Mt no 31

Page 1

Medeniyetler Çatışması mı, Emperyalist Saldırganlık mı? Ekim 2007

• Oryantalizm ve Ilımlı İslam • Kemalizmin altı oku

31

• Anarşizm üzerine /1 • Kapitalist eğitimin doğası • Kapitalizm ve soykırımlar


Oryantalizm, Medeniyetler Çatışması ve Ilımlı İslam Utku Kızılok

M

edeniyetler çatışması ve uluslararası terörizm derken, uluslararası siyasal literatüre yeni bir kavram daha sokuldu: ılımlı İslam! Bu kavramlaştırma üzerinden gerek Türkiye’de gerekse uluslararası düzeyde İslamın ılımlılaştırılması ve demokrasiyle bağdaşıp bağdaşmayacağı tartışılıyor. Ilımlı İslam projesinin model ülkesi olarak ise Türkiye ve Malezya sunulmaktadır. AKP’nin yeniden iktidara gelmesi ve cumhurbaşkanlığına Abdullah Gül’ün seçilmesi Amerika ve Avrupa basınında İslamın zaferi olarak yankı bulurken, Türkiye İslam ile demokrasinin bağdaştığı ılımlı İslam ülkesinin cisimleşmesi olarak sunuldu. Oysa AKP’nin yeniden iktidara gelmesinin ne ılımlı İslam ile ne de İslamın zaferiyle doğrudan bir ilişkisi vardır. Batı basını, aydınlar ve hatta kimi Marksistler yaşananları İslamcılar ile laiklerin çatışması biçiminde değerlendirdikleri için, Türkiye’nin özgünlüğünü ve burjuvazi içinde yaşanan iktidar kavgasını da kavrayamıyorlar. Daha baştan belirtmek gerekiyor ki, ılımlı İslam kavramı da aynı medeniyetler çatışması kavramı gibi emperyalist ideolojik merkezlerde, ABD’nin başını çektiği emperyalist savaşı kitleler nezdinde haklılaştırmak amacıyla üretilmiştir. Ilımlı İslam kavramı ve onun etrafına yığılan argümanlar, İslamın yıkıcı bir içerikle dolu olduğu, terörizmden beslendiği, Batı medeniyeti ve değerlerini yok etmek istediği ve dolayısıyla da ehlileştirilmesi gerektiği tezi üzerine kuruludur. İslamın bu şekilde şeytanlaştırılması Batılı emperyalist güçlerin yaratmaya çalıştıkları dış-düşman öcüsüyle doğrudan bağlantılıdır. Geçmişte ise komünizm şey-

tanlaştırılmış ve her an saldırmaya hazır, dehşet verici bir dış-düşman imgesi yaratılmış ve bu yolla geniş kitlelerin zihinleri esir alınıp emperyalist saldırganlık meşrulaştırılmak istenmişti. Bugün bu ihtiyacı İslam düşmanlığıyla karşılamak istemekteler. Bir başka yönden ise, bir zamanların anti-semitizminin yerini adeta İslam düşmanlığının almış olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. İslam düşmanlığı özellikle ElKaide’nin 11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kulelere saldırmasından sonra alabildiğine tırmandırıldı. Öyle ki, emperyalist ideolojik merkezler dört bir koldan Müslümanları “cahil, barbar, aklı kıt ve şiddet uygulamaktan şehvet duyacak kadar cani” şeklinde betimlemekte ve Batılı işçi-emekçi kitlelerin zihnine de böyle bir tablo yerleştirmek istemekteler. “Müslümanların fareler gibi üreyerek Avrupa’yı kirlettiği” ırkçı söylemi eşliğinde yürütülen “Avrupa’nın İslamileştirilmesini durdurun” kampanyaları, aşağılamanın boyutlarına örnektir. Beri taraftan da Irak’ta, Afganistan’da ve Filistin’de yaşanan zulme veya İslam dinine dönük hakaretlere –karikatürlere– tepki gösteren Müslüman kitlelerin haklı öfkesi, savaş arabasına ideolojik bir silah olarak yüklenmiş medeniyetler çatışması gibi safsataların doğruluğuna delil olarak gösteriliyor. Böylece ABD’nin başını çektiği emperyalist savaş bir anda Batı medeniyetini ve değerlerini koruma kisvesine büründürülerek aklanmış oluyor! Esasında toplumların yapay, kültürel temellerde bölünerek toplumsal çelişkilerin ve maddi sınıfsal çıkarların üzerinin farklı medeniyetlerin çatışması biçiminde örtül-

1


marksist tutum

Ekim 2007 • sayı: 31

mesi yöntemi hiç de yeni değildir. Tarih, Hıristiyanlık ya da İslam adına yapılan, ama gerçekte egemen güçlerin çatışmasından başka bir şey olmayan nice cihat kaydetmiştir. Dolayısıyla, kapitalizm altında gerçek çelişkilerin toplumun sınıflara bölünmüş olmasından değil de, değişik uygarlıklara bölünmüş olmasından kaynaklandığını iddia eden ve böylece sınıflar mücadelesi unsurunu bertaraf etmeye çalışan emperyalist güçlere karşı uyanıklık bir an olsun elden bırakılmamalıdır.

Tarihsel-ideolojik kökler Tarih gösteriyor ki, bugüne değin tüm egemen sınıflar kendi çıkarlarını geniş kitlelerin çıkarı gibi sunmak ve onları söz konusu çıkarlar etrafında örgütlemek için muhtelif ideolojilere başvurmaktan geri durmamışlardır. Doğu ile Batı uygarlıklarının dinler üzerinden karşı karşıya gelmesi biçiminde sunulan Haçlı seferleri bunun çarpıcı bir örneğidir. Oysa aslında bu savaş, dinler ya da uygarlıklar arası bir savaş değil, dönemin egemen sınıflarının ticaret yollarını ele geçirmek üzere giriştikleri çıkarlar savaşıydı. O dönemde Müslümanlar İspanya’dan Hindistan’a kadar uzanan bölgeyi, Doğu’nun ticaret yollarını ve limanlarını ele geçirmekle kalmamış, Avrupa ve Bizans egemenlerini de tehdit etmeye başlamışlardı. Dönemin Avrupalı egemen sınıfları feodal beyler ve Kilisenin ruhban sınıfı bu tehdidi savuşturmak ve esas olarak da yeni topraklarla birlikte ticaret yollarını ele geçirmek amacıyla 1095’te –iki yüz yıl sürecek– Haçlı seferlerine start verdiler.1 Yoksul köylü kitlelerini sonu belli olmayan meçhul bir savaşa ikna edebilmek için, İslamın barbar olduğu ve Hıristiyanlığı yok etmek istediği biçiminde, din üzerinden propaganda yürütülüyordu. Bunun yanı sıra, İslam şeytanlaştırılıyor ve bir din olarak kabul edilmeyerek sapkın damgası basılıyordu. Dönemin ünlü aydınlarından Dante, meşhur İlahi Komedya’sında İslam peygamberini cehennemde, “ayrılıkçı bir düzenbaz” olduğu için bedeni sürekli parçalara ayrılan birisi olarak betimliyordu. Öyle ki, Dante hızını alamamış, eserinde İbn Sina ve İbn Rüşd gibi Müslüman bilginleri de cehennem cezasına çarptırmıştı. Dante’nin bu tutumu, dönemin egemen sınıflarının İslamı şeytanlaştırma arzusunun doğrudan bir yansımasıydı. Bu dönemde, yani hemen Haçlı seferlerinin sona ermesiyle başlayan süreçte Batılı egemen sınıfların Doğu’ya olan ilgisi daha da artmıştır. Bu ilgi elbette nedensiz değildi: Birincisi, Haçlı seferleri beraberinde ticari ilişkileri de geliştirmiş, Venedik, Cenova ve Fransa’nın liman kentleri ile Mısır, Suriye ve tüm Doğu âlemine uzanan bir ticaret ağı örülmüştü. Dolayısıyla Doğu ticari çıkarlar açısından büyük önem kazanmıştı. İkincisi, feodal beylikler çözülüp yerlerini merkezi krallıklara bırakmaya başlarken, ticaret ile birlikte yeni bir sınıf, burjuvazi de gelişmeye başlamıştı. Bu iki durum Batılı egemen sınıfları bir kez daha Doğu’yu ele geçirme planları kurmaya itiyordu. Dahası Haçlı se-

2

Batılıların gözünde Doğu, geri, cahil, barbar bir coğrafyaydı. Bu nedenle, Doğu’nun “kurtarıcı” Hiristiyanlar tarafından sömürgeleştirilmeleri onlar için çok olağan bir şeydi!

ferleriyle görülmüş olan Doğu uygarlığının ürünlerinin tanınması ve taşınması niyeti de vardı. Söz konusu faktörlerin itkisiyle 1312’de Viyana’da toplanan Kilise Şûrası Paris, Oxford, Bologna, Avignon ve Salamanca üniversitelerinde Şark kültürünün araştırılması ve dillerinin öğrenilmesi için kürsüler kurulması kararını aldı. Kilise Şûrasının böyle bir karar almasıyla birlikte Batı’da Şark’ın incelenmesi akademik meslek düzeyine yükselecek ve bir Doğubilimi dalı doğacaktı. 18. yüzyıla gelindiğinde Doğubilimi ya da Batı dillerindeki adıyla Oryantalizm, Şark’ı, ekonomik, siyasal, sosyolojik, kültürel, dinsel ve askeri yönleriyle incelemiş, Batılı egemen sınıfların sömürgeci emelleriyle doğrudan örtüşen bir Şark imajı yaratılmıştı. Araştırmacıların neredeyse tamamı Şark’ı düşman olarak gösteriyor ve Doğu uygarlıklarının birikimini yok sayıyorlardı. Tarihsel gelişim çizgisinden kopartılmış, soyut ve Oryantalist uzmanların tahayyüllerinden yeniden yaratılmış bir Şark söz konusuydu. Çizilen tasvire göre Şark kimi yönleriyle ilginç, egzotik, ama aynı zamanda barbar, kültürel olarak geri, cahil bir coğrafya idi. Hintliler, Çinliler ve özellikle de şeytanın zürriyeti olmakla itham edilen Müslümanlar aşağılanıyor, hor görülüyorlardı. Yayınlanan kitaplarda Şark insanına dair bitmez tükenmez, akla hayale sığmaz aşağılayıcı öyküler anlatılıyordu. Hindistan, Çin ve Ortadoğu’nun bir bölümünün sömürgeleştirilmesiyle birlikte Doğu’ya ilgi daha da artacaktı. Örneğin, 1798’de Mısır seferine çıkan Napolyon Bonaparte’ın gemisinde bir Şark uzmanı takımı da yerini almıştı. 1800’lü yılların ilk yarısından başlayarak Amerika ve Avrupa’da pek çok Şark Derneği kurulmuştu; akademilerin yanı sıra bu dernekler de araştırmalar yaparak konferanslar veriyorlardı. Yayınlanan kitaplarda ve konferanslarda aşağılayıcı nitelemeler tekrarlanıyor, Şark’ın bilim ada-


Ekim 2007 • sayı: 31

mı çıkartamayacağı, düşüncelerinin sınırlı olduğu, kendi kendilerini yönetemeyecekleri, uygarlaştırılmaları gerektiği fikri, daha inceltilmiş yöntemler kullanılarak kanıtlanmaya çalışılıyordu. Neredeyse tüm burjuva aydınlar bu ırkçı koroya kaptırmışlardı kendilerini. Victor Hugo’dan Flaubert’e kadar pek çok aydın, romanlarında Şarklıları küçümsüyor ve cinsellikten başka şey düşünmeyen şehvet düşkünü yaratıklar biçiminde betimliyorlardı. Buna mukabil, Batı gelişmiş üstün bir medeniyetin ve kültürün temsilcisiydi ve dünya Batı’nın üstünlüğünü ve egemenliğini kabul etmeliydi! Batı’nın sömürgeci devletleri ise Oryantalizmin sunduğu bu ideolojik zemini, Hindistan, Mısır veya Çin’in işgalinin adeta Tanrı buyruğu olduğunu kanıtlamak için kullanıyorlardı. 1910’da Avam Kamarasında, İngiliz dışişleri bakanı Arthur J. Balfour yukarıdaki tezi şöyle dile getiriyordu: “Her şeyden önce olgulara bakın. Batılı uluslar, tarihte ortaya çıkar çıkmaz, kendilerine özgü erdemler edinip … kendi kendini yönetme yetilerinin ilk ilkelerini … sergilediler… Genel deyişle ‘Doğu’daki Şarklıların tüm tarihine bir göz atın, kendi kendini yönetmenin izine rastlayamazsınız.”2 Mısır’ı yirmi beş yıl yöneten Lord Cromer ise, Bağımlı Irkların Yönetimi adlı makalesinde ve Modern Mısır adlı kitabında Şarklı halkların ya da “bağımlı ırkların” kendileri için neyin iyi ya da kötü olacağını anlayacak bir zekâ düzeyinden yoksun olduklarını ileri sürüyordu. Bu sebeple Doğu’nun sömürgeleştirilmesi gayet olağan ve hatta Şarklı ulusların istediği bir şeydi! Bu görüş öylesine yaygındı ki, İngiliz emperyalizmini aşıp Doğu’da sömürgeler elde etmek isteyen Fransız emperyalizminin kimi ideologları şunları yazabiliyordu: “Fransa’nın Şark’ta yapacağı çok şey var, çünkü Şark Fransa’dan çok şey bekliyor. Dahası Fransa’nın yapabileceğinden fazlasını istiyor ondan; mümkün olsa, bütün geleceğini seve seve Fransa’nın ellerine bırakırdı.”3 Güya Fransa, İngiltere ve Almanya karşısında Şark’ta maneviyatı, adaleti ve ideali temsil ediyordu. Balfour’a göre Mısır İngiltere’nin boyunduruğuna girmekle birlikte ihya olmuş, “mali ve ahlâki refah bakımından Şark ulusları arasındaki” eşsiz konumuna yükselmiştir. Şarklı ulusların yönetiminin İngiltere’nin elinde olmasının onlar için büyük bir kazanç olduğunu ileri sürüyordu Balfour. Yani her şey kendilerini idare etmeyi başaramayan Şarklılar içindi. Nitekim Napolyon da Mısır seferinin gerekçesini Şark’a bir “yararlı Avrupa” örneği sunmak, yerli halka mükemmelleşmiş bir uygarlığın nimetlerini kazandırmak ve onların yaşayışlarını daha tatlı kılmak biçiminde sunmuştu. Fakat gerçekte Şark halkları ünlü Lawrence’ın –İngiltere’nin Ortadoğu’daki ajanı– deyimiyle “ölü bir İngiliz çocuğu kadar değerli değildi”. Şark’a uygarlık götüren İngiltere’nin amme hizmeti vermediğini Balfour şöyle açıklıyordu: “Onlar için Mısır’da olsak da, sırf onlar için orada değiliz, genelde Avrupa için de oradayız.” Fransız emperyalizminin temsilcileri ise daha açık sözlüydüler: “Bizim artık şarkta olmayacağımız, diğer büyük

marksist tutum

Avrupa devletlerinin orada olacağı gün, Akdeniz’deki ticaretimiz, Asya’daki geleceğimiz, güney limanlarındaki faaliyetlerimiz açısından her şey sona erecek. Ulusal zenginliğimizin en verimli kaynaklarından biri kuruyacak.”4 Toparlarsak, Oryantalizm Batılı sömürgeci güçler için yol açıcı bir rol üstlenmiştir; araştırmalar yapılmış, Şark dilleri öğrenilmiş, sömürgeci güçler için sadece ideolojik argümanlar değil, strateji de üretilmiştir. Örneğin Napolyon Mısır seferine çıkarken bölge hakkındaki tüm bilgisi Oryantalist uzmanların kitaplarına dayanıyordu ve stratejisini de –işgali Müslüman kitlelere benimsetmek için İslam adına savaştığını ilan etmişti– bu bilgi üzerine kurmuştu. Belirtmek gerekiyor ki, ideoloji üreten bu tür merkezler egemen güçler için daima önemli olmuştur. Birinci Emperyalist Savaşın dünyayı sardığı 1914’de Lord Curzon, Şark araştırmalarının İngiltere için ne ifade ettiğini özlü bir şekilde dile getiriyordu: “İmparatorluk için büyük bir mecburiyettir. Bana sorarsanız, Londra’da böyle bir okulun kurulması İmparatorluğun zorunlu teçhizatının bir parçasıdır.”5 Nitekim Curzon’un arzusu gerçek olacak ve Londra Üniversitesinde Şark ve Afrika Araştırmaları Okulu kurulacaktı. Görüldüğü üzere, savaş yalnızca silahlarla yürütülen bir şey değildir; savaşın gerçek amacı olan maddi çıkarların üzerini adeta bir kutsallık halesiyle örtecek ve kitleleri savaşa ikna edecek ideolojik bir temele de ihtiyaç vardır.

Güncel-ideolojik boyutlar İkinci Dünya Savaşından sonra ABD’nin kapitalist sistemin hegemon gücü haline gelmesiyle, ideolojik üretim merkezleri bu emperyalist gücün emrine girdi. Soğuk Savaş yıllarında öncelikli hedef olarak SSCB şeytanlaştırılacak, Kore’ye, Vietnam’a ve Latin Amerika’ya yönelik emperyalist saldırganlık komünist dış-düşman öcüsüyle meşrulaştırılacaktı. Bunun yanı sıra İsrail’in kurulması ve büyük enerji yataklarının denetim altına alınması meselesi, ABD emperyalizmi için Ortadoğu’yu da vazgeçilmez kılıyordu. Oryantalist ideologlara göre “Amerikalıların, Yakındoğu’da kabul görmek için, Amerikan düşüncesine karşı mücadele eden güçleri daha yakından tanıması” gerekiyordu. Böylece Amerika Şark Derneğinin yanına, doğrudan devletin yönlendirmesi ve denetimiyle Ortadoğu Enstitüsü, Ortadoğu Araştırmalar Birliği (MESA), Ford Vakfı, Hudson Enstitüsü, Pentagon ve üniversitelerdeki diğer araştırma bölümleri gibi pek çok ideolojik üretim merkezi eklendi. ABD’nin emrine giren Oryantalizm kendi alanında daha da yetkinleşmiş, İslam ve Şark tarihine ilişkin ciltlerce kitaptan oluşan bir külliyat piyasaya sürülmüştür. Amerikalı Oryantalistler daha önceki geleneğe, yani İslamı ve Şark’ı aşağılama ve küçümseme geleneğine aynen devam etmişlerdir. Pek çok kitap tek yanlı, eksik ve hatta çarpıtmalarla doludur. Bu kitaplar okullarda öğrencilere

3


marksist tutum

Ekim 2007 • sayı: 31

11 Eylül’den sonra ise “terörist Müslüman” propagandasına daha da hız verilmiştir. İslamın terörizmle özdeşleştirilmesi ve uygulanan ırkçı politikalar ile Müslüman kitlelere potansiyel terörist damgası vurulmaktadır. İslamı şiddetin temsilcisi olarak şeytanlaştıran karikatürler de emperyalizmin savaş arabasının önemli cephaneleri arasındadır. okutularak taze beyinler ırkçı fikirlerle doldurulmaktadır. Dün olduğu gibi bugün de ders kitaplarında Müslümanlar küçümseniyor, Arap dilinde her iki kelimeden birinin şiddet içerdiği öne sürülüyor ve Ortadoğu insanının tek amacının İsrail’i yok etmek olduğu anlatılıyor. Bu meyanda belirtmek gerekiyor ki, kitlelerin kuşatılması ve aldatılmasında film endüstrisi ve medya da büyük bir görev üstlenmiştir. Batı değerlerini yok etmek isteyen cani Müslüman “terörist” imgesi, daha 1970’lerden itibaren kitlere zerk edilmeye başlanmıştı. İsrail zulmünü dünyaya duyurmak için uçak kaçıran Filistin Kurtuluş Örgütü militanları, Batı değerlerini yok etmek isteyen “Müslüman teröristler” olarak sunulurken, bu konuyu işleyen filmlerde Amerikalı kahramanlar, her zamanki gibi “teröristlere” hadlerini bildiriyor ve uygar dünyayı canilerden kurtarıyordu! 11 Eylül’den sonra ise “terörist Müslüman” propagandasına daha da hız verilmiştir. İslamın terörizmle özdeşleştirilmesi ve uygulanan ırkçı politikalar ile Müslüman kitlelere potansiyel terörist damgası vurulmaktadır. Geçen ay CNN’de 11 Eylül vesilesiyle, Din Savaşları adlı bir dizi belgesel yayınlandı. Belgeseli sunan CNN muhabiri heyecanlı bir üslupla, Müslümanların terörizm tutkusunu ya da terörizmden şehvet duyduklarını kanıtlamaya çalışıyordu. Bu amaçla Filistinli militanların intihar etmesiyle kana bulanmış İsrail sokaklarını, ölü ve acı çeken insanları kitlelerin gözüne sokmaya çalışıyordu. Lakin her nedense, İsrail’in onlarca yıldır Filistin halkına reva gördüğü tarifsiz zulme değinmedi bile. Başta CNN ve Fox gibi televizyon kanalları olmak üzere, sayısız radyo ve gazete, kitleleri “uluslararası terörizm” korkusuyla kuşatmış bulunuyor. Ne yazık ki, işçi sınıfının örgütlü bir güç olarak burjuvazinin karşısına dikilemediği koşullarda bu korku propagandası kitleler üzerinde etkili de oluyor. Bununla birlikte, yüzlerce yıldır derinden derine işlenen, geri ve cahil Doğu’nun kültürlü ve üstün Batı uygarlığını yok etmek istediği yalanı da bu korku propagandasının maya tutmasında oldukça etkili olmaktadır. Gerçekten de burjuva ideo-

4

lojisinin etkisinde kalan Amerikalı ve Avrupalı kitleler, Doğu halklarına tepeden, küçümseyici bir gözle bakmakta, kendilerinin üstün ve ayrıcalıklı olduğu vehmine kapılmaktalar. ABD’deki ideolojik merkezlerin en temel özelliği, Amerikan emperyalizminin gündemine aldığı güncel siyasal meseleler hakkında tarihsel-ideolojik kanıtlar bulmak, bulamadıkları durumda ise tarihsel olayları istedikleri gibi kurgulayarak yeniden yazmaktır. Şark ve İslam tarihi üzerine yazılmış pek çok kitapta bunu görmek mümkün. Özellikle 11 Eylül’den sonra yazılan ve güncel gelişmeleri tarihin belirli dönemlerindeki olaylarla ilişkilendiren kitaplarda bu keyfilik daha çarpıcı görülür. Bu bağlamda yazılmış, İslam ile terörizmin ilişkisi, İslamın “içyüzü”, Arap ve Müslüman tehlikesi gibi kışkırtıcı başlıklar taşıyan sayısız kitap Amerika’da kitapçı raflarını doldurmaktadır. Örneğin önde gelen İslam uzmanı Bernard Lewis, Haşşaşiler adlı kitabında Hassan Sabbah ile Bin Ladin arasında bağ kuruyor ve İslamda “terörizmin” bir süreklilik arz ettiğini kanıtlamaya çalışıyor. Lewis’e göre geçmişteki şiddet dalgası yol almaya devam etmiş ve günümüzdeki taklitçilerine yeni öfke, yeni kavga araçları sağlamıştır.6 ABD emperyalizminin uluslararası terörizm öcüsüyle kitlelerin akıllarını başından alıp düşünmelerinin ve gerçekleri görmelerinin önüne geçerek İslam düşmanlığını kışkırttığı bir dönemde, Lewis gibilerinin bu tür kitaplar yazması tarihçi merakından kaynaklanmıyor olsa gerek! Çok açık ki yapılmak istenen, şiddet ve “terörün” Müslümanların doğasından geldiğini kanıtlamak ve sürekli bir dış-düşman öcüsüyle korkutulmuş kitlelerdeki İslam düşmanlığını pekiştirmektir. Amerika’da Pentagon, Dışişleri, CIA gibi devlet kurumlarıyla, petrol, silah, havacılık, finans tekelleriyle, film endüstrisiyle iç içe geçen söz konusu ideolojik merkezler, kendilerini “düşünce kuruluşu” olarak adlandırıyor ve ABD emperyalizmi için muhtelif ideolojik argüman ve hatta askeri strateji üretiyorlar. Yeri gelmişken, Yeşil Kuşak


Ekim 2007 • sayı: 31

veya Büyük Ortadoğu gibi projeleri, tarihin sonu, medeniyetler çatışması ve ılımlı İslam gibi ideolojik safsataları söz konusu ideolojik merkezlerin ürettiğini, kışkırtıcı ambalajlara sararak emperyalist yönetimin denetiminde piyasaya sürdüğünü hatırlatalım. Esasında içerideki çelişkileri bastırmak üzere imal edilen bir dış-düşman olarak İslam, sanki tarihsel bir kaçınılmazlıkmış gibi sunulan medeniyetler çatışması safsatasının içine oturtulmakta ve böylece de daha ikna edici hale getirilmektedir. İlk kez 1993’te ABD Dışişleri Bakanlığı danışmanlarından Samuel Huntington tarafından ortaya atılan medeniyetler çatışması safsatasına göre dünya, “birbirlerinden tarih, dil, kültür, gelenek ve en önemlisi din tarafından” ayrılan 7-8 kültüre bölünmüştü ve savaşlar da bu kültürler-uygarlıklar arasında yaşanacaktı. “Dünya politikasının gelecekteki ana ekseni… ‘Batı ve diğerleri’ arasındaki çatışma ve Batılı olmayan uygarlıkların Batı gücüne ve değerlerine verdiği karşılıklar olacak gibi görünmektedir” diyordu Huntington. “Kültürleri ve güçlerinden dolayı Batı’ya dâhil olmak istemeyen veya olamayan ülkeler” Batı’ya karşı “ekonomik, askeri ve politik” güç birliği oluşturmaktaydılar ve “bu işbirliğinin en dikkat çeken biçimi Batı’nın çıkarlarına, değerlerine ve gücüne meydan okumak üzere ortaya çıkan Konfüçyüsİslam bağlantısı”ydı. Yani yeni düşman sadece İslam değil, aynı zamanda yükselen güç Çin’di de. Ve elbette ABD de “Konfüçyüsçü ve İslami devletlerin askeri güçlerinin büyümesini sınırlamak; doğu ve güneydoğu Asya’da Batının askeri kapasitesinin azaltılmasını yavaşlatmak ve askeri üstünlüğünü muhafaza etmek” zorundaydı.7 Pentagon’un önde gelen ideologlarından Thomas M. Barnett, söylenenleri daha açık hale getiriyor: “Asya’da Kuzey Kore ile savaşa ve Çin’in Tayvan’a karşı saldırganlığını caydırmaya hazırız. Terörizme karşı küresel savaş nedeni ile Amerika, Afrika içinde her yerde savaşa hazır olmasına rağmen, İran Körfezine sadece Irak için değil aynı zamanda İran, Suriye ve Suudi Arabistan’a da kalıcı değişimi getirene kadar girdiğimiz için, kendimizi oralarda [Afrika ve Asya’da] göstermek istemiyoruz.”8

Ilımlı İslam ve emperyalist savaş Esasında ılımlı İslam projesi çalışmaları da ABD emperyalizminin 1990’lardan sonra dünyayı yeniden şekillendirme ve egemenliğini tesis etme planlarının yapıldığı tarihe kadar uzanıyor. SSCB’nin çökertilmesi için Yeşil Kuşak projesi kapsamında radikal İslamcı hareketleri bizzat silahlandıran ve besleyen ABD, zamanla kendi denetiminden çıkan bu güçlerin, paylaşım alanlarında karşısına bir engel olarak çıkmaması için onlara karşı alternatifler geliştirmeye başladı. Bu bağlamda, yukarıda sözünü ettiğimiz ideolojik merkezler çeşitli raporlar hazırlayarak stratejiler geliştirdiler. Tarihin sonu tezinin üreticisi Fukuyama ve şimdiki Dışişleri Bakanı Rice gibi ideologlarıyla tanınan

marksist tutum

ve önemli ideolojik merkezlerden biri olan Rand Corporation 1990’da yayınladığı raporlarda, radikal İslamcılara karşı ABD’nin denetimine girecek ılımlı güçlerin desteklenmesini öneriyordu. Bilahare pek çok ideolojik merkez bu tür raporlar yayınlayarak önerilerde bulunacaktı. 2003’te yayınlanan “Demokratik İslam Raporu”nda da benzeri önerilere yer verildi. Böylece ılımlı İslam, medeniyetler çatışması safsatasının da bir parçası olarak Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında emperyalist savaş arabasına koşuldu. İki yıl önce ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice Amerikan Gazete Editörleri Derneğinde ılımlı İslam üzerine konuşurken Türkiye’de güçlü bir İslamcı partinin iktidarda bulunduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyordu: “Böylece, daha ılımlı siyasi güçleri bulup, İslam ile demokrasi arasında doğru ilişki kurabilen, her ikisine de hizmet eden kurumları oluşturabilen, bütün insanlara hoşgörülü bir demokratik süreç ortaya çıkabilir.” Son olarak da Türkiye’deki tartışmaları alevlendiren açıklamayı eski ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Holbrook yaptı: “11 Eylül’den beri ABD, dünyanın her yerinde ılımlı İslam demokrasileri istiyor. İşte sadece iki örnek var, Türkiye ve Malezya…” Emperyalist saldırganlığın yeni şemsiyesinden başka bir şey olmayan ılımlı İslam projesinin yukarıda ifade ettiğimiz yönleriyle birlikte somut üç hedefi bulunuyor. Birincisi, İran, Suriye, Hizbullah ve Hamas eksenini çökertmek için başlatılacak savaşın meşrulaştırılmasıdır. Bilindiği üzere ABD emperyalizmi uzun bir dönemdir İran’a savaş açmanın zeminini döşüyor ve bu uğurda İran’ın “kitle imha silahları” ürettiği iddiasını da bir gerekçe olarak kullanıyor. Ancak bu gerekçe, İran’daki çıkarlarının baltalanmasını istemeyen diğer emperyalist güçler saldırıya karşı çıktığından ve Irak’ta nükleer silah bulunmadığının ortaya çıkmasından ötürü bir nebze yıpranmış bulunuyor. Yani ABD emperyalizmi İran’a saldırmak için daha başka meşru gerekçeler de üretme peşindedir. İşte ılımlı İslam bu noktada ABD’nin elinde bir argümana dönüşebilmektedir: “Terörü destekleyen İran” şeytanlaştırmasıyla Amerika ve Avrupa kamuoyu savaşa ikna edilmeye çalışılıyor. 11 Eylül’ün yıldönümü vesilesiyle Avrupa’da yapılan İslam karşıtı ırkçı gösteriler ile Birleşmiş Milletler

5


Ekim 2007 • sayı: 31

marksist tutum

toplantısına katılmak üzere Amerika’ya giden Ahmedinecad’ı basının “şeytan karaya indi” başlıklarıyla karşılaması ve protestoların düzenlenmesi bu kapsamda değerlendirilmelidir. Ezcümle önümüzdeki süreçte “terörizmle beslenen İslam”ın ılımlılaştırılması ve demokratikleştirilmesi adına, ABD emperyalizminin ılımlı İslam şemsiyesi altında İran’a savaş makinelerini sürmesi şaşırtıcı gelmemelidir. İkinci hedef, BOP çerçevesinde bölgenin iktisadi ve siyasi dönüşümüne karşı çıkmayacak ve emperyalist sisteme derinlemesine entegre edilmesine öncülük yapacak güçlerin yaratılmasıdır. Üçüncüsü ise, bu güçlerin ABD emperyalizminin müttefiki, daha doğrusu onun denetiminde olması ve BOP’a karşı çıkan radikal İslamcı güçleri bastırmasıdır. Yani iddia edildiği gibi amaç bölgenin demokratikleştirilmesi değil, Kuzey Afrika’dan Güney Asya’ya kadar uzanan bölgelerde ABD’nin egemenliğini tesis etmek için payandalar yaratmaktır. Tersini düşünen varsa Irak’ta “özgürlük ve demokrasinin” nasıl tecelli ettiğine bakmalıdır. Kaldı ki, radikal İslamı ılımlılaştıracağını iddia eden ABD ile geçmişte Yeşil Kuşak projesi çerçevesinde İslamcı örgütlerin radikalleşmesinin önünü bizzat açan ve El-Kaide’nin yaratılmasına imkân sunan, onları destekleyen ve SSCB’ye karşı kullanan aynı ABD’dir. Keza bugün ABD’nin Ortadoğu’daki en iyi müttefiklerinden biri, İslamı en yobaz biçimde yorumlayan Vahabilik esaslarına göre kurulmuş, şeriatla yönetilen, alabildiğine gerici Suudi Arabistan’dır. Sanırız başka söze hacet yoktur! Buradan Türkiye’deki tartışmalara gelirsek, seçimlerde hezimete uğrayan ve cumhurbaşkanlığına Gül’ün seçilmesini de önleyemeyen darbeci güçler, Holbrook’un ılımlı İslam açıklamasıyla adeta çöl ortasında vaha bulmuş gibi, iktidar savaşını sürdürmek için ona sarıldılar. Basının da fişteklemesiyle bir anda “Türkiye şeriata gidiyor, Malezya oluyor” fırtınaları koparılmaya başlandı. Fakat statükocuların ve Kemalist elitlerin kitleleri bu tarzda, yani şeriat öcüsüyle korkutması olayı yeni değildir. Daha geçen yıllara kadar korku propagandasının merkezinde İran vardı. “İranlaşıyoruz”, “şeriat geliyor” korkusuyla kitleleri esir almaya çalışan darbeci güçler ve Kemalist elitler, anti-demokratik uygulamaları ile yıllarca halkın ensesinde boza pişirdiler. Altını kalınca çizmek gerekiyor ki, ABD nasıl ki uluslararası terörizm öcüsüyle yığınların akıllarını başından alarak savaşı meşrulaştırmaya çalışıyorsa, aynı şekilde, statükocu-devletçi güçler de şeriat korkusuyla kitlelerin aklını başından alıp onları iktidar kavgasına yedeklemek ve bunu laiklik bahanesiyle meşrulaştırmak istiyorlar. Ancak tüm çabalara rağmen geniş halk kitleleri bu korku propagandası tarafından esir alınamamıştır. Dolayısıyla “şeriat geliyor” vaveylası bir türlü gelmeyen kıyamet alametlerine yeni bir tanesinin daha eklenmesinden başka şey değildir. Oynanan “Malezyalaşıyoruz” parodisi de “İranlaşıyoruz” parodisi gibi alkışsız sona erecektir.

6

İşçi sınıfının bakış açısı Medeniyetler çatışması ya da ılımlı İslam gibi, dünya işçi sınıfını medeniyet, din ya da kültür farklılıkları üzerinden bölmeyi ve böylece birbirine düşmanlaştırmayı ve kendi arkalarına yedeklemeyi hedefleyen emperyalist-kapitalist güçlere karşı uyanık olunmalıdır. Şu çok açık ki, bu noktada özellikle Batılı komünistlere ve işçi sınıfına büyük görevler düşüyor. Batılı işçi sınıfı ve onun öncüleri olan komünistler, başta Müslümanlar olmak üzere Doğu halklarının aşağılanmasına, hor görülmesine karşı şiddetle mücadele etmeli ve bir burjuva tuzak olan Batılıların üstün kimseler olduğu böbürlenmesini yıkarak dünya işçi sınıfının kardeşleşmesinin önünü açmalıdırlar. Eğer Batılı komünistler burjuva ideolojisine karşı gerekli uyanıklığı gösterip mücadele yürütmezlerse ve hatta onun etkisinde – Fransız sosyalistlerinin başörtüsü yasağını desteklemesi gibi– kalırlarsa, bu, gerçekten de uluslararası işçi sınıfı için bir felâket olur. Buna mukabil, Doğu’nun komünistleri ve işçi sınıfı da uyanık olmalı ve kendi egemen sınıflarının oyununa gelmemelidir. Zira Doğulu egemen kapitalist güçler de, işçiemekçi kitleler üzerindeki baskı ve sömürüyü devam ettirmek ve emperyalist paylaşım sofrasında kendilerine yer açmak üzere giriştikleri manevraları gözlerden ırak tutmak için, “tüm kötülüklerin müsebbibi Batıdır” yollu bir demagojiye başvurmaktalar. Batıyı şeytanlaştıran ve kendilerini sözümona anti-emperyalist ilan eden İslamcı kapitalist güçler buna örnektir. Ve ne yazık ki, Ortadoğu’nun despotik yönetimleri altında inleyen emekçi kitleler başka bir çıkış göremedikleri için söz konusu İslamcı güçlere bir umut olarak sarılmaktalar. Oysa İslamiyetin ardına saklanan Doğu’nun bu sermaye güçleri de, aynı Batılı güçler gibi, halkları din ve kültür temelinde bölerek kendi egemen çıkarları için savaştırmak istiyorlar. Yani Batılı komünistlere düşen görev ne ise Doğulu komünistlere düşen görev de odur: burjuvazinin oyunlarını boşa çıkartmak ve uluslararası işçi sınıfının birliğini sağlamak! 

–––––––––––––––––––––––––– 1 bkz. İlkay Meriç, Emperyalizm ve Papalık, MT, Kasım 2006 2 akt. Edward Said, Şarkiyatçılık, Metis Y., s.42-43 3 age, s.229 4 age, s.231 5 age, s.226 6 Bernard Lewis’ten aktaran: Abdelwahab Meddeb, İslamın Hastalığı, Metis, Y., s.158 7 bkz: Levent Toprak, Medeniyetler Çatışması mı, Emperyalist Saldırganlık mı? MT, Mart 2006 8 Thomas M. Barnett, Pentagon’un Yeni Haritası: 21. Yüzyılda Savaş ve Barış, 1001 Kitap Y., s. 395-96


Kemalizmin Altı Oku ve Gerçekler Özgür Doğan

A

nayasaya değişikliği vesilesiyle ileri sürülen, “Atatürk İlke ve İnkılâpları”na yapılan atıfların Anayasadan çıkarılması önerisi, beklenildiği gibi statükocuların istemezük hezeyanlarıyla karşılaştı. Bu tartışmalar içerisinde ileri sürülen akla ziyan savların hepsini bir tarafa bırakmakta yarar var. Tek bir noktayı belirtmek yeterli: Kemalizm eleştiricileri cephesinde bile, bu anlayışın bir bütün olarak cesurca tartışılması ve artık aşılması gerektiğini dile getirecek net bir pozisyon alış sözkonusu değildir. En liberal görünen burjuva ideologlar bile gerçekte belli Kemalist önyargılardan bütünüyle muaf değildirler. 1946’da Kemalist tek parti rejiminin sona ermesinin ardından, 1950 seçimlerine gidilirken, Atatürk ilke ve inkılâplarının geniş halk kitleleri gözündeki anlamını idrak etmiş olacak ki, zamanın CHP yönetimi, seçim bildirisinde, altı okun tümünü birden Anayasadan çıkarmayı taahhüt ediyordu: “Tek parti devrinin icabı sayılarak anayasaya sokulmuş olan 6 umdeyi oradan çıkaracağız.”1 Bugünse Kemalistler benzer bir öneriyi vatana ihanetle eş tutuyorlar! Kemalizmin temel ilkeleri olarak sayılan altı okun nasıl şekillendiğine ve işçi sınıfı açısından ne anlama geldiğine bakalım.

Kemalizm “Milli Mücadele” döneminin ideolojisi değildir Kemalist ideolojinin temel unsurları olarak görülen ve “altı ok”la sembolize edilen ilkeler; cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve inkılâpçılık idi. Bu ilkeler, resmi eğitim sisteminin yıllar boyunca propa-

ganda ettiği gibi daha “Milli Mücadele” yıllarında benimsenen ya da bu mücadeleye kılavuzluk eden ilkeler olmadığı gibi, TC’nin kuruluşuna damgasını basarak daha baştan resmiyet kazanmış da değillerdi. Bir başka deyişle, bugün generallerinden profesörlerine tüm Kemalistlerin iddia ettiğinin aksine bu ilkeler “Kurtuluş Savaşının ve TC’nin kuruluş felsefesini” yansıtmıyordu. Nitekim Milli Mücadeleyi yürütüp başarıya ulaştıran ve böylelikle de TC’ye giden yolu açan I. Meclisin yekpare bir felsefesi ya da siyasi anlayışı olmadığı gibi, bu Meclis içerisinde Bolşevizme içten bir sempati duyan küçük bir gruptan, saltanat ve hilafet yanlılarına kadar geniş bir yelpaze mevcuttu. Sözkonusu ilkeler, Kemalist bürokrasinin öncülük ettiği burjuva dönüşüm sürecinin çeşitli evrelerinde, günün ihtiyaçlarına yanıt olarak pragmatist bir biçimde gündeme getirilmiş, altları farklı dönemlerde farklı şekilde doldurulmuş, adları sonradan konmuş ve resmiyet kazanmışlardı. 1925 tarihli Takrir-i Sükûn Kanunu ve İstiklal Mahkemeleriyle, Kürtlerin ayaklanmaları bastırılmış, işçi sınıfının örgütleri dağıtılmış, bununla da yetinilmeyip, burjuva devlet aygıtı içinde ve Milli Mücadeleye önderlik eden kadrolar arasında da kapsamlı bir “temizlik” gerçekleştirilmişti. Böylelikle CHP’nin tek parti diktatörlüğünün önündeki engeller temizlenmişti. 1927’de CHP’nin II. Kurultayında Mustafa Kemal’in 36,5 saat süren Nutuk’u aslında, Milli Mücadeleyle başlayıp o güne dek uzanan tarihsel sürecin, zafer kazanmışlar tarafından yeniden yazılması ve böylelikle bir mitolojinin de temellerinin atılmasıydı. Aynı Kurultayda, CHP’nin ilkeleri olarak cum-

7


marksist tutum

huriyetçilik, milliyetçilik ve halkçılık benimsenmişti. 1931’deki III. CHP Kurultayında ise bunlara laiklik, devletçilik ve devrimcilik de eklendi. 1935’deki IV. Kurultayda ise, parti programına, “Partinin güttüğü bu esaslar Kemalizm prensipleridir” cümlesi eklenerek, “Kemalizm” ifadesine resmiyet kazandırılmıştı. Sözkonusu ilkeler 1937’de de Anayasaya dâhil edildi.

Cumhuriyetçilik İttihat ve Terakki’nin tüm genç subayları gibi Mustafa Kemal de “devlet-i Osmaniyi kurtarma” ve onu modern temellerde ayağa kaldırma heveslisi bir gelenekten geliyordu. Bunun yolu ona göre de Batı ile bütünleşmekten ve onun düzeyine çıkmaktan geçiyordu. Padişahın yetkilerinin sınırlandırıldığı ve göstermelik bir düzeye çekildiği Anayasal monarşi bu açıdan biçilmiş kaftandı ve yeni gelişmekte olan burjuvazinin çıkarlarıyla da uyumluydu. I. Dünya Savaşının öncesinde arzulanan ve yaşananlar da bu yöndeydi. Ne var ki Osmanlı’nın savaştan yenik çıkması ve başkenti olan İstanbul’un işgal edilmesi durumu değiştirdi. Emperyalist işgale tümüyle boyun eğen saltanatın, üstelik de kendisini kurtarmaya çalışanları vatan haini ilan edip haklarında idam fermanı çıkarması, anayasal monarşi hayallerinin suya düşmesini ve Mustafa Kemal ekibinin ister istemez saltanatı dışlayan bir çözüm arayışına girişmesini beraberinde getirdi. Böylece Batı kapitalizmine entegre olarak devleti kurtarmanın ve onu modern kapitalist temellerde yeniden inşa etmenin tek yolu, saltanatın tasfiye edilmesinden, monarşiye son verilmesinden ve dolayısıyla cumhuriyetten geçiyordu. Bu aynı zamanda Sarayın aforoz ettiği Mustafa Kemal ve ekibi açısından siyasal iktidar üzerinde belirleyici olmanın geriye kalan tek yolu idi. Bu bağlamda, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu meşhur vecizesi, egemenliğin gerçekten “millete” ait olduğunu değil ama artık kesinlikle padişaha ait olmaması gerektiğini anlatıyordu. Dolayısıyla, cumhuriyetçilik, egemenliğin mülk sahibi sınıflarda ve onunla iç içe geçip ona öncülük eden Kemalist bürokraside olduğu gerçeğinin ifadesiydi. İşin aslında cumhuriyet, sözcük anlamıyla, egemenliğin “bir yerde toplanmış halk topluluğunda”, cumhurda, olduğu anlamına gelir. Cumhuriyet sözcüğünün karşılığı olduğu respublica, siyasetin “kamu”ya, yani tüm topluma ait olduğu rejim demektir. Bu durumda cumhuriyet, toplumun kendi kendisini yönetmesini yani demokrasiyi de içinde barındırmalıdır. Ne var ki, kavramların soyut dünyasından gerçek dünyaya geri döndüğümüzde, hiçbir burjuva cumhuriyette, siyasal iktidarın tüm topluma ait olduğunu göremeyiz. Toplum sınıflara bölünmüştür ve siyasal egemenlik de gerçekte iktisaden egemen olan sınıfa aittir. Kapitalist toplumda demokrasi, burjuva demokrasisidir. Ancak burjuvazi normal koşullarda egemenliğini olağan yollardan sürdürebilmek için işçi sınıfı ve emekçilerin de

8

Ekim 2007 • sayı: 31

siyasal haklarını belli ölçüde tanımak zorunda kalır. Yalnızca tüm toplumun üyelerinin biçimsel eşitliği anlamına geliyor olsa bile, bu durum, kapitalizm öncesi toplumlara göre önemli bir ilerlemedir. İşte cumhuriyet ve demokratik haklar arasındaki bu içsel ilişkiden ötürüdür ki, işçi sınıfı, feodalizme, monarşiye ve Asyatik despotizme karşı mücadele bayrağına cumhuriyet talebini de işlemişti. İşçi sınıfı açısından cumhuriyet rejimini savunulur ve anlamlı kılan şey, onun demokratik mahiyetidir. Dolayısıyla demokratik olmayan kendinden menkul bir cumhuriyet işçi sınıfı için bir şey ifade etmediği gibi, cumhuriyet olmadan da burjuva demokrasisi pekâlâ mümkündür. Kapitalizmin beşiği olan Hollanda ve İngiltere bugün bile krallıktırlar; ancak burjuva demokrasisinin göreli genişliği, bu ülke işçi sınıflarının siyasal gündeminden cumhuriyetçilik ilkesinin zaman içerisinde düşmesi sonucunu doğurmuştur. Aynı şeyi Belçika, İspanya ve Japonya için de söylemek mümkün. Burada önemli bir hususa daha değinelim. İşçi sınıfı açısından demokratik cumhuriyet talebinin hiçbir şekilde yeterli olamayacağı gerçeği daha 1848 devrimleri sırasında ortaya çıkmıştı. Demokratik cumhuriyet talebiyle yola çıkan burjuvazinin o günkü en ilerici kanadının programı bile işçi sınıfı açısından yetersiz idi ve tam da bu nedenden ötürüdür ki, işçi sınıfı kendi hedefini yalnızca demokratik bir cumhuriyetle sınırlamamış, daha o günden önüne sosyal bir cumhuriyet hedefini koymuştu. Bu hedef, zaman içerisinde Komün tipi bir iktidarla somutlaşıp Sovyet Cumhuriyeti olarak 1917’de zafere ulaşacaktı. Kemalist cumhuriyetçilik anlayışı bu açıdan temel bir sorunu içinde taşır. Bu cumhuriyet daha en başından itibaren ne ilkesel olarak ne de pratikteki uygulamalarıyla demokratik bir içeriğe sahiptir. Demokratlık prensibi, Kemalizmin ne temel ilkeleri arasında ne de sonradan icat edilen “yardımcı ilkeler” arasında mevcuttur. Kemalist rejimin Adalet Bakanı ve önde gelenlerinden Mahmut Esat Bozkurt, Hitler’in ve Mussolini’nin Atatürk’ü örnek aldığını söylemelerinden gurur duyuyor ve şöyle diyordu: “gerek nasyonal sosyalizmin ve gerek faşizmin Mustafa Kemal rejiminin az çok değiştirilmiş birer şeklinden başka bir şey olmadıklarını söylüyor[lar]. Çok doğrudur. Çok doğru bir görüştür. Kemalizm otoriter bir demokrasidir. … Demokrasi de bundan başka bir şey olamaz.”2 İşçi örgütlerinin, grevlerin, komünist parti ve düşüncenin yasaklanması, Kürt isyanlarının defalarca kıyımlarla bastırılması, azınlıkların mübadelesi ve geriye kalanların büyük baskı altına alınması, Takrir-i Sükûn Yasası, İstiklal Mahkemelerince binlerce kişinin sudan sebeplerle idam edilmesi, 30’larda siyasi ve toplumsal baskının faşizan boyutlara tırmanması vb. gibi cumhuriyetin ilanından sonraki anti-demokratik uygulamalar bu otoriter “demokrasi” hakkında yeterli fikir vermektedir. Ayrıca, cumhuriyetin ilanını takip eden süreçte olduğu gibi onu önceleyen süreç de, mülk sahibi sınıfların muhalif temsilcilerinin dahi sui-


Ekim 2007 • sayı: 31

“Milli egemenlik” CHP’nin egemenliği anlamına gelirken, CHP’nin bu egemenliği hangi temsilciler aracılığıyla kullanacağı, Meclise kimlerin gireceği, kimlerin devlet aygıtının hangi pozisyonunda yer alacağı, öldüğü tarihe kadar Mustafa Kemal tarafından belirlenecekti.

kastlara varacak boyutlarda baskıcı yöntemlerle susturulmasını içeriyordu. Bu süreçte yaşananlar, cumhuriyet döneminde yaşanan çok daha ağır baskı koşullarının bir habercisiydi. Nitekim saltanatın kaldırılması görüşmelerinde yaşananlar bunun sadece bir örneğiydi. Mecliste saltanatın kaldırılması görüşmeleri, Mustafa Kemal’in de içinde olduğu 82 milletvekilinin önergesiyle başlamış ancak sonuç alınamamıştı. 1 Kasım 1922’de tekrar görüşülen konu, komisyona havale edilmiş ve komisyonda da görüşmeler tıkanma noktasına gelmişti. Mustafa Kemal’in “burada toplananlar, meclis ve herkes sorunu doğal bulursa, sanırım ki uygun olur. Yoksa yine gerçek, yöntemine göre saptanacaktır ama, belki birtakım kafalar kesilecektir” şeklindeki tehdidi ile aynı gün saltanat oybirliği ile kaldırıldı. Ne var ki, Milli Mücadeleye önderlik eden bu I. Meclis, daha önce de değindiğimiz üzere, cumhuriyet kurmak için değil, saltanat ve hilafeti kurtarmak ve işgali kırmak amacıyla yola çıkmıştı. Mustafa Kemal ve ekibi, Meclis içerisinde kendilerine muhalif olanların direncini kırmayı başaramamıştı. Önce kendilerini Müdafaa-ı Hukuk grubu olarak örgütleyen Kemalist ekip, ardından Milli

marksist tutum

Mücadelenin amaçlarını ve çerçevesini belirleyen Erzurum ve Sivas Kongrelerinin kararlarını bu grubun biricik amacı olarak ilan ettiler. Böylelikle, Milli Mücadelenin yalnızca kendileri tarafından verildiği şeklinde bir izlenim yaratılmış oluyordu.3 1923 Nisanında Hıyanet-i Vataniye kanununda yapılan değişiklikle muhalefet imkânsız hale getirildi. Ardından da Meclis dağıtıldı. Yeni Meclise kimlerin milletvekili “seçileceğini”, oluşturulacak listede kimlerin yer alacağını belirleyen tek bir kişi vardı: Mustafa Kemal. Göstermelik bir seçimin ardından oluşan II. Meclisin neredeyse tamamı artık bu gruptan oluşuyordu. Grup kendisini 9 Eylül 1923’de Halk Fırkası olarak adlandırdı. İktidarın bir parti aracılığıyla tek bir ekibin elinde tekelleşmesine rağmen, cumhuriyetin ilanı yine aynı grup içinde yaşanan şiddetli iç tartışmaların ardından ancak 29 Ekim 1923’de gerçekleştirilebildi. Yeni rejimin tek adam ya da tek parti diktatörlüğü olduğu şeklindeki eleştirilere karşı Mustafa Kemal’in açıklamaları, bunu reddeden değil açıkça ilan eden bir içeriktedir: “Bu milletin siyasi fırkalardan çok canı yanmıştır. Halk Fırkası dediğimiz zaman bunun içine bir kısım değil, bütün millet dâhildir.” Mademki Halk Fırkasına bütün millet dâhildir, bu durumda “milli egemenlik” de CHP’nin egemenliği anlamına geliyordu! CHP’nin bu egemenliği hangi temsilciler aracılığıyla kullanacağı, Meclise kimlerin gireceği, kimlerin devlet aygıtının hangi pozisyonunda yer alacağı vb. ise yine öldüğü tarihe kadar Mustafa Kemal tarafından belirlenecekti.4 Klasik burjuva devrimlerinin cumhuriyet talebi parlamenter demokrasiden ayrı düşünülebilir bir şey değildi. Gerçekten de burjuva demokrat anlamda bile “özgür” seçimlerin olmadığı bir cumhuriyet ise, “milli egemenlik” düşüncesiyle çelişmektedir. Türkiye’de yaşanan durum bu açıdan 20. yüzyıl dünya tarihindeki ilk cumhuriyet garabetlerinden biridir ama sonuncusu olmamıştır.

Milliyetçilik Kara Harp Okulunun 2007 yılı açılışında, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Başbuğ, “Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşu ve gelişiminin bir devrim olduğunu” ifade ederek şunları söylüyordu: “Atatürk’ün ulus devlet anlayışı dinsel ve etnik temellere bağlı değildir ve bağlanmaya da çalışılmamalıdır. Onun devrimi ümmet toplumundan laik ulus devlete dönüşümdür.”5 Üzerinden 80 yıl geçtikten sonra bile en üst düzey generallerin her fırsatta ve biteviye Kemalist milliyetçiliğin ne demek olduğunu açıklama gayretleri dikkat çekicidir. Peki bu gayretler ne tür bir sıkıntının dışavurumudur? Herhalde, her şeyden önce, Kemalist milliyetçiliğin tam da etnik kökene son derece yoğun bir vurgu yaptığı gerçeğini örtbas etme kaygısının olsa gerek. Bıraktık etnik kökeni öne çıkarmasını, 30’lu yıllarda milliyetçilik en militarist, en saldırgan ve en ırkçı biçimlere bürünmüştü. “Güneş Dil Teorisi” ve “Türk Tarih Tezi” ile

9


Ekim 2007 • sayı: 31

marksist tutum

tüm insanlık uygarlığının temelinde “Türk uygarlığı”nın yattığı, Türklerin en üstün millet olduğu düşüncesi resmi ideolojinin en önemli parçası durumundaydı. Türklerin asker bir millet olduğu ve iki ordusunun bulunduğu söyleniyordu. Bunlardan birincisi TC devletini korumak için ölüp öldürecek askerlerden oluşuyordu; ikincisi de gençlere ne için ve neden ölüp öldürmeleri gerektiğini kavratacak olan öğretmenler ordusuydu. Uzun yıllar CHP Genel Sekreterliğini ve İçişleri Bakanlığını yapmış, Kemalist ekibin önde gelen faşistlerinden Recep Peker, “İnsanlık 20. yüzyıla açılırken tek bir şey, Türk kanı bütün bu gürültüler içinde temiz kalmıştır” diyordu. 1930 yılında Ağrı’da patlak veren Kürt isyanı hakkında Başbakan İnönü şunları söylüyordu: “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.”6 Ayaklanmanın bastırıldığı günlerde Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt ise, “bu iki ırkın savaşıdır, ne ilktir ne de son olacaktır” diyor ve dönemin yaygın ırkçı anlayışını şöyle dile getiriyordu: “Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman ve hatta bu dağlar bu hakikati böyle bilsin.”7 30’lu yıllarda milliyetçilik en militarist, en saldırgan ve en ırkçı biçimlere bürünmüştü. Militarist ve ırkçı milliyetçilik anlayışı, bir taraftan özellikle 30’lu yılların ortalarından itibaren Alman faşizmiyle iktisadi ve siyasi planda sağlanan yakınlaşmaya, diğer taraftan da halk kitleleri arasında gerçekte varolmayan bir milliyetçi değerler setini bir an önce oluşturmanın rejimin bekası için zorunlu olduğu düşüncesine dayanıyordu. Bu militarist ve ırkçı milliyetçilik anlayışı, bir taraftan özellikle 30’lu yılların ortalarından itibaren Alman faşizmiyle iktisadi ve siyasi planda sağlanan yakınlaşmaya, diğer taraftan da halk kitleleri arasında gerçekte varolmayan bir milliyetçi değerler setini bir an önce oluşturmanın rejimin bekası için zorunlu olduğu düşüncesine dayanıyordu. Cumhuriyetin kuruluşunun öncesindeki on yıllar, İmparatorluğun milliyetçi ayaklanmalarla parçalanmasına şahit olmuş ve buna bir tepki olarak Kemalist önderliğin de içinden çıktığı İttihat ve Terakki geleneği, “devleti koruyup kurtarma” adına, Türk milliyetçiliğini geliştirmeyi, Osmanlı sınırları içerisindeki gayri Müslim azınlıkları tasfiye etmeyi amaçlamıştı. Birinci Dünya Savaşının başlangıcında Ermeniler fiilen büyük ölçüde temizlendikten sonra 1920’li ve 30’lu yıllarda sıra Kürtlere gelmişti. Modern bir ulusal bilincin gelişebileceği gelişkin bir kapitalist temelin yokluğunda ve Kürtlerin arkası kesilmeyen isyanları

10

karşısında, geçmişin korkularını üzerinden atamayan Kemalist yönetici kadrolar, tüm diğer sorunlarda olduğu gibi ulusu inşa etme sorununda da tepeden inme, baskıcı ve totaliter yöntemlerle, faşist Almanya’dan kopyalanmış muazzam bir propaganda aygıtını kullanarak çözüme ulaşılabileceğini düşündüler.

Halkçılık, Devletçilik Solcu geçinen çeşitli çevrelerin Kemalizme olan sevdasının temel nedenlerinden biri, onun devletçi, ulusal kalkınmacı ve güya halkçı çizgisidir. Halkçılık olarak bilinen ilkenin ortaya çıkışı, onun içeriğinin ne denli halkçı olmaktan uzak olduğunu da gösterir. I. Meclis içerisinde Bolşevizme sempati duyan bir Halk Zümresi grubunun oluşması, bu grubun komünistlerle ilişkiye geçmesi ve Çerkez Ethem’in Yeşil Ordu güçlerinin de desteğini alması, Mustafa Kemal’e büyük bir tehdit olarak görünür. Yeşil Ordu ve Halk Zümresinin emekçilerden yana tutum ve söyleminin etkisini kırmak için Mustafa Kemal 13 Eylül 1920’de kendi “halkçılık programı”nı açıklayıverir: “[Onları] Hükümetten ayrı bir grup yapmaktan vazgeçirmek istedik, mümkün olmadı. Fakat şimdi halkçılık programı altında hükümetçe bir program kabul ettik. ‘Halk Zümresi’ kendiliğinden dağılmış gibidir.” Aynı günlerde Kemalistlerin, güvendikleri adamlarına bir resmi “Türkiye Komünist Partisi” kurdurttuğunu ve “komünist” fikirler savunulacaksa bu partiye üye olunmasını şart koştuğunu da hatırlatalım! Ne var ki, olaylar hiç de Mustafa Kemal’in dediği gibi gelişmemiş, ne Halk Zümresi ne de Yeşil Ordu kendiliğinden dağılmıştır. Her ikisinin üzerine de iç savaş yöntemleriyle gidilmiş ve fiziksel olarak tasfiye edilmişlerdir. Mustafa Suphi önderliğindeki gerçek komünist önderler kadrosunun ise aynı dönemde Karadeniz’de vahşice katledildiğini biliyoruz. Kemalist halkçılıkla kastedilen, halkın en geniş kesimlerinin çıkarları doğrultusunda bir politika izlemek değildi. Bu ilke, toplumda çıkarları birbiriyle çatışan sınıfların bulunmadığını, toplumun birbiriyle dayanışma içinde ve birbirine muhtaç çeşitli mesleklerdeki bireylerden oluştuğunu ileri sürer. Ancak gerçekliğin tümüyle reddine dayanan bu savın hiçbir bilimsel temeli yoktur. Burjuva sosyologlar bile toplumun sınıflardan oluştuğunu ve üstelik de bu sınıfların bir çıkar çatışması içerisinde bulunduğunu bilir ve reddetmezler. “Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz” söylemi, Kemalist rejimin totaliter özünü açıkça ortaya seriyordu.8 Sınıfsızlık maskesi altında, burjuvazinin toplumsal egemenliğinin temelleri atılmaya, korunmaya ve güçlendirilmeye çalışılıyordu. Her şey gerçekte halka rağmen, görünüşte ise halk için yapılıyordu! Mademki halk sınıfsız ve kaynaşmış bir kitleydi, bu durumda bu kitlenin çıkarlarını korumak için Halk Partisinden başka bir partiye de, demokrasiye de gerek yoktu. Bir taraftan sınıfların varlığı


Ekim 2007 • sayı: 31

reddedilirken, diğer taraftan faşist İtalyan ceza yasalarından kopyalanıp 1990’lara kadar devam edecek olan meşhur 141 ve 142. maddeler komünistlere karşı bir önlem olarak yürürlüğe sokuluyordu. Bu maddeler, “bir toplumsal sınıfın diğerleri üzerinde tahakküm kurmaya teşebbüsünü” suç olarak düzenliyordu. Olmadığı söylenen, yani hayali bir sınıfın, olmayan diğer sınıflar üzerinde tahakküm kurmasını istemek, hiç de hayali olmayan, gayet de gerçek bir ağır hapis cezası demekti: 8 yıldan 15 yıla kadar. Kemalizmi devletçi olduğu için sol olarak görmek, ulusal kalkınmacı olduğu için de anti-emperyalist olarak değerlendirmek diğer bir yaygın yanılsamadır. Oysa Kemalizmin, sol düşünceyle, sosyalist fikirlerle hiçbir ortak tarafı yoktur. Kemalist devletçilik, devlet kapitalizmi demektir. Sermayeye karşı değildir, bilakis sermaye sınıfını temel alır, onun gelişimini teşvik eder ve kapitalist sanayinin gelişiminin zeminini hazırlar. Nitekim daha cumhuriyet kurulmadan önce, Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresinde, Kemalistler, hem emperyalist sermayeye hem de yerli burjuvaziye ve özellikle de İstanbul’un kozmopolit ticaret burjuvazisine güvenceler vermişlerdi. Osmanlı borçlarının devralındığı ve hiçbir şekilde karşılıksız millileştirmeye girişilmeyeceği karara bağlanmıştı. Kongrede Mustafa Kemal, “yabancı sermayeye gereken güvenliği sağlamaya her zaman hazırız” diyordu. 20’li yıllarda bir dizi önlemle gerek yerli burjuvazinin gelişiminin önündeki engeller kaldırılmaya gerekse de yabancı sermayenin ülkeye gelmesi teşvik edilmeye çalışıldı. Her türlü teşvike ve emeği sınırsızca sömürme hakkına rağmen 20’li yıllarda özel sektörün sanayileşme yolunda ciddi bir adım atamaması ve beklenen yabancı sermaye akışının bir türlü gerçekleşmemesi rejimi sıkıntıya sokuyordu. 1929’da tüm kapitalist dünyayı sarsan büyük buhran Türk ekonomisini de fena halde vurmuştu. Kemalist bürokrasi, bu krizin etkilerini hafifletebilmek için, 1930’lu yılların başlarından itibaren bizzat kendi eliyle temel tüketim maddelerini, sanayi için hammadde ve ara mamulleri üretecek büyük sınai kuruluşları inşaya girişirken bir taraftan da sanayinin gelişmesi için gerekli altyapı yatırımlarını yapmaya başladı. CHP’nin 1931 ve 1935 programlarında devletçilik şöyle formüle ediliyordu: “Aslolan ekonomik faaliyette bireysel teşebbüstür, ama bunun yetmediği yerlerde devlet gücü devreye girerek ekonomik kalkınmayı sağlar.” Yani devlet kapitalist sanayinin gelişimine destek olur ve onun zeminini hazırlar. Böylelikle sağlanan iktisadi canlılık ve büyümeden faydalanan yine de uzun yıllar boyunca ticaret ve tarım burjuvazisi oldu. Sanayi burjuvazisi de bu dönemde gelişimini sürdürdü ama onun ciddi bir atılım yapması ancak 50’li yılların sonlarından itibaren mümkün olacaktı. Devletçilik politikasının önemli sonuçlarından biri de askersivil bürokrasinin giderek çok daha büyük oranlarda iş âlemine dalarak “burjuvalaşması” olacaktı. Devlet kapitaliz-

marksist tutum

Emekçi halk kitlelerinin dizginsiz sömürüsü daha da arttıkça Kemalist rejimin “halkçılık” söylemi de güçlenmiştir!

miyle burjuvazinin iktisadi gelişiminin önünü açan “halkçı” Kemalist rejim, sıra o halkın çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin ekonomik ve demokratik haklarına gelince kılını bile kıpırdatmadı. Bir iş yasasının çıkması için cumhuriyetin ilanının üzerinden 13 yıl geçmesi gerekti. Sendika hakkı ancak 1947’de, Kemalist tek parti diktatörlüğü dönemi bittikten sonra tanındı. Grev ve toplusözleşme hakkı için ise işçi sınıfı tam 40 yıl beklemek zorunda kalacaktı. Peki kapitalizmi devlet eliyle geliştirme anlamına gelen devletçilik emekçilere ne sağladı? Dizginsiz, kuralsız ve sınırsız bir sömürü! Emekçi halk kitlelerinin dizginsiz sömürüsü daha da arttıkça Kemalist rejimin “halkçılık” söyleminin de güçlendiğini görürüz! Daha 1927 yılında İsmet İnönü Meclis kürsüsünden şöyle haykırıyordu: “Memlekette şimendifer yok, liman yok, köprü yok, yol yok, mektep yok, velhasıl hiçbir şey yok! Ben bunları yapacağım, bunları yapabilmek için paraya ihtiyaç var. Onun için milletin cebinde on para da bulsam alacağım.” Köylü memleketin “efendisi” idi ve buğday üretiyordu, ama dünya krizi koşullarında köylüyü korumak için Buğday Koruma Kanunu da şarttı; ekmek yiyen herkes ekmek başına bir kuruş vergi verecekti! Her yetişkin erkek yıllık 8 ila 15 lira “yol vergisi” verecekti. Ortalama bir köylü ailesi için bu, yıllık yaklaşık 60 lira demekti, 1 ton buğday ise o dönemde 40 liraya satılıyordu! Tüketim malları üzerindeki vergiler 1927’den 1934’e %53 artarken, aynı dönemde kişi başına düşen gelir %40 azalmıştı. Hapishaneler vergisini ödeyemeyenlerle doluyor, 1932’de 700 bin kişi vergi ödeyemediğinden zorla yol yapımında çalıştırılıyordu! İlerleyen yıllarda burjuva devlet iki bin milyoner yetiştirmekle övünürken, zorla çalıştırma daha da yaygınlaşıyor, ücretler daha da düşüyor, işgünü resmen 11 saate çıkarılıyordu. Tüm bunlar, devlet-

11


marksist tutum

çiliğin kimin çıkarına olduğunu göstermesinin yanı sıra tek parti diktatörlüğü dönemi bittiğinde, CHP’nin neden büyük bir seçim yenilgisine uğradığını da açıklıyor olsa gerek.

Laiklik Yukarıda değindiğimiz konuşmasında orgeneral Başbuğ, laiklik ilkesinin “Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan tüm değerlerin temel taşı” olduğunu vurgulayarak, devletin ulusal, üniter ve laik olma ilkelerinin, “Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin temel unsurlarını oluşturduğu”nu söylüyor. Laiklik konusundaki bu yorum da yanlıştır. Baştan başlayalım. I. Meclis’in açılış töreninin nasıl yapılacağı ve tüm yurtta kutlamaların nasıl yapılması gerektiği bizzat M. Kemal tarafından bir bildiriyle açıklanmıştı. Buna göre, “vatanın istiklali, yüce Hilafet ve Saltanat makamının kurtarılması” görevini yapacak olan Meclis’in açılışı için bilinçli olarak Cuma günü tespit edilmişti. Tüm vekillerle birlikte Cuma namazı kılınarak Kur’an okutulacak ve onun “nurundan feyz alınacak”tı. Ardından “Sakalı Şerif ” ve “Sancak-ı Şerif ” alınarak Meclise gidilecek, Meclis kapısında dualar okunarak kurban kesilecekti. Meclis’in açılacağı güne kadar her ilde hatim indirilecek, “Halifemiz, Padişah efendimizin yüce varlıklarının, şanlı ülkesinin ve bütün tebaasının bir an önce kurtulmaları” için dualar okunacak, vaazlar verilecekti. Tüm bunlar harfiyen yerine getirildi ve yıllar sonra Mustafa Kemal ünlü Nutuk’unda, bu durumu “o günün duygu ve düşüncelerine uymak zorunda kaldıklarıyla” açıkladı. Ne de olsa “şartlar ve zemin” uygun değildi! Ama yine de bu dini tören ve ritüeller, daha en baştan ulusal ve laik bir devleti hedeflediği iddia edilen bir önderlik için pek de uygun bir başlangıç olmasa gerek! Benzer dini törenler, İslam dinine atıflar vb. ilerleyen yıllarda da devam edecekti. Oysa 1908’de II. Meşrutiyet Meclisi açılırken bu tür dini törenlerin hiçbiri sözkonusu olmamış, övgüler Hilafet ve Saltanat makamına değil, Anayasaya yapılmıştı. Cumhuriyetin ilanından bir ay önce Mustafa Kemal’in kurduğu Halk Fırkasının program niteliğindeki dokuz maddelik bildirisinin ikinci maddesinde, “Hilafetin en yüksek dini makam olarak korunacağı” yazılıydı. Bu mad-

Ekim 2007 • sayı: 31

de 1927 yılına kadar değiştirilmedi. Laiklik ilkesinin çok daha sonraları icat edildiğinin en bariz göstergesi, 3 Mart 1924’de halifelik kaldırılmış olmasına rağmen, Nisan ayında yürürlüğe giren 1924 Anayasasının ikinci maddesinde “Türkiye Devletinin dini İslamdır” ibaresinin yer alıyor oluşudur. Üstelik bu madde 1928’e kadar yürürlükte kalmıştır! Halifeliği kaldıran düzenlemeyle birlikte, Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş, din eğitimi ya da dinsel temellere göre eğitim veren gayri resmi okullar kapatılıp resmi imam-hatip liseleri kurulmuş, din dersleri resmi devlet okullarında da zorunlu ders olarak verilmeye başlanmıştı. Böylelikle gerek din eğitimi, gerekse de dini ibadetler devletin denetimi altına alınarak resmileşiyordu. Bu durum anayasal bir devlet dininin varlığıyla da birleşince, kesinlikle laik olmayan bir devlet anlamına geliyordu. TC’de ortaya çıkan bu durum aslında Osmanlı’nın son döneminde oluştuğu şekliyle devletin dinsel alan üzerindeki egemenliğinin devam ettiği anlamına geliyordu. Toplumsal yaşamın her alanında olduğu gibi din alanında da devlet, kendi anladığı, uygun gördüğü bir anlayışı yerleştiriyor, dinsel kurumları örgütlüyor ve besliyordu. Muhalefete göz açtırılmadığı, farklı siyasal parti kurmanın yasak olduğu, söz, basın ve örgütlenme özgürlüğünün bulunmadığı koşullarda huzursuzluk kendisini geleneksel kanalların dışında ifade edemez hale gelir. İşte daha TC’nin kuruluşundan itibaren yaşanan da tam bu olmuştur. Çeşitli iç isyanların ve en önemlisi de Şeyh Sait’in önderlik ettiği Kürt isyanının İslami motifleri de içinde barındırmasının nedenlerinden biri bu idi. Geleneksel dini toplanma yerlerinde giderek yükselen huzursuzluğun dışa vurulması, devlet tarafından uygulanan baskının daha da artmasına yol açmış, Takrir-i Sükûn yasası ve İstiklal Mahkemeleriyle bir terör dönemi başlamış idi. Bu terör dalgasından, işçi sınıfı, komünistler, Kürtler ve kimi burjuva muhaliflerden sonra geleneksel dini kurum ve mekânlar da paylarına düşeni aldılar. Muhalefetin bu geleneksel kanallarını da ortadan kaldırmak üzere, 1925 sonunda tekkeler, zaviyeler, türbeler kapatıldı, dini cemaatler ve tarikatlarla birlikte devletin denetimi dışında her türlü dini faaliyet, unvan, sıfat ve giysi de yasaklandı. Ne var ki, yasaklamalarla ne bir din ortadan kaldırılabilir ne de muhalefet sonsuza kadar yok edilebilir. Nitekim I. Meclis dini törenlerle açılırken, benzer törenler, İslam dinine atıflar vb. ilerleyen yıllarda da devam etti. Oysa 1908’de II. Meşrutiyet Meclisi açılırken bu tür dini törenlerin hiçbiri sözkonusu olmamış, övgüler Hilafet ve Saltanat makamına değil, Anayasaya yapılmıştı.

12


Ekim 2007 • sayı: 31

öyle de oldu ve yasaklanan her şey yeraltına geçerek devam etti. Tabii bunlarla birlikte bürokrasinin rejimin bekasını sağlama korkusu da! Bu korkunun derinleşip kökleşmesiyle, nihayet 1928’de TC Anayasasından “devletin dini İslamdır” ibaresi çıkarıldı. Laiklik ilkesi 1931 yılında CHP’nin programına, 1937’de ise Anayasaya dâhil edilmesine rağmen devlet dinden elini hiçbir zaman çekmedi. Din hiçbir zaman resmilikten çıkıp tam olarak sivilleşmedi. İslam dininin başı olarak halifelik kurumunu kaldıran ama bizzat kendisi dinin başı olarak hareket eden bir devletin laik olduğu yutturmacası bugün de devam ediyor. Gerçekte hiçbir zaman laik olmamış olan TC’nin 1937’ye kadar hukuki olarak da laik bir devlet olmadığını burada not edelim. Öyle gözüküyor ki, generalimizin bahsettiği “laik kuruluş felsefesi”nin (“resmi tarih” yazma girişiminin demek daha doğru olur) temelleri ancak 1927’deki muzafferler kongresinde okunan Nutuk ile atılmaya başlanmış ve 30’lu yılların ortalarında bütünsel bir şekle kavuşmuştur!

İnkılâpçılık Uzun yıllar boyunca devrimcilik olarak anılan bu ilke, 12 Eylül faşizmiyle birlikte “inkılâpçılık” olarak kullanılmaya başlandı. Ne de olsa devrimcilik tehlikeli bir şey idi! Bu “ilke” devrimciliği övmez, tersine zaten Mustafa Kemal’in “yanılmaz” önderliği sayesinde “geleneksel kuruluşları modern kuruluşlarla” değiştiren devrimler yapıldığını iddia ederek, böylece ortaya çıkan “modern yapı”nın tanınıp, kabul edilmesini ve korunmasını söyler. Bir başka deyişle, statükonun muhafaza edilmesini belirtir. İktisadi ve siyasi alanda yapılan “inkılâplar”, toprak devrimi gibi kapsamlı bir dönüşümün yapılamamasının yarattığı belirleyici daraltıcı etkiye rağmen yine de burjuva toplumun iktisadi gelişiminde ilerletici bir rol oynamışlardır. Bu açıdan Elif Çağlı, Mustafa Kemal ve onun önderliğini şöyle değerlendirir: “M. Kemal kendi döneminde tarihi ve iktisadi açıdan burjuva toplumu ilerletici bir rol oynamıştır. Fakat bu durum, onun siyasi çizgisinin ve siyasal uygulamalarının, işçi sınıfını ve halk kitlelerini ezen zorba ve baskıcı bir siyasal karaktere sahip olduğu gerçeğini asla değiştirmez.”9 Yukarıda bu ilerlemenin işçi ve emekçilerin ne denli dizginsiz bir sömürüsüne ve nasıl bir siyasal despotizme dayandığını görmüştük. Ne var ki, toplumsal planda ve eğitim ve kültür alanında sınıflandırılan “inkılâplar”a geldiğimizde işler değişmeye başlar. Bunlar hakkında söylenmesi gereken ilk şey, tüm bu reformların emekçi halkın çıkarına olsun diye yapılmadığı, çoğunun göstermelik ve biçimsel girişimler olarak kaldığı ve toplumun geniş kesimlerinin gündelik yaşamına pek nüfuz edemediğidir. Topluma tepeden dayatılan, çoğunlukla üstyapısal dönüşümleri hedefleyen biçimsel uygulamalarla sınırlı bu reform girişimlerini bir devrim olarak adlandırmakla, aslında “halk yararına” gerçek bir toplumsal devrimin ve kültü-

marksist tutum

rel atılımın yapılamadığı gerçeği gözlerden gizlenmeye çalışılıyordu. Çağdaşlaşma adına doğrudan toplumsal hayatı düzenlemeye dönük reform girişimlerinin çoğu büyük ölçüde fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Birkaç örnek verelim. Kadının erkekle eşit haklara kavuşturulduğu iddiasının koca bir yalan olduğu ortada değil midir? Şapka ve kıyafet devrimi gereğince “modernleşmedikleri” için onlarca insanın idam edildiği bir başka ülke var mıdır? Ya da “devrimin” üzerinden 82 yıl geçmişken halen başörtüsüyle uğraşan bir başka ülke? Lâkap ve unvanların kaldırılmasıyla övünülür, ancak yasaklanan sıfatların birçoğu kullanılmaya devam edilmiştir; bugün bile ortalık “beyler”den, “hanımefendiler”den geçilmediği gibi, Kemalist devrimlerin koruyucusu sıfatlı generaller kendilerine “Paşa” denilmesinden büyük gurur duyarlar. Bir taraftan “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar ülkesi olamaz” denilip geleneksel dini mekânlar kapatılırken, diğer taraftan birçok “Şeyh”in tek parti rejimi sona erene dek daimi mebusluğa atanmasına ne demeli? İnsanların ölülerden medet ummaması gerekçesiyle türbeler yasaklanır, oysa kendileri kişi putlaştırmasının en alasını yaparlar. Ya da pek laik eğitim sisteminde zorunlu din derslerine, devlete ait imam-hatip liselerine, ilahiyat fakültelerine, okullardaki mescitlere ve en başta da Diyanet İşleri Başkanlığına ne demeli? Öztürkçeleştirme amacıyla girişilen dil devriminin en önemli sonuçlarından biri, dilin kısırlaşmasına yol açarak torunların dedelerinin söylediklerini ve yazdıklarını anlamamaları olmadı mı? İktisadi bir temele dayanmaksızın da birtakım kararnamelerle toplumun gündelik yaşantısının bugünden yarına dönüştürülebileceğini, kültür kararnameleriyle bir kopuş yaratılarak Batı seviyesine çıkılabileceğini hayal eden bu tepeden inmeci, seçkinci anlayışın gündelik yaşam içerisinde yaratabileceği tek şey muazzam bir toplumsal travma idi. Tek parti diktatörlüğü dönemindeki bu çabaların en önemli sonucu, bir bütün olarak toplumsal yaşamda kent ile kır arasındaki çatlağın genişlemesi ve uçurumun derinleşmesi oldu. Nüfusun çok küçük bir kesiminin yaşadığı kentlerde mülk sahibi sınıfların mensupları ve bu arada öğretmenler, hâkimler, müdürler, valiler, kaymakamlar, devletlû aydınlar vb. gibi düzenin gözbebeği durumundaki ayrıcalıklılar ordusu, Batı’dan aynen kopyalanmış, ama içi boş kalan bir modern kapitalist kültürle yaşamlarını sürdürürlerken, toplumun sözde efendisi olan köylüler, bir Amerikalı gözlemcinin sözleriyle, Hititlerden kalan yöntemlerle tarımla uğraşıyor ve onlar gibi yaşıyorlardı. Bu muazzam kopukluk, bugün “Beyaz Türk” lakabıyla anılanların atalarının, kırı sürekli bir tehdit ve gericilik kaynağı olarak görüp horlamalarını da beraberinde getirmişti. Bir bütün olarak bakıldığında bu dönüşüm çabalarının esas amacı, Kemalistlerin iddia ettiği gibi, modernleştirerek halkın yaşam düzeyini yükseltmek değildi. Bu reformlar, esas olarak mülk sahibi sınıfların kapitalist Batı dünya-

13


Ekim 2007 • sayı: 31

marksist tutum

sıyla ilişkilerinde ortaya çıkan uyumsuzlukları ortadan kaldırmayı, özel mülkiyet rejimini ve emeğin sömürü olanaklarını genişleterek güvence altına almayı amaçlıyordu. Özel mülkiyet sisteminin önü bir kez açıldığında, zaman içerisinde kapitalist gelişmenin hızlanması zaten kaçınılmazdır. Ne var ki, geniş emekçi kitlelerin seferberliğine dayanarak toprakta pre-kapitalist ilişkileri Jakoben bir tarzda ortadan kaldırmakla, kırsal kesimde kapitalist gelişimi Prusya tipinde sancılı bir evrimsel sürece havale etmek arasında dağlar kadar fark vardır. Kemalist rejim, ikinci yoldan yürümüş ve kırı kendi kaderine terk etmiştir. Hatta bununla da yetinmemiş, kırın geri unsurlarıyla (toprak ağaları, şeyhler vb.) ittifak kurarak onları meclise taşımıştır.

Kurtarıcı mesihlere aldanma Gördüğümüz gibi CHP’nin meşhur altı oku, Milli Mücadelenin başarıyla sonuçlanmasının ardından kurulan ve 20’li yılların sonlarına doğru ancak pekiştirilebilen bir olağanüstü burjuva rejimin ideolojik dayanakları olarak sonradan imal edildiler. Kemalizme boyundan büyük bir anlam yükleyenlerin, onu anti-emperyalist bir hareket olarak değerlendirip, ona son derece abartılı bir ilericilik hatta solculuk atfeden sol çevrelerin temel yanılgılarından biri, Kemalizm denen program ya da ideolojinin, bir olağanüstü burjuva düzenin resmi ideolojisi olarak şekillendiğini görememektir. Bu ilkeler, halk kitlelerinin devrimci seferberliği için daha baştan ortaya konan bir “burjuva devrim programı”nın ilkeleri değildirler. Düpedüz, halk kitlelerinin sınırlı etkinliğinin de boğulması üzerinden kurulmuş ve ardından kendisini pekiştirmeye girişmiş bir burjuva diktatörlüğün resmi ideolojisi olarak ortaya konulmuşlardır. Burjuvazi adına hareket ederek onun kolektif çıkarlarını hayata geçiren bürokratik önderlik, bir taraftan halkın devrimci etkinliğinin en küçük belirtilerini bile boğarken, diğer taraftan burjuvazinin sınıf egemenliğini kurmakla tepeden bir devrim gerçekleştirmiş oldu; halk kitlelerinin içinde yer almadığı ve böyle olduğu için de onların gündelik yaşantısını köklü bir değişikliğe uğratamayan bir “devrim”! Burjuvazinin toplumsal ve iktisadi gücünün zayıflığıyla ters orantılı olarak, onun adına hareket eden önderliğin toplum üzerindeki baskısı alabildiğine yoğun oldu. Bu yoğun baskıya son derece eklektik, yapaylığı paçalarından akan, keyfi ve hiçbir bilimsel dayanağı olmayan, sonradan imal edilmiş ve kişi putlaştırmaya dayanan bir resmi ideoloji eşlik etti. Zafer kazananlar, geriye dönüp tarihi de kendi arzularınca, kendilerini yücelten bir tarzda yeniden yazarak resmileştirdiler. Kemalist kadronun hiçbir öğreti ve sistematiğe dayanmıyor olması, yani ciddi bir düşünsel temelinin olmaması, yüce bir erdem olarak sunuldu. Tarih, şaşmaz ve yanılmaz önderin kafasının içindeki planların açılıp serpildiği bir süreç olarak resmedildi;

14

oportünist manevralar önderin politik dehasının göstergesi olarak aklandı; nitekim o en başından itibaren neyi hedeflediğini ve hedeflenen şeye nasıl ulaşılacağını en ince detaylarıyla bilmesine rağmen “şartlar ve zemin” oluşmadığından bunları saklamış ve ancak zamanı geldiğinde hayata geçirmişti! Halk kitleleri denileni yaptığı sürece, süreç zaten onun dışında gelişen ve mülk sahibi sınıfların arasındaki bir politika oyunundan ibarettir. Ve bu oyunda, ideolojik berraklık ve buna uygun açık, net politik tutumlar en para etmez ilkelerdir. Çünkü tepeden devrimler Bizans entrikalarının da en parlak sahneleriydiler. 20. yüzyıl yalnızca Türkiye’de değil dünyanın birçok bölgesinde emekçi halkları kurtaracağı iddiasındaki bürokratik önderliklere şahit oldu. Kemalist rejimden Stalinist diktatörlüklere, Arap sosyalizminin babası Nasır’dan “21. yüzyıl sosyalizmi”nin mucidi Chavez’e kadar birçok önderlik, farklı sınıfsal temellere dayansalar da, kendi iktidarlarını işçi sınıfını ve emekçileri kurtardıkları ya da kurtaracakları iddiasıyla meşrulaştırmaya çalıştılar, çalışıyorlar. İşçi sınıfının kurtarıcılara ihtiyacı yok, tepeden devrimlere de artık karnı tok olmalı. Her türlü emekçi düşmanı ideolojiye karşı kendi bağımsız sınıf çıkarları temelinde, kendi ideolojisiyle yani Marksizmle donanıp harekete geçtiği sürece, Marx’ın, “işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” düşüncesinin gerçek kılınmasının önünde hiçbir engel yoktur.

www.marksist.com sitesinden alınmıştır

–––––––––––––––––––––––––– 1 akt: Emin Türk Eliçin, Kemalist Devrim İdeolojisi, Ant Yay., Mart 1970, s.63 2 Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, s.137 3 CHP, Sivas Kongresini kendi birinci kongresi ilan etmişti. Böylelikle Milli Mücadelenin birçok önderi bu mücadelenin mirasından mahrum edilmiş, gözden düşürülmüş oluyor ve Milli Mücadele CHP ile özdeşleştiriliyordu. Bugün bile CHP, kendisini “Kurtuluş Savaşı”nı yürüten ve cumhuriyeti kuran parti olarak gösterip göz boyama peşindedir. 4 1927’deki CHP kongresinde köy muhtarlarının seçiminin partinin kontrolüne verilmesi kararlaştırılmıştı. Faşist Almanya ile çok sıkı ilişkilerin geliştirildiği 30’lu yılların ikinci yarısında ise, parti genel sekreteri aynı zamanda içişleri bakanı, parti il başkanları da valilerdi. Bölge genel müfettişleri hem devlet işlerini hem de parti teşkilatını denetliyorlardı. Bunların yanı sıra CHP tüzüğüne göre cumhurbaşkanı aynı zamanda partinin değişmez ve daimi genel başkanı idi. İktidar üzerinde mutlak tekelleri varken “cumhurbaşkanının tarafsızlığı” diye bir ilkeleri olmayan, tam tersini tüzük maddesi haline getiren Kemalistlerin bugün koparttıkları yaygara tam bir ikiyüzlülüktür. 5 Milliyet, 24 Eylül 2007 6 Milliyet, 31 Ağustos 1930 7 Milliyet, 19 Eylül 1930 8 Kemalist rejimin totaliter doğası hakkında ayrıntılı bir okuma için Elif Çağlı’nın Bonapartizmden Faşizme adlı kitabına bakınız. 9 Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Y., s.206


O

kulların açılmasıyla birlikte anayasa tartışmalarına bir de AKP’nin uyguladığı müfredat ve eğitim sistemi ile ilgili tartışmalar eklendi. Bu, işçi-emekçi kitleler açısından önemli bir tartışmadır, çünkü mevzu –tüm toz bulutunun altında– onların parasız eğitim hakkından geriye kalan kırıntıların da bir güzel temize havale edilmesidir. Ancak bunun kavranabilmesi için doğru temellerde ele alınması ve açıklanması önem taşıyor. Zira karşıt kamplardaki burjuva ideologları ve kalemşorlarının öne sürdüğü birbirinden asılsız, saçma ve yanlı tezler, fikirler, işçi ve emekçilerin bilinçlerini daha da bulandırmaktan öte bir işe yaramıyor. AKP iktidarının son birkaç yılındaki her konuda olduğu gibi bu meselede de sorun AKP karşıtlığı ve taraftarlığı ekseninde ortaya konmuş durumda. Başını statükocuların çektiği seçkinler korosu, AKP’nin “ılımlı İslam” adı altında ülkeyi adım adım şeriat düzenine götürdüğü ve sonra da bölüp parçalayacağı yaygarasına şimdi de eğitim meselesini ekledi. Maalesef solun bir kısmı da bu koroya, “aydınlanmacı, milliyetçi ve devletçi” bir sesle katılmıştır ve AKP hükümetinin icraatlarını yüzeysel olarak eleştirmekten başka bir şey yapmamaktadır. Liberal burjuva ideologları ise, bir taraftan gerilimi tırmandırmamak kaygısıyla AKP’yi hafif tertip ikaz ediyor, diğer taraftan da büyük sermayenin ihtiyaç duyduğu açılımları, arkasına büyük oy desteği almış AKP’den gayrı kimsenin hayata geçiremeyeceğini pekiyi bildiklerinden onun önünü açmaya çalışıyorlar. Fakat bu iki kamptan hiçbiri işçi-emekçi kitlelerin özlemlerini ve çıkarlarını merkeze alan bir yaklaşıma sahip değildir. Bir kere seçim sonuçlarının da gösterdiği gibi, meselenin laiklik-şeriat ekseninde konulması, AKP’ye puan kazandırmaktan ve onun işini kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Çünkü kendilerini Kemalist, aydınlanmacı, laikçi, milliyetçi, devletçi olarak tanımlayan elitlerin seçim öncesindeki ham hayallerinin aksine, işçi ve emekçilerin, statükocuların kendinden menkul “cumhuriyet değerleri” söylemini paylaşmadıkları açıktır. Aksine, onlardan ve onların artık gına getirmiş olan “Kemalizm”lerinden kurtulmak istediklerini söylemek daha doğru olur. Ancak AKP’ye oy verenlerin büyük çoğunluğu dâhil olmak üzere, toplumun geniş çoğunluğunun şeriat esaslarına göre

Kapitalist Eğitimin Eşitsiz ve Gerici Doğası Kerem Dağlı

15


marksist tutum

düzenlenmiş bir devletten ve eğitim sisteminden yana olduğu da asla söylenemez. Bu geniş çoğunluk, “üniversitelere türbanla girilmesi halinde arkasından şeriat gelir” türünden statükocu yaygaralara hiçbir şekilde itibar etmemektedir. Bu yaygaraların, statükocu bürokratik elitin ayrıcalıklarını kaybetme korkusuyla ve halkı yanına çekmek maksadıyla öne sürdüğü argümanlardan birisi olduğu artık çoğunluğun malûmudur. İşçi-emekçi aileler, dar kafalı Kemalistlerin ve onların peşine yedeklenmiş devlet solcularının aksine, laiklik-şeriat tartışmasından çok daha fazla, çocuklarının okul masraflarıyla ve gelecek kaygılarıyla ilgileniyorlar. “Üniversitelere türbanla girilmesi halinde arkasından şeriat gelir” türünden yaygaraların, statükocu bürokratik elitin ayrıcalıklarını kaybetme korkusuyla ve halkı yanına çekmek maksadıyla öne sürdüğü argümanlardan birisi olduğu artık çoğunluğun malûmudur. İşçi-emekçi aileler, dar kafalı Kemalistlerin ve onların peşine yedeklenmiş devlet solcularının aksine, laiklik-şeriat tartışmasından çok daha fazla, çocuklarının okul masraflarıyla ve gelecek kaygılarıyla ilgileniyorlar. AKP’nin hâlihazırda uyguladığı ve yeni tasarılar yoluyla uygulamaya koyacağı eğitim sisteminin gerici, anti-laik ve eşitsiz olduğu açıktır. Ancak bu, AKP’nin “gizli ajandasının” veya “ılımlı İslam” anlayışının özel bir sonucu değil, bir yanıyla genelde kapitalist eğitim sisteminin diğer yanıyla Türkiye kapitalizminin özgünlüklerinin doğal sonucudur. Eğitim sistemi ne AKP’den önceki hükümetler döneminde ve ne de içi geçmiş Kemalistlerin o pek methettikleri –ve bu haliyle de İslamcıların asr-ı saadet dönemi kavramını çağrıştıran– “Kemalist devrimler” döneminde eşitlikçi, toplumcu, gerçek anlamda bilimsel, laik ve demokratik bir yapıya sahipti. İşin aslı kapitalist dünyanın hiçbir köşesinde ve döneminde, eğitim sistemi bu niteliklere bir bütün olarak sahip olmamıştır, olamaz da. Bugün AKP’nin hayata geçirmeye uğraştığı neo-liberal eğitim politikaları, başta Avrupa ve ABD olmak üzere tüm kapitalist ülkelerde 80’li yıllardan beri gündemdedir. Eğitim sisteminde, sermayenin ve burjuva toplumun değişen ihtiyaçlarına göre bir yeniden yapılanma sürecini başlatan bu politikalar, neo-liberal ekonomi politikalarıyla sıkı bir bağlantı içindedirler ve onun doğal uzantısıdırlar. Bunlar, emperyalizmin küresel taşeronları olan UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu), Dünya Bankası ve IMF gibi örgütlerin öncülüğünde ve denetiminde şekillendirilmiş, önce bizzat emperyalist metropollerde uygulamaya konulmuş, sonra da dünyanın geri kalanına ihraç edilmeye ve dayatılmaya başlanmıştır.

16

Ekim 2007 • sayı: 31

Bu nedenle, eğitim sistemine yönelik eleştiriler, burjuva “aydınlanmacı” ve klasik milliyetçi-devletçi anlayışlara kaymadan, burjuva kampların tutumlarından bağımsız bir şekilde yapılmalıdır. Kapitalist eğitimin amacı ve hangi rejim ve biçim altında olursa olsun özü teşhir edilmeli ve esas olarak “parasız, eşit, bilimsel ve anadilde eğitim” savunulmalıdır. Bu haklar hiç kuşku yok ki ancak işçi-emekçi kitlelerin mücadelesiyle kazanılabilir ve ilerletilebilir.

Kapitalist eğitim ve neoliberal eğitim politikaları Kapitalist eğitim sistemi, sermayenin ve burjuva toplumun ihtiyaçlarına göre tarih içerisinde çeşitli evrimler geçirmiş ve gelişerek değişmiştir. 19. yüzyıla kadar burjuvazinin birincil derdi kilisenin ve aristokrasinin gücünü kırmak ve parlamenter rejim aracılığıyla toplumda kendi siyasal hâkimiyetini kurmaktı. Burjuvazinin bu mücadelesinin temel bir ayağı ideolojik alandı. Çünkü eski düzenin temsilcilerine karşı mücadelede, yoksul halk kitlelerini, orta sınıfları ve aydınları yanına çekebilmek ve sonra da bu güçleri yeni toplum düzenini kurma yolunda seferber edebilmek, ideolojik alanda üstünlüğü ele geçirmeyi gerektiriyordu. 12. yüzyıldan itibaren kiliseden ayrışmaya başlayarak oluşturulan ve adına üniversite denilen eğitim birlikleri, ilerleyen süreçte burjuvazinin kilise ile mücadelesinde önemli bir rol oynamıştı. Burjuvazinin siyasal iktidarı ele geçirmesine ve üretici güçlerdeki gelişmelere paralel olarak da, bilim adamlarını, filozofları, edebiyatçıları, sanatçıları bağrında toplayarak bilimi, kültürü, sanatı, felsefeyi kelimenin tam anlamıyla burjuvazinin hizmetine sokmuştu. 1789 Devriminin ardından Fransa’da “cumhuriyet okulları”nı kuran Jules Ferry, “biz devlete, eğitimde oynayabileceği yegâne rolü veriyoruz: kendisinin korunması için önem taşıyan belirli bir devlet ahlakını ve belirli doktrinleri sürdürmek” diyerek, eğitimin temel işlevinin burjuvazinin ihtiyaç duyduğu siyasal ve ahlaki değerlere sahip bireyler yetiştirmek olduğunu ortaya koyuyordu. İlk kez Fransız Devriminin ertesinde kurulmuş olan ve bugünkü ilköğretim okullarına denk düşen cumhuriyet okullarında yapılan “parasız ve yaygın eğitim”, ulusal birliğini sağlama yoluna girmiş tüm ülkelerde uygulanmaya başlandı. Amaç homojen bir vatandaşlık bilincini geliştirmek ve bu kanalla kapitalist ilişkilere uygun bireyler yetiştirmekti. Böylece işçiler ve emekçiler ile burjuvalar her türlü sınıfsal, dinsel ve etnik kimliklerinden soyutlanarak ulusal bir üst kimlikte “eşitlenmiş” oluyordu. Ulusal birliğin oluşma süreci, aynı zamanda eğitimde de bir birliğin yani tevhid-i tedrisatın sağlanması süreciydi. Eğitim merkezileştiriliyor ve bu temelde hazırlanan bir müfredata göre yapılması sağlanıyordu. 19. yüzyılla birlikte, ulusal eğitimin iyice kurumlaşmaya başlaması ve sanayi devrimleri sonrasında muazzam bir


Ekim 2007 • sayı: 31

atılım yaşayan teknik gelişmelere paralel olarak, bilimsel teknik bilgiye ve bu bilgiye sahip vasıflı işgücüne duyulan ihtiyaç artmıştı. Ayrıca, kitlesel ve yaygın eğitimi olanaklı kılan nesnel gelişmeler de yaşanmıştı. Böylece eğitim kurumları, devletin üst kademelerine yüksek düzeyde memur yetiştirmek ve ideolojik işlevlerinin yanı sıra, sanayi için gerekli olan vasıflı işgücünü yetiştirme görevini de üstlenmeye başlamıştı. Burjuvazinin ve sermayenin gelişen ihtiyaçları, eğitimin en azından ilköğretim düzeyinde yaygınlaşmasını, kimi ülkelerde de parasız ve zorunlu hale getirilmesinin önünü açmıştı. Kuşkusuz parasız ve zorunlu eğitimin yaygınlaşmasında sınıf mücadelesinin de ciddi bir payı vardı. İlk kez Paris Komününde işçi ve emekçi halk kitleleri, sadece ilköğretimi değil eğitimin tüm kademelerini parasız hale getirmiş, eğitim sistemini tam anlamıyla merkezileştirerek ve komünlerde örgütlenmiş halkın (öğretmenlerden, öğrenci velilerinden ve uzmanlardan oluşan komisyonlar eliyle) denetimine vererek, ona gerçek anlamda demokratik, bilimsel, laik ve pedagojik bir içerik kazandırmışlardı. Bu tarihten sonra parasız, eşit ve nitelikli eğitim hakkı, işçiemekçi sınıfların temel ve vazgeçilmez taleplerinden birisi olacaktı. 1917 Ekim Devrimiyle kurulan işçi devleti ise, pek çok alanda olduğu gibi eğitim alanında da muazzam yeniliklere sahne oldu. Devrimden sonra Lenin, Krupskaya ve Lunaçarski önderliğinde eğitim sistemi baştan aşağı yeniden kuruldu. Tüm Rusya’da politeknik eğitim okulları açılmaya başlandı. Eğitim herkes için vazgeçilmez ve temel bir hak olarak tanımlandı, parasız hale getirildi. İlköğretim zorunluydu ve belirli bir yaşa kadar çocukların çalıştırılmasına izin verilmiyordu. Lise ve üniversite düzeyinde eğitim görmek isteyen işçi ve emekçilere yardımcı olmak maksadıyla devlet, ya onlara öğrenimleri boyunca maaş vererek barınma dâhil tüm ihtiyaçlarını karşılıyor ya da çalışan işçiler için akşam okulları açıyordu. Temel eğitimini alamamış işçiler içinse, onları yüksek öğretime hazırlayan “işçi fakülteleri” kurulmuştu. İşçiler ve emekçiler bu okullarda, bir yandan temel fen derslerini alıyor, bir yandan mesleki bir eğitim görüyor, diğer yandan da bedensel ve ruhsal gelişimleri için her türlü imkân önlerine sunularak ilgi alanlarının genişlemesi ve yeteneklerinin ortaya çıkması sağlanıyordu. Üstelik tüm bunlar, son derece kıt kaynaklara sahip bir işçi devletinin olanaklarıyla gerçekleştiriliyordu. Sovyetler Birliği’nde halka sağlanan eğitim olanakları ve uygulanan eğitim yöntemleri, kapitalist dünyayı da önemli ölçüde etkilemiştir. Sovyetler Birliği’nin yarattığı basıncın yükselen sınıf mücadelesiyle birleşmesi, hemen tüm gelişmiş kapitalist ülkelerde burjuvaziyi, daha pek çok alanda olduğu gibi eğitim alanında da işçi sınıfına tavizler vermeye zorlayacaktı. Özellikle II. Dünya Savaşından sonra kapitalizmin içine girdiği uzun ekonomik genişleme dönemiyle birlikte, eğitim sistemi pek çok bakımdan bugünkü halini aldı ve 8-12 yıllık ilköğretim pek çok ülkede

marksist tutum

parasız ve zorunlu hale geldi. Yükseköğretim alanında da, devlet üniversiteleri ve teknik okullar vasıtasıyla, işçi-emekçi çocuklarına parasız eğitim fırsatı sağlanır olmuştu. Toplumun ortalama eğitim düzeyini ve işgücünün niteliğini yükselten bu gelişim, kuşkusuz sadece uluslararası düzeyde ulaşılan sınıfsal güç dengesi sonucunda gerçekleşmedi. 70’li yıllara kadar süren ekonomik genişleme dönemi, bir yandan burjuvaziye işçi sınıfına bazı tavizler vermek için gereken nesnel zemini sağlıyor, diğer yandan da giderek artan oranda ihtiyaç duyduğu vasıflı işgücünü karşılayabilmek için gereken reformları yapmasını zorunlu kılıyordu. 70’li yıllara gelindiğinde ise, kapitalizmin bu “altın çağı” çoktan sona ermiş, sermayenin iktisadi ve siyasi ihtiyaçları değişmeye başlamış, 80’li yıllarda ise bu çok daha kesin bir hal almıştı. Birincisi, en azından gelişkin kapitalist ülkelerde, toplumun genel eğitim düzeyi oldukça artmış ve “eğitim sorunu” aşılmıştı. Bunun anlamı, 20. yüzyılın başında yapılan hamlelerle ve ulusal eğitim anlayışıyla hedeflenen “eğitimin kitleselleşmesi” sürecinin tamamlanmış oluşuydu. Bu arada, ortalama vasfa sahip işgücünün yetişmesi için gereken toplumsal süre de oldukça azalmıştı. Sermayenin elinin altında, asgari düzeyde yetişmiş ve ortalama vasfa sahip işgücünden bol miktarda birikmişti. Teknolojik gelişmelerdeki sıçramalı ilerleme ve artan makineleşme ise, toplumdaki pek çok işin –ki bunlara geçmişin oldukça yüksek nitelik isteyen işleri de dâhildir– artık bu ortalama vasıf düzeyiyle yapılabilmesini olanaklı kılmıştı.* İkinci olarak ise, dünya kapitalizminin genel anlamda daha istikrarsız bir hal alması ve iktisadi krizlerin daha sık yaşanmaya başlaması, işgücünün, sürekli değişen ve yenilenen üretim süreçlerine hızlıca uyum sağlayabilecek biçimde yetiştirilmesine duyulan ihtiyacı körüklemişti. Sermaye, elinin altındaki işgücü ordusunu, istediği anda, istediği türde işe koşabilmeliydi. Bu da, temel eğitimin niteliğinin (bugüne uyarlarsak, bilgisayar ve internet kullanabilecek, teknolojik yeniliklere uyum sağlayabilecek şekilde) bir miktar arttırılarak işçi-emekçi gençlere, hızla değişen koşullarda kolayca uygulamaya koyabilecekleri zorunlu bilgilerin verilmesini yeterli kılıyordu. Genel anlamda “iş okulları” benzeri mesleki eğitime ağırlık verilmeli ve asgari vasfa sahip bir işçinin yalnızca sermayenin ihtiyaçlarına uygun şekilde kendini geliştirmesini sağlayacak bir sistem kurulmalıydı. Bu sistemde işçi gençlerin çoğunluğu için yüksek öğretim bir gereklilik oluşturmuyordu. Onun yerine kendilerini çoğunlukla kendi imkânlarıyla geliştirmelerini sağlayacak esnek öğretim modellerine geçilmeliydi. Çeşitli meslek kursları, işyerlerinde verilen kısa süreli mesleki eğitimler vb. bu modelin bir parçası olacaktı. Buna da “yaşam boyu öğrenme” adı verilecekti! Üçüncü faktör ise, neo-liberal ekonomi politikaları çerçevesinde öngörülen ve devletin eğitim, sağlık ve ulaşım gibi kamu hizmetlerine ayırdığı bütçenin kısılmasını ve hatta devletin artık bu alanlardan elini çekmesini sağlaya-

17


marksist tutum

cak dönüşümlerin devreye sokulmasıydı. Böylece işçiemekçi halktan alınan vergiler ona parasız eğitim ve sağlık hizmetleri olarak dönmek yerine, sermayenin ihtiyaç duyduğu başka alanlara akıtılacak, işçi sınıfının mücadele yoluyla elde ettiği bu haklar ise gasp edilerek paralı hale getirilecekti. Bu dönüşüm özelleştirmeler yoluyla sağlandı ve ABD gibi ülkelerde başından beri varolan ve “market model” diye adlandırılan eğitim sistemi hızla dünya sathında yaygınlaşmaya başladı. Dünyanın her yerinde özel okulların sayısı artmaya başladı ve herkesin, “toplumsal kaderine ve finansal kapasitesine uygun” eğitim almasını sağlayacak rekabetçi bir eğitim sistemi yaratıldı. Bu neo-liberal eğitim politikalarının en bariz sonucu, eğitim sistemindeki eşitsizliğin derinleştirilmesi, işçi sınıfına mensup çocuklara yükseköğretim yolunun kapanarak onların temel ve mesleki eğitimle yetinir hale gelmelerinin sağlanması oldu. Kuşkusuz, kapitalist eğitimin eşitsiz niteliği neo-liberal politikalarla ortaya çıkmış değildir. Ancak 90’lı yıllardan sonra bu neo-liberal politikaların kapitalist eğitime içkin olan bu özellikleri iyice derinleştirip pekiştirdiği kesindir.

Kapitalist eğitim eşitsiz ve gericidir İşte AKP hükümetinin adım adım uygulamaya koyduğu neo-liberal eğitim politikalarının özü budur. Bu politikalar, 90’lı yıllardan sonra tüm dünyaya ihraç edilmeye ve dayatılmaya başlandı. Türkiye’de yaşananlar da bu sürecin bir parçasıdır ve AKP’nin bu sürecin en iyi uygulayıcısı olduğu açıktır. Eğitim sektörünün dünya genelinde 2 trilyon dolarlık bir pasta oluşturduğu ve bunun yaklaşık 25 milyar dolarlık bir diliminin de Türkiye’de olduğu düşünülürse, uluslararası ve “milli” sermayenin “eğitim reformunu” gerçekleştirmekte neden bu kadar hevesli olduğu rahatlıkla anlaşılabilir. Bu politikaların dünya çapında taşeronluğunu üstlenmiş olan UNESCO’nun düzenlediği Dünya Eğitim Forumunda, eğitimin piyasalaştırılmasına gerekçe olarak, eğitime ayrılan sınırlı kaynakların özel teşebbüs altında daha adilane dağıtılacağı ve verimli şekilde kullanılacağı söylenmiştir. Kaynakların adil dağıtımından kasıt, eğitime ayrılan bütçeden daha fazla payın özel sektöre yönlendirilmesidir. Verimli kullanımdan kasıt ise, yükseköğretimin tamamen paralı hale getirilmesi ve emekçi kitlelerin çocuk-

18

Ekim 2007 • sayı: 31

ları için yalnızca temel ve mesleki eğitime ağırlık verilmesidir. Bunlara, eğitime ayrılan bütçe payının kısılarak, öğrencilerden alınan payın arttırılması gibi eşitsizliği körükleyen önerileri de eklemek gerek. Hâlbuki kapitalist ülkelerin hemen hepsinde, eğitime ayrılan bütçe zaten son derece düşük seviyededir. Eğitim bütçesinin GSMH içindeki payı 2007 yılı itibariyle Türkiye’de %3, ABD’de %4,8, İngiltere’de %4,5, Almanya’da %4,1, Hindistan’da %4,1’dir. Türkiye için bu oranın parasal karşılığı 7 milyar YTL’dir. Oysa aileler eğitime devletin ayırdığından çok daha fazlasını, yaklaşık 17,2 milyar harcamaktadırlar. İşin gülünç tarafı, devletin ayırdığı 7 milyarın da yarısına yakınını, vergi adı altında zaten işçi-emekçi aileler vermiştir. Bu durumda, eğitime yapılan toplam harcamaların yaklaşık %65’i zaten aileler tarafından karşılanmaktadır. Bu gerçekliğe rağmen neo-liberal burjuva politikacıların, eğitim harcamalarının devletin sırtında bir yük olduğunu söylemeleri tam bir ikiyüzlülüktür. Ulusal eğitimin finansmanı bu şekilde işçi-emekçiler tarafından sağlandığı halde, eğitim hakkından en yoksun durumda olanlar da yine onlardır. Bugün bir çocuğun yıllık eğitim masrafı ortalama 2 bin YTL civarındadır. Asgari ücretle geçinen bir ailenin bu masrafın altından kalkması ise neredeyse imkânsızdır. Kaldı ki, bu ortalama rakam eğitim seviyesi yükseldikçe artmaktadır. Örneğin ortaöğretim seviyesindeki bir çocuk için yıllık ortalama 2460 YTL’dir ve yükseköğretime geçildiğinde 5000 YTL’ye kadar çıkmaktadır. Üniversite öğrencilerinin %41’inin yüksek gelir düzeyindeki ailelerin çocukları oluşu ve işçi-emekçi çocuklarının oranının %20’yi geçmemesi de bu tabloyu tamamlar niteliktedir. Üstelik tüm bu soyguna rağmen okulların %49’u aşırı kalabalık, %65’i yeterli ders araç-gereci bulamıyor, %70’inin atölye-laboratuar eksiği bulunuyor ve %72’si gerekli hijyen şartlarından yoksundur. Eğitimin devlet tarafından sözde parasız sağlandığı Türkiye’de, her 4 okuldan 3’ü ödenek sıkıntısı içindedir ve bu okullar dönem başlarında öğrenci ailelerinden haraç kesmektedirler. Buradan çıkan en yalın sonuç, neo-liberal politikaların çoktan beridir hayata geçmiş olduğu ve işçi-emekçi çocuklarının yükseköğretimden ve kaliteli eğitimden zaten yoksun olduklarıdır. Fakat eğitim sistemindeki eşitsizlikler ve çarpıklıklar bunlarla da sınırlı değildir. 15-19 yaş arası gençlerin %56,5’i ve 20-24 yaş arası gençlerin %87’si eğitime de-


Ekim 2007 • sayı: 31

marksist tutum

Türkiye’de öğretmen açığı büyük boyutlardayken, hükümetin öğretmen alımını sınırlı tutması nedeniyle işsiz öğretmen sayısı her geçen gün artmaktadır. Öğretmen yetiştiren okullardan mezun olanların yüzde 80’i işsiz kalmaktadır. Tüm bunların yanı sıra, AKP hükümeti, eğitim emekçilerinin haklarına saldırı anlamına gelen norm kadro, sözleşmeligeçici öğretmenlik, öğretmenlerin derecelendirilmesi gibi uygulamaları birer birer hayata geçirmektedir. Bu yolla eğitim emekçileri arasındaki ücret eşitsizliği artmakta, iş güvenceleri ellerinden alınmakta, çalışma süreleri uzamakta, kuralsızlaştırılmakta ve daha pek çok özlük haklarından yoksun kılınmaktadırlar. vam edemiyor. Bunların büyük bir kısmıysa aynı zamanda işsizlik gerçeğiyle yüz yüze kalıyor. Okumayan gençler arasında, 15-19 yaş grubu için işsizlik oranı %35,3 ve 20-24 yaş grubu için %42,8’dir. Okumayı başarıp ÖSS kapısına kadar gelenler ise aynı kaderle daha geç yüzleşiyorlar, o kadar. Sınava giren 2 milyona yakın gencin büyük çoğunluğu üniversiteye girme şansını elde edemezken, üniversiteyi bitirenlerin bile yüzde 35’i iş bulamamaktadır. Bu yüzden de üniversite öğrencilerinin dörtte üçüne yakını geleceklerinden umutsuz durumda ve hiçbir şeyin değişmeyeceğini düşünüyor. İşçi-emekçi sınıflardan gençler, ailelerinin içinde debelendiği yoksulluk ve sefaletten nasiplerini alarak, bakımsız ve kalabalık sınıflarda, yeterli eğitim araç-gereçlerine ve öğretmene sahip olamadan, çeteleşmenin, okul ve aile içi şiddetin, yozlaşmanın, uyuşturucu batağının ve daha nice tehlikelerin içinde okumaya çalışıyorlar. Çoğu iyi bir eğitim alma olanağından yoksun bir halde işsizler kervanına katılıyor ve az bir kısmı da “sınıf atlama hayali”yle kafası bulanmış olarak önce bir üniversiteye girmek için, ardından da hayallerinin birer kâbusa dönüşmesinin hemen arifesinde, iyi bir iş bulabilmek için debeleniyor. Ve maalesef bugün pek azı, 12 Eylül faşizminin yarattığı depolitizasyonun ve alıklaştırma operasyonunun etkilerini kırabiliyor. Sistemi oluşturan çarkların dişlileri arasında ezilmekten başka bir şey yapamayan ve her gün yeni saldırılarla karşı karşıya kalan eğitim emekçilerinin durumu da bu tabloyu bütünlemektedir. Büyük bir çoğunluğu yoksulluk sınırının altında yaşamakta ve en temel sendikal haklardan bile (toplu sözleşme ve grev hakkı) yoksun durumdalar. Ortalama bir öğretmen maaşı ile 4 kişilik bir ailenin giderlerinin yarısından azı ancak karşılanabiliyor. Eğitim emekçilerinin %30’u açlık, %60’ı da yoksulluk sınırının altın-

da yaşıyor. İşsiz öğretmen sayısı her geçen gün artmaktadır. Öğretmen yetiştiren okullardan mezun olanların %80’i işsiz kalmaktadır. Tüm bunların yanı sıra, AKP hükümeti, eğitim emekçilerinin haklarına saldırı anlamına gelen norm kadro, sözleşmeli-geçici öğretmenlik, öğretmenlerin derecelendirilmesi gibi uygulamaları birer birer hayata geçirmektedir. Bu yolla eğitim emekçileri arasındaki ücret eşitsizliği artmakta, iş güvenceleri ellerinden alınmakta, çalışma süreleri uzamakta, kuralsızlaştırılmakta ve daha pek çok özlük haklarından yoksun kılınmaktadırlar. Özel sektörde ve dershanelerde çalışanların durumu ise daha kötüdür. Özel okul ve dershanecilik sektörü hızla büyümesine ve 5 milyar dolarlık bir hacme ulaşmış olmasına rağmen, özellikle dershane öğretmenleri son derece ağır koşullarda çalıştırılıyorlar. Yeni mezun olanlarsa haftada 6 gün, günde 10 saat çalışıp ayda sadece 500-600 YTL ücret alabiliyorlar. İş sözleşmeleri her yıl yenilendiğinden iş güvenceleri yok. 10 ay çalışıp 12 ay geçinmek zorundalar. Üstelik günde 10 saatlik çalışmanın üzerine bir de etüt adı altında ücretsiz fazla mesai yaparak, çoğu zaman bir günlük hafta tatillerini bile kullanmadan, haftada 70 saati bulan sürelerde çalışıyorlar. AKP hükümeti ise özel okul ve dershane patronlarına kıyak çekmekle, tatlı kârların kokusunu alan ve eğitim sektörüne dalmaya hazırlanan büyük sermayenin yolunu düzlemekle meşgul. Hükümetin eğitim politikasını, Fethullahçı Zaman gazetesinden bir köşe yazarı pek güzel özetlemektedir: “Herkes okumak zorunda değildir sözü, her siyasinin ve herkesin kafasına iyice yerleştirilmelidir… MEB eğitim veren kurum olmaktan çıkartılarak, proje üreten, yön veren, denetleyen kurum yapısına kavuşturulmalıdır. Bu bağlamda okullar hiç zaman kaybedilmeden merkezlerden başlanarak özelleştirilmelidir.” İktidara geldiğinde hükümetin

19


Ekim 2007 • sayı: 31

marksist tutum

hedefi, %2 düzeyinde olan özel okul oranını, AB seviyesine, yani %10’a çıkarmaktı. Bugün bu oran %13’ü bulmuştur. Bu amaca uygun olarak Milli Eğitim Bakanlığının bütçesinde yatırımların payı %17,8’den (2002), %7’ye düşürülmüştür. Yani ne doğru dürüst yeni okul yapılmakta, ne mevcut okullara yeterli ödenek ayrılmakta ve ne de artan ihtiyacı karşılayacak bir öğretmen alımı yapılmaktadır. Eğitim müfredatının ve sisteminin gerici niteliği ise herkesin malumudur. AKP döneminde, eğitim sisteminin anti-bilimsel, düşünmeyi ve sorgulamayı engelleyen niteliği özde devam etmiş, eğitimde dinsel motiflerin kullanımının ve din propagandasının dozu artmıştır. AKP’nin örnek aldığı ve ABD’de uygulanan “yapılandırmacı eğitim” modeli, öğrencileri bireyciliğe, çıkarcılığa ve rekabetçiliğe iten bir yaklaşıma sahiptir. Ancak yine de eğitim sisteminin bu eşitsiz ve gerici niteliğini salt AKP’ye maletmek haksızlık olur. Aydınlanmacılığıyla ve devrimleriyle övünen Kemalizmin, gericilikte ve milliyetçi-şoven eğitim anlayışını hayata geçirmekte hiç de AKP’den aşağı kalır yanı yoktur. İlk İmam Hatip Liseleri 1924 yılında (29 adet) açılmıştır. Sol hareketin ve toplumsal muhalefetin yükseldiği 70’li yıllarda ise, burjuva hükümetlerin izlediği planlı bir siyasetle pıtrak gibi çoğalmışlar ve en büyük lütfu da Kemalistliğiyle övünen 12 Eylül faşizminden görmüşlerdir. Zira en çok İHL açılan dönemlerden birisi de bu dönemdir. Üniversitelerden atılan pek çok ilerici-demokrat bilim adamının yerine İslamcı-faşist kadrolar, bizzat faşist cunta eliyle üniversitelere yerleştirilmiştir. Irkçı bir milliyetçilik anlayışı, daha cumhuriyetin kuruluş yıllarından itibaren müfredata yerleştirilmiş, uydurma tarih tezleriyle bilim katledilmiştir. Müfredat ve eğitim anlayışı, başlangıçtan itibaren ülke içindeki diğer halkları, etnik grupları, muhalif düşünceleri yok sayan bağnaz bir yapıdaydı. Okullarda tek tip üniforma giyilmesini ve kışla disiplinini öngören militarist eğitim anlayışı da Kemalizmin mirasıdır. Bu beyin yıkama metotları sayesinde yaratıcı düşünce engellenmiş, insanların “devlet, Atatürk, Kemalizm” gibi tabulaştırılmış kavramlara tapınması sağlanmaya çalışılmıştır. Bu tabularla ve dogmalarla yetişen Kemalistlerin, bugün ülkenin en tutucu, statükocu grubu

20

haline gelmesine bu açıdan şaşırmamak gerekir.

Parasız, bilimsel, demokratik ve anadilde eğitim! Bu açılardan bakıldığında, sorun özel olarak AKP’nin izlediği eğitim politikasına karşı çıkış temelinde değil, bizzat kapitalist eğitim sisteminin sorgulanması ve eleştirilmesi temelinde ortaya konmalıdır. Dolayısıyla işçi sınıfının uğruna mücadele edeceği talepleri doğru koymak gerekir. Eleştiriler AKP karşıtlığıyla sınırlandırıldığı ölçüde, genellikle Kemalist-militarist devletçi ideolojiye teslim olunmakta ya da en iyi ihtimalde dar bir reformizme saplanılmaktadır. Acil somut taleplerimizin odak noktasını her kademede parasız eğitimin sağlanması oluşturmalıdır. İşçi çocuklarının yükseköğrenim görme hakkı ancak bu şekilde korunabilir. Üniversitelere giriş sınavlarının ve diğer ara sınavların kaldırılması talebi de buna eklenmelidir. Eğitim sisteminin tüm kademelerinde, bireylerin kültürel ve ulusal kimlikleri, dilleri ve dinleri birer baskı sebebi olmaktan çıkarılmalı, milliyetçi ve şoven eğitim anlayışına karşı mücadele edilmelidir. Eğitim kurumlarının baskı ve asimilasyon aracı olarak kullanılmasına karşı çıkılmalı, herkese anadilinde eğitim hakkının tanınması savunulmalıdır. Ayrıca, bu talepler doğrultusunda öğrencilerin ve eğitim emekçilerinin ortak örgütlenmesi savunulmalı ve örgütlenmenin önündeki her türlü yasak ve engellemelere karşı mücadele yürütülmelidir. Ancak en önemli nokta, taleplerimizi elde etmek için vereceğimiz mücadelenin, asla kapitalist sistemi yıkma mücadelesinden ayrı düşünülmemesidir. Bu sadece öğrencilerin veya öğretmenlerin değil, işçi sınıfının burjuvaziye karşı yürüttüğü geniş kapsamlı bir mücadeledir. 

––––––––––––––––––––––––– * 80’li yılların sonunda ABD’de yapılan bir araştırma, mevcut mesleklerin %56’sının (tezgâhtarlık, pazarlamacılık, kasiyerlik, şoförlük, büro işleri, garsonluk ve hizmet sektörünün bilimum branşları), 6 ay ilâ 1 yıl süren çok kısa bir mesleki eğitimle icra edilebilir hale geldiğini ortaya koyuyordu.


Anarşizm Üzerine /1 Elif Çağlı

B

urjuva medya anarşizm veya anarşist gibi kavramları, her zaman maksadını aşar biçimde ve genelde tüm devrimci unsurları karalamak amacıyla anlamını çarpıtarak kullanıyor. Bunun yanı sıra, anarşi kavramının “kaos” (düzensizlik) anlamına geldiği yolunda yanlış bir kanı da var. Oysa anarşizm, ilkesel temellerini devlet ve otorite karşıtlığının oluşturduğu bir felsefi akım, bir politik kuramdır ve “anarşi” diye adlandırdığı kendine özgü yeni bir toplumsal düzen anlayışına sahiptir. Anarşizm kavramı, “yönetimsiz” (veya başsız, şefsiz, komutansız) anlamına gelen Yunanca “an arkhos” sözcüğünden türetilmiştir. Varılması arzulanan devletsiz toplumsal düzen bakımından, Marksizm anarşizmle genel anlamda benzer hedefleri paylaşır. Fakat bu hedefe nasıl ulaşılabileceği konusunda çeşitli anarşist akımlarla Marksizm arasında derin bir uçurum vardır ve konunun esasen üzerinde durulması gereken yönü de budur. Anarşizm, toplumsal otorite, baskı, iktidar ve hiyerarşinin tüm biçimlerinin ortadan kaldırılmasını savunan siyasi öğretiler geliştirmiştir. Bu öğretileri izleyen çeşitli siyasal eğilim ve toplumsal hareketler arasında farklılıklar olmakla birlikte, tümünün ortak paydası, her türlü otoritenin reddi ve toplumsal nesnelliğe dayandırılmayan bir otonomi kavrayışıdır. Anarşizmin kendine özgü toplumsal devrim anlayışı da Marksist dünya görüşüyle pek çok noktada uyuşmamaktadır. Ve her şeyden önemlisi de bu anlayış toplumsal gelişme yasalarının bilimsel tahlili üzerinde yükselmemektedir. Anarşistler yukardan aşağı dayatmalara karşı çıkan, aşağıdan yukarı işleyen bir düzen yaratmak istediklerini söylerler. Anarşizmin yalnızca devlet karşıtlığı anlamına gelmediği, tüm otoriter örgüt ve hiyerarşi biçimlerine karşı çıkılmasının ve otonom (özerk, kendi kendini idare eden) federatif yapılanmaların savunulmasının anarşizmin vazgeçilmezleri olduğu belirtilir. Anarşizme göre, merkezi politik yapılara, kararlara ve denetime gerek olmaksızın kitleler gönüllü toplumsal ilişkiler temelinde özyönetimlerini tesis edecekler ve

Hiç kuşku yok ki, Marksistler sınıflı toplumlara damgasını basan sömürgen ve baskıcı yönetim ve otoritenin sona erdirilmesini savunurlar. Amaçlanan, dünya üzerinden kapitalizmin tasfiyesi sayesinde insanın insan üzerindeki egemenliğine son verilmesi ve toplumsal ihtiyaçların karşılanması için gereken işlerin planlanıp yürütülmesinden ibaret bir “kendi kendini yönetme” özerklik noktasına ulaşılmasıdır. Fakat kapitalizm altında yaşanan durumla varılması istenen hedef arasında, bugünden geleceğe uzanan tarihsel yolculuğu mümkün kılacak önemli bir tarihsel görev yer alır: İşçi sınıfı öncülüğünde gerçekleşecek toplumsal devrim! Bu devrimin örgütlenip başarıya ulaştırılması için çaba sarf etmeden ve bu uğurda ter dökmeden, ulaşılması tahayyül edilen geleceğe varmak asla mümkün değildir.

21


marksist tutum

bu işleyiş özgürlük ve otonomi ile karakterize olacaktır. Gelecek toplum özlemi bakımından Marksizmin buna genelde bir itirazı olamaz, ama temel sorun ona nasıl ulaşılacağıdır. Nitekim bu konuda anarşizmin tezleri hatalıdır ve Marksist kavrayışın çok uzağındadır. Sınıflı toplumların yarattığı ve üzerinden bir çırpıda atlanıp geçilemeyecek ya da “kararnamelerle” ortadan kaldırılamayacak engeller vardır. Dolayısıyla toplumsal devrim kişilerin keyfine göre ilerleyen bir süreç olamaz. Proleter sosyalist devrim mücadelesinin vazgeçilmez unsurları olan demokratik merkeziyetçi örgütlenme, devrimci disiplin ve devrimci otorite ihtiyacı Marksistlerin kafalarından çıkmış uydurma tercihler değildir. Bunlar bir toplumsal devrimin başarıyla ilerletilebilmesi ve nihayetinde zafere ulaştırılması için başvurulması gerekli araçlardır. İşte anarşizm bu gibi konularda, Marksizme, bilimsel yasaları kavramaya yanaşmayan keyfi eleştiriler yöneltmektedir. Böyle yapmakla da idealist felsefeye yaraşır yaklaşımlar sergilemektedir. Devrimci analiz yönteminin karşısına dogmatizmi, devrimci taktik üretme ihtiyacının karşısına iradeciliği ve maceracılığı diken Marksizm dışı bu akımın, anılan tüm bu özellikleri nedeniyle dünya devrimci işçi hareketine zararı dokunmuştur. Anarşizm felsefi bir akım olarak en parlak dönemini 19. yüzyılda yaşamış ve o dönemden itibaren de bireyci felsefeyi öne çıkartan çeşitlemeleri eğitimli küçükburjuva çevrelerde itibar görmüştür. Bu yönüyle anarşizm, burjuva düzen içindeki varoluş koşullarından nefret eden ama disiplinli ve örgütlü bir işçi mücadelesine de büyük bir antipati hisseden kesimlerin hissiyatına tercüman olmaktadır. Anarşizmin, kapitalizm karşısında koyu bir umutsuzluğa sürüklenen bireyin her şeyi yadsımaya yatkın olan ruh halini yansıtan nihilizmle de yakınlığı vardır. Anarşizmin savunduğu ilkeleri pratikte ne ölçüde hayata geçirilebildiği de kuşkusuz ayrıca tartışılması gereken bir konudur. Burada kısaca belirtmek gerekir ki, gerçek yaşamın ve sınıf mücadelesinin katı kurallarıyla bağdaşmayan anarşizmin “ilkeleri”, pratikte bizzat anarşizm tarafından eğilip bükülmüştür. Örneğin, kendi ilkeleri adına her türlü merkezi örgütlenmeye ve demokratik merkeziyetçi otorite kullanımına kuramsal olarak karşı çıkan anarşizm, otorite karşıtı fikirlerini ve eylem tarzını işçilere empoze etmeye çalışırken, kaçınılmaz olarak kendi merkezi siyasetini ve kendi hiyerarşik örgütlenmesini oluşturmuştur. Anarşizm ve Marksizm, reformizme kıyasla birbirine yakın duran kimi özelliklere sahipmiş gibi görünebilir. Fakat gerçekte her ikisi arasında bu bakımdan da derin bir anlayış farklılığı mevcuttur. Reformizm, sosyalizme ulaşa-

22

Ekim 2007 • sayı: 31

bilmede sınıfın devrimci iktidar mücadelesinin zorunluluğunu reddeder. Sosyalizmin parlamenter mücadele çerçevesinde kısmi reformlarla taksit taksit yaşama geçirilebileceği şeklinde özetlenebilecek uzlaşmacı bir çizgiyi temsil eder. Buna karşın anarşistler ise, burjuva düzende siyasetin pisliğine bulaşmaktan kaçınma gerekçesiyle, siyasi bir parti olarak örgütlenmekten ve siyasi iktidar mücadelesi yürütmekten uzak dururlar. Devrimci mücadelenin yan ürünü olarak düzeni bazı reformlara zorlama ya da parlamento kürsüsünden devrimci tarzda yararlanma gibi “küçük işleri” reddeden anarşizm, bu gibi tutumlarıyla “büyük günler”e duyulan özlemi de bir cins devrimci lafazanlığa indirgemektedir. Netice olarak açık olan bir gerçek var. Birbirinden oldukça farklı özellikler taşısalar bile, işçi sınıfını devrimci Marksizmin savaşkan ideolojisi temelinde bilinçlendirmeyen ve işçilerin sınıf mücadelesinin pek çok alanında militan bir ruhla pişerek olgunlaşmasını sağlayacak bir örgütlülük anlayışını benimsemeyen tüm akımlar, son tahlilde sınıfı kendiliğindenliğe ve burjuva siyasetine teslim etmiş olmaktadırlar. Anarşizm tarihi boyunca kendisini hep en özgürlükçü akım olarak tanıtmıştır. Bu durum, anarşizmin Marksizmden daha devrimci bir öze sahip olduğu konusundaki büyük yanılsamaların da kaynağını oluşturur. Fakat bir düşünce akımının özelliklerini, yalnızca onun kendisine dair iddiaları temelinde kavramaya çalışmak asla doğru değildir. Hele anarşizm gibi, söz ile eylem ya da amaç ile araç arasında bir iç tutarlılığın bulunmadığı bir akım mevzu bahis olduğunda bu gerçeklik büsbütün önem kazanır. Anarşizmin devrimci mücadele veya devrimci hedefler bakımından taşıdığı anlamı gereğince anlayabilmek için, onun felsefi bir akım olarak ortaya çıkışındaki sınıf karakterini ve buradan kaynaklanan tutarsızlıklarını ele almak gerekir. Bunu lâyıkıyla yapabilmenin yolu ise, anarşist düşüncenin boy vermeye başladığı tarihsel kesite uzanmaktan geçiyor.

Anarşizm: Küçük-burjuva tutarsızlığın felsefesi 19. yüzyılın ortalarında bazı Avrupa ülkelerinde anarşiyi savunan felsefi bir akım gelişmeye başlamış ve aydınlar tarafından pek bir hevesle sahiplenilmişti. Fakat Engels’in de bir yazısında değindiği gibi, anarşi sözcüğünü dillerinden düşürmeyen bu kişiler, devrimci bunalımlardaki gerçek anarşi karşısında her seferinde bu anarşiyi kısa kesmek için ellerinden geleni yaptılar. Ve genelde düzen güçlerinin yanında yerlerini aldılar. Düşünsel ambalaj her ne olursa olsun, eğitimli ve seçkin kesimden gelen “anarşistler”, böylece o karşı çıkar göründükleri devletin varlığını koruma noktasından öteye geçemediler. Avrupa’da anarşist düşüncenin mayalandığı ortamı anlamak bakımından başta gelen örnek Almanya’dır. Dönemin Almanya’sında sansür koşullarının beslediği soyut bir anlatım tarzı boy vermiş ve bu durum aynı zamanda ünlü


Ekim 2007 • sayı: 31

Hegelci okulun dağılma aşamasıyla da çakışmıştı. Buna bağlı olarak özellikle Alman düşünürleri arasında, toplumsal olgu ve kurumların bizzat kendisini hedef alan bir mücadele yerine bunları kurgusal bir felsefe dünyasında mahkûm ederek “ortadan kaldırmak” biçiminde anlayışlar egemen olmuştu. Felsefe diyarındaki bu hayali kördövüşü, aydın çevrelere gerçek çatışmaların bir yansıması olarak görünmeye başlamıştı. Bu tür unsurların zihniyetine bakılırsa, tarihsel evrimin ürünü olan toplumsal olguların gerçek yaşamda yok edilmesi için onu “sıkı” bir eleştiriden geçirmek yeterli olacaktı. İşte, anarşist düşüncenin temel argümanlarından olan “devletin ortadan kaldırılması” anlayışının kökü de buralara uzanır. Bir zamanlar Almanya’da yaygınlaşan bu durumu anlamak için, Engels’in değerlendirmesine bakalım: “Felsefedeki her «yeni dönemeç» Almanya’da, bir sürü boş kafalılar, genç hukukçular, iş kovalayan öğretmenler, şansı yaver gitmemiş tanrıbilimciler, işsiz doktorlar, yazarlar vb., vb. gruplardan oluşan «eğitilmiş» kafaların genel ilgisini çekiyordu. Bu adamlara göre, her «yeni dönemeç» henüz aşılmış bulunan belli bir tarihsel gelişme aşamasının kesin olarak tasfiyesi anlamına gelmeliydi. Örneğin, burjuva liberalizminin birdenbire çürüyüp kangren olduğunu, tarihsel evrimin silinip gittiğini ve pratik olarak yok edildiğini kabul etmek için onu bir eleştiriden geçirmek bir filozofa yetiyordu. Cumhuriyetçilik için de, sosyalizm vb. için de durum aynıydı.” (Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, Sol Yay., Mart 1979, s.37) Almanya örneği, okumuş kesimler arasında yaygın olan kafa karışıklığını anlamak bakımından günümüze de ışık tutmaktadır. İşçi hareketinin henüz cılız olduğu veya bugün yaşandığı üzere büyük ölçüde gerilediği koşullarda, aydınlar arasında pratik mücadeleden kopuk bir “muhalefet” anlayışının yaygınlaşması neredeyse genelgeçer bir durumdur. Neye hizmet ettiği belli olmayan soyut felsefi tartışmalar, anlaşılmaz bir dille yazma merakı, gerçekler dünyasından uzaklaşan tartışmalar ve bu tür eğilimlerden beslenen bir “bilgiçlik” arzusu, özellikle gericilik dönemlerinde eğitimli kesimler arasında yaygınlaşmaktadır. Türkiye’de de bu durum, 12 Eylül faşizminin ve takiben “reel sosyalizm”in çöküşünün yarattığı şok dalgalarının neden olduğu büyük gerileme koşullarında yaşanmıştır. Böylesi dönemler sınıf hareketindeki örgütsüzlüğe ve dağınıklığa koşut olarak, eğitimli unsurlar arasında aptalca bilgiçliğe tapınmayı ve toplumsal gerçekler dünyasından kaçıp bireyselliğe sığınma arzusunu körüklemektedir. Devrimci işçi hareketinin yükselişte olduğu tarihsel kesitlerde gerilediği gözlemlenen bu türden bireyci ve anarşizan anlayışların, devrimci işçi hareketinin geri çekildiği ve toplumsal olayların görece durulduğu dönemlerde yeniden serpilip uç verebildiği bilinmektedir. 19. yüzyılın ortalarında Marx ve Engels kendi bilimsel çözümlemelerini geliştirirlerken, dönemin aydın çevrelerinde itibar gören felsefi bireyciliği kapsamlı bir eleştiriye

marksist tutum

tâbi tutmuştular. Bu bağlamda eleştirilen isimlerden biri olarak ünlü Alman felsefecisi Stirner hatırlanabilir. Stirner’in felsefesine göre, devlet, toplumsal sınıflar vb. birer soyutlamadan ibarettiler ve bu nedenle ciddiye alınmamalıydılar; aslolan bireydi, onun dışında nesnel bir toplumsal gerçeklik mevcut değildi. Stirner’in bireyciliği temel alan bu anarşist felsefesi 20. yüzyıldaki varoluşçuluk akımına da ideolojik esin kaynağı oluşturmuştur. Anarşizm akımının doğuşunda etkili olan Alman düşünürü Stirner’in yaklaşımları (ya da bunun modern versiyonları), insan toplumunun gelişimini yöneten yasaların inkârına ve idealist spekülasyonlara dayanır. Bu özellik, bireyin ve toplumsal yaşamın kavranmasında anarşizmle Marksizm arasındaki uzlaşmaz yaklaşım farklılığını da gözler önüne serer. Anarşist düşüncenin dün ya da bugün yapmaya çalıştığı gibi, insanları kulağa hoş gelen mutlak özgürlük vaatleriyle cezp etmek son derece kolaydır. Ama insanlar toplumsal gelişim sarmalının her bir evresinde, ancak varolan üretici güçler düzeyinin ve üretim ilişkilerinin izin verdiği bir özgürleşme düzeyine ulaşabilmişlerdir. Stirner bazı felsefi yaklaşımlarıyla, Fransa’da küçükburjuvanın felsefesini yapan Mösyö Proudhon’u da derinden etkilemiştir. Kafası küçük-burjuvaca tutarsızlıklarla karmakarışık olan bu orta karar üniversite profesörü, Paris’in eğitimli baylarına Prudoncu saçmalıkları enjekte etmekteydi. Bu baylar bilim üzerine gevezelik edip durmakta, fakat aslında hiçbir şeyi doğru dürüst bilmemekteydi-

Anarşizm kavramını bugünkü anlamıyla ilk kullanan Proudhon idi.

23


marksist tutum

ler. Marx’ın ifadesiyle bunlar her tür devrimci eylemi, yani bizzat sınıf savaşımından doğan eylemi, her türlü yoğun toplumsal hareketi hor görmekteydiler. Her türlü otoriteye düşman bir özgürlükçü anlayışı savunma bahanesiyle devrimci siyasal eylemden uzak duran bu tür çevreler, böylece işin gerçeğinde burjuva düzenin zorbalığına boyun eğmiş oluyorlardı. Bu türlerin düzen karşıtı fikirler üretme adına vazettiği düşünceler ise, Proudhon’un sistematize ettiği ve küçük-burjuvanın geçmiş özlemini yansıtan bir burjuva ekonomisi savunusuna varıyordu. “Mülkiyet hırsızlıktır” sloganıyla ün kazanan Proudhon, aslında mülkiyete genel anlamda saldırmıyor, küçük-burjuva mülkiyeti savunmaya çalışıyordu. Zaten Prudoncu anarşizmin temelinde, kapitalist gelişme karşısında eski mülklü ya da ayrıcalıklı konumunu yitiren toplumsal kesimlerin tepkiselliği yatar. Burjuva ideolojisinin topluma empoze ettiği bireyciliği aşamayan bu gibi düşünsel yaklaşımlar elbette işçilerin varoluş koşullarıyla pek bağdaşmaz ve genelde kafası karışmış aydınların ya da çözülen sınıf unsurlarının zihniyetini yansıtır. Diğer yandan anarşizmin daha toplumcu özellikler içeren çeşitlemeleri de, işçilerin devrimci bir disiplin ve otorite temelinde eğitilip örgütlenmesinin tarihsel rolünü kavramamakta ayak diremektedir. Bu bakımdan anarşizmin bir bütün olarak, işçi sınıfını burjuva siyasetine boyun eğmekten kurtaracak bir siyasi anlayış üretemediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Anarşizm kavramını günümüzde bilindiği anlamda ilk kez kullanan Proudhon’dur. Fakat anarşist düşünce asıl olarak, bir ütopyacı toplumcu olan Bakunin sayesinde ünlenmiştir. Onun ölümünden sonra ise anarşizmin ideolojik önderliğini Rus soylusu Kropotkin sürdürmüş ve anarşizm bu kuramcının elinde bir öğreti olarak daha da geliştirilmiştir. Kropotkin ve onun çizgisini izleyen yandaşları, Bakunin’in düşüncesindeki toplumcu yönü geliştirerek anarşist komünizm diye adlandırılan eğilimi yarattılar. Anarşizm yine de en çok, toplumsal devrim anlayışındaki naif yönlere karşın tarihe heybetli bir “eylem adamı” olarak geçen Bakunin’in adıyla anıldı. Bunda Bakunin’in Birinci Enternasyonal faaliyetleri içinde Marksizmin kurucuları ile çatışmasının ve anarşizm eleştirisinin bu bağlamda bizzat Marx ve Engels tarafından yürütülmüş olmasının payı büyüktür. Bakunin de Rus soyluluğundan gelmekteydi ve düşünce yapısı bir ölçüde Rus nihilizminden (varlığı inkâr eden ve hiçliği, yokluğu savunan felsefi akım) beslenmişti. Bakunin, Pruodhon’un düşüncelerinden esinlenen ve kendi-

24

Ekim 2007 • sayı: 31

sinin kattığı öğelerle değişikliğe uğrayan “anarşizm” adını verdiği eklektik bir teori yarattı. Kısaca belirtmek gerekirse, Prudhon’un ve Bakunin’in anarşizm öğretileri arasındaki fark ihmal edilemez. Proudhon’un anarşizmi, gerçekte devrime, devrimci şiddete ve grevlere tepki duyan küçük-burjuvanın reformist ve bireyci anarşizmiydi. Bakunin ise anarşizme ateşli devrimci bir söylemi ve burjuva bireyciliğine karşı kolektiviteyi savunur görünen komünizan yönleri taşıdı. Bu nedenle Bakunin’den hareketle günümüze uzanan anarşizm akımı, her türlü otoritenin, disiplinin ve devletin ortadan kaldırılması gibi argümanların yanı sıra, eşitlikçi bir toplumsal düzene ulaşılması, eski toplumun bütün kurumlarını yerle yeksan edecek bir toplumsal dünya devriminin savunusu gibi unsurları da içerdi. Bakuninci anarşizm eskisine kıyasla kuşkusuz daha devrimci göründü, ama işçi sınıfının toplumsal devrim mücadelesini başarısızlığa sürükleyecek temel zaafları son tahlilde değişmeden kaldı. Anarşizm felsefi bir akım olarak en parlak dönemini 19. yüzyılda yaşamış ve o dönemden itibaren de bireyci felsefeyi öne çıkartan çeşitlemeleri eğitimli küçük-burjuva çevrelerde itibar görmüştür. Bu yönüyle anarşizm, burjuva düzen içindeki varoluş koşullarından nefret eden ama disiplinli ve örgütlü bir işçi mücadelesine de büyük bir antipati hisseden kesimlerin hissiyatına tercüman olmaktadır. Anarşizmin, kapitalizm karşısında koyu bir umutsuzluğa sürüklenen bireyin her şeyi yadsımaya yatkın olan ruh halini yansıtan nihilizmle de yakınlığı vardır. Burjuva ideolojisinin topluma empoze ettiği bireyciliği aşamayan bu gibi düşünsel yaklaşımlar elbette işçilerin varoluş koşullarıyla pek bağdaşmaz ve genelde kafası karışmış aydınların ya da çözülen sınıf unsurlarının zihniyetini yansıtır. Diğer yandan anarşizmin daha toplumcu özellikler içeren çeşitlemeleri de, işçilerin devrimci bir disiplin ve otorite temelinde eğitilip örgütlenmesinin tarihsel rolünü kavramamakta ayak diremektedir. Bu bakımdan anarşizmin bir bütün olarak, işçi sınıfını burjuva siyasetine boyun eğmekten kurtaracak bir siyasi anlayış üretemediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Anarşizmin programatik düzeydeki temel zaafları da bu durumun kaynağında yatan nedenlere işaret eder. Konunun bu yönünü açıklığa kavuşturmak için burada kısaca da olsa Bakunin örneği üzerinde duralım. Bakunin’e göre devrimciler pratik siyasal mücadeleden tamamen el çekmeli ve yalnızca devletin kötülenip gözden düşürülmesine yönelik propagandaya odaklanmalıydılar. Bu propaganda sayesinde işçiler ve dolayısıyla toplumun çoğunluğu kazanılınca, nasılsa toplumsal devrim gerçekleşecekti. Devrim gerçekleşir gerçekleşmez, devlet çıkartılan bir kararnameyle sona erdirilecek ve yerine Enternasyonal örgüt geçirilecekti. Böylece özgürlük ve mutluluk çağı açılmış olacaktı. Bakunin bu çocuksu toplumsal devrim projesini toplumsal tasfiye olarak adlandırmaktaydı. Dünden bugüne anarşizmin büyük önderi olarak tari-


Ekim 2007 • sayı: 31

marksist tutum

Bakunin sınıfların ortadan kaldırılması hedefini ortaya koymak yerine, sınıfların gelecekte de devam edeceğini varsaymış oluyordu. Saçmalık derecesine varan bu tür açılımların, kendisine toplumsal devrimin teorisini öğretmek gibi bir misyon biçen bu yaman adamın bilgisizliğini ve başına buyrukluğunu gözler önüne serdiğini vurgulayacaktı Marx. Aynı programın üçüncü temel direği ise, işçi sınıfını devrimci mücadelede daha baştan yenilgiye mahkûm edecek bir sakatlıkla malûldü. Bakunin’e göre işçi sınıfı siyasetle uğraşmamalıydı. Onun görevi sendikalarda örgütlenmekten ibaret olmalıydı. Bakunin’in toplumsal devrim tasarımına göre, günün birinde sendikalar Enternasyonalin yardımıyla mevcut bütün devletlerin yerlerini alacaklardı. Böylece Bakunin keskin bir eylem adamı kisvesi ardında, gerçekte işçi sınıfının devrimci siyasal örgütünün yaratılması gibi meşakkatli bir işten uzak durmuş oluyordu. Zor olanı başarmaya çalışmak yerine, entrikacı yöntemlerle Enternasyonale sızarak onu parçalayacak bir yol tutacaktı Bakunin.

Anarşizmin devlet sorununa yaklaşımı Bakunin, Pruodhon’un düşüncelerinden esinlenen ve kendisinin kattığı öğelerle değişikliğe uğrayan “anarşizm” adını verdiği eklektik bir teori yaratmıştı. Bakunin’e göre, devrimciler pratik siyasal mücadeleden tamamen el çekmeli ve yalnızca devletin kötülenip gözden düşürülmesine yönelik propagandaya odaklanmalıydılar.

he geçen Bakunin’in program mahiyetinde ileri sürdüğü bu düşünceler, zamanında Marx tarafından bilimsel temellerde çürütüldü. Marx, Paul Lafargue’a bir mektubunda (19 Nisan 1870 tarihli mektup), Bakunin’in toplumsal devrim programını üç ana başlık altında toparlayarak eleştirmekteydi. Bakunin’e göre toplumsal devrimin ilk talebi mirasın kaldırılması olmalıydı. Marksist açıdan irdelendiğinde de, “miras hakkı” kuşkusuz mülkiyet sorununa bağlı haksız ve tasfiyesi gereken bir olguydu. Ne var ki, toplumsal devrimin ilerleyişi içinde sağlanan gelişme düzeyi geçmişin uzantısı olan bu tür olguları toplumun gündeminden düşürmedikçe, bunların bir gecede çıkartılıveren kararnamelerle ortadan kaldırılması istemi bir saçmalıktan ibaretti. Bakunin’in yanılgısının kaynağında, onun verili toplumsal sistemi idealist felsefenin kurgularına denk düşer biçimde tam tepetaklak ederek ele alması yatıyordu. Marx’ın belirttiği gibi, Bakunin’in teorisi “ekonomik rejimimizi hukuk sistemimizin temeli ve kaynağı olarak göreceği yerde, bugünkü hukuk sistemimizi ekonomik düzenimizin temeli sayan eskimiş bir ülküye dayanmakta” idi. Bakuninci toplumsal devrim programının ikinci ayağını ise, farklı sınıfların eşitliği talebi oluşturmaktaydı. Bakunin tamamen boş ve sözde bir eşitlik anlayışı temelinde, farklı sınıfların üyelerinin eşitliğini vazediyordu. Böylece

Anarşist düşünce, devlet ve yeni toplumsal düzenin biçimlenmesi konusunda bütünüyle yanlış bir kavrayışa sahiptir. Proudhon’da olduğu gibi Bakunin’de de en başta gelen kötülük devlettir, sermayeyi yaratan devlettir ve bu nedenle de önce devleti ortadan kaldırmak gerekir. Bu yapıldığında sermaye düzeni de kendi kendine ortadan kalkacak ve “anarşi” diye nitelenen yeni bir toplumsal düzene ulaşılacaktır. Son derece aşikârdır ki, anarşizm soyut bir devlet karşıtlığından hareketle, toplumsal devrimde işçi sınıfının devrimci iktidarının gerekliliğini rahatça yadsıyabilmektedir. Anarşizmin açılımları incelendiğinde, kapitalizmden komünizme geçiş dönemi boyunca proletaryanın ihtiyaç duyacağı devrimci diktatörlük sorunu veya bu tarihsel dönemi ilgilendiren devasa sorunların küçümsendiği görülür. Bu akımın tipik özelliklerinden biri de, toplumsal devrimin gerçek problemleri üzerine kafa yormak yerine, geleceğin toplumsal düzenine dair “ilkeler” öne sürmekle oyalanmaktır. Nitekim bu konuda Bakunin’in satırları yeterince fikir veriyor: “Bugünkü toplumsal düzenin sonu ve yeni ilkelerin yardımıyla yaşamın yenilenmesi, ancak, toplumsal varlığın tüm olanaklarının Komitemizin elinde toplanmasıyla, ve herkes için zorunlu fiziksel çalışmanın ilanıyla başarılabilir.” (Bakunin, Geleceğin Toplumsal Düzeninin Temel İlkeleri adlı makale, akt: Marx ve Engels, age, s.144) Kâğıt üzerinde birtakım tepeden düzenlemeler ve yasaklamalarla tasarlanan bu yeni toplumsal düzen yaklaşımı, sıkı “otorite düşmanı” Bakunin ve onun izleyicilerinin komitacılık tutkularını da açığa vurmaktadır. Bu terslik nedeniyle Marx ve Engels, bu yaklaşımın “inan olsun ki, en katıksız otorite düşmanlığı olduğunu” (!) belirterek haklı olarak

25


marksist tutum

Bakunin’i hicvetmişlerdir. Bakunin’in açılımlarında somutlanan yaklaşımlar, kapitalist toplumun yapılanmasını bilimsel temellerde çözümleyen Marksist kavrayışla tamamen ters düşer. Gerçek şudur ki, devlet sermaye düzenini yaratmamıştır. Tersine, sınıflı toplumlarda sömüren sınıfın ayrıcalıklarını koruma ihtiyacına dayanan devlet, sıra kapitalist topluma geldiğinde sermayenin egemenliğine dayanan bir niteliğe bürünmüştür. Bu bakımdan, ezilen sömürülen kitleler açısından gerçekten de bir kötülük kaynağı olan kapitalist devlet, sermaye ve ücretli emek ilişkisinin bir sonucu, onun bir yansımasıdır. O halde bu devlete son vermenin yolu da sermaye-ücretli emek ilişkisinin tasfiyesinden geçmektedir. Marksizmin açıklığa kavuşturduğu üzere, devletin ortadan kaldırılması sınıfların ortadan kaldırılmasının doğal bir sonucu olacaktır. Kapitalizmin küresel tasfiyesi ve böylece proletaryanın da varlık nedeninin ortadan kalkmasıyla birlikte, diğer sınıfları egemenlik altına almak için bir sınıfın devlet denen özel bir örgütlülük ve kuvvet yaratmasına duyulan ihtiyaç tarihsel olarak son bulacaktır. Yani devlet, anarşistlerin iddia ettiği üzere vakti kerameti geldiğinde iradi bir kararla ortadan kaldırılamaz, proletaryanın tarihsel görevini lâyıkıyla yerine getirmesiyle birlikte sönümlenerek yok olur. Genel olarak devlet sorunu ve özelde işçi devrimi sayesinde devletin tarihsel sönümlenme sürecine gireceği gibi konular Marksist teoride son derece önemli ve ayırt edici bir yere sahiptir. Bunlar üzerinde daha önce çeşitli vesilelerle etraflı biçimde durmuş bulunuyoruz (geniş bir okuma için bkz. E. Çağlı, Marksizmin Işığında, Tarih Bilinci Yay.). Ne var ki Marksizmin devlet sorununa yaklaşımı, reformistler, oportünistler, resmi ko-

26

Ekim 2007 • sayı: 31

münist hareket ve de anarşistler tarafından en çok çarpıtılan konuların başında gelmektedir ve yazının ilerleyen bölümlerinde buna değineceğiz. Anarşizmin tarihsel yanılgısına dönecek olursak, dikkat çekmek istediğimiz önemli bir husus var. Bakunin’in “devletin ortadan kaldırılması” konusundaki yaklaşımı Marx ve Engels tarafından bilimsel olarak çürütüldüğü gibi, gerçek yaşamın sınavında da büyük bir başarısızlığa uğrayarak sınıfta çakmıştır. Somutlamak amacıyla tarihsel bir örneği hatırlatalım. Fransa’da 1870 Eylülünde Lyon ayaklanması döneminde Bakunin, burjuva Ulusal Muhafız güçlerine karşı hiçbir önlem almaksızın, devletin kaldırılması için kent belediyesinde bir kararname çıkartır. Bakunin aslında silahlı kuvvetler tarafından yenilgiye uğratılmış durumdadır ve bu nedenle de burjuvalar, Engels’in ifadesiyle hiç tasa çekmeden güzel güzel belediye sarayına gelir, Bakunin’i kapı dışarı eder ve bir saat geçmeden de devleti yeniden yerine oturturlar. Anarşistlerin 1873 yılı İspanya cumhuriyet mücadelesi deneyimleri de eğitici derslerle doludur. Bakuninciler gerçekten devrimci bir durumla karşı karşıya kaldıklarında, daha önceki programlarını bir tarafa atmışlardır. Örneğin olayların akışı içinde sıra kendi ilkeleri gereği devleti “ortadan kaldırmaya” geldiğinde, tersine, bir sürü yeni ve küçük devlet yaratmaya girişmişlerdir.

Anarşizmin otorite sorununa yaklaşımı Anarşizmin her türlü otoriteye reddiye düzen yaklaşımının temelinde, onun toplumsal yaşamda işlerin veya mücadelenin nasıl örgütlendiği gerçeğini kavramaya yanaşmayan zihniyeti yatar. Halbuki otorite ihtiyacı ve otoritenin varlığı, anarşistlerin yaptığı gibi ondan hoşlanmamakla ya da onu keskin sözlerle mahkûm etmekle ortadan kalkmamaktadır. Üstelik geniş anlamıyla otorite, yalnızca kavramın ilk akla getirdiği ve aslında tasfiye edilmesi gereken baskıcı yönetim anlayışlarını değil, çok daha farklı boyutları da ifade eder. Örneğin üretici güçlerin toplumsallaşıp büyük ölçekli üretimi ve son derece karmaşık bir iş sürecini yaratmış olduğu bir çağda, üretim sürecinin işlemesi denetim ve otoriteyi gerektirir. Bunun yanı sıra, sosyal ve siyasal süreçlerin işleyişi de şu ya da bu cinsten bir otoriteye dayanmaktadır. Önemli olan, karşı çıkılan veya ihtiyaç duyulan otoritenin niteliğidir. Sınıflı toplumlarda insanlara bir “dış irade” yani bir otorite empoze edilmeksizin, hiçbir ortak eylem olanaklı değildir. Bu otorite, karşı çıkılması gereken şekilde bir kişi diktatörlüğü veya baskıcı azınlık diktatörlüğü olabileceği gibi, oy veren bir çoğunluğun iradesine ya da seçilmiş ve seçenler tarafından denetlenen yönetici komitelerin iradesine de dayanabilir. O nedenle, otorite ve özerklik ilkelerine toplumsal yaşamın gerçeklerinden kopuk biçimde mutlak olarak iyi ya da kötü anlamlar yüklemek yanlış olacaktır. Ve anarşistler bu yanlışı kutsamakta, “otorite” ve “merkezileşme” terimlerini koşulsuz olarak kötülük anlamında


Ekim 2007 • sayı: 31

kullanmaktadırlar. Engels’in otorite karşıtlarını eleştirirken söyledikleri yaşamın gerçeğine işaret eder: “Bu baylar hiçbir devrim görmüşler midir? Devrim, elbette ki, en otoriter olan şeydir; bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle ve toplarla –akla gelebilecek bütün otoriter araçlarla– dayattığı bir eylemdir; ve eğer muzaffer olan taraf yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini, silahlarının gericiler üzerinde yarattığı terör ile sürdürmelidir.” (Seçme Yapıtlar, c.2, Sol Yay., Temmuz 1977, s.451) İşçi ve emekçi kitlelerin başkaldırısıyla seyreden her gerçek devrim durumu, devrimin öncü güçlerinin karşısına devrimin örgütlendirilmesi, devrimci güçlerin birliğinin sağlanması, bu güçlerin merkezileştirilerek kitlelerin ayaklanmasının bilinçli şekilde yönetilmesi görevini çıkartır. Bu nedenle, devrimci eylemi yalnızca aşağıdan gelen baskı ile sınırlandırmak ve yukardan devrimci ve birleştirici bir merkezi “baskı” uygulamayı “ilkelere ters düşer” gerekçesiyle reddetmek anarşizmdir. Marksizmin açıklığa kavuşturduğu üzere, devletin ortadan kaldırılması sınıfların ortadan kaldırılmasının doğal bir sonucu olacaktır. Kapitalizmin küresel tasfiyesi ve böylece proletaryanın da varlık nedeninin ortadan kalkmasıyla birlikte, diğer sınıfları egemenlik altına almak için bir sınıfın devlet denen özel bir örgütlülük ve kuvvet yaratmasına duyulan ihtiyaç tarihsel olarak son bulacaktır. Yani devlet, anarşistlerin iddia ettiği üzere vakti kerameti geldiğinde iradi bir kararla ortadan kaldırılamaz, proletaryanın tarihsel görevini lâyıkıyla yerine getirmesiyle birlikte sönümlenerek yok olur. Soyut bir ideal olarak değil de toplumsal yaşamın ilerleyişi ve biçimlenişi açısından bakılacak olursa, otorite ve özerklik gibi olguların göreli şeyler olduğu rahatlıkla anlaşılacaktır. Otorite ve özerklik ihtiyacının kapsadığı alanlar toplumsal evrimin değişik evrelerinde değişikliğe uğramaktadır ve de uğrayacaktır. Burada bir yanlış anlamaya fırsat vermemek üzere vurgulamak gerekirse, Marksistler toplumsal devrimle varılması arzulanan hedef açısından siyasal otorite konusunda anarşistlerle anlaşmazlık içinde olamazlar. Marksizm, toplumsal devrim sayesinde siyasal devletin ve onunla birlikte siyasal otoritenin tasfiye olacağını, kamu görevlerinin siyasal niteliklerini yitireceklerini ve gerçek toplumsal çıkarları koruyan basit yönetimsel işlevlere dönüşeceklerini savunur. Anarşist düşünceyle anlaşmazlık noktası, anarşistlerin her tür otoriteye karşı çıkar görünmeleri ve siyasal otoriteyi var eden ya da gerekli kılan toplumsal koşullar henüz yok edilmeden bunların or-

marksist tutum

tadan kaldırılacağını iddia etmeleridir. Hiç kuşku yok ki, Marksistler sınıflı toplumlara damgasını basan sömürgen ve baskıcı yönetim ve otoritenin sona erdirilmesini savunurlar. Amaçlanan, dünya üzerinden kapitalizmin tasfiyesi sayesinde insanın insan üzerindeki egemenliğine son verilmesi ve toplumsal ihtiyaçların karşılanması için gereken işlerin planlanıp yürütülmesinden ibaret bir “kendi kendini yönetme” özerklik noktasına ulaşılmasıdır. Fakat kapitalizm altında yaşanan durumla varılması istenen hedef arasında, bugünden geleceğe uzanan tarihsel yolculuğu mümkün kılacak önemli bir tarihsel görev yer alır: İşçi sınıfı öncülüğünde gerçekleşecek toplumsal devrim! Bu devrimin örgütlenip başarıya ulaştırılması için çaba sarf etmeden ve bu uğurda ter dökmeden, ulaşılması tahayyül edilen geleceğe varmak asla mümkün değildir. İşçi devriminin örgütlenip başarıya ulaştırılması ise –beğenin ya da beğenmeyin– bir otorite olmadan asla mümkün olmamıştır, olmayacaktır. Ama bu otorite, kuşkusuz daha baştan, meşruluğunu devrimci mücadelenin öznesi olan sınıftan alan ve mücadeleye katılan unsurların gönüllü rızası üzerinde yükselen devrimci bir otorite olmalıdır. İşçi devrimi, tarihsel ayrıcalıklarını yitirmemek için her türlü kötülüğü göze alabilecek sınıf ve güçlerin tertip, baskı ve dirençlerini kırmak zorundadır. Bu denli ciddi ve zorlu bir işin gerektirdiği merkezi disiplin ve otorite ihtiyacını, kapitalizm koşullarında ulaşılması mümkün olmayan özerklik, otonomi gibi geleceğe dair amaçlar uğruna bugünden reddetmek devrimi göz göre göre yenilgiye sürüklemek anlamına gelecektir. Nitekim Engels bir mektubunda bu konuya açıklık getirir: “Zaferden sonra otoriteyi motoriteyi ne yaparsanız yapın, ama savaş için bütün kuvvetlerimizi bir tek noktada birleştirmeli ve bir tek merkezi saldırıda yoğunlaştırmalıyız. Otoriteden ve merkezileşmeden, her türlü koşul ve durumda mahkûm edilecek iki şey gibi söz edildiği zaman, ya böyle konuşanlar devrimin ne olduğunu bilmiyorlar, ya da bunlar yalnız sözde devrimcidirler gibi geliyor bana.” (Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, s.82) Vaktiyle Bakunin ve onun yandaşlarının Paris Komünü döneminde devrimci otorite gereğini fiilen küçümseyen tutumlarının yarattığı sonuçlar unutulmamalı. Paris Komününün hayatına malolan temel faktör, bir merkezileşmenin ve otoritenin eksikliğiydi. Ve bu tarihsel deneyimden çıkartılan bu önemli ders günümüzde de sınıfın devrimci mücadelesine ışık tutmayı sürdürüyor.

(devam edecek)

www.marksist.com sitesinden alınmıştır

27


Kapitalizmin Tarihi Soykırımlarla Bezelidir İlkay Meriç

Kapitalizmin tüm tarihi, burjuvazinin kendi çıkarları için vahşetin hiçbir türünden kaçınmadığının, bu uğurda on milyonlarca insanı feda edecek kadar gözü dönmüş bir sınıf olduğunun inanılmaz örnekleriyle doludur. Ve böylesi bir dünyada, soykırımların hesabını soracak, katliamlara son verecek ve barışı temin edip koruyacak tek sınıf, ancak ve ancak devrimci işçi sınıfı olabilir. İşçi sınıfı örgütlü bir güç olarak ben buradayım diyemedikçe, kimse soykırımların, katliamların, açlığın, yoksulluğun sona ermesini ve dünyaya barışın ve eşitliğin gelmesini beklememelidir. Ancak o, kendi çıkarları için halkları katleden ve birbirine kırdıran kapitalistleri yeryüzünden silme ve dünyaya barış getirme potansiyeline sahiptir.

28

G

eçtiğimiz haftalarda ABD’deki bir Yahudi örgütünün (İnkâra Karşı Mücadele Birliği - ADL) daha önceki tutumunu değiştirerek Ermeni soykırımını tanıdığını açıklaması, ABD Kongresinde Ermeni soykırımı yasa tasarısının geçirilmeye hazırlandığı şu günlerde zaten teyakkuz halinde olan Türkiyeli inkârcıları bir kez daha infiale sürükledi. Türk hükümetinin İsrail’i araya sokarak ADL’ye basınç bindirilmesini sağlama girişimleri, gazete köşecilerinin köpürmeleri ve Halaçoğlu gibilerin “bilimsel” ulumaları, aslında Ermeni kırımını “sözde”leştirmeye yönelik bildik ortaoyununun yeniden sahneye konulmasından başka bir şey değildi. Sonuçta bu girişim bir netice vermedi ve ADL’nin tutumu değişmedi. Meselenin Türk cephesinde durum buyken, ADL’nin “ahlâki bir tutum” olarak nitelendirdiği söz konusu açıklamalarını, bir grup duyarlı Yahudinin Ermeni halkının çektiği tarihsel acıları yürekten paylaşıp Ermeni soykırımını kabul etmesi olarak değerlendirmek de saflık olur. Emperyalist savaşın yeni cephelerinin açılmasının yakıcı bir şekilde gündemde olduğu ve bu konudaki pazarlıkların hızlandırılarak yürütüldüğü bir süreçte, ABD ve İsrail devletleriyle fazlasıyla içli dışlı bir örgütün, savaş pazarlıklarının doğrudan taraflarından biri konumundaki Türkiye’yi irrite edici böylesi bir konuyu gündeme taşıması kuşkusuz tesadüf olarak algılanamaz. Dolayısıyla, ABD’nin İran’a saldırma planlarının yeniden alevlendirildiği bir dönemde, İran’la büyük doğal gaz anlaşmaları imzalayan, Kürtlere karşı ortak harekâtlar düzenleyen ve olası bir İran savaşına şimdilik mesafeli duran Türkiye’ye yönelik bu girişimi, ADL aracılığıyla verilen bir tür gözdağı olarak algılamak yanlış olmayacaktır. Ancak burada bir çarpıtmaya da meydan vermemek gerekiyor. Kapitalist-emperyalist oluşumların insanlığın acılarını sömürerek burjuva politikanın aleti olarak kullanmaları, hakikati hakikat olmaktan çıkarmıyor. Kapitalist güçlerin bu tür konuları kendi çıkarlarının oyuncağı haline getirmeleri ne kadar gerçekse, Ermeni kırımı da o kadar somut bir tarihsel gerçek olarak karşımızdadır. Nitekim 1915-17 yılları arasında dönemin İttihat ve Terakki kadroları tarafından planlı bir şekilde örgütlenen Er-


Ekim 2007 • sayı: 31

marksist tutum

ğın tanık olduğu en büyük soykırımlar ve katliamlar üzerinden yükselerek doğmuş bir sömürü sistemi olduğunu görürüz. Zira, kanla yoğrulan ve tüm dünyayı kuşatan bu “yeni düzenin” işaret fişeği, “Yeni Dünyanın” yerlilerine uygulanan sınırsız bir vahşetle ateşlenmiştir. Ve bu vahşet, kapitalizmin kanlı soykırımlar zincirinin sadece başlangıç halkası olmuştur.

Sonraları “Hürriyet Abidesi” dediler ona!

1915-17 yılları arasında zorunlu göçe tâbi tutulmaları, bu göç sırasında aç konularak, zorlu hava koşullarında korumasız kılınarak en insanlık dışı uygulamalara maruz bırakılmaları ve organize edilen çeteler ve bizzat jandarma tarafından katledilmeleri sonucunda yüz binlerce Ermeni yaşamını yitirmiştir

meni kırımının varlığı, gerek o dönemin gerekse Cumhuriyet döneminin çok sayıda resmi belgesince de tartışmaya yer bırakmayacak netlikte doğrulanmaktadır. Zorunlu göçe (tehcir) tâbi tutulmaları, bu göç sırasında aç konularak, zorlu hava koşullarında korumasız kılınarak en insanlık dışı uygulamalara maruz bırakılmaları ve organize edilen çeteler ve bizzat jandarma tarafından katledilmeleri sonucunda en az 800 bin Ermeninin yaşamını yitirdiği tahmin edilmektedir. Dolayısıyla, şovenist cephenin “emperyalist oyunlar” argümanına başvurarak Ermeni kırımını yokmuş gibi gösterme çabalarının hiçbir inandırıcılığı yoktur. (bkz. Deniz Moralı, “Ermeni Sorunu: Gerçekler Direngendir”, Marksist Tutum, Mayıs 2005) Ermeni kırımı, esasında, İttihat ve Terakkiciler önde olmak üzere Osmanlı devlet kadroları arasında Türkçülük ideolojisinin güçlenmeye başladığı ve buna bir süre sonra “devleti kurtarma” misyonunun da eklendiği bir dönemde gerçekleşmiştir. İttihat ve Terakki kadrolarının Anadolu’yu düşman bellenen gayri Müslim unsurlardan temizleme ve Müslümanlık ve Türklük temelinde bir birlik sağlama fikri, ilerleyen süreçte Osmanlı yönetici elitinin egemen anlayışı haline gelmiştir. Eklemek gerekir ki, bu anlayış, TC’nin kuruluşu sürecinde ve sonraki dönemde de devlet kurucu kadrolar arasında etkisini sürdürmüştür Nitekim Rum ve Ermeni unsurların el konulan malları, arazileri, servetleri 50’li yıllara kadar uzanan süreçte pek çok Müslüman-Türk toprak sahibini ve tüccarı daha da zengin kılmış ve yeni oluşmaya başlayan Türk burjuvazisinin ihtiyaç duyduğu sermaye birikiminin sağlanmasında önemli bir rol oynamıştır. Ancak Ermeni kırımı, egemen sınıfların kendi çıkarları doğrultusunda giriştikleri katliamların ne ilk ne de son örneğidir. Tarihe baktığımızda, bizzat kapitalizmin, insanlı-

Bilindiği gibi Amerika’nın beyaz adam tarafından istila edilmesi, yerli halkın köleleştirilip madenlere gömülmesi ve bu kıtadan çıkarılan altın ve gümüşün Avrupa’ya taşınması, Avrupa’da sermaye birikimine ve dolayısıyla kapitalizmin gelişmesine çok önemli bir itki sağlamıştı. Ancak bu, milyonlarca Amerikan yerlisinin o güne dek hiç karşılaşmadıkları tüfeklerle, kılıçlarla ya da mikroplarla katledilmesi ve köleleştirilmesi pahasına sağlanan bir gelişmeydi. Amerikan yerlilerinin uğradıkları kıyım, tarihin gördüğü ilk ve en büyük soykırımdı. Kristof Kolomb’un kıtaya ayak basmasıyla başlayan ve 1886’da son Kızılderili reisinin ABD tarafından teslim alınmasıyla nihai noktasına ulaşan bu katliamda, milyonlarca Amerikan yerlisi vahşi bir biçimde yok edildi. Örneğin, bugün üzerinde Dominik Cumhuriyeti’nin ve Haiti’nin bulunduğu ve Kolomb önderliğindeki İspanyollar adaya ayak basmadan önce on binlerce insanın yaşadığı Hispaniola Adasında, istilanın üzerinden 25 yıl geçtikten sonra sadece 200 yerli kalmış ve bir süre sonra bunlar da tümüyle yok edilmişti. İstilâ edilen diğer kıta topraklarında da benzer bir durum geçerliydi. Ne var ki bu katliamı gerçekleştirenler tarih kitaplarında “yeni bir kıtayı keşfeden kahramanlar” olarak kutsanırken, Amerikan yerlileri aynı kitaplara “vahşiler” olarak geçeceklerdi. Yağmacılar ve köle tacirleri tarafından korkunç bir soykırıma maruz bırakılan Amerikan yerlilerinin beyaz adamdan çektikleri bunlarla sınırlı kalmadı. 19. yüzyıla gelindiğinde, bu kez benzer bir soykırım Kuzey Amerika’da yaşanacaktı. Beyaz adamın 19. yüzyılın ikinci yarısında doruk noktasına ulaşan ve 1890’a kadar devam eden katliamlar eşliğinde gasp ettiği yerli toprakları üzerinde bu kez “özgürlükler ülkesi” ABD yükselecekti. Beyaz adam, yarattığı vahşeti gizlemek için yıllar boyunca her türlü yalana başvurdu. Bu yalanlar sayesinde, Amerika, beyaz adamın “keşfetmesinden” önce pek fazla insanın yaşamadığı bakir bir kıta olarak yer etti “uygar” Batı insanının zihninde. Sinema ise bu yalan makinesinin en güçlü aracı olarak kullanıldı. Dünyanın her köşesine pazarlanan Hollywood filmleri aracılığıyla gerçeklik tümüyle ters yüz edildi ve beyazlar “vahşi Kızılderililer” tarafından katledilen, kafa derileri yüzülen “zavallılar” olarak gösterildiler. Siu kabilesinden Mahpiya Luta (Kızıl Bulut), 1882’de,

29


marksist tutum

atalarının maruz bırakıldığı soykırıma dair şunları söylüyordu: “Amerika’nın geniş vadilerinde mutluluk içinde yaşayan asil bir ırk vardı... Güler yüzlü, sevecen ve misafirperverdiler... Dört yüz yıl önce, dünyanın öbür ucundan gelen «soluk benizlileri» de «kardeş» deyip basmışlardı bağırlarına... Ama, sevgiye karşı düşmanlık, yardıma karşı nankörlük, mertliğe karşı alçaklık gördüler... Öz yurtlarında «parya» edildiler, ezildiler, öldürüldüler; «medeniyet» ve «Tanrı» adına... Sefil ruhların bölük-pörçük zulümleri gün oldu devletleşip balyoz gibi indi başlarına... Artık gülmüyorlardı, gülemiyorlardı... Mezar taşı dikilmişti söndürülen ocaklarına... Sonraları «Hürriyet Abidesi» dediler ona: Kan emerek semiren vampir devlet, «özgürlük, barış ve demokrasi» vaatleriyle sürdürdü sömürüsünü. Ve sürdürüyor...” Söndürülen ocaklar üzerinde inşa edilen ve sonraları “hürriyet abidesi” olarak kutsanan ABD’de, kıtanın gerçek sahipleri olan yerlilere 1924’e kadar vatandaşlık hakkı tanınmadı. 1953’e kadarsa kendilerine gösterilen sınırlı alanlarda, bir tür toplama kampı olan rezervasyonlarda yaşamaya mahkûm edildiler. Ve bugün nüfusu 300 milyonu geçen ABD’de yerlilerin sayısı sadece 250 binken, “özgürlük ve demokrasi” adına tüm dünyayı kana boyamaya ve kan emerek semirmeye devam eden bu vampir devlet, kıtada gerçekleştirilen katliamı soykırım olarak adlandırmayı reddetmeyi sürdürüyor.

Yahudi soykırımı ve Siyonist burjuvazi Kapitalizmin soykırımlarla bezeli tarihine kazınan en büyük soykırımlardan biri de, Nazilerin başta Yahudiler olmak üzere, Çingeneler, Slavlar, komünistler, sosyalistler, homoseksüeller, sakatlar gibi “arî” Alman kanını bozduklarını düşündükleri tüm unsurlara karşı uyguladıkları katliamdır. Alman sermayesini daha güçlü kılmak ve emperyalist hegemonya yarışında bayrağı ele geçirmek uğruna gerçekleştirilen bu soykırım, aynı zamanda 20. yüzyılın gördüğü en büyük soykırım olarak tarihe geçmiştir. Bu soykırımda, toplama kamplarında gaz verilerek, kurşuna dizilerek, en insanlık dışı işkencelere tâbi tutularak, her türlü deneyde kobay olarak kullanılarak katledilen insanların toplam sayısı 11 milyon civarındaydı. Bunların yarıdan fazlasını ise, çocuk, yaşlı, kadın, erkek denmeksizin, salt Yahudi oldukları için soykırıma tâbi tutulanlar oluşturuyordu. Bu korkunç soykırım karşısında Yahudi burjuvazisinin takındığı ırkçı tutum ise dehşet vericiydi: “Nazilerin uyguladığı soykırım nedeniyle milyonlarca Yahudinin öldüğü esnada, Siyonist örgütler, ABD ve Batı Avrupa’da göçmen yasalarının zulümden kaçan Yahudilerin girişini kolaylaştıracak şekilde değiştirilmesine şiddetle karşı çıkıyorlardı. Bu ülkelerin parlamentolarındaki Yahudiler yasalar aleyhinde oy kullanıyorlardı. Amaç, İsrail’e göçü hızlandırmak ve Siyonizmin güç kazanmasını sağlamaktı. Yine aynı örgütler, soykırımın uygulandığı ül-

30

Ekim 2007 • sayı: 31

Nazilerin Polonya’da ve Almanya’da gerçekleştirdiği soykırımda milyonlarca Yahudi yaşamını yitirdi

kelerdeki faşist yönetimlerle anlaşıp, az sayıda seçkin Yahudinin ülke dışına çıkarılması karşılığında yüz binlerce insanın gaz odalarına gönderilmesine sessiz kalıyordu. Yaşlılar ve hastaların İsrail’e gitmeleri istenmiyor, sağlıklı ve genç Yahudilerle İsrail’de güçlü bir ırk yaratılması planlanıyordu. Bu doğrultuda, Hitler’in arî ırk projesine gıptayla bakılıyordu.” (Zeynep Güneş, Filistin Sorununa Marksist Yaklaşım, www.marksist.com) İsrail’in ilk devlet başkanı olan Ben Gurion, soykırımın arifesi olan 1938’de, “bilsem ki Almanya’daki bütün çocukları kurtarmak için ya hepsini İngiltere’ye nakletmek ya da yarısını Eretz İsrail’e götürmek gerek, ikinci şıkkı seçerim” diyordu. Geleceğin başbakanlarından İzak Şamir ise, 1941’de, Nazilere, Filistin’de kurulacak bir Yahudi devletini tanımaları koşuluyla “savaşta Almanya’nın yanında aktif olarak yer almayı” teklif ediyordu. Sonuçta Nazilerin uyguladıkları soykırım, milyonlarca Yahudinin yok olmasına, bir avuç Yahudi para babasının ise inanılmaz servetler edinmelerine ve Siyonist bir devlete kavuşmalarına yol açtı. Bugün Filistinliler üzerinde terör estiren ve bölge halkları açısından en büyük tehditlerden birini oluşturan Siyonist İsrail devletinin, varlığını meşrulaştırıcı bir olgu olarak sarıldığı bu tarihsel soykırımın bir eşi daha bulunmadığını kanıtlamak için uğraş vermesi boşuna değildir. Nitekim, Yahudi burjuvazisinin “saygın” üyelerinden Jak Kamhi’nin geçtiğimiz günlerdeki açıklamaları bu açıdan ibret vericidir. ADL’nin tutumunun tartışılmaya devam edildiği günlerde, tam kadro düzenlenmiş bir törenle cumhurbaşkanı Sezer’in elinden “Devlet Üstün Hizmet Madalyası” alan Jak Kamhi, törenin ardından gazetecilere bir demeç vermişti. Demeçte, ADL başkanı Abraham Foxman’a bir mektup gönderdiğini dile getirerek şunları söylüyordu Kamhi: “Ben Foxman’a bir mektup yazarak yapılanlardan do-


Ekim 2007 • sayı: 31

layı eleştirilerimi yolladım. Mektupta resmen kafalarına vuruyorum. «Nasıl» diyorum onlara, nasıl siz İkinci Dünya Savaşında olanlar için kullanılan «soykırım» tanımını, Birinci Dünya Savaşında çıkan ayaklanma sonucu ölen Ermeniler için kullanabilirsiniz. Çünkü birini kabul etmek, diğerini yok ediyor. Almanya’daki bir Musevi ne ayaklandı, ne toprak istedi, ne de kimseleri yaraladı. Yalnızca, kökenlerinden dolayı, «genlerinden» dolayı yok edildiler. Türkiye’de ise öyle bir şey olmadı, bunlar ayaklanıp toprak istediler. Savaştılar, insan öldürdüler. Elbette ki bunun karşılığında da direnç gördüler. Ama buna «soykırım» denemez. … Bir kere bütün Musevi diasporası size karşı. Bizim gibi dünyada tek ve benzeri olmayan bir dramı sulandırıyor ve yok ediyorsunuz. … Mektubumun özü budur. İsrail’in de bu işe karışması bundan dolayıdır. Kendine has olan o meşhur soykırımın bir benzeri olmadığını kanıtlamak için uğraşıyorlar. Sadece bizim güzel gözlerimiz için değil.” Her cümlesinde Ermenilerin katledilmesine haklı gerekçeler üreten ve Yahudi soykırımını tarihte eşi görülmemiş bir kıyım olarak yansıtan bu ifadeler, aynı zamanda, soykırım gibi en korkunç insanlık suçları karşısında bile sermayenin nasıl da ikiyüzlü bir tutum takındığının çarpıcı bir örneğini oluşturmaktadır. Ne var ki Kamhi’nin dediği bir şey çok doğrudur. Dünyanın neresinde olursa olsun, burjuvazi denen sömürücü sınıf, insanlık dramları karşısında mağdurların “güzel gözleri için” değil, kendi çıkarlarını gözeterek tutum almaktadır. Çok gerilere gitmeye gerek yok, tüm bir 20. yüzyıl tarihi bunun örnekleriyle doludur. Savaşlarda, ezilen halkların bağımsızlık mücadeleleri esnasında ya da bizzat karşıdevrimlerde, sermayenin çıkarları doğrultusunda milyonlarca insan katledilmiş ve farklı ulusların burjuvazileri de buna yine kendi çıkarları doğrultusunda göz yummuşlardır. Bu açıdan, 1990’lı yıllarda Balkanlar’da yaşanan ve 300 bin insanın yok edilmesiyle sonuçlanan katliamlara karşı takınılan tutumlar, burjuva devletlerin insanlık dramları karşısında gösterdikleri tepkilerin tipik örneklerinden birini teşkil etmektedir. Emperyalist güçler, soykırım düzeyine ulaşan bu katliamlara önce göz yummuş ve olgunlaşmasını beklemiş, ardından da “barış gücü” adı altında hem savaşa müdahil olmuş hem de kendi çıkarları doğrultusunda bir paylaşım gerçekleştirmişlerdir. Yine 90’lı yıllarda Ruanda’da 100 gün içerisinde 800 bin Tutsi

marksist tutum

soykırıma tâbi tutulurken, emperyalist güçler bu katliamı yaratan ortamı bizzat kışkırtmış, katliamı gerçekleştiren Hutuları silahlandırıp eğitmiş ve silah satışlarından gelen paralar eşliğinde katliamı izlemeye koyulmuşlardır. Katliam başladığında BM “barış gücü” ABD’nin bastırmasıyla geri çekilmiş, ABD ve Fransa BM gündemine getirilen tasarılardaki “soykırım” sözcüğünü gerekçe göstererek bunları veto etmiş ve her türlü müdahaleye karşı çıkmışlardır.

Şimdi de Darfur ABD’nin bütünüyle kendi çıkarları ekseninde tam tersi tutum takındığı ve bu tutumu “insani yaklaşım” ambalajına bulayarak pazarladığı örneklerden biriyse Darfur’dur. Timsahların avlarını yerken gözyaşı döktükleri söylenir. ABD de uzunca bir süredir Darfur için timsah gözyaşları dökmektedir. Bu emperyalist devlet, Sudan’a yaptırım uygulanması ve Darfur’a BM “barış gücü” gönderilmesi yolunda inanılmaz çaba harcamıştır. Seferber edilen ünlü sanatçılar, Evanjeliklerin ve Yahudi örgütlerinin organize ettiği büyük mitingler, yürek parçalayıcı medya kampanyaları vs. sayesinde, ABD, Avrupa’nın da desteğiyle, sonunda BM’den istediği kararı çıkarmayı başarmıştır. BM’nin ve Afrika Birliği’nin ortaklaşa oluşturmalarına karar verilen 26 bin kişilik “barış gücü” sözde bölgedeki barışın korunmasını temin edecektir. Ancak gerçek niyetin barışın korunmasıyla uzaktan yakından ilgisi olmadığı açıktır. Amerika, BM önderliğinde girişilecek bu emperyalist müdahalenin bahanesi olarak, Sudan hükümetinin Darfur’da gerçekleştirdiği katliamı öne sürüyor. Hatırlatmak gerekirse, Sudan hükümetinin ayrımcı politikalarına ve hüküm süren açlığa karşı 2003 yılında Darfur’da silahlı ayaklanma başlamış ve Sudan hava kuvvetlerinin ve hükümet yanlısı milislerin düzenledikleri saldırılar sonucunda, bu bölgede 200 binden fazla insan katledilmişti. Halen çoğu mülteci kamplarında yaşamak zorunda olan 2 milyondan fazla insan ise evlerini terk edip başka bölgelere ve Çad başta olmak üzere komşu ülkelere kaçmak zorunda 2003 yılında Sudan hava kuvvetlerinin ve hükümet yanlısı milislerin düzenledikleri saldırılar sonucunda, Darfur’da 200 binden fazla insan katledildi. Halen çoğu mülteci kamplarında yaşamak zorunda olan 2 milyondan fazla insan ise evlerini terk edip başka bölgelere ve Çad başta olmak üzere komşu ülkelere kaçmak zorunda kaldı.

31


Ekim 2007 • sayı: 31

marksist tutum

du: “Bu beş yıllık bir kampanya planının parçası olarak tartışılıyor, toplam yedi ülke var, başta Irak ve ardından Suriye, Lübnan, Libya, İran, Somali ve Sudan.” Bush’un 2006 Ekiminde Darfur’a yönelik bir kararı imzalarken söylediği sözlerse, ABD’nin Darfur’a yönelik çırpınmalarının temelinde petrolün yattığının en açık kanıtlarından birini teşkil ediyordu: “Sudan hükümetinin Sudan petrol ve petrokimya sanayii üzerindeki yaygın rolü, ABD’nin ulusal güvenliğini ve dış politika çıkarlarını tehdit ediyor.” Baklayı ağzından kaçıran Bush, böylece, “Darfur’da soykırım” çığlıklarının gerçekte hangi amaca hizmet etmek üzere yükseltildiğini de itiraf etmiş oluyordu. Tüm bunlar, yüz binlerce insanın yok edilmesine varan katliamların, ancak emperyalistlerin ilgili bölgelerdeki çıkarları bunu gerektiriyorsa “soykırım” olarak adlandırıldığını yeterince kanıtlamaktadır. Bizler, üretimin kâr için yapıldığı ve “insani değerler” başta gelmek üzere her şeyin metalaştırıldığı kapitalist bir dünyada yaşıyoruz. Kapitalizmin tüm tarihi, burjuvazinin kendi çıkarları için vahşetin hiçbir türünden kaçınmadığının, bu uğurda on milyonlarca insanı feda edecek kadar gözü dönmüş bir sınıf olduğunun inanılmaz örnekleriyle doludur. Ve böylesi bir dünyada, soykırımların hesabını soracak, katliamlara son verecek ve barışı temin edip koruyacak tek sınıf, ancak ve ancak devrimci işçi sınıfı olabilir. Emperyalistlerin “barış gücü” yalanları kimseyi aldatmamalıdır. Çıkardıkları savaşlarda milyonlarca insanı yok edenler, katliamların en vahşilerini gerçekleştirenler, soykırımları para kaynağı olarak görenler, halkları birbirlerine düşman edenler barışı temin edebilir ya da onu koruyabilir mi? Asla! Emperyalistlerin barış gücü adı altında gönderdikleri, savaş güçleridir. Yaşanan insanlık dramları karşısında yüreği sızlayan hiçbir işçi ve emekçi, bu kan emicilerden gerçek insani yardım yapmalarını bekleyip boş hayallere kapılmamalıdır. İşçi sınıfı örgütlü bir güç olarak ben buradayım diyemedikçe, kimse soykırımların, katliamların, açlığın, yoksulluğun sona ermesini ve dünyaya barışın ve eşitliğin gelmesini beklememelidir. Ancak o, kendi çıkarları için halkları katleden ve birbirine kırdıran kapitalistleri yeryüzünden silme ve dünyaya barış getirme potansiyeline sahiptir.  Seferber edilen ünlü sanatçılar, Evanjeliklerin ve Yahudi örgütlerinin organize ettiği büyük mitingler ve yürek parçalayıcı medya kampanyaları sayesinde BM gücünün Darfur’a yerleşmesini sağlayan ABD’nin gerçek amacı, Darfurluları korumak değil bölge petrolleri üzerinde söz sahibi olabilmektir.

kalmışlardı. ABD’nin “soykırım” olarak nitelendirdiği, BM’nin ise bazı ülkelerin vetoları nedeniyle bu tanımlamayı kullanmaktan kaçındığı söz konusu katliam ve dram karşısında, ABD’nin tepkisi nedense Ruanda’dan tümüyle farklı olmuştu. ABD, tarihinde ilk kez olarak, herhangi bir bölgede çatışmalar yaşanırken onu “soykırım” olarak niteleme aceleciliğini gösteriyordu. Peki neden? Darfur’daki Afrikalıların “güzel gözleri” için mi? Elbette hayır. Nitekim Sudan’ın özelliklerine baktığımızda, ABD öncülüğündeki emperyalist güçlerin, “güzel gözlere yardım”dan öte birtakım amaçlar taşıdıkları kolayca anlaşılabiliyor. Büyük Ortadoğu Planının adım adım uygulamaya sokulduğu bir süreçte coğrafi pozisyonu itibarıyla önemli bir yere sahip olan, yüzölçümü bakımından Afrika’nın en büyük ülkesi olan ve aynı zamanda kıtanın üçüncü büyük petrol üreticisi konumunda bulunan Sudan, doğal gaz, uranyum ve bakır yatakları bakımından da oldukça zengin bir ülke. Batıda yer alan Darfur ise, içinde kıvrandığı yoksulluğa zıt bir biçimde, ülkenin petrol rezervleri bakımından en zengin bölgelerinden birisi. Ne var ki, ABD’yi son derece rahatsız eden bir şekilde, Sudan’ın Çin’le oldukça yakın ekonomik ilişkileri mevcut ve hepsinden önemlisi, bu ülkenin petrol üretiminin yüzde 80’i Çin’in denetiminde bulunuyor. Bütün bu faktörler bir araya geldiğinde, ABD açısından, durum, bir an evvel müdahaleyi gerektiren bir aciliyet taşıyor elbette. Şurası çok açık ki, Büyük Ortadoğu Planının temel amacı, Sudan’ın da dahil olduğu geniş bölgede ABD nüfuzunun tesis edilmesi ve petrol başta olmak üzere enerji kaynakları üzerinde tam denetimin sağlanmasıdır. 2001 tarihli bir raporunda General Wesley Clark, Pentagon’daki bir askeri yetkilinin, kendisine, “şimdi Irak’ın peşindeyiz, ama daha fazlası var” dediğini belirtiyor ve konuşmanın devamında bu yetkilinin şunları söylediğini ifade ediyor-

32


Venezuela İşçi Hareketinin Sorunları Üzerine M

arksist Tutum olarak Venezuela’da son yıllarda yaşanmakta olan devrimci hareketlilik sürecinde ortaya çıkan olgu ve eğilimlerin işçi sınıfının devrimci bakış açısı ve tarihsel çıkarları açısından doğru değerlendirilmesinin önemini başından beri vurguluyoruz. Sovyetler Birliği’nin yıkılışından sonra oluşan karanlık dönemin ardından yaşanmaya başlayan yeni devrimci süreçlerde işçi sınıfının ve Marksistlerin eski yanlışlara düşmemeleri açısından sürece serinkanlı bakabilmek gerekiyordu. Ancak dünya sol hareketinin genişçe bir bölümünün, Venezuela’da yaşananlara, yine eski yanlışları tekrarlayacak biçimde yaklaştığı görüldü. Chavez’in zaman zaman kullandığı sosyalist söylemden etkilenen bu kesimler, özünde devlet kapitalizmine bir gidiş olarak görülebilecek burjuva popülist-Bonapartist bir çizgiyi, bir sosyalizme gidiş süreci olarak, bir devrim olarak sunmaktadırlar. Ayrıca bu kesimler Chavez’e de büyük bir sempati beslemekte, onu sosyalist renklere bürümekte ve asıl önemlisi işçi sınıfını onun kuyruğuna takmaya çalışmaktadırlar. Oysa devrimci Marksistler açısından görev, işçi sınıfını Chavezci yönelişin burjuva içeriği konusunda uyarmak ve Venezuela’daki devrimci sürecin proleter devrimci bir rotaya girmesini savunmaktır. Aşağıda yer verdiğimiz, Venezuelalı sosyalist bir sendika-

cı olan Orlando Chirino ile yapılmış röportajda da sürecin gerçekliğine ilişkin içerden bilgi ve gözlemler yer almaktadır. Hatırlanacağı gibi Venezuela’daki tek sendikal federasyon olan ve çok uzun yıllar boyunca adeta bir patron örgütü olarak hareket eden CTV, son yıllarda ülkede yaşanan devrimci hareketlilik süreci içinde, içerden gelişen bir sol muhalefet sonucu, Türkiye’de DİSK’in Türk-İş’ten ayrılarak doğuşunu andıran biçimde bölünmüş ve yeni bir sendikal federasyon olarak UNT kurulmuştu. Chirino da bu yeni sendikal yapılanmanın liderlerinden birisi. Röportaj, Chavez’in bu yıl Mart ayında ortaya attığı, Venezuela Birleşik Sosyalist Partisinin (PSUV) kurulması ve Bolivarcı Hareketin içindeki tüm partilerin de kendilerini bu partide eriterek birleşmeleri önerisini yapmasının ardından gerçekleştirilmiştir. Chavez’in, bu hamleyle, kendi popülist-Bonapartist çizgisini daha örgütlü bir yapıya kavuşturma ve başta işçi hareketi olmak üzere kitle hareketi üzerinde kendi kontrolünü sağlamlaştırma amacını güttüğünü daha önceki değerlendirmelerimizde ortaya koymuştuk. Onun işçi hareketini kontrol etmek için bir diğer alandaki çabası da, UNT’nin tam olarak hizaya çekilmesi ve Chavezci rejimin itaatkâr bir payandası yapılmasıdır. Şu anda UNT içinde birçok eğilim bulunmakla beraber, kontrol Chavez’in memurları gibi hareket eden tutucu-bürok-

33


Ekim 2007 • sayı: 31

marksist tutum ratik eğilimde bulunuyor. Aşağıdaki röportajda Chirino’nun söyledikleri, genel hatlarıyla bizim Venezuela’daki sürece ilişkin olarak başından beri yaptığımız analizleri ve uyarıları doğrulayıcı niteliktedir ve içeriden yapılan gözlem ve değerlendirmeler olduğu için anlamlıdır. * * *

Chavez’in 24 Martta PSUV’nin kurulması önerisini ortaya atmasıyla gündeme gelen konular hakkında değerlendirmeniz nedir? Chavez’in tartışmaları alevlendirmesinin güzel tarafı Venezuela devriminin doğasını, PSUV’yi yaratma projesini, değişik sosyal kesimlerin ve özellikle de işçi sınıfının devrimde oynadığı rolü tartışma fırsatını vermiş olmasıdır. Bu, bir örgütü nasıl inşa edeceğinize dair bir tartışmadır ve açık, aleni ve tam bir dürüstlük içinde tartışmamız gereken sorunları gündeme getirmektedir. Endişe verici tarafı ise, Başkanın tam da kendi eleştirdiği şeyi yapma noktasına gelmesidir. Soldaki örgütleri karakterize eden politik yamyamlığı eleştirdi, fakat sonra kendi fikirlerini paylaşmayanlara karşı-devrimci dedi. Bunun büyük bir hata olduğunu düşünüyorum, çünkü tartışmayı teşvik etmiyor, onu bastırıyor ve Başkanın savaşmakta kararlı olduğunu söylediği sekterliği cesaretlendiriyor. Nelerin en önemli konular olduğunu düşünüyorsunuz? Tartışılması gereken çok fazla konu var, ama özellikle ikisini belirtmeme izin verin. Örneğin Başkan reformistlerin bir tehlike olduğunu söylüyor ve ben de bu konuda hemfikirim. Ama benim görüşüme göre, Başkanın öne sürdüğü program reformist bir anlayış üzerine kurulmakta ve sermaye mantığından kopuşu içeren bir perspektif yok. Bunu izah edeyim. 1990’ların büyük neo-liberal saldırılarından sonra uluslararası sermaye tarafından petrol, madencilik, kömür, altyapı inşası gibi ekonominin stratejik sektörlerine milyon dolarlık yatırımlar yapıldığını tekrar görmekteyiz. Çin’den, Rusya’dan ve İran’dan uluslararası konsorsiyumlar işçileri hiç olmadığı kadar fazla sömürüyorlar. Bazı çokuluslu şirketlerin diğerlerinden daha iyi olduğunu düşünmüyorum. Hepsi ticarette ve üretimde tekel haline gelmek, işçileri sömürmek, ulusların doğal kaynaklarını talan etmek ve bu ülkelerin ekonomik karar alma süreçlerine politik olarak karışmak derdindeler. Başkan, çokuluslu şirketler tarafından yapılan yatırımları ileri bir adım olarak takdim ediyor. Ben ise bunu devrimi ipotek etmek olarak görüyorum. Bana göre sosyalizm yönünde atılacak ilk adım çokuluslu şirketlerle ve firmalarla bir kopuş gerçekleştirmektir. Diğer yandan bu hükümetin yaptığı ise gitgide daha büyük ekonomik gruplar halinde yoğunlaşmayı teşvik etmektir. CANTV ve Caracas Elektrik Şirketi’nin satın alınması bununla ilgili örnekler-

34

dir. Bu işletmelerin devlet tarafından iyileştirilmesi hiç şüphesiz ileri bir adımdır, fakat iş çevreleri bu gelişmelerden çok memnun kalmışlar ki bu hareketi desteklediklerini kamuoyuna açıkladılar. Aynı şekilde endişe veren bir başka durum ise Başkanın Sidor’un kamulaştırılmayacağı, çünkü onun iyi kapitalistler tarafından işletildiği yönündeki bildirisidir. Gerçekte bu şirket 4. Cumhuriyet sırasında özelleştirilmiştir ve Arjantin menşeli Technit şirketinin başında olduğu uluslararası bir konsorsiyumun malıdır. Bizim anladığımıza göre Başkan bu görüşü taşıyor çünkü şirket dost bir başkan, Kirschner tarafından yönetilen Arjantin’de konuşlanmış bir şirkettir. Fakat merak ediyoruz biz ne zaman “iyi” ve “kötü” kapitalistlerden bahsetmeye başladık? Başkan şimdilerde Çin’e çok fazla gönderme yapıyor. Bunu yapmamasını isterdik, çünkü kapitalizm Çin’de birkaç yıl önce yeniden kuruldu ve Çin bugün işçi sınıfının en fazla sömürüldüğü bir ülkedir. İşçiler kendisine komünist diyen yozlaşmış bir parti tarafından yönetilen, fakat gerçekte çokuluslu şirketlerin inisiyatifine bırakılmış modern köleler durumundalar. Çin hiç de iyi bir örnek değildir. Diğer bir önemli konu ise bu devrimde sosyal sınıfların rolleridir. Azınlığın isteklerini çoğunluğa zorla dayattığı bir sistem olan kapitalizmi alt etmenin tek yolunun, çoğunluğu oluşturan ve üretici durumundaki işçi sınıfının ve halkın şirketlerin kamulaştırılmasında başı çekmek ve onları kendi kontrolümüz altına almak olduğunu bilmek için Marx’a, Engels’e, Lenin’e veya Troçki’ye atıf yapmak zorunda değilsiniz. Bu anlamda, sosyalizmden ne kastedildiği açıktır. Fakat bu Venezuela’da giderek daha zor hale gelmeye başladı. Biz işçiler, ekonominin kilit sektörlerinde bile, bıraktık işçi kontrolünü, ortak yönetimi bile düşünecek durumda değiliz. Hükümet, stratejik sektörlerde ortak yönetim olasılığını düşünmeyecektir. Hükümet onları henüz dinlemeden ve firmayı kamulaştırma konusunda razı olmadan önce Constructora Nacional de Válvulas’daki (artık Inveval diye biliniyor) yoldaşlarımız gerçek fiziksel zorluklara ve açlığa katlanmak zorunda kaldılar ve zorlu bir mücadele yürüttüler. Venepal (şimdilerde Invepal) işçileri, hükümet aksi yöne bakarken, kapitalistleri alt etmek için on ay boyunca mücadele ettiler. Şimdi de, işçilerin kamulaştırma için dört aydır işgal ettiği fakat hükümetin bunun gibi kamulaştırmalara oranla daha az ilgilendiği Sanitarios Maracay vakasıyla karşı karşıyayız. Bu, hükümetin programının kamulaştırmayı içermediğini ve PSUV’nin programında da böyle bir şey olmayacağını düşündürüyor. Fakat eğer bu olmazsa sosyalizme doğru değil, sadece kalkınmacılık perspektifi olan bir devlet kapitalizmine doğru ilerleyeceğiz. Bu, özel mülkiyeti el değmemiş olarak bırakır ve kapitalist sömürünün ve küçük bir azınlık tarafından gerçekleştirilen kâr birikiminin


Ekim 2007 • sayı: 31

devam edeceği anlamına gelir. Peki Chavez’in sendikaların bağımsızlığı konusundaki görüşleri nelerdir? Bu önemli bir konu. Başkan ne tarihi değiştirebilir ne de sendikal hareketin bağımsızlığı için mücadele eden bizlerin 4. Cumhuriyet’te (Chavez Anayasasından önceki cumhuriyet) yaşanan deneyimler yüzünden bir şekilde “zehirlendiğini” iddia edebilir. Aksine sendikaların özerkliği bürokratikleşmenin panzehiridir; 2002 ve 2003’te devrim bu sayede kurtarıldı. CTV [eski ulusal sendika federasyonu], ruhunu, ikipartili sisteme ve bu sistemin sonucu olan hükümetlere satmıştı. 40 yıl boyunca Venezuela’daki sendikal hareket en kötü dönemini yaşadı, çünkü işçiler, eski partiler (Copei ve AD) ve patron örgütleri arasında oynanan oyunlarda kukla durumundaydılar. Venezuelalılar, AD’nin (Demokratik Hareket) işçilerin kaderini nasıl belirlediğini, sendikaları ve CTV’yi kontrol etmek için nasıl sözleşmeleri alıp sattığını ve hükümet ile işbirliği içine girdiğini halen hatırlıyor. Patronların 2002-3’deki grevlerini CTV’nin ve Fedecamaras’ın [Venezuela’nın TÜSİAD’ı] el ele yönettiğini hatırlamalıyız. Yeni sendika UNT’nin varlık nedeni bunun tam tersi: sendika bağımsızlığı için mücadele etmek, politik kontrole işçileri boyun eğdirecek veya uzlaşma içine sokacak herhangi bir girişime karşı onları mücadele etmek için örgütlemek. CTV’nin sendika seçimlerinde büyük bir seçim hilesi tezgâhladığı 2001’de, birçok işçi Aristobulo Isturiz önderliğindeki alternatif listeyi tam da onu hükümetin adayı olarak gördüğü için desteklememişti. Başkanın bunu akıl-

marksist tutum

dan çıkarmaması gerekir. Başkan, bizim sınıf içgüdüsü dediğimiz şeyden dolayı, işçilerin davranışının köylülerin, yerlilerin, cemaatlerin ve öğrencilerin davranışından farklı olduğunu anlamak zorundadır. Fakat başkanın yorumlarındaki en kötü nokta, işçi sınıfı hareketinin bağımsızlığı için savaşmamız nedeniyle bizim karşı-devrimci bir rol oynadığımız fikridir. Bu doğru değildir. Diğer yoldaşlarla beraber, bürokrasiye karşı ve sosyalizm için savaştığı kadar sendikal bağımsızlığa da kararlı bir şekilde bağlı ulusal bir sendikal akım kurduk. UNT’nin ikinci kongresi, iddialarımın kanıtıdır. Orada olanlar sadece beş farklı fraksiyonun veya akımın kavgaları veya sırf kişisel uyuşmazlıktan dolayı bazı liderler arasında yaşanan çekişmeler değildir. Başkan Chavez’in meseleyi bu şekilde izah etmesi yanlıştır. Gerçekte, iki yıldır süren çatışma iki anlayış arasındadır; bir yanda sendikaları hükümete bağlamak isteyenler ve diğer yanda sendikal hareketin özerkliği ve bağımsızlığı için mücadele eden bizler. 30 yıllık sendikal çalışmamız var ve sadece emperyalizme karşı değil patronlara ve hükümete karşı da herhangi bir ödün vermedik. Ve başkan bizi “4. Cumhuriyet’in zehirli artığı” olarak tanımladı diye, şimdi de bundan vazgeçecek değiliz. Sendikal hareket içinde sınıf ilkeleri, demokratik yöntemler ve proleter ahlâkına dayanan dürüstlük için yorulmaksızın çalıştık. CTV’ye karşı verilen mücadelede en öndeydik, FBT’nin (Bolivarcı İşçi Gücü) oluşturulmasını destekledik, ve coşkulu bir şekilde de UNT’nin arkasındayız. 11 Nisan 2002 darbesine karşı direnen en iyi mücadeleciler arasındaydık, ve patronların 2002-3 lokavtları sırasında petrol sanayisinin ayağa kaldırılmasına merkezi olarak katıldık.

35


marksist tutum

Oldukça şerefli bir sicilimiz var. Fakat Chavez kendi durumunu gerekçelendirmek için büyük devrimci Rosa Luxemburg’dan alıntılar yaptı. Bunu nasıl görüyorsunuz? Başkan sendikaların bağımsızlığına karşı olan kendi iddialarını desteklemek için Rosa Luxemburg’un yazılarını kullanmaya çalıştı, fakat Rosa’nın görüşlerini, bunları ileri sürdüğü özel politik ve tarihsel bağlamda değerlendirmemiz gerekir. Rosa sendikaların bağımsızlığı sorununu tartışırken, Alman Sosyal Demokrat Partisinden söz ediyordu ve sendikalar içindeki sendikalist ve bürokratik eğilimlere karşı tartışma yürütüyordu. Fakat Troçki’nin Bolşeviklerin zaferinden hemen sonra Rusya’daki sendikaların bağımsız olmaması gerektiğini savunurken yanlış yaptığını bir Troçkist olarak kabul etmek zorundayım. Bereket versin ki Lenin tartışmalarda yer aldı ve bağımsızlığı savundu. Açlığın, iç savaşın, işçi sınıfına ve sendika liderlerine karşı fiziksel saldırıların yaşandığı ve emperyalist karşıdevrimin kutsal ittifakıyla karşı karşıya gelindiği savaş ekonomisi döneminde Troçki’nin argümanları gerçekten de güçlüydü. Fakat buna rağmen Lenin doğruydu, o yanlıştı. Bu tartışmanın sendikaların bağımsızlığı üzerindeki etkisi ne oldu? Büyük etkileri olmuştur. Örneğin halen UNT’nin iç seçimlerini yapabilmiş değiliz. Geçen sene kullanılan argüman, önceliği başkanlık seçimine vermemiz gerektiği idi. Chavez’e oy verilmesi için çağrı yapmaya karşı değiliz, fakat bu çağrı için yapılacak kampanyaya katılmanın en iyi yolunun meşru biçimde seçilmiş bir liderlikten geçtiğini savunduk. Ne yazık ki olmadı. Diğer gerçek ise kamu sektörü ve petrol işçilerinin şu anda yaşadıkları trajedidir. Eğer sendikal hareket bağımsız olmasaydı ve hükümetin dediklerini kabul etmek zorunda kalsaydık, sadece gayrimeşru olmakla kalmayıp, gerçekte emperyalistlerin desteklediği sabotaj kampanyasını yürüten patron örgütlerinin bir kısmını oluşturan Fedepetrol ve diğer federasyonların müzakere ettiği mukaveleleri kabul etmek zorunda kalırdık. Aynı şey kamu sektöründe çalışan işçiler için de geçerli. Şimdiki bakan hiçbir yetkisi olmayan azınlık durumdaki sendika liderleriyle anlaşmalar yapmakla meşgul. Gücü sadece aygıt üzerindeki kontrolünden ve hükümetten aldığı destekten geliyor. Bağımsızlıkla ilgili diğer bir konu daha var. FBT (Bolivarcı İşçi Gücü) ve Çalışma Bakanlığı, UNT’nin tarihi rolünü oynamadığını ve bundan dolayı tasfiye olması gerektiğini iddia ediyorlar. Paralel yapılar kurmaktan bahsediyorlar ve sendikal hareketin büyük bir kısmını yok edecek bir seri öneri ortaya atıyorlar. Bu önerilerin, işçi sınıfı tarafından ciddi ve dikkatli bir şekilde tartışılması hayati önem taşımaktadır. Hükümetin yaptığı hatalar hakkında korkmadan ve lü-

36

Ekim 2007 • sayı: 31

tuf beklemeden kendi düşüncelerimizi gün be gün açıklayabiliyorsak, bu, bağımsız olduğumuz içindir. Kamu işçileri, sözleşmelerinin müzakere edilmesi için 27 ay bekletilemez. Görünen o ki petrol işçileri de aynı kaderi paylaşacak. Anahtar soru, sendikaların bağımsızlığı için mücadele etmenin doğru olup olmadığı ve bu konuları teşhir etmenin bizi karşı-devrimci yapıp yapmadığıdır. Tabii ki bu sadece sendikaların bağımsızlığı ile alakalı değil. PSUV ve hükümet arasındaki ilişkiyle de ilintili. PSUV üyeleri hükümetin ve onun bürokratlarının kararlarını desteklemeye zorlanacak mı? Yeni parti hükümetin sadece bir uzantısı olmanın ötesine geçecek mi? Patronların sabotajlarına karşı mücadelede kendi hayatını riske atmış bir petrol işçisine, katıldığı bir toplantıda bakanın, darbeyi organize edenlerle yapılan bir toplu sözleşmeyi kabul etmesi emrini verdiğini düşünüyorum da…! Bunlar tartışılması gereken önemli meseleler. PSUV’nin kuruluş toplantılarında işçilerin temsilcisi olarak konuşan Osvaldo Vera’nın sizi doğru biçimde temsil ettiğini düşünüyor musunuz? Hiç de değil; işçi sınıfını ilgilendiren bir tane sorunu bile gündeme getirmedi. Sadece genel sözler etti. Ve kendime sormak zorundayım, onun Venezuela işçi sınıfı adına konuşacağına kim, ne zaman ve nerede karar verdi? Benim için kilit soru PSUV’nin nasıl kurulduğudur. Toplantıda yer almak için Caracas’a giden ve sadece dışlanmakla kalmayan fakat kötü davranılan ve hatta dövülen binlerce kardeşimle dayanışma duygularımı ifade etmek isterim. Televizyonda en ön sıraları valilerin, belediye başkanlarının ve kitle desteği olmayan delegelerin işgal ettiğini gördük. Orada, patronlar, patronları savunan bürokratlar, yolsuzlukla suçlanan bir sürü insan ve halkın çıkarlarını yansıtmayan politikaların savunusu vardı. O nedenle bu kadar büyük bir hoşnutsuzluk var. Çünkü insanlar bu sürecin kuşku uyandıracak bir şekilde başladığının farkındalar. C-Cura’daki [Chirino’nun başını çektiği eğilim] bizler, sınıfsal safımız konusunda net olmamız gerektiğine inanıyoruz. Patronlara, toprak sahiplerine, bürokratlara ya da yolsuzlukla suçlananlara meydanı bırakamayız. Fakat tabanı veya Başkanla uyuşmayanları dışlamak tamamen yanlış olacaktır. Herkes Vera’nın işçi sınıfını temsil etmediğini biliyor. FBT UNT içinde azınlık durumunda olmasına rağmen, o kalkıp tüm işçiler namına konuştu. Bu nedenle PSUV’nin, herhangi bir koşul öne sürmeden ve belli birtakım haklarını almadan tüm iç akımları kabul etmesi için mücadele ediyoruz. Kimse kendi grubunu dağıtmaya zorlanmamalı. Bu tamamen keyfi ve tartışmayı başlamadan durdurmaya yönelik olmuş olur. Ve Başkanın ve örgütlenme komitesinin bu konularla ilgili tutumunu bilme ihtiyacı duyuyoruz. 10 Nisan 2007, aporrea.org


marksist tutum

Sınıf Belleği

Endonezya’da 1965 Darbesi Selim Fuat 20. yüzyıl devrimci Marksist fikirleri doğrulayan önemli olaylarla geçti. Ne var ki bu fikirlerin doğrulanışı çoğunlukla tersinden gerçekleşti. Yani devrimci Marksizmin ortaya koyduğu açılımları tahrif edenler, işçi sınıfının yenilgilerini de hazırladılar. Bu yenilgiler, işçi sınıfını her seferinde, karşı-devrimci güçlerin gerçekleştirdiği katliamlarla ve o güne değin meşakkatli mücadelelerle elde edilmiş hakların kaybıyla karşı karşıya bıraktı. Alman, Çin devrimlerinde, İspanya iç savaşında, İtalya’da, Fransa’da, Şili’de, Nikaragua’da, Kamboçya’da, Türkiye’de ve daha pek çok yerde Marksizmin devrimci anlayışından uzak olan önderlikler, işçi sınıfına büyük bedeller ödettiler. Tarih bizlere devrimle oyun oynanmayacağını, bu meşum olaylarla defalarca gösterdi. Devrimci Marksizmin sürekli devrim anlayışının yerine Stalinist bürokrasinin aşamalı devrim anlayışını koyanlar, Leninist parti örgütlenmesinin yerine onun tam zıttı anlayıştaki bürokratik Stalinist partileri geçirenler, bu büyük bedellerin birinci derecede sorumlularıydı. Milyonlarca devrimci işçinin katledilmesine yol açan bu olayların en trajiklerinden birisi de, Endonezya’da 1965 Ekiminde başlayan karşı-devrim sürecinde gerçekleşti. 1965 yılında Endonezya Komünist Partisi (PKI), üç buçuk milyon üyeye sahip bir partiydi. SSCB ve Çin Komünist Partilerinden sonra dünyadaki en fazla üyeye sahip komünist partisiydi. Fakat altı ay gibi bir sürede, CIA yönetiminde gerçekleştirilen bir provokasyonla başlayan süreçte, kayda değer hiçbir direniş gösteremeden tamamen çöktü. Endonezya’da, bir milyona yakın sayıda devrimci işçi, köylü ve komünist birkaç hafta içinde katledildi.

Karşı-devrime giden süreç 17. yüzyıldan itibaren Hollanda’nın sömürgesi olan Endonezya’da ilk kitlesel siyasal hareketler, 1911’de ortaya çıkan ve önderliğini Javalı tüccar burjuvaların yaptığı Serakat İslam’ın başını çektiği isyanlardı. Aynı yıllarda, bu ülkede bulunan fakat daha önce Avrupa’daki sınıf mücadelelerine katılmış olan Hollandalı işçiler de Endonezya Sosyal Demokrat Birlik (ISDV) örgütünü kurmuşlardı. Ancak o yıllarda üyelerinin çoğunun Hollandalı olması yüzünden ISDV büyümekte sıkıntı çekmiş, etkisi sınırlı olmuştu. Bu yüzden ISDV, işçileri ve yoksul köylüleri de kendisine çekerek kitleselleşen Serakat İslam hareketine yönelerek Endonezyalı ilk Marksist kadroları onun içinde oluşturmaya çalıştı. Ama onun gelişmesine en büyük katkı dışardan gelecekti. 1917’de Rus işçi sınıfını iktidara taşıyan Ekim Devrimi, tüm dünyada olduğu gibi Endonezya’da da büyük yankı uyandırmıştı. İlk işçi devletinin ortaya koyduğu uygulamaların yarattığı etkiyle Bolşevizme duyulan sempati, ISDV’ye yönelimi arttırdı. ISDV askerler içerisinde örgütlenerek kızıl muhafızlar diye adlandırdıkları 3 bin üyeli bir asker sovyeti bile oluşturmuştu. 1920 yılında ismini değiştirip Komintern’e üye olan ISDV, böylece Asya’daki ilk komünist partilerden biri oldu. 1924’te ise partinin ismi yeniden değiştirilerek Endonezya Komünist Partisi halini alacaktı. PKI 1926-27’ye kadar olan dönemde, maruz kaldığı baskılara rağmen belirli bir gelişme kaydetti. Ancak 1926 sonlarında giriştiği Batı Java ve Batı Sumatra ayaklanmalarının bastırılması sonucu ezildi ve ciddi kayıplar verdi. Binlerce kişi öldürüldü, 13 bin kişi hapse

atıldı. Böylece 1927’den itibaren Hollanda sömürgeciliğine karşı mücadelede artık burjuva liderler ön plana çıkmaya başladılar. PKI 40’lı yıllara kadar sahnede varlığı hissedilen bir güç olmaktan çıkacaktı. Bunda arada alınmış olan desantralizasyon (merkezi işleyişe son verilmesi) kararının da önemli bir rolü vardı. Moskova’da sürgündeki PKI lideri Musso 1935’te Endonezya’ya döndüyse de kısa sürede ülkeyi terk etmek zorunda kalacaktı. SSCB’nin tüm dünyada yükselen devrimci hareketleri “halk cephesi” politikalarıyla tasfiyeye giriştiği bu dönemde PKI da sınıf işbirliği politikalarını hayata geçirmeye uğraşıyor ve hem Endonezya hem de Hollanda burjuvazisi ile işbirliğine yöneliyordu. İkinci Dünya Savaşı sırasında 1942 yılında Endonezya Japon işgaline uğradığında, PKI Endonezyalı işçilere Japon faşistlere karşı Hollandalı sömürgecilerle birlikte savaşmalarını telkin ediyordu. Ancak Hollandalı sömürgecilerden bunalmış halk bu çağrılara kulak asmayacaktı. Nihayetinde, Hollandalı sömürgecilere karşı ülkenin bağımsızlığını ilan eden, Endonezya Milliyetçi Partisinin (PNI) lideri Sukarno oldu. Aslen bir mimar olan Sukarno, sömürgeci yönetime karşı verdiği mücadeleden ötürü hapis ve sürgün dönemlerinden geçmiş bir burjuva milliyetçisiydi ve 1927’de kurulan PNI’nın da kurucu başkanıydı. Sukarno ve yerli burjuvazi bu süreçte Hollandalı sömürgecilere karşı işgalci Japon kuvvetleriyle de işbirliği yapmışlardı. Ancak işin bağımsızlık noktasına varması yine de Japonların çok arzu ettikleri bir şey değildi. Buna razı olmak zorunda kalmışlardı. Bağımsızlık 17 Ağustos 1945’te ilan edilmişti edilmesine,

37


marksist tutum

Sınıf Belleği ama Hollandalılar buna sessiz kalmayıp saldırıya geçmişlerdi. Endonezyalı işçi, köylü ve öğrencilerse bu saldırılara karşı zaman zaman silahlı ayaklanmalara varan bir direniş gösteriyorlardı. Avustralya’da sürgünde bulunan devrimciler de, 1945’ten itibaren Endonezya Bağımsızlık Komitesini kurarak Hollanda’ya karşı mücadeleye girişmişlerdi. Komite, Avustralyalı sendikacılarla da işbirliği halindeydi. Kısa bir süre zarfında pek çok ülkeden işçilerin desteğiyle yapılan boykotlar da mücadelenin yükselişine önemli bir ivme vermişti. Bu arada çok sayıda işçi ve köylü, devrimci bir güç olarak gördükleri PKI’ya katılıyordu. Ne var ki, ulaşılan güce rağmen, izlenen sınıf işbirlikçi politikalar neticesinde, mücadelenin bir işçi devrimine dönüşmesi engellendi ve devrim resmen satıldı. Sukarno önderliğindeki Endonezya burjuvazisi, böylece, işçi hareketini burjuva devrim yoluna kanalize etmeyi de başarmıştı. Hollanda burjuvazisine tanınan inanılmaz ayrıcalıklar sonucunda, 1948 yılında burjuvalar anlaştılar ve Endonezya’nın bağımsızlığı sömürgeciler tarafından da tanındı. Hollandalılarla yapılan bu anlaşmayı imzalayan hükümet içinde, komünist parti üyesi olduğu bilinen ve bilinmeyen bakanlar ve başbakan da vardı. Bu arada anlaşmanın hemen sonrasında Musso tekrar ülkeye dönmüş ve politbüro yeniden örgütlenmişti. Yapılan anlaşmayla Hollandalılar tümüyle çekilmiyorlar, aksine Endonezya’nın önemli bir bölümü yine onlara kalıyordu. Diğer taraftan, Java’daki şeker fabrikalarının yarısı, Endonezya’daki kauçuğun yüzde 75’i, kahvenin yüzde 65’i, çayın yüzde 95’i ve Sumatra petrolünün kontrolü Hollandalılara kalıyordu. ABD’nin dayattığı bu anlaşmayla ayrıca Hollanda bölgesindeki KP’ye bağlı silahlı birimlerin de tasfiye edilip yerine Sukarno ve generallerine bağlı birimlerin oluşturulmasının koşulları yaratılmış oluyordu. Ama yine de yeni yeni kurulmakta olan Endonezya devlet aygıtı içinde birçok KP üyesi ve taraftarının yer almasına mani olunamamıştı. Bu nedenle ABD Sukarno ile yaptığı gizli bir toplantıda yardım

38

Sukarno ve General Suharto

karşılığında ondan devlette temizlik yapmasını istedi. Bundan iki ay sonra Java’da gerilla birimlerinin tasfiye edilmesini kabul etmeyen KP’li subaylar katledildiler. Buna tepki olarak gerçekleşen büyük isyan da kanla bastırıldı. Binlerce KP üyesi öldürüldü, 36 bini tutuklandı ve Musso’nun da dahil olduğu 12 önemli komünist lider katledildi. Bundan cesaret alan Hollandalılar da fırsatı değerlendirme niyetiyle saldırıya geçtiler ve Sukarno teslim oldu. Ama patlak veren çok yaygın direniş sonucu Hollandalılar altı ayda geri çekilmek zorunda kaldılar. Ancak Hollandalıların açık yenilgisine rağmen, Sukarno önderliğindeki Endonezya burjuvazisi, borçları devralmayı ve Hollanda yatırımlarına dokunmamayı kabul etti. Bu arada PKI ise Sukarno’ya “işçilerin ve köylülerin ortak ulusal çıkarını” savunduğu için destek veriyordu. PKI’ya 1948’de ağır darbe vurulduysa da parti yasaklanmamıştı. Politbüronun iki önemli lideri (Aidit ve Lukman) Çin’e kaçtılar. Partinin yeniden inşası 1949’da başladı ve Aidit’in 1951’de liderliğe gelmesiyle birlikte parti hızlı bir büyüme sürecine girdi. Bunda bağımsızlığın halk kitlelerinin durumunda fazla bir değişiklik yaratmamasının doğurduğu geniş bir hoşnutsuzluk ve PKI’nın bu dönemde gelişen grevler ve diğer mücadelelere önderlik etmede başarılı olmasının rolü vardı. Ancak parti Sukarno rejimini sadık biçimde destekleme politikasını sürdürmekten yine de vazgeçmemişti. Sukarno’yla ittifak aynı zamanda devlet içinde kadrolaşma konusunda önemli adımlar atılmasını da be-

raberinde getiriyordu. PKI’nın üye sayısı 50’li yıllarda 1,5 milyona yükseldi. 60’ların başlarında partinin kontrol ettiği sendikalar, gençlik ve kadın örgütleri ile birlikte, genel destekleyici kitlesi 10 milyonu fazlasıyla geçiyordu. Bu arada parti Sukarno’nun “Güdümlü Demokrasi” programını da desteklediğini açıklamış ve 1955 seçimlerinde de yüzde 16 oy almıştı. Sukarno’nun 1960’da açıkladığı, NASAKOM olarak adlandırdığı ve “milliyetçilik, din ve komünizmi” esas aldığını söylediği ulusal birlik politikası, sınıflar arası barış mavallarını propaganda ediyordu. Daha sonraki yıllarda Nasır’dan Chavez’e kadar daha pek çok burjuva politikacının ağzından benzerlerini dinleyeceğimiz bu mavallar, sol söylemlerle işçi ve yoksul köylü kitleleri oyalamaktan başka bir şeye hizmet etmiyordu. Ama hâlâ pek çok yerde devam ettiğini gördüğümüz gibi kimi sosyalist hareketleri ve liderleri peşine takmayı beceriyordu. Aslında bu durum SSCB ve Çin’in dış politikalarının gereği olarak PKI’ya dayatılan ve PKI’nın üst yönetimindeki bürokratların sınıf işbirliğine dayanan oportünizmlerine uygun politikalar yüzünden hayat bulabiliyordu. SSCB ve Çin’in Stalinist bürokrasileri Sukarno ve rejimine bu dönem boyunca tam destek verdiler. Örneğin Kruşçev, Cakarta’yı ziyaret ettiğinde, Sukarno’ya karşılaşacağı bütün durumlarda yardım sözü verdi. Endonezya bütçesinin %75’inin silahlanmaya ayrıldığı 1960-65 yılları arasında SSCB’den bolca silah alındı. Kremlin’in Endonezya’nın egemenlerine verdiği bu silah-


marksist tutum

Sınıf Belleği ların namluları zamanı geldiğinde Endonezya’daki komünistlere dönecekti. 1965’e gelindiğinde PKI 3,5 milyon üyesi, 10 milyondan fazla taraftarı olan dev bir parti haline gelmişti. Sınıf uzlaşmacılığı tescilli de olsa, SSCB ve Çin’le yakın ilişkiler içindeki bir partinin böylesine büyümesi, sadece ulusal değil uluslararası burjuvaziyi de oldukça kaygılandırmaya başlamıştı. Vietnam’ın zaten tehlikede olduğu bir sırada Endonezya’yı da kaybetmek, ABD emperyalizmi için tüm Güneydoğu Asya’yı kaybetmek ve hatta Hindistan’ın da tehlikeye girmesi anlamına geliyordu. Bu nedenle CIA, sonradan ortaya çıkan bilgilerden de anlaşıldığı üzere, en az iki yıl süren karmaşık ve detaylı bir darbe hazırlığı sürecine girdi. 30 Eylül 1965’te bir grup orta düzey subay, genelkurmay başkanını ve 5 üst düzey generali tutuklayıp öldürdü ve ardından “Devrimci Konsey”in kurulduğunu ilan etti. Nedense bu sözde darbeyi yürüten ekip o sıralar Stratejik Yedek Kuvvetler komutanı general Suharto’ya hiç dokunmamıştı! Tabii bu, komünistler darbe yapıyor süsü vermek üzere kurgulanmış bir düzmeceydi. Komünistler darbe yapıyor diyerek bir kahraman gibi sahneye çıkan Suharto da her nasılsa tek bir kurşun atılmadan asileri 24 saat içinde engelliyordu. Sukarno’ya dokunmayan Suharto, ondan aldığı geniş yetkiyle haftalarca sürecek bir komünist katliamını başlattı. Bir darbe ihtimalinden tümüyle habersiz olmayan PKI, Sukarno’nun yerinde duruyor olması nedeniyle tam anlamıyla felç edici bir şaşkınlığa sürüklenmişti. Sukarno’ya bağlanan ümitlerin acı sonucuydu bu. Partinin yayın organında, ortada bir yanlış anlamanın olduğu söylenerek, bütün parti birimlerine, kitle örgütlerine ve taraftarlara başkan Sukarno’nun emirlerine uyulması ve ordu güçlerine yardım edilmesi talimatı verilmişti. Kremlin ortaya çıkan durumdan PKI içindeki “maceracı” unsurları sorumlu tutuyor ve Endonezya devriminin selameti için Sukarno’nun NASAKOM politikası etrafında ulusal birlik oluşturulması gerektiğini söylüyordu. 12 Ekim 1965 tarihinde Brejnev, Sukarno’ya özel

bir mesaj göndererek, sağlığının iyi olmasından duydukları memnuniyeti belirtip düzensizliğin bir an önce ortadan kalkmasını temenni ediyordu. Oysa Endonezyalı komünistlerin sağlıkları Sukarno’nunki kadar iyi değildi. Ancak onları arayıp soran yoktu. 18 Ekimde radyodan okunan bir bildiriyle Endonezya Komünist Partisinin feshedildiği açıklandı. Bunu takip eden dört ay içerisinde CIA destekli ölüm tugayları, PKI militanlarına ve sempatizanlarına yönelik korkunç bir sürek avı başlattılar ve ele geçirdikleri herkesi acımasızca katlettiler. Katliamı icra edenler arasında İslamcı örgütler de bulunuyordu. Tarihin gördüğü en acımasız katliamlardan biri olan bu kıyımın bilançosu 1 milyona yakın ölüydü! Dönemin Time dergisi şu haberleri geçiyordu: “Katliam o denli büyük ölçekte ki, nemli havanın çürüyen bedenlerin kokuşmasını arttırdığı kuzey Sumatra’da cesetlerin ortadan kaldırılması ciddi bir sağlık sorunu yaratmaktadır. Bu bölgelerden geçenler, derelerin ve akarsuların tam anlamıyla cesetlerle dolduğunu söylüyorlar. Nehir ulaşımı ciddi olarak sekteye uğramış durumda.” 1966 yılına gelindiğinde artık devletin zirvesindeki üçlü Sukarno, Suharto ve Abdul Haris Nasution idi. Politik olarak iyice zayıflayan Sukarno’ya karşı muhalefeti ile General Suharto yükseliyordu. Suharto kısa zamanda Sukarno’yu siyasi olarak etkisiz hale getirdi ve ar-

dından 1968 yılında yapılan seçimle resmen devletin başına geçti. * * * Endonezya işçi sınıfı ve devrimcilerinin aldığı bu ağır darbe, burjuvazinin egemenliğini pekiştirmiş ve böylelikle Endonezya, emperyalist-kapitalist sistemin sağlam bir parçası haline getirilmiştir. Böylesine güçlü bir geçmişe sahip komünist hareket ise Endonezya’da hâlâ belini doğrultamamıştır. 1965 yılında Endonezya’da komünistler, devrimci işçiler ve köylüler, SSCB ve Çin bürokrasisinin ve onların kuklası olmuş PKI yönetiminin marifetiyle yalnızca trajik bir katliama maruz kalmadılar. Dünya komünist hareketi, SBKP ve ÇKP tarafından, bu katliamı yeterli açıklıkta tartışmaktan ve değerlendirmekten de alıkonuldu. Komünist partilerin burjuva iktidarları desteklemek zorunda bırakılmalarının ve ardından burjuvazinin kendini yeterince güçlü hissettiğinde karşı-devrimin kanlı elleriyle devrimci işçi sınıfını boğazlamasının hesabını kimse vermedi. Gerçi bugün bunun sorumluluğunu taşıyan devletlerin ve partilerin yerinde yeller esiyor. Ancak bu değerlendirmeler, işçi sınıfının iktidarı için mücadele eden komünistler açısından önemini koruyor. Çünkü dünyanın çeşitli bölgelerinde sol söylemli burjuva liderlerin peşine takılan sosyalistler bugün dahi çoğunlukta. 

39


Kapitalizm ve Köle Ticareti Berdan Güney

İ

ngiltere’de her yılın Ekim ayı, “Siyahların Tarihini Hatırlama Ayı” olarak anılır. Bu yıl da müzelerde ve yerel belediyelerin kütüphanelerinde, Malcolm X ve Martin Luther King gibi siyahi liderlerin konuşmalarının dinletildiği özel anma törenleri gerçekleştiriliyor. Televizyonlarda siyahların tarihiyle ilgili belgeseller ve filmler gösteriliyor. İngiliz burjuvazisi, böylece, 400 yıl boyunca çektirdiği işkencelerden dolayı Afrikalılardan güya özür dilemiş oluyor. Yapılan anma törenleri günah çıkarmaktan başka bir anlam taşımadığı gibi köle ticaretini tümüyle geçmişe ait bir olgu olarak göstermeye de yarıyor. Afrika’ya kapitalistlerin ilk adımı attıkları 15. yüzyılın sonlarında, kıtada henüz devlet oluşumları yoktu. Kabilelerin doğal egemenlik alanları vardı sadece. Sömürgeciler, meta ilişkilerini şiddet, yağma ve yıkım araçlarıyla kurmaya giriştiler. Afrikalılar, Batı uygarlığıyla yani kapitalizmle, onun bir kölesi olarak tanıştılar. Zorbalık, tecavüze uğrama, katliamlar, zorla çalıştırma, ticarî mal gibi satılmak “Avrupa medeniyetinin” şahit oldukları ilk nimetleriydi! Avrupalı tacirler, köle ticaretinden devasa ölçekte sermaye birikimi elde ettiler. Günümüzde Avrupa’da varlığını sürdüren en büyük banka ve sigorta kuruluşlarından bazıları ilk sermaye birikimlerini köle ticareti sayesinde elde etmişlerdi. Yine bu sayede İngiliz sanayisi de büyük gelişmeler kaydetmişti. İngiltere’nin en büyük liman ve sanayi kentleri olan Glasgow, Liverpool, Bristol ve Manchester’in gelişmişliklerinde köle ticaretinin de çok önemli bir rolü vardır. Bu kentler Afrika’dan zorla koparılarak köleleştirilen insanların toplanma, satış ve dünya pazarına ihraç merkezleri durumundaydılar. Dolayısıyla kapitalizmin ışıl-

40

tılı uygarlığının arkasındaki karanlığa göz atıldığında, Yeni Dünyanın yağmalanmasının yanı sıra sayıları milyonları bulan Afrikalı kölelerin kanı ve emeği de görülecektir. Kuşkusuz muazzam genişlikteki plantasyonlarda kölelerin ürettikleri ürünlere karşılıksız el koymaları sayesinde Yeni Dünyanın kapitalistleri de muazzam kârlar elde ettiler. Kapitalizm kendi çirkin suretini Kara Kıtada da yaratmaktan geri durmamıştı. Burada çıkar birliği sağladığı kabile şeflerini aracı olarak kullandı. Sömürge durumundaki devletlerin sınırları kapitalistlerin egemenlik alanlarına göre çizildi. Bu devletlerin ekonomilerinin temeli köle ticaretine dayanıyordu. Örneğin bugünkü adı Benin olan Dahomi’de kabile şefleri, iç bölgelerden köleleri topluyor ve Avrupalı köle tacirlerinin bulunduğu yere, Atlantik kıyısına götürüyorlardı. İngiltere’de 25 Mart 1807’de köleliğin kanunen yasaklanmasından sonra da sürdü köle ticareti. Bu ülkede yasağın fiili olarak hayata geçmesi için 30 yıl daha beklenmesi gerekecekti. İngiliz sömürgelerindeki köleler 1833 yılında özgürlüklerine kavuştular. Ne var ki Avrupalı köle tacirleri yasağa rağmen, gemilerle Fransız Batı Hint Adalarına 1848 yılına kadar köle taşımayı sürdürdüler. Portekiz, Hollanda ve İspanya köle ticaretini bir süre daha devam ettireceklerdi. ABD’de ise kölelik, İç Savaş’tan (1861-65) hemen sonra yasaklandı. Bu yasağa karşın, kölelik ve köle ticareti 1880’li yıllara kadar fiilen devam etti. Ancak köleliliğin fiilen sona ermesi, özellikle güney eyaletlerinde kölelere karşı ırkçı uygulamaların da sona ermesi anlamına gelmiyordu. 1963’te, siyahlar beyazlarla aynı otobüste yolculuk


Ekim 2007 • sayı: 31

edemiyor, aynı okullara gidemiyor, aynı lokantalarda yemek yiyemiyorlardı. Irkçı Klu Klux Klan örgütü, kaçırdığı siyahlara işkence uyguluyor, kimisini katlediyordu. Suç işlemediği halde çok sayıda siyah hapsedildi. 60’lı yıllarda siyahların verdiği kitlesel mücadele sonucunda biraz rahat nefes alabilen ABD’li siyahlar, bugün de ırkçı uygulamalara maruz kalmaya devam ediyorlar.

Açık arttırma ile insan ticareti! Her şeye rağmen köle ticareti halen bitmiş değildir. Günümüzde köle ticareti artık ne siyahlarla ne de Afrika kıtasıyla sınırlı. Yoksulluğun pençesinde yaşamlarını idame ettiren eski Doğu Bloku ülkeleriyle Çin, Hindistan, Tayland gibi Asya ülkelerinin yoksul emekçilerinin yanı sıra, içinde yaşadıkları koşullardan kurtulma, daha iyi bir iş ve daha iyi bir yaşam vaatleriyle aldatılan yüz binlerce genç kadın ve erkek, modern köle tacirlerinin eline düşüyor. Bunlar, kaçırdıkları çocukları da kirli ticaretlerinde meta haline getiriyorlar. Köle ticaretinin, aradan geçen iki asrı aşkın süredir bugün hâlâ devam ediyor oluşunun altından kapitalizmin çirkef suratı sırıtıyor. İnsanların pazarlarda alınıp satıldığı haberleri zaman zaman medyaya da konu oluyor. Haber programlarına konu olan köle ticareti vakaları, çetelerin gerçekleştirdikleri “münferit” vakalar gibi gösteriliyor. Burjuva medyaya bakılırsa, sermaye düzeni ile köle emeğinin kullanılması arasında hiçbir ilişki yok! Oysa insan ticareti ve kadınların ve çocukların seks kölesi ya da ucuz işçi olarak satılması görünümleri altında, kölelik, düzenin kimi ihtiyaçları doğrultusunda devam ediyor. Köle ticaretinin 200 yıldır yasak olduğu İngiltere’de, yakın zamanda bu örneklerden biri yaşandı. Ülkeye yurt dışından getirilen kadınların, havalimanlarında açık arttırmayla satıldığı ortaya çıktı. İyi bir iş ve iyi bir ücret vaatleriyle kandırılan genç kadınlar, dünyanın yoksul ülkelerinden İngiltere’ye getirilerek bir meta gibi satılıyorlar. 8000 Sterline kadar fiyatlarla satılan kadınlar, yeni sahipleri tarafından apartman dairelerinde kilit altında tutuluyor ve sık sık tecavüze uğruyorlar. Sahibi için kârlı bir ya-

marksist tutum

tırım aracı olarak görülen bu kadınlar, seks kölesi olarak efendilerine günde 800 Sterline kadar para kazandırıyorlar. Ancak kaçmamalarını garanti altına almak için ellerine para verilmiyor ve resmen köle olarak kullanılıyorlar. Buna benzer “münferit” vakaları çeşitlendirmek mümkün. Yapılan araştırmalar, günümüzde devam eden insan kaçakçılığının ve köle ticaretinin hangi boyutlara ulaştığını ortaya koyuyor:  Her yıl 600 bin ilâ 800 bin kişi insan kaçakçılığının kurbanı oluyor ve bunların yüzde 80’i kadın. Sadece Avrupa Birliği ülkelerine yasadışı yollarla getirilen kadın ve çocukların sayısı ise 120 bin.  Her yıl 1 milyon 200 bin çocuk, Akdeniz’deki çocuk ticaretinin kurbanı oluyor. 8,5 milyon çocuk, cinsel istismara uğrayarak köle muamelesi görüyor. Çocuk ticareti bu sektördekilere yılda 10 milyon euro gelir sağlıyor.  Uluslararası Çalışma Örgütünün (ILO) raporuna göre ise dünya genelinde 246 milyon çocuk sömürülüyor. Avrupa’ya her yıl Doğu ülkelerinden getirilen 18 yaşın altındaki 400 bin kız çocuğu her geçen gün daha da büyüyen fuhuş sektöründe zorla çalıştırılıyor. Kız çocuğu trafiğine yön veren tacirler, çocukları 200 eurodan satın alıyor. Bu modern köleler en aşağılık ırkçı uygulamalara da maruz kalıyorlar. Çalıştıkları yerlerde her türlü güvence ve haktan yoksun halde, en ağır hakaretlere, küfürlere ve dayağa katlanmak zorundalar. Kaçak olarak yaşamak zorunda kalan bu insanları koruyan herhangi bir yasa da yok. Bulundukları ülkenin egemenleri, istedikleri zaman bu insanların işgücünü bedavaya ya da inanılmaz derece ucuza kullanıp, istedikleri zaman da sınır dışı edebiliyorlar. Bugün İngiltere’de göçmen hizmetçi olarak evlerde çalışan kadınların, çalıştıkları aileyi ve işlerini değiştirme hakları çok kısıtlı. Başka işe girme haklarını, ancak belirli durumlarda; asgari ücretin altında ücret verildiği, dövüldükleri veya cinsel istismara maruz kaldıkları kanıtlanırsa kullanabiliyorlar. Fakat hükümet, yapmayı düşündüğü düzenlemede bu sınırlı hakkı da kaldırmayı planlıyor. Eğer bir göçmen hizmetçi, evlerinde çalıştığı ailenin sömürü ve istismarından kaçacak olursa yasadışı göçmen konumuna düşecek. Kapitalizm, burjuva sınıfın işçi sınıfını sömürerek varlığını sürdürdüğü düzenin adıdır. Bu düzende ister açlıktan ölmemek için belli bir ücret karşılığında işgücünü satan “özgür emekçi” olsun, ister yok denecek bir ücrete çalışmak zorunda bırakılan kaçak göçmen işçi olsun, isterse de en ağır işlerde zorla çalıştırılmak üzere köleleştirilmiş biri olsun, tüm işçilerin çıkarları ortaktır. Kapitalizm en iyi durumda mülksüzler için ücret köleliği, ücretli kölelik demektir. Deri rengine ve hangi ulustan olduğuna bakmadan örgütlenen işçiler ayağa kalkıp geçmişin ve bugünün hesabını, çektikleri sıkıntıların hesabını sormaya başladıklarında, işte o zaman burjuvalar kaçacak delik arayacaklar.

41


Grev Blöf Değil Mücadele Silahıdır! Çiğdem Kozlu

2007 yılı toplu iş sözleşme süreci diğer yıllara oranla oldukça bol grev kararı alınan ve bu grev kararları nedeniyle gözünü sınıf mücadelesine dikenlerin heyecanlandığı bir dönem oldu. Hem kamu hem de özel sektör sözleşmelerinde anlaşma sağlanamayan konular benzer konulardı. Yürütülen görüşmelerde, sermaye sınıfının temsilcileri, ücretlerin aşağıya çekilmesi ya da dondurulmasının, çalışma koşullarının esnekleştirilmesinin ve işçilerin haklarını geriye götürecek diğer düzenlemelerin toplu sözleşmelerde yer almasını dayattılar. Son birkaç dönemdir sermaye sınıfı özellikle kazanılmış hakları geri almaya dönük hamlelerini kararlılıkla sürdürüyor. Ücret artışları en iyi ihtimalle resmi enflasyona endekslenmiş durumda. Tekstil sektörü başta olmak üzere pek çok sektörde ise sıfır zam gibi daha pervasız saldırılarla işçilerin hakları gasp edilmeye ve kölelik koşulları dayatılmaya çalışılıyor. Toplu sözleşmelerde işçilerin kazanılmış ikramiye hakları geri alınmak isteniyor. İkramiye haklarını tamamen kaldıramayan patronlar, yeni işe giren işçilerin ikramiyelerini yarı yarıya indirmeyi pek çok toplu sözleşmede gerçekleştirmiş bulunuyor. Sendikacılar ise sermaye sınıfının bu saldırıları karşısında mücadeleyi örgütlemek yerine patronların rekabet şartlarını düşünüyor ve üyelerinin haklarından rahatça feragat ediyorlar. Bunun adı da “akıllı sendikacılık”, “sosyal diyalogcu sendikacılık”, “barışçı sendikacılık” vb. oluyor. Burjuva ideologlarından övgüler alan bu sendikal zihniyet, işçilerin örgütsüz olmalarından güç alarak, giderek yaygınlaşıyor. Yine birkaç dönemdir gündeme getirilen esnek çalışma, fazla çalışma ücretlerinin düşürülmesi, fazla çalışma ücreti yerine izin kullanımı, deneme süresinin uzatılması gibi düzenlemeler, burjuvazinin ısrarcı olduğu konulardı. Daha iş yasası çıkmadan önce özel sektör sözleşmelerinde işçilere dayatılan esnek ve kuralsız çalışma maddeleri, bu yıl kamu sözleşmelerinde de en önde gelen saldırılardan biriydi. Kamu sözleşmelerindeki saldırılardan bir diğeriy-

42

se, kapsam dışı personelin genişletilmesiydi. Üyelerini imzaladığı toplu sözleşmeden yararlandırmamayı kabul eden sendikal anlayış, patronların “kapsam dışı personelin genişletilmesi” talebiyle, sendikasızlaştırma saldırısı ile karşı karşıya kalmış durumda. Sendikal örgütlenmeden kaçamayan patronlar, böylece, sendikaları toplu sözleşmeler aracılığıyla işlevsizleştirmek istiyorlar ve her geçen yıl bunu daha fazla başarıyorlar. Geçtiğimiz seçimler sayesinde bu yılki kamu toplu sözleşmelerinde ücret protokolüne enflasyonun üzerinde imza atan Türk-İş, diğer konularda sendikaları devletle ve patronlarla baş başa bıraktı. İşçi sınıfının haklarına yönelik bu saldırılar karşısında uzun süre sessizliğini korudu ve bu saldırıları görmezden geldi. Ne zaman ki sendikalar yasal sürede anlaşma sağlayamadı ve grev kararları birer birer alınmaya başlandı, Türk-İş devreye girdi ve bu tıkanıklığı sözümona “çözmüş” oldu. Aynı şekilde Hava-İş sendikasının grev oylaması sürecinde yaşadığı baskılar karşısında da sessizliğini korudu. Greve evet mi hayır mı çıkacak merakıyla sürecin sonu beklendi. Oylamada evet çıkmasının ardından Türk-İş yönetimi, toplu sözleşmenin bir an önce ve masada bitmesi için çırpınmaya başladı. Hava-İş sendikasının Türk-İş’in aldığı zamdan daha fazlasını koparmasını hazmedemezdi. Çünkü aksi halde kitleler nezdinde yüksek sesle sorgulanmaya başlardı. Toplu sözleşmelerde sorunları bir bir çözmüş havalarında caka satan Türk-İş’in, yıllardır işçiler lehine en ufak bir kazanım elde edemediği, varolan hakları bile korumayı başaramadığı apaçık ortadadır. Gündemde geniş yer tutan sözleşmelerden birisi de Harb-İş sendikasının imzalayacağı toplu sözleşmeydi. Harb-İş sendikası orduya ait çeşitli işletmelerde örgütlü olan bir sendikadır ve toplu sözleşmelerde askerlerin esnek ve kuralsız çalışma dayatmalarıyla karşı karşıya kalmıştır. Grev hakkı olmayan Harb-İş sendikası, Yüksek Hakem sürecinden önce oturma eylemleri ve basın açıklamaları ör-


Ekim 2007 • sayı: 31

gütlemiş, fakat toplu sözleşme görüşmelerinde anlaşma sağlanamamıştır. Birbirleriyle didişen AKP ve askerler, Harb-İş sendikasının toplu sözleşmesinde ortak tavır takınarak, işçilerin haklarına yönelik saldırılarda ne kadar kararlı olduklarını göstermişlerdir. Haber-İş sendikasının Türk Telekom ile olan sözleşme süreci ve grev kararı alınması ise, özelleştirme sonrası ilk defa toplu sözleşme imzalanacak olması bakımından önemliydi. Özelleştirme arifesinde işçilere olumlu sinyaller veren patronlar, özelleştirme işlemlerini kazasız belasız atlatınca hemen saldırı planlarını hayata geçirmeye başladılar. Türk Telekom toplu sözleşmesinde anlaşma sağlanamayan maddeler de diğer toplu sözleşmelerdekilerle aynı: esnek çalışma, ikramiyelerin yarı yarıya azaltılması, kapsam dışı personelin genişletilmesi vb. Bu yıl büyük işyerlerindeki toplu sözleşmelerin neredeyse hiçbiri grev kararı alınmadan imzalanamadı. Fakat alınan grev kararları yasal süreç nedeniyle alınması zorunlu olan kararlardı. Bilindiği gibi yasal süre içinde anlaşmaya varılamadığı takdirde grev kararı alınmaz ise o işyerinde sendikanın yetki belgesinin hükmü kalmamaktadır. Şurası bir gerçek ki, bir yandan grevi telaffuz bile etmek istemeyen, ama diğer yandan grev blöfü yapan samimiyetsiz sendika bürokratları, grevin işçiler arasında konuşulmasından bile oldukça rahatsız olurlar. Grev kararı alan hiçbir sendika, işyerlerinde toplu sözleşme mücadelesini örgütlemeye, işçileri bu sürece hazırlamaya, işyeri komiteleri ve grev fonları oluşturmaya dönük bir çalışma yapmadı. Bu nedenle, bürokratların kuru grev nutukları kimseyi heyecanlandırmamalı ve boş beklentilere sürüklememelidir. Grev, işçi sınıfının oldukça önemli bir silahıdır. İşçi sınıfının her anlamda örgütsüz olduğu ve mücadeleden uzak tutulduğu böylesi dönemlerde grevi blöf olarak kullanmak grev silahının olsa olsa içini boşaltmaya hizmet edebilir. İşçi sınıfı mücadelesinin içinde bulunduğu geri durum ve sendikalara hâkim olan sınıf uzlaşmacı ve işbirlikçi anlayış, toplu sözleşme mücadelelerinde satışları ve ihanetle-

marksist tutum

ri beraberinde getiriyor. Fakat bu değiştirilemeyecek bir durum değildir. İşçiler, toplu sözleşme süreçlerinde başından sonuna kadar karar sahibi olduklarında süreç kaçınılmaz olarak değişecektir. Toplu sözleşmeler işçi sınıfının patronlar sınıfına karşı mücadelesinde önemli bir mücadele aracı olarak değerlendirilmeyip sadece birtakım hakları iyileştirme müzakereleri olarak görüldüğü takdirde kazanımlar elde etmek de, korumak da mümkün olamaz. Toplu sözleşmelerde kazanım elde etmek için ve varolan kazanımları korumak için, işçiler, ilk örgütlenme deneyimlerinde yaşadıkları cesaret, inanç ve kararlılıkla mücadeleye atılmalıdırlar. Toplu sözleşmelerde her türlü talep militanca savunulmalıdır. Sendikasız tüm işçiler, sendikal haklarına kavuşmak ve sendikaları işçi sınıfının devrimci mücadelesinin alanlarına dönüştürmek için çaba sarf etmeli, örgütlü mücadeleye katılmalıdırlar. Şubeler düzeyinde mücadeleci yöneticiler, temsilciler, sınıf mücadelesinin bayrağını yükseltmek için maksimum çabayı sarf etmelidir. Sendikalarda uzlaşmacıişbirlikçi sendikal anlayışa karşı militan sınıf sendikacılığının bayrağı yükseltilmelidir. Toplu sözleşmeler, sendika bürokrasisinin eline bırakılırsa teslimiyete, işçilerin mücadelesiyle ise kazanıma dönüşecektir. Ve elde edilen her kazanım, işçi sınıfının patronlar sınıfına ve kapitalist sisteme karşı mücadelesini yükselten bir basamak olacaktır. İşçilerin, burjuvazinin dayattığı sefalet ücretlerine, azgın sömürü koşullarına ve saldırılara karşı örgütlenmekten ve mücadele etmekten başka çıkar yolu yoktur. Bu örgütlülük ve mücadele kuşkusuz sendikal alanla sınırlı olamaz. Sadece sendikal mücadeleye kafa yorup, onu yeterli görüp, devrimci siyasal mücadeleden geri durduğu sürece kaybeden hep işçi sınıfı olacaktır. En iyi koşullarda imzalansa bile, hiçbir toplu sözleşme maddesi işçilere gerçek kurtuluşu ve insanca yaşamı getiremez. Böylesi bir yaşama kavuşabilmek için, öncelikle, işçileri bataklığında boğan kapitalist sistemi yıkmak gerekiyor. 

43


Ekim 2007 • sayı: 31

marksist tutum

Tercih Bizim B

ir tatil dergisinin kapak resmindeki manzara baş döndürücü güzellikte. Bir gün batımı. Açık mavi ve berrak bir denizin sardığı adanın muhteşem yeşillikteki ağaçlarının altında genç ve güzel bir yerli kadın oturuyor. Yarı çıplak tenine ve kıyafetlerine, batmakta olan güneşin kızıllığı vurmuş. Tropikal meyveler, yanındaki sepetin içinde yeşilli sarılı yenmeyi bekliyor. Hemen önündeki kumsal, madenden yeni çıkmış altın parçası gibi; biraz akşam karartısı biraz ışıltı. Arka tarafta tek katlı, küçük bambu evler sıra sıra dizilmiş. Orada bir gün geçirmek, olanaksız ve sadece olanaksızlığı yüzünden saçma bir hayal. Günlük bir gazetenin üçüncü sayfa haberi… Bir kız… Henüz 17 yaşında. Üstündeki kırmızılı yeşilli basma elbisenin etekliği toplanmış dizlerine doğru. Bir kolu başının üstünde, bir kolu kalbinin. 17 yerinden bıçaklanmış, 17 yaşında bir Kürt kızı… Babasının vermek istediği adamla evlenmeyi istemeyip sevdiği gence kaçtığı için ağabeyi tarafından bıçaklanmış. Adı mı? Sadece iki harf. Onun yerinde olmak… Bu topraklarda yaşayan pek çok kadın için olanaklı ve sadece olanaklılığı yüzünden korkunç bir düşünce. Yüzü seçilmiyor. Yüzü “çok insancıl” gazetecilerimiz tarafından bulanıklaştırılmış kızın. Aylık bir derginin kapak resmi. Arkada başlarının üstünde ve ellerinde bir şeyler taşıyan insanlar. Sanırım göçüyorlar ya da kaçıyorlar. Biraz daha önde iki ağacın gövdesi görünüyor. Ağaç gövdelerinin çevresine saçılmış bir bidon, rulo yapılmış bir hasır örtü ve içinde ne olduğunu bilemediğimiz bir çuval. Belki yoksul bir ailenin tüm yaşamı var o çuvalda, belki geleceğe dair umutları ama biz bilemiyoruz. Siyah bir kadının cansız bedeni yatıyor rulo şeklinde sarılı hasır örtünün üstünde. Kafasından vurulmuş. Yüzünün bir yarısı; ağzı, gözü kanlar içinde. Kolları iki yana açılmış. Yanında iki siyah bebe. Biri üstüne abanmış, gülüşü çalınan anasının bedenini kimseye vermek istemez gibi kolu üstünde. Bacağı arkaya uzanmış. Çaresiz duruyor öyle. Yaşı 3 falan. Daha küçük olan diğeri ananın üstünde oturuyor. Beyaz bir elbise giymiş kızın sağ kolu kanlı. Ağlıyor… Çığlıkları kulağıma geliyor o an! Dostum sen de duyuyor musun? O kadının yerinde olmak… Bu dünyada yaşayan herkes için, işçisinden işsizine herkes için olası. Olası olduğu için de yıkılası… Evet son bahsettiğim hepinizin gayet iyi bildiği bir fotoğraf. Marksist Tutum dergisinin 30. sayısının kapak resmi. Altında şunlar yazıyor: “KAPİTALİZM YIKILMADIKÇA DÜNYAYA BARIŞ GELMEYECEK!” Dergiyi aldığımdan beri durup durup bu fotoğrafa bakıyorum. O çocuklara ne oldu dersiniz? Arkadan gidenle-

44

rin onlarla ilgilendikler yok gibi. Ya da ilgilenme olanakları yok, bilmiyorum. Peki fotoğrafı çeken ne yaptı bunu çektikten sonra? Muhtemel olmasına rağmen, bir ödül alma hevesiyle böyle bir fotoğraf çektiğini düşünmek istemiyorum. Orada olmayan bizlere bu vahşeti göstermek için çekmiştir herhalde. Peki sonra, sonra ne yaptı? Nasıl yemek yiyor, ya da uyuyabiliyor mudur? Ya biz nasıl yemek yiyor, nasıl uyuyoruz bu vahşeti görmemize rağmen? Eğer insanız diyorsak bu soruların hepsine cevap vermek zorundayız. Daha da bitmedi sorular. O kadından ya da oradaki çocuklardan daha mı değerli dünyadaki 6,5 milyar? Neden öldürüldü o kadın? Her birimizden daha kötü biri olduğu için midir dersiniz? Sanmıyorum. Ya da tüm insanlığı korkunç bir karanlığın içine yuvarlamak mı istemiştir? Sanmıyorum. Tek suçu, onun da ne kadarı kendi suçu tartışılır, kapitalist bir dünyada yaşıyor olmak. Evet, evet başka bir sebep yok. İçiniz acımıyor mu gerçekten? O zaman siz umutsuz bir yaratık, iflah olmaz bir bencil, burjuvazinin kulu kölesi olmuş zavallı bir makinesiniz. Ama eminim ki her birimiz bu resmi ilk gördüğümüzde önce yüzümüzü çevirdik ve sonra dönüp tekrar baktık. Çünkü insanlığımızı unutmadık ve insan kalabilmek için mücadele veriyoruz. Ne tropikal bir adanın enfes manzarası ve ona ulaşabilmenin biçare hayalleri ne de 17’sinde öldürülen kızın saklanan yüzü gibi puslu gerçekler bize lazım değil. Bize lazım olan gerçeklerin bir Osmanlı tokadı gibi yüzümüze indirilmesi. Kapitalizm tarafından şoka sokulan insanlar olarak bizlerin sadece gerçeklere ihtiyacı var. Ne kadar acı olursa olsun saf gerçeklere. İşçi kardeşim sesini çıkartmaya korktuğun patronun bak dünyamızı ne hale getirdi diyebilmek için! Örgütlenip mücadele edersek bu dünyanın tüm acılarından ve vahşetinden hem de bütün insanlığı kurtarabiliriz diyebilmek için! Tarihte Parisli komünarlar bunu başardı, Bolşevikler bunu başardı, biz de başarabiliriz ve başaracağız, diyebilmek için! Yeter ki inanalım, yeter ki örgütlenelim, yeter ki mücadele edelim. Tarihten çıkardığımız derslerle kararlı yürüyüşümüze devam ettiğimiz sürece hiçbir güç bize engel olamayacak, diyebilmek için. Sınıflı toplumlar var olalı beri insanlık pek çok dram yaşamış. Kapitalizm var olduğu sürece de yaşamaya devam edecek. Bizim yaşadığımız topraklarda on yıllardır Kürtler katlediliyorlar. Burjuvalarımız oradan kâr etsin, pazar kaybetmesin ve Türk milliyetçiliği zehri her daim insanlara enjekte edilebilsin diye. İşte dibimizdeki Irak’ta, kapitalizmin içine yuvarlanmış olduğu krizden çıkabilmesi


Ekim 2007 • sayı: 31 için, daha çok ve daha çok pazarı ele geçirmek için başlattıkları savaşta ölenlerin sayısı bir milyonu bulmuş durumda. Bir milyon insan. Bir milyon kadın erkek ve çocuk. Ama bununla da sınırlı değil, kapitalist dünyanın iş “kaza”larıyla ya da savaşlarla gün be gün katlettikleri milyonlarca can. Marksist Tutum bu gerçekleri gerek yazılarıyla gerek kullandığı resimlerle bize aktarmaya devam ediyor 30 aydır. Biz de bir o yanağımızı bir diğerini çeviriyoruz bu tokada. Bir daha kapitalizmin yalanlarına kanmamak için, bir daha yanılmamak için. Devrimci önderlerden devralınan kızıl bayrağı daha da yükseklere kaldırmak gerekliliğinin bilin-

marksist tutum ciyle, geleceğin dünyasına olan inançlarıyla, 30 aydır süren düzenli ve kararlı çalışmalarıyla bizlere Marksizmin ışığını taşıyanlara teşekkür etmek ve onların öğrettiği mücadeleye daha da sıkı sarılmak düşüyor bize de. “Kapitalizm yıkılmadıkça dünyaya barış gelmeyecek!” İçinde yaşadığımız dünya insanlığı bir uçurumun kenarına getirmiş durumda. Ya biri atladı diye ardı ardına uçuruma atlayan koyunlar gibi biz de atlayacağız ya da dünyayı bu hale getiren kapitalist sistemi ve onun zalim ve katil patronlarını o uçuruma atacağız. Eğer insanız diyorsak. Tercih bizim!... İstanbul’dan Marksist Tutum okuru bir sağlık emekçisi

18. yüzyılda değil 21. yüzyıldayız ama… Ben bu çağda 18. yüzyıl koşullarını aratmayan Tuzla tersanelerinde kaynakçı olarak çalışıyorum. Benimle aynı koşullarda çalışmakta olan beş sınıf kardeşim, 15 gün içerisinde iş cinayeti sonucunda yaşamlarını yitirdiler. - 21 Ağustosta Torgem Tersanesinde Gimsa taşeronuna bağlı olarak çalışan Cabbar Ongun elektrik çarpması sonucu, - 23 Ağustosta Selah Tersanesinde Bora Denizcilik taşeronuna bağlı olarak çalışan Güney Akarsu elektrik çarpması sonucu, - 28 Ağustosta Umut Gemi’de çalışan Cengiz Tatlı elektrik çarpması sonucu, - 1 Eylülde Erkal Tersanesinde çalışan Kenan Kara iş “kaza”sı sonucu, - 3 Eylülde Desan Tersanesinde Emre Gemi taşeronuna bağlı olarak çalışan Bekir Özmen elektrik çarpması sonucu hayatlarını kaybettiler. 45 bin işçinin çalıştığı Tuzla tersane havzasında, ayda ortalama bir işçi “iş kazası” sonucunda yaşamını yitirmekte. Ölümle sonuçlanan “iş kazalarının” çoğu, yüksekten düşme, elektrik çarpması ve patlamalar sebebiyle oluşmaktadır. Mesleki hastalıklar da cabası. Tersane patronlarının daha fazla kâr elde edebilmek için iş güvenliği önlemlerini hiçe sayması, yaşanan onca ölümlere rağmen hiçbir tedbir almaması, kapitalizmin vahşetini bir kez daha biz işçi sınıfına göstermektedir. Uzun iş saatleri, çalışma alanlarının darlığı, kullanışsızlığı ve tersane sahiplerinin taşeron işçi, yani örgütsüz işçi çalıştırmaları da bu tür cinayetlerin artışında büyük bir etkendir. Tersane patronları, ölenlerin kendi dikkatsizliklerinden kaynaklı kazalarda öldüğünü ileri sürerek kendilerini aklamaya çalışıyorlar. Öldürüyorlar, bunun adına da “iş kazası” diyorlar. HAYIR, iş cinayeti bunlar!

İş kazası mı, ölüm labirentleri mi? Geminin balans ve dip tanklarında bir insanın bile zor sığabileceği yerlerde taşçılar ve kaynakçılar çalışırlar. Bu tanklar labirentleri andırır. Taşın tozu, metalin pası, kaynağın gazı, galvaniz tozu çalışma esnasında bu tank-

ları doldurur. Ne içeriyi havalandıracak bir fan verilir ne de bir maske. Birçok işçi arkadaşımız bu ölüm labirentlerinde gazdan ve patlamalardan dolayı yitip gitti. Tersane patronlarının dizginsiz kâr hırsı sonucunda, işi daha kısa sürede bitirmek amacıyla bu dar alanlara olması gerekenden çok daha fazla işçi sokuluyor ve bunlar iç içe çalışmak zorunda bırakılıyor. Bu işçiler bir de farklı taşeronların işçileri olunca, “kaza”lar da kaçınılmazlaşıyor. Tersane işçilerinin örgütlenmesi önündeki en büyük engel, taşeron sistemidir. Taşeronlar kendi aralarında, işçiler de kendi aralarında büyük bir rekabet içerisindeler. Bu yüzden işçiler, bıraktık içinde bulundukları sefalet koşullarına ve haklarının gasp edilmesine karşı baş kaldırmayı, ölülerine bile sahip çıkmıyorlar. Bu durum, kapitalizm canavarının örgütsüz işçilerin insanlıklarını nasıl yok ettiğinin bir kanıtıdır. Kapitalistlerin kâr hırsı ile örgütlediği üretim her zaman iş cinayetlerine gebe olacaktır. Oysa kötü çalışma koşullarını ve ölümleri üreten kapitalist sistemi yıkmak bizlerin ellerindedir. Bu da ancak örgütlü ve bilinçli mücadeleyle olabilir. İşçiler artık sessiz kalmamalı, birleşerek ve örgütlenerek seslerine ses katmalıdırlar. Tuzla’dan bir tersane işçisi

Binlerce yaşam aldın gencecik; Tanklarda, patlamalarda Zehirledin bedenleri kimyasallarla, asbestle Yitirdik geleceğimizi… Zannetme!! Göreceksin, gelecek ellerimiz ile yükselecek, İşte o zaman biz, Gömeceğiz seni asbest tankı ile Gemi hurdalığına. Tuzla’dan bir tersane işçisi

45


Okurlarımızdan Gelecek Güzel Günlerimiz Ellerimizde Ben Tuzla Organize Deri Sanayi Bölgesinde, elektronik malzemeler üreten bir fabrikada çalışıyorum. İşe başlayalı çok olmadı. İlk günlerde işe ve fabrikadaki arkadaşlara alışmakta epey bir zorlandım. Zaten iş koşullarına alışmak mümkün değil. Mesai saatleri, hatta yemek ve çay saatleri boyunca patronun ve temsilcilerinin –şeflerin, müdürlerin– denetimi altındayız. En ufak bir kurala uymama durumunda işten çıkarılabilir ya da ihtar alabiliriz. Bu duruma işe girdiğim ilk hafta şahit oldum; yeni başlamış olan arkadaşlar, iş esnasında konuştukları gerekçesiyle hemen işten çıkarıldılar. Bir başka eski işçi ise patron tarafından konuşurken yakalandığı için ihtar aldı. Fabrikada çalışan işçiler, sabahları birbirlerine “günaydın” demeye, akşamları “iyi akşamlar” demeye bile üşenen bir haldeler. Bu durum ilk günlerde canımı epey sıkıyor, aynı fabrikada, aynı berbat koşullarda çalışan işçiler olarak insanların birbirlerine nasıl bu kadar duyarsız olduklarını düşünüyordum. Bizler tüm gün boyunca bir başka arkadaşımızla yarıştırılıyoruz, sürekli daha hızlı olmamız ve daha fazla ürün çıkarmamız isteniyor. Bunların sonucunda da, adeta makinelerin birer parçası olan, bıraktık arkadaşına bir sorununu anlatmayı selam bile vermeyen insanlar ortaya çıkıyor. Burjuvazi bizleri öyle bir parçalamış ve güvensizlik aşılamış ki, yaşadığımız sorunları birbirimize anlatmaktan korkar olmuşuz. Yemekhanede koca fabrikaya tek kişinin servis yaptığını görünce bunu arkadaşlarla konuştum ve hemen biri tarafından “burada herkes laf yetiştirir içeri, kafanı önüne eğip çalışacaksın yoksa işten atarlar” diye uyarıldım. Bu duruma çok öfkelenmiştim, çünkü hepimizin omuzlarına yapabileceğimizden daha fazla iş yükleniyor, ama kimse durup düşünmüyor bile bunların neden-

Karadeniz işçisinin, köylüsünün emeği, umudu, geçimidir fındık. Binbir türlü zorluklarla tane tane bir araya gelir üreticinin emeği, ekmeği fındık. Fındık üreticisi neredeyse yılın tamamında daha iyi ürün alabilmek için emek harcar. Baharda gübresini, ilacını verir, dibini çapalar. Hasat zamanı yaklaşırken de tırpanını yapar. Tabii bu kadar değildir fındığın üretim aşaması, bunlar sadece yapılanların bir bölümü. Bu aşamaların her birinde üreticinin alın teri vardır. Ve bunca zorluktan sonra gelmiştir fındıkları toplama zamanı. Ama fındık üreticisi bilir ki, geçim kaynağı olan ürünü bu yıl da para etmeyecek, bu yıl da emeğinin karşılığını alamayacak. Bilir ki onun güçlükle, yoklukla, alın teriyle ürettiği fındığı yine onun karnını değil kan emici sermayenin kasalarını dolduracak. 2007 yılı fındık taban fiyatı 5,25 YTL olarak açıklandı. Devletin belirlediği bu taban fiyat iki yıl önceki taban fiyatın çok altında olmasına rağmen üretici mahsulünü bu fiyatın da çok altında bir fiyata satmak zorunda kalacak. Çünkü fındık işçisi bahardan başlayarak fındığının ilacını gübresini vs. almak, aynı zamanda geçimini de sağlayıp aç kalmamak için tüccardan faiz karşılığı borç almıştır. Bu faizli borcu ödeyebilmek için de fındığını tüccara vermek zorunda kalacaktır. Fırsat düşkünü tüccarlar da fındığı gerçek değerinin çok altında bir fiyata hatta yok pahasına alarak kârına kâr katacaktır. Tüccara borcu olmayan üretici, fındığını devletin alım kurumlarına (TMO ve FİSKOBİRLİK) verse de, orada da ya bürokratik engellere takılacak ya da ödemeler uzun vadelere bırakılacak. Bu durum, zaten bir yıldır borçlu durumdaki üreticiyi çaresiz tüccarın kapısına götürecektir. Yani kapitalist devletin bu politikası, bile bile tüccarın fındık üreticisini sömürmesi, emeğini çalması, onun emeğinin üzerinden rant sağlaması amacını gütmektedir. Emek, alınteri yine satılmış, yine üretici sömürülmüş, haksızlığa uğrayan olmuştur. Ve yine fındık üreticisine fındıktan bir gelir kalmayacak, yaptığı masraf-

46

lerini. Bu sorunlara kafa yorup çözümlerini düşünmek yerine birbirimizi susturuyoruz. Bugün işçilerin en kolay sohbet ettikleri konular ise maalesef maçlar ya da diziler oluyor. Bir gün serviste yol boyunca akşamki maçı kimin kazanacağı, hangi takımın daha zengin olduğu, bilmem hangi futbolcunun kaç milyon dolara alındığı tartışıldı durdu. Bu arada onlar takımların milyon dolarlık servetlerinden bahsederlerken ben biz işçi ve emekçilerin yaşam koşullarını, açlıkla boğuşan Afrikalı çocukları geçiriyordum gözlerimin önünden. Artık sohbet futbol tarihine kadar uzanmış, bir işçi 70’li yıllarda futbol takımlarının durumlarından bahseder olmuştu. Dayanamayıp 70’lerde futbolun nasıl olduğunu anlatan işçiye “70’lerden başka bir şey hatırlamıyor musun abi? Biraz da onlardan bahsetsene” diye takıldım. Hararetli hararetli konuşan işçi neyi kastettiğimi anlayınca biraz duraksadıktan sonra hatırladığını söyledi ve sustu. Bu durum bile görmek isteyene çok şey anlatıyor aslında. Futbol tekellerinin zenginliklerinden “bizim takım daha zengin” diye bahsedip kendi açlığımızı, yoksulluğumuzu unutuyoruz. Burjuvazi işçileri bugün farklı biçimlerde saflaştırıp, aslında sınıflı bir toplumda yaşadıkları ve işçi sınıfının parçası oldukları gerçeğini onların hafızalardan silmiş durumdadır. Bu nedenle sınıf bilinçli işçilerin bulundukları her alanda bu bilinci diğer işçilere taşımaları gerekmektedir. Yaşadığımız sorunların kaynağı kapitalist sistemdir ve sorunlarımız ortaktır. Bu nedenle sorunların çözümü de örgütlü mücadeleyle içinde yaşadığımız bu kokuşmuş düzeni yıkmaktan geçmektedir. İnsanca yaşayabileceğimiz, aşağılanmanın, hor görülmenin olmadığı, emeğimizin karşılığını alabileceğimiz bir dünya mümkün. Yeter ki buna inanalım ve işçi sınıfının örgütlü mücadelesine katılalım! Aydınlı’dan Marksist Tutum okuru genç bir işçi

larını bile karşılamayacak, yaşamak için yine tüccarın faizli parasına muhtaç bırakılacak. Böylece gelecek yılki fındığı da borçlanmak zorunda bırakılacak, sistem böyle devam ettiği sürece de bu böyle sürüp gidecektir. Fındık sadece üretici için değil, fındık toplamak için çalışan işçiler için de zorlu bir iş, karın doyurma mücadelesidir. Özellikle sayıları son yıllarda artan göçmen işçiler için durum daha vahim boyuttadır. Doğu Anadolu ve Güney Doğu Anadolu’dan üç kuruş için fındık toplamaya gelen işçiler, geldikleri yerde olduğu gibi Karadeniz’de de dışlanıyor. Kürt oldukları, işçi oldukları için kötü muamelelere maruz kalıyorlar. Çok uzun ve tehlikeli yolculuklarla geliyorlar. Öyle ki birçoğunun daha geliş yolunda hayatlarını kaybettiklerini biliyoruz. Gelmeyi başaranlarsa insanlık dışı şartlarda çalıştırılıyor. Önce şehre girerken kolluk kuvvetleri yapışıyor yakalarına, sonra da şehrin ücra bir köşesine atılıyorlar. Buralarda çadır kuran göçmen işçiler günlerce sağlıksız koşullarda çoluk çocuk yaşamaya çalışıp, bir taraftan onlara iş verecek fındık üreticilerinin gelmesini bekliyorlar. Göçmen işçilerin yerli işçilere göre yevmiyelerinin düşük olması üretici tarafından tercih sebebi oluyor. Göçmen işçiler onca çileye katlanıp çıktıkları karın doyurma yolculuğundan elleri boş olarak geri dönmek zorunda kalıyorlar. Gördükleri kötü muamele de yanlarına kâr kalıyor. Yine emek karşılıksız, yine işçi sömürülmüş, yine alın teri çalınmış oluyor. Kapitalist düzenin yıkılmayacağını, günü gelip bunların hesabının sorulmayacağını zanneden sermaye güçleri işçiyi, köylüyü, emekçiyi olanca güçleriyle ezmeye, sömürmeye, yok saymaya devam etmektedir. Oysa işçi sınıfının örgütlü mücadelesi ile kazanılacak zafer onların sonu olacaktır. Zafer örgütlenen ve mücadele eden işçinin, emekçinin olacak! Ankara’dan Marksist Tutum okuru bir büro işçisi


Okurlarımızdan Öğrencileri Seçme Sınavı Ben 3 senedir üniversite sınavına giren bir genç olarak ÖSS üzerine düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Lise son sınıfa giderken dershaneye kayıt olmuştum. O sene sonunda girdiğim sınavda istediğim puanı alamadığım için tekrar hazırlandım. İkinci sene hazırlık sürecime çok azimli ve hırslı bir şekilde başladım. O sene kesin istediğim fakülteye gireceğimi düşünüyordum. Ama sonuç hiç de istediğim gibi olmamıştı. Bir önceki seneye göre iyi puan almama rağmen yine de istediğim yer tutmamıştı. Artık ailemin de bana destek verecek gücü kalmamıştı. Üçüncü sene, bir yandan çalışmaya bir yandan da dershane masraflarımı karşılamaya başladım, ama iki ay sonra para sıkıntısı yüzünden dershaneyi bıraktım ve evde kendim çalışmaya başladım. Son girişimde daha fazla hayal kurmamam gerektiğini ve kazandığım yere gitmem gerektiğini düşündüm ve 2 yıllık bir fakülteyi kazandım. Aslında çoğu işçi çocuğunun üç aşağı beş yukarı ÖSS macerası benimki gibidir. Dişten tırnaktan artırılan paralarla dershaneye gönderilen öğrenciler ve en az 2 yıllık hazırlık sürecinden sonra istenmeyen bölümlerde okumaya çalışmak. Bu sınav sisteminin isminin “seçme sınavı” olması tam da burjuvazinin mantığıyla bütünleşmektedir. Burjuva eğitim kurumlarının hepsi aynı işlevi görmediğinden, burada da bir seçicilikle karşılaşmaktayız. Sınavdan sonra en başarılı liselere baktığımda ilk sırayı fen liseleri, Anadolu liseleri ve özel kolejler almakta. Devlet okullarında verilen eğitimin niteliğini bu sene açıkta kalan 2 bin 520 okul birincisi gösteriyor. Bizim gibi işçi çocuklarının özel okullarda okuması ya da Anadolu ve fen liselerinin sınavlarına hazırlanmak için dershaneye gitmesi için gerekli olan paraya ailemizin aldığı asgari ücret yetmez. Ben bu sene aldığım puanla 2 yıllık bir devlet üniversitesine girerken bir burjuva çocuğu benim puanımın çok daha altında bir puanla pekâlâ 4 yıllık bir özel üniversiteye gidebilmektedir. Eğitim-Sen’in 2004 araştırmasına göre üniversite öğrencilerinin %41’i yüksek gelirli ailelerin çocukları iken, açlık sınırında yaşayan emekçi ailelerin çocuklarının ancak %20’si üniversitede okumaktadır. Üniversite öğrencilerinin %49’u aylık 300 YTL’den fazla harcama yaptıklarını söylemiştir. 2004 yılın-

Ben, son bir yıldır atanma “umuduyla” KPSS’ye hazırlanan ve atanamayıp işsiz kalmaya devam eden bir eğitim işçisiyim. Çok sayıda açık kadro olmasına rağmen ataması yapılmayan ben ve benim gibi öğretmenler, bireysel çözüm yollarına başvuruyoruz. Ücretli öğretmenliğin kölelik koşullarına rağmen, çoğu kardeşlerimiz, işsiz kalmaktansa sessizce bu köleliğe boyun eğiyor. Ancak biliyoruz ki, işsizlik durumu her yerdedir, çünkü her yerde kapitalizm varlığını korumaktadır. İşsizlik, bu kokuşmuş düzenin sonuçlarından sadece birisidir! Burjuva devlet ise yine tam kapitalistçe bir çözüm yolu sunmaktadır biz işsiz işçilere! 657’ye tâbi bir öğretmenin aldığı ücrete, üç ücretli öğretmen çalıştırabilmektedir. Bu her alanda olduğu gibi ağır bir emek sömürüsüdür. Bu durumun daha da ağır yanı, eğitim emekçileri arasında da kadrolu, sözleşmeli ve ücretli olarak bölümlen-

da asgari ücretin 300 YTL civarında olduğu düşünülürse ortaya çıkan tablo daha bir netleşecektir. Aradan üç yıl geçmesine rağmen hiçbir değişiklik olmadığını en azından ben kendimden biliyorum. ÖSS, eleme sistemi üzerine kurulu olduğundan, sınava hazırlanan bir öğrencinin ekonomik ayrıcalıkları dışında da bazı özelliklere sahip olması gerekmektedir. Yani burjuvazi 1 milyon 600 bin aday arasından seçeceği kişilerin en çok işine yarayacak şekle girmiş olmasını ister. Bir yıllık bu sınav koşusu ciddi bir hazırlık ve disiplini gerektirmektedir. Yani öğrencinin gününü, haftasını ve ayını iyi planlaması gerekir. Sınavda çıkacak olan konuları (bu konuların büyük çoğunluğu liselerde hızlıca geçilir) bir yıla yayacak şekilde çalışmak, ekonomik olarak altyapı dışında bir de böyle bir disiplin gerektirmektedir. Aileden gelen yaşam kültürü de bu konuda son derece belirleyicidir. Bugün bir işçi mahallesi ile burjuva semtlerini veya işçi aileleri ile burjuva ailelerini karşılaştırdığımızda aradaki farkı kolaylıkla görebiliriz. Bir burjuva çocuğu bakıcılarla bakılır, yemek, uyku, oyun, çalışma, okuma saati son derece planlıdır. Oysa bir işçi çocuğunun iş ve okuldan başka planlı yaşadığı bir anı neredeyse yoktur. Sadece sokaklara bakmak bile yeterlidir. Bir işçi mahallesinde çocuklar sabahtan akşama kadar sokakta iken, burjuva semtlerinde çocuklar aynı saatlerde belki bir kursta (yüzme, müzik, resim), belki özel ders hocasıyla derstedir. İşçi ve emekçi çocuklarının yarası haline gelmiş bu sorunun kaynağı, kapitalist eğitim sisteminden ve bizzat kapitalist sistemin doğurduğu eşitsizlikten kaynaklanmaktadır. Burjuva çocukları, en iyi okullarda, 20-30 kişilik sınıflarda, özel öğretmenleriyle, para kaygısı taşımadan okumaktadırlar. Üniversitelerde har(a)ç paralarıyla, ilk ve ortaöğretimde katkı payı ve temizlik paralarıyla soyulup sömürülenler ise hep bizler olmuşuzdur. Bizlerin bu sisteme karşı tek seçeneği var. O da okulda, mahallede, işyerlerimizde kendi geleceğimiz için burjuvaziye karşı örgütlenmek ve mücadele etmektir. Herkese iş! Öğrencilere parasız eğitim, parasız barınma, parasız ulaşım hakkı! Bostancı’dan Marksist Tutum okuru bir öğrenci

dirmeler yaparak biz emekçilerin karşı karşıya getirilmesidir. Kapitalistlerin en sinsice politikalarından biri değil midir biz işçi-emekçileri yine bize kırdırmak?! Biz yaşamını çalışarak sürdürmek zorunda olan işçiler olarak zaten bu düzende köle gibi çalıştırılmakta ve emeğimizin karşılığını alamamaktayız. Bu yüzden, mücadele etmediğimiz takdirde ücretli köleler olarak ölmeye mahkûm olacağımızı ve sadece örgütlü mücadeleyle var olan haklarımızı koruyabileceğimizi ve insanca yaşayabileceğimiz yeni haklar kazanacağımızı bilmeyiz. İşte bundan dolayı: Örgütlüysek Her Şeyiz, Örgütsüzsek Hiçbir Şey! Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz! Tuzluçayır’dan Marksist Tutum okuru bir işçi

47


Okurlarımızdan Sermayenin emrinde yıkıcı güce dönüşen bilim ve teknoloji Bilimin ve teknolojinin modern anlamda gelişimi kapitalizmin gelişmesiyle mümkün olmuştur. Bu sayede insanlık doğayı kavramaktan öteye, onu değiştirmeye geçebilmiştir. Ancak bu değişimin her zaman hayırlı bir yönde olduğu söylenemez, hatta emperyalizm çağıyla birlikte, burjuvazinin ve sermayenin emrindeki bilim ve teknoloji çoğu zaman yıkıcı bir güce dönüşmüştür. Bu bağlamda savaşlar önemli bir yer tutar. Özellikle birinci ve ikinci emperyalist paylaşım savaşlarında büyük sıçramalar yaşanmıştır. Bu süreç aynı zamanda, bilimin sermayenin egemenliğinde nasıl da korkunç bir yıkıcı güce dönüşebileceğinin kanıtlarını da sunmuştur. Nükleer alandaki gelişmeler insanlığa daha ucuz ve temiz enerji sağlamaktan çok, atom bombalarının ve diğer nükleer silahların yapımına hizmet etmiştir. Burjuvazinin emrindeki bilim adamlarının, 2. Dünya Savaşında on milyonlarca insanın ölümünde, çok daha fazlasının sakatlanmasında ve milyonlarcasının daha doğmadan potansiyel sakatlıklara maruz bırakılmasında ciddi payları vardır. Nükleer patlayıcıların “barışçıl” amaçlarla kullanılması için 1957 yazında Plowshare Programını hazırlayan aynı bilim adamları, bu program dâhilinde nükleer silah denemelerinin artık insanlar üzerinde değil, toprak altında, atmosferde, çöllerde ve okyanuslarda devam edeceğini büyük bir rahatlıkla ve kıvançla söyleyebiliyorlardı. Bu bilim adamlarının oluşturdukları Amerikan Atom Enerjisi Komisyonu, nükleer enerjinin ticari alanlarda kullanılması ve insanlığın hizmetine sunulması için daha çok araştırma ve geliştirme gerektiğini açıklıyordu. Bu açıklamalarla aslında nükleer araştırmaların ortaya çıkışında insani amaçların zerre kadar önemi olmadığını, yapılanları meşru kılacak bahanelerin bu insanlık dışı amaçlara kılıf olduğunu kendi ağızlarıyla da itiraf etmiş oluyorlardı. Nükleer silahlanma yukarıda belirttiğimiz bahaneler gölgesinde tüm hızıyla sürüyor. Klasik bombaların patlaması sonucu oluşan hasar sınırlıydı, nükleer bombalar sayesinde bu sınırlar aşılmış oldu! Önce Hiroşima ve daha sonra da Nagazaki’nin yok edilmesi için tek bir atom bombası yetmişti. İlk nükleer bombaların beşte birinden daha az Okulların açılacağı şu günlerde öğrenciler yarış atı şeklini almaya hazırlanıyor. Okula yeni başlayanlar hariç diğer öğrenciler, özellikle OKS ve ÖSS’ye hazırlananlar, hayatlarını tayin ettiklerini sandıkları sınavların stresini yaşamaya başladılar bile. Ailelerinin dediği gibi “okuyup adam olmak için” çalışmalara başladılar, gerçekte öyle olmasa bile. İlerde yaşayacaklarından habersiz olan ilkokullular ise kalemleriyle, defterleriyle yani yeni tanıştıkları şeylerle oynamanın heyecanı içindeler. Sistemin “hayat kurtaran” sınavları aslında hayatları mahvetmekten başka bir şeye yaramıyor. Öğrencilerin üzerine bindirilen yük sadece onların sinirlerini yıpratıp hasta olmalarını sağlıyor ve ilaç tekellerine, sağlık şirketlerine kâr kapısı açıyor. Milyonlarca insan bu yaşlardan psikolojik sorunlar yaşamaya başlıyor. Sınavın zorluğu, ailelerin baskısı ve 195 dakikada belirlenen hayatlar öğrencileri bunalıma, hatta alınan puanlar onları ölüme sürüklüyor.

48

ağırlıktaki bir tek savaş başlığının içine bugün, Hiroşima ve Nagazaki’yi yerle bir eden patlama gücünün 10 misli, 100 misli güçteki bombalar sığdırılabilmektedir. Şimdiye kadar denenmiş en güçlü silahın açığa çıkardığı enerji miktarı, Hiroşima’yı yerle bir eden bombanın yaklaşık dört bin katıdır. Bugün dünyada var olan nükleer savaş başlıklarının gerçek miktarını, hiç kimse tam olarak bilmemektedir. Birleşmiş Milletler raporuna göre bu sayı 40 binden fazla. Tabii bunlar resmi rakamlar olduğu için bu sayının gerçekte çok daha da fazla olması şaşırtıcı değildir. Gelinen noktada, bilgisayarların da yardımı ile silahın hedefini otomatik olarak değiştirebilen servo-mekanizmalardaki gelişmeler, kıtalararası balistik roketlerin atıldıkları noktadan binlerce kilometre uzaklıktaki hedefler üzerine oldukça doğru isabetler kaydetmeleri, teknolojinin gelişimindeki dürtüleri gözler önüne seriyor. Tüm bunlar aslında bilimin sınıflar üstü olduğunu söyleyenlerin nasıl da hayal âleminde yaşadıklarını gösteriyor. Bir sınıfın diğer bir sınıf üstündeki hâkimiyetini ve tahakkümünü devam ettirebilmesinin koşulu, maddi olanakları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmasından geçmektedir. Buna bilim ve teknoloji de dâhildir ve burjuvazi de bunu yapmaktadır. Burjuvazi doğası gereği ne insanlığı ne de doğayı düşünür, onun düşündüğü tek şey nasıl daha fazla kâr edebileceğidir. Ne var ki bilimin egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda kullanılması, bizi onun toptan reddi noktasına da götürmemelidir. Tersine, sorunun çözümü bilim ve teknolojinin toptan reddedilmesinden değil, kapitalist sistemin ortadan kaldırılmasından geçmektedir. Bunu başaracak olan yegâne sınıf ise işçi sınıfıdır. İşçi sınıfının iktidarı ile başta bilimin hizmet ettiği savaş sanayii olmak üzere insanlığın zararına olan tüm sanayi dallarının kaldırılması, gerçekten insanlık ve doğa için olan buluşların önünü açacak, bilimin muazzam gelişmesine katkıda bulunacaktır. Özlemini çektiğimiz insanca yaşam için bu söylenenlere katılmak yetmiyor. Bunun için kapitalizmi ortadan kaldırma mücadelesine katılmak ve örgütlü mücadeleyi yükseltmek gerekiyor. Sadece işçi sınıfının değil aynı zamanda doğanın ve tüm insanlığın kurtuluşu için de bu gerekli! Ankara Üniversitesinden Marksist Tutum okuru bir öğrenci

Çarpık düzenin bir öğrenciye vereceği tek şey çözülmesi gereken sorular. ÖSS’yi kazanıp üniversite öğrenimini tamamlayanlarsa başka bir sorun olan işsizlikle baş başa kalıyorlar. Ya da ellerindeki diplomalarla seyyar satıcılık yapıyorlar. Ama bu kurallarla oynanan oyunlar sadece işçi, emekçilerin çocuklarını vuruyor. Bir burjuvanın çocuğu için ise hayat tozpembe. O büyür, işi çoktan hazırdır. Babasının patron koltuğu ya da özel bir üniversiteden alınan diplomayla açtığı işyeri o daha büyümeden tabağına konmuştur. Üniversitenin harç parasını düşünmez. Puanı yetmeyip üniversitelere giremeyen, har(a)ç paralarını veremeyen sadece işçi ailelerinin çocuklarıdır. Bütün işçilere, öğrencilere sesleniyorum: yaşadığımız sıkıntıların sebebi burjuva düzendir. Bu kapitalist sistemi yıkmak için, paralı eğitime son vermek için, psikolojimizin bozulmadığı bir eğitim hayatı için örgütlenelim ve mücadeleye atılalım! Ankara’dan Marksist Tutum okuru bir lise öğrencisi




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.