Mt no 32

Page 1

Kasım 2007

Savaş Çığırtkanlığına Karşı İşçilerin Birliği, Halkların Kardeşliği! • Savaş çığırtkanlığı ve iktidar kavgası • İç kapışmanın yarattığı tartışmalar

32

• Anarşizm üzerine /2 • Savaşa ve şovenist akıntıya kapılma • Ekim Devriminin yankıları


Savaş Çığırtkanlığı, Emperyalist Emeller ve İktidar Kavgası Mehmet Sinan

E

mperyalist iştahı kabarmış olan Türkiye’deki kimi “askeri” ve “sivil” burjuva kesimler, medya aracılığıyla yürüttükleri yoğun bir şovenizm ve savaş kışkırtıcılığı propagandasıyla, toplumu yakın bir savaş psikolojisine sokmuş bulunuyorlar. Neredeyse günlük basının tüm sayfalarında ve tüm TV programlarında, asker cenazeleri üzerinden duygu sömürüsü yapılarak ve tüm ülkede kardeş Kürt halkına karşı ırkçı, şoven gösteriler kışkırtılarak Türk ve Kürt halkı arasında düşmanlık tohumları saçılmaktadır. Kuşkusuz ki bu, bütün emperyalist savaşlarda olduğu gibi, burjuvazinin, kesinlikle emekçi halk kitlelerinin çıkarlarına aykırı olacak bir savaşı, onlara benimsetmek için yürüttüğü bir “psikolojik savaş” yöntemidir. Sanki bu savaş yirmi beş yıldan beri devam etmiyormuş da yeni başlıyormuş ve sanki bu savaşta şimdiye kadar otuz binden fazla insan yaşamını yitirmemiş de, ölümler yeni başlamış gibi bir psikolojik algı bozukluğu yaratmaya çalışıyor savaş kışkırtıcısı burjuva medya. Yaratılmaya çalışılan sonucu belirsiz bu karanlık savaş ortamında, büyük sermaye patronlarının ve şahinlerin basın sözcülüğüne soyunmuş yazar kılığındaki sermaye kâhyaları da en ön safta yer alıyorlar. Bu kâhyalar, bir başka ülkenin devlet yöneticilerini, yani Irak’ın Kürt bölgesi yöneticilerini doğrudan hedef göstererek, o bölgenin işgali için savaş naraları atıyorlar. Emperyalist emeller besledikleri çok açık olan kimi sermaye grupları ya da burjuva kesimler, genel olarak Ortadoğu’da alt emperyalist bir güç olmayı ve özel olarak da bölgede Kürt halkını baskı altında tutmayı arzuladıklarını artık gizlemiyorlar. Dolayısıyla, bu kesimlerin daha baştan emperyalist bir savaşı hedefledikleri çok açıktır. Sözünü ettiğimiz bu büyük sermaye patronlarından birinin basın kâhyası olan zat, büyük sermayenin içinde taşıdığı emperyalist savaş emelini bakın nasıl dile getiriyor: “Geldiğimiz bu noktada muhatabımız kimdir? Aşağılık cani sü-

Benzer dönemlerde olduğu gibi, içinden geçmekte olduğumuz bu tarihsel dönemde de enternasyonalist komünistlerin öncelikli ve en önemli görevinin, işçi sınıfının devrimci öncüsünü örgütlemek olduğu gerçeğini asla akıldan çıkarmamak gerekiyor. Çünkü işçi sınıfının kitlesine ulaşabilecek ve ona gerçekleri haykırabilecek yegâne güç, işçi sınıfının örgütlü öncüsü olabilir ancak! Eğer ki bu görev yerine getirilemez de, işçi sınıfı on yıllar boyunca kendi devrimci örgütlülüğünden, devrimci siyasal önderliğinden yoksun kalırsa, bu durumda işçi ve emekçi kitlelerin kendi sınıf çıkarlarından giderek uzaklaşmaları ve bugün olduğu gibi, burjuva partilerin onlara sunduğu sahte çözümlerin peşinden bilinçsizce sürüklenmeleri asla son bulmayacaktır!

1


Kasım 2007 • sayı: 32

marksist tutum Bugün sınır ötesi operasyonu gerekçelendirmek için ileri sürülen “PKK terörünün kökünü kazımak, terörü tamamen yok etmek” vb. gibi gerekçeler bir bahaneden ibarettir. Asıl amaç, Türkiye-Irak sınırının, petrol yataklarına ulaşılacak şekilde yeniden çizilmesidir.

Ertuğrul Özkök’ün “eğer” diye sıraladığı bahaneleri bir yana koyacak olursak (çünkü bu “eğerler”, maraza çıkarmak isteyen bir külhanbeyinin ileri sürdüğü mazeretlerden başka bir şey değildir; tıpkı ABD emperyalizminin Irak’ı işgal etmeden önce yaptığı gibi), onun satırlarından esas olarak, yayılmacı büyük sermayenin kabaran emperyalist iştahları yansımaktadır. Dolayısıyla, bugün sınır ötesi operasyonu gerekçelendirmek için ileri sürülen “PKK terörünün kökünü kazımak, terörü tamamen yok etmek” vb. gibi gerekçeler bir bahaneden ibarettir. Asıl amaç, TürkiyeIrak sınırının, petrol yataklarına ulaşılacak şekilde yeniden çizilmesidir. Yoksa neden Kuzey Irak’daki Kürt yönetimi doğrudan hedef alınsın ve o topraklarda yaşayan Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkına ve kendi devletlerini kurma hakkına böylesine pervasızca saldırılsın ve eğer bu haklarını kullanmaya kalkarlarsa, yerle bir edilmekle tehdit edilsinler? Amerika’nın Irak’ı işgal etmesine ve orada yaptıklarına timsah gözyaşları dökenler, şimdi açık açık “biz de yakarız, yıkarız” demekten çekinmiyorlar. Ama bunda şaşılacak bir yan yoktur. Çünkü emperyalist sermaye ile emperyalizme soyunmuş sermaye arasında nicelikçe bir fark olsa bile, nitelikçe hiçbir fark yoktur. Her ikisinin de genetik yapısı aynıdır çünkü: Daha çok sömürü, daha çok tahakküm ve daha çok savaş!

Değişen koşullar, değişen dengeler, değişen ittifaklar rüsü olmadığına göre, kimdir yakasına yapışacağımız asıl sorumlu? Ve cevabını buldum. Onu koruyan, ona yataklık eden, ona kol kanat gerenler. Yani artık bizim muhatabımız Barzani’dir. Ona son, ama son defa şu mesajı, anlayacağı en direkt dille söylemeliyiz. «Önünde iki yol var. Ya komşumuz olacaksın ya hedefimiz.» … Eğer Amerika Birleşik Devletleri’ne güvenip, düşmanımız olma yolunu seçerlerse kendileri bilir. Bundan böyle, namlularımız, Barzani’ye çevrilmiştir. Hedefimiz, Barzani’nin, askeri ve ekonomik hedefleridir. Amacımız, oradaki «Kürt rüyasını», «Türk kâbusuna» çevirmektir. Barzani, eğer PKK üzerinden bir «Kürt megalo idea»sını gerçekleştirmeyi hayal ediyorsa, biz de onun karşısına bir yeni «misak-ı milli» haritası çıkarmalıyız. Veya… En azından, o megalo ideanın, onların ödeyemeyeceği kadar ağır olduğunu kafalarına çakmalıyız. Demeliyiz ki; üç beş F-16, otuz kırk sorti; neticesi yirmi yıl geriye gitmiş bir Kuzey Irak’tır. Karşımıza Amerikan F-16’ları mı çıkacaktır? Çıkarsa, onlar bilir. Bir İran artı bir Suriye… Üzerine bir Rusya ekleyin. Ta Afganistan’a kadar uzanan bir coğrafya çıkar karşınıza (…) Bir tarafta üç buçuk Kuzey Irak. Bu tarafta Türkiye. Ağırlığını terazinin o tarafına değil de bu tarafına koyduğu takdirde, bölgedeki bütün dengeleri altüst edecek bir «eski dost». Türkiye artık, tarihi kararını ve küresel tercihini yapacak noktaya gelmiştir.” (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 22 Ekim 2007)

2

Bugün aynı emperyalist ittifakın (NATO) içinde yer alan Türkiye ile ABD’nin, böylesine ters düşmeleri ve bölgede adeta düşman taraflar olarak karşı karşıya gelmiş bulunmalarının gerçek nedenlerini anlayabilmek için, biraz gerilere gidip, 90’lardan itibaren değişen dünya koşullarını, değişen güç dengelerini ve Türkiye’nin bu değişimden nasıl etkilendiğini anımsamak gerekiyor. Bilindiği üzere, insan hafızası unutkanlıkla malûldür, o nedenle sık sık hatırlama egzersizleri yapmakta yarar var! 90’larda SSCB’nin çökmesi ve “sosyalist” blokun dağılmasından sonra, Soğuk Savaş dönemi sona eriyor, fakat bunun yerini, yeni paylaşım savaşlarının ön belirtilerinin ortaya çıktığı yeni bir dönem alıyordu. Nitekim 20. yüzyıl, Balkanlar’da, Kafkasya’da, Ortadoğu’da, Asya ve Afrika’nın çeşitli bölgelerinde, emperyalist güçlerin doğrudan kışkırtmalarının neden olduğu “ulusal çatışmalar” görünümündeki kanlı boğazlaşmalarla noktalanacaktı. 21. yüzyıla ise, emperyalist güçler arasında kıran kırana rekabetin yaşandığı bir ortamda girilmişti. Emperyalistkapitalist güçler, yeni nüfuz alanları elde etmek, hegemonya yarışında geriye düşmemek için kıyasıya bir yarışın ve çekişmenin içindeydiler. Bu rekabet ortamı, emperyalist güçler arasında yeni bloklaşmaları gündeme getirmiş, bölgesel düzeyde hegemonya alanları oluşturma girişimleri hızlanmıştı. Soğuk Savaş döneminde kurulan blokların, iktisadi-siyasi-askeri ittifakların aynen devam etmesi


Kasım 2007 • sayı: 32

mümkün değildi artık. Eski “dostlar” şimdi çatışan taraflar haline gelebilmekteydiler. Kapitalist tekeller ve kapitalist devletler arasında yeni saflaşmalar, yeni ortaklıklar gündemdeydi. Bu yeni süreçte, özellikle Türkiye gibi kapitalist altyapısı yeterince güçlü olmayan ülkelerin sermaye sınıfları, başını büyük emperyalist güçlerin çektiği bloklardan birine dahil olmak için can atmaktaydılar. Çünkü 21. yüzyılın kapitalist dünyasında, sermaye gücü yetersiz olan kapitalist bir ülke için yalnız kalmak demek, dünya pazarında rekabet gücünü yitirmek, kendi pazarını da başkalarına kaptırarak güçsüzleşmek ve dolayısıyla küçülmek demekti. Hele ki kapitalizmin dünya ölçeğinde yaşanan genel krizi ortamında, kapitalistler için bir ölüm kalım meselesiydi bu. İşte Türkiye burjuvazisi de bu koşullar altında bir seçim yapmak zorundaydı. Burjuvazi içinde belirleyici ağırlığı olan büyük sermaye grupları, Türkiye kapitalizminin geleceği açısından seçimlerini Avrupa sermayesiyle entegrasyondan yana yaptılar ve AB’ye katılım perspektifi doğrultusunda bir strateji benimsediler. 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren, Türkiye’de rejimin yeniden yapılandırılmasına ve geleceğine ilişkin olarak yapılan tartışmalar, burjuva iktidar bloku içinde esaslı görüş ayrılıklarına ve anlaşmazlıklara yol açacaktı. Bu konudaki saflaşma, değişim isteyen AB yanlısı büyük burjuvazi ile devlet aygıtlarında kümelenmiş statükocu asker-sivil bürokrasi ve onları destekleyen diğer burjuva kesimler arasında idi. Büyük sermayenin tepe örgütü ve sözcüsü konumunda olan TÜSİAD (bir diğer adıyla Büyük Patronlar Kulübü), Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği düşlerini daha 90’ların başlarından itibaren kurmaya başlamıştı. O nedenle de, bu tarihlerden itibaren, ekonominin ve siyasetin liberalleştirilmesi, demokratik dönüşümlerin yapılması ve Türkiye kapitalizminin dışa açılmasının önündeki engellerin kaldırılması için ısrarlı bir çaba içerisine girmişti. Daha birkaç yıl öncesine kadar 12 Eylül rejiminin savunucusu olan TÜSİAD, şimdi rejimin liberalleştirilmesini ve demokratik dönüşümlerin yapılmasını istiyordu! TÜSİAD birden bire “demokrasi ve özgürlük aşığı” kesildiği için değil, gelinen noktada büyük sermayenin çıkarları ekonomik ve siyasal alanda bir liberalleşmeyi gerektirdiği için istiyordu bu değişimi. Büyük burjuvazinin bu “uzak görüşlü” örgütü, Türkiye kapitalizminin yıllardan beri birikmiş ve çözülmediği için de kangrenleşmiş olan yapısal sorunlarının bir biçimde çözülmesinin ve burjuva düzende gerekli dönüşümlerin yapılmasının artık şart olduğunu, aksi takdirde sorunların büyüyeceğini ve içinden çıkılamaz bir hale

marksist tutum

geleceğini diğer burjuva kesimlerden çok daha erken görmüştü. Bu yeni dönemde uluslararası güçler dengesindeki değişimlerden en çok etkilenen ve burjuva iktidar bloku içindeki pozisyonu giderek zayıflayacak olan kesim ise, ordu üst yönetimi, yani yüksek askeri bürokrasi idi. Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve Soğuk Savaşın sona ermesi, pek çok şeyin değişmesine yol açtığı gibi, bir NATO gücü olan TSK’nın stratejik konumunu da değiştirmişti. Sovyetler Birliği’nin burnunun dibindeki bir NATO gücü olması nedeniyle, Soğuk Savaş dönemi boyunca ABD nezdinde “itibarlı” bir yeri olan TSK, artık bu imtiyazlı konumunu kaybetmek üzereydi. Fakat bu aynı zamanda, TSK’nın tepesindeki askeri oligarşinin ülke içindeki pozisyonunu da etkileyecekti. Koşulların değişmesi ve burjuvazinin yeni koşullara uyarlanma çabası, yani burjuva rejimin AB standartlarına uydurulması zorunluluğu, TSK’nın 12 Eylül’den beri süregelen devlet yönetimi ve siyaset üzerindeki ağırlığına darbe vuracaktı. 21. yüzyılın dünyasında, uluslararası kapitalizmden yalıtılmış ve kendi içine kapanmış bir “ulusal” kapitalizm düşünün imkânsızlığının bilincinde olan büyük sermaye, uluslararası koşullarda meydana gelen tarihsel önemdeki değişikliklerden ve ülke içinde yaşanan ekonomik, politik istikrarsızlıkların ortaya koyduğu tablodan kendi hesabına gerekli sonuçları çıkarmış durumdaydı. Büyük sermaye çevreleri, değişen dünya konjonktürünü dikkate almış ve kendi düzenlerinin “selâmeti” bakımından tercihlerini Avrupa sermayesiyle entegrasyondan yana yapmışlardı. Büyük sermayenin belli bir dönemeçten itibaren, Türkiye’de “demokratik dönüşümleri” ısrarla savunur hale gelmesi ve bu bağlamda 12 Eylül rejiminin uzantısı konumunda olan mevcut burjuva siyasal yapının değişmesini istemesi ve Avrupa’daki gibi bir “burjuva demokrasisinin” Türkiye’de de işletilmesinin artık gerekli olduğunu “ilan” etmesi hep bu AB’yle bütünleşme arzusuyla bağlantılıydı. Ne var ki, 12 Eylül askeri darbesiyle devlet yönetiminde çok önemli bir pozisyon elde etmiş ve bu pozisyonunu uzun bir dönemden beri korumakta olan asker-sivil yüksek bürokrasinin, elde ettiği bu pozisyonu kolay kolay terk etmek istemeyeceği de ortadaydı. Nitekim, 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren, Türkiye’de rejimin yeniden yapılandırılmasına ve geleceğine ilişkin olarak yapılan tartışmalar, burjuva iktidar bloku içinde esaslı görüş ayrılıklarına ve anlaşmazlıklara yol açacaktı. Bu konudaki saflaşma, değişim isteyen AB yanlısı büyük burjuvazi ile devlet aygıtlarında kümelenmiş statükocu asker-sivil bürokrasi ve onları destekleyen diğer burjuva kesimler arasında idi. Anlaşmazlık konularının başında ise, Türkiye’deki burjuva siyasal rejimin AB ile uyumlu hale gelecek şekilde sivilleştirilmesi (‘82 Anayasasının değiştirilmesi ve 12 Eylül rejiminin mirası olan kurum ve yasaların tasfiye edilmesi vb.), askerin siyaset üzerindeki vesayetinin son bulması konuları geliyordu. Burjuva iktidar bloku içinde baş gösteren bu

3


marksist tutum

Kasım 2007 • sayı: 32

Emperyalist emeller besledikleri çok açık olan kimi sermaye grupları ya da burjuva kesimler, genel olarak Ortadoğu’da alt emperyalist bir güç olmayı ve özel olarak da bölgede Kürt halkını baskı altında tutmayı arzuladıklarını artık gizlemiyorlar. Dolayısıyla, bu kesimlerin daha baştan emperyalist bir savaşı hedefledikleri çok açıktır.

anlaşmazlık, bir süre sonra taraflar arasında çetin bir iktidar mücadelesine dönüştü. Çeşitli evrelerden geçen ve her seferinde bir siyasal krizi tetikleyen bu iktidar mücadelesi, günümüzde de hâlâ sürmektedir. İşte bu nedenledir ki, Türkiye’de burjuva devlet iktidarı, adeta burjuvazinin askeri ve siyasi temsilcileri arasında paylaşılan bir “ikili iktidar” görüntüsü vermektedir. Taraflar arasında ilk esaslı çatışma, daha 1990’ların başında Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine ilişkin devlet politikasının belirlenmesi noktasında patlak vermişti. Ya savaş durdurularak bir barış süreci başlatılacaktı, ya da topyekûn imha politikası güdülecekti. Bu konuda şahinlerin, yani komutanların tavrı kesindi: “Teröristler asla muhatap alınmaz, onlarla asla barış olmaz; tek çözüm askeri çözümdür, yani imhadır!” Cumhuriyetin kuruluşundan beri Kürt sorununda “inkârcı” pozisyonunu kesintisiz sürdüren askeri bürokrasinin bu “şahin” tutumu, bırakın sorunun çözümünü, burjuvazinin diğer kesimlerinin sorunu açık bir biçimde tartışmasına dahi fiili ambargo koyuyorlardı. Kürt sorunu, Kemalist devlet anlayışının ve bu anlayışın hakiki sahibi olan TSK’nın birinci kırmızı çizgisi idi çünkü! AB ile ilişkiler kapsamında “demokratikleşme” programı tartışılırken, TSK başka kırmızı çizgiler de çıkaracaktı ortaya. Bunlar, Kemalist devletin resmi “laiklik” anlayışı ile Kıbrıs sorununda ortaya koyduğu ve zinhar değişmez olan kırmızı çizgilerdi. Özellikle Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi ve yaşanan iç savaş süreci, bu ülkede ırkçı-milliyetçiliğe varan Kürt düşmanlığının, inkârcılığın sadece faşist MHP ile sınırlı olmadığını, aksine bütün burjuva partilerde (dincisinden muhafazakârına, liberalinden “sosyal demokratına”) ve hatta kimi küçük-burjuva “sol” örgütler içinde de yeterli miktarda bulunduğunu gözler önüne seriyordu. Bu ırkçımilliyetçi dalga, bilindiği üzere daha sonra Kıbrıs’ta Annan planının tartışılması sürecinde de yeniden yükseltilecekti. Böylece, gerek demokratik dönüşümlerin yapılması, gerekse Kürt ve Kıbrıs gibi kangrenleşmiş sorunların çözü-

4

mü konusunda, burjuva iktidar bloku içinde karşıt iki kutup oluşmuştu. Bir tarafta her türlü barışçı çözümü reddeden, statükocu askerlerin başını çektiği şahinler, diğer tarafta ise, AB’yle bütünleşmeden yana olan ve bunun bir gereği olarak Kürt ve Kıbrıs sorunlarının barışçı çözüm yollarının tartışılmasını öneren ve başını TÜSİAD’ın çektiği liberal reformcular. Örneğin, bu dönemde TÜSİAD’ın Sakıp Sabancı gibi ağır topları, verdikleri demeçlerde, ekonominin düzelmesi ve istikrarlı büyüme için siyasal istikrarın şart olduğunu hükümetlere sık sık hatırlatıyor ve üstü örtük de olsa, Kürt sorununun barışçı yollardan çözümü doğrultusunda düşüncelerini açıklıyorlardı. İşte, ulusal sorunla ilgili olarak meşhur “Bask modeli” tartışmaları da bu dönemde gündeme gelecekti. O dönemde bütünüyle AB’ye indekslenmiş olan büyük burjuvazinin, liberalleşme ve demokratikleşme yönünde yaptığı bu girişimlere, devlet içinde mevzilenmiş olan burjuvazinin asker-sivil statükocu kesimlerinden anında ve çok sert tepkiler gelecekti. Özellikle Kürt sorununun çözümü konusunda TÜSİAD temsilcilerinin hazırladığı raporlara ve verdikleri demeçlere devlet katından gelen tepki çok sertti. Bu da gösteriyordu ki, egemen güçler bloku içindeki iktidar paylaşım kavgası uzun süre devam etmeye adaydı ve çok sert geçecekti. Cumhurbaşkanı Özal’ın ölümü, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in uçağının düşmesi, Sakıp Sabancı’nın kardeşi Özdemir Sabancı’nın öldürülmesi olayları hep bu süreçte yaşanmış, hatırlanması gereken önemli olaylardır. Bu olayların ardından ise, devlet güvenlik birimlerinin mafyayla ve çetelerle olan içli-dışlı ilişkilerinin, meşhur Susurluk Olayı ile ortalığa dökülmesi geldi. Anlaşılan, iktidar mücadelesi, hele Kürt sorunu gibi konular işin içine girince çok sertleşiyordu! Egemen sınıf bloku içinde yürüyen çatışmanın, sanıldığı gibi salt Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu ya da AB’ye katılım sorunuyla ilgili bir çatışma olmayıp, aslında iktidar ilişkilerini belirlemeye yönelik bir hegemonya mücadelesi olduğu, süreç ilerleyip çatışma şiddetlendikçe daha bir


Kasım 2007 • sayı: 32

açıklıkla ortaya çıkacaktı. Büyük burjuvazinin ve AB yanlısı diğer burjuva kesimlerin sözcüsü olarak öne çıkan TÜSİAD, kendi politikalarını egemen kılmak için 1990’lardan beri her yolu denemiş, ama mevcut burjuva partilerin oluşturduğu koalisyon hükümetlerinden hiçbirisine bunu tam olarak uygulatamamıştı. Hem askerlerin hem de onların dümen suyuna girmiş olan mevcut burjuva partilerin (ANAP, DYP, REFAH, MHP, CHP, DSP vb.) statükocu bir zeminde donup kalmaları ve yeni dönemin gerektirdiği reformlara direnmeleri ya da bu konuda ayak sürümeleri karşısında, TÜSİAD artık bu partilerden tamamen umudunu kesmiş durumdaydı. Bu partilere alternatif olabilecek, halkın gözünde yıpranmamış yeni bir burjuva siyasal oluşumun arayışı içine girmişti TÜSİAD. Bu oluşumun ortaya çıkması için çok beklemesi gerekmeyecekti. Kendisi de otoriter-statükocu devlet düzeninden mustarip olan ve siyasal varlığını bu “otoriter laik” devlete kabul ettirebilmek için meşruiyet savaşı veren İslami bir partinin (AKP) kuruluşu, TÜSİAD’a aradığı parti oluşumunu sunacaktı. AKP, çekirdeğini Milli Görüş’ten kopmuş, genç, girişimci kadroların oluşturduğu “yeni” bir siyasal oluşumdu. Üstelik halkın gözünde, “gadre uğramış” ılımlı Müslüman insanların oluşturduğu bir parti imajı çiziyordu. Yani kitle tabanı edinme açısından belli ki, geleceği parlak bir parti idi! Nitekim 3 Kasım 2002’de yapılan erken genel seçimin sonuçları da bu gerçekliği teyit edecekti. Seçim sonuçları, yıllardan beri derin bir ekonomik ve siyasal bunalım içinde debelenen burjuva düzene ve bu düzenin birikmiş tarihsel sorunlarına çözüm getiremeyen statükocu düzen partilerine karşı halkın duyduğu kitlesel tepkinin çok açık bir ifadesi oldu. Bu seçimlerde halk, mevcut statükoyla bütünleşip değişime karşı direnen ve hamasi nutuklarla, idare-i maslahatçılıkla işleri geçiştirmeye çalışan tüm burjuva partileri buruşturup çöp sepetine attı. Statükonun (yani baskıcı-otoriter devlet düzeninin) yanında görünen düzen partileri, halkın nezdinde büyük bir güven ve itibar erozyonuna uğradılar. Oysa seçim çalışmalarında statükoyu değiştireceğini, demokratik dönüşümleri gerçekleştireceğini ve AB’ye katılım sürecini hızlandıracağını ilan eden ve bizzat kendi siyasal varlığının kabulü için statükoya karşı meşruiyet mücadelesi veren ve de “mazlum”u oynayan AKP, halktan en çok oyu alan parti oluyordu 2002 erken genel seçimlerinde. 3 Kasım erken genel seçiminden sonra ortaya çıkan tabloya bakıldığında, o aşamada TÜSİAD’ın istekleriyle AKP’ninkiler örtüşmekteydi. AKP kendi meşruiyetinin kaynağını ve güvencesini Batıdaki gibi bir burjuva demokrasisinin Türkiye’de de işletilmesinde görürken, sözcülüğünü TÜSİAD’ın yaptığı AB yanlısı burjuva kesimler de geleceklerini ulusal sınırlar içerisine hapsolmuş bir kapitalizmde değil, Batıyla entegre olmuş bir kapitalizmde görmekteydiler. AB ile entegrasyon sürecinde büyük sermaye-

marksist tutum

nin ihtiyaç duyduğu ve o güne kadar sözüm ona “Batıcı”, “laik”, “modern” geçinen burjuva partilerin hiçbirinin yapamadığı reformları belki de bu “dini bütün” burjuva partisi (AKP) yapacak ve AB sürecinin önünü açacaktı! AKP kurmayı, AB’ye uyum çerçevesinde demokratik dönüşümlerin yapılmasını, devletin küçültülmesini, bürokrasinin azaltılmasını, rejimin liberalleştirilmesini, Kıbrıs sorununun mutlaka çözülmesini ve de AB ile bütünleşmenin önündeki tüm engellerin kaldırılmasını öncelikli görevleri arasında sıralıyordu. Başta büyük burjuvazinin örgütü TÜSİAD olmak üzere, ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinin hükümetleri, AKP’nin “laftan anlayan” ve de “birlikte iş yapılabilecek” bir siyasal muhatap olduğuna ikna olmuşlardı. Büyük burjuvazi, hiç değilse belli bir dönem için birlikte iş yapabileceği, geniş kitle desteğine sahip, “enerjik” bir burjuva partiye kavuşmuştu ve onlar için bundan iyisi de can sağlığıydı! Mecliste büyük bir çoğunluğa sahip olan AKP hükümetinin, gerek AB’ye uyum çerçevesinde Türkiye’deki burjuva siyasal yapıyı dönüştürme (rejimi “demokratikleştirme”) konusunda attığı adımlar ve gerekse Kıbrıs sorununun çözümü doğrultusunda yaptığı uluslararası temaslar, devlet katındaki statükoculuğa vurulmuş darbeler anlamına gelmekteydi. AKP hükümetinin attığı bu adımlara, içerde büyük sermaye çevrelerinden, dışarıda ABD’den ve AB’den büyük destek geldi. AB’ye uyum yasaları çerçevesinde yapılması istenen değişikliklerin başında, ordunun siyasetteki ağırlığının kaldırılmasına yönelik olarak Milli Güvenlik Kurulu’nun yapısının değiştirilmesi, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kaldırılması, YÖK yasasının değiştirilmesi ve daha pek çok Anayasal ve yasal değişikliklerin vakit geçirilmeksizin gerçekleştirilmesi geliyordu. 12 Eylül’den bu yana siyasal iktidarlar üzerinde MGK aracılığıyla hegemonyasını sürdürmüş olan ordunun tepesindeki yüksek askeri bürokrasi ve onunla kader birliği içinde olan adli, idari ve “ilmi” yüksek bürokrasi, bu değişimin iktidar mekanizmasındaki merkezi konumlarına ne kadar ciddi bir tehdit oluşturduğunu algılamakta gecikmediler. Durumun ciddiyetini kavrayan ve gözden düşmekte olduğunu gören devlet katındaki statükocu güçler, başta askeriye olmak üzere derhal karşı atağa geçtiler. Bu durumda, burjuva iktidar bloku içindeki çatışma daha da sertleşmeye başlayacaktı. AKP hükümeti beş yıllık birinci döneminde, hem yerli büyük sermayenin istediği reformları ve ekonomik dönüşümleri, hem de İMF’nin, yabancı sermayenin istediği özelleştirmeleri büyük bir hızla yerine getirerek, onlara geniş yatırım ve kâr imkânları sundu. Ayrıca AB’den gelen uyum yasalarını da, kendinden önceki hükümetlerden çok daha hızlı bir biçimde gerçekleştirmeye çalıştı. Yani özetle, işler hem AKP için, hem yerli büyük sermaye için, hem de kârlı bir “maden” bulmuş yabancı yatırımcılar için iyi gidiyordu doğrusu. Bu arada emekçi kitlelere verilen sözler henüz daha yerine getirilmemişti elbette. Ama olsun, on-

5


marksist tutum

lar beklemeye alışıktı; bir gün onların isteklerine de sıra gelecekti nasıl olsa! Hele önce şu kapitalistlerimiz, yeni yatırımlar yapacak kadar sermaye biriktirip biraz zenginleşsinler, evvel Allah emekçilerimize de sıra gelecekti! Bu böyle devam ettikçe, AKP’nin de, büyük sermayenin de statükocular karşısında manevra alanları genişti ve bu bakımdan bir hayli rahattılar. Fakat bu gidişatta AKP, rahatını kaçıran ve elini zayıflatan iki kırılma noktasıyla karşılaştı. Birincisi, stratejik ortağıyla (ABD ile) arasını soğutan ve ilerde başına daha da büyük işler açma olasılığı yüksek olan “tezkere olayı” idi. Bu olayda ABD yönetimi, yani Bush, kendisine kazık atılmış hissiyatında olduğu için, kolayına yatışmayacağı da açıktı. İkinci kırılma noktası ise, bu kez tersine, AB’nin AKP’ye ve Türk burjuvazisine attığı kazık oldu. AB, belli bir noktaya gelindikten sonra, Türkiye’nin tam üyeliği konusunda yan çizerek, ortağını çok güç bir durumda bıraktı, fena halde hevesini kırdı. Aslında bu ikinci kırılma çok daha önemlidir, çünkü kendi iç dinamikleriyle bir türlü değişimi gerçekleştiremeyen ve statükoculuktan kurtulamayan Türk burjuva rejimi, şimdi yalnız kaldığı için daha da kırılgan bir duruma gelmiştir. AKP hükümeti ilk beş yıllık döneminde, hem yerli büyük sermayenin istediği reformları ve ekonomik dönüşümleri, hem de İMF’nin, yabancı sermayenin istediği özelleştirmeleri büyük bir hızla yerine getirerek, onlara geniş yatırım ve kâr imkânları sundu. Bu arada emekçi kitlelere verilen sözler henüz daha yerine getirilmemişti elbette. Ama olsun, onlar beklemeye alışıktı; bir gün onların isteklerine de sıra gelecekti nasıl olsa! Hele önce şu kapitalistlerimiz, yeni yatırımlar yapacak kadar sermaye biriktirip biraz zenginleşsinler, evvel Allah emekçilerimize de sıra gelecekti! Nitekim, burjuva blok içindeki statükocu Kemalist güçlerin AKP’ye karşı atakları, AB sürecinin tavsamasından sonra daha da yoğunlaşmış ve her türlü provakatif eylemlerle ve kitlesel mitinglerle sürekli tırmandırılmıştır. Amaç, AKP’nin devlet katında yeni mevziler kazanmasını engellemek ve özellikle de onu Çankaya’dan uzak tutmaktı. Çünkü Çankaya, Kemalist statükocuların kutsal bir mevzii idi ve “iktidar” temsili anlamında sembolik ve manevi değeri çok yüksekti. İşte bu nedenle, Çankaya seçimi yakınlaştıkça, canhıraş bir şekilde atağa geçen “laik ve de millici güçler”, “Laiklik elden gidiyor”, “Şeriat geliyor” teraneleriyle AKP’ye saldırmaya başladılar. İşin ilginç yanı, daha düne kadar AKP’nin arkasını sıvazlayan, “yürü arkandayız” diyen büyük patronlardan bazıları da, bu gelişmeler üzerine pozisyon değiştirdiler. Bun-

6

Kasım 2007 • sayı: 32

ların başında da, büyük medya gücünü elinde tutan ve gerektiğinde herkese şantaj yapabilecek olan büyük patronlar geliyordu. Yani kısacası, burjuvalar arasında rekabet savaşları ve iktidar kavgası yeniden alevlenme aşamasına doğru hızla ilerliyordu. İşte tam da böyle bir ortamda, AKP, kurtuluşu erken seçimlere gitmekte buldu. Ve herkesin bildiği gibi, 22 Temmuz 2007 seçimlerinde büyük bir oy patlaması yaparak yeniden tek başına iktidar oldu. Bununla da yetinmedi, hemen ardından yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimini de kazanarak, partinin ikinci adamını Çankaya’ya çıkardı ve böylece, geleneksel Kemalistlerin “iktidar” sembolünü de fethetmiş oldu. Buna karşı müthiş protestolar sergilendi, devlet katında kıyamet koptu; o güne kadar burjuva devlette görülmedik bir şeydi bu. Çankaya seçimi devletlû zevatın gözünde, çevreden gelen birinin “kutsal” merkeze yerleşmesiydi! Yenilir yutulur bir lokma mıdır bu?! Yanına kalacak mıdır bu AKP’nin? Türkiye gibi bir ülkede bunun cevabını vermek gerçekten de zor bir iş, kâhin olmayı gerektiriyor doğrusu! Cumhurbaşkanının seçildiği ve aynı zamanda anayasa tartışmalarının da başladığı bu evre, AKP hükümeti için gerçekten de kritik bir evredir. ‘82 Anayasasının tasfiyesi ve sivil bir anayasanın yapılması şiarıyla sezonu açan AKP, daha taslak ortaya çıkmadan ve tartışmalar başlamadan muarızları tarafından yoğun bir salvo ateşine tutuldu. Zaten Cumhurbaşkanı seçimiyle birlikte iktidarda çok önemli bir mevzi kaybettiğini düşünen statükocu askeri kanat, şimdi bir de 12 Eylül anayasasının tasfiyesi ve yerine demokratik bir anayasanın yapılmasıyla halinde, her şeye hükmeden o eski konumunu tamamen yitireceği endişesine kapıldı. İşte tam da bu süreçte, Kürt sorunu yeniden çıkageldi hükümetin ve Meclisin önüne! Şimdi sermaye cephesinde kâğıtlar yeniden karılıyor, saflar yeniden belirleniyor ve yeni çıkar ittifaklarının oluşumu gündemi işgal ediyor, savaş tamtamlarının çaldığı bir mahşer ortamında!

Sermaye cephesi bu durumdayken, emek cephesi ne durumda acaba? Genel olarak “emekçi halk kitleleri” ya da “emekçi halk sınıfları” diye tanımlanan işçi, memur, küçük esnaf, yoksul köylü kitleler Türkiye’de nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturmaktadırlar. Kapitalist üretim sürecindeki yerleri itibariyle nesnel olarak sermaye karşısında konumlanmış bulunan emekçi kitleler, aynı zamanda burjuva toplumundaki anti-kapitalist emek cephesi potansiyelini oluşturmaktadırlar. Fakat bu emek cephesi potansiyeli, sermaye cephesi karşısında herhangi bir politik varlık gösterememekte, aksine bu cephenin bileşenleri olan işçi ve emekçi kitleler, sermaye partileri tarafından yönlendirilmektedirler. İşçi ve emekçi kitlelerin sermaye karşısında uğradıkları bu bilinç çarpılmasının ve sergiledikleri bu pasif tutumun gerisinde ise, onların bağımsız sınıf çıkarları temelinde ha-


Kasım 2007 • sayı: 32

reket edebilen militan bir sendikal örgütlülüğe ve kelimenin gerçek anlamında devrimci bir siyasal önderliğe sahip olmayışları gerçeği yatmaktadır. Kapitalist bir düzende, sermaye cephesi karşısında antikapitalist bir emek cephesi potansiyeli her zaman var olmuştur ve var olmaya da devam edecektir. Kapitalist düzendeki emek-sermaye çelişkisinin varlığından kaynaklanan nesnel bir gerçekliktir bu. Fakat öte yandan, sözünü ettiğimiz bu anti-kapitalist emek cephesi potansiyelinin, dünyanın hiçbir yerinde kapitalizmi yıkmak üzere kendiliğinden harekete geçmediği ve geçmeyeceği de bir başka nesnel gerçekliktir. Tarihte yaşanan pek çok deney de göstermiştir ki, emek cephesi potansiyelinin bağrında taşıdığı devrimci enerjiyi açığa çıkartan ve onu kapitalizmi yıkma doğrultusunda harekete geçirebilen yegâne güç, işçi sınıfının örgütlü devrimci gücü olmaktadır. Eğer ki işçi sınıfının kendisi henüz devrimci bir örgütlülükten, devrimci siyasal önderlikten ve devrimci siyasal eylem programından yoksunsa (yani işçi sınıfının kendisi henüz devrimci bir güç haline gelmemişse), diğer emekçi kitlelerin kapitalizme yıkma hedefiyle kendiliğinden harekete geçmeleri de söz konusu olmamaktadır. Nitekim, 12 Eylül darbesinden bu yana geçen çeyrek asırlık zaman diliminde yaşananlar da bizim bu söylediklerimizi doğrulamaktadır. Bütünüyle işçi ve emekçi sınıfların aleyhine işleyen 12 Eylül sonrası tarihsel süreç, örgütsüz ve öndersiz kalan işçi ve emekçi yığınların nasıl bir depolitizasyon sürecinin içine yuvarlandıklarının ve burjuva iktidarların saldırıları karşısında nasıl savunmasız ve çaresiz kaldıklarının örnekleriyle doludur. 12 Eylül sonrasında sendikalaşma oranının süratle düşmesi, sendikal mücadelenin alabildiğine gerilemesi ve sınıf mücadelesinden kaçışın işçiler arasında genel bir eğilim haline gelmesi, esasen işçi sınıfı saflarındaki örgütsüzlüğün, dağınıklığın, yalnızlığın ve tüm bunların yol açtığı çaresizliğin somut göstergesidir. Bu bakımdan, 12 Eylül sonrası dönem, politik bakımdan örgütsüz ve öndersiz olan işçi yığınlarının hem burjuva partiler tarafından, hem de burjuvazinin işçi sınıfı içindeki uzantısı olan sendikal bürokrasiler tarafından nasıl aldatılıp yönlendirilebileceklerinin ve nasıl kendi sınıf çıkarlarına aykırı pozisyonlara savrulabileceklerinin eğitici dersleriyle dolu bir dönemdir. İşte kapitalist düzenin egemen güçleri de ancak böylesi dönemlerde, yani işçi hareketinin son derece güçsüz düştüğü ve alabildiğine gerilediği dönemlerde istedikleri gibi at oynatabilmektedirler bir ülkenin ekonomik, toplumsal ve siyasal yaşamında. Böylesi dönemlerde egemen güçler emekçi kitlelerin çıkarlarına aykırı kararları rahatlıkla alabilmekte ve ciddi bir dirençle karşılaşmaksızın bu kararları uygulayabilmektedirler. Nitekim içinden geçmekte olduğumuz bu olağanüstü karmaşık dönemde de gene aynı manzarayla karşı karşıya gelmiş bulunmaktayız. Patronuyla, siyasetçisiyle, askeriyle, medyasıyla vb., düzenin egemenleri, sonucu kesinlikle

marksist tutum

12 Eylül sonrası dönem, politik bakımdan örgütsüz ve öndersiz olan işçi yığınlarının hem burjuva partiler tarafından, hem de burjuvazinin işçi sınıfı içindeki uzantısı olan sendikal bürokrasiler tarafından nasıl aldatılıp yönlendirilebileceklerinin ve nasıl kendi sınıf çıkarlarına aykırı pozisyonlara savrulabileceklerinin eğitici dersleriyle dolu bir dönemdir.

emekçi kitlelerin aleyhine olacak kararlar alıyorlar ve bunları fiilen uygulamaya hazırlanıyorlar. Yıllardan beri yalan haberlerle, yanlış bilgilerle, kışkırtıcı-şoven propagandalarla aldatılan emekçi kitleler bugün tam bir şaşkınlık içindedirler ve gelecekte yaşamlarını karartacak olan egemen güçlerin bu savaş çılgınlığına karşı kitlesel bir tepki gösterememektedirler. Benzer dönemlerde olduğu gibi, içinden geçmekte olduğumuz bu tarihsel dönemde de enternasyonalist komünistlerin öncelikli ve en önemli görevinin, işçi sınıfının devrimci öncüsünü örgütlemek olduğu gerçeğini asla akıldan çıkarmamak gerekiyor. Çünkü işçi sınıfının kitlesine ulaşabilecek ve ona gerçekleri haykırabilecek yegâne güç, işçi sınıfının örgütlü öncüsü olabilir ancak! Eğer ki bu görev yerine getirilemez de, işçi sınıfı on yıllar boyunca kendi devrimci örgütlülüğünden, devrimci siyasal önderliğinden yoksun kalırsa, bu durumda işçi ve emekçi kitlelerin kendi sınıf çıkarlarından giderek uzaklaşmaları ve bugün olduğu gibi, burjuva partilerin onlara sunduğu sahte çözümlerin peşinden bilinçsizce sürüklenmeleri asla son bulmayacaktır!  www.marksist.com sitesinden alınmıştır

7


İç Kapışmanın Yarattığı Tartışmalar ve Gerçekler Levent Toprak

22

Temmuz seçimlerinde AKP’nin elde ettiği üstünlüğün, ilk günlerin tüm görünüşüne rağmen siyasal gerilimin sona erdiği anlamına gelmediğini seçim sonrası değerlendirmemizde vurgulamıştık. Nitekim çok geçmeden yeni anayasa taslağı tartışmalarıyla başlayan ısınma turları, “Malezyalaşma” ve “mahalle baskısı” tartışmasıyla istimini aldı. Nihayet, tüm süreç, savaş tamtamlarının birkaç aylık aradan sonra tekrar çalmaya başlamasıyla yeni bir mecraya girmiş bulunuyor. Savaş çığırtkanlığı ve şovenizmin ayyuka çıktığı yeni hezeyan dalgasına ve bu dalganın olası vahim sonuçlarına karşı mücadele şüphesiz şu anda öncelikli bir yer işgal ediyor. Ancak, geri plana düşmüş görünen “mahalle baskısı” ve “Malezyalaşma” benzeri tartışmaların hatırlattığı bazı noktaların es geçilmeden dile getirilmesi de gerekiyor. Belli başlı sermaye gruplarının tekelinde bulunan burjuva medyada başlatılan bu tartışmalar, Türkiye’de egemenler arasında uzun zamandır devam eden it dalaşının yeni bir perdesiydi yalnızca. 22 Temmuz seçimleri sonrasında AKP hükümetinden istedikleri ihaleleri kapamayan sermaye kesimleri, AKP’nin muhalifi olan laikçi askeri bürokrasiye de göz kırparcasına, “mahalle baskısı var”, “Malezyalaşıyor muyuz?” çığırtkanlığıyla medyatik bir saldırıya geçtiler.

AKP sorunu Şüphesiz bu tartışmaların gerisinde, AKP’nin 22 Temmuz seçimlerinde kazandığı büyük başarı ve ardından Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesinin burjuva iktidar blokunda yarattığı yeni güç dengesi sorunu yer almaktadır. Kemalist laikçi güçler ve onlarla işbirliğinden çı-

8

kar uman bazı sermaye grupları, AKP’nin gücünü sınırlamak için yeni tehditler yaratma peşinde koşmaktadırlar. Memleketin güya şeriata doğru kaymasının sebebi olarak, “takiye yapan”, “gizli gündemi olan” AKP gösterilmektedir. “Cumhuriyet mitingleri” sürecinde bir kez daha su yüzüne çıktığı üzere, sosyalist hareketin Kemalizmin etkisini bir türlü söküp atamamış bir kesiminde de bu yaklaşımın izleri bulunmaktadır. Oysa, AKP’nin işçi sınıfının düşmanı sömürücü burjuvaların partilerinden biri olduğunu ispat etmek için onu hiç de şeriatçılık kisvesine bürümemiz gerekmiyor. İşçi sınıfının, burjuva partisi AKP’ye karşı mücadele vermesi için yeteri kadar nedeni vardır. Tıpkı CHP’ye, MHP’ye, DYP ya da ANAP’a olduğu gibi! Burjuva partiler arasında elbette farklılıklar vardır. Sözgelimi bir faşist parti ile liberal parti, ya da sosyal demokrat parti aynı şey değildir vs. Bunlar genel olarak değişik burjuva kesimlerin çıkarlarını ifade edebilirler, değişik toplumsal katmanların desteğini alabilirler ve değişik ideolojik tonları dillendirebilirler. Bu partiler, milliyetçilik, liberalizm, muhafazakârlık, dincilik, sosyal demokratlık, faşistlik-ırkçılık, bonapartistlik gibi eğilim ve akımları kendi varlıklarında somutlayabilirler. Bu çerçevede bakıldığında, AKP’nin birçok Müslüman ülkede gözlenen fanatik dinciİslamcı partilerden farklı olarak, esasen muhafazakâr bir burjuva partisi kategorisine girdiği açıktır. Muhafazakâr “değer”lerin her zaman temel bir parçasını oluşturan din öğesini, bu kategorideki tüm partiler vurgularlar. Daha öncesini bir kenara bırakacak olursak, Türkiye’de bu siyasal gelenek Demokrat Partiden bu yana var olan ve Adalet Partisinden geçip, en son 90’lardaki ANAP ve DYP’ye kadar uzanan bir gelenektir. AKP, bugünün dünyası ve Türkiye’sinin şartlarında, esas olarak bu geleneğe oturan ve onun


Kasım 2007 • sayı: 32

ana sürdürücüsü konumunda olan bir partidir. AKP’nin, geleneğin diğer partilerinden farkı, çekirdek kadrosunun çoğunluğu itibariyle bu geleneği oluşturan partilerin içinden gelmiyor oluşudur. O, esasen din unsurunu ana vurgu noktası yapan Milli Görüş geleneğinden koparak gelmiş ve bu çizgiye oturmuştur. Bu durum doğal olarak onun muhafazakârlığına kendine özgü bir renk vererek, din unsurunun aynı kategorideki emsallerine göre daha belirgin yer alması sonucunu doğurmuştur. AKP, hâlâ geleneksel bir toplumsal yaşantının hâkim olduğu 80’lerin başındaki Türkiye’den itibaren bugüne dek yaşanan yıkıcı kapitalist gelişmenin yarattığı toplumsal-siyasal koşulların bir ürünüdür. Solun faşist darbe ile neredeyse tümüyle ezilmiş olduğu bu dönem içinde, muhafazakâr geleneğin sürdürücüsü olan ANAP ve DYP gibi partiler de tam bir çürüme yaşayarak toplumsal kredilerini tükettiler. Gelinen noktada, bu alanda doğan boşluğu o partilerin kadroları ve örgütsel yapısıyla doldurmanın mümkün olmadığı ortaya çıkmıştı. Yıpranmamış kadroları ve ANAP ve DYP ile karşılaştırılamayacak kadar güçlü örgüt yapısıyla AKP sonuç olarak bu boşluğu doldurmuştur. Kapitalizmin dünya ölçeğinde yaşadığı ve küreselleşme olarak da adlandırılan gelişmelerin bir parçası olarak, Türkiye’de son çeyrek yüzyılda yaşanan dizginsiz kapitalist gelişme, kırdan kente göçe büyük bir hız vererek, kent çeperlerinde muazzam bir nüfus birikimine yol açtı. Büyük çoğunluğunu yoksul emekçilerin oluşturduğu bu geniş kitlenin toplumsal talep ve özlemlerine, bir sol hareketin yokluğunda sahip çıkar görünen tek politik hareket, AKP’nin içinden çıktığı Milli Görüş hareketiydi. Bu muazzam dalgayı emecek ölçüde hızlı gelişen güçlü bir kapitalist sanayi de olmadığından, acımasız kent cangılında yaşam mücadelesi veren bu kitleler için şüphesiz din önemli bir sığınak işlevi görüyordu. Ancak dinle karın da doymuyordu. Bu kitlelerin temel sorunu, onlara her gün televizyondan kışkırtıcı biçimde pompalanan modern kent yaşamının nimetlerinden bir nebze olsun yararlanabilmekti. Milli Görüş’ün, bu kendine özgü çarpık ve hızlı

marksist tutum

kentlileşme sürecini yaşayan kitleleri, kendi geleneksel söylem ve konumlanışı içinde daha fazla kucaklayabilmesi mümkün olamazdı. Bu hareketin içinde, dönemin ruhuna daha uygun genç kadrolar bunu fark etmekte gecikmeyerek, AKP’nin kuruluşuyla sonuçlanan kopma sürecini başlattılar. Bölünmeden sonra Milli Görüş geleneksel çizgisinin sahibi olarak kalan ve ilk kuşak kurucu liderleri de muhafaza eden şimdiki Saadet Partisinin, tüm gayretlere rağmen AKP karşısındaki durumu uzun boylu sözü gerektirmemektedir. Ancak AKP olgusu sadece bununla açıklanamaz. Bu, bir burjuva partisi olarak AKP’nin kazandığı halk desteğini açıklar. AKP’nin bir diğer önemli özelliği, 80’lerle birlikte kendisini belirgin şekilde ortaya koymaya başlayan ve ilerleyen yıllar içinde olağanüstü bir ivmeyle büyüyen yeni bir sermaye kesiminin dolaysız temsilcisi olarak sahneye çıkmasıdır. “Yeşil sermaye” ya da “Anadolu sermayesi” olarak da adlandırılan ve içinden büyük tekeller de çıkarabilmiş olan bu kesimler, düzenin geleneksel Kemalist sahiplerini rahatsız eder hale gelen Milli Görüş çizgisiyle daha fazla yol alamayacaklarını da gördüler. Bugün MÜSİAD gibi kendi alternatif örgütlemelerine de sahip olan bu sermaye kesimleri kendi iktidar paylarını talep etmekte ve almaktadırlar. AKP’nin uygulama çabası içinde olduğu neoliberal TÜSİAD programı, aynı zamanda bu kesimlerin de benimsediği ve hararetle sahip çıktıkları bir saldırı programıdır. AKP’nin Milli Görüş hareketinden kopması her ne kadar 28 Şubatçı baskının sonucu olarak gerçekleşmiş olsa da, aslında 28 Şubat’ın dışsal baskısı, zaten vakti gelmiş olan bir doğuma yapılmış ebelikten başka anlama gelmiyordu. Bu bakımdan 28 Şubat’ı bu bahiste büyük ölçüde bir dışsal tetikleyici olarak görmek gerekir. Şüphesiz çok sayıda belirleyenin olduğu karmaşık bir süreç sonucu doğan AKP’nin içinde değişik eğilimler oldu. Eski çizgiye “gönül borcunu” bir parça daha fazla hissedenler olduğu gibi, o çizgiyle tüm ilişiğini kesenler ve bu çizginin tümüyle dışından gelerek ona katılanlar da oldu. Bu arada ikbal kapısının açılıp iktidar nimetlerinin tadıl-

AKP, hâlâ geleneksel bir toplumsal yaşantının hâkim olduğu 80’lerin başındaki Türkiye’den itibaren bugüne dek yaşanan yıkıcı kapitalist gelişmenin yarattığı toplumsal-siyasal koşulların bir ürünüdür. Solun faşist darbe ile neredeyse tümüyle ezilmiş olduğu bu dönem içinde, muhafazakâr geleneğin sürdürücüsü olan ANAP ve DYP gibi partiler de tam bir çürüme yaşayarak toplumsal kredilerini tükettiler. Yıpranmamış kadroları ve ANAP ve DYP ile karşılaştırılamayacak kadar güçlü örgüt yapısıyla AKP sonuç olarak bu boşluğu doldurmuştur.

9


Kasım 2007 • sayı: 32

marksist tutum

masıyla birlikte, AKP kadrolarının dünyevi iştahlarla bağlantısı her geçen gün daha da güçlendi. Bu yönüyle AKP, hızla Avrupa’daki Hıristiyan-demokrat partilerin Türkiye ve İslam koşullarındaki özgün bir karşılığı olmaya doğru ilerlemektedir. Hatta, daha tutucu olan Amerika’daki Protestan muhafazakârlığına daha yakın bir profilden de söz edilebilir. AKP’nin hem Avrupa Birliği’ne giriş sürecini fiilen yürütmesi hem de şeriat yolunda adımlar atması mümkün olabilir mi? Diğer taraftan, içinde bulunduğumuz dönemde, AKP’yi destekleyen geniş kitlelerin hepsinin “dinci” olmadığı da bir gerçektir. Bu kitleler şeriat değil, daha geniş demokrasi ve ekonomik koşullarının düzelmesini istiyorlar. Kaldı ki, AKP’yi destekleyen dinci ve kapalı olarak adlandırılabilecek kesimin giyim-kuşam ve davranış kalıplarındaki değişim de gerçekten çarpıcıdır. Dolayısıyla ne AKP’nin arkasındaki sermaye güçleri açısından, ne AKP kadrolarının genel siyasal yönelimleri açısından, ne de onu destekleyen geniş kitleler açısından bir şeriat özleminden söz etmek mümkündür. İçinde farklı eğilimler olmakla beraber, AKP’ye genel yönelimini veren belirleyici eğilim bu yöndedir. AKP, düzeni değiştirmek değil, onun içinde kendine yer açma ve ondan pay kapma mücadelesi veren irili ufaklı muhafazakâr sermayedarların partisidir.

Siyasal İslam sorunu Siyasal İslamcı hareketlerin yükselişi bugünün dünyasında göz ardı edilemeyecek yaygınlık ve güçteki bir olgudur. Bu önemli olgu uzun boylu incelemeyi hak edecek bir niteliğe sahiptir; ancak biz şimdilik yalnızca bu gelişmenin ana kaynaklarını çok kısaca ortaya koyarak, onun sahte ya da uydurmaca bir olgu olmadığını göstermekle yetineceğiz. Müslüman ülkelerde siyasal İslamcı hareketlerin bugünkü yükselişlerinin kaynağında öncelikle bu hareketlerin çok uzun yıllar öncesinden itibaren emperyalistler ve yerel işbirlikçiler tarafından beslenip semirtilmesi olgusu vardır. Emperyalistler ve yerel işbirlikçileri, Kuzey Afrika’dan güneydoğu Asya’ya kadar uzanan geniş Müslüman coğrafyasında, kendi çıkarlarını zedeleyen ve bir yandan sosyalist bir söylemle kitlelerin gönüllerine hitap edip diğer yandan SSCB ve Çin ile de flört eden siyasal akım ve rejimlerin etkisini kırabilmek için, İslamcı akımları doğrudan ve dolaylı yollardan desteklediler. Ancak bunların geniş bir kitlesel etki kazanmaya başlamaları, bahsi geçen anti-emperyalist ve sosyalist söylemli üçüncü dünyacı akım ve rejimlerin, geniş yoksul emekçi kitlelerin özlemlerine eninde sonunda ihanet etmeleriyle mümkün olmuştur. Siyasal İslamın yükselişinin kaynaklarından birisi de, sadece Müslüman ülkelerde değil tüm dünyada genel olarak bir dine yöneliş eğiliminin baş göstermesidir. Bu olgunun altında yatan temel etmen, SSCB’nin çöküşünden

10

sonra ve kapitalizmin zaten başlamış olan dizginsiz saldırısı nedeniyle insanların alternatifsizlik, güvensizlik ve boşluk ortamında bir sığınak arayışıdır. Marx’ın ifadesiyle, din ruhsuz koşulların ruhu, kalpsiz dünyanın kalbi, ezilen insanın iç çekişidir. Kapitalizme karşı sosyalist düşüncenin genelde itibar yitirmesi, sosyalist hareketlerin gerilemesi sonucu, sığınak da tepkinin adresi de giderek daha fazla din olmaya başladı. Şüphesiz bir diğer faktör de, koşulları iyi değerlendiren burjuvazinin dinsel propagandaya muazzam bir hız vermiş olmasıdır. Üçüncü bir kaynak olarak da, zengin enerji kaynaklarına ve stratejik öneme sahip İslam coğrafyasının günümüzde emperyalist saldırganlığın açık bir hedefi haline getirilmiş olmasını sayabiliriz. Kapitalizm uzunca bir süredir kelimenin geniş anlamında genel bir bunalım içindedir ve bu temel üzerinde bir emperyalist yeniden paylaşım süreci yürümektedir. Bu sürecin önemli bir boyutunu da İslamı öcüleştirme ekseninde yürütülen ideolojik haçlı seferi oluşturmaktadır, ki bu da dinsel temelde bir kutuplaştırma ve radikalleşmeyi beslemektedir. Batı emperyalizminin acımasız saldırısına maruz kalan İslam coğrafyasındaki halklar, bu saldırıların dinsel bir ideolojik kisveye de büründürülmesi karşısında bir direniş ve isyan unsuru olarak büsbütün dine (İslama) sarılmaktadırlar. Siyasal İslamın bu üreme kaynakları varolduğu ve en başta da işçi sınıfı hareketi başını doğrultamadığı sürece bu sorun şu ya da bu biçimde dünyanın ve işçi sınıfı hareketinin gündemini işgal edecektir. Kapitalizmin krizi derinleştikçe, yeni emperyalist paylaşım savaşı süreci şiddetlenip yayıldıkça, Türkiye de bu gelişmelerin etkisine daha açık hale gelebilecektir. Bu durumda işçi sınıfına düşen görev, kendi bağımsız devrimci sınıf hattı üzerinde, kendi örgütlülüğüyle, bütün pisliğin kaynağı olan emperyalist kapitalist sisteme karşı mücadelesini yükseltmektir. Bu devrimci sınıf çizgisinin gereği bir yandan yalancı şeriat alarmlarına prim vermeyerek statükocu-militarist güçlerin dümen suyuna sürüklenmemekse, diğer yandan da işçiemekçi kitlelerin dinsel ideolojiyle uyutulup hareketsiz kılınmak istenmesi karşısında genel uyanıklığı elden bırakmamaktır. İşçi sınıfı, her halükârda, mücadelesinin bir parçası olarak, tutarlı bir laikliği ve demokratik hakların korunup genişletilmesini savunmaya devam etmelidir.

Kendisi çürürken toplumu da çürüten burjuva medya! Mahalle baskısı meselesinin üstüne atlayıp bayraktarlık yapanların tutumunu tarif edecek kelime bulmakta insan zorlanıyor. Hayatlarında yoksul emekçi halk kitlelerinin yaşam koşullarının kıyısından bile geçmemiş, ne mahalle görmüş ne de mahalle sorunlarına ilgi göstermiş olan aşağılık medya gülleri, kalkıp mahalle konusunda ahkâm kesiyorlar. Bu işin bir numaralı bayraktarı konumundaki Ertuğrul Özkök’ün sanki bir mahallede yaşıyormuş gibi “bi-


Kasım 2007 • sayı: 32

zim mahalle” lafını ağzına dolaması bunun en rezilce göstergesi olsa gerek. Ama rezillik bununla sınırla değil şüphesiz. “Mahalle” için pek kaygılanmış ve baskılara karşıymış havalarına giren bu medya silahşorları, tam da o günlerde hız kazanmaya başlayan devlet baskısını, hem de bizzat mahallelere uygulanan devlet baskısını görmezden gelme tutumunu bir güzel sürdürmeye devam ediyorlardı. Şehrin her köşesinde köle pazarından hayvan seçer gibi gözüne kestirdiğinin uluorta GBT kontrollerini yapmaktan tutun, sokak ortasında adam kaçırmaya ve işkence etmeye, gece yarılarında yapılan mahalle baskınlarına kadar varan baskılar bu “duyarlı” medyada yankı bulamıyordu. Ama bugünlerde beterin de beteri yaşanıyor. Sürüp giden devlet baskısına, son yıllarda yeniden hortlamış olan faşist sokak terörünün yeni bir dalgası eklenmiş durumda. Asker cenazelerini bahane ederek acılı kalabalıkları kışkırtıp linç sürüleri haline getirmeye çalışan faşist güruh, sol eğilimli mahalleleri, çeşitli sol örgütlerin binalarını ve özellikle de Kürtleri hedef almakta. Bunlar yaşanırken “duyarlı” basınımız şovenizmi daha da körüklemekle meşgul oluyor. İşçi sınıfının kibirli milliyetçi tutumların hiçbirisiyle ortak bir yanı olamaz. Devrimci işçi sınıfı doğası gereği enternasyonalist bir tutuma sahiptir ve kendisini tüm ülkelere yayılmış tek bir dünya işçi sınıfının parçası olarak görür. Enternasyonal marşının harikulâde sözleriyle, “Anamız amale sınıfıdır, yurdumuz bütün cihandır bizim!” Ama zaten yıllardır toplumun içine şovenizm tohumlarını eken, devrimci, komünist ve Kürt düşmanlığını besleyen, son yıllarda rastlanan linç vakalarında linççilerden ziyade kurbanları töhmet altında bırakan yayınları yapan bu medya değil mi? Bu medya, insanları televizyonları başında evlerine hapsedip, hapishane gibi ruhsuz apartmanlarda yaşamaya mahkûm eden, “gemisini kurtaran kaptan” felsefesini işleyerek toplumu atomize edip, mahalle denen şeyi tarumar etmekte olan kapitalizmin medyası değil mi? Mahalleleri yıkmaya giden dozerler ve polislere eşlik eden, direnenleri “terörist” diyerek sunan kameralar bu medyanın kameraları değil mi? Malezya tartışmasına gelince, bu tartışma da en az mahalle baskısı tartışması kadar utanmazca tutumların sergilendiği bir tartışma oldu. Seviyesizlikte sınır tanımayan Türk medyasının “araştırmacı” gazetecileri derhal sirk hayvanı izlemeye gider gibi Malezya’ya üşüştüler. Akılları sıra, bir evrimsel süreç içinde şeriat düzenine geçmekte olduğu söylenen Malezya’daki “kötü tabloyu” bir çırpıda tespit edip Türkiye’ye “bakın işte biz de böyle olacağız” diye göstereceklerdi. Laiklik/şeriat sorununu türban-rakı-mini etek üçgeninin sığlığına indirgeyen kafalarıyla Malezya’ya

marksist tutum

dalanlar, etrafta umduklarından fazla mini etekli görünce pek muratlarına erememiş görünseler de, Malezya seyahatinin hakkını vermek istercesine, günlerce Malezya tahlilleri parçalanmaktan geri durmadılar. Onlar Malezya’ya ilişkin olumsuz bir tablo çizmeye gayret ededursunlar, Malezya’yı uzun zamandır bir gözdeleri olarak bellemiş olan İslamcılar da, Kemalist taarruz karşısında bir yandan utangaç bir savunma tutumu bir yandan da üste çıkma pozları takındılar. Tartışmanın tüm tozu dumanı içinde fikir beyan edenlerin hemen tamamına kibirli, şoven bir tutumun ortak biçimde sinmiş olduğu gözlerden kaçtı. Birçoğu farkında bile olmayarak, bir ülkeyi ve insanlarını açıktan ya da zımnen aşağı görmekte ve küçümsemekte beis görmediklerini açığa vurdular. Batıya karşı budalaca bir hayranlık duygusuyla dolu ve ezelden beri kompleksli bir Avrupa özentisi içinde olanlar, “vay efendim, nasıl olur da Türkiye ‘Malezya gibi’ bir ülkeyle karşılaştırılır!” havasında kibirlerini kustular. Oysa Türkiye gelişmiş bir Avrupa ülkesine benzetilseydi, bunlar hiç kuşkusuz isterik mutluluk nöbetleri geçirirlerdi. Diğer taraftan, özellikle İslamcı cenahtan olanlar ya da onlara yakın duranlar da, Osmanlı mirasına, “Türkiye’nin şanlı tarihine” göndermeler yaparak özde aynı tutumu sergilemekten geri durmadılar. Bir de, Avrupa’ya da özenmediğini vurgulayarak, “Türkiye’nin kimseye benzemeye ihtiyacı yok, biz kendimize yeteriz” diyenler oldu ki, bu da özde milliyetçi bir kibri ve şişinme tavrını yansıtıyordu. Konu gerçekten değişik ülkelerin birbirine benzemeleri ya da farklılaşmaları olsaydı, söylenmesi gereken şeyler şüphesiz farklı olurdu. Gerçek olan şu ki, bugünün dünyası kapitalizmin ekonomik buldozerinin öncülüğünde düzlenmekte, dünya ekonomisine entegre olan tüm ülkeler, bu temel itki altında toplumsal, siyasal ve kültürel eğilimler açısından hızla birbirlerine benzemektedirler. Özellikle son dönemin neo-liberalizm şeklinde kendisini gösteren kapitalist saldırı ve düzleme dalgası altında tüm ülkelerde sınıfsal uçurum derinleşmekte, eşitsizlik hızla artmakta, sefalet yaygınlaşmakta, baskılar artmakta, demokratik kazanımlar budanmakta, toplumsal ve kültürel çürüme derinleşmekte, insanlara empoze edilen yaşam tarzları yozluk ortak paydasında aynılaştırılmaktadır. Toplumsal hoşnutsuzluk dünyanın her yerinde artarken, değişik ülkelerin egemenleri de gitgide daha fazla adeta yekpare bir küresel egemen sınıf kulübünün üyeleri haline gelmektedirler. Kısacası işçi sınıfının yaşam koşulları ana hatlarıyla tüm dünyada birbirine benzerken, burjuvalarınki de birbirine benzemektedir. İşçi sınıfının kibirli milliyetçi tutumların hiçbirisiyle ortak bir yanı olamaz. Devrimci işçi sınıfı doğası gereği enternasyonalist bir tutuma sahiptir ve kendisini tüm ülkelere yayılmış tek bir dünya işçi sınıfının parçası olarak görür. Enternasyonal marşının harikulâde sözleriyle, “Anamız amale sınıfıdır, yurdumuz bütün cihandır bizim!” 

11


Savaşa ve Şovenist Akıntıya Kapılma! Akın Erensoy

AKP

hükümetinin “sözün bittiği yerdeyiz”, “inceldiği yerden kopsun” veya “bedeli neyse öderiz” türü hamasi söylemleriyle, 17 Ekimde mecliste kabul ettirdiği tezkere sonucunda Türkiye yürüttüğü haksız savaşı yayma niyetini alenen ilan etmiş bulunuyor. Daha şimdiden bir taraftan sınıra muazzam bir askeri yığınak yapılırken, öte taraftan da Irak-Kürdistan sınırlarından 50 kilometre içeri giren ordu birlikleri havadan ve karadan bombardımanı sürdürüyor. Görülmesi ve kavranması gereken en yalın gerçek şu ki, Türkiye hızla Ortadoğu’da bir savaşa ve özellikle Kürt halkını hedef alan topyekûn bir savaşa doğru ilerliyor. Yıllarca Kürt halkına karşı yürütülen haksız savaş, sınırların ötesine taşınarak genelleştirilmek ve Güneydeki federe Kürt devleti ezilmek istenmektedir. Tezkere kararından sonra MHP ve CHP başta olmak üzere tüm statükocu güçlerin hedef tahtasına Barzani’yi oturtmaları ve “ordu Kuzey Irak’a” biçiminde tempo tutmaları hedefin kim olduğunun göstergesidir. Statükocuların basındaki etkili ve yetkili kalemşorlarından Hürriyet’in başındaki Ertuğrul Özkök’ün şu satırları oldukça manidardır: “Yani artık bizim muhatabımız Barzani’dir... Bundan böyle, namlularımız Barzani’ye çevrilmiştir. Hedefimiz, Barzani’nin askeri ve ekonomik hedefleridir. Amacımız, oradaki ‘Kürt rüyası’nı, ‘Türk kâbusu’na çevirmektir.” Özkök bir gün sonra Yaşar Büyükanıt’ı aradığını ve onun kendisine son derece kararlı bir ifadeyle şu sözleri söylediğini aktarıyor: “Bugünkü yazınız çok önemli ve anlamlı. Takdir bana düşmez ama teşhis doğru.” Bazı generallerin yaptığı açıklamalar, yaşanmakta olan şeyin ne olduğunu ve hedefte kimlerin bulunduğunu daha da netleştiriyor: “Olay artık sınırın ötesi ve burası diye adlandırılamaz. Türkiye kendi güneyi ve Irak’ın kuzeyinde büyük bir savaşın içine girmiştir. Sınırın önemi artık yoktur. Savaş bölgesi Türkiye’nin güneyini ve Irak’ın kuzeyini kapsamaktadır.

12

Haritalar artık buna göre açılmıştır.” (Hürriyet, 22 Ekim 2007) Esasında burjuvazinin statükocu-devletçi kanadı, Kürtlere karşı çoktan beridir yürüttüğü savaşı tırmandırarak, düzenin bekası için tehlikeli gördüğü Irak Kürt bölgesine yayma çabasındaydı. Zira dünya ölçeğindeki siyasal gelişmelerin de etkisiyle Kürt sorunu uluslararası bir boyut kazanmış ve en önemlisi de Irak’ın kuzeyinde, şimdilik “federe Kürt devleti” olarak resmiyet kazanan bir ulus-devletin zemini döşenmiştir. Burjuva devletin politikalarının iflası anlamına gelen bu durum, onu sıkıştırmaktadır. Fakat statükocu kanadın öncülüğünü yapan askeri bürokrasi, kendine vehmettiği düzen kurucu ve kollayıcı misyonlardan hareketle, Kürt sorununu çözmek bir yana, bugüne değin uyguladığı yöntemleri sürdürerek Kürt hareketini ezmek üzere harekete geçmiştir. Bu hedef doğrultusunda bazı planların devreye sokulduğunu ve 2005 Newroz’unda girişilen provokasyonun ise bir başlangıç olduğu tespitini Marksist Tutum olarak, pek çok yazımızda ortaya koyduk. Bu noktada bir tespit daha yapmak gerekiyor: özellikle 2007 baharıyla birlikte sürece çok yönlü ve aktif müdahalelerle hız verildi. Zira Aralık ayında yapılması gereken Kerkük referandumu henüz ertelenmiş değildi ve referandumdan Kerkük’ün Kürt Bölge Yönetimine ait olduğu kararının çıkması kesindi. Dolayısıyla da Kürdistan oluşumunun geri dönülemez bir noktaya varmadan önce durdurulması için savaş koşulları her ne pahasına olursa olsun yaratılmalıydı! Sürecin hızlandırılmasının bir diğer nedeni de, siyasal iktidarın iplerini tümüyle ele geçirmek, AKP’nin temsil ettiği AB’ci burjuva kesimleri geriletmek ve statükocu-devletçi güçlerin siyasal mevzi kayıplarını durdurmaktı. 12 Nisanda Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt sınır ötesi operasyon yapılmasının şart olduğunu, ordunun


Kasım 2007 • sayı: 32

buna hazır olduğunu ve fakat siyasi iradenin karar vermesi gerektiğini açıklayarak ön açıcı müdahaleyi yaptı. Bilahare 27 Nisan ve 8 Haziran muhtıraları geldi. Genelkurmay’ın adeta ikinci bir hükümet gibi davranarak başlattığı milliyetçi-şoven kampanya ile gereken mesajı alan statükocu-devletçi koro, dört bir koldan sınır ötesi operasyon şarkısını terennüm etmeye başladı. O günlerde peş peşe düzenlenen meşhur cumhuriyet mitinglerinde laiklikten ziyade Kürt düşmanlığını ifade eden sloganlar yükseltiliyor ve cumhurbaşkanlığı krizi üzerinden sıkıştırılan hükümet sınır ötesi operasyon kararı almaya zorlanıyordu. Beri yandan seçim propagandalarının merkezine sınır ötesi operasyonu oturtan CHP ve MHP, faşist bir söylemle siyasal ortamı alabildiğine gererek gerekli koşulların oluşmasını hızlandırmaya çalıştılar. Fakat statükocu burjuva güçler umdukları hedeflere varamadılar ve bundan dolayıdır ki, ilkbaharda hızlandırılan söz konusu plan ve stratejiye sonbaharda yeni bir itilim verildi. Daha o günlerde katıldığı Harp Akademilerindeki sempozyumda Yaşar Büyükanıt sınır ötesi operasyonun gerçek muhtevasını şöyle beyan ediyordu: “İçeri girip sadece PKK ile mi uğraşacağız yoksa Barzani ile bir şeyler olacak mı? Ben asker olarak ihtiyaç bildirdim. Önümüze sözlü değil yazılı talimat gelmesi lazım.” Büyükanıt’ın hükümete nasıl bir ihtiyaç bildirdiği bugün daha net anlaşılıyor. Süreç ilerledikçe hedef de, kullanılan dil de netleşecekti. 24 Eylülde Kara Harp Okulunda İlker Başbuğ şöyle diyordu: “Irak’ın kuzeyindeki oluşum ve gelişmelerin bu bölgedeki Kürtlere tarihte hiç olmadığı kadar siyasal, hukuki, askerî ve psikolojik güç kazandırdığı da diğer bir gerçektir.” Fakat askeri bürokrasi için meselenin önemli yanı Kürtlerin Ortadoğu’da bir aktör haline gelmesi değildi sadece, bir güç haline gelen Güneydeki Kürtler, Türkiye’deki Kürtleri de etkilemeye başlamışlardı: “Ayrıca bu durumun, vatandaşlarımızın bir kısmı üzerinde yeni bir aidiyet modeli yaratabileceğine de dikkat edilmelidir.” 1 Ekimde Harp Akademilerinde konuşan Yaşar Büyükanıt ise şöyle devam ediyordu: “Irak’ın, bırakın federatif veya gevşek federatif yapıyı, konfederatif yapıya doğru hızla gelişmekte olduğunu görüyor ve endişe duyuyoruz… Irak’ın kuzeyinde oluşabilecek bir bağımsız devlet sadece siyasi boyutuyla değil, güvenlik boyutuyla da Türkiye için birinci derecede risktir. Hem siyasi, hem askeri, hem psikolojik boyutuyla. Dolayısıyla Türkiye’nin dikkatle bakması gereken yer Kuzey Irak’taki oluşumdur.” Aynı konuşmasında Büyükanıt, yukarıda sözünü ettiğimiz planın bir parçası olarak DTP’yi de hedef alıyor ve gereğinin yapılmasını buyuruyordu. Peki, neydi gereği? İstenen, 2 Mart 1994’te DEP milletvekillerine

marksist tutum

yapılan muameleydi. O dönemde AKP hükümetinin 17 DEP’lilerin önce dokunulmazlıkEkimde mecliste kabul ları kaldırılmış, bilahare meclisettirdiği tezkere ten polis zoruyla alınarak yıllarca sonucunda Türkiye sürecek bir tutsaklığa mahkûm yürüttüğü haksız savaşı edilmişlerdi. Büyükanıt’ın açıklayayma niyetini alenen masını müteakiben DTP’ye döilan etmiş bulunuyor. nük bir linç kampanyası başlatılDaha şimdiden bir dı. Baskılar artmakla kalmadı, taraftan sınıra muazzam dokunulmazlık hakkı alenen yok bir askeri yığınak sayılarak haklarında ya yeni davayapılırken, öte taraftan lar açıldı ya da daha önceki davada Irak-Kürdistan lardan yargılanmalarına devam sınırlarından 50 edildi. Tam da bugünlerde pek kilometre içeri giren ordu çok DTP’li belediye başkanı tubirlikleri havadan ve tuklanırken, Gündem gazetesi yekaradan bombardımanı niden kapatıldı ve Kürt basını sürdürüyor. Görülmesi ve üzerindeki baskılar artırıldı. Yanı kavranması gereken en sıra PKK’ye dönük operasyonlara yalın gerçek şu ki, hız verilmiş ve çatışmalar bilinçli Türkiye hızla olarak tırmandırılmıştı. Önce 11 Ortadoğu’da bir savaşa Eylül’ün yıl dönümünde Ankave özellikle Kürt halkını ra’da patlatılmaya hazır bulunan hedef alan topyekûn bir bomba yüklü aracın ve bilahare savaşa doğru ilerliyor. Beytüşşebap’ta öldürülen korucuların sorumlusu tez zamanda PKK ilan edildi. Daha da önemlisi seçimlerden sonra gündemden düşen sınır ötesi operasyon tartışmaları yeniden başlatıldı. Tüm bu hazırlıklardan sonra, 13 askerin, devam eden günlerde de 12 askerin PKK ile çıkan çatışmada ölmesi ve 8’inin de kaçırılmasıyla başlayan süreç bir savaş seferberliğine dönüştürüldü. Görsel ve yazılı medyanın da öncü rol üstlenmesiyle savaş tamtamları gür bir şekilde çalınmaya, milliyetçi-şoven histeriyle toplum infiale sürüklenmeye ve kitleler savaş seferberliğinin arkasına yığılmaya çalışıldı, çalışılıyor. “Türkiye şehitlerine sahip çıkıyor” kampanyası başlatan ve Türkiye’nin dört bir yanına dağılan televizyon kanalları, “halkın tepkisini ölçme” bahanesiyle kitleleri doğrudan kışkırtmaya, duygularını istismar etmeye ve naklen yayınlarda onları milliyetçi bir söylem tutturmaya zorladılar. Öyle ki şovenizmin yelkenlerini şişirmek için, ölen askerlerin ailelerini, çocuklarını ve yoksulluklarını bile kullanmaktan geri durmadılar. İkinci asker ölümlerinden sonra milliyetçi-şovenist kam-

13


marksist tutum

Kasım 2007 • sayı: 32

Medyanın yönlendirmesiyle, ama özellikle MHP, BBP ve CHP’nin, resmi ya da gayri resmi iç savaş aygıtlarının ve bir bütün olarak statükocu-devletçi burjuva güçlerin örgütlemesiyle “şehit cenazeleri” ve telin yürüyüşleri Kürt düşmanlığının ve savaş çığırtkanlığının egemen kılındığı kitlesel gösterilere dönüştürüldü.

panyanın çıtası daha da yükseltildi. 11 Eylül saldırılarından sonra Amerikan burjuvazisinin toplumu infiale sürükleyerek kitleleri savaş kararı üzerinden örgütlemek üzere giriştiği yöntem aynen kopya edildi. Yaratılmaya çalışılan hava şuydu: Türkiye saldırı altında! Türkiye’nin saldırı altında olduğu yalanı çatışmalardan saatler sonra, altında mayın patlatıldığı söylenen minibüs vakasıyla desteklendi. Böylece toplum her taraftan kuşatılarak gerçekleri sorgulamasının önüne geçildi. Nihayetinde milliyetçi-şovenist kampanya toplumda belirli düzeyde etkisini gösterdi. Medyanın yönlendirmesiyle, ama özellikle MHP ve CHP’nin, resmi ya da gayri resmi iç savaş aygıtlarının ve bir bütün olarak statükocu-devletçi burjuva güçlerin örgütlemesiyle “şehit cenazeleri” ve telin yürüyüşleri Kürt düşmanlığının ve savaş çığırtkanlığının egemen kılındığı kitlesel gösterilere dönüştürüldü. Bugün gelinen noktada, meclis kürsüsünü de kullanan MHP ve CHP, DTP’yi ve Güneydeki Kürt oluşumunu hedef tahtasına oturtarak şovenist hezeyanı daha da kışkırtmaktalar. Daha önceki yazılarımızda dikkat çektiğimiz pogrom tehlikesi, giderek artıyor. Türkiye’nin nerdeyse tüm vilayetlerinde DTP binalarına saldırılırken, Kürtlere ve devrimcilere dönük linç kampanyaları örgütlenmekte, Kürt düğünleri bizzat özel timler tarafından basılarak dağıtılmakta, evleri ve işyerleri faşist güruhlarca yağmalanarak ateşe verilmektedir. Genelkurmay, yukarıda andığımız muhtırada dile getirdiği toplumsal refleks verilmiş olmalı ki, 25 Ekimde bir bildiri yayınlayarak milliyetçi-şoven gösterileri övdü ve şükranlarını sundu. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte bizzat askeri bürokrasinin doğrudan ya da dolaylı talimatıyla benzeri milliyetçi-şoven kampanyaların genişletilmesi olasılık dışı değildir. Nitekim Genelkurmay’ın övgüsüne mazhar olan Kemalistler, faşistler ve bilcümle statükocu güçler, yürüyüşleri daha şimdiden bu yöne doğru evriltmeye uğraşıyorlar. Öğretim üyelerinin kontrolünde sokağa dökülen üniversite öğrencileri, tribünleri dolduran futbol izleyicileri, Avrasya koşusuna ve 29 Ekim cumhuriyet

14

bayramı kutlamalarına katılan kitleler Barzani’nin kuklalarını yakmaya ve doğrudan Kürtlere karşı sloganlar yükseltmeye başlamışlardır. Öyle gözüküyor ki, statükocu güçler belirli düzeylerde de olsa hedefine ulaşmış bulunuyor. Savaş koşullarının oluşmasıyla seçimleri kaybedeceğini düşünen ve bundan dolayı bir süre boyunca tezkere kararına direnen AKP, gelinen aşamada savaş makinesinin başına oturmuştur. Kürt sorununda askeri bürokrasiden farklı bir çözüm önerir görünen AB’ci burjuva güçler bugün yelkenleri suya indirmiş ve savaş çizgisine doğru kaymaya başlamışlardır. Seçimlerde hezimete uğrayan ve cumhurbaşkanlığına Gül’ün seçilmesini önleyemeyen statükocu güçler, savaş ortamıyla birlikte siyasal alan üzerinde etkilerini artırmış bulunuyorlar. Savaş rüzgârlarının esmesiyle anayasa tartışmaları da, “demokratikleşme” de, AB reformları da gündemden düşmüştür. Kürt sorununda çözümsüzlüğü dayatan statükocu-devletçi burjuvazi, şimdiye kadar sürdürdüğü, ama kısmi olarak sorgulanmaya başlanan politikalarına yönelik yeniden iman tazeletmeyi ve bu politikaları yeniden ön plana çıkarmayı başarmıştır.

İmha edilemeyen hakikat: Kürt sorunu Açık ve net bir şekilde ortaya koymak gerekiyor: askerlerin ölmesinin de, anne babaların acıya boğulmasının da, toplumun infiale sürüklenmesinin de, Kürt halkının milliyetçi-militarist hezeyanın hedefi haline getirilmesinin de, başlatılan savaşın da sorumlusu statükocu-devletçi güçlerdir. Yıllardan beri Kürt halkının haklı istemlerini karşılamayan, ama onların varlığını inkâr eden ve çözüm olarak imhayı dayatan da bu güçlerdir. Cumhuriyetin kuruluş yıllarından beri bu politika değişmemiştir. Geçenlerde Hasan Cemal şöyle yazıyordu: “Rahmetli meslek büyüğüm Metin Toker’den [İnönü’nün damadı] yıllar önce dinlemiştim. İsmet İnönü bir keresinde demiş ki: «Daha Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte düşünmeye başladık bu Kürtler ile ne yapacağız diye...» MİT’ten emekli üst


Kasım 2007 • sayı: 32

düzeyde bir istihbaratçıyla bu yakınlarda sohbet ederken şöyle dedi: «Teşkilatta tam 41 yıl görev yaptım. Kafamızdan Kürt sorunu hiç eksik olmadı. Ve bugün Türkiye yine aynı sorun nedeniyle tarihinin en karmaşık dönemlerinden birini yaşıyor.»” (26 Ekim, Milliyet) İtiraf edildiği gibi, Kürt sorunu cumhuriyetin kuruluşundan beri TC egemenleri için bir belâ olarak görülmüş ve imha ve inkâr yöntemiyle “çözülmeye” çalışılmıştır. Ne var ki ta 1923’ten beri uygulanan bu strateji çoktan beridir iflas etmiştir; tüm uğraşlara rağmen inkâr gerçeğe üstün gelememiş, Kürt sorunu imha edilememiştir. Tersine, uluslararası bir boyut kazanarak Ortadoğu’daki siyasal gelişmelerin odak noktalarından biri olmuştur. Fakat sorun hâlâ bir terör sorunu olarak sunulmakta, PKK Kürt sorununun bir ürünü değilmiş gibi davranılmakta ve sorunu değil de Kürtleri çözerek meselenin üstesinden gelinmeye çalışılmaktadır. Kürt sorununda çözümsüzlüğü dayatan üniformalı burjuva güçler de, Kürtlere bazı kültürel haklar verilebileceğini söyleyen AB’ci burjuva kesimler de, gerçek sorundan kaçan bir siyaset izlemektedir. Pek demokrat geçinen sözümona en has liberaller bile, konu Kürt sorunu olduğunda eveleyip gevelemektedirler. Oysa Kürt hareketinin çözüm için yaptığı önerileri geri çeviren bizzat burjuva devlettir. PKK, Abdullah Öcalan’ın yakalandığı 1999’dan başlayarak ateşkes ilan etti, ayrı bir Kürt devleti kurma hedefinden vazgeçtiğini açıkladı ve 2005’e kadar neredeyse hiç silaha başvurmadı. Ne var ki “bir çakıl taşı bile vermeyiz” siyaseti güden burjuva devlet, PKK’nin bu adımlarını “terör örgütü can çekişiyor” biçiminde yorumlayarak kendini muzaffer ilan etti ve herhangi bir adım atmadı. PKK’ye silah bırakma çağrısı yapanlar, acaba neden çözümsüzlüğün asıl kaynağı olan devlete Kürt sorununu çöz çağrısı yapmıyorlar? Uzunca bir süredir Kürt sorununda bazı açılımlar yapılmasını istiyor gibi görünen kimi sermaye kesimlerinin ve liberal sözcülerin, “zor günlerde” düzeni kurtarmaya hazır ve nazır “paşaları” kızdırmayı göze almalarının pek mümkün olmadığı bir kez daha ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla da uluslararası bir sorun haline gelerek TC’yi sıkıştıran ve onun emperyal politikalarının önünde ayak bağı olan Kürt sorununu çözmek yerine daha da kördüğüm haline getirmektedirler. Başta Kürt kitleler olmak üzere, liberal çevrelerde AKP’nin seçimleri müteakiben sorunun çözümüne dönük bazı adımlar atacağı bekleniyordu. Nitekim bu beklentiden ve savaş tezkeresine karşı çıkmasından ötürü AKP, seçimlerde Kürt kitlelerinden önemli ölçüde oy almıştı. Fakat AKP, belirli kültürel hakların verilmesiyle sınırlı bir çözüm planını bile hayata geçirmeye gönüllü değildir. AKP, büyük sermayenin partisi olma ve Türkiye’yi AB’ye taşıma rolünü üstlendiğinden dolayı, istemeden de olsa Kürt sorununun çözülmesi onun üzerine kalmıştır. Gerçekte AKP kadroları da Kürt sorununa statükoculardan çok da farklı yaklaşmıyorlar ve üstlendikleri rolün basıncı

marksist tutum

gevşediğinde bu, tüm çıplaklığıyla –son olaylarda olduğu gibi– açığa çıkmaktadır. “Tek devlet, tek bayrak, tek millet, tek vatan” gibi Hitlervari bir söylemin (çünkü bu tamlama Nazilere aittir ve eksik olan yalnızca “tek şef ”tir.) AKP’nin ana sloganlarından biri haline gelmekle kalmayarak, bir de meydanlarda Başbakan Erdoğan tarafından kitlelere tekrarlatılması AKP’nin meşrebini gözler önüne sermektedir. Esasında AKP kendisine biçilen rolü başka türlü oynamak istemektedir. Bir taraftan Kürt sorununda adım atacakmış da buna PKK ile DTP’nin ilişkisi engelmiş gibi bir izlenim yaratarak DTP’yi sıkıştırmayı, onu yıpratmayı ve öte taraftan da bölgeye belirli ekonomik yatırımlar yaparak Kürt kitleler içindeki desteğini genişletmeyi arzulamaktadır. Böylece Kürt kitlelerini PKK ve DTP’den kopartıp kendisi üzerinden düzene entegre ederek sorunu güya külliyen çözecektir! Lakin tüm bu plan ve projelerin gerçek hayat içinde bir karşılığı yoktur. Dolayısıyla sorunun gerçek siyasal muhataplarını daha baştan dışlayan, ama gene de Kürt sorununun çözümünden yanaymış gibi görünen TÜSİAD, AKP ve bilcümle liberal taife gerçek bir çözümden yana değillerdir. Statükocusundan AB’ci TÜSİAD’ına kadar tüm burjuva kesimler şu ya da bu ölçüde Kürtleri birbirine düşürerek, onları çatıştırarak ve böylece onları çözerek sorunu çözebileceklerini düşünmekteler. Çözümden yana konuşmayı pek seven liberallerin, “Türkiyenin Kuzey Irak politikasını” eleştirirken, Barzani ve Talabani’nin neden birbirine düşürülmediğini, diplomasinin en basit kuralının iki rakibi birbirine düşürmek olduğunu söyleyerek hayıflanmaları, onların nasıl bir çözümden yana olduklarını ortaya koymaktadır. Bununla birlikte, TÜSİAD da dâhil tüm burjuva güçlerin, başlatılan savaşı desteklediklerini açıklayan bildiriler yayınlamaları, Güneydeki Kürt federe devletine ve liderlerine olmadık hakaretler yağ-

15


marksist tutum

dırmaları ve onları PKK’ye karşı savaşa zorlamaları Türkiye burjuvazisinin gerçek çözümden yana olmayan tutumunu dışa vurmaktadır.

Savaş çığırtkanlığına prim verme! Emperyal niyetleri bir sır olmayan TC Ortadoğu’ya dalmak üzeredir, ama kimileri, sanki böyle bir niyet yokmuş gibi bunu PKK’nin sırtına yıkmaktadır. Yukarıda ortaya koyduğumuz tablo bunu açıkça gözler önüne sermektedir. Üniformalı burjuvazinin savaş tamtamları çalmasının başlıca nedeni bir Kürt devletinin önüne geçmekse, diğer bir önemli nedeni de gerekli kitle desteğini arkasına alıp, AB’ci burjuva kesimleri gerileterek ayrıcalıklı konumunu korumaktır. Açığa çıkmış bulunuyor ki, emelleri için bu kesimin başvurmayacağı çılgınlık yoktur. Bugün Ortadoğu’da oldukça karmaşık bir siyasal süreç yaşanmaktadır. Bazı noktalarda çıkarları kesişen ülkeler, kimi düzeylerde de karşı karşıya gelebilmekteler. Fakat bu karmaşada öne çıkan ve bölge ülkelerini de tavır almaya zorlayan bir şey var: İran! Bilindiği üzere ABD emperyalizmi savaş makinelerini İran’a sürmek için oldukça heveskâr ve acele ediyor. Aynı zamanda Türkiye’nin de kendi yanında İran’a karşı savaşa girmesini arzuluyor. Lakin Türkiye’nin İran konusunda tutumu hâlâ belli değildir. Ne var ki süreç hızla Türkiye burjuvazisini bu konuda karar vermeye itmektedir. Dolayısıyla da Erdoğan’ın 5 Kasımdaki ABD gezisinde, Kürt ve İran halkları üzerinden pazarlık yapılacağı aşikârdır. Kendi emellerine ulaşmak için üniformalı burjuvazinin İran konusunda ABD’ye yatması ve böylece Güney Kürdistan’a bir sefer başlatması kuvvetle muhtemeldir. Fakat üniformalı burjuvazinin motivasyonunun kaynağında yalnızca iktidar kavgasında üstün gelmek ve Kürtleri ezmek yoktur; beraberinde Kerkük ve Musul’a yönelik emeller de vardır. Özellikle 1990’dan sonra Musul ile Kerkük’ün bir zamanlar Osmanlı’ya ait olduğu görüşü emperyal politikanın bir uzantısı olarak gündeme taşınmaktadır. Ortadoğu cangılına giren Türkiye’nin emperyalist savaşın diğer aşamalarında da vurucu bir güç olarak kullanılabileceği açıktır. Bu hedef doğrultusunda ABD’nin Kürtleri gözden çıkarmasının da olasılık dışı olmadığını belirtmek gerekiyor. Birinci Emperyalist Savaşla birlikte İngiliz emperyalizmi Ortadoğu’daki tüm devlet sınırlarını cetvelle çizdi ve Kürt halkının topraklarını dört devlet arasında paylaştırdı. O günden bugüne Kürt halkı da diğer halklar gibi rahat ve huzur yüzü görmedi. ABD emperyalizminin Irak’ı işgal etmesiyle Ortadoğu daha da içinden çıkılmaz bir cehenneme döndü. Tüm bunlar doğru olmakla birlikte eksik; zira bölgenin bu denli çelişkili ve çatışmalı bir ortama sürüklenmesinin diğer bir sebebi de Kürt halkının haklı mücadelesini yıllardır kan ve gözyaşıyla bastıran Türkiye, İran, Irak ve Suriye devletleridir. Evet, eğer Kürt sorunu bugün uluslararası bir boyut kazanarak emperyalist güçle-

16

Kasım 2007 • sayı: 32

rin elinde bir baskı unsuruna dönüşmüşse, halklar boğaz boğaza getiriliyorsa, bunun sebebi yalnızca İngiliz ya da ABD emperyalizmi değil, aynı zamanda inkârcı ve imhacı bu dört burjuva devlettir de. Gelinen aşamada ise, kendi ülkelerindeki Kürtleri ezmekle yetinmeyen Türkiye, İran ve Suriye, Irak’taki Kürt federe devletine karşı da harekete geçmişlerdir. Irkçı-şovenist bir temelde Kürt halkına karşı kışkırtılan, savaş için seferber edilmeye çalışılan Türkiye işçi sınıfı bu gerçeği görmek zorundadır. İşçi sınıfı için esas düşman ezilen Kürt halkı değil, ABD de dâhil olmak üzere bölgenin tüm burjuva güçleridir. İşçi sınıfının Kürt halkına karşı girişilecek bir savaştan kazanacağı hiçbir şey yoktur, ama kaybedeceği çok şey vardır. İşçi-emekçi kitleler savaşı destekleyerek ezilen Kürt kardeşlerini boğazlamaya gönderilmekle kalmayacak, oluşacak köklü düşmanlıklar Kürt ve Türk işçi sınıflarının birliğini engelleyeceği için bu işten burjuvazi kazançlı çıkacaktır. Dolayısıyla da başta Türkiye olmak üzere, İran ve Suriye işçi sınıfları Kürt halkına karşı girişilecek bir savaşa karşı çıkarken, Kürt halkının özgürlüğünü de savunmalıdırlar. Bu durumda, ne bölgenin egemen güçleri ne de emperyalistler Kürt halkının sorunlarını istismar ederek kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilir, ne de halkları bu sorun üzerinden karşı karşıya getirebilirler. Böyle bir mücadele beraberinde tüm bölge işçi sınıfının birliğinin de önünü açacaktır. Bu noktada enternasyonalist komünistlerin unutmaması gereken bir gerçek var: milliyetçilik sadece Türkiye’de yükseltilmiyor. Daha önceki yazılarımızda da ortaya koyduğumuz üzere, içine girdiğimiz dönemi belirleyen ABD’nin başını çektiği emperyalist savaştır. Dünya genelinde bir gericilik rüzgârı esmektedir. Savaş hazırlıklarına girişen dünya burjuvazisi, ekonomik krizin, neo-liberal saldırıların ve yürürlüğe sokulan polis-devleti uygulamalarının etkilerini kitlelere kabul ettirmek amacıyla var gücüyle milliyetçiliği körüklüyor. Bundan ötürüdür ki, Türkiye’deki milliyetçi yükseliş geçici bir olgu değildir. Önümüzdeki süreçte, emperyalist savaşın genişlemesine bağlı olarak, gerek dünyada gerekse Türkiye’de milliyetçilik ve militarizm alabildiğine azdırılacaktır. Bu nedenle, içine girdiğimiz dönemde enternasyonalist komünistlerin ve öncü işçilerin görevleri daha da ağırlamış bulunuyor. Zira savaş başlangıçları, tam da bugün Türkiye’de olduğu gibi, savaş seferberliğinin ateşli gösterilerle beslendiği, milliyetçiliğin ölüm karanlığı gibi kitlelerin üzerine çöktüğü ve geniş kitleleri etkisine aldığı süreçlerdir. Böyle dönemlerde başlıca görev, akıntıya kapılmamak, Marksizmin ışığını yitirmemek, şu ya da bu ölçüde burjuva ideolojisine prim vermemek ve çeşitli kılıklara bürünebilecek milliyetçiliğe-şovenizme karşı mücadele bayrağını daha da yükseltmektir!  www.marksist.com sitesinden alınmıştır


Ekim Devriminin Yankıları Enternasyonalizm, Konseyler ve Parti Oktay Baran

E

kim Devrimi 90 yaşında. Bu devrim yalnızca toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin suratına bir tokat gibi inmekle ve tüm dünyanın işçi ve emekçileri için büyük bir kurtuluş ışığı olmakla kalmadı, aynı zamanda, işçi hareketi içindeki oportünist-reformist akımların ihanetçi doğasını da tüm çıplaklığıyla açığa çıkardı. Marksist görüşler en kaba çarpıtmalardan geçirilip, devrimci özü boşaltılmış ve bu haliyle II. Enternasyonal’in elinde işçi sınıfını uyutmanın ve aldatmanın bir aracı haline gelmişti. Ekim Devrimi Marksizmin devrimci doğasının altını kalın çizgilerle çizerek onun bir devrimci eylem kılavuzu olduğunu ve işçi sınıfının yegâne bilimsel dünya görüşü olabileceğini pratikte de kanıtlamış oldu. 1917 Ekim Devrimi, proleter sosyalist devrimin temel çizgilerini ortaya koymakla ve Marksizmin doğruluğunu kanıtlamakla kalmamış, dünya proletaryasının mücadelesine de damgasını basmıştır. Oportünistlerin, Bolşeviklerin tarihin yasalarına karşı çıktıkları, Sovyet devrimi ve iktidarının gerçek bir işçi devrimi ve işçi iktidarı olmadığı yolundaki iddialarının ne denli gerçek dışı olduğunun en güzel kanıtını yine sınıf mücadeleleri tarihi vermektedir.

Yalnızca 1917 Ekiminden sonra gelişen proleter devrimci mücadeleler değil, çeşitli ulusal kurtuluş mücadeleleri bile ondan esinlenmiş, ona öykünmüş ve ona benzemeye çalışmıştır. Denilebilir ki, 20. yüzyıl tarihinde gelişen tüm devrimler, ya işçi ve emekçi sınıfların 1917 Ekim çizgisindeki adımlarına, ya da burjuva ve küçük-burjuva önderliklerin emekçilerin bu doğrultuda adım atmamaları için çevirdikleri dolaplara, giriştikleri manevralara ve uyguladıkları katliamlara şahit olmuştur. İşçi kitlelerinin ağırlıklarını hissettirdiği tek bir devrimci süreç yoktur ki, Ekim Devrimiyle öne çıkan örgütlülüklerin, uygulamaların, geleneklerin ve fikirlerin en azından nüveleri ortaya çıkmamış olsun. Burjuvazinin, işçi kitlelerinin her ayağa kalkışında ve hatta her grevde Bolşevizm ruhunu görerek paniğe kapılması bu nedenle hiç de boşuna değildir. Ekim Devrimi en geri ülkeden en ileri ülkeye kadar tüm dünyayı kasıp kavuran bir devrimci coşkunun merkezi oldu. Ne var ki, dönemin ileri kapitalist ülkelerinde savaşın yıkıcı etkilerinin sonucu olarak yükselen hoşnutsuzluk Bolşevizmin daha da kabarttığı bir devrimci dalgaya dönüşmüş olsa bile, bu dalga yenilerek geri çekilmişti.

17


marksist tutum

Tek kurtuluş yolu olan dünya devrimini tetikleyebilecekleri perspektifiyle hareket eden Bolşeviklerin önderliğindeki devrimci Rus proletaryası, son derece geri bir ülkede tek başına kaldı ve kaçınılmaz olarak iktidarı kaybetti. Dünya devriminin bu birinci dalgasının yenilgisinin gerçekte ve son tahlilde tek bir nedeni vardı: gelişen devrimci durumlarda reformistlerin etkisini kırabilecek ve işçi sınıfına doğru bir devrimci önderlik sunabilecek denli güçlü bir enternasyonalist komünist partinin mevcut olmayışı. Devrimci bir yükseliş yaşayan tüm ülkelerde, işçi sınıfının hızla yükselen eylemliliği, kendi öz-örgütlenmelerini, şuralar, konseyler, komünler, komiteler ya da sovyetler adı altında yaratmış bulunuyordu. Bu ülkelerde de enternasyonalizme yürekten bağlı komünist gruplar vardı. Ne var ki, bu komünist gruplar, II. Enternasyonal’in hem politikteorik hem de örgütsel çizgisinden kopmakta son derece geç kalmışlardı. Ekim Devriminin etkisiyle özellikle 1919 yılında Komünist Enternasyonal’in kurulduğunun açıklanmasının ardından büyük bir hızla tüm ülkelerde Komünist Partiler kurulduysa da, bu partilerin özellikle de Avrupalı kadroları tüm eğitimlerini II. Enternasyonal içerisinde almışlar, onun parlamentarist-reformist çizgisinden başka bir mücadele deneyimine sahip olamamışlardı. Leninist parti anlayışı ise hepsine henüz son derece yabancı idi. Daha oluşur oluşmaz devrimci yükselişi proleter devrimle taçlandırma gibi son derece ağır bir görevle karşı karşıya kalan bu partilerin hepsi, girdikleri sınavlarda iflas ettiler. En değerli kadrolarını karşı-devrimlere kurban verdiler. Kısa süre sonra hepsi kendisini toparlamış olsa bile, artık devrimci dalga geri çekilmiş ve daha da önemlisi Sovyet Devleti ve Komünist Enternasyonal, dünya devriminin merkezi olmaktan çıkarak Stalinist bürokrasinin egemenlik aygıtlarına dönüşmüşlerdi. Çok geç kalınmıştı.

Devrim dalgası “Rusya’daki Sovyet iktidarı şimdiden bütün dünya işçilerinin desteğini kazanmış bulunuyor. Halkı, Bolşevizmden ve Sovyet iktidarından söz etmeyen bir tek ülke yok” diyordu Lenin. Özellikle işçilerin kendi öz-örgütlenmeleri aracılığıyla kendi iktidarlarını kurmuş olmaları demek olan sovyet sistemine Lenin paha biçilmez bir önem atfediyordu: “Proletarya diktatörlüğü! Bu sözcükler, şimdiye değin, yığınlar için anlaşılmaz sözcüklerdi. Sovyetler sisteminin dünyada ışıldaması sayesinde, bu anlaşılmaz sözcükler bütün modern dillere çevrildi; diktatörlüğün pratik biçimi, işçi yığınları tarafından bulunmuştu. Bu biçim, Rusya’daki sovyetler iktidarı sayesinde, Almanya’daki Spartakistler ve öbür ülkelerdeki, örneğin, Büyük Britanya’daki işyeri komiteleri gibi benzer örgütler sayesinde, büyük işçi yığınları için anlaşılır bir duruma geldi. Bütün bunlar, proletarya diktatörlüğünün devrimci biçiminin bulunduğunu, proletaryanın şimdi egemenliğini uygulamaya yetenekli olduğunu gösteriyor.”1

18

Kasım 2007 • sayı: 32

Sovyet kelimesi Rusçada meclis anlamına geliyor. Bu meclisler devrim dönemlerine has ayaklanma organları olmanın çok ötesine geçerek iktidar organları haline gelmiştir. Proletarya diktatörlüğü ya da aynı anlama gelmek üzere işçi devleti de, iktidarın doğrudan ve yalnızca bu meclislerin elinde olması demektir. Paris Komününün ardından 1917 Ekim Devrimiyle de tasdik edilmiştir ki, komün, sovyet, konsey, şura vb. öz-örgütlenmelere dayanmayan hiçbir iktidar işçi iktidarı anlamına gelemez. Ne var ki, buradan yola çıkarak, konsey tipi örgütlenmeleri fetiş haline getiren ve onların önemini vurgulamak adına devrimci partinin gerekliliğini küçümseyen anarşizan yaklaşımlar baştan aşağıya yanlıştır. Nitekim Rus devriminde ortaya çıkan sovyetler, uzun bir süre boyunca Menşevikler ve SR’lar gibi oportünist akımların denetiminde kalmışlardı. Bu akımların etkisi altında işçi kitlelerini uyutmanın, aldatmanın ve burjuva hükümetlere payanda haline getirmenin bir aracı olarak iş görüyorlardı. Onların işçi devrimi doğrultusunda ayaklanma organları haline gelmesi ve ardından da bizzat iktidar organları olarak öne çıkmaları yalnız ve yalnızca Bolşeviklerin enerjik çabalarıyla mümkün olmuştur. Bolşevikler olmasaydı, işçi sınıfının bu muazzam önemdeki örgütlenmeleri ancak tarihçilerin ilgi alanına giren unutulmuş deneyimler olarak kalacaklardı. Bu temel gerçeği görmek için Ekim Devrimini takiben Avrupa’da gelişen devrimci yükselişin en önemli uğraklarına kısaca bir bakmakta fayda var. Kasım 1918’de patlak veren Alman devriminde önemli bir rol oynayan işçi konseyleri, aslında Nisan 1917 ile Ocak 1918 arasında gerçekleşen iki grev dalgasıyla şekillenmiş ve hiç ortadan kalkmaksızın giderek güçlenmişlerdi. Rusya’da patlak veren Ekim Devrimi hiç kuşkusuz, sovyetlerle çok benzer yapıda olan bu işçi konseylerinin önüne, tıpkı Rusya’da olduğu gibi ayaklanma ve iktidar organı olma rolünü koyuyordu. Ekim 1918’de Alman genelkurmayının savaşa devam kararına karşı isyan eden 20 bin denizci kendi konseylerini kurdular, tıpkı Rusya’daki asker sovyetleri gibi. Takip eden günlerde 1918 Kasımında ayaklanma tüm sanayi kentlerine yayılmaya, işçi ve asker konseyleri kurulmaya ve iktidar fiilen bu konseylerin eline geçmeye başlamıştı. 8 Kasım 1918’de İşçi, Asker ve Köylü Konseyleri, Bavyera Cumhuriyetini ilan etmişlerdi. Ertesi gün 9 Kasım 1918’de Berlin’de hüküm süren düzen sona erdi! İşçi sınıfının yiğit önderi Karl Liebknecht, İmparatorluk Sarayının balkonundan sosyalist cumhuriyeti ilan ediyordu. Ama aynı saatlerde monarşinin yıkılmasına yol açan Alman devriminin sosyalist bir çizgiye girmesini önlemek için, SPD (Alman Sosyal-Demokrat Partisi) önderi Scheidemann da burjuva cumhuriyetini ilan ediyordu. Gelişen süreç Rusya’daki Şubat devrimine benziyordu ama ondan bir adım daha ilerideydi aslında. Denilebilir ki, Alman devrimi 1917 Rus devrimi sürecindeki MayısHaziran aylarındaki koşullara doğmuştu. Resmi iktidar


Kasım 2007 • sayı: 32

8 Kasım 1918’de İşçi, Asker ve Köylü Konseyleri, Bavyera Cumhuriyetini ilan etmişlerdi. Ertesi gün 9 Kasım 1918’de Berlin’de hüküm süren düzen sona erdi! İşçi sınıfının yiğit önderi Karl Liebknecht, İmparatorluk Sarayının balkonundan sosyalist cumhuriyeti ilan ediyordu.

doğrudan, sosyalist geçinen Alman oportünistlerinin eline geçmişti; Konseylerdeki işçiler devrimci bir coşkuyla harekete geçmişlerdi ve Rus devriminin heyecanını da hissediyorlardı, ancak çoğu oportünistleri hâlâ sosyalist ve hatta devrimci olarak görüyor ve SPD önderliğini izliyorlardı. İşçi hareketinin devrimci sol kanadını temsil eden Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht önderliğindeki Spartakistler Birliğinin geniş işçi kesimleri üzerindeki etkisi son derece sınırlıydı. Ama bundan da önemlisi, Spartakistler Birliği, oportünist çizgiden örgütsel bir kopuşu gerçekleştirmek için çok geç kalmış ve bu nedenle küçük de olsa sağlam ve disiplinli bir örgütsel varlığı inşa etmeye fırsat bulamadan devrimci durumla karşı karşıya kalmıştı. Bu durum Spartakistlerin kimi yalpalamalar geçirmesine, eşgüdümlü ve merkezi olarak hareket edememesine ve sonuç olarak gelişen devrimci durumun yenilgisine yol açacaktı. Ocak 1919’da, işçi kitlelerinin artan hoşnutsuzluğu giderek bir ayaklanmaya dönüştü; kendiliğinden, plansız ve programsız başlayan ayaklanma kaçınılmaz sonla karşılaştı. Spartakistler ayaklanmayı zamansız bulmalarına rağmen onu denetimleri altına alamamışlar, ama kendilerini feda etmeyi göze alarak kitleleri yalnız bırakmamışlardı. Bu ayaklanma, birçok yönüyle Rus devrim süreci içerisindeki Temmuz günlerini hatırlatıyor. Bir farkla ki, Bolşevikler kitlelerin zamansızca ileri atılmasını tam olarak engelleyememiş olsalar bile, kendilerinin ve devrimci işçi hare-

marksist tutum

ketinin düzenli bir geri çekilişini sağlayacak örgütlülüğe, disipline, merkezi işleyişe ve her şeyden önce hızla yeraltına çekilme deneyimine sahiplerdi. Oysa Alman komünistlerinin ne böyle bir örgütü ne de böyle bir deneyimi vardı. Umutsuz Spartakist ayaklanması bizzat oportünistler tarafından kanla bastırıldı. Rosa ve Karl, ayaklanmanın bastırılmasıyla yakalanıp katledildiler. Kasım 1918’de başlayan Alman devrimi başarıya ulaşmak için tek bir şey hariç her şeye sahipti; eksik olan, sağlam, kararlı, disiplinli, merkezi işleyişini oturtmuş, deneyimli ve her türlü mücadele yöntemini ustalıkla birleştirme becerisine sahip bir parti örgütüydü. İlerleyen yıllarda Alman komünistleri, her ne kadar kendi partilerini kurup geliştirmiş olsalar da, en parlak önderlerinin kaybından doğan boşluk doldurulamadı ve 1921 ve 1923’deki devrimler de yenilgiyle sonuçlandı. Rusya’daki Ekim devriminin doğrudan etkilerinin apaçık hissedildiği 1918-1923 Alman devrimi sürecinin yenilgiyle sonuçlanması, aslında Rus devriminin de ölüm çanlarının çalmaya başlaması demek olacaktı. Rus Ekim Devriminin yarattığı fırtınadan nasibini alan ülkelerden biri de Avusturya idi. Bu ülkede daha 1915’ten itibaren çeşitli işyerlerinde ortaya çıkan komiteler, Ekim Devriminin zaferinin ardından hızla yaygınlaşarak konseyler biçimini almıştı. Ekim Devrimiyle konsey tipi örgütlenmelerin iktidar organları olması gerektiği fikri hızla tüm Avrupa gibi, Avusturya’ya da yayılmış ve Avusturya işçi konseyleri böylelikle somut bir örnek temelinde hareket etme fırsatını bulmuşlardı. 1918 Ocağında, işçi sınıfı savaş karşıtı grevlerle ileri atıldı. Grev dalgası içinde Viyana’da da işçi konseyleri kurulmuş ve bu konseyler ekonomik taleplerin yanı sıra siyasal talepler de ileri sürmüşlerdi. Bu ilk grev dalgası içerisinde, Avusturya-Macaristan monarşisi de çöktü. 11 Kasım 1918’de cumhuriyet ilan edildi. Buna rağmen işçiler mücadeleye devam ettiler, sosyalist devrim yolunda ilerlemek ve Rus örneğini takip etmek istiyorlardı. Ne var ki, tıpkı Alman oportünistleri gibi Avusturyalı oportünistler de tüm enerjilerini ve işçi sınıfı üzerindeki otoritelerini böylesi bir gelişmenin önünü kesmeye hasretmişlerdi. Dahası, Avusturya’da, oportünist parti şaşırtıcı bir biçimde savaştan parçalanmadan çıkmayı başarmış ve dolayısıyla anlamlı bir sol kanat ya da komünist gruplanma ortaya çıkmamıştı. Ocak 1919’da onun yönlendirmesi sonucu grevler bitirildi ve konseyler geri çekilmeye başladılar. Böylece 1918-1920 sürecindeki Avusturya işçi konseyleri de, hem konseylerin sahip olduğu devrimci potansiyeli hem de gerçekten devrimci siyasal bir önderlik olmadıkça işçi sınıfının bu ileri örgütlenme biçimlerinin tek başına bir çözüm oluşturamayacağını kanıtlayarak tarihe karıştılar. Ekim Devriminin etkileri, Macaristan’da çok daha belirgin biçimde ortaya çıkmış ve diğer örneklerle karşılaştırıldığında çok daha ileri gidilebilmişti. Rus Ekim Devrimi Macar emekçilerin savaştan, kıtlıktan ve bunalımdan çıkış arayışlarına yol göstermiş ve büyük bir sempatiyle karşı-

19


marksist tutum

lanmıştı. Asker ve köylü ayaklanmalarının ardından 1 Ocak 1918’de Budapeşte’deki kitle greviyle birlikte tabandan gelişerek yükselen işçi konseyleri hızla ileri atıldılar. Haziran 1918’deki genel grevle birlikte konseyler hem daha da yaygınlaşmış hem de artık merkezi bir yapı oluşturarak işçi hareketini kendi etrafına toplamış durumdaydı. Cepheden dönen askerler de asker konseylerini kurmuşlar ve işçi konseyleriyle birlikte hareket etmeye başlamışlardı. Milyonlarca işçiyi kapsayan sokak gösterileri ve kitle grevleri içerisinde konseyler silahlanma kararı aldılar ve silahlandılar da. Askerlerin de ayaklanmasının ardından 16 Kasım 1918’de cumhuriyet ilan edildi. Beş gün sonra Macar Komünist Partisi kuruldu, sol sosyalistler ve Ekim Devriminden etkilenen yığınlar komünistlere katıldılar. Komünistlerin etkisi hızla artıyor ve ileri sürdükleri doğru talepler, yoksul köylüler de dahil olmak üzere tüm emekçi kesimleri kendi saflarına çekiyordu. Şubat 1919’dan itibaren bütün büyük kentlerde işçi konseyleri yönetimi ele geçirmeye, fabrikalara el koymaya ve özyönetimi yaygınlaştırmaya başladılar. Komünist Partinin (KP) fabrikalara ve büyük topraklara el koyulması, Sovyet Devletiyle dayanışma ve yardımlaşmanın sağlanması, tüm iktidarın konseylerin elinde toplanması, burjuva ordunun yerine işçi milisinin geçirilmesi başlıklarını taşıyan programı, işçi konseyleri tarafından içtenlikle benimseniyordu. Tüm bunlar burjuvazinin KP’ye karşı büyük bir terör dalgasını da beraberinde getirmesine rağmen terör dalgası ters tepti. Sosyal-demokrat partinin tabanında da komünistlere doğru büyük bir kayış başlamıştı. Savaştan yenilgiyle çıkan bu ülke üzerinde artan emperyalist baskılara karşı anlamlı ve kararlı bir duruş sergileyen tek partinin de KP olması sonucu belirledi. 21 Mart 1919’da Macar Sosyalist Konseyler Cumhuriyeti ilan edildi. Tüm iktidar artık konseylerin elindeydi. Komünistler kendi programlarını yalnızca konseylere değil, görünüşte sosyal-demokratlara da benimsetmişlerdi. Ne var ki bu sonuncu nokta aynı zamanda Macar devriminin yenilgisine yol açacak bir tuzağı da içinde barındırıyordu. Komünistlerin tüm taleplerini ve programını kabul eden sosyal-demokrat oportünistler KP ile birleşme kararı almışlardı ve konsey cumhuriyetinin ilan edildiği gün bu birleşme sağlanmıştı. Birleşen iki parti Macar Sosyalist Partisi adını almıştı. Sosyalist devrim silahlı bir ayaklanmayla değil, barışçıl bir yoldan gerçekleşmişti. Başlangıçta Lenin tarafından da sevinçle karşılanan bu durum gerçekte büyük bir açmazı içinde taşıyordu. Nitekim 1919 Macar Komününe karşı emperyalist ülkelerin saldırıları giderek artmış, Rus Kızıl Ordusu da iç savaşla meşgul olduğundan yardıma gelememiş ve sonunda sosyal-demokratların sağ kanadının ihanetiyle onların denetimindeki birliklerin karşı-devrim saflarına geçmesi sonucu Komün 1 Ağustos 1919’da yenilgiye uğramıştı. Macar komünistleri, sosyal-demokratlarla onun içindeki sağ kanadı tasfiye etmeksizin birleşmekle büyük bir hata yapmışlardı. Alman-

20

Kasım 2007 • sayı: 32

ya’da komünistlerin temel hatası oportünizmle yollarını örgütsel olarak da ayırmakta çok geç kalmış olmalarıyken, Macaristan’da tam da en belirleyici anda oportünizmin manevralarına aldanıp onunla birleşmek felâketi beraberinde getirmişti. Ekim Devriminin sağladığı sosyalist atılımın etkileri yalnızca Almanya, Avusturya, Macaristan gibi savaştan yenik çıkmış ülkelerde değil, savaştan galip çıkan ülkelerde de görülür. Bu ülkeler arasında konsey hareketinin ve devrimci yükselişin en fazla öne çıktığı ülke İtalya’ydı. Savaşın galiplerinden olsa bile İtalya büyük bir yıkımla karşı karşıyaydı ve savaşın hemen ardından ciddi bir toplumsal çözülüş yaşadı. Gerek kuzeyin sınaî olarak gelişmiş bölgelerindeki İtalyan işçileri, gerekse de orta ve güney İtalya’nın yoksul köylüleri, bu yıkımın ve Ekim Devriminin etkisiyle mücadeleye atılmışlardı. 1919’un başlarından itibaren işçi hareketi yükselişe geçmişti. 1920 yaz aylarında başlayan genel grev dalgası tüm ülkeyi sarmış, beraberinde her yerde işçi konseylerini ortaya çıkartmıştı. Bu konseyler birçok fabrikayı işgal etmişler, üretimin yönetimini ellerine almışlardı. Ne var ki diğerlerinde olduğu gibi İtalya’da da, işçiler devrimci bir önderlikten tümüyle yoksun durumdaydılar. İtalyan işçi sınıfının tüm girişkenliğine rağmen, fabrika konseyleri hareketi İtalyan Sosyalist Partisi tarafından ekonomizmin ve sendikalizmin dar sınırlarına hapsedildi. 26 Eylül 1920’de grev dalgası ve fabrika işgallerine son verildi. Konseyler anlamsızlaşarak ve işlevsizleşerek sönüp gitti. Yoksul köylü hareketinin toprak işgalleri hareketinin de yenilgiye uğramasıyla İtalyan işçi sınıfı faşizm belâsıyla karşı karşıya kaldı. Komünist Enternasyonal’e bir bütün olarak üye olmak isteyen İtalyan Sosyalist Partisi, Bolşeviklerce kuşkuyla karşılanmış ve üyelik için önüne koşullar konulmuştu. En başta da oportünistleri içinden atması isteniyordu. Bin dereden su getirerek bu koşullara direnen İtalyan Sosyalist Partisi, devrimci yükselişin geri çekilmesinin başlıca sorumlusu olarak faşizmin yükselişine giden yolu da açmış oluyor, Bolşeviklerin kuşkularını haklı çıkartıyordu. Ekim Devrimi yalnızca Avrupa’da gelişen devrimci dalgayı ileri itmekle kalmadı, kapitalistleşme yolunun henüz başındaki ülkelerde de büyük yankı uyandırdı. Bu ülkelerde gündeme giren demokratik devrimlerde komünistler önemli ve yer yer de belirleyici rol oynadılar. Avrupa’nın tersine, bu ülkelerde ne gelişkin ve siyasal deneyime sahip bir burjuvazi ne de sosyal-demokrat hareket mevcut idi. Bu durumun da belirleyici katkısıyla geri ülkelerdeki emekçi kitleler ve radikalleşmiş aydınlar hızla Ekim Devriminin cazibesine kapılmışlardı. Bu genel eğilim, Türkiye’den Endonezya’ya, Hindistan’dan Çin’e kadar tüm Asya kıtasını sardığı gibi, Afrika’nın o günün koşullarında göreli gelişmiş bölgelerini ve Latin Amerika’yı da etkiliyordu. Tüm bu coğrafyalarda, yakıcı bir şekilde gündemde olan tarım sorunu, ulusal kurtuluş sorunu, demokratik hakların kazanılması sorunu ve henüz çok cılız da olsa işçilerin


Kasım 2007 • sayı: 32

marksist tutum

2 Mart 1919’da Moskova’da toplanan uluslararası konferansa katılan 17 ülkeden komünist örgüt ve partiler Komünist Enternasyonal’in kuruluşunu ilan ettiklerinde, Bolşevikler bu sayının hızla artacağından emindiler. Nitekim yalnızca iki yıl sonra Haziran 1921’de bu ülkelerin sayısı Asya’nın tüm önde gelen ülkelerini de kapsayacak şekilde 52’yi bulmuştu. Ne var ki bu muazzam dinamik, Avrupa devriminin yenilgisiyle Rus devriminin de batağa saplanması sonucunda iktidarı gasp eden Stalinist bürokrasi tarafından heba edildi. sermayeye karşı verdikleri mücadeleler, iç içe geçerek, sürekli devrim bağlamında dünya devriminin önemli bir dinamiğini oluşturuyordu. 2 Mart 1919’da Moskova’da toplanan uluslararası konferansa katılan 17 ülkeden komünist örgüt ve partiler Komünist Enternasyonal’in kuruluşunu ilan ettiklerinde, Bolşevikler bu sayının hızla artacağından emindiler. Nitekim yalnızca iki yıl sonra Haziran 1921’de bu ülkelerin sayısı Asya’nın tüm önde gelen ülkelerini de kapsayacak şekilde 52’yi bulmuştu. İki yıl içerisinde Asya’nın her köşesinde komünist partiler kurulmuş ve hızlı bir büyüme süreci içerisine girmişlerdi. Ne var ki bu muazzam dinamik, Avrupa devriminin yenilgisiyle Rus devriminin de batağa saplanması sonucunda iktidarı gasp eden Stalinist bürokrasi tarafından ilk örneğini 1925-27 Çin devrimi sürecinde gördüğümüz üzere heba edildi. Artık, gelişen devrimci durumların proleter bir devrimle taçlanmasının önünde yalnızca oportünist sosyal-demokrasi değil ondan çok daha güçlü hale gelen Stalinizm de vardı. Bu sonuncusunun işçi hareketine verdiği zarar çok daha derin ve çok daha vahim oldu. Çünkü o, Bolşevizme apaçık ihanet etmesine rağmen, Lenin’in mirasçısı olduğu doğrultusunda dünya işçi sınıfını uzun yıllar boyunca aldatmayı başarmıştır. Stalinizm dünya devrimine ihanet etmiş, Bolşevizmi tahrif etmiş, II. Enternasyonal’in oportünizmini çok daha sistematik bir biçime büründürmüş, enternasyonalizm fikrinin yerine sol söylemli bir milliyetçiliği geçirmiş ve nihayet Komünist Enternasyonal’in kapısına kilit vurmuştur. Oysa Ekim Devrimine önderlik eden Bolşevikler, daha en başından itibaren, şu ya da bu tipten milliyetçi-yurtsever görüşlerle değil, en sağlam enternasyonalist fikirlerle yola çıkmışlardı. Onlar Rus devrimini her zaman proleter dünya devriminin bir parçası olarak algılamışlar ve eğer Rus devrimi diğer ülkelerden önce patlak verirse, bu devrimin

ancak dünya devriminin bir ilk kıvılcımı olarak iş göreceği bilinciyle hareket etmişlerdi. Şöyle diyordu Lenin 1918 Kasım ayında: “Devrimci bir durum karşısında bulunulduğuna göre, Avrupa devrimine bel bağlamak bir Marksist için zorunludur. Durumun devrimci olduğu zaman ile olmadığı zaman, sosyalist proletaryanın taktiğinin de aynı olamayacağı, Marksizmin ABECE’sidir. (…) Demek ki, Avrupa’da devrimci bir durum beklentisi Bolşeviklerin çılgın sevdası değildi; bütün Marksistlerin ortak kanısı idi.”2 Bolşevizm, kapitalizmi ulusal bir sistem olarak algılamadığı gibi ona karşı verilecek mücadeleyi asla ulusal ölçekle sınırlı olarak ele almadı. Onu Bolşevizm yapan şey; katıksız bir enternasyonalizm anlayışı temelinde dünya devrimi perspektifine bağlılık; işçi sınıfının devrimci potansiyeline, onun doğrudan eylemine, girişkenliğine ve yaratıcılığına sarsılmaz bir güven ve son olarak da proleter devrimin zaferi için kararlı, disiplinli, net bir programa sahip ve işçi sınıfının en bilinçli unsurlarıyla sınırlandırılmış bir öncü partinin zorunluluğu fikriydi. Enternasyonalizm, işçi sınıfının doğrudan eylemi ve öz-örgütlenmesi ve öncü parti. Bunlar Bolşevizmin temel dayanakları olduğu gibi, Rus devriminin bir proleter devrime dönüşmesini ve işçilerin iktidarı ele geçirebilmesini de mümkün kılmıştı. Bunlar bugün de işçi sınıfının dünya çapında kurtuluşunu sağlayacak temel ilkeler olmayı sürdürüyorlar. 

––––––––––––––––––––––– 1

Lenin, Komünist Enternasyonal I. Kongresi Açılış Konuşması, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol Yay., 2. bsk, s.119

2

V. I. Lenin, Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky, Bilim ve Sosyalizm Yay., 5. bsk, s.74-81 [düzeltilmiş çeviri]

21


Burjuvazinin Saldırılarının ve Şovenizmin Kıskacında

Telekom Grevi 16

Ekimde başlayan Türk Telekom grevi, burjuvazinin saldırılarının ve yükseltilen şoven dalganın kuyruğuna takılan Haber-İş yönetiminin kıskacına sıkışmış bulunuyor. Sendika yönetimi ya da devlet tarafından her an sona erdirilme tehlikesiyle yüz yüze bulunan grev, kapsadığı 26 bin 580 işçiyle, bu toprakların uzun yıllardır tanık olmadığı kadar büyük bir grev olma özelliğini taşıyor. Bunun yanı sıra Telekom’da yaşanan ilk grev olması bakımından da ayrıca öneme sahip. Başta Avrupa olmak üzere pek çok ülkede örneklerine sıkça rastlansa da, Türkiye’de bu sektörde hiç grev yaşanmamıştı. Bunda sektörün yakın zamana kadar devlet tekelinde olmasının da büyük payı vardı. Yaz aylarından bu yana pek çok sektörde toplu sözleşme görüşmelerinin grev kararıyla sonlanmasına rağmen son anda yapılan anlaşmalarla bu kararlar havada kalmıştı. İletişim sektörünün en büyük tekeli olan Türk Telekom’daki grev kararı ise, bu durumun bir istisnası olarak hayata geçirildi. Kuşkusuz sendika yönetiminin bu kadar kararlı görünmesinde, Telekom’un özelleştirilmesi sonucu işverenin devlet olmaktan çıkıp yabancı sermaye haline gelmesinin büyük bir rolü bulunuyordu. Grev kararıyla nihayet bulan toplu sözleşme, özelleştirme sonrasında yapılan ilk toplu sözleşmeydi aynı zamanda. Yüzde 45’i halen devlete ait olan Türk Telekom’da, çalışanlar özelleştirme sürecinde üç gruba ayrıldılar. Birinci grupta sayıları 3 bin civarında olan kadrolu işçiler; ikinci grupta sayıları 8 bin civarında olan ve halen devlet memurluğu statüsünü koruyan işçiler; üçüncü grupta ise çoğunluğu oluşturan ve sayıları 28 bine yaklaşan sözleşmeli işçiler yer alıyor. Devlet memuru statüsündeki ikinci grup işçilerin ücretleri, tıpkı diğer memurlar gibi devlet tarafından belirleniyor, yani Haber-İş’in toplu sözleşmesi onları kapsamıyor. Birinci gruptaki işçiler de aynı şekilde toplu sözleşme kapsamı dışındalar. Dolayısıyla toplu sözleşme sadece üçüncü gruptaki sözleşmeli işçileri içeriyor ve bunlar da Telekom çalışanlarının çoğunluğunu oluşturuyor. Üçüncü gruptaki işçiler, Türk Telekom’un özelleştiril-

22

mesi sürecinde, o an için “cazip” görülen tekliflerle sözleşmeli statüsüne geçirilmişlerdi. Ne var ki, özelleştirme gerçekleştiğinde, söz konusu cazibe yerini ücret eşitsizliklerine, işten atılmalara ve diğer saldırılara bıraktı. Türk Telekom’un 55 bin olan personel sayısı kısa sürede 41 bine indirildi. Telekom’u satın alan Oger, esnek çalışma, sendikalı personelin kapsamının daraltılması, ikramiyelerin yarıya indirilmesi, aynı işi yapan ve aynı kıdeme sahip olan işçiler arasında büyük ücret dengesizlikleri yaratılması türünden dayatmalara da gitti. Sendikasızlaşmayı özendirmek ve işçileri bölmek için sendikasız işçilere daha yüksek ücret verme politikasına gidildi ve aynı kıdem ve görev konumundaki işçiler arasında 500 YTL’ye varan ücret uçurumları yaratıldı. Ve nihayetinde tüm bu dayatmalar toplu sözleşme görüşmelerinin tıkanmasına yol açtı. Haber-İş başkanı Ali Akcan, işverenin sendikaya getirdiği son teklife ilişkin olarak şunları söylüyor: “Bu teklifte kabul edilemez maddelerden birisi, yeni alınacak işçilerin asgari ücretle işe alınma önerisiydi ama asıl ‘organizasyon çalışmalarında önemli ölçüde işgücü fazlalığı tespit edilmiştir. Bu fazlalığın giderilmesinde sendikanın desteğini istiyoruz’ maddesine takıldık ve yetkililere ‘bunun anlamı şirketin işçi çıkarması mıdır?’ diye sorduk. ‘Evet’ cevabını alınca da kalktık, çıktık.” Bugün gelinen noktada Telekom işçileri, ücret zammı anlaşmazlığından çok, işten atılmaların engellenmesi, ücret eşitsizliklerinin giderilmesi, sendikal örgütlülüğün yok oluşu anlamına gelen “kapsam dışı personel sayısının arttırılması”nın engellenmesi, esnek çalışma dayatmasının son bulması gibi çok daha can yakıcı konular üzerinde duruyor. Haber-İş yöneticilerinin meşrebine bakıldığında samimiyetlerinin son derece şüpheli olduğunu biliyor olsak da, Telekom işçilerinin bu direnişi gösteriyor olmaları son derece önemlidir. Çünkü burjuvazi benzer saldırıları tüm sektörlerde azgın bir şekilde yürütüyor ve Telekom gibi büyük bir şirkette böylesine bir direniş sergilenmesi tüm işçilere örnek olma potansiyeli taşıyor. Burjuvazinin amacının, işçi sınıfının her geçen gün da-


Kasım 2007 • sayı: 32

ha da zayıflayan sendikal örgütlülüğünü tümden yok ederek, engellerden azade bir alanda dilediği gibi at koşturmak olduğu son derece açıktır. İşte tam da bu yüzden, sendikaların işçi sınıfının bağımsız, kararlı ve militan duruşunu sergilemeleri büyük bir önem taşımaktadır. Ancak maalesef eksik olan şey de tamı tamına budur. Özelleştirme sürecinde işçilerin tüm dikkatini şirketin yabancılara satılması konusuna odaklayan ve “Telekom vatandır satılamaz” demagojileriyle onları gerçek çıkarlarının savunusundan alıkoyan Haber-İş yönetimi, aynı duyarlılığı 30 bin işçinin sözleşmeli personel haline getirilmesi ve binlercesinin işten atılması konusunda göstermemiştir. Kuşkusuz işçi sınıfının gerçek çıkarlarına odaklanmayan bu milliyetçi yaklaşım sadece Haber-İş bürokrasisi için değil, özelleştirilen tüm sektörlerdeki işbirlikçi sendika bürokratları için geçerlidir. Dolayısıyla savunmasız bırakılan işçi sınıfı büyük bir örgütsüzlük ve saldırı dalgasıyla yüz yüze kalmıştır.

Grev şovenizmin baskısı altında 2006 net kârı 1,4 milyar dolar olarak açıklanan ve Türkiye’nin en büyük üçüncü şirketi konumunda bulunan Türk Telekom, 20 milyon abonenin faturaları üzerinden her ay sabit ücret adı altında 8 ilâ 35 YTL’lik açık soygun gerçekleştirirken, devlet de %15’lik özel iletişim vergisi ve %18’lik KDV’yle halkı ikinci bir soyguna maruz bırakıyor. Ne var ki Telekom sermaye açısından altın yumurtlayan bir tavuk olarak görülse de, sermaye yönetimi çalışanlarıyla birkaç gram altın tozunu paylaşmaktan bile kaçınıyor. Haklarını arayan işçilerse, işverenin sözcülüğüne soyunan sermaye medyasının yoğun desteğiyle, ihanetten sabotajcılığa kadar bin bir suçlamaya maruz kalıyorlar. Telekom yönetimi, şebeke arızalarının giderilmesinde taşeron işçilerin kullanılması yoluyla grev kırıcılığı yapmak, Diyarbakır’da grevci işçileri polis zoruyla arızaları gidermeye mecbur etmek gibi apaçık yasadışı yöntemlere başvururken, burjuva medya Telekom grevini sadece ve sadece işverenin sabotaj iddialarıyla gündeme taşıyor. “Grev

marksist tutum

değil ihanet!” manşetleriyle grevi kırmaya çalışan sermaye medyası, Telekom işvereniyle birlikte, hükümetin greve müdahale etmesini sağlamaya uğraşıyor. Ama öyle görünüyor ki, grevi durdurmak için Telekom patronuna da, medyaya da, devlete de ihtiyaç yok. Zira şovenist sendika bürokrasisi, bu işi tepeden halletmeye çoktan meyilli. Savaş atmosferini fırsat bilen Haber-İş yöneticileri, grevin ilk günlerinden itibaren ayak sürümeye ve işçileri şovenizm zehriyle zehirlemeye başladılar. Grevin beşinci gününde Telekom işçilerini ziyaret için Gayrettepe’deki Telekom binasının önüne gelen çeşitli sektörlerden ve sendikalardan işçiler, gençler ve devrimciler, sendikanın kurduğu kürsüden yayınlanan 10. Yıl Marşıyla karşılandılar. Sonrasında sözü alan sendika başkanı Ali Akcan ise, sınır ötesi harekât olması halinde grevi kendi elleriyle kıracaklarını beyan ediyordu. Ertesi gün Hakkari’de gerçekleşen asker ölümlerinin ardından, sendika yönetimi şovenizmin dozunu daha da şiddetlendirdi. Ali Akcan’ın sendika yönetim kurulu adına yaptığı basın açıklaması ordu bildirisinden farksızdı. “Ülkedeki huzur ortamını bozmak isteyenlere, Türk milletinin dayanışması ve Türk Silahlı Kuvvetlerimizin özverili çabalarıyla hiçbir zaman izin verilmeyeceğine yürekten inanıyoruz” diye başlayan açıklamada, ağızdaki bakla şu şekilde çıkarılıyordu: “…uygulamaya konulan grev kararının ülke güvenliğimizin yoğun bir şekilde saldırı altında olduğu bu günlerde devam etmesi Sendika Yönetim Kurulumuzu ve üyelerimizi derinden üzmektedir.” İki gün sonra Gazi Üniversitesinde öğrencilerin (!) düzenledikleri “Türk Telekom’un Özelleştirilmesi ve Greve Giden Yol” isimli etkinliğe grevci işçilerle birlikte katılan Akcan, bu sefer savaş aletlerini tam kuşanmıştı: “Türkiye normal bir günde olsun, sonuna kadar bedeli ne olursa olsun gitmeye hazırız. Bize zor gelen Türk milletinin içinde bulunduğu dönem ve yiğit Türk askerini toprağa verdiğimiz günler olmasındandır. Genelkurmay’a da çağrıda bulunuyorum, belki savaşamayız ama ordunun önünde seve seve mayın temizliği yapabiliriz.” Bütün bunlar, işçi sınıfının işbirlikçi ve şoven sendika bürokratları tarafından nasıl bir kıskaca sokulduğunu, nasıl burjuvazinin ve burjuva devletin payandası haline getirilmeye çalışıldığını çıplak bir biçimde göstermektedir. Türkiye’nin azgın bir savaş atmosferine sokulduğu mevcut dönemde, burjuvazi ve işbirlikçileri, Türk işçi ve emekçilerini savaş arabalarına koşmak ve yükselen şoven histerinin esiri olarak kardeş Kürt halkına düşman kılmak istiyorlar. Oysa bu savaş Türk ve Kürt emekçilerin cansız düşürülecek bedenleri üzerinden sermayenin sultasının güçlendirilerek devam ettirilmesi savaşıdır. Asıl kurban da ezilen Kürt halkı ve tüm hakları gasp edilip azgın bir saldırıya uğrayacak işçi sınıfı olacaktır. Bunun bilinciyle, Türk işçi sınıfı şovenist kudurganlığın karşısına dikilmek ve “işçilerin birliği, halkların kardeşliği” şiarını en yüksek sesiyle haykırmak zorundadır. 

23


Anarşizm Anarşizmin siyasal mücadele sorununa yaklaşımı Anarşizmin belirleyici özelliklerinden biri de, merkezi otorite altında yürütülen siyasi mücadele anlayışına karşı çıkmasıdır. Genelde anarşizm, “otorite karşıtlığı” ilkesine ters düşeceği gerekçesiyle devlet iktidarının ele geçirilmesi ya da iktidar olunması için siyasal eylem yürütülmesini reddeder. Bu noktalardan hareketle, anarşistler, “siyasete katılmama” biçiminde idealist şablonlar yaratmış ve bunların esiri oldukları ölçüde de işçi sınıfının devrimci siyasal eylemine uzak düşmüşlerdir. Anarşizm daha püriten (sofu) biçimlere büründüğünde, siyasal mücadele konusunda sergilenen yaklaşımlar da mantıksızlık noktasına uzanmaktadır. Örneğin, işçi sınıfının burjuva düzene yönelteceği her türlü siyasal eylemin (diyelim iş saatlerini kısıtlayacak yasaların çıkartılması, işçi çocuklarına parasız eğitim sağlanması vb. gibi acil talepler uğruna yürütülecek siyasi mücadeleler) mevcut siyasal durumun tanınması anlamına geleceği şeklinde anarşizan yaklaşımlar üretilmiştir. Bir zamanlar Marx’ın bu gibi anarşist yaklaşımları eleştirirken değindiği üzere, bu akıl yürütme tarzıyla pekâlâ işçilerin grev yapmasının da anarşist ilkelere ters düşeceği noktasına ilerlenmesi mümkündür. Çünkü bu mantıkla, ücretleri yükseltmek için ya da ücretlerin düşmesini engellemek için çaba harcamak, ücretlilik düzenini tanımak ve kabul etmek anlamına gelebilir. İlkesel düzeydeki bu dogmatizme rağmen, işçi sınıfı hareketinin gelişip güçlenmesine bağlı olarak anarşizm de zaman içinde bazı noktalarda belli ölçülerde değişime uğramıştır. Fiili işçi mücadelesinin bindirdiği basınç, anarşistleri, siyasal mücadele konusundaki sekter ve reddiyeci tutumlarını iktisadi mücadele alanına dek uzatmaktan büyük ölçüde vazgeçirmiştir. Nitekim Bakunin de, siyasi mücadele konusundaki menfi tutumunu işçilerin iktisadi

24

mücadelelerini reddetme noktasına kadar ilerletmekten kaçınmıştır. Bu değişim, bu kez işçilerin sendikal mücadelelerine olduğundan büyük siyasal anlamlar yükleyen anarkosendikalist eğilimlerin doğmasına neden olan önemli bir faktördür. Ayrıca eklemek gerekir ki, anarşist düşünce akımı içinde cereyan eden çeşitli farklılaşmalar sınıfsal temel bakımından da büyük ölçüde karşılığını bulmuştur. Örnekse, anarko-sendikalizm belirli bir düzeyde de olsa işçi sınıfı mücadelesine yaklaştığından, özellikle Fransa, İtalya, İspanya gibi Avrupa ülkelerinde ve Latin Amerika’da işçiler arasında etkili olmuştur. Fakat bu tür farklılıklara rağmen, anarşizm yine de bir bütün olarak işçi sınıfının devrimci siyasal eylemine ters düşen yönler içermektedir. Siyasi mücadele konusunda net ve devrimci bir pozisyona sahip olmanın Marksist harekette her zaman merkezi bir önem taşıdığı bilinir. Nitekim Engels’in Enternasyonalin 1871 Londra Konferansında yaptığı bir konuşmada (İşçi Sınıfının Siyasal Eylemi Üzerine) dile getirdiği önemli bir gerçeklik vardır. “Biz, sınıfların ortadan kaldırılmasını istiyoruz” der Engels ve devam eder: “Ama devrim en yüce siyasal eylemdir, ve devrim isteyen kişi onu gerçekleştirme aracını da, yani devrimi hazırlayan ve işçilerin devrimci bir eğitimden geçmelerini sağlayan siyasal eylemi de istemek zorundadır”. Ancak açıktır ki, “bizim siyasetimiz işçi sınıfı siyaseti olmalıdır. İşçi partisi hiçbir zaman herhangi bir burjuva partisinin kuyruğu olmamalı; kendi hedefine, kendi siyasetine sahip bağımsız bir parti oluşturmalıdır.” (Seçme Yapıtlar, Sol Yay., c.2, 1977, s.295) Burjuva toplumun koşulları işçileri siyasetle uğraşmaya mecbur kılar. İşçi sınıfının siyasal mücadelesi devrimci tarzda örgütlenmediği takdirde, işçiler bir biçimde yine siyasete katılacaklar ama bu nihayetinde burjuva bir siyaset olacaktır. Bu bakımdan, anarşistlerin siyaset konusunda işçilere aşıladığı çekimserlik, aslında onları burjuva siyase-


Üzerine /2 Elif Çağlı

tin kucağına itmek anlamına gelmektedir. Üstelik siyaset konusunda mutlak bir çekimserlik olanaksızdır. Örneğin anarşistler ne derlerse desinler, onlar da kendi yayın organlarında bal gibi siyaset yapmakta ve kendilerine özgü siyasi çevreler yaratmaktadırlar. Hem geçmişte hem de günümüzde anarşistlerin en büyük açmazı, onların toplumsal devrimle devrimin gerekleri arasındaki bağı kavramaya yanaşmamalarıdır. Bir yandan devrim hedefini benimser görünmek, diğer yandan onu gerçek kılacak zorunluluklardan tarihsel bir kaçış sergilemek tam bir tutarsızlıktır. Devrimci mücadele en kapsamlısından siyasi iktidar mücadelesi demektir ve bu içerikteki bir mücadeleyi benimseyip örgütlemekten uzak durarak devrimci kalabilmek mümkün değildir. Hem geçmişte hem de günümüzde anarşistlerin en büyük açmazı, onların toplumsal devrimle devrimin gerekleri arasındaki bağı kavramaya yanaşmamalarıdır. Bir yandan devrim hedefini benimser görünmek, diğer yandan onu gerçek kılacak zorunluluklardan tarihsel bir kaçış sergilemek tam bir tutarsızlıktır. Devrimci mücadele en kapsamlısından siyasi iktidar mücadelesi demektir ve bu içerikteki bir mücadeleyi benimseyip örgütlemekten uzak durarak devrimci kalabilmek mümkün değildir. Anarşizmin öne sürdüğü kimi ilkeler saf ve temiz görünse de, bununla sınırlı bir tutumun kapitalist toplum cangılında işe yarar bir yönü bulunmamaktadır. İlkesel düzeyde sofuca tutumlar takınmakla yetinmek neticede bir küçük-burjuva eğilimi sergilemekte, fakat bu tür tutumlar işçi sınıfını etkileyip devrimci siyasetten uzak tut-

tuğu ölçüde de zararlı sonuçlar doğurmaktadır. Anarşistlerin “burjuva düzen kurumlarını reddediyoruz” gerekçesiyle, günlük devrimci siyasal mücadeleden veya seçim platformlarının devrimci tarzda değerlendirilmesi gibi çalışmalardan uzak durmaları bu konuda verilebilecek çarpıcı bir örnektir. Bu örneğin dile getirdiği durumlarda karşı karşıya bulunduğumuz akıl yürütme tarzı, mücadele denen şeyin diyalektik biçimde kavranamamasından kaynaklanır. Söz konusu anarşist yaklaşımlar ilk bakışta devrimci bir izlenim bırakabilir, ancak bu tür tutumları deşelediğimizde, can yakıcı sorunlardan onları yok sayarak kaçıp kurtulma zihniyetiyle karşılaşırız. Unutulmasın ki, sendikal haklar, grevler, işyeri direnişleri, genel demokratik haklar mücadelesi gibi mücadele okullarında pişerek eğitilmeyen bir işçi sınıfı, toplumsal devrimin başarılması gibi üst basamaklara tırmanamaz. Küçük mücadeleleri yürütmeyi öğrenmeyenler, büyük mücadeleleri yürütme ve başarıya ulaştırma kapasite ve direngenliğine ulaşamazlar.

Anarşizmin örgüt sorununa yaklaşımı Örgütsel sorunlarda anarşistlerle Marksistler arasındaki tutum farklılığını anlamak da ancak geçmiş tarihlere uzanmakla mümkün olacaktır. Genelde anarşizmin kendini var ediş koşulları, Marksistlerin önderliğinde biçimlenen siyasal yapılanmalar karşısında yıkıcı bir tutum takınmayı içerir. Günümüzde devrimci Marksistlerin örgütsel ilkelerine yersiz biçimde saldıran anarşizan yaklaşımların nedenlerini anlayabilmek için de geçmiş dönemleri hatırlamak zorunludur. Burada kısaca değineceğimiz tarihsel geçmiş, Bakunin önderliğinde örgütlenen anarşistlerin Birinci Enternasyonale uzanan deneyimleridir. Uluslararası İşçi Birliği (Birinci Enternasyonal), Birliğin programının birinci maddesinde de belirtildiği üzere, işçi sınıfını korumak, ileri götürmek ve tüm bağımlılıklardan kurtarmak amacıyla çeşitli ülkelerin işçi dernekleri

25


marksist tutum

arasında bir iletişim ve işbirliği yaratmak için kurulmuştu. Birliğin aralarında Marx ve Engels’in de bulunduğu kurucuları, Bakunin ve arkadaşlarının özel teorilerinin bu maddeyle çelişik olmadığı düşüncesiyle onları Enternasyonale üye olarak kabul etmişlerdi. Ayrıca da Bakuninciler’e, Birliğin amaç ve ilkeleriyle çelişmemek koşuluyla kendi düşüncelerini meşru bütün olanakları kullanarak yayabilmeleri için gereken her türlü izin verilmişti. Ancak buna rağmen Bakuninciler Birinci Enternasyonal saflarında istenmeyen bir bölünmeye sebep olacak tarzda davrandılar. Her türlü otoriteye karşı çıkmak adına, Birliğin meşru yönetim ve otoritesine karşı kendi otoritelerini dayatma yolunu tuttular. Bakunin 1868 Ekiminde Cenevre’de “Sosyalist Demokrasinin İttifakı” adıyla ayrı bir uluslararası kuruluş yaratmaya girişti. Ama onun amacı, hem kendilerine ait bu kuruluşu yürütmek hem de Enternasyonal toplantılarına katılımı sürdürmekti. Bakunin’in bu ikili davranışı Enternasyonal Genel Kurulunda tartışılmış ve Birliğin tüzüğüne aykırı bulunarak ondan ya İttifakın kendini dağıtmaya karar vermesi ya da Enternasyonalden ayrılması istenmişti. Bakuninciler bu karara uygun davranmadılar ve çeşitli Avrupa ülkelerinde Enternasyonali tam bir dağınıklığa sürükleyip tüketecek davranışlar içine girdiler. Marx ve Engels’in Enternasyonaldeki bölünmeleri değerlendirirken değindikleri gibi, Bakuninciler Enternasyonalden, tam da köhnemiş dünya onu ezmeye çalışırken, kendi örgütlülüğünü dağıtıp yerine anarşiyi geçirmesini talep ettiler. Anarşistler, Enternasyonali, “tam disiplinli şubelerin hiyerarşik ve otoriter bir örgütü” olmakla suçluyor ve onun “özerk şubeler federasyonu”na dönüştürülmesini istiyorlardı. Bakunin’in gelecek toplum tasarımı ve ona ulaşılmasını sağlayacak örgütsel araç konusundaki yaklaşımı tam anlamıyla bir hayalperestlik ve kafa karışıklığının ürünüydü. Ona göre Enternasyonal, “anarşi” diye adlandırdığı geleceğin toplumunun bir embriyonu olmalı ve bu nedenle de “özgürlük ve federasyon” ilkelerini cisimleştirmeli ve otoriteye dair her şeyi bünyesinden fırlatıp atmalıydı. Engels’in bu yaklaşımı eleştirirken belirttiği gibi, böylece Enternasyonalin birtakım hayalperestlerin yarının toplumu üzerine kendi kafalarında kurdukları bulanık tasarımlara göre örgütlenmesi öneriliyordu. Oysa mücadelenin ihtiyaçlarına uygun bir örgütlenme yaratmak yaşamsal bir zorunluluktu. Anarşistlerin Enternasyonal yönetimine yönelttikleri suçlamalarla kendi pratikleri arasında her zaman tam bir tutarsızlık uçurumu yer aldı. Enternasyonali hiyerarşik biçimde örgütlenen bir birlik haline gelmekle suçlayan Bakuninciler, kendilerinin hiyerarşik biçimde örgütlenmiş gizli örgütlülüklerine dayanarak Enternasyonal şubelerinin tüm özerkliğini ayaklar altına aldılar. Ve neticede beş yıl süren bir mücadele sonucunda Eylül 1872’de toplanan La Haye kongresinde Bakuninciler Enternasyonalden ihraç edildiler. Fakat anarşistlerin neden olduğu uzun süreli

26

Kasım 2007 • sayı: 32

yıpratıcı çekişmeler, işçi sınıfının bu ilk enternasyonal örgütlülüğünü tüketip bitirmişti. Bakuninciler işçi sınıfının devrimci mücadele birliğini sağlama konusundaki ters tutumlarını, ilerleyen yıllar içinde de çeşitli örnekler temelinde pek çok kez pratikte sergilediler. Bu bakımdan İspanya’daki 1873 ve 1936 dönemi cumhuriyet savaşı deneyimleri eğitici derslerle doludur. Bu tarihsel örneklerden ikincisi günümüzde daha çok bilinir. Birincisi ise Bakunin’in doğrudan parçası olduğu bir deneyimdir ve anarşistlerin daha sonraki eylemlerine ve hatalarına kaynak oluşturması bakımından özellikle önem taşır. İspanya’da 1873 Şubatında cumhuriyetin ilanı döneminde işçiler Bakuninci İttifak üyelerini siyasal eylemliliğe zorlamışlardı. Fakat Bakuninci örgüt, o ünlü özerklik ilkeleri gereğince, Enternasyonal üyelerinin her birinin kendi adına hareket edebileceği ve kendine uygun gelen herhangi bir partiye girebileceği kararını almıştı. Böylece işçi sınıfının öncüsü, bağımsız bir siyaset izleme şansından yoksun bırakılmış ve netice olarak “siyasal ve askeri yönetim” cumhuriyetçi burjuvaziye terk edilmişti. Bu büyük yanılgının üstünü örtme telâşı içinde, devrimci bir çıkış yapabilmek üzere Bakuninciler daha sonra genel grev şablonuna sarıldılar. Bakunincilerin genel grev çağrıları militan işçileri Andalusia’da olgunlaşmamış bir ayaklanmaya sevk etti. Ne var ki, dönemin en önemli sanayi bölgesi Barcelona işçilerinin hazırlıksızlığı ve hareketsizliği nedeniyle bu ayaklanmaya takviye gelmeyince, ayaklanma yenilgiyle sonuçlandı. Buna rağmen, genel grev, anarşizmin programında toplumsal devrimin iradi biçimde patlak vermesi için başvurulacak bir kaldıraç niteliğine büründürüldü. Bakunincilerin genel grev çağrıları militan işçileri Andalusia’da olgunlaşmamış bir ayaklanmaya sevk etti. Ne var ki, dönemin en önemli sanayi bölgesi Barcelona işçilerinin hazırlıksızlığı ve hareketsizliği nedeniyle bu ayaklanmaya takviye gelmeyince, ayaklanma yenilgiyle sonuçlandı. Buna rağmen, genel grev, anarşizmin programında toplumsal devrimin iradi biçimde patlak vermesi için başvurulacak bir kaldıraç niteliğine büründürüldü. İlerleyen yıllar içinde anarşistler, Fransa’da örneklendiği üzere, kitle desteği sağlamak amacıyla sendikalara yönelecekler ve 1892 yılında ulusal bir konfederasyon oluşturacaklardı. Böylece, devrimci siyasal örgütlülüğün görevini sendikalara devreden ve anarko-sendikalizm ya da devrimci sendikalizm diye adlandırılan eğilim ete kemiğe bürünmüş oluyordu. Sendikal mücadelenin yükselişini taçlandıran bir genel grev sayesinde kapitalist sistemin ve devletin çökeceğini savunan anarko-sendikalizm, anarşist hareketin


Kasım 2007 • sayı: 32

marksist tutum

Anarşistler, Bolşevizmin Stalinizmi doğuran yönler içerdiğini iddia etmektedirler. Oysa Lenin önderliğindeki Bolşevik parti anlayışı ile Stalinizmin egemenliği altına girmiş resmi komünist partiler arasında kesinkes uzlaşmaz bir ayrılık vardır. Lenin önderliğindeki Bolşevizm, işçi sınıfının devrimci siyasal örgütlülüğünü inşa etmenin pratik ifadesidir. Stalinizm ise, çok açıktır ki, egemen bürokrasilerin despotik iktidarlarını sürdürmelerinin aracı olmuştur. Stalinizm, Ekim Devrimine öncülük eden Leninci ilkelerin ve bu devrimin yaratıcısı Bolşevik çizginin doğal uzantısı değildir, tam tersine onun inkârıdır. güçlü olduğu İspanya gibi ülkelerde işçileri etkileyecekti. Dün olduğu gibi günümüzde de anarşizmin örgütsel sorunlara yaklaşımındaki başlıca kusuru, kitle ile öncü arasındaki diyalektik ilişkinin keyfi biçimde parçalanarak ele alınması teşkil ediyor. Anarşizm bu nedenle, Marksizmin temel bir ilkesi olan devrimci öncü parti anlayışının karşısına, örgütsüz kitlenin gücünün abartılması anlamına gelecek itirazlarla dikiliyor. Hemen tüm anarşistler aynı noktadan hareketle Leninist parti anlayışını şiddetle mahkûm ediyor ve bu tutumlarını “şefler mi, yığınlar mı?” benzeri ikilemler ileri sürerek haklı göstermeye çalışıyorlar. Oysa devrimci Marksizm “öncü” ve “kitle” arasındaki ilişkiyi diyalektik tarzda kavrar ve açıklar. Devrimci mücadelede “öncü” ihtiyacının yakıcı önemini kabul etmek, “kitle”nin oynayacağı tarihsel rolü reddetmek anlamına gelmez. Ama kitle faktörünü öncünün ehemmiyetini zayıflatacak kertede abartarak öne sürmek, son tahlilde devrimin yenilgisine çıkartılmış bir davetiye anlamına gelir. Zaten anarşizmin başlıca zaafı da işte budur. İşçi kitlesinin kendi çıkarlarını devrimci tarzda kavraması ve burjuvaziden bağımsız bir siyasal mücadele yürütmeyi öğrenebilmesi için, sınıfın öncü unsurlarından oluşmuş bir örgüte ihtiyacı vardır. Diğer yandan, hiçbir siyasi çevre kendi özlem ve iddiaları temelinde sınıfın öncüsü düzeyine yükselemez. Bu payeyi hak edebilmek için, sınıfın kitlesinin çıkarlarını doğru tarzda kavrayacak, kitleyle sıcak ve canlı bağlar kuracak, kitle eylemlerine devrimci biçimde yol gösterecek ve bu gibi özellikler sayesinde kitlenin güvenini kazanıp onun devrimci potansiyelini örgütlü güç katına yükseltecek bir örgütsel nitelik gerekir. Dünyada şimdiye dek “örgütsüz kitle” veya “şefsiz yığınlar” eliyle oluşturulmuş herhangi bir siyasal hareket mevcut olmamıştır, bundan sonra da olacak değildir. Böyle bir durum anarşistlerin pratiğinde de asla yaşanmamıştır. Bir toplumsal hareketten bahsettiğiniz her yerde mutlaka başı çeken öncüler, yığınlara yol gösteren “şefler” mevcut olmuştur. Zaten aksi bir durum, anarşistlerin jargonuyla konuşacak olursak, “anarşi” denen bir düzene de-

ğil hani o yanlış şekilde anarşi anlamında kullanılan kaosa neden olurdu. O halde, Marksistlerin savunduğu devrimci öncü anlayışına yöneltilen anarşist suçlamaları değerlendirirken irdelenmesi gereken temel bir husus vardır. Bu, tıpkı otorite bahsinde olduğu gibi, “öncülük” veya “liderlik” ihtiyacına külliyen karşı çıkmak yerine “ne tür bir öncü” ya da “ne türden şefler”in savunulduğudur. Marksizmin öncü örgüt ilkesi, kitlelerin aktif inisiyatifini öldürmek bir yana onu harekete geçirmeye çalışan bir anlayışa dayanır. Marksizm, sömürücü ve baskıcı sınıfların gelenek ve tutumlarına denk düşen bir şeflik anlayışını kabul etmez, tersine onunla mücadele içinde kendini var edebilir. Devrimci öncü vasfı ya da devrimci önderlik, devrimci mücadele içinde ve o mücadeleye katılan unsurlar tarafından benimsenmekle bilek hakkıyla kazanılabilir. Anarşizm devrimde kitlelere yol gösterecek öncü örgütlülüğün yaratılması zorunluluğunu reddettiğinden, Leninist parti anlayışını da toptan mahkûm etmekte, Bolşevik devrime ve Bolşevik tarzda örgütlenen partilere haksız suçlamalar yöneltmektedir. Günümüzde de anarşistler, Bolşevizmin Stalinizmi doğuran yönler içerdiğini iddia etmektedirler. Oysa Lenin önderliğindeki Bolşevik parti anlayışı ile Stalinizmin egemenliği altına girmiş resmi komünist partiler arasında kesinkes uzlaşmaz bir ayrılık vardır. Lenin önderliğindeki Bolşevizm, işçi sınıfının devrimci siyasal örgütlülüğünü inşa etmenin pratik ifadesidir. Stalinizm ise, çok açıktır ki, egemen bürokrasilerin despotik iktidarlarını sürdürmelerinin aracı olmuştur. Stalinizm, Ekim Devrimine öncülük eden Leninci ilkelerin ve bu devrimin yaratıcısı Bolşevik çizginin doğal uzantısı değildir, tam tersine onun inkârıdır. Leninist parti anlayışını Stalinizmin uygulamalarına bakarak değerlendirmek, siyasal bir varlığı yaşatmaya çalışanla onun yaşamına son vereni aynı kefeye koymak gibi esaslı bir hataya sürüklenmek anlamına gelir. Zaten tarihsel ve siyasal olguların derinine inmeden, yüzeysel ve biçimsel değerlendirmelerle yetinenlerin hiçbir zaman gerçeklere ulaşabilmeleri mümkün olmamıştır.

27


marksist tutum

Çarpıtmalara ve farklılıklara dikkat! Anarşistlerin Marksizme ideolojik ve teorik açıdan yönelttikleri suçlamalar arasında devlet sorunu özel bir yer tutuyor. Bu tür suçlamaların kökü de aslında çok daha gerilere uzanıyor. Suçlamalara kaynak oluşturan başlıca nedenlerden biri de, Marksizmin devlet konusundaki kavrayışının vaktiyle oportünistler tarafından çarpıtılmış olmasıdır. Önce konunun bu yönünü kısaca hatırlatalım. Marksizmin, işçi devrimiyle ulaşılabilecek toplumsal düzeni sınıfsız ve devletsiz bir toplumsal formasyon olarak kavradığı çok açıktır. Marx ve Engels, komünist mücadelenin ilk programatik temellerini atmaya başladıkları kesitten itibaren bunu bu şekilde ortaya koymuşlardır. Daha sonra gerçekleşen Paris Komünü deneyimi ise, proletaryanın toplumsal devrimi sınıfsız topluma ilerletebilmesi için eski devlet aygıtını parçalaması ve yerine daha baştan sönmeye yüz tutmuş cinsten bir “devlet”, Komün tipinde bir yarı-devlet geçirmesi gerektiğini çarpıcı biçimde kanıtlamıştır. Bu tarihsel halka, komünistlerin devlet sorununda asla gerisine düşemeyecekleri ilkesel bir husus olarak Marksizmin programatik temellerine kazınmıştır. Ne var ki oportünist zihniyet pek çok konuda olduğu gibi devlet sorununda da Marksist kavrayışı bulandırmaktan geri durmamıştır. 1870’li yıllar civarında Alman sosyal-demokratları programlarına “özgür halk devleti” gibi bir saçmalığı sokmuşlar ve karşılığında Marx ve Engels tarafından en sert biçimde eleştirilmişlerdir. Fakat oportünistlerin zihniyetinde değişen bir şey olmamıştır. İşte Marx ve Engels tarafından kesinlikle mahkûm edilmiş olan bu “özgür halk devleti” ya da “halk devleti” veya “özgür devlet” kombinasyonları şeklinde sıralayabileceğimiz oportünist yaklaşımlar, Bakunin döneminden başlayarak anarşistler tarafından komünistlere maledilmek istenir. Nitekim Bakunin 1873 yılında yayınlanan ve Bakuninci çevrelerce bir metin-program olarak kabul edilen Devlet ve Anarşi kitabında şunları yazar: “İşçilere, en son ülkü olarak değilse bile hiç olmazsa en yakın başlıca hedef olarak bir Halk devletinin kurulmasını öğütleyen –ki bu devlet onların ifadelerine göre (egemen sınıf olarak örgütlenmiş) proletaryadan başka bir şey olmayacaktır– Lassalle ve Marx’ın teorilerine karşı duyduğumuz tiksintiyi daha önce de ifade etmiştik.” (akt: Marx, Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, s.179) Açıktır ki Bakunin, Marksistlerin savunduğu “egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya”dan başka bir şey olmaması gereken komün tipi yarı-devletle, oportünistlerin çarpıtması olan “halk devleti”ni aynı şeymiş gibi göstermiştir. Buradan hareketle de Marx ve Engels’e veryansın edip durmuştur. Ve de anarşistlerin Marksistlere yönelttiği bu tip haksız ve yersiz suçlamalar hiç değişmeksizin günümüze taşınmıştır. Oysa anarşistlerin devlet sorununda kendi çarpıtmalarının ürünü olan suçlamalara yıllar öncesinde Marksist

28

Kasım 2007 • sayı: 32

önderler tarafından gereken yanıtlar verilmiş durumdadır. Marx Gotha Programının Eleştirisi’nde bu konu üzerinde etraflıca durduğu gibi, Engels de çeşitli vesilelerle aynı konuya eğilmiştir. Engels 1875 yılında Bebel’e yazdığı ünlü mektubunda, sosyalist toplum düzenine ulaşılmasıyla birlikte devletin kendiliğinden eriyip dağılacağına ve ortadan kaybolacağına daha Komünist Manifesto’da değinilmiş olduğunu hatırlatır. Oportünistlerin özgür halk devleti saçmalıklarının kılıktan kılığa girdiğine (özgür devlet vb. gibi) dikkat çeken Engels, aynı mektubunda, “artık devlet anlamında bir devlet olmayan Komünden sonra devlet üzerine bütün bu gevezelikleri bir yana bırakmak yerinde olurdu” der. Engels, devlet konusundaki Marksist yaklaşımların çarpıtılması karşısında son derece önemli bazı gerçeklerin altını çizer: “Devlet, savaşımda, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten sözetmek saçmadır: proletaryanın devlete gereksinmesi olduğu sürece, o, bunu, özgürlük için değil, hasımlarını altetmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten sözedilmesi olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır. Onun için, biz, devlet sözcüğünün yerine, her yerde, topluluk (Gemeinswesen) gibi, Fransızca komünün karşılığı olan mükemmel eski bir Alman sözcüğünün kullanılmasını önermekteyiz.” (Seçme Yapıtlar, Sol Yay., c.3, 1979, s.42) Marksizmin, işçi devrimiyle ulaşılabilecek toplumsal düzeni sınıfsız ve devletsiz bir toplumsal formasyon olarak kavradığı çok açıktır. Marx ve Engels, komünist mücadelenin ilk programatik temellerini atmaya başladıkları kesitten itibaren bunu bu şekilde ortaya koymuşlardır. Daha sonra gerçekleşen Paris Komünü deneyimi ise, proletaryanın toplumsal devrimi sınıfsız topluma ilerletebilmesi için eski devlet aygıtını parçalaması ve yerine daha baştan sönmeye yüz tutmuş cinsten bir “devlet”, Komün tipinde bir yarı-devlet geçirmesi gerektiğini çarpıcı biçimde kanıtlamıştır. Bu ve benzeri eleştiri ve açılımlarıyla Engels, Alman sosyal-demokratlarını “devlet” konusundaki oportünist sapmalarından kurtarmak için yoğun bir çaba sarf etmişti. Ne var ki, oportünistler uğursuz rollerini oynamaya devam ettiler. Nitekim Engels’in Bebel’e yazdığı ünlü mektup da 36 yıl boyunca çekmecelerde kilitli kaldı. Söz konusu mektup nihayet gün yüzüne çıktığında da oportünistler devlet konusundaki çarpıtmalarını sürdürmekten vazgeçmediler. Hatta iş o noktada da kalmadı, Marksizmin özüyle bağdaşmayan oportünist yaklaşımlar Stalinizmin


Kasım 2007 • sayı: 32

marifetiyle dünya komünist hareketine de bulaştırıldı. O nedenle de, anarşistlerin dünden bugüne devlet konusunda Marksizmi suçlamaları sanki haklılık kazanmış gibi oldu. Oysa açıktır ki, anarşizmin suçlamalarının muhatabı devrimci Marksistler olamaz. Bu muhatap, İkinci Enternasyonal sosyal-demokrasisinin uzantısı olan oportünist ve reformist sosyalizm ve de uzun yıllar boyunca Stalinizmin egemenliğinde somutlanmış bulunan resmi komünist çizgidir. Burada gözden kaçırılmaması gereken bir hususa işaret edelim. Toplumcu düşüncelere yaklaşan anarşistlerin özgürlük ve otorite karşıtlığı konusunda söyledikleri hepten de yanlış kabul edilmemelidir. Örneğin Bakunin Siyaset Felsefesi’nde, sosyalizm olmadan özgürlüğün ayrıcalık ve adaletsizlik olduğuna ve özgürlük olmadan sosyalizmin kölelik ve şiddet anlamına geleceğine değinmiştir. Kropotkin de, anarşizmi, sosyalizmin hükümetsiz sistemi şeklinde tarif etmiştir. Sosyalizme dair bu tür hususlar, anarşistler bunu kabule yanaşmasalar da, aslında Marx ve Engels’ten başlayarak devrimci Marksist önderler tarafından çeşitli fırsatlarda dile getirilen bir gerçekliktir. Fakat Stalinist bürokrasinin egemenliği altında yaşanan ve adı reel kendi sözde “sosyalizm”, hem kimi anarşist liderlerin hem de devrimci Marksist önderlerin endişelerini haklı çıkarmıştır. Anarşizmin “devletli sosyalizm diye bir şey olamayacağı” konusundaki hassasiyeti tamamen doğrudur. Ama zaten devrimci Marksizm de devletli sosyalizm anlayışına kökten karşı çıkar. Ne yazık ki bu fevkalâde önemli gerçeğin yukarda değinilen nedenlerle bulandırılması neticesinde, bazı yaşamsal doğruları yalnızca anarşistlerin savunduğu yolundaki yanılsamalar da gelişebilmiştir. İşçi devriminin zaferinden sonra Komün tipi bürokrasisiz bir iktidarın yaşatılamaması, bürokrasinin egemenliği altında sınıflı, sömürülü ve baskıcı bir toplumsal düzenin oluşumuna yol açar. Nitekim Sovyetler Birliği’nde Ekim Devriminin ürünü olan işçi iktidarı, içten yürüyen bürokratik karşı-devrimle tasfiye olmuş ve Stalinist bürokrasinin egemenliği altında despotik-bürokratik bir rejim biçimlenmiştir. Stalinizm aynı zamanda resmi komünist harekette de Marksizmin katledilmesi anlamına gelen sınıflı ve devletli bir “sosyalizm” anlayışını yerleştirmiştir. Bu bakımdan, hem bu “devletli sosyalizm” anlayışıyla hem de işçi iktidarının bürokratik bir devlet aygıtıyla varlığını sürdürebileceği yolundaki görüşlerle hesaplaşmadan Marksizmin özünü savunmak mümkün değildir. Evet, anarşizmin devletli sosyalizm olamayacağı konusunda gösterdiği hassasiyet doğru bir tutumdu. Ama anarşistler, söz konusu oportünist yaklaşımların Marksizme bütünüyle sinmiş olduğu iddiasıyla yanlış uçlara savruldular. Lenin, anarşizmin pek çok durumda işçi sınıfının oportünist günahları için bir çeşit ceza olduğunu ifade etmişti. Böylece o, yaşanan gerçekliğin önemli bir yönünü dile getirmek istiyordu. Tüm siyasal ömrü boyunca, Le-

marksist tutum

nin, devlet ve benzeri önemli sorunlarda oportünistlerin çarpıtmalarına karşı devrimci Marksizmin pozisyonlarını savunmak için direngen bir çaba sarf etti. Burada yalnızca tek bir hatırlatmayla yetinelim. Devlet ve Devrim adlı eserinde Lenin, proletaryanın devlete ancak bir süre için ihtiyaç duyacağının altını çizer. Dolayısıyla, amaç olarak devletin kaldırılması konusunda anarşistlerle hiçbir anlaşmazlığımızın olamayacağını belirtir. Anlaşmazlık, bu amaca ulaşmak için devlet iktidarının araçlarını, yol ve yöntemlerini sömürücülere karşı kullanma ihtiyacının kabulü noktasındadır. Anarşistlerin kabule yanaşmadıkları fakat Marksistlerin kabul ettiği gerçek, sınıfları ortadan kaldırmak için ezilen sınıfın geçici diktatörlüğünü kurmanın vazgeçilmez zorunluluğudur. Devlet ve Devrim adlı eserinde Lenin, proletaryanın devlete ancak bir süre için ihtiyaç duyacağının altını çizer. Dolayısıyla, amaç olarak devletin kaldırılması konusunda anarşistlerle hiçbir anlaşmazlığımızın olamayacağını belirtir. Anlaşmazlık, bu amaca ulaşmak için devlet iktidarının araçlarını, yol ve yöntemlerini sömürücülere karşı kullanma ihtiyacının kabulü noktasındadır. Anarşistlerin kabule yanaşmadıkları fakat Marksistlerin kabul ettiği gerçek, sınıfları ortadan kaldırmak için ezilen sınıfın geçici diktatörlüğünü kurmanın vazgeçilmez zorunluluğudur. Üzerinde durmaya çalıştığımız tüm bu hususlardan da anlaşılacağı üzere, şu halde anarşistlerle Marksistler arasındaki büyük ayrımı, “biz devleti kabul ediyoruz, anarşistler etmiyor!” biçiminde dile getirmek Marksizmi katletmek ve oportünistlerin çarpıtmalarına teslim olmak anlamına gelecektir. Zaten uzun yıllardır anarşistlerin bu gibi temel sorunlarda kendilerini üste çıkmış gibi hissetmelerinin nedeni, oportünizmin günahları ve onunla yeterince mücadele edilmemiş olmasıdır. Bunun sonucu olarak anarşizme yönelen genç insanlar arasında da büyük bir kafa karışıklığı hasıl olmuştur. Onlar, Marksist Tutum’un görüşlerinde dile geldiği gibi, devletin son bulması hedefinin benimsendiğini ve devrimci işçi iktidarının da aslında artık kelimenin gerçek anlamında bir devlet olmayan Komün tipi bürokrasisiz bir yönetim olması gerektiğinin savunulduğunu gördüklerinde şaşkınlığa kapılıyorlar. Çünkü onların Marksizm diye bildikleri, tarihin uzun bir kesiti boyunca oportünizmin ya da resmi komünizmin çarpıtmalarıyla artık Marksizm olmaktan çıkmış bir “Marksizm”dir. Ve bu durumun onların bilincinde yarattığı yanılsamalar nedeniyle, gerçek Marksist pozisyonları savunanları gördüklerinde inanamamaktadırlar. Örneğin,

29


marksist tutum

işçi iktidarının komünler (ya da aynı anlama gelmek üzere konseyler, sovyetler) temelinde örgütlenmiş işçi ve emekçilerin en tam ve doğrudan demokrasisinden başka bir şey olamayacağı şeklindeki kavrayışların anarşistlerden çalındığı yanılgısını sergilemektedirler. Oysa ortada “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” misali bir çalma, çırpma yoktur. Marksizm, işçi devrimi, devrimci işçi iktidarı, sınıfsız topluma geçiş dönemi gibi yaşamsal konularda bilimsel temeller üzerinde yükselen devrimci ilke ve açılımlarıyla doğru görüşlerin sahibidir. Marksizmi devlet ve otorite budalası bir dünya görüşü olarak tanıtanlar, altını hangi politik gerekçelerle doldururlarsa doldursunlar, ya gerçek Marksizmden bir nebze olsun bir şey anlayamamışlardır ya da anlamamaya yeminlidirler. Çeşitli tarihsel örneklerin gözler önüne serdiği bir gerçeklik var. Anarşizm eğitimli kesimlerin bireysel özgürlük fantezilerini süsleyip, bu temelde onlar tarafından benimsendiği ölçüde, devrimci işçi mücadelesinden uzak yoz yapılanmalara hayat verdi. Fakat devrimci mücadele içindeki unsurlar ve işçiler tarafından sahiplenildiği durumlarda ise, kendi saf halinden uzaklaştı ve komünizan renkler kazandı. Anarşizm bir bütün olarak Marksizm dışı bir akımsa da, bu değindiğimiz farklı tutumlar arasında ayrım yapmak zorunludur. Çeşitli akımların değişik ülkelerde işçi hareketi içindeki etkinlik ve nitelik farklılıklarını karşılaştırmak da günümüze ilişkin önemli ipuçları sunar. Örneğin bir anlamda anarşizmden esinlenen varoluşçuluk akımının beşiği olan Fransa, sol düşünce bakımından tarihi boyunca fazlasıyla aydınca ve küçük-burjuva özellikler sergiler. Nitekim Fransız sendikalarının anarko-sendikalist kanadı da Bakunin’den çok Proudhon’un görüşlerinden etkilenmiştir. İngiltere’nin tarihine baktığımızda ise, daha proleter nitelikli ve radikal hareket örnekleriyle karşılaşırız. Örneğin İngiltere’deki ünlü Çartist hareket, anarko-sendikalizm akımını andıran kimi yönler içerse de, işçi sınıfının militanlığının ve radikalizminin damgasını taşımıştır. İspanya’da anarşizm militan işçiler tarafından desteklenip komünizan renklere büründüğünde, Durruti gibi yiğit işçi önderlerini öne çıkartmıştır. Türkiye işçi sınıfının tarihi ise Avrupa ülkelerinden oldukça farklı yönlere sahiptir. Türkiye’de işçi hareketi içinde hiçbir zaman anarşizm ya da anarko-sendikalizm adına anmaya değer önemli bir damar mevcut olmamıştır. Anarşist düşünce bu topraklarda uzun yıllar boyunca eğitimli çevreler arasında, o da son derece sınırlı biçimde ilgi görmüştür. Ancak Sovyetler Birliği’nin çöküşüne bağlı olarak resmi komünizmin iflası ve böylece değişen siyasi atmosfer, Türkiye’de de bazı genç grupların anarşist komünist düşünceye sempatiyle yaklaşmalarına neden olmuştur denilebilir. Anarşizmin genel çerçevesi içinde yer alan farklı eğilimleri yerli yerinde eleştirebilmek için, sınıfsal bakış açısını egemen kılmak büyük bir önem taşıyor. Kendi içlerin-

30

Kasım 2007 • sayı: 32

de ciddi görüş ve siyasi yaklaşım farklılıklarına sahip bulunan değişik eğilimleri aynı kefeye koymak asla doğru bir tutum olamaz. Farklılıklar, işçi sınıfının devrimci mücadelesine yakınlık ya da uzaklık açısından değerlendirilmelidir. Buradan hareketle özenli bir ayrım yapmakta yarar var. Devrimci işçi hareketi içinde anarko-sendikalist anlayışlara kayan militan unsurların, dürüst ve samimi bir ideolojik-siyasal mücadele temelinde komünizm saflarına kazanılması devrimci bir görevdir. Sahte Marksistlerin ya da oportünistlerin yarattığı haklı öfke nedeniyle, anarşizmin kimi yönlerinin daha devrimci olduğu yanılsamasına kapılan anarşist komünist çevrelerin türeyeceği gerçeği unutulmamalıdır. Bu tür unsurların yanılgılarından kurtulmalarına yardımcı olacak ve böylece bunlarla devrimci Marksizm temelinde ortaklaşmayı mümkün kılacak tutarlı yaklaşımlara sahip çıkmak gerçekten de önemlidir. Bu konuda vaktiyle Lenin’in örneklemiş olduğu olumlu yaklaşımı hatırlatalım. Lenin, S. Pankhurst’a 1919 tarihli bir mektubunda, Sovyetler iktidarının içten yandaşı iseler, parlamentoya katılmayı reddeden işçilerle ayrılığın temel bir ayrılık sayılmaması gerektiğini belirtmişti. Temel konuda anlaştıktan sonra böyle özel ve ikincil konuda yanılan işçilerle birlikte olmanın, parlamentoya katılmayı kabul eden oportünistlerle birlikte olmaktan daha iyi olduğunu özellikle vurgulamaktaydı. Bu tutumunu, verdiği somut bir örnekle daha da anlaşılır kılmıştı Lenin. Rosa Luxemburg ve yoldaşlarının, Alman “bağımsızları” gibi burjuva yardakçılarla bir olmaktansa, bu özel konuda yanılgıya düşen komünist partisi ile birlikte kalmakta haklı olduklarının altını çiziyordu. Komintern’in İkinci Kongresi (1920) için kaleme aldığı tezlerde de, Lenin, anarşist işçi unsurlar arasında Sovyetler iktidarı lehindeki tutum değişikliğinin dikkatle izlenmesi gerektiğine dikkat çekti. Ekim Devriminin önderi bu önemli konuyu Komintern üyesi komünist partilerin önüne bir görev olarak koydu. Lenin tezlerinde şunu vurguluyordu: “kongre, proleter kitleler içindeki tüm anarşist unsurların, her çareye başvurularak III. Enternasyonalden yana geçmelerine yardım edilmesini bütün yoldaşların ödevi sayar. Kongre, gerçekten komünist olan partilerin eyleminin başarılarının, başka işler yanında, aydın ve küçük-burjuva değil, ama proleter ve kitlelere bağlı olan anarşist unsurları kazanmakla gösterecekleri başarı oranıyla ölçülmesi gerektiğine işaret eder.” (Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, s.391) Lenin’in işçi hareketinde oportünistlerle devrimci unsurları ayrıştırmaya çalışan ve devrimci unsurlara sekterce yaklaşımlara karşı çıkan ilkeli tutumu günümüzde de yol gösterici örnek olmayı sürdürüyor. 

ww.marksist.com sitesinden alınmıştır


Myanmar ve Emperyalizmin İkiyüzlülüğü İlkay Meriç

K

ırk beş yıldır totaliter ve baskıcı bir askeri cuntanın işbaşında olduğu Myanmar’da, Eylül ayında doruğa tırmanan protesto gösterileri azgın bir devlet saldırısıyla yüz yüze geldi. Myanmar’daki protestolar, 15 Ağustosta, petrol ve doğal gaz üreticisi olan bu ülkede petrol ürünlerinin fiyatına yüzde 100 ve doğalgaz fiyatına yüzde 500 zam yapılmasının ardından patlak vermişti. Zamların ardından ulaşım bedelleri ve temel ihtiyaç maddelerinin fiyatları yüzde 35-50 arasında artmış ve 19 Ağustosta öğrencilerin örgütlediği küçük çaplı gösteriler Budist rahiplerin de katılımıyla birkaç haftada tüm ülkeye yayılmıştı. 26 Eylüle gelindiğinde, başkent Yangon’da (eski adı Rangoon) düzenlenen ve başını yönetime muhalif Budist rahiplerin çektiği gösterilere katılım 100 bini buluyordu. Nihayetinde protestoların kitleselleşerek yayılması, iktidarını tehdit altında gören askeri rejimi harekete geçirdi. Göstericilere vahşi bir biçimde saldıran askerler onlarca insanın ölümüne ve yaralanmasına yol açarken, aralarında çok sayıda rahibin de bulunduğu yüzlerce insan tutuklandı. Cunta ülke dışına bilgi akışını engellemek için tüm yurtta internet ve telefon bağlantısını derhal kesti, fotoğraf çekilmesini yasakladı ve katı bir sansür uygulamasına gitti. Yine de, ölü sayısının 50’ye yakın olduğu, ölenlerin cenazelerinin ailelerine verilmediği, gözaltına alınanların işkenceden geçirildiği ve rahiplerin ülkenin farklı bölgelerine sürüldüğü gerçeğini tüm dünyanın duymasının önüne geçemedi. Aslında Myanmarlılar bu kanlı tablonun hiç de yabancısı değiller. 1988 yılında, işçilerin, öğrencilerin, rahiplerin ve köylülerin katılımıyla tüm ülkeye yayılan ayaklanmayı büyük bir katliamla bastıran cunta yönetimi 3000 kişiyi öldürmüş ve aralarında muhalefet liderlerinin de bu-

lunduğu binlerce insanı tutuklamıştı. 8 Ağustos 1988’de başladığı için 8888 Ayaklanması olarak anılan bu ayaklanmanın temel unsurunu, petrol başta olmak üzere, ulaşım, iletişim, posta gibi kilit sektörlerde kitlesel grevler başlatan işçiler oluşturuyordu. Bu ayaklanmanın devrimci Marksist bir proleter önderliğin bulunması halinde bir devrime dönüşmesi gayet mümkünken, hareket burjuva muhalefet güçlerinin askeri yönetimle yaptıkları pazarlık sonucunda bastırılmıştı. Şu anda ev hapsinde tutulan muhalefet lideri Aung San Suu Kyi ve partisi NLD (Ulusal Demokrasi Birliği) cuntanın seçim sözü vermesi üzerine protestoların sona erdirilmesini sağlamışlardı. Ne var ki bu söz yerine getirilmemiş ve 1962’deki darbenin ardından ilk kez 1990 yılında yapılan seçimlerde NLD yüzde 80’lik bir milletvekili çoğunluğu elde etmesine rağmen cunta seçimleri yok saymıştı. Bu seçimlerde askeri diktatörlüğün desteklediği Ulusal Birlik Partisi ise yüzde 2’den daha az oy alabilmişti. Myanmar’da geçtiğimiz haftalarda yaşananlar 1988’deki gibi bir ayaklanmaya dönüşemediği gibi, işçi sınıfının damgasını basmadığı bu hareket, talepler bakımından da geçmişteki radikalliğine ulaşamadı. 1988’de doğrudan cunta rejimini hedef alan istemler yükseltilirken, son gösterilerde hareketin başını çeken 88 Kuşağı Öğrenciler ve Tüm Burma Rahipler İttifakı esas olarak üç taleple yetindiler. NLD’nin de hemfikir olduğu bu talepler, politik tutsakların serbest bırakılması, ulusal uzlaşma ve ekonomik iyileşme ile sınırlıydı. Radikal talepler etrafında örgütlenmiş bir sınıf hareketinin önüne geçmek için her türlü çabayı sarf eden burjuva muhalefet odaklarının asıl sorununun, iktidarın hegemon unsuru olmak ve ülkeyi emperyalist sistemle tam entegrasyona yöneltmek olduğu son derece açıktır. NLD gi-

31


marksist tutum

bi burjuva muhalefet güçlerinin ABD’nin açık desteğini aldıkları da ortadadır. Ne var ki, yerli ve yabancı sermaye gruplarının çıkarları uğruna süngülerin önüne sürülenler, bu planlarda hiçbir gerçek çıkarı bulunmayan yoksul emekçi kitleler olmaktadır.

Burma’dan Birmanya ve Myanmar’a Resmi isim değişiklikleri nedeniyle altmış yılda üç farklı adla anılan Myanmar’ın tarihine baktığımızda, ülkenin ulusal bağımsızlığını kazanmasından bu yana bir burjuva demokrasisi deneyimini bile neredeyse hiç yaşamadığını görüyoruz. Geçmişi oldukça eskilere giden Burma krallığı, uzun bir savaşlar döneminin ardından 1886’da tümüyle İngilizlerin egemenliğine girmiş ve Burma doğrudan Hindistan’daki sömürge yönetimine bağlı bir eyalete dönüştürülmüştü. İngiliz sömürgesi olma durumu korunarak 1937’de Hindistan’dan ayrılan Burma, yürütülen ulusal kurtuluş mücadelesi sonucunda İngiltere’den bağımsızlığını kazandı. 4 Ocak 1948’de ilan edilen bağımsız devletin adı artık Birmanya Birliği idi. Ne var ki bu bağımsız devlet ne etnik azınlıkların haklarını tanıdı ne de toplumsal ve ekonomik sorunlara derman olabildi. Bu yüzden bağımsızlık sonrasında çeşitli etnik grupların ve komünistlerin silahlı mücadeleleri devam etti ve ülke bir iç savaş sürecine girdi. 1958’deki ilk askeri darbenin ardından 1960 yılında yapılan seçimler sonucunda görece olağan bir işleyişe geçilmişti. Ancak bu dönem de uzun sürmemiş ve ulusal kalkınmacı bir politika izleyen, çeşitli reformlara ve devletleştirmelere girişen U Nu hükümeti 1962’de yapılan askeri darbeyle alaşağı edilmişti. Günümüze dek varlığını koruyan askeri rejimi başlatan bu darbenin ardından, her ülkenin kendine göre “sosyalizm” modelleri ürettiği o günün dünyasında, çeşniye eklenenlerden biri de “Burma sosyalizmi” olacaktı. Tüm alanlarda bedelli millileştirmelere ve devletleştirmelere gidildiği ülkede, askeri bürokrasinin egemenliğinde ve Çin’i model alan bir despotik bürokratik diktatörlük hâkim kılındı. 1964’te tüm partiler kapatılırken, askeri cuntanın

Kasım 2007 • sayı: 32

(“Devrim Konseyi”) 1962 yılında kurduğu Birmanya Sosyalist Program Partisi (BSPP) tek parti haline geldi. 1973’te ise ülkenin adı resmen Birmanya Birliği Sosyalist Cumhuriyeti olarak değiştirildi. Adı lâfzen “sosyalizm” olan bu devletin elbette sosyalizmle ya da bir işçi devletiyle en ufak bir alâkası yoktu; tıpkı Çin’de, Stalinist SSCB’de, Küba’da ve diğer bürokratik diktatörlüklerde de olmadığı gibi. Tepede despotik bürokratik bir devlet aygıtı ve ona egemen olan bürokrasi, aşağıda bu sınıf tarafından sömürülen işçiler ve köylüler! İşte “sosyalizm” denen şey buydu ve bu ucube, gerçekte sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum olan sosyalizme en az kapitalizmin olduğu kadar uzaktı. Tıpkı diğer despotik bürokratik devletlerde olduğu gibi Birmanya’da da ülke kaynaklarının büyük bir bölümünü militarizasyona ve kendi çıkarlarına tahsis eden bürokratik sınıf, izlediği politikalar sonucunda emekçi kitleleri korkunç bir açlığa sürüklemişti. 1960’ta 670 dolar olan kişi başına milli gelir 1989’da 200 dolara gerilemiş, pirinç ve doğal kaynaklar bakımından son derece zengin olan Birmanya, dünyanın en yoksul ülkelerinden biri haline gelmişti. Kuşkusuz bu durum toplumsal muhalefetin içten içe kızışmasına da ivme veriyordu. Ancak ABD başta olmak üzere uluslararası burjuvaziyle yakın ilişkiler içindeki muhalif güçlerin yoğun çabaları ve gerçek bir komünist önderliğin bulunmaması nedeniyle, yükselen halk muhalefeti ne yazık ki devrimci değil burjuva kanallara akacaktı. Burjuva muhalefet kanallarının en güçlüsü ise, 1947 yılında suikasta uğrayarak ölen bir generalin kızı olan Aung San Suu Kyi ve partisi NLD idi. 1960’ta annesinin Hindistan büyükelçiliğine atanması nedeniyle önce Hindistan’a, sonrasında da eğitim gördüğü Londra’ya yerleşen ve Birleşmiş Milletler’de de çalışan Aung San Suu Kyi, 1988 yılında “hasta annesiyle ilgilenmek üzere” ülkeye dönmeye karar verdi. Tesadüf o ki (!), bürokratik rejimi ciddi şekilde sarsan ünlü 8888 Ayaklanması da kısa bir süre sonra gerçekleşecek ve Budist rahiplerin de desteğini alan Kyi, ayaklanmanın daha fazla radikalleşmesinin önlenmesi ve bastırılmasında ciddi bir rol oynayacaktı. 1973’te adı resmen Birmanya Birliği Sosyalist Cumhuriyeti olarak değiştirilse de, bu devletin sosyalizmle ya da bir işçi devletiyle en ufak bir alâkası yoktu; tıpkı Çin’de, Stalinist SSCB’de, Küba’da ve diğer bürokratik diktatörlüklerde de olmadığı gibi. Tepede despotik bürokratik bir devlet aygıtı ve ona egemen olan bürokrasi, aşağıda bu sınıf tarafından sömürülen işçiler ve köylüler! İşte “sosyalizm” denen şey buydu ve bu ucube, gerçekte sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum olan sosyalizme en az kapitalizmin olduğu kadar uzaktı.

32


Kasım 2007 • sayı: 32

marksist tutum

Radikal talepler etrafında örgütlenmiş bir sınıf hareketinin önüne geçmek için her türlü çabayı sarf eden burjuva muhalefet odaklarının asıl sorununun, iktidarın hegemon unsuru olmak ve ülkeyi emperyalist sistemle tam entegrasyona yöneltmek olduğu son derece açıktır. NLD gibi burjuva muhalefet güçlerinin ABD’nin açık desteğini aldıkları da ortadadır. Ne var ki, yerli ve yabancı sermaye gruplarının çıkarları uğruna süngülerin önüne sürülenler, bu planlarda hiçbir gerçek çıkarı bulunmayan yoksul emekçi kitleler olmaktadır. Eski cuntanın başarısız kalması üzerine bir darbeyle iktidarı ele geçiren yeni askeri cuntanın kanlı bir şekilde bastırdığı bu ayaklanma, ülke tarihinde önemli bir dönemeç noktası teşkil ediyordu. Zira bu ayaklanmanın ardından, 1989’da ülkenin resmi adı Myanmar Birliği1 olarak değiştirilmiş ve böylelikle “Burma sosyalizmi” maziye karışmıştı. Ne var ki, bu, sürecin burjuva demokrasisine doğru ilerlemesi anlamına gelmeyecekti. NLD 1990 yılında yapılan seçimlerde ezici bir çoğunluk elde etmesine rağmen, cunta iktidarı NLD’ye terk etmedi ve eskinin sömürücü bürokratlarının yeni burjuvalara (çoğu asker üniformalı) dönüştüğü totaliter bir kapitalist rejime geçildi. 1989 yılında tutuklanıp ev hapsine mahkûm edilen Aung San Suu Kyi2 ise bir “demokrasi kahramanı”na dönüştü ve “diktatörlüğe karşı gösterdiği barışçıl çabalar” nedeniyle 1991’de Nobel Barış Ödülü aldı! İlerleyen süreçte Myanmar’da, petrol, doğal gaz, kıymetli taşlar, ormancılık gibi kârlı sektörlerde devlet tekeli kırıldı. Ancak tüm bu özelleştirme uygulamalarında, Tatmadaw olarak bilinen Myanmar ordusunun doğrudan ya da dolaylı ortaklığı bulunuyor. Eski devlet aygıtının korunduğu ve askeri bürokrasinin egemenliğinde devlet kapitalizminin hüküm sürdüğü Myanmar’da, mevcut durum olağan bir kapitalist işleyişe izin vermiyor. İşte yerli ve yabancı sermayeyi rahatsız eden şey esas olarak budur.

Myanmar halkı yoksullukla pençeleşiyor Dünya yolsuzluk sıralamasında ilk başlarda yer alan Myanmar (nüfusu 55 milyon), 488 bin kişilik devasa bir orduya sahipken, bütçe giderlerinin yüzde 40’ına yakınını “savunma” yani ordu harcamaları oluşturuyor. Gayri safi milli hasıladan eğitim ve sağlığa ayrılan pay ise yüzde 1’i geçmiyor. Afyon üretiminde dünya ikincisi olan Myanmar’da, askeri yönetim, uyuşturucu ticaretinden elde edilen devasa gelirle de ihya oluyor. Doğal gaz, petrol, yakut, tikağacı3 gibi pek çok zengin kaynağa sahip olan ülkeyi askeri elitin başını çektiği yerli burjuvazi ve uluslararası sermaye iliğine dek sömürürken, Myanmar halkı dünyanın en yoksul halkları arasında ilk sıralarda yer alıyor. Egemen sınıfla emekçi sınıflar arasında

muazzam bir gelir uçurumunun bulunduğu ülkede kişi başına milli gelir kâğıt üzerinde 1800 dolar görünürken, nüfusun yüzde 90’ının yıllık geliri 300 doları geçmiyor. 1998 verilerine göre, en zengin yüzde 10’luk dilim ulusal gelirin yüzde 32,5’ini alırken, en yoksul yüzde 10’luk dilim sadece yüzde 2,8’ini alabiliyor. Ama askeri yönetim IMF ve Dünya Bankasına avuç açmamakla övünebiliyor! Üretimin büyük ölçüde tarıma dayandığı ve sanayileşmenin son derece cılız olduğu Myanmar’da, çalışanların yüzde 70’e yakını tarım sektöründe istihdam ediliyor. İşsizliğin yüzde 10’u geçtiği ülkede ücretler son derece düşük. Çocuklarda had safhada beslenme yetersizliği görülürken, sıtma, ishal, hepatit, tifo gibi salgın hastalıklardan dolayı yaşam kaybı oranı da oldukça yüksek. Sadece sıtmadan ölenlerin sayısı her yıl 30 bine yaklaşırken, şu anda 600-700 bin civarında AİDS’li insanın bulunduğu tahmin ediliyor. Aslına bakılacak olursa, 55 milyon nüfuslu ülkede, yaşamlarını manastırlarda ve halkın bağışlarıyla sürdüren 500 bin Budist rahibin bulunması bile yoksulluğun ulaştığı boyutun yeterince çarpıcı bir göstergesi. İnsanlar, dinsel inançlarının çok ötesinde, rahipliği bir kurtuluş yolu olarak görüyorlar. Zira manastırlar yoksul ailelerin çocukları için karınlarının doyacağı bir yuva işlevi görüyor aynı zamanda. Bunun yanı sıra, yoksulluğun artması hayatlarını halkın bağışlarıyla devam ettiren rahipleri de doğrudan etkiliyor ve daha fazla sefalete sürüklüyor. Bu yüzden, askeri rejimin baskılarının yanı sıra bu sefalet durumundaki artış da, onları muhalefet saflarının önemli bir unsuru haline getiriyor.

Batılı emperyalistlerin çıkar mücadelesi Myanmar’daki askeri rejimin halk düşmanlığı, bizler için tartışmaya yer bırakmayacak kadar açık bir olgudur. Ne var ki, Batılı emperyalistlerin bu rejime olumsuz yaklaşmalarını, burjuva medya tarafından pompalandığı üzere “demokrasi” ve “insan hakları” merakı değil, maddi çıkarlar belirlemektedir. Ellerinden ezilen halkların kanı damlayan, Irak’ta yüz binlerce insanı katleden, işkenceyi kendi ülkeleri de dâhil her yerde sıradan bir uygulama ha-

33


Kasım 2007 • sayı: 32

marksist tutum

line getiren emperyalistlerin demokrasi ve insan hakları havarisi kesilmeleri emperyalist ikiyüzlülüğün çiğ bir göstergesidir. Kendi beslemeleri pek çok ülkede (bu arada tabii ki Türkiye’de de) binlerce insanı işkenceden geçirirken, on binlercesini yıllar boyu hapislerde tutup binlercesini katlederken “demokrasi”yi ve “insan hakları”nı aklına getirmeyen ABD, söz konusu olan Myanmar gibi ülkeler olduğunda bu konularda pek hassastır! Şurası çok açık ki, Myanmar’daki askeri diktatörlük, gerçekte insan hakları ihlalleriyle değil izlediği ekonomik politikayla, Batılı emperyalist güçlerin büyük tepkisini çekiyor. Ekonominin devlet güdümünde olması, devletin ve ordunun pek çok sektörde pay sahibi olması, dışa kapalılık gibi unsurlar bu ülkenin emperyalist sisteme entegrasyonunun önünde ciddi engel teşkil ediyor. Bunun yanı sıra Myanmar; Hindistan, Rusya, ama özellikle de Çin’le yakın ekonomik, politik ve askeri ilişkiler içinde. Çin Myanmar ordusuna silah yardımında bulunurken, diplomatik alanda da güçlü bir destek sağlıyor. Örneğin ABD’nin BM’ye dayattığı yaptırım tasarıları Çin vetosu sayesinde kolayına kabul edilemiyor. Bunun karşılığında Çin, Myanmar limanlarından ve askeri üslerinden yararlanma hakkına sahipken, önemli miktarda petrol ve doğal gaz rezervine sahip olan bu ülkenin söz konusu sektörlerinde de hâkim durumda bulunuyor. İşte bu yüzden de Çin, başta Fransa (Total) ve ABD (Chevron) olmak üzere Myanmar petrol sektöründe yatırımları olan ülkelerin en büyük rakibi durumunda. Myanmar ithalatının yüzde 35’ini Çin’den karşılarken, iki ülkenin ticaret hacmi her geçen yıl daha da artıyor. Myanmar’ın Rusya ve Hindistan’la da yakın ilişkileri var ve silah alımlarının bir bölümünü de Çin’in yanı sıra bu ülkelerden yapıyor. Ayrıca gaz sektöründe özellikle Hindistan Çin’in başlıca rakibi konumunda. Sonuç olarak, Güney Asya’da stratejik bir mevzide bulunan böylesi bir ülkenin, emperyalist kapışmanın ilerleyen aşamalarında yeni bir blok oluşturma potansiyeli taşıyan Çin, Rusya ve Hindistan üçlüsüne kaptırılmasının Batılı emperyalistleri son derece rahatsız ettiği ortadadır. İnsan hakları ihlalleri ve demokrasi eksikliği ise teferruattan ve bahaneden ibarettir. Emperyalistlerin, müdahale etmeyi kafalarına koydukları ülkelerdeki “demokrasi”yi pek bir önemserken, dost ve müttefik kanlı diktatörlükleri savunmak için her türlü çabayı gösterdikleri artık herkesin malûmu.

Burjuva çözümler kurtuluş getiremez Demokratik hakları gasp edilmiş olan ve en temel ihtiyaçlarından mahrum bırakılan Myanmarlı işçi ve emekçiler yoksulluktan kırılırken, yerli ve yabancı sermayenin esas derdi, kendisi için demokrasi, kendisi için serbest siyaset yapma hakkı, kendi önündeki engellerin kaldırılması ve böylelikle daha fazla kârdır. Emperyalistler, Myanmarlı yoksullar için, insan hakları için, demokrasi için söz-

34

de gözyaşı döküyorlar; sanki bu ülkedeki işçileri kölelik koşullarında çalıştıranlar arasında kendileri de bulunmuyormuş gibi.4 Uluslararası alanda ekonomik ve siyasi yaptırımların daha da sertleştirilmesi çağrısında bulunuyorlar; sanki bu ülkede doğrudan ve dolaylı yatırımları yokmuş gibi. Myanmar halkı onyıllar boyunca İngiliz sömürgeciliğinden çekmiş, ne var ki bağımsızlığa kavuşmakla dertleri sona ermemiştir. Myanmarlı işçiler ve emekçiler yerli sömürücü sınıfların yanı sıra emperyalistlerin sömürüsünden ve zulmünden de kurtulamamışlardır. Zulme dur diyerek seslerini yükselttiklerinde ise ne yazık ki kendi bağımsız örgütlerinden alacakları güçten yoksun olduklarından yine bir başka sistem gücünün peşine takılmışlardır. Oysa kurtarıcı belledikleri Aung San Suu Kyi gibi burjuva muhalefet liderleri, ayağa kalkan kitleleri bastırmak için generallerle işbirliği yapmakta bir an bile tereddüt etmemişler ve binlerce ölünün ardından kitlelerin sessiz sedasız evlerine çekilmelerini sağlamışlardır. Sonuçta baskı, şiddet, açlık ve yoksulluk artarak devam ederken, birileri de barış ödülleriyle kutsanıp demokrasi kahramanı haline getirilmiştir. Myanmar’daki askeri rejimin bu şekilde uzun süre varlığını koruyamayacağı aşikârdır. Ancak, onun ortadan kalkması hiç de güllük gülistanlık bir Maynmar’a kapının aralanması anlamına gelmiyor. Myanmarlı işçi ve emekçilerin baskılar ülkesinden özgürlükler ülkesine geçmek ve daha iyi bir yaşama kavuşmak için tek seçenekleri var: Örgütlü bir güç olarak kendi bağımsız seslerini yükseltmek ve cuntayla birlikte yerli ve yabancı sermayeyi başlarından def etmek! Bu seçenek aynı zamanda tüm dünya işçilerinin de kurtuluş yolundaki tek gerçek seçenekleridir.  _________________________ 1

Bu değişiklik Birleşmiş Milletler tarafından kabul gördüğü halde ABD, Kanada, İngiltere, Avustralya ve İrlanda tarafından kabul edilmemiştir. Amerikan ve İngiliz medyasının egemenliğinde dünyaya pompalanan haberlerde ülkenin adının halen Burma olarak geçmesinin nedeni budur. Bu kaynaklardan beslenen Türk medyasında Burma/Birmanya/Myanmar karışıklığının hüküm sürmesi de aynı nedenden kaynaklanmaktadır.

2

Aung San Suu Kyi ülkeyi terk etmesi halinde bir daha geri dönmesine izin verilmeyeceği belirtilerek ve politik faaliyetten men edilerek 1995 yılında serbest bırakıldı. Ancak 2000 yılında tekrar ev hapsine mahkûm edildi ve bir süre serbest bırakılsa da yeniden tutuklandı. Kyi bugün ev hapsinde tutulmaya devam ediliyor.

3

Anavatanı Güney Asya olan ve Myanmar’ın en büyük yetiştirici konumunda bulunduğu bu ağaç, dış hava koşullarına dayanıklılığıyla ünlü. Gemi ve vagon yapımında, açık alan mobilyalarında vs. kullanılan tikağacı oldukça değerli bir ağaç.

4

Örneğin Total, 1990’larda bu şirketin Myanmar’daki petrol boru hattı şantiyelerinde çalışan dört Myanmarlı işçinin açtığı dava üzerine Belçika’da yargılanmaya devam ediyor. İşçiler, Total’in askeri diktatörlükle el ele vererek kendilerini kölelik koşullarında ve zorla çalıştırdığını, işkenceye maruz bırakıldıklarını ifade ederek şikâyetçi olmuşlardı.


Kapitalizmin Bataklığında Pakistan Selim Fuat

E

mperyalist müdahalelerin ve bunlara bağlı olarak egemen sınıf içerisindeki çatışmaların yarattığı kanlı tabloların hiç de yabancısı olmayan Pakistan, uzunca bir süredir çalkantılı bir politik süreç yaşıyor. Kızışan emperyalist hegemonya savaşının etkileri ile egemen sınıf içerisindeki dengelerin daha sık bozulur hale gelmesi bu çalkantıyı iyice şiddetlendiriyor. İşçi sınıfı ve yoksul köylüler ise egemen sınıfın çeşitli fraksiyonlarının peşinde heder olmaya devam ediyor. Bu fraksiyonlardan birinin temsilcisi olan Benazir Butto, 8 yıllık sürgünün ardından, Devlet Başkanı Pervez Müşerref ’in yeniden seçilmesine verdiği destek sayesinde 18 Ekimde Pakistan’a döndü. Politik olarak en güçlü olduğu Sind eyaletinin başşehri Karaçi’de yüz binlerce kişi kendisini karşıladı. Ancak, miting alanına doğru giderken konvoyu bombalı bir saldırıya uğradı. Saldırıda bir intihar eylemcisinin konvoy içerisinde infilak ettirdiği patlayıcılar ile 140 kişi öldü ve bunun iki katı kadar insan da yaralandı. Benazir Butto ise suikast girişiminden yara almadan kurtuldu. 1999 yılında Müşerref tarafından devrilen ve yargılanıp sürgüne gönderilen eski başbakan Navaz Şerif de, 10 Eylül 2007’de Pakistan’a geri dönme teşebbüsünde bulunduysa da başarılı olamadı. Pakistan Yüksek Mahkemesinin ülkeye geri dönme hakkı olduğuna dair Ağustos ayında aldığı kararla Pakistan’a gelen Şerif, havaalanına iner inmez emniyet birimleri tarafından enterne edildi ve Suudi Arabistan’a tekrar sürgüne yollandı. Pervez Müşerref, Benazir Butto ve Navaz Şerif ’in temsil ettikleri kesimlerin yanı sıra İslamcı örgütlerin de baş aktörler olarak boy gösterdikleri siyaset sahnesindeki gelişmeler, 6 Ekim 2007’de yapılan Devlet Başkanlığı seçimlerinde Müşerref ’in yeniden seçilmesine rağmen suların durulmadığını, aksine karşıtlıkların daha da keskinleştiğini gösteriyor. İngiltere ve ABD kısa bir süre önce, Müşerref ’in

Pakistan işçi sınıfı ve yoksul köylüleri doğru bir sınıf perspektifine sahip Bolşevik bir partinin yokluğunda burjuva çözümlerin çerçevesine hapsolmuş durumdadır. Müşerref, Butto, Şerif ya da sözde anti-emperyalist İslamcı örgütler, işçi sınıfının önüne çözümsüzlükten başka bir şey koyamazlar. Emperyalist paylaşım ve egemen sınıf içindeki iktidar savaşlarında kurban olma dışında bir çözümü sadece işçi sınıfının bağımsız çıkarlarını savunan ve onun iktidarını hedefleyenler ortaya koyabilirler. Bu güçler ise ne yazık ki dünyanın diğer ülkelerinde olduğu gibi Pakistan’da da bugün yeterli güçte değiller. Ancak güçlü olabilmenin yolu da işçi sınıfına gelişmeleri sabırla, sebatla, en açık biçimde anlatmaya çalışmaktan ve onun öncülerini örgütlü güçler haline getirmekten geçiyor.

35


marksist tutum

Bağımsızlığı ilan edilen Pakistan devleti, Hindistan’ın kuzeybatısındaki birkaç eyaletten ve bunlardan tümüyle kopuk biçimde 1700 kilometre doğuda bulunan Bengal (bugünkü Bangladeş) eyaletinden oluşuyordu.

İslamcı örgütlerle daha etkin bir şekilde mücadele etmesine yardımcı olacağı iddiasıyla, Butto ve Müşerref ’i Abu Dabi’de bir araya getirmişlerdi. Bu görüşmede Benazir Butto, vereceği desteğe karşılık olarak kendisi ve kocası Asif Zardari’ye karşı açılmış yolsuzluk davalarının düşürülmesini ve siyaset yapmasının önündeki engellerin kaldırılmasını talep etmişti. Nitekim Butto’nun verdiği destekle Müşerref yeniden devlet başkanı seçildi. Ancak, Benazir Butto ile Pervez Müşerref arasında kapalı kapılar ardında varılan ve siyasi gücün paylaşımı yoluyla hükümetin meşruiyet temellerinin genişletilmesi amacını taşıyan mutabakat, anlaşılıyor ki, diğer muhaliflerin kuvvetli direnci ile boşa çıkarılmaya çalışılıyor. Butto’ya verilen gözdağı bunun göstergesi. 165 milyona ulaşan nüfusu ile dünyanın en kalabalık altıncı ülkesi olan Pakistan, jeopolitik konumu nedeniyle Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında emperyalistler için büyük önem arz etmektedir. Bugün nüfusunun, %20’si Şii olmak üzere %96’sı Müslüman olan, gerisini ise Hıristiyan, Hindu, Sih ve Budistlerin oluşturduğu Pakistan, emperyalist paylaşım kavgasındaki en önemli üslerden biri durumundadır. Nükleer silahlara sahip bir ülke olması sebebiyle stratejik önemi katlanan Pakistan’daki gelişmeleri doğru değerlendirmek, emperyalistler arasındaki savaşın gelişimini kavrayabilmek bakımından da önem taşıyor. Bu yüzden Pakistan’daki temel siyasi aktörlerin tanınması ve gelişmelerin ardındaki ana saiklerin anlaşılabilmesi için bu ülkenin siyasal geçmişine kısaca göz atmakta fayda var.

Pakistan’ın kısa siyasi tarihi Pakistan, Hindistan’ın İngiliz egemenliğinden kurtulmaya çalıştığı sırada, İngiliz yönetimince hazırlanan ve Müslümanların çoğunlukta bulunduğu eyaletlerin Hindis-

36

Kasım 2007 • sayı: 32

tan’dan ayrılmasını öngören Bölünme Planı çerçevesinde, 15 Ağustos 1947’de Muhammed Ali Cinnah’ın liderliğinde kuruldu. Pencap, Afgan, Keşmir, Sind isimlerinin baş harflerinin yan yana gelmesinden meydana gelen “Pakistan” adı ilk olarak İngiltere’de öğrenim gören Müslüman öğrenciler tarafından 1940 yılında ortaya atılmıştı ve “temiz ülke” anlamına da geliyordu. Bağımsızlığı ilan edilen Pakistan devleti, o sırada İngiliz sömürgesi olmaya devam eden Hindistan’ın kuzeybatısındaki birkaç eyaletten ve bunlardan tümüyle kopuk biçimde 1700 kilometre doğuda bulunan Bengal eyaletinden oluşuyordu. Bu yeni ülkenin Doğu ve Batı Pakistan olarak, toprak bütünlüğü olmayan iki bölgeli bir devlet biçiminde Hindistan’dan ayrılmasının ardından, iki ülke içindeki Müslüman ve Hindu gruplar arasında çatışmalar ve Keşmir’i kontrol altına alma mücadelesi baş gösterdi. Savaşa tutuşan iki ülke de ağır kayıplar verirken, Keşmir günümüze dek kanlı çatışmalara yol açacak tartışmalı bir bölge olarak kaldı. Savaş sonrasında sıkıntılı bir nüfus mübadelesine girişildi ve toplam 12 milyon Müslüman, Hindu ve Sih daha önce yaşadıkları topraklardan göç edip karşılıklı olarak sınırın diğer tarafına geçtiler. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşının bittiği yıllarda bağımsızlaşan Pakistan ve Hindistan arasındaki ilişkiler, 1950 sonrasında bu kez Soğuk Savaş döneminin koşulları ile belirlenecekti. Soğuk Savaş boyunca Hindistan Sovyetler Birliği ile oldukça yakın ilişkiler kurarak Bağlantısızlar Hareketinin lideri olmuştu. Bu yüzden ABD ve Çin de Pakistan’a yakınlaşmışlardı. Bürokratik diktatörlüklerle emperyalizm arasında amansız bir mücadelenin sürdüğü bu yıllarda, Pakistan da, benzer ülkeler gibi, bir kutbun hegomonik gücünün (ABD) belirleyiciliği ile hareket etmiştir. Soğuk Savaş koşullarının yarattığı askeri rekabet yüzünden, müttefiklerinin desteği ile nükleer silahlarla donanan Hindistan ve Pakistan, bu nükleer kapasitelerini halen korumaktadırlar. Cinnah’ın 1948 yılında ölmesinin ardından çeşitli iç çatışmalar ve iktidar değişiklikleri yaşayan, Pakistan’da, 1958’den 1969’a kadar Mareşal Eyyüb Han’ın sürdürdüğü askeri diktatörlük, yerini General Ağa Muhammed Yahya Han’a bırakmıştır. 1971’de Hindistan’ın verdiği destekle Doğu Pakistan’da ayaklanmalar baş gösterince, Hindistan’la bir kez daha savaş başlamıştır. Bu savaşta Pakistan ağır bir yenilgiye uğrayınca, doğu bölgesi Pakistan’dan ayrılmış ve Bangladeş devleti kurulmuştur. Bu gelişmeler sonucunda Yahya Han iktidardan düşmüş ve cumhurbaşkanlığına Zülfikar Ali Butto gelmiştir. Baba Butto “İslam sosyalizmi” programı adı altında çeşitli ekonomik düzenlemelere giderken, 1973 yılında yeni anayasanın kabulünün ardından başbakan oldu ve geniş yetkilerle donandı. Pakistan, yeni anayasayla “Federal İslâm Cumhuriyeti” adını almış olsa da, Butto döneminde laik uygulamalar ön plana çıkmıştı. Ancak kuruluşundan itibaren ülkenin iplerini elinde tutan ordunun inisiyatifin


Kasım 2007 • sayı: 32

marksist tutum

SSCB’nin Afganistan’ı işgali ile iki milyon civarında Afganlı Pakistan’a göç etmişti. ISI, bu göçmenlerin mülteci kamplarında yetişen gençlerini eğiterek, Taliban’ın Pakistan kolunu oluşturdu. Diğer pek çok İslamcı yapı da bu dönem içerisinde bu güçler tarafından semirtildi. Butto’ya geçmesinden duyduğu rahatsızlık, İslamcıların “laik” politikalara karşı gösterdiği tepkiyle birleşince hükümet sallanmaya başladı. Nihayetinde 5 Temmuz 1977’de Orgeneral Muhammed Ziya ül-Hak bir askeri darbe gerçekleştirerek Butto yönetimine son verdi ve Butto 4 Nisan 1979’da askeri cunta tarafından idam edildi. Bunu izleyen süreçte ABD, “Yeşil Kuşak” projesi kapsamında, Ziya ül-Hak ile ilişkilerini geliştirme yoluna gitti. Ziya ülHak ise, Butto döneminde yürürlükten kaldırılan İslâmi hükümleri yeniden uygulamaya koyma, ülkenin İslâmi kimliğini yeniden güçlendirme ve bütün Pakistan genelinde İslâmi çalışmaları arttırma faaliyetlerine hız vererek ABD’nin “Yeşil Kuşak” çabasının en önemli aktörlerinden biri olacağını daha baştan ortaya koymuştu. Kendisi, Afganistan’daki mücahitlere verdiği destekle de ABD için uzun bir dönem boyunca önemli bir müttefik olacaktı. 165 milyona ulaşan nüfusu ile dünyanın en kalabalık altıncı ülkesi olan Pakistan, jeopolitik konumu nedeniyle Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında emperyalistler için büyük önem arz etmektedir. Bugün nüfusunun, yüzde 20’si Şii olmak üzere yüzde 96’sı Müslüman olan, gerisini ise Hıristiyan, Hindu, Sih ve Budistlerin oluşturduğu Pakistan, emperyalist paylaşım kavgasındaki en önemli üslerden biri durumundadır. Pakistan’ın bugünkü siyasal yapısını belirleyen koşulların temelleri de esas olarak söz konusu dönemde oluşmaya başlamıştır. 1979 yılında başlayan SSCB’nin Afganistan’ı işgali üzerine, ABD, Pakistan ile altı yıllık askeri ve ekonomik yardım programı imzalamıştır. Ve Afganistan’daki mücahitleri desteklemek için de, silahlı kuvvetlerin istihbarat birimi ISI (Pakistan Gizli Servisi) ile birlikte daha sonra silahlarını kendisine çevirecek (Taliban, El-Kaide gibi) radikal İslamcı kuvvetleri oluşturmuştur. SSCB’nin Afganistan’ı işgali ile iki milyon civarında Afganlı Pakistan’a

göç etmişti. ISI, bu göçmenlerin mülteci kamplarında yetişen gençlerini eğiterek, Taliban’ın Pakistan kolunu oluşturdu. Diğer pek çok İslamcı yapı da bu dönem içerisinde bu güçler tarafından semirtildi. 80’li yıllar boyunca SSCB’ye karşı büyütülen ve yaygınlaştırılan bu örgütler işleri bitince bir kenara bırakıldılar. ABD’li emperyalistlerin bugünün en tehlikeli oluşumları olarak gördükleri bu örgütler aslında, Frankenştayn canavarı misali, yine kendileri tarafından bu yıllarda yaratılmışlardı. Ziya ül-Hak 1988 Ağustosunda uçağına yapılan bir saldırı sonucu öldürüldü; o sırada uçakta bulunan ABD’nin Pakistan büyükelçisi, bazı üst düzey yöneticiler ve komutanlar da onunla aynı kaderi paylaştılar. Ziya ül-Hak’ın ölmesi üzerine yerine cumhurbaşkanı olarak Gulam İshak Han geçti. 1988 Kasımında yapılan seçimleri Butto’nun partisi olan Pakistan Halk Partisi kazandı ve Zülfikar Ali Butto’nun kızı Benazir Butto hükümeti kurdu. Bazı yolsuzluklar ve iç asayişin sağlanmaması gerekçesiyle cumhurbaşkanı Gulam İshak Han 1990’da Benazir Butto’yu görevden aldı. 24 Ekim 1990’da yenilenen seçimlerde Butto’nun partisi sadece 45 milletvekilliği elde ederken, Cemaati İslamiye de içinde olmak üzere İslâmcı ve muhafazakâr kesimden birkaç siyasi oluşumu temsil eden İslâmi Demokratik İttifak 107 milletvekili çıkaracaktı. Seçimlerden sonra hükümeti İslâmi Demokratik İttifak’ın lideri Navaz Şerif kurdu. Ancak cumhurbaşkanı Gulam İshak Han, Navaz Şerif hükümetini 18 Nisan 1993’te görevden aldı. Bu tarihten sonra 26 Mayıs 1993’e kadar geçici hükümet işbaşında kaldı. Bu tarihte anayasa mahkemesinin kararıyla Navaz Şerif hükümeti yeniden işbaşına geldi. Ancak 16 Temmuz 1993’te cumhurbaşkanı Gulam Ishak Han ve başbakan Navaz Şerif birlikte istifa ettiler. Ekim 1993’te düzenlenen genel seçimlerin sonucunda Pakistan Halk Partisi yeniden iktidarı kazandı ve Benazir Butto Başbakanlığa seçildi. Bu arada görevinden ayrılan Gulam İshak Han’ın yerine de Faruk Ahmed Han Legari 13 Kasım 1993 tarihinde cumhurbaşkanlığına seçildi. Kasım 1996’da cumhurbaşkanı Legari yolsuzlukları ve ekonomik sıkıntıları gerekçe göstererek Butto’yu görevden azletti. Şubat 1997’de yapılan seçimlerde Navaz Şerif ’in

37


marksist tutum

partisi PML (Pakistan Müslüman Birliği) ezici bir çoğunlukla iktidara geldi. Şerif iktidara gelir gelmez cumhurbaşkanına parlamentoyu feshetme yetkisi veren anayasa maddesini kaldırdı. Ardından iktidar ile yargı arasında çıkan çekişmede yargının yanında yer alan cumhurbaşkanı Legari, Yüksek Mahkeme Başkanının istifasının ardından Aralık 1997’de görevden ayrıldı. Navaz Şerif ’in adayı Refik Tarar Cumhurbaşkanı oldu. Cumhurbaşkanının ülke idaresindeki rolü tamamen sembolik hale geldi. Birbirini takip eden darbeler ve siyasi çekişmelerle iktidar mücadelesi yürüten egemen sınıf temsilcileri, tüm dünyaya yeniden şekil verme girişiminin miladı olan 11 Eylül 2001’den sonra artık bambaşka koşullar altında mücadelelerini sürdürmek durumunda kalacaklardı. 11 Eylül saldırılarından bir gün sonra dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, Müşerref’e, “Ya bizimlesiniz, ya da bize karşı” diyerek, onu karşılarında olmaları durumunda “ülkeyi taş devrine döndürmek”le tehdit ediyordu. 1999 yılında Keşmir’de çıkan silahlı çatışmayla ilgili olarak Navaz Şerif ile görüş ayrılığına düşen genelkurmay başkanı Pervez Müşerref, Sri Lanka gezisi sırasında görevden alınınca derhal ülkeye döndü ve askeri yönetim ilan ederek, parlamento ve senatoyu feshetti. Müşerref, ordu komutanı ve devlet başkanı olarak dikta idaresini ilan ederken tüm eski siyasileri de yurtdışına sürgüne gönderdi.

11 Eylül sonrası Birbirini takip eden darbeler ve siyasi çekişmelerle iktidar mücadelesi yürüten egemen sınıf temsilcileri, tüm dünyaya yeniden şekil verme girişiminin miladı olan 11 Eylül 2001’den sonra artık bambaşka koşullar altında mücadelelerini sürdürmek durumunda kalacaklardı. 11 Eylül saldırılarından bir gün sonra dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, Müşerref ’e, “Ya bizimlesiniz, ya da bize karşı” diyerek, onu karşılarında olmaları durumunda “ülkeyi taş devrine döndürmek”le tehdit ediyordu. Bir hafta sonra Pakistan, ABD’nin öncülüğündeki “terörle mücadele” ekibine katıldığını ilan edecek ve ABD’nin Afganistan’ı işgalinde önemli roller oynayacaktı. ABD’nin “terör”e karşı savaş sürecinde Müşerref ’i savaş arabasına alması ve böylelikle Pakistan’ı Afganistan’a yönelik saldırıların ana üssü olarak kullanması, Pakistan’da iç gerilimleri alabildiğine arttırdı. İslamcı örgütler Pakistan yönetimini İslama ihanetle suçlarlarken, bu süreçte önemli bir siyasi güç haline de geldiler. Gerçi bu gruplar içinde

38

Kasım 2007 • sayı: 32

ISI’nın etkisi hâlâ fazlaydı, ancak ISI içerisinde de farklılaşmalar belirginleşmeye başlamıştı. Müşerref rejimi bu dönem boyunca, ABD emperyalizmi ile ülke içindeki İslamcı güçler arasında manevra yaparak durumu idare etmeye çalıştı. ABD Müşerref ’i İslamcılara karşı doğrudan müdahalelere zorlarken, Müşerref bu baskıya direnmeye uğraştı. Diğer yandan, ABD’yi, ekonomik ve askeri desteğini kaybetmemek için nispeten hoş tutmak zorundaydı. Bu yüzden, İslamcıların kalesi olan Lâl Mescidi’ne yapılan son saldırıda olduğu gibi, zaman zaman ABD’nin gazını alacak hamleler yaptı fakat fazla ileri gitmemeye de özen gösterdi. Örneğin ABD’nin baskısıyla çeşitli İslami grupların faaliyetlerini yasakladı. Ancak bu örgütler kapatıldıktan sonra, bunların farklı adlar altında yeniden faaliyete geçmelerine izin verildi. Bu örgütlerin liderleri de en fazla ev hapsi cezası aldılar. Ne var ki, giderek ortaya çıkmaya başlayan bu danışıklı dövüşün siyasi maliyeti, iki taraf için de kaldırılamaz hale gelecekti. Zaten Cumhurbaşkanı Müşerref ’e karşı girişilen suikast girişimlerinin ardı arkasının kesilmemesi, Pakistan yönetiminin İslamcı örgütlerin gözünde de düşmana dönüştüğünün açık bir göstergesidir.

Emperyalist kıskaçtan kurtulmanın yegâne yolu işçi devrimidir ABD emperyalizminin öngördüğü gibi, Butto ile kurduğu “ittifak” ile bundan sonrasında da iktidarda kalmaya çalışacak olan Müşerref, son olarak genel seçimlerin 2008 Ocağında yapılacağını açıklamıştır. Ancak seçimlere kadar geçecek sürede Pakistan’da sular durulacağa benzemiyor. Bir yandan Navaz Şerif diğer yandan İslamcı örgütler “ittifak” arabasının yoluna taş koymak için ellerinden geleni yapacaklar gibi görünüyor. Zaten emperyalist paylaşım kavgasının kızıştığı koşullarda bu bölgede kalıcı bir sükûnet beklemek abes olurdu. Burjuva cenahta kapışmalar bu şekilde sürerken, Pakistan işçi sınıfı ve yoksul köylüleri doğru bir sınıf perspektifine sahip Bolşevik bir partinin yokluğunda burjuva çözümlerin çerçevesine hapsolmuş durumdadır. Müşerref, Butto, Şerif ya da sözde anti-emperyalist İslamcı örgütler, işçi sınıfının önüne çözümsüzlükten başka bir şey koyamazlar. Emperyalist paylaşım ve egemen sınıf içindeki iktidar savaşlarında kurban olma dışında bir çözümü sadece işçi sınıfının bağımsız çıkarlarını savunan ve onun iktidarını hedefleyenler ortaya koyabilirler. Bu güçler ise ne yazık ki dünyanın diğer ülkelerinde olduğu gibi Pakistan’da da bugün yeterli güçte değiller. Ancak güçlü olabilmenin yolu da işçi sınıfına gelişmeleri sabırla, sebatla, en açık biçimde anlatmaya çalışmaktan ve onun öncülerini örgütlü güçler haline getirmekten geçiyor. 


Mısır İşçi Sınıfı Yeniden Hareketleniyor Berdan Güney

M

ısır işçi sınıfı, tarihinin en hareketli dönemini yaşıyor. 2006 yılının Aralık ayında başlayan ve etkisi genişleyerek yayılıp Mısır’ı sarsan grev dalgası geçtiğimiz ay tekrar canlandı. Çalışma koşullarının kötülüğünü ve düşük ücretleri protesto eden 27 bin tekstil işçisi, geçen yıl dört gün boyunca işgal ettikleri Misr iplik ve örgü fabrikasını 23 Eylülde yeniden işgal ettiler. Devlete ait olan bu fabrikada çalışan binlerce tekstil işçisine geçtiğimiz yıl verdiği sözleri tutmayan hükümet, bu sefer de hareketi polis baskısı yoluyla ezme politikasına başvurdu. Ancak bunda başarılı olamadı ve grevin üzerinden yaklaşık 15 gün geçtikten sonra işçilere taleplerinin karşılanacağını açıklamak zorunda kaldı. İşçiler yeniden çalışmaya başladılar, fakat fabrika müdürünün görevden alınması talebiyle dönem dönem iş bırakma eylemlerini sürdürüyorlar. Hareket tekstil işçileriyle sınırlı değil. Grevler pek çok sektöre yayılmış bulunuyor. Mısırlı işçilerin hareketlenmesine yol açan şey, zaten sınırlı olan sosyal haklarını tümüyle elinden almak isteyen burjuvazinin, sosyal yıkım politikalarını azgınca hayata geçirme yolundaki çabalarıdır. Bunların yanı sıra özelleştir-

meler sonucunda yaşanan saldırılar da işçi sınıfının tahammül sınırlarını zorlamıştır. IMF’nin “tavsiyelerine” harfiyen uyan Mübarek hükümeti, 90’lı yıllar boyunca devlete bağlı işletmeleri birer birer özelleştirmeye başlamıştı. 1999’a gelindiğinde 100’den fazla işletme satılmıştı. Bu özelleştirmelerden en fazla etkilenense tekstil sektörüydü; özel işletmelerin oranı %8’den %58’e kadar çıktı. Kuşkusuz bu duruma işten atılmalar, çalışma koşullarının kötüleşmesi ve ücretlerin düşmesi de eşlik etti. Sonuçta, 2004 yılının sonlarında tekstil sektöründe kendiliğinden başlayan ve diğer sektörlere de yayılan bir grev dalgası patlak verdi. 2006 yılının son ayında tekstil işçilerinin yeniden ivme kazandırdıkları bu dalga, birkaç aylık bir aradan sonra şimdi yine kabarmış bulunuyor. Mısır’da işgücü çok ucuz, aylık ücretler 200 Mısır poundu (35 ABD doları) civarında. İşgücünün ucuz oluşu yabancı sermayenin de iştahını kabartıyor ve bu nedenle Mısır’a yabancı sermaye yatırımları artmış bulunuyor. Ne var ki giderek daha güçlü bir işçi sınıfına kavuşan Mısır’da, işçiler pek çok haktan yoksun bulunuyorlar. Örneğin işçilerin grev yapmaları hâlâ yasak. Ülkedeki tek yasal sendika

39


marksist tutum

Kasım 2007 • sayı: 32

Tekstil işçilerinin başlattığı hareketin en önemli sonuçlarından biri, işçilerin başarıya ulaşabilmek için mücadeleyi kendi işyerleriyle ve mevcut yasaların çerçevesiyle sınırlı tutmamaları gerektiğinin farkına varmış olmalarıdır. Bu sayede farklı sektörlerde çalışan işçiler birçok yerde kendi bağımsız örgütlenmelerini ve bunlar arasında koordinasyon sağlayacak komiteleri oluşturmuşlardır. Mısır Sendika Federasyonu (ETUF). Bu sendika Türkiye’deki Türk-İş gibi işçi hareketini devletin denetimi altında tutmak için kurulmuş ve bu misyonunu bugüne dek korumuş. Bu yüzden yaşanan grevler işçilerin bu sendikadan tümüyle bağımsız mücadeleleri sonucu hayata geçiriliyor. Sendikanın, devam eden grev boyunca işçilere destek olmaması bir yana, işletme yönetimlerinden yana tutum alması, grevlerin bir an önce bitmesi için hükümetle işbirliğine gitmesi, işçilerin haklı tepkisini çekiyor ve onları kendi bağımsız örgütlenmelerini oluşturmaya yöneltiyor. Nil Deltasında yer alan Kübra Mahallesindeki Misr İplik ve Dokuma Fabrikası işçileri, 2006 yılının Aralık ayında başbakanın ikramiyeleri askıya almak istemesi üzerine dört gün boyunca işletmeyi işgal etmişlerdi. Çevrede ikamet eden diğer işçilerin de direnişçi işçilere destek vermesiyle işgalci işçilerin sayısı 20 bini geçmişti. Bu grevde kadın işçiler kilit bir rol oynamışlardı. Grev gerçekte 300 kadın işçinin iş bırakıp diğer bölümlerdeki işçilere ulaşıp onları harekete geçirmeleriyle başlamıştı. Kadın işçiler, “kadınlar burada, erkekler nerede?” diyerek, erkeklerin de greve katılmalarını sağlamışlardı. Direnişi kırmak için fırsat kollayan polis, tüm saldırganlığına ve gözaltılara rağmen, işçilerin kitleselliği karşısında hiçbir şey yapamamıştı. Hükümet, etkisi artan işçi hareketinin önünü kesmek için greve katılan işçileri karalama kampanyasına da girişmişti. Grevin arkasında Müslüman Kardeşler örgütünün olduğu yalanını ortaya atarak greve verilen desteği kırmaya çalışmıştı. Ancak kararlı duruşları sayesinde işçiler hükümete taleplerini kabul ettirmeyi başarmışlardı. Misr tekstil işçilerinin zaferi, sonraki aylarda Nil Deltası ve İskenderiye’de on binlerce işçinin hareketlenmesine de yol açtı. Aralık ayında Helwan ve Tura’da çimento fabrikalarında çalışan işçiler greve gittiler. Aynı günlerde Kübra Mahallesindeki oto işçileri de greve başladılar. 2007 yılının Ocak ayında demiryolu işçileri, Kahire-İskenderiye seferini yapan ve Mısırlı patronların kullandığı Turbini trenini bloke ettiler. Demiryolu işçileri talepleri için hükümeti ülke çapında genel grev gerçekleştirmekle tehdit ettiler. Demiryolu grevi boyunca Kahire metrosu işçileri

40

grevci işçilerle dayanışma amacıyla metronun hızını 55 milden 20 mile kadar düşürdüler. Tekstil işçilerinin verdiği mücadeleden esinlenen, kamyon ve minibüs sürücüleri, çiftçiler, bahçıvanlar, çöpçüler ve sağlık emekçileri de bu hareketlenmeden önemli ölçüde etkilendiler. Kafr-el Dawwar tekstil fabrikasında çalışan bin işçinin grevi 2007 Şubatında taleplerin kabul edilmesiyle sonuçlandı. Tekstil işçilerinin başlattığı bu hareketin en önemli sonuçlarından biri, işçilerin başarıya ulaşabilmek için mücadeleyi kendi işyerleriyle ve mevcut yasaların çerçevesiyle sınırlı tutmamaları gerektiğinin farkına varmış olmalarıdır. Bu sayede farklı sektörlerde çalışan işçiler birçok yerde kendi bağımsız örgütlenmelerini ve bunlar arasında koordinasyon sağlayacak komiteleri oluşturmuşlardır. Mısırlı tekstil işçilerinin çaktığı kıvılcım, tüm yasaklara rağmen ülke çapında işçilerin hareketlenmesine yol açtı. Mısırlı işçilerin hareketi aslında etnik, ulusal, dinsel, mezhepsel ayrışmaların kıskacında kıvranan tüm Ortadoğu coğrafyası için de kurtuluşun asıl gücünün işçi sınıfı olduğuna işaret ediyor. Ortadoğu işçi sınıfının uyanışı, bölgeyi savaşlardan temizleyip insanca ve barış içinde yaşanılabilir bir yere çevirecek yegâne olasılık ve gerçek umuttur. Mısırlı tekstil işçilerinin çaktığı kıvılcım, tüm yasaklara rağmen ülke çapında işçilerin hareketlenmesine yol açtı. Mısırlı işçilerin hareketi aslında etnik, ulusal, dinsel, mezhepsel ayrışmaların kıskacında kıvranan tüm Ortadoğu coğrafyası için de kurtuluşun asıl gücünün işçi sınıfı olduğuna işaret ediyor. Ortadoğu işçi sınıfının uyanışı, bölgeyi savaşlardan temizleyip insanca ve barış içinde yaşanılabilir bir yere çevirecek yegâne olasılık ve gerçek umuttur. 


İleri İşçiler, Yoldaşlar İleri! Y

eryüzü bin yıllardır ezilenlerin ezenlere karşı mücadelelerine tanık oldu, oluyor. Zulme karşı verilen her savaşta öne çıkan semboller vardır. Bu semboller ezilenlerin umutlarını, kurtuluşa olan inançlarını, mücadeleye çağıran haykırışlarını simgelerler. İşte bir İtalyan sosyalisti olan Carlo Tuzzi’nin Bandiera Rossa (Kızıl Bayrak) adlı şiiri de bu sembollerden birine, komünizmin simgesi olan kızıl bayrağa adanmıştır. Sözlerini bu şiirden alan aynı adlı marş ise dünyanın dört bir yanında, her dilde söylenir olmuştur. Bir simge olarak mücadeleyi, kararlılığı ve direnişi ifade eden kızıl bayrağın tarihi hayli eskidir. 1300’lü yıllarda kuzey Avrupalı ve İngiliz gemiciler deniz savaşlarında hiç kimseyi esir almayacaklarını kızıl bayrak dalgalandırarak anlatıyorlardı.15. yüzyılda kuşatma altındaki şehirler teslim olmayacaklarını yine kızıl bayrak dikerek ifade ediyorlardı. Fransız devriminden itibaren kızıl bayrak bir sembol olarak artık yepyeni bir anlam kazanmış ve devrimin simgesi haline gelmiştir. 1848 devrimlerinde “öfkeli işçilerin kanı”nı sembolize eden kızıl bayrak, 1871 Paris Komünüyle beraber komünizmin simgesi olarak ölümsüzleşmiş ve o dönemden itibaren dünyanın neresinde olursa olsun işçiler ayağa kalktıklarında bu sembolü yükseltmişlerdir. İşçi devrimlerinin ve işçi mücadelelerinin en güzel anlatımı, o mücadelelerde yükseltilen kızıl bayraklar olmuştur. Carlo Tuzzi’nin Kızıl Bayrak şiirini yazdığı 1908 yılı da işçi sınıfı hareketinin ve sosyalist hareketin büyük güç kazandığı bir döneme denk düşmektedir. 1880’ler öncesinde İtalya sanayi bakımından Avrupa’nın en geri ülkelerinden biriydi. Gerek sanayi gerekse tarım sektöründe, işçiler derin bir yoksulluk içindeydi. Özellikle güney İtalya’da halk açlıktan kırılıyordu. On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru Amerika Birleşik Devletleri’ne göç edenlerin sayısı yarım milyonu geçiyordu. Amerika açlıktan kırılan, iş arayan bu yoksul İtalyanların ortak kaderi olmuştu. Göçenler geride bıraktıkları ailelerine para gönderiyor ve ülke ekonomisini ayakta tutuyorlardı. I. Enternasyonal döneminde İtalyan işçi sınıfı anarşizmin etkisi altındaydı. 1880’lerin sonuna doğru hızla gelişen sanayinin etkisiyle işçi sınıfı büyümeye başladığında ise artık II. Enternasyonal vardı. II. Enternasyonal’in 1889’da kurulmasıyla beraber İtalya’da Enternasyonal ruhu yeni-

den canlanıyor, her yere şubeler açılıyordu. Kapitalizm baş döndürücü bir hızla gelişiyor ve işçi sınıfının da ilerlemesinin önünü açıyordu. Enternasyonal’in 1 Mayıs gösterileri işçi sınıfının birliği doğrultusunda önemli bir adım teşkil ediyordu. Bu süreçte İtalya’da ilerde işçilerin grev mücadelelerinde önemli rol oynayacak olan ilk işçi odaları ve işçi birlikleri kurulacak, bu örgütlenmeler, sadece belli bir gelir düzeyinin üstünde olan erkek işçilerin üye olabildiği meslek sendikalarından farklı olarak yaygınlaşacak ve güç kazanacaktı. İlki Milano’da kurulan işçi odalarının sayısı 1893’te 14 iken 1904’te 90’a yükselmişti. Bu odaların etkisiyle kitle grevleri İtalyan işçilerinin belirgin bir silahı olmuştu. Geleneksel anarşist nitelikteki bölgesel isyanlar yeni ve sınıfsal içerikli bir harekete dönüşüyordu. Sicilya’da, Cenova’da, Milano’da işçi muhalefeti yükseliyor ve örgütleniyordu. O dönemde Cenova’da gerçekleşen bir grevin başarısı ve hükümetin işçilere vermek zorunda kaldığı bazı tavizler, işçi sınıfının hareketliliğini arttırmıştı. Tarım işçileri, ortakçılar ve yarıcılar da kooperatifler ve birlikler biçiminde örgütlenerek greve gidiyorlardı. Daha önceki yıllarda sadece birkaç bin işçinin katıldığı az sayıda grevin yerini 1901’de yaklaşık 189 bin işçinin katıldığı 1034 grev, 1902’de ise yaklaşık 197 bin işçinin katıldığı 801 grev almıştı. İşte Sosyalist Parti üyesi olan Carlo Tuzzi, Kızıl Bayrak adlı şiirini, işçi hareketindeki yükselişin devam ettiği böylesi bir dönemde, 1908 yılında yazdı. Bir İtalyan halk şarkısının ezgisiyle söylenmeye başlanarak marş haline getirilen Kızıl Bayrak, kurtuluşu müjdeleyen coşkulu ritmiyle tüm dünyada tanınmış ve çok sevilmiştir. Bizim İtalyan İşçi Marşı ya da İleri İşçiler olarak bildiğimiz ve hangi renkten, hangi cinsten olursa olsun bütün ülkelerin işçilerinin ortak mücadelesini ve ortak hedefini simgeleyen bu marşın Türkçe sözleri şöyledir: İleri işçiler, yoldaşlar ileri! Kızıl bayrağımız sınırlar aşıyor. İleri işçiler, yoldaşlar ileri! Zafere koşuyor kızıl bayrak. Bayrağımız önde yürüyoruz Bayrağımız önde yürüyoruz Bayrağımız önde yürüyoruz Hedef sosyalizm ve hürriyet! Enternasyonalizmin ve komünizmin bayrağı kızıldır ve insanlık kurtuluncaya kadar da öyle kalacaktır! E.Ş.

41


marksist tutum

Kasım 2007 • sayı: 32

Tersane İşçilerinden Basın Açıklaması

T

ersane işçileri, 27 Ekimde, sıkça yaşanan iş kazalarına ilişkin bir basın açıklaması düzenlediler. Aydıntepe tren istasyonunda gerçekleştirilen basın açıklamasına KESK, Eğitim-Sen, Deri-İş ve Haber-İş sendikalarından işçiler ve üniversite öğrencileri katıldı. Grevlerinin 12. gününde olan Telekom işçilerinin ve sendikaları kapatılmak istenen Emekli-Sen üyelerinin de orada bulunmaları ayrıca anlamlıydı. Basın açıklamasına bir tersane işçisinin basın metnini okumasıyla başlandı. Tersanede yaşanan sorunlar şöyle dile getiriliyordu: “1800’lü yılların koşullarında çalışıyoruz. Türkiye, Tuzla tersaneleri sayesinde dünyada en çok sipariş alan beşinci ülke. Çünkü bu sektörde yıllardır üç kuruş paraya, can güvenliğimiz olmadan çalışıyoruz. Sigortalarımız ödenmiyor… Geçtiğimiz ay 13 günde 5 arkadaşımızı Cabbar Ongun, Güney Akarsu, Bayram Tatlı, Kenan Kara ve Bekir Özmen’i peş peşe iş kazalarında kaybettik. Bu arkadaşlarımız tersanelerde yaşamını kaybeden ilk arkadaşlarımız değildi. Ne yazık ki son da olmadılar. Daha birkaç gün önce Sadıkoğlu Tersanesi Mülhan Denizcilik taşeronunda çalışan Hasan Macar, vinç kasasından düşmesi sonucu yaşamını yitirdi. Her gün ‘Bu gün sıra kimde?’ korkusuyla çalışıyoruz.” Basın metninde, ayrıca, Harb-İş sendikasının örgütlü olduğu Pendik Tersanesi ile Tuzla’daki örgütsüz tersaneler kıyaslanarak, Pendik Tersanesinde son on yıldır ölümle sonuçlanan kaza olmadığı ve bunun çalışma süresinin 7 saat olması ve güvenlik önlemlerinin alınmış olmasından kaynaklandığı açıklandı. Bütün bunlar ortadayken, Gemi İnşa Sanayicileri Birliği (GİSBİR), açıkça kârlarının ucuz işgücünden kaynaklandığını söylüyor. Yani güvenlik önlemleri alınırsa, sigortalar ödenirse, çalışma saatleri kısaltılırsa patronlar yeterince kâr edemeyecekler! Yani çocuklarımız yetim, eşlerimiz dul, ana-babalarımız evlatsız kalmaya devam etsin ki, maliyet-

42

ler artmasın ve patronlarımız sermayelerine sermaye katsın! Yaşamlarını tehdit eden bu azgın kâr hırsı karşısında tersane işçileri seslerini yükseltmeye başlıyorlar. Onlar, çalışma koşullarının düzeltilmesini, ölümlerin durdurulmasını, iş kazalarının önlenmesini ve sorumluların yargılanmasını, taşeronlaşmanın yasaklanmasını, sigortaların tam yatırılmasını, tersanelerde ambulans ve iş yeri hekimi bulundurulmasını, günde 7, haftada 35 saatlik çalışma süresinin uygulanmasını istiyorlar. Basın açıklamasında, ayrıca, son günlerde asker ölümlerinin artmasıyla birlikte milliyetçiliğin tırmandırıldığı, ancak sorunun askeri operasyonlarla değil, Türkiye’de yaşayan tüm işçilerin Türküyle, Kürdüyle birlikte mücadele etmesiyle çözüleceğine değinildi. Basın metni okunduktan sonra sözü 2005 yılında yaşamını kaybeden Ekrem Bektaş’ın annesi aldı ve “artık Ekremler, çocuklarımız, ölmesin, analar ağlamasın. Patronlar işçileri ‘köpek’ gibi çalıştırıyor ama işçiler emeğinin karşılığını alamıyor” dedi. Daha sonra EğitimSen 2 nolu şube başkanı, Haber-İş şube başkanı, Deri-İş genel başkanı söz aldılar ve tersane işçilerinin ve genel olarak tüm işçilerin sorunlarının çözümünün örgütlü mücadeleden geçtiğine vurgu yaptılar. Konuşmalar sırasında “Yaşasın sınıf dayanışması”, “Tedbirler alınsın ölümler durdurulsun”, “Sermaye mezara, emek iktidara”, “Yaşasın iş, ekmek, özgürlük mücadelemiz”, “Telekom işçisi yalnız değildir” gibi sloganlar atıldı. Tersane işçileri “gemileri yaktık geri dönüş yok” diyerek sermayeye karşı örgütlü mücadeleden vazgeçmeyeceklerini dile getirdiler. Aydınlı’dan bir Marksist Tutum okuru


Kasım 2007 • sayı: 32

marksist tutum

Kapitalizmi Yıkmadıkça Sağlık Yüzü Görmeyeceğiz

E

gemenlerin saldırıları sınır tanımıyor. Ve bizler sessiz kalırsak, duymaz, görmez ve karşı çıkmazsak burjuvazi bizlere yaşam hakkı da tanımayacak. Kapitalizm bize “ben hep başınızda bir cellât olarak varım” diye haykırıyor. İnsanlığın en temel ihtiyaçlarından biri olan sağlıklı olma hakkımızı da elimizden alıyor. Onu paralı hale getiriyor. Sınıflandırılmış ve bireysel sigorta sistemi yüzünden, işçilerin büyük çoğunluğunun tam kapsamlı bir sağlık sigortasına kavuşmaları olanaksız kılınıyor. İşverenler sigorta priminizi hastalığınızın masrafını karşılayamayacak kadar az miktarda yatırmayı tercih ediyor. Dolayısıyla geliriniz kadar hastalanıp, hastalığınızı da bu gelire uygun olacak hale getirmeniz gerekiyor. Avrupa ülkelerinde de (Almanya, Fransa, İngiltere vb.) sağlık bugün işçiler için büyük oranda paralı hale getirilmiş durumda. Avrupa ülkelerinde bile işçiler bir cerraha ya da uzmana görünmek için aylarca beklemek zorunda bırakılıyor. Sağlık koşulları dünyanın her yerinde aynılaştırılıyor. O zaman mücadeleyi her yerde ortak bir biçimde yükseltmek şart. Dönüp Türkiye’ye baktığımızda da, Avrupa’daki saldırıların devamı sayılabilecek uygulamaları da içeren bir yasa tasarısının AKP hükümeti tarafından gündemde tutulduğunu görüyoruz. İşçi ve emekçi halka, “tek bir kuyruk kalmayacak”, “herkes istediği hastaneden sağlık hizmeti alacak” söylemleriyle birlikte yutturulmaya çalışılan bu tasarının, eski yasaya göre iyi olan yanları cilalanıp parlatılıyor. Ancak saldırı niteliğindeki yönlerinden hiç söz edilmiyor. SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na devredilmesinin ardından bizler istediğimiz hastaneye gidebiliyoruz. Ama tavsiyemiz parasız asla gitmeyin. Özel hastaneye giden SSK’lılar bir tahlili sigortadan, bir tahlili de cebinden yaptırıyor. Oysa bizler SSK veya özel hastanelerde hiçbir ücret ödemeden bütün hastalıklarımızı kapsayacak şekilde tedavi olabilmeliyiz. Hem de kuyruk beklemeden, hem de hastane kapılarında, koridorlarında ömür tüketmeden. Bundan böyle SSK, Bağ-Kur, Emekli Sandığı gibi kurumlar tek bir çatı altında toplanarak Genel Sağlık Sigortası Kurumu adı altında varlığını devam ettirecek. Genel Sağlık Sigortası primleri de yine bizim cebimizden çıkacak. Sağlık masraflarınızı karşılamak istiyorsanız aylık, bugünkü asgari ücret üzerinden 127 YTL gibi bir rakamı bu havuza akıtmak zorundasınız. Siz karşılayamıyorsanız devlet bunun 64 YTL’sini ödeyecekmiş! Ama burada da dört kişilik bir ailenin gelirinin 508 YTL altında olması şart koşuluyor. Emeklilik yaşı da kademeli olarak yükseltiliyor. Mevcut sigorta sisteminde kadınlar için 58, erkekler için 60 yaşını doldurmaları ve 25 yıllık sigorta sürelerini tamamlamış olmaları gerekiyordu. Ancak yeni yasayla bu oran kademeli olarak 65 yaşına kadar yükseltiliyor. Prim ödeme gün sayısına her yıl 100’er gün ekleniyor. Dolayısıyla işçiler yasanın uygulamasına alıştırılıyor ve şu dayatılıyor: “Siz bu ara sürelerde emekli olacaksanız sesinizi çıkartmayın. Emekli olmanızın tadını çıkarın. 2016 yılından sonra 65 yaşında emekli olanlar mezarda emekli olsa ne olur olmasa ne olur, size ne?” Aynı şekilde, emeklilik ücretleri de kademeli olarak düşürülüyor. Mevcut yasada 9000 gün için emeklilik maaşı %65 ola-

“Birkaç yıl daha çalışsaydı beraber emekli olacaktık. Zavallı 80 yaşında gidiverdi!”

rak düzenleniyorken, yeni kanunda bu oran 2016 yılına kadar %62,5, 2016 yılından itibaren ise %50 olarak uygulanacak. Örneğin; 450 YTL alan bir emekli, 2016 yılından itibaren 380 YTL alacak. Enflasyon ve hayat pahalılığı bahane, yoksulluk şahane. Bu ücretle nasıl yaşarsanız yaşayın siz bilirsiniz. Bu yasa, malulen emekli olacaklar için de yeni uygulamalar getirdi. Eğer özürlü iseniz, meslek hastalığına yakalanmışsanız ya da bir iş kazası sonucu tam kapasite çalışamıyorsanız o zaman emekli olmanız da zorlaşacak. Mevcut yasada 5 yıllık sigortalılık süresini tamamlamış ve 900 gün prim ödemiş iseniz malulen emekli olabiliyordunuz. Ancak yeni yasayla bu oranlar yine iki katına çıkarılmış durumda. Yani 10 yıllık sigorta sürenizin olması ve 1800 gün de prim ödeme şartınız getiriliyor. Yasanın diğer maddeleri de aynı saldırıları içermektedir. Burjuvazi tüm bu saldırılarını benzer argümanlarla yürütüyor. Temel iddiaları şudur: Ortalama insan ömrü eskiye göre uzamış olduğu için yaşlıların nüfus içindeki oranı artmakta, bu yüzden sosyal güvenlik sistemi çökme tehlikesiyle yüz yüze kalmaktadır. Bunu engellemek için insanlar daha uzun yıllar çalışmalı, daha fazla “tasarruf” yapmalı ve daha az gelire razı olmalılar! Yani uzun yaşamlarımızdan biz suçluyuz! Uzun ve sağlıklı ömür insanlar için sevinilmesi gereken bir durumdur. Oysaki burjuvazi, bizlere bunu bir kahır ve gazap olarak yaşatıyor. Patronlar sınıfı bizlerden çok daha uzun yaşıyor, ama hiçbir patronun sağlık problemini çözememe gibi bir sorunu yok. Onlar grip olduklarında bile özel uçaklarıyla istedikleri ülkenin istedikleri hastanesine gidebiliyorlar. Ama bizler en ölümcül hastalıklarda bile hastanelerde boğuşmak ve ölümkalım savaşı vermek zorundayız. Bizler ücretli kölelik sistemini ortadan kaldırmadığımız sürece, kapitalizm yaşamı bize zehir etmeye devam edecek. Daha güzel, sağlıklı bir hayat ve yaşanılası bir dünya talebiyle mücadeleyi her yerde yükseltmek zorundayız. Kapitalizm denilen bu canavarı yeryüzünden silmedikçe rahat ve sağlık yüzü görmeyeceğiz. Sağlık ve emeklilik fonları işçi yönetimine! Mezarda emekliliğe hayır! Parasız sağlık! Bostancı’dan Marksist Tutum okuru bir işçi

43


marksist tutum

Kasım 2007 • sayı: 32

Kurtuluşa Götürecek Yol Belli B

ugüne kadar hep kendi çalıştığımız koşullardan ve kendi sektörümüzde yaşadığımız sıkıntılardan bahsettik. Çünkü en iyi bu koşulları biliyoruz. Ben bu kez sizlerle bir yakınımın geçirdiği kaza yüzünden hastanede geçirdiğim bir haftayı ve orada gözlemlediklerimi paylaşmak istiyorum. İlk olarak kaza bölgesine daha yakın olduğu için Gebze’de bir hastaneye gittik. Orada tedavinin mümkün olmadığı söylenerek Kartal’da bir hastaneye sevk edildik. Hastanede filmlere bakan doktorlar kendi aralarında konuştuktan sonra bizlere tekrar Gebze’ye gitmemizi söylediler. Oldukça sinirlenmişlerdi. Tedavinin orada yapılabileceğini ve başlarından savmak için Kartal’a sevk ettiklerini söylediler. Bu durum karşısında ben de çok sinirlendim. Kar tal’daki hastane evime yakındı ve bunu söyleyerek Gebze’ye gitmeyeceğimizi söyledim. Orada bir kez daha insan hayatının ne kadar ucuz olduğunu gördüm. Neydi bu? Sanki iki takım futbol maçı yapıyordu ve biz de burada o takımların ayağındaki top gibiydik. O günün akşamında iyice gerilen sinirlerime hâkim olamayarak doktorlardan biri ile tartıştım. Nedeni hastamıza bağırmaları idi. Doktor hemen “işinize gelirse, yoksa başka hastaneye götürün” diyerek kestirip attı. Anlayamıyordum. Bu kadar basit miydi bir insanın hayatı. Yanımdaki bir arkadaşımın uyarısıyla kendime geldim ve doktorların işini güç hale getirdiğimi fark ettim. Hastanenin acil bölümündeydik ve aşırı bir yoğunluk vardı. Personel azdı ve her bir hastaya yetişmeye çalışıyorlardı. Bir de çocuk hastaların çıkarttıkları zorluklar eklenince doktorların da yapacak pek fazla bir şeyi kalmıyordu. Doktordan özür diledim ve böylece hastane personeline karşı tavırlarımı düzelttim. Akşam, tartıştığım doktorla biraz sohbet etme fırsatı bulduk. Acilin ne kadar yoğun olduğundan, çalışma saatlerinin uzunluğundan bahsedip, “bizlerin de bazen sinirleri gerilebiliyor ben de sizden özür dilerim” dedi. Daha sonraki günlerde gerçekten ne kadar zor şartlar altında çalıştıklarını gözlemledim. Personel azlığı nedeniyle o kadar yoğun çalışıyorlardı ki. Hastanede ameliyat için günlerce sıra bekleyen hastalar vardı. Bunlar bizlerin hep duyduğu-

muz şeylerdi. Ama bunu somut yaşamda birebir görmek farklı bir şey. Hayat bizlere her gün yeni bir şeyler öğretiyor deriz ya hep. Bu bir hafta da bana çok şey öğretti. O ilk gün yaşadıklarımız karşısında doktorlara karşı öylesine öfke duymuştum ki. Oysa bizden daha deneyimli arkadaşlar bizlere işçilerin yaptıkları işe ne kadar yabancılaştıklarını ve bunu sadece iş olarak görmeye başladıklarını hep anlatırlardı. Bu elbetteki tek tek onların suçu değildi. Sistemin farkına varamayan ve yaşadıklarının sistemin bir sonucu olduğunu kavramayan her işçinin verdiği tepkileri veriyorlardı. Bir hafta boyunca doktorumuzla birkaç kez daha sohbet etme şansım oldu. Çoğu kez yoğunluktan dolayı yemek yemeye bile fırsat bulamadıklarından, hasta yakınlarının bir kahve içmeyi bile kendilerine çok gördüğünden bahsediyordu. Doktora bu kadar yakınmasından dolayı şunu sordum, “bu kadar şikayetçisin madem, bunun düzelmesi için ne yapıyorsun?” Örgütsüz ve burjuva ideolojisinin etkisini her şeyiyle almış bir insanın verebileceği cevap aslında bellidir, “ne yapabilirim ki?” Mücadele etmek gerektiğini söylediğimde ise kendini koskoca işçi sınıfı içerisinde ne kadar yalnız hissettiğini gördüm, “ben mücadele edince düzelecek mi her şey?” Bizler hangi sektörde olursak olalım bu gibi söylemlerle sıkça karşılaşıyoruz. İş koşullarının görece daha rahat göründüğü bu gibi sektörlerde de durum diğerlerinden hiç de farklı değil. Asistan doktorların ayda 15 kez gece nöbeti tuttuğu ve bu nöbetlere gündüzden başlayarak aralıksız devam ettiklerini öğrendiğimde, ameliyatlarda hastaların içinde çeşitli malzemelerin unutulmasının hiç de şaşırtıcı olmadığını düşündüm. Bir gün boyunca çalışıp gece nöbete kalır ve üstüne de ameliyata girerseniz bu tür kazaların olması kaçınılmaz olur. Tıpkı diğer sektörlerde uzun çalışma saatlerinden kaynaklı iş kazalarının olması gibi. Burada asıl dehşet verici olan, ama burjuvazinin meşrebini çok da güzel açığa çıkaran şey ise sektörün konusunun insan sağlığı olmasıdır. Evet dostlar, burjuvazi bizleri sektör sektör ayırarak aramızda farklılıklar varmış gibi gösteriyor. Oysa bizler hangi sektörde olursak olalım sömürü mekanizması hep aynı biçimde işliyor. Bizleri sömüren bazen özel sektördeki patronlar, bazen de sağlık sektöründe olduğu gibi bizzat devletin kendisi oluyor. Öyleyse yapılacak tek bir şey var; tüm kapitalistlere ve onların sistemine karşı mücadele etmek. Bizleri kurtuluşa götürecek tek yol örgütlü ve bilinçli mücadeledir. Ve özlediğimiz, hayalini kurduğumuz o dünyaya ancak mücadele edersek kavuşabiliriz. Sektörü ne olursa olsun her karşılaştığımız işçi arkadaşımıza bunları anlatmalıyız. Hani bir söz vardı: öğrenmek ve öğrendiklerini hafızanda tutmak, bir kitabın kütüphanenin tozlu raflarında duruyor olmasından farklı değildir. Önemli olan bildiklerimizi paylaşmaktır. Zaten kapitalizm kendini teşhir etmek için bizlere yeterince malzeme veriyor. Parasız sağlık, daha kısa iş saatleri ve yaşanası bir dünya mücadeleyle gelecek! Gülsuyu’ndan Marksist Tutum okuru bir tekstil işçisi

44


Okurlarımızdan İşyerindeki Katiller Sizlerle başımdan geçen bir olayı paylaşmak istiyordum, fakat hep sonra yazarım diye erteliyordum. Dün gece vardiyasında yaşadığım bir olay hiçbir şeyi ertelememem gerektiğini gösterdi bana. Fabrikamda katiller var, dün gece öldürüyorlardı beni! Gece vardiyasındaydım, saat 24.00 civarı. Yorgun ve uykusuz, dikkatsiz bir şekilde işimi yapmak üzere dolaşıyordum. O sırada üstümde bir karartı gördüm ve kafamı kaldırdım. Yaklaşık 1 tonluk demir sac üstüme doğru iniyordu. Kendimi kenara attığım gibi vinci kullanan arkadaşa baktım. Gözleri yorgunluk ve uykusuzluktan kıpkırmızı olmuştu. O da beni görmemişti ve demir sacı üzerime indirecekti. “Arkadaşım katilim olacaksın dikkatli ol biraz” dedim. Suçlu bir ses tonuyla “Görmedim efendi!” dedi. “Yolda yürürken ayağın taşa takılsa kapitalizmden bileceksin” sözü var ya tam da öyle. Burjuvalar yarattıkları ve tüm işçi sınıfına dayattıkları bu sistemde (ağır iş koşulları, uzun çalışma süreleri, gece çalışması) bizi birbirimizin katili yapıyorlar. Patronların bize verdiği değer ortada. Her gün ölüm tehlikesiyle yaşıyoruz. Bu olay bana bunu gösterdi ve hemen ertelediğim mektubu yazmaya başladım. Aslında bu işyerinde çalışmaya yeni başladım. İlk başladığım gün bir arkadaş bana hem işi anlatıyor hem de fabrikayı gezdirip tanıtıyordu. Bu arada başka bir arkadaş eline bir bez bastırarak geldi. Elini kaynak taşıyla yarmış, hastaneye gideceğini söyledi. Yanımdaki arkadaş “tamam git, gelince haber verirsin” dedi. İkisi de o kadar rahattı ki, sanki adamın eli yarılmamış da çay içmeye gidiyormuş gibi konuşuyorlardı. Bunu garipsediğimi, nasıl bu kadar rahat olabildiğini sordum. “Ne var ki, ben

de geçenlerde dolaşırken elimi demir saca sürttüm yarıldı, iki dikiş attılar, istirahat bile vermediler efendi” dedi. Birkaç gün sonra ben de ilk iş kazamla tanıştım bu işyerinde. Elime çekiç vurdum, canım öyle yandı ki “işinin de, vereceğin üç kuruş paranın da, kurduğun düzenin de, senin de…” diye sövüp patrona içimi boşaltmak geldi önce, ama ancak sabırla ve birlik oluşturarak onlardan hesap sorabileceğimiz aklıma gelince içime attım tüm bunları. Elim oldukça şişti. Arkadaşa gösterdim, “bir şey olmaz ben de çok vurdum alışırsın efendi!” dedi. Ertesi gün herkes endişeyle bir şeyler konuşuyor, merak ettim. “Hayırdır neler oluyor?” dedim. İşçilerden biri vinçle malzeme taşırken makineye çarpmış, makinenin bir parçası yamulmuş. Vinci kullanan arkadaşla birlikte o anda orada olup da müdahale etmeyen herkes hakkında tutanak tutup savunma istiyorlarmış. İnsanlar elini kolunu yarıyor hiçbir şey yok, patronun makinesi yamuluyor kıyamet kopuyor. Cevap hazır “burası böyle seçme bir yer, ne yapalım efendi!” Ben “efendi” değilim. Bizi birbirimizin katili yapan, duygusuzlaştıran, bir makinenin parçası kadar değer vermeyen, bu dünyanın bu hale gelmesine neden olan patronları ve onların sistemi olan kapitalizmi yıkıp yerine proletarya diktatörlüğünü koymak istiyorum. Ben efendilik istemiyorum. Bu çirkef düzene karşı sınıfımın diktatörlüğünü istiyorum. Bunun için işyerindeki arkadaşlarımdan başlayarak bilinçlenip örgütlenmemiz gerekli. Çünkü örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey. Yani örgütlenmezsek bu çirkin düzende “efendi efendi” yaşamaya mahkûmuz!

Marksist Tutum işçi ve emekçilere ulaşmalı Aklım yettiğinden beri gazete takip etmeye çalışırım. Ama hiçbir zaman sürekliliği olmadı. Malum, işçi ailesinin bireyiyim. Okuma kültürünü edinen de yoktu ailemde ve çevremde. Sabahları erkenden işe giderdim, bazı günler de gece geç saatlere kadar çalışırdım. Okumak da neymiş, çalışıp “adam olma”yı öğrettiler bana! “Adam olma”nın kıstası da neyse? Herhâlde daha fazla para kazanmak olsa gerek! Adam olmaya çalışırken, günler aylara, aylar yıllara devretti yaşanmamışlıkları. Yine de istedikleri gibi bir “ADAM” olamadım galiba. Çünkü bugün asgarî ücrete çalışıyorum. Neyse konumuza dönelim. Dedim ya, ara sıra gazete takip ediyorum. Gazetelerde çeşitli sorunlar dile getiriliyor. Hiç fark etmez neyin ve kimin sorunları olduğu. Doğadan tutun da bilmem kimin selülitlerine kadar birçok sorun gündeme getiriliyor. Savaş, açlık, işsizlik, yoksulluk, küresel ısınma vb. gibi sorunlar da bazen dile getirilebiliyor. Ama nedense bu sorunların karşısında ne yapılması ya da ne yapmamız gerektiği konusunda doğru şeyler öğretilmiyor bizlere. Pardon! Bilmem kimin selülitlerini nasıl giderdiği konusunda öğretilen birkaç şey vardı galiba. Bugünkü toplumun ideolojisi kimin ideolojisidir? Egemenlerin yani patronlar sınıfının. Bu sistem ideolojisini medya aracılığıyla empoze ediyor. Bu, kapitalizmin en güçlü silahı haline gelmiş durumda. Bu düzenin hizmetindeki köşe yazarları, işçilerin ve emekçilerin sorunlarının nereden kaynaklandığı ve nasıl ortadan kaldıracakları konusunda elbette doğruları anlatmayacaklar. Burjuvazinin kalemini kuşanan kalemşörler, her konuda kafamızın daha da bulanmasını sağlıyorlar ve gerçek olan her şeyin üstünü örtebilmek için bin bir türlü dalavere çeviriyorlar. Evet, bu onların işi. İşlerini de iyi yapıyorlar. Şöyle bir söz vardır: Kimin ekmeğini yersen onun kılıcını kuşanırsın. Sanırım konuyu yeterince özetliyor bu söz. Bizler alın terimizin ve emeğimizin ekmeğini yiyoruz. Onun için bu haklı davanın kılıcını kuşandık. Bence adam olabilmenin tek bir kriteri var: o da bu kılıcı kuşanmak! Bizim sorunlarımızı dile getiren ve bunların nasıl aşılacağını öğreten, bize doğru yolu gösteren ve insanca bir yaşamın gerçekten biz mücadele edersek var olabileceğini her sayısında defalarca tekrarlayan Marksist Tutum dergisini bunun için sahiplenmeli, okumalı ve okutmalıyız! Gazi Mahallesinden bir tekstil işçisi

İMES’ten bir metal işçisi

Patronlar ve onların küçük hesapları Emek sömürüsünün her geçen gün derinleştiği Tuzla’da, patronlar kârlarına kâr katabilmek için küçücük hesapların bile peşinden koşuyor. Geçtiğimiz haftalarda Tepeören’de 600 kişilik personele sahip Mutlu Akü patronunun, işçilerin çay saatlerinde içtikleri çayı bedelli hale getirmesi bunun çarpıcı örneklerinden bir tanesi. Çok sayıda işçinin oldukça ağır koşullarda çalıştığı Mutlu Akü’de, işçiler çayı patronun fabrikaya kurduğu çay ocaklarından ücret karşılığı içmek zorunda bırakıldılar. Bu durumu protesto eden işçiler, patronun çay ocaklarından çay almayarak tepkilerini ortaya koyuyorlar. Bizler kapitalist sömürünün varlığını sürdürmesine izin verdikçe sınıfımız üzerindeki baskı ve sömürü daha da artmaya devam edecek. Gebze’den bir metal işçisi

45


Okurlarımızdan Konut sorunu üzerine Geçenlerde televizyonda haberleri seyrederken bir haber gözüme çarptı. Aslında pek de yabancısı olmadığımız gecekondu yıkımlarından biriydi. Bu yıkımın nedeni ise evin tapusuz ve devlet arazisine yapılmış olmasıydı. Bu yıkımda da her zamanki manzaralar yaşandı; insanlar yerlerde sürükleniyor, insan değilmiş gibi yerden yere vuruluyorlardı. Üstüne üstlük bu insanlar evlerini korumak için direndikleri zaman hemen yaygara kopartılıyor, “terörist” damgası yiyorlardı. Hepimiz biliyoruz ki, kapitalizm geliştikçe kendi mezar kazıcılarını da çoğaltıyor. Binlerce insan çaresizlikten dolayı büyük şehirlere göç ediyor ve işçi haline geliyor. Ancak çoğu asgarî ücrete çalışan bu işçiler, konut fiyatlarını karşılayamadıkları için çoğunlukla fabrika çevrelerindeki gecekondulara yerleşmek veya kendi gecekondularını kendileri yapmak zorunda kalıyorlar. İşin en kötü yanı ise, bu evlerin çoğunda insanın sağlıklı bir şekilde yaşamasının mümkün olmaması. Bu mahallelerde yaşa-

yan insanlar en basit belediye hizmetlerinden bile yoksun bırakıldığı için, Afrika’nın en yoksul ülkelerinde sıkça görülen hastalıklara yakalanabiliyor. Üstelik fabrika dumanları, kanalizasyon olmadığı için dere gibi akan lağımlar, kokudan yanına yaklaşılmayan dereler de cabası. Ancak işçilere bu rezil yaşamı reva gören burjuvazi, iş kendisine gelince en güzel evleri, en güzel villaları inşa edebiliyor ve bunu yaparken de hiç kimseye sormaya dahi gerek duymuyor. Günümüz teknolojisi bütün insanlara konut sorununu çözebilecek düzeye ulaştığı halde, dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkelerinde bile milyonlarca evsiz insan var. Kapitalizm hayatın her alanını mahvetmeye devam ediyor. Bunun tek nedeni ise bizim örgütsüzlüğümüzdür. Bu rezil hayattan kurtulmanın tek yolu kapitalist sisteme karşı örgütlenmek ve onu yıkmaktan geçiyor. Başka hiçbir çözüm bizleri bu sefillikten kurtaramaz.

Bir yaz döneminin ardından Bir yaz dönemini daha yoğun bir gündem ile geçirdik. Gerek seçim sürecinde ve gerekse sonrasında burjuva politik arenası son derece hareketliydi, hâlâ da öyle. Yine de burjuva medya tatil yörelerine ilişkin magazin haberleriyle doldu taştı. Sanki sosyetenin “renkli” hayatı dışında hiçbir şey olmuyormuş gibi, herkes hayattan memnunmuş gibi gösteriliyordu. Oysa ben bu hayattan memnun değilim ve ben hayatta her şeyin normal gittiğine inanmıyorum. Ve benim gibi düşünen milyonlarca insanın olduğunu da biliyorum. Her gün olmasa da zaman zaman, dünyada ne olup ne bittiğine bakar ve sonucunda gelişmelerin bizleri nasıl etkilediğinin muhasebesini yaparım kendimce. Bu yaz da öyle oldu. Pamuk tarlalarında, fındık bahçelerinde, karpuz seralarında günlük 15 YTL karşılığında çalışmak için ölüyorlardı mevsimlik işçilerimiz… İnsanlar günlerce başta Ankara olmak üzere diğer illerde de susuzluk problemi yaşayarak birçok hastalığa yakalanıyordu. Seçimlerden sonra meclise giren bağımsız adayların grup kurmasının hâlâ hazmedilememesi ve Kürt milletvekillerinin seslerini çıkarmaması için üzerlerine gidilmesi söz konusuydu. Ortadoğu’da 20 Mart 2003’den beri süren Amerikan işgali devam ediyor ve yüz binlerce insan ayrım gözetilmeksizin katlediliyordu. Yüz binlerce üniversite öğrencisi ne umutlarla girdikleri ÖSS sınavından yine umutları tükenmiş olarak çıktılar. Bu arada Türkiye, son 17 yılın en büyük grev dalgası ile karşı karşıya idi. THY’nin ardından tekstil ve denizcilik sektörü, TÜBİTAK ve Telekom’da da grev kararları alındı. Bulunduğum bölgenin sanayi bölgesi olmasından dolayı, fabrika direnişlerinin, tersanede iş kazası sonucu ölümlerin, emekçi halkın oturduğu yerlerde yıkımların olması, kendi yaşantımızla burjuvalarınkinin ne kadar farklı olduğunu daha iyi görme imkânı sağlıyor. Birebir bizi ilgilendiren iş kazaları sonucunda ölümler, iş koşullarının zorluğu, sosyal haklarımızın elimizden alınması devam ediyor hâlâ. Burjuvalar düzenlerinin devamını sağlamak ve kârlarını artırmak için her yola başvuruyorlar. Ne kadar da az olsalar milyonlarca insanı yönetebiliyorlar. Biz kendimizden milyarlar olarak bahsediyoruz ama gücümüzü görebilenimiz çok az. Her gün kapitalizmin çarpık, kokuşmuş ortamında bizi rahatsız eden ve bir daha görmek istemeğimiz olaylar oluyor. Bize düşen, o milyarlar içerisinden birisi olarak, milyarlar olduğumuzu ve bizi dünya ölçeğinde yönetenlerin bir avuç asalak olduğunu her yerde anlatarak, işçi sınıfına mücadele yolunu göstermektir. Aydınlı’dan Marksist Tutum okuru bir sağlık işçisi

46

Bursa’dan Marksist Tutum okuru bir üniversite öğrencisi

Sistem bizleri o kadar güzel kullanıyor ki… Burjuva düzenin mantığı kendini her yerde gösteriyor. Ben üniversitede öğrenciyim, ziraat mühendisliğinde. Ve bizim ders programında mesleki uygulama diye bir dersimiz var. Sözde bu derste bize uygulamalı olarak bir şeyler öğretiliyor. Eğitici bir ders olduğunu öğrendim, hem de gereğinden fazla! Haftada bir gün bizi üniversitenin bahçesinde çalıştırıyorlar. Elma toplamak ya da üzüm toplamak, evet zevkli bir iş, ama biz onlara ücretsiz kölelik yaptık. Öğrencilere 2,5 tonluk elmayı toplattılar. Biz oraya ürünlerin nasıl toplanacağının birkaç örnekle anlatılacağını sanarak gittik, ama elimize sepeti, kasaları ve merdiveni verdiler ve hepsinin biteceğini söylediler, hatta çalışmayan olursa yok yazacaklarını söyleyip tehdit ettiler. Ve utanmadan bize, burada çalışan işçilere ücretsiz izin verdiklerini ve “öğrenciler” olmasa işlerin bitmeyeceğini söylediler. Her şey o kadar komikti ki, bizlerden yemek parası bile aldılar o kadar çalıştıktan sonra. Ve arabaya binip evlerimize dönmek üzere yola koyulacakken bize elma çalıp çalmadığımızı sordular. 2,5 tonluk elmanın yanında 3 tane elma almamız sorun oluyordu ve bunları bırakmamızı söylediler. Utanmasalar çantalarımızı arayacaklardı! Öğrenci arkadaşların hepsi de çok kötü bir gün geçirdiklerini ama dersi geçmek için biraz diş sıkmak gerektiğini söylüyorlardı. Yani yaşadıkları toplumda bu tür olayların “münferit” olduğunu, istisna olduğunu düşünüyorlardı. Oysa bu durum sadece okullarda değil fabrikalarda ve birçok iş alanında da benzer şekillerde yaşanıyor. Oraların da okuldan hiçbir farkı yok. Bu öyle bir sistem ki, emeğimiz elimizden alınıyor ve yerine bazen komik ücretler bazen de, benim örneğimde olduğu gibi, koca bir hiç veriliyor. Evet, burjuva düzen sürdükçe mantığı da her yerde karşımıza çıkacak. Bu köhne düzeni yıkmak için örgütlü bir mücadele vermeliyiz. Az zamanda çok iş. Kapitalizmi yıkacağız, tüm dünya işçileri ile birlikte! Yaşasın uluslararası mücadelemiz! Ankara’dan bir üniversite öğrencisi


Okurlarımızdan Merhaba Marksist Tutum, merhaba dostlar! Merhaba yüreklerini yerinden söküp avcunun orta yerine koyanlar! Merhaba yürekleri dünya devriminin ateşiyle yanıp tutuşanlar! Ben 3 bin kişinin çalıştığı bir fabrikada çalışıyorum. Bu işyeri sendikalı ama sendikanın S’si bile yok denilebilir. Üç aydır burada çalışıyorum. İşe girerken “ne güzel, sendikalı bir yerde çalışacağım, insanlar daha bilinçli!” diye çok sevinmiştim. Ama işçi arkadaşlarımın sendikayla uzaktan yakından ilgileri yok. Sendika bürokratları geçmiş başa, her şey onlarla işveren temsilcilerinin arasında dönüyor. Öyle ki işçiler temsilcilerini bile kendileri seçmemişler. İşyerinde sendikaya ait panolar vs. yok. Sadece bir sendika odası var; oraya da temsilcilerden başkasının uğradığı yok. Bir gün yemekten iniyordum ki gözüm bir tabloya takıldı. Tabloda işçilerin resmi altında Türkiye İşverenler Sendikası yazıyordu. Tabii ben içimden, “hayır olamaz! Bu nedir ya!” diye haykırdım. Ama şimdilik sadece bununla kaldım. Çünkü “bunu buraya asamazsınız!” diyebilmek için daha çok çalışmak gerekiyor. İş yerinde koşullarınız nasıl diye soracak olursanız hemen anlatayım. “Zorunlu olmayan” mesailere zorla bırakılıyoruz; çünkü mesaiye kalmıyorsan “kapı orada, dışarıda çalışmaya hazır bir sürü insan var” diyorlar. Her gün iş için denenmeye gelen insanları görünce sessiz kalmak zorunda kalıyoruz. Merhaba dostlar! Ben bu fikirlere ve bilince sahip değilken günümün çoğunu kahvelerde geçirirdim. Meselâ bir işyeri açmak isterdim, kendimi kurtarmak isterdim. Ama bilinçlenmeye başladığımda çok şeylerim değişti. İşçilerin ne olduğunu öğrendim. Dünyadaki her şeyi biz işçilerin ürettiğini öğrendim. Çalıştığım işyerinin koşullarını da anlatmak istiyorum. Haftanın yedi günü çalışmak, haftada iki gün de 8 saat fazla mesaiye kalmak zorundayız. İşyerinde çalışırken klima denilen bir şey yok, yemek dersek geceleri dört zeytin, bir reçel, bir yağ, bir çorba ve de kısır. Evet! Karnımızı böyle doyurabiliyoruz. Bir gün gece mesaisinde çalışırken aynı makinede çalıştığım arkadaşım can verdi ve iki saat sonra makine yine açıldı. Kanlar temizlendi ve işbaşı yapıldı. Sonra dediler ki, kaderinde varmış! İşyerinde bir Pazar günü gelmediğimizde hemen çekiyorlar sorguya. Neden gelmedin diye hesap soruyorlar. Mazeretini anlatıyorsun, inanmayıp rapor istiyorlar. Şunu çok merak ediyorum; ailemizden birisi öldüğünde gidip imamdan bir kâğıt veya imamı mı getirmek lazım inandırmak için. Nereye kadar bu böyle gidecek? Çare yok mu? Var çare, öğrenmek ve öğretmek. Sadece bir işyerindeki koşulları değil bütün dünyayı düzeltmek. Çünkü bu koşullar sadece bizim fabrikamızda değil bütün dünyada böyle ve diyoruz ki: Örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey! Kıraç’tan bir işçi

Her gün şu kadar iş yaptım diye rapor veriyoruz. Kafanı kaldırsan; “işine baksana, ne sağa sola bakıyorsun!” diye azar işitirsin. Bazen şöyle bir etrafıma bakıyorum da burası bir insan tarlası gibi; ama herkes robota benziyor. Bazen dalıyorum kendimize bakarken. Aklıma bir etkinlikte izlediğim mim gösterisi geliyor. Mim gösterisinde işçiler robot gibi ama sonra insan oluyor ve haykırıp kızıl bayrağımızı en yücelerde dalgalandırıyorlardı. Tam o sırada bir arkadaşım bana bir şey soruyor ve geri dönüyorum olduğum yere. Arkadaşım, “ne düşünüyorsun? Sevgilini mi? Gözlerinin içi gülüyor!” diye soruyor. Hayır dediğimde, “hadi oradan bir genç kızın gözleri başka niye güler ki” diyor. - Güler; umutlarına güler, özgürlüğe güler, sonsuzluğa güler! Buradan şunu çıkarmalı: bizim sorunlarımız sendikayla çözülmüyor, bizim sorunumuz yapılan bazı reformlarla bitmiyor, bizim sorunumuz iktidar sorunu, biz işçiler iktidara gelmedikçe kendi kendimizi yönetmedikçe sorunlarımızı çözemeyiz. Gene 14 saat çalışırız, zorla mesaiye bırakılırız. Bunun içindir ki Bolşevik Parti 1917 Ekiminde “İktidar Sovyetlere!” sloganını yükseltmiştir. Çünkü sorunlarımızı ancak biz çözebiliriz. Dünyanın bütün işçileri birleşin! Birleşen işçiler yenilmezler! Enternasyonalle kurtulur insanlık! Avcılar’dan bir kadın tekstil işçisi

O Gün Gelecek Bir dünya düşünün ki İçinde ezen ve ezilene dair bir şey olmasın Bir dünya düşünün ki İçinde insanlar birbirlerini çıkarsız sevsin Ama yürekten, hesap kitap yapmadan Bir dünya düşünün ki Karınları açlıktan şişmiş çocuklar, açlıktan ölen insanlar olmasın Gözbebekleri donuklaşmış, çalışmaktan yorgun düşmüş bedenler olmasın Bir dünya düşünün Beynimizin sınırsızca çalıştığı, insanlık için ürettiği ve yeteneklerimizi sınırsızca geliştirdiğimiz bir dünya Dans edecek kuşlar, böcekler ve insanlar Sık orman ağaçlarının arasından, güneş ışınları aydınlatacak yeryüzünü Denizler, okyanuslar kabaracak içi içine sığmayan sevdalı aşıklar gibi Özgürlüğe yelken açacak tüm canlılar Doğanın tüm güzellikleri bekleyin Baharın gelişini müjdeler gibi Önce fısıldayarak, sonra haykırarak Diyecekler O gün gelecek… Aydınlı’dan bir büro işçisi

47


Okurlarımızdan Okuduğum gazetede bir haber ayrıca dikkatimi çekti. Haber şöyle: Ardıç evlerinin bulunduğu semti Esenyurt’a bağlamışlar. Bunun üzerine Ardıç evlerinde oturan işadamları yani bizlerin patronları semtin yeniden Bahçeşehir belediyesine bağlı kalmasını istemişler ve dava açmışlar. Hakim de davayı bu yönde sonuçlandırmış. Şimdi neden dava açmışlar ki diyeceksiniz! Nedeni, Esenyurt daha dar gelirli insanların (işçilerin) yaşadığı bir semt olduğu için beyefendiler rahatsız olmuşlar: “Nasıl olur da işçilerle patronların belediyesi aynı olur! Ayıp denen bir şey var kardeşim! Herkes yerini bilmeli değil mi?” Evet onlar yerlerinin, hangi sınıfa ait olduklarının farkındalar. Ya biz? Biz bunun ne kadar farkındayız? Ben fabrikada bir arkadaşıma sınıfların olduğunu ve biz işçilerin sömürüldüğünü anlattığım zaman, “ne sınıfı, ne sömürüsü” diyor. “Bize onlar iş veriyor, biz de çalışıyoruz, emeğimizin karşılığını da alıyoruz” diyor. “Bizden daha kötü durumda olanlar da var, halimize şükür! Ya hiç işimiz olmasaydı? Hem bizi kimse burada zorla tutmuyor ki!” diye karşılık alıyorum. Tabii ya biz özgür insanlarız! Burası da özgür bir ülke! Evet, özgürüz; 12 saat çalışmamakta yani işsiz kalmakta, evimizin kirasını ödememekte, aç kalmakta özgürüz. İşte bizim özgürlüğümüz! Evet, bir sürü işsiz insan var. Peki onlar neden işsiz hiç soruyor muyuz? Gerçekten iş mi yok, yoksa patronlar üç kişilik işi

Kapitalist sistem bizim gözümüzü çıkarıyor. Öylesine körleşiyoruz ki, ekmeklerimizin arasında insanlığımız çalınıyor görmüyoruz. Yanı başımızda kanlar içinde yatan çocukları, açlıktan ölen insanları umursamıyoruz. Ve sağırlaştırılıyoruz. Biliyorlar bir gün kurşunlanan, asılan, ezilen, gücü yettiğince haykıracak. Haykırarak anlatacak ölümün korkunçluğunu ve ezilmişliğin ağrısını. Aç, yorgun, uykusuz olduğumuz unutturuluyor. Çalışırken durmaksızın, uyumaksızın, aç açına unutuyoruz kızımızı öpmeyi, oğlumuzla top oynamayı. Unutturuluyor insanlığımız. Nasırlı ellerimiz çekinir oluyor dokunmaya, yorgun gözlerimiz üşenir oluyor bakmaya ve nefes alışımız küskünleşiyor. Yaşama umutlarımız ölümden sonrasına bırakılıyor. Evet, çaldılar güzel günlerimizi, ışık saçan gözlerimizi, türkü söyleyen dillerimizi ve sevmeyi bilen yüreklerimizi. Ama çocuklarımızın yarınlarını çalamayacaklar. Çünkü çürümüş kokuşmuş bu düzene baş kaldırıyoruz. Yepyeni yaşanası bir dünyanın tohumlarını atıyoruz devrimci mücadelemizle ve tabiî ki Marksizmin yolunda. Ankara’dan bir Marksist Tutum okuru

48

bir kişiye mi yaptırıyor? Bugün biz işçiler 12 saat çalışacağımıza 6 saat çalışsak, üç kişilik işi bir kişi yapmasak, yani bir fabrikada 500 kişi çalışacağımıza 1000 kişi çalışsak, herkes çalışamaz mı? Ama sevgili patronlarımız neden bunu yapsın ki! O zaman işsiz insanları bize koz olarak kullanamazlar. “Bak dışarıda kapıda kaç kişi var, işine gelmiyorsa kapı orada sen bilirsin” diyemezler Bizim emeğimizin karşılığı 419 YTL mi diye de bir sormak gerek kendimize. Bu para karnımızı bile doyurmaya yetmiyor. Üreten biz işçileriz ama ürettiklerimizin neredeyse hiçbirini alamıyoruz; giyemiyor, yiyemiyor, içemiyoruz. Buna ne demeli? Peki, biz özgürlüğümüzü ve emeğimizin karşılığını nasıl kazanacağız? Biz işçiler birlik olup, mücadele edip, bu sistemi ortadan kaldırdığımız zaman özgürlüğümüze de emeğimize de kavuşmuş olacağız. Çünkü, işçilerin kurduğu dünyada komünist toplumda sınıflar yoktur. Ve insanlar aç kalmamak için değil zevk için çalışıyor olacak. Yani çalışmak bir zorunluluk olmaktan çıkıp bir zevk olacak. O zaman herkesten yeteneğine göre alınıp ihtiyacı kadar verilecek. İşte, gerçek özgürlük budur. Eğer gerçek özgürlüğü istiyorsak mücadele saflarında yerimizi almak zorundayız. Ben bir gün insanlığın gerçek özgürlüğe kavuşacağına inanıyorum. Yaşasın işçilerin uluslararası birliği ve mücadelesi! Esenler’den Marksist Tutum okuru bir kadın tekstil işçisi

Ben bir üniversite öğrencisiyim. Öğretim yılına başlayacağımız şu günlerde işçilerin var olan sorunlarına yeni yılın maddi yükü de ekleniyor. Kapitalizm öyle çürümüş bir sistem ki, kendi ideolojilerini aşıladığı yerleri bile birer ticarethane haline getirebiliyor. Eğitim kurumlarının amacı kapitalistlere daha kalifiye işçi yaratmak, insanları sisteme tepkisiz ve her şeyi kabullenmiş hale getirmek ve muazzam bir kâr kaynağı yaratmaktır. Ancak bunun için bile öğrencilerden para alınmaktadır. Bu, bir patronun iş süresince lazım olan kazmayı işçiye parayla satması gibi bir şey. Eğitim kurumları burjuvazinin ideolojik bombardımanının en yoğun olduğu yerlerden biridir. İdeolojik aşılar daha ilköğretim sıralarında başlar ve sonrasında güçlenerek devam eder. Körpe zihinler yoğun bir Kemalizm bombardımanıyla devletçi-milliyetçi ideoloji temelinde biçimlendirilmeye çalışılır. Burjuva eğitim sistemi, işçi-emekçi çocuklarına küçük-burjuva bireycilik zehrini şırınga eder ve öğrencinin liseye başlamasıyla birlikte, o güne kadar oluşmuş küçük-burjuva bilinç ve arzular daha belirgin bir şekilde ortaya çıkar. Düzenin ideolojisi, çocuğun ve ailesinin yaşadığı hayatın zorluklarını bu sistemin değil de bireylerdeki başarısızlığın sonucuymuş gibi gösterir. Bu nedenle öğrenci hayatındaki kötü gidişatı kendi başarısızlığına bağlar, huzurlu ve refah içinde geçen bir hayatı eğitim başarısıyla elde edebileceğini zanneder. Bu düşünceler sistemin en küçük birimi olan aile tarafından sürekli öğrenciye pompalanır. Kurtuluş üniversitede aranır. Üniversiteden sonra ise, hayatları hiç de kurdukları hayallerdeki gibi olmayan insanlar bunun suçunu sistemde değil yine kendilerinde ararlar. Üniversite hayalleri kuşkusuz işçi-emekçi aileler için genel bir kural değildir. Yoksulluk sınırında ve varoşlarda yaşayan ailelerin ve çocuklarının yüz yüze bulundukları zor koşullar onların hayallerini farklı kılmaktadır. Üniversite onlar için uzak bir hayal olurken, eğitim hayatlarının en üst düzeyi olsa olsa meslek liseleridir. Daha çabuk iş bulabilmeleri ve ailelerinin az olan kazançlarına katkı sağlayabilmeleri için meslek lisesi onlar için bir tercih değil, zorunluluktur. Dolayısıyla çoğu, sıradan bir işçi olmaktan başka alternatiflerinin olmadığının epeyce farkındadır. Bizler devrimci öğrenciler olarak okullarımızda, burjuvazinin bilinç bulandırmalarına izin vermeden arkadaşlarımızı bilinçlendirmeliyiz. Eğitim kurumlarını sınıf mücadelesinden yalıtık olmayan, aksine öğrencilerin sınıfını bilerek saflarını tutacakları yerler haline getirmeliyiz. Bunun için onlara, mezun olduklarında her ne olurlarsa olsunlar ancak ve ancak emek gücünü satarak hayatlarını devam ettirebileceklerini, işçi sınıfı içinde yerlerini alacaklarını hatırlatmalıyız. Burjuvazinin bu kokuşmuş düzenine ve onun eğitim sistemine karşı işçi demokrasisinin varlığını propaganda etmeli ve dilediğimiz dünyanın ancak işçi sınıfı mücadelesiyle yaratılabileceğini bıkmadan usanmadan anlatmalıyız. Tuzluçayır’dan bir üniversite öğrencisi




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.