AB: Referandumlar Devrimci Marksistleri Doğruluyor Levent Toprak Devrimci Marksistler yaklaşık yüz yıl öncesinden bu yana Avrupa’nın bir siyasi birlik, bir devlet olarak (bir “Avrupa Birleşik Devletleri”) kapitalist temellerde birleşmesinin mümkün olmadığını savunagelmişlerdir. Geniş bir perspektiften baktığımızda, AB’nin iki kurucu üyesi olan Fransa ve Hollanda’daki referandum sonuçları bunun yalnızca küçük bir doğrulanışıdır. Avrupa’nın birleşmesi projesi, daha evvelini unutsak bile, en az 90 yıldır mevcut. O zamanlar Avrupa Birleşik Devletleri diye ortaya atılmış bu projenin o günden bu yana gerçekleşmemiş olması kendi başına bir olgudur. Bu vesileyle bir kez daha hatırlamak gerekiyor ki, hem Avrupa’nın hem dünyanın birleşmesi ancak kapitalizmin aşılmasıyla mümkündür. (Bu konuda bkz. Elif Çağlı, AB Sorununda Marksist Tutum) Marksistler, Avrupa Birliği’nin özünde ekonomik bir birlik niteliğinin ötesine geçemeyeceğini, siyasi birlik düzeyine ilerleme doğrultusunda iten eğilimin aynı zamanda ters yönde işleyen karşıt eğilimlerle sürekli olarak baltalanacağını ortaya koymuş bulunuyor. Ancak AB’nin bu niteliğini kavrayamayanlar ya çelişkileri görmezden gelerek veya bunları hafifseyerek onun ileride bir siyasi birlik olabileceğini sanıyor, ya da çelişkileri abartarak onun ekonomik bir birlik olarak dahi yaşayamayacağını iddia ediyorlar. Oysa temelde bir ekonomik birlik niteliğini muhafaza ederek, AB pekâlâ esnek biçim değişiklikleri geçirebilir ve bu çerçevede yaşamını sürdürebilir. AB Anayasası dolayısıyla yaşananlar sürecin bu çelişkili karakterini çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. Güya bir anayasa olan sözleşmenin kendisi bile tam da çıkar çelişkilerini ümitsizce uzlaştırmaya çalışan bir girişimdi. Hazırlanış süreci de bu nedenle büyük tartışma ve gerilimlere yol açmış, hatta bir ara hepten suya düşmüştü. Sonradan ortaya çıkan eğreti uzlaşmanın akıbeti de Fransa ve Hollanda referandumlarından sonra ve son olarak tüm telkinlere rağmen İngiltere’nin referandumu rafa kaldırmasıyla belirsizleşmiş durumda. Yaşanan sarsıntı şimdiden Fransa’da bir hükümet yemiş bulunuyor. İki kurucu ülkeden birden gelen ve gerek oylamaya katılım oranlarının yüksekliği, gerek farkın yüksekliği nedeniyle etkisi kuvvetli olan “hayır” sonucu genel bir bozgun havası yarattı. Bilindiği gibi Anayasa, AB entegrasyon sürecinin bir adım daha ileri (siyasi birliğe doğru) götürülmesi maksadıyla tasarlanmış ve onay sürecine sokulmuştu. Böylece siyasi birlik süreci ciddi
Avrupa’nın birleşmesinin tek yolunun Avrupa çapında kapitalizmi yok edecek bir işçi sınıfı devrimi olduğunu ısrarla vurgulamak gerekiyor. Bu devrim tüm kapitalist devletleri ortadan kaldırarak, yerine bir Avrupa İşçi Sovyetleri Cumhuriyeti kuracaktır. Bu sovyetik federasyon da dünya işçi devrimi sürecinin güçlü bir parçası olarak dünya sovyetik federasyonuna giden yolda etkili bir araç olacaktır.
1
Haziran 2005 • sayı: 3
marksist tutum
bir darbe almış bulunuyor. Merkezkaç eğilimleri daha fazla olan ve AB’nin siyasi bir birlik yönünde ilerlemesine ayak sürten ülkelerin manevra alanı doğal olarak artmıştır. Darbe daha ziyade entegrasyonu derinleştirme eğilimini savunan politikacıları, Schröder ve Chirac’ı vurmuştur. Üstelik bu iki ülkede de, ABD’yle ilişkiler konusunda İngiltere’nin konumuna yakın bir çizgiyi savunan ve biri (Angela Merkel) önümüzdeki aylarda, diğeri (Nicolas Sarkozy) iki yıl içinde iktidara gelecek gibi görünen yeni burjuva liderlerin güç kazanmakta olduğunu hesaba katarsak, siyasi birlik sürecini savunan politikacıların akıbeti iyice bulutlu hale geliyor. Madalyonun bir yüzü bu. Diğer taraftan her şeyin tamamen bozulacağını ve AB’nin dağılacağını düşünmek mevcut verilerle boş bir beklentidir. Resmi düzeyde bakıldığında referandumlar öncesindeki durum ne ise orada durulmaktadır. Yapılan anlaşmalar geçerliliğini korumaktadır. Bunların ortadan kalkması daha büyük çalkantılar olmaksızın düşünülemez. Ancak, “asayiş berkemal” değildir. AB ile ilgili yapılan “bisikletçi” benzetmesini burjuvazi boşuna yapmamaktadır. Bisikleti ayakta tutan harekettir. “Entegrasyon süreci”nin dinamiği ciddi darbeler alır ve artan duraklamalar yaşanmaya başlanırsa “bisikletçi düşer”. Bu bizim dilimizde “siyasi birlik suya düşer” anlamına gelmektedir. Referandumlarla yaşanan da, mevcut resmi ve hukuki durumda bir değişiklik olmamakla beraber, önemli bir teklemedir. Bunu başka arızaların izleyip izlemeyeceğini göreceğiz. Şimdilik gerekli olan sürecin bir darbe almış olduğunu net bir şekilde tespit etmektir. Bu noktaları göz önünde bulundurarak Fransa’daki referandum sürecinin somut siyasi çözümlemesini ve bu çözümleme ışığında Fransız solunun tutumlarının bir eleştirisini yapabiliriz.
Fransa’da Referandum: Taraflar ve Sonuç Öncelikle şunu hatırlatmak gerekiyor: Fransız burjuvazisi bir referandum yapmak zorunda değildi. Başta Almanya olmak üzere diğer birçok ülke yalnızca parlamento onayıyla yetinmişti. Fransa’da bu kumarın oynanmasının
2
iki nedeni vardı. Birincisi, politik konumu giderek sarsılan (Avrupa Parlamentosu seçimleri ve yerel seçimlerde alınan yenilgiler nedeniyle) ve bir sonraki başkanlık seçimine elinde politik bir zaferle girmek isteyen Chirac, bir referandumun politik prestijinden yararlanmak istiyordu. Elbette bu hesabı Chirac’ın salt kendi kişisel hesabı olarak görmek yanlış olur. Chirac, Alman sermayesiyle kader birliğini daha ön planda tutan siyasi eğilimin temsilcisidir. Chirac’ın kendi partisinin içinde yıldızı parlatılmakta olan ve Chirac’a rakip yeni başkan adayı olarak öne çıkan Sarkozy ise Chirac ve ekibinin ABD ile sürtüşme siyasetini sert biçimde eleştiren ve ABD ile “işbirliğini geliştirmeyi” savunan bir çizgiyi savunmakta. Dolayısıyla iki farklı siyasi eğilim arasında bir hesaplaşma söz konusudur. İkinci olarak, referandum kararı alındığı sırada (Temmuz 2004) “evet” sonucu çantada keklik olarak görünüyordu. O sıralar yapılan anketler seçmenlerin üçte ikisinin “evet” yanlısı olduğunu gösteriyordu. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı ve halkın muhalif duyguları ve geleceğe ilişkin kaygıları “hayır” oyunu yükseltmeye başladı. Kuşkusuz bunda solun yürüttüğü “hayır” kampanyasının da etkisi oldu. Bunun üzerine Fransız ve AB burjuvazisinin paçaları tutuştu ve ağır bir medya bombardımanı başladı. Halkın gözünü korkutma amaçlı şantaj ve tehditlerin de ihmal edilmediği ve resmi makamların tarafsızlık maskesini bir kenara bırakarak açıkça “evet” telkininde bulunduğu kampanyada çeşitli AB liderleri bile yer aldılar. Medya tarafgirliğinin aldığı boyutlar karşısında Fransız yayın kuruluşu, yasalara aykırı olarak karşı görüşe yeterli yer verilmemesi sebebiyle TV kanallarını ve radyoları defalarca uyarmak zorunda kaldı. Referandumda burjuva sağının ve solunun ana partileri (sağda UMP ve UDF, solda Sos-
Devrimci Marksistler yaklaşık yüz yıl öncesinden bu yana Avrupa’nın bir siyasi birlik, bir devlet olarak (bir “Avrupa Birleşik Devletleri”) kapitalist temellerde birleşmesinin mümkün olmadığını savuna gelmişlerdir. Geniş bir perspektiften baktığımızda, AB’nin iki kurucu üyesi olan Fransa ve Hollanda’daki referandum sonuçları bunun yalnızca küçük bir doğrulanışıdır.
Haziran 2005 • sayı: 3
yalist Parti) ve Yeşiller Partisi “evet” oyunu, diğer belli başlı sol akımların hepsi (FKP, LCR, LO, Attac ve Sosyalist Parti içinde de muhalif bir kanat) ve faşizan Le Pen’in partisi FN “hayır” oyunu savundular. Her iki cephede de çeşitli argümanlar kullanıldı. Sanılanın aksine referandumdaki evet kampı Avrupacı tezler kullanmadı. Tersine bu kamp Fransız milliyetçiliği tezlerini savundu. “Daha güçlü bir Fransa için”, “ABD’ye ve diğerlerine karşı daha etkili bir Fransa için” gibi sloganlar ve yanı sıra Thatcherci tezler (Sarkozy) bu cephenin ana temalarıydı. Hayır cephesinde ise daha alacalı bulacalı bir tablo bulunuyordu. Bir tarafta çeşitli biçimlerde milliyetçi tezler (ulusal egemenlik, göçmenler, Türkiye’nin üyeliği, NATO ve ABD’ye askeri bağımlılık vb.), diğer tarafta ise sosyal-ekonomik meseleleri (işsizlik, sosyal güvenlik, sosyal yardımlar ve haklar vb.) ve anayasanın “anti-demokratik karakteri”ni öne çıkaran tezler ve yanı sıra “başka bir Avrupa” sloganı yer alıyordu. Yukarıda da belirtildiği gibi referandum kararının alındığı Temmuz 2004 sıralarında “evet” oyları öndeydi. Ancak önceleri yavaş yavaş, son bir ay içinde ise hızlı biçimde “hayır” oyları yükseldi ve “evet” oylarının önüne geçti. Özellikle son bir ay içinde ülke çapında hararetli bir politik tartışma yürümüş, yüz binlerce insan lehte ve aleyhte toplantılara, mitinglere ve gösterilere katılmış, televizyon tartışmaları tüm programları geride bırakarak milyonlarca kişi tarafından izlenmiş, anayasa metnini ve yorumlarını içeren milyonlarca kitap ve broşür kitapçıları işgal etmiştir. Bu politik seferberlik süreci ve tartışmalar ilerledikçe, başlangıçta işitilen göçmenlik, yabancı düşmanlığı, Türkiye’nin üyeliği gibi temalar giderek geri plana düşmüş ve asıl olarak, işsizlik ve sosyal güvenlik gibi sorunlarla anayasanın “neo-liberal” ve “anti-demokratik” karakteri gibi temalar ön plana çıkmıştır. Yüzde 70 düzeyinde katılım ve yüzde 55 “hayır”la sonuçlanan referandumda, anketler, işçilerin mavi yakalı kesiminin dörtte üçünün, beyaz yakalı kesiminin üçte ikisinin anayasaya hayır dediğini gösteriyor. Yine genel olarak kentlerde zengin mahallelerinde evet oyu çıkarken işçi mahallelerinde hayır oyunun çıktığı gözleniyor. Kırda küçük çiftçi ve tarım işçilerinin de tamamına yakınının hayır dediği anlaşılıyor. Fransız halkının hayır oyu vermesinin ardında çeşitli nedenler olduğu anlaşılmakla beraber, hem referandum öncesi tartışmaların yoğunlaşma noktaları, hem de referandum sırası ve sonrasındaki yoklamalar, en baskın nedenin genel olarak son 10-15 yıldır geçmişin sosyal kazanımlarına karşı yürütülmekte olan saldırılara dur deme kaygısı olduğunu gösteriyor. Örneğin, sandık başlarında yapılan sondajlarda “hayır” oyu verenlerin gerekçelerinin sırasıyla, “İşsizlik yüzde 46”, “yönetici sınıfa tepki yüzde 40”, “anayasanın yeniden müzakere edilmesi yüzde 35”, “anayasanın ulusal çıkarlara uygun olmadığı yüzde 19” olduğu tespit edilmiş. Elbette Anayasaya hayır demekle saldırıların durdurulup durdurulamayacağı ayrı bir konu. Bunu aşağıda tartışacağız.
marksist tutum
Politik seferberlik süreci ve tartışmalar ilerledikçe, başlangıçta işitilen göçmenlik, yabancı düşmanlığı, Türkiye’nin üyeliği gibi temalar giderek geri plana düşmüş ve asıl olarak, işsizlik ve sosyal güvenlik gibi sorunlarla anayasanın “neo-liberal” ve “anti-demokratik” karakteri gibi temalar ön plana çıkmıştır. Evetçiler hayırcıları Fransa’yı Avrupa’da güçsüz düşürmeye çalışmakla ve Avrupa’ya düşmanlıkla suçlamış, sol cepheden hayırcılar da, “Avrupa’ya değil bu anayasaya karşıyız” demişler, “başka bir Avrupa” sloganını öne çıkarmışlardır.
3
marksist tutum
Solun Tutumu ve Bağımsız Sınıf Perspektifi Anayasaya hayır oyunun çıkmasında işçi sınıfını yönlendiren sol örgütlerin belirli bir etkisi olduğunu belirtmiş bulunuyoruz. Ancak sonucun işçi sınıfı açısından anlamını netleştirmek ve solun tutumlarını masaya yatırmak gerekiyor. Yukarıda bir ölçüde belirtildiği gibi sol, eleştirilerini esas olarak anayasanın “aşırı neo-liberal” olduğu noktasına yoğunlaştırmıştı. Söz konusu Anayasada, “rekabetin serbest ve çarpıtılmamış olduğu bir iç pazar alanı yaratmak”, “rekabet gücü yüksek bir sosyal piyasa ekonomisi hedefle-
Avrupa Birliği’nin kaderi belli değildir Fransa ve Almanya tarafından başı çekilen Avrupa Birliği zaten belirli bir süredir ciddi bir gerilim altındaydı. Düşük büyüme oranları, yüksek emek maliyeti ve Avrupa’nın endüstriyel entegrasyonunun arzulanan düzeyde olmaması gibi faktörler, Avrupa’yı baş rakibi ABD karşısında dezavantajlı bir konuma itmişti. Tüm bunların üstüne gelen büyük kriz ve savaş ortamı AB içindeki gerilimi alabildiğine büyüttü, onu adeta bir parçalanmanın eşiğine getirdi. Aslında AB’nin Orta ve Doğu Avrupa’ya, Balkanlar’a, hatta Türkiye’ye doğru genişletilme planı, bir bakıma bu birliğin ABD tarafından sulandırılması anlamına gelmektedir. ABD, AB içine kendi kontrolü altında olabilecek ülkeleri katarak onu iyice etkisizleştirmeye ve bu birliği de kendi hegemonyası altına almaya niyetlidir. Amerikan emperyalizminin dünyaya yeni bir biçim verme iddiasıyla tansiyonu alabildiğine yükselttiği koşullarda, AB tam genişleyip büyüyeceği sırada çatırdamaktadır. AB’nin üç büyük bileşeninden biri olan İngiltere, bugünkü tutumuyla safını artık Avrupa Birliği’nde değil ABD paktında belirlemiş durumdadır. AB’nin pek çok üyesi ABD’nin savaş koalisyonuna doğrudan ya da dolaylı destek vermektedirler. AB’nin içine düştüğü bu durum bize, Avrupa Birliği’nin hiç de kapitalist Avrupa Federasyonu efsanesinin yaratıcılarının savunduğu üzere ortak devlet doğrultusunda ilerleyen bir birlik olmadığını gösteriyor. Avrupa Birliği esas itibarıyla ekonomik bir birliktir. Bu, çeşitli Avrupa ülkelerindeki büyük sermaye çevrelerinin kendi hegemonya alanlarını korumak ve genişletmek amacıyla oluşturdukları bir ekonomik ortaklıktır. Avrupa kıtasından hareketle oluşmuş bulunması ona özgün bir karakter kazandırı-
4
Haziran 2005 • sayı: 3
mek”, “hizmetlerin serbestleştirilmesine azami gayret sarf etmek” gibi ifadeler yer almakta, hatta “Temel Haklar” bölümünde “sermayenin serbest dolaşımı” sayılmakta, bütçe sınırlamalarından söz edilmektedir. Normal olarak anayasa metinlerinde bu tür ifadelerin görülmediği bir gerçektir. Hatta bu sebeple söz konusu belgenin bir anayasa olmaktan çok “Avrupa A.Ş.’nin tüzüğü” gibi durduğu söylenmektedir. Tam da bu noktada başlangıçta söylenenleri hatırlamak gerekiyor. AB’yi özde ekonomik bir birliğin ötesinde görmek yanlıştır! AB tam da bir ekonomik birlik olduğu için onun sözde anayasası herhangi bir devletin anayasası gibi olamaz ve bu tür ayrıntılı ekonomik hususları doğallıkla yor olsa da, son tahlilde kapitalizmin tekelci aşaması içinde tanık olunan diğer ekonomik birliklerle benzer bir temele sahiptir. Elbette ki Avrupa ülkelerinin coğrafi ve kültürel yakınlıklarının, aralarındaki ticari ve ekonomik ilişkileri önemli kıldığı gözardı edilemez. Ne var ki, Avrupa ülkelerinin “birlik” sorununa boyundan büyük anlamlar yüklenmesi ve Avrupa’nın çeşitli ulus-devletlerinin tek ve birleşik yeni bir ulus-devlet çatısı altında toparlanacağının iddia edilmesi tamamen yanlış olur. Avrupa Birleşik Devletleri hülyası, tekelci aşamaya yükselmiş Avrupa kapitalizmine dar gelen ulusdevlet engelinin aşılması ihtiyacının dayatmasıyla gündeme girmişti. Ne var ki, kapitalizm altında bu engellerin aşılabileceği ve böylece üretici güçlerin gelişimini görece çelişkisiz biçimde sürdürebileceği düşüncesi gerçekleşemeyecek bir hayalden ibaretti. Bazıları siyasal aymazlığın peronunda AB’yi Avrupa Birleşik Devletlerine taşıyacak treni beklerken, gerçek dünya ABD’nin hegemonya savaşıyla sarsılmaya başladı. İçine girdiğimiz bu yeni dönemle birlikte, bırakın Avrupa Birleşik Devletleri hayalini, II. Dünya Savaşı sonrasında uzun yıllara damgasını vuran tüm kapitalist ittifaklar çatırdamaktadır. NATO’sundan Birleşmiş Milletler’ine, AB’sine dek mevcut tüm kapitalist birlik ve blokların akıbeti belli değildir. Çünkü çıkar çatışmaları üzerinde yükselen her “birlik”, kartların yeniden dağıtılmasıyla birlikte parçalanmaya yazgılıdır. Kısacası, Avrupa Birleşik Devletleri hedefine doğru yol aldığı söylenen Avrupa Birliği’nin, bu haliyle bile kaderi belli değildir. Bu nedenle, kapitalist Avrupa Birleşik Devletleri düşü bir yana, kalıcı bir Avrupa Birliği projesinin bile gerçeklerin sınavında tökezleyip sınıfta kalmaya yazgılı olduğunu söyleyebiliriz. Elif Çağlı, Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum, Tarih Bilinci Yayınları
Haziran 2005 • sayı: 3
içerir. AB’ye boyundan büyük anlamlar yüklenmedikçe bunun yadırganmaması gerekirdi. Elbette Anayasa metninde yazılanlar son yıllarda yürütülmekte olan saldırıları bir anlamda kodlayarak özetlemektedir ve yıllardır işsizlik, sosyal hak gaspları gibi biçimler altında bu saldırılardan nasibini almakta olan işçilerin buna tepki duyması anlaşılır bir şeydir. Ancak bu tepkiyi, “sosyal devlet”, “refah devleti” gibi yavelerle burjuva ideolojisinin sınırlarına hapsederek, özünde düzenin kutsanmasına yol açacak şekilde kanalize etmek başka şeydir, bunu bağımsız bir sınıf perspektifiyle düzen karşıtı bir mecraya kanalize etmeye çalışmak başka.
AB çelişkili bir birliktir II. Dünya Savaşı sonrasından 1974’lere dek yaşanan hararetli ekonomik büyüme döneminde, Avrupa’nın büyük kapitalist güçleri, çıkarlarına denk düştüğünden gerçekten de ekonomik birlik doğrultusunda ilerlediler. Başını Almanya ve Fransa’nın çektiği bu birlik süreci yine de çelişkisiz ve problemsiz bir süreç değildi. Örneğin De Gaulle liderliğindeki Fransa, İngiltere’nin ABD’ye yakınlığından duyduğu kuşku nedeniyle onun AET’ye ilk katılım başvurusunu veto etmiş ve İngiltere topluluğa ancak 1973 yılında katılabilmişti. İlerleyen yıllar içinde de üye ülkeler arasında nice sürtüşmeler yaşanacaktı. Avrupa Birliği deneyimi, kapitalizm temelinde farklı-ulus devletler arasında çelişkisiz bir birliğin mümkün olmadığını gösterdi. Hele ki, siyasal dengelerin değiştiği ya da ekonomik durumun kötüleştiği dönemeç noktalarında bu çelişkiler derinleşip, önemli gerilimleri, çatışmaları doğurur. Sovyetler Birliği’nin çöküşü de böyle bir dönemdi. Stalinizmin çöküşünü takiben Almanya’nın Doğu ve Batısının birleşmesi onu ekonomik bakımdan büyük bir potansiyel güç haline getirdi. AB içinde yürümekte olan hegemonya mücadelesinde Alman emperyalizmi atağa geçerek, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Slovenya, Slovakya’da vb. önemli bir rol üstlenmeye koyuldu. Rus pazarında da diğer rakiplerini geçmeye çalıştı. Balkanlar’ı kana boyayan Bosna savaşı, bir yandan AB’nin emperyalist emellerini açığa vururken, diğer yandan üye ülkeler arasındaki çıkar çatışmalarından arındırılmış bir ABnin olanaksızlığını gösterdi. Bu savaş, Fransa, Almanya ve İngiltere gibi AB’nin ağır toplarının ortak bir dış politika izlemelerinin mümkün olmadığını sergiledi. Çünkü bu ülkelerden her biri, çıkarlarının gerektirdiği noktada kendi Avrupalı “kardeşler”ine aldırmaksızın başka bir güce, örneğin ABD’ye yanaşabi-
marksist tutum
İşçi sınıfı devrimcilerinin görevi işçilere şunu anlatmaktır: işçi sınıfının tarihsel kazanımlarına karşı burjuvazinin yürütmekte olduğu saldırılar, AB Anayasasının hazırlanmasıyla başlamış değildir. Bu saldırılar ulusal anayasaların “güvencesi” altında yıllardır zaten yürütülmektedir. Ve işçi sınıfı, düzeni aşan bir perspektifle örgütlenip mücadele etmeye başlamadıkça, bu tür saldırılar Anayasaya ve genel olarak AB’ye evet dense de hayır dense de devam edecektir. Çünkü bu saldırıların gerçek sebebi AB ya da onun anayasası vb. değildir. Tersine hem bu saldırıları, hem de AB sürecini doğuran, kapitalizmin doğasından kaynaklanan rekabet ve krizlerdir. Bu nedenle bu saldırıliyordu. Fransa’nın amacı AB içinde Alman emperyalizminin hegemonyasını sınırlamak ve birliğin kalbine Fransa-Almanya ittifakını yerleştirmektir. Almanya ise, İkinci Dünya Savaşı deneyimi nedeniyle kendi emperyalist tutkularını ancak bütünsel bir Avrupacılık kılığına bürüyerek genişletebileceğinin bilincindedir. Alman emperyalizminin ekonomik gücünü politik, diplomatik ve askeri bakımdan da geliştirmeye ihtiyacı vardır. Rusya ile yakınlaşma çabaları, NATO dışında bir Avrupa Ordusu oluşturma planları, Avrupa federasyonunun kurulabileceği propagandası bunun sonucudur. İngiltere’ye gelince, bazı burjuva kesimlerin AB doğrultusundaki tercihlerine rağmen, o zaten AB içinde ABD emperyalizminin uzantısı gibidir. Çünkü ABD, Londra’nın dünya ölçeğindeki yatırımlarının garantörü ve savunucusudur. Büyük sömürge imparatorluğu döneminde dünya siyasetinde ve diplomasisinde edindiği deneyim üstünlüğünü ve kurnazlık becerisini yitirmek istemeyen İngiltere, bu kozlarını ABD’nin ekonomik ve askeri gücüyle birleştirerek AB’ye tepeden bakan bir emperyalist güç rolünü oynamaktadır. Nitekim Avrupa karşısında nev’i şahsına münhasır bir güç olduğunu kanıtlamak istercesine, örneğin çeşitli standartlarda ya da trafik kurallarında başına buyrukluğundan vazgeçmeyen İngiltere, ne Schengen’e dahil olmuş ne de euroyu kabul etmiştir. Onun Avrupa Birliği’nin ilerletilmesi sürecindeki temel rolü Fransa-Almanya ekseninin gücünü kırmaya çalışmaktır. İngiltere, AB içinde ABD’nin Truva atı rolünü oynayacağı düşünülen Doğu Avrupa ülkelerini ya da Türkiye gibi ülkeleri birliğe sokmaya çalışarak, AB’yi FransaAlmanya ikilisinin arzuladığı bir birlik olmaktan çıkarma, onu baltalama çabası içindedir. Elif Çağlı, Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum, Tarih Bilinci Yayınları
5
marksist tutum
Haziran 2005 • sayı: 3
İşçi sınıfı devrimcilerinin görevi işçilere şunu anlatmaktır: işçi sınıfının tarihsel kazanımlarına karşı burjuvazinin yürütmekte olduğu saldırılar, AB Anayasasının hazırlanmasıyla başlamış değildir. Bu saldırılar ulusal anayasaların “güvencesi” altında yıllardır zaten yürütülmektedir. Ve işçi sınıfı, düzeni aşan bir perspektifle örgütlenip mücadele etmeye başlamadıkça, bu tür saldırılar Anayasaya ve genel olarak AB’ye evet dense de hayır dense de devam edecektir. lar sadece Avrupa’da değil tüm dünyada yürütülmektedir. AB Anayasasını “sermayenin anayasası” diye kınamak sahtekârca bir ikiyüzlülüktür. Sanki mevcut Fransız Anayasası sermayenin anayasası değilmiş gibi! Burada aynı zamanda anayasalara boyundan büyük anlamlar yükleme tehlikesi mevcuttur, ki devrimcilerin görevi anayasacı hayalleri beslemek olmamalıdır. Tüm sorunlarda olduğu gibi Anayasa meselesinde de işçi sınıfının tutumu bağımsız bir sınıf perspektifi tarafından belirlenmelidir. İşçi sınıfını öyle ya da böyle burjuva ideolojisine yedekleyen perspektifler birer çıkmaz sokaktır ve sonuçta bir bumerang etkisi yapmaya mahkûmdur. Çünkü bu perspektifler burjuva sınıfın çıkarlarını yansıtan burjuva ideolojisinin temel kabullerini meşrulaştırır, işçileri bu temel kabullere dokunmamaya ikna eder. Oysa bu tutum daha baştan kaybetmektir. Mücadelenin düzeyi ve güçler dengesi mazeret olarak gösterilemez. Bu sadece taleplerin büyüklüğünü/küçüklüğünü, yani ölçüsünü, ve hangi mücadele yöntemleriyle ileri sürülmesi gerektiğini belirler. En mütevazı talepler bile hem burjuva ideolojisine prim vermeksizin formüle edilebilir hem de uzlaşmacı olmayan yöntemlerle savunulabilir. Fransa’daki referandumda sol grupların büyük bir bölümü bağımsız bir işçi sınıfı perspektifiyle hareket etmedi, reformist ve yer yer de milliyetçi bir perspektiften hareket etti. Onlar aslında mevcut emperyalist AB projesini destekliyorlar ve bu desteklerini “refah devleti” ideolojisinin savunusuyla meşru kılmaya çalışıyorlar. Kapitalizme değil “neo-liberalizme” karşılar. Bu siyasal güçler yıllarca “sosyal devlet”le kapitalizm altında sosyal sorunların halledileceği yanılsamasını işçi sınıfına benimsetmiş ve bununla yetinilmesini telkin etmiştiler. Bu reformist stratejinin reformları korumaya bile yetmediği artık herkes için açık olmalı. Bir etki yaratma gücü olduğu ölçüde, solun bunu bağım-
6
sız bir sınıf perspektifini güçlendirmek için kullanması en doğrusu olurdu. Ne yazık ki Fransa’da hâkim olan sol, reformizmle, milliyetçilikle ve sonunda yine milliyetçi kapıya çıkan bir tür Avrupacılıkla malûl. “Hayır” oyunun sosyal kazanımlara saldırıları durdurmayacağı görülecektir. Bu saldırıları tam da “Thatchervari” biçimde hayata geçireceğini vaat eden ve şimdiden popüler bir isim olarak ön planda tutulan Sarkozy’nin gelecek seçimde başkan seçilmesi kimseyi şaşırtmamalıdır. Öte yandan mevcut şartlarda “hayır” sonucu, oylar hangi temel saiklerle verilmiş olursa olsun Le Pen gibilerin ekmeğine de yağ sürmektedir. Çünkü bağımsız sınıf perspektifinin zorunlu parçası olan enternasyonalist bilinç işçilere aşılanmadıkça milliyetçi önyargılar şu ya da bu düzeyde diğer saiklere bulaşık olarak yaşamaya devam edecek ve her türlü sosyal-nasyonalist demagojiye kapıyı açık tutacaktır. Bu sebeplerle referandumda, her ikisi de burjuva çıkarlarını ifade eden “evet” ve “hayır” cephesinden uzak durmak ve aktif bir boykot örgütlemek en doğrusu olurdu. Mevcut somut şartlarda ancak böylesi bir boykot işçi sınıfının dolaysız taleplerine en tutarlı ifadeyi kazandırır ve hiçbir yanlış anlamaya meydan vermeyecek biçimde reformist ve milliyetçi bulaşıktan sıyrılmayı sağlardı. Bu da işçi sınıfının kapitalizme “hayır”ı olurdu. Avrupa’nın birleşmesi meselesine gelince, bunun tek yolunun Avrupa çapında kapitalizmi yok edecek bir işçi sınıfı devrimi olduğunu ısrarla vurgulamak gerekiyor. Bu devrim tüm kapitalist devletleri ortadan kaldırarak, yerine bir Avrupa İşçi Sovyetleri Cumhuriyeti kuracaktır. Bu sovyetik federasyon da dünya işçi devrimi sürecinin güçlü bir parçası olarak dünya sovyetik federasyonuna giden yolda etkili bir araç olacaktır.
Derin Devlet mi, Burjuva Devlet mi? Serhat Koldaş TC burjuvazisinin statükocu-devletçi kesimlerinin siyasal önderi durumundaki askeri bürokrasi, son dönemde yaptığı çıkışlarla AB yanlısı burjuva kesimler üzerinde ciddi bir siyasal basınç oluşturdu. Güya liberalizmin bayraktarlığını üstlenen omurgasız korkak AB yanlısı burjuva unsurlar ise, bu kesimleri doğrudan karşılarına alacak cesareti gösteremiyorlar. Zaten göstermeleri de beklenmemelidir. Sınıfsal çelişkilerin derinleştiği bu topraklarda ancak AB rüzgârını arkasına alarak “demokratikleşme”den söz edebilen AB yanlısı liberal burjuvalar, en temel demokratik hakları bile tutarlı ve kararlı biçimde savunamazlar. Emperyalizm çağı burjuvazinin tüm kesimleri ile siyasal olarak gericileşmesine tanıklık eder. Türkiyedeki AB yanlısı burjuva kesimler bunun istisnasını oluşturmuyor. Bugün AB yanlısı burjuva kesimler ile AB karşıtı burjuva kesimler arasındaki çatışmanın ana ekseni gerçekte, tarafların “demokratikleşme” ya da “ulusal bütünlüğün korunması” meselelerine bakışlarındaki farklılıklarla açıklanamaz. Bu daha çok, her iki tarafın da kendi çıkarlarına ve gelecek perspektiflerine toplumsal destek kazanabilmek üzere kullandığı bir retorikten ibarettir. Gerçekte çelişki AB’nin ileri sürdüğü şartlara uyum sağlanmasını isteyenler ile bu uyumun sağlanmasıyla çıkarları zedelenecek burjuva kesimler ve siyaseten güç kaybetme tehlikesiyle karşılaşan her düzeydeki kurumsal yapı arasındaki çatışma olarak tarif edilebilir. Statükocu-devletçi kesimlerin önderliğinde AB karşıtlarının başlattığı atağa liberaller çeşitli yanıtlar veriyorlar. Ayrıca son dönemde gazetelerde eski cumhurbaşkanlarının demeçleri peş peşe yer alıyor. 12 Eylül faşist darbesinin lideri Kenan Evren “12 Eylül’ü düzenleyenin derin devlet” olduğunu söylüyor. Bu itirafın yüzsüzce ve per vasızca dile getirilişini bir yana bırakalım. Ne tesadüf ki hemen takip eden günlerde Süleyman Demirel ile yapılan diğer bir dizi röportajda da Demirel’in “derin devlet askerdir” sözleri yer alıyor ve bu sözler özellikle öne çıkarılıyor. Liberaller Susurluk kampanyası ile güya “demokratik” olan devlete karşıt olarak biçimlendirilmiş “derin devleti” keşfetmiş ve kitleler nezdinde “derin devleti” bütün kötülüklerin kaynağı olarak gösteren bir kampanya örgütlemişti. Kitleleri demokrasiyi savunmak adına ışık söndürmeye ve tencere tava eylemlerine yönlendirmişti. Sabancı Holdingin, İkiz Ku-
20. yüzyılın başlarında Lenin, en demokratik kapitalist ülkelerde bile burjuvazinin “kara kaplı defterlerinden” söz ediyordu. Hükümetlerin değişmesi ile burjuva devletin sınıfsal özünün, yani onun burjuvazinin egemenlik aygıtı olduğu gerçeğinin değişmeyeceği Marksistler tarafından daima vurgulanmıştır. Sınıflar üstü bir rejim gibi sunulan demokratik cumhuriyet gerçekte burjuvazi için demokrasi, işçi sınıfı için diktatörlüktür. Burjuva demokrasisi, işçi sınıfının ikna yoluyla kandırılabildiği ve zapturapt altında tutulabildiği en olağan dönemlerinde bile “kara kaplı defterler” demektir.
7
marksist tutum
lelerin ışıklarını söndürmek suretiyle aktif biçimde katıldığı bu pasifist eylem biçimi AB yanlısı burjuvazinin ekmeğine yağ sürüyordu. Sendika konfederasyonlarının “fırsattan istifade” dile getirdikleri 1 günlük genel grev önerisine, AB yanlısı pek demokrat burjuvalarımız tarafından hiç de sıcak yaklaşılmamıştı. Demokrasi savunulmalıydı ama “o kadar da değil”di! İşçiler ancak iş saatlerinin dışında (saat 21’den sonra) patronlarına hizmet edecek pasif eylemlere yönelebilirlerdi. Devletin gerçekte ne olduğu, kimin devleti olduğu ve ne işe yaradığı meselesi üzerine burjuvazinin yarattığı yanılsamalar hem emekçi kitleler hem de sol çevreler nezdinde etkisini sürdürüyor. Türkiye’de Susurluk kampanyası ile türetilen ve siyasal literatüre dahil edilmeye çalışılan derin devlet söylemi, mevcut kafa karışıklığından beslenen hatta tabir caizse bu kafa karışıklığının üzerine “tüy diken” bir söylem oluşturuyor. Marksizm, “devlet” olgusuna bilimsel (tarihsel materyalist) olarak yaklaşan yegâne ideolojidir. Her sorunda olduğu gibi yanılsamalardan kaçınabilmek, sadece geleceğe ilişkin hedeflerimizde değil, güncele dair siyasal sorunlarda da proletaryanın bağımsız devrimci siyasetini ifade eden açık ve net bir bakış açısına sahip olabilmek için Marksizmin ortaya koyduğu bilimsel önermeleri hatırlamaya ihtiyaç var.
Devlet egemen sınıfın aygıtıdır Sınıflı toplumların tarihi sınıf mücadelelerinin tarihidir. Toplumsal sınıflar, üretim (ve mülkiyet) ilişkileri içerisindeki konumlanışları itibarıyla ortak çıkarlara sahip insan topluluklarıdır. Tarihin her döneminde, mülk sahibi azınlık, sınıfsal egemenliğini tesis etmek, pekiştirmek ve devam ettirmek üzere bir aygıta yani devlete ihtiyaç duymuştur. Mülk sahibi azınlığın, mülkiyet haklarını koruyacak-güvence altına alacak bir hukuka, bu hukuku uygulayacak yani mülksüzlere boyun eğdirecek bir baskı aygıtına ihtiyacı vardır. İşte devlet, bu baskı aygıtının ta kendisidir. Ordu-polis gibi kurumlar devletin basit birer kurumu değil, varlığının temel dayanak noktalarıdır. Diğer bir deyişle, bizlere sadece “bir kurumlar toplamı” gibi gösterilmeye çalışılan devlet, gerçekte bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki egemenlik aygıtıdır. Her devlet nihayetinde bir “sınıf devletidir”. Kuşkusuz ki devlet, kamusal ihtiyaçları gideren pek çok kurumu da içerisinde barındırır. Ancak devletin “devlet” olarak varlık sebebi bu değildir. Üstelik devlet kamusal işlevlerini, mülk sahibi ege-
8
Haziran 2005 • sayı: 3
Burjuva devlet sınıflar mücadelesinin gelişimine paralel bir süreçte değişik biçimler almıştır. Anayasal monarşi, Bonapartizm, parlamenter demokrasi, faşizm gibi rejimlerin aralarındaki ayrımlar görmezden gelinemez. Ancak unutulmamalıdır ki özü itibarıyla hepsi de burjuva men sınıfın çıkarları doğrultusunda icra eder. egemenliğinin Devlet siyasal bir aygıttır. Sınıflar üstü (siyasal ka- örgütlenme rakter taşımayan) bir devlet ne varolmuştur ne de biçimleridir. varolabilir. Burjuva devlet sınıflar mücadelesinin gelişimine paralel bir süreçte değişik biçimler almıştır. Anayasal monarşi, Bonapartizm, parlamenter demokrasi, faşizm gibi rejimlerin aralarındaki ayrımlar görmezden gelinemez. Ancak unutulmamalıdır ki özü itibarıyla hepsi de burjuva egemenliğinin örgütlenme biçimleridir. Kapitalizmin yükseliş döneminde burjuvazi, demokrasi mücadelesinin öncülüğünü üstlenebiliyordu. Ancak 1848 devrimlerinde de görüldüğü üzere sözkonusu dönemde bile bu demokrasi mücadelesinin sınırları son derece daralmıştı. Burjuvazinin devrimci barutu, ensesinde işçi sınıfının soluğunu hissedene kadardı! Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesinin ekonomide belirleyici rol oynayan tekelleri yarattığı emperyalizm çağında ise burjuvazi siyasal olarak bütünüyle gericileşmiştir. Dünyayı aralarında bölüşen uluslararası tekelci kapitalist birlikler oluşmuştur. Kapitalizmin varlığını sürdürebilme kuralı, sermayenin genişletilmiş yeniden üretimidir. Dolayısıyla kapitalist devletler arasında yürüyen rekabet, kapitalistler açısından yatırım ve pazar alanı olan dünyanın yeniden ve yeniden paylaşımını gündeme getirmektedir. Bu temelde her burjuva devletin rakipleri karşısında daha gerici-militarist bir yapıya kavuşması kaçınılmazdır. Mali sermayenin egemenliği ile karakterize olan
Haziran 2005 • sayı: 3
emperyalizm çağı aynı zamanda proletaryanın kolektif mülkiyete dayalı yeni bir toplumu inşa etmeye girişebileceği iktisadi zeminin de oluşmasına tekabül eder. Burjuvazi dünya pazarında yürüyen kıyasıya rekabet ortamında ayakta kalabilmek için kapitalizmi yıkma kapasitesine sahip işçi sınıfını daha yoğun bir sömürüye ve daha büyük bir baskıya tâbi tutmak zorunda kalır. Dolayısıyla burjuva devlet, sadece diğer kapitalist güçlere karşı değil içeride de yani işçi sınıfından gelen devrim tehdidine karşı da militarist bir örgütsel yapıya sahip olmak zorundadır. Emperyalizm çağında burjuva devletin “demokratikliği” işte bu sınırlar çerçevesinde belirlenir. Burjuva devlet yukarıdan aşağıya hiyerarşik tarzda örgütlenir. Baskı aygıtları bu yapının asla vazgeçemeyeceği dayanak noktalarıdır. Dünyanın farklı kapitalist ülkelerinde farklı isimler alan istihbarat teşkilatı, gizli polis, Özel Harp Dairesi, özel harekât timleri, siyasi polis (artık “terörle mücadele” diyorlar), Savaş Bakanlığı (Milli Savunma Bakanlığı diyorlar), Kontrgerilla gibi yasal ve yasadışı, açık ve gizli örgütlenmeler militarist burjuva devlet aygıtının ayrılmaz parçalarıdır. Burjuvazinin yasadışı örgütlenmeleri genellikle yasal kurumları perde olarak kullanır. Yasal ve yasadışı örgütlenmeleri iç içedir ve bütünlük oluşturur. Suikast, provokasyon, kamuoyunu yanıltıcı ve yönlendirici propaganda, yalan-dezenformasyon, medyanın denetimi ve devlet sözcüsü kiralık kalemler, gözaltında kaybetme, yerinde infaz, katliam, işkence, sabotaj vb. burjuva devletin bilinen siyasal araç ve yöntemleri arasındadır. “Hukuk devleti”, “şeffaf devlet”, “pembe karakol” gibi ikiyüzlü-sahtekâr söylemler burjuva politikasının tamamlayıcı öğeleridir. Bunların gerçekte ne anlama geldiği ise kapitalist sömürü düzenine karşı mücadele edenler tarafından gayet iyi bilinmektedir.
Dünya burjuvazisi işçi sınıfı tehdidine karşı ortak hareket ediyor Burjuva devletin yasadışı “kontrgerilla” örgütlenmesi sadece Türkiye’ye özgü bir olgu değildir. Dünyanın en de-
marksist tutum
mokratik sayılan ülkelerinde de aynı işlevleri üstlenen yasadışı devlet örgütlenmelerinin var olduğu biliniyor. İtalya’da Gladio, Belçika’da SDRA8, Norveç’te ROC, İsviçre’de P26 ve Türkiye’de Kontrgerilla gibi adlar taşıyan bu gizli ordular, CIA ve İngiliz gizli servisi MI6 tarafından kuruldu, donatıldı ve eğitildi. Aralarındaki ilişki NATO bünyesindeki gizli bölümlerce sağlanan bu gizli ordular, toplumsal muhalefetin yükseldiği ülkelerde gerilim stratejisini uygulamaya girişiyorlar. Bu strateji Pentagonun el kitabı olarak anılan “FM 30-31B”de formüle edilmiş bulunuyor. Dünyanın en demokratik ülkelerinden biri sayılan İsveçte 2. Dünya Savaşının ardından Sosyal Demokratlar yaklaşık 50 yıl boyunca tek başlarına hükümeti ellerinde tuttular. Geçtiğimiz yıl patlak veren bir skandal, Sosyal Demokratların iktidarda olduğu İsveç’te bile sosyalistlerin ve sendikacıların devlet tarafından gizlice fişlendiğini ve telefonlarının dinlendiğini açığa çıkardı. 20. yüzyılın başlarında Lenin, en demokratik kapitalist ülkelerde bile burjuvazinin “kara kaplı defterlerinden” söz ediyordu. Hükümetlerin değişmesi ile burjuva devletin sınıfsal özünün, yani onun burjuvazinin egemenlik aygıtı olduğu gerçeğinin değişmeyeceği Marksistler tarafından daima vurgulanmıştır. Sınıflar üstü bir rejim gibi sunulan demokratik cumhuriyet gerçekte burjuvazi için demokrasi, işçi sınıfı için diktatörlüktür. Burjuva demokrasisi, işçi sınıfının ikna yoluyla kandırılabildiği ve zapturapt altında tutulabildiği en olağan dönemlerinde bile “kara kaplı defterler” demektir. Tutulan fişlerin ne işe yaradığı herkesin malumudur. Kapitalist düzenin tehlikeye girdiği olağanüstü koşullarda, fişlenen vatandaşlar inançlarına, sınıfsal konumlarına, etnik kökenlerine ve hepsinden önemlisi siyasi görüşlerine göre “muameleye” tâbi tutulurlar. Hitler Almanya’sında da, Türkiye’de de, İsveç’te de kara kaplı defterler aynı maksatla tutulur. İnsanların fişlenmesi burjuvazinin yasalarına aykırıdır. Ancak fişler bizzat yasaların uygulayıcısı olan devlet aygıtı tarafından tutulur. İtalya’da 1969’da 7,5 milyon işçinin katıldığı büyük grev dalgasını takiben uygulamaya konulan devlet terörü taktikleriyle İtalyan halkı korku ve dehşete düşürüldü. Latin Amerika ülkeleri de sınıf mücadelesinin ve devrimci mücadelenin her yükseldiği dönemde kan gölüne döndü. Latin Amerika ülkelerinde onlarca askeri darbe benzer yöntemlerin uygulanması ile yürürlülüğe sokuldu. Şili gibi ülkelerde bizzat dev kapitalist tekeller faşist çeteleri ve askeri darbeleri finanse etti. Afrika, Ortadoğu, uzak Asya ve Pasifik ülkelerinin yakın tarihinde, kapitalist düzenle ya da dev tekellerin çıkarları ile çatışma içine girmiş milyonlarca insan canından olmuştur. Sadece Endonezya’da faşist diktatör Suharto’nun devlet terörü ile öldürdüğü Komünist Parti üyesi insan sayısı 1,5 milyondur. 1939-45 arası İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşında 50 milyona
9
Haziran 2005 • sayı: 3
marksist tutum
yakın insanın öldüğü sıkça telâffuz edilir. 1945-2000 yılları arasında dünyada yaşanan yerel çatışmalarda, iç savaşlarda ve ezilen ulusların kurtuluş mücadelelerinde yaklaşık 300 milyon insanın hayatını kaybettiğinden ise pek bahsedilmez. Kapitalizm sadece “Dünya Savaşlarında” değil olağan dönemlerinde de öldürür. Emperyalizm çağında militarist burjuva devlet aygıtı böyle kullanılmaktadır. Lenin, emperyalizm çağının savaşlar, devrimler ve karşıdevrimler çağı olduğunu söylüyordu. Emperyalizm çağında burjuva devletin, gizli, yasadışı (yani şu “derin” denilen) örgütlenmelerden ve hukuka aykırı uygulamalardan arındırılabileceğini iddia etmek, eğer bilinçli bir çarpıtma değilse en hafifinden siyasal körlüktür.
TC’nin kuruluşuna totalitarizm damgasını basmıştır Yaşadığımız topraklardan Avrupa ülkelerine bakan “demokrat”larımız söz konusu burjuva demokrasilerine imrenirler. Ama görüldüğü gibi, sınıf iktidarları tehlikeye girdiğinde, bu çok demokrat Avrupa burjuvazisi en kanlı kitlesel katliamlardan kaçınmamıştır ve yarın da kaçınmayacaktır. Türkiye burjuvazisinin egemenlik aygıtının, batı Avrupa’daki kapitalist devletlerden daha gerici, daha baskıcı olduğu doğrudur. Elbette bunun özgün tarihsel sebepleri vardır. Çöken Osmanlı İmparatorluğu’ndan geri kalan coğrafyada kurulan burjuva TC’nin siyasal yapısı, burjuva demokratik devrim sürecini yaşamış ülkelerde oluşan çok partili siyasal yapılanmaya benzemez. Millet Meclisinin ilk dönemi bir mücadele sürecinin ve ittifakların ürünü olduğundan, değişik siyasal unsurları, sol görüşlü vekilleri, Laz ve Kürt temsilcilerini içermiştir. Fakat M. Kemal liderliğinin İstiklal Mahkemelerini kurdurtarak muhaliflerini ortadan kaldırması ve Takrir-i Sükun kanunu ile sol örgütleri ve siyasetçileri tasfiye etmesiyle, Kemal’in kişisel hegemonyasıyla somutlanan bir yönetim biçimi kurulmuştur. Böylece Türkiye’de 1925 sonrasındaki siyasal yapı bir Meclisi içerse bile, bu asla Batı tipi bir burjuva demokrasisi olmamıştır. Cumhuriyetin ilânından 1946’lara dek siyasal egemenlik biçimi, burjuva devletin kurucu partisi CHP’nin tek parti diktatörlüğünde somutlanır. Siyasal rejim, işçi ve emekçi kitlelerin ve ezilen Kürt ulusunun üzerinde sistematik bir baskı politikasını egemen kılar. Avrupa ülkelerindeki parlamenter demokrasilerle karşılaştırıldığında, Türkiye’de burjuva düzen daha anti-demokratik ve gerici bir karaktere sahip olarak doğmuş ve geçmişten miras kalan ceberut devlet geleneği temelinde varlık sürdürmüştür. (Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, s.225)
Kuruluş sürecinden itibaren sivil-asker bürokrasinin siyasette belirleyici bir ağırlığa sahip olduğu TC, 20. yüzyılda yani emperyalizm çağında örgütlenmiştir. Hem de ilk işçi devletinin (Sovyetler Birliği’nin) yanı başında. TC’nin örgütlenişinde tüm bu tarihsel-siyasal-konjonktürel etken-
10
ler de ilâve bir rol oynamıştır. Ancak unutulmamalıdır ki tüm bu saydığımız etkenler TC’yi şekillendiren özgün yönler içerse de nihayetinde TC de özü itibarıyla diğer burjuva devletlerden farklı değildir. Temeli emekçi kitleler üzerindeki koyu bir diktatörlüğe dayanarak atılan burjuva cumhuriyette, sınıf mücadelesinin alabildiğine şiddetlendiği 1976-80 arası dönemde, Kontrgerillanın burjuvazinin sınıf iktidarını korumak üzere geliştirdiği strateji, devletin örgütlediği faşist çeteler aracılığı ile yürütülmüştür. Gerilim ve belirsizlik hedef saptırmayı, yaygın bir güvensizliği, kitle hareketini sindirmeyi ve genel bir geri çekilişi sağlamıştır. Bu ortamda devrimci inançlara sahip on binlerce insan faşist teröre karşı silahlı direnişe girişmek zorunda kalırken, kitlelerin mücadelesini devrimci taktikler izleyerek örgütleyecek devrimci bir önderliğin bulunmadığı koşullarda milyonlarca emekçi umutsuzluğa sürüklenmiştir. 5000 insanın ölümüne yol açan bu strateji 12 Eylül faşist darbesinin zeminini döşemiştir. Darbeci generallerin NATO gizli ordusundan destek aldığı da herkesçe bilinen bir gerçekliktir.
Lenin, emperyalizm çağının savaşlar, devrimler ve karşı-devrimler çağı olduğunu söylüyordu. Emperyalizm çağında burjuva devletin, gizli, yasadışı (yani şu “derin” denilen) örgütlenmelerden ve hukuka aykırı uygulamalardan arındırılabileceğini iddia etmek, eğer bilinçli bir çarpıtma değilse en hafifinden siyasal körlüktür. Türkiye’de olduğu gibi tüm dünyada da sınıf mücadeleleri tarihi bize bir gerçekliği gösteriyor. En “demokratiğinden” en gericisine tüm burjuva devletler, burjuvazinin iktidarının sorunsuz bir şekilde devamı için hiçbir türden yasadışı, gizli ve kirli işe girişmekten ve bunu gerçekleştirecek örgütler organize etmekten çekinmezler. Dünyanın her yerinde işçi sınıfı ve emekçi kitleler üzerinde burjuvazinin baskı ve egemenliğini sürdürme aracı olan burjuva devlete son vermek ve bu amaçla proleter dünya devrimi mücadelesini ilerletmek boynumuzun borcudur. Ta ki dünya üzerinde tüm kapitalist devletler ortadan kaldırılana ve sınıfsız bir dünya kurulana dek!
———————————————————
Olağanüstü burjuva rejimlerin Marksist bir tahlili için Elif Çağlı’nın Bonapartizmden Faşizme adlı kitabına bakınız.
Marksizm ve Türk Solunun İdeolojik Geleneği Mehmet Sinan
1960-71 dönemi, Türkiye sol hareketinin tarihinde çok önemli bir kesiti oluşturmaktadır. Gerçekten de bu dönem, uzun yılları kapsayan bir örgütsüzlük ve suskunluktan sonra, Türkiye’de sosyalist hareketin yığınlara açıldığı, aydınları, gençliği, öncü işçileri kucaklayarak ilk kez kitleselleşmeye başladığı tarihsel bir dönemdir. Solda genel bir yükselişin yaşandığı 1960’lı yıllar, aynı zamanda Türkiye sosyalist hareketinde teorik, politik ve örgütsel sorunların ilk kez canlı ve yoğun biçimde tartışıldığı yıllar olmuştur. Şurası bir gerçek ki, 60’larda başlayan ve “sosyalist” sistemin çöktüğü 90’lara kadar uzanan dönemde, Türkiye’de ortaya çıkan onlarca sol politik örgütlenmenin ideolojik ve teorik temelleri esas olarak 1961-71 dönemindeki tartışmalar içinde oluşmuştur. Daha sonraki yıllarda irili ufaklı onlarca sosyalist grup ya da parti, ayrı örgütlenme gerekçelerini “farklı ideolojik-teorik temellere sahip oldukları” iddiasına dayandırdılar hep. Evet, söz konusu grup ya da partiler arasında siyasal taktik, örgütlenme anlayışı veya çalışma tarzı bakımından kimi farklılıkların bulunduğu doğrudur ama, bu farklılıklar, onların teorik ve ideolojik temeller bakımından da uzlaşmaz oldukları anlamına gelmiyordu kesinlikle. Aksine, soldaki siyasal oluşumların pek çoğu, örgütsel ayrılıklarına karşın, aynı ideolojik-teorik temelleri şu ya da bu ölçüde paylaşmaktaydılar ve bunun da pekâlâ farkındaydılar. Kendilerini, sosyalist, komünist ya da devrimci olarak tanımlayan örgütlerin neredeyse tamamına yakınının siyasal perspektifini ve gelecek tasarımlarını belirleyen, aynı “tarih bilinci” ve aynı “sosyalizm anlayışı” idi. Genelde bu anlayış, tıpkı Sovyetler Birliği ve diğer “sosyalist” ülkelerdeki gibi, bir devlet gücünün mutlak otoritesi altında olmak ko-
11
marksist tutum
şuluyla, “sosyalist bir toplumun ulusal temeller üzerinde pekâlâ kurulabileceği” inancına dayanıyordu. Nitekim aynı “inancı” paylaşan sosyalist örgütlerin hemen tamamına yakınının kafasında şekillenen sosyalist toplum projesi, ulusal sınırlarla birbirinden ayrılmış “ulus-devletli sosyalizm”lerden oluşan bir dünya kavrayışından öteye geçmiyordu. Ama öte yandan, bu tür bir “sosyalizm” anlayışının mucidinin Türkiyeli sosyalistler olmadığı da çok açıktır. Bu sosyalizm anlayışının gerçek mucidi, Lenin’in ölümünden sonra SBKP’nin ve Sovyetler Birliği devletinin tepesine çöreklenmiş olan Stalinci bürokrasiden başkası değildir. Esasında bu ulusal sosyalizm anlayışı, bürokrasinin bencil çıkarlarının bir teorik ifadesi, güç ve iktidar tutkunluğunun rasyonalize edilmiş bir formülasyonuydu. Soldaki siyasal oluşumların pek çoğu, örgütsel ayrılıklarına karşın, aynı ideolojik-teorik temelleri şu ya da bu ölçüde paylaşmaktaydılar ve bunun da pekâlâ farkındaydılar. Kendilerini, sosyalist, komünist ya da devrimci olarak tanımlayan örgütlerin neredeyse tamamına yakınının siyasal perspektifini ve gelecek tasarımlarını belirleyen, aynı “tarih bilinci” ve aynı “sosyalizm anlayışı” idi.
Sosyalist hareketin tarihinde TKP’nin yeri 1920’lerden 1960’lara kadar Türkiye’de sol hareketin tarihi esas olarak TKP’nin tarihidir. Çünkü bu dönemde solun tek örgütlü politik temsilcisi TKP’dir. Dolayısıyla, Türkiye sol hareketine Marksizm bu yıllarda TKP dolayımıyla girdi. Ve tabii, çarpıtılmış ve bozulmuş bir “Marksizm” olarak! 1960’lara kadar Türkiye sosyalist hareketinin ideolojik-teorik zeminini belirleyen de işte bu “Marksizm” oldu. Öyle bir “Marksizm”di ki bu, sosyalizme yönelen kadroların kafasını daha baştan doğmalarla dolduruyordu. Buna göre, “tamamlanmış ve de değiştirilemez” olan “reel sosyalizm” doğmasını sorgulayan ya da ondan kuşku duyan herkes, derhal “sosyalizm düşmanı” ilan edilebiliyordu. Böylelikle, eleştirici ve devrimci, yani yaşayan Marksizmin yerine, eleştiriye tahammülü olmayan ölü bir “Marksizm” (resmi sosyalizm) geçirilmiş oldu. Türkiye komünist harekinde Stalin, uzun yıllar boyunca Bolşevizmin ve Ekim Devriminin tek savunucusu, tek takipçisi olarak benimsendi. Bu bağlamda Stalinizm, Marksizm-Leninizmle özdeşleştirildi ve kutsandı. Bu özdeşleştirme, Türkiye sosyalist hareketinde hiç sorgulanmaksızın, 1960’lara kadar geldi. Türkiyeli komünistler, bu dönem boyunca Stalin’i “büyük bir devrimci”, “pren-
12
Haziran 2005 • sayı: 3
siplerine sadık bir lider”, “Leninizmin ortodoks bir takipçisi” olarak tanıdı ya da onlara öyle tanıtıldı. Kendilerine böyle tanıtılan bir kişinin, gerçekte Marksizmde esaslı revizyon yapmış bir kişi, ilkeden yoksun bir reel politiker olduğuna inanabilirler miydi hiç? Zaten gerçeklerden uzak, uluslararası ilişkilerden kopuk, kendi içine kapanık bir partinin (TKP’nin) içindeydiler. TKP içindeki kadrolar bu dönemde duydukları kimi söylentilere de, “inançları” sarsılmasın diye kulaklarını tıkadılar. Parti içinde sesini yükseltenler ise dönek, “anti-Sovyet”, “anti-komünist” ve tabii “Troçkist” olarak damgalanıp, aforoz edildi. Bu dönemde TKP kadroları içinde, SSCB’de Stalin hizbine karşı Leninist-Bolşeviklerin verdiği mücadelenin tarihsel önemini, Sol Muhalefet’in programını veya Troçki’nin fikirlerini bilen ya da kavrayabilenlerin sayısının bir elin parmaklarını geçebildiğini düşünmek çok güç. Bu yıllarda sosyalist kadroların ideolojik besin kaynağı, herhalde ki Stalin’in yazdığı “tahrifatlardan ve iftiralardan oluşan” resmi tarih ile Komintern’in yaygınlaştırdığı klişeleşmiş vülger teorilerden ibaretti. Üstelik bir de bu yıllarda (1937-44) Moskova’nın kararıyla TKP’nin örgütsel likidasyona uğratıldığı düşünülecek olursa, sosyalist harekette yaşanan olumsuz tablonun nedenleri daha da iyi anlaşılır. 1960’lara gelindiğinde ise, bu dönemde sola açılan ve sosyalist fikirleri öğrenmek isteyen ilerici-devrimci gençlere bu konuda bilgi aktaracak ve sosyalizmin tarihiyle bağlarını kurduracak tek bir kanal mevcuttu. 1930’lardan beri resmi komünizm (Stalinizm) geleneğine sıkıca bağlı olan TKP’nin içinde yetişmiş eski kuşaktan kadrolar. 60’ların devrimci ve sosyalist gençlik kuşağı ilk teorik bilgilerini ve ideolojik eğitimini bu kanaldan edinmek zorunda kalacaktı.
60’lı yıllarda sol hareketteki gelişmeler 1950’den beri Türkiye’yi yöneten Demokrat Parti iktidarının ordudaki alt rütbeli subayların 27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleştirdikleri bir askeri darbeyle devrilmesinden sonra, Türkiye’de yeni bir dönem açılıyordu. 61 Anayasası, demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılması noktasında, TC’nin tarihinde ilk kez bu kadar geniş imkân sağlayan bir anayasa olarak çıkmaktadır karşımıza. Nitekim 60’lı yılların ilk yarısındaki siyasal ortama da 61 Anayasasının bu liberal atmosferi damgasını vuracaktı. Bu dönemde işçi sınıfı da dahil tüm toplum kesimleri politik ve kültürel bir canlanma içine giriyordu. 13 Şubat 1961’de Türkiye İşçi Partisi kuruldu. TİP’i kuranlar, İstanbul İşçi Sendikaları Birliğine bağlı sendikacılardı. Partinin kuruluş amacı, işçi sınıfının ekonomik çıkarlarını savunmak ve işçiler lehine yasaların çıkarılması
Haziran 2005 • sayı: 3
mücadelesini parlamentoya taşımak olarak açıklanıyordu. Bu sınırlı amaçtan da anlaşılacağı üzere, TİP başlangıçta işçi sınıfının iktidarını hedefleyen ve sosyalist amaç güden bir parti değildi. O, tam da ekonomizm tanımına uyan bir biçimde, işçilerin ekonomik mücadelesinin kendisine siyasal bir biçim kazandırmak amacıyla kurulmuştu. Fakat çok kısa bir süre sonra, sosyalist aydınların desteği olmaksızın bu partinin yürüyemeyeceği anlaşılacaktı. Nitekim bunu kavrayan TİP’in kurucusu sendikacılar, 1 Şubat 1962’de partinin kapılarını sosyalist aydınlara ve gençlere açma kararı aldılar. 9 Şubatta ise M. Ali Aybar parti başkanlığına getirildi. Aybar’ın parti başkanı olmasıyla birlikte Türk solunun çeşitli kesimlerinden çok sayıda aydın da TİP’e girecekti. 1964 yılında toplanan 1. Kongrede ise bir parti programı yapıldı. Bu programda sosyalizm lafı geçmiyordu. Program, “kapitalist olmayan kalkınma yolu” çerçevesinde, demokratik nitelikte reformlar öngörüyor ve bağımsız bir dış politikayı savunuyordu. Program partiyi “Türkiye işçi sınıfının ve onun öncülüğü etrafında toplanmış, emeğiyle yaşayan bütün yurttaşların kanun yolundan iktidara yürüyen siyasi teşkilâtı” olarak tanımlıyordu. 1. Kongreden sonra TİP ülkenin her tarafında hızla örgütlenmeye başladı ve 1965 genel seçimlerinde de 15 milletvekili çıkarmayı başardı. Bu yıllarda tek legal sol parti olan TİP, neredeyse tüm sosyalistleri, komünistleri, ilericileri, demokratları, reformistleri, radikalleri, Kemalistleri vb. bünyesinde toplamış bir “sol cephe partisi” konumunda idi. Dolayısıyla, gelecekte ortaya çıkacak reformistinden devrimcisine farklı sosyalist grupların ve partilerin ilk nüveleri bu parti içinde mayalanacaktı. 1960’lı yılların bu ilk döneminde (1961-65), Türkiye sol hareketinde iki eğilim öne çıkmış durumdaydı. Biri, TİP içinde esas olarak Aybar’ın savunduğu parlamentarist-popülist “sosyalizm” çizgisi idi. Diğeri ise YÖN dergisinde Doğan Avcıoğlu çevresinin savunduğu ve ideolojik temelleri esas olarak 1930’larda Kadrocular tarafından atılan milliyetçi-devrimci sol Kemalizm çizgisi idi. 60’lı yılların başlarında Türkiye sol hareketinde beliren bu ayrım, ileriki yıllara damgasını vuracak olan sosyalist devrim/milli demokratik devrim saflaşmasının da bir öngirişiydi. Öte yandan, Türkiye’nin en eski partisi olan ve 1920’lerden 1950’lere kadar Türkiye sol hareketinin tek örgütlü politik temsilcisi olarak varlığını sürdürmüş bulunan TKP’nin ise, bağımsız bir örgüt olarak sesi soluğu çıkmıyordu henüz. TKP 1951 tutuklamalarında ağır bir darbe yemiş ve ardından ciddi bölünmelere uğramıştı. Reşat Fuat-Mihri Belli grubu, Zeki Baştımar (TKP-Dış Büro) grubu ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi grubu, TKP içindeki bölünmeler sonucunda ortaya çıkan başlıca gruplardı. TKP işte bu bölünmüşlük, örgütsüzlük ve güçsüzlük içinde girmişti 60’lı yıllara. O nedenle de, bağımsız bir örgütlenmeyi gerçekleştirip sol hareket üzerin-
marksist tutum
de siyasal otoritesini kuracak durumu yoktu. Dolayısıyla, TKP kökenli gruplar da 60’lı yılların başında TİP içinde faaliyet yürütmekten öte bir şey yapamaz durumda idiler. Daha sonraları 68’liler diye tanınacak olan gençlik kuşağına mensup devrimcilerin, sosyalist fikirlerle tanışmaları ve örgütlü sosyalist mücadeleye katılmaları da bu dönemde oldu. Solda genel bir yükselişin yaşandığı 1960’lı yıllar, Türkiye’nin politik yaşamında gerçekten de önemli bir dönemeç noktasıdır. Tam kırk yıl süren bir baskı ve antidemokratik dönemden sonra, sosyalist düşünce ve örgütlenme özgürlüğü üzerindeki baskı ve yasaklar, kısmen de olsa kalkıyor ve sınırlı da olsa legal bir örgütlenme olanağı doğuyordu. İşte bu ortamda, sosyalizme yönelen devrimci gençlerin katılabileceği iki sol örgüt bulunuyordu: Türkiye İşçi Partisi ve onun bir yan kuruluşu olan Sosyalist Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF). 1960’lı yılların bu ilk döneminde (1961-65), Türkiye sol hareketinde iki eğilim öne çıkmış durumdaydı. Biri, TİP içinde esas olarak Aybar’ın savunduğu parlamentarist-popülist “sosyalizm” çizgisi idi. Diğeri ise YÖN dergisinde Doğan Avcıoğlu çevresinin savunduğu ve ideolojik temelleri esas olarak 1930’larda Kadrocular tarafından atılan milliyetçi-devrimci sol Kemalizm çizgisi idi. 60’lı yılların başlarında Türkiye sol hareketinde beliren bu ayrım, ileriki yıllara damgasını vuracak olan sosyalist devrim/milli demokratik devrim saflaşmasının da bir öngirişiydi. Daha önceki yıllarda öğrenci gençler, öteden beri Kemalist devletin korporatif yapısı içinde yer alan resmi gençlik örgütlerinin (MTTB, TMTF, TMGT gibi) etrafında toplaşırlardı. Fakat 1965 seçimlerinden sonra hızla TİP’e ve FKF’ye katılmaya başladılar. Daha sonraları her biri sol politik örgütlerden birinin lideri konumuna yükselecek olan Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Doğu Perinçek, İbrahim Kaypakkaya gibi gençler de, 1965’te TİP’in ve FKF’nin üyesiydiler. 1968’e kadar sol gençlik hareketi içinde ciddi bir ideolojik ayrışmanın ve örgütsel saflaşmanın yaşanmadığını da burada ayrıca belirtmek gerekiyor. Gerçekten de ‘68 yılına kadar ilerici-devrimci gençliğin eylemleri birlikte yürüyordu ve bu eylemlere öncülük eden gençler genellikle TİP’li ve FKF’li gençlerdi. Ayrıca TİP’in, NATO’nun kuruluşunun 20. yılında başlattığı “Türkiye’nin NATO’dan ayrılması” kampanyası, solun her kesiminin ve gençliğin büyük desteğini görmüştü. 1968 yazındaki üniversite işgallerine ve ardından yapılan eylemlere de ilerici-devrimci gençler olarak bir bütünlük içinde katılmıştık. Gençlik içindeki ideolojik ayrışma ve örgütsel saflaşmalar, ‘68 üniversite işgallerinden sonra ve esas olarak TİP içinde yaşanan ayrışmaya (sosyalist devrim-milli demokratik dev-
13
marksist tutum
rim ayrışması) paralel olarak gelişecekti. 60’ların ilk yarısında henüz sol fikirlerle yeni tanışan ve politik yaşama gözlerini yeni açan ilerici-devrimci gençler olarak, devrimci Marksizmin bilgisinden de, proletaryanın enternasyonalist mücadele tarihinden de bihaberdik. Dolayısıyla bizim kuşağımız o dönem, ne Stalinist bürokrasinin karakteri, ne de onun dünya komünist ve işçi hareketinde yarattığı tahribatın boyutları hakkında gerçek bir bilgiye sahipti. Marksizm hakkında gerçek bilgileri kendisine ulaştıracak araçlardan da, kaynaklardan da henüz yoksundu kuşağımız. Örneğin, bu yıllarda Türkiye’de Marx, Engels ve Lenin’in yapıtları legalde basılmış değildi henüz. Bırakınız bu kitapları, Nazım’ın şiirleri bile gün yüzüne çıkmış değildi daha.
Sol harekette ilk çatışma (1965-67) 1965 seçimlerine kadar, TİP ile YÖN arasında ideolojikpolitik görüş ayrılığı nedeniyle herhangi bir kavga yaşanmamıştı. Zaten savundukları görüşler arasında da esaslı bir faklılık yoktu. YÖN’ün çıkış bildirisine imza atan aydınların pek çoğu TİP üyesiydi aynı zamanda. Hatta denilebilir ki, başlangıçta bu iki politik çevre arasında zımni bir “işbölümü” ve “anlaşma” var gibiydi. TİP, yurt düzeyindeki örgütlenmesiyle ve parlamentoda ve basında yürüttüğü propaganda çalışmalarıyla “anti-emperyalist mücadele”ye ve de “milli sosyalizm”e kamuoyu hazırlıyor, YÖN dergisi ise yukarıda, yani devlet katında (asker-sivil “ilerici” bürokrasi arasında) ve CHP içinde çalışarak, anti-emperyalist, milliyetçi-devrimci bir öncü mücadele merkezi oluşturmaya çalışıyordu! En azından dışarıdan görünüm buydu. TİP 1965 seçimlerinde elde ettiği 15 milletvekilliği ile, toplumun bütün ilerici kesimlerinin ve sol basının coşkun ilgisini ve sempatisini kazandı. TİP’in mecliste temsil edilmeye başlamasıyla birlikte, parti başkanı Mehmet Ali Aybar, parti programında yazılı olmamasına karşın, açıkça “sosyalizm”in sözünü etmeye ve devrim, iktidar, sınıf egemenliği gibi Marksizmin temel sorunlarına ilişkin görüşlerini açıklamaya koyulmuştu. Aybar’ın bu açıklamalarında, söz düzeyinde bile olsa “sosyalist iktidar” perspektifi öne çıkarılmakta ve bu iktidarın, halk çoğunluğuna dayanarak parlamenter yoldan gerçekleşeceği vurgusu yapılmaktaydı. Bu dönemde (1965-67) sol içindeki ilk kapışma, Aybarın yönetimindeki TİP çizgisi ile Doğan Avcıoğlu’nun yönetimindeki YÖN çizgisi arasında patlak verdi. Sol harekette öne çıkan bu iki akım arasında öncülük, devrimcilik ve iktidar sorunlarında başlayan tartışma, gelecekte yaşanacak daha derin tartışma ve saflaşmaların habercisi idi. Fakat ‘65 seçimlerinden sonra, TİP’in kendisini sosyalist hareketin biricik örgütü ilan etmesi, “anti-emperyalist mücadelenin öncüsü”nün işçi sınıfı olduğunu söylemesi
14
Haziran 2005 • sayı: 3
ve “sosyalist mücadele ile anti-emperyalist mücadelenin aynı anda ve birarada yürütüleceği” tezini ortaya atması, bir anda YÖN’cülerin hışmını üzerine çekmeye yetmişti. Çünkü TİP’in yaptığı bu “densizlik”, YÖN’cülerin “titiz” bir şekilde hazırladığı ve askeri bürokrasiye önemli görevler yükledikleri darbeci iktidar planlarını allak bullak ediyordu. TİP ile YÖN’cüler arasında patlak veren bu çekişme, işçi, köylü ve diğer emekçi sınıfların aşağıdan iktidarına vurgu yapan genel bir sosyalizm anlayışı ile, geleneksel “devletçi” kadroların (asker-sivil bürokrasi, ilerici aydınlar vb.) tepeden inmeci-seçkinci iktidarını hedefleyen sol Kemalizmin “devletçilik” anlayışı arasındaki bir çekişmeyi ifade ediyordu aslında. Her ne kadar parlamentarist, reformist bir temele oturuyorsa da, Aybar’ın savunduğu “sosyalist iktidar” perspektifi, YÖN’cülerin tepeden inmeci (darbeci) ve daha baştan emekçi halk yığınlarının politik inisiyatifini dışlayan bürokratik-seçkinci iktidar anlayışını sert bir şekilde eleştiriyor ve vurguyu hep işçi ve emekçi halk sınıflarının politik katılımına yapıyordu. Ayrıca Aybar’ın yaptığı açıklamalarda, asker-sivil bürokrasinin halktan kopuk Osmanlı devlet sınıflarının bir devamı olduğunu söylemesi ve CHP’yi de aynı temelde değerlendirmesi, YÖN’cüleri fena halde kızdırmıştı. YÖN’cülere göre, anti-emperyalist mücadelede işçilerin öncü olması demek, “sivillerin askerlerin önünde yürümesi”, “bir subayın bir işçinin arkasından gitmesi” demekti. Nasıl olur da zinde güçler (askerler) sivillerin peşinden giderdi efendim! İşçilerin öncülüğünün savunulması, düpedüz “milli güçlerin” birliğini bölerdi ve bu da kabul edilemez bir şeydi! Kemalist-milliyetçi YÖN’cüler bu görüşlerinde yalnız da değillerdi. Onlara destek, her zaman olduğu gibi gene Stalinist “ulusal sosyalizm” anlayışının Türkiye’deki resmi temsilcisi olan TKP’nin saflarından gelecekti. Zinde güççü Doğan Avcıoğlu’nun imdadına, onunla birebir aynı olmasa bile, yakın görüşleri savunan bir diğer zinde güççü (Mihri Belli) yetişecekti. Bunda da yadırganacak bir yan yoktu doğrusu. YÖN dergisi tarafından savunulan bu görüşlerin orijinalinin, daha 1930’lu yıllarda, TKP kökenli küçük-burjuva aydın kadrolar tarafından üretildiği bir sır değildi. 1930’lu yıllarda CHP’nin tek parti diktatörlüğünü destekleyen ve Kemalizme “özgün” bir ideolojik-teorik temel kazandırma “tarihsel” misyonunu üstlenen Kadro hareketinin mimarlarının da TKP’den çıkmış olması bir raslantı değildi. Kadro dergisinin kurucuları arasında yer alan Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya Aydemir gibi küçük-burjuva kökenden gelen aydınlar, TKP’de Merkez Komitesi üyeliğine kadar yükselmiş ve 1920’lerin sonunda da partiden ayrılmışlardı. Bu aydınlar, başından beri bir burjuva hareketi olan ve Batılılaşmayı (kapitalistleşmeyi) amaç edinen sivil-asker yönetici bürokrasinin hare-
Haziran 2005 • sayı: 3
Oysa ne TİP gerçek anlamda Marksist bir sosyalizm anlayışını savunuyordu, ne de YÖN’le arasında bu konuda çok büyük bir farklılık vardı. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu her iki kesim 1965 seçimlerine kadar, devletin “antiemperyalist” bir milli burjuva devleti olması gerektiği konusunda hemfikirdi. Bu nedenle her iki kesim de 27 Mayıs’ın yarattığı Anayasayı ve devlet biçimini sahipleniyor ve 27 Mayıs Anayasasının “sosyalizme ulaşmak için” gerekli yasal imkânı sağladığını düşünüyordu. ketine (Kemalizme), gerçekte sahip olmadığı nitelikler atfederek, onu “anti-emperyalist”, “halkçı”, “devrimci” bir hareket olarak lanse ediyorlardı Kadro dergisinde. Öte yandan bu Kadrocu yazarlar, CHP iktidarının 1930’larda uygulamaya başladığı “ekonomik devletçilik” programını da “yeni bir kalkınma yolu” olarak teorileştiriyorlardı. Bu “teoriye” göre, inkılâpçı aydın kadroların (kendi deyimleriyle, “fikir adamı, teknisyen, uzman, yönetici askersivil bürokrat vb.”) yönetiminde, Kemalist ulusal kurtuluş inkılâbının devam ettirilmesi ve devletçi bir ekonomik politikanın uygulanmasıyla birlikte, Türkiye’de kapitalizmden de, sosyalizmden de farklı olan, “kendine özgü” yeni bir ulus-toplum modeli inşa edilecekti. Kemalist inkılâbın açtığı bu “yeni yol”un, tüm sömürge ve yarı-sömürge ulusların kurtuluş mücadelesinde de esin kaynağı olacağını belirten Kadrocular, bağımsızlığına kavuşan yeni ulus-devletlerin kalkınmasında da, Kemalist devletçiliğin örnek bir “model” oluşturacağını iddia ediyorlardı. Görüleceği üzere, TKP kökenli Kadrocuların 1930’lu yıllarda geliştirdiği bu “teori”, Ekim Devrimi gibi büyük tarihsel olayların yaşandığı bir çağın başlangıcında, sosyalizmden etkilenmiş ama milliyetçilikten de yakasını bir türlü kurtaramamış ve kendilerinde her daim “kurtarıcılık” misyonu görmüş olan devletçi aydınların vehminden başka bir şey değildi. Kadrocuların ortaya attığı bu “melez” teori, daha sonraki yıllarda ortaya çıkan (ya da çıkarılan) “üçüncü dünyacı” teorilerin (milli devrimci kalkınma, kapitalist olmayan yol vb. gibi tezlerin) bir erken versiyonuydu aslında. Bir yandan emperyalist tahakküme tepki duyan, ama öbür yandan işçi sınıfına ve onun bilimsel ideolojisine de genel bir güvensizlik içinde bulunan milliyetçi küçük-burjuva aydınının kararsız ruh halini yansıtan bu teoriler, bilindiği gibi, 1960’lı yıllarda yeniden revaç bulacaktı sol harekette. İşte YÖN dergisinde Doğan Avcıoğlu gibi sol Kemalistlerin ve TKP kökenli kimi eski tüfek komünistlerin yükselttiği milliyetçi antiemperyalist tezler de, 1930’larda üretilen Kadrocu teorilerin yeni bir versiyonu olmaktan öte bir şey değildi. Doğan Avcıoğlu ve onu destekleyen M. Belli grubu,
marksist tutum
“sosyalist iktidar” perspektifini dillendirdi ve işçi sınıfının öncülüğüne vurgu yaptı diye TİP’e hücum etmekte gecikmeyeceklerdi. Avcıoğlu, TİP’in bu yeni çizgisiyle bir “sol” sapma içine girdiğini, İttihat ve Terakki’yi, Mustafa Kemal hareketini ve 27 Mayıs’ı bir karşı-devrim saydığını ve tıpkı emperyalizmin, DP’nin ve AP’nin yaptığı gibi geleneksel yönetici kadroya, yani Kemalist bürokrasiye cephe aldığını ve bu tavrıyla “yurtsever cephe”yi böldüğünü iddia ediyordu. Oysa ne TİP gerçek anlamda Marksist bir sosyalizm anlayışını savunuyordu, ne de YÖN’le arasında bu konuda çok büyük bir farklılık vardı. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu her iki kesim 1965 seçimlerine kadar, devletin “anti-emperyalist” bir milli burjuva devleti olması gerektiği konusunda hemfikirdi. Bu nedenle her iki kesim de 27 Mayıs’ın yarattığı Anayasayı ve devlet biçimini sahipleniyor ve 27 Mayıs Anayasasının “sosyalizme ulaşmak için” gerekli yasal imkânı sağladığını düşünüyordu. Ayrıca orduya bakışlarında da pek bir fark bulunmuyordu; ordunun toplumsal gelişmede ilerici bir rol oynadığını düşünüyorlardı. Ve nihayet toplumun karşısındaki düşman gücün, ABD emperyalizmi, komprador burjuvazi ve ağalar olduğunu söylüyorlardı. Dolayısıyla ihtilâf bu konularda değil, başka bir noktada idi. Gerçekte solun bu iki kesimi arasında başlayan kavga, solda politik hegemonyanın kimde olacağı kavgasıydı aslında. Kendisini işçilerin, köylülerin, toplumcu aydınların, ilerici gençliğin partisi olarak lanse eden TİP mi, yoksa zinde güçlerin (asker-sivil aydın zümrenin) sözcülüğünü yapan YÖN mü hegemon olacaktı sol hareket üzerinde.
‘68-71 dönemindeki tartışmalar ve bölünmeler Marksist kökenli sol hareket içinde “Türkiye devriminin karakteri” sorununun belki de en yoğun ve en kapsamlı biçimde (teorik çerçevede) tartışıldığı dönem, 1965-1971 dönemidir. Ne var ki bu tartışmayı doğrudan başlatanlar sosyalistler değil, sol Kemalistler olmuştur. Devrim sorununu, ulusal bağımsızlık ve ulusal kalkınma sorunu olarak koyan Kemalistler (YÖN), zaten tarihi itibarıyla ulusalcı sosyalizm anlayışıyla biçimlenmiş sosyalistleri büsbütün etkileyip, ulusallığın dar sınırları içine iyice hapsetmişlerdi. Hem öyle ki, sözde sosyalist devrimi savunan TİP bile, devrim ve sosyalizm sorunlarını, “ulusal kalkınma” ile sınırlı bir sorun olarak ele almaktan başka bir şey yapmayacaktı bu dönemde. TİP içindeki Marksist kökenli sosyalistler arasında bu tartışma, esas olarak 1967 yılında başladı. TİP’in 1966 yılında yapılan ikinci kongresinden sonra, TİP içinde demokratik devrimciler diye bilinen Reşat Fuat-Mihri Belli grubuna mensup kadrolar, Aybar-Aren-Boran ekibi tara-
15
marksist tutum
fından partiden ihraç edilmişlerdi. Bu arada aydınlar arasında çıkan ihtilâf nedeniyle, YÖN dergisi de yayın faaliyetine son vermiş bulunuyordu. Bu durumda demokratik devrimciler, 1967 Kasımında Türk Solu dergisini çıkararak TİP dışında bir platform oluşturmaya giriştiler. Dergi, Türkiye’deki sol geleneğin mirasçısı olduğunu belirtiyor ve solda güç birliğini sağlayacak platformun dergisi olma amacıyla çıktığını söylüyordu. Dolayısıyla, başlangıçta bu dergiyi, Hikmet Kıvılcımlı gibi, sosyalist hareket içinde ağırlığı olan ve mevcut TİP yönetiminin siyasal çizgisini doğru bulmayan eski kuşaktan komünistler de destekleyecekti. Bu dönemde Marksist kökenli sosyalist grupların öne çıkardığı tartışma konusu, Türkiye devriminin karakteri ve Türkiye’nin hangi devrim aşamasında bulunduğuydu. Yani bir bakıma Kemalistlerin belirlediği tartışma alanının içine hapsolmuş durumdaydı bu eski kuşaktan sosyalistler de. Sosyalistler arasında başlayan bu tartışmada başlıca iki kutup oluşmuştu. Bir yanda “Milli Demokratik Devrim” diyenler, diğer yanda “Sosyalist Devrim” diyenler. Üçüncü bir görüş ise, bu iki tezin ortasında gibi duran ama teorik gerekçeleri bakımından MDD tezine daha yakın olan “Demokratik Halk Devrimi” tezi idi. “Türkiye devriminin karakteri” sorununda yürütülen tartışmanın odağında ise, Türkiye’nin nasıl bir sosyo-ekonomik yapıya sahip olduğu tartışması yer alıyordu. Türkiye’deki hâkim sosyo-ekonomik yapı feodal mi, yarı-feodal mi, yoksa kapitalist miydi? “Devrimin karakteri” sorununda öne sürülen teorik tezler işte bu soruya verilen yanıta göre biçimlendiriliyordu. “Türkiye emperyalizme bağımlı, feodal ilişkilerin ağır bastığı yarı-sömürge bir ülkedir” diyenlerin savunduğu devrim stratejisi, “emperyalizme, feodalizme ve komprador burjuvaziye karşı antiemperyalist, anti-feodal, milli demokratik devrim (MDD)” oluyordu. Ya da Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın ortacı (merkezci) tezinde olduğu gibi, bu devrim, ülkedeki yerli finans-kapital + derebeyi + tefeci bezirgân saltanatına karşı, “ikinci Kuvayı Milliyecilik” diye de tanımlanan “Demokratik Halk Devrimi” oluyordu. MDD tezinin baş mimarı Mihri Belli, Kemalizm ile ittifakı mutlak bir zorunluluk olarak öne çıkarıyor ve askersivil aydın kadroların “öncülüğünde”, “milli devrimci” bir hareketin örgütlenmesini esas alıyordu. MDD tezini savunanların yakın hedefi, ordu, gençlik, aydınlar ve milli burjuvazinin oluşturacağı “milli cephe”nin önderliği altında, bir milli devrimci iktidarın kurulmasını sağlamak ve ülkenin tam bağımsızlığını hedefleyen bir milli kalkınma hamlesini başlatmaktı! MDD’cilere göre, işçi sınıfının partisinin kurulması ve bir sosyalist devrimin hedeflenmesi, ancak ve ancak milli demokratik devrimin başarılması ve “tam bağımsız, gerçekten demokratik Türkiye”nin kurulmasından sonra gündeme gelebilirdi! O zamana kadar kimsenin hakkı yoktu “sosyalist devrim” slo-
16
Haziran 2005 • sayı: 3
ganını öne çıkarmaya! Bunu yapmak, “milli cepheyi bölmek” anlamına gelirdi çünkü! Mihri Belli’nin öne sürdüğü bu görüşlerin aslında YÖN’ün görüşlerinden pek bir farkının olmadığı ortadaydı. M. Belli de tıpkı Kemalistler gibi, vurguyu askersivil aydın tabakanın (zinde güçlerin) anti-emperyalistliğine, devrimciliğine yapmakta ve bu güçlerle ittifakı başa almaktaydı. Yaptığı “zinde güçler” ve ordu tahlilleri de bütünüyle buna dayanıyordu. Diğer taraftan Hikmet Kıvılcımlı, “zinde güçlerin öncülüğü” ve “milli cephe” konusunda hem YÖN çizgisini hem de M. Belli’nin açılımlarını eleştirerek kendi tezini öne sürmekteydi: İşçi sınıfının öncülüğünde, işçi-köylü ittifakına dayanan demokratik halk devrimi (DHD). Kıvılcımlı’ya göre, bu birinci devrimde ya da ilk aşamada, anti-emperyalist-demokratik görevler yerine getirileceği için, işçi sınıfı bu aşamada zinde güçlerle (ilerici, anti-emperyalist subaylar, öğrenci gençlik, aydınlar vb.) birlikte yürümeli ve bu güçlerle birlikte “demokratik halk cephesi” oluşturmalıydı. İşçi sınıfının kendi iktidarını kurması ve sosyalizm için mücadeleyi başlatması ise daha sonraki aşamanın işi idi! Bu dönemde Marksist kökenli sosyalist grupların öne çıkardığı tartışma konusu, Türkiye devriminin karakteri ve Türkiye’nin hangi devrim aşamasında bulunduğuydu. Yani bir bakıma Kemalistlerin belirlediği tartışma alanının içine hapsolmuş durumdaydı bu eski kuşaktan sosyalistler de. Sosyalistler arasında başlayan bu tartışmada başlıca iki kutup oluşmuştu. Bir yanda “Milli Demokratik Devrim” diyenler, diğer yanda “Sosyalist Devrim” diyenler. Üçüncü bir görüş ise, bu iki tezin ortasında gibi duran ama teorik gerekçeleri bakımından MDD tezine daha yakın olan “Demokratik Halk Devrimi” tezi idi. Görüleceği üzere, eski kuşaktan komünistlerin yaptığı bu “teorik çözümlemeler” dikkate alındığında, şöyle bir ilginç tablo çıkmaktaydı ortaya: Lenin’in Nisan Tezleri’ni kaleme alışından ve Ekim Devriminin ortaya koyduğu derslerden elli yıl sonra, Türkiye’de Marksist sol hâlâ “aşamalar” ve “asgari-azami program” üzerinde kavga yürüterek bölünebiliyordu! Ekim devriminin derslerinin ışığında, Lenin’in sağlığında formüle edilen “proleter devrimin sürekliliği” ve proletaryanın tek ve bütünsel “geçiş programı” anlayışı, Türkiyeli sosyalistlerin hafızasından silinip gitmişti adeta. Bu hafıza kaybına yol açan, 1930’lardan beri dünya komünist hareketi üzerinde hegemonyasını kurarak, Bolşevik görüşlerin tasfiyesine girişen Stalinizmden başkası değildi elbette. Öte yandan, MDD’ciliğe karşı TİP’te “sosyalist devrim” tezini savunanların görüşlerine gelince: Bu grup, Türki-
Haziran 2005 • sayı: 3
ye’de burjuva demokratik devrimin çoktan tamamlandığını, Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal bakımdan sömürge ya da yarı-sömürge bir ülke olmadığını söylüyordu. Bu dönemde TİP içinde “sosyalist devrim” tezini özellikle yükselten Behice Boran-Sadun Aren-Nihat Sargın grubunun (daha sonra, Emek Sosyalist Dergi’yi çıkaracaktı bu ekip) görüşleri şöyle özetlenebilirdi: “Türkiye’de hâkim üretim biçimi feodalizm değil kapitalizmdir. Türkiye kapitalizmi, bünyesinde derebeylik kalıntılarını da barındıran az gelişmiş bir kapitalizmdir. Egemen sınıf yerli büyük burjuvazidir. Türkiye daha sonraları iktisaden emperyalizme bağımlı bir ülke haline gelmişse de, bu, emperyalizmin bir saldırısı ya da işgali sonucunda olmuş değildir. Emperyalizmi Türkiye’ye yerli burjuvazinin kendisi davet etmiştir. Yerli burjuvazi 1950’lerde kendi arzusu ve iradesiyle emperyalist sermayeyle bağlanmış, emperyalizmin askeri ve iktisadi örgütlerine katılmış ve Türkiye’yi iktisadi ve askeri açıdan emperyalizme bağımlı bir ülke haline getirmiştir. Türkiye’de emperyalist sermayeyle bütünleşmek istemeyen ve bu anlamda antiemperyalist nitelik taşıyan bir “milli burjuva” kesim yoktur. Türkiye’de emperyalizmle iç içe geçmiş kapitalist bir düzen hakimdir. O halde kapitalizme karşı mücadele verilmeden, emperyalizme bağımlılıktan kurtulmak da olanaklı değildir. Türkiye’nin önündeki devrimci aşama, anti-kapitalist, yani sosyalist devrim aşamasıdır.” Aslında TİP’in öne sürdüğü ve açılımını yaptığı bu tezler, MDD’ci tezler karşısında çok daha doğru ve Marksist bir temele oturuyor görünüyordu. Ne var ki, TİP yönetiminin teorik düzeyde öne sürdüğü bu “sosyalist devrim” tezi ile, pratikte izlediği siyasal çizgi ve taktikler arasında bir iç tutarlılık bulunmuyordu. Oportünizmden böyle bir tutarlılık beklemek de beyhude olurdu zaten. Ekim Devriminin öğrettiği tarihsel ders şuydu: Siyasal anlamda bir proleter sosyalist devrimin başarılması demek, devrimci proletaryanın, kır ve kent yoksullarının da desteğini alarak, devrimci bir ayaklanmayla iktidarı ele geçirmesi ve burjuva devlet makinasını baştan aşağı parçalayarak, yerine kendi iktidar organlarını (sovyetler, konseyler, fabrika komiteleri vb. biçiminde örgütlenmiş proletaryanın doğrudan demokrasisini) geçirmesi demekti. Kapitalizmin tasfiyesi ve sosyalizmin inşası doğrultusunda tarihsel bir eylemin başlatılabilmesi, ancak ve ancak böyle bir muzaffer proleter devrimle mümkün olabilirdi. Oysa TİP’in savunduğu “sosyalist devrim”in bu tarihsel perspektifle hiçbir ilgisi yoktu. TİP’in sosyalist devrimden anladığı, milletvekili seçimlerinde çoğunluğu sağlayarak burjuva parlamentosunda iktidar olmaktı. Buna göre TİP, şayet hükümet olursa, “sosyalist Türkiye”yi parlamentodaki çoğunluğuna dayanarak kuracaktı! Tabii böyle bir “sosyalist devrim” için, ne başarılı bir proleter ayaklanmaya, ne de işçi sınıfının devrimde kendi iktidar organlarını (sovyetler, konseyler vb.) yaratmasına gerek var-
marksist tutum
dı! Nasıl olsa işçi ve emekçiler “adına” hükümet eden TİP’li milletvekilleri, sosyalizmi inşa edebileceklerdi parlamentodaki fedakâr çalışmalarıyla! TİP’in sosyalizm diye öne sürdüğü şey, demokratik reformlar eşliğinde uygulanan sosyal adaletçi, emekten yana bir devletçi kalkınma projesinden öte bir şey değildi. Yani kendisinden elli yıl önce Alman Sosyal Demokratlarının savunduğu parlamentarist-reformcu “sosyalizm”i savunuyordu TİP. O dönemde yaşanan bir başka ilginçliğe de değinmek gerekiyor burada. TKP Merkez Komitesinde Zeki Baştımar grubu ile Şefik Hüsnü-Reşat Fuat-Mihri Belli grubu arasında 1951 yılında cezaevinde başlayan kavga, 1960’larda TİP içinde devam ediyordu hâlâ. Taraflar arasında sürüp giden bu kavga, Stalinci örgüt kültürünün ve siyaset yapma anlayışının nasıl bir şey olduğunun anlaşılması bakımından da ilginç bir örnek oluşturmaktadır. 60’lı yıllarda SBKP bürokrasisine bağlı küçük bir “masa” konumunda olan TKP-Dış Bürosunun (Zeki Baştımar) savunduğu görüşlerle, Türkiye’de Mihri Bellilerin savunduğu MDD çizgisi arasında köklü bir farklılık yoktu aslında. Aradaki fark sadece, birinin daha “öz Türkçe” kelimeler kullanmasıydı. Mihri Belli’nin “milli demokratik devrim” diye anlattığını, TKP-Dış Bürosu “ulusal demokratik devrim” diye anlatıyordu. Ekim Devriminin öğrettiği tarihsel ders şuydu: Siyasal anlamda bir proleter sosyalist devrimin başarılması demek, devrimci proletaryanın, kır ve kent yoksullarının da desteğini alarak, devrimci bir ayaklanmayla iktidarı ele geçirmesi ve burjuva devlet makinasını baştan aşağı parçalayarak, yerine kendi iktidar organlarını (sovyetler, konseyler, fabrika komiteleri vb. biçiminde örgütlenmiş proletaryanın doğrudan demokrasisini) geçirmesi demekti. Kapitalizmin tasfiyesi ve sosyalizmin inşası doğrultusunda tarihsel bir eylemin başlatılabilmesi, ancak ve ancak böyle bir muzaffer proleter devrimle mümkün olabilirdi. Başka türlü de olamazdı zaten. Çünkü her iki grup da bu konuda, 1930’larda Komintern’de geliştirilen Stalinci aşamalar teorisinin açılımlarına bağlıydılar. Ama öte yandan, kendi açılımlarında tıpkı M. Belli gibi MDD’yi savunan Zeki Baştımar, Türkiye’de MDD’cileri değil, onun karşısında yer alan “sosyalist devrim”cileri destekliyordu. Bu yaman çelişkinin nedeni çok basitti. Rakibinin TİP’te hâkim bir konum elde ederek kendi yandaşlarını ekarte etmesini istemiyordu bu grup. Bu nedenle de, kendisiyle aynı görüşü (MDD’yi) savunanları değil, karşıt görüşü (sosyalist devrimi) savunanları (Aybar-Aren-Boran’ı) desteklemeyi politik çıkarına daha uygun buluyordu. İşte size siyasal açıdan “ahlâki bir davranış” örneği! Ama yadır-
17
marksist tutum
ganacak bir şey yok; Stalinist kültürde çok sık rastlanan bir “siyasal” davranış biçimidir bu.
‘68 kuşağının devraldığı “Marksist” gelenek Türkiye’de bu tartışmalar sürerken, uluslararası komünist harekette de önemli gelişmeler yaşanmaktaydı. Kruşçev 20. Kongrede yaptığı konuşmada Stalin’in işlediği suçları bir bir sayıp dökmüştü. Aslında Kruşçev yaptığı bu konuşmada, Stalinizmin ideolojik mevzilerine esaslı bir eleştiri yöneltmiş değildi. O, işlenen suçları sadece Stalin’in kişiliğine bağlamış ve “kişi putlaştırması”na yönelik bir eleştiri geliştirmişti. Yani Sovyet bürokrasisi, kendi günahlarını unutturmak ve halkın gözünde yitirdiği itibarını yeniden kazanabilmek için, tüm suçu, yıllardan beri kendisinin putlaştırdığı şefinin sırtına yıkıveriyordu. Bürokrasi hem Sovyet halkını, hem de dünya işçi sınıfını aldatmaya devam ediyordu. Ne var ki, Kruşçev’in yaptığı açıklamalar bile, uluslararası komünist harekette önemli altüstlüklerin ve bölünmelerin yaşanmasına yetecekti. 1960’lara girildiğinde ise, Moskova’nın dünya komünist hareketi üzerindeki o eski mutlak hegemonyası artık bulunmuyordu. SBKP’nin tek merkezli hâkimiyetinin yerini, giderek çok merkezlilik alacaktı. Yugoslavya Komünistler Birliği kopmuştu ve ardından da resmi komünist harekette çok önemli bir kırılma yaratacak olan Çin-Sovyet anlaşmazlığı başlamıştı. Öte yandan, Brejnev dönemiyle birlikte Sovyetler Birliği’nde kılık değiştirmiş bir Stalinizm yeniden hâkim olmuştu. Brejnev döneminde Sovyet tanklarının diğer bir “sosyalist” ülkeyi, Çekoslovakya’yı işgali uluslararası komünist hareket içinde tartışmaları alevlendiren önemli bir dönüm noktası olacaktı. Artık resmi KP’lerin ve kendilerini “reel sosyalizm” olarak lanse eden bürokratik diktatörlüklerin durumu, başta Avrupa olmak üzere dünyanın her yerinde tartışma konusu yapılıyordu. Bu dönemde özellikle SBKP ve ÇKP arasındaki tartışmalar giderek daha da derinleşti ve taraflar her konuda uzlaşmaz bir kamplaşma içerisine girdiler. Uluslararası komünist hareketteki bölünmeler ve yeni saflaşmalar da bu dönemde yoğunlaştı. Özellikle de ulusal kurtuluş mücadelelerinin ve demokratik devrim süreçlerinin yaşandığı az gelişmiş ülkelere yönelik “devrim stratejileri”nin tartışılması bu dönemde uluslararası komünist hareketin gündeminde baş sıraları işgal etti. Bu kapsamda olmak üzere, bu ülkeler için öne sürülen “kapitalist olmayan gelişme yolu”, “kırlardan kentlere halk savaşı”, “fokoculuk” vb. en çok tartışılan sorunlardı. Türkiye’de de sosyalistler gelişmeleri izliyor fakat Avrupa’daki tartışmalar kadar derinlemesine durmuyorlardı sorunlar üzerinde. Öte yandan Çekoslovakya’nın işgali olayına da sosyalistler içinde bir tek M. Ali Aybar açıkça karşı çıkmış ve SBKP’nin tutumunu eleştirmişti. Diğer taraftan
18
Haziran 2005 • sayı: 3
ne MDD’ciler ne de TİP içindeki sosyalist “devrimci” Aren-Boran ekibi karşı çıkmıştı bu işgale. Tersine, her iki kesim de işgali onaylar bir tavır takınmışlardı. Çok açık ki, bu iki ekip kendi aralarında ne denli kapışırsa kapışsınlar, SBKP’ye ve onun Stalinci politikalarına açıktan karşı çıkacak durumda değillerdi. Nitekim 1968 yılına kadar, parti içinde MDD’cilere karşı Aybar’la birlikte mücadele eden Aren-Boran ekibi, ‘68 Çekoslovakya olayından sonra –belli ki TKP-Dış Büronun yönlendirmesiyle– Aybar’la yollarını ayıracaklardı. Özellikle işçi hareketinde, o güne kadar görülmedik bir militanlaşma ve eylemlilik yaşanıyordu. Yükselen işçi ve gençlik eylemleri, bir yandan ilerici gençliği daha da radikalleştirip, daha da sola çekerken, diğer yandan gelişen ve kitleselleşen devrimci harekete siyasal ve ideolojik açıdan öncülük edecek gerçekten Marksist-enternasyonalist bir önderliğin yokluğu bütün yakıcılığı ile kendini hissettirmekteydi. Gençlere gelince, 60’lı yılların ilerici-devrimci gençlik kuşağı (‘68 kuşağı) bir yandan TİP’in içinde MDD’cilerle SD’ciler arasında başlayan ideolojik çekişmede saflarını belirlemeye çalışırken, diğer yandan da dünyadaki gelişmelerden esaslı bir biçimde etkileniyorlardı. 1960’ların ikinci yarısından itibaren dünyada yeni bir dönem açılmıştı. Asya, Afrika ve Latin Amerika’da ulusal kurtuluş mücadelelerinin, demokratik devrimlerin yükselişe geçtiği bir dönemdi bu. Özünde burjuva demokratik karakterde olan bu mücadeleler, ilk başlarda küçük gerilla gruplarının yürüttüğü gerilla savaşı biçiminde başlamışken, yer yer halk sınıflarının da (kent ve kır küçük-burjuvazisinin) katıldığı uzun süreli halk savaşlarına dönüşüyordu. Bu dönüşümde SSCB, Çin Halk Cumhuriyeti ve diğer “sosyalist” ülkelerin varlığının ve mücadelelere verdiği desteğin (askeri, mali, politik) büyük rolü vardı elbette. 60’lı yılların başında Küba devriminin başarıyla noktalanması ve Castro liderliğindeki gerillaların kendi iktidarlarını “sosyalist” ilan etmeleri, Vietnam halkının fedakârca yürüttüğü ulusal kurtuluş mücadelesinin ABD emperyalizmi karşısındaki yenilmezliği, Filistin direnişinin ve Latin Amerika ve Afrika’daki diğer ulusal kurtuluşçu gerilla mücadelelerinin yükseliş içinde olmaları vb. uluslararası politik konjonktürü derinden etkileyen gelişmelerdi. Bu ortamda ABD emperyalizminin saldırganlığına ve küstahlığına karşı dünya kamuoyunda güçlü bir anti-Amerikancı tepki oluşurken, öte yandan ulusal kurtuluş mücadelelerini destekleyen SSCB, Çin Halk Cumhuriyeti ve diğer “sosyalist” ülkelerin prestiji sol gençliğin gözünde giderek artmaktaydı.
Haziran 2005 • sayı: 3
1968 yılı bu anlamda gerçekten de bir dönüm noktası olacaktı Türkiye sol hareketinde. 1968’den başlayan gelişmeler, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ilerici-devrimci gençliği derinden etkilemişti. Gençlik içinde ulusal kurtuluşçu hareketlere ve gerilla teorilerine karşı güçlü bir sempati dalgası gelişiyordu. 1968 ve sonrası, hem Avrupa’da hem de Türkiye’de işçi sınıfı ve gençlik açısından radikal eylemlerin yükseldiği yıllar oldu. Türkiye’de işçi sınıfının yasal sınırlamaları kırıp geçen yasadışı eylemleri bu yıllarda başladı. 1968 yazında gençlerin üniversitelerde başlattığı işgal ve boykot hareketlerini, işçilerin birkaç fabrikada başlattığı işgaller izledi. Özellikle işçi hareketinde, o güne kadar görülmedik bir militanlaşma ve eylemlilik yaşanıyordu. Yükselen işçi ve gençlik eylemleri, bir yandan ilerici gençliği daha da radikalleştirip, daha da sola çekerken, diğer yandan gelişen ve kitleselleşen devrimci harekete siyasal ve ideolojik açıdan öncülük edecek gerçekten Marksist-enternasyonalist bir önderliğin yokluğu bütün yakıcılığı ile kendini hissettirmekteydi. Kendini burjuva yasalarıyla sınırlayan ve parlamentarist, pasifist bir çizgi izleyen TİP’in, yükselen devrimci eylemlere siyasal ve örgütsel bakımdan önderlik edemeyeceği giderek daha net görülür hale geldi. TİP hem işçi sınıfının, hem de gençliğin radikal eylemlerinin gerisinde kalmıştı. Bu durum TİP içinde önce ideolojik, sonra örgütsel bir bunalımın patlak vermesiyle sonuçlanacaktı. Partiye ve FKF’ye üye olan ve bu örgütlerde önemli görevler alan gençlerin çoğu, TİP merkezinin pasifist, parlamentarist siyasal çizgisine muhalefet ederek TİP’ten uzaklaşmaya ve yeni örgütsel arayışlar içine girmeye başladılar. O dönemde ‘68 kuşağı içinde, ileride kendi içinde de bölünmeler ve ayrı örgütlenmelerle sonuçlanacak olan üç eğilim gelişti. Birinci eğilim, sınıf mücadelesinin gereklerini ve anti-kapitalist sloganları geri plana iterek, ulusal bağımsızlık sloganını öne çıkaran ve daha çok da küçük-burjuva aydınlara, öğrenci gençliğe, Kemalist subaylara hitap eden MDD çizgisi (Türk Solu, Aydınlık Sosyalist Dergi) etrafında toplanmaya başladı. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Doğu Perinçek gibi gençlik liderleri bu gruptaydı. İkinci eğilim, her ne kadar sürekli devrim bağlamında doğru bir sosyalist devrim anlayışına henüz ulaşmamışsa da, devrimde işçi sınıfının öncülüğünü savunan, anti-kapitalist sloganları ve proletarya sosyalizmi vurgusunu öne çıkaran proleter sosyalist eğilim idi. Hikmet Kıvılcımlı grubu etrafındaki gençler ile TİP merkezinden bağımsız olarak işçi sınıfı temelinde çalışma yürüten ve devrimci sosyalist bir işçi örgütlenmesi yapan gençlik çevreleri bu eğilimdeydi. Üçüncü eğilim ise, sözde sosyalist devrimi savunur gözüken ama pratikte parlamentarist, reformist bir siyasal çizgi benimseyen TİP merkezinin legalist küçük-burjuva sosyalizmi eğilimiydi. Kuşkusuz ki bu eğilimlerden gençlik içinde en geniş destek bulanı MDD’cilik oldu. O yıllarda MDD’cilik, yıllarca
marksist tutum
Kemalist ideolojiyle eğitilmiş olan öğrenci gençliğin küçük-burjuva-milliyetçi sınıf doğasına uygun geldiği için, öğrenci gençliğin büyük çoğunluğu tarafından kolayca benimsendi. Ne var ki, Marksizmle yeni tanışan ve bilimsel sosyalizmi kavrama bakımından henüz daha yolun başında olan devrimci gençler MDD siyasetinin etkisi altına girdikten sonra, proletaryanın enternasyonalist devrimci yolundan giderek uzaklaştılar ve küçük-burjuva radikalizminin çıkmaz sokaklarında kendilerini tükettiler. Bu süreçte onlara kılavuzluk eden, Stalinizmin şu ya da bu ulusalcı versiyonundan (Maoculuk, Enver Hocacılık, Kastroculuk vb.) başkası değildi. Türkiye’de devrimci ve sosyalist harekete katılan bizim kuşağımız da dahil pek çok kuşak, Bolşevizmin ve Ekim Devriminin tarihini gerçek kaynağından değil, Stalinci bürokrasinin yazdığı ve yaydığı “resmi” Sovyet tarihinden öğrendi. Lenin’in ölümünden sonra Bolşevik Partide ve Komintern içinde yaşanan mücadele ve saflaşmaların gerçek nedenleri, Büyük Ekim Devrimi ve diğer devrimlerin (Doğu Avrupa, Çin, Küba vb.) karşılaştığı sorunların gerçek mahiyeti hakkındaki tüm bilgiler, Stalinci bürokrasilerin (Maocu, Kastrocu, Enver Hocacı vb.) hazırladığı resmi tarihin prizmasından geçerek yansıdı bizlere. O nedenle, 1930’lardan 1980’lere, Türkiye’de örgütlü sosyalist mücadeleye katılan ve çeşitli düzeylerde görev ve sorumluluk üstlenen pek çok devrimci kuşak, Stalinciliğin ideolojik, teorik ve örgütsel açılımlarını uzun yıllar boyunca Bolşevizm diye benimsedi ve içselleştirdi. Bu bakımdan, Stalinciliğin empoze ettiği resmi “sosyalizm” anlayışını benimseyen ve öven her fikrin mubah, ama bu anlayışın dışına çıkan, onu eleştiren ve sorgulayan her fikrin ise “günah” sayıldığı uzun bir tarihsel dönem yaşanmıştır Türkiye sosyalist hareketinde. Bu da kaçınılmaz olarak devrimci ve sosyalist kadroların bilincinde derin bir ideolojik çarpıklığa, duraganlığa ve teorik donukluğa neden olmuştur. Stalinizmin ideolojik çarpıtmaları ve Marksist teoride yaptığı derin tahrifat, örgütlü sosyalist mücadeleye katılan tüm kuşakları derece derece etkilemiştir ve ne yazık ki bugün de etkilemeye devam ediyor. Geçmişin yaşadığımız dönem üzerine düşen bu olumsuz gölgesi henüz ortadan kaldırılabilmiş değil. Stalinizmi egemen kılan nesnel temelin çökmüş olmasına rağmen onun ideolojik ve örgütsel kalıntılarının temizlenebilmesinin, devrimci Marksizmin bayrağını yükseltmeye azmetmiş örgütlü güçlerin uzun soluklu ve sabırlı mücadelesine bağlı olduğu çok açık.
www.marksist.com sitesinden alınmıştır
19
İşsizlik İstatistikleri: Rakamların Sahte Dili D
evlet İstatistik Enstitüsü (DİE), 2005 yılından itibaren işsizlik ve istihdamla ilgili istatistikleri üçer aylık dönemler üzerinden bir ortalama alarak her ay açıklamaya başladı. Şu ana kadar, Ocak 2005 ve Şubat 2005 verileri açıklanmış durumda. Bu veriler, burjuva medyada ve burjuva iktisatçılar arasında hararetli bir tartışma başlattı. Ne oluyordu da, bir taraftan Türk ekonomisi rekor üstüne rekor kırarak büyürken, aynı zamanda işsizlik de yeni rekorlara imza atıyordu? Öncelikle belirtmek gerekiyor ki, gerek DİE’nin gerekse de diğer resmi ya da gayri resmi kurumların yaptıkları araştırmalar sonucunda ortaya koydukları sözde bilimsel istatistiklerin, gerçek durumla örtüşmesi sözkonusu bile olamaz. Bizlere matematiğin ve sayıların kesin olduğu, yalan söylemeyecekleri öğretilmiş olsa da, kapitalist toplumda o günahsız gözüken rakamlar bile burjuvazinin elindeki yalan silahına dönüşmek kaderinden kurtulamazlar. Bu istatistikler, gerek oluşturulurken, gerekse de yorumlanırken burjuvazinin şu ya da bu ideologunun elinde evrilip çevrilir, ardından ustaca bir hokkabazlıkla istenilen sonuca ulaşılır. Örnek verelim: ilköğretimini almış her bireyden 10,3 sayısının 11,5 sayısından daha küçük olduğunu bilmesi beklenir. Ancak sıra bu sayıların hangi olguyu temsil ettiğine geldiğinde, işler değişir. Nitekim eğer hükümet, ekonominin iyiye gittiği, işsizliğin azaldığı yalanını diline pelesenk ettiyse, onun kapıkulu durumundaki DİE’nin başkanı da çıkıp, işsizliğin azaldığını söylemek zorundadır. Ne var ki mukaddes devletimizin bir o kadar saygıdeğer kurumlarından biri olan DİE’nin başkanı olmak bile, insana, 2004 yılındaki ortalama işsizlik oranı olan %10,3 sayısının, 2005 yılının Ocak ortalaması olan %11,5 sayısından daha küçük olduğunu reddedebilecek bir kudreti bahşetmiyor! Ama olaya burjuvazinin gözünden baktığınızda, geçen yılki sayının bu yılki ilk verilerden daha küçük olması, hiç de işsizliğin arttığını itiraf etmenizi gerektirmez. Ne de olsa, istatistik bilimi birçok veriyi içerir. DİE başkanı diyor ki, 2005 Ocak yüzdesini geçen yıl ile değil 2004 Ocağı ile karşılaştırın: 2004 Ocağında işsizlik oranı %12,4 idi. Demek ki, işsizlik oranı bir yılda %12,4’ten %11,5’e düşmüş-
20
Oktay Baran
DİE istatistiklerinde çalışabilir olmayan işgücü olarak gözüken 27 milyon insanın yaklaşık 15 milyonu gerçekte kapitalist sistemin ve devlet politikalarının kurbanı durumundaki işsizlerdir. Bunlara resmi açık işsiz sayısı olan 2,75 milyon insanı da eklediğimizde 18 milyona yakın bir gerçek işsizler ordusuyla karşı karşıya kalırız. 15 yaş ve üstündeki 50,5 milyon insanın yarısından biraz azı, 18 milyon insan, şu an işsiz durumdadır. İşte kapitalizmin tarihsel zaferi!
Haziran 2005 • sayı: 3
tür! Kapitalist düzenin devamı için kafa patlatan burjuva iktisatçıların işi gerçekten de zor. Bunlardan biri olan Hurşit Güneş, son işsizlik istatistiklerini yorumluyor ve kelime oyunlarından medet umuyor: “İşsizliğin arttığını söylemek kolay değil. Gerçi azaldığını da iddia etmek o denli büyük hata olur. Galiba şimdilik en doğrusu; ‘İşsizlik azalmamakta’ demek.” İşte, istatistiklerin ve kelimelerin burjuvaziye nasıl hizmet ettiğinin güzel bir örneği. İşsizlik ne artıyor ne azılıyor, yalnızca azalmamakta! Kavramlarla oynama ve onları bir ideolojik silaha dönüştürmekte pek mahir olan burjuva iktisatçılar borsada da her gün yeni kavramlar üretiyorlar. Meselâ borsa yerinde saymıyor “yatay seyir izliyor”, düşmüyor “gevşiyor”. Bizim iktisatçılarımız da Amerikalı meslektaşlarından geri kalmıyorlar artık!
İşsizlik istatistikleri hangi gerçekleri gizliyor? İstatistiklerin nasıl yorumlandığı, kişinin sınıfsal meşrebine ve eğilimlerine dair son derece yanılmaz veriler sunuyor. Ancak dahası da var. Bu istatistikler oluşturulurken, yapılan anketlerde sorulan soruların seçimi ve alınan cevapların kategorize edilmesi de, onu yapan kurumun hangi sınıfın çıkarlarını temsil ettiğini gayet güzel ortaya koyar. DİE’nin yaptığı istatistiklerde kullandığı yöntemler, Avrupa Birliği (AB) istatistik mevzuatına uyum çerçevesinde yeniden düzenlenmiş durumda. Sözkonusu tartışmalara konu olan istatistikler de bu kapsamda bu yıl ilk kez biraz daha farklı bir yöntemle yapılmaya başlandı. Böylelikle bu istatistiklerin geçerliliğini sorgulayıp da Avrupa’ya özenen, onun yöntemlerini örnek gösteren sözde solcuların da ellerindeki kozlardan biri uçup gitmiş oldu. Ama bu durum, hiç de sözkonusu işsizlik ve istihdam araştırmalarının nasıl büyük bir sahtekârlık olduğu gerçeğini ortadan kaldırmış değil. DİE’nin Hanehalkı İşgücü Anketi’nin özet sonuçlarını yukarıdaki tablodan takip edelim. Bu ülkede şu anda, 15 yaş ve üstünde 50,5 milyon insan yaşıyor. Oysa bunların ancak yarısından daha azını ifade eden 23,5 milyon kişi çalışabilir statüsünde sayılıyor. Peki geri kalan 15 yaşın üstündeki 27 milyon insan neden çalışabilir değil? Bu insanların kim olduğuna bakalım: ev kadınları, iş bulmaktan umudunu kesenler ve son bir aydır iş aramayanlar, emekli ve sakatlar, mevsimlik çalışanlar, öğrenciler ve askerlik yapanlar! 14 milyona yakın kadın “ev kadını” gibi hiçbir anlam ifade etmeyen ve aşağılayıcı bir kavramla daha baştan üretici olarak görülmeyen bir kategoriye sokuluyor. Kapitalist anlamda bir değer yaratmayan kadının ev içi emeği bütünüyle yok sayılıyor, ikinci plana atılıyor. Evin dört duvarı
marksist tutum 2004
2005
2005
Ocak
Şubat
15 ve daha yukarı yaştaki nüfus (x1000)
49.906
50.364 50.452
İşgücü (x1000)
24.289
23.512 23.588
21.791
20.815 20.838
İstihdam (x1000) İşsiz (x1000)
2.498
2.697
2.750
İşgücüne katılma oranı (%)
48.7
46,7
46,8
İstihdam oranı (%)
43.7
41,3
41,3
İşsizlik oranı (%)
10,3
11,5
11,7
Tarım dışı işsizlik oranı (%)
14,7
15,2
15,4
Genç nüfusta işsizlik oranı (%)
19,7
21,4
21,8
4,1
3,0
3,6
Eksik istihdam oranı (%)
arasına hapsolmuş ve emeğine hiç kimsenin bir önem atfetmediği kadın böylelikle çalışamaz durumda olan sakatlarla aynı kefeye, iktisaden özürlüler kefesine konuluyor. Kendi emeğinin farkında olan ama bir işsiz olduğunun bilincinde olmayan kadın, kendisine mesleği sorulduğunda kimi zaman gururla kimi zamansa utanç içinde “ev kadınıyım” cevabını vermekten başka bir seçenekle karşı karşıya bulunmuyor. İşsizlerin sayısını olduğundan çok daha düşük göstermek için yapılan bu sahtekârlık, kırsal kesimde çalışan kadınlar söz konusu olduğunda iyice sırıtıyor: Tarım kesiminde “ücretsiz aile çalışanı” tanımına dahil edilerek “işsiz olmaktan kurtarılan” yaklaşık 3 milyon kadın var. Ama bu aynı kadınlar, kente göç edip bir iş bulamadıklarında, bu kez de ev kadını statüsünde yine işsiz olmaktan kurtulmuş oluyorlar! Benzer bir yok sayılma durumu da, kapitalist toplumun lanetine uğrayıp, uzun bir süre iş bulamayan, çalışma şansını hiç yakalayamamış ve artık iş bulmaktan umudunu kesmiş olan işsizler için geçerlidir. Burjuva iktisatçılara göre, onlar da tıpkı ev kadınları gibi bir işsiz bile değildirler. Bu noktada belirtmek gerekir ki, işsizliğin hesaplanışındaki bu sahtekârlıklar Türkiye’ye has bir olgu değil. Diğer kapitalist ülkelerde de benzer yöntemler kullanılmakta, ve böylece tıpkı Türkiye’de olduğu gibi kapitalist dünyanın geri kalanında da işsizlik, olduğundan çok daha düşük gösterilmektedir. İşsiz sayılmayan ancak sayısal olarak çok önemli bir yer tutan bir başka kategori de askerliğini yapan yarım milyon dolayındaki genç ile çalışabilir nüfusun dışında sayılan milyonlarca orta ve yüksek öğrenim gören öğrencidir. Genç işsizlerin 15 ay boyunca silah altında tutularak, toplumsal yaşamdan ve üretimden kopartılması ve böylelikle güya işsizler ordusunun dışına çekilmesi bir devlet politikasıdır. Benzer şekilde, “her ile bir üniversite” kampanyalarıyla lise binalarının üniversite “kampüsü” ilan edilerek buralara yaklaşık yarım milyon gencin tıkıştırılması ve böylelikle iş ve yaşam kaygılarından 4 yıllığına kopartılması da bir devlet politikasıdır.
21
Haziran 2005 • sayı: 3
marksist tutum
Gençliğin dinamizmi ile dolu milyonlarca genci, askerlik, eğitim, üniversite vb. adı altında 1,5-2 yıldan 4-5 yıla kadar oyalamayı, onları ya kaskatı bir disiplinle sindirmeyi ya da tatlı hayallerle avutmayı hedefleyen bu politika, yaklaşık 1,5 milyon gencin kapitalist düzene karşı devrimci bir tehdit oluşturma potansiyelini sürece yayarak zayıflatmaya çabalıyor. 20’li yaşlarının ortalarına doğru kışlalardan terhisini alan ya da okullarından çoğunlukla anlamsız bir kâğıt parçası durumundaki diplomalarıyla mezun olan gençler, yorulmuş, sinmiş, uyutulmuş ve mantalitesi çarpılmış bir biçimde yaşam denizinin içinde çırpınmaya başlıyorlar. Ardından kapitalist sistemin bir başka kurumu olan evlilik ve beraberinde getirdiği sorunlar, gençlikle birlikte onun barındırdığı devrimci dinamizmin de geçmişe gömülerek milyonlarca insanı işli ya da işsiz bir ücretli köle olarak kapitalist toplumun kurbanı olma kaderiyle başbaşa bırakıyor. Demek ki, ev kadını, kronik işsiz, asker, üniversite öğrencileri, mevsimlik ya da part-time çalışanlar ve diğer “eksik istihdam edilenler” vb.nin neredeyse tamamı gerçekte işsizler ordusunun bir bileşenidirler. Ve toplam sayıları 12 milyonu bulan emeklileri, çalışamaz derecede sakat veya yaşlı olanları ve lise öğrencilerini bir tarafa bırakacak olursak, DİE istatistiklerinde çalışabilir durumda olmayan işgücü olarak gözüken 27 milyon insanın yaklaşık 15 milyonu gerçekte kapitalist sistemin ve devlet politikalarının kurbanı durumundaki işsizlerdir. Bunlara resmi açık işsiz sayısı olan 2,75 milyon insanı da eklediğimizde 18 milyona yakın bir gerçek işsizler ordusuyla karşı karşıya kalırız. Sonuç olarak 15 yaş ve üstündeki 50,5 milyon insanın yarısından biraz azı, 18 milyon insan, şu an işsiz durumdadır. İşte kapitalizmin tarihsel zaferi!
Ekonomik büyüme işsizliğe çare mi? SSCB’nin dağılmasından sonra, fırsatçı burjuva ideologlar sosyalizmin, Marksizmin ve hatta işçi sınıfının bile öldüğünü, kapitalizmin nihai zaferini ilan ettiğini açıklamakta birbirleriyle yarış ediyorlardı. Bugün aynı burjuva iktisatçılar, toplumsal devrimden duydukları korkuyla, öldü dedikleri işçi sınıfının en büyük parçalarından biri olan işsizlere nasıl istihdam yaratılabileceği üzerine boşa kafa patlatıyorlar. 2000 İşsizlik oranı (%)
2001
2002
2003
2004
6,6
8,5
10,3
10,5
10,3
Verimlilik endeksi
114,5
113,1
124,6
133,8
144,8
Reel ücret endeksi
110,2
94,6
87,8
82,3
83,4
-9,4
7,9
5,9
9,9
İktisadi büyüme (%)
Dar kafalı burjuva iktisatçılar, iktisadi büyümenin yeni yatırımlar, yeni yatırımların da yeni iş imkânları olduğunu tekrarlayıp durdular. Bugün ise, Türkiye ekonomisi,
22
%10’lara varan büyüme hızına rağmen gittikçe artan işsizlik sorununu hafifletebilmiş bile değil. Liberal ve sosyal-demokrat iktisatçı ve politikacıların yukarıdaki tablo karşısında kıvırıp, sorunu, kayıtdışı ekonomiye ya da özel sektör üzerindeki vergi yükünün son derece ağır oluşuna getirmeleri en hafif deyimle çaresizlik, gerçekte ise yüzsüzlükten başka bir şey değildir. Bir liberal şöyle yazıyor: İşsizliğin azalmasını geciktiren ikinci neden, ekonominin yatırım hızını sınırlayan ve kayıtdışı çalışmayı özendiren vergi sistemimizdeki bozukluklardır. (...) Buna ek olarak, ücretliler üzerindeki vergi yükü, işçisini kayıtlı çalıştıran işletmenin ücret maliyeti toplamını, kayıtsız işçi çalıştırana göre, yüzde 70 oranında artırmakta, bu durumun yarattığı haksız rekabet ortamında işletmeler, kayıtsız işçi çalıştırmaya itilmektedir. Bu nedenle, 2004 yılında, resmi rakamların gösterdiğinden çok daha fazla artmış olacağı kuşkusuz olan çalışanlar sayısı, resmi istatistiklere yansımamakta ve işsiz sayısı, olduğundan yüksek gösterilmiş olmaktadır. (Mustafa Aysan, Radikal, 11/05/2005)
İşsiz sayısının bırakın yüksek gösterilmesini, ne denli düşük gösterildiği yeterince açıktır. İşsizlik oranının büyük oluşunun kaynağında vergi yükünü ve kayıtdışı ekonomiyi göstermek ise tam burjuvalara yaraşır bir çarpıtma örneğidir. Verimlilik-büyüme-işsizlik sorununu inceleyen bir başka liberal de şunları söylüyor: ... işsizlik 2000’li yılların genel sorunu. Çünkü özel kesim, yaşanan ekonomik krizlerden sonra (...) verimliliği artırmanın en kolay yolunun işgücü tasarrufundan kaynaklandığını keşfetti. (Mahfi Eğilmez, Radikal, 26/04/2005)
Burjuvazinin bu gerçeği ne zaman keşfettiği konusunda bir yorum yapmamıza gerek yok, ancak şurası açık ki, Marx bu gerçeği 140 yıla yakın bir süre önce keşfetmişti! Burjuvazi işçi sayısından tasarruf ediyor! 3 kişinin yaptığı işi, 2 kişiye yaptırarak ve böylelikle işin temposunu ve yoğunluğunu arttırarak, hem işçi maliyetini düşürmüş hem de sömürü oranını arttırmış oluyor. Bu ise artan işsizlikle birlikte, verimliliğin de artmasıdır. Ama unutmayalım ki verimlilik artışı denilen şey, işçilerden elde edilen artı-değerin arttırılması, bir başka deyişle sömürünün yoğunlaşmasıdır. İşçi sınıfının örgütsüz olduğu ve sınıf mücadelesinin dipte seyrettiği koşullarda bu durum bir girdaba dönüşür. Aynı iş daha az sayıdaki işçiyle yapılabildiği ve işçiler kolektif olarak buna karşı çıkamadığı sürece, kapı önüne konan işçilerle artan işsizler ordusu, çalışanların üzerinde muazzam bir basınç oluşturur. Kapı önüne konulmanın korkusuyla yatıp kalkan örgütsüz işçi, ücretlerdeki düşüşe ve daha kötü çalışma koşullarına razı gelmekten başka bir şansa sahip değildir. İşsizlikteki artışla beraber, ücretler düşmeye ve verimlilik artmaya devam eder. Bugün yaşanılan sorunun bir boyutu budur.
Haziran 2005 • sayı: 3
Yine aynı burjuva yazarlar, işsizliğin “azalmaması”nın bir başka nedeni daha olduğunu söylüyorlar: 2004 yılında işsizliğin azalmasını geciktirmiş olacak bir üçüncü neden daha vardır: Yeni yatırımlar, yüksek verim ve teknoloji alanlarında yapılmış oldukları için, beklenenden daha az iş yaratmış bulunabilirler. Yeni yatırımların ileri teknoloji alanında, tüm maliyetlerde, bu arada da işçilik maliyetlerinde ve çalıştırılan işçi sayılarında tasarruflar yaratması, işletmenin iyi yönetiminin gerektirdiği doğal bir sonuçtur. (Mustafa Aysan, Radikal, 11/05/2005)
Bir işletmenin makine parkurunu daha gelişmiş teknolojiyle yenilemesi kuşkusuz aynı işi çıkarmak için gerekli işçi sayısını azaltır. Marx’ın makineleşme terimiyle anlattığı bu durum kapitalist toplumdaki işsizliğin en temel nedenlerinden biridir. Daha yeni teknolojiyle donatılmış yeni bir fabrika yatırımı yapmak, hiç kuşku yok ki eski teknolojiyle yapılmış bir yatırıma kıyasla daha az bile olsa yine de bir istihdam yaratır. Peki ne pahasına? Aynı alanda daha önceden yatırım yapmış ve eski teknolojiyle üretim yapan daha büyük istihdam sağlamış fabrikaların bir süre sonra kapanıp, çalışanların işsiz kalması pahasına! Kapitalist, rekabet kırbacının basıncı altında sürekli olarak maliyetleri düşürmeye, aynı ya da daha fazla işi daha az canlı emekle yapmaya, yani canlı emeğin (işçinin) yerine cansız emeği (makineleri) ya da makinelerin yerine daha yetkin makineleri geçirmeye eğilimlidir. Diğer tüm koşullar aynı kalmak kaydıyla, bu durum kapitalisti pazarda satış konusunda daha avantajlı kılabilir. Gelin görün ki, aynı durum kapitalistin başına kâr oranının düşme eğilimi gibi bir başka belâ da açmaktadır. Ama çelişkilerle yüklü kapitalist toplumda belâlar bununla da sınırlı kalmaz: Gereksiz hale gelen işçinin kapı önüne konulmasıyla işsizlik artar. Bu ise tek bir kapitalistin değil tüm kapitalist düzenin karşısına işsizlerden kaynaklanan “sosyal tehlike”yi çıkardığı gibi, yaşamak için çalışmaktan başka çaresi olmayan işçilerin üretimden çekilmesiyle birlikte tüketim gücünün azalması ve böylelikle pazarda da daralmanın yaşanması gibi bir iktisadi olguyu da doğurur. Kapitalist toplum çelişkili bir toplumdur. Bu çelişkilerin dışavurumlarını kısa vadede birtakım önlemlerle bastırmak mümkün olsa bile, bastırılan her sorun orta ve uzun vadede katmerlenerek tekrar ortaya çıkar. Bugün Türkiye kapitalizminin yaşadığı sorun tastamam kapitalizmin en klasik sorunudur. Bu sorun arızi bir sorun olmayıp kapitalizmin doğasından kaynaklanır. Kâr güdüsüyle daha fazla üretip daha fazla sermaye birikimine ulaşmaya şartlanmış bir iktisadi düzenden başka türlüsü de beklenemez. Burjuvazi açısından basit birer istatistiksel veri olan işsizlere dair sayılar, bizler açısından yitip giden yaşamlar, bir paçavra gibi bir tarafa atılmanın getirdiği hiçleşme, açlık ve sefalet anlamına gelir. Kapitalist sistemin işsizlik sorununu çözmek için bulduğu uzun vadeli bir çözüm yoktur ve olamaz. Tüm diğer top-
marksist tutum
lumsal sorunlar gibi işsizlik sorununun da çözümü, kapitalist sistemin ortadan kaldırılmasından geçer. Kapitalist sistemi yıkma hedefine doğru ilerleyebilmemiz için bugünden yapmamız gereken çok şey var. Tüm diğer sorunlar gibi bu soruna karşı da işçi sınıfı ancak örgütlü gücüyle ve doğru bir sınıf bakış açısıyla anlamlı bir mücadele yürütebilir. Bu önemli hususu unutmaksızın, işsizliğe karşı mücadelenin temel kalkış noktalarından bazılarının altını çizelim: • İşsizlik yalnızca işsiz işçilerin değil, tüm çalışanların sorunudur. İşçi sınıfının işsiz kesiminin sorunlarını kendine dert etmeyen bir sınıf hareketi daha baştan kendi elini zayıflatmış olur. • İşçi sınıfının çıkarları proletaryanın işsiz kesimini gözardı ederek, işçi sınıfını yalnızca onun aktif olarak çalışan bölümünden ibaretmiş gibi ele alarak savunulamaz. • Sendikalar ve diğer işçi örgütleri işsizleri ve çalışanları dayanışma içinde birbirlerine kenetlemelidir. İşsizler ve aktif olarak çalışan işçiler aynı çatı altında örgütlenmelidir. • Kısıtlamasız tüm işsizleri kapsayan bir işsizlik sigortası uygulamasına geçilmeli ve bunun tüm mali yükü yalnızca devlet ve patronlar tarafından karşılanmalıdır. • İşçilerin aldıkları ücretler düşürülmeksizin işgünü kısaltılmalı ve mevcut tüm işler bütün işçiler arasında paylaştırılmalıdır. Ancak unutmayalım ki kapitalizm reformlarla düzeltilemez. İşçi sınıfı kendi kaderini belirlemek üzere siyasal iktidarı eline alıp burjuvaziyi mülksüzleştirmediği sürece kapitalizmin yarattığı belâlardan kurtuluşun yolu yoktur.
23
Küresell Elif Çağlı’nın Küreselleşme - Eşitsiz ve Bileşik Kapitalist Gelişme adlı çalışmasını altı bölüm halinde yayınlıyoruz
S
on yıllarda küreselleşme üzerine onca yazıldı, çizildi. Emperyalist güçler bu kavramla anılan ve dünya üzerindeki çıkarlarını ifade eden bir ideoloji de türettiler. Günümüzde her şey adeta bu kavram eşliğinde açıklanır hale geldi: Küresel ekonomi, küresel çıkarlar, küresel terör, küresel saldırı, küresel savunma, küresel tehlikeler vb. Sosyalist hareketin dibe vurduğu ve burjuva ideolojisinin güç kazandığı koşullarda küreselleşme kavramı neredeyse 21. yüzyılın parolası ilan edildi. Burjuva ideolojisinin kuyruğundan sürüklenen liberal ve reformist sol çevreler, küreselleşme olgusunu burjuvazinin çıkarları doğrultusunda teorize ettiler. Küreselleşme, “kapitalizm-ötesi toplum”, “bilgi toplumu” gibi cafcaflı etiketler eşliğinde ve sanki kapitalist üretim tarzını ebedileştirecek sihirli bir iksirmiş gibi sunuldu ve sunulmaya da devam ediliyor. Kapitalist sistemin işleyiş ve örgütlenmesinde ulusal sınırları aşan gelişme eğiliminin yarattığı bazı reel ve niteliksel değişimlerin özellikle ‘80 sonrasında iyice belirgin hale geldiği bir gerçektir. Ancak, küreselleşme kavramı ile ifade edilen olguların kapitalizmin temel yasalarını değişikliğe uğratan yepyeni bir olay gibi ele alınıp yorumlanması tamamen yanlıştır. Zihinsel bir karışıklığa yol açmamak için önemli bir hususu en baştan belirtelim. Eğer Berlin Duvarı’nın yıkılışını takip eden ve dünya dengelerini değişikliğe uğratan fırtınalı dönemde burjuva cephe kapitalizmin uluslararası yayılımını küreselleşme sözcüğü ile ifade etmeseydi, böyle bir kavramın dolaşıma sokulması gerekmeyecekti. Zira emperyalizm kavramı söz konusu olgu ve eğilimleri zaten karşılamaktadır. Ne var ki beğensek de beğenmesek de küreselleşme kavramı artık gündelik yaşamın içine girmiş bulunuyor. İşin aslına bakacak olursak, emperyalizm sözcüğünün ifade ettiği temel gelişme eğilimlerini kastetmesi koşuluyla küreselleşme kavramına itiraz etmenin bir anlamı da yok-
24
tur. Sorun kavramda değildir. Kapitalist üretim tarzının evrenselleşme eğilimini ister emperyalizm ister küreselleşme diye analım, asıl sorun kapitalist sisteme karşı devrimci bir mücadelenin yürütülmesidir. Bu sisteme karşı tutarlı bir devrimci tutum takınmayıp da, muhalifliği küreselleşme diye bir şeyin olmadığını ispat çabasına dayandıranların tamamen çürük zeminde durdukları unutulmamalı. Küreselleşme tartışmaları çerçevesinde iktisatçıların öne sürdüğü bazı argümanlar gerçekten de kapitalist gelişmenin güncel eğilimlerini yansıtıyor. Örneğin ulusal ekonomilerin karşılıklı bağımlılığı artmış, çeşitli ülkelerin kapitalist sisteme entegrasyonu derinleşmiştir. Fakat tüm bu açılardan ülkeler arasındaki eşitsizlik devam etmektedir. Küreselleşmeyi tamamen gerçekleşmiş bir entegrasyon düzeyi olarak algılamak yanlış olur. Zira kapitalist gelişme bakımından dünyada hâlâ son derece geri ve sisteme entegre olamamış ülke ve bölgeler vardır. Yine de kapitalist ekonominin geçmişe oranla çok daha evrenselleşmesi anlamında, küreselleşmede bir hayli yol kat edildiği açık bir gerçektir. ‘80 dönemecinden sonra dünyada mal, hizmet ve sermaye dolaşımının önündeki yasal engellerin ortadan kaldırılması süreci hızlanmıştır. Örneğin ulus-ötesi yatırımlar 1980’den 2000’lere yirmi kattan fazla artmıştır. Keza finans piyasalarının küreselleşmesi de aynı süreçte sıçramalı bir gelişim kaydetmiş, dünya borsalarındaki sıcak para hareketleri inanılmaz ölçülerde hızlanmış ve büyümüştür. 1990 yılında günde takriben 500 milyar doları bulan uluslararası döviz alışveriş tutarı, yaklaşık on yıl sonra 1,5 trilyon doları aşıp yükselişini sürdürmüştür. Bazı sol çevrelerin küreselleşme ideolojisine karşı çıkmak adına, yaşanan iktisadi gelişmeleri yok sayan karşılaştırma yöntemleri sağlıklı bir yaklaşım değildir. Örneğin Birinci Dünya Savaşı öncesinde dünya ticaretinin çok daha parlak durumda olduğu gerekçesiyle küreselleşme tes-
eşme /1 Elif Çağlı
pitinin bir aldatmaca olduğu iddia edilebiliyor. Oysa bugünden geçmişe baktığımızda, zaman içinde ticarete konu olan kalemlerin yapısının değiştiğini ve daha da önemlisi, bir bölümüyle meta ihracının yerini doğrudan yatırımların aldığını görüyoruz. 90’lı yıllara gelindiğinde Japon çokuluslu şirketlerinin ABD içinde ve AB ülkelerinde ürettikleri ürünlerin yaklaşık yüzde 95’ini bu pazarlarda satıyor oluşu, zaman içinde değişen duruma çarpıcı bir örnektir. Netice olarak, dünya ticaret hacmi küçülmemiş tersine büyümüştür. Bileşenlerini çeşitli uluslardan tekellerin oluşturduğu ve bu nedenle kimilerince ulus-ötesi diye de adlandırılan çokuluslu şirketlerin dünya ekonomisi içindeki nicel ve nitel önemi artmıştır. Öyle ki, dünya ekonomisi artık birkaç yüz dev çokuluslu şirket tarafından yönlendirilmektedir. En büyük 200 çokuluslu şirketin küresel mal ticaretinin yarısını kontrol ettiği söyleniyor. Bu kapsamdaki şirketler giderek dev boyutlara ulaşmakta, sadece bazılarının yıllık ciroları pek çok ulus-devletin GSYH’sini geçmektedir. Nesnel gelişmeler, boyutları küreselleşen büyük tekellerin yatırım, üretim ve dağıtım planlarının da küresel ölçekte ele alınmasını dayatıyor. Böylece tekil ulus-devlet kapitalist ekonominin yönetiminde geçmişe oranla önemini yitirmekte, çokuluslu üst kuruluşlar ve bölgesel iktisadi birlikler öne çıkmaktadır. Kapitalist hükümetlerin ihtiyaç duyduğu ve uygulamaya koyduğu makro ölçekli iktisadi ve sosyal politikalar ulusal olmaktan çıkıp küresel karakter kazanmaktadır. Ve en önemlisi de, sermaye hareketleri, üretim ve ticari faaliyet bakımından piyasalar küreselleşmektedir. İktisadi, sosyal ve siyasal olguları somut gelişimleri içinde kavramaya çalışmak ne denli doğru bir yaklaşımsa, burjuva ideolojisinin çarpıtmalarına ve hafıza silme operasyonlarına karşı da uyanıklığı elden bırakmamak gerek. Günümüzde burjuva ideolojisi, geniş emekçi kitleleri il-
gilendiren hemen her önemli sorunda, öze ilişkin nicedir bilinen gerçekleri unutturmaya çalışıyor. Konumuz bağlamında bunun en çarpıcı örneğini, bizzat küreselleşme konusuna da ışık tutan Marksizmin çağdışı ilan edilmesi oluşturmaktadır.
Gerçeklik ve ideoloji Marksizm yıllardır, kapitalizmin küreye yayılma ve evrenselleşme ihtiyacı içinde yaşadığını açıklayıp duruyor. Anlaşılacağı gibi kapitalizmin küresel gelişim arzusu yeni bir olgu değildir. Ancak küreselleşme düzeyi kuşkusuz olduğu yerde durmamış, zamanla daha da ilerlemiştir. Bu hareketlilik karşımıza kapitalist gerçekliğin yeni boyutlarını ve yeni problemlerini de çıkartmıştır. Nihayet 1980’lerle birlikte burjuva ideolojisi bu kez küreselleşme adı altında atağa geçmiştir. Küreselleşme veya uluslararası arenada kullanılan karşılığıyla globalizasyon (globalleşme), glob yani yuvarlak anlamına gelen sözcükten türetilen bir kavramdır. Böylece yer yuvarlağını kucaklayan bir gelişme eğilimi anlatılmak isteniyor. Burjuvazi bu eğilimi gerekçe göstererek, eski ideolojik malzemelerini rötuşlayıp globalizm etiketi altında yepyeni bir icatmış gibi piyasaya sürüyor. Oysa bir bakıma güneşin altında hiçbir şey yeni değil. Dünyamız oldum olası yuvarlak bir gezegen. Küresel bir iktisadi sistemin doğuşu ise kapitalizmle birlikte insanlığın gündemine girmiş bulunuyor. Egemen sınıfın egemen ideolojisi, kapitalizmin kolonyalist, emperyalist ve nihayet günümüzdeki karşılığıyla küresel çıkarlarını ifade edecek şekilde başkalaşımlar geçirerek varlığını sürdürmektedir. Bugün burjuva ideolojisinin tamamen kendine yontarak yeni bir gelişme trendi olarak lanse ettiği küreselleşme gerçeğine, Marksizm yıllarca öncesinden çeşitli yönleriyle çarpıcı biçimde dikkat çekmişti: “Eski yerel ve ulusal ka-
25
marksist tutum
palılığın ve kendi kendine yeterliliğin yerini, ulusların çok yönlü ilişkilerinin, çok yönlü karşılıklı bağımlılığının aldığını görüyoruz. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor. Tek tek ulusların zihinsel yaratımları, ortak mülk haline geliyor. Ulusal tek yanlılık ve darkafalılık giderek olanaksızlaşıyor ve sayısız ulusal ve yerel yazınlardan ortaya bir dünya yazını çıkıyor.”1 Globalizm ideolojisi, küreselleşme gerçeğinin emperyalist güçlerin günümüzdeki çıkarlarına adapte edilmiş ifadesidir. Gerçeklik ile bu gerçeklikten türetilmiş burjuva ideolojisini birbirinden ayırt ederek konuyu tartışabilmek önem taşıyor. Sermaye kendi hesabına, aslında neyin gerçek neyin “ideolojik” olduğunu domuzuna bilmektedir. Örneğin emperyalistler peşpeşe çıkarttıkları bölgesel savaşların “medeniyetler çatışması” vs. olmayıp, düpedüz insan kanı üzerinden yeni kâr arayışları, paranın ve gücün yeniden paylaşım savaşları olduğunun pekâlâ bilincindedirler. İdeolojik planda onların derdi, bu gerçeklerin kitlelerce kavranmasının önüne geçebilmektir. Burjuva ideologları, egemen güçlerin çıkarları doğrultusunda çarpıtılmış tarih yazımlarını ve bu güçlerin kirli emellerinin ideolojik ifadelerini kitlelere gerçeklik diye yutturmaya çalışıyorlar. Emperyalist oligarşinin son yıllarda kitle pasifikasyonunda sıkça başvurduğu yalan kampanyalarının ardında yatan amaç bellidir. Günümüzün oligarkları genelde kitlelerin ve özelde genç kuşakların, kapitalizmden başka bir gelecek olabileceğine ilişkin umut, inanç ve mücadele azimlerini soldurmak istiyorlar. “Tarihin sonu geldi”, “ideolojiler öldü” diye pazara çığırtkanlarını süren emperyalist güç odakları aslında hiç bu kadar ideolojik olmamışlardı. Burjuvazinin bu pozisyonu, bir zamanlar Marx’ın da değindiği üzere kelimenin olumsuz anlamında, yani gerçekleri kendi çıkarları doğrultusunda çarpıtıp ideoloji icat etme anlamında ideolojiktir. Burjuva ideolojisinin çeşitli cephelerdeki izdüşümleri, kapitalist düzenin tarihsel tefessühüne koşut bir yozlaşma ve çürümeyi yansıtmaktadır. Bir zamanlar iktisadi, siyasal ve sosyal yaşamı baştanbaşa değiştiren devrimci burjuva dinamizmine eşlik eden aydınlanmacı düşünce, bilgi ve rasyonalite çağı çoktan geride kaldı. Burjuva ideolojisi hanidir umutlar ve gerçekler dünyasından, sahte imgelemler, sinsice kurgulanmış sanallık, türlü çeşit “post”lar âlemine geçiş yapmış bulunuyor. Bilgi çağı, uzay çağı, teknolojik mucizeler çağı diye sunulan kapitalist küreselleşmeye, bu iddiaların tam tersine, insanların kitlesel olarak alıklaştırıldığı, aymazlığa ve cehalet uçurumuna sürüklendiği bir ideolojik atmosfer eşlik etmektedir. İşçi-emekçi kitleleri ve genç kuşakları, kendilerini kurtuluşa götürecek ideolojiyi, Marksizmi savunmaktan alıkoymaya çırpınan burjuva âlem, bugün neyin gerçeklik neyin ideolojik olduğu konusunda son teknolojilerin eşliğinde kafa karıştırıyor. Globalizm ideolojisine karşı çıkmak, ça-
26
Haziran 2005 • sayı: 3
ğımızın globalleşme gerçeğini kavrayamayanların ahmaklığı olarak sunulmaktadır. Tüm kapitalist ülkelerde bütün bir burjuva yazar çizerler ordusu, “düşünce” üreten kuruluşlar, kapitalizmin en has ve üst düzey ideologları, uzunca bir süredir gerçekliğin tersyüz edilmesi oyununu sürdürüyorlar. Amaçlanan, egemenliğin ve zorbalığın ideolojik ifadesini kitlelere gerçeklik diye dayatmaktır. O nedenle bugün Marksistlere düşen görevlerden biri, burjuvazinin bu tür manipülasyonları karşısında çok net bir sınıf tutumu takınabilmek ve kitlelerin gerçekleri kavramasını zorlaştıran burjuva yalan perdelerini paramparça edebilmektir. Gelişmelerin burjuvazinin çıkarlarına yontulmuş ideolojik ifadelerine karşı koymak ne denli zorunluysa, gerçekliğin güncel ayrıntılarını yok saymanın da o denli yanlış olduğu çok açık. Evet, kapitalizmin giderek daha fazla evrenselleşmesi anlamında küreselleşme günümüzün hakikatı. Ve küreselleşme ideolojisiyle mücadeleyi küreselleşme gerçeğinin inkârına dayandırmak da beyhude bir çaba. Ama öte yandan, küreselleşmeyi zaman içinde yol alan bir eğilim değil de mutlak bir durum olarak düşünüp muhakeme yürütenler de fena halde yanılmaktadırlar. Kapitalizm altında yaşanan değişimin görülmesi, ona fazladan olumlu anlamlar yüklenmesini gerektirmiyor. Bu üretim tarzı tarihinin hiçbir döneminde sınıflar üstü bir refah olanağı yaratmadı. Ne var ki kapitalizmin küreselleşmesi, dünya ülkeleri arasındaki gelişme farklarını ortadan kaldıracak ve daha eşitlikçi bir paylaşımı mümkün kılacak bir gidişat olarak sunuluyor. Oysa kapitalizm temelinde gerçekleşen küreselleşme, iddia edildiğinin tam tersine, dünya üzerinde milyonlarca insan için yaşama dair sorunların daha da büyüyüp keskinleşmesi anlamına geliyor. Dünya nüfusunun 6 milyara vardığı günümüz küresel kapitalist sisteminde, günde bir dolardan az gelirle yaşamaya çalışan insan sayısı yaklaşık 1 milyar 300 milyondur. 3 milyar insanın payına ise günde iki dolardan az gelir düşmektedir. Küresel kapitalizm, emperyalist savaşların yaygınlaştığı, zengin-yoksul uçurumunun alabildiğine derinleştiği bir dünyaya işaret ediyor. Kapitalizm var olduğu sürece, küreselleşme, milyonlarca insanın canını fena halde yakan ve yaşamlarını söndüren bir gerçeklik olarak karşımıza çıkacaktır. Globalizm işte bu gerçekliğin savunusu anlamına geliyor. Bu bağlamda globalizmin birkaç tanımını art arda sıralamak mümkün. Globalizm emperyalist güçlerin dünyayı kanlı savaşlar temelinde yeniden paylaşmaları demektir. Ezilen halkların yaşamını en son teknolojilerin ürünü olan bombalarla cehenneme çevirmenin adıdır globalizm. Globalizm dünya işçi sınıfının kazanılmış tüm haklarını ortadan kaldırmayı amaçlayan saldırgan burjuva ideolojisidir. Sözü bu noktada daha fazla uzatmaya hiç gerek yok. Kapitalizm altında küreselleşme, bir başka deyişle eşitsiz ve bileşik kapitalist
Haziran 2005 • sayı: 3
marksist tutum
gelişme, yerküremize ve üzerindeki milyonlarca insana dacadelesidir. ha müreffeh bir gelecek vaat etmiyor; tam tersine barEmekçi kitlelerin geçmişte olduğu gibi paçavralar içinde barlığa ve adeta topyekûn bir yıkıma sürüklüyor. yaşamadığından veya bir lokma kuru ekmek peşinde koşBöyle bir sisteme karşı sadece günü kurtarmaya çalışmak madığından hareketle, artık devrimci duyguların nesnel bir çözüm değildir, onu ortadan kaldırmak gerek. Toptemelinin ortadan kalkmış olduğunu düşünenler fena lumsal devrim düşüncesinin alabildiğine gözden düşürülhalde yanılıyorlar. Zira canlıları ortak paydada birleştiren düğü ve ayaklar altına alındığı bir tarihsel kesitte, kapitaen basit ve zorunlu ihtiyaçların tatmini mücadelesinden list sistemin dünyamızı ve insanlığı içine sürüklediği gerdaha yüksek moral ihtiyaçlara geçiş, insanın evrim süreçekler aslında bu devrimi misliyle zorunlu kılmaktadır. cinde kat ettiği yolun göstergesidir. İnsani ihtiyaçları ve insan soyunu mutlu edecek araçları en geri halkalarda taBu çarpıcı zorunluluğu kavramayan ya da kavramak istesavvur ederek akıl yürütenler, meyen sözde muhalifler, eylemde radikal görünmek iste- Oysa yalın gerçek şudur: muazzam bir eğer düşünce fukarası değildiklerinde bile içerikte refor- dünya pazarı yaratarak, işbölümünü ve lerse kötü niyetlidirler. üretici güçleri yerel ve ulusal olmaktan Günümüzde devrimci örgütmisttirler. çıkartarak dünyasallaştıran kapitalizm, lenme gereğinin moral boyuGünümüzde dünyanın çeşitli aslında dünyayı bir bütün olarak tu, insanca yaşam kavgasını bölgelerinde ortaya çıkan çevsosyalist dönüşüme hazırlamış somutlamak bakımından geçrecilerden kadın hareketine bulunuyor. Küreselleşen kapitalizm mişe oranla çok daha büyük ve savaş karşıtı gösterilerden altında boğulan insanlığı, ulusal dar bir önem kazanmıştır. Her şeradikal görünümlü gençlik görüşlülüğün, çıkar çatışmalarının, yi piyasa cangılında alınır satıeylemlerine dek geniş bir mukanlı paylaşım savaşlarının, lır meta haline getiren ve insahalefet ağının temel zaafı, yoksulluğun, işsizliğin olmadığı bir ni dayanışmanın yerine piyadevrimci bilinç ve örgütlülükdünyaya taşıyabilecek olan yegâne sanın zorbalığını geçiren kapiten uzak oluşudur. Evet küreimkân işçi sınıfının Marksizmin ışığı talist düzene karşı çıkmayan sel kapitalizme karşı küresel bir altında yürüteceği küresel devrimci bir işçi sınıfı tehlikeli bir uyku direniş gerekiyor. Fakat bu dimücadelesidir. içinde demektir. Bugün devrenişin gerçekten vurucu bir güce sahip olabilmesi, bu içerikle yaygınlaşabilmesi ve nihayet başarıya ulaştırılabilmesi için işçi sınıfının örgütlü gücüne ve bu güce yol gösterecek örgütlenmiş devrimci düşünceye her zamankinden fazla ihtiyaç var. Muhalefetlerini kapitalizmin bizzat kendisine yöneltmeyip, emperyalizme veya küreselleşmeye karşı “ulusal” yani burjuva çıkarları ya da “reforme edilmiş” bir kapitalizmi savunan tüm siyasal eğilimler neticede havanda su dövmüş oluyorlar. Bu dünya, eşitlikten, özgürlükten ve hatta sosyalizmden dem vururken, kendi burjuvalarını desteklemekten bir adım öteye geçmeyen “devrimciler”i çok gördü. İşçi sınıfı böylesi “devrimciler”den çok çekti. Zaten işçi sınıfının uzun yıllardır anlamlı bir atılım yapamamasının başlıca nedenlerinden birini de, içinde yaşadığı dünyayı gerçek boyutlarıyla kavramasını ve mücadeleyi sağlam temellere oturtmasını engelleyen güdük sol siyasal anlayışlar oluşturuyor. Oysa yalın gerçek şudur: muazzam bir dünya pazarı yaratarak, işbölümünü ve üretici güçleri yerel ve ulusal olmaktan çıkartarak dünyasallaştıran kapitalizm, aslında dünyayı bir bütün olarak sosyalist dönüşüme hazırlamış bulunuyor. Küreselleşen kapitalizm altında boğulan insanlığı, ulusal dar görüşlülüğün, çıkar çatışmalarının, kanlı paylaşım savaşlarının, yoksulluğun, işsizliğin olmadığı bir dünyaya taşıyabilecek olan yegâne imkân işçi sınıfının Marksizmin ışığı altında yürüteceği küresel devrimci mü-
rimci örgütlenme ihtiyacını kavrayamamış bir işçi ya da emekçi, paçavralar içinde dilenmeyi “kader” kabul eden geçmiş dönemin insanından aslında çok daha zavallı bir konumda bulunuyor.
Kapitalizm küresel bir ekonomik sistemdir Kapitalist üretim tarzı ortaya çıkmazdan önce yaşanan uzun tarihsel dönem boyunca insan toplulukları varlıklarını muhtelif coğrafyalarda, muhtelif üretim ilişkileri temelinde sürdürdüler. Dünya eski tarihlerde, Asyatik doğu despotizminin veya köleci Roma’nın kendi egemenlik alanlarını genişletmek üzere sergiledikleri yayılmacı serüvenlere tanık oldu. Yerküremiz, geçmiş dönemlerin egemen sınıflarının yeni bölgeler fethedip geniş imparatorluklar kurmak uğruna çıkarttıkları savaşlarla defalarca kana bulandı. Ama bütün bu gerçeklere rağmen, kapitalizme gelinceye dek hiçbir üretim tarzı yerelliği paramparça edip dünyasal ölçekli bir ekonomik sistem oluşturamadı. Ancak kapitalizmin kendinden önceki üretim ilişkilerini berhava etmesi ve gelişmesi sayesindedir ki, dünyamız salt coğrafi anlamda değil ekonomik anlamda da yekpare bir küreye dönüşme yoluna girmiştir. Kapitalizmin tüm dünyaya yayılma eğilimi 20. yüzyıla dek, iktisadi ve askeri açıdan güçlü ülkelerin el değmemiş topraklara uzanmasıyla, daha önceden paylaşılmamış toprakları sömürge savaşları temelinde paylaşmalarıyla so-
27
marksist tutum
mutlanıyordu. Bu temelde öne atılan bazı ülkeler, mutlak egemenlikleri altına aldıkları coğrafyalarda geniş sömürge imparatorlukları kurmuşlardı. Kapitalist yayılmacılığın sömürgecilik dönemine askeri fetihler ve toprak ilhakları eşlik ediyordu. Fakat yine de kapitalizm tarihin eski dönemlerindeki imparatorluklara benzemiyordu. Zira kapitalizm fetihçi üretim ilişkilerine dayanan bir üretim tarzı değildi. Kapitalist gelişmenin temel koşulu, egemenlik altına alınan bölgeleri zamanla kapitalist işleyişe entegre edecek bir altüstlük ve dönüşüm sürecini kışkırtmaktır. Böyle olduğu içindir ki, kapitalist yayılmacılık sömürgecilik aşamasına takılıp kalmadı ve 20. yüzyıldan itibaren emperyalizm aşamasına sıçradı. Kapitalist gelişimin iç yasasına uygun yol kat edebilen ülkeler, Britanya örneğinde görüldüğü üzere, güçlü pozisyonlarını bu kez emperyalist ilişkiler temelinde yeniden ürettiler. Veya Amerika örneğinde olduğu gibi, ekonomik atılımlarını doğrudan doğruya emperyalist aşama temelinde gerçekleştirdiler. Kapitalizm sayesinde geleneksel üretim metotları aşıldı, bilimsel buluşlar üretim sürecine uygulanmaya başlandı. Böylece üretici güçlerde sıçramalı gelişmeler kaydedildi. Modern sanayi üretiminin çeşitlenmesi ve yaygınlaşma-
28
Haziran 2005 • sayı: 3
sıyla, kitle iletişiminde ve kitle taşımacılığında sağlanan muazzam ilerlemelerle, dünya üzerindeki ticari ilişkiler de eski dönemlerle kıyas kabul etmez boyutlara ulaştı. Tek bir dünya pazarının ve bileşik bir dünya ekonomisinin teşekkülünü mümkün kılan kapitalist gelişme, işgücü, mal, hizmet ve sermaye dolaşımının da dünyasal ölçeğe büyümesinin temelini döşedi. Yeni teknolojilerin ortaya çıkışında ve dünyaya yayılışında kaydedilen sıçramalı gelişim iletişim maliyetlerini düşürmüş ve üretimin çeşitli ülkelere kaydırılmasını mümkün kılarak mal ve hizmet üretimini de dünyasal bir sürece dönüştürmüştür. 50’li yılların ortasında Avrupa ve Kuzey Amerika’yı birbirine bağlayan telefon kabloları vasıtasıyla aynı anda doksana yakın telefon görüşmesi yapılabiliyorken, günümüzde uydu iletişim sistemleri sayesinde milyonlarca insan iletişim kurabilmektedir. Kapitalist küreselleşme, kapitalist işbölümünü de ulusal özelliklerin ağır bastığı bir olgu olmaktan çıkartıp evrenselleştirmiştir. Bugün sigaradan bilgisayara, otomobile, çeşitli metalar çeşitli ülkeleri içine alan küresel bir bant sistemi veya montaj hattı temelinde üretilmektedirler. İnsanlık tarihinde kaydedilen çeşitli gelişme halkalarının tarihi, bir bakıma işbölümünün evriminin tarihidir. Zaman içinde farklı üretim tarzlarına temel oluşturan işbölümü değişikliğe uğramış ve bu gerçeklik kapitalizmin ilerleyişi içinde de varlığını sürdürmüştür. Marx, kapitalizm çerçevesinde işbölümünde cereyan eden değişime ve bu değişimin uluslararası ilişkiler alanına yansımalarına dikkat çeker. İşbölümünün değişen yapısını ve bu değişimin dünya pazarının gelişimiyle bağını göz ardı eden zihniyeti eleştirir. Şu soruyu yükseltir Marx: “Evet, ondördüncü ve onbeşinci yüzyıllarda, henüz sömürgeler yokken, henüz Amerika, Avrupa için mevcut değilken; Doğu Asya, yalnızca İstanbul aracılığıyla mevcut iken, o tarihlerdeki işbölümü, gelişkin bir sömürge sistemine sahip olan onyedinci yüzyıldaki işbölümünden farklı olmak durumunda değil miydi?”2 Ayrıca ulusların tüm iç örgütlenmelerinin ve tüm uluslararası ilişkilerin, belirli bir işbölümünün ifadesinden başka bir şey olmadığını ve işbölümünde değişiklik olduğu zaman tüm bunların da değişeceğini belirtir Marx. Kapitalizmin emperyalist aşaması, kapitalizmin ulus-devletler biçimin-
Haziran 2005 • sayı: 3
deki örgütlenmesine rağmen sermayenin global hareketinin yaygınlaşması ve derinleşmesi anlamına gelir. Çeşitli ülke ekonomilerinin dünya kapitalist sistemine artan entegrasyonu bir yandan sermayenin dolaşımını kolaylaştırırken, diğer yandan kapitalizmin krizleri eskiye oranla çok daha geniş alanlara sirayet eder. 20. yüzyıl kapitalizminin tarihi, kapitalist krizlerin ancak daha büyük ve yıkıcı krizleri yaratma pahasına atlatılabildiğini gözler önüne sermektedir. Gün geçtikçe küreselleşen kapitalizm, Marksizmin bu sistemin işleyişine ve akıbetine yönelik öngörülerinin doğruluğunu her geçen gün daha da fazlasıyla kanıtlamaktadır. 21. yüzyıla derinleşen bir kriz ve yaygınlaşan emperyalist savaşlarla giriş yapan dünya kapitalist sisteminin durumu meydandadır. Oysa burjuva ideologları 1940’lar sonrasında yaşanan ekonomik canlanma döneminden güç alarak, kapitalist krizler konusunda Marksistlerin boşa konuştuğunu ve felâket tellallığı yaptığını iddia edip durmuşlardı. Belirli bir tarihsel kesit boyunca burjuva düşünürlerin elini güçlendiren faktörlerden biri, kapitalist ekonomide yaşanan uzatmalı yükseliş dönemiydi. Ama kapitalist sistemin durumu hakkında Marksizm adına ileri sürülen yanlış görüşler de burjuva ideolojisinin işine yaramadı değil. Günümüzde dünyanın gidişatı konusunda berrak bir kavrayışa sahip olabilmek için, geçmiş dönemlerde yerleştirilen hatalı görüşlerle hesaplaşılması ve doğrularla yanlışların birbirinden ayırt edilmesi büyük önem taşıyor. Kapitalist üretim tarzının ilk gençlik ve hararetli büyüme çağını geride bırakıp tarihsel olarak inişe geçmesi kaçınılmazdır. Marx bu konuya değinir. Kapitalizmin tarihsel görevi, insan emeğinin üretkenliğini, hiçbir sınır tanımadan geometrik dizi içerisinde geliştirmektir. Fakat kolay yoldan azami kâr peşinde koşan sermaye, emeğin üretkenliğini olması gerektiği ölçüde arttıramadığında bu görevine ihanet etmiş olacaktır. “Böylece o, gittikçe yaşlandığını ve miyadını doldurduğunu ... göstermiş oluyor” der Marx.3 Bu bağlamda emperyalizm dönemi gerçekten de kapitalizmin çürüme ve çöküş çağıdır. Lenin ve Troçki çeşitli vesilelerle emperyalizm çağının bu özelliğine değindiler. Ancak bu doğru değerlendirme, kapitalizmin genel gidişatı içinde bir anlam ifade edebilir. Tarihsel akış içinde hükmünü icra eden ekonomik eğilimlerin bir çırpıda gerçekliğe dönüşecekmiş gibi algılanması tamamen yanlış olur. Sorunlara bu tarzda yaklaşılırsa Marksist kavrayış da çarpıtılır. Ve ne yazık ki Marksist geçinen kişi ve çevreler arasında böylesi hatalı yaklaşımlar sergileyenler hiç de az değildir. Bu tür bir çarpıtmayı somutlayan başlıca örnek, kapitalizmin Birinci Dünya Savaşı sonrasında bir daha içinden çıkamayacağı bir genel bunalım içine girdiği yolundaki iddiaydı. Bu iddia, kapitalist sistemin büyük bunalım ve sarsıntılarla karakterize olan bir döneminin, sistemin çökü-
marksist tutum
şünün fiilen yaşanması şeklinde yorumlanmasına dayanıyordu. Gerçekliğin bu çarpıtılmış yorumu, Stalinist saflarda egemen olmakla kalmayıp Troçkist çevrelere de bulaştı. Kapitalizmin 20. yüzyılın başlangıcında içine sürüklendiği fırtınalı dönemin muazzam bir krizin yansıması olduğu ve bu durumun çılgınca bir yeniden paylaşım savaşına yol açtığı doğruydu. Keza Büyük Ekim Devrimi, kapitalizmin yıkılmaya yazgılı doğasını gözler önüne sermiş ve dünyanın belirli bir bölümünü onun elinden kopartıp almıştı. Ne var ki kapitalist sistem maruz kaldığı bu ağır darbeye karşın dünya ölçeğindeki gelişme ve yayılma potansiyelini henüz tüketmiş değildi. Söz konusu darbenin yarattığı etkinin kalıcı olabilmesi ve kapitalizmin iddia edildiği gibi içinden çıkamayacağı bir genel bunalıma sürüklenmesi için iktisadi etkenler dışında başka bir zorunlu koşul vardı. Ekim Devrimiyle kurulan işçi iktidarının yaşaması ve proleter devrimin dünya ölçeğinde sürekliliğinin sağlanması gerekiyordu. Ekim Devriminin tarihsel kazanımlarının tasfiyesi ve kapitalist sistemin İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeniden yükselişe geçmesi, kapitalizmin çöküşüne veya genel bunalımına dair abartılı genellemeleri yalanladı. Fakat ne yazık ki bu yaşananlardan gereken sonuçlar çıkartılmadı. Sözde sosyalist ülkelerin geçici bir tarihsel dönem boyunca kapitalizmin hareket alanını sınırlandırmasıyla, gerçek bir işçi iktidarı altında dünyada ilerleyişini sürdürebilecek olan proleter devrimin kazanımları bir tutuldu. Bunun ne denli vahim bir yanılgı olduğu aslında aşikârdı. Ama uzun yıllar boyunca bu tür yanlış görüşlerle hesaplaşılmadı. Ekim Devrimiyle kurulan işçi iktidarının Stalinist karşı-devrimle tasfiye edilmiş olmasına rağmen, kapitalist üretim tarzının coğrafi sınırlarının artık geri dönüşsüz biçimde daralmış olduğu görüşü uzun yıllar sürdürüldü. Marksist diye bilinen çeşitli yazarlar bu gibi yanlış görüşleri yazıp çizdiler. Sovyetler Birliği’nin Stalinizmin egemenliği altında nasıl da modern bir despotik-bürokratik diktatörlüğe dönüştüğü gerçeğini itiraftan kaçınan bu yazarlar, dünya gerçekleriyle gittikçe ters düşen kapitalist sistem analizleriyle de Marksizmin üstün pozisyonlarına zarar verdiler. “Kapitalist olmayan yol” diye lanse edilen ulusalcı-devletçi kalkınma yöntemini benimseyen ulusal kurtuluş mücadelelerinin, dünya kapitalizminin ilerleyişini mutlak biçimde baltalayacak birer tarihsel darbe olduğu bile söylendi. Böylece, aslında dünyadaki gelişmeleri en doğru ve kapsamlı biçimde çözümlemesi gereken Marksistler, kuru-sıkı eleştiriler temelinde kapitalizmi kötülemekle yetinen küçük-burjuvalar düzeyine indirgenmiş oldular. Bu durum, sözde sosyalist blokun çöküşüyle birlikte girilen yeni dönemde burjuvazinin gelişmeleri kendi payına muazzam bir ideolojik kazanıma dönüştürebilmesinin başlıca nedenlerinden biridir. Kapitalizm, küresel yayılma
29
marksist tutum
alanını tarihsel bir kesit boyunca sınırlamış olan despotik-bürokratik rejimlerin çöküşüyle birlikte, bu sistemi olduğundan güçsüz gösteren sözde Marksizmle alay edercesine ideolojik bir atılıma geçmiştir. Bu bize önemli bir gerçeği hatırlatıyor: Kapitalizm siyasi ve ideolojik cephede bir zafer kazanmadan, işçi sınıfının örgütlü güçlerini zaafa uğratmadan iktisadi cephede kendiliğinden ve kolay başarılar elde edemez. Bu bakımdan dünya burjuvazisi uzun bir dönem boyunca işin ideolojik propaganda boyutuna, ufukta beliren yeni yayılma olanağının gerçek çapını fersah fersah aşan bir önem vermiştir. Amaçlanan, ideolojik ve psikolojik planda dünya işçi ve emekçi cephesine karşı muazzam bir üstünlük sağlayarak onu paralize etmek ve böylece ilerleme fırsatını gerçekliğe dönüştürmektir. Kapitalist sistemin hegemon gücü ABD’nin globalizm adlı ideolojik saldırıyı başlatmazdan çok önce, provayı yeni dünya düzeni propagandasıyla yürüttüğü de hatırlarda olsa gerek. “Yeni dünya düzeni” tartışmaları, 70’ler ve sonrasında yaşanan önemli ekonomik ve siyasal gelişmeler neticesinde ABD tarafından oluşturulan stratejik plan çerçevesinde gündeme getirilmişti. Kendi nüfuz alanlarında gelişen ulusalcılık dalgası, Vietnam’da uğradığı yenilginin dünyaya yayılan moral etkisi ve OPEC ülkelerinin petrol fiyatlarını yükseltmesinin kontrol altına alınamaması, o dönem ABD’yi rahatsız eden gelişmelerdi. Yanı sıra, Japonya ve AET gibi rakip güçlerin kaydettiği yükselişler, kâr hadlerinin düştüğü, yani paylaşılacak pastanın küçüldüğü koşullarda sistemin hegemon gücünün tedirginliğini arttırmıştı. İlerde üstün konumunu yitirme tehlikesi, Amerikan emperyalizmini yeni stratejik planların hazırlanıp yürürlüğe konması doğrultusunda harekete geçirmişti. Kapitalizmin dünyaya yayılması yani küreselleşmesi yeni bir olgu olmasa da, globalizm konusu aslında bu stratejik hamlelerin bir uzantısı olarak yine ABD öncülüğünde gündeme sokuldu. Burjuvazinin derdi küreselleşme gerçeğini tartışmaktan çok, globalizm ideolojisini kitlelere empoze etmek ve yeni bazı önlemleri yürürlüğe koymaktı. O nedenle içine girilen bu yeni dönem işçi ve emekçi kitlelerin yaşamına, asıl olarak sermayenin küresel saldırısı şeklinde yansıdı. Dünya burjuvazisinin 80’lerden itibaren küresel düzeyde egemen kılmaya çalıştığı bu saldırı, neoliberal diye adlandırılan yeni bir sağ dalganın yükselişi demekti. Artık takip eden yıllara, siyasal alanda gericileşme, toplumsal alanda bencilliğin körüklenmesi ve iktisadi alanda da işçi-emekçi kitlelerin yaşam standartlarının düşürülmesi damgasını vuracaktı. Kapitalist sistemin böylece içine girdiği dönem, burjuvazinin yeni planlarının geniş kitlelerin çıkarları bakımından olumlu değil tam tersine olumsuz gelişmeler temelinde başarılabileceğine işaret ediyor. Tarihsel bakımdan ilerlemeci barutunu tüketen her toplumsal düzenin zamanla
30
Haziran 2005 • sayı: 3
başına geldiği gibi, kapitalizm de artık kitleleri pozitif beklentiler temelinde egemenliği altında tutacak gücünü büyük ölçüde yitirmiştir. Şimdi ona gereken, yoksul insanların yaşam alanlarını kanlı gladyatör dövüşlerinin seyredildiği “modern” arenalara çevirmek, işçi-emekçi kitlelerin düzen değişikliği umutlarını köreltmek, çağın tiranlarına karşı örgütlenmeyi ve dövüşmeyi bilmeyen genç kuşaklar yetiştirmektir. Tüm kapitalist ülkelerde burjuva medya, daha önceki dönemlerde görülmemiş biçimler altında, yaşamın her bir saniyesinde kitlelerin beynini dumura uğratacak icatlar peşindedir. Burjuva ideoloji âlemi, globalizm propagandasına eşlik eden bu “yeni kültür”ün egemen kılınması için seferber olmuştur. Çıkartacağı “yeni moda” vahşet savaşlarıyla yeryüzünü kana boyamadan önce, medyadan yayılan şiddet dizileriyle katliam görüntülerine alıştırılmış veya “modern” safsatalarla alıklaştırılmış, uyuşturulmuş, gerçeklikle sanallığı birbirine karıştıran kitleler yaratmaya koyulmuştur kapitalizm. Hele ki kapitalist sistemin hegemon gücü ABD söz konusu olduğunda, bu yöntemler sayesinde yıllardır ne kadar büyük boyutlarda bir kitle pasifikasyonu yürütülmüş olduğu aşikârdır. Kitleleri olumlu insani özelliklerinden yoksun bırakmaya, paylaşım ve dayanışma duygularını körelterek onları itaatkâr kölelere dönüştürmeye çalışan bir toplumsal düzenin küresel ölçekte yayılışının gelecek kuşakların başına daha ne çoraplar örebileceği belli değil midir? Hegemon gücünün faşizan sinyaller verdiği bir sistemin global gidişatının nereye yöneldiğini kestirmek güç olmasa gerek. Nitekim bürokratik rejimlerin çöktüğü coğrafyalarda kapitalist gelişimin vahşi ve muazzam altüstlüklere yol açan karakteri, yeniden paylaşılacak alanların belirmesinin emperyalist güçler arasındaki gerilim ve çatışmaları tırmandırması, dünyamızı adeta global bir savaşın içine sürüklemiştir. Doğası gereği bitip tükenmek bilmeyen bir kâr hırsına dayanan kapitalizm, daha önceki dönemlerde görülmedik ölçülerde çılgınca bir ihtirasla gözünü yeni dış pazarlara, yeni nüfuz bölgelerine dikmiş bulunuyor. (Devam edecek)
www.marksist.com sitesinden alınmıştır
———————————————————— 1 Marx-Engels, “Komünist Manifesto”, Seçme Eserler, c.1, Sol Yay., Aralık 1976, s.136 2 Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, c.1, Sol Yay., Kasım 1995, s.33 3 Marx, Kapital, c.3, Sol Yay., Şubat 1990, s.232
IMF, Dünya Bankası ve Doğru Tutum Akın Erensoy
Dışarıda arama, IMFDB zaten içeride! Türkiye gibi ülkelerde ekonomik kriz riski gündemden düşmüyor. Son yıllarda dünya ekonomisinin de genel anlamda bir kriz eğilimi içinde olması nedeniyle bu gibi ülkelerde patlak veren krizler giderek artıyor. Krizlerin etkisi gelişmiş kapitalist ülkelere nazaran daha az gelişmiş Türkiye gibi kapitalist ülkelerde daha yıkıcı oluyor. Bu durum kapitalist dünya ekonomisinin organik yapısından kaynaklanıyor. Krizler gerçekte bir bütün olarak bu sistemin krizleri olmasına rağmen, öncelikle ve en sık olarak sistemin en zayıf noktalarında açığa çıkıyor. Türkiye, Brezilya, Arjantin, Peru gibi ülkeler kapitalist dünya ekonomisi içinde bu tür noktaları oluşturuyorlar. Krizle birlikte burjuvazinin yaptığı ilk iş emekçi sınıflara saldırmak oluyor. İşçi sınıfının sosyal kazanımlarına dönük saldırılar emperyalist ülkeler de dahil olmak üzere her yerde son sürat ilerliyor. Kapitalistler sınıfı bu saldırıları daha planlı ve programlı yürütmek amacıyla uzmanlaşmış elleri, yani Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (DB) gibi kuruluşları iş başına çağırıyorlar. Devrimci hareketler gelişip kapitalist düzen proletarya tarafından tehdit edildiğinde nasıl ki burjuvazi olağanüstü siyasal rejimlere geçiyor ve bu momentte kimi zaman ordusunu iş başına çağırıyorsa, ekonomik kriz dönemlerinde de uluslararası kuruluşları yardıma çağırmaktan geri durmuyorlar. Zira her kapitalist ülkede yaşanan kriz, her ne kadar o ülkenin sorunuymuş gibi gözükse de, özünde kriz, uluslararası kapitalizmin krizidir. IMF ve DB gibi kuruluşlar, kapitalist sistemin parasal, mali işlerinin hegemon güç ABD koordinasyonu temelinde yürütülmesi
31
marksist tutum
amacıyla oluşturulmuş örgütlerdir. Bunlar şüphesiz önemli örgütlerdir, ancak sistemi yalnızca bu örgütlere indirgemek ya da sistemin günahlarını yalnızca bunlara yıkmak büyük bir yanılgıdır. Mali sermayenin bu zor gün dostu uluslararası kapitalist kuruluşlar, çeşitli ülkelerde burjuvaziye kılavuzluk eder, ona sömürüyü hangi yollardan artıracağını gösterir. Bu amaçla hükümetlere önlemler aldırtır ve hazırladığı programı devreye sokar. Bugüne kadar IMF ve DB’den tekelci sermayenin esaslı bir şikayeti olduğu görülmemiştir. Çünkü bu kuruluşlar zaten mali sermayenin programını hayata geçiriyorlar; uyguladıkları tedbirler paketi, kapitalistler sınıfının zaman zaman bazı itirazları olabilse de, son tahlilde onların sınıf çıkarlarına aykırı değildir. Bir bütün olarak kapitalistler sınıfının, krizin faturasını işçi sınıfına kesme ve emekçiler üzerindeki sömürüyü daha fazla artırma programıdır söz konusu olan. Hal böyle iken, Türkiye solunun büyük bir bölümü yanlış bir anti-emperyalist kavrayıştan hareketle IMF-DB gibi uluslararası kapitalist kuruluşları, azgelişmiş ülkelerdeki ekonomik sorunların (krizlerin, azgelişmişliğin, yoksulluğun vs.) esas sorumlusu olarak göstermekte ve Türkiye’yi de adeta sömürge statüsünde, boynu bükük mazlum bir ülke gibi resmetmektedirler. Orta ve küçük mülk sahibi sınıflar ise tekelci sermayenin sopası altında kaldığından, bu kesimler de kendilerince bir IMF karşıtlığı tuttururlar. Küçük-burjuva devrimci hareket ve üniversitedeki kimi sözde solcu akademisyenler de bu kesimlerin çıkarlarını sol yağına bulayarak teorize ederler. Açıkça milliyetçi olanlarından, halkçı devrimciliği ya da ulusalsosyalizmi savunanlara kadar bu kesimlerin programları yan yana konduğunda renk tonları dışında, özde bir fark olmadığı görülecektir. Yani hepsi de uluslararası kapitalist kuruluşlara küçük-burjuva milliyetçi bir programla karşı çıkıyorlar. Emekçilere, dışarıdan gelen ve tüm kötülüklerin kaynağı olan bir öcü sunulurken, somut ve yakın düşman, yani içerideki kapitalistler sınıfı unutturuluyor. NATO’yu dışarıda arayanlar, IMF’yi de dışarıda arıyorlar; emekçilerin karşısına çıkartılan soyut ve dışarıda olan bir IMF’dir. Oysa dışarıda aramaya ne hacet, IMF-DB zaten içeride. Uluslararası tüm siyasi ve iktisadi kapitalist kuruluşlar Türkiye’deki tekelci sermayenin de örgütleridir aynı zamanda. Kapitalist sistemin bir parçası olan Türkiye’nin,
32
Haziran 2005 • sayı: 3
uluslararası finans-kapitalin kuruluşları olan IMF ve DBnin üyesi olduğu unutulmamalıdır. Az ya da çok Türkiye’nin de bu kuruluşlarda hissesi var. İşçi sınıfının devrimci mücadelesi toptan kapitalist sistemi hedef almalıdır. Zira her türlü kurum ve kuruluşuyla ve en önemlisi kapitalist üretim ilişkileri temeliyle emperyalizm bir dünya sistemidir. Onun şu ya da bu kurumunu sistemin bütününden yalıtarak hedef tahtasına oturtmak, ister iyi niyetle olsun ister kötü niyetle, bir hedef şaşırtmacadır. Emperyalizmin bir dünya sistemi olduğunun dışa vurumu olan bu tür kuruluşları öne çıkartmakla yetinenler ülke içindeki bataklığı (kapitalist düzeni) sis perdesi arkasına gönderiyorlar. Bu ise, yarın yükselecek devrimci proleter hareketin önünü görememesi ve burjuvazi tarafından o bataklıkta boğulması anlamına gelir. Tüm kapitalist düzeni hedef alacak enternasyonalist komünist bir perspektife sahip olunmadan, IMF ve DB gibi emperyalist kuruluşlara karşı tutarlı bir mücadele yürütülemez. İşçi sınıfına lazım olan Marksist bir bakış açısıdır; bu ise öncelikle yanlış kavrayışları teşhir etmekten geçiyor.
Ekonomik krizin ve emekçilere saldırıların sorumlusu IMF mi? Sol dergi ve gazetelerin birçoğu açılıp okunduğunda, emekçilere dönük tüm saldırıların kaynağı IMF-DB olarak sunulmakta, uygulanan iktisadi programları bu kuruluşların emperyalist ülkelerin çıkarları doğrultusunda dayattıkları ileri sürülmektedir. Böylelikle işçi sınıfına politik perspektif olarak sunulan; kötülüklerin kaynağının IMF olduğu, tüm saldırıları IMF-DB’nin gerçekleştirdiği
Haziran 2005 • sayı: 3
olurken, saldırı programlarının gerçek sahibi Türk tekelci sermayesi gözlerden ırak tutuluyor. Ekonomik krizleri çok sarsıcı biçimde yaşayan Türkiye gibi bir ülkede, emekçi sınıflar haliyle IMF ve DB gibi kuruluşlara karşı daha duyarlı oluyorlar. Hatta çoğu zaman burjuva partileri bile seçim dönemlerinde yığınları aldatmak amacıyla IMF karşıtı kesilmekten geri durmuyorlar. Seçimlerde IMF karşıtlığı puan topluyor. Türkiye solu ise burjuva partileriyle adeta yarışa çıkıyor: “Onlar IMF karşıtı değil, gerçekte biz IMF karşıtıyız.” Oysa burjuva partilerinin ve küçükburjuvazinin “anti-emperyalist” pozlar kestiği bir ülkede kendine komünist diyenler daha dikkatli olmalı, komünist programı emekçilerin gözünde ayırt edici kılabilmelidirler. Bu ise, emekçilere dönük saldırıların sorumlusunun tek başına IMF-DB olmadığı, bu kurumlar da dahil, esas sorumlunun kapitalistler sınıfı ve sermaye düzeni olduğu gerçeğini teşhir etmekten geçiyor. Ne yazık ki, sol çevrelerin büyük bir bölümünün böylesi bir enternasyonalist komünist perspektifi yok. Ulusal çerçeveden dünyaya bakanlar bütünü değil, parçayı görürler. Stalinizmin komünizm içine zerk ettiği ulusalcı düşünce hâlâ hakim bakış açısı ve kırılabilmiş değildir; bu anlayışın temsilcileri ulusalcı fikirlerini gazete ve dergilerinde yazıp-çizmeye devam ediyorlar. […] Türkiye’de emekçilere dönük saldırıların sorumlusunun IMF-DB olduğu düşüncesi bu sol çevrelerin temel programatik yaklaşımından kaynaklanıyor. Onlara göre ekonomik krizin nedeni de IMF-DB vb. kuruluşlardır. Bu kuruluşlar Türkiye gibi “güllük gülistanlık” ülkeleri bağımlı hale getirip sömürebilmek amacıyla ekonomiyi bozacak, krize sürükleyecek programları ne yapıp edip dayatmakta ve bilahare tüm ipleri ellerine alarak ve ekonomiyi sürekli istikrarsız kılarak Türkiye’yi yağmalamaktadırlar! Böylelikle, emekçilere dönük saldırıların kaynağını kapitalist sistem ve onun bir parçası olan içerideki tekelci sermaye sınıfı oluşturmuyormuş gibi bir politik anlayış taşınıyor proletaryaya. Bugün sendikalara da bu yanlış kavrayış hakimdir. İşten atılan, ücretlerine zam yapılmayan, sendikasızlaştırılan, sigortasızlaştırılan işçiler tüm bu saldırıların gerçekte bizzat içerdeki sermaye sınıfınca değil, IMF-DB gibi kuruluşlarca yapıldığını düşünüyor. Düşman olarak içerideki, yanı başındaki sömürücü sınıfı değil, dışarıdan gelen ve herşeye burnunu sokan “yabancı” kuruluş IMF’yi görüyor. Burjuvazi ise, kendi saldırılarını perdelemek amacıyla kimi zaman IMF karşıtı pozlar takınmaktan çekinmiyor. Sonuçta ise emekçi sınıfların bilincinde, politik bakış açısında yanlış bir yönlenme yaşanıyor. Sol da kendi hesabına sürekli olarak bunu beslemekten geri durmuyor. Oysa ne ekonomik krizin gerçek sebebi IMF programlarıdır ve ne de proleter yığınlara dönük saldırıların sorumlusu tek başına IMF-DB vb. kuruluşlardır. Ekonomik krizler, ne kötü politikacılardan, ne geri kalmışlıktan,
marksist tutum
ne kötü iktisadi politikalardan ne de IMF gibi kurumlardan kaynaklanır. Ekonomik krizler kapitalizmin yasasıdır. Hiçbir kapitalist ekonomi krizlerden kaçıp kurtulamaz. Burjuva iktisatçıların her ekonomik yükseliş döneminde artık krizlerden kurtulunduğu şeklindeki iddialarıyla alay edercesine, eninde sonunda kriz kapıyı çalar. Sorunu azgelişmişlikle, kötü politikacılarla ya da kötü ekonomik politikalarla açıklamaya çalışanlar, burjuva düzeni aklamaya ve onun insanlığın çıkarlarına kesintisiz bir büyümeyi sağlayabileceğini savunmaya kendilerini adayan burjuva ve küçük-burjuva ideologlardır. Bu tür faktörler şu ya da bu ülkedeki krizin temposunu, özgül biçimlerini, sıklığını vb. çeşitli ikincil yönlerini açıklamakta bir işlev görebilirler ancak. Kriz, üretici güçlerin gelişme düzeyinin kapitalist üretim ilişkilerine isyan etmesidir. Sistem içi hiçbir düzenleme krizleri ortadan kaldıramaz. Ama kriz her toplumsal sınıfı aynı ölçüde etkilemez. Kriz kapıyı çalınca, tekelci-burjuvazi faturayı esas olarak emekçilere keser. Tüm IMF programları acı reçeteyi emekçi sınıflara uygulamak ve kapitalistleri yeniden ve üstelik daha kârlı bir üretime sevk etmek üzerine kurulmuştur. Yoğun tensikatlarla, sıfır ücret zamlarıyla, sendikasızlaştırma ve sigortasız çalıştırmayla, budanan sosyal haklarla, tüm temel ihtiyaç maddeleri ve hizmetlere yapılan zamlarla ve ek vergilerle krizin faturası mümkün mertebe emekçi sınıflara ödettirilir. Bununla birlikte, orta ve küçük işletmelerin iflas etmesi sonucunda sermaye yoğunlaşmaya-merkezileşmeye devam eder; büyük sermaye küçükleri yutarak tekelleşmeyi hızlandırır. Kriz büyük sermayenin lehine döndürülür. Burjuvazinin önündeki yapısal dönüşümler, sermayeye yeni yatırım alanlarının açılması, mali piyasaların denetim altına alınması ile emekçilere dönük saldırılar aynı planın içinde uygulanır. Tüm bu süreçlerde tekelci sermayenin imdadına koşan kapitalizmin uluslararası örgütleridir. İşte IMF ve DB gibi uluslararası kapitalist kuruluşlar sermayenin kriz dönemlerindeki olağanüstü ekonomik yönetim biçimini tayin eden merkezlerdir. Bu kuruluşları yardıma çağıran ise bizzat “ulusal” tekelci sermaye ve onun temsilcisi olan burjuva hükümetlerdir.
IMF-DB ve anti-emperyalizm meselesi Türkiye solunun önemli bir kesimine göre, Türkiye bir tür sömürge ülke (“yeni sömürge” ya da “yarı-sömürge”) olduğundan, emperyalistlerin dayatmaları başarılı olmaktadır. Onlara göre, emperyalistler IMF ve DB aracılığıyla bir sömürü gerçekleştiriyorlar ve programlarını bağımlı ülkelere dayatıyorlar! Sömürgeciliğin yeni araçları bu “eli çantalı” kuruluşlardır! Silahların ve zorun yerini bu “eli çantalı”lar almıştır! En fazla öne çıkan söylem ise emperyalizme “bağımlılık” meselesidir. Peki bu bağımlılıktan her sınıf aynı ölçüde
33
marksist tutum
mi etkileniyor? Eğer emekçilere dönük saldırıların sorumlusu uluslararası finans-kapitalin kuruluşlarıysa ve bunun sebebi Türkiye’nin bağımlı olmasıysa; Türkiye bir gün bağımlı olmaktan “kurtulup” kendi “ulusal ekonomisi”ne sahip olduğunda işçi sınıfı sömürüden kurtulacak ve saldırılar son mu bulmuş olacak? Yine, emekçilere dönük yıkım programlarının sebebi Türkiye’nin bağımlılığı ise, bu durumda emperyalist ülkelerin bizzat kendi işçi sınıflarına dönük saldırı programlarının nedeni nedir; bu ülkeler bağımlı olmadıklarına göre emekçilere dönük saldırıları kimler örgütlüyor? IMF ve DB, İkinci Emperyalist Savaş sonrasında kuruldular; bu kuruluşlar yokken, işçi sınıfına benzer saldırılar yapılmıyor muydu? Kilit sorun olarak kapitalizmin kendisini değil de “bağımlılığı” dillerine dolayanların elbette bu sorulara verecek inandırıcı yanıtları yoktur. İşçi sınıfının sömürüsünün kaynağında kapitalist sistem vardır; IMF-DB gibi uluslararası finans-kapitalin kuruluşları olsa da olmasa da işçi sınıfının sömürüsü ve ona yöneltilen saldırılar devam edecektir. Sanki IMF gelmeseydi saldırılar yaşanmayacaktı gibi bir yanılsama yaratmak komünistlerin işi olamaz. Daha geçenlerde, tabanını hoş tutmak ve esasında kitleleri uyutmak maksadıyla IMF programlarından vazgeçeceğini, kendi programını oluşturacağını yarım ağız dile getiren AKP hükümeti tekelci sermayeden zılgıtı yedi ve IMF ile yola devam edildi. Üstelik AKP’nin yapmak istediği IMF programlarının özünden vazgeçmek değildi. Bir yandan kendi avenesine daha tatminkâr soygun kapıları açabilmek (ihaleler, yatırımlar, ayrıcalıklar, kadrolaşma vb.), diğer yandan genel olarak küçük ve orta burjuvazinin ağzına bir kaşık bal çalabilmek ve IMF’yi azıcık da olsa (Brezilya örneğinde olduğu gibi) gevşemeye ikna edebilmek maksadıyla efelenmek için söylenmişti o sözler. Elbette böyle yaparak hem görüntü düzeyinde IMF’ye karşı çıkıyor pozu kesmiş oluyor hem de IMF’nin blöfü görmesi durumunda fiiliyatta mostralık bazı sadaka uygulamaları için kaynak yaratarak yoksul yığınları bir de bu yönden aldatmayı hedefliyordu. Elbette, IMF, DB gibi kuruluşlara karşı mücadele edeceğiz. Ama bunu yaparken bir bütün olarak kapitalist düzeni teşhir etmek, bu kuruluşlarla kapitalizm arasındaki ilişkiyi göstererek kapitalizmin bu kuruluşlara indirgenemeyeceğini ve bunlara karşı mücadelenin ancak Türkiye’deki tekelci burjuvaziyi ve onun egemenlik düzenini bir bütün olarak hedef tahtasına koymaktan geçtiğini ortaya koymak gerekiyor. Nasıl ki Irak’a yönelik emperyalist saldırı ve işgalin gerçek sebebi Bush ve çetesinin özel çıkarları değilse, aynı şekilde ekonomik sorunların ve diğer birçok sorunun da gerçek sebebi IMF ve benzeri kuruluşların kendine özgü çıkarları değildir. Kapitalist düzenin devrimci eleştirisi, emperyalizme “bağımlılığın” ya da IMF gibi kuruluşların yabancılar olarak gösterilmesinin yarattığı milliyetçi duyguların okşanmasıyla sağlana-
34
Haziran 2005 • sayı: 3
maz. IMF ve DB uluslararası sermayenin kuruluşlarıdır ve esasında bir tür üst banka, finans kontrol kurumu gibi çalışırlar. Bir bankanın kapitaliste verdiği kredi ve istediği teminatlar ne ise, IMF ve DB’nin de, yardım isteyen ülkelere verdiği krediler ve istediği teminatlar odur; işleyiş aynıdır. Bir bankanın herhangi bir kapitaliste verdiği kredi sayesinde onun üzerinde elde ettiği nüfuz ile IMF’nin çeşitli ülkelere verdiği krediler üzerinden edindiği nüfuz aynıdır; fakat bir banka ancak söz konusu kapitalist üzerinde bir nüfuza sahipken, IMF bir bütün olarak bir ülkenin kapitalist ekonomik işleyişi üzerinde nüfuza sahiptir. IMF, DB gibi üst kuruluşlar aracılığıyla sağlanan bu nüfuz gerçekte uluslararası finans-kapitalin, en çok da sistemin hegemon gücü ABD’nin nüfuzudur. Kapitalist düzen budur; bu, sistemin işleyiş yasalarına denk düşen gayet doğal bir durumdur. Ama küçük-burjuva milliyetçi dar kafalılar Türkiye’yi, sömürge ya da yeni sömürge olarak adlandırmaya devam ediyorlar. Türkiye solunun büyük bir bölümü yanlış bir anti-emperyalist kavrayıştan hareketle IMF-DB gibi uluslararası kapitalist kuruluşları, azgelişmiş ülkelerdeki ekonomik sorunların (krizlerin, azgelişmişliğin, yoksulluğun vs.) esas sorumlusu olarak göstermekte ve Türkiye’yi de adeta sömürge statüsünde, boynu bükük mazlum bir ülke gibi resmetmektedirler. Orta ve küçük mülk sahibi sınıflar ise tekelci sermayenin sopası altında kaldığından, bu kesimler de kendilerince bir IMF karşıtlığı tuttururlar. Küçük-burjuva devrimci hareket ve üniversitedeki kimi sözde solcu akademisyenler de bu kesimlerin çıkarlarını sol yağına bulayarak teorize ederler. […] Bu çevrelerin kafasında, emperyalizm, bir tarafta emperyalist ülkelerin ve öte tarafta da onların “yeni sömürge”si olan ülkelerin bulunduğu bir dünyadır. Dolayısıyla bu çevrelere göre anti-emperyalist mücadele, kapitalist sisteme karşı bir mücadele değil, şu ya da bu emperyalist ülkeye karşı ulusal ekonominin ve siyasal bağımsızlığın savunulması anlamına gelir. Emperyalist dünya sisteminde, bu sisteme topyekûn karşı çıkış anti-kapitalist olmayı gerektirir; diğer bir ifadeyle anti-kapitalist olunmadan, yani bir bütün olarak kapitalist sisteme karşı çıkılmadan anti-emperyalist olunamaz. Dünya üzerinde, emperyalist sistemin ilişki ve araçları her yerde egemendir. Sermaye ya bu temelde vardır ya da hiçbir yerde varlık bulamaz. Emperyalizmin, tekelci kapitalizm anlamına gelmesi, dünya ekonomisi içerisindeki
Haziran 2005 • sayı: 3
tüm kapitalist ekonomilerin şu ya da bu ölçüde tekellerin belirleyiciliği altında işlemesi demektir. Elbette ki, Amerikan tekelleri veya Alman tekelleri ile Türkiye’deki “yerli” tekeller aynı güçte değillerdir ve rekabette bir eşitsizlik vardır. Ancak sermaye bir bütün olarak işçi sınıfını sömürmektedir. İşçi sınıfının ürettiği artıdeğerden daha fazla pay kapma mücadelesi olarak düşünülebilecek olan rekabet mücadelesinde eşitsizlikler işçi sınıfının sorunu değildir. İşçi sınıfı yerlisiyle yabancısıyla, özeliyle devletiyle tüm kapitalistlere ve bir bütün olarak kapitalist düzene karşıdır; mücadele silahını bu düzenin temellerine yöneltmelidir. Kapitalizm çoktandır organik bir dünya ekonomisine sahiptir. Her kapitalist ülke, bu organik dünya ekonomisi içinde yer alır ve diğerleriyle karşılıklı ve eşitsiz bir bağımlılık içerisindedir. Sorunun özü bu bağımlılığın eşitsiz olması değildir. Kapitalizmin eşitsiz gelişmesi ve kapitalist işbölümü, sermayeyi kaçıp kurtulamayacağı bir bağımlılığın içine sokar. Zaten bu bağımlılık olmasaydı bir organik dünya ekonomisi de oluşamazdı. Sermaye ancak yayılarak ve yeni pazarlara girerek, buralara yuvalanarak varolabilir. Sermayenin bu karakteri, yayılma eğilimi, onun ulusal çitleri aşmasına yol açmış ve sermaye ulusal pazarlardan çıkarak dünyaya yayılmış ve bir dünya pazarı yaratmıştır kendine. Daha 1848’de Marx ve Engels Komünist Manifesto’da sermayenin bu eğilimini gördüler ve bir dünya pazarının kaçınılmaz olarak geliştiğine değindiler. Hal böyle iken, küçük-burjuva dar kafalıların çıkıp, ulusal pazarın yabancı sermayeye açılmasını ve korumacılığın kaldırılmasını IMF-DB gibi kuruluşların baskısına bağlaması doğru değildir. Ulusal pazarın yabancı sermayeye açılmasını ve korumacılığın kaldırılmasını dayatan kapitalist sistemin bizzat kendisidir. Türkiye’deki tekelci-sermaye sınıfının da istediği budur; korumacılığın kaldırılmasını ve Türkiye’ye yabancı sermayenin çekilmesini isteyen bizzat Türkiye’deki tekelci kapitalistler sınıfının en güçlü kesimleridir. Ayrıca, Türk tekelci sermayesi de dış pazarlara açılmış ve mütevazı ölçülerde bile olsa sermaye ihracına girişmiştir. Korumacılık ya da serbest ticaret gibi konularda çeşitli burjuva kesimler arasında yürüyen mücadele, esas olarak burjuvazinin tekelci kesimleriyle, orta ve küçük ebatlı kesimleri arasındaki bir mücadeledir. İşçi sınıfı kendisinin kim tarafından sömürüleceği ve kendi emeği üzerinden kimlerin hangi yoğunlukta bir sermaye birikimine kavuşacağı ekseninde yürüyen bu tartışmada taraf değildir. Onun görevi sömürünün şu ya da bu biçimi arasında bir tercih yapmak değil, sömürüyü tamamen ortadan kaldırmaktır. Bir yanlış anlamaya fırsat vermemek için şunu da belirtelim ki, elbette işçi sınıfının mücadelesinin çeşitli cepheleri, aşamaları vardır ve mücadelenin gelişim sürecine bağlı olarak genel anlamda sömürüyü sınırlandırma kapsamını aşmayan talepler ve mücadele hedefleri de mevcuttur. Ancak sömürüyü sınırlan-
marksist tutum
dırma kapsamına giren bu tür talep ve kısmi mücadeleler hiçbir biçimde sömürücüler arasında tercih yapma boyutunu içeremeyeceği gibi, yine hiçbir surette burjuva ideolojisinin argümanlarıyla temellendirilmeye çalışılmamalıdır. Yabancı sermayeye karşı önlem alınmasını ve korumacılığı savunanlar asıl olarak burjuvazinin dışa açılamayan daha zayıf kesimleridir. Bu kesimler ulusal kaynakların (yani işçi sınıfının ürettiği artı-değerin) yabancı sermayeye kapatılmasını ve böylelikle bu kaynakları kendilerinin yağmalayarak palazlanma istemlerini dışa vuruyorlar. Onlara göre, devlet kendilerini korumalı ve arka çıkmalıdır! Örneğin özelleştirmelere karşı çıkmalarının nedeni de budur. Devletin sağladığı olanaklardan (kredi, sübvansiyon, vergi indirimi vb.) yararlanmak isteyen bu kesimler, devlet işletmelerinin yabancı ve yerli tekellere devredilmesini değil kendilerini beslemesini isterler. Bu burjuva kesimler, tarihin gidişatını gerisin geri çevirmeye çalışırlar; fakat ne mümkün, bugüne kadarki umutları boşa çıkmıştır. İşte küçük-burjuva sosyalizm anlayışını savunan çevreler, bu burjuva kesimlerin istemlerini işçi sınıfına devrimci politika olarak sunmaya çalışıyor ve kapitalist devlet mülkiyetini, ulusun mülkiyetiymiş, halkın mülkiyetiymiş gibi sunuyorlar. Oysa devlet kapitalistlerin devletidir ve devlet mülkiyeti de kapitalistler sınıfınındır. Devrimcilik adına, emekçi yığınlara dönük saldırıların tek sorumlusu olarak IMF-DB gibi kuruluşları kapitalist bütünlüğünden kopartarak öne çıkartmak büyük bir yanıltmacadır. Ne Türkiye’deki krizin tek sorumlusu IMFnin dayattığı iktisadi politikalardır ne de işçi sınıfına dönük saldırıların sorumlusu tek başına IMF-DB’dir. Krizin esas sorumlusu kapitalist düzenin bizzat kendisidir ve krizin faturasını işçi sınıfına kesmeye çalışan da tekelci sermayenin ta kendisidir. Bugün dünyanın her yerinde kapitalist ekonomi genel anlamda bir kriz eğilimi içindedir ve ciddi sorunlarla yüz yüzedir. Emperyalist metropol ülkeler bu sorunları emperyalist paylaşım kavgası temelinde, savaşla çözmeye çalışıyorlar. İşçi sınıfına dönük saldırılar, krizin faturasını emekçi sınıflara ödetme politikası, başta Amerika, Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya gibi emperyalist ülkeler olmak üzere dünyanın her yerinde uygulamaya konuyor. Görülüyor ki, tek bir dünya sistemi yaratmış olan dünya kapitalizmi, derin krizlere sürüklendiğinde gelişmiş kapitalist ülkelerde nasıl ki faturayı işçi sınıfına çıkartıyorsa, Türkiye gibi ülkelerde IMF ve DB reçeteleriyle yapılan da özü itibariyle budur. Bu durumda, dünyanın her yerinde proletaryanın savaşması gereken bizzat kapitalist dünya sisteminin kendisidir; işçi sınıfı saldırılarını kapitalist sistemin temellerine yöneltmelidir.
www.marksist.com sitesinden alınmıştır
35
Üniversite Sınavları ve Umut Tacirliği Vedat Karpat Sınıf atlama hayalinden iş bulma kaygısına Bu yıl 1,8 milyon kişinin katılacağı üniversite sınavı için geri sayım başlamış bulunuyor. Her yıl tekrarlanan ve 3 saatlik bir toplumsal cinnet halini alan bu at yarışı sonucunda 1,8 milyon kişiden sadece 150 bini dört yıllık bir devlet üniversitesinde örgün eğitim gör me hakkını kazanabilecek. Geri kalan 1,5 milyon genç ise ya “şansını bir kez daha deneyecek” ya da bir iş bulma derdine düşecek. Kapitalizmin genel olarak sıçramalı bir büyüme kaydettiği 1950-70 arası dönemde, Türkiye’de yetişmiş işgücüne olan ihtiyaç dolayısıyla üniversitelerin kapıları işçi sınıfının ve emekçilerin çocuklarına açılmıştı. Bu dönemde üniversiteye girebilmek için büyük çabalar sarf etmeye gerek yoktu. Üniversite bittikten sonra da vasıflı bir eleman olarak rahatlıkla iş bulabiliyorlardı. O yıllarda değil üniversite mezunu olmak, lise mezunu olmak bile önemli bir ayrıcalık durumunda idi. Türkiye gibi azgelişmiş bir ülkede eğitim almış insanların çok daha iyi çalışma koşulları ve ücretlerle iş bulma şansına sahip olmaları, üniversite eğitiminin bir sınıf atlama aracı olarak düşünülmesini de beraberinde getirmişti. Kapitalist toplumun sınıflı doğasının henüz Batı ülkelerinde olduğu kadar net ve açık bir biçimde bilince çıkarılmadığı ve küçük-burjuvazinin son derece büyük bir ağırlığa sahip olduğu Türkiye’de, bu düşünce işçi sınıfı çocuklarına bizzat aileleri tarafından empoze edilmekteydi. Zaman içinde o derenin altından çok sular aktı. Artık Türkiye azgelişmiş değil orta gelişmişlik düzeyinde bir kapitalist ülke. Ve artık değil lise mezunu olmak, üniversiteyi bitirmek bile bir iş bulabilmek için yeterli olmuyor. Ne var ki, yıllarca oluşmuş yargı ve değerler bir günde silinip atılamıyor. İşçi ve emekçi ailelerinin önemlice bir bölümü bu yanılsamalardan hâlâ sıyrılabilmiş değil. Öyle ki bugün evini zar zor geçindirecek durumda olan işçiler dahi çocuk-
36
Haziran 2005 • sayı: 3
marksist tutum
Bugün bir meslek liseli öğrencinin kendi branşı dışında ları bir üniversiteyi kazansın diye çırpınıp duruyorlar. dört yıllık herhangi bir bölümü kazanabilmesi için sınavHali vakti yerinde küçük-burjuva aileler cephesinde ise üniversite sınavlarına dönük hazırlıklar tam bir hastalıklı da sorulan 180 sorunun tamamını yapması bile yeterli olruh haline dönüşmüş durumda. muyor. Yani meslek liseli bir öğrenci Türkiye birincisi olsa dahi “iyi bir üniversitenin” istediği bölümüne giremiDiğer taraftan üniversiteyi kazanmanın bir meslek ediyor! nebilmek ve insanca yaşayabilecek bir iş bulmak için zorunlu olduğu fikri, gerek eğitim sektörüne yatırım yapan Burjuvazi işçi ve emekçi çocuklarını, “eşit eğitim ve adaburjuvalar tarafından, gerekse de küçük-burjuva aydınlar letli sınav sistemi” yalanları ile uyutmaya çalışıyor. Oysa tarafından işçi sınıfına empoze edilmeye devam ediyor. eşitlik aynı sınava girmenin bir adım ötesine geçmiyor. Sınava hazırlık süreci ve 11 yıllık eğitim süreci göz önüGençlerin her şeyleriyle kendilerini üniversite sınavını ne alındığında eşitliğin lafta kaldığı açıkça görülüyor. kazanmaya endekslemesi sınavın önemini bir kat daha arttırıyor. Yıllar boyunca ezberci bir yazılı sınav sistemi Fen veya Anadolu liselerinden (bu liseler de devlet lisesi ile öğrenim gören gençlerin karşısına 3 saatlik bir test sıolarak adlandırılsalar bile ilköğretim sonrasında sınavla navı konuluyor. Bu noktada da devreye burjuvazinin bir öğrenci aldıkları gözden kaçmamalı) mezun bir öğrenci başka kâr kapısı, özel dershaneler giriyor. ile düz devlet liselerinden mezun bir öğrenci arasında daha sınava girmeden orta öğretim başarı puanı yüzünden Eğitim-Sen’in yapmış olduğu bir araştırmaya göre, üni20 puana yakın bir fark oluyor. Bir tarafta en iyi ihtimalversite öğrencilerinin %88’i sınavı kazanabilmek için ya le dahi 50-55 kişilik sınıflarda eğitim alanlar, diğer tarafta dershaneye gitmiş ya da özel ders almış. Yine üniversite 20-25 kişilik sınıflarda eğitim alanöğrencilerinin %64’ü harcanan onca paraya ve emeğe karşın ilk İşçi ve emekçi ailelerinin önemlice lar. Bir tarafta Türkiye’nin en bübir bölümü bu yanılsamalardan yük dershanelerinden ve en iyi öğgirişlerinde sınavı kazanamamış. hâlâ sıyrılabilmiş değil. Öyle ki retmenlerinden ders alan, özel dersBu iki veriyi yan yana koyduğumuzda boş üniversite hayallerinin bugün evini zar zor geçindirecek ler sayesinde açıklarını kapatan burdurumda olan işçiler dahi juva ve küçük-burjuva çocukları, kapitalistlerin kasasına para akıtçocukları bir üniversiteyi diğer tarafta mahrumiyet koşullamanın bir aracı haline getirildiği kazansın diye çırpınıp rında ders çalışmaya uğraşan, panet olarak ortaya çıkıyor. duruyorlar. Hali vakti yerinde rası olmadığından dershaneye gide2004 yılı verilerine göre Türkiye küçük-burjuva aileler cephesinde meyen veya dershane parasını denkgenelinde dershane sayısı 2900’ü ise üniversite sınavlarına dönük leştirmek için bir işte çalışmak zoaşmış durumda. Bu dershanelerin hazırlıklar tam bir hastalıklı ruh runda olan işçi çocukları. Aldıkları yaklaşık 650 tanesi Türkiye’nin sahaline dönüşmüş durumda. eğitim kalitesindeki farklılıklar yetnayi merkezi olan İstanbul’da. Ve mezmiş gibi bir de puanlama sisteyine yapılan araştırmalara göre mindeki uçurumlar! Bütün bunlar düz devlet liselerinden Türkiye’de ailelerin eğitime harcadıkları para yaklaşık 11 veya meslek liselerinden mezun olan öğrencilerin sınavı katrilyon. Aynı yıl devletin eğitime ayırdığı bütçenin 12,5 kazanamamaları için gerekli her şeyin yapıldığını gösterikatrilyon olduğunu düşünürsek, toplumun eğitim bütçeyor. siyle devletin eğitim bütçesinin yaklaşık olarak birbirine Bu durum üniversite öğrencilerinin sosyal-sınıfsal yapıdenk olduğunu görürüz. sına da kaçınılmaz olarak yansıyor. Yine Eğitim-Sen’in araştırmasına göre, üniversite öğrencilerinin %41’i yükÜniversiteler emekçi çocuklarına kapatılıyor sek gelir düzeyindeki ailelerin çocukları iken, sendikaların açıkladığı açlık sınırının altında yaşayan ailelerden geNe var ki, uğruna katrilyonlar harcanan “iyi bir eğitim” len öğrenciler ancak %20’yi bulmaktadır. Üniversite öğumudu boşa çıkmaktadır. 1998 sürecinden sonra değiştirencilerinin %49’u, ailelerinin kendilerine aylık 300 milrilen sınav sistemi ile burjuvazi üniversitede okuyacak yondan daha fazla bir harcama yaptığını belirtmişler. olanları daha sınava girmeden belirlemiş durumda. ÖSSAsgari ücretin de aynı düzeyde olduğu düşünülürse, bude tercihler sınavdan sonra yapılsa da burjuvazi tercihini gün üniversitelerde okuyan öğrencilerin büyük bir bölübaştan yapmıştır: herkes sınıfını bilsin ve ona göre davmünün burjuva ve hali vakti yerinde küçük-burjuva aileransın! lerden geldikleri açıkça ortadadır. Ortaöğretim başarı puanı denilen rezillik nedeniyle meslek liseleri ve devlet liselerinin çoğu sınavda baştan eleniyorlar. Meslek liselerinin önüne dikilen engeller, devlet okullarının ortaöğretim puanlarının düşük olması gibi etkenler üniversiteli olmayı her gün daha da zorlaştırıyor.
Vasıfsızlaşan üniversite diploması Burjuvazi bir taraftan üniversite kapılarını emekçi çocuklarına kapatırken, diğer taraftan yine aynı emekçi ço-
37
marksist tutum
Haziran 2005 • sayı: 3
cuklarını kandırmaya ve onların her birinden dershaneler Kapitalist toplumdaki üniversitelerin özel üniversite veya aracılığıyla yılda birkaç milyar söğüşlemeye devam edidevlet üniversitesi olarak ikiye ayrılması, bu eğitim kuyor. Eğitim sektöründe yatırım yapan burjuvalar ve onlarumlarının burjuvazinin çıkarları doğrultusunda faaliyet rın çıkarlarıyla kendilerini özdeşleştiren öğretmenler, hergösterdiği gerçeğini değiştirmiyor. Kapitalist sömürü siskesin üniversite sınavına girmesi gerektiğini, bu sınavda temi ve buna bağlı olarak burjuvazinin işçi sınıfı üzeelde edilecek başarının hayatın geri kalanını belirleyecek rindeki egemenliği devam ettiği sürece, ilköğretiminden temel bir etken olduğunu vurguluyorlar. Diyorlar ki “eğer ortaöğretimine, üniversitesinden yüksek lisansına kadar sınavı kazanırsanız gelecekte iyi, güzel bir işiniz olur, ravar olan eğitim sistemi burjuvazinin çıkarları doğrultusunhat yaşarsınız. Ama eğer sınavı kazanamazsanız yapacada planlanan ve yönlendirilen bir süreçtir. ğınız tek şey bir fabrikaya girip çalışmaktır”. Marksistler dershaneler de dahil olmak üzere, paralı eğiNe var ki, gerçeklik hiç de öyle değil. Büyük krizler içintim sistemine karşıdırlar. Ne var ki, parasız eğitim hakkıde debelenen kapitalizm, artık yüksek öğretim diploması nın savunulması, tek başına yeterli değildir. İşçi sınıfının verilmiş on binlerce işgücünü mas edemiyor. Dahası sauzun yılları kapsayan mücadelelerle elde ettiği parasız yılarının giderek artmasıyla birlikte üniversite mezunu oleğitim hakkının elinden alınmasına karşı mücadele edermak da artık iyiden iyiye sıradanlaşıyor. Üniversite mezuken diğer bir görev de, kapitalist toplumdaki eğitim sistenu genç işçiler eski ayrıcalıklarını kaybediyorlar. Bu duminin burjuvazinin çıkarlarına denk düştüğü gerçeğini rum üniversite mezunlarının bulabildikleri işlerdeki çalışbıkmadan usanmadan emekçi kitlelere ve onların çocukma koşullarına da doğrudan yansıyor. Geçmişin kutsal larına anlatmaktır. sayılan ya da gözde mesleklerini icra edenler bugün çalışEğitimde “fırsat eşitliğinin” sağlanabilmesi için üniversima ve yaşam koşulları bakımından hızla mavi yakalı işçite sınav sisteminin değiştirilmesini değil, sınavın ortadan lere yaklaşıyorlar. Dün olduğu kaldırılması gerektiğini savugibi bugün de işçi sınıfının bir 20. yüzyılın başlarındaki okullar nuyoruz. Fakat gerçek eşitparçası olduklarını kabul etmehakkında, “kapitalistler için gerekli likten ancak toplumsal anlamye pek yanaşmayan ücretli olan uşakları yetiştiriyor” diyordu da bir eşitlik varsa söz ediledoktorlar, öğretmenler, avu- Lenin. Burjuva eğitim sistemi bugün de bilir. Böylesi bir toplumsal katlar, mühendisler, iktisatçıaynı işlevini sürdürüyor ve yıkılmayı eşitliğin sağlanmasının yolu lar vb., artık büyük bir bölübekliyor. Ve bunu sağlayacak olan, ise tüm sınıfsal ayrıcalıklarla mü itibarıyla resmi yoksulluk burjuvazinin uşağı olmayı reddeden genç birlikte bizzat sınıfların ortasınırı dolayında yaşıyorlar. insanları da mücadele saflarında dan kaldırılmasından geçiyor. Dahası yapılan istatistiklere toparlayan devrimci işçi sınıfı olacaktır. 20. yüzyılın başlarındaki okulbakılırsa üniversite mezunlarılar hakkında, “kapitalistler nın %34’ünün işsiz olduğu görülüyor. Bu resmi oran, yiiçin gerekli olan uşakları yetiştiriyor” diyordu Lenin. Burne resmi genel işsizlik oranının yaklaşık 3 katıdır! Açık juva eğitim sistemi bugün de aynı işlevini sürdürüyor ve öğretim dışında, dört yıllık devlet üniversitelerini kazanyıkılmayı bekliyor. Ve bunu sağlayacak olan, burjuvazinin ma oranının %15 civarında olduğu da hesaba katılırsa, uşağı olmayı reddeden genç insanları da mücadele saflaüniversite sınavına giren her 100 gençten sadece 10’unun rında toparlayan devrimci işçi sınıfı olacaktır. üniversite bitirip iş bulabileceğini, diğer bir deyişle 90’ıBurjuvazi bize, şarkıdaki gibi, “işçisin sen işçi kal” diyor. nın ise vasıfsız işgücü olarak en azından başlangıçta işsizBizler işçi olmaktan gocunmuyor, tersine hayatı her gün ler ordusuna katılacağını görüyoruz. yeniden üreten temel güç olmakla övünüyoruz. Ama işKapitalist toplum çelişkilerle yüklüdür. Bugün burjuvazi, çilik bu toplumda ücretli kölelik anlamına geliyor ve işte var olan eğitim sistemini kendi güncel çıkarlarına uyduğu bu nedenle “işçi kalmaya” hiç de niyetimiz yok. Geleölçüde Batı normlarına göre yeniden örgütlemek istiyor. ceğin sınıfsız toplumunda özgür üreticiler olarak var olaEğitimin paralı hale getirilmesine dönük adımların atılcağız, ücretli köleler olarak değil! ması, işçi sınıfının çocuklarının ortaöğretim aşamasında mesleki eğitime yönlendirilerek yükseköğrenimden dışTüm çalışanlara parasız öğrenim hakkı ve öğrenim görme lanması ve en parlak olanların ise özenle seçilerek ve olanağı! burs vs. gibi araçlarla sisteme tam bağlılığı sağlanarak burTüm üniversite öğrencilerine iş olanağı! juvazinin uşakları haline getirilmesi hedefleniyor. Diğer Üniversite sınavları kaldırılsın! taraftan aynı burjuvazi açısından, eğitim alanı, özel sekDershaneler, özel lise ve üniversiteler parasız eğitim kutör kapsamına girdiği ölçüde tatlı kâr kapısı anlamına gerumlarına çevrilsin! liyor ve bu nedenle de emekçi kitlelerdeki üniversiteye Gerici, şoven eğitime son! Bilimsel ve demokratik eğitim! dönük yanılsama ve hayallerin beslenmeye devam edilmesi gerekiyor.
38
marksist tutum
Sınıf Belleği
15-16 Haziran Genel Direnişi Özgür Doğan Bu büyük direnişin kanıtladığı gerçeklerin en başında şüphesiz işçi sınıfına önderlik edecek devrimci bir siyasal parti olmadıkça işçi sınıfının bu tür patlamalarının düzen tarafından her zaman savuşturulabileceği gerçeği gelmektedir. Lenin emperyalizm çağını proleter devrimler çağı olarak adlandırmıştı. Bu çağda işçi sınıfının kendiliğinden patlamaları her an olasıdır. Önemli olan bu tür patlamalar gerçekleştiğinde işçi sınıfına önderlik etme yeteneğinde ve gücünde bir devrimci partinin daha önceden inşa edilmiş olmasıdır.
D
ünya işçi sınıfının bir parçası olarak Türkiye işçi sınıfının sömürüye karşı verdiği mücadelede, 15-16 Haziran direnişi, yarattığı sonuçlar itibariyle ve özellikle de birleşen işçilerin kendi güçlerini kavramaları bakımından önemli bir dönemeç noktası oluşturur. Bu direnişin ortaya koyduğu mücadelecilik ve başkaldırı ruhu, bugün de hâlâ aşılamamış bir eylem olarak tarihimizde iz bırakmıştır. Ancak 15-16 Haziran genel direnişi, ne hiç beklenmedik bir gelişmeydi ne de yalnızca ulusal gelişmelerin bir ürünüydü. Onu kapitalizmin bu ülkedeki gelişmesin-
den ve içinde şekillendiği dünyanın genel atmosferinden kopuk olarak anlamak mümkün değildir. Bu nedenle, yeni 15-16 Haziranlara hazır olmak için önce onu gerçekten anlamak, ve bunun için de hem Türkiye’de hem de dünya çapında işçi sınıfı mücadelesindeki yükselişi hazırlayan ortama kısaca bir göz atmak gerekir. Cumhuriyet tarihinin ilk otuz yılı, işçi sınıfının ekonomik, sosyal ve siyasal haklarından tamamen mahrum bırakıldığı ve baskı altında tutulduğu yıllardır. Büyük kapitalist işletmelerin ve bankaların bizzat devlet tarafından kurulduğu ve devlet eliy-
le yerli bir burjuva sınıfının beslenip palazlandırıldığı (devletçilik denen şeyin tek ve gerçek anlamı budur) bu dönem, en başta sayısı gün geçtikçe artan işçi sınıfı olmak üzere genel olarak tüm emekçiler açısından tam bir baskı, gericilik ve devlet terörü dönemidir. Bu tek partili burjuva diktatörlüğü döneminde, Türkiye işçi sınıfı, ne toplu sözleşme yapma hakkına, ne grev hakkına ne de gerçek bir sendikalaşma hakkına sahip olabilmişti. II. Dünya Savaşı boyunca faşist Almanya’yla flört eden fakat savaşın dışında kalan TC, baş tehdit olarak algıladığı yanı başındaki SSCB’nin savaştan galip çıkmasının da verdiği tedirginlikle, Batı dünyasına bir an önce kapağı atmak için türlü manevralara girişmeye başladı. Aynı dönemde, Avrupa’daki sözde demokratikleşme rüzgârının etkisiyle, 1947 yılında sendikalar kanunu çıkarıldı ama bu kanunda hâlâ işçi sınıfına toplu sözleşme ve grev hakkı tanınmamaktaydı. CHP’nin tek parti diktatörlüğüne karşı sözde bir demokratikleşme propagandasıyla iktidara yerleşen Demokrat Parti döneminin işçilere ve genel olarak sol harekete yönelik baskı yılları, Menderes iktidarının 27 Mayıs 1960 askeri darbesi sonucu devrilmesiyle birlikte yerini yeni bir döneme bıraktı. 60’lı yılların özellikle ikinci yarısı Türkiye’de kapitalizmin hızla geliştiği ve kentlerin hızla birer sanayi mer-
39
marksist tutum
Sınıf Belleği
kezi haline geldiği yıllar oldu. %10’lara varan ve hatta zaman zaman aşan yıllık büyüme hızının en temel sonucu, yepyeni, genç ve deneyimsiz bir proletaryanın ortaya çıkması idi. Sanayinin sıçramalı bir gelişme temposuna ulaşmasıyla birlikte yenilenen, büyüyen ve uyanan işçi sınıfının ve toplumsal muhalefetin etkisiyle, Türkiye’de 1960’lı yıllara, 1961 Anayasasının liberal atmosferi damgasını vuracaktı. Bir yandan kapitalizmin bu atılımıyla sosyalizm mücadelesinin gerçek öznesi olan işçi sınıfı kendi güçlerini toparlamaya başlarken, diğer yandan neredeyse 40 yıldır yasaklı ve baskı altında olan sol kitaplar da ilk defa açıktan yayınlanmaya ve sosyalist düşünceler geniş aydın kesimlerin, öğrencilerin ilgisini çekmeye başlıyordu. İşte böyle bir toplumsal ortamda, 13 Şubat 1961’de 12 sendikacı tarafından Türkiye İşçi Partisi kuruldu. Ne var ki, sınıf hareketinin daha bu doğum evresinin askeri darbeyle birlikte gelen bir anayasayla açılmış olması, işçi hareketinde ve genel olarak sol hareket içerisinde iki büyük yanılgı doğurdu. Birincisi, Sol hareket, ilerici aydınların yanı sıra, orduyu da “emekçi halkın yanında, toplumcu, zinde bir güç” olarak görüyordu. Şüphesiz bu yanlış kavrayışın temelinde, Kemalizmin devrimci/ilerici bir güç olarak kavranması ve Kemalist rejim ve ideolojinin Ordu tarafından temsil ediliyor olması belirleyici rol oynuyordu. Yanlış bir anti-emperyalizm fikrinden kalkan bu kavrayış, işçi sınıfının devrimin temel motoru olduğu fikrine küçük-burjuvaca burun kıvırmakla kalmıyor, gözü önünde
40
serpilip gelişen işçi sınıfının varlığını dahi tartışma konusu yapıyordu. İkinci yanılgı ise, işçi hareketinin mücadeleci sendikal önderleri arasında bile yaygın olan, 1961 Anayasasının işçi sınıfının her türlü yasal hakkını güvence altına aldığı yanılsamasıydı. 1962 Aralığında Maden-İş üyesi 173 KAVEL işçisinin, gasp edilen haklarını almak için giriştikleri mücadele işçi hareketi açısından yeni bir dönemin açılışı oldu. Nitekim bu direnişle, bir işyeri düzeyinde kalsa bile yasal sınırların ötesine geçilmiş ve burjuvazi bir grev ve toplu sözleşme yasasını kabul etmek zorunda kalmıştı. Suyun yolu bir kez açıldıktan sonra gerisi de geldi. İşçi sınıfı kendi gücüne güvenmeyi öğrenmeye başladı. Türkiye’de ilk kez, gerçek anlamda yığınsal ve militan bir işçi hareketi tarih sahnesine çıkıyordu. Bu süreçte yüzlerce greve on binlerce işçi katıldı. Bilhassa özel sektörde patlak veren sayısız mücadele, yeni ve militan bir işçi kuşağının doğmasına yol açtı. Grevler göreceli olarak sayıca az ama sürece uzun gerçekleşiyor, bu da mücadeleye atılan işçilerin daha da bilinçlenmesinin önünü açıyordu. Ne var ki devlet güdümünde kuru-
lan ve temel misyonu işçi hareketini devletin denetiminde tutmak olan Türk-İş’in sendikal çerçevesi bu harekete dar gelmeye başlamıştı. Yeni işçi kuşağı ve onun önderleri Türk-İş yönetiminin sözde “partiler üstü ve siyaset dışı sendikacılık” anlayışını eleştiriyor ve sendikal mücadeleye yeni bir kanal açmak istiyorlardı. Sınıf mücadeleci bir anlayışa sahip sendikaların Türk-İş’ten ihraç edilmesiyle birlikte yeni bir örgütlenme ortaya çıkıyordu: DİSK. 1967’de kurulan DİSK’e bağlı sendikaların yürüttüğü başarılı mücadele, işçi sınıfının diğer kesimlerini de etkiledi ve DİSK sendikal bir çekim merkezi haline geldi. İşte 15-16 Haziran’ın önkoşulları bu çerçevede şekillendi. DİSK bir yükselişin ürünü olarak doğmuştu ve hemen ardından bizzat onun varlığı yeni ve daha güçlü bir yükselişin nedeni haline geldi. Buna paralel olarak gelişen sol hareket de tabloyu tamamlayan ve tüm şekilsizliğine ve muğlaklığına rağmen yine de yükselen işçi hareketinin gittikçe siyasallaşmasını sağlayan faktör olarak şekillendi. Ama yalnız bu faktörler 15-16 Haziran genel direnişini anlamaya yetmez. Çünkü DİSK ile TİP arasındaki gayri resmi organik bağ dikkate alındığında, TİP içindeki devrimci gençliğin ve sol aydınların tutumlarının ne denli önemli bir rol oynayabileceği kendiliğinden anlaşılır. 60’lı yılların sonlarında, sol hareketin dikkatini ve ilgisini çeken yeni bir dalga yükseliyordu tüm dünyada: 1968 başkaldırısı. 1968, egemen sınıfların bugünün genç kuşaklarını inandırmaya çalıştığı gibi, ne haylaz öğrencilerin bir isyanıydı, ne de yalnızca “bireysel özgürlük” için bir başkaldırıydı. Avrupa’da patlak veren ve çok kısa
marksist tutum
Sınıf Belleği zamanda etkilerini tüm kapitalist ülkelerde gösteren ‘68 başkaldırısı, kapitalist üretim tarzının II. Dünya Savaşından beri biriken ve keskinleşen çelişkilerinin dışa vurumuydu. ‘68 başkaldırısı, çürüyen ve çürüdükçe saldırganlığı ve zalimliği daha da artan emperyalist kapitalizme karşı işçi sınıfının ve gençliğin devrimci bir tepkisiydi. Avrupa’da, özellikle Fransa’da ve İtalya’da 60’lı yılların ortalarında işçi sınıfında başlayan huzursuzluk ve grev dalgası, 1968’e gelindiğinde üniversite gençliğine de sıçradı. Bir yandan işçi sınıfını refor mist partiler aracılığıyla düzene entegre etmeye çalışan, öbür yandan da öğrenci gençliği üniversitelerde burjuva eğitim sistemi aracılığıyla burjuva ahlâkına göre eğitip kapitalist toplumun iyi huylu, düzene sadık yurttaşları yapmaya çalışan burjuva devletler bir anda neye uğradıklarını şaşırdılar. Burjuva düzenin gerçek yüzü işçilerin ve öğrenci gençliğin bilincinde açığa çıkıyordu: Bir yandan refah toplumundan, özgürlüklerden ve ilerlemeden söz eden bu burjuva demokrasilerinin, öbür yandan Cezayir’de, Filistin’de, Vietnam’da, Latin Amerika’da yaptıkları, yoksul halklara reva gördükleri baskı, sömürü ve talan artık kitlelerden gizlenemez olmuştu. Nitekim 1968 baharında başlayan gençlik eylemleri kapitalist eğitim sisteminden,
burjuva toplumun ikiyüzlülüğünden bunalan gençliğin bir patlamasına, başkaldırısına dönüştü. ‘68 Mayısında Fransa’da ve hemen ardından İtalya’da başlayan üniversite işgalleri öğrencileri, burjuva devletin silahlı baskı aygıtlarıyla, ordu ve polisle karşı karşıya getirdi. İşçiler öğrencilerin taleplerine de sahip çıkarak, giderek artan devlet terörüne karşı alanlara çıktılar. Fransa’da 8 milyon, İtalya’da ise 7,5 milyon işçi genel greve çıkarken, her iki ülkede de işçi sınıfının ve öğrenci gençliğin eylemleri ortaklaşmaya başlamış, fabrika işgalleri, kitlesel miting ve yürüyüşler, polisle çatışmalar günlük hayatın bir parçası haline gelmişti. 15-16 Haziran direnişinin ardında yatan kendine güven duygusunun, hakkını sokaklarda arama anlayışının, cesaretin ve militan cüretkârlığın, 1968 başkaldırısının bu topraklardaki bir uzantısı olduğunu görmemek için kör olmak gerekir. Fransa’da ‘68 baharında patlak veren üniversite ve fabrika işgalleri dalgası derhal Türkiye’ye de sıçradı. 1968 Haziranında İstanbul Üniversitesinin işgaliyle yükselen
gençlik eylemleri kısa zamanda tüm okullara yayıldı. Ama gözünü dünyada olup bitenlere diken yalnızca devrimci öğrenciler değildi, dahası bu devrimci öğrencilerin birçoğu öğrendiklerini işçilere taşımaktan da geri durmadılar. Nitekim Avrupa’daki mücadele biçimleri işçi sınıfı hareketinde de yansımasını buldu: Derby işgaliyle birlikte Türkiye işçi sınıfı hareketinde de fabrika işgalleri önemli bir yer tutmaya başladı. Devrimci cüretkârlık ve militan mücadele anlayışı inanılmaz bir hızla işçi sınıfı içerisinde yayıldı. Aldığı ivmeyle bir adım daha öne çıkan işçi sınıfının militan eylemliliği, işçi hareketinin hem büyümesinde hem de niteliğinin gelişmesinde ikinci bir dönüm noktası oldu. Bu noktadan başlayarak işçi sınıfının kendiliğinden gelişen fakat devrimci bir öz taşıyan, fabrika işgalleri, boykotlar, yasadışı grevler gibi eylemleri patlak verdi. Aynı dönemde işçi hareketi ile yüzünü sınıfa dönen devrimci gençlerin buluşması, sınıf hareketinin gittikçe politikleşmesini de beraberinde getirdi. Nitekim 1969 Şubatında ABD 6. Filosunun İstanbul’a gelişini protesto etmek üzere alanlara çı-
41
marksist tutum
Sınıf Belleği
kanlar bir yıl önceki gibi yalnızca öğrenciler değildi artık. Bu kez işçiler de alanlardaydı. 1969 kışında patlak veren Singer işgali ve ardından yaz aylarındaki Demir-Döküm işgaliyle birlikte, direnişlerin artık fabrikaların sınırlarını aşarak tüm bir işçi bölgesine yayılmasına, kadınların da direnişlere militan bir temelde katılmasına tanık olunmaya başlanmıştı. ‘69 sonbaharındaki Gamak işgalinde, durum polisin silahlı saldırısına kadar ilerlemişti. Öldürülen direnişçi Şerif Aygün’ün cenazesi, binlerce işçi ve onlara destek veren öğrencilerle birlikte kaldırılırken, artık “evde çocuk ekmek bekliyor” gibi sloganlar bir tarafa bırakılmış, “kahrolsun kapitalizm”, “bağımsız Türkiye” gibi sloganlar öne çıkmaya başlamıştı. Sungurlar işgali de aynı şekilde gelişirken, Alpagut Linyit işletmelerinde ve Günterm işgalinde işçiler yalnızca işgalle kalmadılar, kurdukları işyeri konseyleri aracılığıyla işyerini çalıştırmaya devam ettiler. 1968 başkaldırısının Türkiye’ye de hızla yansıması, öğrenci gençlik hareketinin hızla devrimcileşmesi, işçi sınıfı eylemliliğinin yasal sınırların ötesine taşması ve yükselen bu hareketin DİSK bünyesinde toplanması… İşte 15-16 Haziran 1970’in arka planında bunlar yatar. DİSK’in çatısı altında gerçekleşen işçi eylemliliği yükselip düzeni tehdit etmeye başladıkça, burjuvazi 274-275 sayılı sendikal yasaları değiştirerek DİSK’i tasfiye edecek yeni bir yasa tasarısı hazırlığına girişmişti. Üstelik bu yasanın hazırlayıcılarından biri de 70’li yılların sonlarında DİSKin başkanlığına seçilecek olan o dönemin CHP milletvekili Abdullah Baştürk idi. Yasa değişikliklerinin mecliste kabul edilmesinin ardından, işçi temsilcilerinin de geniş katılımıyla yapılan kalabalık toplantı-
42
da DİSK eylem kararı aldı. DİSK yönetimi, bir protesto mitingi yapmayı planlıyor ve fabrikalardaki işçilere DİSK’ten gelecek talimatları beklemelerini salık veriyordu. DİSK’in planına göre miting 17 Haziranda yapılacaktı. Ancak DİSK’in kanuna karşı çıktığı ve protesto edeceği haberi bir anda tüm fabrikalara, işyerlerine, kahvelere ve hatta evlere kadar ulaştığında, zaten istim üzerinde olan işçi sınıfı kendiliğinden derhal sokaklara aktı. 15 Haziran günü, 115 işyeri ve yaklaşık 75 bin işçiyle başlayıp, 16 Haziran günü 168 fabrikayı ve 150 bine yakın işçiyi kucaklayan 15-16 Haziran direnişi, modern sanayi proletaryasının beşiği olan İstanbul ve İzmit yöresini kapsadı. 15 Haziran sabahı İstanbul’da, Gebze’de, İzmit’te fabrikalar durdu. Her tarafta işçiler çeşitli yürüyüşler ve mitingler düzenliyorlar ve kent merkezlerine doğru hareket ediyorlardı. DİSK’in böylesi bir kararı olmamasına rağmen işçiler bu protestoları kendi inisiyatifleriyle ve elbette ki öncü işçilerin ve devrimcilerin yol göstermesiyle yalnızca
iş bırakmakla sınırlamamışlardı. Ertesi gün Kartal’da, Levent’te ve Topkapı tarafında çatışmalar çıkmış, polis ateş açmıştı. Ordu, tanklarıyla ve zırhlı birlikleriyle gösterilere müdahale etmeye çalıştı. Askerlerin oluşturduğu barikatlar aşılmış ve polisle yer yer çatışmaya girilmişti. Tutuklanan işçileri kurtarmak için işçilerin tutuldukları karakollar basıldı. Bazı polislerin silahlarına el konuldu. Kadıköy’deki çatışmalar özellikle çok şiddetliydi, polisin açtığı ateş sonucunda üç işçi öldürülmüş, 200 kişi yaralanmıştı. İstanbul’un iki yakasındaki işçilerin biraraya gelememesi için vapur seferleri tüm gün boyunca iptal edilmiş, Levent yakasından gelen büyük işçi koluyla, Unkapanı-Eminönü’nde biriken işçi kollarının birleşmemesi için Galata Köprüsü açılmıştı. Bu muazzam direnişin zayıf karnı ise akşam saatlerinde ordunun sıkıyönetim ilan etmesiyle açığa çıktı. DİSK yönetiminin işçileri sükûnete çağırmasının ardından işçiler fabrikalarına geri döndüler. Fakat bazı fabrikalarda iş durdurma ve iş yavaşlatma eylemleri devam etti. Türk Demir Döküm, Sungurlar, Derby, Elektrometal, Rabak, Auer, Çelik Endüstri, Otosan, Arçelik, Vita gibi büyük fabrikalarda işçiler kararlılıkla direnişe devam ediyorlardı. İşçiler, yasa geri çekilinceye ve eylemler sırasında tutuklanan sendikacılar serbest bırakılıncaya kadar direnişe devam etme kararı almışlardı. Fabrikalardaki direnişi ne asker ne de polis baskısı engelleyemedi. Fabrikalarda sürdürdükleri direnişe son vermeye ve işbaşı yapmaya işçileri ikna edenler DİSK temsilcileri oldu.
marksist tutum
Sınıf Belleği
Tüm bunların ardından gelen işten çıkarmalar, tutuklamalar, işkenceler ve davalar işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde estirilen terörün birer göstergesiydi. Üç ay süren sıkıyönetim sonunda işten çıkarılan işçi sayısı beş bini aşmıştı. Yine de burjuvazi DİSK’i yok etme emeline ulaşamadı ve yeni sendika yasası uygulamaya sokulamadan iptal edildi. DİSK’i yok etmek ve işçi sınıfının tüm sendikal kazanımlarını ortadan kaldırmak için burjuvazi 12 Eylül 1980’i beklemek zorunda kalacaktı.
Sonuçlar Bu genel direniş, bulutsuz gökyüzünde çakan bir şimşek değildi, tersine, yıllara yayılan bir yükselişin ürünü olan kendiliğinden bir patlamaydı. Söz konusu hareketin içerisinde devrimci işçilerin ve devrimci militanların bulunması bu durumu değiştirmiyor. Çünkü hiçbir hareket bu anlamda kendiliğinden değildir. Her zaman her hareketin içinde kitleye oranla çok daha bilinçli, çok daha örgütlü bireylerin ve hatta devrimci grupların olması mümkündür. Ancak kitlelerin güvenini kazanmış devrimci bir siyasal önderliğin olmadığı koşullarda bu tip nüveler harekete geçirici bir etki yaratabilse ve ilk kıvılcımı çakabilse bile hareketin gelişim çizgisi üzerinde belirleyici bir etkide bulunamazlar. Nitekim işçilerin haklı bir biçimde kendi örgütleri olarak gördükleri DİSK’i yaşatmak için giriştikleri bu büyük direnişin yine aynı DİSK tarafından rahatlıkla denetim altında tutulabilmesi bu gerçekliğin ifade-
sinden başka bir şey değildir. 1965-71 dönemindeki yükselişe baktığımızda mücadelenin her daim en önünde olan, en kararlı bir şekilde mücadeleyi sürdüren işçilerin dönemin büyük fabrika ve işletmelerinin işçileri olduğunu görürüz. En başta metal sanayi olmak üzere petro-kimya ve madencilik sektörleri hareketin lokomotifi durumundaydılar. Yine aynı dönemdeki yükselişin temel taleplerinden birinin DİSK’e bağlı sendikalara geçmek olduğu hatırlanacak olursa, sınıf mücadeleci bir sendikal anlayışın ve bu anlayış temelinde geliştirilen mücadelenin işçi sınıfının geniş kitleleri için nasıl bir çekim merkezi haline geldiği ve gelebileceği gerçeğinin altını çizmek gerekir. Bir proleter devrimci partinin olmadığı, işçi sınıfının siyasal önderliğine aday tek partinin (TİP) de parlamentarist-reformist bir çizgi izlediği koşullarda bile DİSK’in verdiği mücadele burjuva rejim açısından ciddi bir tehdit haline gelebilmiştir. Bugün sendikalar böylesi bir mücadele anlayışından uzak duruyorlar diye sendikaları bir tarafa bırakıp “yeni ve temiz” işçi örgütleri yaratmaya çabalamak, işçi sınıfının örgütlü kesimini sendika bürokratlarının insafına terk etmek, ve dolayısıyla sendikal örgütlenmenin gerekliliği fikrini sınıfın geniş örgütsüz kesimleri nezdinde gözden düşürmek anlamına geliyor. 15-16 Haziran, Türkiye işçi sınıfına ilk kez kendi gücünün muazzam boyutlarını göstermiştir. İşçi sınıfı böylece “kendiliğinden sınıf ” olmaktan çıkıp “kendisi için sınıf ” haline gelmiştir. Dahası işçi sınıfı devrimin önder gücü ve lokomotifi olduğunu dosta düşmana göstermiştir. Buna rağmen açıkça dile getirmeliyiz ki, Türkiye “sol” hareketinin büyük bir kesimi bu aşikâr kanıtı bile göremeyecek kadar küçükburjuva bir karakterde olduğunu kanıtlamıştı. Bu büyük direnişin sergilediği muazzam gücü değil de, direnişin şu ya da bu şekilde sönümlenmesini dikkate alan küçük-burjuva akımlar, işçi sınıfından yüz çevirerek gerilla savaşı vermek üzere kırlara çekilmenin hazırlığına girişmişlerdi. Dönemin MDD çizgisinin hararetle savunduğu “İşçi-Ordu Elele” sloganının vahim yanlışlığı, işçilerin verdiği 3 ölü ve yüzlerce yaralıyla, katlandıkları işkencelerle, açılan davalarla ve ilan edilen sıkıyönetimle açığa çıkmış oldu. Nitekim, 15-16
Haziran’dan bir yıl sonra ordunun gerçekleştirdiği 12 Mart darbesi, pek çok işçi ve devrimci öğrenciyle birlikte, “İşçi-Ordu Elele” sloganını hararetle savunan kızıla boyanmış milliyetçi aydınları da zindanlara kapatmıştı. Yalnızca 15-16 Haziran’ın militanlığı ve cüretkârlığı değil, 60’ların sonlarındaki her kazanım yasal sınırları aşan, meşruluğunu kendi gücünde ve haklılığında bulan bir özgüveni ifade eder. İşçi sınıfı kendi özgücüne ve örgütlülüğüne dayanarak yasal sınırları eylemliliğinde aşan bir mücadeleye girişmediği sürece kazanım elde etmek ve elde edilen kazanımları korumak mümkün değildir. 15-16 Haziran direnişi, sınıfın eylemler içinde birleşik gücünü ortaya koymuştu. Ancak bu kadarıyla yetinmek mümkün değildir. Direniş sonrasında başlayan saldırıların yeterince göğüslenememesi, kazanımları elde edebilmek ve en önemlisi koruyabilmek için bunu mümkün kılacak düzeyde bir örgütlülüğün gerekli olduğunu gösteriyor. Aksi halde, en başarılı görünen eylemlerin ardından bile bir yenilginin gelmesi kaçınılmaz olmaktadır. Bu büyük direnişin kanıtladığı gerçeklerin en başında şüphesiz işçi sınıfına önderlik edecek devrimci bir siyasal parti olmadıkça işçi sınıfının bu tür patlamalarının düzen tarafından her zaman savuşturulabileceği gerçeği gelmektedir. Lenin emperyalizm çağını proleter devrimler çağı olarak adlandırmıştı. Bu çağda işçi sınıfının kendiliğinden patlamaları her an olasıdır. Önemli olan bu tür patlamalar gerçekleştiğinde işçi sınıfına önderlik etme yeteneğinde ve gücünde bir devrimci partinin daha önceden inşa edilmiş olmasıdır. Sendikaları bir kez daha sınıf mücadelesinin güçlü mevzileri haline getirmek için ileri! Yaşasın 15-16 Haziran Genel Direniş ve Başkaldırı Ruhu! Yaşasın İşçi Sınıfının Uluslararası Mücadele Birliği!
www.marksist.com sitesinden alınmıştır
43
Kitap Dünyası
marksist tutum
Son Gülen İyi Güler: Büyüyen İşçi Sınıfı Bora Koçak Sovyetler Birliği ve benzeri ülkelerdeki bürokratik diktatörlüklerin çözülme sürecine girmesiyle birlikte, burjuvazi yalnızca komünizmin yahut Marksizmin (veyahut da tüm ideolojilerin) öldüğünü beyan etmekle kalmamış, aynı zamanda, işçi sınıfının tarih sahnesinden silindiğini de buyurmuştu. Her daim hazır bekleyen ideologlarını yardıma çağırarak, bunlara tarihin sonunun geldiğini, proletaryaya veda edilmesi gerektiğini ve kapitalizmin kadir-i mutlak olduğunu vaaz etmelerini tembihlemişti. Bu dönemde maddi dayanağını ve cüretkârlığını Doğu Bloku’nun çözülüşünden alan bu fikirlere karşı Marksizmin ideolojik mevzilerini korumak samimi komünistler açısından son derece yakıcı bir sorundu. Zira gelişen süreçte de bu görüşler etkisini hissettirecekti. Elif Çağlı’nın Büyüyen İşçi Sınıfı kitabını da bu bağlamda ele almak gerekir. Yalnızca burjuvazinin saldırıları değil, aynı zamanda sol hareket içindeki (resmi komünizm ideolojisinin ürünü olan) muazzam kafa karışıklığı da Elveda Proletarya diyenlere bir yanıt verilmesini zaruri hale getiriyordu. Zira mal bulmuş mağribi gibi fır dönen burjuvazinin bu hevesi, Çağlı’nın sözleriyle, gerçekte bir seraptan ibaretti, çünkü burjuvazinin tarihsel huzursuzluk kaynağı kurumuş olmaktan çok uzaktı. Çağlı, kitabın kaleme alınmasını bu şekilde açıkladıktan sonra, ilk bölümü işçi sınıfının mevlidini okuyanlara ayırıyor. Öldüğünü ilan edenlere inat işçi sınıfının gün geçtikçe büyüdüğüne dikkat çeken Çağlı, bu tür herzelerin arkasında tam da somut politik çıkarların yattığının altını çiziyor. Çağlı’ya göre bu anlayışların esas derdi Marksizmin devrimci özünü boşaltmak ve bunu “dünyayı değiştirmenin aracı olan bir eylem felsefesi olmaktan çıkartıp, liberal muhalefet derekesine indirgemeye” çalışmaktan başka bir şey değildir. Burjuva sosyologların gerçek hayatla bağdaşmayan sınıf analizlerini eleştiren Çağlı, kişilerin üretim ilişkileri içerisinde tuttukları konumun ve üretim araçları karşısındaki konumlanışlarının sınıflarını belirlediğini vurgular. Yani son analizde kişilerin meslekleri, gelir düzeyleri, statüleri veya tüketim ölçüleri baz alınarak sınıflar tarif edilemez. Çünkü mesele bu biçimde ortaya konulursa, her şeyden önce soru tamamen yanlış bir biçimde sorulmuş olur. Genel olarak mühendislik ya da bir başka meslek grubu, sınıfsal ayrım konusunda bir fikir veremez. Zira, üretim aracı sahibi olup yanında işçi çalıştıran ve
44
onların yarattığı artı-değere el koyan burjuva mühendisler olduğu gibi, sahip olduğu üretim aracı düzeyi artı-değer sömürüsüne fırsat vermediği için kendi yağıyla kavrulan küçük-burjuva diyebileceğimiz mühendisler de vardır. Fakat asıl önemlisi, meslek grubu açısından örneğin vasıfsız işçilere oranla bir hayli ayrıcalıklı görünen mühendislerin, işgücünden başka satacak mallarının bulunmaması durumunda, işçiden başka bir şey olmadıkları gerçeğidir. İşte Marksizm, elimize sınıf ayrımları konusunda sonuca ulaşabileceğimiz nesnel ölçütler verirken, burjuva sosyolojisi ise işçi sınıfının kapsamını keyfince daraltmaktadır. (Büyüyen İşçi Sınıfı, s.18) Böylece sınıfların nesnel ölçütlere göre değerlendirildiğini vurgulayan Çağlı, Marksizm açısından sınıfların bir bilinç kategorisi değil, toplumsal konum olduğunu söylüyor. Bu nedenle, kafa emekçilerini kol işçilerine oranla burjuva ideolojisinden etkilenmeye daha açık oldukları gerekçesiyle bir “orta sınıf” kategorisi içine tıkıştıran (dolayısıyla işçi sınıfının kapsamı dışına atan) Poulantzas ve benzerlerinin Marksizm-dışı unsurlar olduğunu belirtiyor. Bu temelden hareketle, sivil toplumun içinde bir sınıf olduğu halde sivil toplumun bir sınıfı olmayan, tüm sınıfların çözülüşünü simgeleyen, acıları evrensel olduğu için evrensel bir nitelik taşıyan, kendisine yapılan haksızlık özel olmayıp genel bir haksızlık olduğu için yalnız kendisinin kurtuluşunu değil tüm toplumun kurtuluşunu amaçlayan sınıfın, modern işçi sınıfının tanımını yapabiliriz: Üretim aracı sahibi olmayan ve bu nedenle de yaşamını sürdürebilmek için işgücünü kapitaliste satmak dışında bir seçeneği bulunmayan (yani ücret gelirleri sınıf atlamalarına olanak vermeyen) ücretlilerin tümü, meslek, gelir düzeyi, üretimdeki gözetim ve denetim işlevlerini sürdürüyor oluşu gibi ayrımlara bakmaksızın genel olarak işçi sınıfının kapsamı içindedir. (Büyüyen İşçi Sınıfı, s.20) Kafa ve kol emeği arasındaki bin yıllara varan ayrımın ortadan kalkmasının maddi zemini döşenmiş olmasına karşın, bu potansiyelin nasıl kapitalizm duvarına çarptığını anlatan Çağlı, bunun tam anlamıyla ancak muzaffer proletaryanın yolunu açacağı sınıfsız toplumun üst aşamasında, yani komünist toplumda gerçekleşebileceğine değinir.
Çağlı işçi sınıfının öldüğüne ilişkin savunulara da karşı çıkarak, aslında değişen şeyin işçi sınıfının sınıf bileşimi olduğunu ve bunun da yeni bir olgu olmaktan çok uzak olduğunu belirtiyor. İşçi sınıfı tarihinin hiçbir döneminde homojen bir yapıya sahip olmamıştır. Kapitalizmin üretim araçlarını ilerletmesi ve maddi üretimle uğraşan işçilerin sınıf içerisindeki oranının gün geçtikçe azalması gibi olgular, işçi sınıfının ortadan kalktığına değil, tersine –tam da bu birinci nedenden ötürü– toplumdaki sınıfsal kutuplaşmanın keskinleştiğine ve işçi sınıfı saflarının sıklaştığına işaret etmektedir. İşçi sınıfını, kol veya sanayi işçilerinden müteşekkil olarak gören sakat yaklaşımlar, buradan hareketle ve elbette Marksizme kara çalmak maksadıyla, Marx’ın döneminin çok geride kaldığını ve Marx belki yaşadığı dönem itibarıyla haklı olsa da, toplumun artık çok değiştiğini ve “çağı yakalamak” gerektiğini savunmaktadırlar. Halbuki tarihsel gerçeklikler hiç de öyle söylememektedir. Aslına bakılırsa, Marx ve Engels’in döneminde ve genel olarak kapitalizmin hiçbir evresinde sanayi işçileri toplumun niceliksel olarak en büyük kesimini oluşturmamıştır. Buradan özellikle iki noktaya vurgu yapmakta fayda var: Birincisi, Marx’ı sözde çürütmek veya düzeltmek adına gösterilen çabaların nasıl tarih bilincinden uzak olduklarıdır. İronik olsa da, Marksizmi çürütmek adına öne sürülen fikirler aslında tam da Marksizmi doğrulamaktadır. Marxın analizlerinin kapitalizmin “vahşi” dönemleriyle sınırlı olduğu görüşü daha baştan hatalıdır. Zira Marx’ın düşüncelerini şekillendirdiği dönemde de sanayi işçileri toplumun çoğunluğunu oluşturmuyordu. Üstüne üstlük ilerleyen süreçte de, Marx’ın salt sanayi işçile-rinden oluşan bir sınıfa bel bağladığıı gibi bir durum yoktur. Bizzat Marxx değil midir, Kapital’inin ilk cildindee en ileri ülke konumundaki İngiltere’dee bile sanayi işçilerinin oran olarak azlıığına işaret eden? Dahası Marx, sanaayide üretkenlik arttıkça, nüfusun doğğrudan maddi üretimde çalışan kısmının oransal olarak azalacağını da defalarca dile getirir. Dolaysıyla bu itiraz, her şeyden önce tarihsel bir gerçekliğe sahip olmaktan bile çok uzaktır. Nitekim buradan da ikinci hususa geliyoruz. Modern işçi sınıfının ve özelde de sanayi proletaryasının devrimci gücü Marksizm açısından biçimsel bir mantıkla anlaşılamaz. Diyalektik bir kavrayışla, işçi sınıfının gücü salt niceliğinden gelmez; bu güç, kaynağını aynı zamanda ve esasen niteliğinden (üretimdeki rolü-oranı) ve de gerek mikro (işyeri) gerekse de makro (kent yaşantısı) düzeyde –örneğin köylülüğün aksine– toplu, merkezileşmiş bir görünüm sergilemesinden alır. İşte tüm bunlar çerçevesinde, Çağlı burjuva ideologlarının teorik miyopluğuna dikkat çekerek, her şeyden önce diyalektik materyalist yöntemin önemini vurgulamaktadır. Yoğun bir kafa karışıklığının hâkim olduğu “üretken emek” konusunda da netliğin sağlanabilmesi için, için-
de yaşanılan toplumun somut dinamiklerinin dikkate alınması gerektiğini hatırlatan Çağlı, kapitalist toplumda üretimin kâr motivasyonlu olduğunu, dolayısıyla “üretken” ve “üretken-olmayan” emek ayrımlarının da sermaye açısından değerlendirilmesi gerektiğini yazıyor. Bu noktada Marx’ın bir pasajından hareketle şunları söylüyor: İşgücünü satın alan kapitaliste bir değişim değeri üreten işçi, ister palto biçiminde gözle görülebilir bir meta, isterse öğretmenin verdiği ders örneğinde olduğu gibi maddi olmayan bir meta üretsin, kapitalizm açısından üretken işçi sayılır. Böylece kapitalist gelişme, geçmiş dönemlerde meta üretimi kapsamına girmeyen pek çok kullanım değeri üretimini, artık kapitalist meta üretimi kapsamına dahil ederken, hizmet üretimini de kapitalist sanayinin çok önemli bir koluna dönüştürmektedir. (Büyüyen İşçi Sınıfı, s.45-46)
Kitap Dünyası
marksist tutum
Özellikle Batı dünyasında çok fazla yer işgal eden mavi yakalı ve beyaz yakalı işçi ayrımını da Marksist bir analize tâbi tutuyor Çağlı. Hizmet sektöründe çalışan işçilerin sayısının, IT (bilişim teknolojisi) yükselişiyle de birlikte iyice artmış olması ve ayrıca yeni açılan veya kapsamı gen nişleyen iş sahalarının varlığı, yalnızca teor teorik bir yeniden-üretimi değil, burjuvazini zinin manevralarına karşı sınıfsal bir per perspektife sahip somut açılımları da gerek rekli kılmaktadır. Öte yandan kitapta, Asyatik bir geçmişten gelen ve bunun kalıntılarını hâlâ hisseden Türkiye gibi bir ülke açısından olsed dukça öneme sahip “memur” sorunu du da enikonu inceleniyor. Türk burjuvazisinin bilinçli politikaları sonucu, sınıfın sin büyük kısmının kendini sınıf-dışı görbü mesi günün gerçekliği olmasına karşın, m resmi görevli statüsündeki kamu çalıre şşanlarının çoğunluğunun işçi sınıfına dâhil oldukları açıklanmaktadır. Sorun d bu işçilerin işgüçlerini bireysel bir kab pitaliste mi yoksa kolektif bir kapitalisp te mi sattıkları değildir. Her ne kadar bu işçiler burjuvazi açısından üretken işçi konumunda olmasalar da, işgüçlerinden başka satacak bir şeyleri olmayan mülksüz emekçilerdir ve bu nedenle kendilerini “memur” etmeleri gereken tek görev proleter devrim görevidir. Çağlı, kitabının son bölümünüyse, “sanayisizleşme” iddialarına ayırır. Üretkenliğin artışıyla beraber, geleneksel tüketim maddelerinin veya temel fiziksel ihtiyaçların üretimi için gereken zaman azalmaktadır. Ama bu, işçisiz kapitalizme değil, komünizmin nesnel temelinin döşendiğine işaret etmektedir. Sınıftan kopuş eğiliminin farklı tezahürlerinin ortalıkta kol gezdiği bir dönemde, işçi sınıfının ve onun devrimci potansiyelinin bilimsel kavranışı, yeni devrimci kuşaklar açısından bir olmazsa olmazdır. Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı’nda bizlere bu fırsatı sunuyor. Ve Marksizme içkin tarihsel iyimserlik içerisinde, Lenin’in o çok sevdiği sözle noktalıyor: Son gülen iyi güler!
45
Okurlarımızdan Neden Marksist Tutum? Son dönemde dünya kapitalist sisteminin yaşamış olduğu derin kriz ve gelişen emperyalist savaş sınıf mücadelesinin önemini bin kat daha kavratmıştır. Bütün yaşananlar gerçek bir devrimci önderliğin ne kadar gerekli olduğunu ortaya koyuyor. İşte “Neden Marksist Tutum?” deyişimin cevabı burada yatmaktadır. İşçi sınıfının enternasyonalist mücadelesini savunduğu için Marksist Tutum! Emperyalizm, kapitalizm, faşizm, kadın sorunu, ulusal sorun, Avrupa Birliği sorunu, geçmiş dönemin sorgulanması, ideolojik politik çarpıklığın düzeltilmesi, işçi sınıfının mücadelesi ve iktidarı gibi işçi sınıfının bilmesi gereken bütün
Avcılardan bir Marksist Tutum okuru
Marksist Tutum dergisi Stalinist çevrelerin Marksizm üzerinde yarattığı tahribatın karşısında Marksizme ışık tutmaya başlıyor. Marksist Tutum dergisi işçi sınıfının tüm tarihini sorgulayan, o günün doğrularını ve deneyimlerini bugüne aktarıp, geçmişin hatalarını ve yanlış oluşumlarını gün ışığına çıkarıp tarihsel materyalist bir anlayışta ilerliyor.
eşit ve özgür bir dünyanın yaratılması gerektiğine ve kapitalizm yıkılmadıkça sorunlarımızın çözüme ulaşamayacağına vurgu yapıyordu.
Marksist Tutum dergisi ilk sayısında Enternasyonalle Kurtulur İnsanlık diyerek, enternasyonal bir örgütlülükle kapitalizmi yıkmaya, sınıfsız, sömürüsüz,
Enternasyonalle kurtulur insanlık!
Marksist Tutum dergisi günümüz politik konuları, geçmişin hangi evrelerinden gelinerek bu zamana gelindiği hakkında bize önemli bir materyal oluşturdu. Dergi genel anlamda diğer okuduğum siyasi dergilere göre ulusalcılıktan tam anlamıyla arınmış fikirlerle bezeli. Daha önce okuduğum siyasi dergilerde solun tamamen yanlış tutumlarını görmemiz için Marksist Tutum dergisi gerçekten önemli bir yer tutuyor. Daha iki sayısı çıkmış olmasına rağmen geniş bir çerçeve çizdi. Son günlerin politik konularında bize faydalı bir materyal oluşturdu. Dergi, nasıl ve ne şekilde bu sömürü sisteminden kurtulacağımızı bizlere en yalın haliyle sunuyor. Bizler bu değerli materyaldeki fikirleri bilincimize çıkart-
malıyız. Kurtuluş ve özgürlük ancak işçiler savaşırsa gelecek! Ayrıca derginin Sınıf Belleği bölümünde tarihte yaşanan direnişlere ve mücadelelere yer vermesini olumlu buldum. Çünkü sınıf olarak geride olduğumuzdan kazanımları birileri bize vermiş gibi algılıyoruz. Bu bizlerin suçu değil tabii ki. Sistem insanları birbirinden yalıtıyor. Bu bölümde anlatılanlar işçi arkadaşlar ve bizler tarafından okunduğunda geçmişi daha iyi tahlil edebilme şansına sahip oluruz. Marksist Tutum dergisinin yayın hayatında bizlere çok önemli bir materyal oluşturacağı düşüncelerimle birlikte teşekkürlerimi sunuyorum
Merhaba ben Marksist Tutum dergisini okuyan bir tekstil işçisiyim. Öncelikle dergiyi çok beğendiğimi söylemek istiyorum, derginin içeriği çok güzel bence. Biz işçilere çok şeyler sunuyor, bilmediğimiz tarihsel süreçleri bize anlatıyor ve bilinçlenmemizi sağlıyor.
la kazanmış işçi sınıfı. Şu an ise kazanılmış bu haklarımızı elimizden almaya çalışıyorlar. Ve bizim bu durumda neler yapmamız gerekiyor? Bütün bu soruların cevabını bu dergide bulabilirsiniz. Ve asıl olarak da daha iyi bir dünya için neler yapmamız gerekiyor sorusunun cevabını. Biz işçiler için çok güzel bir kaynak, bu kaynağı en güzel şekilde kullanmamız gerekiyor. Ve çevremizdekilerin de bu kaynaktan yararlanmalarını sağlamamız lazım.
Biz işçiler öyle köreltilmişiz ki, tarihimizi bilmiyoruz, hatta çevremizde olan bitenden hiç haberdar değiliz. Monoton bir hayat yaşıyor, evle işyeri arasında gidip geliyoruz. Oysaki çevremizde ve dünyada neler oluyor, işçi sınıfına karşı yapılan saldırılar neler, hangi haklarımız elimizden alınmaya çalışılıyor? Oysa bu haklarımızı tarihte ne zorluklar-
46
politik-ideolojik konularda ihtiyacını karşılayan doğru bir Marksist teoriye sahip olduğu ve bu fikirleri biz işçilerle buluşturduğu için Marksist Tutum! Sınıf çıkarını her şeyden önde tutuğu için Marksist Tutum! Marx’ı, Engels’i ve Lenin’i bize doğru kavrattığı için Marksist Tutum! İşçi sınıfının içinde olup mücadele ettiği için Marksist Tutum! Hariçten gazel okumadığı için Marksist Tutum! “İşçilerin Vatanı Bütün Dünyadır” dediği için Marksist Tutum! Bir işçi olarak Marksist Tutum dergisini selamlıyorum. Hoş geldin işçi sınıfının enternasyonalist mücadelesinin sesi!
Geçmişi tüm çıplaklığıyla gün yüzüne çıkaran, doğru bir çizgide yürüyen, Marksizmle bağları sıkı tutup biz işçi gençleri aydınlatan Marksist Tutum dergisine çok teşekkür ederiz. Gebze’den bir işçi
Özgürlük işçiler savaşırsa gelecek! bir cam işçisi
Marksist Tutum dergisini yaratan tüm yürekleri coşkuyla selamlıyorum. İyi ki varsınız... Topkapı’dan bir tekstil işçisi
Dün neler yaşadık, bugün nelerle karşılaşıyoruz ve de nelerle karşılaşacağız? Ben fabrikada çalışan bir işçiyim. Geçmiş yıllardaki çalışma koşullarıyla bugünkü koşullara baktığımda her geçen gün daha fazla boğazlanıyoruz. Bütün çalışma koşullarını zorlaştırıyorlar. Yakın zamanda yaşadığım bir olayı anlatmak istiyorum sizlere. Bizim fabrikada sendika yok, az da olsa bir sendikalaşma deneyimi yaşadık ama başaramadık. Bu dönemden sonra işveren bizlerin sendika istemesinden çok rahatsız oldu. Ve bizleri kontrol altında tutmak için eski ve yeni iş yasasından metinler hazırlayıp geçici süreli iş sözleşmesi imzalattı, bunu imzalamayı da zorunlu kıldı. Bu maddelere dayanarak işveren bizleri birer köle gibi istediği yere gönderebilecek, esnek çalışmayı, bayramlarda zorunlu mesaiyi dayatacak, iş dışında kaza geçirdiğimizde hiçbir sorumluluk üstlenmeyecek ve bunları kabul etmediğimizde iş akdimiz feshedilecek. Bütün bunları pişkince söyleyen işveren, bu maddeleri kabul ettirebiliyor işçi arkadaşlarımıza. Çünkü şu an onlar güçlüler. Ama biz işçiler onlardan ne kadar güçlü olduğumuzun farkında bile değiliz. Bizler bir bütün olarak hayır diyebilecek gücü, birliği, örgütlülüğü kurabilmiş değiliz. Bu yüzden de onların her dediğine evet demek zorunda kalıyoruz. Hayır diyebilmek için de önce sınıf bilinçli işçilerin bu ezilmişliğe, kazanımlarının bir bir yok edilmesine dur demesi gerekiyor. Bizler ne kadar dur diyebiliyoruz? Şu anda üzerimize düşen görevi yerine getirmiş değiliz. Elbet bu görev yerine getirilecektir. Er ya da geç! Ama bizim kaybedecek zamanımız yok. Onlar bizden daha önde ve akıllı davranıyorlar. Bizler onlardan daha iyi olmalıyız ki başarabilelim. Bunlar sadece sendikal anlamda birliklerle de sınırlı kalmamalı. Sınıf bilinçli bireyler olarak örgütlenme yaygınlaştırılmalı. Ancak o zaman birçok şey değişmeye başlar. Örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey ! ağaç işkolundan bir işçi
Okurlarımızdan Marksist Tutum dergisinde emeği geçen, gece gündüz demeden çalışıp bunu bir yaşam biçimine dönüştüren, geçmişte bu uğurda mücadele edip hayatını ortaya koyan işçi önderlerinden aldığı bayrağı ileri taşımak için varını yoğunu ortaya koyan, işçi sınıfının bağımsız siyasetini net bir bakış açısıyla bizlere aktaran, öğretmeye çalışan bütün dünyadaki, ülkemizdeki güzel insanlar merhaba. Marksist Tutum okurları merhaba. 1982 senesinden beri işçiyim. Bizler üreterek yaşamını sürdüren, sürdürmek zorunda olan işçileriz. Doğal olarak kendi başımıza hayat mücadelesinde ya-
Öncelikle bu dergiyi çıkartan, işçi sınıfının mücadelesiyle ilgilenen ve bu dergiye emeği geçen tüm kardeşlere selam. MARKSİST TUTUM işçi sınıfı için, sınıf mücadelesi için gerçekten çok güzel bir dergi. İnsanların kafasında soru işareti olan birçok konuda bence işçilerin önünü açacak, onları aydınlatacak bir dergi. Önceden sömürü, ezilme nedir anlamayan biriydim. İşten eve, evden işe. Acaba yarın fabrikada ne kadar fazla parça çıkarabilirimin derdindeydim. Ne yazık ki eskiden benim gibi düşünen işçi kardeşlerim çok. Bence bu dergi işçilere ne yapmaları gerektiğini, haklarını nasıl kazanabileceklerini ve olaylara nasıl bir tepki göstermeleri gerektiğini anlatan, onlara yol gösterecek bir kılavuz olacaktır. Bana göre mükemmel bir dergi olmuş. Diğer sayılarını dört gözle bekliyorum. İşçi sınıfının bilimi Marksizmdir. Ona sıkıca sarıl! Marksist Tutum okuru bir işçi İşçi sınıfı için, işçi sınıfının teorisi çok önemli. Marksizm gerçekten işçi sınıfının tarihinde ve mücadelesinde önemli bir yer kaplamakta ve ona ışık tutmaktadır. Öyle ki, geçmişte olduğu gibi gelecekte de bizlere, devrimcilere ışık olacaktır. Marksizm işçi sınıfının feneridir. Ve onu elimizde sımsıkı tutmalıyız ki düşürmeyelim. Bu bilimi biz işçiler elimizden düşürdüğümüzde sözde Marksistler, sözde devrimciler ortaya çıkar. Makinelerin başında bizleri üzüm gibi sıkıyorlar, içecekleri şarabı da bizim kanımızdan çıkarıyorlar. Ben bundan bir ay önce bir iş kazası geçirdim, ama şanslı sayılırım, çünkü bunun hesabını kime soracağımı, kime karşı mücadele edeceğimi biliyordum. Yapılan tüm saldırıların hesabını mutlaka soracağız, unutmayacağız bizlere yaptıklarını. Bunun için mücadelemize sımsıkı sarılmamız lazım. Marksist Tutum dergisinin mücadelemizi güçlendireceğine inancımız tamdır. metal işkolundan bir işçi
şadıklarımız, öğrendiklerimiz, ama çoğunlukla öğrenemediklerimiz var. Bundan beş sene öncesine kadar doğru söylemek gerekirse kapitalist sistemin ne olduğunu, işçi sınıfının ne anlama geldiğini, işçi sınıfının bağımsız siyasetini, insanlığın ve kültürlerin gelişimini, emperyalist savaşları, dinlerin gelişimini, sanayi devriminin ne olduğunu, sınıfların ve sınırların oluşumunu bilmiyordum. Bunları yazmaktaki amacım, ben öğrenmeye çalışıyorum da, benim gibi binlerce milyonlarca işçinin varolduğudur. Ben kendimi şanslı sayıyorum, doğru, güzel insanlarla tanıştığım için. Bize düşen
Merhaba Marksist Tutum, Ben petrokimya sektöründe üretim yapan bir fabrika işçisiyim. Marksist Tutumun çıkan ilk iki sayısını okudum. İşçi sınıfının tarih sayfasında verdiği mücadeleyi anlamamızı sağlayan, tarihsel deneyimleri sorgulayan, sorgulatan ve biz işçilerin bilincini aydınlatan devrimci Marksist tutumunuzdan dolayı öncelikle sizlere teşekkür ediyorum. Bundan sonraki süreçlerde işçi sınıfının öncü, devrimci meşalesini taşıyabilecek ve at izinin it izine karıştığı böylesi bir dönemde Marksist tutumu sergileyeceğiniz inancındayım. İşçi sınıfının nihai kurtuluşunun ancak enternasyonalle mümkün olabileceğini devrimci Marksizmin ışığında korkusuzca savunan ve biz işçilerin kılavuzu olacak olan Marksist Tutum merhaba! Marksist Tutum yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. Marksist Tutum dünya işçi sınıfına sınıfsız, sömürüsüz bir dünyayı kurmak için özgürlüğe gidecek kapının anahtarını yani Marksizmi gösteriyor. Marksizmi çarpıtmadan, içini boşaltmadan dosta düşmana gösterecek bir dergimiz var artık: Marksist Tutum. Bugüne kadar solda egemen olan ideoloji Marksizmin inkârı olan Stalinizimdi. Bu hastalıklı ideoloji işçi sınıfına ve genç kuşaklara inanılmaz boyutlarda küçük-burjuva sol hastalığını bulaştırdı. Bu böyle sürmeyecek. Sosyalist mücadeleye yürüyen biz gençlerin yolunu aydınlatacak feneri Marksist Tutum gösteriyor. Marksist Tutum’a ve bizlerin üzerine büyük görevler düşüyor. Bugünlerde yaşadığımız coğrafyada ve dünyada milliyetçilik ve şovenizm dalgası hala yükselişte. Bir kısım “sol” bunu yurtseverlik olarak gösteriyor. Hem sınıfımızın diliyle konuşup, diğer yandan işçi sınıfına küçük-burjuva düşünceler yedirilmeye çalışılıyor. Dönek Kautsky ile yarış yapılarak Lenin’in kemikleri sızlatılıyor. Marksist Tutum, Engels’in dediği gibi, proletaryanın önünde tek bir hedef, tek
görev bu şansı tüm işçi kardeşlerimize de vermek, bunun için gayret sarf etmektir. Bizler diyoruz ki insanlığın kurtuluşu kapitalizm denen bu kokuşmuş sistemin yok edilmesiyle mümkün. Kapitalizmi yok edecek yegâne güç de işçi sınıfının enternasyonal birliğidir. Bizlere düşen görev bu inançla çalışmak, okumak, öğrenmek, işçi sınıfını dünya devrimine taşıyacak temelleri atmaktır. Yaşasın işçi sınıfının uluslararası birliği! bir metal işçisi
Marksist Tutum’un kızıl yıldızı işçi sınıfının mücadelesinde yolunu aydınlatacak bir eylem kılavuzudur. Unutturulmaya çalışılan, militan sınıf mücadelesini nasıl kazanabileceğimizi ve çok daha ilerilere nasıl taşıyabileceğimizi, biz işçilere gösteriyor. Kapitalist sistemin bizleri nasıl sömürdüğünü, nasıl bir hayatı reva gördüğünü, yarattığı bu aşağılık yaşamdan nasıl kurtulabileceğimizi ve düşmanımızın bütün doğasını anlayabilmemizi sağlıyor. Örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey! Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz! Yaşasın Marksist Tutum bir petrokimya işçisi bir düşman, tek bir mücadele vardır diyerek proletarya enternasyonalizminin temel ilkelerini çiziyor. Varsın liberaller, küçük-burjuva devrimciler, milliyetçi yurtseverler burjuva devletin devamına destek olsunlar. Elif Çağlı’nın dediği gibi herkes kendi yoluna. Marksizm ve Bolşevik gelenek artık sahipsiz değil. Marksist Tutum’un bu geleneği yeşertip sürdüreceğine tüm benliğimle inanıyorum. Devrimci teori olmadan devrimci hareket olamaz. Bu bir sözden öte önemli bir gerçeği ifade ediyor. Nasıl ki Lenin Menşeviklere ve Sosyalist Devrimcilere karşı devrimci Marksizmin savaşımını vermişse, bugün biz enternasyonalist komünistler de Stalinizme karşı Marksizmin ve Bolşevizmin temel ilkelerine sahip çıkarak bu yolda inatlı ve ısrarlı bir mücadele sürdürerek bu savaşımı vereceğiz. Selam olsun Marksist Tutum’un enternasyonalist mücadelede açtığı yola! Selam olsun sürekli devrim yolunu açan Marksist Tutum’a! Yolumuz açık olsun. işsiz bir metal işçisi
47
Okurlarımızdan Çürümeye yüz tutmuş bir sistemin ürünü olmamıza rağmen, işçi sınıfı mücadelesinin bu gerileme dönemlerinde, işçi sınıfı biliminin ve mücadelesinin bayrağını yükseltmek biz Marksist gençlerin görevidir. Dünya genelinde öldüğü, bittiği söylenen işçi sınıfının mücadelelerini zafere taşıyacak olan devrimci enternasyonalin örgütlenmesi yolunda bir adım olmalıdır her araç. İşte bu uğurda, doğru temellerde mücadele yürüten bir örgütlülüğü savunmaktadır Marksist Tutum. İşçi sınıfının bilimini doğru temellerde geniş emekçi yığınlara taşımak gerekiyor. Ve bizler, yani Marksist gençler, bu sorumluluğu omuzlarımızda hissediyoruz. Genel olarak ‘80 sonrası kuşağın üstüne bir karamsarlık çökmüş olsa da, bizler bu karamsarlığı üzerimizden atmak zorundayız. Burjuvazinin temsilcileri, üniversitelerde emekçi çocuklarının kazanılmış tüm haklarına saldırı yöneltiyorlar. Bizler unutmamalıyız ki bu kazanımlar bizlere altın tepsilerde sunulmadı, işçi sınıfının verdiği mücadelelerin birer kazanımlarıydılar. Ve bu kazanımların korunması, işçi sınıfının bilimsel sosyalizmle kuşanarak mücadeleyi yükseltmesiyle mümkündür. Marksizmin bilimsel ışığıyla aydınlanmak ve işçi sınıfı mücadelesiyle bütünleşmek biz genç devrimcilerin görevidir. Yaşasın proletarya enternasyonalizmi! İÜ’den bir grup Marksist öğrenci
İnsanın kendisiyle savaş içinde olması değişik bir duygudur. Ben de yıllardır kendimle çatışma içerisindeydim. Ortada yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Açıkçası bu durumdan hiç memnun değildim. Dünya nereye doğru gidiyordu? Bu savaşlar neyin nesiydi? Büyük çoğunluğun yoksulluğu artarken, diğer taraftan azınlıkta olan kesim niye bu kadar zenginleşiyordu ve biz işçilerin çalışma koşulları bu kadar zorlaşıyordu? Üzerimizdeki baskılar gitgide artıyordu. Bu hiç adil değildi. Kendimce bu tür kaygılar içine girip bu duruma anlam veremiyordum. Ben de bir tercih yapmalıydım. Ya bu düzene ayak uydurup bazılarının bize reva gördüğü hayatı yaşayıp, kader deyip sessiz çoğunluğa katılacaktım, ya da bu hayatın daha farklı yaşanılması gerektiğine inanıp mücadelenin içine girecektim. Ben de bunu yaptım. Peki nerede olmalıydım? Olmam gereken en doğru yerdeydim artık. Marksizm ile tanıştığımdan bu yana sorunun ulusal değil evrensel olduğunu kavradım. Marx’ın da dediği gibi “işçilerin vatanı yoktur!” Yapılan ve yapılacak olan birçok şey var. Enternasyonalist kavrayışımızın daha geniş işçi yığınlarına ulaşmasında önemli bir araç olacak Marksist Tutum dergisini tam da bu duygularla selamlıyorum. İstanbul’dan bir genç işçi
Merhaba, ben bir tekstil işçisiyim. Marksist Tutum dergisi ortaya koyduğu teorik ve politik hatla, Marksizme kara çalmanın moda olduğu günümüzde bir fener olarak bizlere yol gösteriyor. İşçi sınıfının devrimci teorisi olan Marksizmi bizlere taşıdığınız ve bu berrak yolu görmemize yardımcı olduğunuz için teşekkür etmek istiyorum. Tabii biz Marksist Tutum okurlarına da büyük görevler düşüyor. İşçi sınıfı hareketinin gerilediği bir dönemden geçiyoruz. Arkadaşlarımıza sınıf bilincini taşıyabilmek, bir avuç kapitalistin milyarlarca insanı nasıl açlığa, yoksulluğa, işsizliğe ve savaşlara sürükleyip sonu gelmez bir çürüme ve yabancılaşmanın pençesinde kıvrandırdığını göstermek zorundayız. Ben bu görevi yerine getirmeye çalışırken birçok karamsar düşünceyle karşı karşıya kalıyo-
48
Merhaba Marksist Tutum, Öncelikle şunu belirtmek isteriz ki, yaşanan olaylara dönük olarak dergide alınan tutum ve ortaya konan politik perspektif, Stalinizm, sosyal demokrasi ve anarşizm karşısında devrimci Marksizme itibarını yeniden kazandırıyor. Özellikle yakın zamanda milliyetçiğin yükseltilmesine karşı inatla, kararlılıkla enternasyonalizmin bayrağını yükselterek, işçi sınıfına doğru bir bakış açısı sunuluyor. Bununla birlikte, diğer güncel-politik konularda da doğru bir perspektifle, Marksist bir bakış açısıyla yorumlar yapılıyor Marksist Tutum’da. Nitekim Kürt sorununda yükseltilen milliyetçi propagandaya karşı, ezilen halkların kendi kaderlerini özgürce tayin hakkı temelinde ortaya konan enternasyonalist görüş buna örnektir. Keza milliyetçiliğin kalkış zemini olan Kıbrıs ve Ermeni sorunlarına karşı da çok doğru tutumlar alınmaktadır. Günümüz gericilik koşullarında Marksizmi doğru kavramış böyle bir derginin varlığı gerçekten de elzemdir. Böylelikle sözümona sol geçinip ama özünde küçük-burjuva milliyetçiliği yapanların bilinç bulandırmasına karşı da doğru mücadele hattı ortaya konabilecektir. İşçi sınıfının mücadelesinin dibe vurduğu bir dönemden geçiyoruz; ama, sınıf mücadelesinin dibe vurmasından dolayı kimse işçi sınıfının yok olduğunu söyleyemez. “İşçi sınıfı bitti” diyenler etraflarına bir bakarlarsa, yedikleri ürünlerden giydikleri ürünlere kadar her şeyi kimin ürettiğini göreceklerdir. Ve bir yerde haksızlık, sömürü varsa oradaki kıvılcım sönmez. Her ne kadar işçi sınıfının bilinci, örgütsüz ve devrimci enternasyonalist bir önderlik olmadığından dolayı içinde yaşadığı kapitalist toplumun kültür ve ideolojisinden etkileniyorsa da, gün gelecek, bu engelleri de yıkacak ve Marksizmin ışığında toplumsal devrime yürüyecektir. Marksist temellerde çözüm yolları üretmeden, tarih bilincinden yoksun kalarak yalan yanlış politikalarla alınacak yol, yenilgilerle sınırlı kalmayacak, genç kuşakların bir kez daha moralinin bozulmasına ve bir kez daha hareketin onlarca yıl gerilere savrulmasına da neden olacaktır. Marksizm adına milliyetçi burjuva ideolojilerin hâlâ solculuk olarak sunulduğu günümüzde, işte tam da bu dönemde enternasyonalizmin sesi Marksist Tutum’a hoş geldin diyoruz. İşçi sınıfına, işçi ve öğrenci gençliğe kapitalizme karşı mücadelesinde doğru bir hat, yeni bir ufuk çizmiş olan Marksist Tutum’a teşekkür ediyoruz. Marksizmin ateşi dün olduğu gibi bugün de öğrenci gençliğin ve işçi sınıfı gençliğinin yüreğinde ve beyninde yanacak ve yanmaya devam edecek! Ya sosyalizm ya barbarlık! Yaşasın devrimci Marksizmin sönmeyen ışığı! Marmara Üniversitesinden bir grup öğrenci
rum. Hemen Marx’ın sözleri geliyor aklıma “toplumsal varoluş bilinci belirler”. Yani egemen sınıfın düşünceleri işçi sınıfının bilincini belirler. Böyle geri dönemlerde işçi sınıfından kahramanlıklar beklemek hayalcilik olur. Bizlere düşen, arkadaşlarımıza bıkmadan, usanmadan kapitalist pislik düzeninin iğrenç, yabancılaşmış ve yozlaşmış yüzünü teşhir etmektir. Biz Marksistler daha güzel, yaşanabilir bir dünyanın mümkün olduğunu, adının sosyalizm olduğunu biliyoruz. Yine bu güzel dünyayı tanıtmak bizlerin görevi. Marksist Tutum dergisi bunun için güzel bir araç. Yüreğimden gelen mutlu ve heyecanlı haykırışla diyorum ki HOŞGELDİN MARKSİST TUTUM! İYİ Kİ GELDİN! bir tekstil işçisi