Kapitalizm Yıkılmadıkça Dünyaya Barış Gelmeyecek! Eylül 2007
• Anayasa sorununa sınıfsal bakış • 12 Eylül’den günümüze işçi hareketi
30
• Manifesto’nun sönmeyen ateşi • Emperyalizmin kıskacında Ortadoğu • Kapitalizmde su sorunu
Anayasa Sorununa Sınıfsal Bakış Levent Toprak
22
Temmuz seçimleri sonuçlandıktan sonra gündemde yer işgal eden başlıca konulardan birisi yeni bir anayasanın hazırlanması oldu. Anayasa profesörü ve yeni AKP milletvekili Zafer Üskül’ün seçim sonrasında yaptığı açıklamayla konuya hararetli bir giriş yapılmış ve televizyon ekranlarında kanal başına birkaç anayasa hukukçusunun düştüğü tartışmalar yapılmıştı. Sonrasında meclis başkanlığı ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinin gündemi işgal etmesiyle bir miktar geri plana düşmüş olan mesele, şimdilerde ilk taslağın hazırlanmış olduğu haberiyle yeniden ısınmaya başlamış durumda. Eğer söylendiği gibi bir halk oylaması da olacaksa, yeni anayasa sorununun önümüzdeki aylar boyunca gündeme sık sık geleceği ve önemli bir yer işgal edeceği aşikâr. Söz konusu olan, 12 Eylül faşizmi tarafından hazırlanarak zorla halka kabul ettirilmiş olan cunta anayasasının kaldırılması ve yerine yeni bir anayasanın getirilmesidir. Bu bakımdan her şeyden önce işçi sınıfının ve devrimcilerin 12 Eylül faşizmi ve onun anayasasıyla bir hesapları olduğunu vurgulamak gereklidir. Bu anayasanın sahibi olan cunta binlerce devrimcinin canına kıymış, onbinlercesini işkencelerden geçirmiş, vatandaşlıktan çıkarmış, hapislerde ve mahkemelerde çürütmüştür. Dahası, kooperatiflerine varıncaya kadar işçi sınıfı ve emekçilerin tüm örgütlenmelerini dağıtmış, tam bir örgütsüzleştirme saldırısı yürütmüştür. O nedenle, cunta anayasasının ortadan kaldırılması (ve darbecilerin yargılanması) o günden bu yana devrimci işçi sınıfı mücadelesinin acil demokratik talepleri arasında yer almıştır. Bu anayasa askeri faşist rejim tarafından, cuntanın çekilişinden sonrası için nasıl bir yapı olacağını tayin etmek üzere hazırlanmış ve yürürlüğe konmuştu. Nitekim işletilen süreç uyarınca, anayasanın kabulünden (!) bir yıl sonra seçimlere gidilerek cunta iktidardan çekilmiş-
ti. Ancak anayasada çerçevesi çizilen yapı faşist diktatörlüğün tüm ruhunu taşıyordu. Geriye parlamento şalıyla örtülmüş otoriter bir rejim kalmıştı ve sonrasında hükümete gelen burjuva partilerin hiçbirisi bu rejimin ve anayasasının bir bütün olarak tasfiyesi konusunda adım atmaya girişmedi. Ancak darbenin ve onun anayasasının gerçek hedefi olan işçi sınıfı da 12 Eylül’ün hesabını soracak ve onun anayasasını çöpe atacak düzeyde bir mücadeleyi ne yazık ki yükseltemedi. Ne var ki, yıllar boyunca konunun gündeme getirilmesi için verilen kahırlı mücadelelerin, protestoların hiçbir etki yaratmadığını söylemek de yanlış olur. Bugün toplumda cunta anayasasının değiştirilmesi yönünde genel bir hissiyat varsa, bunun oluşumunda bu mücadelelerin de muhakkak ki önemli bir katkısı olmuştur. Kuşkusuz yeni bir anayasa sorunu toplumların gündemine sık sık ve durduk yere gelmez. Fakat aslına bakılacak olursa 1982 anayasası daha ilk yıllardan itibaren büyük sermayenin ayağına dolanmaya başlamıştır. Bu nedenle daha Özal döneminden başlayarak birçok kez değişiklik yapma gereği doğmuştur. Hele hele AB sürecinin başlamasıyla birlikte bu değişiklik süreci yeni bir hız kazanmış ve bugüne gelinceye değin anayasa maddelerinin aşağı yukarı yarısı değiştirilmiştir (toplam 80 civarında madde). Ancak anayasanın ruhunu değiştirmeyen bu tür parça değişikliklerin ötesinde bütünsel bir değişiklik de uzunca bir süredir istenmekteydi. Bugünkü anayasa taslağının öncesinde 10-15 yıl geriye uzanan 10’dan fazla anayasa taslağı bulunmaktadır. Bunlar arasında bizzat TÜSİAD tarafından hazırlatılan taslaklar var. Egemen sınıf içinde uzunca bir dönemdir yürüyen çatışma esas itibariyle AB sürecinin hız kazandığı son yıllarda daha gerilimli bir hal almıştı. Nihayet bu çatışma 22
1
marksist tutum
Temmuz seçimleri öncesinde adeta doruk noktasına çıkmış ve iş darbe ve savaş tehditleri eşliğinde bir askeri muhtıraya kadar varmıştı. İçine girdiği darboğazdan, statükocu güçlere verdiği tavizler ve onlarla yaptığı uzlaşma ile sıyrılan ve süreci ezici bir seçim zaferiyle sonuçlandırmayı başaran AKP, şimdi gelinen noktayı bir bakıma sağlama bağlamak istemektedir. Bu nedenle bugünkü yeni anayasa girişiminin siyasal özü, bir yandan bugüne kadar yürümekte olan egemen sınıf içi mücadelede statükocu güçlere karşı elde edilen mevzilerin bir bakıma temize çekilerek deftere geçirilmesi, bir yandan da yeni hamleler için daha sağlam bir temel oluşturma arzusudur. Meseleyi daha somut terimlerle ifade edecek olursak, büyük sermayenin temsilcisi olan AKP esas olarak, askersivil bürokrasinin siyasal rejim üzerindeki vesayetine son vermek ve olağan bir burjuva işleyişi oturtmak istemektedir. Bu nedenle devlet iktidarının anayasada belirlenmiş kurumlar arası mevcut dağılımını değiştirmeye çalışmaktadır. Buna göre, kurumlar olarak cumhurbaşkanlığının, MGK’nın, ordunun, genel olarak yüksek yargı organlarının (Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu) yetkilerini mümkün olduğu ölçüde kısıtlamayı, buna mukabil parlamento ve Bakanlar Kurulunun gücünü arttırmayı hedeflemektedir. AKP’nin “yeni bir anayasa” hamlesinin altında yatan asıl sebep budur. Bütün anayasalar esas olarak iki ana bölümden oluşurlar. Birincisi, o devletin hükümranlığı altında yaşayan insanların, yani “yurttaşların” hak ve özgürlükleri ile bunların sınırlarını tarif eder ve böylelikle devletin bir bütün olarak toplum karşısındaki konumunu saptarken; ikincisi devletin şeklini, aygıt yapısını, düzenini ve temel işleyiş mekanizmalarını tarif eder. Ayrıntıları yavaş yavaş sızdırılan ilk taslaktan yansıyanlara bakıldığında, AKP’nin, sınıfsal tabiatı gereği, tasarladığı değişikliklerin ağırlık noktasının özgürlükler alanında değil, bu ikinci alanda olduğunu
2
Eylül 2007 • sayı: 30
görmek şaşırtıcı olmamaktadır. Elbette bu alana ilişkin değişikliklerin işçi sınıfını ilgilendirmediğini söylemek doğru olmaz. Aksine bürokrasinin olağanüstü gücünü kırarak normal boyutlara getirme sonucunu doğurabilecek bu tür değişiklikler son tahlilde burjuva demokrasisinin çerçevesinde bir genişleme anlamına gelmektedir. Ama yine de anayasa söz konusu olduğunda işçi sınıfını asıl ve dolaysız biçimde ilgilendiren, onun mücadelesinin yasal olanaklarını oluşturan demokratik haklar alanıdır. Bu bağlamda işçi sınıfı, özet bir ifadeyle, sınırsız bir söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğü talep eder ve bunun için mücadele verir. Bahsi geçen taslağın tam içeriğini henüz bilmiyor olsak da, basına sızdırılan hususlar, cumhurbaşkanının yetkilerinin çok büyük oranda azaltılarak, örneğin rektörleri, YÖK Başkanını, Yargıtay Başsavcısını, Danıştay, HSYK (Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu) ve Anayasa Mahkemesi üyelerini artık atayamayacağı, Yüksek Askeri Şura ve HSYK kararlarının yargı denetimine açıldığı, subayların ve diğer devlet memurlarının yargılanmasının önündeki engellerin kısmen kaldırılacağı, MGK’nın anayasadan çıkarılarak anayasal bir kurum özelliğine son verileceği, Yüce Divan görevinin Anayasa Mahkemesinin tekelinden çıkarılarak Yargıtayla paylaşılacağı, egemenliğin yürütümünün kasıtlı olarak muğlak bırakılmış ifadeyle “yetkili organlara” değil, açıkça sayılmış “yasama, yürütme ve yargı organlarına” bırakıldığı, Anayasa Mahkemesinin üye sayısının arttırılarak bunların bir bölümünün bizzat meclis tarafından atanacağı ve iki üyelik askeri yargı kotasının kaldırıldığı bir yapının öngörüldüğünü gösteriyor. Bu hususların bürokrasinin gücünü kırmayı hedeflediği çok açık. Ancak AKP salt bu ve benzeri hususlarla yetinseydi, hem egemen sınıfın bütünü içinde hem de halk içinde yeni anayasa için etkili bir destek bulmakta zorlanırdı. Peşrev niteliğindeki ilk tartışmalar bile sürecin alevli geçebileceğini göstermiştir. Bu nedenle değişik kesimlere hitap eden bazı düzenlemeleri de taslağa dahil ettiği anlaşılıyor. Böylece hem genel bir “demokrasi” halesinin oluşması hem de hamlenin arkasındaki desteğin genişletilmesi hedeflenmektedir. Bunun için bürokrasiye verilen bir taviz olarak milletvekili dokunulmazlığının sınırlandırılması ve HSYK’dan Adalet Bakanının çıkarılması öngörülüyor. İslamcı çevrelere üniversitede türban yasağının kaldırılmasıyla boncuk verilirken, Aleviler ve “laiklerin” gönlü de zorunlu din derslerinin seçmeliye dönüştürülmesiyle hoş ediliyor. Bu paketten ezilen Kürt halkının payına ise, hepi topu, seçmeli Kürtçe dersi için anayasal kapının aralanması ve vatandaşlık tanımında “Türk’tür” ifadesi yerine “Türk denir” ifadesi düşüyor.
Eylül 2007 • sayı: 30
marksist tutum
İdeolojik örtü Anayasalar esas olarak modern sınıf mücadeleleri tarihinin bir ürünüdürler. Daha tam ifadeyle, burjuvazinin pre-kapitalist sınıflara karşı verdiği mücadeleler sonucu ortaya çıkmışlardır. Burjuvazi bu sınıflara karşı verdiği mücadelede ihtiyaç duyduğu halk yığınlarının desteğini alabilmek için kendi öz sınıfsal çıkarlarını ideolojik bir örtüyle evrensel çıkarlar olarak sunmuştur. Bu zaten sınıf mücadelelerinde tüm sömürücü sınıfların temel bir özelliğidir. Hiçbir egemen sınıf “ben kendi sınıfsal çıkarlarım için mücadele ediyorum” demez. Bunun yerine “Tanrının buyruğu bu” der, “insanlar hür doğar ve eşittirler” der, “doğal hukuk” der, “egemenlik milletindir” der vs. Sınıflar arası mücadeleler için geçerli olan bu ilke, sınıflar içi kesimsel çıkar mücadeleleri için de geçerlidir. Yeni anayasa bağlamında yapılan tartışmalarda da bu açıkça görülüyor. Bu tartışmada ne AKP sermayenin sözcüsü olarak “ben daha fazla iktidar istiyorum” diyor, ne de bürokrasi “ben ayrıcalıklarımın sürmesini istiyorum” diyor. Bunun yerine AKP “egemenlik milletindir”, bürokrasinin sözcüleri ise “iktidarların denetlenmesi gerekir” diyor. Gerçekte ne egemenlik milletindir ne de asıl denetleyici olması gereken halkın bir denetimi söz konusudur. Bu tür argümanlar aşağı yukarı evrensel argümanlar olup, burjuvazinin tarihsel yükseliş yüzyılları boyunca verdiği mücadeleler içinde şekillenmişlerdir. Ama bu evrenselliğe rağmen hiçbir ülkedeki burjuva demokrasisi, devlet düzeni ve anayasa birbirinin aynı değildir. Çok geniş bir çeşitlilik söz konusudur. Bu da doğal olarak soyut tektip normların değil son derece somut olan, derinliği, şiddeti ve biçimleri ülkeden ülkeye farklılaşan sınıf mücadelelerinin sonucudur. Anayasalar da esas olarak bu farklılıkları yansıtırlar. Anayasalarda ifadesini bulan demokratik hak ve özgürlüklerin sınırları da bu şekilde belirlenir. Halk tipi burjuva devrimlerinin yaşandığı ülkelerde ve dönemlerde genellikle hak ve özgürlüklerin sınırı daha geniş olmuştur. Bu tür bir devrimin yaşandığı ve aynı zamanda ilk anayasanın da yapıldığı Amerika’da, örneğin anayasada halkın silahlanma ve yönetime karşı ayaklanma hakkı vardır. Bu tam da Amerikan devrimi sürecinde verilen somut siyasal toplumsal mücadelelerin bir sonucudur. İngiltere’de krallığın muhafaza edilip bir meşruti krallık devletinin kurulmasının, buna karşın Fransa’da krallığın yok edilip bir cumhuriyetin kurulmasının da sebebi bu iki ayrı ülkedeki sınıf mücadelelerinin şiddeti arasındaki farklılıktır. Fransa’da aristokrasinin daha uzlaşmaz bir tavır göstermesi nedeniyle burjuvazi daha ileri gitmek zorunda kalmış ve halk kitlelerinin sürece daha fazla dahil olmalarının yolunu açmak zorunda kalmıştır. Bu da sonunda, İngiltere’nin aksine, krallığın tarihe karışmasını ve cumhuriyeti getirmiştir. Bu da iki ülkenin son derece farklı anayasal yapılara sahip olması sonucunu doğurmuştur.
TE
KE
LL
ER
Biz bu eşitlikçi “ifade özgürlüğü”nü çok seviyoruz. Ya siz?
Burjuva egemenliğinin yapısı diğer sınıf egemenliklerinden farklıdır. Burada egemenlik krallıktan farklı olarak tanrıdan kaynaklanmaz, dünyevidir. “Egemenlik mülk sahipleri sınıfınındır” demenin burjuvazinin çıkarları açısından hiçbir rasyonelliği olamayacağına göre, “egemenlik milletin” olmuştur. Gerçekte egemen olmayan milletin öyle sanabilmesi için de burjuvazi temsili demokrasi mekanizmasını geliştirmiştir. Temsilciler halk tarafından seçilir, yani böylece güya iktidar halkın olur, ama bu temsilciler burjuvazinin işini görür! Sistemin özü budur. İşin özü bir aldatmaca olduğu için de, bunu sürdürmek ancak karmaşık, dolambaçlı, bürokratik mekanizmalarla mümkün olabilmektedir. Diğer taraftan bu tür karmaşık bürokratik mekanizmalar, aynı zamanda, burjuvazinin kendi içindeki farklı kesimler arasındaki çekişmelerin kurallara bağlanması gereğinden de kaynaklanır. Çünkü burjuvazi kendi iktidarının kurulması için yürüttüğü devrimci seferberlik döneminin ardından, sömürünün ve sermaye birikimi sürecinin sorunsuzca hüküm süreceği bir düzen kurmayı ister. Burjuvazi, kendi içindeki farklı kesimlerin çekişmelerinin herkesin kabullendiği belirli kurallar çerçevesinde yürümesini ve düzenin bu nedenle sömürülen sınıflar karşısında zaafa düşmemesini ister. İşte anayasalar burjuvazinin bir yandan emekçi sınıfları kandırıp kendi egemenliğine ikna etmeye, diğer yandan da burjuvazi içindeki çelişkileri çözüme bağlamaya çalıştığı temel yazılı kurallar manzumesi niteliği taşırlar. Özellikle emekçi sınıflar söz konusu olduğunda temsili burjuva demokrasisinin temel niteliği, halkın 4-5 yılda bir önüne getirilen birtakım adaylar arasından “temsilcileri” sadece seçmesidir. Halk kendi seçtiği bu “temsilcilerin” parlamentoda ne yapacağına karışamamakta, bunları denetleyememekte, dilediği an görevden alamamaktadır. Oysa gerçek bir demokrasinin bu unsurları içermesi yani bir
3
Eylül 2007 • sayı: 30
marksist tutum
doğrudan demokrasi olması gereklidir. Burjuva anayasalarda bu unsurlar bulunmaz. Anayasa tartışmalarında sık sık geçen “kuvvetler ayrılığı” kavramı da halka yabancı bürokratik mekanizmaların temel bir formülünü oluşturur. Bir kurtlar sofrası düzeni olan burjuva düzende hem halkı hem de farklı burjuva kesimleri kontrolde tutmak için, özde bir olan devlet iktidarı biçimsel olarak parçalara ayrılıp yasama, yürütme ve yargı olarak değişik kurumlara dağıtılır. Genel olarak halka sadece yasama meclisindeki “temsilcileri” seçme hakkı tanınırken, bürokratik devlet yapısının diğer iki alanı halkın elinin erişemeyeceği bir konumda tutulur. İşin özünü değiştirmeyen başkanlık sistemlerini bir kenara bırakacak olursak, halkın memurları seçmesi ve denetlemesi mümkün değildir. Burjuvazi her nasılsa seçimlerden çıkıp hükümete gelen ve ama diyelim pek hoşuna gitmeyen bir partiyi işte bu tür mekanizmalarla denetim altında tutmaya çalışır. Türkiye’de Refah Partisinin ve devamında AKP’nin yaşadığı anayasa mahkemesi süreçleri ve cumhurbaşkanı vetoları bunun canlı bir somutlanışıdır. Tümüyle sınıflar ve sınıf mücadeleleri gerçeğine bağlı olarak hayata geldikleri halde anayasalar baştan aşağı ideolojik metinler olarak sınıf gerçekliğini, sınıf çelişkilerini gizlemeye çalışırlar. Toplum sınıflardan oluştuğu ve toplumsal yaşam temelde bu gerçeklik üzerinde var olduğu halde anayasalarda sınıflar değil “yurttaşlar” vardır. Bugün yürüyen tartışmalarda geçen “ideolojisiz anayasa”, “renksiz anayasa” kavramları işin esasına indiğimizde temelsizdir. Mevcut anayasadaki Kemalizm göndermelerine karşı dillendirilen bu tezin kendisi ideolojiktir. Anayasada belirli bir ideolojinin adının anılmaması o anayasanın ideolojik boyutu olmadığı anlamına gelmez. Gerçekte “ideolojisiz anayasa” ile kastedilen ise burjuva liberal ideolojinin egemen olduğu bir anayasadır. Bu ideoloji, anayasaları birer “toplum sözleşmesi” olarak sunar. Buna göre, toplumu oluşturan bireyler karmaşık toplumsal yaşantının düzenlenmesi için bir araya gelip
ADALET
4
anlaşarak bir “toplum sözleşmesi” oluştururlar ve bu çerçevede bazı haklarından feragat ederek bunları devlet denilen organizmaya devrederler. Ama bu tam bir safsatadır. Gerçekte devletler böylesi bir toplumsal karnavalla oluşturulmuş cici bir sözleşmeyle değil, kuvvetle, zorla, güç mücadelesiyle kurulurlar ve yıkılırlar. Devlet yönetimine esas olan kurallar, yani anayasalar da egemenliğe sahip olanların iradesini dayatmasıyla oluşturulur. Üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olan burjuva sınıf egemendir ve onun istediği olur. Hiçbir burjuva anayasada söz gelimi üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin yasak olduğu ya da başkasını çalıştırarak onun emeğinin ürününe el koymanın yasak olduğu yazabilir mi? Elbette hayır. Daha önce belirttiğimiz gibi, gerçekte son derece somut mücadelelerin damgasını taşıyan burjuva anayasal esaslar soyut evrensel kurallar gibi sunulduğu için adeta değişmezlik halesine bürünmüşlerdir. Ama gerçekte anayasalar tam da gelişen sınıf mücadeleleri temelinde çok değişiklikler geçirmişlerdir. Esasen anayasalar, burjuva düzen istikrarlı olduğu oranda pek değişikliğe uğramadan varlıklarını sürdürebilirler. O yüzden örneğin yeryüzünün gelişmiş ve en büyük kapitalist ekonomisine sahip Amerika’da, ilk anayasa 200 yılı aşkın süredir fazla değişikliğe uğramadan yürürlüktedir. Anayasal belgeleri olmakla birlikte bir yazılı anayasası olmayan İngiltere’de de durum aşağı yukarı böyledir. Ancak kapitalizm doğası gereği krizler, savaşlar ve istikrarsızlık ürettiğinden genel olarak kapitalist ülkelerin büyük çoğunluğunda ciddi mücadeleler ve değişimler yaşanmış, buna bağlı olarak da defalarca yeni anayasalar ya da anayasa değişiklikleri yapılmıştır. Örneğin ABD’ye göre çok genç bir cumhuriyet olan Türkiye’de de dört kez yeni anayasa yapılmış (1921, 1924, 1961 ve 1982) ve bu anayasalarda da sayısız değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Yirminci yüzyıla girildiğinde burjuvazi artık tarihsel olarak gericileşmiş bir sınıftı. Ama aynı zamanda bu yüzyıl işçi sınıfının olağanüstü mücadelelerine de sahne oldu. Bu durum burjuva demokrasinin seyri açısından da çelişkili bir gidiş doğurdu. Bir yanda düzenin çürüme ve gericileşme eğilimleri nedeniyle siyasal gericiliğin ağır basması ve burjuva demokrasisinin kapsamını daraltma eğilimi, diğer yanda ise işçi sınıfının basıncı ve sıkıştırması nedeniyle genişletme eğilimi. Bu mücadeledeki sınıfsal güç dengesine bağlı olarak değişik ülkelerin anayasalarında kimi zaman gerici, kimi zaman ilerici düzenlemeler yapılmıştır. Örneğin genel olarak işçi sınıfı bu yüzyılda iş güvencesi, emeklilik güvenceleri gibi birçok sosyal güvenceler kazanmış, yanı sıra genel parasız sağlık ve eğitim gibi kazanımlar elde etmiş ve kimi yerlerde bunları anayasal ilkeler haline getirtmiştir. Ama örneğin bunların elde edildiği Fransa’da, beri yandan, 1958 yılında Cezayir sorunu temelinde başlayan kriz nedeniyle işler bir darbe tehlikesine kadar varmış ve en sonunda özde gerici bir düzenlemeyle yürütmeyi güçlendiren yarı-başkanlık sistemine geçilmiştir. Bütün bu örneklemeler başından beri işlediğimiz temel
Eylül 2007 • sayı: 30
düşünceyi, yani burjuva anayasaların kutsal metinler olmayıp, aksine somut sınıf mücadeleleriyle belirlenen metinler olduğu düşüncesini kanıtlamaya yetmektedir. Veciz şekilde ifade etmek istersek, gerçekte en yüce yasa sınıf mücadelesi yasasıdır. Örneğin Ekim Devriminden doğan işçi devleti bu nedenle burjuva ikiyüzlülüğünü elinin tersiyle itip, kendi devletinin bir sınıf devleti olduğunu en baştan ilan etmiş ve ilk anayasası (1918) dahil kurucu metinlerinde bunu açıkça ortaya koymuştur. Devrimin ilk ve en önemli bildirgesinin adı Çalışan ve Sömürülen Halkın Hakları Bildirgesi olarak belirlenmiş, cumhuriyetin niteliği de İşçi, Asker ve Köylü Sovyetleri Cumhuriyeti olarak ilan edilmişti. Burjuva demokrasisinin ve anayasaların sınırlarını belirleyen, soyut ideal ilkeler değil, somut sınıf mücadeleleri olmuştur. Emekçi kitleler bastırdığı ölçüde demokrasi ve özgürlüklerin sınırları genişlemiş, aksi hallerde daralmıştır. Bütün mesele bu mücadele ve bu temelde oluşan sınıfsal güç dengeleridir. Bu nedenle, gerçekte burjuvazi için olduğu gibi, işçi sınıfı için de en yüksek yasa sınıf mücadelesi yasası olmalıdır. İşçi sınıfı sadece kendi gücüne güvenmeli, doğabilecek fırsatları da göz ardı etmeden esas olarak kendi mücadele ve örgütlülüğünü yükseltmeye bakmalıdır. İlk Sovyet anayasası devletin bir sınıf devleti olduğunu ilan etmekle yetinmiyor, devrimci Marksizmin tüm ruhunu yansıtarak, bu devletin geçici karakteri dolayısıyla son bulacağını ve sınıfsız ve devletsiz bir toplum olan sosyalizmin hedeflendiğini duyuruyordu: “Madde 9: Mevcut geçiş dönemi için hazırlanan Rus Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti anayasasının ana hedefi, burjuvaziyi tümüyle bastırmak, insanın insan tarafından sömürüsünü ortadan kaldırmak ve ne sınıflara bölünmenin ne de devlet iktidarının var olacağı sosyalizmi inşa etmek amacıyla, kent ve kır proletaryası ile en yoksul köylülüğün diktatörlüğünü güçlü bir Tüm-Rusya Sovyet iktidarı biçiminde kurmaktır.” Aynı anayasa her türlü burjuva demokrasisinden bin kat daha üstün olan bir doğrudan demokrasiyi tarif ediyor, tüm görevlere seçimle gelindiğini, görevlilerin seçmenler tarafından her an görevden alınabileceğini, yöneticilerin ücretlerinin işçi ücretleri düzeyinde olacağını, mülk sahibi sınıfların tam silahsızlandırılması ve çalışanların silahlandırılmasına dayalı sosyalist bir Kızıl Ordunun kurulacağını kayıt altına alıyordu. İşte burjuvazinin temsili demokrasisi ile işçi sınıfının doğrudan demokrasisi arasındaki fark.
marksist tutum
İşçi sınıfının öncelikleri Tarihsel örneklerin de gösterdiği gibi burjuva demokrasisinin ve anayasaların sınırlarını belirleyen, soyut ideal ilkeler değil, somut sınıf mücadeleleri olmuştur. Emekçi kitleler bastırdığı ölçüde demokrasi ve özgürlüklerin sınırları genişlemiş, aksi hallerde daralmıştır. Bütün mesele bu mücadele ve bu temelde oluşan sınıfsal güç dengeleridir. Bu nedenle, gerçekte burjuvazi için olduğu gibi, işçi sınıfı için de en yüksek yasa sınıf mücadelesi yasası olmalıdır. İşçi sınıfı sadece kendi gücüne güvenmeli, doğabilecek fırsatları da göz ardı etmeden esas olarak kendi mücadele ve örgütlülüğünü yükseltmeye bakmalıdır. Anayasada en âlâ özgürlükler yazılı olsa bile, esas olan, gerçek güç ilişkileridir. Zira uygulamada bunlar hayata geçirilmeyebilir. Bunun tek güvencesi işçi sınıfının örgütlü gücüdür. Bugün işçi sınıfı siyasal olarak zayıf durumdadır. O nedenle anayasa değişikliği sürecine damgasını basacak yahut taleplerini burjuvaziye dayatacak bir durumu yoktur. Bu da değişikliklerin işçi sınıfının hak ve özgürlüklerinden ziyade, egemenler arasındaki mücadelelerle doğrudan bağlantılı hususlarda odaklanacağı anlamına gelecektir. Ama yine de işçi sınıfı doğabilecek birtakım avantajları sonuna kadar değerlendirmekten vazgeçemez. Yeni bir burjuva anayasa getirilirken işçi sınıfının dikkat kesileceği nokta, kendisini doğrudan ilgilendiren demokratik hak ve özgürlüklerdir. Sendikal ve siyasal alandaki her türlü yasak ve kısıtlamaların kaldırılması, sınırsız bir söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğü taleplerinin özellikle öne çıkarılması gerekiyor. Burada işçi sınıfı açısından turnusol kâğıdı işlevi görecek birçok soru ortaya konabilir. Sadece birkaç örnek vermek gerekirse: Bakanlar kurulunun grev yasaklama ve erteleme yetkisine son verilecek mi? Sendikal barajlar kaldırılacak mı? Genel grev, hak grevi, dayanışma grevi, gösteri grevinin önü açılacak mı? Memur denilen kamu çalışanlarına grev ve toplu sözleşme hakkı verilecek mi? Kürt halkının en temel demokratik hakları tanınacak mı? Benzer türde somut sorular darbecilik ve 12 Eylülün hesabının sorulması bağlamında da sorulabilir. Anayasanın geçici 15. maddesi ortadan kalkacağına göre darbeciler yargılanabilecek mi? vb. Bir halkoylaması süreci de öngörüldüğüne göre bu tür taleplerin sınıfın değişik kesimlerinde yankı bulması önem taşımaktadır. Bazı AKP sözcüleri anayasa taslağının “kahvelere ve köylere varıncaya kadar” toplumun her kesiminde yaygın biçimde tartıştırılacağını söylüyorlar. Sonuçta önümüzdeki süreçte şu ya da bu şekilde bir tartışma sürecinin yaşanacağı anlaşılıyor. Buna bağlı olarak, sınıf devrimcilerinin de çevrelerinde gerçekleşebilecek tartışma ortamlarını, sınıfsal talepleri yükseltmek ve sınıf perspektifini açıklamak üzere değerlendirmeleri önem kazanıyor.
5
12 Eylül’den Günümüze İşçi Hareketinin Durumu Utku Kızılok
12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinin en doğrudan sonucu, 1960’ların ikinci yarısında başlayan ve 12 Mart darbesine rağmen durdurulamayan devrimci yükselişi durdurması ve işçi sınıfının siyasal ve sendikal örgütlülüğünü dağıtmasıydı. İşçi sınıfının faşist darbeye karşı duramayarak ağır bir yenilgi almasıyla sınıf mücadelesinde bir kırılma yaşandı. Bu kırılma Türkiye’deki sınıfsal güç dengelerinde bir kaymaya yol açarken, işçi hareketi o günden beri, bir daha eski düzeyine yükselemedi. Tarihsel deneyim her seferinde aynı sonuca götürüyor bizi: birincisi, kararlı bir irade ve mücadele olmadan diplerden doruklara doğru tırmanılamaz; ikincisi, önemli olan yenilgi yaşamış olmak değil, yenilgilerden dersler çıkartarak gelecekteki savaşları kazanacak orduların örgütlenmesine girişmektir.
6
Sınıfsal güç dengelerinde kayma 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi, Türkiye işçi sınıfı tarihinde pek çok yönüyle özel bir yer tutmaktadır. Faşizmin en doğrudan sonucu, 1960’ların ikinci yarısında başlayan ve 12 Mart darbesine rağmen durdurulamayan devrimci yükselişi durdurması ve işçi sınıfının siyasal ve sendikal örgütlülüğünü dağıtmasıydı. İşçi sınıfının faşist darbeye karşı duramayarak ağır bir yenilgi almasıyla sınıf mücadelesinde bir kırılma yaşandı. Bu kırılma Türkiye’deki sınıfsal güç dengelerinde bir kaymaya yol açarken, işçi hareketi o günden beri, bir daha eski düzeyine yükselemedi. Sınıfsal güç dengelerindeki kaymayı somutlarsak, örgütsel mevzilerini yitiren işçi sınıfı faşist diktatörlüğün şiddetli baskısı sonucunda bir taraftan pasifize oldu ve öte taraftan da uygulanan neo-liberal politikalarla ekonomik-sosyal kazanımlarını da yitirmeye başladı. Gericiliğin kabarttığı dalgalara etkili bir örgütsel karşı duruş sergilenemedi ve sosyalist örgüt ve partiler fiilen dağıldı, binlerce devrimci bu karanlık yıllarda tek başına kalarak siyasal yaşamdan koptu. Bu fiili durumu 80’lerin sonlarına doğru bir tasfiyecilik dalgası izledi. Bu tasfiyecilik bir taraftan örgütsel yaşamdan kaçışla, devrimci örgüt fikrine şu ya da bu biçimde getirilen eleştirilerle ve beri yandan da reformizmle, yasalcılıkla ve Marksizmin revize edilmesiyle karakterize olmaktaydı. Devrimci hareketin önce ağır bir darbe yemesi ve bilahare tasfiyecilik dalgasıyla gerilemesi, etkisini işçi hareketi üzerinde doğrudan gösterecekti. Zira devrimci hareket ile işçi hareketi arasında diyalektik bir ilişki vardır ve devrimci hareketin tasfiye olduğu, yani tarihsel deneyimi aktaracak kayışların koptuğu bir süreçte işçi hareketinin kendini
Eylül 2007 • sayı: 30
toparlaması çok daha uzun ve sancılı bir hal alır. Nitekim örgütsel yapıları dağıtılan ve devrimci politik örgütlülüklerin yol göstericiliğine ve moral desteğine de sahip olamayan işçi sınıfı, faşizmin hesabını soracak düzeyde bir mücadele dalgası başlatamamıştır. Her şeye rağmen 1986’dan sonra gelişen işçi hareketi, 12 Eylül karanlığını kısmi düzeyde aralamaya çalışıp bir politikleşme sürecinin önünü açtıysa da, bu süreç, Doğu Avrupa’daki bürokratik diktatörlüklerin ve SSCB’nin çökmesiyle kesintiye uğradı. SSCB’nin çökmesi gerçekten de önemli bir tarihsel dönemeç noktasıdır. 1917 Ekim’iyle açılan devrimci fırtınalar sürecinde, Amerika ve Avrupa burjuvazisi proleter devrimin önüne geçebilmek için işçi sınıfına belirli tavizler vermek zorunda kalmıştı. Bu tavizler İkinci Dünya Savaşı sonrasında da devam etti. Avrupa’da bir kez daha devrimci durumların baş göstermesi ve bununla birlikte, bürokratik bir diktatörlüğe dönüşse de kendini “yaşayan sosyalizm” olarak adlandıran SSCB’nin savaştan galip çıkması bu tavizlerin esas nedeniydi. Böylece burjuvazi ile işçi sınıfı arasında belirli bir güç dengesi oluşmuştu. İşçi sınıfı bu güç dengesi ilişkisinde, burjuvazinin karşısına, elde ettiği ekonomik-sosyal kazanımlar ve ideolojik-politik mevzilerle çıkıyordu. Ancak SSCB’nin tarih sahnesinden çekilmesiyle bu denge bozuldu. Bu kez sınıf mücadelesindeki kırılma uluslararası düzeydeydi ve Türkiye işçi sınıfı neredeyse tüm mevzilerini kaybetti. O güne değin SSCB’yi sosyalizm olarak gören ve onun varlığında kapitalizmin yıkılacağı umudunu taşıyan işçiemekçi kitleler derin bir hayal kırıklığına sürüklendiler. Yanı sıra, dünya sosyalist hareketine de hâkim olan, derin bir hayal kırıklığı ve moral bozukluğuydu. Güçlü bir çekim merkezinden yoksun kalan hareket hızla çözülüp dağılmaya başladı. Tasfiyecilik uluslararası bir boyut kazandı ve kısa zaman içinde, bir zamanların devasa Komünist Partilerinin neredeyse tamamı ya tasfiye oldu ya da iyice reformistleşerek kof bir kabuğa dönüştü. Dünya ölçeğinde yaşanan bu tasfiye dalgası, 12 Eylül vurgunuyla zaten böyle bir sürecin içinde olan Türkiye sosyalist hareketindeki tasfiyeciliği daha da hızlandıracaktı. Hulâsa, henüz 12 Eylül faşizminin karabasanını üzerinden atamayan Türkiye işçi sınıfı, dünyadaki sınıf kardeşleriyle birlikte, SSCB’nin çökmesiyle başlayan ve uluslararası düzeyde egemenliğini kuran yeni bir gericilik döneminin etkisine girdi. Çok yönlü bir saldırı başlatan dünya burjuvazisi tarafından daha 1980’li yıllarda hayata geçirilen –Avrupa’da Margaret Thatcher, Amerika’da Ronald Reagan ve Türkiye’de de Turgut Özal’ın adıyla anılan– neo-liberal politikalar alabildiğine derinleştirildi. Beri taraftan ise burjuvazi, zafer çığlıkları eşliğinde yoğun bir ideolojik bombardımana girişiyordu: artık komünizm ölmüş, sınıf mücadelesi bitmiş ve tarihin sonu gelişmişti! Buna mukabil kapitalizm ebediydi ve topluma sonsuz bir bolluk ve barış sunacaktı! Gerçekten de burjuvazi büyük bir zafer kazanmış ve neredeyse mutlak ideolojik üstünlük kurmuştu. Bu ideo-
marksist tutum
lojik üstünlüğün nasıl somutlandığına güncel bir örnek verelim: burjuvazinin eski faşist yeni “liberal” ideologlarından Taha Akyol geçen ay yazdığı bir yazıda grev fikrine saldırıyor. Grev ile sınıf sendikacılığının aynı şey olduğunu ve her ikisini de “ideolojik” ve çağdışı bulduğunu söylüyor. Çok açık ki, burjuva ideologların bu denli pervasızlaşabilmesinin nedeni işçi sınıfının ideolojik-politik mevzileri kaybetmesidir. Aynı şekilde, 80’lerin ikinci yarısında başlayan ve umut vaat eden işçi hareketinin 1990’lardan sonra diplere doğru yol almasının nedeni de, üst üste gelen tasfiyecilik dalgası ve uluslararası düzeyde sınıfsal güç dengelerindeki kaymadır.
Buzlar kırılmaya başlıyor ama … 12 Eylül faşist diktatörlüğünün ilk yaptığı şey, işçi hareketinin nabzı olan grevleri bastırmak ve yasaklamak olmuştu. Zira grev, sınıflar savaşımında işçi sınıfının en büyük silahlarından birisidir ve dahası işçi kitlelerinin sınıf olduklarının bilincine varabilmelerini sağlayan bir mücadele okuludur. İşte faşist rejim, burjuva devletin açık şiddetini kullanarak bu mücadele okullarını ezdi ve işçi sınıfı yıllarca grev yapamadı. 1982 Anayasasında yapılan düzenlemelerle, grev yapmak adeta imkânsız hale getirildi. Burjuvazinin grevden ne denli korktuğunun en özlü ifadesi “genel grev”in suç sayılmasıydı ve halen de suç sayılmaktadır. Uzun bir dönem “genel grev” yerine “genel eylem” kavramı kullanılmak zorunda kalınacaktı. Fakat esas önemli nokta yasalar değil, yasaları aşıp geçecek ve meşruiyeti kendi mücadelesinden alacak bir örgütlülüğün olmamasıydı. 1983’e kadar hiçbir şekilde grev yapılamadı ve bu tarihten sonra da her grev girişimi şiddetle bastırılmaya çalışıldı. Tam da bu evrede önemli bir hususun altını çizmek gerekiyor. Tarihsel deneyimle de sabittir: sınıflar savaşımında devrimci siyasal örgütlüklerin şu ya da bu ölçüde sınıfa devrimci bilinç taşıyabildiği ve öncülük edebildiği dönemler ile bunun olmadığı dönemlerde işçi hareketi farklı tempolarda ilerler. Fakat bu ikisi arasında bir Çin Seddi olmadığını ve iç içe geçen diyalektik bir bütünlük oldu-
GRE
V 7
Eylül 2007 • sayı: 30
marksist tutum
ğunu da belirtmek gerekiyor. Öyle anlar vardır ki, işçi kitlelerinin girişeceği başarılı bir grev, bir anda sis bulutlarını dağıtarak işçi hareketinin ve devrimci siyasal örgütlenmelerin önünü açabilir. Ancak kendiliğinden gözüken böylesi başarılı grevlerin örgütlenmesinde ve yönlendirilmesinde devrimci öznelerin varlığı da gözden kaçmamalıdır. Örneğin, Kasım 1986’da başlayan Netaş grevi tastamam bu kapsamda değerlendirilmeyi hak ediyor. Netaş grevi pek çok yönüyle önemli dersler içermektedir; ancak en önemli yanı, işçi sınıfının, sınıf savaşımındaki meşruiyetini fiili mücadeleden aldığı gerçeğini yılgınlara kanıtlamış olmasıdır. Sınıf mücadelesi tarihinden de biliyoruz ki, işçi sınıfı mücadele bayrağını yükseltmediği müddetçe ne ekonomik ne sosyal ne de demokratik kazanımları kalıcı biçimde sağlayabilir. Unutulmasın ki, burjuva demokrasisinin sınırlarının darlığını ya da göreli genişliğini belirleyen işçi sınıfının verdiği mücadeledir. İşçi sınıfının lehine olan hiçbir yasa yoktur ki, mücadeleyle hayata geçirilmiş olmasın. O günlerde bir sosyalist dergiye (Zemin) verdikleri röportajda Netaş işçileri bu gerçeğin altını şöyle çiziyorlardı: “Bu grevin başarıya ulaşması mutlaka zorunlu… 1980 sonrası birtakım sendikalar «bu yasalarla grev yapılmaz» diyerek, TİSK ve MESS’in ilkeleri dışına çıkmayarak, işverenlere teslim olmaktalar. Biz Netaş’ta bu grevi başlatarak, zor da olsa, kısıtlı yasalara rağmen, öncelikle grev yapılabileceğini Türkiye’deki sınıf kardeşlerimize göstermek istedik. Yasalardan şikâyetçiyiz. Bu yasaların değiştirilmesini istemek, sadece bu yasalardan sözle şikâyetçi olmaktan geçmiyor.” Bu perspektifle hareket eden Netaş işçilerinin 93 gün süren grevi başarıya ulaştı ve taleplerini büyük ölçüde kabul ettirdiler. Netaş grevi 1980’den sonra, 3150 işçinin katıldığı ilk büyük grevdi ve gerek işçi kitleleri gerekse sosyalist hareket nezdinde büyük heyecana yol açmıştı. Nihayet 12 Eylül rejimine meydan okunabilmiş ve buzlar kırılarak işçi baharının önü açılabilmişti. 1986’nın sonbaharından başlayarak işçi hareketi yeniden canlanıyor ve her şeyden önemlisi de faşist rejimin hâkim kıldığı yılgınlık havası kırılmaya başlıyordu. Netaş grevi bir mevzi idi ve bu mevzinin üzerine basan
grevler peş peşe geldi. Derby, Dizel Motor, Migros, Devlet Demiryolları ve Kazlıçeşme deri işçilerinin grevi bunlardan bazılarıydı. Kazlıçeşme’de başlayan deri işçilerinin militan grevi, deri patronlarına kök söktürecek bir sürecin başlangıcı olacaktı. 1987 yılında tam 30 bin işçi greve çıktı. Bu sayı, daha bir sene öncesine kadar hâkim olan “bu yasalarla grev olmaz” havasının nasıl da dağıldığının adeta cisimleşmesiydi. Fakat canlanma sadece grevlere bakarak anlaşılamaz; grevleri kısmi düzeyde iş bırakma veya yavaşlatma, yürüyüşler ve vizite eylemleri tamamlıyordu. Bu eylemlilik süreci 1989’a kadar sürecek ve 89’un baharında mücadele ülke sathına yayılacaktı. 1989’un Mart ayına gelindiğinde, kamu sektöründe çalışan 600 bin işçinin toplu sözleşme görüşmeleri tıkanmıştı. Özal hükümetinin istenen zam artışını ve çalışma hayatına ilişkin kimi iyileştirmeleri kabul etmemesi üzerine, ülkenin her köşesinde çeşitli biçimlere bürünen ve yaygınlaşan eylemler hayata geçirilmeye başlandı. Bu eylemler Türkiye işçi sınıfı tarihine “1989 Bahar Eylemleri” olarak geçecekti. 30 bin işçinin greve çıkması, binlerce işçinin neredeyse her gün çeşitli yürüyüşler düzenlemesi ülke gündemine otururken, Netaş greviyle başlayan canlanma süreci işçi hareketine yayılıyor ve 12 Eylül faşizminin sindirdiği kitleler, yere bakan gözlerini eylemlerin coşkusuna çeviriyorlardı. ‘89 baharındaki bu işçi uyanışı, faşist darbeyle örgütlülükleri dağıtılan memurları da harekete geçirmişti. Dernek kurma hakkından bile yoksun olan işçimemurlar, biraraya gelip Sendika Yürütme Komisyonunu (bugünkü KESK) kurarak yıllarca sürecek bir mücadelenin fitilini ateşlediler. Burjuvazi, şurada burada başlayan rüzgârın giderek bir fırtınaya dönüşmek üzere olduğunu kavramakta gecikmemişti. Eğer önüne geçilmez ise, başlayacak olan işçi fırtınası 12 Eylül faşizminin hesabını soracak bir siyasal mücadeleye dönüşebilirdi. Daha önce sadece %40 oranında zam öneren Özal hükümeti, %140 gibi, bugün hayal dahi edilemeyecek bir ücret artışıyla fırtınanın önüne geçmeye çalıştı. İşçi kitlelerindeki politikleşme daha ileri gidemese de iki önemli sonuca yol açtı. Birincisi, 27 Mart 1989’da yapılan belediye seçimlerinde ANAP’ın oyları %35’ten %21’e
Banka işçileri ve Cevizli Tekel işçileri eylemde, 1989
8
Eylül 2007 • sayı: 30
marksist tutum
1989 baharındaki işçi uyanışı, 1990 sonunda başlayan Zonguldak madenci greviyle bir adım daha ileriye sıçrıyordu. Zonguldak madenci grevi sadece Türkiye’de değil, uluslararası düzeyde de yankı uyandıran ve işçi sınıfı tarihine kaydedilmiş sayılı büyük mücadelelerden biridir. Bu mücadelenin bir başka ayırt edici özelliği olarak, tüm grev süresince ve Ankara yürüyüşünde işçilerin aileleri madencilerin yanından ayrılmamış ve özellikle kadınlar ön saflarda yer almışlardır.
düşerken, önünde başka bir seçenek bulamayan işçi kitleleri, o dönemde sol söyleme daha fazla vurgu yapan SHP’ye yöneldiler. SHP pek çok yerde belediye başkanlıklarını kazandı. İkincisi, yükselen mücadele etkisini Türk-İş tabanında da hissettirdi ve sendikaların yönetim kadrolarında büyük değişiklikler yaşandı. 12 Eylül rejiminin uzantısı haline gelmiş 900 sendikacı yönetimlerden tasfiye olurken, yerlerine daha sol ve muhalif söyleme sahip sendikacılar seçilmişti. 12 Eylül faşist rejimiyle uzlaşan, hatta ona bakan veren Türk-İş’teki bu değişim önemli bir gelişmeydi. O güne kadar 1 Mayıs kutlamalarına katılmayan Türkİş, 1 Mayıslarda devrimcilerin ve öncü işçilerin sokaklara çıkması ve sendika tabanından gelen baskılar üzerine 90’ların başından itibaren 1 Mayıs’ı kutlama kararı alacaktı. Ancak bu adımlar konfederasyonun tepe bürokrasisine egemen olan devlet sendikacılığı anlayışının değiştiği anlamına gelmeyecekti. 1989 baharındaki işçi uyanışı, 1990 sonunda başlayan Zonguldak madenci greviyle bir adım daha ileriye sıçrıyordu. Madencileri ilk harekete geçiren şey, Şubat ayında Yeniçeltek maden ocağındaki grizu patlamasıydı. Bu patlamada tam 68 maden işçisi hayatını kaybetmişti. Kapatılan maden ocaklarından sonra bir de onlarca madencinin göçüğe kurban verilmesi, biriken öfkenin şiddetli bir şekilde dışa vurulmasına neden olacaktı. Genel Maden-İş, işçilerin ölümünü, kötü çalışma koşullarını ve maden ocaklarının kapatılmasını protesto etmek için 25 Şubatta miting yapma kararı aldığında, hiç kimse 1980’den sonra en büyük mitingin gerçekleşeceğini bilmiyordu. Mitinge tam 35 bin kişinin katılması, ortaya çıkan öfke ve coşku, işçi sınıfı kitlelerinde heyecana yol açtı. Bu uyanış ve heyecan gelmekte olan büyük grevin de kaldıracı olacaktı. Zira toplusözleşme görüşmeleri tıkanmış ve Genel Maden-İş kurultayı grev kararı almıştı. 30 Kasım 1990 günü yaklaşık 50 bin işçiyi kapsayan grev başladı. Ancak sendika bürokrasisinin mücadeleyi diri tutma ve Zonguldak sathından çıkartarak genelleştirme
gibi bir derdi yoktu. Nitekim daha grev başlar başlamaz Genel Maden-İş başkanı Şemsi Denizer demagojik bir konuşma yapmış ve işçileri evlerine göndermek istemişti. Fakat işçiler evlerine çekilmediler ve ailelerini de yanlarına alarak hemen her gün yürüyüşler düzenlediler. Polisin tüm engellemelerine rağmen yürüyüşler giderek büyüyordu; öyle ki, grevin dördüncü günü sokaktaki insan sayısı 70 bine kadar çıkmıştı. Buna karşın, Körfez’de savaş tamtamlarının çaldığı ve Turgut Özal’ın “bir koyup üç alma” formülüyle hislerine tercüman olduğu burjuvazi, grevin kesinkes bitirilmesini istiyordu. Türk-İş bürokrasisi de grevin daha fazla devam etmesini istemiyordu. Nitekim, tabandan gelen baskılara direnemeyen sendika bürokrasisi 3 Ocak 1991’de “genel grev” ya da “genel eylem” kararı almakla birlikte, işçiler meydanlara çıkartılmadı ve grev tatile dönüştü. Böylece sendika bürokrasisi, işçi sınıfının en güçlü silahlarından biri olan genel grevi anlamsız bir eylem biçimine dönüştürürken, işçilerin öfkesini de yatıştırarak pasifize etti. Sendika bürokrasisi aynı uğursuz rolünü 4 Ocakta başlayan Ankara yürüyüşünde de sergileyecekti. 4 Ocak’ta 80 bin kişiyle başlayan yürüyüş, yollardaki katılımla yaklaşık 100 bine ulaşıyordu. Yürüyüş için en temel gereksinimler, çadır, battaniye ve yiyecek dahi yokken –çünkü sendika hiçbir hazırlık yapmamıştı– ve Ocak ayının dondurucu soğuğuna rağmen işçiler, önlerine çıkan polis ve asker barikatlarını aşarak Bolu Mengen’e kadar yürüdüler. Burjuvazi ve Özal hükümeti yürüyüşten ötürü dehşete düşmüştü: giderek büyüyen devasa bir işçi ordusu başkente akın ediyordu. Hükümet sendika bürokratlarına, bu devasa işçi ordusunu Ankara’ya dökmekle ne yapmak istediklerini soruyordu! Eğer bu yürüyüş durdurulamazsa, madencilerden güç alan diğer işçiler de ayağa kalkabilirdi ve bunun sonucunu hiç kimse kestiremezdi! Zira 115 bin işçi daha grev kararı almak üzereydi. Tüm çabalarına karşın işçilerin Ankara’ya yürüme isteğini bastıramayan sendika bürokrasisi, yürüyüş esnasında gizlice hükümet ile görüştü ve tür-
9
marksist tutum
Eylül 2007 • sayı: 30
Zonguldak madenci grevi, Netaş greviyle başlayan ve ‘89 baharıyla gelişen işçi uyanışını daha da ileriye sıçratacak bir potansiyele sahipti. Ancak bir kez daha eksik olan şey, peş peşe gelen mücadeleleri doğru kanallara akıtacak öznel faktörün, yani işçi sınıfının devrimci siyasal önderliğinin olmamasıydı. Tarihsel deneyim gösteriyor ki, eğer işçi sınıfının Bolşevik tarzda örgütlenmiş devrimci siyasal önderliğinin yol göstericiliği olsaydı her şey farklı olabilirdi. Birincisi, grev tez elden, yerel düzeyden çıkartılarak ülke sathına yayılan bir mücadeleye dönüştürülebilir ve uluslararası işçi sınıfının somut desteği alınabilirdi. İkincisi, tüm üretimi ve hatta yaşamı durdurarak kapitalist sistemi işlemez kılan gerçek bir genel grev, burjuvaziyi ve hükümeti dize getirebilirdi. Üçüncüsü, mücadele ekonomik istemleri aşarak 12 Eylül faşizminin hesabını sormaya yönelebilirdi.
lü oyunlar çevirerek işçilerin moralini bozmaya ve direnişi kırmaya çalıştı. Sendika bürokrasisi başarılı olamayınca işçilerin önü Mengen’de asker-polis barikatlarıyla kesildi ve kitle kuşatıldı. Bu durumdan yararlanan sendika bürokrasisi işçileri oyaladı ve bilahare onları ikna ederek 8 Ocakta yürüyüşü bitirdi. Hükümet 25 Ocakta “milli güvenlik” nedeniyle tüm grevleri yasakladığını açıkladı. Nihayetinde hükümet, bürokratlar eliyle zafer kazanmıştı ve bunu istediği gibi kullanacaktı; daha önce 65 bin lira yevmiye önermesine rağmen, bunu 49 bin liraya indirdi ve işçilerin diğer taleplerini de kabul etmedi. Zonguldak madenci grevi sadece Türkiye’de değil, uluslararası düzeyde de yankı uyandıran ve işçi sınıfı tarihine kaydedilmiş sayılı büyük mücadelelerden biridir. Bu mücadelenin bir başka ayırt edici özelliği olarak, tüm grev süresince ve Ankara yürüyüşünde işçilerin aileleri madencilerin yanından ayrılmamış ve özellikle kadınlar ön saflarda yer almışlardır. Gerçekten de madenci grevi, Netaş greviyle başlayan ve ‘89 baharıyla gelişen işçi uyanışını daha da ileriye sıçratacak bir potansiyele sahipti. Ancak bir kez daha eksik olan şey, peş peşe gelen mücadeleleri doğru kanallara akıtacak öznel faktörün, yani işçi sınıfının devrimci siyasal önderliğinin olmamasıydı. Tarihsel deneyim gösteriyor ki, eğer işçi sınıfının Bolşevik tarzda örgütlenmiş devrimci siyasal önderliğinin yol göstericiliği olsaydı her
10
şey farklı olabilirdi. Birincisi, grev tez elden, yerel düzeyden çıkartılarak ülke sathına yayılan bir mücadeleye dönüştürülebilir ve uluslararası işçi sınıfının somut desteği alınabilirdi. İkincisi, tüm üretimi ve hatta yaşamı durdurarak kapitalist sistemi işlemez kılan gerçek bir genel grev, burjuvaziyi ve hükümeti dize getirebilirdi. Üçüncüsü, mücadele ekonomik istemleri aşarak 12 Eylül faşizminin hesabını sormaya yönelebilirdi. Ancak işçi sınıfının devrimci siyasal bir önderliği olmadığı gibi, verili sosyalist hareket de tasfiye dalgasından dolayı etkisizdi. Bundan dolayıdır ki, sosyalist hareketin madenci grevine pek de etkisi olamadı. Hatta kimi sosyalistler öncü rolü oynamak bir yana, Şemsi Denizer başkanlığında bir “işçi partisi” kurma planlarıyla sendika bürokratlarının kuyruğuna takılmışlardı. Çok geçmeden sosyalist hareketteki tasfiye dalgası ve kafa karışıklığı SSCB’nin çökmesiyle daha da derinleşecek ve işçi hareketi 1990’daki düzeyinden çok gerilere savrulacaktı.
1990’lardan bugüne: çıkış hattı belli Yukarıda vurguladığımız üzere, SSCB’nin çökmesiyle açılan 1990’lı yıllar yalnızca Türkiye’de değil, uluslararası düzeyde de gericiliğin hüküm sürdüğü yıllardır. Sınıfsal güç dengelerindeki kayma ile birlikte dünya burjuvazisi saldırılarına büyük bir hız vermiş, hayata geçirilen neo-liberal politikalarla işçi sınıfının ekonomik-sosyal kazanımları büyük ölçüde gasp edilmiştir. Burjuvazi işçi sınıfının sendikal düzeydeki örgütlülüğünün bile önüne geçerek, onu şekilsiz bir yığına dönüştürmek istemiştir. Ne var ki işçi sınıfı, burjuvazinin günümüze kadar yayarak sürdürdüğü bu kapsamlı saldırılara cevap verecek örgütlülüğe, önderliğe ve moral üstünlüğe sahip değildi. 90’lı yılların başında Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu (KÇSP) altında toplanan işçi-memurların yürüttüğü mücadele de, işçi hareketinin diplere doğru çekildiği bir
Eylül 2007 • sayı: 30
süreçte olumlu bir hava yaratmakla birlikte, geriye gidişi durduracak bir örgütlülüğe ve kapasiteye ulaşamamıştır. İlk dönemler fiili meşru mücadele anlayışıyla ortaya konan çizgi, gün geçtikçe pörsüyecek, alınan pek çok eylem kararına damgasını basan şey tutarlı ve kararlı bir çizgi değil daha ziyade ikircikli bir tutum olacaktı. Nihayetinde bu çizgi KÇSP’yi bürokrasinin egemen olduğu bir sendikaya, KESK’e dönüştürdü. Sendika konfederasyonlarının tepesine çöreklenen bürokratlar, bu yıllar boyunca burjuvazinin saldırılarına karşı mücadele başlatmak bir yana, ya sessiz kaldılar ya da işçilerin tepkisini yatıştıracak taktikler izlediler. Lenin, sendika bürokrasisini işçi sınıfının içindeki burjuva ajanları diye tanımlarken ne kadar da haklıydı. İşçi sınıfının mücadele örgütlerini adeta içi boş bir kabuğa çevirirken, bu burjuva ajanlar için koltuklarını muhafaza etmek yegâne amaç olmuştur. Örneğin, yaşanan ekonomik krizin ardından 5 Nisan 1994’te Tansu Çiller hükümetinin açıkladığı saldırı paketine tepki gösteren işçilerin basıncıyla sendikalar (Türk-İş, Hak-İş, DİSK ve KÇPS) 20 Temmuzda “genel eylem” kararı aldılar, ancak işçileri meydanlara dökecek hiçbir ciddi girişimde bulunmadılar. Böylece 3 Ocak 1991’den sonra ikinci kez bir “genel grev” boşa çıkartılmış oluyordu. Sendika bürokrasisinin bir taraftan afra tafra yapıp “genel eylem” kararı alması, ama öte taraftan da mücadelenin önüne dikilmesi ve sonuç alınmaması işçi kitlelerinin moralini bozmaktan başka bir işe yaramamıştır. Her şeyden önemlisi de, işçi kitlelerinin sınıf mücadelesi deneyimlerinden süzülüp gelen “grevle hak alınır” sözüne inançlarını yitirmesidir. Örneğin, toplusözleşmeleri tıkanan 300 bin kamu işçisi 1995’in yazında greve çıktı. Fakat önceden hiçbir hazırlık yapılmadığı için, grev gerekli etkiyi gösteremedi ve işçiler greve çıkmanın bir yararı olmadığı sonucuna vardılar. Sendika bürokrasisinin, işçi kitlelerinin tepkisini boşaltmak için giriştiği bir diğer taktik de Ankara mitingleridir. Bu mitinglerin en kitlesel olanı 5 Ağustos 1999’da, “mezarda emeklilik yasasına” karşı yapıldı. Ancak sendika bürokrasisi bu mitinglerin devamını getirmediği ve mücadeleyi işçi sınıfının üretimden gelen gücünü kullanmaya ilerletmediği için, 17 Ağustos depreminin kargaşasından yararlanan Ecevit hükümeti, tabutlara çakılan çivilerin gürültüleri arasında yasayı mecliste kabul etmiştir.
marksist tutum
Kararlı bir mücadele örgütlenemediği için, buna benzer pek çok gerici yasa hayata geçirilmiş ve de geçirilmektedir. Buna karşın, 90’lı yıllar her şeye rağmen 1 Mayıs’ların kutlandığı yıllardır. 1980’den sonra ilk yasal 1 Mayıs 1993’te kutlanıyor ve 1996’da İstanbul meydanları 100 bin işçiye tanıklık ediyordu. Burjuva devlet ve onunla birlikte sendika bürokrasisi, tüm çabalarına rağmen Türkiye işçi sınıfındaki 1 Mayıs damarını kesip atamamıştı. 2000’li yıllara gelince, bu yılların geçmiş yıllardan farklılıklar arz ettiğini gözden ırak tutmamak gerekiyor. Kapitalizmin sonsuz barış ve refah getireceği palavraları ortalığı sarmışken, ABD’nin başlattığı emperyalist savaş Orta Asya, Ortadoğu ve Afrika’yı kan gölüne çevirmiştir. Buna mukabil, 2000’li yıllarda dünyanın hemen her köşesinde milyonlarca işçi-emekçinin savaşa karşı çıkarak sokaklara dökülmesi, yüz binlerce işçinin katıldığı genel grevlerin Avrupa’nın dört bir yanını sarması, 90’lı yıllar boyunca hâkim olan karamsarlıktan farklı olarak, yeni bir tabloya işaret etmektedir. Aynı şekilde, Latin Amerika ülkelerinin neredeyse tamamında ya işçi ayaklanmalarının ya da devrimci durumların yaşanması da bu tabloya eklenmelidir. Yani tarihsel iyimserliği elden bırakmaya ve umutsuzluğa kapılmaya hacet yoktur. Fakat çok açık ki, işçi hareketinin güldür güldür gelişmesinin dinamiklerini tutuşturacak ve olası devrimci durumlara önderlik ederek işçi sınıfını zafere götürecek bir devrimci siyasal önderliğe ihtiyaç var. Yukarıda ortaya koyduğumuz tablo, bu ihtiyacın ne kadar yakıcı olduğunu gösteriyor. Yani tarihsel deneyim her seferinde aynı sonuca götürüyor bizi: birincisi, kararlı bir irade ve mücadele olmadan diplerden doruklara doğru tırmanılamaz; ikincisi, önemli olan yenilgi yaşamış olmak değil, yenilgilerden dersler çıkartarak gelecekteki savaşları kazanacak orduların örgütlenmesine girişmektir.
11
Emperyalizmin Kıskacında Ortadoğu Oktay Baran
H
iroşima ve Nagazaki’den 62 yıl sonra bile emperyalist gericiler, atom bombalarının savaşı sona erdirmekle “hayat kurtararak, acılara son verdiğini” öne sürmeye devam ediyorlar. Bu aynı gericiler, tarihte eşine az rastlanır bir ikiyüzlülükle, nükleer silah yapmaya çalıştığını iddia ettikleri İran’a karşı ABD’nin nükleer silahlarla “önleyici” bir saldırıda bulunmasının meşru müdafaa olacağını ileri sürebiliyorlar. Birkaç yıl önce Irak’ta kimyasal silahların olduğuna yemin billâh eden ABD rejimi, bunun açıkça bir yalan olduğu ortaya çıkmasına rağmen, bu tür yalanlar üretmekten geri durmuyor. Dünyanın en büyük nükleer gücü olan ABD, her ikisi de ilgili uluslararası anlaşmaları imzalamamış olan İsrail ve Hindistan’ın nükleer faaliyetlerini desteklerken, İran’a saldırıyı meşru kılmak amacıyla dikkatleri onun nükleer faaliyetlerine yoğunlaştırıyor. Uluslararası Atom Enerjisi Kurumunun iki bin iki yüz saatten fazla süren kapsamlı incelemeleri sonucunda hazırladığı rapor, İran’ın elinde nükleer silah olmadığını ve bunu yapacak durumda da bulunmadığını belirtmiş, ne gam! En son icatları da, İran’daki devrim muhafızları ordusunu “terörist” bir örgüt olarak kabul etmesi için BM’de tartışma açılmasını istemek oldu. ABD İran’a şu ya da bu şekilde saldırmayı kafasına koymuş bulunuyor, gerekçesi teferruattan ibaret! Burjuva medyada ABD’nin Irak’tan çekilip çekilmeyeceği tartışıladursun, tüm yaşananlar, ABD’nin bölgede başlattığı savaşın Irak’la ve hatta İran’la sınırlı olmayıp yayılacağını gösteriyor. ABD’nin Irak’ta istikrarlı bir rejim kuramadığına işa-
12
ret ederek savaşın sonunun yakın olduğu fikrini savunanlar, verili gerçekliği algılayamayıp kendilerini avutuyorlar.
İstikrarsızlığın istikrarı ABD’nin Irak işgaliyle varmak istediği sonuçların oldukça uzağında olduğu bir gerçek. Abartılı ve günümüzün somut koşullarında elle tutulur bir anlamı olmayan Vietnam bataklığı benzetmesini bir tarafa bırakacak olursak, şunu açıkça belirtmek zorundayız ki, ABD emperyalizminin yürüttüğü hegemonya savaşı, kendisine yeni düşmanlar kazandırarak ve bizzat kendisi yeni düşmanlar ilan ederek devam ediyor ve kısa sürede biteceğe de hiç benzemiyor. Bugün yürüyen emperyalist savaşın yalnızca basit bir petrol savaşından ibaret olmadığı gibi ABD’nin Irak’tan çekilmesiyle sona ermeyeceğini de sık sık vurguladık. Bu savaş, Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya yayılan ve eninde sonunda Güney Amerika ve Pasifik’i de içine alacak devasa alanlarda, emperyalist büyük güçlerin, hammadde ve enerji kaynaklarını, petrol ve doğalgaz boru hatlarını, pazar ve yatırım alanlarını, tek kelimeyle nüfuz alanlarını paylaşma savaşıdır. Son dönemde yaşanan tüm gelişmeler, bu savaşın tüm Ortadoğu’ya yayılmasının neredeyse kaçınılmaz olduğunu gösteriyor. Tek başına bu olasılık bile tüm büyük emperyalist güçlerin işin içine şu veya bu şekilde, şu veya bu ölçüde girmesi anlamına gelir. Bir başka deyişle, Yugoslavya’nın parçalanması sürecinde yaşanan savaşlar gerçekte
Eylül 2007 • sayı: 30
nasıl ki ABD, AB ve Rusya arasında taşeronlar aracılığıyla yürütülen savaşlar idiyse, Ortadoğu’nun yeniden şekilleneceği böylesi bir savaş da aynı öze sahip olacaktır. Tek farkla ki, artık işin içinde, militarist temelini güçlendirmeye başlayan Japonya ve yeni yükselen emperyalist güç Çin de olacaktır. Bugün ABD’nin Irak’ta “istikrarı sağlayamamış” olmasını, onun başarısızlığı olarak değerlendirenlerin çoğunlukta olduğu biliniyor. Ne var ki, beraberinde getirdiği ve daha da derinleştirdiği toplumsal, kültürel, ahlâki ve insani yıkımlara rağmen, bu “başarısızlığın” en azından geçtiğimiz aylara kadar ABD ekonomisi açısından nasıl bir can simidi işlevi gördüğü pek dile getirilmiyor. Ne de olsa savaşsız ve krizsiz bir kapitalizm düşü yayan burjuva ideologları açısından, savaşların krizler kadar kaçınılmaz olmakla kalmayıp bizzat krizlerden kaynaklandığı ve üstelik de iktisadi krizleri atlatmanın bir aracı olduğu gerçeği hiç de sevimli ve kullanışlı bir propagandif argüman değil! Öyle gözüküyor ki, şu sihirli kelime, “istikrar”, ABD burjuvazisinden çok, onun bugünkü politikasına muhalif gözükenler açısından bir anlam taşıyor. Savaşı bitirmeye değil yaygınlaştırmaya hevesli ABD emperyalizminin gerçek stratejisi ise istikrardan ziyade elde ettiği mevzileri gözetiyor. Bugün ABD Irak’ta 100’den fazla askeri üs kurmuş durumda. Petrol alanlarını ve boru hatlarını, son derece güvenli hale getirilmiş bu askeri üsler sayesinde güvenceye almış bulunuyor. Bu alanların, Bağdat’taki yeşil bölge ve diğer önemli üslerin dışında Irak’ta yaşanan kan deryası ABD’yi pek ilgilendirmiyor. ABD üslerine ya da askerlerine son dönemde yapılan saldırıların sayısı oldukça düşük düzeyde ve ABD’nin bu tür saldırılara en büyük zalimlikle karşılık vermesi, bu direnişçi grupları onun bu ayrıcalıklı alanlarına dokunmaktan caydırmış gözüküyor. ABD’yi esas ilgilendiren, fiilen ve cebren ele geçirdiği petrol kaynaklarına bir an önce hukuksal bir meşruluk kazandıracak olan federal petrol yasasının kabul edilmesi. 43 maddelik petrol yasa tasarısı, verili haliyle, Irak petrollerinin emperyalist büyük güçlerin tam denetimine girmesi anlamına geliyor. Dünyanın birçok ülkesinde petrol sektörü ya devlet mülkiyetinde ya da kısa dönemli sözleşmelerle yabancılara da açıkken, Irak petrolü üzerinde yabancı şirketlerin 35 yıl gibi uzun vadeli sözleşme yapması mümkün hale getiriliyor. Bu yasa geçirildikten sonra Irak kendi üretim düzeyini belirleyemeyecek. Exxon-Mobil, Shell, BP gibi petrol devlerinden oluşan bir Federal Petrol ve Doğalgaz Konseyi kurulacak. Mevcut petrol üretim alanlarının yalnızca üçte biri kadarı Irak Ulusal Petrol Şirketi’nin elinde kalacak. Yabancı şirketlere, kazandıkları paranın şu ya da bu kısmını Irak’a yatırma, yerli şirketlerle ortaklık, Iraklı işçileri çalıştırma ya da son teknolojiyi kullanma gibi hiçbir ön şart getirilemeyecek. Özerk bölgeler kendi petrol yasalarını çıkarıp kendi kararlarını alabilecekler. Nitekim Kürtler ken-
marksist tutum
di yasalarını çıkardılar bile. Ancak kurulacak Konsey, bölgesel kararlar üzerinde veto yetkisine sahip olacak! Emperyalist işgalcilerin dünyanın üçüncü büyük petrol rezervlerini böylesine yağmalamasının önünde şu an tek engel gözüküyor; o da bizzat bu petrolü çıkartacak işçiler! Etkin bir sendikal örgütlülüğe halen sahip olan petrol işçileri Mayıs ayından bu yana söz konusu yasaya karşı gösteriler düzenliyorlar ve yasanın kabulü durumunda greve gideceklerini ilan ediyorlar. Irak hükümeti ise, böylesi bir grevi Saddam’ın 1987 tarihli grevleri yasaklayan kararnamesine dayanarak yasadışı ilan edeceğini duyuruyor! İşe bakın ki, Saddam’ı insanlığa karşı işlediği suçlar nedeniyle ipe yollayan Irak hükümeti, onun işçi sınıfına karşı işlediği suçlara ortak olmaktan bir an bile çekinmiyor. ABD’nin bugün yalnızca Ortadoğu’da değil, ilgi alanına giren tüm bölgelerde izlediği çizgi, kendi istediği düzeni kurana dek muazzam boyutlarda ve derinlikte istikrarsızlık yaratmak, verili statükoyu temelinden sarsarak taşları yerinden oynatmak, tüm güç ve iktidar odakları arasında sonu gelmez gözüken bir çatışma yaratarak birbirlerini takatsiz bırakmalarını sağlamak ve böylece istediği gibi at koşturmaktır. Afganistan’ın işgaliyle başlayan süreç, bir olgunun altını kalınca çizmemizi gerektiriyor. ABD, yürüttüğü savaşta, düşman üzerinde hızlı bir zafer elde etme ve hemen ardından toplumsal ve siyasal bir istikrar sağlama beklentisi içinde değil. Zaten gerçek düşmanların (başta Rusya, Çin ve bir ölçüde AB olmak üzere diğer rakip emperyalist güçler) hiç telaffuz edilmediği, ilan edilen düşmanlarınsa birer hayaletten ibaret ya da son derece asimetrik bir güce sahip olduğu ve nerede biteceğini hiç kimsenin öngöremediği bir savaşta hiç kimse hızlı bir zafer bekleyemez. Tuğla üstüne tuğla koyan bir düzenlilikle nüfuz alanlarında egemenlik kurmak ve bunu istikrara kavuşturmak düşüncesi tümden abestir. ABD’nin bugün yalnızca Ortadoğu’da değil, ilgi alanına giren tüm bölgelerde izlediği çizgi, kendi istediği düzeni kurana dek muazzam boyutlarda ve derinlikte istikrarsızlık yaratmak, verili statükoyu temelinden sarsarak taşları yerinden oynatmak, tüm güç ve iktidar odakları arasında sonu gelmez gözüken bir çatışma yaratarak birbirlerini takatsiz bırakmalarını sağlamak ve böylece istediği gibi at koşturmaktır. Özellikle Ortadoğu gibi, modern sınıfsal ayrımların, dini, etnik, aşiretsel, ulusal vb. ayrımların neredeyse gölgesinde kaldığı bir bölgede, çeşitli grupları birbirine düşürmek son derece kolay gözüküyor. Ortadoğu’yla kıyaslandığında son derece daha gelişmiş, modern bir iktisadi zemine, görece uzun bir tarihsel dönem boyunca şu ya da bu şekilde barış içinde bir arada yaşama tecrübesine
13
marksist tutum
rağmen Yugoslavya’nın emekçi halklarına dayatılan trajedi, emperyalistlerin ve açgözlü yerli burjuva unsurların nelere kadir olduklarını gösteriyor. Öyle anlaşılıyor ki, Yugoslavya, başta Ortadoğu olmak üzere yeniden paylaşımın konusu olan tüm nüfuz alanlarında oynanan emperyalist oyunların prova sahnesi olarak kullanılmıştır. Bugün ABD’nin el attığı bölgelerde istikrar sağlayamamış olması, hiç şüphesiz yalnızca onun istikrarsızlaştırmaparçalama ve güçten düşürme taktiğinden değil, aynı zamanda diğer emperyalist güç odaklarının da işin içinde olmasından ve kendisine karşı direniş hareketlerinin gelişmesinden kaynaklanmaktadır. Ama bunun başka türlü olması, bu dünya jandarmalığında deneyimli emperyalist haydudun diğer haydutların da ne tür oyunlar çevireceği hakkında hiçbir öngörüde bulunmadan ya da direniş hareketlerinin gelişeceğini tümden göz ardı ederek harekete geçmiş olması mümkün mü? Açıkça görülüyor ki, “hesap edilebilir ölçülerde”, öngörülebilir risklerle yönetilebilen bir toplumsal ve siyasal kriz ortamı, ABD stratejisinin zayıf karnını değil, onun emperyalist saldırganlığının en temel enstrümanlarından birini oluşturuyor. Doğada en kaotik sistemler bile kendi içlerinde bir düzeni barındırırlar; düzenden kaos, kaostan düzen hasıl olur. ABD stratejisinin kimi yorumcularca “yapıcı kaos ya da istikrarsızlaştırma” olarak adlandırılması boşuna değildir.
Değişen dengeler ABD’nin Irak’ı işgal ettiği 2003 tarihindeki Ortadoğu dengeleriyle, bugün geldiğimiz noktadaki Ortadoğu arasında muazzam bir farklılık mevcut. Bu farklılıkları birkaç başlıkta ifade edelim. Birincisi, Irak’ta 1200 yıldır hüküm süren Sünni egemenlik, yerini, muazzam bir toplumsal-iktisadi-siyasi istikrarsızlıkla birlikte ABD desteğindeki Şii ve Kürt egemenlerin hükümdarlığına bırakmıştır. Ne var ki bu durum da hiç uzun sürmeyecek gibi gözüküyor. Keza Şiilerin Irak’ta artan gücü son tahlilde İran’ın işine yaradı. ABD’nin Şii etkisini dengelemek için Sünni egemenleri de iktidara ortak etme girişimleri ise Saddam despotizminin anıları henüz belleklerde taze iken hem Şiilerin hem de Kürtlerin direnişi sonucunda fiyaskoyla sonuçlandı. Irak başbakanı Maliki ile ABD yönetiminin arası giderek açılıyor. Eylül ayında Kongre’ye hesap verecek olan Bush, Sünnileri hükümette tutmayı başaramayan Maliki’nin biletini kesmiş görünüyor. Bu durumun iyice olgunlaşıp ABD’li yetkililerce de açıkça dile getirilmeye başladığı bir dönemde Maliki, ABD’yi hepten tedirgin ederek, Suriye ve İran’ı da kapsayan bir Ortadoğu turuna çıktı. Maliki heyetinin üç günlük Suriye gezisinin ardından, Irak ve Suriye pet-
14
Eylül 2007 • sayı: 30
rol bakanları, Kerkük ile Suriye’nin Banyas limanı arasındaki petrol boru hattının onarılarak yeniden işletime açılması konusunda anlaşmaya vardılar. Söz konusu hat ABD’nin 2003’te bombalamasıyla devre dışı kalmıştı. Bu boru hattıyla birlikte genelde Irak’ın özelde ise Kürtlerin Yumurtalık boru hattına ve dolayısıyla Türkiye’ye bağımlılıkları azalmış olacak. Bu adım Maliki açısından bir yandan ABD karşısında elini güçlendirmek, öte yandan da hükümetinin ayakta kalması için gerekli desteği bulabileceği tek kesim olan Kürt egemenlerine jest yapmak anlamına geliyor. Bugün Irak hükümetini ayakta tutan ŞiiKürt ittifakının bozulması, bütün merkezi burjuva iktidarın çökmesinin ve Irak’ın şu anki siyasal bütünlüğünün tarihe karışmasının önünü açabilir. İkincisi, ABD emperyalizminin ve Siyonist İsrail’in saldırganlığı karşısında takındığı tutum ile İran, tüm Ortadoğu’da hiç olmadığı kadar büyük bir etkiye, üstünlüğe ve Ortadoğu’nun yoksul emekçi kitleleri arasında gerçekte hiç de hak etmediği bir sempatiye sahip olmuştur. Hiç hak etmemiştir, çünkü İran rejimi gerek ezilen ve sömürülen işçi sınıfı açısından gerekse de baskı altında tuttuğu başta Kürtler olmak üzere diğer ezilen uluslar açısından sempatiyi değil nefreti hak eden son derece gerici bir burjuva diktatörlüğüdür. ABD düşmanlığını anti-emperyalizm olarak yutturarak kendi halkının gözünü boyayan İran burjuvazisi, Alman, Fransız ve son dönemde de Rus emperyalizmiyle son derece yakın ilişkiler içindedir. Bu rejim yalnızca kurulduğu ilk günlerde binlerce komünisti ve devrimciyi katletmekle ve on binlercesini en zalim işkencelerden geçirmekle kalmadı, bugün bile işçi hareketi karşısında en baskıcı uygulamaları hayata geçirmekten, sendikaları ve grevleri yasaklamaktan ve yakaladığı devrimcileri vinçlerin tepesinde sallandırmaktan vazgeçmiş değil. Üçüncüsü, Filistin kurtuluş hareketi paramparça olmakla kalmamış, Filistin iç savaşa sürüklenip bölünmüş ve Filistin sorununda bölgedeki Arap hükümetlerinin geleneksel konumlanışı büyük ölçüde değişmiştir. Filistin halkının mücadeleci kesimleri artık yalnızca ABD ve İsrail saldırganlığının hedefinde değildir. Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün ve Körfez devletleri de, Filistin hareketine sırt çevirmişler ve İsrail’le ortak hareket etmeye başlayacaklarını belli etmişlerdir. El-Fetih, bu noktada ABD emperyalizminin ve İsrail’in Filistin içindeki ajanı haline gelmiştir. Bugün, ABD ve İsrail karşıtı bir çizgiyi en azından görünüşte temsil eden Hamas’a arka çıkması, Filistin sorununu bir koz olarak eline geçiren İran’ın tüm bölgedeki etkinliğini daha da arttırmıştır. Aynı olgu Lübnan’da da karşımıza çıkıyor. İsrail saldırısına ve bu saldırı karşısında kılını kıpırdatmayan Lübnan hükümetine karşı İran’ın desteklediği Hizbullah’ın başarılı bir direniş sergilemesi, son tah-
Eylül 2007 • sayı: 30
lilde yine İran’ın hanesine yazılmıştır. Dördüncüsü, Ortadoğu’nun en köklü sorunlarından Kürt sorunu, tüm parçalarında hiç olmadığı kadar alevlenerek öne çıkmış ve Irak’taki Kürtler kendi açılarından çok önemli politik mevziler kazanmış, bir federe devlete kavuşmuşlardır. Irak Kürdistanı bölgedeki tüm Kürtler açısından bir çekim merkezi haline gelmiştir. Bu durum, Türkiye’deki Kürt hareketine yeni boyutlar katacağı gibi hiç kuşkusuz İran’daki Kürt mücadelesinin son dönemde ivmelenmesinin de nedenlerinden birini oluşturmaktadır. Tüm bunlar dört parçaya bölünmüş ezilen Kürt halkına karşı başta Türkiye ve İran olmak üzere bölgedeki burjuva rejimlerin yeni kanlı saldırıları tezgâhlamasını da körüklüyor. Geçenlerde Irak’ın Şengal bölgesinde Yezidi Kürtlerinin yaşadığı iki köye karşı yapılan saldırı inanılmaz bir katliamla sonuçlandı; 525 kişi hayatını kaybetti, 1500 kişi evsiz kaldı. Hemen ardından da İran’ın Türkiye’yle işbirliği içinde gerçekleştirdiği sınır ötesi operasyon, Kürt köylerinin topa tutulması ve boşaltılması geldi. Açıktır ki, Irak Kürdistanı’ndaki gelişmeler hiç de istikrarlı ve kalıcı bir zemine sahip değildir. Bunun en tipik göstergelerinden birini Kerkük referandumu sorununda görmek mümkün. Irak Anayasası 2007 sonuna dek Kerkük’te referandum yapılmasını gerekli kılıyor. Ancak bu referandumu organize etmek ve Anayasada belirtilen referandum öncesi düzenlemeleri gerçekleştirmek ve denetlemekle görevlendirilen Komisyon, gerek Sünnilerin gerekse de Şiilerin engellemeleri sonucunda işlevsiz kaldı. Komisyona hükümet tarafından bir başkanın atanması bile ancak aylar sonra, sürecin işlemediğini gören Barzani’nin iç savaş “tehdit”i sonrasında Temmuz ayında yapıldı. Referandumdan önce bir “normalleşme”nin yaşanması, yani Saddam despotizmi tarafından Kerkük’e yerleştirilen Arapların geri gönderilmesi, aynı dönemde sürgün edilen Kürt ve Türkmenlerin geri dönmesi, doğacak mülkiyet problemlerinin çözülmesi ve yine Saddam tarafından Kerkük vilayetinden kopartılarak diğer vilayetlere bağlanan ilçelerin tekrar Kerkük’e bağlanması gerekiyor. Henüz anlamlı bir mesafe kaydedilmeyen bu adımlardan sonra, bir nüfus sayımının yapılması ve seçmen kütüklerinin oluşturulması gerekiyor. Tüm bunların 2007 sonuna kadar bitirilmesi ise gerek ABD’nin gerekse de Irak’taki diğer egemen güçlerin blokajı sonucunda pek mümkün gözükmüyor. ABD emperyalizminin, Kürt önderliğini yüzüstü bırakmayacağının hiçbir garantisi yoktur. Tersine, Türkiye’deki Kürt hareketinin yeni dönemde nasıl bir tutum takınacağına ve ABD’nin İran’a karşı bir müdahalede Türkiye’ye ne ölçüde ihtiyacı olacağına bağlı olarak bu olasılık her an bir gerçeğe dönüşebilir. Daha önce de belirttiğimiz üzere Türk Genelkurmayının ABD karşısında doğrudan ya da dolaylı efelenerek yaptığı şantajla vermek istediği mesaj, Kürtlerin gözden çıkarılarak ABD’nin bölgedeki en önemli taşeronu olmaya hazır olduğu idi. ABD’nin tescilli gericilerinden ve eski Türkiye büyükelçisi Morton Abramowitz
marksist tutum
de geçenlerde yazdığı bir yazıda Irak Kürtlerine gözdağı vererek bu ihtimalin hiç de güçsüz olmadığını kanıtlamış oluyor: “Irak Kürdistanı şimdi yükseliyor olabilir, ancak Türkiye’nin askeri bir harekât düzenlemesi durumunda ekonomik ve siyasi başarısı tehlikeye girecektir. Ayrıca, ABD şimdi ne söylüyorsa söylesin, eninde sonunda Irak’tan çekilecek ve Kürtler bağımsız bir Kürt devletine karşı çıkan düşman komşularla baş başa kalacak.” Beşincisi, Türkiye’yi bir tarafa bırakacak olursak, tüm Müslüman ülkelerde radikal İslamcı hareketler hiç olmadığı kadar güçlenmiş ve emekçi kitleler nezdinde ciddi bir destek kazanmış durumdalar. Lübnan’da Hizbullah, Filistin’de Hamas, Mısır’da Müslüman Kardeşler ve genelde El-Kaide ciddi ve belirleyici birer güç durumuna gelmişlerdir. Bu değişim tablosu aynı zamanda yepyeni bir çelişkiler yumağını da beraberinde getiren muazzam bir karmaşaya işaret ediyor. ABD’nin en yakın hedefi İran olarak gözüküyor. Ama İran, ABD kuklası olarak görülen Irak hükümeti üzerinden Irak’ta hayli etkin bir pozisyon kazanmış durumda. Tüm Şii grupları temsil etme kapasitesinden mahrum olan Maliki, iktidarda kalmak için Kürtlerin desteğine muhtaç durumda. Iraklı Kürt egemenleri ise bugün kazandıkları pozisyonun kısa vadeli güvencesinin ABD’nin bölgedeki varlığı olduğu düşüncesiyle onun talepleri doğrultusunda Şii egemenleriyle imzaladıkları zoraki nikâha sadık kalıyorlar. Fakat Iraklı Şii egemenlerle iyi geçinmek zorunda kalan Kürt liderliği, öte yandan, Şii İran rejimine
15
marksist tutum
karşı silahlı mücadele yürüten Kürt grupları belli ölçülerde destekliyor. ABD’nin bölgedeki taşeronlarından Türkiye, ABD’nin desteklediği Kürt liderliğiyle kanlı bıçaklı. Aynı Türkiye, tıpkı Irak gibi, ABD’nin düşman ilan ettiği Suriye ve İran’la yakınlaşmaya ve enerji anlaşmaları yapmaya çalışıyor. İran’ın artan etkisi karşısında bölgedeki diğer Sünni Arap devletleri de giderek daha fazla ölçüde ABD ve İsrail politikasına angaje oluyorlar. Bu durum, yoksul Arap emekçi kitleler arasında büyük bir tepkiye yol açıyor. Bu ise neredeyse hepsi baskıcı faşizan tabiattaki Sünni Arap rejimlerini kendi halkları karşısında daha da baskıcı önlemler almaya itiyor.
Burjuva tepişme yayılarak alevlenecek Büyük güçlerin ve yerli burjuva sınıfların kör düğüm haline gelmiş bu çıkar çatışmaları, tüm bölgeyi saracak bir emperyalist kan banyosuna işaret etmektedir. ABD emperyalizminin ve onun İngiliz-İsrailli ortaklarının Ortadoğu’da tam da böylesi bir kan banyosunun hazırlıklarını hızlandırdığı gün gibi açıktır. Çeşitli burjuva ideologlar, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesinden vazgeçtiğini, artık Ortadoğu’ya demokrasi getirme projesinin rafa kaldırıldığını söylüyorlar. Bu bütünüyle ikiyüzlü bir yalandır. ABD’nin hiçbir zaman Ortadoğu’ya demokrasi getirmek gibi bir niyeti olmadığı gibi, BOP da bir demokrasi projesi değildi. Adına ne denirse densin, ABD’nin projelerinin hepsinin temel ekseni, başta Ortadoğu olmak üzere tüm nüfuz alanlarında kendi egemenliğini kurmaktır. Bu tıpkı dün olduğu gibi bugün de, bir ülkede despotik bir rejimi yıkarak, bir diğerinde ise en faşizan diktatörlüğü destekleyerek veya kurdurarak ilerleyen bir savaş anlamına gelir. ABD’nin planlarında köklü bir değişiklikten değil, ancak bir takım revizyonları zorunlu kılan önemli bir gecikmeden bahsedilebilir. Arkalarına Rusya ve Çin gibi süper güçlerin desteğini de alan İran ve Suriye’nin diplomatik alanda becerikli hamleleri bu gecikmeyi yaratan etkenlerden biri ise, bir diğer etken de Filistin, Lübnan ve Irak’ta ABD ve İsrail’in direnişçi grupları etkisiz hale getirememesidir. Bugün ABD, hedef tahtasına oturttuğu İran ve Suriye’ye karşı güçlerini topluyor ve bölgedeki müttefikleriyle ilişkilerini güçlendirerek onları “ılımlı Sünni Cephesi” adı altında örgütlemeye girişiyor. Bu cephenin bileşenleri olacak Arap ülkeleri İsrail’le dostluk kurmaya başlıyor. İş, İsrail’in Batı Şeria’ya Ürdün askerlerinin ve BM gücünün gelmesini talep etmesi noktasına kadar varmış durumda! Türkiye’nin de bu güce katılarak Lübnan’dan sonra Filistin’de de İsrail ve ABD emperyalizminin çıkarlarının bekçiliğine soyunması gündemde. İsrail’le yardakçı Arap rejimlerini yakınlaştırma gayretlerinin başarısı için Filistin sorununun çözülüyormuş gibi gösterilmesi kuşkusuz zorunluluktur. Bu amaçla ABD, yandaşı Arap ülkeleri ve İsrail’le birlikte “iki devletli çözüm” önerisini tekrar gündeme getirdi. Filistin’in neden iç
16
Eylül 2007 • sayı: 30
savaşa sürüklenip iki bölgeye ayrıldığı böylece ortaya çıkmış oluyor. Direnişçi Filistinlilere sopa, yardakçı El-Fetih’e de BM barış gücüyle korunan ve dolarla fonlanan mikrodevlet havucu! Böylece sözde bir çözüme ulaşılmış, bu temelde Arap-İsrail yakınlaşması sağlanmış ve İran’ın elinden kozlarından biri daha alınmış olacaktır. ABD, bir Arap-İsrail Barış Konferansıyla bu planı taçlandırmak istiyor. Aynı zamanda da kendi çizgisindeki bu burjuva rejimleri tepeden tırnağa silahlandırmaya girişiyor. ABD, önümüzdeki on yıl içerisinde, İsrail’e 30, Suudi Arabistan’a ve Körfez ülkelerine 20, Mısır’a da 13 milyar dolar olmak üzere, toplam 63 milyar dolarlık silah satışı gerçekleştirecek. Böylelikle hem İran’ı dize getirmek için ABD askerlerinin değil Sünni emekçilerin kanları akıtılacak, hem de ABD tekellerinin kasalarına on milyarca dolar taze para akıtılacak! Bu silahlar da kuşkusuz vakti gelince İranlı emekçilerin tepelerinde patlayacak. İran burjuvazisi de işçilerin sırtından elde ettiği muazzam kârları milyarlarca dolarlık yeni silahların alınmasına ayırmaya ve giderek daha da silahlanmaya devam ediyor. Son dönemde yaptıkları anlaşma gereğince İran Rusya’dan 250 savaş uçağı alacak. Tüm bu gelişmelere paralel olarak İran, Rusya ve Çin ile giderek daha fazla yakınlaşıyor. Geçtiğimiz günlerde Şanghay İşbirliği Örgütü’nün yedinci zirvesi toplandı. Başını Rusya ve Çin’in çektiği ve Asya’da giderek etkisini arttıran bu oluşuma İran ve Pakistan da üye olmak istiyorlar ve son zirveye gözlemci sıfatıyla katıldılar. Bilinçli olarak zirveyle aynı tarihte düzenlenen Çin-Rusya ortak askeri tatbikatı ise söz konusu örgütün hiç de militarizmden uzak olmadığını ortaya koyuyor. Tersine, bu oluşum etrafında NATO’ya rakip olacak bir savaş aygıtı giderek daha belirgin bir şekilde biçimleniyor. Bu da İran’a karşı bir seferberlikte, İran’ın en azından el altından bu yeni emperyalist blokun desteğinden mahrum kalmayabileceğini gösteriyor. Tüm bu gelişmeler, çok daha geniş kapsamlı bir bölgesel savaşa doğru adım adım gidildiğinin işaretleridirler. Şiisiyle Sünnisiyle, Yahudisiyle Hıristiyanıyla, Arabıyla Türküyle, Acemiyle bölgedeki tüm burjuva güçler, emekçi yığınların kanı ve kemikleri üzerinden güç, iktidar ve kâr savaşı veriyorlar. Hepsi de diken üstünde duran bu burjuva iktidarların ya da güç odaklarının mevcut konumlarını sürdürebiliyor olmalarının tek nedeni, emekçi kitleleri etnik, dini, mezhepsel ve aşiretsel fay hatları boyunca bölmeyi başarıp, onları burjuva ideolojisine mahkûm etmiş olmalarıdır. Emekçi kitleler bu bölünmüşlüğü ortadan kaldırıp sınıfsal temelde birlik olamadıkları müddetçe, egemen burjuva sınıfların kendi aralarındaki çıkar çatışmalarının işaret ettiği tek gerçeklik, muazzam bir emperyalist kan banyosudur. Bugüne dek işçi sınıfı birlik olamamanın ve proleter devrimci bir çizgide ileri atılamamanın cezasını emperyalist savaşlarla ve karşı-devrimlerle çekmiştir. Bu kural bugün de tüm yakıcılığıyla geçerliliğini koruyor.
Kapitalizm Altında Sular Durulmuyor Kerem Dağlı
Y
aşamın kaynağı olan su, en temel ihtiyaç maddesi olarak, tarihteki bütün uygarlıklar üzerinde derin bir iz bırakmıştır. Zira yaklaşık 10 bin yıllık bir tarihsel geçmişi olan uygarlık tarımla başlamıştır ve tarım su demektir. İnsanoğlu bin yıllardır suyu kontrol edebilmek ve kullanabilmek için kanallar, bentler inşa etmiş ve bu yapıların inşa edilmesi, bakımları ve korunabilmeleri gelişmiş toplumsal organizasyonları gerekli kılmıştır. Sulamanın ekonomik yaşamda merkezi bir rol oynadığı bu toplumlarda işbölümü daha da gelişmiş, bilim ve kültürde önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Uygarlığın gelişimine katkısı muazzam olan su, taşıdığı bu önem yüzünden aynı zamanda çatışmaların ve savaşların da konusu olmuştur. Örneğin ilk yazılı kanun olarak bilinen Hammurabi Yasaları, inşa edilmiş kanalların ve bentlerin kullanımına ve suyun paylaşımına ilişkin kurallar oluşturma gereği üzerine doğmuştur. Tarihte bilinen savaşların birçoğu da su kaynaklarını ele geçirme arzusu yüzünden yaşanmıştır. Günümüz kapitalist dünyasında da su ölümlerin, açlığın, kıtlığın, hastalıkların ve savaşların sebeplerinden birisi haline gelmiş durumda. Bu gerçekliği dile getiren raporlarda ve medyada, önümüzdeki 30-40 yıllık süre içerisinde su sıkıntısının küresel ölçekte bir sorun oluşturacağı ve “su savaşları”nın kapıda olduğu, bolca yazılıp çiziliyor. Bu durumdan en çok etkilenecek coğrafyaların başında da, zaten kanlı bir paylaşım kavgasının tüm hızıyla sürdüğü Ortadoğu geliyor. Kimilerince abartılı bulunsa da, emperyalist-kapitalist sistemin akıldışı sicili göz önüne alındığında “su savaşları” hiç de kurgusal bir fantezi değildir. Bilakis, doğanın aşırı tahribine yol açan kapitalist üretim tarzına eşlik eden politikalar sayesinde insanlık, bir bardak su için birbirini öldürecek noktaya doğru hızla çekilmektedir. Yaşam kaynağımız su, hızla metalaşmış olduğu kapitalizm altında tıpkı petrol veya diğer enerji kaynakları gibi
ticari rekabetin, hegemonya yarışının ve emperyalist paylaşım kavgalarının nedeni haline gelmiştir.
Suyu “sorun” haline getiren kapitalizmdir Günlük yaşamdan endüstriye, sağlık alanından tarıma kadar pek çok açıdan ihtiyaç duyduğumuz bir kaynak olan suyun durumu, özellikle son yıllarda doğa ve çevre felâketlerinin artmasıyla birlikte daha fazla gündeme girmeye başladı. Burjuvazi, insanlığın geleceğini düşünmese de, en azından kendisinin ve sermayenin geleceğini düşünmek zorunda olduğundan, sorunun vahametinin boyutlarının ve çözüm yollarının araştırılması için bu konuya epeyce bir kaynak ayrılmış durumda. Kapitalizmin, eğer yok edilmezse insanlığı yok edecek denli tahrip edici bir sistem olduğu, çevresel felâketler ve küresel ısınma gibi meseleler üzerine yapılan bu araştırmalarla her geçen gün daha fazla ortaya çıkıyor. İş o noktaya gelmiş durumda ki, burjuvazinin gücü bile sorunu saklamaya yetmiyor. Bu araştırmalardan birisi olan BM’nin yayınladığı Su Raporuna göre, (kapitalist politikalar yüzünden) on yıllardır gözlerden uzak tutulmaya çalışılan sorunlar artık patlama noktasına gelmiş durumda. Raporda, 2025 yılının kuraklık ve beraberinde meydana gelecek felâketler için bir dönüm noktası olduğu, bu yıldan itibaren dünya nüfusunun üçte ikisinin su sıkıntısıyla karşı karşıya kalacağı, 2050 yılına gelindiğinde ise 9,3 milyara ulaşacak olan insan nüfusunun (60 ülkede yaşayan) 7 milyarlık kısmının su kıtlığı yaşayacağı söyleniyor. Bu duruma yol açan sebepler ise raporda şöyle belirtilmiş; küresel ısınmanın sebep olduğu iklim değişikliğiyle beraber kuraklığın artması, yağış miktarı ve seyrinin değişmesi, buzul kütlesinin azalması. Su kaynaklarının kurumasının ve ekolojik dengenin bozulmasının nedeni de “insanın doğaya müdahale-
17
marksist tutum
si” olarak konuluyor ve rapor “Avrupa ve ABD’deki dev çiftlikler, Asya ve Afrika’da da giderek büyüyen kentlerin su ihtiyacı ve insanların suyu kullanış şekillerine bakıldığında; insanların bu şekilde su harcamaya devam etmesi durumunda, gelecekte her bir damla suyun hesabının yapılması gerekecek” türünden cümlelerle devam ediyor. Yine BM’ye ait “Kıtlığın Ötesinde: Güç Dengesizliği, Yoksulluk ve Küresel Su Krizi” isimli bir başka çalışmada ise, durum biraz daha açıktan ortaya konuyor. Uzmanlar tarafından 60’lı yıllardan beri uyarıların yapıldığı fakat dikkate alınmadığı, nüfus artışı ve iklim değişikliği ile birlikte dünyanın en zengin ve en yoksul ülkeleri arasındaki uçurumun giderek büyüdüğü, ekonomik olarak geri kalan ülkelerin doğal kaynaklardan da mahrum kaldığı, yoksulların temiz suya ulaşmak için zenginlerden daha fazla para ve emek harcadığı ve buna rağmen çok daha kirli-kalitesiz suları içmek zorunda kaldıkları, raporda yer alan ifadeler arasında. Önsözde su rekabetinin gelecek yıllarda artacağına işaret edilerek, ulusal düzeyde su rekabeti arttıkça, küçük çiftçilerin ve toplumun zayıf kesimleri de dâhil olmak üzere en az haklara sahip olanların, su kaynaklarının daha güçlü kesimlere aktarıldığına tanık olacakları ve su sıkıntısına sahip bölgelerde sınır ötesi anlaşmazlık potansiyelinin artacağı belirtiliyor. Dünyada milyonlarca kişinin temiz suya erişimi olmadığına ve bunun suyun kıtlığından değil, yoksulluktan, eşitsizlikten ve başarısız hükümet politikalarından kaynaklandığına dikkat çekiliyor. Sorunun vahameti, burjuvazinin ortak çıkarlarını korumayı ve kapitalist sistemin selametini düşünme görevini üstlenmiş bu tür emperyalist kurumlarda çalışan raportörleri bile “açık sözlü” olmaya itse de, neticede sorunun asıl kaynağına değinilmemekte ve adı konmamaktadır. Kuşkusuz sorunun asıl müsebbibi kapitalizmden başkası değildir. Bunu daha iyi kavramak ve sorunun boyutlarını görebilmek için, yine aynı raporlarda yer alan verileri beraberce inceleyelim. %70’i suyla kaplı dünyamızda bu suyun sadece %3’ü
18
Eylül 2007 • sayı: 30
kullanılabilir ve içilebilir durumdadır. Bu tatlı su kaynaklarının yaklaşık %70’i ise buz veya buzulların içine hapsolmuş haldedir. Kalan %29’unu ise yeraltı suları oluşturuyor. Nehirler ve göller gibi yerüstü sularının oranı ise %1’in altındadır. Mevcut tatlı su kaynakları kişi başına yılda ortalama 7000 m3 su istihkakı sağlamaktadır. BM standartlarına göre alt sınırın 1000 m3/kişi-yıl, üst sınırın da 10.000 m3/kişi-yıl olduğu göz önüne alındığında, bunun son derece yeterli bir miktar olduğu anlaşılacaktır. Ne var ki, su kaynakları kapasite olarak yeterli durumda olsa da, bu kaynakların coğrafi olarak dağılımında bir eşitsizlik söz konusudur. Yeryüzünde bulunan 214 temel su kaynağını içeren bölge yahut havzanın 155’i –ki dünya su ihtiyacının %40’ını karşılayabilecek kapasitededirler– birkaç ülkenin (ABD, Çin, Rusya ve Kanada) sınırları içinde yer almaktadır. Su kaynakları açısından en fakir bölgeler, tahmin edileceği gibi Kuzey Afrika ve Ortadoğu’dur. Sosyalizm gibi yeryüzü kaynaklarının hiçbir kişinin ve/veya sınıfın özel mülkü olmayacağı ve maddi manevi tüm bu kaynakların insanlığın ortak ihtiyaçlarına uygun biçimde kullanılacağı bir toplumda hiç de sorun teşkil etmeyecek bu durum, kapitalizm altında insanlığın mahvına yol açabilecek denli ciddi bir hal alabiliyor. Çünkü kapitalizm altında bu eşitsizlik, dünya nüfusunun önemli bir kısmının temiz suya erişememesini ve buna bağlı olarak birçok toplumsal sorunun yaşanmasını beraberinde getiriyor. Verilere göre, dünya üzerindeki 188 ülkeden 50’si ciddi su sıkıntısıyla karşı karşıyadır. Bu 50 ülke dünya nüfusunun yaklaşık %40’ını içeriyor. Yaklaşık 1,5 milyar insan ise temiz içme suyu bulamaz durumda. Her 7 dakikada bir kişi, susuzluktan dolayı ölüyor. Kirli sudan ya da temiz su bulamadığı için buna bağlı önlenebilir hastalıklardan dolayı ise yılda yaklaşık 1,6 milyon insan hayatını kaybediyor. Üstelik bunların %90’ına yakını beş yaşın altındaki çocuklar. Bilimdeki, teknolojideki ve kültürel alandaki gelişmeler burjuvazi tarafından her fırsatta dile getiriliyor ama dünya nüfusunun %22’sinin evinde içme suyu yok. 2,4 milyar insan sağlık hizmetleri ve hijyenin yetersiz olduğu yerlerde yaşarken, Afrika’da bir insan günde ortalama beş saatini temiz su bulmak için harcamak zorunda. Üstelik bu eşitsizlik, su kaynaklarının coğrafi dağılımıyla sınırlı da değildir. Yeterli miktarda su kaynağına sahip olan birçok ülkede dahi, neo-liberal ekonomi politikaları ve egemenlerin siyasi çıkar hesapları yüzünden su sıkıntısı yaşanmaktadır. Örneğin ABD’de kişi başına düşen yıllık su tüketim miktarı 7500 m3 civarındayken, bu rakam, Nil nehri gibi dünyanın sayılı büyüklükteki bir su kaynağının yanı başında yer alan Sudan’da 600 m3 dolayındadır. Hem su kaynaklarının kısıtlı olduğu hem de siyasi kavgaların, çekişmelerin toplumsal yaşamı felç ettiği
Eylül 2007 • sayı: 30
marksist tutum
dece %8’i içme ve kullanma suyuna ayrılıyor. Oysa tarımsal alanda ve sanayide yapılacak bazı düzenlemelerle su tüketiminin pekâlâ azaltılabileceği biliniyor. Benzer şekilde alt yapıya gereken önem verildiği takdirde de, gelişmiş ülkelerde %15’e ve daha geri ülkelerde %70’e kadar varan su kayıplarının (dağıtım sistemlerinde meydana gelen) önlenmesi mümkün. Ancak bunlar hiç de kârlı bir yatırım olarak görülmediğinden, kapitalistler açısından son sıralarda yer alan seçenekler olmaktadır.
Neo-liberal su politikaları
Bolivya’da suyun özelleştirilmesine karşı direnen halk polis saldırısına rağmen su tekelini ülkeden kovmuştu.
Filistin’deki Gazze şeridinde ise aynı rakam 165 m3’e kadar düşmektedir ki bu, insanın ihtiyaç duyduğu minimum seviye olan 1000 m3’ün oldukça altındadır. Su kaynaklarına erişim ve kullanım hakkının, kapitalizm altında son derece eşitsiz kullanıldığı, bu rakamlardan da anlaşılacağı üzere bir olgudur. Tüketilen suyun %85’ini dünya nüfusunun %12’si kullanmaktadır ve bu %12’lik dilimde yer alanların emperyalist-kapitalist metropollerde yaşayanlar olduğu rahatlıkla tahmin edilebilir. Temiz suya erişemeyen ya da sınırlı olarak erişebilen her üç kişiden ikisinin günlük geliri 2 doların, kalan birininki ise 1 doların altındadır. Buradan çıkan en bariz sonuç, su sıkıntısının aslen yoksulların sorunu olduğudur. Üstelik yoksullar, temiz suya ulaşmak için zenginlerden daha fazla para ödemek zorundalar. New York’ta yaşayan birisi suyun m3’üne ortalama 15-20 cent harcarken, su zengini bir coğrafya üzerinde kurulu Bolivya’nın başkenti La Paz’da, su tekeli Bechtel ülkeden kovuluncaya kadar suyun m3’ü 1 doları bulmaktaydı. Su sıkıntısını yaratan faktörlerden biri de kapitalizm altında plansız ve anarşik bir biçimde gelişen sanayileşmedir. Geçtiğimiz yüzyılda dünya nüfusu 2 kat, su tüketimi ise 6 kat artmıştır. Bu oran, su tüketiminde asıl belirleyicinin tarımsal üretim ve sanayi, yani kapitalist üretim tarzı olduğunun göstergesidir. Dünya ortalamasına göre su tüketiminin %70’i tarımsal sulamaya, %22’si sanayiye ve sa-
Kapitalistler ve çokuluslu tekeller, dünya nüfusunun hatırı sayılır bir kısmının yaşadığı bu sıkıntıları aşmak yönünde gerçekte kıllarını kıpırdatmazken, sözümona “bir şeyler yapmak” adına ikiyüzlü oyunlar sahnelemekten de geri durmuyorlar. Buna en güzel örnek, dünyanın hali hazırda yaşadığı ve ilerleyen yıllarda daha fazla yaşayacağı su sorununun tartışıldığı Dünya Su Forumudur. Üç büyük tekelin başını çektiği Dünya Su Konseyinde ve onun 1997 yılından beri üç yılda bir düzenlediği Dünya Su Forumunda çevrilen dolapların asıl amacı, gittikçe büyüyen su pazarını tamamen ele geçirmek ve neo-liberal politikalar doğrultusunda su hizmetlerinden elde edilen muazzam kârları cebe indirmektir. Dünya genelinde su sıkıntısının giderek daha can yakıcı hale geliyor olması da, bu tekellerin gözünde fiyatı arttırıcı bir unsurdan başka bir şey değildir. BM gibi emperyalist kurumların yahut sözümona insanları tehlikelere karşı uyarmak gayesi güden medyanın felâket tellâllığı yapmasının altında yatan maksat da bu açıdan tekellerin elini kuvvetlendirmektir. Neo-liberal anlayışın su politikasının özünde, su kaynaklarının özelleştirilerek bu tekellerin özel mülkü haline getirilmesi, su hizmetlerinin dağıtımının ve satışının kamusal yanının ortadan kaldırılarak bu işlerin de tekellerin kontrolüne geçmesi yatmaktadır. Bugün itibariyle bu tekeller, dünya üzerindeki kullanılabilir su kaynaklarının %20’sini ellerine geçirmiş durumdadırlar. “Üç büyükler” olarak anılan bu tekellerin (Fransız Suez ve Vivendi ile Alman-İngiliz ortaklığındaki RWE-Thames Water) 2002 yılındaki toplam ciroları 160 milyar doları, büyüme hızları ise %10’ları bulmuştu. Su endüstrisinin toplam hacmi ise yılda 1 trilyon dolara yaklaşarak, ilaç sektörünü geçmiş ve petrol sektörünün %40’ına ulaşmıştır. Üstelik hali hazırda su hizmetlerinin sadece %5’i özelleştirilmiş durumdadır. Bu tablo, “üç büyükler”in su pazarını ele geçirmede neden bu denli heveskâr davrandığını ve neo-liberal saldırıların pervasızlığını anlamak için yeterlidir. Bu bağlamda çokuluslu tekellerin taşeronu ve acentesi işlevini gören Dünya Su Konseyi ve Dünya Bankası (DB) gibi kuruluşlar, tekelci mali sermayenin önünü açacak politikaları ve uygulamaları devletlere dayatmak için düzenledikleri bu forumlarda sözde bilimsel saptamalarda bulunuyorlar. Bunlara göre, su sunumundaki kıtlığın sebebi
19
Eylül 2007 • sayı: 30
marksist tutum
Vandallar kolu kopardıkları için pompa çalışmıyor... Ama bak!
yüksek nüfus artışının su kaynakları üzerine bindirdiği basınçtır. Ayrıca maliyetin altında (!), yapay ve düşük fiyatlandırıldığı için de su tüketiminde israf oluşmaktadır. Devletler ve yerel yönetimler de, düşük yatırım, popülizm ve yolsuzluklar nedeniyle bu işi becerememektedirler. Dolayısıyla güvenli su üretimi ve dağıtımı için özel sektörü bu işe ortak etmek, daha da açıkçası devletlerin yahut yerel yönetimlerin bu işlevlerini özelleştirmek gerekmektedir. Ne diyelim, minareyi çalan kılıfını uydurur! Pratikte ise bu önermeler, DB’nin verdiği kredilerin ön koşulları olarak ileri sürülmektedir. Çünkü su kaynaklarının ele geçirilmesinde en sık kullanılan yöntem, DB ve benzeri uluslararası finans kuruluşları aracılığıyla, devletlerin yahut yerel yönetimlerin gerçekleştireceği projelerin kredilendirilmesini özelleştirme şartına bağlamaktır. Genellikle yüksek bütçeli yatırımlar gerektiren su projelerinin baş finansörü DB, sadece “suyun kaynaktan çeşmeye, kanalizasyondan arıtmaya ve deşarja kadar, çokuluslu şirketlerin ve çok aktörlü bir dünya su yönetiminin kontrolü altında ve ticarileşmiş bir anlayış çerçevesinde temin edilmesi gerektiği” anlayışına uygun projeleri onaylıyor. Dünya Su Forumunun beşinci kongresinin, 2009 yılında İstanbul’da yapılması kararlaştırılmıştır ve bu yer seçimi boşuna değildir. Neo-liberal su politikalarının kısmen hayata geçmeye başladığı Türkiye, adeta bulunduğu coğrafyada pilot bölge seçilmiştir. Bu politikaların hayata geçtiği yerlerde ortaya çıkan sonuçlar ise nasıl bir saldırıyla karşı karşıya olduğumuzu fazlasıyla açık bir biçimde göstermektedir. Su tekelleri, gittikleri ülkelere, “daha sağlıklı ve yeterli su sağlamak” bahanesiyle girdikleri halde, ilk iş olarak tasarruf adına personel azaltımına gidiyor, işçi ücretlerini düşürüyor, servisleri kısıtlıyor ve fiyatları arttırıyorlar. Örneğin su hizmetlerinin Fransız Suez’e devredilmesinin ardından Gana’da su ücretleri %95 artmıştır. Aynı fahiş fiyat artışları Fransa’da %150, Filipinler’de %400, Bolivya’da %300 ve İngiltere’de %450 olarak gerçekleşmiştir. Avustralya’da Sydney’deki özelleştirme sonrasında içme suyunda yüksek oranda parazit ve bakteri bulunmuş, Kanada’da da
20
7 kişi e.coli bakterisi yüzünden ölmüştü. Güney Afrika’da Johannesburg’da su yoksullar için ulaşılamaz, bedeli ödenemez hale geldi ve binlerce abonenin suyu kesilince kolera salgını baş gösterdi. İngiltere’de de dizanteri vakalarında 6 kat artış yaşandı. Hindistan’da su giderleri, asgari ücretle geçinen bir ailenin bütçesinin %25’ine ulaştı. Birçok ülkede, örneğin Peru’da, su kaynakları kısıtlı olmamasına rağmen fahiş fiyatlar uygulanmaya başlandı. Sonuç olarak yaşanan deneyimler, şirketlerin muazzam kârlar elde ettiğine ancak buna karşılık ne su sıkıntısında bir düzelme olduğuna ne de “sağlıklı ve yeterli su” sağlandığına işaret ediyor. Tekellerin bu yatırımları ve aşırı kârları da, herhangi bir “sosyal patlamaya” yahut halk isyanlarının basıncı altında kalarak tekellerle yaptığı anlaşmayı bozmaya çalışacak hükümetlere karşı, GATS anlaşması ve uluslararası tahkim kurumları tarafından garanti altına alınmış durumda. Yukarıda da belirttiğimiz üzere, Türkiye de aynı yola girmiş durumdadır. Devasa bir proje olan GAP’ın kredilendirilmesi buna örnektir. Benzer şekilde Antalya belediyesine ait su işletmeleri 10 yıllığına, İzmit’teki Yuvacık barajının işletme imtiyazı da 16 yıllığına bir tekele devredilmiştir. Çeşme-Alaçatı ve Bursa su işletmelerinin de aynı yolla bir tekele devredilmesi gündemdedir. Burjuvazi projenin bölge halkına ve ülkeye getireceği kalkınmadan, faydalardan dem vursa da gerçeğin böyle olmadığını ve olmayacağını anlamak için kâhin olmaya gerek yok. Bir kalkınma olacağı kesindir, ama muradına erip kalkınan su tekelleri olacaktır. Yoksul halkın ve işçi-emekçi sınıfların başına ise üç çürük elmadan başka bir şey düştüğü görülmemiştir. Burjuva medya, tüm dünyada gündemi işgal eden “su savaşları ve kuraklık” senaryolarını aynen tekrar ederek ve son günlerde Ankara başta olmak üzere birçok büyük şehirde yaşanan su sıkıntılarını bahane ederek adeta yeni bir kampanya başlatmıştır. Medyanın sarıldığı “su savaşları ve kuraklık” senaryoları asılsız değildir ama burjuvazinin derdi de halkın sıkıntılarını gidermek veya halkın yararına birtakım önlemler almak değildir. Tersine, özellikle büyük şehirlerde yaşanan veya yaşanacak olan su sıkıntıları bahane edilerek suda özelleştirme uygulamaları birer birer gündeme getirilecektir. 2009’da İstanbul’da yapılması planlanan Dünya Su Forumunun maksadı da budur. Su savaşları ve kuraklıkla ilgili senaryoların habire ısıtılıp önümüze getirilmesi de, Türkiye’nin bölgesel güç olma hesaplarına elindeki su kozunu da kattığının ve önümüzdeki günlerde bu konuda daha çok şeyler yazılıp-çizileceğinin göstergesidir.
Su savaşları kapımızda Petrol gibi önemli ve stratejik bir madde haline gelmesi ve uzun vadede dünyayı ciddi ölçüde su sıkıntısının bekliyor oluşu, suyu, emperyalist kapışmaların ve hegemonya yarışının konularından birine dönüştürmüştür.
Eylül 2007 • sayı: 30
Burjuva ideologların ve politikacıların, birbiri ardına senaryolar üretmeleri bu yüzdendir. The Independent gazetesi, bu senaryoları baz alarak geçtiğimiz günlerde su savaşlarının yaşanacağı olası bölgelerin bir listesini yayınladı. Bu listeye göre savaş ihtimalinin en yüksek olduğu bölgelerin başında Kuzey Afrika ve Ortadoğu geliyor. CIA’nın yayınladığı “2015’in Dünyasında Su Kıtlığı ve Gerilimi” başlıklı raporda da, Nil nehri nedeniyle Mısır, Etiyopya ve Sudan arasında, Fırat ve Dicle nehirleri nedeniyle de Türkiye, Suriye ve Irak arasında ciddi gerilimlerin doğabileceğine dair öngörüler yer alıyor. Bu iki bölgenin listenin başında yer almasının altında, su kaynaklarının sınırlı olmasının yanı sıra ABD emperyalizminin Genişletilmiş Ortadoğu Projesinin (GOP) göbeğinde yer almaları da yatmaktadır. Bu coğrafyayı kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmek isteyen ABD emperyalizmi, yeni dönemde, giderek stratejik bir kaynak haline gelen suyu görmezden gelmeyecektir. Nitekim bölgedeki ileri karakolu İsrail’in de yardımıyla bir su politikası oluşturmak ve diğer ülkeleri de buna uygun biçimde hareket etmeye zorlamak için kolları sıvamış bulunuyor. Savaş olasılığının daha yüksek görüldüğü Nil deltasında temel sorun, Mısır’ın İngiliz sömürgesi olduğu dönemde imzalanmış olan ve Nil nehri üzerindeki tüm tasarrufu Mısır’a bırakan anlaşmadır. 1929 yılında imzalanan ve 1959 yılında da eklemeler yapılan bu anlaşma gereği, Mısır haricinde hiçbir ülke Nil nehri üzerinde, Nil’in sularını azaltacak bir yapı, baraj, su kanalı inşa edemiyor veya tarım arazisi açamıyor. Nil nehrinin doğduğu ve sınırları içinden geçtiği bu ülkelerin, Nil üzerinde hiçbir hakları yok. Mevcut anlaşmaya göre Nil sularının %70’inden Mısır, %25’inden Sudan ve geri kalan %5’inden ise 8 ülke faydalanıyor. Ancak bu öylesine eşitsiz bir paylaşım ki, örneğin Nil sularının %85’ine kaynaklık eden Etiyopya’nın hiçbir hakkı yok. Bu 8 ülkeden bazıları dünyanın en fakir ve kuraklık çeken ülkeleri arasında yer alıyorlar. Mısır, bir yandan Nil sularının ve üzerinde kurulu barajlardaki su seviyesinin sürekli azaldığı yönünde propaganda yaparken, öte yandan diğer ülkeleri ve üzerinde yaşayan halkları hiçe sayan bir tutum sergiliyor. Bölgede söz sahibi olmak isteyen gerici Mısır burjuvazisi, tarihsel olarak Nil’in kendisine ait olduğunu iddia ediyor ve nehrin su seviyesini azaltacak en ufak bir girişimi bile savaş sebebi sayacağını ilan etmiş durumda. Zaten yakın geçmişte birkaç kez savaşın eşiğinden dönülmüş. Bu durum, burjuva iktidarlar arasındaki nüfuz savaşlarına ve emperyalistlerin de oyuna dâhil olarak (hatta kimi yerlerde oyunu başlatarak) mevcut çelişkileri kendi çıkarları doğrultusunda kullanmalarına olanak sağlıyor. Diğer ülkelerin hiçbiri ekonomik ve askeri açıdan Mısır’a kafa tutabilecek kapasitede olmasa da, ABD emperyalizmi, Etiyopya üzerinden anlaşmazlıkları kışkırtma peşinde. Çünkü ABD, Mısır’ın bölgede kendi kontrolünden çıkmasını istemiyor. Etiyopya bölgedeki Hıristiyan nüfusa sahip tek
marksist tutum
ülke ve aynı zamanda hatırı sayılır bir Yahudi azınlığı da barındırıyor. Bu yüzden de Batılı emperyalist devletlerin ve İsrail’in gözdesi durumunda. Özellikle İsrail, Filistin sorununda yanına çekmek istediği Mısır’ı, bu sorun üzerinden kontrol etmek peşinde. Sonuç olarak bu gerilimli durum ve çelişkiler, zaten barut fıçısına dönmüş olan ve yoksulluktan, açlıktan, susuzluktan, kabile savaşlarından kırılan bölgeyi her an patlamaya hazır bir halde tutmaya yetiyor. Ana hatlarıyla durum, Ortadoğu’da da farklı değil. Petrol zengini ama su fakiri ülkelerin yer aldığı bölgede su, epey zamandır petrol kadar değerli bir madde haline gelmiş bulunmakta. Rekabet halindeki burjuva iktidarlar ve emperyalist güçler açısından su kaynaklarına sahip olmak, gücünü gösterme ve emperyalist paylaşımdan pay kapmak için önemli bir manivela aracıdır. Yeterli suyu olmayanlar içinse ilk hedef, bu kaynakları bir şekilde ele geçirmektir. Daha I. Körfez Savaşında ABD, Suriye-İsrail görüşmelerinde, Şam’ın tavizlerine karşılık Türkiye’den Suriye için ekstra su istemiş, Saddam’ı dize getirebilmek için de Irak’ın suyunun kesilmesini istemişti. Bugün ise tersi bir durum söz konusudur. İşgali altında tuttuğu Irak’ın en önemli su kaynağı Türkiye’de doğan ve Suriye’den geçerek gelen Fırat nehri olduğu için ABD, bu üç ülkenin yer alacağı bir su komisyonu oluşturmaya niyetlenmektedir. Zira Irak işgalinin alt başlıklarından biri de, Ortadoğu’ya hayat veren Fırat-Dicle, Asi ve Ürdün nehirleri üzerinde yapılacak pazarlıklarla, suyun paylaşımının yeniden yapılandırılması ve İsrail’in su ihtiyacının garanti altına alınmasıdır. Bu bağlamda, Fırat ve Dicle sularını kontrolü altında tutan Türkiye burjuvazisi, eski uzlaşmaz politikalarını değiştirmek yönünde ciddi bir baskıya maruz kalmış ve bu konuda politika değişikliklerine gideceği yönünde sinyaller vermiştir. Gelinen noktada, su meselesinde yeni “komşusu” ABD’yi hesaba katmak zorunda kalan ve “Barış Suyu Projesi” gibi pragmatist yaklaşımlarla işin içinden sıyrılmaya çalışan Türkiye burjuvazisinin bu konudaki sicili ise hiç de temiz değildir. Özellikle Suriye ve Irak, su kaynakları açısından Türkiye’ye neredeyse bağımlı durumdadırlar ve Türkiye burjuvazisi de bölgede güç olabilmek ve nüfuzunu arttırmak amacıyla suyu dış politikada sürekli bir koz olarak kullanmaktadır. Ekonomik ve askeri bakımdan kendini daha güçlü hisseden Türkiye burjuvazisi, öteden beri bu iki ülke ile hiçbir uzun vadeli anlaşmaya yanaşmamış ve Fırat ile Dicle sularının kullanımının kendi tasarrufunda ve yetkisinde olduğu iddiasıyla ancak geçici çözümlere sıcak bakmıştır. Türkiye burjuvazisi, Nil örneğindeki Mısır ile benzer bir tutum sergilemektedir ve uyguladığı politikanın en somut örneklerinden biri GAP’tır. GAP, Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde 22 baraj ve 19 hidroelektrik santrali ile sulama tesislerinin yanı sıra, kentsel, kırsal ve tarımsal altyapı ve sanayi, ulaştırma, eğitim vb. başlıkları da içeren devasa ve entegre bir projedir. Bu projenin bitmesi
21
Eylül 2007 • sayı: 30
marksist tutum
durumunda (2010’da biteceği öngörülmektedir), tatlı su ihtiyacının %80’ini ve elektrik ihtiyacının da %60’ını Fırat’tan sağlayan Suriye ciddi sıkıntılara maruz kalacak, Irak’a giden sularda ise %65 oranında bir azalma yaşanacaktır. Irak için bunun anlamı 7 önemli şehrin, 4 bin köyün ve yaklaşık 5,5 milyon insanın susuz kalmasıdır ki, bu da Irak nüfusunun %25’i demektir. Bu açık duruma rağmen emperyal politikasından taviz vermeyen Türkiye burjuvazisi, Suriye ve Irak’la olan ilişkisinde suyu ya petrol karşılığında önererek pazarlık konusu yapmış ya da Kürt hareketine verilen desteğin kesilmesi noktasında bir tehdit unsuru olarak kullanmıştır. Kapitalizm, el attığı her şeyi kurutmakta, karıştırmakta ve kısa sürede bozarak insanlığın zararına durumlar yaratmaktadır. O, anarşik ve daha çok kâr elde etmekten başka hiçbir şeyi görmeyen yapısıyla, insanlığın sömürüsünde sınır tanımadığı gibi doğanın sömürüsünde de sınır tanımıyor. Bu yüzden tek yol kapitalizmin tasfiye edilmesidir. Ancak doğayla uyumlu ve planlı bir üretim, yani sosyalizm bu sorunları çözebilir. Kapitalizmin suyu çoktan ısınmıştır! Türkiye burjuvazisi, gerek GAP projesi gerekse de izlediği iç ve dış politikalar yoluyla, yüzyıla yakın süredir bir inkâr ve imha politikası izlediği Kürt halkına karşı, onların yaşadığı topraklardan çıkan suyu da bir koz olarak kullanmak istemektedir. GAP’ın hayata geçirilmesi esnasında yüzlerce Kürt köyü zorla boşaltılmış ve insanlar göç etmek mecburiyetinde bırakılmıştır. İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerin yanı sıra, Diyarbakır ve Urfa gibi şehirlere göç eden yoksul Kürt köylüleri, bu şehirlerin varoşlarında yoksulluk ve sefalet içinde yaşamaya mahkûm edilmişlerdir. Üstelik yerlerinden ve yurtlarından edilmelerine karşılık kendilerine hiçbir tazminat ödenmemiş, hatta bu konuda ses çıkarmaya cüret edenler (!) “terörist” sıfatıyla damgalanarak ağır baskılara maruz kalmışlardır. Tüm bunlara rağmen Türkiye burjuvazisi, GAP’ın yaratacağı ekonomik ve sosyal gelişmeler yoluyla Kürt halkını tavlamayı ve ulusal hareketi kırmayı, ayrıca Irak Kürdistanı’nın yükselişi karşısında GAP’ı bir denge unsuru olarak kullanmayı düşünüyor. Tabii bu hesapların çarşıya ne kadar uyacağı tartışmalı bir konudur. Çünkü Kürt sorunu çok daha geniş boyutlar kazanmıştır ve Türkiye burjuvazisi de bölgedeki güç oyununda tek başına değildir. ABD emperyalizminin üçlü su komisyonu girişimlerinin yanı sıra, emperyalist AB de GAP projesinin yönetiminin uluslararası bir idareye devredilmesi gerektiğini savunmaktadır. Türkiye’nin Manavgat Suyu Projesi gibi yollarla su satmak istediği İsrail’in başı ise, su meselesi yüzünden Arap-
22
larla derttedir. İsrail, Filistin ve özellikle Ürdün, Ortadoğu’nun en kurak havzasında yer almaktadırlar. Raporlar, 2025 yılında bu havzadaki su kaynaklarının tamamen tükeneceğini belirtiyor ve bunda en büyük pay İsrail’e ait. Bölge ülkelerinden 6 kat daha fazla su tüketen İsrail, bu ihtiyacının büyük bir kısmını, doğayı ve diğer halkları hiçe sayarak yeraltı sularından karşılamakta, bu aşırı kullanım ve doğal sebepler yüzünden yenilenemeyen su kaynakları da hızla kurumaktadır. Her konuda olduğu gibi bu meselede de son derece bencil ve insanlık dışı bir tutum izleyen İsrail burjuvazisi, işgal altında tuttuğu Batı Şeria’nın su kaynaklarının %90’ını kullanıyor ve Filistinlilere içecek su bırakmıyor. Üstelik buralardaki su kuyularından çekilen su aslında Ürdün’ün yeraltı sularından beslendiği için, zaten son derece su fakiri bir ülke olan Ürdün’den de suyunu çalmış oluyor. Bu arada Filistin halkının su sıkıntısı ise had safhadadır. Gazze’de Coca Cola’nın fiyatı sudan ucuzdur. Milyonun üstünde Filistinli susuzluktan kıvranıyor ya da temiz suya ulaşamıyor. Açık olan kanalizasyonlar, varolan sınırlı suyu da kirletiyorlar. Dolayısıyla Filistinliler aslında pis suyu kullanmış oluyorlar.
Kapitalizmin suyu ısınmıştır! Su savaşlarına ilişkin listeler ve senaryolarda, Ortadoğu ve Kuzey Afrika haricinde daha pek çok bölge yer almaktadır. Örneğin Ganj nehri nedeniyle Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’le ciddi bir sürtüşme içindedir. Benzer durumlar Afrika’nın çeşitli bölgeleri için de geçerlidir, fakat işin özü su kaynaklarının ele geçirilmesi ve yeniden paylaşılması yüzünden yaşanan bu çatışmaların ve olası savaşların, kapitalizm devam ettiği müddetçe sona ermeyeceğidir. Kapitalizmin doğası onu, bizzat kendi eliyle yarattığı bu sorunlara akılcı çözümler üretmeye değil, sorunları fırsat haline dönüştürerek ekonomik ve politik rekabetin aracı haline getirmeye sevk ediyor. Oysa dünyanın su kaynakları hızlı bir biçimde tükenmekte, kurumakta, milyarlarca insanı zor durumda bırakan, ölümüne ve sefalet içinde yaşamasına sebep olan bu durum gün geçtikçe daha geri dönülemez bir hal almaktadır. Su kaynaklarının kapitalist tarzda kullanılması ve paylaşılması, hem ekolojik dengeyi bozarak doğanın ve insanlığın geleceğini tehlikeye atmakta, hem de bu kaynakların ele geçirilmesi uğruna yapılacak çatışmaları, savaşları körüklemektedir. Kapitalizm, el attığı her şeyi kurutmakta, karıştırmakta ve kısa sürede bozarak insanlığın zararına durumlar yaratmaktadır. O, anarşik ve daha çok kâr elde etmekten başka hiçbir şeyi görmeyen yapısıyla, insanlığın sömürüsünde sınır tanımadığı gibi doğanın sömürüsünde de sınır tanımıyor. Bu yüzden tek yol kapitalizmin tasfiye edilmesidir. Ancak doğayla uyumlu ve planlı bir üretim, yani sosyalizm bu sorunları çözebilir. Kapitalizmin suyu çoktan ısınmıştır!
Manifesto’nun Sönmeyen Ateşi Elif Çağlı
“Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim korkusuyla titresinler. Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yok. Kazanacakları bir dünya var. Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz!”
D
ünya işçi sınıfının mücadele tarihinde eşsiz bir yere sahip bulunan “Komünist Manifesto”nun yazılışının üzerinden 160 yıl geçti. Buna rağmen Manifesto eskimeyen devrimci özüyle yıllara meydan okuyor. Bu tarihsel belge 1847 yılında Komünist Birliğin programı olarak Marx ve Engels tarafından kaleme alınmıştı. O tarihte Marx henüz 29, Engels ise 27 yaşında bulunuyordu. Devrimci inançları, derin bilgileri ve uzak görüşlülükleriyle Manifesto’nun ateşini yakan bu genç yazarlar, Komünist Birlik adlı ilk uluslararası devrimci işçi örgütünün de kurucusuydular. Komünist Manifesto’nun geçmişten geleceğe uzanan yaşamı içinde, kuşkusuz geliştirilmesi ve gözden geçirilmesi gereken bazı yönleri ortaya çıktı. Ama onun devrimci mücadele açısından taşıdığı tarihsel anlam değişmeden kaldı. Nitekim bu husus, Manifesto’nun 1872 Almanca baskısına ortak bir Önsöz yazan Marx ve Engels tarafından da açıklıkla dile getirilmişti. Önsöz’de, Manifesto’nun yazılışını takip eden yıllar içerisinde durum ne denli değişmiş olursa olsun, onun içerdiği genel ilkelerin ana çizgileriyle her zamanki kadar doğru olduğu belirtiliyordu. Bu satırlarda dile gelen gerçeklik, günümüzde de hâlâ geçerliliğini koruyor. Devrimci işçi mücadelesi açısından tarihsel önem taşıyan Komünist Manifesto’nun ölümsüzlüğünün sırrı da burada yatmaktadır zaten. Diğer yandan, her tarihsel belgenin başına geldiği gibi, Manifesto’nun da zaman içinde bazı bölümlerinin eskiyebileceği ve nitekim eskidiği açıktır. Fakat bu husus üzerinde uzun boylu durmak da gerekmiyor. Zira işin bu yönü bizzat Manifesto’nun yazarları tarafından belirtilmiş bulunmaktadır. Marx ve Engels 1872 tarihli Önsöz’de, Manifesto’da yer alan bazı ayrıntıların zamanla geliştirilebileceğine önemle dikkat çektiler. Örneğin, ilkelerin pratikteki uygulanışı her zaman ve her yerde dönemin somut tarihsel koşulları-
Dünya işçi sınıfının mücadele tarihinde eşsiz bir yere sahip bulunan “Komünist Manifesto”nun yazılışının üzerinden 160 yıl geçti. Buna rağmen Manifesto eskimeyen devrimci özüyle yıllara meydan okuyor. Tüm dünya ülkelerinde Manifesto zaman içinde bir öncü işçi kuşağından diğer bir öncü işçi kuşağına intikal eden devrimci bir miras haline gelmişse, bu boşuna değildir. Zira o, yazıldığı dönemi fersah fersah aşan ve bütünsel olarak kapitalizm çağının temel eğilimlerini sergileyen bir niteliğe sahiptir. Bu devrimci program, dünya işçilerinin kapitalist sömürü sistemine karşı kararlı ve uzun soluklu bir savaş ilanıdır. Bu nedenle, Manifesto’nun hiç eskimeyen devrimci özünü günümüz koşullarında yeniden ve yeniden gün ışığına çıkartmak büyük önem taşıyor.
23
Eylül 2007 • sayı: 30
marksist tutum
na bağlı olmalıydı. Bu bakımdan Manifesto’nun ikinci bölümünün sonunda yer alan devrimci önlemler, ilerleyen yıllar içinde somut koşullardaki değişimi yansıtacak şekilde yeniden ifade edilmeliydi. Modern sanayinin gelişimi ve bununla birlikte işçi sınıfının belirginleşmeye başlayan parti örgütlenmesi de, daha Marx ve Engels’in sağlığında Manifesto’nun aşılması gereken kimi yönlerini açığa çıkarmıştı. Asıl olarak da proletaryanın Paris Komünü deneyimi ile zenginleşen devrimci pratiği bu açıdan büyük bir önem taşımaktaydı. O nedenledir ki Marx ve Engels, bu gibi gelişmeler doğrultusunda ele alınması gereken hususlara Önsöz’de işaret ettiler. Örnekse, sosyalist yazının eleştirisi bölümü yalnızca Manifesto’nun yazıldığı dönemin siyasal yapılanmasını ve genelde de Avrupa ile sınırlı biçimde yansıtıyordu. Yine, komünistlerin çeşitli muhalefet partileriyle ilişkileri hakkındaki satırlar da ilkede doğru olmakla birlikte pratik olarak eskimişlerdi. Çünkü siyasal durum zaman içinde tamamıyla değişmiş ve tarihsel gelişim neticesinde Manifesto’da anılan siyasal partilerin çoğu yeryüzünden silinip gitmişti. Fakat hepsinden önemlisi, işçi sınıfının Paris Komünü ile somutlanan ilk iktidar deneyiminden çıkartılması gereken büyük dersti. Komün deneyimi, işçi sınıfının mevcut devlet mekanizmasını ele geçirmekle onu asla kendi amaçları için kullanamayacağını kanıtlamıştı. Sömürücü egemen azınlığın, emekçi halk çoğunluğu üzerindeki baskı ve tahakküm aygıtı olan bürokratik devlet mekanizması işçi devrimi tarafından parçalanıp atılmalıydı. Marx ve Engels’in Komün dersleri bağlamında dönemin siyasal belgelerine yansıttıkları bu önemli husus, onların Önsöz’deki değinmeleriyle birlikte Manifesto’nun içeriğine dahil edilmiş oldu. Manifesto’nun yazarları, söz konusu Önsöz’de bu programın tarihsel bir belge haline geldiğini ve bu nedenle artık üzerinde hiçbir değişiklik yapma hakkına sahip olmadıklarını belirtiyorlardı. Yaşam onların bu tespitinin haklılığını ortaya çıkaracaktı. Manifesto, çeşitli ülkeler burjuvalarının komünist mücadele hakkında yarattıkları bilinç bulandırıcı karalamalara rağmen dünya işçilerinin sahip çıktıkları ve bilinçli işçiler arasında elden ele dolaşan bir başucu kitabı oldu. Bu devrimci bildirge, Almanca dilinde ilk baskısının yapıldığı 1848 yılından itibaren zaman içinde çeşitli dillere çevrilip çeşitli ülkelerde basıldı. Böylece Manifesto’nun farklı dillerden milyonlarca nüshası, kapitalist düzenin başına musallat olan bir heyula gibi dünya üzerinde yaşam sürdürmeye başladı. Engels’in deyişiyle, tüm sosyalist yazının en yaygın, en uluslararası ürünü oldu ve Sibirya’dan Kaliforniya’ya dek tüm ülkelerin milyonlarca işçisinin ortak programı haline geldi. Manifesto’nun Türkçe basımı ise, bu topraklarda kapitalizmin gecikmeli gelişiminden ve ülkenin tarihsel geleneğinin baskıcı yönlerinden fazlasıyla nasibini alacaktı. Aslında 1887 yılında Ermeni bir çevirmen elyazmalarını
24
İstanbullu bir yayıncıya sunmuştu. Ama Engels’in Manifesto’ya yazdığı 1890 tarihli bir Önsöz’de değindiği üzere, “adamcağızın, üzerinde Marx’ın adı bulunan bir şeyi basacak yüreği yoktu ve yazar olarak çevirmenin kendi adını koymasını önerdi, ama çevirmen bunu reddetti”. Böylece ilk deneme başarısızlıkla sonuçlanmış oluyordu. Türkçede Komünist Manifesto’nun serbestçe yayınlanabilmesi için çok uzun yılların geçmesi gerekecekti. Tüm dünya ülkelerinde Manifesto zaman içinde bir öncü işçi kuşağından diğer bir öncü işçi kuşağına intikal eden devrimci bir miras haline gelmişse, bu boşuna değildir. Zira o, yazıldığı dönemi fersah fersah aşan ve bütünsel olarak kapitalizm çağının temel eğilimlerini sergileyen bir niteliğe sahiptir. Bu devrimci program, dünya işçilerinin kapitalist sömürü sistemine karşı kararlı ve uzun soluklu bir savaş ilanıdır. Bu nedenle, Manifesto’nun hiç eskimeyen devrimci özünü günümüz koşullarında yeniden ve yeniden gün ışığına çıkartmak büyük önem taşıyor. Tüm dünya ülkelerinde Manifesto zaman içinde bir öncü işçi kuşağından diğer bir öncü işçi kuşağına intikal eden devrimci bir miras haline gelmişse, bu boşuna değildir. Zira o, yazıldığı dönemi fersah fersah aşan ve bütünsel olarak kapitalizm çağının temel eğilimlerini sergileyen bir niteliğe sahiptir. Bu devrimci program, dünya işçilerinin kapitalist sömürü sistemine karşı kararlı ve uzun soluklu bir savaş ilanıdır. Bu nedenle, Manifesto’nun hiç eskimeyen devrimci özünü günümüz koşullarında yeniden ve yeniden gün ışığına çıkartmak büyük önem taşıyor.
Burjuvazinin yalanları “Komünist Manifesto” sözcüklerinin burjuva yalanların etkisi altında kalan bilinçsiz işçilerce gerçek içeriğinden çok farklı biçimde algılandığına hiç şüphe yok. Oysa burjuvazi tarafından anlamı tamamen çarpıtılan komünizm kavramı, esasen yoksul işçi-emekçi kitlelerin kurtuluşunu kasteder. Halkın ortaklaşa kullanım ve paylaşımını anlatan komün sözcüğünden türeyen komünizm kavramı dilimizdeki tam karşılığıyla ortaklaşmacılık demektir. Bu sözcük, eski komünal toplum geçmişinden günümüze uzanıp gelen ve topluluğun ortak çabasını, dayanışmasını, paylaşımını, imecesini ifade eden bir anlama sahiptir. Zaten işçi sınıfının komünist mücadelesinin amacı da, üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin olmadığı ve bu sayede toplumun tüm bireylerinin, yaratılan toplumsal zenginliği ortaklaşa bölüşebildikleri sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız bir özgürlük dünyasına ulaşmaktır.
Eylül 2007 • sayı: 30
Burjuvazinin yalan dolanını aradan çıkartmak mümkün olsaydı, hiçbir işçi varılmak istenen bu hedefin doğruluğuna ve haklılığına itiraz etmezdi. Ne var ki, ezilen, horlanan, baskı altına alınan ve sömürülen sınıfların işi ne zaman kolay oldu ki? Yıllar yılıdır burjuvazi, komünistlerin ortaklaşmacı düzen için yürüttüğü soylu kavgayı gözden düşürmeye çalışıyor. Bu maksatla ucuz hilekârlıklara başvuruyor ve düzenbazların her zaman yaptığı üzere belden aşağı vurmaktan medet umuyor. Bu gerçek daha yıllar öncesinden Komünist Manifesto’da ilan edilmiş bulunmaktadır. Manifesto’da yazıldığı üzere, burjuvazi, üstünlüğü ele geçirdiği her yerde insanları birbirine bağlayan eski ilişkilere son vermiş ve insanlar arasında katı “nakit ödeme”den başka hiçbir bağ bırakmamıştır. Kapitalist gelişme, dinsel tutkuların, şövalyece coşkunun, darkafalı duygusallığın en ilahi vecde gelmelerini, bencil hesapların buzlu sularında boğmuştur. Burjuvazi, kişisel değeri “değişim değeri”ne indirgemiş ve geçmiş dönemlerin ayrıcalıklı özgürlüklerinin yerine, o tek insafsız özgürlüğü, ticaret özgürlüğünü koymuştur. Dinsel ve siyasal yanılsamalarla perdelenmiş sömürünün yerine, açık, utanmaz, dolaysız, kaba sömürüyü geçirmiştir. Burjuvazi dünya pazarını sömürmekle, her ülkenin üretimine ve tüketimine kozmopolit bir nitelik vermiş ve gericileri derin bir kedere boğarak, sanayinin ayakları altındaki ulusal temeli çekip almıştır. Kırı kentlerin egemenliği altına sokan kapitalist gelişme, köylü ulusları burjuva uluslara, Doğuyu Batıya bağımlı kılmıştır. Manifesto’da dile getirilen bu gerçekler, genel hatlarıyla dünya ülkelerinin kapitalistleşme tarihinin bir özetidir. Manifesto’da en güzel biçimde açıklandığı gibi, insanlar arasındaki duygusal bağları kopartan ve insan ile insan arasındaki ilişkiyi paraya tahvil eden bizzat kapitalist düzendir. Bu düzen aile ilişkisini de özünde para ilişkisine indirgemiş ve eski tip aileyi dağıtmıştır. Bu nedenle, aile ve çocukların eğitimi veya ana-baba ile çocuk arasındaki kutsal ilişkiye dair burjuva propagandası safsatalardan ibarettir. Proleterler arasındaki tüm aile bağları modern sanayinin etkisiyle parçalandıkça ve işçi çocukları sömürülmeye hazır iş araçları haline getirildikçe, burjuvazinin ikiyüzlülüğü daha da iğrençleşmektedir. Bütün bunların üstüne, bir de burjuvazi dönüp komünistleri aileyi ortadan kaldırmak istemekle suçlamaktadır. Fakat unutulmamalı ki, bu iğrenç burjuva safsatalara komünistlerin yanıtı, Marx ve Engels’in Manifesto’ya kazınan o çarpıcı satırlarıyla verilmiştir: “Bizi, çocukların ana-babaları tarafından sömürülmesine son vermeyi istemekle mi suçluyorsunuz? Bu suçu kabulleniyoruz.” Kapitalizm, yoksul insanların tasayı ve kıvancı bir büyük aile gibi paylaşmaktan haz duydukları maneviyat dünyasını paramparça etmiştir. Kadınla erkek arasındaki ilişkiyi, parayla alınıp satılan maddi bir ilişkiye çeviren ve böylece kadını da erkeği de aşağılayan yine bu sömürü düzenidir. Gerçekler bu iken, burjuvazi yıllardır kendi suçla-
marksist tutum
Proleterler arasındaki tüm aile bağları modern sanayinin etkisiyle parçalandıkça ve işçi çocukları sömürülmeye hazır iş araçları haline getirildikçe, burjuvazinin ikiyüzlülüğü daha da iğrençleşmektedir. Bütün bunların üstüne, bir de burjuvazi dönüp komünistleri aileyi ortadan kaldırmak istemekle suçlamaktadır.
rını başkasının sırtına yıkma pişkinliği içinde yalanlar üretmiştir ve halen de üretmeye devam etmektedir. Aslında burjuva yalanların kökü eski dönemlere, işçilerin kapitalist düzene karşı mücadele bayrağını yükseltmeye başladıkları bir geçmişe dayanır. Bu nedenle, örneğin komünistlerin kadınların ortaklaşa kullanımını getirmek istedikleri yolundaki aşağılık yalanların hedefi olmaktan Marx ve Engels de kurtulamamışlardır. İşçi sınıfının devrimci mücadelesinin burjuva âlemde yarattığı korku hesaba katılacak olursa, aslında bunda fazladan garipsenecek bir taraf da bulunmamaktadır. Zaten bu noktada meselenin asıl önemli yönünü, komünistlere yöneltilen yalan furyası karşısında, Marx ve Engels’in gerçek suçluyu sanık sandalyesine oturtup mahkûm etmeyi başaran sözleri oluşturur. Manifesto’da belirtildiği gibi, burjuva, karısını salt bir üretim aracı olarak görür. Üretim araçlarının ortaklaşa kullanılacağını duyduğunda ise, bundan kadınların da aynı şekilde paylarına düşeni alacakları sonucuna varıverir. Oysa işin gerçeğinde komünistlerin amacı, kadınların birer üretim aracı olma durumuna son vermektir. Manifesto’daki deyişle, “Komünistlerin kadınların ortaklaşalığını getirmelerine gerek yoktur; bu, çok eski zamanlardan beri zaten vardır. Burjuvalarımız, kendi proleterlerinin karıları-
25
marksist tutum
nı ve kızlarını ellerinin altında bulundurmakla yetinmiyorlar ve resmi fuhşu bir yana bırakırsak, birbirlerinin karılarını baştan çıkarmaktan büyük zevk duyuyorlar. Burjuva evliliği, gerçekte, evli kadınlarda ortaklık sistemidir. Açıktır ki, bugünkü üretim biçiminin kalkmasıyla birlikte, bu sistemden türeyen kadınların ortaklaşalığı da, yani resmi ve özel fuhuş da ortadan kalkacaktır.” Gerçekler direngendir, yazılanlar buhar olup uçmaz. Komünist Manifesto da, işçi sınıfının tarihine silinmezcesine kazınmıştır. Ama bu devrimci bildirge burjuvazi için fena halde tehlikelidir. Çünkü o, burjuvazinin suçlarını ve günahlarını ifşa etmektedir. Örneğin komünistleri vatan hainliğiyle suçlayan burjuvalar için “vatan”, esasen tatlı kâr düzenlerini sürdürdükleri bir yatırım ve ticaret alanıdır. Bu sömürücü sınıf, yatırım ve nüfuz alanlarını genişletmek amacıyla icabında başka “vatan” topraklarına göz dikmekte hiçbir beis görmez. İşçi-emekçi kitleleri kendi yayılmacı planlarına alet edebilmek için ülke içinde koyu bir milliyetçilik kampanyası yürütürken, yabancı sermaye ile kârlı evlilikler yapabilme arzusuyla yanıp tutuşan yine bu sınıftır. Ayrıca burjuvazinin tarihi, ezilen sömürülen kitlelerin devrimci mücadelelerini kanla bastırmak için icabında “vatan” topraklarını emperyalist güçlerin müdahalelerine açan sayısız örnekle doludur. Oysa emeğiyle geçinen yoksul insanlar ve işçiler için “vatan”, doğup büyüdükleri ya da yaşamlarını sürdürebilmek için alın terlerini akıttıkları topraklardır. Ve kapitalizm altında dünyanın hiçbir yerinde “vatan” işçi sınıfına ait değildir; işçiler “vatan”ın kaderini belirleyecek siyasal güçten yoksundurlar. Dolayısıyla, işçilerin-emekçilerin yaşadıkları ve çalıştıkları topraklara sahip çıkabilmeleri ancak işçi sınıfının devrimci mücadelesi ve devrimci iktidarı sayesinde mümkün olabilir. Öte yandan kapitalist düzen dünya üzerindeki tüm işçilerin kaderini ortaklaştırmıştır. Onların yaşadığı tüm dünya topraklarını, ancak onların sahip çıkıp koruyabileceği bir ortak vatana dönüştürmüştür. Hayatını ancak işgücünü satarak sürdürebilen işçi için, işgücünü hangi ülkede hangi patrona sattığı önemli değildir. Kapitalizm işçileri ayrı “vatan”lar ile ayırt edilen ulusal bir topluluk olmaktan çıkartmış ve dünya işçi sınıfı haline getirmiştir. Bu gerçekler karşısında, burjuvazinin “vatan” konusunda komünistlere yönelttiği ithamların hiçbir maddi dayanağı bulunmamaktadır. Manifesto’da denildiği gibi, işçilerin vatanı yoktur; onlardan sahip olmadıkları bir şeyi alamayız. İşçilerin vatanı bütün dünyadır! Dünya insanlarının ulus-devletler ve farklı milliyetler şeklindeki bölünmesinin, dünya üzerinde hiçbir sınır ve milliyet farkı tanımaksızın serbestçe at oynatmak isteyen mali sermaye için de zamanla bir engel haline geldiği aşikârdır. Ama büyük sermaye önüne dikilen bu engeli çeşitli biçimlerde aşmaya çalışmış, küresel düzeyde yatırımlara ve finans oyunlarına koşmanın yollarını döşemiştir. Bunun yanı sıra, emperyalist güçler gerektiğinde var olan ulusdevletleri parçalayıp kendi çıkarları doğrultusunda yeni
26
Eylül 2007 • sayı: 30
ulus-devletler yaratmakta ve bunun için de çeşitli halkları insafsızca birbirine kırdırtarak ayakta durmaktadırlar. Kısacası, emperyalist sistemin söz konusu engelleri aşma yöntemleri, dünya üzerindeki işçi-emekçi kitlelere daha fazla sömürü, kan ve gözyaşına malolmaktadır. Şurası çok açık ki, üretici güçlerin insanlığın çıkarları, insanın mutluluğu doğrultusunda gelişimini engelleyen her türlü işleyişe ve ulus-devletler şeklindeki bölünmeye ancak işçi sınıfının devrim mücadelesi son verebilir. Farklı din ve milliyetlerden emekçilerin egemen güçlerce kışkırtılıp birbirlerinin boğazına sarılmalarına son verme kudretine, yalnızca devrimci tarzda örgütlü işçi sınıfı sahiptir. Kadınıyla, erkeğiyle, çocuğuyla dünya üzerindeki işçi-emekçi kitlelerin her türlü sömürü, baskı ve kanlı savaşlardan ebediyen kurtuluşu dünya işçilerinin devrimci iktidarı sayesinde gerçekleşebilir. Kapitalist düzen dünya üzerindeki tüm işçilerin kaderini ortaklaştırmıştır. Onların yaşadığı tüm dünya topraklarını, ancak onların sahip çıkıp koruyabileceği bir ortak vatana dönüştürmüştür. Hayatını ancak işgücünü satarak sürdürebilen işçi için, işgücünü hangi ülkede hangi patrona sattığı önemli değildir. Kapitalizm işçileri ayrı “vatan”lar ile ayırt edilen ulusal bir topluluk olmaktan çıkartmış ve dünya işçi sınıfı haline getirmiştir. Bu gerçekler karşısında, burjuvazinin “vatan” konusunda komünistlere yönelttiği ithamların hiçbir maddi dayanağı bulunmamaktadır. Manifesto’da denildiği gibi, işçilerin vatanı yoktur; onlardan sahip olmadıkları bir şeyi alamayız. İşçilerin vatanı bütün dünyadır! Sıkça başvurulan bir başka burjuva yalanını ise, komünistlerin iktidara geldiklerinde dindar kitlelerin dinini yasaklayacakları yolundaki asılsız suçlamalar oluşturur. Komünistlerin herhangi bir dini inançlarının olmadığı doğrudur. Çünkü bilimsel gerçekler üzerinde yükselen komünist düşünce, insan topluluklarının uhrevî bir kudrete sığınma ihtiyacı nedeniyle yarattığı dinsel dogmalarla bağdaşmaz. Bu nedenle, komünistler kendilerinin dine inanmadıklarını gizlemeksizin ve hiçbir din arasında ayrım yapmaksızın, din ihtiyacının gerçekte ne anlama geldiği yolunda işçi-emekçi kitleleri bilimsel olarak aydınlatmaya çalışırlar. Din konusunda komünistler açısından birincil derecede önem taşıyan husus, dinin doğuşunun ve sönümlenmesinin toplumsal gelişme yasalarına bağlı olduğudur. Ancak bilimsel düşünceyle donanıp örgütlenen ve böylece kişisel yalnızlığından, korkularından, endişelerinden kurtulan işçi ve emekçiler artık bir dini düşünceye sığınma
Eylül 2007 • sayı: 30
ihtiyacı hissetmezler. Daha genel anlamda ise, kitlelerin din denen afyona ihtiyaç duymamaları, bu ihtiyacı doğuran acıların, ezilmişliğin, sefaletin ortadan kaldırılmasına bağlıdır. Kitlelere dinlerinden vazgeçmeleri için baskı uygulamak komünistlerin amaç ve ilkeleriyle asla uyuşmaz. Böyle bir yaklaşım ve uygulama ancak totaliter rejimlere mahsustur. Bunun bir örneği, Türkiye’de uzun yıllar saltanat sürmüş olan ve hâlâ da bir biçimde etkisi devam eden Kemalist rejimin baskıcı devletçi-laikçiliğidir. Devletçi seçkinciliğin bir alâmeti olarak, yoksul ve dindar işçiemekçi kitlelere tepelerden büyük bir küçümseme ile bakmayı marifet bilen Kemalizm, karşılığında bu dindar kitleler nezdinde haklı bir nefret kaynağı oluşturmuştur. Bir başka tarihsel örnek ise, sözde işçi sınıfı adına saltanat sürdüren Stalinist egemen bürokrasilerin tepeden inme yasakçı zihniyetle toplumu biçimlendirmeye çalışmış olmalarıdır. Söz konusu ülkelerde bürokratik rejimlerin çöküşüyle birlikte ortaya çıkan durum, dinin tepeden inme yasaklarla kitlelerin bağrından kopartılıp atılamayacağının en iyi kanıtıdır. İnsanlığı felâkete sürükleyen kapitalist düzenden evrensel-tarihsel kurtuluşun yolunu gösteren komünizm düşüncesine düşman olan tüm burjuva siyasal akımların, komünistleri karalamak için icat ettiği yalanlardan biri de, onların iktidara geldiklerinde emeğiyle geçinen insanların elinden evlerini, mülklerini alacağı yolundadır. Bu tür iddialar da tam anlamıyla büyük bir sahtekârlıktan ibarettir. Çünkü komünistlerin son vermek istediği mülkiyet, toplumun çoğunluğunun sömürülmesine ve tahakküm altına alınmasına temel oluşturan, üretim araçları üzerindeki kapitalist özel mülkiyet yani sermayedir. Diğer yandan unutulmamalı ki, kendi alın teriyle geçinen milyonlarca insanın varını yoğunu elinden alan, onları evsizliğe, işsizliğe ve yoksulluğa mahkûm eden suçlu aranıyorsa, o kapitalist düzenin ta kendisidir. Kapitalizm işçileri ve emekçileri mülksüz bırakırken, üretim araçlarının mülkiyetine sahip burjuvazi ise üreticilerin yarattığı toplumsal zenginliğin üstüne konmaktadır. Komünist mücadelenin amacı işte bu adaletsiz ve eşitsiz toplumsal düzeni ortadan kaldırmaktır. İşçi sınıfının iktidarı, çalışan insanların çalıştığının karşılığını almasını, herkesin mutlu biçimde yaşayacağı bir eve sahip olmasını, yaşamını gelecek endişesi olmaksızın arzuladığı biçimde düzenleyip manen zenginleştirmesini, herkesin çocuğunu dilediğince eğitebilmesini sağlayacaktır. Daha da ötesinde varılması arzulanan komünist toplum ise, yaratılan toplumsal zenginliğin hakkaniyet kurallarına uygun biçimde tüm toplumca mülk edinileceği sınıfsız, sömürüsüz ve eşitlikçi bir toplum olacaktır. Komünist Manifesto’da belirtildiği üzere, komünistlerin, bireylerin yaşam araçları (tüketim nesneleri) üzerindeki kişisel mülk edinme hakkını ortadan kaldırmak gibi bir düşünceleri asla olmamıştır ve olamaz da. Tersine komünist mü-
marksist tutum
cadelenin amacı, bir avuç ayrıcalıklı azınlığın üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetine son vererek, tüm çalışan insanların arzuladıklarına (ev, bark, sağlık, insanın mutluluğu doğrultusunda planlanmış günün yaşam koşulları neyi gerektiriyorsa onların hepsi) sahip olmalarını sağlamaktır. Manifesto’da da değinildiği gibi, komünizme karşı dinsel, felsefi ve ideolojik açıdan yöneltilen suçlamaları aslında fazladan ciddiye alıp uzun boylu incelemeye bile değmez. Çünkü bunlar tamamen bir yalanlar silsilesinden ibarettir. Tarih, insan topluluklarının düşünce, görüş ve kavramlarının, kısacası bilinçlerinin onların maddi varlık koşullarının değişimiyle birlikte değiştiğini kanıtlamıştır. Özelde dinler tarihi ve genelde fikirler tarihi, insanların maddi yaşamlarını üretme tarzlarının bir ürünüdür. O nedenle insanlığı egemen sınıfların yalanlarından, dine sığınma ihtiyacından ve gelecek korkusundan kurtaracak olan yegâne faktör, insanların maddi yaşamlarını üretme tarzını değiştirmeleri yani kapitalizme son vermeleridir.
Manifesto’da öngörülen gerçekler Komünist Manifesto, işçi sınıfının bu uğurda yürütmesi gereken mücadelenin nedenlerini, haklılığını ve zorunluluğunu en güzel biçimde dile getiren ifadelerle dokunmuş bulunuyor. Bunların hepsi üzerinde durmaya girişmek, onu olduğu gibi aktarmaya çalışmak olurdu. Bu tür bir çaba anlamsız olacağına göre, yalnızca öne çıkartmak istediğimiz bazı hususlar üzerinde durmakla yetinelim. Manifesto Marx ve Engels’in gençlik döneminde kaleme alınmış olsa bile, işçi sınıfının bu devrimci programının içeriği bugün için de çarpıcıdır ve bu bir tesadüf değildir. Çünkü Marksizm, dünyanın geçmişini ve geleceğini kavramayı mümkün kılan bilimsel yöntem, diyalektik ve tarihsel materyalizm üzerinde yükselir. Manifesto’nun daha ilk satırlarında, Marksizmin temel bileşenlerinden biri olan materyalist tarih yorumu ile yüz yüze geliriz: İnsanlığın yazılı tarihi sınıf mücadelelerinin tarihidir.
27
marksist tutum
Manifesto işçi sınıfını kaderine boyun eğmeye zorlayan gerici düşüncelere de, küçük reformlarla yetinip kapitalizme razı olmasını öğütleyen liberal ve reformist anlayışlara da bir savaş ilanıdır. Marksizm işçi sınıfının kurtuluşunun bizzat onun eseri olacağını, yani sınıfsal ayrımlardan, baskı ve sömürüden arındırılmış bir dünyanın onun devrimci mücadelesiyle yaratılacağını savunur. Bu nedenle işçi sınıfının örgütlü devrimci mücadelesi, Komünist Manifesto’dan başlayarak tüm çabasını, kapitalizme karşı sınıf mücadelesinde proletaryayı muzaffer kılacak temellerin döşenmesine hasretmiştir. İşçi sınıfı ilânihaye ücretli kölelik koşulları altında yaşamaya razı olamaz, o kapitalizmi yıkacak ve sınıfsız topluma geçişi sağlayacak devrimci potansiyele sahiptir. İnsanlık toplumunun tarihsel akışı içinde proletarya, başka hiçbir sınıfın gerçekleştirmeye muktedir olamadığı bir tarihsel misyon kuşanmıştır. İşçi sınıfı, insanlığın sömürülü ve sınıflı toplumlardan kurtuluşunu mümkün kılacak yegâne sınıftır. Tüm bu saptamalar, insanlığın iyiliğini isteyen birtakım düşünürlerin hayal dünyasından fırlayan fanteziler değildir. Marksizm, işçi sınıfının insanlığın kurtuluşunu mümkün kılacak mücadelesinin bilimsel ifadesidir. Bu önemli özellik, Marksizmi, kendisinden önce gelen ütopik sosyalizm anlayışlarından ayırt etmiş ve proletaryayı gerçek düşünsel silahlarla donatmayı başarmıştır. Hiçbir toplumsal düzen, içerdiği yaratıcı potansiyellerini tüketmeden tarih sahnesinden ayrılmaz. Bu durum tarihin materyalist kavranışının gözler önüne serdiği bilimsel bir kuraldır. Komünist Manifesto’nun yazıldığı dö-
28
Eylül 2007 • sayı: 30
nem, kapitalizmin emperyalizm çağına oranla henüz ilerici potansiyellerini yitirmediği serbest rekabetçi bir dönemdir. Fakat Manifesto’nun yazarları, tarihsel gidişatın hangi yönde olduğunu kestirecek derin bir gözlem gücüne ve engin bir bilgiye sahiptirler. Kapitalist gelişme sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesine yol açar. Böylece kapitalizmin serbest rekabet dönemi, kaçınılmaz olarak tekelleşme doğrultusunda bir gelişimi mayalamıştır. Kapitalizm üretici güçlerin büyük bir kısmını yok ederek, akıl almaz bir ihtirasla yeni pazarlar ele geçirerek ve eskilerini daha kapsamlı biçimde sömürerek yol alır. Bu gidişat bir yandan tekelleşmeyi derinleştirir ve mali sermayenin global entegrasyonunu sağlarken, öte yandan kapitalizmin sonunu getirecek mezar kazıcılarını üretir. Kapitalist gelişme işçi sınıfını büyütür, toplumun ezici çoğunluğunu işçileştirir. Bu sömürü düzeninin düşük ücretler, uzun çalışma saatleri, işsizlik, açlık, yokluk, hastalık cehenneminde yaşamaya terk ettiği işçi sınıfının bağrında, kapitalizmi yıkacak devrimci öfkenin doğması ve örgütlü güce dönüşmesi kaçınılmaz hale gelir. İşte kapitalizmin bu gibi gelişme eğilimlerini kavramak, esasen Marx ve Engels’in kapsamlı analizleri sayesinde mümkün olabilmiştir. Alman İdeolojisi’ndeki çözümlemelerden başlayarak Komünist Manifesto’ya uzanan ve daha sonra da Marx’ın devasa Kapital çalışmasına yansıyan kapitalizm çözümlemesi, serbest rekabetçi dönemden emperyalizm aşamasına ilerleyen kapitalizmin anatomisini gözler önüne serer. Tüm bu nedenlerle, Manifesto asla kapitalizmin geçmiş dönemine ait eskimiş bir program değildir. O içinde yaşadığımız emperyalizm çağında da, kapitalizmin ve sınıf mücadelesinin temel dinamiklerini kavramak için işçi sınıfının ihtiyaç duyduğu bir bilgi pınarıdır. Hatta Manifesto’nun pek çok bakımdan, yazıldığı tarihe oranla bugün devrimci proletarya için daha da büyük bir öneme sahip olduğunu söylemek abartma olmayacaktır. Proletaryanın bu devrimci programı, tekelleşen ve bir dünya sistemi haline gelen yani küreselleşen kapitalizme işaret etmektedir. Açıktır ki, Manifesto’nun 160 yıl öncesinden günümüze ışık tutması boşuna değildir. Esasen Lenin gibi devrimci önderlerin kapitalizmin emperyalist aşamasına dair geliştirilmiş çözümlemeleri de, Marksizmin kurucularının bıraktığı düşünsel miras sayesinde mümkün olabilmiştir. Manifesto’da kapitalizmin iç işleyiş yasalarına ilişkin açıklamalar çarpıcıdır. Bu bağlamda, artı-değer sömürüsü üzerinde yükselen kapitalist üretim tarzının gizleri, kapitalist rekabetin belirlediği toplumsal ilişkiler, kent ve kır küçük-burjuvazisini mülksüzleştiren büyük sermaye birikimi gibi son derece önemli hususlar hatırlanabilir. Günümüz kapitalizmi, bir yanda toplumsal zenginliğin az sayıda büyük mülk sahibinin elinde toplandığı, diğer yanda ise mülkiyetten yoksun ve yoksul işçi yığınların biriktiği bir kutuplaşma ile karakterize olmaktadır. Kapitalist özel mülkiyet ve ulus-devlet biçimlenmesi, toplumsallaşmış üretici güçlerin dünya ölçeğinde ulaştığı düzeyle bağdaşmamak-
Eylül 2007 • sayı: 30
marksist tutum
tadır. Giderek daha az sayıda işçiyle çok daha fazla üretim yapılmasını mümkün kılan modern makineli üretim, toplumsal yaşamı kolaylaştıracağı yerde milyonlarca işçiyi işinden ederek toplumsal felâketin boyutunu büyütmektedir. Bütün bu sonuçlar, kapitalizmin artık tarihsel vadesini doldurduğunun ve mevcut toplumsal yaşamın sosyalizm yönünde aşılmasının zorunlu hale geldiğinin ifadesidir. Manifesto’da denildiği gibi, “toplum artık bu burjuvazinin hâkimiyeti altında yaşayamaz; başka bir deyişle, artık burjuvazinin varlığı toplumla bağdaşmaz”. İşçi ve emekçi kitlelerin kapitalizm altında sürdürdüğü çileli yaşam, sınıflar üstü devlet ve sınıflar üstü demokrasi olamayacağını da kanıtlamıştır. Manifesto’da yazıldığı şekilde, “modern devletin yönetimi, bütün burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir”. Burjuva demokrasisi özünde burjuvaziye hizmet eden sınıf demokrasisidir, burjuva diktatörlüğünün bir biçimidir. Burjuva demokrasisi ne denli genişlerse genişlesin, işçi sınıfı sömürülen ve egemenlik altında tutulan bir sınıf olmayı sürdürür. İşçi sınıfı burjuva demokrasisi sınırları içinde kazandığı bazı tarihsel haklardan yararlanıyor olsa da, burjuvazinin egemenliğine son vermeden sömürü düzeninden kurtulamaz. Burjuva devlet aygıtı yıkılmadan da işçi-emekçi kitlelerden yana bir siyasal iktidarın kurulabileceği fikri, kapitalizmin tarihi içinde defalarca kanıtlandığı üzere, neticede işçi sınıfını felâkete sürükleyecek oportünist ve reformist bir düştür. İşçi sınıfı, mücadelesini, burjuvazi tarafından oluşturulmuş ve burjuvazinin hâkimiyetini güvence altına almış bulunan yasal çerçeve ile sınırlarsa, iktidarı asla fethedemez. İşçi iktidarının kurulabilmesinin yegâne yolu, burjuva devlet aygıtını parçalayarak burjuvazinin egemenliğine son verecek olan gerçek bir işçi devrimidir. İşte bu yüzden komünistler asla işçi sınıfını boş düşlerle aldatmaz, kendi görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmezler. Manifesto’da denildiği gibi, hedeflerine ancak tüm toplumsal koşulların zorla yıkılmasıyla ulaşılabileceğini açıkça ilan ederler.
İşçi ikti-
“ege-
darı
men sınıf olarak örgütlenmiş proletarya” demektir. İşçilerin bu egemen konumlarını muhafaza edebilmeleri için işçi devleti daha baştan sönmeye yüz tutmuş cinsten bir yarı-devlet olmak zorundadır. Bu ise, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi-emekçi kitlelerin, tarihin hiçbir kesitinde sahip olmadıkları haklara ve en geniş demokrasiye sahip olmaları anlamına gelir. Kısaca vurgulamak gerekirse, işçilerin devrimci iktidarı sömürücü azınlık açısından bir diktatörlük, fakat işgücüyle geçinen geniş kitlelerin tarihte ilk kez kavuşacakları kendi öz demokrasileri olacaktır.
Devrim olmadan çözüm yok Marx ve Engels’in Manifesto’yu kaleme aldıkları yıl, Avrupa’da siyasal koşulların değişime uğraması bakımından bir dönemeç noktası oluşturur. 1848 öncesinde Avrupa’da işçi sınıfı görece bir durgunluk içindeyken, 1848 yılı geldiğinde başta Paris olmak üzere Avrupa’nın pek çok kenti birbiri ardı sıra patlak veren devrimlerle sarsılmaya başlar. Gericilik günlerinde akıntıya karşı yüzmeyi başaran Marx ve Engels için bu durum ve benzeri örnekler, önemli tarihsel dersler çıkartma fırsatı sunacaktır. Daha sonra Marx’ın “18 Brumaire”de vurgulayacağı gibi, proleter devrimler kendi yenilgilerinden öğrenen ve böylece olgunlaşan bir niteliğe sahiptirler. Bu nedenle, bir dönem için gerilemiş bulunan işçi hareketinin daha sonra ileriye atılacağından kuşku duyan kişi devrimci değildir. Kapitalizmden kurtulmayı isteyen devrimi istemek zorundadır. Çünkü ne denli köhnemiş olursa olsun, kapitalizm tarih sahnesini asla gönül rızasıyla terk etmeyecektir. Tam tersine, bu sömürü sistemi yaşlanıp çürüdükçe geçmiş dönemlere nazaran işçi haklarına çok daha büyük bir saldırı, çok daha derin ölçekli bir siyasal gericilik, çok daha kanlı savaşlar üretmektedir. Kapitalizmin yıkıcı krizleri tüm dünyada toplumsal yaşamı temellerinden sarsmakta ve tabir caizse hemen her ülkenin çivisi yerinden çıkmaktadır. Günümüzde yaşanan gerçeklik işte bunlardır. Ama kapitalizmin krizleri ne denli şiddetli olursa olsun, kapitalizm bu krizler neticesinde kendiliğinden çökmeyecektir. Kapitalizmin reformlar yoluyla ıslah edilmesi veya kapitalizm altında daha iyi bir dünya yaratılması asla mümkün değildir. Kapitalizmden kurtuluş devrimi gerektirir. Komünist Manifesto, işçi sınıfını bu tarihsel eyleme çağıran ve bu devrimci eyleminde ona yol gösteren mücadele programıdır. İşçi sınıfının kapitalizme karşı yürüttüğü mücadele, sendikal ya da genel demokratik mücadele gibi, kitleyi kucaklayan çeşitli biçimlere bürünerek yol almaktadır. Ama yine de onun en gelişkin biçimi devrimci siyasal mücadeledir. Ve Manifesto’nun sözleriyle, “proleterlerin bir sınıf olarak örgütlenmeleri, sonuçta onların bir politik parti olarak örgütlenmelerini” de gerektirir. İşçilerin devrimci mücadelede ihtiyaç duydukları parti, işin gerçeğinde bur-
29
Eylül 2007 • sayı: 30
marksist tutum
Eski Yunanlıların, Karanlıklar Tanrısı tarafından çalınan ateşlerini bulup getirerek onları yeniden aydınlığa kavuşturan Promethus gibi kahramanları vardı. İşçi sınıfının eski Yunanlılar gibi ne tanrılara sığınmaya ne de hayali kahramanlar yaratmaya ihtiyacı var. İnsanlığı karanlık bir yaşama ve yok oluş tehdidine sürükleyen kapitalist düzenden kurtulmak için ihtiyaç duyulan devrimci potansiyel sınıfın bağrında mevcut. Yeter ki uyuklayan dev sahip olduğu potansiyelin bilincine erip, dünyayı değiştirmek için örgütlenerek ayağa dikilsin!
30
juva işçi partileri anlamına gelen reformist sosyalist veya sosyal demokrat tipte sol partiler olamaz. Manifesto aslında genel içeriği itibarıyla işçi sınıfının devrimci örgütlenme sorununa dikkat çekmiştir. Proletaryanın kapitalist sömürü düzenine son verebilmesi için, işçi sınıfının burjuva ve küçük-burjuva solundan bağımsız tarzda örgütlenmiş devrimci önder bir partiye ihtiyacı vardır. İşçi sınıfının nihai amacı herkesin insanca yaşayabileceği ortaklaşmacı bir toplumsal düzene varmak olduğuna göre, sınıfın devrimci siyasal öncüsü de adını buradan alır. Komünistlerin bir bütün olarak işçi sınıfının çıkarlarının dışında kendilerine özgü sekter çıkarları olamaz. Bu nedenle Manifesto’da, komünistlerin öteki işçi sınıfı partilerine karşı duran bir parti oluşturmayacağı yazılarak, kerameti kendinden menkul sektler yaratmanın yanlışlığına işaret edilmiştir. Sınıfın bağımsız örgütlenmesi açısından önemli olan yönler ise Manifesto’da, “komünistler, öteki işçi sınıfı partilerinden ancak şöyle ayrılırlar” denilerek belirtilmiştir. Bunları burada kısaca vurgulayabiliriz. Birincisi, komünistler hangi ülkede olursa olsun mücadelede ulusalcılığa düşmez ve işçilere daima tüm proletaryanın dünya ölçeğindeki ortak çıkarlarını gösterirler. Bir başka deyişle, daima enternasyonalizmi öne çıkartırlar. İkincisi, işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinin her bir evresinde, her zaman ve her yerde bir bütün olarak devrimci proleter hareketin çıkarlarını temsil ederler. Ücretli kölelik koşullarında sürünmekten kurtulabilmek için işçi sınıfı devrimci tarzda örgütlenmelidir. Bu bakımdan işçi sınıfı ya devrimcidir ya da hiçbir şeydir. Ama işçi sınıfının devrimciliği, yalnızca kendine yontan bir bencillik içermez. Kapitalist toplumda yer alan her türlü haksızlığa karşı çıkmadan, işçi haklarıyla birlikte tüm ezilenlerin hakları savunulmadan devrimci olunamaz. Bu nedenle Manifesto’da, “komünistler her yerde, varolan toplumsal ve politik düzene karşı olan her devrimci hareketi desteklerler” diye yazılmıştır. Devrimci stratejinin, ezilen ırkın, ezilen ulusun ve ezilen cinsin haklarının savu-
nulması doğrultusunda geliştirilmesi komünist mücadele anlayışının zorunlu bir unsurudur. Marksizm toplumsal varlığın toplumsal bilinci belirlediğine işaret ediyor. Nitekim işçi ve emekçi kitlelerin kapitalizm altında mahkûm kaldıkları yaşam biçimi, toplumsal bilinç düzeyinde de yansımasını buluyor. Kendi hallerine bırakıldıklarında kitleler alışıldık siyasetlerin veya kendilerine kolay çözümler vaat eden siyasi oluşumların peşinden sürüklenmeye meyyaller. Fakat yine de, öncüye oranla ağır aksak bir biçimde olsa bile, kitleler de nihayetinde deneme yanılma yoluyla bir yaşam tecrübesi biriktiriyorlar. Bu yüzden burjuva ideolojisinin, kapitalizmin katlanılır bir düzen olduğuna veya bu düzenin yıkılmayacağına onları ebediyen inandırması asla mümkün olmayacak. İşçi hareketinde yaşanan gerileme koşulları ve burjuvazinin işçi mücadelesini güçsüz düşürmek için çevirdiği dolaplar her ne olursa olsun, büyük uyanış ve derleniş engellenemeyecek. Devrimci sınıf örgütlülüğünün sesi yükseldiği ölçüde, kitleler kendilerine gerçekleri açıklayan ve onları anlamlı bir mücadeleye davet eden bu sese giderek büyüyen bir arzuyla kulak kabartmaya başlayacaklar. Eski Yunanlıların, Karanlıklar Tanrısı tarafından çalınan ateşlerini bulup getirerek onları yeniden aydınlığa kavuşturan Promethus gibi kahramanları vardı. İşçi sınıfının eski Yunanlılar gibi ne tanrılara sığınmaya ne de hayali kahramanlar yaratmaya ihtiyacı var. İnsanlığı karanlık bir yaşama ve yok oluş tehdidine sürükleyen kapitalist düzenden kurtulmak için ihtiyaç duyulan devrimci potansiyel sınıfın bağrında mevcut. Yeter ki uyuklayan dev sahip olduğu potansiyelin bilincine erip, dünyayı değiştirmek için örgütlenerek ayağa dikilsin. Komünist Manifesto dünya işçi sınıfına bunun yolunu göstermiş, kapitalizmden kurtulmayı mümkün kılacak ateşi yıllar öncesinden yakmıştır. Marx ve Engels gibi önderler eliyle yakılan bu kurtuluş ateşi körüklenmeyi bekliyor. Yaşasın Komünist Manifesto’nun hiç sönmeyen ateşi!
Kuzey İrlanda’da İngiliz Oyunu Sürüyor İlkay Meriç
İ
ngiliz ordusu, 38 yıldır işgal altında tuttuğu Kuzey İrlanda’dan, geride 5 bin kişilik bir birlik bırakarak 31 Temmuzda çekildi. İngiliz birlikleri, 1969 Ağustosunda, Katoliklerle Protestanlar arasındaki çatışmaları engelleme bahanesiyle Kuzey İrlanda’ya girmiş ve orada onyıllar boyunca devam edecek büyük bir devlet terörü dalgası başlatmışlardı. İngiliz ordusunun bu harekâtı işbirlikçi Protestan liderlerden tam destek görürken, en çok acıya, İrlanda Cumhuriyet Ordusu’nun da (IRA – Irish Republican Army) içinden çıktığı Katolikler maruz kalmışlardı. Bu çekilmeyi hazırlayan sürecin kabaca 1998 yılında başladığı söylenebilir. 1998 yılında İngiliz hükümeti ile IRA arasında imzalanan “Hayırlı Cuma” Anlaşmasıyla, İrlanda sorununda yeni bir aşamaya girildi ve bu sürecin bir uzantısı olarak IRA, 2005 Temmuzunda silahlı mücadeleye son verdiğini açıkladı. O tarihten beri İngiliz birlikleri Kuzey İrlanda sokaklarında dolaşmayı kesseler de çekilme işlemi tamamlanmamıştı. Kuzey İrlanda’ya yönelik harekâtın tepe noktasına ulaştığı dönemlerde İngiltere’nin bu ülkede 27 bin askeri ve 106 askeri üssü bulunuyordu. Bu sayı zamanla azaltılmış ve iki yıl önce üs sayısı 44’e düşürülmüştü. Geçtiğimiz ay gerçekleşen çekilmeyle birlikte, 5
bin kişilik bir askeri birlik dışında İngiliz işgal ordusu, İrlandalıları baskı altında tutma görevini, yeniden yapılandırılan polis gücüne bırakmış oldu. Hayırlı Cuma Anlaşmasını izleyen süreçte, İngiliz sömürgeciliğinin tarifsiz acılar yaşattığı İrlandalıların kuzeyde kendi bölgesel parlamentolarına kavuşması büyük bir heyecan yaratmıştı. Ne var ki tarihinde örneklerine sıkça rastlandığı gibi, İngiltere, Katoliklerle Protestanların uzlaşmaya varamaması, IRA’nın silah bırakmaması gibi çeşitli bahaneler ileri sürerek bu parlamentoyu sürekli askıya aldı. Bunun yanı sıra o dönemde İngiltere, Hayırlı Cuma Anlaşmasını ihlal ederek askeri birliklerini çekme işlemini de hemen başlatmadı. 1998 ve 2003’te gerçekleştirilen seçimlerin ardından Kuzey İrlandalılar geçtiğimiz Mart ayında bir kez daha parlamento seçimine gittiler. IRA’nın Ocak 2007’de polis teşkilatının yeni yapılanmasını kabul ettiğini açıklamasının ardından yapılan parlamento seçimleri, kuzeyli Katoliklerle Protestanların ortak bir yönetim oluşturmalarıyla sonuçlandı. Sosyalist partilerin ve bağımsız adayların oy oranlarının oldukça düşük seviyelerde seyrettiği bu seçimlerde, Demokratik Birlik Partisi (DUP) %30,1, IRA’nın
31
Eylül 2007 • sayı: 30
marksist tutum
DA
N
LA
Belfast
Dublin
İRL
AND
A
İR
İNGİLTERE
İngiltere’nin ilk sömürgesi
siyasi kanadı olan Sinn Fein %26,2, Ulster Birlik Partisi (UUP) %14,9 ve Sosyal Demokrat İşçi Partisi (SDLP) %15,2 oranında oy almıştı. DUP ve UUP, İngiltere ile birlikten yana olan Protestanların destekledikleri partilerken, Sinn Fein ve SDLP’yi bağımsızlık yanlısı Katolikler destekliyorlar. Nüfusu 1 milyon 700 bin civarında olan Kuzey İrlanda’da, seçimlerin ardından oluşturulan ortak yönetimin başkanlığını DUP üstlenirken, başkan vekilliği Sinn Fein’e verildi. Bütün bu gelişmelere bakarak, gelinen süreci İrlanda sorununun geri dönüşsüz bir çözüm yoluna girdiğinin göstergesi olarak değerlendirenler hiç de az değil. Oysa İrlanda’nın İngiliz oyunlarıyla dolu acı tarihi, işçi ve emekçi sınıfları bu kadar iyimser olunmaması konusunda uyarmaktadır. Nitekim tarihe baktığımızda bu tür adımların ilk kez atılmadığını, İrlanda halkınınsa her seferinde yerli ve işgalci egemen sınıfların mülkiyet çıkarlarının kurbanı olduğunu görürüz. Burada, İngiliz emperyalizminin katlettiği İrlandalı devrimci Marksist James Connolly’nin, bugün olduğu gibi “yerinden yönetim” uygulamasıyla gözü boyanarak devrimci politikayı terk etme eğilimine giren anlayışlar karşısında yaptığı şu uyarıyı hatırlamamak elde değil: “Yalnızca siyasal bir Cumhuriyeti hedef alıp bu yolda ilerleyen bir parti, kurnaz bir İngiliz devlet adamının göz boyayıcı bir yerinden yönetim kararnamesi ile taviz verirmiş gibi yapıp kritik anı geçirmesi ve böylece devrimci güçleri dağıtması tehlikesi ile daima karşı karşıya olacaktır.” (“Yurtseverlik ve Emek” (1897), Seçme Yazılar, Belge Y.,1980, s.27)
32
İrlanda’da İngiliz egemenliğinin kökleri 1170’li yıllara kadar geri gidiyor. Yaklaşık 850 yıl öncesine uzanan İngiliz istilası, İrlanda’nın ilk İngiliz sömürgesi olmasıyla sonuçlanırken, İngiltere’nin ve onun işbirlikçisi mülk sahibi egemen sınıfların zulmü altında inleyen İrlanda halkının kültürü, dili ve dini üzerindeki baskılar da hep devam etmiştir. İngiltere sömürgeci politikalarını, esas olarak, besleyip büyüttüğü ve kendine bağladığı Protestan mülk sahipleri üzerinden yürütmüştür. 1500’lerin ortalarından itibaren, İngiltere’ye boyun eğmeyen İrlandalı toprak sahiplerinin ve manastırların el konan topraklarının İrlanda dışından getirilen Protestan çiftçilere dağıtılmasıyla bu ülkede yeni bir toprak sahibi sınıf yaratılmıştır. Bu sınıfa öylesine büyük ayrıcalık tanınmıştır ki, 1641’de Katoliklerin elinde bulunan topraklar toplam arazilerin %59’unu oluştururken, sadece 60 yıl sonra, 1703’te, bu oran %14’e düşecektir. O yıla gelindiğinde, tarım arazilerine koşut biçimde siyasal egemenliği de tümüyle ele geçirmiş bulunan Protestanların nüfus içindeki ağırlıkları ise sadece %10’dur. İrlanda’da ulusal kurtuluş hareketinin tarihiyse, Amerikan devrimine ve ardından gerçekleşen 1789 Fransız devrimine uzanmaktadır. Fakat özellikle Amerikan bağımsızlık savaşının (1775-1783) başarıyla sonuçlanmasının bir ifadesi olan Amerikan devrimi, İrlanda’nın sömürge halkı açısından, İngiltere’nin yenilmezliğine dair yaygın kanının yerle bir olmasına yol açmıştır. İngiltere, Amerika’daki yenilgisinin ardından, İrlanda’da giderek güçlenen Katolik mülk sahiplerini kontrol altında tutmak amacıyla onlara birtakım ayrıcalıklar tanımak zorunda kalmıştır. Ne var ki İngiliz sömürgeciliği bu ayrıcalıkları tanıyarak ulusal sorunu ortadan kaldıramamıştır. Bundan sonra İrlanda’nın tarihi ayaklanmalarla ve kanlı bastırmalarla dolu olarak ilerleyecektir. Tanınan haklarsa kısa sürede fazlasıyla geri alınacaktır. Nitekim İngiltere, 1801 yılında çıkardığı Birleşme Yasasıyla, İrlanda’yı İngiltere ile tek taht ve parlamento altında birleştirmiş, böylece kökeni 1297 gibi çok erken tarihlere uzanan İrlanda parlamentosu da kapatılmıştır. Yine bu yasa gereği İrlandalıların İngiliz parlamentosunda belirli bir oranda temsil edilmeleri gerekirken, Katolikler temsil sürecinin dışında bırakılmışlardır. Birleşmeyi izleyen dönemde, bir tarım-köylü ülkesi olan İrlanda, İngiltere’nin serbest ticaret uygulamalarının tarım ürünlerinin fiyatını aniden düşürmesinin ardından muazzam bir yıkıma sürüklenir. Toprak sahiplerinin topraklarını kiralayacak çiftçi bulamamaları nedeniyle iflasa sürüklenmeleri, bu dönemde arazilerin büyük ölçekli el değiştirmelerine de yol açar. Açlık ve yoksullukla baş edemeyen yüz binlerce İrlandalı çareyi İngiltere ve ABD’ye göç etmekte bulur. Bu arada İngiltere’nin İrlandalılar üzerindeki baskı ve şiddet politikası da hız kazanarak devam etmektedir. İrlanda’ya bir ziyaret gerçekleştiren Engels, 23
Eylül 2007 • sayı: 30
Mayıs 1856’da Marx’a yazdığı mektupta, bu ülke hakkında şu gözlemlerde bulunur: “Jandarmalar, rahipler, avukatlar, bürokratlar, taşra eşrafı aramadığın kadar bol, sanayinin ise zerresi yok, öyle ki köylünün yoksulluğu bu resmi tamamlamasa, tüm bu asalak otlar nereden besleniyor, anlamak güç olurdu. «İnzibat önlemleri» ülkenin her yanında apaçık görünüyor, hükümet her şeye burnunu sokuyor; şu öz-yönetim denen şeyden iz yok. İrlanda ilk İngiliz sömürgesi sayılabilir; yakınlığı nedeniyle de hâlâ eski tarzda yönetilen bir yer olarak kabul edilebilir. İngiliz yurttaşlarının özgürlüğü denen şeyin, sömürgeler üzerindeki baskıya dayandığını insan burada açıkça görüyor. Hiçbir ülkede bu kadar çok jandarmayı bir arada görmedim.” İngiltere’nin İrlanda’yı egemenlik altında tutmak için başvurduğu politikalardan biri de, ünlü “böl ve yönet” taktiğidir. Protestanları destekleyerek Katoliklere karşı kışkırtmak ve böylece emekçi sınıfları din temelinde bölerek ortak mücadele yürütmelerini engellemek bu taktiğin pratikteki uygulaması olarak hayat bulacaktır İrlanda’da. İrlanda’nın Mayo kontu Lord Lieutenant’ın 1867’de dönemin İngiliz maliye bakanı Disraeli’ye yazdığı şu satırlar bu politikayı açıkça dile getirmektedir: “İrlanda yönetmek bakımından cehennemi bir ülke… Yönetmenin tek yolu, sert bir biçimde bir kesimi diğer kesime karşı kızıştırmak, onları dövüş horozları gibi tutmak ve sonra birini desteklemekten ibaret olan eski plan (buna teşebbüs etmeyeceğim). Sizden beni Hindistan’a göndermenizi rica ediyorum. İrlanda her türlü ünün mezarıdır.” Lord çareyi Hindistan’a kaçmakta aramışsa da, İngiltere İrlanda’da bu eski planı uygulamaktan günümüze kadar hiç çekinmemiştir. İngiltere’nin İrlanda’yı egemenlik altında tutmak için başvurduğu politikalardan biri de, ünlü “böl ve yönet” taktiğidir. Protestanları destekleyerek Katoliklere karşı kışkırtmak ve böylece emekçi sınıfları din temelinde bölerek ortak mücadele yürütmelerini engellemek bu taktiğin pratikteki uygulaması olarak hayat bulacaktır İrlanda’da. 19. yüzyıl boyunca geri bir tarım ülkesi olmanın ötesine geçemeyen ve toprak meselesinin önemli bir yer tuttuğu İrlanda’da, bu sorun, 1881-1903 yılları arasında gerçekleştirilen toprak reformlarıyla çözülür. 1870’te İrlandalı çiftçilerin sadece %3’ü kendi topraklarının sahibiyken, bu oran 1898’de %29’a, 1918’de ise %64’e çıkar. Bu reformların derdine derman olmadığı yoksul köylüye ise, kapitalist gelişmenin temel kuralı olarak, proleterleşmek dışında bir çıkış kapısı kalmaz. Bu süreç, İrlanda’nın artık daha güçlü bir proletarya ile tanışmasıyla ve toprak reformuyla birlikte mülk sahibi haline gelen küçük çiftçilerin giderek
marksist tutum
daha tutucu hale gelmeleriyle ilerleyecektir. 20. yüzyıla yaklaşılırken İrlanda, özellikle kuzey bölgelerinde sanayinin ve dolayısıyla proletaryanın gelişmeye başladığı bir ülke halini almıştır. Örneğin 1800’de nüfusu 20 bin olan Belfast, yeni yüzyıla girildiğinde 20 kat büyüyerek 400 bin nüfuslu bir sanayi kenti durumuna gelmiştir. İlerleyen yıllarda, bu gelişme, ulusal sorunun çözüm yönteminin ve biçiminin de temel belirleyeni olacaktır. İngiliz emperyalizmi, tersane ve tekstil sektörü başta olmak üzere güçlü bir sanayi ve liman bölgesi olan bu bölgeyi İrlandalılara kaptırmamak için elinden geleni yapacaktır.
İşçi hareketinin yükselişi ve James Connolly 20. yüzyıla gelindiğinde İrlanda’da gerçek bir devrimci gücün, proletaryanın artık rüştünü ispat eder bir olgunluk düzeyine ulaşmış olması, aynı zamanda, ulusal soruna farklı çözüm arayışlarına ve sınıfsal sorunun ülke gündeminin ilk sıralarına oturmasına da yol açmıştır. Birinci Dünya Savaşını önceleyen yıllarda yükselen işçi hareketi, proletaryanın olgunlaşma düzeyindeki bu değişimin somut bir göstergesidir. Aslında İrlandalı işçilerin Birinci Enternasyonal’in kuruluş dönemine uzanan bir devrimci geleneği söz konusudur. Kuruluşundan altı yıl sonra, 1870’te, Birinci Enternasyonal tüm İrlanda’da örgütlenmişti. Enternasyonal’in o dönemde yürüttüğü kampanyalardan biri de İngiltere zindanlarına atılan İrlandalı politik tutsakların özgürlüklerine kavuşmasıydı. Enternasyonal, İrlanda halkının kendi kaderini tayin hakkının tanınmasını da istiyordu. Burada Marx’ın İrlanda ulusal sorununa ilişkin düşüncelerine kısaca değinmekte fayda var. Marx, önceleri İrlanda’nın kurtuluşunun esas olarak İngiliz işçi sınıfı hareketinin yükselişiyle mümkün olabileceğine inanmaktaydı. Ne var ki, ilerleyen yıllarda, kendi ifadesiyle “sorunu daha derinlemesine incelediğinde”, bu fikrini değiştirdi. Nitekim Engels’e yazdığı 2 Kasım 1867 tarihli mektubunda, eskiden İrlanda’nın İngiltere’den ayrılmasını olanaksız olarak düşündüğünü, ama artık bunu kaçınılmaz gördüğünü söylüyordu. Aynı yıl kaleme aldığı bir başka mektubunda da, İrlandalıların ihtiyaç duydukları şeyi, tarım devriminin yanı sıra özyönetim ve İngiltere’den bağımsızlık olarak sıralıyordu. Yine Engels’e yazdığı 10 Aralık 1869 tarihli mektubunda, Marx, İngiliz işçi sınıfının İrlanda kurtulmadıkça hiçbir şey başaramayacağını ve bunun için İrlanda’nın bir kaldıraç olacağını savunur. Ona göre, İngiltere’deki İngiliz gericiliğinin kökleri İrlanda’ya boyun eğdirilmesinde yatmaktadır. İlerleyen yıllarda, Marx ve Engels’in devrimci çizgisini İrlanda’ya taşıyan en önemli isim İrlandalı sosyalist James Connolly idi. Bir ezilen ulus sosyalisti olan James Connolly, İrlanda’da ulusal soruna burjuva ve küçük-burjuva çözümler arayanlardan farklı olarak, ulusal sorunu işçi sı-
33
marksist tutum
James Connolly
nıfının kurtuluşu sorunuyla bağlantılı ele alan proleter devrimci anlayış temelinde bir mücadele yürüttü. 1896’da, İrlanda Sosyalist Cumhuriyetçi Partisini kuran Connolly’nin hedefi, İrlanda’da bağımsız bir sosyalist cumhuriyetin kurulmasıydı. 1897 Ocağında yazdığı Sosyalizm ve Milliyetçilik adlı yazısında şöyle diyordu: “Benim, ülkemiz halkının ideal olarak karşılarına koymalarını dilediğim cumhuriyet öyle bir cumhuriyet olmalıdır ki, yalnızca adından söz edilmesi bile, her çağda, her ülkenin ezilenleri için bir işaret ateşi oluşturmalı, uğruna harcanan çabaların ödülü olarak her çağda özgürlük ve bereket vaat etmelidir. … İngiliz Ordusunu yarın ülkeden çıkartıp yeşil bayrağı Dublin kalesine çekseniz bile, sosyalist cumhuriyetin kurulmasına yönelmiş değilseniz tüm çabalarınız boşa gidecektir. … İngiltere gene mahvınıza dek size hükmedecektir – davasına ihanet ettiğiniz o Özgürlük tapınağında dudaklarınız riyakâr bir saygı sunarken bile.” (Seçme Yazılar, s.18-20) Sendikal ve siyasal faaliyetlerine bir süre Amerika’da devam eden Connolly, daha sonra İrlanda’ya dönmüş ve yoldaşlarıyla birlikte İrlanda Nakliye ve Genel İşçi Sendikası ITGWU’yu kurmuştu. Amacı Katolik ve Protestan işçilerin ortak mücadele yürütmelerini ve sendikal birliğini sağlamaktı. 1913’te, ITGWU’ya üye olmak isteyen 20 bin Dublinli işçinin patronların sendikadan istifa edin tehditlerine boyun eğmedikleri için işten atılması, o dönemde kitlesel bir işçi hareketine yol açmıştı. Bu hareketin kanlı bir şekilde bastırılması karşısında Connolly öncülüğündeki İrlandalı işçiler, Avrupa’nın ilk Kızıl Ordusu olan İrlanda Yurttaş Ordusunu kurdular. Bu ordu, sendikalı iş-
34
Eylül 2007 • sayı: 30
çilerin patronlara ve polise karşı silahlı savunma birliğini oluşturan bir işçi milisiydi. Paskalya Ayaklanmasının kanlı bir şekilde bastırılmasına dek varlığını güçlenerek sürdürecek olan Yurttaş Ordusuna ilişkin olarak Connolly 1915’te şunları söylemekteydi: “İrlanda işçi sınıfının silahlı örgütü İrlanda’da bir olgudur. Şimdiye kadar, İrlandalı işçiler, efendileri önderliğindeki orduların parçası olarak savaştılar, asla kendi sınıflarından birinin yönettiği, eğittiği ve esin verdiği bir ordunun üyesi olarak değil. Şimdi, ellerinde silahla, kendi yollarını çizmeyi, kendi geleceklerini şekillendirmeyi amaçlıyorlar.” (Yurttaş Ordusu İçin) Ulusal kurtuluş mücadelesini emekçi sınıflar açısından değerlendiren Connolly, İrlanda’da kapitalist temellerde bağımsız bir cumhuriyetin kurulmasının, İrlanda’nın geniş emekçi kitlelerinin sorunlarını çözmeye yetmeyeceğini savunuyordu. O, proletaryayı, bağımsız bir işçi cumhuriyeti için örgütlenmeye ve mücadele yürütmeye çağırıyordu. İrlanda’nın özgür geleceğinin üzerinde yükseleceği tek temelin İrlanda işçi sınıfı olduğunu söyleyen Connolly, 1916 Paskalya Ayaklanmasının hemen öncesinde yazdığı bir yazıda İrlanda işçi sınıfına şöyle sesleniyordu: “Emeğin davası İrlanda’nın davasıdır. İrlanda’nın davası emeğin davasıdır. Bunlar birbirinden ayrılamaz. İrlanda özgürlük peşindedir. Emek, özgür İrlanda’nın kendi kaderinin tek sultanı, toprağı üstündeki ve içindeki her maddenin en yüksek maliki olması peşindedir. … Bir ulus için böylesine yüce ve kutsal bir işlev gören biz işçi sınıfına, sınıfımızın ihtiyacı olan ulusal güçlerin özgürce gelişmesinin ilk talebi olan ulusun yabancı boyunduruğundan kurtulması için savaşmak yakışmaz mı? Pek güzel yakışır. Dolayısıyla 16 Nisan Pazar günü İrlanda’nın yeşil bayrağı, özgürlüğe inancımızın simgesi, Dublin işçi sınıfının İrlanda davası için ayakta ve İrlanda davasının ayrı ve özgün bir ulus davası olduğunu tüm dünyaya ilanının işareti olarak merasimle Liberty Hall’ın tepesine çekilecektir.” (“İrlanda Bayrağı”, Seçme Yazılar, s.41) Ve bu çağrıya uyan 1500 silahlı devrimci 24 Nisanda başlayan Paskalya bayramında ayaklanarak, Dublin’in stratejik binalarını ele geçirirler. Ayaklanmanın asıl gücünü Yurttaş Ordusuna bağlı işçiler oluştururken bunların komutanlığını Connolly yapar. Bir hafta boyunca devam eden ve İngiliz emperyalizminin büyük bir vahşetle bastırdığı bu ayaklanma tarihe Paskalya Ayaklaması olarak geçecektir. Ayaklanmanın kanlı bir şekilde bastırılmasının ardından, hareketin bütün liderleri ve ayaklanmaya katılan 90 işçi ölüm cezasına çarptırılırken, binlerce İrlandalı, İngiltere ve İrlanda’da hapse atılır. Ayaklanma sırasında yaralanan ve arkadaşlarını kurtarmak için teslim olan Connolly de ölüm cezasına çarptırılanlar arasındadır. Connolly, 12 Mayıs 1916’da, ayağındaki kangrenin ilerlemesinden dolayı oturur vaziyette duramadığı sandalyeye iple bağlanıp kurşuna dizilerek katledilir.
Eylül 2007 • sayı: 30
marksist tutum Kanlı bir biçimde bastırılan Paskalya Ayaklanmasının ardından Dublin
zeyde devam eden ulusal sorunu ve insanlık dramını görmezden gelme yolunu tutmuş ve birlik talebinden tümüyle vazgeçmiştir.
“Devrim asla pratik değildir; ta ki devrim saati çalana dek”
Lenin’in de işaret ettiği gibi, İrlandalıların talihsizliği, bu ayaklanmanın Avrupa proletaryasının ayaklanmasının henüz olgunlaşmadığı bir döneme denk gelmesiydi. İrlanda işçi sınıfının ve onun devrimci önderlerinin, bu ayaklanmadan bir yıl sonra Rusya’da gerçekleşecek olan Ekim Devriminin dünyayı saran ateşinden ihtiyaç duydukları enerjiyi ve desteği alabilme şansları olsaydı, olayların gidişatı tümüyle farklı bir seyir izleyebilirdi. Paskalya Ayaklanması yenilse de, İrlanda tarihi açısından bir dönüm noktası oluşturmuştur. Geriye muazzam bir mücadele geleneği bırakan bu ayaklanmanın kahramanları devrimci emekçilerdir, ama onun yaktığı ateşin meyvelerini toplayan ne yazık ki İrlanda burjuvazisi olmuştur. Connolly’nin ölümünün ardından proleter devrimci çizgi güç yitirerek yerini burjuva ve küçük-burjuva eğilimlere bırakır. Sinn Fein’in önderliğinde yürütülen ve 3,5 yıl devam eden gerilla mücadelesinin ardından İngiltere anlaşma masasına oturmak zorunda kalır. Yürütülen müzakereler sonucunda, 1920’de, İrlanda’nın bölünmesi pahasına, güneye “yerinden yönetim” hakkı tanınır ve ardından 1922’de güneyde bağımsız bir devlet kurulur. Adanın kuzeyi ise İngiltere’ye bırakılır. Gerek ekonomik, gerek stratejik nedenlerle kuzeyi kaybetmeye asla razı olmayan İngiltere, böylece adanın geri güney kesimini İrlandalılara bırakıp, nüfusunun yarıya yakınını Protestanların oluşturduğu sanayi ve liman bölgesini elinde tutmuş olur. İrlanda işçi sınıfının ortak bir mücadele örgütleyememesinin ve ulusal kurtuluş mücadelesinin işçi sınıfı önderliğinde bir toplumsal kurtuluş mücadelesine dönüştürülememesinin bedelini, o günden bu yana Kuzey’in emekçi sınıfları ödemektedir. Ayrılmayı izleyen ilk iki yıl içinde, İngiliz emperyalizminin kışkırtmasıyla Katoliklere yönelik büyük bir kıyım kampanyası başlatan İngiliz işbirlikçisi Protestan kesimler, ilerleyen tarihlerde de bu tür katliamlar için bir maşa olarak kullanılmıştır. Güney’in burjuvazisi ise, kendi çıkarlarını garanti altına aldığı ulus-devletine kavuşunca, İngiltere’yle bozuşup rahatı kaçmasın diye ku-
Bugün Kuzey İrlanda’da ulusal sorun, her an yeniden alevlenmeye hazır bir durumda, çözülmeksizin varlığını korumaya devam ediyor. İşçi sınıfının Katoliklik ve Protestanlık temelinde bölünmüşlüğünün egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda giderek daha da keskinleşmesi ise bu sorunun, işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda çözülmesini mevcut aşamada oldukça güçleştiriyor. Bunun temel nedeni elbette, sınıfın gerek İngiltere gerekse İrlanda ölçeğinde güçlü bir devrimci politik örgütlülükten yoksun durumda bulunmasıdır. Günümüzde, bağımsız bir devlet olan Güney İrlanda’nın nüfusunun %92’si Katolikken, adanın İngiliz sömürgesi durumundaki kuzeyinde Protestanlarla Katolikler yaklaşık aynı oranda bulunuyorlar. Burjuvazi, kuzeydeki bu iki kesimi yerleşim yerleri itibarıyla birbirinden mümkün olduğunca yalıtıklaştırma politikası güderek, işçi sınıfının birliğini engellemeye ve düşmanlık tohumlarını güçlendirmeye çalışıyor. Bu durum küçük-burjuva çevreleri, bu ölçüde bölünmüş bir işçi sınıfının birliğinin asla sağlanamayacağı ve düşmanlığın çok güçlü olduğu düşüncesinden hareketle karamsarlığa itiyor. İrlanda’da bir işçi devriminin “pratik olmadığı” ve ütopik olduğu sonucuna varmalarına da yol açıyor. Bu görüşler kuşkusuz yeni değildir. İrlanda’da yüz yılı aşkın bir süredir, soruna hangi sınıfın bakış açısından bakıldığına ve nasıl bir mücadele anlayışı benimsendiğine bağlı olarak, bu konuda da bir saflaşma yaşanmıştır. Kimileri küçük-burjuva çözüm arayışlarının girdabında debelenip her seferinde burjuvazinin kazığını yerken, kimileri de Connolly gibi, Marksist bir yaklaşımla, “pratik” görülmeyen şeyi pratik hale getirmeye çalışmışlardır. Onun yüz yıl önce yaptığı şu çağrı, bugün de işçi sınıfı için güncelliğini korumaya devam ediyor; üstelik sadece İrlanda işçi sınıfı için değil: “Devrim asla pratik değildir; ta ki devrim saati çalana dek. O zaman sadece o pratiktir ve muhafazakârların ve uzlaşmacıların tüm çabaları, insanın en hayali ve en boş tasavvurları haline gelir. Haydi çalışalım, düşünelim ve umut edelim o saat için; haydi şimdiki rahatımızı şanlı bir geri alış umuduyla rehine verelim o saat için; haydi köle sahiplerimizin pratik dediği –köleliğimizin sürdürülmesi için pratik– iksirlere gülüp geçecek denli zekice hazırlayalım emeğin ordularını o saat için; emek hiçbir efendi tanımayana dek onurunun olmayacağını daima hatırlayarak, haydi sürekli tetikteki nöbetçiler gibi dikkat kesilelim insanlık tarihinin o en yüce krizi için.”
35
Diyarbakır Cezaevi: 12 Eylül’ün Auschwitz’i Selim Fuat
Türkiye Cumhuriyeti’nin korkak ve zalim burjuvazisinin, işçi sınıfının yükselen mücadelesini ve yeniden uyanma belirtileri göstermeye başlayan Kürt halkının ulusal kurtuluş hareketini 12 Eylül faşist askeri diktatörlüğü ile ezerken sergilediği vahşet tablosu, düzenin yaşamsal noktalarının ne denli tehdit altında kalmış olduğunu da gösteriyordu. 12 Eylül darbesi işçi sınıfı hareketine karşıydı ve onun örgütlerini ve devrimcileri ağır baskılarla sindirdi, ama Kürt halkının payına da bu baskılardan çok büyük ve acılı bir parça düştü. Özellikle Diyarbakır Cezaevi, 12 Eylül faşizminin Auschwitz’i işlevini görerek Kürt halkında derin yaralar açtı. Tam on yıl boyunca on bini aşkın insan bu zindandan geçti. Yaşanan bireysel ve toplumsal travmalar ise uzun yıllar boyunca etkili oldu, olmaya da devam ediyor.
36
“Faşizm burjuva düzenin işçi sınıfının devrimci hareketini ezmeye, sınıfın reformist ve devrimci çeşitli örgütlerini yok etmeye yönelen açık baskıcı diktatörlüğüdür. Uygulanan baskı ve vahşetin derecesi ise, somut yaşamın içinde ortaya çıkacak etki-tepki kuralına bağlıdır. İşçi-emekçi kitlelerin devrimci isyanı burjuva düzenin yaşamsal noktalarına ne denli büyük bir etkide bulunmuşsa, sermayenin karşı-devrimci tepkisi de (eğer buna gücü yetiyorsa) o denli büyük olacaktır” diyordu Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme adlı kitabında. Türkiye Cumhuriyeti’nin korkak ve zalim burjuvazisinin, işçi sınıfının yükselen mücadelesini ve yeniden uyanma belirtileri göstermeye başlayan Kürt halkının ulusal kurtuluş hareketini 12 Eylül faşist askeri diktatörlüğü ile ezerken sergilediği vahşet tablosu, düzenin yaşamsal noktalarının ne denli tehdit altında kalmış olduğunu da gösteriyordu. 12 Eylül darbesi işçi sınıfı hareketine karşıydı ve onun örgütlerini ve devrimcileri ağır baskılarla sindirdi, ama Kürt halkının payına da bu baskılardan çok büyük ve acılı bir parça düştü. Özellikle Diyarbakır Cezaevi, 12 Eylül faşizminin Auschwitz’i* işlevini görerek Kürt halkında derin yaralar açtı. Tam on yıl boyunca on bini aşkın insan bu zindandan geçti. Devrimcilerden sıradan insanlara kadar binlerce kişiye dünyada eşi ve benzeri az görülmüş işkenceler yapıldı. 2 Nisan 1984 tarihinde yapılan resmi bir açıklamaya göre, o güne kadar Diyarbakır Cezaevinde 53 kişi katledilmişti. Yaşanan bireysel ve toplumsal travmalar ise uzun yıllar boyunca etkili oldu, olmaya da devam ediyor. Kürt sorununun büyük dönemeç noktalarından biri olan ve Diyarbakır Cezaevi ile simgelenen vahşet uygulamaları, 12 Eylül faşizminin ve özellikle 1990 sonrasında yükselen savaş koşullarının ağır sansürü ile üzeri örtülmeye çalışılsa da, yaşayanların anlatımlarıyla gün yüzüne çıkmıştır. Kürt halkının haklı öfkesinin pekişmesine ve güçlenmesine yol açan bu vahşet sürecinin Türkiyeli işçilerce de 12 Eylül’ün tüm diğer uygulamalarıyla beraber iyi bilinmesi ve hesabının sorulması için mücadele edilmesi gerekiyor.
Eylül 2007 • sayı: 30
marksist tutum
Diyarbakır cehennemi Diyarbakır 5 No’lu Cezaevinde 1981-1984 yılları arasında 53 tutuklunun ölümüne, yüzlerce tutuklunun da sakat kalmasına ve psikolojik tahribata uğramasına neden olan insanlık dışı uygulamalar, daha sonra birçok kitaba ve yayına konu olmuştur. Yaşanan vahşetin mağdurlarının anlattıkları, burjuvazinin zulmünün artık rüzgârlara savrulmasının vaktinin geldiğini hatta geçtiğini bizlere bir kez daha hatırlatır. Dünyanın neresinde olursa olsun, iktidara geldiği tüm ülkelerde, faşizm, bir karabasan gibi tüm toplumun üzerine çökerken, bir yandan da toplumla bağlarını koparmak üzere zindanlara kapattığı devrimcileri, en insanlık dışı uygulamalarla yıldırmaya, iradelerini kırmaya ve bilinçlerini teslim almaya çalışır. Böylece hem devrimci mücadeleyi tasfiye etmeyi hem de nedamet getirenleri örnek göstererek emekçi kitlelerin gelecek güzel günlere olan umudunu yok etmeyi amaçlar. Ne var ki, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de faşizm bütün gaddarlığına rağmen ne bu umudu tümüyle yok etmeyi ne de gerçek devrimcilere boyun eğdirmeyi başarabilmiştir. Çoğunlukla Kürt ulusal devrimcilerinin kapatıldığı Diyarbakır Cezaevi de, en ağır işkence ve aşağılama uygulamalarının yanı sıra, aynı zamanda bir direnişin de sembolü olmuştur. Diyarbakır zindanlarının işkence tezgâhlarından geçenlerin anlattıklarından burada aktaracağımız kısa bir kesit bile, 12 Eylül faşizminin zalimliğini ve insanlık düşmanlığını kanıtlamaya yeterlidir. Devrimcilerin inançlarını kırmak, bilinçlerini bulandırmak ve böylelikle onların davaya ihanet etmelerini sağlamak için ilk elde onların bedenlerine saldırılır. Bunu yaşayanlardan biri, cezaevine ilk getirilenlerin tâbi tutuldukları uygulamayı şöyle anlatıyor: “‘Banyolu mu televizyonlu koğuş mu istersin?’ diye sorup, cevap ne olursa olsun her iki durumda da alt katlardaki tuvaletleri tıkanmış ve pislik içindeki lağım sularının ve insan dışkılarının yüzdüğü bir yerde süründürülür, günlerce işkence ve kaba dayakla hoş geldin safhasında yıldırdıktan, tamamen teslim aldıklarına inandıktan sonra koğuşa gönderirlerdi.” Bu uygulamalar elbette sonrasında da, özellikle direnenlere karşı daha da ağırlaştırılarak devam ediyordu. İşkenceciler en akıl almaz işkenceleri yaparlarken, başvurdukları bir diğer uygulamayla da, bir tutsağın onurunu bir başkasına çiğnettirerek, aynı zamanda devrimci tutsakların birbirlerine olan güven ve dayanışma duygusunu yok etmeyi hedefliyorlardı: “Bişar Akbaş adında bir arkadaş vardı. Gardiyanların emrine karşı çıkıyordu, yürümüyordu, hem rahatsızdı hem de inat ediyordu. Bir gün gardiyan kolumdan tuttu ve “Çık” dedi. Bişar’ın yanına götürdüler. Onu karın içine yatırmışlardı ve bana dediler ki, “Ağzına işeyeceksin”… Beni dövmeye başladı. Epey dövdü, karın içinde süründürdü, tabanlarıma vurmaya başladı… Sonunda beni de Bişar’ın yanına yatırdı.”
Cezaevindekiler, gardiyanlık yapan tüm sıradan erlere bile “komutanım” şeklinde seslenmek ve tekmil vermek zorundaydılar. Böyle seslenmeyenler büyük zulümlere maruz bırakılırken, amaç, bu askeri cezaevinde tutukluları da kapsayan bir emir komuta zinciri yaratmak, direnen tutsakların verilen tüm direktiflere sorgusuzca itaat etmelerini ve kendilerini inkâr etmelerini sağlamaktı: “İşkencelerde kendini inkâr etmen isteniyordu. Pişmanlık duymanı, ‘ben Kürt değilim, köpeğim’ demeni istiyorlardı. Oradaki doktorlar işkence etmek için vardı. Hastalansan da, delirsen de işkence devam ediyordu. Bize sıradan askerler işkence etmezdi, psikiyatristler, insan ruhunu bilenler işkence ederdi. Aynı işkenceye bağışıklık kazanmaman için, haftada bir işkence yöntemini değiştirirlerdi. Bir hafta lağıma sokarlardı mesela, ‘bu sizin hamamınız, tertemiz olmadan çıkmayacaksınız’ diyorlardı. Öbür hafta sürekli pislik yedirirlerdi. Kapıda, gözetleme deliği vardı. Camlar tamamen kırmızı beyaz bayrağa boyanmıştı. Üç kış kaloriferler hiç yanmadı. Yazın da camları açmak yasaktı.” Zindanlardaki faşist askeri disiplin mahkeme salonlarında da sürdürülüyordu. Mahkemelerde bu disipline uymamak ve söz almaya çalışmak bile ölümü göze almak demekti. 12 Eylül döneminde Diyarbakır’da siyasi dava avukatlığı yapan Cemşit Bilek bu durumu şöyle anlatıyor: “Müvekkillerimiz mahkemede hazırolda duruyordu. Konuşma hakları yoktu. Sandalyede oturmuş, ellerini nizami şekilde dizlerinin üstünde tutuyorlardı. Kafalar sıfır numara tıraşlı, tek tip elbise içinde, başlarını dik tutarak, tek bir noktaya bakarak, put gibi durmak zorundaydılar. Ölümü de göze alarak kalkıp konuşanlar oluyordu. Rahmetli Necmettin Büyükkaya, geldiği son duruşmada ayağa kalktı, söz istedi. ‘Bir sonraki mahkemeye kadar yaşamayabilirim, haberiniz olsun, beni sürekli tehdit ediyorlar. Sonra «Yok kalpten gitti, şundan, bundan gitti» türünden düz-
37
marksist tutum
mece bir tutanak da tutarak beni öldürebilirler. Ancak gördüğünüz gibi ben çok sıhhatliyim’ dedi. Ve gerçekten de bir sonraki mahkemeye gelmeden öldürüldü.” Diyarbakır Cezaevinde üç yıl yatan ve siyasetle hiç ilgisi bulunmayan Selim Dindar ile yapılan söyleşi o dönemde yaşananları başka boyutlarıyla da gözler önüne seriyor. “İşkence görmemiş kimse var mıydı hapishanede?” sorusuna Dindar, “Yoktu. İtirafçılar dahi işkenceyi gördü” diye cevap veriyor. İnsanın algılamakta zorluk çekeceği bu vahşet ortamının gerçeklik duygusunu nasıl kaybettirdiğini de şöyle anlatıyor Dindar: “Yaşadıklarımızın gerçekliğinden kuşkuya düşebiliyorduk tabii. Mesela Mehmet Salih Besen olayında gerçeklik duygumu ben tamamen yitirdim. 50 yaşlarındaydı. TKİ’de memurdu. Kendisini ve bizleri ölü zannediyordu. ‘Biz ölüyüz, şu anda kabirdeyiz’ diyordu. Biz, ‘Amca yok öyle bir şey, gerçek hayattayız’ desek de, koğuşun aslında bir mezar olduğunu öyle mantıklı savunuyordu ki, ben dâhil bazılarımız ölü olduğumuza inanmaya başlamıştık. Mesela cuma günleri görüşme günümüzdü. Bize soruyordu. ‘Bizi ziyarete gelenlere biz dokunabiliyor muyuz? Hayır. Bize uzaktan bakıyorlar, ağlıyorlar ve gidiyorlar. Çünkü onlar bizim kabrimizi ziyaret ediyorlar. Cizre’de biliyorsunuz kabir ziyareti cumalarıdır’ diyordu. Gardiyanların da Zebani olduğunu söylüyordu. Gerçekten de koğuşun camları boyalıydı. Biz dışarıyı göremiyorduk, koklayamıyorduk, duyamıyorduk. Bu durum uzun sürdü ve ona yaşadığımızı bir türlü ispat edemiyorduk. Bir gün mazgal açıldı ve ‘Mehmet Salih Besen hazırlansın, tahliye oluyor’ dendi.
38
Eylül 2007 • sayı: 30
Ben şahadet getirdim. Dedim ki, ‘Biz yaşıyoruz...!’ Salih amca ise ‘Seyidim beni gönderme. Sen bana sahip çıkıyordun. Şimdi tek başıma mahşere hesap vermeye gidiyorum’ diye ağladı. Sonradan onunla birlikte tahliye olan gençten öğrendik ki, onları Siirt’teki sivil cezaevine götürmüşler. ‘Eğer beni hanımımla, çocuklarımla konuşturursan ölmediğime inanırım’ demiş. Cezaevi müdürü de telefon etmelerine izin vermiş. Genç, Salih Amca’nın evini aramış, karşısına hanımı çıkmış. Telefonu Salih Amca’ya vermiş. Salih Amca, hanımına ‘Ben sağ mıyım, ölmedim mi?’ diye sormuş. Ve ahize yere düşmüş. Salih Amca, içerideki vahşeti görünce, oradan sağ kurtulacağına inanamadı. Sağ kurtulduğuna inandığında ise buna kalbi dayanmadı.” (Radikal, 23 Haziran 2003) Tüm bu anlatılanlar, Diyarbakır Cezaevinde 12 Eylül sonrasında yaşananların sayfalara sığmayacak denizinden küçük damlalar işte. Faşizme sığınarak ömrünü uzatmış burjuvazinin yarattığı kan denizinden damlalar. Ancak, Diyarbakır Cezaevinde faşizmin bu kanlı iradesi karşısında yılgınlıklar olduğu gibi ihaneti kabul etmeme tavrı ve direniş de vardır. Teslimiyeti kırmak ve direnişi yükseltmek amacıyla, Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Necmi Önen ve Mahmut Zengin, 1982 Mayısında kendilerini yaktılar. Onlar, faşist rejimin fiziksel işkence aracılığıyla, kendi bedenlerini kendilerine karşı bir silah olarak kullandığını düşünüyorlardı. Son derece ağır baskı ve işkence koşulları altında gerçekleştirilen bu eylemle, kendi bedenlerini faşist rejime karşı bir silah haline getirmeyi ve onu teşhir etmeyi amaçlıyorlardı. Gerek cezaevinde gerekse uluslararası alanda yankı uyandıran bu eylemin ardından direniş ruhu giderek büyüdü. Bunu Temmuz ayında başlatılan büyük ölüm orucu direnişi izledi. 15 gün devam eden bu eylem sonucunda da dört Kürt ulusal devrimcisi yaşamını yitirecek, ancak karşı durulamayacağı düşünülen faşist rejimin cezaevi yönetimi, direnişçi tutsaklarla pazarlık yapmak ve kimi hususlarda geri adım atmak zorunda kalacaktı. 1984’te gerçekleştirilen ikinci ölüm orucu direnişinde iki direnişçi tutsak daha yaşamını yitirdi. Onurlu bir şekilde yaşama hakkının bile can pahasına savunulmak zorunda kalındığı tüm bu direnişler sayesinde cezaevinde militanlaşan kadrolar, sonraki dönemde Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine güçlü bir itilim vereceklerdi.
Faşist zulmün hesabı sorulmalı! Diyarbakır Cezaevindeki kan denizini yaratanlar arasında bir isim vardır ki, adı hep Diyarbakır Cezaevi ile birlikte akla gelir: Esat Oktay Yıldıran. Onu ve burjuvazinin ona karşı gösterdiği vefayı özel olarak anmak gerekir. Esat Oktay Yıldıran 12 Eylül karanlığında Diyarbakır Cezaevi iç emniyet komutanıydı. Yüzbaşıydı. 22 Ekim 1988’de Ümraniye’de bindiği otobüsten aşağı indirilip öldürüldüğünde ise binbaşı rütbesine yükseltilmişti. Yıldıran sadece
Eylül 2007 • sayı: 30
basit bir sadist değildi şüphesiz. Bunun ötesinde, ezilen Kürt halkının ve işçi sınıfının devrimci mücadelesinin belini kırmaya azmetmiş faşizmin eli kanlı bir neferiydi. Yaptıkları kocaman bir bütüne hizmet ediyordu. Zaten hizmetlerinin farkında olan burjuvazi tarafından unutulmamış, Aksaray’da anıtı dikilmiş, Etimesgut zırhlı birlikler tümeni içindeki bir caddeye de adı verilerek hatırası burjuva devletin yılmaz bekçisi ordu tarafından yaşatılmıştır. Burjuva devlet, işkencecilerinin hatıralarını böyle yaşatırken onun ideologları da yazılarıyla yaşananları yok saymaya, hatta aksini iddia ederek yalanlarla zihinleri yönlendirmeye çalışıyor. Bu zevatın usta isimlerinden Radikal gazetesi yazarı Mehmet Ali Kışlalı, 28 Mayıs 2004 tarihli yazısında, Ebu Garib’deki işkenceleri anlatırken, Irak’taki Ebu Garib ve benzeri cezaevleriyle 1980 sonrasında Türkiye’deki cezaevlerini karşılaştırıp şunları söylüyor: “Kötü şöhretleri ayyuka çıkan cezaevlerini ziyaret etmek isteyen Kızılhaç’a geçen sene izin verilmediğini New York Times açıkladı. Verilen örneklerden şimdi anlaşıldığına göre buralar en ağır suçların işlendiği kesimlerdi. Güneydoğu’da 15 yıl süren, PKK’ya karşı uygulanan mücadele sırasında ortaya atılan, güvenlik güçleriyle ilgili bu tür suçlamalar hatırlandığında, Türk görevlilerin ne kadar temiz kaldıkları anlaşılıyor. Ankara’da merkezde benzer suç ihbarlarıyla ilgili çalışmalarda bulunmuş olan bir yetkili ‘Doğrusu bizde de birkaç ciddi ihlal vakası oldu. Ama bunları mutlaka, olağanüstü de olsa, yargı sistemine getirdik. Yinelenmelerinin önlenmesini sağladık. Verilen cezalar da, her zaman tamamen açıklanmasa bile, görevlilere yansıtıldı. Uluslararası davranış kurallarını egemen kılmaya çalıştık’ diyor.” Türk görevlilerin ne kadar temiz kaldıkları yaşayanların anlattıkları ile ortada! Ancak bütün bu gerçekler işçi sınıfının tarihin bu karanlık dönemlerini yargılamayı başaramadığı koşullarda, mücadeleyi yükseltmek gerektiğini hatırlatmaktan başka bir şey de ifade etmiyorlar. 12 Eylül’ün sistematik bir işkence ve hak ihlalinin ötesinde daha da beter bir kıyım, burjuvazinin eli kanlı bir açık baskı diktatörlüğü yani faşizm olduğu malum. Bütün bu işkencelerin gerçek sorumlusunun kapitalist sistem olduğu da. Bu yüzden bütün bunlara sebep olan burjuva sistem yıkılmadan gerçek bir hesaplaşmanın yapılamayacağının farkında olarak, anlatılan vahşetin uygulayıcılarının da yakasına yapışmak gereklidir. İşçi sınıfı, 12 Eylül faşizmini ve Diyarbakır’da Kürt halkına ve devrimcilere reva görülenleri unutmamalı ve hesabını sormalıdır.
marksist tutum
“Ne ki zindan - ne ki tutsak olmak Ne ki kavga - ne ki dağlarda vurulmak Bir sehpada idam olmak ne ki İhanet utancıyla yaşamak var ya hani Onursuzluğun lağım çukurunda yok olmak Üniformalı bir Dehak önünde durmak Ve beyninin içindekileri bir bir kusmak Sonra bir et yığınına dönüşüp kalmak İşte buydu Diyarbakır zindanında yaşamak Sesler ihanete dönüşürdü her gece Bir tas çorba - bir dilim ekmek uğruna İhanetler acılara dönüşürdü kalleşçe Acılar hep türkülere vururdu kendini Etten ve kemikten insan olur mu Beyinsiz insan ayakta durur mu Aynı kavgaya gönlünü verenler Dostunu ihanet ile vurur mu O zindan ki zincir sesidir şarkısı Her sözünde bir çığlık yükselir Her notasında bin öfke Her dizesinde bin isyan beslenir İsyan şiirlere Şiirler yüreklere seslenir O zindan ki her yemek vakti
__________________________ * Nazilerin Yahudileri toplayarak gaz odalarında katlettikleri ünlü toplama kampı.
Tutsak ağızları kanla süslenir
”
Adnan Yücel, Dörtlerin Gecesi
39
Tersane İşçileri Ilgın Çevik
Tuzla havzasındaki tersanelerden her gün bir iş “kaza”sı haberi geliyor. Bunların önemli bir bölümü de ölümle sonuçlanıyor. Şurası çok açık ki, işçiler örgütsüz oldukları, haklarını aramaktan çekindikleri, sınıf kardeşlerinin gözlerinin önünde ölmesine seyirci kaldıkları müddetçe, kötü çalışma koşullarının tersane sektöründe de, diğer sektörlerde de devam etmesi kaçınılmazdır. Örgütsüz işçi, koca bir gemiyi yapan, bunun üstesinden gelen, ama kendi sorunlarının üstesinden gelemeyen işçi demektir. Yaşadığımız her an bir kez daha kanıtlıyor ki, işçi sınıfının kurtuluş yolu, yalnız ve yalnızca örgütlenmekten ve mücadele etmekten geçiyor.
40
B
ir sanayi kenti olan İstanbul’da nereye bakarsak bakalım işçileri görmek mümkün. Kimi zaman bir inşaatın tepesinde, kimi zaman triko makinesinin başında, deri ya da hizmet sektöründe, hastanede, okulda ve ergimiş metallerin kıpkızıl aydınlığında çalışırken görürüz onları. Burjuvalar milyonlarca işçiyi kalın duvarlar ardında, gözlerden uzak çalışmaya mahkûm etmişse de, biz sınıfımızın hangi koşullarda, nasıl ve ne pahasına çalıştığını ve kapitalist sistem altında nasıl ezildiğini bilmek, anlatmak zorundayız. İşte o milyonların bir kısmını da İstanbul’un Tuzla havzasındaki tersanelerde çalışan işçiler oluşturuyor. Bu havzadaki tersanelerde çalışanların sayısı 30 bine yaklaşırken, bu sayı yan sanayide çalışanlarla birlikte 50 bini geçiyor. Tersanelerde, petrol ve diğer ürünler için tankerler, ağır yük gemileri, çok amaçlı konteynır gemileri, balıkçı gemileri, araştırma gemileri, römorkörler, mega yatlar, gezinti tekneleri, botlar üretiliyor. Bunun yanı sıra bakım, onarım da yapılıyor. Dünyada üretilen küçük tonajlı kimyasal tankerlerin %40’ı Türkiye’de yapılıyor. Son yıllarda yapımı giderek artan gemiler başta Hollanda, Norveç, Almanya, İngiltere, İsveç, İspanya, Fransa, İtalya gibi Avrupa ülkeleri için üretiliyor. Gemi üretiminde bulunan Tuzla bölgesinde tersane sayısı 44’ü buluyor. Bunların bir kısmı büyük, bir kısmı ise orta kapasitedeler. Sektör 25 bin işçiyi barındırıyor olmasına rağmen sendikalı işçi oranı %10’ları geçmiyor. Tuzla’daki tersanelerde iki sendika var. Bunlardan biri patron yanlısı tutumlarıyla tanınan ve Türk-İş’e bağlı Dok Gemi-İş, diğeri ise DİSK’e bağlı Limter-İş sendikası. Limter-İş daha mücadeleci bir sendika olmasına karşın üye sayısının düşüklüğü nedeniyle toplusözleşme yapma yetkisine sahip değil. Bu durum, işçileri yanına çekerek örgütlemesini güçleştiren faktörlerden de birini oluşturuyor. Tuzla’da tersane patronları ve taşeronları Gemi İnşa Sanayicileri Birliği (GİSBİR) adlı bir birlikte örgütlüler. Geçmişte işverenlerin, Tuzla havzasına sendika girmemesi için tek yumruk davrandıkları biliniyor. İşçi direnişlerinde de, GİSBİR’de örgütlü işverenler kendi cephelerinde ciddi bir sınıfsal dayanışma sergiliyorlar. Örneğin işçiler herhangi bir şirkette üretimi
Eylül 2007 • sayı: 30
durdurduklarında, diğer işverenler ilgili tersanenin siparişlerini alarak kendi tersanelerinde gerçekleştiriyorlar. Aynı şekilde, işçilerin iş bırakma ya da yavaşlatma eylemleri sırasında bundan zarar gören işverenlerin ekonomik zararının karşılanmasına diğer tersane sahipleri de yardım ediyor. İşçilerin çalışma koşullarına ve ortalama ücretlerine de daha çok GİSBİR karar veriyor. Ayrıca sigortasız işçilerin geçirdiği iş kazalarını örtbas edebilmek için kurmaya çalıştıkları bir de hastane var. İşçilerin devlet hastanesine götürülmeden burada kontrol edilmesi sağlanarak sigortasız, kaçak işçi çalıştıran patronların bu yolla korunması amaçlanıyor. Çoğumuz bir gemiye binememiş olsak da kaynak kokan yanık derili işçileri görenimiz olmuştur. Uzaklaşan ihtişamlı her gemi, patronların kârı ya da sefası için süzülürken, geride bir günlük yevmiye karşılığında yorgun düşmüş bedenleri bırakır. Özel sektör tersanelerinde çalıştırılacak işçiler, işçi pazarlarından taşeronlar vasıtasıyla toplanırlar. İş bittiğinde işçiler işsiz kalırlar ve ne zaman tekrar çalışacakları taşeronlara bağlıdır. Tersanelerde genç, yaşlı, deneyimli, deneyimsiz birçok işçi çalışıyor. Ancak bu sektörde işçinin deneyimli olması, sosyal güvencesinin olması, yüksek ücret alması ya da sigorta primlerinin yatırılması anlamına gelmiyor. İşçilerin çoğu, yüreği avucunda, iş kazası riskiyle sürekli karşı karşıya, yarım yamalak yatırılmış sigortayla çalışır. Yevmiye usulü çalışan işçilerin yevmiye ücretleri deneyimli olanlarda 40 YTL civarında değişirken, deneyimsiz işçilerde bu meblağ 20-25 YTL arasında oynuyor. Ancak günlük ücret anlamına gelen yevmiye, işçinin bu ücreti aynı gün alması anlamına gelmiyor. Bu ücretlerin işçinin eline ne zaman geçeceği, düzenli alınıp alınamayacağı çoğu zaman belli değildir. Dolayısı ile yevmiye usulü çalışma, işçilerde her gün işsizlik korkusu, yarınının belirsizliği ve aylık kirasını ödeyip ödeyemeyeceği kaygısını yaratıyor.
Tersanede mevsimlik işçilik Bir de mevsimlik çalışan işçiler var. Genel olarak Akdeniz ve Ege bölgesi dışında ülkenin bütün bölgelerinden insanları getirip çalıştırıyorlar. İşçilerin çoğu Kürt, Arap veya Karadenizli. Sınıf bilincinden uzak, köyünden yeni çıkıp gelmiş insanlar. Memleketlerinden sezonluk gelip, tekrar memleketlerine dönen bu işçilerin kalacak yerleri yok. Çoğu birleşerek yatmadan yatmaya gidecekleri bir depo kiralıyorlar ve işle yatacakları yer arasında mekik dokuyorlar. Bu işçiler 20-30 kişinin bir tuvaleti kullandığı çok sağlıksız koşullarda barınıyorlar. Konuştuğumuz işçilerden biri, “genelde taşeronlar onları çok daha ucuza çalıştıkları için tercih ediyorlar” diyor. Bir başkası ise “topluca Urfa’dan gelen 200 işçiyle çalışmak istemiyorlar, bu işçilerin kimi zaman benzer sorunlar karşısında ortak hareket etmelerinden rahatsızlık duydukla-
marksist tutum
rından taşeron bunları tercih etmiyor” diyor. Milyar dolarlık ihracat gerçekleştiren patronların işçilere reva gördüğü, bir depoda sıkış-tıkış yaşamak oluyor. Mevsimlik işçilerin çoğu yaşadığı kenti bilmiyor. Deniz kenarındaki tersanelerde çalışıyorlar ama bir kere bile denize girmişlikleri yok. Sağlıksız koşullarda kalarak, boğazından kısıp evlerine para göndermeye çabalıyorlar. Sevdiklerini, ailelerini görebilmek için kimileri kışı, kimileri yazı bekliyor. Lüks yatlar, kimyasal madde ve petrol taşıyan şilepler inşa edip, kölelik koşullarında çalışıyor, kölelik koşullarında yaşıyorlar.
Taşeron sistemi ve çalışma koşulları Havzadaki işçilerin %90’ı taşeron sistemiyle çalıştırılıyor ve bunların büyük bir kısmı sigortasız çalıştırıldıklarından hiçbir sosyal güvenlik hakkından faydalanamıyorlar. Sigortalı olan işçilerin de büyük bir kısmının sigorta primleri eksik ödeniyor. Bu yüzden sigortalı gözüken işçiler hastalandıklarında ya da iş kazalarında hastane sıkıntısı çekiyorlar ve ilaç almakta zorlanıyorlar. Bir gemide çalışan işçiler en az 20 ayrı taşeron şirkete bölünmüş durumda. Çalışma koşulları ve ücretler üç aşağı beş yukarı aynı olsa da bu yirmi parçaya bölünerek yapılan iş ve yirmi farklı taşeron, bilinçsiz işçilerin birleşmesini, ortak hareket etmesini önleyen faktörlerden biri. Bu durum aslında tersane genelinde işçilerin nasıl dağınık durumda olduklarını çok iyi açıklıyor. Patronlar taşeronluk sistemini özellikle tercih ediyorlar. Taşeronluk sistemi, denetimsizliği, sigortasız çalışmayı, düşük ücreti, kötü malzeme kullanımını beraberinde getiriyor. Taşeronlarda çalışan işçiler sürekli bir işte çalışmadıklarından tazminatlarını alamıyor ve herhangi bir dayanışmada da bulunamıyorlar. Ölen ve yaralanan işçilerin ortak özelliği taşeron firmalarda sendikasız, iş güvencesiz ve gerekli eğitimi almadan işbaşı yapan işçiler olmaları. Patronların taşeron sistemini süreklileştirmelerinin nedeni, düşük ücretle kısa sürede fazla üretim yaptırmak, SSK primlerini yatırmamak, servis, yemek, yol paralarını gasp etmek oluyor. Taşeron sisteminden kaynaklı olarak, birçok işçi çalışıp işi teslim etmesine rağmen ücretlerini düzenli alamıyor. Hiç ücret alamayan işçiler de var. İşçi ücretlerini gasp ederek tersanelerden kaçan taşeronlar var. Bütün bu sorunların ortadan kalkması için tersane işçilerinin örgütlenmeleri ve ortak hareket etmeleri gerekiyor. Ancak aşırı bölünmüşlük ve bilinç eksikliği onları esir alıyor. Tepkileri bireysel, korkuları sürekli ve patron karşısında çok fazla bir şey yapamaz durumdalar. Sorunun nasıl çözüleceğini bilemiyor ve örgütlenebileceklerine inanmıyorlar. Tersanelerde ambulans ve sağlık ekipleri bulundurulmuyor. Bu da iş kazasından kaynaklı ölümlerin ve kalıcı sakatlıkların artmasına neden oluyor. Patlamalardan, iskeleden düşmelerden, elektrik çarpmasından, üzerine yük düşmesinden, ambar kapakları arasında sıkışmaktan
41
marksist tutum
dolayı hayatlarını kaybeden veya sakat kalan sayısız işçi var. Henüz iş kazasına kurban gitmemiş olup hayatta olanların da pek şanslı oldukları söylenemez. Onlar da meslek hastalıklarıyla karşı karşıya kalıyorlar. İşçiler yaptıkları iş gereği sürekli toz, petrol atıkları ve kimyasal maddelerle iç içeler. Zararlı tozları sürekli soluduklarından akciğer rahatsızlıkları, verem ve bronşit gibi hastalıklar ortaya çıkıyor. Her gün saatlerce çalıştıkları gemilerin içinde havalandırma sistemi yok. Gemiler zehirli maddelerden ve atıklarından arındırılmadan onarıma çekiliyor. Özel tersanelerde duş sistemi olmadığından işçiler zehirli maddeleri evlerine kadar götürüyorlar. Böylece sağlık tehlikesiyle karşı karşıya kalan sadece işçi değil, işçi ailesi de oluyor. Tersane işçilerinin çoğunun çocukları da bu sektörde çalışıyor. Okula giden çocuklar yazın günlük ücret üzerinden tersanelerde part-time çalışıyorlar. Okumayanlarsa iş bulduklarında, babalarıyla aynı kaderi paylaşıyorlar: sefalet ve iş kazaları. Boyada çalışan işçiler kimyasal maddeler, petrol atıkları ve radyasyonla iç içe yaşamaktalar. Asbest, zehirli madde kullanımına ilişkin en korkunç örneği oluşturuyor. İşçiler bu öldürücü madde ile iç içe çalışmaktalar. Aynı iş farklı yöntemlerle ve daha uzun sürede yapıldığında bu patronların işine gelmiyor. Patronlar fazla masraf yapmaktan kaçındıkları için işçilerin ölümlerine neden oluyorlar. İşçilere dönük koruyucu önlemler almıyorlar. İşçilerin hayatı patronlar açısından son derece ucuz. Yaşamını yitiren bir işçi ailesine işveren kimi zaman 30-40 bin YTL vererek kendini kurtarmaya çalışıyor, kimi zaman da araya taşeronun girmesiyle çok daha ucuza paçalarını sıyırabiliyorlar. Taşeronlar ise işçileri aptal yerine koyarak ölümlerin nedenini işçilerin dikkatsizliğine bağlıyorlar. İşçileri cahillikle suçlayarak verilen eldiven ve bareti kullanmadıklarını iddia ediyorlar. Oysa daha az ücret ödemek için işin en kısa zamanda yapılması konusunda baskı yapan taşeronlar, yarattıkları bu çalışma koşullarıyla sonu ölümle biten iş kazalarının yolunu bizzat döşemiş oluyorlar. Yaşanan iş kazalarını işçilerden dinlediğimizde, gaz ölçüm aletinin maliyetinden patronların çoğu kez kaçtıklarını, tanklardaki zehirli-yanıcı gaz kalıntıları boşaltılmaksızın ve patlayıcı gaz kontrolü yapılmaksızın kaynak işlemi yaptırıldığından ölümcül patlamalar yaşandığını, boya yapılırken yanında kaynağın yaptırılması so-
42
Eylül 2007 • sayı: 30
nucunda çıkan yangınların ölüme neden olduğunu öğreniyoruz. İşçiler, topraklanması yapılmamış kablolar nedeniyle ve yanlış voltajda elektrik kullanıldığından elektrik çarpması sonucu ölenler olduğunu anlatıyorlar. İskeleden düşen, üzerine yük düşen ya da ambar kapakları arasına sıkışıp hayatını kaybedenlere sıkça rastlanıyor. Bunlardan şans eseri kurtulan işçiyi ise uzun süre sonra ortaya çıkan akciğer hastalığı bekliyor. Bu yüzden, tersane işçilerinin ortalama ömrü de ağır sanayide çalışan diğer işçiler gibi kısa oluyor. Yolcu gemileri ya da özel yatlar üretilirken, bu pahalı araçlara sahip olacakların ya da kullanıcılarının tırnağına zarar gelmesin diye tüm önlemler alınıyor. Yatlar en rahat ve en güvenli biçimde dizayn edilip iş bittikten sonra da güvenlik kontrollerine tâbi tutuluyor. Ancak bunların üretiminde çalışan işçiler 15 metre yükseklikteki iskelelerde emniyet kemerleri olmadan çalıştırılıyorlar. Kaynak sırasındaki yanıkları önleyecek iş elbiseleri verilmiyor, verilse bile yılda bir verildiğinden ve bunlar kısa sürede delik deşik olduğundan yeterli olmuyor. Gaz maskeleri yok. Ayak parmaklarını ezilmelerden ve kırıklardan koruyacak demir uçlu ayakkabıları yok. İşçilerin bunlara para verip kendilerinin alması çok zor, çünkü bu malzemeler son derece pahalı. Tüm bu koşullarda iş kazaları, iş hastalıkları ve kaza sonucu ölümler kaçınılmaz oluyor. İşçiler örgütsüz oldukları, haklarını aramaktan çekindikleri, sınıf kardeşlerinin gözlerinin önünde ölmesine seyirci kaldıkları müddetçe bu koşulların, tersane sektöründe de, diğer sektörlerde de devam etmesi kaçınılmazdır. Örgütsüz işçi, koca bir gemiyi yapan, bunun üstesinden gelen, ama kendi sorunlarının üstesinden gelemeyen işçi demektir. Yaşadığımız her an bir kez daha kanıtlıyor ki, işçi sınıfının kurtuluş yolu, yalnız ve yalnızca örgütlenmekten ve mücadele etmekten geçiyor.
Eylül 2007 • sayı: 30
marksist tutum
Deri-İş Kongresinin Düşündürdükleri 1971 yılından beri içinde bulunduğum deri işkolunda o yıllarda başlayan muhalefet yaratma çabaları, 12 Mart sonrasında ete kemiğe bürünerek mücadeleci bir işçi geleneğine dönüşmeye başlamıştı. Özellikle 1974’deki Kazlıçeşme şube kongresinden itibaren sendikanın yönetimine de yerleşen bu anlayış, Kazlıçeşme deri işçisinin direnişçi geleneğiyle taçlanmıştı. Ancak bu gelenek ve örgütlenme tarzı zamanla ciddi ölçüde zaafa uğratıldı. Bunda, mücadelenin çeşitli sebeplerle (o günkü bakış açısıyla yapılanların yeterli görünmesi, tecrübe eksikliği vb.) profesyonel sendika yöneticilerine havale edilmesinin ve işyeri örgütlenme komiteleri, işyeri eğitim komiteleri, işyeri direniş veya grev komiteleri adı altında yürütülen örgütlenmelerin salt sendikacıların eline bırakılmasının önemli payı vardır. Daha da önemlisi ise, siyasal disiplinden ve denetimden uzaklaşan sendika yöneticisi arkadaşlarımızın sendika bürokrasisinin çarkları arasında boğulmasıdır. Bu sebeplerden ve daha göremediğim birçok başka sebepten dolayı, son derece doğru olan bir örgütlenme tarzı ve geleneği ihmal ve terk edilmiştir. O günkü şartlarda bu durum dönem dönem eleştirilen bir konu olsa da, gereken önem verilmediği için, mücadelenin içinden gelen sendikacılar bürokratik bir sendikal anlayışa doğru adım adım kaydılar ve bir süre sonra da bu yeni konumlarını içselleştirdiler. Böylece devrimci işçilerin içinden çıkan bir kuşak da sendika bürokrasisine eklemlenmiş oldu. Dönemin genel hareketliliği içerisinde deri işçilerinin de vahşi çalışma koşulları altında topyekûn tavır almaya ve kitlesel direnişlere imza atmaya başlamaları, genel anlamda olumlu bir hava oluşturuyordu. Kitlesel olarak girişilen bu direniş, grev ve işgal eylemlerinden belirli başarılar elde edilmesi ve kısa vadede çalışma koşullarında kısmi iyileşmelerin görülmeye başlamış olması, yukarıda bahsettiğim eleştirel yaklaşımların üzerinin örtülmesine olanak sağlıyor ve bu eleştiriler çokça ihmal ediliyordu. Sonuçta, başlangıçta girişilen örgütlenme tarzı ve çabalar unutuldu. Bütün iş, o işkolunda mücadele eden sendikacıların üzerinde kaldı ve bu durum, sendika yönetimindeki arkadaşlarımızın kongrelerde genel merkeze karşı uzlaşmacı bir tutum takınmalarıyla, genel merkeze seçilen arkadaşların da kamudan gelen sağ eğilimli yöneticilerle bir konsensüs sağlayarak koltuklarını pekiştirme uğraşına girmeleriyle devam etti. Ve maalesef, sonradan şube yönetimlerine gelen farklı sosyalist ve devrimci çevrelerden arkadaşlar da genel olarak aynı çizgiyi devam ettirdiler. Devrimci ve doğru bir gelenek yaratılıp korunamadığı için tarihsel hafıza yitirildi ve geçmişin kazanımlarının nedenleri anlaşılamadı. Küresel sermayenin neo-liberal saldırıları karşısında işçiler mevzilerini koruyamadılar ve güç kaybettiler. Daha da önemlisi iyice bürokratikleşen mevcut sendikal anla-
yışlar işçilerin önündeki en büyük engel haline geldiler. 11-12 Ağustos tarihlerinde gerçekleştirilen Deri-İş kongresi de, bu sürecin kaçınılmaz sonuçlarından biridir. Bu sektördeki mücadelelerde emeği geçmiş bir işçi olarak, izlediğim Deri-İş genel merkez kongresinden çok ama çok acı çekerek, bu hissi ifade edemeyecek huzursuzlukla ayrıldım. Sendikal bürokrasinin bugün daha da azgın bir şekilde, daha da aymazlaşarak mevcut statükonun devamı için olmadık ayak oyunlarını yürüttüğünü acı duyarak gözlemledim. Sendika yöneticilerinin itiraf ettiği bitmişliğin, tükenmişliğin, çaresizliğin içinde deri işçisinin de ruhunu, inancını kaybettiğini, kendini ifade edemediğini, teslim olduğunu, yenilgi psikolojisi ile düşünemez, tavır alamaz bir halde olduğunu gördüm. Gerek şube yöneticilerinin gerekse de siyasal çevrelerin, bu duruma yol açan sendika bürokrasisine tâbi oluşlarına şahit oldum. Siyasi çevrelerin dar görüşlü ve işçi sınıfının çıkarlarını düşünmeden davranmaları, kendi grupsal çıkarlarına uygun kişileri yönetime dayatıp, mevcut kötü gidişatın devamına yol açan bir tutum takınmaları beni hepten endişelendirdi. Bu siyasal anlayışlar, dar ve ufuksuz bir bakış açısıyla hareket ederek, adeta batan gemiden mal kapma yarışı içindeler. Oysa bu hastalıklı yapının oluşmasında onların da payı büyüktür. Siyasi çevrelerin bu türden hoyrat davranışları, samimi işçiler tarafından irkintiyle karşılandı. Birçok işçi, kürsüde olmasa da birebir konuşmalarda, sohbetlerde bu rahatsızlıklarını oldukça demoralize olmuş bir biçimde dillendirdiler. Kuşkusuz bu temiz ve iyi niyetli işçi arkadaşlar da, örgütsüz oluşlarının vermiş olduğu bilinçsizlik ve çaresizlik nedeniyle, yine kendi arkadaşları olan kişilere yönelik tepkisel çıkışlar yapmanın ötesine geçemediler. Sonuçta da mevcut anlayışlar arasında, birinden diğerine savrulup durdular. Kongrede yapılan konuşmalarda mevcut kötü gidişatın nasıl sona erdirileceğine dair hiçbir anlamlı açılım yoktu. Dillendirilen “üye kaybımız sürüyor, bizler bir şey yapamıyoruz” itirafının yanı sıra, sendikanın mali durumuna ve gelirlerin giderleri karşılamadığına dair ortaya konan sorunlara tek çözüm önerisi ise “küçülmemiz gerekiyor” şeklinde oldu. Bu öneri aklıma patronların kriz zamanlarında söyledikleri “küçülmemiz gerek, işçi çıkaralım” lafını getirdi. Zaten sektörde de yoğun bir şekilde karşılaştığımız bu tavır karşısında, bazı işçilerin bireysel tepkileri ve kulislerdeki mızırdanmaları dışında, sendikacılardan gelen örgütlü bir tepki de olmuyordu. Demek ki işveren mantığı sendika yöneticilerine de bulaşmış diye düşündüm. Sanki bir kadroyu amatöre dönüştürmekle Deri-İş’in bütün problemleri çözülecekmiş, Deri-İş gene eskisi gibi mücadeleci bir sendika olacakmış gibi konuşuldu. Tüzük değişikliği ile kalan profesyonellerin statüsünü korumak uyanıklığı, işçinin gözüne
43
marksist tutum
kül atma oyunu, bütün siyasal anlayışlar tarafından da kabul gördü. Deri-İş’in mücadeleci işçileri, basireti bağlanmış, iradesi elinden alınmış, söylenen her söze veya öneriye parmak kaldırıp indiren emir eri, kapı kulu bir ruh haliyle, analiz edemez, yorum yapamaz, senteze ulaşamaz, çaresiz Hint dervişlerine döndürüldü. Bütün gün yapılan konuşmalar veya kulislerde söylenen bütün sözler boş ve koftu. Hiçbir makul çözüm önerisi içermeyen laf yuvarlamalarıyla kongrenin birinci günü sona erdi. İkinci günse yeni yönetim seçildi. Öyle görünüyor ki, seçilen yönetim, yeni sendikalar yasası yürürlüğe girince tekstil işkolundan bir sendikayla birleşerek, sendikal kariyerlerini olabildiğince sürdürmenin çaresine bakacak. Nitekim bu doğrultudaki öneriler kongrede kabul edildi. Bu olup bitenler, özelde deri işçilerinin ve genelde de Türkiye işçi sınıfının içine düştüğü aczin ve sendikal bürokrasinin iflah olmaz karakterinin somut bir göstergesidir. Oysa hem bu sendika bürokrasisinden hem de onun sendikaların başında kalmasına fırsat sunan yanlış siyasi anlayışlardan kurtulmak gereklidir. Yapılması gerekenler açık ve nettir. Hâlâ mücadele ruhunu kaybetmemiş, iyi niyetli ve dürüst birçok işçi bunun farkındadır. Lafımız başta bu işçi arkadaşlarımızadır. Deri-İş kongresi bağlamında ele alacak olursak, işçi sınıfının önderliğine soyunan yapıların öncelikle sekter ve dar grupçu anlayışı bir yana bırakıp, işçi sınıfının ortak çıkarlarını öne alan bir anlayışı savunmaları gerekir. Kariyerist kişiliklerden ve sendika bürokrasisinden medet umulmamalıdır. Bu tür yaklaşımlar sınıflı toplumun hastalıklarını, henüz yeni yeni gözlerini mücadeleye açan işçilere de bulaştırır ve işçi sınıfının öteden beri başına bela olmuş küçük-burjuva ideolojisinin yayılmasına katkıda bulunarak, onun mücadelesini zaafa uğratır. Bundan kaçınmalıyız. Sendikamıza sahip çıkıp onu denetlemeliyiz. Sendikanın içine düştüğü mali krizden çıkışın ve üye kaybını engellemenin yolu birdir. Küçülmek yerine, işçi-
44
Eylül 2007 • sayı: 30
leri ve işyerlerini örgütleyecek kadroların sayısının ve bu yolla üye sayısının, örgütlülüğün arttırılması gerekir. Tabii ki bu, mevcut anlayışla ve sendika bürokratlarıyla yapılacak bir iş değildir. Bu iş için militan sendikacılığı ilke edinmiş, yetişmiş kadrolara ihtiyaç vardır ve böyle insanlar yok değildir. Sendika bürokratlarının aldığı maaşların çok daha azına, hem de bir değil on-yirmi kişi istihdam edilip örgütlenmeye girişilebilir. Ve bu kadrolar Türkiye’nin her tarafına yayılıp, (sendika bürokratları gibi lüks otellerde kalıp lüks restoranlarda yemek yemek yerine) gittikleri yerlerdeki işçi arkadaşlarla aynı koşullarda yaşayarak ve hep beraber örgütlenme yaparak, hem deri işçisine, hem ilerde tekstil işçisine, hem de Türkiye’ye yeni bir soluk getirebilirler. Yukarıda söylediklerim, elbette bilinen şeylerdir. Yeni olmayabilirler ama önemli ve vazgeçemeyeceğimiz doğrulardır. Bunlar ancak samimice, kararlı ve işçi sınıfının bilimi ışığında bilinçlice uygulanırsa bir anlam ifade edebilir. İşte o zaman başımıza musallat olan işveren kafalı sendikacılardan kurtuluruz. Hayatı biraz daha kolaylaştırmış oluruz. Ama bunlar lafla olacak işler değildir. Önce işçiye güvenmek ve onlarla birlikte işyerlerine yönelik örgütsel çalışmalara girişmek lazımdır. Geçmişte yürütülen işyeri komiteleri temelli çalışmalardan elde edilen deneyimler, bu açıdan önemlidir. Hepsinden önemlisi ise, sendikalarda ve işyerlerinde bu çalışmaları yürütecek ve besleyecek bir devrimci siyasal örgütlülüğün, anlayışın hâkim kılınması ve yayılmasıdır. Bu da, militan sınıf sendikacılığı anlayışıdır. Bizler, Türkiye işçi sınıfına olan güvenimizle birlikte, tüm deri işçilerini hep beraber mücadele etmeye çağırıyoruz. Her şeye en baştan başlamak kaydıyla, işçi arkadaşlarımızı yeni bir dünya kurmaya davet ediyoruz. Bu çağrıların karşılık bulacağına eminim. Aydınlı’dan emekli bir deri işçisi (DİSK’e bağlı İleri Deri-İş sendikası kurucularından)
Eylül 2007 • sayı: 30
marksist tutum
Sınıfımızın Çocukları Ç
alıştığım işçi mahallesinde, bazen işten çıktığımda hemen otobüse atlayıp eve gitmek yerine yolumu biraz uzatıp yürüyüş yapar, insan manzaraları seyrederim. En çok çocuklar ilgimi çeker. Çünkü işçi mahallelerinde çocukların yüzleri bambaşkadır; yaşadıkları mutsuzlukları dudaklarında, yarına olan umutsuzlukları gözlerinde cisimleşmiştir. Bir kısmı daha şimdiden ücretli köleler ordusuna katılmıştır bile. Kimi elinde tartısıyla ve çıkarmadığı okul formasıyla köprübaşında bekler, kimi kahveden müşterilere çay yetiştirir bacak kadar boyuyla, kimi küçük bir lokantanın küçük garsonudur. Daha şimdiden büyümüştürler onlar. Çocukken yaz aylarında arkadaşlarımız oyun oynarken, biz mahalleden birkaç çocuk (ben, benden iki yaş küçük kız kardeşim ve komşu kızlardan birisi) pancar tarlalarında çalışırdık. Diğer arkadaşlarımız biz işe giderken uyuyor olurlardı, biz işten bitkin bir şekilde ama “özgürce” hareket etmeye başlamanın hazzıyla dönerken ise, onları sokakta oyun oynarken veya tasasız, bir duvar üstünde hareketsiz bir şekilde bulurduk. Sanki onlar yüzyıldır ordaydılar ve biz yüzyıldır çalışıyorduk. Onların onca zamandır orada oyun oynadıkları duygusuna kapılırdım. Hem onların yerinde olup doyasıya oyun oynamak isterdim, hem de çalışmaktan, eve para getirmekten gurur duyardım. Açlık seviyesinin altındaki ekonomimize bir parça gelir getirmekten mutlu olurdum. Bizimle birlikte tarlaya çalışmaya gelen komşumuzun kızı “ben sadece eğlenmek için geliyorum, aslında
ihtiyacımız yok” diyerek yalan söylerdi. Babası öğretmendi, iki yakaları bir araya gelemediğinden sürekli yırtınırlardı. Yaz geldiğinde, mahallemizin üç-dört kilometre kadar aşağısındaki şeker pancarı tarlalarına tura çıkar, çalışacağımız tarlayı seçerdik. Tarlanın sahibinden yani patron adayımızdan ne kadar çalışacağımızı, yevmiye olarak ne alacağımızı öğrenir, uygun bir ücret alacaksak hemen işe başlardık. Eğer bir patrondan uygun bir ücret aldıysak ertesi yıl ilk olarak ona gider yine çalışmak istediğimizi söylerdik. Bu arada çok “babacan” bildiğimiz patronumuzun “uygun ücret” olarak bize verdiği yevmiyemizin, devletin pancar üreticilerini teşvik etmek için tarla sahibine işçi başına verdiği ücretin yarısı kadar olduğunu birkaç yıl sonra öğrenmiştim. İlkokul 4. sınıftan ortaokulu bitirene kadar aynı işi yaptım. “Tekleme” işi bittiğinde yazın ortasında çapalama işi başlardı. Yaşıma göre boyca çok gelişmemiştim ama çalışmaktan dolayı yaşıtlarıma göre oldukça güçlüydüm. Çapalama işi bitip de pancarlar gerektiği kadar olgunlaşıp söküm zamanı geldiğinde, bu sefer elime küreği aldığımda 15 günlük daha işim olurdu. Bu işlerden en zor olanı “tekleme” dediğimiz pancarın henüz tohumdan fışkırıp topraktan çıktığı ilk haftada, yan yana düşmüş birkaç tohumdan çıkan pancar filizlerinin en güçlüsünün bırakılıp, cılızların ve yaban otlarının ayıklandığı işti. Sabah işe giderken yanımızda öğlen azığımız da olurdu ve daha işe başlar başlamaz öğlen molasını ne zaman vereceğimizi hesaplardık. Otları ayıklamak için iki büklüm oturmak zorundaydık. Çömeldiğimiz yerden bacaklarımızın arasına bir pancar dizisi alıyor ve pancarları ve otları çok hızlı bir şekilde tek bir pancara indirgiyorduk. Patronumuz, öğlen molasına kadar hiç durmadan çalışmamız için gerekli işi daha sabahtan belirlerdi. O işler tamamlanmadan öğlen molası verilmezdi. En hızlı ve en güçlü olanlarımız işini bitirdiğinde diğerlerine yardım ederdi. Çünkü kaderimiz birbirimize bağlıydı. En zayıfımız geride kaldığında bize de mola yoktu. Patron en hızlı çalışanları daha da hızlı çalıştırıyor ve aramızdaki o çocukça rekabetten yararlanmasını çok iyi biliyordu. Kimse en hızlıdan daha yavaş olmak istemiyordu. Sabahın serinliğinde işe başladığımızda işe katlanmak, o pancar dizilerinde oturduğumuz yerde ayaklarımızı sürte sürte ilerlemek bir parça kolay geliyordu. Ama öğlen yaklaştıkça, tepemizde güneş cayır cayır yakmaya başladıkça sırt ağrımıza, bacaklarımızın uyuşukluğuna bir de güneşin deli sıcağı ekleniyor ve beynimiz haşlanmış gibi oluyordu. İşe alışkın olmayanlar, “çiroz” dediklerimiz, bazen dayanamıyor baygınlık geçiriyorlardı. Öğlen molası bizim için müthiş bir şeydi. Bir kere artık koca bir işgünü yarılanmış demekti her şeyden önce. Sanki günün diğer yarısı daha hızlı geçecekmiş duygu-
45
Eylül 2007 • sayı: 30
marksist tutum
suna kapılırdım her defasında. Mola başlar başlamaz uyuşmuş ayaklarımızı uzatır, ayaklarımızı özgür bırakmanın keyfini yaşardık birkaç dakika. Sonra getirdiğimiz azıklarımızı büyük bir keyifle bir bezin üzerinde açardık. Çoğu zaman getirdiklerimizi ortaya koyar yoksulluğumuzu paylaşırdık. Öğlen yemeğimiz çoğunlukla ya undan yapılmış helva olurdu, ya haşlanmış patates ya da bir gün önceki yemekten arta kalanlar ve ek olarak bir kâse yoğurt ve ekmek. İş sezonu açıldığında çalışmaya ilk başlayanlardan biri oluyordum. Her yıl belli çalışma arkadaşlarımız vardı. Çalışmak isteyenler sabah erkenden gelip işe başvuruyorlardı. Çalışmaya niyetli olmayan ama evden zorla işe gönderilmiş olan veya heves edip gelenler genellikle öğlene doğru geliyorlardı. Biz kendi aramızda iddiaya girerdik, tiplerine, kıyafetlerine, nasıl durduklarına, nasıl konuştuklarına bakar, kimin çalışıp kimin çalışmayacağına, kimin o günün akşamına kadar bile dayanamayacağına dair çok doğru tahminlerde bulunurduk. Tarlada çalışmaktan öyle esmerleşirdik ki hepimiz, en beyaz tenlimiz bile bir süre sonra kapkara olurdu. Teni yanmamış, temiz elbiseli çocuklar gördüğümde onların başka bir dünyadan geldiklerini sanırdım ilkin. Nasıl bu kadar beyaz ve yumuşak tenleri olabilirdi, hiç çalışmıyorlar mı yoksa çalışmak zorunda değiller mi, çalışmak zorunda olmamak nasıl bir duygu diye oturur düşünürdüm. Kendi yaşadığım şehri dünya, oturduğum mahalleyi de dünyanın bir eyaleti gibi algılar, en azından benim yaşımdaki çalışmayan çocuklar yığınına bakar kendi koşullarımı haksızlık olarak algılardım, ama daha da ötesini düşünemezdim. Ancak buna rağmen tümden çalışmamayı da tembellik olarak algılardım. “Bir gün büyürsem bu kadar ağır olmasa da dizlerimin, sırtımın ve beynimin bu kadar yorulmayacağı bir iş yapacağım, ama mutlaka çalışacağım” derdim. Oysa bugüne kadar birçok işte çalışmama rağmen şimdi şöyle bir düşünüyorum da, yaptığım işlerin hepsinde bacaklarım çok yoruldu, sırtım çok ağrıdı ve uzun bir zamandır güneşin altında çalışmamama rağmen başım güneş geçmişçesine hep kazan gibi oldu. Bilinçsiz olduğum dönemde, çocukken yaşadıklarımı hatırladığımda bunlar bana çok dayanılmaz geliyordu. Çoğu zaman bunların hayatımın utanç sayfaları olarak belleğimden silinmesini isterdim. Oysa unutmak bizi pasifleştirir, hınçla, öfkeyle yaşadıklarımızı hatırlamak gerekir. Yalnızca kendi yaşamlarına odaklananlar da hem geçmişi unutmaya, hem bugünü anlamamaya yatkındırlar. Gerçek şu ki dünyada milyonlarca çocuk çok kötü yaşam koşulları içinde büyüyemeden ölüp gidiyor. Yaşama “şansına” sahip olanlarsa çocukluklarını yaşayamadan büyümekte, yaşadıkları hayattan, kendilerinden ve her şeyden nefret ederek, bir dolap beygiri gibi tüm yaşamı boyunca yalnızca çalışıp bu dünyadan göçüp gitmekteler. Yüz milyonlarca işçi olarak bizler, tepemizdeki bir avuç asalak olan patronlar sınıfını daha iyi yaşatmak, daha iyi eğlendirmek, her türlü hırs ve özlemlerini gidermek için, yani yeryüzünü onlara cennet, kendimize cehennem haline getirmek için yaşıyoruz. Demek ki yalnızca unutmamak değil, yalnızca öğrenmek değil sorunu çözecek olan, tüm olanlara karşı devrimci tarzda mücadele etmektir. Mücadele bayrağını kaldırmayan ve ona sıkı sıkı sarılmayan, sadece gözleri yarı açık bir uyurgezerdir. Marksist Tutum okuru bir kadın eğitim emekçisi
46
Bir çocuğun yüreğiyle nasıl anlatılırdı bir kavganın tarihi diye düşünürken, belki o çocuk ruhunda gizli cümleler olmalıydı diyerek yazılmıştır.
Çocuğuz Biz Aynı bahçede saklambaç oynayan çocuklardık, Güz düşmüştü sabahın tenine. Ağaçlar, ağaçlar koca bir tarih açardı, Biz oynardık dökülen yapraklara inat. Bahar gelsin diye dallarına rüzgârlarla, Koşardık poyrazla, yüzümüze vuran ayaza inat... Büyürdük yüzyılların salıncağında sallantılarla, Her sallandığında yüzyıl, düşerdi birilerimiz, En sarsıntılı çağlarda, Tarihin rahmine düşerdi yenilerimiz, Sancılarından mutlu bir anneydi zaman, Ve biz çocuktuk ya, özgürlüğe aç, Bir oyun gibi oynardık zamanla, Bilenler bilirdi; biz inatçı deli, Ondandı, korkarlardı bizden koşmamızdan Korkardı ağaç, toprak, su… Bilirler ya hani, Korkmaz çocuklar hiçbir şeyden, Ne sevdadan ne ölümden, Korksunlar bizden, korksunlar… Yorulmadık hiçbir sürgünden, Düşmedik hainliklerden, Ve geriye kalmadık tarihten. Ve yürümeyi yeni öğrenen bir minik insan gibi, Küçük olsa da adımlar, Gözlerimizdeki direnç ateşi oldukça, Detone olsa da şarkılarımız sözlerini buldukça, Ve onlar bizden böyle korktukça, Ve biz böyle korkusuz ve çocuk kaldıkça, Ne şarkılarımız ne şiirlerimiz hiç bitmeyecek, Ve bu kavga ateşi hiç sönmeyecek… Kartal’dan bir kadın işçi
Okurlarımızdan Başka Bir Dünya Mümkün! Merhaba dostlar, ben bir tekstil firmasında çalışıyorum, çalıştığım şirkette özellikle kış aylarında sık sık mesaiye kalınır, hatta işçilerin sabahladığı ve normalde tatil olduğu halde Pazar günleri işe getirildikleri de olur. Ama dışardan fark edilmeyen bir şey daha vardır bu işyerinde. Mesai ücretleri verilmez. Şirketin insan kaynakları sorumlusu, patronumuz daha fazla semirsin diye, biz işe başlarken şöyle demişti: 1- Biz burada çok çalışıyoruz ama iyi iş çıkarıyoruz. 2- Burada önemli olan güvendir. 3- Her zaman hak ettiğinizi alırsınız kuşkunuz olmasın. 4- İşlerin bitmesi için bazen mesaiye kalabiliriz, Cumartesi günleri normalde çalışmıyoruz ama iş yoğun olduğu dönemlerde çalışabiliriz. 5- Bir de unutmadan sigortanızı asgari ücret üzerinden yatırıyoruz. 6- Patronunuz iyi bir insandır, işçilerine değer verir ve sever. Şimdi insan kaynakları sorunlusunun dediklerini tercüme edelim: 1- Çok çalışıyoruz ve patronumuza daha çok kazandırıyoruz. 2- Patronunuza güvenin ki size uyandırmaya çalışanlara karşı da bağışıklı olun. 3- Patronumuz daha çok kazanmak için sizin hak ettiklerinizi de elinizden alır.
Gençlerde, Toplumda, Dünyada Şiddet Son yıllarda burjuva medya gençlerdeki şiddet eğiliminden fazlaca söz eder oldu. Basında görüşlerine yer verilen birtakım uzman kişilerse –ağız birliği etmişçesine– medyanın, şiddet içeren TV dizilerinin ve bilgisayar oyunlarının dışında hiçbir etkenden bahsetmiyor. Sanki gençler hayatlarında şiddete hiç tanık olmuyorlarmış da şiddeti yalnızca dizilerden, bilgisayar oyunlarından öğreniyorlarmış gibi. Tabii, nedenler böyle at gözlüğüyle belirlenince, uzun tartışmalardan sonra ortaya çıkan çözüm de, şimdilerde duymaya pek alışkın olduğumuz “Eğitim Şart” tümcesinden öteye gidemiyor. Ne var ki şiddet eğilimi kitlelerin eğitilmesiyle ortadan kaldırılabilecek kadar basit bir sorun değildir. Öncelikle şiddetin kaynağını doğru belirlemek gerekir. Gençlerdeki şiddet eğiliminin, “pokemon” tutkunu çocukların kendilerini “çalizart” sanıp camdan atmalarıyla bir tutulamayacağı açıktır. Çünkü şiddet “pokitop”lardan çıkma değildir, hayatın kendisinde var olan bir olgudur. Gençler önce evlerinde aile içi şiddete tanık olurlar. Biraz büyüyünce ilkokul sıralarında, futbol maçlarında, statlarda, kahvelerde, holiganlarla, mahallelerinde küçük çetelerle öğrenmeye başlarlar şiddeti. Biraz daha büyüdüklerinde işçilerin, devrimcilerin coplandıkları alanlarda, işkencelerin en iğrençlerinin devlet tarafından uygulandığı cezaevlerinde şiddetin bir başka türlüsünü öğrenirler. Tabii şiddetin meşrulaştırıldığı savaşları da unutmamak gerekir. Güçlünün güçsüzü, haksız ve vahşice nasıl ezdiğinin en bariz göstergesi olan emperyalist işgaller, şiddeti olağan, hatta kaçınılmaz bir şey olarak göstermekten de geri durmaz. Şiddetin böyle açık seçik ve olağandışı şekilde yaşanmasının sebepleri ise öncelikle toplum düzeninde aranmalıdır. Kapitalist toplum hastalıklı bir toplumdur. Karakteri gereği insanı yozlaştıran, yalnızlaştıran, deforme eden etkiler üretir. Toplum
4- Sizi sürekli mesaiye bırakarak sizden kazandığımız parayı iki üç katına çıkarıp yeni yatırımlar yapacağız. 5- Maaşınızı asgari ücretten göstererek sigorta primlerini de azalttığımız için patronun cebine daha fazla para girmesini sağlarız. 6- Elbette patronunuz sizi seviyor, onların her dediğine boyun eğen, hakkını aramayan, bu yolda mücadele etmeyen işçileri neden sevmesin ki? Biz işçilere ne kadar değer verildiği ortada, hayatta kalabilmek için en kötü koşullarda çalışmaya razı ediliyoruz. İnsanlar işsiz kalmak, aç kalmak, evsiz kalmak korkusu içinde olduklarından işçileri bu kadar kolay kandırabiliyorlar. Öyle bir sistemde yaşıyoruz ki insanlar her gün biraz daha uzaklaşıyorlar birbirinden. Tüm ilişkiler çıkar üzerine kurulu, bireysel kurtuluş vaat ediyorlar. Diyorlar ki büyük balık küçük balığı yutar. O yüzden de birileri kazanırken diğerlerinin kaybetmesi çok normal, doğanın kuralıdır bu… Oysa doğanın kuralıdır dedikleri sistem doğanın kendisiyle birlikte bizi ve tüm insanlığı da yok oluşa doğru sürüklüyor. Ama bu böyle gitmez, başka bir dünya mümkün. Bizlerin ve tüm insanların kurtuluşu ancak dünya çapında örgütlü mücadelemizle mümkün olacaktır. Çünkü karşımızda tüm dünya çapında örgütlenmiş bir sistem var. Özgürlük işçiler savaşırsa gelecek! Yaşasın işçilerin uluslararası mücadele birliği! Şişli’den bir tekstil işçisi
içinde birbirinden yalıtılmış halde, korku ve düşmanlık içinde yaşamaya zorlanan insanlar hem bireysel, hem de toplumsal ilişkilerinde şiddeti günlük yaşamlarının bir parçası haline getirirler. Kitleler her şeyin alınır satılır olduğu, rekabet üzerine kurulu bir toplumsal yapı içinde yaşamaya zorlandığından, çeşitli şekillerde açığa vurdukları korku duygusunu yoğun biçimde yaşarlar ve korunma ihtiyacı duyarlar. Gerçek ihtiyaçlarına ulaşması, göremediği düşmanlar tarafından engellenen insanlar, elbette ki bu saldırıya karşı tepkilerini de koyacaklardır. İşte bu tepki zaman zaman şiddet eğiliminin içinde vücut bulmaktadır. Saldırganlık çoğu zaman engellenmenin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Ancak tabii ki bireylerin engellenme karşısında ürettiği tek tepki şiddet değildir. İnsanlar küskünlük ya da ruhsal çöküntü gibi yollarla doğrudan kendilerine zarar vermeyi de seçebilirler. Kendisine sistem tarafından yöneltilen saldırının kaynağının farkında olmayan bireyler, tepkilerini yanlış yerlere yönlendirirler. Erkeğin kadına uyguladığı şiddet ya da –toplumsal rollerin el verdiği ölçüde– zayıf olana uygulanan şiddet, okulda, sokakta sistem tarafından ezilen bireylerin birbirlerine uyguladıkları şiddet. Bütün bunlar esas hedefin ıskalandığı tepkisel dışavurumlardır. Şiddet olaylarının en sık yaşandığı semtler incelendiğinde bunların daha çok yoksul insanların yaşadığı semtler olduğu görülür. Emeğinin karşılığını alamamanın neden olduğu sefalet içinde yaşayan insanlarda, düşmanlarının kim olduğunu bilememenin hıncıyla umutsuzluk birbirine karışınca şiddet de kaçınılmaz olur. Bu nedenle ezilen insanların bağrında biriken öfkenin neden olduğu şiddeti küçük-burjuvalara özgü kaygılarla değerlendirmek yanlıştır. Toplumdaki şiddet, var olan sistemin doğal bir sonucudur. Ve bu sistem yıkılmadıkça da her geçen gün etkisini biraz daha arttırarak yaşantımızda var olmaya devam edecektir. Ankara’dan Marksist Tutum okuru bir lise öğrencisi
47
Okurlarımızdan Burjuvazi Çalışıyor! İki yıl önce büyük bir tekstil firmasının kalite-güvence bölümünde çalışmaya başladım. İşe başladıktan 6 ay sonra bölüm müdürü işten çıkarıldı. Önce nedenini pek anlamadık, “kan uyuşmazlığı” demişlerdi. Yerine Türkmenistan’da “büyük projelere imza atmış olan” tekstil mühendisi bir müdür getirdiler. Görevi 6 Sigma denen sistemi fabrikaya uygulamaktı. 6 Sigma kısaca “kaliteli ürün, minimum zaman, minimum zarar, maksimum iş” yani daha çok kâr anlamına geliyor. Fakat bu sistemi uygulamak ve uygulatmak o kadar kolay değil. İmalatın her aşaması için ayrı düzenlemeler gerekiyor. Hatalar boyadan mı, kumaştan mı, baskıdan mı, makineden mi, işçiden mi kaynaklanıyor? Termin (malın teslim zamanı) hangi durumlarda gecikiyor? Bant sistemi ne şekilde düzenlenirse en hızlı üretim sağlanır? Bu gibi daha bir ton ayrıntı içeriyor bu sistem. İşçilerin şirketi bir hayli zarara uğrattığını düşünmüş olacaklar ki ilk düzenlemede toplu işten çıkarmalar oldu. Sonra ikramiyeler kesildi. 6 ayda bir yapılan ücret zamları yılda bir yapılmaya başlandı. Bu zamlar ise giderek pahalanan yaşamı daha zor hale getirecek komik miktarlarla sınırlandırıldı. Bunlar adım adım gerçekleştirilirken biz işçiler hep sustuk. Sadece birkaç aylık fasılalarla tekrarlanan toplu işten çıkarmalar sırasında “çıkarılanlar arasında ben de var mıyım?” sesleri duyuluyordu etraftan. Her adımda bizim sessizliğimiz cesaret verdi sömürgenlere. “İşyeri küçülmeye gidiyor” teranesine inanmak istedi herkes. Öte yandan ihracat, dış ticaret, pazarlama, muhasebe gibi bölümlerde çalışan arkadaşlardan işin aslında öyle olmadığını, mağazacılığa ciddi yatırımlar yapılmakta olduğunu öğreniyorduk. Ne fark eder, yine sessizdik. 6 Sigma projeleri tüm hızıyla devam ediyordu. Bunun için düzenli yapılan eğitimlere katmak istediklerinde bahanem hazırdı: “Ben firma dışındaki fason atölyeleri kontrole gidiyorum, araç sıkıntısı ve iş yoğunluğu dolayısıyla düzenli katılamam.” Aslında mesai dışında ve hafta sonlarında eğitime çağıracaklarından çekiniyordum. Bir toplantıya genel müdürün talimatıyla herkesi kattılar. Açıkçası ben bu toplantıların daha teknik konular içerdiğini sanıyordum. Meğer tam manasıyla beyin yıkama seanslarıymış. Toplantıda aldığım notları aynen aktarmak istiyorum. Slaytlarda yazanlara ek olarak tırnak içerisindeki ifadeler bizzat genel müdürün konuşmalarından alınmıştır. • Sizlerin kişisel gelişimini destekledik. Siz kendi gelişiminizi desteklediniz mi? “Sadece şirketten beklemeyin!” • Aktif çalışın, durarak değil. “Beyninizi mi, kıçınızı mı çalıştırıyorsunuz?” Unutmayın ki başarı hangi organınızı daha çok kullandığınızla ilgili. • Örnek çalışan insan olmaktan ziyade başarı yaratan insan olmalısınız. • Yaptığınız işte rakibinizle nasıl bir fark yaratıyorsunuz? “Ölçek dünya olmalıdır”. • Piyasanın parçası olun ve çılgın çalışan olun! “Her zaman aklın müşteri ile ilgili bir hinlikte olsun.” • Yılda 225 gün ortası var. Müşterinle kaç kere yemek yedin? “Ben bugün ne yaptım diye sorun akşamları, çünkü bu yaptıklarınızın hepsi kendiniz için.” • Müşterinle ilgili her şeyi biliyor musun, yoksa uyuyor musun? “Müşterinin sevgilisiyle buluşma yıldönümünü bile bilmek lazım.”
48
• “Siz iş saatini çok önemsiyorsunuz. 8 saat sonra sanıyorsunuz ki her şey bitti. 24 saat müşteriyi düşünmeniz lazım. Bir de tatilde hafta sonunda iş mi düşüneceğiz diyorsanız siz bilirsiniz, fark yaratan sizi geçiyor.” • Kişinin özel hayatı olmaz. İş hayatı da kişisel yaşantısı da özeldir. “İşe ayırdığım zaman benim en özel zamanım.” • Kavgasız halledin! • Sabırlı olun!
Görüldüğü gibi “gelişimimiz” için çok sıkı çalışıyor patronlarımız. Bizi düzenlerine entegre etme çabaları bu eğitimlerle de sınırlı değil. Bizden “Kişisel Kurtuluş Savaşınızı Başlatın”, “Kişisel Ataletini Yen” adlı kitapları iş sonrasında okuyup özetlememizi istediler. Bizi “Şeytan Marka Giyer” adlı filmi izlemek üzere mesai sonrası ve zorunlu tutarak sinemaya götürdüler. Film “kariyer yapmak ve yükselmek kişinin kendine bağlıdır” mesajını veriyor. İşte kafalarımızı böyle esir alıyorlar. “İşçi” kelimesini kullanmaktan bile kaçınıyor patronlarımız. Onun yerine “çalışan” kavramını yeğliyorlar. Sınıfsal kimliğimizi çağrıştıran her tür kavramdan uzak tutulmalı zihnimiz! Biz işçiler mülksüzüz. Fabrikanın ne üretim ne de yönetim süreci üzerinde söz hakkımız var. Fabrikanın ne kadar kâr ettiği ya da ne kadar kaliteli üretim gerçekleştirdiği bizim hayatımızı zerrece etkilemiyor. Kendi ürettiğimiz ürünlerden faydalanmak bile imkânsız. Kısacası kendi emeğimize yabancıyız bu sistem içerisinde. Ama patronların daha fazla kâr elde edebilmesi için bizim emeğimizi daha yoğun ve nitelikli kılmaya, sadece ellerimizden değil zihnimizden de daha fazla faydalanmaya ihtiyacı var. İşte bu yüzden “yalanla besliyorlar” bizi. Bazı sözler kulağa ne de hoş geliyor ilk bakışta: “Ekibi projeyle yönetmek!” Bunun işçiler için anlamı şudur: İşyerinde iş yap, evde proje ödevleri yap, 24 saat iş için kafa yor, işyerinde fark yarat, diğerlerini solla! Sırtımızda semer, bir ellerinde havuç diğer ellerinde sopa! Örnek çalışan değil başarı yaratan insan olmalıymışız. Yani sadece işimizi tam yapmak ve işyeri disiplinine uymak yetmezmiş. Rakiplerimize (hem diğer sınıf kardeşlerimize hem patronun dünyadaki rakiplerine) fark atacakmışız. Her akşam kendimize soracakmışız bugün ben ne yaptım diye. Yaptığımız her şey kendimiz içinmiş! Varlığımızı zihnen ve bedenen patronların çıkarlarına endekslememizi sağlamaya, üstelik bunun kendi çıkarımız olduğu yalanını yutturmaya çalışıyorlar. “Çılgın çalışan olun, 24 saat işi düşünün, 8 saat sonunda her şey bitti sanmayın” propagandaları, örgütsüz bir işçiyi, hiç ulaşamayacağı bir hayata doğru boşa kürek çekmeye yönlendiriyor. Oysa örgütlü işçileri kandırmak hiç de kolay değildir. Gücünün farkındadır örgütlü işçi, kendine güvenir, sınıfına güvenir, bilinçlidir, akıntıya kapılmaz. Patronlar sınıfının da örgütlü olduğunu bilir. Milliyetçiliğin ve işçiler arasındaki her tür ayrımın ve rekabetin en az patronlar sınıfı kadar düşmanımız olduğunu kavramıştır. İşçiler için kişisel bir kurtuluş savaşının aldatmaca olacağını bilir. Kurtuluş ya hep beraber gerçekleşecektir ya da hiç! Burjuvanın propagandası esir edemez zihnini. Kafası tutsak değil özgür olur, özgür kılmak için yaşamı. Gazi Mahallesinden bir kadın tekstil işçisi