüccarlar, sanayiciler, büyük toprak sahipleri vb.), devlet yönetiminde daha çok söz sahibi olmaya hazırlanıyorlardı. Bu durum, öteden beri kendini cumhuriyetin kurucusu ve tek hakîmi olarak gören asker-sivil bürokrasi ile iktisaden güçlenen burjuvazi arasındaki iktidar çekişmesini arttıracaktı elbette. Cumhuriyetin vasisi konumundaki bürokratik elitler, devlet yönetimi ve siyaset üzerinde tek belirleyen olma ısrarlarını artık eskisi gibi sürdüremeyeceklerdi. Ama öte yandan, tek parti (CHP) diktatörlüğü döneminde kendilerini hep merkezî bir güç, devletin “aslî” sahibi olarak görmeye alışmış olan Kemalist bürokrasi, egemen sınıf bloku içinde yer alan burjuvazinin diğer kesimlerini ve onların sivil siyasal temsilcilerini hep “merkez dışı bir güç”, bir “çevre” unsur olarak görmekten vazgeçmeyeceklerdi. Türkiye’de kapitalizmin gelişmeye başlamasıyla birlikte, özellikle 1950’lerden sonra, önemli bir sermaye birikimi sağlayarak iktisaden güçlenmeye başlayan yerli burjuvazi, uluslararası sermayeyle ilişkilerini de önceki yıllarla kıyaslanmayacak ölçüde geliştirmeye koyulacaktı. Kendini cumhuriyetin hamisi ve devletin geçek sahibi olarak görme ruh halini sürdüren Kemalist bürokrasi, burjuvazinin gelişip güçlenmesi ve siyaset sahnesinde yerini daha güçlü bir biçimde almaya başlaması karşısında, başlangıçta geri adım atıp uzlaşıcı bir tutum takınmışsa da, devlet aygıtları ve siyasal rejim üzerindeki vasilik iddiasından asla vazgeçmeyecekti. Nitekim bu ısrarın sonucunda, bilindiği gibi sonu askerî müdahalelerle noktalanan siyasal krizler gündeme geldi. Günümüze gelirsek, iktisadi egemenliği elinde tutan büyük burjuvazi, kendi iktidarı ve siyasal rejimi açısından bir istikrarsızlık kaynağı teşkil eden statükocu bürokrasinin siyaset üzerindeki müdahaleci tutumundan artık rahatsızlık duymakta ve bu durumun bir son bulmasını istemektedir. Nicedir dışa açılma, uluslararası sermayeyle bütünleşme ve emperyalist sömürüden pay kapma yarışı içinde olan ve ekonomik, politik, askerî stratejisini buna göre oluşturmak isteyen büyük burjuvazi, bu emeline ulaşabilmek için siyasal rejimi (burjuva parlamenter cumhuriyeti) kendi bütünsel egemenliği altına almak ve günün koşullarına uygun bir biçimde yeniden yapılandırmak için
12
harekete geçmiş bulunuyor. Bu girişimin karşısında ise, elindeki iktidar mevzilerini kaybetme telâşı içinde olan ve bu yüzden de değişime şiddetle karşı çıkan statükocu asker-sivil bürokrasi mevzilenmiş bulunuyor. Burada şu önemli gerçekliği çok açık bir biçimde bir kez daha vurgulamak gerekiyor: Bu mücadele karşıt sınıfların bir mücadelesi değildir. Mücadele esasta aynı egemen sınıfın (burjuvazinin) farklı fraksiyonları arasındaki bir mücadeledir ve siyasal iktidarın paylaşılmasına yönelik olmaktadır. Egemen sınıfın fraksiyonları arasında geçen bu iktidar mücadelesi, çeşitli yalanlarla, ideolojik çarpıtmalarla manipüle edilmekte ve özü halktan gizlenmektedir. Dolayısıyla, bu mücadelede edilgen durumda olan emekçi kitleler, burjuvazinin şu ya da bu fraksiyonuna payanda olmaktan ya da onların kitle tabanını oluşturmaktan öteye geçememektedirler. Burjuva düzenin sivil siyasal temsilcileri ile askerî-bürokratik temsilcileri arasında geçen ve siyasal krizlere neden olan Türkiye’deki bugünkü iktidar kavgası, dünya kapitalizminin genel krizinin derinleştiği, Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgede olağanüstü koşulların geliştiği ve savaş atmosferinin giderek yaygınlaştığı bir ortamda geçmektedir. Bölgedeki bu olağanüstü ortamın gelecekte alacağı biçimler, Türkiye’deki siyasal krizi daha da derinleştirebileceği gibi, egemen sınıf bloku içindeki çatışmanın mahiyetini de değiştirebilir. Fakat ne olursa olsun; bunca yaşanan tarihsel tecrübeden sonra, Türkiye’de kapitalizmin gelişimine ve burjuvazinin tarihine ilişkin şu gerçekliği hiç akıldan çıkarmamalıyız: Türkiye’de kapitalizmin savunucusu olan burjuva güçler, cumhuriyetin kuruluşundan beri devlet yönetiminde daha fazla söz sahibi olabilmek ve böylece iktidarın nimetlerinden daha fazla yararlanabilmek için, bir yandan kendi aralarındaki iktidar kavgasını sürdüregelirlerken, diğer yandan ortak çıkarları söz konusu olduğunda ya da sömürü düzenleri tehlikeye düştüğünde, domuz topu gibi birleşmekte ve emekçi sınıflara karşı ortak bir saldırı başlatmakta hiç tereddüt etmemektedirler. Cumhuriyet tarihi boyunca bu hep böyle olmuştur ve bundan sonra da böyle olacaktır! Devrimci öncü işçiler bu tarihsel gerçekliği bilerek ve burjuvazinin tüm kesimlerinin son tahlilde sınıf düşmanları olduğunu unutmayarak geleceğe hazırlanmalı ve kendi sınıf örgütlerini, burjuvazinin her kesiminden bağımsız olacak bir şekilde yaratmak için canla başla çalışmalıdırlar. www.marksist.com sitesinden alınmıştır
Oportünizm, Yurtseverlik ve Savaş Oktay Baran
28
Temmuz 1914’te Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Sırbistan’a savaş ilan ettiğinde, bunun yalnızca bu iki ülke arasında gerçekleşecek bir Balkan savaşıyla sınırlı olmayacağını herkes biliyordu. Nitekim 1914 Ağustosundan itibaren zamanın büyük emperyalist güçleri ve geleceklerini onların zaferine bağlamış küçük devletler birbiri ardına karşılıklı savaş ilanında bulunduklarında, tarihin o güne dek yaşanmış en büyük savaşı başlamış oluyordu. Bu karşılıklı savaş ilanları yalnızca her renkten, her ırktan ve her dinden 10 milyon insanın katledileceği bir emperyalist-kapitalist canavarlığın başlangıç düdüğü olmakla kalmayacak, bütün ülkelerin işçilerinin birliğini temsil etmesi gereken, kendisinden bu beklenen II. Enternasyonal’in de ölüm ilanı olacaktı. Bu büyük savaşın Avrupa’nın gündemine er ya da geç geleceği aslında daha 1870’lerin başında belli olmuştu. 1870’lerin başında Alman ve İtalyan birliğinin sağlanmasıyla, Avrupa’nın o anki siyasal haritasını biçimlendiren güçler dengesi bütünüyle değişmiş ve büyük devletler tarafından toplanan 1830 Viyana Kongresiyle belirlenen Avrupa artık eskimiş oluyordu. Dahası 1870’lerle birlikte kapitalizmin yeni bir aşamaya, emperyalizm aşamasına geçiş süreci de başlamış oluyordu. Almanya ve Fransa büyük bir sanayileşme atılımı yapmıştı. Kapitalizm dünyanın her coğrafyasına adımını atmış ve Batı’da yepyeni bir kapitalist güç olarak ABD hızla gelişmeye başlamıştı. Hızla büyüyen kapitalist ekonomilerin hammadde ve pazar arayışları, büyük güçler arasında giderek artan bir rekabeti de beraberinde getirmişti. 1870’lerden 1900’lerin başına kadar uzanan 25-30 yıllık süreçte Avrupa her ne kadar barışçıl bir gelişme dönemi geçirmiş olsa da, tüm dünya eski ve yeni kapitalist güçler tarafından çoktan paylaşılmış durumdaydı. Ne var ki bu paylaşım hiç
Bugün dünya kapitalist ekonomisinin şaşalı büyüme döneminin çoktan kapanmış olması ve genel bir durgunluk eğiliminden bahsediliyorsa, Afrika’nın batısından Asya’nın doğusuna kadar haritaların yeniden çizilmesi emperyalistlerce çoktan gündem maddesi haline getirildiyse, nükleer silahların daha da geliştirilmesi dahil silahlanma yarışı yeniden bunca hızlanmışsa, yeni bir dünya savaşı ufukta demektir. 1914 Ağustosunda çeşitli ülkelerden işçilerin birbirine boğazlatılmasına onay veren hain işçi aristokrasinin ve küçükburjuva sosyalizminin oyununa bir kez daha düşülmek istenmiyorsa, dünya işçi sınıfının her ülkedeki en azından öncü kesimlerinin milliyetçilikle ve onun her türlü görünümüyle arasına kalın bir duvar örmesi kaçınılmaz bir gereklilik oluşturuyor.
13
Ağustos 2007 • sayı: 29
marksist tutum
de büyük devletlerin iktisadi güçleriyle orantılı durumda değildi. Bunun da anlamı, kapitalist çıkarlar çerçevesinde dünyanın yeniden paylaşılmasının zorunlu hale gelmesiydi. Lenin, Birinci Dünya Savaşı olarak adlandırılan savaşın tam da bu temelde gelişen bir emperyalistler arası paylaşım savaşı olduğunu su götürmez biçimde göstermiş ve emperyalizm çağının proleter devrimlere ve aynı zamanda da ulusal kurtuluş savaşlarına yol açacağını büyük bir uzak görüşlülükle öngörmüştü. Onun bu öngörüsü en başta ve her şeyden önce Marx ve Engels’in proleter devrimci enternasyonalizm anlayışına ödün vermez bir şekilde sadık kalışından kaynaklanıyordu. Marx kapitalizmin tekelcilik doğrultusundaki evrimine dair son derece önemli ipuçlarını zaten çoktan sergilemiş, Engels ise yaklaşan savaşı kâhince öngörmüştü. 1887’de şöyle yazıyordu Engels: “Prusya-Almanya için bir dünya savaşından, bugüne kadar boyutları ve şiddeti hayal edilmemiş olan bir dünya savaşından başka bir savaşın artık olasılığı yoktur. Sekiz-on milyon asker birbirini boğazlayacak ve o güne kadar bir çekirge sürüsünün yaptığından çok daha fazlasıyla Avrupa’yı baştanbaşa soyup soğana çevirene kadar yiyip bitirecektir. (…) Savaş belki de geçici olarak bizi geriye itebilir, kazandığımız birçok mevzileri bizden koparıp alabilir. Ama (…) trajedinin sonunda sizler mahvolmuş olacaksınız ve proletarya, ya zaferini gerçekleştirmiş olacak ya da her halde zafer kaçınılmaz olacaktır.”1 Engels’in öngörüsü harfi harfine doğrulandı. İşçi hareketine yurtseverliğin zerk edilmesine karşı proletarya enternasyonalizminin bayrağına sarılan Bolşeviklerin önderliğinde proletarya Rusya’da zafer kazandı. Avrupa proleter devrimin girdabına sürüklendi. Ama II. Enternasyonal partileri, proletaryayı savaşta katletmeye ortak olmaları yetmiyormuş gibi, gelişen tüm proleter devrimlerin bastırılmasında da belirleyici rol oynadılar. Peki, Marksizmin izinden yürüdüğü düşünülen II. Enternasyonal neden işçi sınıfına ihanet çizgisine savrulmuştu? Kavrayışsızlıktan mı? Hiç de değil!
II. Enternasyonal Marx’ın ölümünün ardından 1889 yılında bir hayli sancılı bir sürecin sonunda kurulan II. Enternasyonal’in ilk yılları ve bu yıllarda gerçekleştirdiği kongreler, esas olarak bu örgütün işçi hareketinin meşru temsilcisi konumuna ulaşmak ve anarşistleri dışlamak üzere gerçekleşen tartışmalara ve politik mücadelelere şahit oldu. Engels sevinçle karşılamakla birlikte bu uluslararası oluşuma belli bir ihtiyatla yaklaşmış, özellikle Marksizme yakın durduğu izlenimi veren Alman Sosyal-Demokrat Partisinin (SPD) önderlerini oportünist uzlaşmalar hususunda sürekli olarak uyarıp eleştirmişti. Yaşanan süreç, onun eleştirilerinin ve kaygılarının son derece haklı olduğunu gösterecekti. II. Enternasyonal’in savaş çıkınca işçi sınıfına ihanet eden milliyetçi bir çizgiyi benimsemiş olması hiç de şaşırtıcı değildir. Bunun işaretleri daha en başından itibaren mevcut idi. II. Enternasyonal neredeyse kurulduğu günden itibaren yaptığı tüm kongrelerde, savaşa ilişkin nasıl bir tutum geliştirmesi gerektiğini tartışmıştı. Ama bu tartışmalardan hiçbir net devrimci eylem çizgisi çıkmamıştı. Savaş tehlikesine karşı devrimci sokak gösterilerini, devrimci kitle grevlerini ve devrimci bir genel grevin silahlı ayaklanmaya dönüştürülmesi fikrini anarşist ya da yarıanarşist gevezelik olarak gören tutum, II. Enternasyonal içerisinde büyük bir çoğunluğu oluşturuyordu. Bu teslimiyetçi çizginin esas sorumluluğu hiç kuşku yok ki, Alman partisine aitti. Alman önderliği, 19. yüzyılda siyasal savaşımı reddeden ve onun yerine soyut bir genel grev fikrini öneren anarşistlere karşı mücadele içinde Marx ve Engels’in geliştirdiği fikirleri, bir dogma haline getirip kendi eylemsizliklerinin üstünü örtmenin bahanesi olarak kullanıyordu. Belçika’daki kitle grevlerinin başarısına ve 1905 Rus devriminde izlenen devrimci kitle grevinin Çarlığı neredeyse devirecek kadar sarsmasına rağmen, Alman önderliğinin tutumu 1907’deki Stuttgart Kongresinde de Stuttgart Kongresinde Lenin ve Rosa Luxemburg kitle grevini yalnızca savaşı engelleme ya da zaten başlamış olan bir savaşı durdurma yöntemi olarak savunmanın çok daha ötesine geçmişlerdi. Özellikle 1905 devriminin dersleriyle donanan bu devrimci önderler, meselenin yalnızca savaşı engelleme ya da durdurma ile sınırlanamayacağını, devrimci kitle grevlerinin silahlı bir ayaklanmaya dönüştürülerek iktidarın fethedilmesinde kullanılacak bir yöntem olduğunu savunuyorlardı.
14
Ağustos 2007 • sayı: 29
değişmedi. Ne var ki, 1907’deki kongrede, Lenin ve Rosa Luxemburg kitle grevini yalnızca savaşı engelleme ya da zaten başlamış olan bir savaşı durdurma yöntemi olarak savunmanın çok daha ötesine geçmişlerdi. Özellikle 1905 devriminin dersleriyle donanan bu devrimci önderler, meselenin yalnızca savaşı engelleme ya da durdurma ile sınırlanamayacağını, devrimci kitle grevlerinin silahlı bir ayaklanmaya dönüştürülerek iktidarın fethedilmesinde kullanılacak bir yöntem olduğunu savunuyorlardı. Meselenin bam teli de bu noktada açığa çıktı: II. Enternasyonal bir devrim partisi değil, parlamentarist reform yanlısı partilerin gevşek ve oportünist birliği idi. Yıllar boyunca burjuvazinin parlamento ahırlarında oturanlar, sonunda onlar gibi olmuşlardı! 1890’larda politik mücadeleyi tümüyle barışçıl bir temelde ve anayasal çerçevede parlamenter reform mücadelesiyle sınırlayan Alman önderliği için Lenin ve Rosa’nın önerileri son derece aşırı bir tutumdu. İşçilerin çoğunluğunun sosyalist sendikalara üye olacağı ve “sosyalist” milletvekillerinin parlamentoda mutlak bir çoğunluğa ulaşacağı o kutlu güne dek, sendikal mücadeleyle ve parlamentoda gericiliğe karşı ve demokrasiden yana önergelerle yetinmeyi benimseyen bir anlayış çoktan Alman önderliğinin temel çizgisi haline gelmişti. August Bebel, Wilhelm Liebknecht ve Karl Kautsky gibileri bu çizgiye angaje olmakla kalmamış, Engels’i sıradan bir barışçıl ve parlamentarist gelişme yanlısı olarak sunmaya çalışmışlardı. Devrimci eylem doğrultusunda atılacak her adım, Alman partisinin burjuva siyasal sahnede ve sendikal alanda elde ettiği kazanımları riske sokardı! Partinin varlığı burjuva düzenin mevcut halinin bir ürünü olarak görünüyordu onlara. Bu nedenle de Alman anayasal monarşisinin mevcut durumundaki her gerileme, bu güdük burjuva demokrasisinin daralması yolundaki her adım, bu oportünist önderlere partinin varlığına yönelik esas tehdit olarak görülüyordu. Zaferi güvence altına alacak mutlak bir çoğunluk elde edilmedikçe, böylesi bir devrimci eyleme girişmenin riskli olduğu “ahmaklığıyla” hareket ediyorlardı. Devrimci eylem çağrılarına 1907 Kongresinde Bebel şu karşılığı veriyordu: “Parti içi yaşamın veya hatta belli koşullarda bizzat partinin var olmasının ciddi tehlikelerle karşı karşıya kalabileceği savaşım yöntemlerini kabul etmeye sürüklenmek, izin veremeyeceğimiz bir şeydir.” 1912 genel seçimlerinde Alman partisi, tüm seçmenlerin üçte biri demek olan dört milyon iki yüz bin oy almış ve 110 milletvekiline kavuşmuştu, ama önderlerine bakılırsa halen azınlık durumundaydı! Buna karşın, Rosa, devrimci taktiklere giden yolun çoğunluğa ulaşmaktan geçmediğini, tersine, çoğunluğa sahip olmanın yolunun devrimci taktikler izlemekten geçtiğini söylerken son derece haklıydı. Stuttgart Kongresinde herkesi memnun edecek ama açık ve somut olmayan bir orta yolcu karar alındı. Savaş karşısında alınacak tutuma ilişkin karara gerçek devrimci içeriğini veren satırlar Lenin ve Rosa’nın katkısıydı
marksist tutum
ve savaş patlak verdiğinde yalnızca onlar tarafından sahiplenilecekti! II. Enternasyonal içindeki oportünist çizginin milliyetçi özünü sömürgeciliğe yaklaşım konusunda da bulmak mümkündür. Birer sömürge imparatorluğu olan ve aynı zamanda da parlamenter bir işleyişe sahip bulunan ülkelerde, emperyalizmi olumlayan eğilimler giderek güçlenmişti. Sosyal-emperyalist olarak adlandırılan bu akım, sömürgelerden kolayca kurtulunamayacağını, uygar ülkelerin geri halkları barbarlıktan kurtardıklarını, bu nedenle de sömürge sisteminin bir tarafa bırakılmasını değil iyileştirilmesini talep etmenin doğru olacağını ileri sürüyorlardı. İngiliz ve Hollandalıların yanı sıra Alman oportünistleri de, bu fikri en açık biçimde dile getirmişlerdi. Onlara göre, Alman işçi sınıfının yaşam standartlarını yükseltmek için Almanya’nın sömürgeci rekabete girmeye hakkı olmalıydı. 1907 Stuttgart Kongresinde sömürgeciliği reddeden karar ancak 108’e karşın 127 oy gibi küçük bir farkla kabul edilebilmişti. Bir başka deyişle kongrenin neredeyse yarısı sömürgeciliği onaylıyordu! II. Enternasyonal içindeki oportünist çizginin milliyetçi özünü sömürgeciliğe yaklaşım konusunda da bulmak mümkündür. Birer sömürge imparatorluğu olan ve aynı zamanda da parlamenter bir işleyişe sahip bulunan ülkelerde, emperyalizmi olumlayan eğilimler giderek güçlenmişti. Sosyalemperyalist olarak adlandırılan bu akım, sömürgelerden kolayca kurtulunamayacağını, uygar ülkelerin geri halkları barbarlıktan kurtardıklarını, bu nedenle de sömürge sisteminin bir tarafa bırakılmasını değil iyileştirilmesini talep etmenin doğru olacağını ileri sürüyorlardı. İşçilerin sendikal mücadeleyle elde ettikleri üç-beş kuruşluk ücret artışlarıyla yaşam koşullarındaki göreli ve kısmi iktisadi iyileşme veya burjuva demokrasisinin sınırlarının giderek genişletilmesiyle işçi sınıfının kazandığı bazı siyasal ve toplumsal haklar, sosyalist hareket içerisinde giderek işçilerin zincirlerinden başka da kaybedecek şeyleri olduğu yalanının kabul görmesine ve güçlenmesine yol açmıştı. Bu yanılsama, tüm bu iktisadi, siyasi ve toplumsal hakların ya da reformların kaynağı olarak görülen kendi ulus-devletlerine karşı “düşmanlığın” terk edilmesine ve bu devlete karşı önce hayırhah bir tutum benimseyip sonra da sahiplenen bir siyasal çizginin gelişmesine yol açacaktı. Böylelikle artık işçiler, bıraktık zincirlerinden başka kaybedecek şeylerinin olmamasını, burjuvalarla ortak bir vatana bile sahip olmuşlardı! İşçilerin yurtsever olması gerektiği tezi ile sosyalist partilerin “devrimci eylem, ayak-
15
marksist tutum
lanma gibi aşırılıkların değil reformların partisi olması” gerektiği tezinin aynı kişilerce savunulması hiçbir şekilde tesadüf değildi. Tersine bu iki ana tez birbirini destekliyor ve birbirlerinden türüyorlardı. Lenin, II. Enternasyonal’in iflasına yol açan oportünizmin savaşla birlikte sosyal-şovenizm veya aynı anlama gelmek üzere sosyal-yurtseverlik olarak somutlandığını söylerken tam da bu gerçeğe işaret ediyordu: “Sosyal-şovenizmin temel düşünsel-politik içeriğinin oportünizmin esaslarıyla tamamen örtüştüğü apaçıktır. Bu bir ve aynı eğilimdir. Oportünizm 1914/15 savaşı koşulları altında sosyal-şovenizmi yaratmıştır. Oportünizmde özsel olan şey, sınıfların işbirliği düşüncesidir.”2 O, sosyal-şovenizm ve sosyal-yurtseverlik kavramlarını eş anlamlı olarak kullanıyor ve bu kavramlarla milliyetçiliğin sosyalist hareket içinde ortaya çıkmış halini anlatıyordu.
“Emekçi yurtseverliği” II. Enternasyonal’in iç tarihini bir anlamda Alman Sosyal-Demokrat Partisi ile Fransız sosyalist çevreleri arasındaki çekişme olarak algılamak mümkündür. Bu çekişme o sıralar “ortodoks” Marksizm ile Marksizm dışı sosyalist akımlar arasındaki bir politik hegemonya mücadelesi olarak algılanmış olsa da, çok kısa süre sonra ortaya çıkmıştır ki, çekişmenin temelinde yatan en önemli unsurların başında, her iki ana çizgiye de alttan alta damgasını basan küçük-burjuva milliyetçi eğilim ve karşılıklı burjuva milliyetçi önyargılar geliyordu. Alman partisi içinde daha baştan itibaren varolan bu küçük-burjuva milliyetçi eğilim, Engels’in ölümünün ardından “eleştiri kırbacı”nın sırtından kalkmasını fırsat bilerek 1890’ların ortalarından itibaren hızla harekete damgasını vuracaktı. Fransa’da ise milliyetçi eğilimler işçi hareketi içinde zaten yüksek sesle dile getiriliyor ve yurtseverlik adı altında kutsal bir haleye kavuşturulmuş bulunuyordu. Marksizmin proleter devrimci enternasyonalizm anlayışı, çeşitli ülkelerin işçi partileri arasında barış dönemleriyle sınırlı olmak üzere karşılıklı dayanışma ruhuna ve gevşek bir işbirliği anlayışına indirgenmiş durumdaydı. Çeşitli uluslardan işçileri birbirine boğazlatmayı onaylayan milliyetçi eğilim, işçi hareketi içinde aslında 1914 savaşıyla ortaya çıkmadı. Bu eğilim emekçi yurtseverliği vb. gibi adlar altında II. Enternasyonal partileri içersinde en baştan itibaren mevcut ve güçlü bir eğilimdi. O kadar ki, başta Fransız ve Alman olmak üzere neredeyse tüm partilerde, kendilerini tarihsel olarak tehdit ettiğini düşündükleri rakip ulusa karşı günü geldiğinde bir ulusal savunma savaşımı vermenin meşru ve kaçınılmaz olduğu düşüncesi hâkimdi. Fransızlar, Alman monarşist gericiliğinin kendi demokratik cumhuriyetlerinin kazanımlarına bir tehdit olduğunu düşünürken, Almanlar ve Avusturyalılar da anayasal monarşilerinin kendilerine sağladığı kısmi siyasal özgürlüklerin Rus mutlak monarşisinin teh-
16
Ağustos 2007 • sayı: 29
didi altında olduğu fikrinden bir türlü vazgeçmemişlerdi.3 Bu milliyetçi eğilim ve önyargılar, II. Enternasyonal içinde Marksist eğilimin sözcüsü olduğu düşünülen önderlerin, gerek ne pahasına olursa olsun birliği koruma ve sürdürme amacını güden oportünist uzlaşmaları sebebiyle, gerekse de bizzat kendilerinin gerçekte aynı milliyetçi eğilimlerden muzdarip oluşlarından kaynaklı zorunlu sessizliklerinden ötürü sürüp gitmişti. Bu eğilimi savunan oportünistlerin hepsi de, Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da dile getirdikleri “işçilerin vatanı yoktur” düşüncesini, “kötü bir şaka”, “talihsiz bir açıklama” vb. şeklinde reddediyorlardı. Özellikle Fransa’da durum buydu. Uzun yıllar boyunca sayısız gruplar halinde varolan ve II. Enternasyonal’de de gruplar halinde temsil edilen Fransız sosyalist hareketi, 1905’de SFIO adıyla birleşik bir sosyalist parti kurmuştu. 1899’da burjuva hükümetine ticaret bakanı olarak girmekte bir sakınca görmemesine rağmen ne partisinden ne de II. Enternasyonalden atılmayan Millerand, Fransızlığından övünecek denli bir yurtseverdi. Şöyle diyordu 1896’da: “Bir an bile enternasyonalist olduğumuz kadar Fransız ve yurtsever olduğumuzu unutmayacağız. Yurtseverlik ve enternasyonalistlik, bunlar Fransız Devrimini yapan atalarımızın soylu biçimde bağdaştırmayı bildikleri iki niteliktir.”4 Millerand’ın politik kariyerini azgın bir gerici burjuva politikacısı haline gelip emperyalist savaşın ardından önce başbakan sonra da cumhurbaşkanı olarak tamamlaması hiç de şaşırtıcı değildir! Çeşitli uluslardan işçileri birbirine boğazlatmayı onaylayan milliyetçi eğilim, işçi hareketi içinde aslında 1914 savaşıyla ortaya çıkmadı. Bu eğilim emekçi yurtseverliği vb. gibi adlar altında II. Enternasyonal partileri içersinde en baştan itibaren mevcut ve güçlü bir eğilimdi. Bu eğilimi savunan oportünistlerin hepsi de, Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da dile getirdikleri “işçilerin vatanı yoktur” düşüncesini, “kötü bir şaka”, “talihsiz bir açıklama” vb. şeklinde reddediyorlardı. Hiçbir zaman Marksist olduğunu iddia etmeyen Jean Jaures ise, gerek Fransa’da gerekse de Avrupa’da partinin parlak sosyalist liderlerden biri olarak tanınmıştı. Jaures, 19. yüzyıl boyunca mücadelesini verdikleri cumhuriyet için Fransızların Alman monarşist gericiliğine karşı bir “savunma savaşı”na hazır olduklarını defalarca belirtmişti. 1910’da yayınladığı Yeni Ordu adlı kitapçığın alt başlığını “ulusal savunma ve uluslararası barış” olarak koymuştu. Fransa’nın en büyük emperyalist güçlerden biri olarak doludizgin savaşa hazırlandığı bir dönemde, ulusal savunmanın, yani anavatan savunmasının “belirli koşullarda” kaçı-
Ağustos 2007 • sayı: 29
Sosyalist fikirleri yurtseverlik adı altında milliyetçilikle zehirleme yaklaşımı, Jaures tarafından çok veciz bir şekilde de ifade edilmişti: “Yurtseverliğin azı enternasyonalizmi zayıflatır, yurtseverliğin çoğu enternasyonalizmi güçlendirir. Enternasyonalizmin azı yurtseverliği zayıflatır, enternasyonalizmin çoğu yurtseverliği güçlendirir.” nılmaz olacağı fikri yurtsever bir içerikle işleniyordu. Bu kitapçıkta, işçilerin vatanları olduğu gibi yurtsever olmaya da hakları olduğu ve bir Alman saldırısına direnmek yükümlülüğünde oldukları belirtiliyordu. 1913 yılında ise Jaures şunları söylüyordu: “Proletarya vatanın dışında değildir. Marx ve Engels’in 1847’de Komünist Manifesto’da o ünlü, sık sık tekrarlanan ve her yöne doğru saçılmış olan “işçilerin vatanı yoktur” cümlesini dile getirmeleri, komünizmi vatanı tahrip etmekle suçlayan yurtsever burjuvaların saldırılarına karşı tamamen çelişkili, talihsiz cevap ve sadece ateşli bir heves anlamına gelir.”5 Sosyalist fikirleri yurtseverlik adı altında milliyetçilikle zehirleme yaklaşımı, Jaures tarafından çok daha veciz bir şekilde de ifade edilmişti: “Yurtseverliğin azı enternasyonalizmi zayıflatır, yurtseverliğin çoğu enternasyonalizmi güçlendirir. Enternasyonalizmin azı yurtseverliği zayıflatır, enternasyonalizmin çoğu yurtseverliği güçlendirir.” Yurtseverlik kavramı ile milliyetçilik kavramları arasında yapay ve kategorik ayrımlar icat etmeye çalışanlar bir yana, milliyetçi
marksist tutum
olduğunu ifade etmekten çekinmeyen biri olarak Mihri Belli, Jaures’nin ifadesindeki “yurtseverlik” sözcüğünü “milliyetçilik” şeklinde çevirirken gerçekte hiç de büyük bir çeviri hatası yapmamış oluyordu.6 Onun ayıbı, enternasyonalizmin yurtseverlikle bağdaşıp bağdaşmayacağı konusunda Marx’ı, Engels’i ya da Lenin’i değil de, burjuva sosyalizminin en büyük isimlerinden Jean Jaures’yi referans göstererek, Türk soluna milliyetçiliğin bulaşmasının en başta gelen yerli müsebbiplerinden biri olmasıdır. Fransa’daki Marksist eğilimin lideri olarak bilinen ve en “katı”, en “saf ”, en “ortodoks” Marksist olarak nam salmış olan Jules Guesde ise, işçilerin oy verme hakları olduğu için “bir vatana sahip olduğuna inanmak zorunda olduğunu” belirtiyordu. Guesde’in bu görüşü gerçekte Alman partisi içindeki oportünist kanattan kopyalanmıştı. Bu kanat, Engels’in ölümünün ardından Bernstein önderliğinde hızla atağa geçti. Marksist teorinin tüm temel önermelerinin gözden geçirilip terk edilmesi gerektiğini ileri sürdüğü için revizyonist olarak da adlandırılan bu akım, düşüncelerini Fransızlar gibi veciz sözlere değil çok daha teorik gözüken açıklamalara dayandırıyorlardı. Bernstein, Evrimci Sosyalizm adlı kitabında, “işçilerin vatanı yoktur” düşüncesinin, politik hakları olmayan 1840’ların işçilerine “belki bir dereceye kadar” uyabileceğini, ama genel ve eşit oy hakkına, ücretsiz eğitim ve sağlık hakkına sahip olan ve “saldırıya karşı savunulan” bir işçinin, “ulusun ortak mülkiyetinin sahibi olarak”, artık bir anavatanının var olduğunu savunuyordu. Şöyle diyordu Bernstein bir başka makalesinde: “«İşçilerin vatanı yoktur» sözü o zamandan beri, işçiler hükümetin denetimine, ülke yasalarının hazırlanmasına eşit haklara sahip bir yurttaş olarak katıldığı ve ülkenin kurumlarını kendi arzularına göre etkileyebildiği ölçüde, değişikliğe uğramıştır.”7 Alman partisi içinde sosyalizmin ancak dünya çapında kurulacak bir sistem olduğu fikrini reddederek tek ülkede sosyalizm düşüncesinin ilk mimarı olan Vollmar ise, doğal olarak, “vatanımızın olmadığı doğru değildir” diyordu. Bu revizyonistlerin görüşleri en azından kendi içerisinde bir bütünlük arz ediyordu. Nitekim onlar, en başta uzlaşmaz sınıf mücadelesi fikrini reddetmişlerdi. Siyasal özgürlüklerin, “demokrasi”nin, genel oy hakkının vb. sınıf mücadelesinin zeminini yok ettiğini düşünüyorlar; demokrasiyi sınıfsal özünden yalıtıp çoğunluğun iradesinin egemenliği şeklinde bir biçimsel formüle indirgiyorlar ve böylelikle de devletin sınıf egemenliğinin organı olduğunu reddediyorlardı. Bu durumda “ulusal” burjuvaziyle proletaryanın çıkarlarının uyuşabileceğini, onunla ittifakların reddedilemeyeceğini ileri sürüyorlardı. Bernstein bu fikrini Alman emperyalizmini tüm dünyadaki operasyonlarında desteklemek gerektiği noktasına kadar götürmüş, kendi görüşlerini “Alman kapitalist çıkarlarının bir avukatı ve savunucusu olmak” şeklinde özetlemişti. Gerek Alman işçi sınıfının gerekse küçük-burjuvazisinin zihninde, genelde Slav halklarına özelde de Ruslara
17
Ağustos 2007 • sayı: 29
marksist tutum
ilişkin olarak köklü bir şekilde yer etmiş geçmişten kalma ulusal önyargılar söz konusuydu. Alman sosyalist hareketinin oportünist çoğunluğu, bu önyargılarla enternasyonalizm temelinde savaşmak yerine, bu önyargıları paylaşıp körükledi. “Geleneksel düşman”ın varlığı ve “tehdit” oluşturduğu düşüncesi, kendi milliyetçi eğilimlerinin üstünü örten bir şal olarak ve kendi burjuvazilerinin kötülüklerinin üstüne sünger çekmek amacıyla oportünistler tarafından kullanıldı. Savaş patlak verdiğinde Alman oportünizminin tüm temsilcileri Almanya’nın emperyalist savaşa Rusya’ya karşı anavatanı savunmak adına katıldığını kanıtlamak için Marx ve Engels’in Çarlık Rusya’sına ilişkin sözlerini tarihsel ve siyasal bağlamından koparıp çarpıtmaktan ve kendi şovenist çizgilerini aklamak için kullanmaktan geri durmayacaklardı. Lenin, savaş sırasında yazdığı tüm yazılarda sosyal-yurtsever ya da sosyal-şovenist olarak tanımladığı bu hainlerin Marx’a dönük iftiralarını tek tek çürütmüştür. Milliyetçi eğilim, savaş öncesinde zaten oportünist olarak adlandırılan kişilerle sınırlı değildi. Savaşı önceleyen yıllar boyunca Fransız “ortodoks” Marksizminin lideri olarak görülen Jules Guesde’in savaş öncesindeki yaklaşımına yukarıda değindik. O Guesde savaş patlak verdiğinde kutsal ulusal birliğin savunucusu olarak Fransız hükümetinin bir bakanı oldu! Peki ya Almanya’da “Marksizmin Papası” olarak görülen Kautsky’nin yurtseverliğe bakışı ne idi? Engels’in yardımcılığını yapmanın da getirdiği ayrıcalıkla “Marksizmin Papası” olarak adlandırılan Karl Kautsky tüm önemli sorunlarda olduğu gibi yurtseverlik sorununda da savaştan çok önceleri bile ikircikli ve merkezci-oportünist bir tutum takınmıştır. 1907 yılında, bir taraftan enternasyonalizmi överken diğer taraftan “proleter yurtseverlik” kavramını icat ediyor, bu yurtseverlik ile burjuva yurtsever-
lik arasında da farklar olduğunu iddia ediyordu. Ona göre, “proleter yurtseverlik”, diğer ülkelerin işçilerini kardeş olarak görmekle kalmaz, kurtuluşları için tüm ülkelerin işçilerinin işbirliğine ihtiyacı vurgulardı; oysa burjuva yurtseverliği diğer ulusları rakip ve düşman olarak değerlendiriyordu. Kautsky buradan da “ulusun özgürlüğünü savunmak için burjuva ve proleter yurtseverliğinin birleşebilecekleri bir savaş hiçbir yerde beklenmemelidir”8 sonucuna çıkıyordu. Böylelikle bir taraftan normal dönemlerde olduğu gibi savaş döneminde de sınıfların işbirliği düşüncesini reddeden bir sonuç çıkartarak Marksist itibarını korumuş oluyor, diğer taraftan da “proleter yurtseverlik” icadıyla milliyetçi saflardan alkış toplamayı ihmal etmiyordu. Aynı Kautsky, yine 1907 yılında, Fransa ve Rusya ittifakına İngiltere’nin de katılımıyla savaş rüzgârlarının güçlenmesinin ardından, bu kez, “yabancı bir ulusun hâkimiyetini önlemede gerek burjuvazinin gerekse proletaryanın ortak çıkarı vardır”9 diyordu. Bu eklektik, merkezci-oportünist tutumların hangi sonuçları doğuracağı büyük savaşın patlamasıyla çarçabuk açığa çıkacaktı. Savaş boyunca Kautsky, Alman sosyal-şovenizminin teorik aklanmasına yaptığı büyük hizmetlerden ötürü Lenin’in en fazla gazabına uğrayan lider olacaktı! Böylelikle görüyoruz ki, büyük savaş patlak vermeden çok önceleri bile, II. Enternasyonal’in ister revizyonist ve oportünist kanadı, isterse de “Marksist merkez” olarak bilinen önderleri olsun şu ya da bu derecede milliyetçi bir eğilimdeydiler. Kimilerinin bunu açıkça ilan etmesiyle, öbürlerinin utangaç kabulleri ve kılıf hazırlama gayretleri arasındaki nüanslar, savaşın sıcaklığı içerisinde eriyip gitti. Yurtseverlik söylemini şu ya da bu ölçüde savunan tüm liderler işçi sınıfına düpedüz ihanet etmişler ve on milyonlarca emekçinin kanının dökülmesi sorumluluğuna ortak olmuşlardı. “İkinci Enternasyonal (1889-1914) önderlerinin büyük çoğunluğunun sosyalizme ihaneti, Enternasyonal’in politik ve ideolojik iflasının ifadesidir. Bu çöküşe, asıl olarak onun içinde hâlâ hüküm süren küçük-burjuva oportünizmi ve burjuva doğası yol açmıştır ki, bu tehlike bütün ülkelerdeki devrimci proletaryanın en iyi temsilcileri tarafından uzun süredir gösterilmişti. Oportünistler, sosyalist
Engels’in yardımcılığını yapmanın da getirdiği ayrıcalıkla “Marksizmin Papası” olarak adlandırılan Karl Kautsky tüm önemli sorunlarda olduğu gibi yurtseverlik sorununda da savaştan çok önceleri bile ikircikli ve merkezci-oportünist bir tutum takınmıştır. 1907 yılında, bir taraftan enternasyonalizmi överken diğer taraftan “proleter yurtseverlik” kavramını icat ediyor, bu yurtseverlik ile burjuva yurtseverlik arasında da farklar olduğunu iddia ediyordu. Bu eklektik, merkezci-oportünist tutumların hangi sonuçları doğuracağı büyük savaşın patlamasıyla çarçabuk açığa çıkacaktı. Savaş boyunca Kautsky, Alman sosyal-şovenizminin teorik aklanmasına yaptığı büyük hizmetlerden ötürü Lenin’in en fazla gazabına uğrayan lider olacaktı!
18
Ağustos 2007 • sayı: 29
marksist tutum
kusuz ki, bugün bunun sorumluluğunu tek başına II. Enternasyonal’e ve onun uzantılarına yüklemek yanlış olacaktır. Zira 1930’lardan itibaren Stalinizm onunkini de aşan bir tarzda milliyetçiliğin teorisini yapmış ve komünist harekete bu illeti son derece derin bir şekilde bulaştırmıştır. Türk solu, küçük-burjuva sosyalizmi damgasının hayli ağır bastığı bir gelenek olarak, milliyetçilikten fazlasıyla nasibini almıştır. Emperyalizme karşı anavatan savunusu, sosyalist-emekçi yurtseverliği ya da vatanseverliği gibi söyBirinci Dünya Savaşına karşı çıkan, onu emperyalist bir savaş olarak lemler, bu topraklardaki sol hareketin niteleyen, anavatan savunusu yalanını bıkmadan teşhir eden, kendi neredeyse amentüsü gibidir. hükümetini desteklemeyi reddeden, ulusal birlik aldatmacasına karşı Bugün dünya kapitalist ekonomisavaş bayrağı açan başta Lenin, Rosa, Karl Liebknecht ve Troçki sinin şaşalı büyüme döneminin çokolmak üzere bir avuç devrimci azınlığın çizgisi, “gerçek düşman kendi burjuvazindir” düşüncesiyle emperyalist savaşı proleter devrim için tan kapanmış olması ve genel bir durburjuvaziye karşı bir savaşa çevirmek idi. İşçi hareketine yurtseverliğin gunluk eğiliminden bahsediliyorsa, zerk edilmesine karşı proletarya enternasyonalizminin bayrağına sarılan Afrika’nın batısından Asya’nın doğuBolşeviklerin önderliğinde proletarya Rusya’da zafer kazandı. suna kadar haritaların yeniden çizildevrimi yadsıyıp onun yerine burjuva reformizmini geçimesi emperyalistlerce çoktan gündem maddesi haline gererek; sınıf mücadelesini ve onun belirli bir anda kaçınıltirildiyse, nükleer silahların daha da geliştirilmesi dahil simaz olarak iç savaşa dönüşümünü red edip bunun yerine lahlanma yarışı yeniden bunca hızlanmışsa, yeni bir dünya sınıf işbirliğini önererek; yurtseverlik ve anayurdun savusavaşı ufukta demektir. Bu savaşın hangi biçimlere bürünusu biçimindeki burjuva şovenizmini vaaz ederek; sosyaneceği tamamen ikincil bir sorun olmak kaydıyla, işçi sılizmin, uzun süre önce Komünist Manifesto’da ilan edilen nıfını bekleyen milliyetçi ihanet tehlikesi ortadan kalkmış «işçilerin vatanı yoktur» biçimindeki temel gerçeğine kadeğildir. Ve 1914 Ağustosunda çeşitli ülkelerden işçilerin tılmayarak ya da ona karşı çıkarak; militarizme karşı mübirbirine boğazlatılmasına onay veren hain işçi aristokrasicadelede bütün ülkelerin proleterlerinin bütün ülkelerdeki nin ve küçük-burjuva sosyalizminin oyununa bir kez daha burjuvazilere karşı devrimci savaşı yerine, kendilerini duydüşülmek istenmiyorsa, dünya işçi sınıfının her ülkedeki gusal cahil bir bakış açısına hapsederek; burjuva parlamenen azından öncü kesimlerinin milliyetçilikle ve onun her tarizminden ve burjuva yasallığından yararlanmayı bir fetürlü görünümüyle arasına kalın bir duvar örmesi kaçınıltiş haline getirip, kriz dönemlerinde zorunlu hale gelen maz bir gereklilik oluşturuyor. yasadışı örgütlenme ve ajitasyon biçimlerini unutarak, uzunca süredir İkinci Enternasyonal’i baltalamaya hazırlanıyordu.”10 _____________________________ Birinci Dünya Savaşına karşı çıkan, onu emperyalist 1 ak. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Sol Y., s.167 bir savaş olarak niteleyen, anavatan savunusu yalanını bık2 Lenin, “İkinci Enternasyonal’in Çöküşü”, SE, İnter Y., c.5, s.218 madan teşhir eden, kendi hükümetini desteklemeyi redde3 Ruslara gelince, onları kendi burjuvazilerine bağlayan böylesi den, ulusal birlik aldatmacasına karşı savaş bayrağı açan milliyetçi önyargılar daha zayıftı; bu durum büyük savaş patlak başta Lenin, Rosa, Karl Liebknecht ve Troçki olmak üzere verdiğinde Duma’daki neredeyse tüm sosyalistlerin savaş bir avuç devrimci azınlığın çizgisi, “gerçek düşman kendi harcamalarına onay vermemesinde kuşkusuz önemli bir etken burjuvazindir” düşüncesiyle emperyalist savaşı proleter olmuştu. Anavatan savunusu sloganının en az rağbet gördüğü ülkelerden biri Rusya olacaktı. devrim için burjuvaziye karşı bir savaşa çevirmek idi. Bu 4 ak. James Joll, II.Enternasyonal, Belge Y., s.78-9 büyük devrimcilerin bir kez bile olsun kendilerini yurtse5 Sosyalizm Ansiklopedisi, c.2, Ekler, s.99 ver olarak adlandırmamış olması ve Marksizmin milliyet6 çiliğin hiçbir türüyle bağdaşmadığını savunmuş olmaları, Mihri Belli, Yazılar 1965-70, Sol Y., s.292 7 basit bir tesadüften ibaret olabilir mi? ak: H. B. Davis, İşçi Hareketi, Marksizm ve Ulusal Sorun, Belge Y., s.23 Üzerinden yüz yıl geçmiş olmasına rağmen, II. Enter8 Sosyalizm Ansiklopedisi, c.2, Ekler, s.97-8 nasyonal’in ihaneti hiç de sararmış bir tarih sayfasına ait 9 ak: H. B. Davis, İşçi Hareketi, Marksizm ve Ulusal Sorun, s.108 değildir. Bugün de milliyetçilik şu ya da bu biçim altında 10 Lenin, Collected Works, Progress Publishers, 4.bsk, c.21, s.15 sosyalist işçi hareketine bulaştırılmaya çalışılıyor. Hiç kuş-
19
İdeolojinin Önemi Oturmayan Bugün işçilerin, yoksul kitlelerin burjuva ideolojisi eliyle içine sürüklendikleri yanılsamalardan kurtulabilmeleri ve kapitalizmin onları köleleştirmek amacıyla görselleştirdiği yalan dünyalarını yerle bir edebilmeleri bir hayat-memat sorunu oluşturuyor. Bu sorunun çözümü için, işçi sınıfının, kendisini nesnel sınıf çıkarları ve insanlığın kurtuluşu doğrultusunda aydınlatan devrimci dünya görüşünü benimsemeye ihtiyacı var. Tarih, ezilen ve sömürülen sınıfların devrimci ideoloji silahını kuşandıklarında egemenlerin zulmünü rüzgârlara savuracak mucizeler yaratabildiklerini ortaya koymuştur. Günümüz dünyasında böyle bir mucizeyi gerçek kılacak düşünsel silah Marksizmdir. Devrimci Marksizm işçi sınıfına ve tüm yoksul kitlelere, ezilenlere, kapitalizmin onları hapsettiği esirler dünyasından çıkış yolunu gösteriyor.
M
arksizmin hayat verdiği materyalist tarih anlayışı, farklı üretim tarzlarını ayırt eden altyapının, yani üretici güçler ve üretim ilişkileri bütünlüğünün, buna özgü bir üstyapıyı da şekillendirdiğini açıklığa kavuşturuyor. Marx’ın belirttiği gibi, mülkiyetin değişik biçimleri üzerinde özel olarak biçimlenmiş izlenimlerden, duygulardan, hayallerden, düşünüş tarzlarından ve felsefe anlayışlarından oluşmuş bütün bir üstyapı yükselir. Diğer sınıflı toplumlarda olduğu üzere kapitalist toplumda da üstyapı, devletin çeşitli organ ve aygıtlarından hukuka, siyasete, ideolojiye ilişkin çeşitli oluşumları ve bu oluşumlar arasındaki çatışmaları içerir. İktisadi temelde yer alan üretici güçler ile ilişki tarzı arasındaki çelişki son tahlilde belirleyicidir ama bu tarihsel yasa, üstyapısal kurumların, siyasal yapılanma ve düşüncelerin, ideolojilerin toplumsal yaşamın biçimlenmesinde etkili olmadıkları anlamına gelmez. Sınıflı toplumlar asırlar boyunca farklı sınıf çıkarlarından kaynaklı düşünceleri, ideolojileri, siyasi oluşumları yaratmıştır. Egemen sınıflar, ezilen ve sömürülen kitleleri çeşitli yöntemlerle egemenlikleri altında tutup yönetme sanatında ustalaşmışlardır. Egemen sınıfların siyaseti, zorunlu olduğunda kitleler üzerinde açık baskı politikalarının
20
uygulanmasının yanı sıra, onların düzen içi siyaset oyunlarına alet edilmesini de içerir. En önemlisi de egemenler, dini inançlar ya da alışkanlıklar, gelenekler gibi toplumda uzun yıllar boyunca genel kabul görmüş düşünce ve davranış kalıplarını kendi çıkarlarına yontarak kitleler nezdinde sayısız yanılsamalar yaratmış ve bu yanılsamalardan yararlanmışlardır. Bütün bu hususlar kapitalist toplumu da kapsayan gerçeklerdir. Kural olduğu üzere, burjuva düzende de genelde egemen fikirler egemen sınıfın fikirleri ve onun ideolojik aygıtlarının yaydığı ideolojilerdir. Bu nedenle, işçilerin nesnel sınıf çıkarlarının onların bilincinde doğrudan ve kendiliğinden yansımasını bulması olanaklı değildir. Kapitalist toplumda burjuva ideolojisinin kitlelerin düşünce ve inanç dünyasında yarattığı yanılsamalar son derece önemli bir role sahip bulunuyor. Bu üretim tarzının egemenleri, gelişen teknik olanakları kendi hizmetlerine koşarak yoksul kitleleri aldatıp uyutacak yalan dünyaları yaratmakta sınır tanımaz ölçüde yetkinleştiler ve pervasızlaştılar. Marksizm, insanların her zaman aldatılmanın ve kendi kendini aldatmanın saf kurbanları olduğuna dikkat çeker. Ve insanlar, herhangi bir ahlâki, dini, politik, sosyal safsatanın, açıklama ve vaadin arkasında şu ya da bu sınıfın çı-
ve Sınıf Temeline Devrimcilik Elif Çağlı karlarını aramayı öğrenmedikleri sürece de bunların kurbanı olmaya devam edeceklerdir. Bugün işçilerin, yoksul kitlelerin burjuva ideolojisi eliyle içine sürüklendikleri yanılsamalardan kurtulabilmeleri ve kapitalizmin onları köleleştirmek amacıyla görselleştirdiği yalan dünyalarını yerle bir edebilmeleri bir hayat-memat sorunu oluşturuyor. Bu sorunun çözümü için, işçi sınıfının, kendisini nesnel sınıf çıkarları ve insanlığın kurtuluşu doğrultusunda aydınlatan devrimci dünya görüşünü benimsemeye ihtiyacı var. Tarih, ezilen ve sömürülen sınıfların devrimci ideoloji silahını kuşandıklarında egemenlerin zulmünü rüzgârlara savuracak mucizeler yaratabildiklerini ortaya koymuştur. Günümüz dünyasında böyle bir mucizeyi gerçek kılacak düşünsel silah Marksizmdir. Devrimci Marksizm işçi sınıfına ve tüm yoksul kitlelere, ezilenlere, kapitalizmin onları hapsettiği esirler dünyasından çıkış yolunu gösteriyor.
İdeolojinin rolü Kapitalist toplumda egemen güçler düzenlerinin sürüp gitmesini sağlamak için genelde iki sosyal fonksiyona başvururlar. Lenin’in sözleriyle ifade edecek olursak, cellât ezilenlerin protestosunu ve öfkesini bastırmak; papaz da ezileni teselli etmek, onlara sıkıntıların ve fedakârlıkların azalacağı umudunu vermek için gereklidir. Böylece sınıf egemenliği sürdürülürken, işçi-emekçi kitlelerin sınıf egemenliğiyle uzlaşmasına, devrimci eylemden uzak tutulmasına, devrimci ruhun zayıflamasına ve devrim azminin yıkılmasına çalışılır. Tarih boyunca yaşanmış tüm sınıflı toplumlarda egemen sınıfın aracı olan devlet, kitleleri yalnızca baskı aygıtlarıyla değil ideolojik aygıtlar vasıtasıyla da egemenlik altına almıştır. İdeolojik aygıtların kitleleri düzen sınırları içinde tutmak bakımından taşıdığı önem, kapitalist toplumda yeri geldiğinde baskı aygıtlarından çok daha fazla olabilmektedir.
İdeolojinin önemini ve rolünü, kapitalist sistemin günümüz benzeri istikrarsızlık koşullarında yükseltilen milliyetçilik dalgasının niteliği temelinde irdeleyebiliriz. Burjuva ideolojisinin kitleleri emperyalist paylaşım savaşlarına çekebilmek amacıyla yürüttüğü şovenist içerikli “ulusal çıkarlar” kampanyasının, ekonomik işleyiş bakımından tutarlı nesnel dayanakları bulunmuyor. Çünkü kapitalist işleyiş ulus-devlet yatağına sığmayan ve dünya pazarıyla bütünleşme eğilimi arz eden bir karaktere sahiptir. Bu açıdan bakıldığında görülecektir ki, çeşitli kapitalist ülkelerde dönem dönem parlatılan ulusalcılık, genelde burjuvazinin dünya pazarında daha fazla pay sahibi olabilme ve göz diktiği nüfuz bölgelerinde yeni ayrıcalıklar kazanma hırsına kitleleri alet etme aracından ibarettir. Bir başka deyişle, kitleler ulusalcılık söylemiyle tuzağa düşürülürken, sermaye güçleri ise fiiliyatta ulus-devlet ötesinde yeni çıkarlar elde etme, emperyalist tarzda yayılma peşindedir. Bu gerçekler, gerek Birinci gerek İkinci Dünya Savaşı ve gerekse de günümüzde çeşitli bölgelerde sürdürülen emperyalist savaşlar tarafından çarpıcı biçimde gözler önüne serilmiş bulunuyor. İşçi-emekçi kitleleri sermayenin emperyalist planları doğrultusunda birbirine boğazlatan bu yeniden paylaşım savaşları, ekonomik alan olarak ulus-devlet sınırlarının fiilen ötesine geçildiğinin ifadesidir. Herhangi bir ülkede kapitalist işleyişin temellerinin atıldığı ve ulusal pazar birliğinin kurulmaya çalışıldığı bir dönemde milliyetçi burjuva ideolojisinin ekonomik temelde bir dayanağı olmuş olsa da, genelde bu dönemler artık çoktan geride kalmıştır. Emperyalizm çağı giderek yayılan ve derinleşen bir biçimde kapitalizmin küresel ekonomik işleyişini yerleştirmiştir. Onun için milliyetçi burjuva görüşler, günümüzde büyük sermaye açısından, ihtiyaç duyduğunda kitleleri kendi emperyalist emelleri doğrultusunda seferber etmeye yarayan ideolojik bir silahtır. Bugün yayılmacı dürtülerle çıkartılan ya da bu tür dürtülerle bir parçası olunan savaşlara eşlik eden “ulusal savunu” söylemi
21
marksist tutum
gerçekte tam bir sahtekârlıktan ibarettir. Ama kitlelerin beynine yüzlerce yıl içinde zerk edilmiş olan önyargılar, dogmalar, aslında ekonomik gerçekler dünyasına tamamen ters düşen milliyetçi ideolojinin bilinç bulandırıcı hizmetini hâlâ sürdürebilmesini mümkün kılıyor. Türkiye’de de burjuva ideolojik aygıtlar, kitlelerin kendi çıkarlarının bilincine varmasını engellemek, onları çeşitli bahanelerle uyutmak ve egemen sınıfın çıkarlarının savunusuna kurban etmek üzere her daim iş başındadır. Devletin “sınıflar üstü” koruyucu bir kurum ve “ulusal çıkarlar” demagojisinin kutsal bir görevmişçesine yoksul kitlelere benimsetilmesi, burjuva ideolojik aygıtların yarattığı bilinç çarpılmasının başlıca örnekleridir. Sömürülen kitleleri baskı politikalarının yanı sıra bir de bilinç köreltici dogmalarla esir alan burjuvazi, iş hayatının gerçekler dünyasında ise bunlara hiç mi hiç aldırmaksızın tamamen kendi bildiğini okumaktadır. Son dönemde Türkiye’de yaşananlar bu durumu olanca çarpıcılığıyla ortaya koyuyor. Hatırlayalım, Kuzey Irak’a olası bir operasyonun psikolojik ön hazırlığı olarak kitleler şovenizm batağına sürüklenmek istendi. “Cumhuriyet” mitingleri vasıtasıyla sözde bir anti-emperyalizm ve ulusal çıkarların savunusu söylemi yükseltildi. Statükocu güçler bu tür tertiplerle boz bulanık bir siyasal ortam yaratmaya çalışırlarken, onların gözbebeği o pek ulusalcı geçinen askeri kurmaylar perde arkasında neyle meşguldüler? Ortalığa ne kadar toz bulutu serpseniz de son tahlilde gerçekler direngendir. Nitekim siyaset sahnesinde kriz yaratmak isteyen generallerin, gizli kulislerde aslında nasıl da kendi maddi çıkarlarının takibiyle haşır neşir oldukları anlaşıldı. ABD’ye veya Avrupa Birliği’ne kafa tutar görünen ve ucuz bir yabancı düşmanlığıyla kanlı operasyon planlarına kamuoyu yaratmaya çalışan üniformalı burjuvazi, yönetiminde söz sahibi olduğu OYAK-BANK’ı o “yabancılara” pek güzel satıverdi. İşçi sınıfını ve emekçileri uyutmak için topluma milliyetçilik zehrini şırınga edenler, kendi paracıkları söz konusu olduğunda “ulusal çıkarları” unutup pekâlâ sermayenin küresel çıkarları doğrultusunda harekete geçebildiler. Ama yine de, bu üniformalı burjuvazinin doğrudan sermaye sahibi burjuvalar gibi her konuda önceliği kapitalizmin ekonomik gereklerine vereceği yanılsamasına düşülmemeli. Türkiye gibi bir ülkede devlet kurucu asker-sivil bürokrasinin uzun yıllar boyunca varlık nedeni olmuş geleneksel ideolojisi bir çırpıda buhar olup uçmuyor. Gerçi Kemalist devletçi ideoloji ve onun alâmeti farikalarını oluşturan kırmızı çizgileri günümüz koşullarında büyük sermayenin ekonomik beklentileriyle çelişebiliyor. Ne var ki statükocu devlet güçleri, bunları hâlâ Türkiye’nin siyasi gerçekliğinin vazgeçilmez unsurları olarak dayatmakta ısrarcı olmaktadırlar. Günümüzde artık bir anomali gibi görünen bu çarpıklığın Türkiye’ye özgü tarihsel temelleri vardır. Üniformalı burjuvazi bu topraklarda Batı ülkelerinde olduğu tipte bir sınıf hizmetkârlığı rolünden çok öte
22
Ağustos 2007 • sayı: 29
bir siyasal ağırlığa sahip bulunuyor. Kişisel düzeyde sermaye düzeninin işleyişinden nemalanmak söz konusu olduğunda küresel kapitalist işleyişe hiçbir itirazı olmayan bürokratik kurmaylar, sıra ayrıcalıklı bir siyasal kast olarak varlıklarını sürdürmeye geldiğinde yabancı sermaye düşmanı, devletçi, ulusalcı kesilmektedirler. Bu kurmaylar ve peşlerine taktıkları seçkincilik budalası, halka tepeden bakmaya meraklı tuzu kuru kent orta katmanları, TÜSİAD gibi büyük sermaye örgütlerinin beklentilerine de ters düşen siyasi formüllerle ciddi krizler yaratmaktan adeta mazoşist bir zevk almaktadırlar. Bunların izlediği siyaset, ABD veya AB gibi emperyalist güçler tarafından destek görmemekte, ideolojileri Türkiye’nin artık küresel kapitalist işleyişe entegre olmuş iktisadi gerçekleriyle bağdaşmamakta, halk çoğunluğu tarafından seçimlerde hezimetlere uğratılmaktadırlar. Ama tarihsel bir yenilgiye uğrayanların ruh haliyle, sahneden tamamen süpürülmeden önce uğursuz çırpınışlarını sürdürmekten de kolayına vazgeçmemektedirler. Türkiye’de yaşanan bu örnek, üstyapı kurumlarının ve oluşmuş ideolojilerin, bazı durumlarda ekonomik işleyişten kaynaklı ihtiyaçlara ters düşme pahasına toplumsal yaşamda şu ya da bu ölçüde etkili olabildiğini gözler önüne seriyor. Zaten Marksizm ve onun tarihsel materyalizm anlayışı da bunu bu şekilde kavramayı gerektirir ve mümkün kılar. Tersini düşünmek, yani ekonomik temeldeki gelişmenin üstyapıda gerekli değişimi, krizlere, çatışmalara yol
Ağustos 2007 • sayı: 29
marksist tutum
açmadan bir çırpıda ve kendiliğinden yaratabileceğini iddia etmek ise hayatın gerçek akışıyla bağdaşmamaktadır. Bu tür yanlış yaklaşımlar, Marksizmi de ekonomik determinizm düzeyine indirgemek anlamına geliyor. Ekonomik temelden kaynaklanan değişim ihtiyacının son tahlilde buna direnen güçlere boyun eğdireceği aşikârdır. Fakat kapitalizm altında pek çok tarihsel değişimin, burjuva iktidar bloku içindekiler de dahil nice toplumsal çatışma ve siyasal krizler pahasına gerçekleştiği yadsınamaz.
bilecek bir siyasal örgütlülüğün varlığına bağlı olduğunu kanıtlamış bulunuyor. Verili bir zaman ve mekânda devrimci sınıf mücadelesinin güçsüzlüğü söz konusuysa, nesnel faktörlerin etkisi bir yana, bakılması gereken yer öznel faktörlerdir. Fakat temel sorun, bir ülkede genel anlamda birtakım devrimci örgütlerin var olup olmaması değildir. Sınıfın devrimci ideolojisini içselleştirmiş ve bu sayede sınıf temeline oturmuş bir siyasal örgütlülüğün var olmasıdır.
Sağlam bir ideolojik donanımın gerekliliği
Kapitalizmden sınıfsız topluma tarihsel ilerleyişin sağlanabilmesi için dünyada işçi devrimleri gerçekleşmeli ve daha baştan bir yarı-devlet olan işçi devletleri kurulmalıdır. İşçiler ve emekçiler açısından en geniş demokrasiyi yaratacak olan bu işçi devleti, diğer tarafta proletaryanın burjuvazi üzerindeki diktatörlüğü anlamına gelecektir. İnsanlık tarihinin ilerleyişi içinde neticede insan toplumunun yararına olacak bu köklü dönüşüm, devrimci bilince ulaşmış ve burjuva devlet mekanizmasının her türlü aygıtına karşı kararlı bir mücadele yürütecek kapasitede bir proleter örgütlülük gerektirir.
Genelde ideolojinin önemi, sorun işçi sınıfının devrimci mücadele cephesinden irdelendiğinde de kavranacaktır. Örneğin işçi devriminin başarıya ulaşması için temel koşullardan biri olan burjuva devlet aygıtının parçalanması sorunu, yalnızca baskı aygıtlarının ortadan kaldırılmasını değil, burjuva ideolojik aygıtların toplumdaki etkisinin kırılması amacıyla sistematik bir mücadeleyi de gerektirir. Kapitalist düzene son verebilmek için, işçi sınıfı devrim öncesinden başlayarak ideolojik donanımlı ve örgütlü olmalıdır. Çünkü kapitalizmin sosyalizme geçişi mümkün kılacak üretici-teknik ön şartları (büyük ölçekli üretim) ve sosyal-ekonomik ön şartları (devrimi gerçekleştirecek olan bir sınıf, işçi sınıfı) yaratmış olması sosyalizme kendiliğinden geçileceği anlamına gelmez. Kapitalizmden sınıfsız topluma tarihsel ilerleyişin sağlanabilmesi için dünyada işçi devrimleri gerçekleşmeli ve daha baştan bir yarı-devlet olan işçi devletleri kurulmalıdır. İşçiler ve emekçiler açısından en geniş demokrasiyi yaratacak olan bu işçi devleti, diğer tarafta proletaryanın burjuvazi üzerindeki diktatörlüğü anlamına gelecektir. İnsanlık tarihinin ilerleyişi içinde neticede insan toplumunun yararına olacak bu köklü dönüşüm, devrimci bilince ulaşmış ve burjuva devlet mekanizmasının her türlü aygıtına karşı kararlı bir mücadele yürütecek kapasitede bir proleter örgütlülük gerektirir. Böyle bir örgütlülüğün düzeyinin ise sınıfın öncü devrimci partisinin varlığında somutlanacağı açıktır. Devrimci parti örgütlenmesi, işçi sınıfının burjuva düzen kurumlarına bilinçli bir tavır alışı, burjuva ideolojisinden kolektif ve örgütlü biçimde kopuşu, mücadele için özgürleşmesi demektir. İdeolojik donanımlı örgütlü sınıf varlığı, burjuva devrimlere kıyasla taşıdığı farklı tarihsel özellikler nedeniyle işçi devrimlerinde belirleyici rol oynar. Proletarya tarihte bir ilki başarabilecek, sömürücü sınıf egemenliğini nihai biçimde alt edecek ve insanlığın sınıfsız topluma ilerlemesini mümkün kılacak yegâne sınıftır. İşçi devrimlerinin zaferi için, ideolojik, siyasal, stratejik ve taktik açıdan yetkin, cesur ve kararlı bir önderliğin varlığı olmazsa olmaz koşuldur. Bugüne dek yaşanmış olan onca deneyim de, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin güçlenmesinin ve nihayetinde başarıya ulaşmasının, sınıfa doğru temelde önderlik ede-
Devrimci işçi siyaseti ilkesel düzeyde burjuva siyasetten farklı bir niteliğe sahiptir ve pratikte de öyle olmalıdır. Burjuva siyaset, konjonktürel ihtiyaçlardan kaynaklanan günübirlik söylemlerle kitlelerin ufkunu düzen sınırlarına hapsetme, onları burjuvazinin çıkarları doğrultusunda tavlama ve oyalama taktiklerine dayanır. Oysa işçi sınıfının kurtuluşu, her şeyden önce stratejik bir bakış açısını ve geniş ufuklu analizleri gerektirir. Taktikler de, somut koşulların devrimci strateji temelinde analizinden türetilebilir. Bu bakımdan, içinde yaşanılan çağın ana karakteristikleri kavranmadan ve burjuva siyaset arenasındaki geçici dalgalanmalara adapte olunarak doğru siyasal tutumlar geliştirilemez. İşte, işçi-emekçi kitlelerin yaşamına yönelebilecek emperyalist savaş veya faşizm gibi tehlike kaynakları üzerinde dikkatle durmamızın nedeni böyle bir zorunluluktan kaynaklanmaktadır. İşçi sınıfının öncüsünün eğitimi böyle bir stratejik yaklaşımı zorunlu kılmaktadır. Ancak, kapitalist sistemden kaynaklanan olası tehditlere karşı genel uyanıklığın sağlanmasıyla, bu tehditlerin gerçekliğe dönüşmesi durumunda izlenecek somut siyaset ve taktikler kuşkusuz aynı şey değildir. Bir de, emperyalist çağın içerdiği tehlikelerin Türkiye gibi bir ülkede bölgesel ve dönemsel olarak ciddi tehditlere dönüşebildiği de unutulmamalıdır. Emperyalist çağın olayları konjonktürel dalgalanmaların esiri olunmadan tarihsel bakışla incelenirse, bu çağın daha birinci yeniden paylaşım savaşı döneminden başlayarak siyasal durumdaki ani değişimlerle seyrettiği görülecektir. Devrimci öncü, 20. yüzyılda olduğu üzere 21. yüzyılın da sınıf mücadelesinde devrim ya da karşı-devrim gibi patlamalı süreçlere gebe olduğunu ve dolayısıyla savaş,
23
marksist tutum
siyasal gericilik gibi olağanüstü siyasal gelişmelere her zaman hazırlıklı olmak gerektiğini propaganda etmekle yükümlüdür. Bu bağlamda hatırlanacak olursa, yıllar önce Troçki de kapitalizmin tarihsel çıkmazına işaret etmiştir. Bu çıkmazın tüm kapitalist ülkelerde kendini kronik işsizlikle, işçilerin yaşam standartlarının düşmesiyle, köylülük ve kent küçük burjuvazisinin yıkımıyla, parlamenter devletin çürüyüşüyle, sosyal reformların gerçek bir tasfiyesi ve çıplak askeri-polis aygıtlarının eski yönetici partileri bir tarafa fırlatmasıyla, kitlelerin “ulusal” demagojiyle muazzam bir şekilde zehirlenmesiyle ve faşizmin gelişmesiyle ifade ettiğini belirtmiştir. Troçki ayrıca, dünya arenasında işleyen süreçlerin uluslararası ilişkilerdeki istikrarın son kalıntılarını silip süpürmekte olduğuna, devletler arasındaki çatışmaları keskinleştirdiğine, pasifist girişimlerin beyhudeliğini açığa çıkardığına, yeni ve daha yüksek bir teknik temelinde silahlanmanın gelişimine ivme verdiğine ve böylece de yeni bir emperyalist savaşa yol açtığına haklı olarak dikkat çekmiştir. İşçi hareketinin son tarihsel kesitte sürüklendiği gerilemenin nedenlerinden biri kuşkusuz sermayenin dünya ölçeğinde yürüttüğü genel saldırıdır. Ayrıca Türkiye gibi ülkelerde buna, burjuva devletin sistematik baskı politikalarının işçi sınıfına yıllardır göz açtırmamış olmasını da eklemek uygun olur. Ancak tüm bu faktörlerin yanı sıra öznel alanı ilgilendiren son derece önemli bir başka gerçeklik de unutulmamalı. Bu gerçekliği, yıllar içinde devrimci mücadele adına ortaya onlarca örgütün çıkmış olmasına karşın bir türlü sınıf temeline oturamayan devrimcilik oluşturuyor. İkinci Dünya Savaşını takiben kapitalist sistemin yaşadığı dönemsel canlanma bu tür tespitlerin doğru çıkmadığı yolundaki düşünceleri beslemişse de, ilerleyen yıllar içinde tekrar gelişmeye başlayan durgunluk eğilimi, sistemin tarihsel çıkmazına ilişkin devrimci Marksist tespitleri unutmamak gerektiğini hatırlatmıştır. Şurası gerçek ki, dönemsel olarak öne çıkan geçici gelişmelerle çağa damgasını basan tarihsel eğilimleri mutlaka ve mutlaka birbirinden ayırt etmeyi başarmak gerekir. Somut koşulların çözümlenmesine dayanan taktik esneklik bir ihtiyaçtır. Ama daha da önemlisi, devrimci strateji temel tarihsel eğilimler üzerine inşa edilmelidir. Reel politikerler, gündemi çok yakından takip etme ve mevcut gerçekleri yakalama adına pratik yaşamda burjuva siyasetin zikzaklarında sürükleniyorlar. Bu tür siyasi yapılanmalardan, kapitalizmin uzun dönemli eğilimlerini hesaba katan devrimci stratejik yaklaşımların beklenmesi bey-
24
Ağustos 2007 • sayı: 29
hude olur. Avrupa ülkelerinde sistemin görece canlanma döneminin reel politiker sol yaklaşımları besleyip büyüttüğü bir gerçektir. Bu tür yaklaşımlara sahip sosyalist örgütlenmelerin günümüz koşullarında izledikleri uzlaşmacı siyasetler bunun kanıtını oluşturuyor. Üzerinde dikkatle durulması gereken bir başka konu daha var. Bu konuyu, kapitalizmin periyodik krizleriyle siyasal krizler arasında birebir ve mekanik bir ilişki kurmanın doğru olmayacağı şeklinde özetleyebiliriz. Siyasi yaşamda patlak veren krizlerin salt kapitalist ekonomideki dalgalanmalardan kaynaklandığını düşünmek yanlıştır ve Marksizmin zengin çözümlemeleriyle de bağdaşmaz. Siyaset arenasında cereyan eden karmaşık olaylar basite indirgemeci yaklaşımlarla kavranamaz. Kapitalizm işçi devrimleriyle yıkılmadığı sürece, kaçınılmaz periyodik krizlerine ve tüm iktisadi dalgalanmalarına karşın kendine işler bir yol bulmayı sürdürür. Ama bununla birlikte siyasi yaşamda iktisadi krizlerle birebir örtüşmeyen çeşitli krizler ve altüstlükler patlak verebilir. Bunda anlaşılmayacak bir yan da yoktur. Çünkü emperyalizm çağı, kapitalizmin içerdiği temel ve ikincil çelişkilerin ziyadesiyle olgunlaştığı ve ani patlamalarla dışa vurduğu bir çürüme dönemidir. Bu özellik kapitalizmin üstyapısal kurumlarının işleyişini de alabildiğine istikrarsız bir niteliğe büründürmüştür. Bunu son dönemde Türkiye’de egemen sınıf içinde yaşanan kriz ve buna bağlı olarak siyasetten hukuka, yasama, yürütme ve yargı organlarının işleyişine uzanan kuralsızlık ortaya koymuş bulunuyor.
Sınıf temeline oturmayan devrimcilik Günümüzde Türkiye dahil çeşitli kapitalist ülkelerde devrimci durumları ateşleyecek nice krizler yaşanmasına rağmen, işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyi zayıf ve bu nedenle de nesnellikler devrimci fırsatlara dönüştürülemiyor. İşçi hareketinin son tarihsel kesitte sürüklendiği gerilemenin nedenlerinden biri kuşkusuz sermayenin dünya ölçeğinde yürüttüğü genel saldırıdır. Ayrıca Türkiye gibi ülkelerde buna, burjuva devletin sistematik baskı politikalarının işçi sınıfına yıllardır göz açtırmamış olmasını da eklemek uygun olur. Ancak tüm bu faktörlerin yanı sıra öznel alanı ilgilendiren son derece önemli bir başka gerçeklik de unutulmamalı. Bu gerçekliği, yıllar içinde devrimci mücadele adına ortaya onlarca örgütün çıkmış olmasına karşın bir türlü sınıf temeline oturamayan devrimcilik oluşturuyor. Bu kavramla, işçiler arasında çalışma yürütseler dahi sınıfın devrimci ideolojisini benimsemeyen ve dolayısıyla devrimci sınıf politikası izlemeyen siyasal çevreleri kastediyoruz. İşçi hareketinde burjuva sol siyasetin, reformizmin genelde yarattığı tahribat biliniyor ve bu gibi sorunlar küçük-burjuva devrimci çevreler tarafından da sıkça dile getiriliyor. Oysa özellikle Türkiye gibi ülkelerde küçük-burjuva devrimciliğin bizatihi kendisi, dün olduğu kadar bugün de işçi sınıfı temelli
Ağustos 2007 • sayı: 29
devrimcilik anlayışını zayıflatan önemli bir etkendir. Ayrıca da, ikinci etkenin birincisine kıyasla devrimci yönler içermesi daha büyük yanılsamaların kaynağı olabilmektedir. Küçük-burjuva devrimciliği işçilere sınıftan kopuk bir devrimcilik anlayışını, nesnel koşulları hesaba katmayan maceracı eğilimleri, Marksist ideolojiden beslenmeyen bir radikalizmi taşıyor. Marksizmin kurucuları, maceracı küçükburjuva devrimciliğine veya devrimi yarı yolda kesintiye uğratacak küçük-burjuva solculuğuna karşı devrimci işçilerin son derece uyanık olmaları gerektiğini ifade etmişlerdir. Lenin de özellikle küçükburjuvazinin ulusalcılığına dikkat çekmiştir. İşçi sınıfı ve burjuvazi ile kıyaslanacak olursa küçük-burjuvazi en ulusalcı geçinen sınıftır. Çünkü küçükburjuvazi daha az hareketli, öteki halklara daha az bağlıdır ve dünya ticaretinin akımına sürüklenen büyük burjuvazi ona kıyasla daha enternasyonalisttir. Aslında işçi mücadelesi üzerinde farklı sınıfsal etkiler konusunu daha bütünsel biçimde ele alabilmek için genel olarak küçük-burjuva solundan söz etmek uygun olur. Küçük-burjuva sol eğilimler reformistinden devrimcisine oldukça geniş bir yelpaze teşkil eder. Küçük-burjuva sol akımlar burjuva soluna yaklaştıkları ölçüde onun reformizminden veya Türkiye gibi örneklerde onun devletçiliğinden, ulusalcılığından etkilenerek biçimlenmektedirler. Diğer bir bölümü ise çeşitli nüanslarda devrimci örgütlülükler yaratmaktadır. Ne var ki, kendi nesnel varlığı sallantılı bir sınıfsal konumdan türeyen siyasal eğilimlerin birbirlerinden çok net çizgilerle ayrılabilmesi de pek olanaklı değildir. Bunu anlamak için fazla uzağa gitmeye gerek yok. Türkiye’de reformist sol eğilimlere oranla keskin bir devrimci duruş sergilediği sanılan pek çok siyasal çevrenin aslında ulusalcı solculuğa ne denli yakın durduğu ortadadır. Bu konuda ibret verici örneklerden birini de, genelde küçük-burjuva solların Kemalizmde devrimci yönler bulmaları oluşturuyor. Devrimci işçi mücadelesiyle küçük-burjuva devrimciliği arasında ideoloji, örgüt, siyaset anlayışı ve çalışma tarzı bakımından kapanmaz bir uçurum bulunur. Bu temel farklılıktan kaynaklanan çeşitli sorunları her ülkede ve her alanda gözlemlemek mümkündür. Örgüt inşasından propagandaya dek, küçük-burjuva devrimci örgütler kendi aceleciliklerini, plansız davranma alışkanlıklarını işçi sınıfına taşır ve etkin oldukları ölçüde de sınıfın devrimci çizgisine ters düşen anlayışlar geliştirip yerleştirirler. Küçükburjuva devrimciliğinin, Marksist ideolojiye dayanmayan ve ağırlıklı olarak küçük-burjuva öfkesi ve tepkiselliği üze-
marksist tutum
rine oturtulmuş bir tarzı vardır. Küçük-burjuva devrimci çevreler birkaç keskin devrimci nutukla işçilerin hemen kendilerine hak vermelerini ister, bu olmadığında da işçilere küser ve kolayına yön değiştirirler. İşçi sınıfının devrimci misyonundan umut kesen ve küçük-burjuvanın sabırsızlığını yansıtan siyasal çevreler, hemen her dönemde alternatif toplumsal dinamikler arayışı içine sürüklenmişlerdir. Küçük-burjuva devrimciliği işçi kitlelerini somut talepler etrafında kazanıp örgütleme becerisini gösteremez. İki temel sınıf arasında sıkışmışlığın getirdiği çaresizlikten ve son tahlilde bireyciliğin biçimlendirdiği bir karşıtlıktan hareket eden küçük-burjuva radikalizmi, kapitalist düzeni devirmeye muktedir olacak örgütlü sınıf tavrıyla hiç de benzeşmez. Küçük-burjuvaca duygu ve tepkilerden kendini arındıramamış bir devrimcide, işçi sınıfı içinde uzun soluklu bir örgütlenme çalışmasından duyulan tatmin değil, neticede kısa vadede kendi devrimciliğini tatmin duygusu ağır basar. Genel hatlarıyla değinmeye çalıştığımız ve farklı sınıflardan kaynaklanan bu farklı sol anlayışlar, daha Komünist Manifesto’dan başlayarak Marksist önderlerin üzerinde önemle durdukları bir konudur. Marksizmin kurucuları, maceracı küçük-burjuva devrimciliğine veya devrimi yarı yolda kesintiye uğratacak küçük-burjuva solculuğuna karşı devrimci işçilerin son derece uyanık olmaları gerektiğini ifade etmişlerdir. Lenin de özellikle küçük-burjuvazinin ulusalcılığına dikkat çekmiştir. İşçi sınıfı ve burjuvazi ile kıyaslanacak olursa küçük-burjuvazi en ulusalcı geçinen sınıftır. Çünkü küçük-burjuvazi daha az hareketli, öteki halklara daha az bağlıdır ve dünya ticaretinin akımına sürüklenen büyük burjuvazi ona kıyasla daha enternasyonalisttir. Ulusal dar görüşlülükle sakatlanmış küçük-burjuva sol eğilimler, işçilerin günümüz kapitalist dünyasının gerçeklerini kavramasını engelleyen ve sınıfın mücadele ufkunu tehlikeli biçimde sınırlayan tutucu bir rol oynuyorlar. Ulusalcılık işçileri dünya sınıf kardeşlerinin kaderiyle ortaklaşmaktan kopartıyor, onları kendi burjuvalarını kutsamaya ve dolayısıyla sınıf işbirliği çizgisine sürüklüyor. Kapitalizmin küreselleştiği bir çağda henüz ulus-devletlerini kuramamış bazı ezilen ulusların haklı mücadeleleri ayrı tutulacak olursa, ulus-devletler çoktandır insanlığın ekonomik ve kültürel gelişiminin önünde gerici bir engel haline gelmiştir. Devrimci işçi mücadelesinin doğru çizgide serpilip güçlenmesi bakımından enternasyonalist tutum olmazsa olmaz bir koşuldur. İşçi sınıfının görevi ulus-devletlerin savunulması değil, onun tam ve son tasfiyesidir.
Tarihsel farklılıklar, farklı tezahürler Sınıf temeline oturmayan devrimcilik konusu geçmiş dönemlerden günümüze problem oluşturmayı sürdürüyor. Çünkü bu problemin nesnel bir kaynağı var. Hiçbir kapi-
25
marksist tutum
talist ülkede işçi sınıfı diğer sınıfların yarattığı siyasal etkilenmeden bağışık değil. Ayrıca sorun genel düzeyde ortak olsa da, bunun çeşitli kapitalist ülkelerde yaratmış olduğu hastalıklar, ülkelerin farklı tarihsel özelliklerine bağlı olarak farklı derece ve biçimlerde tezahür ediyor. Fakat hepsini ilgilendiren ortak faktörü, burjuva toplumda ideolojik alanın ve ideolojik mücadelenin önemi şeklinde ifade edebiliriz. Gelişkin kapitalist ülkelerin yer aldığı Batı’da liberal burjuva ideolojisi ve bu ideolojinin tezahürlerinin topluma yansıması güçlüdür. Uzun yıllar boyunca parlamenter demokrasinin işlediği bu tip ülkelerde burjuvazi işçi sınıfını ideolojik aygıtları aracılığıyla kontrol altına almada ustalaşmıştır. Genel bir karşılaştırma yapacak olursak, farklı tarihsel özelliklere sahip Türkiye gibi ülkelerde ise burjuva parlamenter demokrasi son derece güdük kalmış ve sık sık askeri müdahalelerle kesintiye uğramıştır. Asker-sivil bürokrasinin Batı’daki kapitalist ülkelere nazaran siyasi yaşamda olağanüstü derecede ağırlığa sahip olduğu bu tip ülkelerde burjuva devletin baskı aygıtları ziyadesiyle gelişkindir. Bu ülkelerde uzun bir tarihsel dönem boyunca egemen ideoloji, aşağıdan burjuva devrimlerin yaşandığı ülkelere kıyasla aşırı devletçi ve seçkinci kalmıştır. Böyle bir gerçekliğin hüküm sürdüğü ülkelerde, burjuvazinin geniş kitleleri kontrol altına almak bakımından ideolojik üstünlüğüne güvenemeyeceği ve esasen baskı aygıtlarından medet umacağı da açıktır. Avrupa ülkelerindeki kapitalist gelişme nedeniyle geleneksel küçük-burjuvazinin çözülüşü çok daha erken tarihlerde ve çok daha hızlı biçimde gerçekleşmiştir. Bu ülkelerde vaktiyle yaşanan sanayileşme atılımı geçmişin küçükburjuva katmanlarını büyük ölçüde işçi sınıfı saflarına katmış ve böylece genelde köylülüğü ve küçük esnaflığı tasfiye etmiştir. Oysa Türkiye ve benzerlerinde yaşanan gecikmiş kapitalistleşme kimi noktalarda sıçramalar kaydetmiş olsa da, geleneksel küçük-burjuvazinin çözülüşü çok daha sancılı ve zamana yayılmış biçimde yürümektedir. Bu gibi tarihsel farklılıklar nedeniyle, Türkiye gibi ülkelerde küçükburjuva zihniyet ve bu zihniyetin işçi sınıfı üzerindeki etkisi önemli ve son derece yaygındır. Netice olarak gelişkin kapitalist Avrupa ülkelerinde işçi hareketinde liberal burjuva solun etkisi büyük bir yer tutarken, bizde küçük-burjuva solun etkisinin daha ağırlıklı olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz. İşçi hareketinde burjuva solun egemenliği Avrupa ülkelerinde burjuva işçi partilerini yarattı. Bu ülkelerde SosyalDemokrat, Sosyalist veya İşçi Partisi diye anılan çeşitli siyasi yapılanmaların kaynağı budur ve bunlar işçi sendikalarına uzanan tarihsel köklere sahiptirler. Türkiye’ye gelince, burada Batı tipi bir sosyal-demokrat partinin tarihsel kökleri mevcut değildir. Türkiye adına Sosyalist Enternasyonal’e geleneksel devlet partisi CHP’nin katılmış olması bir garabettir. Bu durum uzun süreden beri liberal burjuva sol açısından da rahatsızlık yaratmaktadır ve bir sosyal-de-
26
Ağustos 2007 • sayı: 29
mokrat parti yaratma denemelerinin arkası kesilmemektedir. Aslında bu alanda ortaya çıkan sorunların kişilerin başarı ya da başarısızlığının ötesinde tarihsel nedenleri bulunuyor. Türkiye’de nasıl ki Batı tipi burjuva demokrasisi kök salmamışsa, Batı tipi bir sosyal-demokrat partinin yaratılamamış olması da doğaldır. Böyle bir partinin var edilmesi problemi, genel olarak solda birleştirici bir partinin yaratılması biçiminde lanse ediliyor olsa da, bu esasen burjuva solun sorunudur. Aslında genel solculuk diye bir şey yoktur, sınıf solculuğu vardır. Ama işçi solunun zayıf olduğu tüm ülkelerde ve tüm tarihsel kesitlerde burjuva veya küçük-burjuva solu işçi sınıfına nüfuz etmiş ve ortaya genel solculuk biçiminde algılanan çeşitli eğilimler çıkmıştır. Türk Solu denerek genellenen solun harcında ağırlıklı olarak popülizm, devletçilik, ulusalcılık gibi küçük-burjuva sol eğilimler yer alır. Türkiye’ye Marksizm, Avrupa ülkelerine kıyasla son derece gecikmiş biçimde girmiştir. Üstelik, Komünist Enternasyonalin kuruluş döneminde yaşama gözlerini açan eski Türkiye Komünist Partisinin Bolşevik çizgiyi yansıttığı ilk dönemi dışında, Türkiye’de Marksizm Stalinizmin tahrifatları temelinde yayılmıştır. Batı’da sol örgütlenme adına yıllardır çeşitli işçi kuşakları burjuva işçi partileri tarafından avlanırken, Türkiye gibi ülkelerde devrimcilik adına işçi sınıfına küçük-burjuva devrimciliği bulaştırıldı. Türk Solu denerek genellenen solun harcında ağırlıklı olarak popülizm, devletçilik, ulusalcılık gibi küçük-burjuva sol eğilimler yer alır. Türkiye’ye Marksizm, Avrupa ülkelerine kıyasla son derece gecikmiş biçimde girmiştir. Üstelik, Komünist Enternasyonalin kuruluş döneminde yaşama gözlerini açan eski Türkiye Komünist Partisinin Bolşevik çizgiyi yansıttığı ilk dönemi dışında, Türkiye’de Marksizm Stalinizmin tahrifatları temelinde yayılmıştır. Devletin komünist harekete göz açtırmayan sistematik baskı politikasının engelleyici etkisinin yanı sıra bir de Marksizmde yaratılan yozlaşma ve bu topraklardaki devletçi geleneğin sol harekette yarattığı tahribat üst üste eklenecek olursa, Türkiye’de Marksist işçi hareketi damarının ne denli zayıf olduğu kolayca anlaşılır. Türkiye’de kapitalizmin geç gelişmesine bağlı olarak eski dönemlerin cemaat toplumunun çözülüşünde ve kapitalist topluma denk düşen sınıfsallaşmada yaşanan gecikme de olumsuz bir etkendir. Bu durum, sınıf temellerinde ayrışmasını tamamlayamamış bir genel solculuğun bu topraklarda yıllarca egemenlik sürmesi sonucunu doğurmuştur. Günümüzdeki gerçeklik incelendiğinde açıkça görülüyor ki, milyonlarca işçi ve emekçi devlet solculuğuna ve
Ağustos 2007 • sayı: 29
marksist tutum
seçkinciliğine karşı haklı bir tepki duymakta ama bu tepki bilinçsizlik ve alternatifsizlik nedeniyle devrimci sınıf kanallarına akamamaktadır. Bu yüzden kitleler muhafazakâr görünen burjuva partilerin oy deposunu teşkil ediyorlar. Öte yandan, sınıfın sol siyasal düşünceye yönelen azınlığını ise burjuva ve küçük-burjuva solun etkisi doğru bir devrimci mücadeleden alıkoyuyor. Bu tablonun tümünü, devrimci işçi mücadelesini yıllardır güçsüz düşüren sınıf dışı ideolojik etkilenim şeklinde adlandırabiliriz. Kısacası temel sorun, kimi şarlatanların iddia ettiği üzere işçi sınıfının kapitalist gelişmeye bağlı olarak küçülüp yok olması değildir. Tersine, işçi sınıfı nesnel açıdan gün geçtikçe büyümekte ama öznel açıdan güçsüzlüğünün ve gerilemesinin üstesinden gelememektedir. Nesnellik ve öznellik arasındaki bu uçurum tarihin hiçbir döneminde kendiliğinden kapanmamıştır, günümüzde de kendiliğinden kapanacak değildir.
Tarihsel deneyimden çıkan sonuç Günümüzde büsbütün yakıcılık kazanmış olan örgütsel sorunların çözümü için tarihsel örneklerden öğrenmek büyük önem taşıyor. Lenin önderliğinde biçimlenen Bolşevik anlayış, liberal burjuva solculuğuna, reformizme ve küçük-burjuva devrimciliğinin anarşizm, popülizm gibi çeşitlemelerine karşı yürütülen mücadele içinde vücut bulmuştu. Bolşevizm, ilkelerde tavizsiz ama taktiklerde esnek bir siyasal tarzın bütünlüğünden oluşur. Örnekse, Lenin her zaman, en gerici işçi sendikalarının tabanı da dahil devrimci açıdan uyanmamış işçiler arasında yürütülecek aydınlatma ve örgütlendirme çalışmalarına büyük değer biçmiştir. Keza parlamento seçimleri söz konusu olduğunda, devrimci taktiğin belirlenmesi noktasında somut koşullara bakılmadan ezbere konuşulamayacağının altını ısrarla çizmiştir. Mevcut koşulların devrimci ayaklanma taktiğini mi yoksa seçim platformlarını ve meclis kürsüsünü komünist tarzda kullanma taktiğini mi dayattığı titizlikle değerlendirilmelidir. Bunu yapmaksızın, her koşulda “boykot” taktiğiyle lâfazanlık yürütmek küçük-burjuva devrimciliğinin özelliğidir. Lenin dönemi Bolşevik siyasal mücadele çizgisi devrimci Marksist ideolojiden beslenmesi, ulusalcı sol ya da küçük-burjuva devrimci anlayışlara karşı tavizsiz olabilmesi ve proleter enternasyonalizmini başa alması sayesinde tarihsel önem kazandı ve günümüze ulaşabildi. Aksi halde Bolşevizm ne komünist bir enternasyonale can verebilir ne de evrenselleşebilirdi. Fakat sınıf mücadelesinde tarihsel açıdan ulaşılan ileri bir halkanın gerisine düşülmemesi, aksine bu halkadan hareketle daha da ileriye sıçrama kaydedilebilmesi ancak ve ancak bilinçli ve kararlı bir mücadelenin ürünü olabilir. Ne yazık ki Ekim Devrimini izleyen dönemden günümüze, işçi sınıfının devrimci mücadelesini tek tek ülkeler ya da enternasyonal düzeyde güçsüz düşürecek nice olaylar yaşandı. Ve hepsinden önemlisi de
Lenin önderliğinde biçimlenen Bolşevik anlayış, liberal burjuva solculuğuna, reformizme ve küçük-burjuva devrimciliğinin anarşizm, popülizm gibi çeşitlemelerine karşı yürütülen mücadele içinde vücut bulmuştu.
işçi sınıfının devrimci ideolojisi yalnızca düşman sınıfın darbeleri nedeniyle değil, içten oyularak da güçsüz düşürüldü. Günümüzde proleter enternasyonalizmini yeniden örgütlü bir güç katına yükseltmek için, her şeyden önce devrimci Marksist ideolojiden hiçbir stratejik konuda ödün vermeyen bir siyasal anlayış egemen kılınabilmeli. Bunun için de enternasyonalist komünistlerin hangi ülkede mücadele yürütürlerse yürütsünler, mücadele alanını burjuva ve küçük-burjuva sol anlayışların olumsuz etkilerinden temizlemeye ihtiyaçları var. Hedefe ulaşmayı mümkün kılacak sağlıklı güçleri bir tarafta toparlayabilmek için tarihin eleği olacak devrimci ideoloji konusunda bozulan netliği yeniden ve sağlam temellerde kurmak gerekiyor. Marksizm uzun bir zamandır üzerine bulaştırılan kirlerden, reel politika adına ona yamanan yabancı sınıf etkilerinden tamamen arındırılmak zorunda. İşçi sınıfının katışıksız devrimci siyasetini ulusal ve esasen enternasyonal düzeyde örgütlü güç katına yükseltmek isteyen, bunun olmazsa olmaz koşullarını da görmek, kavramak ve kabul etmek zorunda bulunuyor. www.marksist.com sitesinden alınmıştır
27
Ölümünün 112. Yılında Engels Utku Kızılok
U
luslararası işçi sınıfının önderi, öğretmeni, Marx’ın yoldaşı ve Marksizmin kurucusu Friedrich Engels 5 Ağustos 1895’te saat 23.30’da, başucunda yanan mumun küçülüp büyüyen alevini son kez gördü ve gözlerini sonsuza dek bu dünyaya kapattı. Böylece Engels de yoldaşı Marx gibi, daha insanlığın toplumsal kurtuluşuna giden yolda işçi sınıfına çok şey öğretecekken, zamanından önce göçüp gitti bu dünyadan. Lenin’in de haklı olarak vurguladığı gibi Engels, yoldaşı Marx ile birlikte işçi sınıfına kendini bilmeyi, kendi sınıf bilincine ulaşmayı ve toplumsal kurtuluşu için nasıl ve hangi araçlarla kavga etmesi gerektiğini öğretti. Bundan dolayıdır ki, her işçi Engels’in kim olduğunu ve nasıl bir dava uğruna mücadele ettiğini bilmelidir, onun yaşamını öğrenmeli ve eserlerini okumalıdır. Bu eylemi yerine getiren her işçi Engels’in dehasını, su katılmamış kolektivist ve eğilip bükülmeyen militan kişiliğini, yüce gönüllülüğünü, davasına ve yoldaşlarına sonsuz bağlılığını, işçi sınıfına inancını ve ona kendisini kayıtsız şartsız adamasını görecektir.
28 28
Engels’in komünist kişiliğinin anlaşılması bakımından, onun sıkça yinelediği bir sözü hatırlatmanın tam yeridir: “Bütün hayatım boyunca yapmaya yatkın olduğum şeyi yaptım ve ikinci keman olarak kaldım; sanırım bu işi oldukça iyi yaptım. Marx gibi mükemmel bir birinci kemanla olduğum –çaldığım– için memnunum.” Oysa gerçekte Engels, Marx’ın ayrılmaz bir parçası, bir bütünün yarısıydı; Engels olmadan Marx’ı ve Marksizmi düşünmek imkânsızdır. Ama Engels, gönüllü olarak “ikinci keman” olmayı kabul etti ve bundan gurur duydu. 70. doğum günü üzerine yazdığı bir yazıda Engels’i övdüğü için Eleanor Marx, ondan temiz bir azar işitmişti. Zira o, övülmekten ve pohpohlanmaktan nefret ederdi. Eleanor aynı yazısında şöyle diyordu: “Bugün orkestrayı yöneten Engels’tir ve o sanki kendi deyimiyle hâlâ “ikinci keman” imiş gibi sade ve alçak gönüllüdür.” Bize göre Marx gibi Engels de birinci kemandı ve bu iki başkemancı, yoldaşça dayanışma içinde orkestrayı yöneterek işçi sınıfının kurtuluşunun bilimsel teorik temellerini birlikte oluşturdular.
Ağustos 2007 • sayı: 29
Sol Hegelcilikten Komünist Manifesto’ya Friedrich Engels 28 Kasım 1820’de Prusya’nın Ren eyaletindeki Barmen kentinde doğdu. Babası oldukça muhafazakâr ve ailesine karşı despot bir fabrikatördü. Fakat Engels daha küçük yaştan itibaren dindar ve despot babasıyla ters düşecek ve kendisine çizilen sınırları parçalayacaktı. Babası Engels’in okumaya olan yoğun ilgisi karşısında dehşete düşüyordu; ona göre okuduğu kitaplar oğlunun ruhunu zehirliyor ve kötü yola sokuyordu. Baba, tüm çabasına rağmen Engels’in üzerinde gerekli otoriteyi kuramamıştı. Karısına yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Ama bana öyle geliyor ki, geçmişteki şiddetli dayaklar ve her an dayak yeme olasılığı bile, ona tam bir itaati öğretmemiş.” Aileye göre Engels, bir türlü dizginlenemeyen “korkunç bir ördek yavrusu” veya “karakeçi”den başka bir şey değildi. Nitekim daha lise bitmeden okuldan alınan ve ticaretle uğraşması için babasının fabrikasına gönderilen Engels durdurulamadı. Şiir yazan, lisanlara merak salan, resimde, karikatürde ve müzikte oldukça başarılı olan Engels, Eleanor Marx’ın deyimiyle bir “ördek yavrusu” değil, gerçekte bir “kuğu kuşu” idi. Marx ve Engels her alanda büyük toplumsal dönüşümlerin çağa damgasını bastığı bir dünyaya gözlerini açtılar. Burjuva devrimleri tüm Avrupa’yı sarsıyordu. Bununla birlikte, o güne kadar burjuvazinin peşinden giderek ateşteki kestaneleri onun için alan işçi sınıfı, giderek bağımsız bir çizgi izlemeye başlıyor ve gerçek düşmanla, yani kapitalistler sınıfı ile karşı karşıya geliyordu. Fransa’daki 1830 devrimini, 1831 Lyon işçi ayaklanmaları ve 1838’de İngiliz işçilerinin Chartist hareketi izledi. Bu gelişmeler onlarca küçük devlete bölünmüş Almanya’nın aydınları tarafından yakından izleniyordu. Almanya’nın birliği, arkaik ilişkilerin tasfiyesi ve burjuva devrimi sorunları sürekli bir tartışma konusuydu. Engels bu tartışmalara devrimci demokrat ve sol Hegelci olarak katıldı. O ezilenlerin yanında yer alan bir isyancı, Prusya despotizminin ve soyluların ise düşmanıydı: “Prenslerin hak etikleri şey, bir gün gelip saray pencerelerinin devrim taşları ile parça parça edilmesidir.” Henüz 19 yaşında, F. Oswald takma adıyla yazdığı yazılarla bir efsane haline gelmişti adeta. Kimse, Berlin Üniversitesinin profesörlerini yerin dibine geçiren ve onların düşüncelerini çürüten bu keskin zekâlı yazarın Engels olabileceğini tahmin etmiyordu. Engels, yoğun olarak Hegel’in eserlerini ve onun Tarih Felsefesi’ni okuyordu ve fakat kendi deyimiyle bir türlü “müzmin bir Hegelci” olamıyordu. Çünkü Hegel’in felsefesi ya da felsefi mirası, bağrında büyük bir çelişki barındırıyordu. Bir yandan Hegel’in kurduğu felsefi sistem ile yetkin biçimde geliştirdiği diyalektik yöntem özde bağdaşmıyordu, diğer yandan bu felsefede tüm varlık gayri maddi, yani idealist bir temele oturtuluyordu. Hegel’e göre her şey mutlak ruhtan türüyor, açılıp serpiliyor ve ona dönüyordu. Henüz birbirlerini tanımayan Marx ve Engels, Hegel felsefesinin bu çelişkili
marksist tutum
ve idealist yanını hemen fark etmişlerdi. Ludwig Feuerbach’ın Hegel’i eleştirmesi ve bu eleştiride materyalist temellere dayanması Marx ve Engels’i oldukça etkilemiş ve onlara yeni bir ufuk açmıştı. Kısa bir süre sonra Marx ve Engels, bu felsefi öncüllerden hareketle, Marksizmin felsefi temelini oluşturan diyalektik materyalist yöntemi geliştireceklerdi. Engels, 1842’nin sonbaharında İngiltere’ye gitti. Babası Manchester’daki dokuma fabrikasında ticaret üzerine uzmanlaşmasını istemişti; lakin Engels bir ticaret adamı olmayacak, komünist görüşlere ulaşarak inançlı bir komünist olacaktı. İngiltere Engels’i dehşete düşürmüştü; işçi sınıfının betimlenmesi zor sefalet koşullarına bizzat tanıklık etti. Bir işçi kız olan sevgilisi İrlandalı Mary Burns ile işçi muhitlerini dolaşıyor, işçilerle konuşuyor ve bilgi topluyordu. Engels’in iki yıllık gözlem ve çalışmaları İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu ile bir ürüne dönüştü. Bu eserin en temel özelliği proletaryanın sefalet koşullarını tüm çıplaklığıyla betimlemesi değildi; onu ölümsüz kılan esas şey, işçi sınıfının acınacak bir sınıf olmadığını, kapitalist üretim tarzının işçi sınıfını zorunlu olarak mücadeleye ittiğini ve mücadele eden işçi sınıfının kendisiyle birlikte toplumu kurtaracağını ileri sürmesiydi. Lenin’in de haklı olarak vurguladığı gibi Engels, yoldaşı Marx ile birlikte işçi sınıfına kendini bilmeyi, kendi sınıf bilincine ulaşmayı ve toplumsal kurtuluşu için nasıl ve hangi araçlarla kavga etmesi gerektiğini öğretti. Bundan dolayıdır ki, her işçi Engels’in kim olduğunu ve nasıl bir dava uğruna mücadele ettiğini bilmelidir, onun yaşamını öğrenmeli ve eserlerini okumalıdır. Birbirlerinden bağımsız olarak komünist düşünceye ulaşan Marx ve Engels’in yolları 1844’te Paris’te kesişti. Bu iki genç insanın görüşleri tümüyle örtüşüyordu, ikisi de devrimci demokratlığı ve sol Hegelciliği terk ederek komünist olmuştu. Onların düşüncelerindeki bu birliktelik, ömür boyu, eşi benzeri olmayan bir yoldaşlık ilişkisinin de başlangıcı oldu. Şimdi yapılması gereken, sol Hegelcilerle ve kaba materyalistlerle hesaplaşmak, işçi sınıfı önderliğinde toplumsal devrim düşüncesini egemen kılmaktı. Bu ortak teorik savaşım kapsamında Kutsal Aile’yi ve bilahare Alman İdeolojisi’ni kaleme aldılar. Bu iki dev yapıt, tarihi büyük liderlerin eseri sayan ve işçi sınıfına tepeden bakan sol Hegelcilerle, diyalektik materyalist felsefeyi toplumsal alana uzatmayan ve dolayısıyla da Hegel’i aşamayan Feuerbach gibi filozofları hedef alıyordu. Marx ve Engels, toplumsal devrimin teorik temellerini ortaya koyduktan sonra, tez elden, işçi hareketiyle ilişkilerini derinleştirdiler ve devrimde işçi sınıfına önderlik ede-
29
marksist tutum
cek bir komünist örgütlenmenin inşasına giriştiler. Bu amaçla, o dönemde öncü işçileri ve komünistleri bünyesinde toplayan Alman İşçi Eğitim Derneği’ne ve Adalet Birliği’ne girdiler. Ancak bu dönemde dağınık bir manzara çizen komünist hareket üzerinde, genel olarak ütopik ve Hıristiyan sosyalizmi ya da Blanqui komploculuğu egemendi. Bir terzi olan Weitling, Hıristiyanlık yağına bulanmış soyut insanlık ve insan sevgisini komünizm olarak sunarken, Proudhon, işçilere toplumsal devrim yerine kooperatifler kurarak kurtuluşu öneriyordu. Marx ve Engels tüm bu saçmalıklara şiddetle saldırdılar; bir komünist örgütün yaratılması için derhal merkezi bir kongre yapılmasını ve temizliğe gidilmesini savundular. Bunun üzerine, Avrupa’nın çeşitli yerlerindeki şubelerinden gelen delegelerle Birliğin kongresi Haziran 1847’de toplandı. Paris’te yaşayan ve parası olmadığı için kongreye katılamayan Marx’ı da Engels temsil etti. Kongreye Marx ve Engels’in düşünceleri damgasını basmıştı; kongre, Adalet Birliğinin adını Komünistler Birliği ve “Bütün İnsanlar Kardeştir” şiarını da Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin şiarıyla değiştiriyordu. Kongre, amacının, burjuvaziyi devirerek proletaryanın egemenliğini sağlamak ve sınıfsız bir toplum kurmak olduğunu ilan ediyordu. Birliğin kongresi Kasım ayında ikinci kez toplandı; Marx ve Engels’in savunduğu ilke ve görüşler oy birliği ile kabul edildi ve işçi sınıfının bu iki genç önderine Parti Manifestosunu kaleme alma görevi verildi. Bu kongrelerin tarihsel ehemmiyeti, Marksizmin tarih sahnesine çıkması ve işçi sınıfı içinde örgütlü bir yapı haline gelmeye doğru ilk adımlarını atmaya başlamasıydı. Komünist Parti Manifestosu Şubat 1848’de Londra’da yayınlandı. Burjuvazinin yükselen komünist hareketten ne denli korktuğunu belirtmek için, “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor-komünizm hayaleti” diye başlayan bu küçük broşür gerçekten de dünyaya Marksizmi ve işçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşını resmen ilan ediyordu. Pek bilinmez ama Manifesto’nun isim babası Engels’tir; o, “Amentü” yerine doğrudan Komünist Parti Manifestosu ismini önermiş ve hatta bugün Komünizmin İlkeleri olarak bilinen metni de kaleme almıştı. Geçen onlarca yıla rağmen içeriği hemen hiç eskimeyen Manifesto, İncil’den sonra dünyanın tüm dillerine çevrilen ve dünyada en çok basılan ikinci kitap unvanına sahiptir.
İşçi sınıfının generali Marx ve Engels Manifesto’da şunu ilan etmişlerdi: “Bugün burjuvaziyle karşı karşıya gelen bütün sınıflar arasında gerçekten devrimci olan biricik sınıf proletaryadır.” Bu fevkalâde tarihsel tespit çok değil, sadece birkaç hafta sonra, Şubat 1848’de Fransa’da başlayan ve Avrupa’yı saran devrimlerle doğrulanmış oldu. 1848 devrimleri henüz başlamadan önce Marx Belçika’dan Paris’e sürüldü ve babasının işlerini çoktandır terk etmiş bulunan Engels de onun peşi sıra geldi. Ancak çok geçmeden devrim ateşi Almanya’ya
30
Ağustos 2007 • sayı: 29
düştü ve bu iki yoldaş, Birliğin Avrupa’daki 400 üyesiyle birlikte gizlice Almanya’ya gitti. Hedefleri Komünistler Birliğini işçi sınıfı içinde kök salacak bir partiye dönüştürmek, devrimde işçi sınıfının bağımsız sınıf siyasetini egemen kılmaktı. Kaleme alınan Almanya’da Komünist Partisinin Talepleri adlı broşür bu hedefleri ortaya koyuyordu. Marx ve Engels, bir taraftan örgütlenme sorunu ile boğuşurken, öte yandan da işçi sınıfının tümüne ulaşacak ve devrimde onun politik istemlerini dile getirecek günlük bir gazete çıkartmaya uğraşıyorlardı. Lakin gazete çıkartabilmek için para gerekiyordu ve Engels bu işi üzerine almıştı. Engels, para bulabilmek için, burjuvazinin krallığa ve soyluluğa karşı daha devrimci ve ilerici kesimleri ile demokratik küçük-burjuvazi arasından gazeteye hisse ortağı bulmaya çalıştı, fakat tüm çabaları başarısızlıkla sonuçlandı. Engels, Marx’a yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Radikal burjuvazi bile bizi gelecekteki düşmanları olarak görüyor ve kısa süre sonra kendilerine çevireceğimiz bir silahı şimdiden elimize vermek istemiyor.” Esasında bu sözler, burjuvazinin devrimde neden kaypak ve ödlek bir tutum takındığını da özetlemektedir. 1848 devrimlerinin en çarpıcı özelliği, başlayan devrimin burjuva sınırlarda durmayacağı gerçeğiydi. Komünist Parti Manifestosu Şubat 1848’de Londra’da yayınlandı. Burjuvazinin yükselen komünist hareketten ne denli korktuğunu belirtmek için, “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor-komünizm hayaleti” diye başlayan bu küçük broşür gerçekten de dünyaya Marksizmi ve işçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşını resmen ilan ediyordu. Pek bilinmez ama Manifesto’nun isim babası Engels’tir. Bütün Avrupa’da, burjuvazi bir işçi devriminden korktuğu için demokratik devrimi ilerletmemiş ve işçi sınıfına karşı soylularla işbirliği yaparak kendi devrimine ihanet etmişti. Böylece 1848 devrimleriyle birlikte burjuvazi devrimci barutunu tüketerek gericileşmiş ve demokratik devrimin görevlerinin çözülmesi sorunu da proleter devrimin meselesi haline gelmişti. Tüm zorluklara karşın çıkardıkları –Lenin’in “devrimci proletaryanın en iyi organı” dediği– Neue Rheinische Zeitung’da Engels, burjuva ulusal meclisini “gevezelik kahvesi” olarak mahkûm ediyor ve küçük-burjuva demokratların oluşturduğu “sol fraksiyon” üzerinden de küçük-burjuvazinin sınıfsal özünü teşhir ediyordu. Engels’e göre küçük-burjuva demokratlar, “bir kimseyi incitmekten ve ürkütmekten” ödlekçe korkan ve “şamata edip ıslık çalmaktan öteye gidemeyen” zavallılardı. Engels işçi-emekçi kitleleri de uyanık olmaya çağırıyordu: Polis devletine son verildiğine, özgür sendikaya ve basına kavuştuğuna inanıyorsan düpedüz aldanıyorsun! Gerçekten de burjuva devrimi
Ağustos 2007 • sayı: 29
bir arpa boyu bile yol alamamıştı ve Prusya despotizmi kısa bir zaman sonra devrimi bastırmaya ve verilen demokratik kırıntıları da geri almaya koyuldu. Engels, durup dinlenmeden çalışıyor ve her işin üstesinden gelmeyi başarıyordu. Marx, yoldaşı hakkında şunları yazıyordu: “O gerçek bir ansiklopedidir. Gündüz ya da gece her saatte, yemekten sonra ya da aç karnına her an çalışabilir. Çok hızlı bir kalemi olduğu gibi, olayları da hemen kavrar.” Engels yalnızca gazeteye yazılar yazmıyordu, daha çok işçi kitleleri arasında örgütlenme faaliyeti yürütüyordu. Burjuvazi ve soyluların devrimi bastırmaya girişmesi üzerine, silahlı direnmenin örgütlenmesi için Köln Halk Güvenlik Komitesi kuruldu; Marx ile Engels de komiteye seçildiler. 1849’un Mayısında Almanya’nın pek çok eyaletinde devrimci patlamalar meydana geldi. Engels, değişik kentlerdeki işçi ve küçük-burjuva örgütleri silahlı ayaklanma temelinde birleştirmeye ve planlar çizerek onları savaşçı birlikler haline getirmeye çalışıyordu. Engels, bir devrimci askeri kurmay olarak hareket ediyordu; hangi birlik nasıl hareket edecek, nereye saldıracak, stratejik hedefler nereler olacak ve kentler ele geçirildikten sonra ne yapılacak? Tüm bunların üzerinde ayrıntılarıyla duruyordu. Kentleri dolaşan Engels, Elberfeld’e geldiğinde burjuvazi ayağa kalktı: “Onun varlığından büyük bir endişe duyulmaktadır, onun «kızıl bir cumhuriyet» ilan edivermesinden her an korkulmaktadır.” Burjuvazi Engels’i tutuklatmak istediyse de, Solingen işçi kitleleri fırtınalı bir tepkiyle buna karşı durdular ve izin vermediler. Devrimin her yerde bastırılması ve Marx’ın Almanya’yı terk etmek zorunda kalmasından sonra Engels, kendi ifadesiyle “kalemi silahla değiştirip” Palatinate-Baden gönüllü ordusuna katılarak Prusya’ya karşı cephede savaşmaya başladı. Engels bu savaşta gerek kurmay gerekse de er olarak yer aldı ve onun başında bulunduğu öncü birlik, cepheden en son, vuruşarak çekildi. Yıllar sonra, Engels ile aynı cephede savaşmış pek çok işçi onun hayran kalınacak derecede soğukkanlı ve cesaretli olduğunu söyleyecekti. Engels ise, “en azimli komünistler aynı zamanda en cesaretli askerlerdi” diye belirtiyordu. Denilebilir ki, proleter silahlı ayaklanma sorununu ilk kez ele alan Engels olmuştur. Almanya’da Devrim ve Karşı Devrim adlı eserinde şöyle yazıyordu: “Ayaklanma, savaş ya da herhangi bir başka sanat kadar bir sanattır; savsaklanmaları, bunları savsaklayan partinin yıkımına yol açan bazı pratik kurallara bağlıdır. Eğer oyununuzun bütün sonuçlarına korkusuzca göğüs germeye iyice kararlı değilseniz, ayaklanma ile hiç oynamayın… Bir kez ayaklanma yoluna girildikten sonra, büyük bir kararlılık ile ve saldırıcı biçimde hareket edin. Savunma her türlü silahlı ayaklanmanın ölümüdür; aksi takdirde ayaklanma, daha düşman ile boy ölçüşmeden yitirilir. Düşmanlarınıza güçleri dağınık olduğu sırada aniden saldırın ve ne kadar küçük olursa olsun, yeni, ama günlük başarılar hazırlayın.” Böylece moral kazanan proleter ordular hızla ileri atılacak ve düşmanı
marksist tutum
püskürteceklerdir. Engels’in daha o zaman üzerinde durduğu proleter askeri ayaklanma taktikleri Ekim Devriminin zafer kazanmasında büyük rol oynamıştır. Engels, 60’lı yıllar boyunca Amerikan iç savaşı ve Avrupa’da gelişen savaşlar üzerine çeşitli makaleler yazdı. Orduların yapısı ve silahlı güçleri üzerinde duruyor ve askeri taktikleri inceliyordu. Öyle ki, 1870’de başlayan Fransa-Prusya savaşını Pall Mall gazetesi için takip eden Engels’in hemen tüm öngörüleri doğrulandı; Fransa’nın Sedan’daki askeri yenilgisini bir hafta önceden tahmin edebilmişti. Makaleler imzasız olduğu için yazarın kim olduğu bilinmiyordu ve İngiltere ordusuna mensup yüksek bir subay tarafından yazıldığı zannediliyordu. Marx, “eğer savaş böyle devam ederse Londra’da önde gelen askeri otorite olarak şöhret yapacaksın” diyerek Engels’e takılıyordu. Tam da bu günlerde Marx’ın kızı Jenny, Engels’e General demeye başlayacak ve ölene kadar herkes ona bu lakabıyla hitap edecekti. Eleanor Marx, adı geçen makalesinde şöyle yazıyordu: “Bugün bu lakabın daha geniş bir anlamı var: Engels bizim işçi ordumuzun generalidir.” Yani işçi sınıfının teorisyeni ve parti örgütçüsü Engels, aynı zamanda onun Generaliydi de.
Fedakârlık ve yoldaşlık Marx ve Engels’in dostluklarının boyutu üzerinde, haklı olarak çok durulmaktadır. Gerçekten de Marx ve Engels’in dostluklarının bir benzerine tarihte rastlamak mümkün değildir; öyle ki, bu iki büyük insanının dostluklarının gerçek mahiyetini anlatabilmek için sıkça mitolojiye başvurulmak zorunda kalınmıştır. Tüm dostluk ilişkileri bir zemin üzerinde yükselir; Marx ile Engels’in dostluklarının
31
marksist tutum
Tüm dostluk ilişkileri bir zemin üzerinde yükselir; Marx ile Engels’in dostluklarının zemini, sınıfsız bir dünya için verilen mücadelede yoldaş olmalarıydı. Onların dostlukları yaşamın sarp kayalıklarından geçerek fırtınalarda ve büyük altüst oluşlarda sınanmış, gelişmiş ve pekişmişti.
zemini, sınıfsız bir dünya için verilen mücadelede yoldaş olmalarıydı. Bu nokta oldukça önemlidir; zira karşılıklı çıkar ilişkileri üzerinden şekillenen burjuva toplumun insanı, komünist olmadan ve tümüyle çıkarsız yoldaşlık ilişkisi kurmadan asla gerçek dostluklar yaratamaz. Marx ve Engels’in dostlukları yaşamın sarp kayalıklarından geçerek fırtınalarda ve büyük altüst oluşlarda sınanmış, gelişmiş ve pekişmiştir. 1848 devrimleri yenildikten sonra, iki yoldaş bir dönem birbirlerinin izini kaybetseler de Londra’da buluştular. Tüm Avrupa’da karşı-devrim yelkenlerine gericiliği doldurarak fırtınalar estiriyor, umutsuzluğun karabasanı altında kalan insanlar ya mücadele alanlarını terk ediyor ya da fikirleri sulandırmaya veya örgütlü yaşamdan kaçmaya çalışıyorlardı. Marx ve Engels gericilik dönemlerinde tutulması gereken ana halkayı tuttular; yoğun bir ideolojik mücadeleye girerek teorik görüşlerini derinleştirdiler. Lakin çok ciddi bir sorun, parasızlık, açlık ve yoksulluk Marx ile Engels’in karşısına geçip tüm korkunçluğuyla ıslık çalıyordu. Engels, dehasının çalışma kamçısının altında yok olmaması ve tümüyle kendisini işçi sınıfına adaması için, Marx ve ailesinin geçimini gönüllü olarak üstlendi. Para kazanabilmek için “lanet olası ticaret” dediği şeye, yani babasının fabrikasına geri döndü. Böylesine büyük fedakârlıkları hiçbir zaman kavrayamayacak olan küçük hesapların insanı, yani küçük-burjuva sosyalistleri vaveylayı kopardılar. Marx ve Engels “herkesin yüz çevirdiği” iki yalnız kişiydi ve üstelik Engels “tüccar” oluvermişti! Marksizmin kurucularını karalıyor, dedikodu yaparak ortalığa pis kokular yayıyorlardı. Esasında devrimci hareketin tarihi, bu tip “dedikoducuların” ve “bozguncuların” işçi sınıfı partilerine her zaman sızabileceğini ama hiçbir zaman emellerini muvaffak kılamayacaklarını gösteriyor. Nitekim bunu iyi bilen Engels, bozguncu-
32
Ağustos 2007 • sayı: 29
lara karşı savaş açmak isteyen Marx’ı teskin etmiş ve “yalan ve pislik okuluna” boş ver, “biliyorsun biz daha beterlerini de gördük” diyerek vazgeçirmiştir. Marx ile Engels’in arasındaki ilişkinin boyutlarını, onların muarızları gerçekte hiçbir zaman kavrayamamıştır. Engels, Bernstein’a yazdığı bir mektupta, yazışmalarının Heine’in şiirlerinden daha zevkli olduğunu belirtiyordu. Marx ve Engels kendi aralarında bir işbölümüne gitmişlerdi ve ikisini de tüm zorluklar karşısında ayakta tutan şey, devrimci kavgaya olan inançlarıydı. Marx’ın hastalanması üzerine Engels şöyle yazıyordu: “Derhal tedaviye başlansın, sana bir şey olduktan sonra giriştiğimiz tüm hareketin hali ne olur?” Marx ise şunları yazıyordu: “Hayatımın yarısında başkalarına yük olduğumu düşündükçe kahroluyorum. Beni ayakta tutan şey, biz ikimizin ortaklaşa bir işe girişmiş olmamız ve benim bütün zamanımı teorik incelemelere ve parti çalışmalarına vermek zorunda bulunmamdır.” Marx’ın harcadığı yoğun emek, 1864’te I. Enternasyonalin kurulmasıyla ve en önemlisi de, Marksizmin pek çok yapıtaşının yanı sıra Kapital’in yazılmasıyla ürününü verdi. Kapital ile birlikte Komünist Manifesto’da dünyaya ilan edilen Marksist-komünist görüşler kesin bir bütünlüğe ve çürütülemez bir sağlamlığa kavuştu. Marx’ın Kapital’i başlıklı bir makalede Engels, “yeryüzünde kapitalistler ve işçiler bulunduğundan beri, işçiler için bu kitap kadar önemli bir kitap çıkmadı” diye yazıyordu. Lenin’in de teslim ettiği üzere, eğer Engels’in büyük fedakârlığı ve özverisi olmasaydı, Marx, yaşam mücadelesinin hengâmesinde gerekli çalışmayı yapamayacak ve belki de Kapital hiç ortaya çıkmayacaktı. Engels, Kapital’in ortaya çıkmasında muazzam bir rol oynamakla kalmadı ve yoldaşı 1883’te öldükten sonra, Kapital’in diğer ciltlerini de yayına hazırladı. “Bütün ekonomi biliminde tam bir devrim yapacak” dediği Kapital üzerinde Engels, on yıldan fazla çalıştı; Marx’ın arşivlerini açarak ve yoğun emek harcayarak yoldaşının okunması güç yazısını söktü, eksiklikleri tamamladı, ikinci ve üçüncü cildi yayınladı. Engels’in bu muazzam emeğinin hakkını vermek isteyenler şöyle diyorlardı: Yoldaşı olan bir dehaya yüce bir anıt dikerken, farkında olmadan, o yüce anıtın üzerine kendi adını da kazımıştır. Ve haklı olarak Lenin, “Kapital’in bu iki cildi, iki insanın, Marx ile Engels’in yapıtıdır” diyordu. Engels, yirmi yıl hiç şikâyet etmeden “lanet olasıca ticaret”le uğraştıktan sonra, 1869’da dostlarının deyimiyle “Mısır köleliği”nden azat etti kendini. Manchester’dan Londra’ya, yoldaşı Marx’ın yanına döndü; her gün buluşuyor ve Eleanor’un yazdığına göre saatlerce aynı odanın içinde volta atarak tartışıyorlardı. Özgürlüğüne kavuşan Engels daha yoğun bir çalışma içine girdi; Enternasyonal’in tüm işleri nerdeyse onun üzerine kalmıştı. Makaleler yazıyor ve Enternasyonal delegelerine kendi dillerinde cevaplar veriyordu. Zira Engels, konuşulması güç lehçeleriyle birlikte yirmi dil biliyordu. Ünü Avrupa işçi sınıfı içinde o denli yayılmıştı ki, İspanya’ya giden Paul Lafargue’a işçiler,
Ağustos 2007 • sayı: 29
Enternasyonal Genel Konseyinde kendilerini temsil eden Angel’in gerçekten de Kastilya lehçesini konuşup konuşmadığını sormuştular. Meğer onların Angel dediği Engels imiş. Evet, Engels dil konusunda gerçekten de dehaydı ve bu dehasını, diğer tüm yetenekleri gibi işçi sınıfının kurtuluşu davasının hizmetine koşmaktan bir milim bile geri durmadı. Enternasyonal bünyesinde büyük tartışmalara yol açan meselelerin başında ulusal sorun geliyordu. Proudhon ve Lasalle’ın tilmizleri ve İngiliz işçi sendikaları ezilen uluslara karşı şovence bir tutum içindeydiler. Proudhoncular Polonya’nın bağımsızlık meselesinin Enternasyonalde tartışılmasına karşı çıkıyor ve bunun politik bir sorun olduğunu ve işçileri ilgilendirmediğini ileri sürüyorlardı. Engels, Polonya İşçi Sınıfı İçin Ne Anlam Taşır başlığı altında bir dizi makale yazdı ve işçi sınıfının ulusal sorun konusunda suskun kalamayacağını, yabancı boyunduruğuna karşı mücadele veren ezilen halkları kesinlikle desteklemesi gerektiğini ortaya koydu. İngiliz işçi sınıfının İrlanda sorununda takındığı milliyetçi tutum ile burjuvaziyle aynı safta buluşması ve bu durumun sınıf hareketine prangalar taktığını görmesi üzerine Engels, ulusal sorun üzerine özellikle kafa yormuştur. Nitekim “başkalarını ezenler asla özgür olamazlar” ünlü sözü de Engels’e aittir. İlk dönemlerinde Marx ve Engels, İrlanda meselesinin İngiliz işçi sınıfının devrimiyle hallolacağını düşünüyorlardı; fakat çok geçmeden bunun bir hata olduğunu anladılar. Zira İngiliz işçi sınıfının oportünist önderleri bu fikri ileri sürerek İrlanda sorununu devrime havale ediyor ve hatta ulusal mücadeleyi gereksiz görüyorlardı. Böylece işçi sınıfı başka bir ulusun ezilmesi noktasında burjuvaziyle aynı görüşleri savunuyor ve bu milliyetçi politika onun düzen ile tüm ilişkilerini kesmesinin ve devrimci bir çizgi izlemesinin önüne geçiyordu. Marx şöyle diyordu: “İrlanda’nın kurtuluşu sağlanmadığı sürece İngiliz işçi sınıfı hiçbir zaman herhangi bir başarı gösteremeyecektir… İngiltere’de İngiliz gericiliğinin kökleri… İrlanda’nın boyunduruk altında tutulmasındadır.” Engels ise şunu yazıyordu: “İrlanda tarihi, bize, bir ulusun başka bir ulusu boyunduruk altına almasının ne büyük bir felâket olduğunu gösterir.” Marx ile Engels’in ulusal sorun üzerine geliştirdikleri açılım, 20. yüzyılda patlak veren ulusal sorunlarda işçi sınıfına sağlam bir politik hat sunacaktı. Lenin, bu politik hattın ne kadar doğru olduğuna değinir: “İrlanda sorununda Marx ile Engels’in politikası mükemmel bir örnektir: günümüzde, ezen ulusların proletaryasının, ulusal hareketlere karşı benimsemesi gereken tutumu göstermesi bakımından büyük pratik önem taşır.”
Orkestranın başında 14 Mart 1883’te Karl Marx öldü. Engels yoldaşının başucunda sonsuz bir üzüntü içindeydi; işçi sınıfının uluslararası beyni ve kalbi artık konuşmayacaktı. Marx’ın ölü-
marksist tutum
münü uluslararası işçi sınıfı önderlerine bildirirken şunları yazıyordu: “Partimizin en büyük zekâsı artık düşünmüyor; tanıdığım en güçlü kalp artık çarpmıyor.” Üzüntüsü büyük olsa da, şimdi Marx’ın yerine geçerek doğan boşluğu doldurmak ve onu da temsil etmek zorundaydı. Alçak gönüllülüğü hiç elden bırakmayan Engels, Friedrich Becker’e yazdığı mektupta ikinci keman olduğunu hatırlatıyor ve şöyle devam ediyordu: “Ve şimdi, teorik konularda Marx’ın yerini almam ve birinci keman olmam için hiç beklenmedik bir çağrı alınca, ben bu işi, ufak tefek yanlışlar yapmaksızın –ki, bunun herkesten çok ben bilincindeyim– yapamayacağımı biliyorum.” Engels, bir taraftan Marx’ın dökümanlarını elden geçirerek Kapital üzerine çalışıyor, onun eserlerini yabancı dillere çeviriyor ve öte yandan da uluslararası sosyalist hareketteki oportünist önderliklere karşı bıkıp usanmadan mücadele yürütüyordu. Bu mücadelenin merkezinde özellikle Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) ve onun liderleri vardı. Esasında bu oportünist liderlere karşı mücadeleye çok önceleri başlamıştı. 1875’te devlet sosyalizmini savunan Lasalcı Alman Emekçileri Genel Derneği ile Alman İşçi Partisi ilkesiz bir şekilde birleşmek istediğinde Engels, Wilhelm Liebknecht’e “her ne pahasına olursa olsun” acele etmeyin diye yazıyordu. Zira Lasalcı parti zaten dağılmak üzereydi ve ehliyetli unsurlar er geç doğru adresi bulacaklardı; birleşme ise partinin örgütsel yapısını bozarak onu politik çizgisinden saptırabilirdi. Engels, partinin inşası sürecinde unutulmaması gereken bir noktayı hatırlatıyordu: “Proletaryanın hareketi, zorunlu olarak çeşitli gelişme aşamalarından geçer; her aşamada, insanların bir kısmı çamura saplanıp kalır ve daha fazla ileri gitmeleri mümkün olmaz.” SPD’nin ilkesiz temellerde şekillenmesi, onun 1914’te neden oportünist bir çizgi izlediğine ve neden işçi sınıfına ihanet ettiğine de ışık tutar. Marx ve Engels’in eleştiri kamçısının hafiflediği her dönemde, parti dümeni oportünizme ve reformizme kırmıştır. İşçilere, kapitalist düzende “özgür ve bağımsız ev sahibi olma” hayalleri pompalayan Dr. Mülberger adında bir küçük-burjuva sosyalistine ve Dühring denen bir “sosyal reformcu”ya parti basınının açılması ve övülerek göklere çıkartılması bunun delilidir. Marx Kapital üzerine çalıştığı için, Engels kaleme aldığı Konut Sorunu ile Mülberger’in, Anti-Dühring ile de Dühring’in tezlerini çürüttü ve işçilerin gözünde onların itibarını yerle bir etti. Fakat SPD’nin liderliği yalpalamaya devam ediyordu. 1878’de yürürlüğe konan ve 1890’da kaldırılan Anti-Sosyalist Olağanüstü Yasa karşısında parti önderliği tam anlamıyla reformizme teslim oldu. Parti önderliği işçi kitleleri bu yasayı yırtıp atmaya çağıracağına ve en önemlisi de partiyi illegaliteye geçireceğine, başlangıçta akla ziyan bir tutumla partiyi kapatmayı düşünmüştü. Wilhelm Liebknecht, parlamento kürsüsünden Sosyal Demokratların şiddet yanlısı devrimden yana değil de, sadece reformlar-
33
marksist tutum
Engels, ölene değin inanılmaz bir coşkuyla çalıştı. O, teorik mücadeleyi sürdürürken pratik mücadeleyi de unutmuyordu. Tüm bu süreçlerde hep aynı şeyi tekrarladı: “Bana mal ettiğiniz onurun aslan payı bana değil, Marx’a aittir… Ben yalnızca onun davasını sürdüren biriyim.”
dan yana olduğu için yasaya uyacaklarını ilan ediyordu. Bu utanç verici durumu, Bernstein’ın da aralarında bulunduğu kimi liderlerin bir bildiri yayınlayarak reformist görüşlerini ilan etmesi izledi. Tüm bu olanlar Engels’i çileden çıkartmıştı: “Kararlı bir politik muhalefet yerine, yumuşak bir uzlaşma; hükümete ve burjuvaziye karşı mücadele yerine, bunları ikna etmek ve kazanmak çabası; tepeden inme baskılara karşı sert bir direnme yerine, alçakgönüllü bir boyun eğiş ve verilen cezayı hakettiklerini itiraf çabası.” Oportünist ve reformist bir liderlikle asla işbirliği yapamayacaklarını ilan eden Engels çok net konuşuyordu: “Düşmanların darbeleri önünde eğilip bükülmek yok; birçoklarının yaptığı gibi, «inanınız ben zararlı hiçbir şey yapmadım» diye ağlayıp zırlamak yok. Yumruğa yumrukla karşılık vermek, düşmanın her bir yumruğuna karşı iki üç yumruk atmak: işte bizim taktiğimiz daima böyle olmuştur…” Liebknecht ile Bebel’in gereken kararlılıktan yoksun olmalarından dolayı oportünistler ve reformistler partide yerli yerinde duruyorlardı. Nitekim partinin yasal alana çıkmasına izin verildikten sonra şöhret düşkünü aydınlar ve revizyonistler harekete geçtiler. Vollmar, hükümetin tavrını “işçilere uzatılmış gerçekten dost bir el” olarak değerlendiriyor, Marksist devlet teorisini eleştirerek “yavaş yavaş barışçı bir evrim”le sosyalizme gidilmesi gerektiğini
34
Ağustos 2007 • sayı: 29
ileri sürüyordu. Bir SPD milletvekili ise, parlamento kürsüsünden Marx’ın proletarya diktatörlüğü görüşüne katılmadığını haykırıyordu. Engels, parti liderliğini oportünistlere karşı harekete geçmekte isteksiz görünce inisiyatifi ele aldı. Marksist devlet teorisinin ne olduğunu parti tabanındaki işçilere sunmak istediği için, önce Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’ni ve bilahare Fransa’da İç Savaş’a yazdığı ünlü Giriş’i yayınladı. İlginç olan, parti liderliği ve özellikle Neue Zeit’in ve Vorwarts’ın editörlüğünü yapan Kautsky’nin bu makalelere yer vermek istememesiydi. Nitekim ikinci makale öylesine kırpılarak tahrif edilmişti ki, “ben her ne pahasına olursa olsun, yasallığa sanki taparmışım gibi gösterilmişim” diyen Engels, parti liderliğini şiddetle protesto etti. Sonraki yıllarda adeta Marksizmin “papası” olarak görülen Kautsky için, “gerçek parti hareketi ile hiçbir zaman temas kurmamıştır” diyen Engels, onu “doğuştan ukala ve basit sorunlar karşısında bile bocalayan bir skolâstik” olarak değerlendiriyordu. Bununla birlikte, “Gençlik” adıyla ortaya çıkan, teorisyenliğe ve liderliğe heves eden kariyeristleri de eleştiriyordu: “«Akademik eğitimlerinin» kendilerini parti yönetimi içerisinde önemli bir mevki işgal etmeye hak kazandıramayacağını öğrenmeleri gerekir. Partimizde herkes sıradan bir üye olarak işe başlamak zorundadır… Kısacası işçilerin bu «akademik bilgi sahibi kimselerden» öğrenecekleri şeylerden ziyade, onların işçilerden öğrenebilecekleri pek çok şey bulunmaktadır.” Marx ile Engels’in işçilerle ilişkileri öylesine derindi ki, etraflarında daima bir işçi halkası olmuş ve Marksizm ile aydınlanmış komünist işçi halkası ölene kadar onları yalnız bırakmamıştır. Engels, ölene değin inanılmaz bir coşkuyla çalıştı. O, teorik mücadeleyi sürdürürken pratik mücadeleyi de unutmuyordu. Tüm bu süreçlerde hep aynı şeyi tekrarladı: “Bana mal ettiğiniz onurun aslan payı bana değil, Marx’a aittir… Ben yalnızca onun davasını sürdüren biriyim.” Engels, yaşamı boyunca kendisi için hiçbir şey istemedi; bir mezarı olmasına karşı çıkmış ve cesedi yakıldıktan sonra külleri, rüzgârın denizi köpürttüğü bir sonbahar günü hırçın dalgalara teslim edilmiştir. Onun nasıl bir dünya arzuladığını 19 yaşında Prusya despotizminin boğuculuğuna karşı yazdığı şiirin şu mısraları adeta özetlemektedir: Dünya pırıl pırıl bir bahçeye dönüşecek Yetişen her şey yeni tomurcuklar açacak Barış çiçekleri kuzey topraklarını örtecek Buzlarla örtülü yerlerde kızıl güller açacak.
Göçmen İşçiler: “Kullanılıp Atılabilir İnsanlar” Kerem Dağlı
S
on yıllarda sayıları gittikçe artan göçmen işçilere ve mültecilere uygulanan baskıcı ve dışlayıcı politikalar, burjuvazinin işçi sınıfına yönelik neo-liberal saldırılarının ve 11 Eylül süreciyle birlikte yükselen siyasal gericiliğin bir parçasıdır. Burjuvazi, göçmen işçileri ve mültecileri, özellikle gelişmiş ülkelerdeki örgütlü sınıf hareketini kırmakta bir araç olarak kullanmak istiyor. Bu yüzden de, başta göç alan ülkelerin işçi sınıfları olmak üzere, tüm dünya işçi sınıfının, bu saldırılara ve göçmen işçilere uygulanan ırkçı, faşizan ve ikiyüzlü politikalara karşı mücadele etmesi gerekiyor. Böyle bir mücadele ulusal, kültürel, dinsel ve diğer burjuva önyargıları kırarak işçi sınıfının enternasyonal ölçekte birleşmesinin önünü açabilecektir. Bu alanda verilecek mücadele, emeğin ya da daha doğru bir deyişle işgücünün serbest dolaşımının önündeki ulusal engellerin kaldırılması bakımından da önemli bir rol oynayacaktır. Nasıl ki sermaye, kendi dolaşımının önündeki her türlü ulusal, siyasal, bürokratik, teknik vb. engelleri kaldırıyor ve dünyanın her köşesine istediği gibi girip çıkabiliyorsa, işgücü de aynı biçimde serbestçe dolaşabilmelidir. Sınıfın devrimci mücadelesi ve enternasyonalist hedefleri bakımından bu, son derece ilerletici bir etki yaratacaktır.
Emek göçünü yaratan sermayenin ihtiyaçlarıdır Bugün dünya çapında 300 milyonu aşkın insan, emperyalist-kapitalist sistemin yarattığı koşulların bir sonucu olarak, doğduğu ve büyüdüğü topraklardan uzakta, varolma savaşı veriyor. Bu rakam, dünya nüfusunun yaklaşık %5’ine tekabül etmektedir, yani her 20 kişiden biri göçmendir. Bunların 12,5 milyonu yarı-köle, 2,5 milyonu insan ticareti mağduru, 30 milyonu “kaçak” ve 50 milyonu da mülteci konumundadır. Rakamların yüksekliği şaşırtıcı olabilir. Ancak kapitalizmin yol açtığı sosyo-ekonomik koşullara (açlık, yoksulluk, işsizlik gibi), savaşları, bölgesel veya yerel çatışmaları, katliamları, siyasi baskıları ve yine onun tahripkâr üretim tarzı yüzünden oluşan doğal afetleri de eklediğimizde, göç gerçeğinin ulaştığı boyut daha iyi anlaşılacaktır.
Burjuvazi, göçmen işçileri ve mültecileri, özellikle gelişmiş ülkelerdeki örgütlü sınıf hareketini kırmakta bir araç olarak kullanmak istiyor. Bu yüzden de, başta göç alan ülkelerin işçi sınıfları olmak üzere, tüm dünya işçi sınıfının, bu saldırılara ve göçmen işçilere uygulanan ırkçı, faşizan ve ikiyüzlü politikalara karşı mücadele etmesi gerekiyor. Böyle bir mücadele ulusal, kültürel, dinsel ve diğer burjuva önyargıları kırarak işçi sınıfının enternasyonal ölçekte birleşmesinin önünü açabilecektir. Bu alanda verilecek mücadele, emeğin ya da daha doğru bir deyişle işgücünün serbest dolaşımının önündeki ulusal engellerin kaldırılması bakımından da önemli bir rol oynayacaktır. Nasıl ki sermaye, kendi dolaşımının önündeki her türlü ulusal, siyasal, bürokratik, teknik vb. engelleri kaldırıyor ve dünyanın her köşesine istediği gibi girip çıkabiliyorsa, işgücü de aynı biçimde serbestçe dolaşabilmelidir. Sınıfın devrimci mücadelesi ve enternasyonalist hedefleri bakımından bu, son derece ilerletici bir etki yaratacaktır.
35
marksist tutum
Kapitalizmin yaygınlaşmasıyla modern anlamda emek göçü de artan oranda yaygınlaşmış ve büyümüştür. Sermayenin ihtiyacı, yaratıcısı olan emeği istediği anda, istediği yerde ve istediği miktarda kullanabilmektir. Diğer zamanlarda da onu, bir yedek işgücü ordusunun bağrında saklı tutarak “emre amade” bekletir. Bu anlamda emek göçü ya da daha doğru bir ifadeyle işgücünün yer değiştirmesi olgusu, kapitalizmin her döneminde adeta bir zorunluluk olarak varolmuştur. İşgücünün yani işçi-emekçilerin yer değiştirmeleri, göç etmeleri de, bu yüzden sermayenin veya onun sahibi olan burjuva sınıfın talepleri doğrultusunda gerçekleşmiştir. Başlangıçta, ihtiyacı olan işgücünü temin etmek için topraklarını gasp ettiği yoksul köylüleri kitleler halinde şehirlere süren burjuvazi, bu anlamda, göçmen işçiliğin de ilk dalgasını yaratmıştır. Sonradan kapitalistleşme yolundaki her ülkenin neredeyse bir kural olarak yaşadığı bu iç göç sürecini, o dönem yeni kıtaların keşfedilmesi ve sömürgeleştirilmesiyle birlikte Avrupa’dan bu sömürge topraklarına doğru ikinci bir göç dalgası izlemiştir. Özellikle Kuzey Amerika’ya yaşanan göç, bu çerçevede önemli bir örnektir. Aynı derecede önem arz eden ve eşzamanlı olarak yaşanan diğer bir süreç de köle ticaretidir. Köle ticareti, emek göçünün en insanlık dışı biçimidir ve kapitalizmin ilk sermaye birikimine hatırı sayılır katkısı olmuştur. 17. yüzyıldan başlayarak milyonlarca Afrikalı, 300 yıldan fazla bir süre boyunca, zorla kaçırılarak yahut bir hayvan gibi satın alınarak –kimi zaman bir hayvandan da değersiz görülerek– Avrupa’ya getirilmiş ve burada satılarak dünyanın çeşitli ülkelerine çalışmaya gönderilmişlerdir. İnsanlık onurunu ayaklar altına alan bu faaliyet, 19. yüzyılın başlarından itibaren “uygar” Avrupalılar tarafından yasaklansa da, kölelik çeşitli kılıklar altında 1940’lı yıllara kadar devam etmiştir. Bu kılıklardan birisi olan, köleyi veya işçiyi senet karşılığı (borçlandırma yoluyla) çalıştırma, yani yarı-kölelik, günümüze kadar gelmiştir ve halen de devam etmektedir.
36
Ağustos 2007 • sayı: 29
Üçüncü göç dalgası ise I. Dünya Savaşının ardından, en başta yeni emperyalist güç ABD’ye doğru yaşanmış ve buna kaynaklık eden ülkeler sadece Avrupa ile sınırlı kalmamıştır. Çin, Hindistan ve Osmanlı İmparatorluğu gibi çözülmekte olan eskinin büyük imparatorluklarının toplumları da önemli ölçüde göç vermişlerdir. II. Dünya Savaşından sonra yaşanan dördüncü göç dalgası ise, esas olarak geri ülkelerden gelişmiş ülkelere, emperyalist metropollere doğru olmuştur. Savaş döneminde ekonomileri harap olmuş ve yetişkin işgücünün büyük bir kısmını savaşta kaybetmiş Avrupa devletleri, özellikle de Almanya, daha sonra hızla büyüyen ekonomilerini doyurabilmek için büyük çaplı göçmen işgücüne ihtiyaç duymuşlardır. Bu dalga 70’lerdeki krize kadar sürmüştür. SSCB’nin dağılmasıyla şekillenen son 20 yıllık süreçte ise yeni bir göç dalgası daha, üstelik sermayenin muazzam boyutlara ulaşan uluslararasılaşmasına paralel biçimde artarak, yaşanmaktadır. Bir örnek, ne demek istediğimizin anlaşılmasına yetecektir. Dünya çapında göçmen sayısı 1965 yılında 7 milyon iken, 1985 yılında 105 milyon olmuş, 2000’li yıllarla birlikteyse 300 milyona ulaşmıştır, ki bu rakamlar BM’nin resmi istatistiklerine dayanan rakamlardır, yani gerçek miktar bunun üstündedir. Son 20 yıllık süreç, emperyalist-kapitalist sistemin neo-liberal ekonomi politikalarıyla ve emperyalist hegemonya yarışıyla şekillenen savaşlarla ilerlemiştir. Sermaye dolaşımının önündeki ulusal, bürokratik ve siyasi engellerin uluslararası sermaye lehine kaldırılmasına eşlik eden neo-liberal politikalarla birlikte sermayenin “küreselleşmesi”, bir yandan dünya nüfusunu büyük ölçüde proleterleştirerek sermayenin hizmetine koşulmaya hazır hale getirmiş, diğer yandan da özellikle gelişmiş ülkelerde göçmen işçilere duyulan ihtiyacı arttırmıştır. Bu ihtiyacın gelişmesi ve sürecin işleyişi çok yönlüdür. İlkin, neo-liberal ekonomi politikalarının ve gittikçe kızışan uluslararası rekabet koşullarının bir gereği olarak, ucuz işgücüne duyulan gereksinimin sürekli olarak artması, emperyalist devletleri göçmen işçi akışını düzenli ve kontrol edilebilir hale getirmeye zorlamıştır. Aynı ülkelerde, nüfus artış hızının giderek düşmesi ve hatta kimilerinde eksi değerlere ulaşması, buna paralel olarak da nüfusun giderek yaşlanması, göçmen işçilere duyulan ihtiyacı arttıran faktörlerdendir. Yine neo-liberal politikaların bir gereği olarak, gelişmiş ülkelerdeki “sosyal devlet” uygulamaları hızla kaldırılmaya başlanmış ve işçi sınıfının elindeki kazanımlara yönelik ciddi bir saldırı dalgası yürütülmüştür. Bununla birlikte göçmen işçiler, bu saldırılara karşı gelişen tepkiyi bastırmada bir araç olarak kullanılmaya başlanmıştır. Göçmen işçileri bir tehdit ve baskı unsuru olarak kullanan burjuvazi, bu sayede yerli işçi sınıfını da daha ucuza
Ağustos 2007 • sayı: 29
ve daha kötü şartlarda çalışmaya ikna edebilmiştir. Sınıfın örgütsüzlüğünden yararlanan burjuvazi, göçmen işçilerin farklı ülkelerden gelmelerini ve farklı kültürlere, dillere, dinlere sahip olmalarını, işçi sınıfının birliğinin önüne bir engel olarak dikmiştir. Göçmen işçileri yerli işçilere karşı kullanarak, bunların bir araya gelmelerinin ve birlikte hareket etmelerinin önüne geçmiştir. Buna sendika bürokrasisinin göçmen işçileri dışlayıcı yaklaşımları da eklenmiş ve sonuçta göçmen işçilerin örgütlü mücadeleye katılmaları ya hiç sağlanamamış ya da çok sınırlı ölçüde sağlanmıştır. Burjuvazi, ihtiyaç duyduğu bu ucuz ve örgütsüz işgücünü de hazır olarak önünde bulmuştur. Çünkü bahsi geçen neo-liberal politikalar, bilhassa 90’lı yıllardan itibaren hızla tüm küreye yayılmış ve geri ülkelerde kırın çözülme sürecini hızlandırarak, proleterleşen kitlelerin dalgalar halinde şehirlere göç etmesine yol açmıştır. Fakat bu ülkelerde proleterleşen kitleleri emecek bir sanayileşme yaratılamamış olduğundan işsizlik ve yoksulluk inanılmaz boyutlara ulaşmış, ortaya çıkan bu işgücü fazlası, sermayenin ihtiyaç duyduğu yedek işgücü ordusunun kaynağını oluşturmuş ve hızlı bir işgücü göçü dalgası yaşanmıştır. Bu ekonomik ve sosyal tabloya eşlik ederek hatırı sayılır bir insan nüfusunu göçmen işçi veya mülteci olarak sermayenin hizmetine sunan diğer faktörler de savaşlar, iç savaşlar, bölgesel çatışmalar, katliamlar ve siyasi baskılardır. Bu nedenle her yıl milyonlarca insan yaşadığı topraklardan ayrılmak zorunda kalmakta yahut sürülmekte, ülke dışına çıkarak mülteci konumuna gelmekte ya da ülke içinde kalarak kayıtlara dahi geçmeden çok zor koşullarda yaşamaya mahkûm olmaktadır. Kapitalizmin ivmelendirdiği doğal felâketlerin bir sonucu olarak ortaya çıkan iklim göçlerini de unutmamak lazım. Değişen iklim koşulları ve doğal felâketler yüzünden yine milyonlarla ifade edilen sayıda insan göç etmek zorunda kalıyor ve Nazi toplama kamplarını anımsatan mülteci kamplarında, açlıkla, salgın hastalıklarla boğuşarak hayatta kalma mücadelesi veriyorlar. Kuşkusuz bu sebeplerle göçmen işçi veya mülteci konumuna düşen insanların ancak küçük bir kısmı gelişmiş (ya da yaşadıkları ülkeye göre daha gelişmiş)
marksist tutum
ülkelere gidebiliyor ve sermayenin hizmetine girme şerefine (!) nail olabiliyor. Çoğunluğu ise, sermayenin ihtiyacı olmadığından, “artık nüfus” adı altında yok sayılarak mülteci kamplarında ölüme mahkûm ediliyor.
Göçmen işçilerin ve mültecilerin yaşadıkları sorunlar Özellikle 11 Eylül’den bu yana, gelişmiş kapitalist ülkelerin göçmen politikalarında önemli değişiklikler yaşanmıştır. Ekonomik krizle birleşen siyasi gericilik koşullarında, göçmen politikaları da son derece ırkçı ve faşizan bir hal almaya başlamıştır. Burjuvazi, her zaman yaptığı gibi, göçmen işçileri kendi “yerli” işçilerine karşı kullanırken, bir yandan da tüm kötülüklerin, işsizliğin, ekonomik krizin, yoksulluğun, düşük ücretlerin vb. kaynağı olarak göçmen işçileri gösteriyor. Bu da özelde göçmen işçileri ve genelde tüm yabancıları hedef tahtasına koyan ırkçı, faşist söylemlerin, politikaların önünü açıyor. Göçmen işçiler yüzünden işsizliğin daha da arttığını, ücretlerdeki düşüşün sebebinin göçmen işçilerin daha ucuza çalışmaları olduğunu, onlara harcanan paralar yüzünden sosyal güvenlik sistemlerinin sekteye uğradığını, yabancıların karışması yüzünden kültürel ve toplumsal anlamda yozlaşma yaşandığını vs. söyleyerek işçilerin sistemin yapısal çelişkilerinden kaynaklı sorunlara karşı duydukları öfkeyi bu göçmen işçilere, yabancılara yönlendirmeye çalışıyor. Haziran ayından bu yana Almanya, Fransa ve İngiltere’de göçmen sorunu yoğun olarak tartışılmaktadır. Amaç AB çapında merkezi politikaların oluşturulmasıdır. Tartışmaların özünde ise sanıldığı –ya da yansıtıldığı– gibi “artık göçmen işçi alınmasın” türünden yaklaşımlar yoktur, çünkü sermayenin ucuz ve kalifiye işgücüne olan ihtiyacı devam etmektedir. ABD, AB, Kanada, Japonya, Avustralya gibi gelişmiş ülke ekonomilerinin her yıl belli sayıda göçmen işçiye ihtiyaç duydukları bir sır değildir. Burjuva iktisatçıların söylediğine göre sadece AB ülkeleri, 2050 yılına kadar 60 milyona yakın göçmen işçi almak zorundadırlar. Söz konusu olan, geçmişe oranla daha nitelikli işgücüne gereksinim duyulmasıdır. ABD, İngiltere ve Fransa’da kısa bir süre önce çıkan yasaların hepsi de işgücü göçünü sınırlamaya ve baskı altına almaya yöneliktir. Böylelikle işgücü göçü kontrol altına alınarak, sadece gereksinim duyulan düzeyde, ucuz ve yüksek vasıflı işgücü getirilip, uzun süredir işsiz olan veya ihtiyaç duyulmayan göçmenlerin ise sınırdışı edilmesi hedeflenmektedir. Çünkü uluslararası sermaye, artık vasıflı işçi gerektirmeyecek malların üretimini, bizzat işgücünün ucuz olduğu ülkelerde yapmaktadır. Almanya’da son haftalarda uygulamaya konmaya çalışılan ve göçmenleri ilgilendiren “vatandaşlık yasası”, bu açıdan iyi bir örnektir. Bu yasaya göre aile birleşimi zorlaştırılmakta, yeni gelenlere Almanca bilme zorunluluğu getirilmekte, mevcut göçmenlerin çocuklarının bir kısmının yeterli gelire sahip olmamaları sebebiyle Alman vatandaşı
37
marksist tutum
olamamaları öngörülmekte, uyum sağlamaya karşı olanların veya uyum sağlayamayanların cezalandırılmaları gündeme getirilmektedir. Oysa ABD, Kanada, Fransa gibi ülkelerden gelenlere böylesi zorunluluklar yoktur. Ayrıca sermaye getirip yatırım yapmak isteyenlere de, milliyeti ne olursa olsun serbestlik tanınması, hatta bazı mükellefiyetlerin azaltılması söz konusudur. Açıkça görülüyor ki, Almanya’da gündeme getirilen yeni “vatandaşlık yasası” gibi uygulamalar tam anlamıyla sınıfsal ve ırkçı bir ayrımcılıktır. Burjuvazi bu tür gerici, ırkçı-faşist ve yabancı düşmanı politikalarla, istediğini almaya, istemediğini de almamaya ve hatta geri göndermeye çalışıyor. Ancak burjuvazinin isteklerinden bağımsız olarak, tüm dünyada daha önce saydığımız sebeplerden dolayı, göçmenlerin ve mültecilerin sayısında ciddi artışlar söz konusudur. Tıpkı geçmişte, 16. yüzyıl İngiltere’sinde olduğu gibi, bugün de bir göçmenler ve mülteciler ordusu, burjuvaların gelişkin şehirlerinin kapısına dayanmıştır. Burjuvazi geri, cahil, kültürsüz, hastalıklı vs. gördüğü bu göçmenleri içeriye almak istemiyor, ama onlar yine de gelmeye devam ediyorlar. Çünkü burjuvazi her ne kadar başını kuma gömüp gözlerini kapatmaya çalışsa da kapitalist sistem bu göçmenleri üretmekte ve çoğaltmaktadır. Göç alan ülkelerde durum bu minvaldeyken, göç veren ülkelerin yaklaşımı biraz daha farklıdır. Öncelikle, işgücünün fazlasının göç yoluyla başka ülkelere yollanması, yüksek işsizlik rakamlarıyla başları dertte olan bu tip ülkelere ciddi bir rahatlama sağlamaktadır. İkinci olarak, işgücü ihracı son derece kârlı bir iştir, çünkü bu işçiler gittikleri ülkelerde kazandıkları paraların oldukça önemli bir kısmını kendi ülkelerine yollamakta ve böylece hatırı sayılır miktarda döviz girdisi sağlamaktadırlar. Bugün için, göçmen işçilerin kendi ülkelerine sağladıkları döviz girdisi 250 milyar dolara ulaşmış durumdadır. Bazı ülkelerde işgücü ihracı çok önemli bir gelir kaynağıdır. Örneğin Filipinler’de halkın %10’u başka ülkelerde göçmen işçi pozisyonundadır. Bu insanlar ülkelerine yılda 8,5 milyar dolar döviz girdisi sağlıyorlar. En fazla göç veren ülke olan Meksika içinse bu rakam 16 milyar dolar civarındadır. Ürdün’-
38
Ağustos 2007 • sayı: 29
ün gayri safi yurtiçi hâsılasının %23’ü de yurtdışından aktarılan bu tür gelirlerden sağlanmaktadır. Üçüncü olarak da, göçmen işçiler genellikle gittikleri ülkeye yerleştiklerinden ve bir süre sonra burada sayıları arttığında ekonomik ve siyasi açıdan da güçlenmeye başladıklarından, göç veren ülkenin göç alan ülkeyle olan siyasi ilişkilerinde de önemli etkileri olmaktadır. Öte yandan göçmen işçilerin ve mültecilerin bu arkası kesilmeyen akınları sonucu, tam anlamıyla bir sektör oluşmuş durumdadır. Göçmenleri veya mültecileri, gitmek istedikleri ülkeye yasal veya “kaçak” yollardan sokmaya çalışan sayısız şebeke mevcuttur ve oluşan pastanın büyüklüğü 10 milyar dolara ulaşmış durumdadır. Mültecilerin veya göçmenlerin insanlık dramı da bu noktada başlamaktadır. Çünkü gelişmiş ülkelerin yasal yollardan kabul ettikleri göçmen veya mülteci sayısı çok sınırlı, aradıkları standartlar da çok yüksektir. Bu durumda da çoğu göçmen-mülteci “kaçak” olarak yasadışı yollardan ülkeye giriş yapmaya çalışmaktadır. Fakat bu fazlasıyla zahmetli bir yolculuktur. Koca denizleri yüzerek veya küçücük sallarla geçmeye çalışan insanlardan tutun da, yüzlerce insanın sıkış tepiş doldurulduğu ölüm gemilerinin batmasına kadar, dolduruldukları kamyon kasasının içinde havasızlıktan ölen insanlardan, Fransa diye İstanbul’a getirilip bırakılanlara pek çok acı hikâyeyle doludur bu yolculuklar. En çok göç veren ülkeler Meksika, Çin, Pakistan, Hindistan, İran, Türkiye, Endonezya, Filipinler, Ukrayna, Kazakistan ve Sudan’dır. En çok göç alan ülkeler ise ABD, İngiltere, İspanya, Rusya, Almanya, Ukrayna, Fransa, Suudi Arabistan, Kanada, Hindistan ve Türkiye’dir. Göç veren ülkelerin bir kısmının aynı zamanda göç alan ülke olmasının sebebi ise, bu ülkelerin göçmenlerin geçiş yolları üzerinde yer almaları ve bahsetmiş olduğumuz kaçakçılık şebekelerinin buralarda yoğunlaşmış oluşlarındandır. Mevcut göçün yaklaşık beşte birini tek başına ABD almaktadır ve göçlerin %57’si Kuzey Amerika ülkelerine yapılmaktadır. Göçmen işçiler, bulundukları ülkelerde genellikle en ağır koşullarda, en pis ve tehlikeli işlerde, çok düşük ücretlerle, üstelik çoğunlukla hiçbir sosyal-ekonomik güvenceleri olmadan, örgütsüz biçimde çalışmaktadırlar. Bu insanların yaşam alanları da, sağlanan eğitim, sağlık vb. hizmetler de son derece yetersiz ve kötü durumdadır. Akord uygulaması (parça başı üretim), işverenlerin sözleşmelere uymaması, işyerlerindeki ayrımcı ve aşağılayıcı davranışlar, dil ve kültürel farklılıklardan kaynaklı sorunlar da oldukça yaygındır. Bununla birlikte “kaçak” göçmenlerin durumu çok daha kötüdür. Hukuken tanımlanmadıkları için “yok” sayılmaktadırlar. Yani resmi olarak ülkede gözükmemektedirler. Bu yüzden de, bunların, yerli işçilerin veya göçmen işçilerin yararlandığı hiçbir yasal, sosyal ve siyasi haktan
Ağustos 2007 • sayı: 29
yararlanmaları mümkün olmamaktadır. Hiçbir sosyal güvenceleri yoktur, sağlık ve eğitim hizmetlerinden faydalanamazlar. Bunların pasaportlarına ve kimliklerine, sıklıkla patronlar veya onları ülkeye getiren çeteler tarafından el konulduğundan, haklarını arayamaz, kendilerini savunamazlar. İş kazalarına maruz kaldıklarında veya sağlık sorunları yaşadıklarında hiçbir güvenceleri olmadığı gibi, çoğu zaman ceplerine üç-beş kuruş konulup ülkelerine geri gönderilirler. Günde 15-16 saat karın tokluğuna çalışma ve 15-20 kişinin kaldığı izbe odalarda insanlık dışı koşullarda yaşama adeta rutin haline gelmiştir. Dayak, cinsel taciz, angarya iş ve sıklıkla hiçbir ücret alamamak da işin cabasıdır. Hiçbir örgütlülükleri yoktur. Sendikalara veya diğer türden işçi örgütlerine üye olamazlar. Üstelik bu şartlarda işçi çalıştırmak kapitalist açısından çok daha ucuza geldiğinden ve “kaçak” işçinin mücadele yolları tıkalı olduğundan, genelde “kaçak” işçi çalıştırmak tercih edilmektedir. Göçmenlerle ilgili gerçek rakamların, resmi rakamların çok çok üzerinde olmasının sebebi budur. Göç alan ülkelerin hemen hepsi bu duruma kasıtlı olarak göz yummakta, çıkartılmış yasalar fiilen uygulanmamakta ve belirli bir seviyeyi geçmediği sürece “kaçak” işçilerin çalıştırılması teşvik dahi edilmektedir. Bu yüzden de göçmen işçinin “kaçak” olma hali kendisinden kaynaklı bir durum değil, burjuvazinin kasıtlı göç politikalarının bir sonucudur.
Türkiye’de de durum farklı değil Neredeyse verdiği oranda göç de alan bir ülke olan Türkiye’de de durum farklı değildir, hatta denilebilir ki daha kötüdür. Türkiye 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesine imza atmış olduğu halde, sözleşme hükümlerine tam olarak uymamakta ve Avrupa dışından gelen mültecilerin en temel insani ihtiyaçlarını dahi karşılamamaktadır. Örneğin Bulgaristan’dan gelen bir mülteci, iltica talebinde bulunabilmekte ve uygun görülürse kendisine oturma ve çalışma izni verilmektedir. Oysa İranlı ya da Afgan bir mülteciye muamele farklıdır. Bu tip Doğu ülkelerinden gelenlerin iltica talepleri daha baştan reddedilmekte, bunlara sadece gitmek istedikleri ülkeye geçiş hakkı tanınmaktadır. Türkiye’de bugün için 2 milyon civarında göçmen işçi bulunduğu ve bunun en az yarısının da “kaçak” olduğu tahmin edilmektedir. Her yıl da ortalama 300 bin civarında insan “kaçak” olarak giriş yapmaktadır. Ancak bu “kaçak”ların tutuldukları kamplardaki durum içler acısıdır. Öyle ki, geçtiğimiz yıl Edirne’deki bir mülteci kampında 600 kadar göçmen yangın çıkartıp, polisle çatışarak durumlarına isyan etmişlerdir. Türkiye’nin hâlâ bir Mülteciler Yasası yoktur. Kaçak veya normal yoldan ülkeye giren herkes, BM’nin finanse ettiği kamplara yerleştirilmektedir. Bu insanlar buralarda bir ülkenin kendilerini kabul etmesini bekliyorlar ve bu ortalama 7-8 yıl sürüyor. Çoğu durumda da kimse kabul
marksist tutum
etmediğinden ülkelerine geri gönderiliyorlar, kendileri istemese bile. Kamplarda bekleyen bu sığınmacılar hiçbir kamu hizmetinden yararlanamıyorlar. Sağlık ve eğitim de dâhil olmak üzere hiçbir hakları yok, çalışma izinleri yok. Bu yüzden de çoğunlukla kaçak olarak çalışıyorlar. Türkiye bir kısım mülteci için “geçiş”, bir kısmı için de “varış” ülkesidir. Oranın yarı yarıya olduğu tahmin edilmektedir. Ekonomik nedenlerle, iş bulma ve/veya daha iyi bir hayat kurma amacıyla yapılan göç ağırlıktadır. 90’lı yıllardan bu yana, özellikle eski Doğu Bloku ülkelerinden ciddi oranda göç söz konusudur. Bu göçmenler Türkiye’de hasta bakıcı, çocuk bakıcısı, temizlikçi gibi işlerde çalışıyorlar. Ağırlık turizm ve hizmet sektöründedir, ancak fuhuş da önemli bir iş alanı durumundadır. Ayrıca inşaat, tekstil ve madencilik sektörlerinde de gün geçtikçe artan oranda “kaçak” ve göçmen işçi çalıştırılmaktadır. Özellikle İstanbul, bu açılardan bir uluslararası merkez konumuna gelmiştir. Bu şehirde 600 binden fazla göçmenin bulunduğu tahmin ediliyor. İstanbul bu alandaki asıl ününü ise insan ticaretinde önemli bir durak olmakla yapmıştır. Ortadoğu’daki savaş nedeniyle ve/veya etnik, dini, ideolojik ve siyasi baskılardan ötürü (İran, Irak, Afganistan, Sudan gibi ülkelerden) kaçarak bir AB ülkesine gitmek isteyenlerin ilk duraklarından biridir İstanbul. Tabii bunun yanı sıra yarı-köle olarak çeşitli işlerde –bilhassa fuhuş sektöründe– çalıştırılmak üzere insan ticaretinin konusu olanların da önemli bir geçiş noktasıdır. Türkiye’nin hâlâ bir Mülteciler Yasası yoktur. Kaçak veya normal yoldan ülkeye giren herkes, BM’nin finanse ettiği kamplara yerleştirilmektedir. Bu insanlar buralarda bir ülkenin kendilerini kabul etmesini bekliyorlar ve bu ortalama 7-8 yıl sürüyor. Çoğu durumda da kimse kabul etmediğinden ülkelerine geri gönderiliyorlar, kendileri istemese bile. Kamplarda bekleyen bu sığınmacılar hiçbir kamu hizmetinden yararlanamıyorlar. Sağlık ve eğitim de dâhil olmak üzere hiçbir hakları yok, çalışma izinleri yok. Bu yüzden de çoğunlukla kaçak olarak çalışıyorlar. BM tarafından, köle ticaretinin yasaklanmasının 200. yıl dönümünde açıklanan rapora göre, geçen 10 yılda insan ticareti neredeyse bir salgın halini almıştır. Dünya çapında 2,5 milyon kişi bu ticaretin mağdurudur. Bunların %80’ini kadınlar ve genç kızlar oluşturuyor. Geri kalanların çoğu ise 18 yaş altı erkek çocuklardır. Toplam sayıları 12,5 milyonu bulan yarı-kölelerin ise sahiplerine kazandırdıkları yıllık meblağ 35 milyar dolar. Bu yarı-kölelerin 9,5 milyonu Asya ülkelerinde çalıştırılıyor. Bunların da %55’i kadın ve %40’ı 18 yaşın altında. Böylesi bir yarıköleyi, örneğin Hindistan’da 17 ila 63 YTL arası bir fiyata satın almak mümkün. Bu çocuklar evlerde hizmetçi, çiftliklerde işçi olarak kullanılıyorlar, çoğunlukla fuhuş sektö-
39
Ağustos 2007 • sayı: 29
marksist tutum
rüne satılıyorlar. Bu durum kapitalizmin geldiği düzeyi ve yarattığı yozlaşmayı görmek bakımından oldukça çarpıcıdır.
Göçmen işçilerle birlikte örgütlenmeye ve ortak mücadeleye! Burjuvazi bir yandan göçmen işçilerin ve mültecilerin emeğini, insanlık dışı koşullar altında alabildiğine sömürürken, diğer yandan da emeğin serbest dolaşım hakkını baskı altına alarak sınırlamaktadır. Emek göçü burjuva yasalarla kısıtlanmış ve burjuva devletler tarafından, uluslararası denetim mekanizmaları ve aygıtları da kullanılmak suretiyle kontrol altına alınmış durumdadır. Yazının girişinde de belirttiğimiz gibi, sermaye istediği her yere rahatça girip çıkarken, işgücünün dolaşım hakkı burjuvazinin keyfine bağlanmıştır. Ne var ki, işçi sınıfının ve sendikaların bu konuya yaklaşımları büyük oranda burjuvazinin çıkarları doğrultusunda şekillenmektedir. En çok göç alan ülkeler olarak ABD ve AB ülkelerinde işçi sınıfı, burjuva politikalarının ve örgütsüzlüğün bir sonucu olarak, yaşadığı sorunların bir kısmının kaynağında göçmen işçiler olduğunu düşünüyor. Pek çok sendika, göçmen girişini kısıtlayan ve varolan göçmenlerin de sınırdışı edilmesini öngören yasaları destekliyor. Reformist solun durumu da farklı değildir. Örneğin geçtiğimiz yıl Paris’teki ayaklanmada solun önemli bir bölümü, işçi sınıfının bir parçası olan bu göçmenleri destekleyip işçi sınıfı içinde oldukça yaygın olan milliyetçi ve şoven önyargıları yıkmak için çaba sarf edeceği yerde, ya sessiz kalmayı tercih etmiş ya da göçmenleri eylemlerinin kontrolsüz oluşu gerekçesiyle eleştirmiştir. En iyi durumda, isteksiz ve yarım ağızla söylenen “göçmenler de zor durumda” ifadesinin ötesine geçilememiştir. Birçok Avrupa ülkesinde sendikalar başlangıçta sözleşmelerine, göçmen işçilerin de eşit koşullarda çalışmalarına, örgütlenme dâhil kazanılmış tüm haklardan eşit bi-
40
çimlerde yararlanmalarına maddeler eklemişlerdir. Ama aynı sendikalar “tampon işçilik”* gibi uygulamaları da kabul ederek, aslında ne kadar milliyetçi bir çizgide olduklarını ve samimiyetsizliklerini de açık etmişler ve burjuvazinin göçmen işçilere, mültecilere dönük saldırılarına karşı mücadele yürütmemişlerdir. Bu durum, göçmen işçilerin zamanla yerleşik konuma geçerek sendikalara girmeleri sonucu bir nebze olsun kırılsa da, halen devam etmektedir. Türkiye’deki sendikaların ve meslek örgütlerinin ortak görüşü de “yabancı ve kaçak işçilik yasaklansın” şeklindedir. Son dönemde, TMMOB’un ve TTB’nin, hükümetin yabancı uyruklu doktor ve mühendis çalıştırılmasına olanak tanıyan yasa tasarısına muhalefetinin altında da aynı yaklaşım yatmaktadır. Sendikalarda da göçmen işçiliğe karşı öz olarak benzer bir yaklaşımın olduğunu belirtmeye elbette gerek bile yoktur. Göçmen işçiler, genelde uluslararası işçi sınıfının özelde de bulundukları ülke işçi sınıfının bir parçasıdırlar. Onları dışlamak, işçi sınıfının birliğini bölmek anlamına gelir. Bulundukları ülkedeki işsizliğin, düşük ücretlerin, sosyal ve siyasal haklardaki kayıpların sorumlusu göçmen işçiler değil, kapitalizmin kendisidir. Tersi bir yaklaşım, burjuvazinin tuzağına düşmekten başka bir şey değildir. Yapılması gereken, göçmen işçileri de örgütleyerek birlikte mücadele etmektir. Göçmen işçilerin, yeri geldiğinde sınıf mücadelesinde ne kadar ileri unsurlar olarak yer aldıklarının canlı kanıtı, 2006 yılının baharında ABD’nin yüze yakın kentinde 5 milyondan fazla göçmen işçinin gerçekleştirdiği protesto yürüyüşleri ve mitingleridir, Paris’teki göçmen işçilerin ayaklanmalarıdır, Avrupa’nın pek çok ülkesinde göçmenlerin sınıfın devrimci mücadelesinde en ön saflarda yer almalarıdır. İşçi sınıfı ve tüm emek örgütleri, gerici burjuva hükümetlerin göçmen karşıtı, ırkçı-faşist politikalarına karşı çıkmalı, göçmenlerin örgütlenme dâhil her türlü hakkı eşit şekilde kullanabilmesi için mücadele etmeli ve emeğin serbest dolaşım hakkını savunmalıdır. İşçilerin ve emekçilerin istedikleri ülkeye serbestçe girip çıkabilmelerini engelleyen her türlü yasa ve uygulama gericidir, sınıfın devrimci mücadelesini geriletici bir etkiye sahiptir. İşçi sınıfı uluslararası bir sınıftır. Ulusal, ırksal, kültürel, etnik, dinsel vb. her türlü burjuva önyargı, proletaryanın enternasyonal düzeyde örgütlenmesinin önüne engel olarak dikilmek üzere kullanılmaktadır. Bu önyargıları yıkmaksızın, burjuvazinin işçi sınıfını bölüp parçalamasının ve örgütlü gücünü zayıflatmasının önüne geçilemez.
______________________ * Tampon işçilik, herhangi bir kriz veya tensikat durumunda öncelikle göçmen işçilerin işten çıkartılmaları veya ücretlerde düşüş olacaksa, öncelikle göçmen işçilerin ücretlerinde kesintiye gidilmesi, iş bulma kurumlarında da göçmen işçilerin en son sırada yer almaları gibi uygulamaları içermektedir.
Tuzla Deri İşçilerinin Sorunları Suphi Koray
Ç
ok uzun yıllar boyunca Kazlıçeşme’de faaliyet gösteren tabakhanelerin 90’lı yıllarda Tuzla’ya taşınmasıyla birlikte deri işçilerinin çoğunluğu da Tuzla’ya göç etti ve Tuzla’nın çehresi oldukça değişti. Bugün Tuzla bölgesinde deri ve tersane işçilerinin yanı sıra yan sanayi dallarında faaliyet gösteren fabrikalarda çalışan işçi aileleri de oturuyor. İşçilerin önemli bir kısmı başta Erzincan ve Bingöl olmak üzere Kürt nüfusun ağırlıklı olduğu illerden İstanbul’a göç etmişler. Yaşanan bu göçlerin sonucunda Tuzla’daki Aydınlı “köyünün” nüfusu şu an 16 bini geçmiş bulunuyor. Toplam 7 milyon metrekarelik bir alan üzerine kurulan İstanbul Deri Organize Sanayi Bölgesi (İDOSB) Aydınlı ve Orhanlı beldeleri arasında yer alıyor. İDOSB dericilik için kurulmuş olmasına karşın 1996 yılında diğer sektörlere de açılmış. Bugün bölgede 372 firma bulunuyor. Bunların 153’ü deri ve deri mamulleri alanında faaliyet gösteriyor. Ancak bu fabrikaların yalnızca yarısı çalışıyor. Çalışan fabrikaların yüzde 30’u giysilik deri, yüzde 55’i vidala ve saraciyelik deri, yüzde 10’u kürk-süet ve yüzde 5’i ise sadece vidala (çanta ve ayakkabı yapılan işlenmiş dana derisi) üretimi yapmaktadır. Ayrıca bölgede sabun, gliserin, seramik, ilaç, tekstil, deri ve tekstil kimyasalları, metal ve ahşap eşya, kâğıt ve ambalaj fabrikaları da bulunmaktadır.
Deri işçilerinin çalışma koşulları İDOSB’de çalışan deri işçilerinin sorunları, diğer sektörlerde çalışan işçilerin sorunlarından çok da farklı değil.
Ücretlerin düşüklüğü, kıdem tazminatlarının ödenmemesi, zorunlu fazla mesailer, geçici işçilik, hakarete ve baskıya maruz kalma, sağlıksız çalışma ortamları, iş kazaları ve mesleki hastalıklar tıpkı diğer işçiler gibi deri işçilerinin de muzdarip olduğu sorunlar. Geçici işçilik, deri işçilerinin en büyük sorunlarından biri. Özellikle kış aylarında işlerin azaldığı gerekçesiyle yüzlerce işçi işten atılıyor ya da ne zaman sona ereceği belli olmayan ücretsiz izinlere çıkartılıyor. Örneğin kürk fabrikaları sadece altı ay çalışıyor. Buralarda çalışan işçiler eğer şanslılarsa başka bir iş bulup farklı yerlerde çalışmaya devam ediyorlar. Bulamazlarsa sezon tekrar açılana kadar beklemek zorunda kalıyorlar. Ayrıca sadece deri işçileri için değil her sektörden işçiler için bir felâket anlamına gelen sözleşmeli işçilik uygulamasına başvuran patronlar, altı ay gibi kısa sürelerle işçi almayı tercih ediyorlar. Patronların daha az maliyet için başvurdukları yöntemlerden birisi de okulları tatile giren öğrencileri sigortasız, düşük ücretle çalıştırmak. Bölgedeki ailelerin çocukları ev bütçesine katkıda bulunabilmek için okul biter bitmez işe giriyorlar. Herhangi bir deri işçisiyle hemen hemen aynı işi yapan bu çocuk işçilerin aldıkları ücret ise çok daha düşük oluyor. Deri sanayinde çalışan işçiler, yoğun olarak kimyasal maddelerin olumsuz etkilerine maruz kalıyorlar. Deri sanayi bölgesinin ortasında yer alan atık su arıtma tesisinin yarattığı kesif koku, rüzgârın da etkisiyle mahalleye kadar yayılıyor. Bölgeye ilk kez girenlerin belki de dayanamayacağı bu koku aynı zamanda sanayide kimyasal maddelerin yoğun kullanıldığının da açık bir kanıtı. Bunlara karşı her-
41
marksist tutum
hangi bir önlem alınmadan çalıştırılan işçiler, deri hastalıkları, alerjik rahatsızlıklar ve kanser gibi meslek hastalıklarıyla karşı karşıya kalıyorlar. Deri sanayinin yanı sıra birçok sektörü içinde barındıran Tuzla’da yakın yıllarda bir kanser patlaması bekleniyor. Diğer bir sorun ise iş kazaları. Patronların “az işçi ile çok iş yapma“ anlayışı işçilerin çok daha uzun süreler çalışmasıyla sonuçlanıyor. Temas edilen ve solunan kimyasal maddelerin yarattığı yorgunluksa iş kazalarına adeta davetiye çıkartıyor. Ölümlü kazalar sık görülmese de, parmak, kol ve bacak kaybıyla sonuçlanan iş kazaları oldukça yoğun yaşanıyor. Patronların sonu gelmez kâr hırsı nedeniyle sakat kalan işçiler olsa olsa birkaç bin YTL ile kandırılıp bir kenara atılıyorlar. Ne var ki sınıf bilinci ve örgütlülüğün genelde yetersizliği nedeniyle, kazazede işçilerin büyük bir bölümü, patronun daha fazla bedel ödememek için yaptığı bu “iyilikleri” büyük bir şükran duygusuyla karşılayıp ona minnet duyuyor.
İşçilerin önemli bir silahı: sendikaları Yoğun sömürünün yaşandığı deri sektöründe işçiler, yukarıda da belirttiğimiz gibi çok zor koşullarda ve son derece sağlıksız ortamlarda çalışıyorlar. İşçilerin buna karşı önemli bir silahları, patronların büyük korkusu olan sendikaları. Deri-İş’in bu sene imzaladığı grup toplu iş sözleşmesi sonucunda deri işçilerinin ücretlerine ortalama yüzde 14 zam yapıldı ve bunun sonucunda en düşük sendikalı işçi ücreti aylık brüt 717 YTL’ye çıktı. İki yıl boyunca geçerli olacak olan bu toplu sözleşmeye göre ikinci yılda enflasyon + yüzde 2’lik bir zam yapılacak. İşçiler yine bu sözleşmeyle yılda 4 maaş ikramiye, yakacak yardımı, eğitim yardımı gibi sosyal ve ekonomik haklarını almaya devam edecekler. Başlangıçta sosyal haklarda yapılacak zamda patronların ve sendikanın anlaşamaması nedeniyle sekteye uğrayan görüşmeler, sosyal haklarda yaklaşık yüzde 20’lik bir artışta anlaşılmasıyla sonuçlandı. Ne var ki bu rakamlar bile gözü doymak bilmeyen patronlara çok geliyor. Daha az ücret ödeyerek daha fazla iş yaptırmak için her türlü yola başvuruyor patronlar. Bunun için öncelikle işçilerin sendikal örgütlülüğünü dağıtmayı hedefliyorlar. Sendikalı işçiler işten çıkarılmaya çalışılıyor, işyerlerine sendika sokmak isteyen işçiler ise toplu şekilde kovuluyor ya da fabrika kapatılıyor. Bu sene organize sanayi bölgesinde yaşanan Alkoç direnişinin nedeni de sendikalı olmak isteyen işçilerin işten atılmalarıydı. Patron sendika üyeliğinden istifa ederlerse çalışmaya devam edebileceklerini söylemişti işçilere. Sendikalı olarak çalışmak isteyen dört işçi ise yaklaşık iki ay boyunca sendikayı fabrikaya sokabilmek için direnmişti. Patronlar deri fabrikalarını sendikal örgütlülüğün olmadığı Çorlu’ya taşımak is-
42
Ağustos 2007 • sayı: 29
tiyorlar. Tahmin edileceği üzere, Çorlu’daki deri işçilerinin çalışma koşulları Tuzla’dakilerden çok daha kötü durumda. Bugün diğer işkollarında olduğu gibi deri sektöründe de sendikal örgütlülük eski yıllara oranla çok zayıflamış durumda. Şu anda Deri-İş’in sadece Tuzla, Çorlu, İzmir ve Gönen’de şubeleri bulunuyor. Bunlardan yalnızca Tuzla şubesinde elle tutulur bir örgütlülük mevcut. Çalışma Bakanlığının resmi verilerine göre Deri-İş’te yaklaşık 17 bin işçi örgütlü. Ama diğer sektörlerde olduğu gibi bu sektörde de bunun gerçeği yansıtmadığı ve sendikalı işçi sayısının bunun çok daha altında olduğu biliniyor. Sendikanın yetki sahibi olduğu fabrika sayısı ise 42. Ancak burjuvazinin sendikal örgütlülüğü dağıtma planları burada da işbaşında ve bazı fabrikalarda yetki kaybedilmesi tehlikesi söz konusu. Bölgede çalışan deri işçileri, sendikanın daha güçlü, işçilerin daha bilinçli olduğu 90’lı yılların ortalarında sendikalı işçi sayısının çok daha fazla olduğunu, işçilerin haklarını savunmak için binlerle sokağa döküldüklerini ve sanayi bölgesinden İçmeler mevkiine kadar yürüdüklerini anlatıyorlar. Grev ve direnişlerin sıkça yaşandığı o dönemlerde daha militan bir mücadele yürüttüklerini belirtiyorlar. Bugün bölgede yaşayan bilinçli işçiler, 12 Eylül karanlığını yaran eylemlerden biri olan Kazlıçeşme direnişini, özlemle anıyorlar. Yine de Tuzla deri işçileri, örgütlü güçlerindeki gerilemeye karşın militan duruşlarından pek bir şey kaybetmiş değiller. Nitekim bu seneki 1 Mayıs’a da iş bırakarak ve bini aşkın kişiyle, son derece coşkulu bir biçimde katıldılar. Bugün Tuzla deri sanayinde çalışan işçilerin profili, umudunu yitirmiş yaşlı işçilerden genç işçilere dönüşmüş bulunuyor. Deri işçileri arasında liseden terk genç işçilerin sayısı hiç de az değil. Çok erken yaşlarda proleterleşen bu gençler, mücadele için önemli bir potansiyeli barındırıyorlar. Yeter ki sınıfın devrimci-öncü unsurları bu potansiyeli açığa çıkarmak için, sabırla ve kararlılıkla çalışmayı sürdürebilsinler!
Ağustos 2007 • sayı: 29
marksist tutum
Burjuvazinin Zindanları Dolup Taşıyor!
14 Yıl Önce 35 İlerici İnsan Katledildi
Burjuva ideologlar kapitalizmin insanın özgür doğasına en uygun sistem olduğunu, mutluluğun, zenginliğin, insanca yaşamın sır kapılarının bu sisteme açıldığını vazededursunlar, sermaye düzeni insanlığı her açıdan tam bir cendereye sokmuş durumda. Mutluluğun, zenginliğin ve özgürlüğün kapıları bir avuç asalağa açıkken, milyarlar, sefaletin, savaşların, hastalıkların, açlığın, susuzluğun pençesinde kıvranıyor. Özgürlük de en şanslılar için iş bulmak ve geçinebilmek için eşek gibi çalışmakla sınırlı bir lüks. Ezilen milyarlara yaşamak için sömürülmeyi zorunlu kılan bu sistem, “sömürülme şansı” bulamayıp hırsızlığa başvuran, gayet bol nedenlerle çileden çıkıp birbirini boğazlayan, yanı sıra, haksızlıklara boyun eğmediği için isyan eden, bu sistemin köküne kibrit suyu dökmek isteyen insanlar için de bir “çare” üretmiş bulunuyor: Cezaevleri. Türkiye de, bu tür “çareleri” yüzlerce yıldır en gelişkin “tekniklerle” birleştirerek halkının hizmetine sunan ülkelerden biri. Burjuvazi bugünlerde Türkiye’nin ne kadar fazla yabancı sermaye çektiğiyle, şöyle güvenilir bir ülke olduğuyla, geleceğinin şu kadar parlak olduğuyla, zartla zurtla övünedursun, cezaevleri bu parlak ülkenin müreffeh halkını artık kaldıramayacak doluluk oranlarına ulaşmış bulunuyor. Bu yılın Nisan ayında kırılan 12 Eylül mahpus sayısı rekoru, üç aydır her gün bir kez daha egale edilerek, Haziran ayı itibarıyla 82 bin 742 tutuklu ve hükümlüye çıkmış. Bunlardan 76 bin 995’i erkek, 2 bin 693’ü kadın ve 2 bin 784’ü çocuk. “Rahşan Affı” olarak ünlenen ve 2000 yılı sonunda yürürlüğe giren af sırasında cezaevlerinde 73 bin tutuklu ve hükümlü bulunurken ve bu af sayesinde mahpus sayısı 40 bine indirilirken (yüce devletimiz politik mahkûmları elbette bu uygulamanın dışında tutmuştu), aradan geçen 6,5 güzel kapitalist yıl, bu sayıyı iki katına çıkarmış! Şu anda toplam mahkûm kapasitesi 78 bin 318 kişiyle sınırlı 458 cezaevine, fazladan 4 bin 424 kişi daha tıkılmış durumda. Ne de olsa onlar insan olma “ayrıcalığını” yitirenler, bir yatakta alt alta üst üste iki kişi de yatabilirler! Hatta yatağa gerek bile yok! Sanmayın ki, çağdaş uygarlık düzeyinin temsilcileri, demokrasinin beşiği “refah” devletleri, özgürlükler şampiyonları AB ülkelerinde durum çok farklı. Nitekim bu ülkelerden Fransa’da da cezaevleri, 50 bin kişilik kapasitelerine rağmen, yaklaşık 60 bin mahkûmla doldurulmuş. Orada bizden farklı olarak, bu sayının on yıl sonra 80 bine çıkacağı tahmin ediliyormuş, o kadar. Bu arada her yıl, ulusal bağımsızlık gününde, cumhurbaşkanının birkaç bin mahkûmu serbest bırakması bu ülkede gelenektenmiş. Ama Sarkozy, “nizam, intizam, disiplin isterim, sefillere ufacık bir taviz vermeye gelmez” diye düşünüp, bu geleneğe uymamış. O uymamış. Ama biz Fransız işçi sınıfının şimdilerde unutulmuş güzel geleneklerine uyup, yıkalım tüm zindanları, onların 1789 devriminde fethedip kapılarını kırdıkları Bastil gibi. Ve yıkalım bu sömürü düzenini burjuvazinin kafasına, yeryüzü bir daha sömürü nedir, baskı nedir, şiddet nedir, zindan nedir, savaş, açlık, yoksulluk, ayrıcalık, ayrımcılık nedir bilmesin diye!
1993’teki Sivas Katliamının üzerinden tam 14 yıl geçti ve bu yıl da insanlar bu katliamı protesto etmek için alanlara çıktılar. 2 Temmuz anması için, birçok yerde olduğu gibi Ankara içinde de mitingler gerçekleştirildi. Bir hafta öncesinden Tuzluçayır başta olmak üzere Ankara’nın pek çok bölgesinde anma etkinlikleri düzenlendi. Bunlar arasında tabii ki en kitlesel olanı 2 Temmuz Pazartesi günü yapılan miting oldu. Ön saflarda demokratik kitle örgütlerinin, arkasında da çeşitli siyasi partilerin ve devrimci grupların yer aldığı 2 bin kişilik bir kitle Tunus Caddesinden Kolej Kavşağına kadar “kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiç birimiz”, “yaşasın halkların kardeşliği”, “Sivas’ın ışığı sönmeyecek” , “Madımak müze olacak” , “dün Maraş’ta bugün Sivas’ta kurtuluş faşizme karşı savaşta” sloganları ve dövizleri eşliğinde yürüdü. Miting alanına gelindiğinde ise Sivas’ta katledilenler için saygı duruşu yapıldı. Yapılan konuşmalarda katliam bir kez daha lanetlendi ve bunun hesabının devletten sorulması gerektiği üzerinde duruldu. Her geçen yıl mitinge katılımın azalması, atılan sloganların daha çok Alevi kimliği üzerinden yürütülmesi, sınıfsal sloganların çok da rağbet görmemesi, 2 Temmuzların giderek kan kaybetmesinin de göstergesiydi. Bu sene farklı olan tek şey, seçim derdine düşen birçok siyası partinin de bu mitinge katılmasıydı. Düzen partilerinin 22 Temmuz seçimleri öncesinde Maraş, Çorum, Sivas gibi katliamların anma etkinliklerini –ki bunlar aslında kendilerinin yarattığı katliamlar da olsa– kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktan çekinmeyişleri dikkate değerdi. Üstelik Çorum’da, Maraş’ta, Sivas’ta bu katliamlar yaşanırken hükümetin başında “sol” görünen ve hâlâ bu şekilde benimsenip desteklenen partiler ve yöneticileri vardı. Ankara’daki miting de onlar açısından bir faydalanma alanıydı. Canhıraş şekilde darbeci-statükocu güçleri savunan CHP bunların başında geliyordu. Bizler tam da bu noktada “Darbeciler püskürtülecek, sınıf cephesi yükseltilecek” sloganımızı bu mitingde de yineledik. Statükocu güçlerin oldukça rahatsız olmalarına rağmen süreç haklılığımızı mutlaka kanıtlayacaktır. Var olan kapitalist sistem, işçi devrimiyle son bulmadıkça düzen yandaşlarının bu tür katliamları da son bulmayacaktır. Elbette devrim sürecine kadar burjuva devlet ve yaratmış olduğu faşizan yapılar saldırılarına devam edecektir. Bizler de tüm bu baskı ve sömürüye karşı işçi cephesini yükseltmeliyiz.
Kadıköy’den bir Marksist Tutum okuru
Ankara’dan Marksist Tutum okuru bir grup işçi
43
Ağustos 2007 • sayı: 29
marksist tutum
Gerçek Hangisi? Türkiye’deki seçimlerin sonuçları Amerika ve Avrupa basınında da büyük yer tutuyor. Çoğu gazete başyazısını Türkiye’de yaşananlara ayırmış ve ayrıca etraflıca haber ve yorumlar yayınlıyorlar. Bu haber ve yorumları okuyunca bir kez daha gördüm ki, Batı’daki yazar-çizer takımının olayları algılamasında ciddi bir sorun var. Meseleyi nasıl anlıyorlar? Sanki başka bir gezegenden gelmiş gibiler. Batı basınına göre Türkiye’de bir İslamlaik çatışması yaşanıyor. Ve AKP ile İslam zafer kazanmış! Laikler ise kaybetmiş! Laik ordu, güya şeriat tehlikesine karşı teyakkuzdaymış! Ve şu soruyu soruyorlar: Türkiye bir Ortadoğu İslam devleti mi, yoksa İslam ile demokrasi ilişkisini doğru kurarak örnek bir ülke mi olacak? Kime örnek olacak? Ilımlı bir İslam ülkesi olarak Ortadoğu ülkelerine! Batı’daki yazar-çizer böyle düşünüyor da bizim Kemalist elitler farklı mı düşünüyor? Adamlar seçim sonuçları üzerine, ağızlarını köpürte köpürte, geniş halk kitlelerini cahil, kişiliksiz ve satılmış olmakla suçluyorlar. Niye? Çünkü CHP’ye, yani statükoya, elitizme ve darbeye oy vermediler diye. Hele bu elitlerden bir tane var ki, akla ziyan. 26 Temmuz akşamı NTV’de Farklı Yorum programında, Kemalist kıdemli-baş elit Emre Kongar, Türkiye’nin hâlâ irtica tehdidiyle karşı karşıya olduğunu ve AKP’nin önümüzdeki dönemde “gizli gündem”ine hız vereceğini söylüyordu. Bir ara iyice coştu ve öyle bir gün gelecek ki, polisler başları zorla kapatılmış kadınların perçemi göründüğünde bile müdahale edecektir deyiverdi. İnsan bunları dinleyince, sanki beynini burguyla deliyorlarmış gibi hissediyor. Nefes almakta zorlanıyor. AKP’nin İslamcı bir kökten geldiği doğru, ama aynı AKP’nin derdinin hiç de bir İslam devleti kurmak olmadığı da doğru! AKP, çok açık ki, büyük sermayenin temsilcisidir. Parti içinde girişilen operasyon ile denilebilir ki AKP, seçimler öncesine göre, daha çok büyük sermayenin yanına çekilmiştir. AKP artık sermayenin güvenoyunu almış bir partidir. Erdoğan, parti içinde giriştiği operasyonla İslami “duyarlılığı” fazla olan milletvekillerini temizlemiş, onların yerine ya liberalleri ya da doğrudan sermayenin uzantılarını doldurmuştur. Gazetelere yansıdığına göre, AKP listelerinden 60 patron milletvekili olarak parlamentoya girmiş bulunuyor. Tüm bunlar AKP’nin şeriatı getirmek isteyen bir parti olmadığını gösterir. Eğer bu adamların “gizli gündem”leri vardıysa da artık yok! Zira unutmamak gerekiyor ki, yaşama biçimi düşünceyi belirler. Şeriat getirecek denenlerin hemen hepsi büyük zenginlikler elde ettiler, semirdiler ve burjuvaziye dâhil oldular. Şehirli burjuvazinin alışkanlıklarını, davranışlarını sergilemeye çalışarak klasik burjuva kültürüne özeniyorlar. Bu tavırlarıyla, geçmişte soyluluk unvanını parayla satın alan ve aristokratça kurum satan sonradan görme Avrupa burjuvazisini
44
hatırlatıyorlar adeta. Soyluluk unvanını satın alan burjuvazinin feodalizmi geri getirmek istediği düşünülemez herhalde! Tüm bu kargaşa içinde esas mesele gözlerden yitip gidiyor. Oysa gerçek, İslam-laik kavgası değil, burjuvazinin arasındaki iktidar çatışmasıdır. Çok açık ki, asker-sivil bürokratik elit ve onlarla kader birliği içinde olan kesimler geleneksel rollerini, yani devlet-siyaset üzerindeki ayrıcalıklarını kaybetmek istemiyorlar. Burjuvazinin iktidar kavgası tabii olarak, çıplak bir şekilde değil de, kitlelerin bilincini bulandıracak başlıklar üzerinden sürdürülmektedir. Yani laiklik elden gidiyor vaveylası, statükocu-devletçi güçler için politik paravandan başka bir şey değil. Burjuva güçler arasında yaşanan çatışmanın gündeme damgasını basmasının esas nedeni işçi sınıfının örgütsüz ve devrimci öncüden yoksun olmasıdır. Eğer örgütlü bir devrimci güce sahip bir işçi sınıfı olsaydı, her şey başka olurdu. Bir kere, işçi sınıfı burjuva güçler arasında yaşanan krizden devrimci emelleri için yararlanırdı. Her şeyden de önemlisi burjuva güçler arasındaki çatışma çeşitli paravanlar arkasına saklanamaz, bilinçli işçi kitleleri burjuva kamplardan birinin peşine takılmazdı. Fakat bugün devrimci bir alternatif olmadığı için işçi emekçi kitleler ehven-i şer politikası izleyerek darbeci Kemalist elitlere karşı göreli de olsa burjuva demokrasisini savunan AKP’yi iktidar yapmışlardır. Ancak bir gün gelecek ki, işçi sınıfı CHP, AKP ve tüm burjuva partilerle birlikte kapitalist düzeni alaşağı etmek için ayağa kalkacak. İşte o vakit burjuvazinin kitleleri kandırmak için kullandığı tüm paravanlar yerle bir olacak, gözbağlarını çözen işçi sınıfı iktidara yürüyecek. Tuzla’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
Ağustos 2007 • sayı: 29
marksist tutum
Rüzgârınız Bol, Pruvanız Neta Olsun Sevgili Marksist Tutum okurları, Uzun bir aradan sonra tekrar sizlere yazmak fırsatı bulduğum için mutluyum. Öncelikle, gecikmiş kutlama mesajımı dergimizin yazarlarına ve sizlere iletmek istiyorum. Dergimiz Marksist Tutum iki yaşına girdi. Bu iki yıl işçi sınıfının devrimci mücadele tarihi içinde çok uzun sayılmaz. Ancak her şeye sıfırdan başlanmak zorunda kalınan günümüz benzeri gericilik koşullarında, akıntıya karşı yüzmek ve bir yandan burjuva ideolojisinin yarattığı milliyetçi-şoven dalgayla, diğer yandan da bu dalgayı arkasına alarak fırtınanın göbeğine doğru süratli bir şekilde sürüklenen sol akımlarla iki yıl boyunca, hiç durup dinlenmeksizin boğuşmak pek de kolay bir iş sayılmaz. Bu sabırlı, kararlı ve planlı çabaları takdir etmemek mümkün değil. O yüzden hepinizi bir kez daha kutluyor ve yolumuz açık olsun diyorum. Değinmek istediğim konu, aslında büyük bir aile olan işçi sınıfını oluşturan bizlerin, bilinçsiz ve örgütsüz olduğumuzda nasıl da farkında olmadan iplerini burjuvazinin tuttuğu kuklalara dönüştüğümüzle ilgili. Hepimiz aynı hamurdan yapılmışız. Özümüz de, işimiz de bir. Fakat burjuvazi bizleri farklı renklere boyamış, farklı dillerde konuşuyoruz diye birbirimizden çok farklı olduğumuza inanmamızı sağlamış. Aramıza öyle nifak tohumları ekmiş ki, birbirimizle didişip duruyor ama sebebini bilmiyoruz. Çalıştığım gemide neredeyse her milletten emekçiler var. Toplam 23 kişilik mürettebatın, ben dâhil dördü Türk, üçü Yunanlı, altısı Nijeryalı, beşi Filipinli ve beşi de Rus. Mürettebat salonumuz BM’nin toplantı salonu gibi. Herkesin dili, dini, kültürü vs. çok farklı. Birimizin yediğini diğerimiz beğenmiyor. Tek ortak yanımız aynı patronun hesabına çalışıyor olmamız ve hangi milletten olursak olalım biz çalıştıkça onun zenginleşiyor olması. Bu gerçek, patronumuzla aynı milletten olan Yunanlı mürettebat için de geçerli. Onların durumu da bizden farklı değil. Dertlerimiz de çarelerimiz de ortak, ama patronun uyguladığı taktikler ve birbirimize karşı oluşmuş önyargılarımız yüzünden bir türlü biraraya gelip güçlerimizi birleştiremiyoruz. Gemideki diğer Türk mürettebatla ne kadar konuşursam konuşayım, onları, Yunanlıların da bizim gibi işçi sınıfının bir parçası olduğuna ikna edemedim. Bir tanesi “onlar işçiyse ben değilim” deyip çıktı işin içinden. Bizim Türkler, Yunanlılara “gâvur”, Nijeryalılara “yamyam”, Ruslara “gomonist”, Filipinlilere de “maymun” diyorlar. Tabii onların da bize bayıldığı yok. Onların gözünde de Türk olmak kavgacılıkla, barbarlıkla, kültürsüzlükle aynı anlama geliyor. İşin gerçeği, pek haksız da sayılmazlar. Anlayacağınız sürekli didi-
şip duruyoruz. Hepimizi ilgilendiren bir olay meydana geldiğinde, örneğin fazla mesailerimizin ödenmemesi gibi, önce biraraya gelmeyi başarıyor ve meseleyi kendi aramızda tartışıyoruz. Hatta işi ilerletip, birlikte şirkete kafa tutmaya, fazla mesailerimiz ödenmezse çalışmayacağımızı söylemeye karar veriyoruz. Ama ardından şirketin temsilcisi olan kaptan, birbirimize karşı beslediğimiz önyargıları kullanarak bizi kısa sürede ayırmayı başarıyor. Ardından birbirimizi suçlamaya başlıyor ve kısa sürede dağılıyoruz. Dolayısıyla olan hepimize oluyor ve hakkımızı almak bir tarafa, zor bela oluşmuş dostluğumuz da bozuluyor. Ancak geçen hafta izlediğimiz bir film, hepimizi derinden etkiledi ve önyargılarımızın belirli ölçüde kırılmasına vesile oldu. Filmdeki olaylar, iki düşman kukla halkın yaşadığı bir dünyada geçiyor. Kukla halkların birisi kırmızı öteki mavi renkli ve hepsinin ipleri de göğe doğru uzanıyor, sanki tanrı-efendileri göğün üst katlarından iplere kumanda ederek onları oynatıyormuş gibi. Sürekli birbirleriyle savaşıyorlar ve mevcut olan tek (kutsal) şehri elde etmeye uğraşıyorlar. Fakat bir süre sonra öğreniyorlar ki, bütün kuklaların ipi, göğün üst katlarında birleşiyor. Yani aslında hepsi, tam da efendilerinin kendilerine kumanda ettiği bu iplerle birbirlerine bağlılar. Düşmanlıklarının simgesi olan boyalar kazındığında ise hepsinin aynı ağaçtan yapılmış olduğu ortaya çıkıyor. Aynı bütünü oluşturan parçalar olduklarını anlıyorlar. Ve nihayetinde bu iplerden, dolayısıyla da tanrı-efendilerinin boyunduruğundan kurtulmaya karar veriyorlar. Fakat bütün ipler birbirine bağlı olduğundan, hepsi aynı anda kesilmeden kurtulmak mümkün değil. Aralarından birçoğu ipler olmadan yaşanamayacağını düşünmesine rağmen, elbirliğiyle onları da ikna ederek tüm iplerden kurtuluyorlar ve film de böylelikle sona eriyor. Dediğim gibi bu film herkesi çok etkiledi ve düşünmeye sevk etti. Kuklalarla olan benzerliğimiz kimsenin gözünden kaçmamıştı. Ama bizler, iplerimizden kurtulmaya onlar kadar kolay karar veremiyorduk. Üstelik bizi efendilerimize ve sisteme bağlayan o kadar çok ip vardı ki, birkaçından kurtulmak çok fazla bir şey değiştirmiyordu. Hepsini kesip atmadıkça kurtulamayacağımız belliydi. Bizi birbirimize bağlayan iplere daha sıkı sarılmaya, efendilerimize bağlayan iplerden kurtulmanın gerekliliğini de diğer “kuklalar”a anlatmaya karar verdik. Eh, bir yerden işe başlamak lazımdı. Umarım sizler de kurtuluşa giden yolda sabırlı ve kararlı adımlarla ilerlemekten yılmazsınız. Ne de olsa kurtulmamız gereken çok ip var. Rüzgârınız bol, pruvanız neta olsun. Marksist Tutum okuru bir deniz emekçisi
45
Okurlarımızdan Marksist Tutum’la beraber Günümüzün zor iş koşullarında uzun saatler boyunca çalışan bizler, bu da yetmezmiş gibi fazla mesailere mecbur ediliyoruz ve kalmak istemediğimizde de bir anda patronun hedefi haline geliyoruz. Bu yoğunluk içersinde bir de psikolojik baskılara, hakarete vardırılan sözlere maruz kalıyoruz. Sınıf mücadelesinin diplerde olduğu bu dönemde işçiler birbirinden kopuk, bilinçsiz ve örgütsüzler. Bu yüzden işyerlerinde daha çok eziliyoruz ve boyun eğmeye mecbur kalıyoruz. Yoğun çalışma koşulları sonucunda bizlere kalan zamansa maalesef birkaç saatten ibaret oluyor. Ne yapabilirsen bu süre içinde yapmalısın. Normal koşullarda bu süre, eve gidip yemek yiyip duşunu aldıktan sonra belki ev halkıyla üç beş sohbetin ardından çabucak bitiverir. Sonra yorgun bedenini yarınki iş-
gününe hazırlamak için yatarsın. Bizlerin her şeyini programlayan bu sistem bizlere okuma, düşünme zamanı bırakmaz. Bu kısıtlı zamanda var olan sistemi doğru kavramak, gündemi takip etmek zorlaşır. Sabah almış olduğum günlük gazeteyi bütün gün yanımda taşıdıktan sonra ancak geç bir saatte bakma fırsatı bulabilirim. Günlük gazetedir ama ben baktığımda gün çoktan bitmiştir. O da bakmak değil tabii sadece göz gez gezdirmek. İşte tam da bu sırada, zamansızlığın, kopukluğun arasında Marksist Tutum devreye giriyor. Her sayıda ayrı ayrı değerli konularla, gündeme ve tarihe dair zengin içeriğiyle bizlere ulaşıyor. Bulunduğumuz topraklarla beraber Asya’dan, Afrika’dan, Amerika’dan, Avrupa’dan da haberdar oluyoruz. Çevirmiş olduğumuz bir sayfayla beraber Afrika’daki kardeşlerimizin, orada ezilen insanların nelere maruz kaldığını, na-
Burjuva partiler yaklaşık iki aydır seçim propagandası yapıyorlar. İl il miting düzenleyerek, televizyonlarda, sokaklarda, gazetelerde, kısacası her yerde seçim için hazırladıkları yalanlarının propagandasını yapmaktalar. Neler yok ki vermeyi, çözmeyi, ortadan kaldırmayı vaat ettikleri şeyler arasında… Her seçimde olduğu gibi bu seçimde de burjuvazi bize yalanlardan başka bir şey vaat etmedi. Her yıl 1 milyon 200 bin işçi istihdam edilerek işsizlik sorunu çözülecek; en fakir 3 milyon 500 bin aileye her ay 350 YTL yardım yapılarak yoksulluk, açlık ortadan kaldırılacak; her aileye ev, araba anahtarı verilerek barınma sorunu giderilecek; ÖSS kaldırılınca, ücretsiz kitap dağıtınca eğitim sorunu çözülecek; herkes sadece kimliğini göstererek bütün hastanelerden yararlanacak ve böylece sağlık sorunu çözülecek! Bunlar sadece burjuva partilerin bize sunduğu seçim vaatlerinden birkaçı. Hepsi yalan, hepsi sahte, hepsi hayali. Fazla uzağa gitmemize gerek yok. Bu yalanlar bize 2002 seçiminde de söylenmişti. O seçimde de sınırsız vaatler sıralanmıştı ve bunların hiçbiri yerine getirilmedi. İşsizlik söyledikleri gibi azalmamıştır. Tersine bugün her ailede en az 2-3 işsiz bulunmakta, her mezun olan öğrenci ise iş bulamayarak eğitimli işsizler ordusuna katılmaktadır. İş bulabilmek için kapı kapı dolaşmak zorundayız. Ev, araba almak şöyle dursun ev kiraları daha da yükseldiğinden bize verilen asgari ücret kiramızı bile ödememize yetmemektedir. “Ücretsiz kitap dağıtarak eğitim sorununu çözdük” diyor AKP hükümeti. Sadece ücretsiz kitap dağıtmakla eğitim sorununun çözülemeyeceğini hepimiz biliyoruz. Okula kayıt sırasında alınan kayıt ücreti kaldırıldı denilmesine rağmen hâlâ alınıyor. Yıl içerisinde ailelerden istenen aidatlar toplanılamazsa hiçbir okulda ısınma sistemi çalışamıyor ve dersler soğukta yapılıyor. Okulun bakım onarım ücreti de bu aidatlardan ödeniyor. Bildiğimiz gibi birkaç ay önce sağlık kurumları tek bir çatı altında toplandı ve bu durum sağlık sorunu çözüldü diye yansıtıldı. Peki şimdi tek çatı altında herkes kendi kimliğiyle sevksiz tedavi olabilse bile, yazılan bazı önemli ilaçları alacak para
46
sıl bir yaşam sürdüğünü öğrenmiş oluyoruz. Bu değerli yazıların hepsini bir dergi içersinde bulabiliyoruz. Bizleri, işçi sınıfını ilgilendiren bilgilere ulaşmış oluyoruz sayenizde. Biz işçiler için önemli bir kılavuz Marksist Tutum. Göremediğimiz, duyamadığımız bilgileri bize getiriyorsunuz. Sizin yazılarınızla bizler olaylara doğru şekilde bakmayı öğreniyoruz. Politikayı öğreniyoruz, politika yapmayı öğreniyoruz. Tabii bizim politikamız onların bizleri uyutmak için kullandıkları politikanın teşhiridir. Sizlerin bize aktardığı bilgiler o kadar önemli ve değerli ki, farklı yayınlar takip edemediğim için çok üzgün değilim. Çünkü her şey en doğru haliyle Marksist Tutum’da var. Marksist teoriyi anlama, kavrama ve bilince çıkarmak için Marksist Tutum’a daha fazla zaman ayıralım. Esenler’den bir tekstil işçisi
hangimizde var ki? Onca prim ödememize rağmen devlet ilaçların çoğunu ödemiyor. Bazı ilaçlar ise özel ihtiyaç statüsüne sokulup parası bize ödettiriliyor. Her aileye bir aile doktoru diyorlar. Şimdiye kadar hangi doktor “ailemizin doktoru” olarak bizimle ilgilenip bizi tedavi etmiş ki? Aksine hastanelerde bizimle doğru dürüst ilgilenilmemekte, bağırılıp çağırılmaktadır. Genel sağlık sigortasından yaralanabilmemiz için 90 gün prim ödemek zorundayız. Açıkçası burjuvazi bize “paran varsa yaşa, yoksa öl” demektedir. Ne işsizlik, ne eğitim, ne barınma, ne de sağlık sorunu, burjuvazinin bize sunduğu yalanlarla veya şu ya da bu burjuva partinin iktidara gelmesiyle ortadan kalkabilir. Kapitalizm bizi bu sorunlarla karşı karşıya getiren sistemin ta kendisidir. Kapitalist sistem bize yaşanılacak bir hayat sunmamaktadır. Burjuvazi şimdiye kadar elimizdeki haklarımızı gasp etmiştir ve etmeye de devam edecektir. AKP hükümeti daha başa gelir gelmez 4857 sayılı İş Kanunu yasalaştırdı. Bununla, daha çok sömürü daha az ücret anlamına gelen esnek çalışma yasallaştı, 8 saatlik işgünü ortadan kaldırılarak 12 saat fiili bir hal aldı ve iş güvencesi denen şey tamamen yok edildi. Bu seçimde iktidara gelecek olan burjuva partisi de bizi bu kölelik koşullarına itmeye devam edecektir. Burjuva seçimleri ya da partileri bizleri oyalamaktan, yalanlarıyla kafamızı karıştırmaktan, kışkırttıkları milliyetçilikle bizi birbirimize düşürmekten başka bir işe yaramazlar. Onlar için A partisi kazanamazsa B partisi iktidara gelir ve değirmenin taşını döndürmeye devam eder. Burjuvazinin partileri, hükümetleri, parlamentoları kapitalist sistemin sürmesini sağlayan araçlardır. Biz işçiler, ancak mücadele ederek bu kokuşmuş sistemi ortadan kaldırabiliriz. Burjuvazinin yalanlarına kanmayarak kendi sınıf cephemizi oluşturmalıyız. Nerede olursak olalım örgütlenip mücadele etmekten başka çaremiz yok. İşsizliğin, açlığın, yoksulluğun olmadığı bir dünyayı ancak biz işçiler mücadele ederek kurabiliriz. 1 Mayıs Mahallesinden Marksist Tutum okuru bir kadın işçi
Okurlarımızdan Yaşasın örgütlü, bilinçli, inançlı mücadelemiz! Merhaba dostlar! Öncelikle işçi sınıfına doğru bilinç taşıyan Marksist Tutum’un ikinci yılını saygıyla selamlıyorum. Dostlar ben gördüğüm bir olayı siz işçi kardeşlerimle paylaşmak istiyorum. Bundan bir hafta önce üç arkadaş bankta oturuyorduk. Bir teyze bankta uzanmış yatıyor. Gözüm teyzeye ilişti. Bir taraftan da polisler geziyor. İçimden, gelip teyzeyi kaldırıp göndereceklerini düşündüm Diğer taraftan ise kaldırıp gönderseler bile başka bir bankta uzanıp yatacak, başka gidecek bir evi bir yeri yok ki. Yatağı banklar, hayatı sokaklar olmuş. Kapı kapı dolaşıp dilenerek karnını doyuruyor. O an bu pislik kapitalist sisteme öfkem daha da çok arttı. Bu kadar bolluğun içinde insanlar açlıktan, yoksulluktan, sefaletten nasibini alıyor. Bu insanlar hayattan hiçbir tat alamadan sokaklarda ölüp gidiyorlar. İnsanlık bunu mu hak ediyor? Üretilen o kadar çok ürün varken bizlerin payına düşen karın tokluğuna çalışmak. Ürettiklerimizi ne giyebiliyoruz, ne de yiyebiliyoruz. Yiyeceklerin birçoğunun adını dahi bilmiyoruz. Ben de bu dünyaya geldim-yaşadım-gidiyorum diyemiyorum. Kapitalizm yaşamımızı bizden çalıyor. Bizleri köleleştiriyor. Bir böcek gibi görüyor. Fakat biz işçilerin sırtından kârına kâr katıyor. Büyüdükçe büyüyor. Ama her
“Küçük-burjuvanın Anatomisi” Kapitalist sistemin ürettiği hastalıklardan biri de küçük-burjuva hastalıktır. Elif Çağlı’nın bu konudaki yazısını okuduğumda acaba yazıda ben mi tarif ediliyorum diye düşündüm. İşçi olmamıza rağmen nasıl oluyor da küçük-burjuva özellikler taşıyabiliyoruz diye düşünebiliriz. Oysa Elif Çağlı’nın dediği gibi, “Kapitalizmde bilimsel açıdan ara sınıfın küçüldüğü, işçi sınıfının ise devasa büyüdüğü aşikâr bir gerçektir. Böylece bu ara sınıfın nesnel dayanakları alabildiğine zayıflamaktadır. Fakat küçük-burjuvazinin modern toplumda tuttuğu yer nesnel olarak önemini yitirmekte olsa da, küçük-burjuvanın konumundan türeyen çeşitli sosyal ve siyasal sorunlar önemini yitirmiş değildir. Toplumsal yaşamı kavrayış tarzı olarak küçük-burjuvalık, kapitalizm öncesinden günümüze uzanan, adeta toplumun tüm dokularına sinmiş bulunan ve aslında etki alanını burjuvasından işçisine kadar genişletebilen bir zihniyettir. O nedenle de küçük-burjuva kavramı, bu ara sınıfa mensup olanlardan çok daha geniş ölçekli bir gerçekliği anlatıyor. Kapitalist gelişme nesnel bakımdan bizi giderek küçük-burjuva katmanlardan kurtarıyor, ama küçük-burjuva zihniyet bir türlü kurtulamadığımız, kapıdan kovsak bacadan giren ve neredeyse ortalama insanın yaşamı algılayışını genelleyen bir problem oluşturuyor.” Yukarıdaki satırlarda belirtildiği gibi işçi sınıfının bir parçası da olsak bu hastalık toplumun bütün kesimlerini sarmış durumda. Kapitalizmin yaydığı hastalıklara karşı ancak örgütlü mücadele ile karşı konulabilir. Fakat örgütlü mücadele için ter döken insanların sağlıklı bir şekilde ilerleyebilmesi için kapitalizmin hastalıklarından kurtulması gerekir. Bu hastalıkları yenemeyen veya yüzleşmeyenler sonuçta istenilen hedefe gidemeyecekleri gibi mücadeleye de büyük zarar vereceklerdir. Zora gelememek, eleştiriye tahammülsüzlük, kolay elde edilecek başarılar peşinde koşmak, pohpohlanma isteği, önde görünme isteği, sabırsızlık, dükkâncılık, reklâmcılık, çokbilmişlik, kıskançlık gibi özellikler küçük-burjuvanın özellikleri olarak yazıdan çıkartabildiğim davranışlardır. Kapitalist toplumun pisliklerinden kurtulmak istiyorsak bunu sadece iyi niyetlerimiz-
şeyi yaratanın, her şeyi üretenin biz işçi ve emekçiler olduğunu bildiğinden işçi sınıfından çok ürküyor. Biz işçiler olmazsak patronlar bir halt elde edemezler. Patronlar bizi iliklerimize kadar sömürüyorlar. Yaşamımızı kendi doğrultularında yönlendiriyorlar. Bizleri kukla gibi hareket ettiriyorlar. Peki, biz işçiler bu kötü koşullara duyarsız mı kalacağız? Eğer bizler duyarsız kalırsak, o bankta yatan ya annemiz ya babamız ya da çocuklarımız veya bizler olacağız. Bir araya gelip örgütlenmediğimiz sürece bunların hepsi olacak. İşçi sınıfının üretimden gelen gücü var. Bu gücü kapitalist sisteme karşı birleştirmeliyiz. Birleşmeliyiz aç kalmamak için, birleşmeliyiz sokaklarda ölmemek için. İnsan gibi yaşamak için, hayattan tat aldım diyebilmek için işçi sınıfının bir araya gelip örgütlenmekten başka çaresi yok. Ben şuna inanıyorum, işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır. Tarihte bu kanıtlanmış. Kanıt çok açık. 1917 Ekim Devrimi! O zaman da işçi sınıfı vardı, şimdi de işçi sınıfı var. Bu ne hayal ne de düş, yeter ki biz yürekten inanalım. Biz bir araya gelip örgütlü gücümüzü oluşturalım. O zaman banktaki teyzeyi, sokaktaki çocuklarımızı içine düştükleri durumdan kurtarabiliriz. İnsan gibi yaşıyorum diyebilmek için örgütlenmeliyiz. Yaşasın örgütlü, bilinçli, inançlı mücadelemiz! Esenler’den bir kadın işçi
le başaramayız. Bizler kapitalist sömürüye son vermek isteyen insanlar olarak kendimizle mücadelemizi de devrimci bir tarzda yürütmek zorundayız. Birçoğumuz yazıyı okuduğumuzda eminim kendimizden çok şey bulmuşuzdur. “Bende bu davranışların hiçbirisi yok, ben sütten çıkmış ak kaşığım” diyen varsa demek ki küçük-burjuvalığa devam ediyor. Devrimci mücadelede sabır, eleştiri, zorluklar karşısında umutsuzluğa kapılmamak çok önemli bir yere sahiptir. Bunlardan yoksun bir mücadele çizgisi nasıl başarılı olabilir ki? Bizler ’80 sonrası nesil olduğumuz için her şeyin hemen olup bitmesini istiyoruz. Ancak bazen küçük bir şey için bile emek harcamak, sabırla beklemek gerekiyor. Tabii bunları öğrenmek kolay değil, ben sabırlı olacağım demekle sabırlı olunmuyor. Doğru bir yaklaşım tarzı olmadan hiçbir insanın bu davranışlardan kurtulması kolay değildir. Bu tip hastalıklardan kurtulmayı sağlayacak tek doğru tarz Bolşevik tarzdır. Bolşeviklerin tarihine baktığımızda Lenin bütün yaşamı boyunca örgütsel sorunlarla uğraşmayı hiç bırakmadı. Hep bu tip hastalıklarla, zaaflarla uğraştı. Bolşevikleri devrimci bir parti yapan da bu tarzın başarısıydı. Lenin hiçbir zaman dükkâncılık, reklâmcılık, sabırsızlık, kariyerizm gibi küçük-burjuva davranışlara müsaade etmedi. Çünkü Bolşevik tarz uzun soluklu, sabır gerektiren, eleştiri silahını iyi kullanabilen, reklâmcılıktan ve gösterişten uzak, rekabetçi olmayan bir tarzdır. Dünyayı değiştirmek, yeni bir gelecek kurmak bizlerin elinde. Ancak hedefe giden yolda yarı yolda kalmak istemiyorsak kendimizle hesaplaşmalıyız. Unutmayalım ki bizler kapitalist toplum içinde yaşıyoruz. Hiç birimiz kapitalizmin hastalıklarına karşı şerbetli değiliz. Bizleri kapitalizme karşı koruyacak tek dayanak örgütlü mücadeledir. Bugün genç kuşak olarak sınıf hareketinin son derece durgun bir döneminde yaşasak da bizleri davaya sağlam bağlarla bağlayacak bir Bolşevik tarzın yeşerdiğini görebiliyoruz. Onun için Elif Çağlı’nın yazısındaki bütün satırlar biz gençler için altın değerindedir. Bunlardan yararlanmak, bu şansı değerlendirmek bizlere kalıyor. Gazi Mahallesi’nden bir Marksist Tutum okuru
47
Okurlarımızdan Şimdi ne yapmalı?
Ben bir büro işçisiyim, iki yıldır bir tekstil firmasında çalışıyorum. Çalışma şartları malum; mesailer ücretsiz, hafta sonu zorunlu çalıştırılıyoruz, maaş ise sadece ertesi gün işe geri gelebilmemizi sağlayacak kadar. Geçenlerde şirketin holding olması şerefine çalışanlar için yemekli bir eğlence (toplantı) yapılacağını duyurdular ve hatta bu toplantıya katılmanın mecburi olduğunu söyleyerek izinleri dahi iptal ettiler. Buraya kadar ters gelen bir şey yok gibi; asıl olay toplantının içinde… Özellikle çok lüks bir yer seçilmişti, zenginliğin, ihtişamın, gösterişin en alâsı… Saray gibi döşenmiş mobilyalar, etrafta koşuşan hizmetçiler, bilinçsiz bir işçinin bu manzarayı görüp de etkilenmemesi mümkün değil. Oyun iyi hazırlanmıştı, girişte herkese üzerinde isimlerin yazılı olduğu kartlar verdiler, bunları boynumuzda taşıdık, böylece bize önemli olduğumuzu gösterdiler! Hepimiz bekleme salonundaydık, patron ve üst düzey yöneticiler dâhil, ayaküstü sohbet ediliyordu (patronu gördün mü, vay bee o da bizim gibi insan işte, bak bizimle sohbet ediyor). Sonra toplantı salonuna aldılar, hiçbir masraftan kaçınılmayarak sırf biz işçiler için çok güzel bir organizasyon hazırladıklarını anlattılar ve gösteri başladı. Önce patronu davet ettiler sahneye, kendini ve bu başarıyı nasıl yakaladığını anlatmasını rica ettiler. Patron bey tabii ki kırmadı bu ricayı. Meğer bu işe iki dikiş makinesiyle başlamış, önüne her zaman bir hedef koymuş ve hep çalışmış… Gerçi zengin babasının da katkıları olmuş ama önemli olan o hep çalışmış ve başarmış ( aaaa, demek ki çalışırsak biz de çok para kazanabiliriz ama biz işi bilmiyoruz!). Sonra da çalışanlara nasihatler etti “sevgili” patronumuz. Şirketimizin ne kadar büyüdüğünü, bilmem kaç kişiye istihdam sağladıklarını, açacakları mağaza sayısını, bir de geçtiğimiz dönem içinde ne kadar kâr ettiklerini anlattı. Böylece biz de ne çok para kazandıklarını öğrenmiş olduk. Ama maaşların artacağına dair hiçbir şey duymadık. En çok satış yapan mağazaları anons ettiler ve sahneye davet edip kupa verdiler, ardından bu mağazalarda çalışanlar içinde en fazla satış yapanlara madalyalarını taktılar (gördün mü işte, çalışanı ödüllendiriyorlar!). Herkeste bir motivasyon, bir motivasyon! Sonra bir sürü sıkıcı şirket haberleri… Toplantıyı uyuklayarak bitirdik ve yemek için bahçeye geçtik; yemekler açık büfe, bar bölümünde ise “sevgili” patronumuz barmenlik yapıyor ve isteyenlere içki, kola vs. servisi yapıyordu. (Patronumuz ne kadar mütevazı ve işçilerine ne kadar yakın değil mi?!) İşte böyle bir toplantıydı, bu toplantıya katılan işçilerin çıktıklarında nasıl bir psikolojide olduklarını düşünebiliyor musunuz? Bütün bir yıl sömürülen, ekmekleri ellerinden alınan, en kötü koşullarda yaşamaya ve çalışmaya mahkûm edilen, horlanan, dışlanan işçiler, bunca yıllık acılarının kendi akılsızlıkları ve iş bilmezliklerinden kaynaklandığına inandırıldılar. Çok çalışırlarsa kendilerini kurtarabilecekleri ve geleceğe güvenle bakabilecekleri yalanlarına kanar oldular. İşçiler elbette geleceğe güvenle bakabilecekleri bir dünyada yaşayabilirler, ama asla bu sistemde değil. Karşımızda çok güçlü bir örgüt var, işçileri uyutmak ve bilinçlenmelerini engellemek için yapmayacakları şey yok. Kapitalizm her gün bizi biraz daha yok oluşa sürüklüyor. Önümüzde tek bir yol var, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya ve gerçek özgürlük için ya bu sistemi yıkacağız ya da bu sistemi yıkacağız. Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz.
Değerli kardeşlerim, bizler istesek de istemesek de birileri Türkiye’yi seçim sürecine sürükledi. Artık değişik dedelerden ninelerden masal dinler gibi aylar boyunca vaatler dinleyeceğiz. Öyle yalanlar söyleyecekler ki, bizleri bir hayal ülkesine götürecekler. Öyle bir ülke tablosu çizecekler ki, ne işsizlik kalacak, ne hastanelerde, bankalarda kuyruk kalacak. Yani onlar yıllardır bizlere söylenen yalanları tekrarlayacaklar. Bizler de her partinin düzenlediği mitinglere katılacak, onları alkışlayacak “bravo, yaşa!” diye tezahürat yapacağız. Derken süreç bitecek ve bizler kendimize göre, bizlere en tatlı masalı anlatan parti liderine oyumuzu vereceğiz. Sonra başlayacağız beklemeye. En çok oyu alan parti hükümeti kuracak. Ve beş yıl boyunca bizleri yönetmeye başlayacak. Bu süreç boyunca tüm görsel ve yazılı basın, medya, yeni hükümeti kuran partiyi ve başındaki liderini öyle bir destekleyecek ki, bizler ne kadar doğru bir seçim yaptığımıza inanacak ve kendimizle gurur duyacağız. Günler geçecek, aylar geçecek sonra yıllar geçecek ama bizler açısından bir şey değişmeyecek. Sonra evlerde, kahvelerde, sokaklarda tartışmaya başlayacağız. Kimimiz “ellerim kırılsaydı da oy vermeseydim”, kimimiz “bunlar daha yeni geldi hükümete, biraz sabredelim” diyeceğiz. Sonra bakacağız ki bunların da diğerlerinden farkı yokmuş. Sonra bunları yere göğe sığdıramayan medya da kıyısından köşesinden bunların yolsuzluklarını anlatmaya, yazmaya başlayacak. Derken beş yıla yaklaşan iktidarını yerden yere vuracak. Ve bizlere yeni bir lider veya parti empoze etmeye başlayacaklar. Bizler de yeni bir seçimde yeni lidere oyumuzu vermek üzere beklemeye başlayacağız. Değerli kardeşlerim, bizler bu masalları dinleyip çocuklar gibi uyumaya mahkûm olmamalıyız. Onları iyi takip edin. Her biri çok iyi ajitasyon çeker. Ama hiçbiri ne seçim meydanlarında ne de parti programlarında ABD ve AB emperyalizmine karşı ya da İsrail siyonizmine karşı tavır alamaz. Memleketin 28 bölgesindeki Amerikan üslerini kapatacağız diyemez. Dünya halklarına kan kusturan savaş makinesi NATO’dan çıkacağız diyemez. IMF ve Dünya bankasının programlarını uygulamayacağız diyemez. Banka hortumlayanların mal varlıklarına el koyacağız diyemez. Susurluk’ta, Şemdinli’de ortaya saçılan çetelerden hesap soracağız diyemez. Kahraman Maraşların, Çorumların, Madımakların, 1977 1 Mayısının hesabını soramaz. Kısacası değerli dostlar, bizler bu seçim aldatmacasına alet olmaya mecbur değiliz. Başka bir dünya mümkün. Hepimiz elele, omuz omuza, yan yana, birlikte, demokratik bağımsız Türkiye şiarıyla mücadele etmeliyiz. Bu uğurda bedel ödeyenlerin yolunda işçi sınıfı ve yiğit öğrencilerimizle bedel ödemeyi de göze alarak ayağa kalkalım ve yönetilen değil yöneten olalım. Hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum.
Şişli’den bir Marksist Tutum okuru
emekli bir deri işçisi
48